71.sayıya ulaşmak için tıklayınız
Transkript
71.sayıya ulaşmak için tıklayınız
HKP’nin Hikmet Kıvılcımlı Usta’yı anma toplatısından: 6’da Asgari Ücrette ortaoyununa devam... 7’de 2’de Maraş Katliamı insanlık suçudur! Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 Siyasi Gazete Partimiz, “Ergenekon Davası” Tutsağı Devrimci Gazeteci Merdan Yanardağ’la Devrimci Dayanışmasını sürdürüyor www.kurtulusyolu.org 1 TL 8’de Kara deryalarda bir fenersin... Türkiye Devrimi’nin Önderi, ömrünün 22,5 yılını cezaevlerinde geçiren, Türkiye orijinalitesini inceleyip devrimci teori alanında onlarca eser yazan ve yakalandığı kanser illetine, geçirdiği onlarca ameliyata rağmen son nefesine kadar Devrimci Kavgadan bir an geri durmayan Hikmet Kıvılcımlı’yı Halkın Kurtuluş Partisi bedence aramızdan ayrılışının 42’nci yıldönümünde Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdiği salon toplantısıyla 3 Kasım’da andı. Etkinlikte HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut Yoldaş’ın konuşmasını yayımlıyoruz. Haramilerin saltanatını yıkacağız! Han-ı yağma Verir zavallı memleket, verir ne varsa; malını, Varlığını, hayatını, umudunu, hayalini, Tüm olanca rahatını, olanca gönül balını, Hemen yutun, düşünmeyin haramını, helalini… Yiyin, efendiler yiyin; bu han-ı iştiha sizin, Doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin! 15’te Tevfik Fikret Unutmak mümkün mü? 5’te Türk Ceza Muhakemesi sistemimizin “yeni” aktörlüğü: İdeolojik Savcılık Çay, simit ve ayakkabı kutusundaki milyon dolarlar 6’da 13’te Burnunun dikine giden Tayyip ve ar damarı çatlayanlar 16’da Sağlık’ta son perde… B A KP hükümeti sağlık alanını, allak bullak etmeye devam ediyor. Yeni hazırlanan ve kamuoyunda daha çok “Tam Gün Yasası” olarak bilinen “Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”, kısaca “Sağlık Torba Tasarısı” şimdi Mecliste. Kanunun ilk 40 maddesi görüşüldü. Bütçe görüşmeleri nedeniyle, bu kanun tasarısının görüşmeleri ertelendi. Bu yasa ile Bakanlar Kuruluna eğitim ve araştırma hastanelerindeki akademisyenler ve eğitim görevlilerinin % 50’sini özel hastanelere kiralama, pazarlama hakkı tanınıyor. Profesör ve doçentlere özel hastanelerde de olsa tanıdığı ikinci işte çalışma hakkını, kamuda görevli diğer uzman ve pratisyen hekimlere tanımıyor. Hacamatçıya, sülükçüye sertifika zorunluluğu getirilirken, işçi sağlığı ile ilgili alanda işyeri hekimliğinde sertifika zorunluluğu İstanbul’da vurguna, yağmaya, talana geçit yok! T ayyipgiller’in din kisvesi altında gerçekleştirdiği vurgunların, soygunların iyice ayyuka çıktığı bu günlerde halkımızın Gezi İsyanı’mızla artan öfkesi daha da şiddetlendi. Şanlı Gezi Direnişi’mizden sonra halklarımızın gözünde inandırıcılığını zaten iyiden iyiye kaybeden Tayyipgiller’in hırsızlığına, vurgunculuğuna tepki olarak ülkemizin dört bir yanında eylemler yapılıyor, tüyü bitmemiş yetim hakkı yiyen Tayyipgiller’den hesap soruluyor. İstanbul’da da 22 Aralık günü birçok dernek, sendika ve siyasi partinin katılımıyla “İstanbul Biziz, İstanbul Bizim” mitingi gerçekleştirildi. Her ne kadar mitingin ana te- 6’da Başyazı 14’te Yolun sonuna geldin usta(!) u üçüncü dönemim, ustalık dönemim, dedin ya; doğru söyledin. Biliyorsun sen çok ender doğru konuşursun. Evet, gerçekten ustalaştın artık. Gerçi eskiden de çok becerikliydin ama… Yani belediye başkanlığın döneminde... Fakat o zamanki vurduklarını bugünkülerle kıyaslarsak devede kulak kalır. Yalnızca kendin ustalaşmadın. Tüm bakanların, milletvekillerin, il, ilçe yöneticilerin hatta bucak yöneticilerine varıncaya dek hepsini de ustalaştırdın. Hepsine kamu mallarını vurmanın, yağmalamanın, rüşvetin, komisyonun, hırsızlığın, ihaleye fesat karıştırmanın yani bilumum yüz kızartıcı suçların en ince, en ileri tekniklerini İblisin bile aklına gelemeyecek yollarını, yöntemlerini öğrettin. Doğrusu, muazzam bir takım kaptanısın. Senin gibisi gelmedi gerçekten de Cumhuriyet Tarihi boyunca bu ülkeye. Menderes’ler, Demirel’ler, Özal’lar döneminin vurguncuları sizlerin yanında çırak kalır. Görevden aldığın Deniz Feneri Savcısı Abdulvahap Yaren senin için “Hırsızlar İmparatoru” derken olağanüstü doğru bir tanımlama yapmıştı. Gerçekten de sen en büyük hırsızlar çetesinin şefisin. Onları bugüne dek hep sen yönettin. Hatta şamaroğlanlarını yönetir gibi. Kimisine sövdün, bu işlerde yaptıkları hatalardan dolayı, kimisini de (üçünü de) şaplakladın. Karagöz Oyunu’nda Karagöz’ün Hacivat’ı tokatladığı gibi. Bu şamaroğlanlarının en medyatiği Suat Kılıç, değil mi? Burjuva medyası bile “tokat manyağına” çıkardı onun adını. O ise her şamaroğlanı gibi, hiçbir şey olmamış havalarında ortalıkta dolaşıyor. 7’de 2 Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 Kurtuluş Partisi’nden Tayyip halkından korkmaya devam ediyor! B inlerce korumasıyla gittiği her yerde halkı canından bezdiren Tayyip, 13 Aralık 2013 günü İzmir’de de hayatı durdurarak insanlara zulmetti. Mahkemeden önceden aldıkları arama kararı ile işinde gücünde olan, yolda yürüyen insanlara, gençlere kimlik sordular, üst araması yaptılar. Tayyip’in geçeceği güzergâhlardaki yolları kapattılar. Öyle ki herhangi bir trafik sorunu olmayan ve hız sınırının 120-130 km olduğu Otoyolları dahi kapattılar. Belli noktalara keskin nişancılar yerleştirdiler. Tüm güzergâh boyunca yollara iki taraflı olarak nöbetçi polisleri dizdiler. Potansiyel tehlike gördükleri siyasi parti, dernek vb. kuruluşların önlerine Tayyip İzmir’den ayrılana kadar çevik kuvvet arabalarını yerleştirdiler. Velhasıl Tayyip gidene kadar uçan kuştan, esen yelden kuşkulandılar. Aman “başbakanımıza” (pardon padişahımıza) bir şey olmasın diye… 13 Aralık günü Tayyip İzmir’den ayrılana kadar HKP İzmir İl Binasının önünde de bir araba çevik kuvvet polisi nöbet tuttu. Polis arabası Parti binasının önünde konuşlandığında, İl Başkanımız telefonla İzmir Emniyet Müdürlüğünü aradı. Bu ekibin niye yerleştirildiğini sordu ve “dört yıl önce de söylemiştim ve korumalarının saldırısına uğramıştım, şimdi de söylüyorum baş- H bakan hâlâ halkından korkmaya devam ediyor, halka böylesine zulüm yapmayın, yeter” dedi. Hatırlanacağı gibi, 2009 yılı Ekim ayında da AKP İl Binasının açılışını yapmak üzere İzmir’e gelen Tayyip için yine benzer önlemler alınmış, yollar sokaklar kapatılmış, insanlar arama taramadan geçirilmişti. AKP İl Binası ile aynı caddede bürosu bulunan İl Başkanımız Tayyip’i protesto etmişti. Ardından Tayyip’in korumaları tarafından bürosu basılmış ve tartaklanmıştı. Bu saldırı nedeniyle koruma müdürü ve üç koruma yargılanmış ceza almışlardı. Sonuç olarak, huylu huyundan vazgeçmiyor. Tayyip Efendi ikide bir ülkenin % 50’sinin desteğine sahip olduğunu söylüyor, ama her gittiği yerde insanlara yaşamı zindan ediyor. Bunlar, gösteriş için gittikleri camilerdeki halkı da aramadan geçirterek Allah’la kandırdıkları bu insanlarımıza dahi eziyet etmekten çekinmemektedirler. Hopa’da Metin Lokumcu’nu öldürülmesi de bu diktatör bozuntusunun sözde güvenliği için değil miydi? Yine ülkenin her bir yerinde, “aman başbakan görmesin” diye afişlerin üzerleri dahi kapatılmakta. Trakya gezisinde olduğu gibi insanlar pazara dahi gidememektedir. Kendisini ülkenin tek hâkimi olarak gören birisinin halktan korkusunu gizleyememesini anlıyoruz. Özellikle Gezi Direnişi’nden sonra bu korku iyice zirve yapmıştır. Ama korkunun ecele faydası yoktur. Tayyip’in de sonu gelmiştir, gidicidir. İzmir’den Kurtuluş Partililer Maraş Katliamı insanlık suçudur! İnsanlığa karşı işlenen suçlar unutulamaz! Affedilemez! Bundan 35 yıl önce “komünistler camiyi bombaladı” yalanını ortaya atıp, bu insanlık dışı katliamı gerçekleştirenlerle, bugün büyük Gezi Halk İsyanı’nda “camide içki içtiler, türbanlı bacılarımızı taciz ettiler” yalanını söyleyen Tayyip arasında aradan geçen 35 yıl hariç hiçbir fark yoktur. B undan 35 yıl önce Maraş’ta yaşanan katliamı gerçekleştirenlerle Tayyipgiller arasındaki tek fark aradan geçen 35 yıldır. Bundan 35 yıl önce “komünistler camiyi bombaladı” yalanını ortaya atıp, bu insanlık dışı katliamı gerçekleştirenlerle, bugün büyük Gezi Halk İsyanı’nda “camide içki içtiler, türbanlı bacılarımızı taciz ettiler” yalanını söyleyen Tayyip arasında gilerle silahlandırılmaktadırlar. Bu alçaklar ordusunu da Tayyipgiller beslemekte ve desteklemektedir. Ve bugün bu alçaklar ordusu tarafından yapılan akıl almaz katliamların Maraş Katliamı’ndan hiçbir farkı yoktur. Çünkü bunların zihniyeti aynıdır. Yıllardır söylediğimiz gibi bunlar CIA Müslümanıdır. Ve yine halkımızın destansı Büyük Gezi Halk İsyanı’nda gençlerimizi katle- aradan geçen 35 yıl hariç hiçbir fark yoktur. Maraş Katliamı’nda yüzlerce insanımız, kadın-erkek, genç-yaşlı, çocuk-kadın demeden vahşice katledildi. İşte onun içindir ki bu bir insanlık suçudur ve insanlığa karşı işlenen suçlar ne affedilir ne de unutulur. Tıpkı bugün Suriye’de olduğu gibi… Ve bugün Suriye’de AB-D Emperyalistlerinin tetikçiliğini yapan alçaklardan derleşik ÖSO adlı çapulcular, El Kaideciler, El Nusracılar vb.leri, benzer katliamları Alevilere karşı uygulamaktadırlar. Ve ne yazık ki bunlar bizim ödediğimiz ver- den, yüzlercesinde onulmaz yaralar bırakan da aynı zihniyettir. Halklarımızın Ortaçağcı gericiliğe karşı haklı ve meşru isyanı bunların yüreğine korku salmıştı ve o korkuları hâlâ devam ediyor. Onun içindir ki Tayyip gittiği her yerde binlerce korumayla önlem alıyor. Yani bunlar yaptıkları ihanetlerin büyüklüğünü bildikleri için korkuları da o kadar büyük oluyor. Maraş Katliamı’nı da yerli-yabancı Parababaları halkın yükselen devrimci mücadelesinden korktukları için CIA-MHP işbirliğiyle tezgâhladılar. Böyle bir vahşetin altına imza attılar. HKP’den Antalya’da seminer alkın Kurtuluş Partisi Antalya İl Örgütü olarak, 22 Aralık Pazar günü “Ortaçağcı İrtica, Türkiye ve Tayyip- leştirdik. Seminerimize HKP MYK üyesi giller” konulu bir seminer gerçekve aynı zamanda İzmir İl Başkanı Tacettin Çolak Yoldaş’ımız konuşmacı olarak katıldı. Tacettin Çolak Yoldaş’ımız konuşmasında ülkemizin, AB-D Emperyalizmi ve onların bugünkü uşakları Tayyipgiller eliyle Ortaçağın karanlığına sürüklendiğini dillendirdi. Halkımızın, “din” adı altında kandırıldığını ve Tayyipgil- ler’in yapmış oldukları namussuzlukları göremediklerini aktardı. Yoldaş’ımız, Tayyipgiller’in kökeninde var olan hırsızlıkların, yolsuzlukların son günlerdeki olaylarla iyice kanıtlandığını söyledi. Tayyipgiller’in yıllardır hırsızlık yaptığını ama bu şekilde açığa çıkmadığını sözlerine ekledi. Ortaya çıkmasının nedeninin ise Tayyipgiller şürekâsı ile Fetullah Gülen Cemaati arasındaki çatışmadan kaynaklandığını bizlere aktardı. Her ne kadar ülkemizi yönetenler AB-D Emperyalistleri ve onların yerli işbirlikçileri olsa da bu olayın elbet bir gün değişeceğini ve bunun en büyük göstergesinin Haziran ayında gerçekleşen Büyük Gezi İsyanı olduğunu söyledi. Yoldaş’ımız sözlerini bitirirken görevimizin çok büyük olduğunu ve yapmamız gerekenin halkımızı örgütlemek olduğunu söyledi. Bizler Halkın Kurtuluş Partisi olarak diyoruz ki; kazanan eninde sonunda halklar olacaktır! Hep dediğimiz gibi, bu kan emicilerin siyasi genetik şifreleri, insanlığın çektiği acılar, yokluklar üzerine kurulu. Onların siyasi genetik şifreleri, Dehak’lar, Muaviye’ler, Yezit’ler, Hitler’ler, Mussolini’ler, Obama’lar tarafından oluşturuldu. Bizim siyasi genetik şifremiz, insan sevgisi üzerine kurulu. Bizim siyasi genetik şifremiz, Hacı Bektaş’lar, Spartaküs’ler, Kawa’lar, Şeyh Bedreddin’ler, Pir Sultan’lar, Hallacı Mansur’lar, Nesimi’ler, Hikmet Kıvılcımlı’lar, Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar tarafından oluşturuldu. O yüzden biz kazanmak zorundayız. İnsanlık tarihi kanıtlamıştır ki, Örgütlü Halklar Yenilmez! Zafer her zaman, İnsanlığın Kurtuluşu için mücadele edenlerin olmuştur. İnsanlığın Kurtuluşu için kendilerini feda eden devrimciler de, hep insanlığın gönlünde, bilincinde yaşamaya devam etmektedirler. Kaybedenler ve kaybedecek olanlar da insanlığa çektirdikleri acılarla beslenen sömürgenlerdir. Onlar yok olmaya mahkûmdur. Bugün için bu sömürgenler AB-D Emperyalistleri ve yerli ortaklarıdır. İnsanlık eninde sonunda bu kan emici keneleri ortadan kaldıracaktır. Yeni Maraş’lar, Sivas’lar yaşamak istemiyorsak; bu topraklarda, tıpkı Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi, Büyük Gezi Halk İsyanı’mızdan aldığımız güçle, halkımızla, onun bir parçası olan Bilim İnsanlarımızla, Aydınlarımızla, Ordu Gençliği’mizle ve bin yıldan beri birlikte yaşadığımız Kürt kardeşlerimizle omuz omuza vererek, AB-D uşağı hainler cephesini yenilgiye uğratmak zorundayız. 24.12.2013 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Halkız Haklıyız Kazanacağız! Antalya’dan Kurtuluş Partililer Selam Olsun Bizden Önce Geçene! Selam Olsun Savaşırken Düşene! Yol ver ölüm Çök yıkıl ey mezar Bak Devrim dev gibi dimdik İnsan ateştir, yanarken yakar Bomba patlarsa açılır gedik Doğan Terlemez 1956/16.12.1976 Hamdi Yılmaz 1959/30.11.1996 Kemal Gençer 1965/11.12.2004 Orhan Melek Demiröz 1946/06.11.1987 ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay internet: www.kurtulusyolu.org Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBULBasıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 e-posta: [email protected] Tel-Faks: (0212) 512 43 95 3 Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı: Ekonomide, politikada yalanlar, gerçekler… (III) Halkın Kurtuluş Partisi Konya İl Örgütü’nün 6 Ekim’de düzenlediği “Güncel Meseleler ve Görevlerimiz” başlıklı panelde konuşan HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı AKP Hükümetinin siyaset ve ekonomide halka nasıl yalan söylediğini anlattı. Geçen sayıda yayımlanan söyleşinin üçüncü bölümünü aynen yayımlıyoruz: cal Kapımızı Nasıl Çalıyor?” adlı eserinKimyasal-silah üreten de satan da emperyalistlerdir de, kimyasal silah meselesini ve Atom, BiBu tablo karşısında Parababaları ve Tayyipgiller iktidarı ne yapıyorlar? Bu dertlerimiz, bu sıkıntılarımız yetmezmiş gibi bir de bizi kardeş halklarla karşı karşıya getiriyorlar. Suriye’de bir savaş var ve Suriye sınırları allak bullak. Türkiye’nin Suriye’yle sınırları denetim, kontrol altında mı? Hayır. Suriye rejimine karşı çıkan, onu devirmek isteyen ve kendilerini “cihatçı” olarak adlandıran El Nusra’dır, El Kaide’dir, Irak Şam İslam Devleti’dir, yani insan isimlerini hatırlayamıyor bir anda, bin- den fazla örgüt Suriye sınırlarımızda. Her biri bir köy, bir kasabada egemenlik kurmuş durumda ve sınırlarımız delik deşik. Suriye konusunda son bir iki ayın en önemli olayı neydi? Muta diye bir bölgede, Şam’ın yakın bölgesinde, Esad yönetiminin kimyasal silah kullandığı iddiasıydı. Bunun üzerine de Amerika ve Fransa başta olmak üzere, NATO ülkeleri Suriye’yi vuracaklardı. Ana tesislerini, üslerini vuracaklardı. Suriye Ordusu’nu kımıldayamaz hale getirecekler ve bizim iktidarın çabalarıyla da, cihatçılar aracılığıyla Suriye Yönetimi devrilecekti. Ama Rusya bir manevra yaptı ve Suriye yönetimi kimyasal silah kullanmadı, kanıtlar bunu gösteriyor ve Suriye yönetimi kimyasal silahlarını da teslim etmeye hazır, dedi. Suriye yönetimi de açıklama yaparak, evet buna hazırız, dedi. Çünkü biz kimyasal silah kullanmadık, kullanmayız, dedi. ABD Başkanı Obama, müdahale düşüncesini önce Kongre’ye götürmek zorunda kaldı. Tek başıma bu kararı alamam falan dedi, cesaret etmedi, edemedi. Sonuçça Rusya’nın bu önerisine dört elle sarıldı. Yani ABD, yaşadığı bozgunlardan sonra, Irak’ta, Libya’da ve Afganistan’daki karşılaştığı, yaşadığı bozgunlardan sonra, Suriye’ye kendisi girmek istemedi. Çünkü Amerikan Halkı bu savaşa karşı, arkadaşlar. O yüzden de Obama yönetimi Irak’taki gibi aktif, sıcak bir savaşa girişemiyor. Ne yapıyor? Maşalar, taşeronlar kullanıyor; başta Tayyipgiller’i kullanıyor. Tayyipgiller de bu işe teşne. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, Suriye’ye müdahale konusunda açıklaması aynen şöyle: “Hangi tür koalisyon olursa olsun girmeye hazırız”. Yeter ki Suriye’ye girelim, yaklaşımları bu… Peki, kimyasal silah konusunda gerçekler ne? Kimyasal silah üreticileri kimler? Hangi ülkeler? Satıcıları ve en büyük depolayıcıları kimler? Bunlara bakacağız, değil mi? Kimyasal silahlar kullanılıyorsa, bir de üretenler var, bakalım bunları kim üretiyor? Dünyada 5-6 tane kimyasal silah üreticisi ülke var. Bunlar; ABD, İsrail, İngiltere, Fransa, Rusya, Hindistan ve Almanya. Ancak Almanya’yı saymıyorlar dikkatinizi çekerim. Almanya’nın adı gazetelerde, kitaplarda ve internette kimyasal silah üreticisi olarak geçmiyor. Niye? İkinci Emperyalist Evren Savaşı’ndan sonra Almanya’nın kimyasal silah üretmesi yasaklandı. Kâğıt üstünde Almanya kimyasal silah üretmiyor, dolayısıyla da ülkeler sayılırken adı geçmiyor. Rusya ve Hindistan’ı dışında tutarsak, tamamı Batılı emperyalist ülkelerdir. Emperyalistin de ağababası ülkeler. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı (11 Ekim biliyorsunuz aramazdan bedence ayrılışının yıldönümü. Anacağız hem mezarı başında, hem salon toplantısıyla), 1970 yılında yazdığı “Dec- yolojik, Kimyasal (ABC) silah üreticisi ülkeleri inceliyor. “Bizzat Almanya toprakları üzerinde altmış yılları başından beri güdülen B-C (Mikrop-Kimya) araştırmaları öylesine hızlandı ki, şimdi Almanlar, Birleşik Amerika Devletleri olmaksızın da kendi B-C silahlarını örgütleyecek kabiliyete ulaşmış bulunuyorlar. Son Ocak ayı, Batı Almanya Televizyonu’nun “ufaltarak” andığı rakamlara göre, bu işe, 85 araştırma, girişim ve şirket katılmıştır. Bu işin genel güdümü Batı Almanya Savun- ma Bakanlığının askercil malzeme departmanınca sağlanmaktadır. Bu güdüm “ABC ÇALIŞMA GRUBU” denilen ve Bundeswehr’in Kamu teşkilatlarının, sanayi Şirketlerinin katılımları ile gerçekleşen özel işbirliği merkezinin yaratılmasına başlangıç olmuştur. “Bu ÇALIŞMA, her ne denli Kimyacıl ve Mikropçul savaşa karşı korunmak altında gizleniyorsa da sırf ve yalnız incelenen cevherlerin aşırıdan aşırı bulunuşu bile ispatlıyor ki orada büsbütün, yepyeni savaş araçları yaratılmaktadır.” (agy, s. 31) Yani burada altını çizdiğim çok yer var ama vaktinizi almak istemiyorum. Usta bu kitabında, Batılı ülkelerin ve Almanya’nın nasıl kimyasal ve nükleer silah ürettiklerini, geri ülkelerde, özellikle de bizim gibi ülkelerde nasıl depoladıklarını anlatıyor. 5 Eylül tarihli Milliyet’te Doğan Heper yazıyor: “Dışişleri Bakanı Davutoğlu Türkiye’de Nükleer silah bulunmadığını söyledi. “MHP Kocaeli milletvekili Lütfü Türkkan yazılı bir soru önergesi vererek New York Times gazetesindeki iddiaları meclise taşıdı. ABD’nin Avrupa da 180 kadar B61 tipi bomba bulundurduğuna yönelik iddiaları anımsatan Türkkan, bu bombaların Belçika, Almanya, Hollanda ve Türkiye’de bulunduğu yönündeki haberlerin doğruluğunu sordu.” Davutoğlu da cevap olarak, “Türkiye’de Nükleer silah bulunmuyor”, demiş. Peki, Adana’daki İncirlik Üssü’nde bulunan nükleer silahlar ne? Ya da Diyarbakır Pirinçlik’te bulunan silahlar ne?.. Şimdi Usta’mızı okumaya devam ediyorum: “(…) Kimya silahlarının büyük bölümü Amerikalılarca Avrupa’ya ve başka yerlere topçu cephanesi, mermiler, koyverilip atılacak hazneler, sıkışık oksijen yahut hava şişeleri kılığında gönderilmiştir. (Yani kimyasal silah, biyolojik silah gönderiyorum demiyor. Mermi, hazne diye gönderiyorum, diyor. – Gürdal Çıngı) Bu cephaneler ve malzemeler yalnız şifreli markalarıyla ayırt edilebiliyordu. “REFORGER” manevraları sırasında, Birleşik Amerika Devletleri 7. Ordusu’nun BAVYERA’da bulunan depoları, bir “HAVA KÖPRÜSÜ” sayesinde, yığın, yığın Kimya silahları taşınarak bütünlendi. Bu gizli silahların görünür biçimleri: 105 ve 155 milimlik 8 pusluk top mermileri, 5 pusluk füze yivleri ve 45 tüplük pus roket atıcı yivleri ve bu arada “LİTLE JOHN”, “HONEST JOHN” VE “SERGEANT” füzelerinin yivleri oldu.” (agy, s. 63) Oysa gerçekte kimyasal ve biyolojik silahlar gönderilmiş. Şimdi de tekrar Doğan Heper’in yazısına dönelim: “Biz 24 ay askerlik yaptık. Bunun 6 ayı Yedeksubay Okulu’nda geçti. “Benim dönemimde yedeksubay okullarına yedek teğmenler hâkimdi. Onlar beni de oyuna getirip okul 4’üncüsü yaptılar. Çünkü ilk 3’e girenler kura çekmez, istedikleri yere tayinleri çıkardı. O zamanlar haksızlıklara karşı itirazdan korkuluyordu. Çünkü yedeksubay okulu öğrencisi er de çıkabiliyordu. Bizden önce de çıkanlar olmuştu. “Ama hak onların ayağına dolandı ve ben kura ile İstanbul’a geldim. Ve yerim “Dead 67” Amerikan üssüydü. (Duydunuz mu böyle bir üs? Duymadık, arkadaşlar. On yıllardır İstanbul’da oturuyorum, hepimiz gazete okuyor, televizyon izliyoruz, belli yaşlara geldik İstanbul’da “Dead 67” diye bir üssün varlığını duymadık ve bilmiyoruz. Ama tâ bunun gençliğinde böyle bir üs varmış. – G. Çıngı) “Ve orada “nükleer bombalar” muhafaza edilirdi. Sevk edilirdi. Biz onlara “atom bombası” derdik. “Çok teferruat var ama şimdi yeri değil. “Bu bombalar nasıl saklanırdı, nasıl nakledilirdi, nasıl havaalanına götürülürdü, onlar geçerken yollar nasıl kapatılırdı. Üssün kapısının önünden geçen Genelkurmay Başkanı’nı içeri davet ettiğimiz halde girmemiş ve bize neler demişti, ABD’li subaylarla nasıl geçinirdik… “Şimdi bunları geçelim ve o zaman bizde nükleer bomba olduğunu ve bizim işimizin (yani Türk Ordusu’nun işinin – G. Çıngı) onlarla meşgul olmak olduğunu kısaca söyleyelim.” (Doğan Heper, Milliyet, 5 Eylül 2013) Yani aynen Kıvılcımlı’nın anlattıkların anlatıyor. Bire bir uyuşuyor söyledikleri. Ve Doğan Heper de o kadarını söyleyebiliyor. Çünkü Amerika, ne yapıyorsun, neyi söylüyorsun, neyi ifşa ediyorsun? diyebilir. Şimdilik bu kadar söyleyebiliyor… Gene Hikmet Kıvılcımlı bu kitapta ve başka kitaplarında anlatır ki, bu üslere, Genelkurmay Başkanı dahil hiç kimse giremez. Şu anda İncirlik’in ve Pirinçlik’in belli bölümlerine Genelkurmay Başkanı dahil hiçbir Türk yetkilisinin girmesi mümkün değil. Biz orada sadece koruyuculuk “Bütün emperyalist yağma savaşlarında, talan savaşlarında ister Irak Savaşı’nda, ister Libya Savaşı’nda, ister İspanya İç Savaşı’nda ister Kore Savaşı’nda, ister Vietnam Savaşı’nda olsun; Dünyanın neresinde bir savaş varsa, büyük emperyalist devletler yeni silahlarını ilk kez orada deniyorlar, orada sınıyorlar ve orada geliştiriyorlar. ” yapıyoruz, bekçilik yapıyoruz. Ne getiriyorlar, ne götürüyorlar, ne depoluyorlar bunların hiçbirisini inanın bilmiyoruz, arkadaşlar. D. Heper de yukarıdaki aktarmamızda aynen bunu söylüyor gördüğümüz gibi. Güya çağırmışlar da girmemiş… Giremedi diyemiyor tabiî… Ama bilinen şu ki, ABD’nin nükleer silahlarının atom silahı diye adlandırılan silahlarının büyük bir kısmı Türkiye’de. Niye? O zamanlar Sovyetler Birliği’ne, Sosyalizme karşı, şimdi İran’a, Suriye’ye ve benzer ülkelere karşı. Ve şu anda da Rusya’ya karşı en çok Türkiye’de depolanmış durumda ama bunlar bize bildirilmiyor. O bombalar gerçek adlarıyla anılmıyor. Füze yivleri vb. adlarla şifreleyerek, gizleyerek topraklarımızı nükleer, kimyasal, biyolojik silahlarla doldurmuş, donatmış durumdalar. Bakın 2010 yılındaki bir haber şöyle: “Türkiye’deki nükleer silahlar doğrulandı “(…) “ABD’nin Berlin Büyükelçiliği’ne ait 12 Kasım 2009 tarihli belgede ABD’nin Almanya Büyükelçisi Philip D. Murphy, ABD Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Philip Gordon ile Almanya’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı Christoph Heusgen’in görüşme kaydı yer alıyor. Belgede, Almanya’da hükümet anlaşmasında yer alan, tüm nükleer silahların kaldırılması planıyla ilgili konuşmalar bulunuyor. “Merkel sıcak bakmıyor “Heusgen, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in bu plana sıcak bakmadığını ancak Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle’nin bu konuda ısrarcı olduğunu söylüyor. Heusgen, “Rusya’da hâlâ binlercesi varken Almanya’dan 20 taktik nükleer silahı tek taraflı olarak çekmenin anlamlı olmadığını”, iki tarafın da aynı şeyi yapması gerektiğini belirtiyor. “Türkiye ve zor durum “Gordon da Almanya’nın bu silahları kaldırmadan önce olası sonuçlarını göz önünde bulundurmasının önemli olduğunu söylüyor ve “Almanya ile birlikte Belçika ve Hollanda’dan da bu silahların geri çekilmesi halinde Türkiye için kendininkileri tutmaya devam etmesinin politik olarak çok zor olacağını” ekliyor. “Bu dört ülkede ABD’nin nükleer silahları bulunduğu yönündeki söylentilerin doğrulanması anlamına gelen belgeye dün NATO’dan sert bir tepki geldi. NATO Sözcüsü Oana Lungescu, bu belgenin sızdırılmasının “yasa dışı ve tehlikeli” olduğunu söyledi.” (Milliyet, 1 Aralık 2010) Tepkiye bak! Bu haber yalan. Söz konusu ülkelerde asla nükleer silah yok, değil tepkisi NATO’nun. Ya ne? Bu bilginin açıklanması “yasa dışı ve tehlikeli”… Daha ne desinler?.. Bu konuda bir haber daha: “İstanbul’da 12 milyon kişi nükleer bombanın üzerinde oturuyor” Bunu söyleyen kim? Emekli Büyükelçi Taner Baytok. Hürriyet Gazetesi’nden Zeynep Gürcanlı’ya 5 Nisan 2010 tarihinde verdiği röportajda söylüyor bunu. Ayrıntıları var, çok somut bilgiler var ama uzatmayalım… Tarih tekerrür ediyor Tekrar Suriye’ye dönersek… AB-D Emperyalistleri, Suriye Yönetimi kimyasal silah kullandı diyerek saldırıya hazırlandı. Ama bu iddianın kaynağı da yalancıymış: “ABD’nin kimyasal silah kaynağı sahtekârmış. “ABD Dışişleri Bakanı John Keryy ile Senatör John McCain’in Suriye’ye saldırı bahanesine kaynaklık oluşturan Suriye uzmanı Elizabeth O’Bagy sahtekâr çıktı. Savaş Araştırmaları Enstitüsü, “savaş lobisi” için yalan haber üreten Suriye uzmanını ihraç etti.” Yalan haber üretiyor yani… Ali Başkan: Irak’ta olduğu gibi. Gürdal Çıngı Yoldaş: Aynen Irak’ta olduğu gibi… “Uzman sahtekâr çıktı “ABD’nin Suriye’ye saldırı için ortaya attığı “delillerin” sahibi Suriye uzmanı Elizabeth O’Bagy sahte deliller ürettiği için çalıştığı Üniversiteden de kovuldu” (Yurt, 15 Eylül 2013) İşte Ali Arkadaşın da hatırlattığı gibi, Irak’ta da biliyorsunuz ana tezleri neydi? Kitle İmha Silahları diyerek, Atom, Biyolojik ve Kimyasal silah var (onlara Kitle İmha Silahları deniyor biliyorsunuz. Kitle İmha Silahları var) diyerek Irak’ı işgal ettiler. Oysa ortaya çıktı ve herkes de biliyor ki artık, bir tek bile Kitle İmha Silahı çıkmadı Irak’ta. Ve sonradan da ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell itiraf etti ve yalan haberdi ama o an için işimize geldi, o yalanı devam ettirdik, dedi. İşte burada da bu gazeteci onu anlatıyor, arkadaşlar: “Powell’in Alnındaki Leke “Bütün dünya izliyordu. Uzunca bir masanın üstüne birtakım kamyon maketleri, tuhaf borular dizilmişti. 5 Şubat 2003’te BM Güvenlik Konseyi Salonu’nda düzenlenen bu büyük gösterinin konuşmacısı ABD’nin Dışişleri Bakanı Colin Powell’di ve Powell “kanıtları” masanın üzerine dizmişti. (…) “Amerikalılar Saddam’ı devirdiler, Irak’ı kan gölüne çevirdiler (…) “Peki BM Güvenlik Konseyi’nde sunum yapan Colin Powell’e ne oldu? Powell, Irak yakılıp yıkıldıktan sonra, BM Güvenlik Konseyi’nde, Irak’ı kitle imha silahları üretmekle, El Kaide’ye destek vermekle suçladığı baştan aşağı yalan konuşmasının, “yaşamında kara bir leke olarak kalacağını” söyledi.” (Giray Öz, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2013) İşte Suriye’deki bu yalanlar üzerine İran Meclis Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Sözcüsü diyor ki: sadece Suriye değil, İsrail ve Türkiye de kimyasal silahlarını teslim etsin. Kimse bunu ciddiye alıyor mu? Hiç kimse ciddiye almıyor. Türkiye’de kimyasal silah var mı? Asla yok(!) İsrail’de kimyasal silah var mı? Asla yok(!) Oysa Kitle İmha Silahı denilen bütün silahları, nükleer silahları da, kimyasal silahları da, biyolojik silahları da en çok üreten ülkelerden bir tanesi İsrail. Kime karşı? Müslüman Arap devletlerine karşı, Müslüman Arap Halkına karşı. Yoksa Amerika’ya karşı değil. Şimdi önümde çok önemli bir kitap var, arkadaşlar: Felix Greene adlı yazarın “Vietnam Vietnam” diye. 1970’li yıllarda yayımlanmış bir kitaptır. Yayın tarihi kaçmış hatta bakayım: Dünya’da 1966 yılında yayımlanmış, Türkiye’de de 1969 yılında yayımlanmış. Çok çarpıcı bir kitaptır ve ABD’nin Vietnam’da yaptığı katliamları anlatır. ABD’nin kullandığı kimyasal ve biyolojik silahların insanları nasıl etkilediğini, hangi sonuçlara yol açtığını anlatır. Ayrıntılıca anlatır. Altlarını çizdiğim yerler var, bakıyorum hangi birini okusam… Hepsi çok çarpıcı: “Vietnam’da kullanılan “geliştirilmiş” yeni NAPALM, “polstrene” ihtiva etmekte ve bu onu daha “yapışıcı” hale getirmektedir. Alevli pelte kıvamındaki gaz, cilde yapışmakta ve kazınması mümkün olmamaktadır.” (agy, s. 93) “Amerika Vietnam’daki savaş metotlarında artık hiçbir “sığınak hakkı” tanımamaya başlamıştır. Bunun anlamı şudur: Herhangi bir küçük köy ya da çiftlikten silah sesi duyulur ya da Vietkong’ların (yani Vietnamlı gerillaların, yurtseverlerin – G. Çıngı) buralara gizlendiği şüphesi uyanırsa, bu yer derhal Amerikan uçakları tarafından yerle bir edilmektedir. Bu metotlara ek olarak, düşman elinde bulunan geniş bölgeler “açık hedef alanı” ilan edilmiştir. Kendisine hedef olarak gösterilen yeri bombalamayı başaramamış olan bir uçak, bu gibi bölgede köyler, çeltik tarlaları, hayvanlar ya da insanlar üzerine boşaltma yetkisine sahiptir. Bu pilotun kendi keyfine kalmış bir şeydir. (agy, s. 158) “Delta bölgesinde bir kadın gördüm. İki kolu da Napalmdan tamamen yanmıştı. Göz kapakları da öylesine yanmıştı ki gözlerini kapatamıyordu. Uyku vakti gelince, ailesi başına bir battaniye örtüyordu. Kadının iki çocuğu bir hava akınında ölmüş, ayrıca beş çocuğunun da gözleri önünde can verdiğini görmüştü. “Amerikan askerleri de bazı kere yanlışlık sonucu olarak Napalm bombasının etkisini tatmışlardır. Bir United Press muhabiri 17 Kasım 1965 tarihli San Fransisco Chronicle’da böyle bir kazayı anlatıyor. “Birden bire yüzümde kavurucu bir sıcak hissettim. Bir Amerikan avcı-bombardıman uçağı komünist mevzilerini yanlış hesaplamış ve Napalm bombalarını üzerimize yağdırmıştı. “Bir kere cilde dokundu mu çıkarılması ya da kazınması imkansız olan pelteleştirilmiş alevli yakıt, 25 metre ötemde, ateşten kocaman bir canavar kuyruğu gibi yerde her yana yayılıyordu. “İnsan çığlıkları, alevlerin çatırtısını delerek yükseliyordu. Alevlerin değdiği iki Amerikan erinin saçları aniden tutuşuverdi, elbiseleri de ateş içinde kalmıştı. “Bulunduğumuz yere bir kurtarma helikopterinin gelmesi bir saat aldı… Helikopter inince, bir sağlık çavuşu erleri taşımak için benden yardım istedi. Sedyeleri yoktu. Askerleri incitmeden yerden kaldırmaya başladık. Ben, çok ağır şekilde yanmış bir eri bacağından tutuyordum. Herhalde yeteri kadar dikkat etmemiştim ki, büyük bir yanmış deri parçası kopup elimde kaldı.” (agy, s.155) Yani uzun uzun Amerika’nın Vietnam’da nasıl kimyasal, biyolojik silah kullandığını çok çarpıcı olaylarla, çok canlı anlatımlarla ve gerçek olaylarla anlatıyor. Diyor ki, bu kitapta kullanılan belgelerin ve fotoğrafların tamamı ABD Genelkurmayının izniyle yayımlanmıştır. Fotoğraflara bakmaya inanın can dayanmıyor, arkadaşlar. Bakın şurada bir fotoğraf: Napalm bombası sonucu yanmış bir çocuk. (Konuşmacı fotoğrafı gösteriyor. - Kurtuluş Yolu) Ne kadar görebiliyorsunuz bilmiyorum? Napalmdan yanmış çocuklar. (Fotoğrafı gösteriyor). Gene işkence metotları var . ABD askerleri bir yurtsevere işkence ediyorlar .(Fotoğrafı göstererek). İki asker bir sopayla yatırmışlar ve boğazına basıyorlar. Karın deşme metodu var. Bildiğiniz bir bıçakla, canlı canlı karnını deşiyor ve söyletmeye çalışıyor. Yani Amerika’nın suçları saymakla bitmiyor. Yani Vietnam’da ne yaptıysa Irak’ta aynısını yaptı. Ali Bulaç, 9 Ocak 2012 tarihli Zaman Gazetesi’ndeki köşesinde yazıyor uzun uzun, kısa bir bölüm okuyacağım: “Iraklıların direnişini kırmanın yolu, onların hayatta en çok değer verdikleri şeyi keşfedip çökertmekti. Buradan hareketle Iraklıların onurlarını kırma aracı olarak işkenceye başvurdular. Gururu kırılmış insan işgale direnmez, doğrudan veya dolaylı esareti kabul edecek” diyerek, ABD askerlerinin Irak cezaevlerinde yaptığı işkenceleri ve katliamları anlatıyor. 4 Ki biliyorsunuz, bu gazetenin de finansörü olan, ideologu, lideri olan Fethullah Gülen ve Cemaati (“Hizmet” diye de adlandırıyor) çok açık bir şekilde Irak’taki Amerikan işgalini destekledi biliyorsunuz. F. Gülen İblisi, İşgali yani ABD’nin bu eylemini haklı buluyorum, dedi. ABD büyük devlet. Dünya gemisinin kaptanıdır. Kaptanlar istediklerini yapabilirler, dedi: “Dünyanın hâlihazırdaki durumuyla, şu çerçevesiyle, Amerika da şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir ve hatta denilebilir ki, şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden destek almak değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar istemezlerse, kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz. Amerika, hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. (…) O açıdan, Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli bir rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı. Rusya destekleyebilir bir işi, fakat Amerika ile iyi geçinmezseniz, işinizi bozarlar. Çünkü Amerika kendi işlerinin ahenk içinde gitmesini ister, Amerika düzeninin bozulmamasını ister. Amerika’daki ahengin devam ve temadisini ister. Ve ben bunu çok yadırgamam. Amerika’nın yerinde Osmanlı Devleti olsaydı, zannediyorum o da aynı şeyi yapacaktı. Yadırgamamak lazım. Bu bir. “Amerika düşmanlığı meselesinin bir diğer boyutu da şu: İnsanlara düşman olmak, ülkelere düşman olmak çok yarar getiren bir şey değildir. Bunu, bir dönemde Varşova Paktı vardı da, NATO paktına sığınma ruh haleti veya psikolojisi şeklinde yorumlamaya da gerek yok. ABD’ne bugün de dünyada ihtiyaç vardır. (…) “(…)Tarihte gücü elde eden her ülke, dünya hâkimiyeti iddiası içine girmiştir. Bu bir mücadeledir, bir rekabettir, hâkimiyet yarışıdır. “(…) Kaldı ki, Amerika çökse de, dünyada yine dengeler olacak. Ama şimdi, dünyanın dengesinde önemli bir unsur olarak ve demokratik felsefesiyle oturmuş bir ülke sarsılırsa, dünyada çok ciddi kargaşa yaşanır. Onun için, bakın Amerika’nın bize yarım arpa kadar sadece bizim menfaatimize desteği yoktur. Buna rağmen şurada bulunmamıza izin veriyorsa, bu bizim için bir avantajsa, bu avantajı sağlıyor demektir. Fakat insan olarak bizi çok alakadar eden dünyadaki dengeyi düşünüyorsak, o zaman Amerika’nın bu dengedeki yerine dikkat etmek zorundayız. Dümende onlar var. (…)” (http://tr.fgulen.com/content/view/7877/15 /) Gördüğümüz gibi Fethullah, ABD’ye tam biat içinde. Gerçekleri netçe görüyor ve hiç direnmiyor. Teslim oluyor ve herke- se de teslim olmayı, ABD’ye karşı çıkmamayı öğütlüyor. Onunla işbirliği içinde olmazsanız hiçbir şeysiniz, hiçbir şey yapamazsınız, diyor. Bu kadar açık konuşuyor… Şimdi bu hareketin, cemaatin bir savunucusunun yazısının tamamını okusam göreceksiniz ki, Felix Grenne’nin kitabında anlatılanların, yapılanların benzerleri yapılıyor Irak’ta. Müslüman kadınlara ve Müslüman erkeklere nasıl tecavüz ettiklerini anlatıyor ABD’lilerin. Ama Irak’ta işgale karşı değil… Yani hepsi, her şeyi biliyorlar ama işlerine gelmiyor doğruları savunmak, söylemek… İşte gene gazete haberleri: “CIA’nın eski Milano şefi işkenceden tutuklandı.” (Milliyet, 20 Temmuz 2013) Milliyet’in haberi bu. Haberi okuyunca şaşırıyorsunuz, bu nasıl olmuş? diye. Çünkü ABD adamlarını-ajanlarını harcamazharcatamaz. Bir gün sonra Yurt Gazetesi’ndeki haberle olay çözülüyor: “İşkenceci CIA ajanı ABD’ye iade edildi. “2003’te bir Mısırlıya İtalya’da yaptığı işkenceler nedeniyle aranan eski Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 CIA ajanı, Panama’da yakalandı. Ancak Panama, suçluyu İtalya yerine ABD’ye gönderdi.” (Yurt, 21 Temmuz 2013) Böylece ne yapıyor Panama? Özgürlüğüne kavuşturuyor! İtalya’ya gönderse hapis yatacak. Çünkü suçu sabit ve ceza kesinleşmiş. Ee, CIA ajanını İtalya’ya gönderir mi Panama? Göndermez! Göndermiyor da… Emperyalizmin deney hayvanları: Geri ülke halkları Dediğimiz gibi kimyasal silahların üreticisi, kullanıcısı ve satıcısı Batılı emperyalist devletler. Bu net, bu çok açık. Diğer ülkelerin kimyasal silah üretme, biyolojik silah üretme kapasiteleri çok sınırlı. Nükleer silahları (Atom, Hidrojen bombasını) zaten yapamıyorlar gene bildiğimiz gibi. Dünyada atom bombasını kullanan tek ülke kim? ABD. Kime karşı kullandı? Japonya ya karşı. Niye? Görünürde savaşı kazanmak için değil mi?.. Oysa bitmiş bir savaştı. Japonya’yla teslim şartları görüşmeleri yapılıyordu. Teslim olmasının şartları konuşulurken, Japonya’ya karşı atom bombası kullandı ABD. Niye? Birincisi, İkinci Emperyalist Evren Savaşı’nda faşizmi yenen Sovyetler’e gözdağı vermek amaçlanıyor. İkincisi, atom silahı denenmek isteniyor. Bilindiği gibi bütün emperyalist yağma savaşlarında, talan savaşlarında ister Irak Savaşı’nda, ister Libya Savaşı’nda, ister İspanya İç Savaşı’nda ister Kore Savaşı’nda, ister Vietnam Savaşı’nda olsun; Dünyanın neresinde bir savaş varsa, büyük emperyalist devletler yeni silahlarını ilk kez orada deniyorlar, orada sınıyorlar ve orada geliştiriyorlar. O savaşların üzerinden silahlar geliştiriyorlar. Bu bütün dünyaca sabit. İlk kez üretilen silahların denemesi o savaşlarda gerçekleştiriliyor. İşte tam burada bir kez daha Hikmet Kıvılcımlı Usta’ya dönmek zorundayız. Bakın Usta nasıl anlatıyor bu konuyu: “(…) Uzakdoğu’da, Yakındoğu’da yapılan bütün silah talimleri, napalm bombardımanları, hep Vietnam ve Arap Halkları üzerinde BC silahlarını, kobaylar üzerinde dener gibi yapılan denemelerdir. “Emperyalizmin deney hayvanları “Bu Emperyalizmin ölünceye dek cayamayacağı ezeli metodudur. Büyük bir Evren Savaşına girmeden önce, geri, zavallı milletler üzerinde yeni silah ve savaş metotlarını , kimseye sezdirmeden, gizli gizli sınarlar. 1914-18 Savaşı’ndan önce Rus-Japon Savaşı, Türkiye’nin başından geçmiş Trablus, Balkan Savaşları, Birinci Emperyalist evren Savaşı’nın prodromları (ön alametleri) ve poligon (silah atış yeri) talimleri oldu. 1939-45 Savaşı’ndan önce yalnız Habeş-İtalyan Savaşları, İspanyol “İç Savaşı” denilen (gerçekte Nazi Almanyası ile Faşist İtalya tarafından, İngiliz, Fransız, Amerikan vb. “Demokrat” Emperyalistlerin göz kırpışları altında, İspanyol Halkına alçakça dışarıdan tecavüz edişler): İkinci Emperyalist Evren Savaşı’nın deneme manevraları, prodromları ve poligon talimleri oldu. “Bugün Amerikan ve Alman maskeli Finans-Kapital eşkiyaları, Üçüncü Emperyalist Evren Savaşı için Kore’yi, Vietnam’ı, Kongo, Nijerya gibi Afrika uluslarını, Antiller, Güney Amerika uluslarını tecrübe tahtası, laboratuar hayvanı gibi kullanmaktan başka bir şey yapmıyorlar.” (H. Kıvılcımlı, agy, s. 1617) Usta’nın da söylediği gibi, Amerika’da bir savaş var mı? Yok. Avrupa ülkelerinde böyle bir savaş var mı yıllardır? Yok. Yeni üretilen silahlar kimin üzerinde deneniyor o zaman? Afrika’daki, Ortadoğu’daki, Balkanlar’daki, Kafkaslar’daki halklar üzerinde kullanıyorlar. Öyle geliştiriliyorlar. Var olanların yarattığı etkiler, yarattığı tahribatlar yeterli bulunmuyor habire yeni kitle imha silahları üretiliyor. Bu konuda yine Felix Greene’nin kitabına dönelim küçük bir bölüm okuyalım: “Amerika birleşik Devletleri’nde, yaban ormanları, dağlık arazi, kutup ve çöl gibi bölgelerde alışılmışın dışındaki savaşlarda kullanılacak silah ve malzeme üzerindeki araştırma ve çalışmalar hızlandırılmıştı. Almanya ve İtalya’nın İspanya İç Savaşı’nda yeni silah denemelerine giriştikleri gibi Amerika da bu konuda Wall Street Journal’in “hazır la- Felix Greene boratuvar” diye adlandırdığı Güney Vietnam’da yararlanmaya başladı. “Şimdi Amerika’nın Güney Vietnam’da kullanmaya giriştiği silahların başlıcaları şunlardı: Pirinç tarlalarına püskürtülecek zehirli ilaçlar, sık ormanlardaki ağaçların yapraklarını dökecek kimyasal maddeler; köyleri yakıp kül etmeye yarayan napalm yangın bombaları; aklın almayacağı bir güçle her yana keskin kıymıklar saçarak geniş bir bölge içerisinde bütün canlı yaratıkları lime lime eden kör bombalar. Geceleyin bile, ne kadar uzakta olursa olsun, sık bir orman içindeki canlıların yerini keşfetme suretiyle pilotlara yardımcı olan marifetli gereçler, uçaktan uçağa atılan geliştirilmiş güdümlü mermiler ve askerlik teknolojisinin buna benzer daha birtakım incelikleri, Vietnam savaşında gittikçe büyük ölçüde kullanılacaktı. “Bunların acısını tek çeken de, tabiî, halktan başkası değildi.” (Felix Greene, agy, s. 104) Dolayısıyla Suriye’de kitle imha silahı var iddiası gazetede de okuduğum gibi yalan. “Kitle İmha Silahı denilen bütün silahları, nükleer silahları da, kimyasal silahları da, biyolojik silahları da en çok üreten ülkelerden bir tanesi İsrail. Kime karşı? Müslüman Arap devletlerine karşı, Müslüman Arap Halkına karşı. Yoksa Amerika’ya karşı değil.” Ha bir miktar kimyasal silah var mı? Var. Beşşar Esad onu da söylüyor zaten. Var evet, bu silahlar bizde var, Batılı ülkelerden aldık. Oradan aldığımız teknolojiyle geliştirdiğimiz silahlarımız var ama sadece İsrail’e karşı kullanmak için aldık. Başka hiçbir amaçla kimyasal silah edinmedik. Bizim sınırlarımız belli, diyor. Kardeş Türkiye Halkına, kardeş Irak Halkına, hele hele kendi halkımıza karşı kullanmamız asla söz konusu değil diyor. Ama sadece güvenlik nedeniyle sadece İsrail’e karşı edindik, diyor… Bir dinleyici: Çünkü İsrail’de var. Gürdal Çıngı Yoldaş: Çünkü İsrail’de var. Çünkü; İsrail ABD’dir, arkadaşlar. Tayyip ve dostları(!) O bakımdan da kimyasal silahların varlığını kabul ediyor, reddetmiyor ama nedenini de açıklıkla söylüyor; İsrail’e karşı. Ama bizim Tayyip ne yapıyor? İsraillerin elinden habire madalyalar alıyor: “Tayyip Erdoğan’ın şeref madalyaları “(…) “2004 yılında New York’ta törenle American Jewish Committee (Amerikan Musevi Komitesi AJC) tarafından “Üstün Cesaret Ödülü” verildi.” Aldı mı? Aldı. “2005’te Amerika’daki Musevi lobisinin önde gelen kuruluşu olan ADL’den (Anti-Defemation League) “Cesaret ve Üstün Hizmet Ödülü” olan “Davut Boynuzu”nu aldı” mı? Aldı?.. Bunları iade etti mi? Etmedi. Geçen sene İsrail’le kanlı bıçaklıydık. Mavi Marmara gemisi olayından sonra esti köpürdü. Peki, bunları iade etti mi? Etmedi. Onları aldı cepte duruyor. Onlar cepte… Onlar İsrail’le anlaşmasının temel taşları değil mi? “2007 de Almanya’da Kristal Hermes ödülünü Başbakan Merkel verdi. “2009’da Belçika Prensesi Astrid Crans Montana Forumu’nun Barış Ödülü”nü aldı. “(…) “2010’da Kral Faysal Uluslararası Ödülünü aldı.” (Yılmaz Polat, Yurt, 22 Haziran 2013) Kral Faysal kimin adamı? Amerika’nın adamı. Kime karşı savaşıyor? Önce Irak’ta Irak Halkına, Libya’da Kaddafi’ye karşı savaştı, destekledi, şimdi Suriye Halkına karşı savaşıyor. Maddi yükün büyük kısmını kim karşılıyor bu saldırının? Suudi Arabistan. İşte o Suudi Arabistan’dan bu ödülü alıyor. Ondan sonra Kaddafi’den ne aldı? “2010 Kaddafi İnsan Hakları Ödülü”nü aldı değil mi hatırlayacaksınız yine? Kaddafi’yle kucaklaştı, madalyayı boynuna astı. Kaddafi’yi ne yaptı? Bir kalemde sattı geçti gitti emir büyük yerden, ABD’den gelince… Tataristan’dan aldı. Arap Birliği bankaları liderlerinden aldı. Kur’an, Maide Suresi’nde çok açık söylüyor ki: “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları gönül dostları edinmeyin. Onlar birbirlerinin gönül dostlarıdır. Sizden kim onları gönül dostu edinirse o, onlardandır. Allah, zalimler toplumunu doğruya ve güzele kılavuzlamaz.” (Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an Meali.) Kur’an da çantamda ama çıkarmayayım. İşte Yahudilerden iki tane ödül alıyor mu? Alıyor. Peki bu nasıl Müslüman sorarım size? Kur’an’ın yazdığı da somut mu? Somut. Şimdi Tayyip kimin dostu?.. Yahudilerin dostu, arkadaşlar. Müslümanların dostu değil. Müslümanların dostu olsa Irak’taki Amerikan işgalini destekler miydi? Müslüman kadınlara tecavüz edilmesini, işte Ali Bulaç’ın yazdığı gibi onurlarının, şereflerinin kırılmasını ister miydi? Libya’da ödül aldığı Kaddafi’nin öldürülmesini ister miydi? Suriye de ister miydi? Suriye’yi hepiniz biliyorsunuz, kaç kez söyledik, Beşşar Esad’la kardeşti, dosttu. Sınırlar açılmıştı, ortak bakanlar kurulu toplantısı yapıyordu. İstediğimiz gibi gidip geliyorduk ama ne oldu? Şimdi: “her ne koalisyon olursa olsun girerim. Yeter ki Esad gitsin, Suriye düşsün.”, diyor. Peki Suriye düşecek de ne olacak arkadaşlar? Bir Dinleyici: Sıra İran’a gelecek. Gürdal Çıngı Yoldaş: İran’a sıra zaten gelecek. Orada kalsa ah… Ne yazık ki arkadaşın dediği gibi sadece orada kalsa… 14 yeni ülke çıkıyor arkadaşlar: “New York Times Gazetesi, Ortadoğu haritasının yeniden çizilebileceğini ve 5 devletten 14 yeni devlet çıkabileceğini iddia eden haritalı bir analize yer verdi. “5 DEVLETTEN 14 YENİ DEVLET” 5 tane devleti 14 parçaya bölüyorlar. Kimi bölüyor? Suriye ve Irak’ı bölüyor: “Alevistan”, “Kürdistan”, “Sünnistan”, “Şiistan” diye… Bir Dinleyici: Mezheplere göre bölüyor. Gürdal Çıngı Yoldaş: Mezheplere göre Suriye ve Irak’ı 5’e bölüyor. “Suriye’nin parçalanmasıyla bu iki ülkenin olduğu coğrafyada en az 4 devlet ortaya çıkabilir. Akdeniz sahili boyunca Lazkiye merkezli bir Arap Alevisi devleti oluşurken, Kuzey Irak’taki Kürdistan Özerk Bölgesi ile Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgelerinin birleşiminden, Türkiye’nin Hatay dışında bütün güney sınırı boyunca uzanan Erbil merkezli yeni bir Kürdistan doğacak. Irak’ın güneyinde, Basra merkezli yeni bir Şii devleti doğarken, Suriye ve Irak’ın Bağdat ve Şam’ı da içeren sünni vilayetlerinde yeni bir Sünni Arap devleti doğacak. Ancak özellikle Irak’taki parçalanma ihtimali gerçekleşirse (ki gerçekleşmiş durumda değil mi? Kürdistan Federe Devleti yok mu? Bayrağı, parlamentosu yok mu? Var. Şii bölgesi var mı? Var. Sünni bölgesi var mı? Var. Yani gerçekleşirse değil fiilen gerçekleşti. Devlet var. – Gürdal Çıngı ) kolay gerçekleşebilecek bir parçalanma olmayacağı öngörülüyor. Musul ve Kerkük’te KürtArap, Bağdat ve çevresi konusunda ŞiiSünni savaşı yaşanabilir. (Yaşanır mı? Yaşanıyor zaten. Yaşanabiliri ne?.. Her gün Irak’ta onlarca, yüzlerce insan ölmüyor mu? Her gün, arkadaşlar, televizyonda izliyorsunuz, bombalamalar oluyor, ister Sünni bölgesinde, ister Şii bölgesinde 10-2030-70-100-150, her gün onlarca insan ölüyor… Yetmiyor. Suudi Arabistan’dan rahatsız. En büyük dostu ama ondan da rahatsız… – Gürdal Çıngı) “Suudi Arabistan “Wright’ın analizine göre Suudi Arabistan’da krallık gelecek prenslere geçtikçe, Suudi öncesi dönemden kalan derin kabile ayrımlarının derinleşerek bö- lünmeyi başlatma olasılığı gündemde. Bu senaryoya göre ülkede, Hürmüz Körfezi bölgesindeki Doğu Arabistan, Hicaz’da Batı Arabistan, Yemen’e yakın bölgede bir Güney Arabistan ve kuzeyde bir Kuzey Arabistan kurulacak. Ülkenin orta kesiminde ise Riyad merkezli bir Vehhabi Arabistan oluşacak. (Yetiyor mu? Yetmiyor. Yemen’de ne yapıyor? – G. Çıngı) “Yemen “Yakın zaman önce birleşen Yemen, Güney Yemen’deki referandum sonrası yeniden Kuzey ve Güney Yemen diye iki ayrı ülkeye bölünebilir. Bölünme sonrası Güney Yemen tamamıyla Suudi Arabistan’a da katılabilir. Bu durumda, Hint Okyanusu’nun Arap Körfezi’ne doğrudan irtibat kazanacak Suudi Arabistan’ın İran’ın Hürmüz Körfezi’ni kapatma korkusu da yok olacak. (Peki Libya ne olacak? – G. Çıngı) “Libya “Kabileler arasındaki büyük rekabet ülkeyi parçalanmaya götürebilir. (Götürdü mü? Götürdü. – G. Çıngı) Bu durumda, ülkenin doğuda Bingazi merkezli Sirenakya ve batıda Trablusgarp adlı iki devlete bölünmesi ihtimali var. Hatta güney batıdaki Fizan da ayrılarak üçüncü bir devlet daha oluşturabilir.” (3 Ekim 2013 tarihli Gazeteler) BOP ve Türkiye Şimdi biliyorsunuz daha önce de bir Ortadoğu haritası, BOP Haritası diye bir harita yayımladılar. O haritayı da ne yapıyorlar? Daha da derinleştiriyorlar. Şimdi bu haritada Türkiye gözükmüyor ama ABD ve Barzani yörüngesinde Kürdistan kurulmak isteniyor bildiğimiz gibi. Tabiî AB-D Alevi kartını da kullanmak istiyor. Bunun için zaman zaman provokasyonlar yapılıyor: Alevilerin evleri işaretleniyor yine Alevilerin en doğal hakkı olan ibadet özgürlüğü sınırlanıyor. AB-D emperyalistlerinin Alevilerin koruyucusu olarak gelip bu hakkı bir lütufmuş gibi sağlamaları için zemin hazır tutuluyor. Yani bu yolla bir taraftan Alevi-Sünni karşıtlığı geliştirilirken diğer taraftan Alevi yurttaşlarımızın emperyalistlerin sempatizanı haline getirilmesi için ortam hazırlanmak isteniyor. Bu sürecin sonucunda Türkiye’de de bir Alevi devletçiği kurmak mümkün olacaktır. Emperyalistlerin gönlünde yatan budur. Dolayısıyla Türkiye fiilen kaça bölünmüş oluyor? Üçe bölündü. Bir de Ermenistan var, Türkiye de dörde bölündü. Bu haritada şimdilik Türkiye yok. Uyandırma kerizi; tutumları şu anda bu. Oysa bizim coğrafyamızda sınırlar değişiyor. Suriye’nin sınırları değişti mi? Irak değişti mi? Eski sınırlar var mı artık? Nerede, delik deşik… Bakarsanız Türkiye bu bölünmelerden azade. Öyle bir şey mümkün mü? Fiilen bölündük, arkadaşlar. Dolayısıyla Suriye konusunu bu kadarla bitirmek istiyorum. Bu kadarla yetinmek istiyorum. Burada Suriye’de yapılanların çok ayrıntıları var, onları okumayacağım. Yani nasıl katliamlar yapıldı?.. “Hatay’dan 400 ton silah geçti. Füzeler Türkiye üzerinden gönderildi.” (Gazeteler) Suriyeli muhaliflere silah gönderiliyor. Şanlıurfa valiliğinin geçtiğimiz ay bir açıklaması oldu, bir raporu oldu biliyorsunuz. Sınırlarımız delik deşik, dedi. Kontrol elimizde değil, dedi. İsteyen istediği gibi geçiyor, dedi. Yine televizyondan izliyorsunuz, kaçakçılık da olağanüstü arttı. Kaçakçılık dediğiniz nasıl yapılır? 5 kişi 10 kişi 20 kişiyle hani… 1000, 1500, 2000 kişiyle kaçakçılık yapılıyor ve Türk Ordusu’yla da çatışıyorlar, bunları televizyonda izliyoruz. 1500 kişiyle yapılıyorsa artık sıradan kaçakçılıktan söz etmek mümkün mü?.. Katırlarla, arabalarla, otobüslerle, tankerlerle geliyorlarmış sınıra ve Türk askeri karşı çıktığında silahlarla ateş açıyorlarmış, çatışıyorlarmış. Kaçakçılığın boyutları da buralara geldi. Dolayısıyla Suriye konusunu da böylece geçmek istiyorum. Mehmet Ünver: Abi, geçenlerde haberde geçti, “Irak Şam İslam Devleti” adlı örgüt üslendi Reyhanlı Katliamı’nı. Gürdal Çıngı Yoldaş: Resmi rakamlara göre 53 insanımız öldü Reyhanlı’da. Suriye yönetimi yaptı, dediler, Suriye istihbaratı yaptı. İşte Türkiyeli sol bir örgüt yaptı, dediler resmi olarak. Ama gerçekten de Mehmet Arkadaşın da hatırlattığı gibi, açıkça üslendi bu Ortaçağcı örgüt. Ama Türkiye devleti kabul etmedi. Yok, onlar yapmadı, diyor. Adam diyor ki, ben yaptın. Yok, sen yapmadın, diyor devlet… Yani böylesi komik durumlar… Komik mi yoksa acı mı durumlar yaşanıyor… Devam edecek 5 Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 Unutmak mümkün mü?.. Suriye’de insani yardıma muhtaç kişi sayısının 9,3 milyona ulaştığı, her saat başı 6 kişinin öldüğü, günde ortalama 135 kişinin hayatını kaybettiği, ortalama 2 saatte bir çocuğun, 3 saatte de 1 kadının yaşamını yitirdiği kaydediliyor. Yaşanan karşıdevrimci girişim sonucu 6,5 milyon insan yerinden oldu. A B-D Emperyalistleri, Tayyipgiller ve uşak Arap Devletleri (Suudi Arabistan, Mısır, Katar başta olmak üzere) Suriye’yi, Suriye Halkını kanatıyorlar, acıtıyorlar, ağlatıyorlar… Ülkede yaşanan savaş sonucu ekonomi çok büyük yıkıma uğradı. Savaştan önce yaklaşık 22 milyon nüfusu bulunan Suriye’nin ekonomisi; petrol, turizm ve ticaret üzerine kurulu. Çatışmalar başlamadan 5 yıl öncesine kadar Suriye eko- nomisi yılda % 6 büyüyordu. Savaştan önce petrolden günde 8 milyon dolar gelir elde eden Suriye’nin 2010 yılında turizmden kazancı da 8 milyar dolardı. Savaştan önce 17 milyar dolarlık döviz rezervi bulunuyordu. Savaşın başlamasıyla ABD ve AB’nin uyguladığı petrol ticareti ambargosu, Suriye’yi aylık 400 milyon dolar kayba uğrattı. Suriye’de 2013’ün ilk yarısının sonuna gelindiğinde ekonomideki kayıp 103,1 milyar doları buldu. Aynı dönemde ekonomideki küçülme ise % 35’i buldu. Kamusal alandaki zarar ise 15 milyar doları buldu. Ülkede yaşanan şiddetli çatışmalar, şehirler ve kasabaları harabeye çevirirken altyapı çöktü. Sanayi ve petrol üretimi durma noktasına geldi. Suriye İçişleri Bakanı Omar Al Ibrahim Ghalaounji’nin demecine göre, kamu alanındaki 15 milyar dolarlık zarar, Devlet Başkanı Beşşar Esad karşı- tı gösterilerin başladığı Mart 2011 ile Mart 2013 arasında oluştu. Suriye Ekonomi ve Dış Ticaret Bakanı Hızır Urfalı, Rusya’nın Sesi Radyosu’na verdiği röportajda, Suriye’deki sanayinin % 80 oranında, tarımın ise % 85 oranında tahrip olduğunu belirtiyor. Fakat tüm bu yaşanan olumsuzluklara rağmen ülke yine de bir arada durmayı başarıyor. Ve bu durumu da aslında bir ekonomik başarı olarak nitelendirmek gerekiyor. Ülkedeki 9 binden fazla kamu binası kullanılamaz halde. Sağlık hizmetleri sekteye uğramış durumda. 57’sinin hasar gördüğü hastanelerin 37’si kullanılamaz halde. 270 özel hastane hasar gördü. 500-700 bine yakın yaralı var ve hastanelerin bu durumu nedeniyle yeterli tıbbi hizmet alamıyorlar. 3 milyon ev, 1451 cami, 3700 okul ile 33 kilise ya hasar gördü ya da yıkıldı. Hazırlanan raporlarda Suriye’de insani yardıma muhtaç kişi sayısının 9,3 milyona ulaştığı, her saat başı 6 kişinin öldüğü, günde ortalama 135 kişinin hayatını kaybettiği, ortalama 2 saatte bir çocuğun, 3 saatte de 1 kadının yaşamını yitirdiği kaydediliyor. Yaşanan karşıdevrimci girişim sonucu 6,5 milyon insan yerinden oldu. Bu rakamın 4 milyonu ülke içinde yer değiştirenlerden, kalan 2,5 milyonu ise Türkiye, Lübnan, Katar, Suudi Arabistan, Irak vb. yerlere gidenlerden oluşuyor. Ve her savaşta olduğu gibi bu savaşın da en ağır yükünü kadınlar ve çocuklar çekiyor. Suriyeli kadınlar karşıdevrimci şeriatçı çeteler tarafından sistematik bir biçimde tecavüze uğratılıyor. Bu Ortaçağcı, insanlıktan çıkmış, gözü dönmüş çeteler, “muta nikâhı” vb. yöntemlerle kadınlarla birlikte oluyorlar. Hatta 21 Eylül tarihli Hürriyet Gazetesi’nin aktardığı bir haber şöyle: “Tunus İçişleri Bakanı Lutfi bin Ciddu, ülkesindeki kadınların “seks cihadı” için Suriye’ye gittiğini, burada İslamcı savaşçılarla ilişkiye girdiğini ve hamile kalarak Tunus’a geri döndüğünü söyledi. “AFP haber ajansının aktardığına göre Bakan bin Ciddu, Ulusal Kurucu Meclis’te milletvekillerine seslenerek, “20, 30, 100 militanla birlikte oluyorlar. ‘Cihad el nikâh’’ adına cinsel ilişkiye girdikten sonra hamile kalıp geri dönüyorlar” diye konuştu.” (http://www.hurriyet.com.tr/planet/2475 2382.asp) 23 Ağustos’ta BBC Türkçe internet sitesindeki bir haber ise Suriyeli çocukların yaşadığı dramı gözler önüne seriyor: “BM, Suriye’deki çatışmalardan kaçmak zorunda kalan çocukların sayısının bir milyona ulaştığını açıkladı ve bunu utanç verici bir sayı olarak niteledi. “BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ve UNICEF, iki milyon çocuğun da ülke içinde göç etmek zorunda kaldığını kaydetti. “Birleşmiş Milletler Suriye’den kaçanların yarısını çocukların oluşturduğunu kaydediyor. “Bu çocukların dörtte üçü de 11 yaşın altında. “(…) “BM, Suriye’de yaşanan çatışmaların son 20 yılın en büyük mülteci krizini yarattığını kaydediyor ve 1994’te Ruanda’da yaşanan soykırımdan bu “Mücadele benim hayatımdır” diyen Madiba ölümsüzlüğe ulaştı 1962’de Lenin Barış Ödülü’ne layık görüldü. “Ben bir Komünist değilim ama bizi onlardan başka da anlayan olmadı” diyordu Madiba. T üm dünyada ırkçılığa karşı verdiği mücadele ile simgeleşti. Güney Afrika’da AB-D Emperyalistlerinin beslemesi Apartheid Rejiminin korkulu rüyası haline geldi. Irkçı Apartheid Rejimi Nelson Mandela’yı içeri atarsa sesini kısabileceğini, mücadelesini yok edebileceğini sandı. Ama Mandela 27 yıllık tutsaklığında da susmadı, mücadeleden vazgeçmedi. Mandela; arkasında Güney Afrika Halkının desteği, mücadelesi, dünya halklarının tepkisiyle 1990 yılında özgürlüğüne kavuştu. 1994 yılında da Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ilk siyahî Devlet Başkanı oldu. 1962’de Lenin Barış Ödülü’ne layık görüldü. “Ben bir Komünist değilim ama bizi onlardan başka da anlayan olmadı” diyordu Madiba. “Tüm insanların uyum içinde birlikte yaşadıkları ve eşit haklara sahip oldukları demokratik ve özgür bir toplum hayali hiç aklımdan çıkmıyor. Uğrunda yaşadığım ideal bu ama gerekirse bunun için ölmeye de hazırım.” İşte Mandela buydu! Mandela “Irak’ta olanları insanlık asla unutmayacak” diyerek ABD Emperyalizmine karşı kinini haykırıyordu. “Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter.” diyordu. İşte ruhunu satmadığı için bugün Dünya Halkları Mandela’nın arkasından gözyaşı döküyor. “Hiç kimse ten renginden, geçmişinden ya da dininden dolayı bir diğerinden nefret ederek dünyaya gelmez! İnsanlar nefret etmeyi öğrenirler ve eğer nefreti öğrenebiliyorlarsa o zaman onlara sevmeyi de öğretebiliriz”, diyordu Madiba. İnsanlık, tek bir sosyalist aile olduğu zaman gerçek sevgiyi işte o zaman öğrenecektir. O zaman insanın insana nefreti son bulacak. Nefret insanlık düşmanlarına karşı kullanılan bir sözcük olarak kalacak sadece. Ve insanlık ırkçılığa, ayrımcılığa, faşizme karşı ruhunu satmayan, mücadele eden Nelson Mandela’yı hiç unutmayacak. 06.12.2013 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi yana bu denli büyük sayıda mülteci görülmediğine işaret ediyor.” (http://www.bbc.co.uk) Savaşın acılarını yaşayan ve değişik ülkelere dağılmış durumda bulunan Suriyeli mülteciler, kaçtıkları ülkelerden, sanki bir kurtuluşmuş gibi, Avrupa’ya gitmek için her yolu deniyorlar. Ülkemizde bulunan Suriyeli mülteciler de (ki sayılarının bir buçuk milyonu bulduğu söyleniyor) deniz yoluyla önce Yunanistan’a, oradan da Avrupa ülkelerine gitmek için her türlü tehlikeyi göze alıyorlar. Üstelik de bu işi yapan insan kaçakçılarına binlerce dolar vererek… Bunun son örneğini geçtiğimiz Kasım ayında yaşadık. Hatırlayacağımız gibi Suriye’deki savaştan kaçan Suriyeli mültecilerden bir kısmı, 29 Kasım günü Balıkesir’in Burhaniye ilçesinden bir zodyak botla Yunanistan’a geçerek oradan Avrupa’ya gitmek isterken botun batması sonucu 6’sı (1’i iki aylık bebek, 5’i erkek) boğularak öldü. 8 kişi v de kurtarıldı. Botta toplam 16 kişi bulunuyormuş ve bir kaçak ile Türk kaptan halen aranıyormuş. İnsan tacirleri, adam başına 10001500 dolar para almışlar. Kurtarılanlar, ifadelerinde tekne batmaya başlayınca birbirlerine sarılıp gözyaşı döktüklerini söylemişler. (Aşağıdaki fotoğraf.) İşte bu fotoğraftaki gözleri, o gözlerdeki acıyı, çaresizliği, umutsuzluğu, korkuyu görüp de unutmak mümkün mü?.. Mümkün değil. Biz de unutmayacağız ömrümüz boyunca. O fotoğrafı görüp de insanları bu hale düşüren Parababaları düzenine kin, nefret duymamak mümkün mü? Mümkün değil. Biz de ömrümüzün sonuna dek insanları bu hale getiren, o zalim, alçak, o yırtıcı, insanı insanlığından çıkartan Parababaları düzenini yıkmak için mücadele edeceğiz. O fotoğrafı gördüğümüz anda beynimizden vurulmuşa döndük. Üzüldük, acıdık, öfkelendik, kızdık… 1000-1500 dolar için, o çaresiz yavrucakları, o biçare kadınları, erkekleri küçücük bir Zodyak bota bindirip Yunanistan’a kaçırmaya çalışan insan kaçakçılarına, insan tacirlerine kızdık önce. Değer mi, dedik kendi kendimize. Değer mi 1000-1500 dolar için o zavallı insanları ölüme sürüklemeye?.. Sonra, o insanları yerlerinden yurtlarından edip bu hale düşüren, o savaşı, daha doğrusu o karşıdevrimci hareketi başlatan, başta AB-D Emperyalistlerine, sonra Tayyipgiller’e ve sonra Müslüman geçinen Suudi Arabistan’a, Mısır’a, Katar’a kızdık, onların zalim yöneticilerine kızdık. Üstelik de onların CIA İslamını savunmalarına, Yezid İslamını savunmalarına karşın Müslüman geçinmelerine kızdık. İnsanları Allah’la aldatmalarına kızdık. Hayatlarını kaybeden-kaybettirilen o bebekleri, o kadınları, o erkekleri unutmayacağız! AB-D Emperyalistlerinden ve Tayyipgiller’den, ihanetçi Arap devletlerinden, bu insanlık suçlarının hesabını er geç soracağız. Bizde zaman aşımı yoktur!q İşte bu olmamalıydı Abdullah B öyle erkenden kalleşçe vurmamalıydı kader. Sen benim öğrencimdin Konya Gazi Lisesi’nde. Tanışmamız buradan kaynaklanmıştı. Sadece benim değil, Faruk Hoca’mızın da öğrencisiydin. Dolayısıyla bizden 15 yaş kadar küçüktün. Kaderde hakkaniyet olsaydı, benden sonraya bırakırdı seni. Daha yapacak çok işlerimiz vardı. Gericilerden, puştlardan, faşistlerden soracak çok hesaplarımız vardı daha. Yakalayacaktık onları birlikte. Hak ettikleri dersi verecektik onlara. Pişman edecektik yaptıklarına. Yalvaracaklardı bize. Acıyıp bırakacaktık ondan sonra. Bir daha görmeyeceğiz puştluk yaptığınızı, diyecektik. Bir Devrimciye zarar verdiğinizi, diyecektik. Söz alacaktık onlardan. Tıpkı o yıllarda yaptığımız gibi... Daha yığınla yapılacak işimiz vardı. Nasıl da güvenirdin bana Abdullah... Nurullah Hoca yanımızda olduğu sürece biz hep galip geliriz, kimse bizi yenemez, derdin. Ben de bilirdim ki ne kadar zorlu olursa olsun, Abdullah kavgada asla beni de diğer Yoldaşlarımızı da terk etmez. Kavlimizden asla dönmez! Tek ikimiz olsak bile karşımızdakiler ne kadar çok olursa olsun Abdullah beni terk etmez! Buna adım gibi eminim. Nasıl da severdin beni Abdullah. Hoca’m, derdin. O deyişte sanki bin kez Hoca’m demiş olurdun. Sen de çok iyi bilirdin ki ben de seni kardeşim gibi, evladım gibi severdim. İkimiz de mertliğe, yiğitliğe âşıktık. Düşman ne denli güçlü olursa olsun bir kavgadan kaçmak bizim için ölmekten bin kat daha ağırdı. Tabiî aynı zamanda Halklarımıza da âşıktık biz. İki milliyetten Halkımıza, Türk Halkına da Kürt Halkına da. Sen Kürt Halkındandın ben Türk. Ama bunun hiçbir önemi yoktu bizim için. Çünkü biz çok iyi biliyorduk ki bu iki Halk bin yıldan bu yana kader birliği etmiştir, kardeşleşmiştir. Biz, Devrimci Teorimize, Kavgamıza da âşıktık Abdullah... Bizi bağlayan en güçlü bağ da buydu zaten. İnsan Devrimci olmalı, derdik. İnsanlık davasını budamamalı, derdik. Dünyayı cennete dönüştürmek davasından daha güçlü, daha önemli başka hangi dava olabilir, derdik. Biz davaların en yüce olanını, en kutsal olanını savunuyoruz, derdik. Yine tekrarlayacaktık bu kanaatlerimizi Abdullah... Birlikte yine o günlerdeki gibi dövüşecektik gericilere karşı. Ama işte hayat, kader böyle hakkaniyetsiz Abdullah... Böyle zalim, acımasız... Senin savunduğun yüce değerlere hiç bakmaz. Gelir, vurur, darmadağın eder her şeyi. Kırar, parçalar, atar. Neylersin... Davamızı genç Yoldaşlarla ve bizim gibi geride kalan kıdemli ihtiyar Yoldaşlarla sürdüreceğiz, Abdullah... Bundan hiç kuşkun olmasın. Gericileri, Amerikan Emperyalizminin işbirlikçi uşaklarını, hainlerini yeneceğiz eninde sonunda. Onları efendileriyle beraber def edeceğiz ülkemizden. Halklarımız özgürleşecek siyasi olarak da ekonomik olarak da. Yani Devrimci Demokratik Halk İktidarını kuracağız eninde sonunda Abdullah... Marks-Engels’in, Lenin’in, Mustafa Suphi ve Onbeşler’in, Denizler’in, Mahirler’in ve Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı’nın idealleri, davası mutlaka zafer kazanacak bu topraklarda. Belki bunu ben de göremeyeceğim Abdullah... Ama bu zafer kazanılacak. Bu kesin... Sen de Abdullah bedence olmasan da ruhça hep bu davanın, bu kavganın içinde olacaksın. Yaşayacaksın savaşçılarla, savaşanlarla birlikte. Unutulman kesinlikle söz konusu olmayacak. Ruhun hep bizlerle, savaşanlarla yan yana olacak. Zaferi hep beraber göreceğiz Abdullah!.. 18.11.2013 Nurullah Ankut 6 Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 Asgari Ücrette ortaoyununa devam Asgari Ücret görüşmeleri adını verdikleri ortaoyununu protesto ettik Halkın Kurtuluş Partisi olarak Tayyipgiller’in Parababalarıyla ortaklaşa (yanlarına sarı TÜRK-İŞ’i de alarak) oynadıkları asgari ücret ortaoyununu teşhir ve protesto etmek için 23 Aralık günü Türkiye İşverenler Sendikası (TİSK) önündeydik. Sefalet ücretinin sessiz sedasız, tepkisiz ilan edilmesine tepkisiz ve sessiz kalamazdık. “İşsizliğe Pahalılığa Zamma Zulme Son” pankartımız altında yaptık basın açıklamasını. Ankara İl Sekreteri Doğan Erkan okudu basın açıklamasını. D. Erkan, Açıklanacak Asgari Ücret bir sefalet ücretidir. Gemi iyice azıya alan, arsızlaşan, yüzsüzleşen, ayakkabı kutularında milyon dolarları istifleyen Tayyipgiller’in, Parababalarının İşçi T am 11 yıldır ülkemizi yöneten Tayyipgiller ve Fethullahçılar ganimeti paylaşamadılar. Oysa tam 11 yıldır her ikisi de vurgun, talan ve soygundan nasipleniyordu. Geriz patladı lağım ortaya saçıldı. Tüm bunlar bizim için sürpriz miydi? Tabiî ki hayır. Biz bunların vurguncu ve soyguncu olduklarını Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın Tefeci-Bezirgân Sermayenin tahlilinden biliriz. Yani sınıfsal yapılarındandır vurguncu ve soyguncu oluşları. Kamunun mallarını aşırarak var etmişlerdir kendilerini. Üretim yapmazlar, asalaktırlar, kamu mallarını lüplerler, toplumu Ortaçağ karanlığına götürme özlemi içerisindedirler. Partimiz Tefeci-Bezirgânlığın günümüzdeki temsilcisi Tayyipgiller’in soygunlarını hep teşhir etmiş, savcılıklara suç duyurularında bulunmuştur. Yine Partimiz yıllardır bir sefalet ücreti olan asgari ücretin iptali için davalar açmaktadır. Ama Tayyipgiller’in Hukuk Bürosuna döndürülen yargıdan bir sonuç alınamamaktadır. 2014 yılı asgari ücreti de her yıl olduğu gibi bir ortaoyunu sonucunda belirlenecek. Aslında 2014 yılı asgari ücretinin; 2014 yılı bütçesinde hükümetçe öngörülen asgari ücret artış oranından eksiğinin olacağı, fazlasının olmayacağı ortada. Yani önceden belli olan bir karar bugün kamuoyuna açıklanacak. Her yıl olduğu gibi bu yıl da halkımız sefalet ücretine mahkûm edilecek. Ne diyordu Tayyipgiller iktidarının soyguncu bakanlarından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik utanmadan: “Asgari ücretle geçinilmez diye bir şey yok. Geçinirsiniz. Ona mahkûmsanız 800 TL de büyük bir paradır.” Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de: “Özel sektörde ücretleri verimlilikle ilişkilendiremezsiniz. Belki Türkiye batmaz ama firmalar batar. İstihdam edilen o kardeşlerimiz iş bulamaz hale gelir. Rekabet etmek zorundayız. Asgari ücreti belirlerken; makul bir ücret ve reka- Sınıfımıza bir saldırısıdır Sefalet Ücreti. AB-D Emperyalistlerinin ve Yerli Satılmışlar Cephesinin hayâsızca saldırılarına karşı, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere tüm emekçi halklarımızla birlikte Halk Kurtuluş Cephesini örmektir bu kanser düzeninden kurtuluşun yolu. Demokratik Halk İktidarını kurduğumuz zaman, Parababalarının, ekonomik ve siyasi zulüm düzeni sona erecektir, dedi. Sloganlarımızla tepkilerimizi haykırarak eylemimizi sonlandırdık. Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz, Kazanacağız! Ankara’dan Kurtuluş Partililer bet gücünü göz önünde bulundurmak zorundayız. Bunu göz önünde bulundurmayan ülkeler battı. Yunanistan‘a, başka ülkelere dönmek istemiyorsak bu dengeleri göz önünde bulundurmak zorundayız” diyordu yüzsüzce, arsızca. Bunlarda zerrece vicdan yok. Ancak insanlıktan çıkmış birisi bu açıklamaları yapabilir. Bunlara insan sefaleti bile demek insanlığa hakaret sayılır. Bu ülkede süt içemediği için açlıktan ölen bebeler varken, çöpten ekmek toplayan insanlar gerçeği varken, ilaç parası bulamadığı için ölüme mahkûm olan insanlarımız gerçeği ortadayken bu açıklamaları yapmak, Tayyipgiller’in insan görünümlü yaratık türünün örneği olduğunun göstergesidir. Tayyipgiller, kendilerini o koltuklarda tutan ve yedi sülalesine yetecek kadar vurgun yapmalarını sağlayan yerli yabancı Parababalarının hizmetindedirler. Ruhlarını satmışlardır. Tanrıları da Para Tanrısıdır bunların. (DİSK-AR) Kasım 2013 ayı için açlık ve yoksulluk sınırı verilerini açıkladı. TÜİK Hanehalkı Harcama Kalıbı, TÜİK Madde fiyat ortalamaları ve 4 kişilik bir ailenin sağlıklı bir biçimde alması gereken kalori miktarı üzerinden hesaplanan beslenme kalıbı dikkate alınarak hazırlanan raporun sonuçlarına göre, 4 kişilik bir aile için açlık sınırı 1121 TL, insanca yaşam sınırı ise 3544 TL olarak gerçekleşti. İnsanca yaşam sınırının altında gelire sahip nüfus yoksul kategorisinde ele alınıyor. Dolayısıyla insanca yaşam sınırı aynı zamanda yoksulluk sınırını da veriyor. Tayyipgiller ve Parababaları, karşı çıkma rolünü oynaması için yanlarına aldıkları TÜRK-İŞ’le birlikte 2014 yılı asgari ücret rakamını, eşi çalışmayan iki çocuklu bir işçi için asgari geçim indirimi dahil 866 TL olarak belirlemeye çalışıyorlar. Aslında rakam belirlendi de kamuya karşı ortaoyunu oynanıyor. Asgari ücretlinin büyümeden pay alamadığını belirten DİSK-AR, “35 senede ekonomi 3,8 kat, kişi başına milli gelir 2,4 kat büyürken asgari ücret neredeyse Cevizli Tekel Dayanışması’ndan Panel İ nsanlarımızı Allah’la kandırarak, yedi sülalesini zengin eden, organize suç örgütünün, Cevizli’deki 600 dönümlük Tekel arazisini 49 yıllığına, hem de hiçbir karşılık almadan yandaş Ülker Grubu’na peşkeş çekmesine karşı örgütlediğimiz mücadele sürüyor. 21 Aralık Cumartesi günü Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi’nde Cevizli Tekel Dayanışması Panelini yaptık. Panel, Partili Yoldaş’larımızın hazırladığı Cevizli Tekel alanını koruma mücadele sürecini anlatan sinevizyon gösterimi ile başladı. Daha sonra, Kocaeli Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Gül Köksal, işlevini yitirmiş, sanayi alanlarının yeniden kullanımına yönelik dünyadan ve Türkiye’den örnekler verdi. 2. Konuşmacı Arkeolog Nezih Başgelen yaşadığımız coğrafyada geçmişimiz geleceğimiz, büyüyen kentlerimizde göz ardı edilen Tarihimiz hakkında bizleri bilgilendirdi. 3. Konuşmacı TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Kartal Temsilcisi Esin Köymen, ranta teslim edilen kamusal alanlar ve Cevizli Tekel Alanı örneği hakkında bilgi verdi. Konuşmalardan sonra konukların söz aldığı foruma geçildi. Partimiz adına söz alan yoldaşımız Sancaktepe ilçesinin Osmangazi, Orhangazi, Akpınar, Uzundere mahallelerinde yıkımlara karşı nasıl önderlik ettiğimizi ve direnen mahallelilerle birlikte yıkımların durdurulduğunu anlatan bir konuşma yaptı. Panelin ertesi günü yapılan “İstanbul Biziz, İstanbul Bizim” mitingine Sağlık’ta son perde… Baştarafı sayfa 1’de ortadan kaldırılıyor. Aile Hekimlerine, Halk Sağlığı Kurumuna bağlı oldukları halde, Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumunda nöbet zorunluluğu getiriliyor. Doktorluk diplomamızın bize verdiği yetkiyi kullanarak hekimlik mesleğimizi yerine getirmeyi “Ruhsatsız sağlık hizmeti sunma” adı altında bir suça dönüştürüp 3 yıla kadar hapis ve 2 milyon TL ceza öngören Sağlık Torba Yasası, sağlık çalışanlarını cendereye almak için çıkartılıyor. Haziran ayındaki Gezi İsyanı’nda doktorlar, hemşireler ve tıp öğrencileri polis saldırılarının olduğu yerlerde, yaralılara ve gazdan etkilenenlere müdahale etmişlerdi. Bu sayede pek çok vatandaşa çok önemli olan ilkyardım hizmeti verilebilmişti. Sağlık Bakanlığının bu gibi yerlerde olup yaralılara ilkyardım hizmeti sunması gerekirken, bu görev yerine getirilmedi. Şimdi gönüllü olarak bu sağlık hizmetini verenler cezalandırılmaya çalışılıyor. Dünyanın hiçbir yerinde var olmayan uygulama, ülkemizde yasa yerinde saydı, asgari ücretli kişi başına milli gelirdeki artışından kendine düşen payı alsaydı ücreti net 1634 TL olacaktı” diyor raporunda. Yine TÜİK’in son açıklamasına göre bugünkü asgari ücretin net 971 TL olması gerekiyor. Yani bunlar, kendilerine bağlı kurumların yapmış oldukları istatistikleri bile yok sayıyorlar. İnsanlarımızı asgari ücretle yaşamaya mahkûm etmek onu yavaş yavaş ölüme terk etmekle eşdeğerdir. Eğer bugün bu soygun ve vurgun düzenine son verilmiş olsa; Parti Programımızda da belirttiğimiz gibi, asgari ücret bunun üç-dört katı olacaktır. Yani hiçbir çocuk süt içemediğinden ölmeyecektir. Tayyipgiller gözlerini kırpmadan kul hakkı yerken, işsizlik ve pahalılık cehenneminde yaktıkları insanlarımızı ise “bu dünyada imtihan ediliyorsun, burada çektiğin acılar öbür dünyada sana cennetin kapısını açacak” diyerek kandırmaktadırlar. Yani din alıp satmaktadırlar. Abdullah Bin Mübarek’in, 1300 yıl önce söylediği gibi; “İnsanların en alçağı; din kisvesi altında dünya menfaati sağlayandır”… Bunların hepsi “din kisvesi altında dünya menfaati sağlayan”lardır. Halkımız bu zulüm düzenine sürgit katlanmayacağını ve izin vermeyeceğini büyük Gezi Direnişi’nde göstermiştir. Baştan aşağı çürümüş bu düzene son vermek ve insanın insana yaraşır bir hayat sürmesini sağlamak; halktan umudunu hiç yitirmemiş olan, sapmaz ve doğru bir ideolojiye sahip biz Kurtuluş Partililerin omuzlarındadır. Son söz olarak: bizde zaman aşımı yoktur. Eninde sonunda halkımıza bu acıları çektirenlerden hesap sorulacaktır. 23.12.2013 Çay-simit ve ayakkabı kutusundaki milyon dolarlar… B u ülkenin Başbakanı asgari ücret diğer bir deyişle sefalet ücretinin belirleneceği bugünlerde önerilen 3+3 zam miktarını ve halktan yana olmayan 2014 bütçesini savunmak için Mecliste şöyle bir açıklama yaptı: “Çay ve simit hesabını da hatırlatmak isterim. 2002’de, asgari ücret 184 liraydı. Beş kişilik bir aile, günde üç öğün çay ve simitle geçinse 270 liraya ihtiyaç vardı. Yani asgari ücret, çay ve simide yetmiyordu. Bugün bu hesabı yaptığınızda, asgari ücret 804 lira. Beş kişilik bir aile, üç öğün çay ve simit tüketse, ihtiyacı olan miktar 450 lira. 11 yıl önce asgari ücret, çay ve simide yetmezken bugün ise asgari ücretin yarısı buna yetiyor” dedi. Yani, asgari ücret bile fazla, diyor. Cümledeki insafsızlığı, utanmazlığı bir kenara bırakalım, aleni bir şekilde nasıl da yalan söylüyor… Bugün 5 kişilik bir ailenin 1 bardak çay ve 1 simitle tek bir öğündeki asgari masrafı 10 lira. Üç öğünden bir aylık çay, simit masrafı da 900 lira. Nasıl da dalga geçiyor? Bir insanın insan gibi yaşamını sürdürebilmesi için sadece çay-simit yeterliymiş gibi… Hayır, sadece o olsa bile geçinilmesi mümkün değil! 100 lira yine açık var! Bunu diyen de ülkedeki en büyük hırsızlardan, haramilerden biri… Servetinin haddi hesabı olmayan; çocukları, damatları da yatlar, katlar, gemicikler, televizyon kanalları, gazete sahibi olan biri… Cemaatle olan rant kavgası sonucu ortaya dökülen hırsızlıklarının, yolsuzluklarının şu ana kadar tarihimizdeki en büyük vurgunlardan biri olduğu belirtiliyor. Takip ettiğimiz kadarıyla yolsuzluk, hırsızlıklarının hacmi ile ilgili olarak 243 milyar TL’den bahsediliyor. 75 milyona kişi başına maliyeti 3221 TL. Dünya yolsuzluk rekoru deniliyor. Ve evden çıkan para kasaları, para sayma makineleri, ayakkabı kutularından çıkan milyon dolarlar hırsızlıklarının bir diğer yüzü… Tayyipgiller’in tamamının yolsuzlukları değil bu, hatırlatmakta, vurgulamakta fayda var. Reza Zarrab’ın üst düzey bir siyasiye çilerimizin, halkımızın durumuna… Sadece bir ayda-kasımda yüzü aşkın işçi çalışırken iş cinayetine kurban gitti. 5’i çocuk… Günde ortalama 8 işçi bu ülkede “iş kazasında” hayatını kaybediyor. Parababalarının dayattığı, maliyeti düşürmek için oluşturduğu güvenliksiz iş koşullarından kaynaklı… 2013 yılının ilk 10 ayında 1016 işçi yaşamını yitirdi. En fazla ölüm de inşaatta. Yolsuzluktan içeri alınan inşaatçıları hatırlayalım bu arada. AKP iktidarıyla birlikte Türkiye’nin en zenginleri arasına nasıl girdiklerini de ekleyelim. 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1121 TL, insanca yaşam sınırı ise 3544 TL (DİSK’in araştırmasına göre Kasım ayında) iken, 860 TL olan asgari ücret için yılın ilk altı ayında yüzde 3 zam öneriliyor. Ve sayısı 350 bine çıkan Ataması Yapılmayan Öğretmenlerimiz… Bu yüzden de canına kıyan onlarca öğretmen… Ve AKP iktidarında bireysel ve kurumsal tüm kredi kartlarındaki borç yükü 20.2 kat artış göstermiş. Kara listede 1,5 milyon kişi varmış. Kredi kartı sayısı ise AKP iktidarında yüzde 261 arttı ve 56.7 milyona ulaştı. Kredi kartlarındaki borç bakiyesi 92 milyar lira... İnsanlarımızın finans kuruluşlarınabankalara borcu 2002-2012 döneminde 42 kat arttı, 257 milyar liraya çıktı. 2002’de icra dosyası 10.026.000 iken 2012 sonu itibariyle bu rakam 21.006.774’dir... 2002’de bankalara borçlu kişi sayısı 1.6 milyon kişiydi, bugün 14 milyon. Takibe düşen borçlar ise 9.5 milyar lira. 2003 yılında gelirinin yüzde 40,6’sını gıdaya ayırabilen asgari ücretliler, 2012 yılında toplam tüketim harcamalarının sadece yüzde 29’unu gıda harcamalarına ayırabildi. Bunun nedeni halkımızın barınma, ısınma ve ulaşım gibi zorunlu harcama kalemlerine yaptığı harcamalara daha fazla kaynak ayırmak durumunda kalması. Asgari ücret kaba hesapla yaklaşık 3 kat artarken, asgari ücretlinin kira ve konut harcamaları 3,4 kat, ulaşım harcamaları 6,5 kat arttı. Kısacası, emekçilerin aldıkları ücre- rüşvet vererek görevden alınmasını sağladığı iddia edilen Emniyet Müdür Yardımcısı Orhan İnce, basında geçen yolsuzluk miktarı için “Şu anda yansıyanlar bu olayın yüzde 10’luk kısmı bile değil” diyor. Evet işte; Tayyip halkımız için çaysimit hesabı yaparken 804 lirayı bile çok görürken avenesi ülkeyi nasıl da talan ediyor, soyuyor… Tayyipgiller için insani bir değerden, vicdandan, ahlâktan bahsedebilir miyiz şimdi? Bu ülkeye, bu halka ait kamu kurumlarının özelleştirilmesi bitti; bu sefer arazileri, ormanları imara açarak Parababalarına peşkeş çekiyorlar, o da yetmiyor Tarihi eserleri Arap şeyhlerine satıyorlar… Bir de diğer cepheye bakalım. Emek vererek alın teriyle çalışan bu şekilde bir hayat sürdürmeye çalışan iş- tin sefalet ücreti olması nedeniyle borçla yaşadığını görüyoruz. Bankalara bağımlı olarak bir hayat sürdürdüğü ortaya çıkıyor. Ve tabiî AKP iktidarıyla birlikte halkımızın yaşam standardının ne kadar düştüğü, yoksullaştığı, borçlandığı rakamlarla ortada. Üstelik bu rakamlar devlete ait resmi rakamlar (TÜİK, BDDK)… Ve yine Tayyipgiller’in nasıl zenginleştiği, edindikleri servet de ortada. Tayyipgiller’in; işçimizin, halkımızın emeğini çaldığı, gaspettiği, orman arazisinden tutun da müzedeki eserlere kadar her şeye göz diktiği için halkımızın durumunun bu olduğu apaçık ortada değil mi? Emekçilerin kanı pahasına bu servet kazanılmadı mı? Şimdi bu düzen adil mi? Meşru mu? Yıkılası değil mi, bu düzen?q Sefalet Ücretine Hayır! İşsizliğe Pahalılığa Zama Zulme Son! Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi de “Cevizli Tekel Dayanışması” pankartıyla katıldık. Taleplerimiz: Cevizli Tekel Alanı çevresindeki duvarlar kaldırılarak halka açık “Park Alanı” olmalıdır. Cevizli Tekel Alanı “Arkeolojik Park” olarak düzenlenerek halkın kullanımına açılmalıdır. Cevizli Tekel Alanı içerisinde bulunan mevcut binalar Cumhuriyet Dönemi Endüstri Mirası olarak tescil edilmeli, Tekel Müzesi, sanat atölyeleri, sinema, tiyatro, müzik gösteri alanları, vb.leri olarak düzenlenerek halkın kullanımına açılmalıdır. Cevizli Tekel Alanı, depremi bekleyen İstanbul’da afet anında bölge halkının toplanma alanı olarak düzenlenmelidir. Kartal’dan Kurtuluş Partililer haline getirilmek isteniyor. Bu tasarı yasalaşırsa, yolda belde gördüğümüz hastaya, yaralıya müdahale edemeyeceğiz, edersek ceza alacağız! AKP hükümeti, kamu-özel ortaklığı ile şehir hastanelerinin ihalelerini yapmaya başladı. Bazı hastanelerin temeli atıldı. Bu durumda devlet kendi arsasında, kendi parasıyla yaptırdığı hastaneleri, konsorsiyumlardan kiralayarak çalıştıracak. Hazinede kalan son kaynaklar kullanılarak, bu girişimler yapılıyor. Vatandaşın vergileriyle oluşan kaynaklar, bu şekilde çarçur ediliyor. Sağlıkta işler iyi gidiyor diye söylenen durumda ise gerçek şudur; yılda 90 milyon acil başvurusu vardır. Ülkemizde, 10 yıl önce yıllık doktora başvuru kişi başına 1-2 iken, bu oran şimdi kişi başına yıllık sekize çıkmıştır. Vatandaş olarak çok sık hastalanır olmuşuz. Sağlık harcamalarımız hızla artarak 2009’da kişi başına 804 TL iken, 2012 yılında 1024 TL’ye yükselmiştir. Son on yılda sağlık harcamalarımız 10 kat artmış görünüyor. Bu durum yerli-yabancı Parababalarının iştahını kabartıyor. AKP hükümeti, vatandaşın sağlığını iyileştirmekten çok, sağlık üzerinden nasıl para kazanılırın hesabını yapıyor. Bu şekilde de Sağlık Bakanlığı da, Hastalık İşleri Bakanlığına dönüş- müş oluyor. Sağlıkta torba yasa tasarısına karşı aile hekimleri ve aile sağlığı merkezi çalışanları, tüm ülkede 4 Aralık 2013 günü iş bıraktılar. Tüm ülkede bu eyleme yoğun bir katılım oldu. Üniversiteler ve diğer kamu hastanesi çalışanları da bu yasanın çıkmasına karşıdır. AKP hükümetinin “çoğunluk bende, ben yaptım oldu” tarzındaki siyaseti sonunda çıkmaza girmek üzeredir. Deniz tükenmektedir... Kurtuluş Partili Hekimler 7 Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 Başyazı Yolun sonuna geldin usta(!) Baştarafı sayfa 1’de Çıkar Amaçlı Suç Örgütü olan Tayyipgiller’in İşlediği Suçlar Biz bu durumu 10 küsur yıl önce tespit ettik. Sizin için “Çıkar Amaçlı Suç Örgütü” tanımını yaptık, kriminal literatüre uygun olarak. İşte bizim bu tespitimiz, bugün artık sizin iktidarınızın en büyük koalisyon ortağı Pensilvanyalı İblis’in ekibi tarafından da ortaya konmaya başlandı. Kaldı ki, onların şu anda ortaya koydukları, sizin bu konudaki yani maddi vurgunla ilgili suçlarınızın binde biri bile değil. Ama o bile görüyorsunuz, Türkiye İnsanlarını nasıl yerlerinden zıplattı, değil mi? Tabiî Pensilvanyalı İmam ve tayfası (milletvekilleri, valileri, savcıları, polisleri) sizin bu vurgunlarınızı, hırsızlıklarınızı, düzenbazlıklarınızı, namussuzluklarınızı yani bilumum akçeli suçlarınızı, yüz kızartıcı, aşağılık suçlarınızı bire dek biliyorlardı. Hem de tâ başından beri. Çünkü ikiniz de aynı ipte oynuyorsunuz. İkinizin de kullandığı en önemli enstrüman; din sömürüsü, din alıp satmak. İnsanlarımızı Muaviye-Yezid İslamıyla, bugünkü adıyla Pentagon-CIA İslamıyla kandırmak, uyutmak, aldatmaktan ibarettir. Bu nedenle birbirinizin içyüzünü iyi tanırsınız. Kaldı ki, onlar da sizin gibi vurguncu, soyguncu, kamu malı aşırıcı, yiyici. Sonra, polis teşkilatında modern istihbarat teknolojisinin sistemini kuran Hanefi Avcı bile Fethullah Cemaati’nin bu teknolojiyi Türkiye’de en ileri biçimiyle kullanan örgüt olduğunu netçe ortaya koyuyor, “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabında. Yani Pensilvanyalı ve ekibi sizin tüm gizli işlerinizi adım adım izleyecek teknolojiye sahiptir ve bunu kullanmaktadır. Demek istediğimiz, onun karşısında sizin hiçbir gizliliğiniz ya da gizli yönünüz yoktur. Tabiî Pentagon-CIA, MOSSAD da sizin tüm bu işlerinizi avucunun içi gibi bilmektedir. Peki bunlar 11 yıldır neden bu konularda hiç tık demediler? Şundan: Sizi kullanmak için. Tabiî kendi amaçları doğrultusunda. Ve siz de iyi kullanıldınız. İyi hizmet ettiniz ABD Emperyalistlerine. Türk Ordusu’nun işini bitirdiniz. O orduyu da tokat manyağı ettiniz, bazı bakanlar gibi. Namuslu, antiemperyalist, laik, yurtsever, Mustafa Kemalci ne kadar subay varsa hepsini Silivri, Hasdal ve benzeri zindanlara tıktınız. Üniversitelerin işini bitirdiniz büyük ölçüde. Namuslu rektörleri, profesörleri, bilim insanlarını, namuslu aydınları, yazarları içeriye tıktınız. Milli Eğitimin işini bitirdiniz. Onu da Ortaçağ Medreselerine döndürdünüz. Ve Türkiye’nin tüm ormanlarını, dağlarını, ovalarını, kıyılarını, limanlarını, şehirlerini, parklarını, bahçelerini, yeşil alanlarını yağmalattınız, yerli-yabancı Parababalarına. Türkiye’yi yarım trilyon dolarlık dış borç batağına soktunuz. Tarımın, köylünün işini bitirdiniz. Çay, fındık, tütün, şeker pancarı, narenciye üreticilerinin işini bitirdiniz. Tüm köyleri şehirlerin varoşlarına boşalttınız işsizler ordusu olarak. Köyde karnını doyuramaz, geçimini sağlayamaz oldu tabiî insanlarımız. Türkiye’nin Ortadoğu-İslam Coğrafyasındaki tüm yakın-uzak komşularıyla, dostlarıyla ilişkilerini bozdunuz, zehirlediniz. Düşmanlığa dönüştürdünüz. Yunanistan ve Ermenistan zaten ulusal kimliklerini Türk düşmanlığı zemini üzerine inşa ettikleri için onlar Türkiye’nin asli düşmanlarıdır. Böylece çevremizde dost ülke bırakmadınız. Türkiye’nin Ortadoğu’daki en yakın iki dostunu yok ettiniz. Libya’nın Antiemperyalist, Yurtsever lideri Kaddafi’yi ABD’li efendilerinizle birlikte öldürdünüz. Beşşar Esad’ı öldürmek için üç seneye yakın bir zamandır uğraşıyorsunuz. Sadece bu iki ülkede 200 binin üzerinde mazlum Müslümanın canına kıyılmasına, on binlerce Müslüman kadına tecavüz edilmesine suç ortaklığı ettiniz ABD’li efendilerinizle. Bu ülke- lerden milyonlarca Müslüman da yerinden yurdundan kaçarak canını kurtarmak durumunda kaldı. Cehenneme döndü bu ülkeler. Irak’ta da ABD Emperyalistlerinin yaptığı katliamlarda birincil planda suç ortaklığınız var. Müslüman İran’a karşı Siyonist İsrail’i korumak için radar üsleri kurdunuz Kürecik’te. Patriot füzelerini yerleştirdiniz güney illerimize. Yani her türlü alçaklığı ve ihaneti yapmakta hiç tereddüt etmediniz. Dediniz ki “ABD arkamda olduğu sürece din sömürüsü yaparak bu halkı sürgit kandırırım, uyuturum, oylarını alırım. Bu halk oy davarına döndü artık. Davardan bir farkı yok. Onu kandırmak ve kullanmak, oylarını almak çok kolay benim için. Böylece ben ölene dek iktidarda kalırım. Devlet Başkanı bile olurum.” Halkımız Şanlı Gezi İsyanı’yla Tayyipgiller’e dur dedi İşin açığı bu yılın Gezi İsyanı’na kadar da iyi gidiyordu işler sizin açınızdan. Ama hesaplayamadığınız bir şey var: İnsanlar hayvan değil. Hayvandan farklı. İnsanlar ne kadar uysal olurlarsa olsunlar, ne kadar uyutulurlarsa uyutulsunlar, ne kadar aldatılırlarsa aldatılsınlar isyan huyludurlar. Bir noktadan sonra uyanırlar, her şeyin farkına varırlar. Ve ellerini toprağa koyarak ayağa kalkarlar ve tüm zulümlerinizin, tüm vurgunlarınızın, tüm ihanetlerinizin hesabını sorarlar. Ama mutlaka sorarlar. İşte sizin atladığınız konu bu oldu. Gezi İsyanı sizi şapşal etti. Moda deyimle sizin kimyanızı bozdu. Zaten de ruh sağlığınız yerinde değildi. “Keser kaçığı” bir durumunuz vardı eskiden beri. Gezi Direnişi bu durumu büyük bir çatlağa dönüştürdü. Dengesiz davranışlar sergilemeye başladınız. “Ağaç isteyen ormana gitsin”, dediniz. Bu laf karşısında ne der halkımız? “Ayıya bak”, der. “Orman kaçkınına bak”, der. Mantığınıza bakın yahu… Ağaç sadece ormanda olacak öyle mi? Peki yerleşim alanları? Köy, kasaba ve şehirler? Oralar rant alanı, değil mi sizin için sadece… Oralarda AVM’ler olacak, gökdelenler olacak, benzerleri olacak. Yani yerleşim alanları asfalt, taş, beton olacak. Kafanız bu sizin. İnsani hiçbir değer yok kafanızda ve yüreğinizde. İnsan sevgisi yok, hayvan sevgisi yok, doğa sevgisi yok, bir robottan farksızsınız sizler. Sadece vurgun vuran, düzenbazlık yapan, namussuzluk yapan, alçaklık yapan, zalimlik yapan ve hainlik yapan birer robotsunuz. İşte bu anlayışınız doğrultusunda polise emirler verdiniz. Gaza boğdurdunuz şehirleri, meydanları, parkları, yolları hatta stadyumları. Yedi genci öldürttünüz. On üç insanımızın gözünü kör ettiniz. Binlerce insanı gözaltına aldırdınız, tutuklattınız. Coplattınız, gazlattınız, fişlettiniz, tüm bunlar iyi bir şeymiş gibi bunları yapan zalim polisleri kahraman ilan ettiniz. “Destan yazdı polislerim”, dediniz. “Polise emri ben verdim”, dediniz. O kadar ilkelleştiniz, kabalaştınız, zalimleştiniz, insanlıktan çıktınız ki, sizi sahipleriniz bile artık taşıyamaz oldu, savunamaz oldu. ABD ve AB’nin burjuva medyası bile yani sizi on küsur yıldır övgüler düzerek savunan medya bile, artık savunmak bir yana yerden yere vurmaya başladı. Sizi, diktatör, yönetiminizi diktatörlük olarak tanımladı. Bu artık kullanım sürenizin dolduğunun işaretiydi. Nitekim Gezi İsyanı’mızdan sonra ABD’li efendileriniz de sizi sahiplenmez oldular. Çünkü onlar kendi halkları karşısında demokratı oynarlar. Öyle olunca de kendi halklarının diktatör olarak kabul ettiği birini savunmazlar. Onunla iş tutmaktan hoşlanmazlar. Aynı uşaklığı yapacak daha demokrat maskeli, görünümlü insanlar varken niye sizin gibi yaldızları dökülmüş, iğrenç, zalim içyüzü dışa vurmuş insanlarla iş tutsunlar ki? İşte siz, bu miladı da okuyamadınız. Sandınız ki hâlâ efendileriniz sizin ar- kanızda. Üstüne üstlük bir de İran’dan gizlice yani ABD’li efendilerinizi kandırarak petrol ve doğalgaz almaya, bunun bedelini de gizli yollardan altınla ödemeye kalktınız. Bu işte de finansör olarak Halkbank’ı kullandınız. Tabiî sizin vurgunsuz, hırsızlıksız, çalmasız çırpmasız hiçbir işiniz olmadığı için bu işte de on milyonlarca dolarlık vurgunlar yaptınız. Tabiî bu vurgunlardan en büyük payı da imparator olarak siz kaptınız. Bakın 23 Aralık tarihli Yurt’un manşeti sizi ve bu işinizi (hırsızlığınızı, kamu malı yiyişinizi) ne güzel anlatıyor. Kutlarız bu gazeteciliği yapanları: “Yolsuzluk ve rüşvet zincirinde bütün yollar Başbakan’a çıkıyor “EN TEPEDE O VAR “Erdoğan’ın bilgisi olmadan bakanlar ve oğullarının kaçak altın ve hayali ihracat yapmaları mümkün değil. MASAK ve DDK Rıza Sarraf’ı tespit etmişti. “İşte Erdoğan’a bağlanan ilişkiler zinciri “1) Sarraf Erdoğan’ın protokolünde “Yolsuzluktan tutuklu kaçakçı Rıza Sarraf Başbakan Erdoğan’ın VIP protokolüne aldığı isimlerden biri. (…) “2) Halkbank emri Erdoğan’dan “ABD ambargosunu delmek için Halkbank üzerinden İran-Türkiye doğalgaz-altın ticareti Erdoğan’ın emri. (…) “3) Altın uçuşa izin Erdoğan’dan. “4) (Erdoğan) Sarraf-Muammer Güler ilişkisini biliyor “5) Ağaoğlu’ndan 3 dükkân “Yolsuzluk dosyasındaki iddiaya göre, Ağaoğlu, Zorlu Center ve Bakırköy’de yasadışı imar iznine karşılık Başbakan’ın çocuklarına Zorlu Center’de 3 dükkân ve K. Bakkalköy’de TÜRGEV ve 20 dönüm arsa veriyor. “6) Taşyapı’ya 200 milyon kıyak “(…) Taşyapı İnşaat’ın sahibi Emrullah Turanlı’nın Şişli’de Bulgar Kilisesi’nin 60 dönümlük arazisine, 200 milyon rant sağlayan AVM yapması için Başbakan Erdoğan ‘özel proje’ izni veriyor.” (Yurt Gazetesi, 23 Aralık) Yolun sonu görünüyor Tayyip! Yukarıda dediğimiz gibi bu anlatılanlar sizin, çocuklarınızın, damatlarınızın vurgunlarının binde biri bile değil. Bu sadece bir açılış, sizin de bildiğiniz gibi. Ha bir de sizin zaten Belediye Başkanlığı döneminizden kalma, hepsi de akçeli, yüz kızartıcı suçlardan yedi tane dosyanız var, milletvekili dokunulmazlığı sayesinde mahkemelerde bekletilen. Damadınızın yöneticisi olduğu Çalık şirketine iki kamu bankasından (Halkbank, Vakıfbank) verilmiş 750 milyon dolarlık kredi yolsuzluğunuz var. 50 bin lira ile kurulmuş, hiçbir mal varlığı olmayan bir şirkete sahip Çalık Grubu’na 750 milyon dolar kredi verdirtiyorsunuz kamu bankalarından. Sadece bu bile bırakalım sizin siyasi hayatınızın bitirilmesini, yıllarca hapiste yatmanızı gerektiren bir yolsuzluk suçudur. Biz hep şunu dedik sizler için, biliyorsunuz: “Tayyipgiller’in kanuna uygun, ahlâka uygun, İslama uygun hiçbir akçeli işleri yoktur. Onların içinde hırsız, vurguncu, namussuz, hain olmayan binde biri belki bulur belki bulmaz.” O bakımdan Belediye Başkanlığı döneminizden itibaren hep vurgun ve ihanet yapmaktasınız. Zaten bu özelliğiniz yüzünden AKP, ABD tarafından projelendirildi ve iktidara getirildi Türkiye’de. Çünkü hırsız, dolandırıcı, namussuz, her türden vatan satıcılığını, ihaneti yapmaktan çekinmez. Pek sever sizin gibileri ABD Emperyalistleri. Sadece siz ve benzerlerinizle iş yapar. Ama artık Gezi İsyanı sizin bütün yaldızlarınızı döktü. İğrenç, mide bulandırıcı ruhunuzu çırılçıplak ortaya çıkarıverdi. Bu bakımdan ABD sizi terk etti, yerinize yeni, gıcır bir benzerinizi getirmek istiyor artık. Bunlara ilaveten bir de efendinizden, ABD’den gizli iş tutmaya kalktınız, yukarıda anlatılan şekilde. Suriye’ye saldırı konusunda da ABD’nin hoşuna gitmeyen hatalar yaptınız: İnsan kafası kesen, insan yüreği yiyen, insanlıktan çıkmış Ortaçağcı caniler bu vahşetlerini görüntüye kaydederek internet ortamında yayınlayınca Batı kamuoyu onlardan iğrenmeye, tiksinmeye başladı haliyle. Bunun üzerine de ABD’li efendileriniz onlarla iş yapmaktan vazgeçti. Onları savunamaz duruma geldi. Beşşar Esad’ı ve yönetimini, uzun vadeye yayarak daha laik görünümlü işbirlikçi hainlerle düşürmeye karar verdi. Sizse, ruhiyatınız kelle kesicilerle aynı olduğu için, onlarla iş tutmaya olanca hızınızla devam ettiniz. ABD “bunu bırak benim dediğim güçlerle ve yöntemlerle devirelim Beşşar Esad iktidarını”, dedi; siz laf dinlememekte ısrar ettiniz. Oysa dinlemediğiniz laflar efendinize aitti. Gezi İsyanı sizin zaten sallantılı-arızalı dengenizi de büsbütün yok ettiği için bu yaptıklarınızın sonuçlarını hesaplayamadınız. Türkiye’de iktidar artık kayıtsız şartsız Pensilvanyalı İblis’le size aitti. Mustafa Kemalci, Laik, Yurtsever güçleri tasfiye etmiştiniz, “Ergenekon Davası” adlı CIA Operasyonuyla. Tüm hırsızların, soyguncuların, haydutların iş sonrasında paylaşım kavgasına tutuştukları gibi siz de zaten bir süreden beri Pensilvanyalı ve avanesiy- le kavgalı idiniz içten içe. Devletin şurası senin olacak, şurası benim biçiminde süren bir paylaşım kavganız vardı. Bunun makul bir anlaşmayla sonuçlanması da zaten mümkün değildi. Çünkü her biriniz için diğeriniz geçici bir müttefikti. İş başarılınca, hedefe ulaşılınca bertaraf edilmesi gereken bir müttefikti. Böyle bakıyordunuz birbirinize. Hem miadınızın dolması hem de üst üste yanlışlar yapmaya başlamanız, efendinizden gizli iş tutarak onu atlatmaya kalkışmanız ABD’de tapayı attırdı. Bu adamın artık kanalizasyon deliğine süpürülme zamanı geldi, dedirtti. ABD efendinizin bu noktaya gelmesini dört gözle bekleyen Pensilvanyalıya sinyal çakıldı. Pensilvanyalı hevesle harekete geçti ve uvertür mahiyetindeki vuruşunu yaptı. Son ayda olan budur. Siz, tümüyle dengesizleştiğiniz için hâlâ işin farkında değilsiniz. Patlamış gerizler gibi ortalığa saçılmış ve genizleri yakan kokular salan vurgununuzu, yağmanızı gizleyebileceğinizi sanıyorsunuz. Durumunuz trajikomik. “YargıPolis komplosu, inlerine dalacağız” türünden yavelerle işi geçiştirebileceğinizi sanıyorsunuz. Sizin için yol bitti. Artık hesap verme vakti geldi. Görmüyor musunuz? Yine bir Yurt yazarının, Nihat Behram’ın yazısına attığı başlıkla bitirelim sözümüzü: “Ya Tayyip… Men Dakka Dukka” 23.12.2013 Partimiz, “Ergenekon Davası” Tutsağı Devrimci Gazeteci Merdan Yanardağ’la Devrimci Dayanışmasını sürdürüyor M erkez Komite Üyemiz ve İzmir İl Başkanımız Av. Tacettin ÇOLAK ile Ankara İl Sekreterimiz Av. Doğan ERKAN Yurt Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ ile Muğla E Tipi Cezaevinde görüştü. Merdan Yanardağ ile yaklaşık iki saat görüşen yöneticilerimiz, cezaevi çıkışında şu açıklamayı yaptılar: Merdan Beyi, ülkemizin Ortaçağın karanlığına götürülmesine itiraz ettiği için tutukladılar. O, keskin kalemiyle ve kıvrak zekâsıyla Emperyalizme, Faşizme ve Ortaçağcı İrticaya karşı ciddi bir mücadele yürütmektedir. Ülkemizdeki antiemperyalist, NATO karşıtı, Mustafa Kemalci, ilerici, laik, yurtsever asker ve aydınları susturmak ve etkisizleştirmek için CIA tarafından planlanan ve Cemaat-AKP eliyle uygulamaya konulan “Ergenekon Operasyonu”na karşı da ilk günden itibaren doğru tutum almış ve teşhir etmiştir. Bu duruşuyla da kendisini bu operasyona dahil ederek gözaltına almışlar ve tutuksuz yargılanmaya devam etmekteydi. Ancak O, aynı davadan yargılanıp bir biçimiyle tahliye olanlardan bazılarının yaptığı gibi korkup sinerek bir köşeye çekilmek yerine, Yurt Gazetesi gibi önemli bir mevziden Emperyalizme ve Ortaçağcılara karşı mücadelesini kaldığı yerden sürdürmeye devam etti. Emperyalistlerle Ortaçağcı güçlerin, ülkemize karşı yürüttükleri saldırıları tüm boyutlarıyla teşhir eden kitaplar yazdı. İşte bunun için kendisine yargılama sonunda 10,5 yıl ceza verilerek tutuklandı. F Tipi Mahkemeler olan Ergenekon Mahkemelerinin Merdan Yanar- dağ’ı hükümle birlikte tutuklanmaları da ayrı bir cezalandırmadır. Zira aynı davadan mahkûmiyet hükmü alıp da tutuklanmayan ve durumu Yargıtay incelemesine kalan başka sanıklar olduğu halde Merdan beyin hemen tutuklanması da intikamcı bir anlayışın ürünüdür. Çünkü Merdan Bey’in yazıları ve siyasi faaliyetleri “fincancı katırlarını” ürkütüyordu. Zaten bu davalarda yaptırım sonucunda değil sürecindedir. Öyle ya dava sürecinde birçok sanık yaşamından ve sağlığından olmadı mı? Ancak bütün bu haksız ve hukuksuzluklara karşın Merdan Bey’in inancından ve kararlılığından hiçbir öden vermeden mücadeleye devam etmesi, Türkiye Devrimci Hareketi bakımından önemli bir kazanımdır. Bu günler de geçecektir. Özellikle Şanlı Gezi Direnişi’yle düşüşün başlangıcına gelen AKP hükümeti, 17 Aralık Yolsuzluk Operasyonu ile de hızla yuvarlanmaya başlamıştır. İktidarlarını borçlu oldukları AB-D Emperyalizmi bu kez iplerini çekmiştir. İktidarda oldukları 11 yıl boyunca, tüm örgütleriyle vurgun, rüşvet, yolsuzluk ve hırsızlık batağında olanlar, iktidar olanakları ile yedi sülalesini zengin edenler artık bunların hesabını vermek durumundadırlar. Ancak bu hesap kendi hukuk bürolarına dönüştürdükleri ve hiçbir zaman bağımsız olmayan yargı tarafından değil Demokratik Halk İktidarında sorulacaktır hem AB-D Emperyalizmi ve Tayyipgillerden hem de F Tipi Cemaatten.” Kurtuluş Partili Hukukçular 8 Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 Kıvılcımlı Anması’nda Gezi Direnişi Damgası Türkiye Devrimi’nin Önderi, ömrünün 22,5 yılını cezaevlerinde geçiren, Türkiye orijinalitesini inceleyip devrimci teori alanında onlarca eser yazan ve yakalandığı kanser illetine, geçirdiği onlarca ameliyata rağmen son nefesine kadar Devrimci Kavgadan bir an geri durmayan Hikmet Kıvılcımlı’yı Halkın Kurtuluş Partisi bedence aramızdan ayrılışının 42’nci yıldönümünde İstanbul Maltepe Belediyesi Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdiği salon toplantısıyla 3 Kasım’da andı. Etkinlikte HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut Yoldaş’ın konuşmasını yayımlıyoruz. Kara deryalarda bir fenersin... Pınar Akbina Yoldaş: Şimdi Yoldaşlar kendisi övücü sözler söylememizden pek hoşlanmıyor ama kısaca şöyle diyelim: Gerçek devrimci, gerçek insan, Hikmet Kıvılcımlı Usta’mızın bayrağını bu günlere kadar en yükseklerde tutarak bizlere getiren, aynı zamanda Gezi İsyanı’nda da aktif bir şekilde öncülük eden ve “dede senin ne işin var burada” diyenlere mücadele etmeye geldim, diyen Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Sayın Nurullah Ankut sizlere hitap edecek. sek; bu yıl da ölmedik, yoldaşlar! (Alkışlar… Slogan: Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi… Halkız Haklıyız Kazanacağız…) Biliyorsunuz, düşünceler hep çağrışımlar oluşturur. Ahmet Kaya’dan söz ettik ya, eşini çok kınadım. Abdullah Gül, yani Tayyipgiller, kullanmak istediler Ahmet Kaya’yı. Onun yiğitliğini, onurunu, mücadelesini, sanatını kendi alçakça düzenlerine, çıkarlarına alet etmek istediler. Onların ödülüne ihtiyacı yok Ahmet Kaya’nın. Nurullah Ankut Yoldaş: Sevgi ve saygıdeğer yoldaşlarım, Öncelikle isterseniz uzunca bir aradan sonra ilk karşılaştığımızda yoldaşlarımın sorduğu soruyu yanıtlayarak başlayayım. Bu cevabım Ahmet Erhan’ın bir dizesinden çağrışımla olsun. Tanıyoruz değil mi Ahmet Erhan’ı? Tanıyoruz. Şair. Dinleyici: Yakın zamanda öldü Hoca’m. Nurullah Ankut Yoldaş: Evet. Sevindim bilmenize. En meşhur şu şiirini de biliyor muyuz? Yine geçen haftanın önemli gündemlerinden birini oluşturan, sesine ve yorumuna hayran olduğum ve eşsiz bulduğum Ahmet Kaya… (Alkışlar…) Ahmet Kaya’nın Şarkılarını söyleyen sanatçıların da gerçek anlamda onu anlamadığını düşünüyorum. Eğer gerçek anlamıyla anlasalar Ahmet Kaya Şarkılarını okumaya asla cüret etmezler. Çünkü hiç kimsenin Ahmet Kaya Şarkılarını onun gibi okuyamayacağını bilirler o zaman. Ahmet Kaya Şarkıları okunmaz. Dinlenir… (Alkışlar…) Ne diyordu o meşhur şarkısında Ahmet Kaya, Ahmet Erhan’ın bir şiirini besteleyerek BUGÜN DE ÖLMEDİM ANNE Yüreğimi kalkan bilip, sokaklara çıktım Kahvelerde oturdum, çocuklarla konuştum Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum Bugün de ölmedim anne Kapalıydı kapılar, perdeler örtük Silah sesleri uzakta boğuk boğuk Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük Bugün de ölmedim anne Üstüme bir silah doğruldu sandım Rüzgâr, beline dolandığında bir dalın Korktum, güldüm, kendime kızdım Bugün de ölmedim anne Bana böylesi garip duygular Bilmem niye gelir, nereye gider? Döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar Bugün de ölmedim anne. Buradan, genç denebilecek bir yaşta, 56 yaşında, kaybettiğimiz değerli ozanımızın şiirinden hareketle söyler- (Alkışlar…) Üç ayda bir kontrole gidiyoruz ve tahlil sonuçlarına bakan doktorlar “Bu değerler bizim için çok iyi amca. Kontrole devam.” deyip gönderiyorlar bizi. Yani kanser kardeşle aramız iyi gidiyor şöyle… Soldaki savrulmalara rağmen biz devrimci değerleri sonuna kadar savunacağız! (Alkışlar…) Ona ödülü halklarımız vermiş. Türk ve Kürt Halkları verdi ona ödülü. Başka ödüle ihtiyacı yok. Başka her ödül, Ahmet Kaya’nın mücadelesine, kişiliğine, anısına, hele onların vereceği ödül, bir saldırıdır. Ama bilinçsizlik işte, yoldaşlar. Bilinçsizlik, ne edersiniz… Yine sinevizyondan değerli sanatçı- mız, devrimci, yürekli sanatçımız Tuncel Kurtiz’i izleyince, 8-10 yıl kadar önce bir televizyon kanalında izlediğim bir röportajı, konuşması geldi aklıma. Diyordu ki: 12 Eylül Faşizminden sonra biz yurtdışına çıktık. Uzun yıllar dışarıda kaldık, orada sanat yaptık, tiyatro yaptık, sinema yaptık, sonra yurda döndük. Faşizm öncesinde yani 12 Eylül öncesinde bize, “Tuncel Abi bizden değildir. (Cümle aynen böyle.) Ama bizim için gereklidir, bizim işimize yarar, bize lazımdır, derlerdi” arkamdan. Uzun yıllar sonra yurda döndük. Aynı arkadaşlarla karşılaştık. “Ya Tuncel Abi artık bireysel özgürlükleri öne çıkarmak lazım. Zaman değişti artık, bunlara öncelik tanımak lazım”, dediler. Şaşırdık kaldık tabiî biz. Yani böyle mi oldu Türkiye dedik, diyor. Yani yoldaşlar, işte 12 Eylül sonrası, bizim Sevrci Soytarı Sahte Sol dediğimiz solun nasıl dönüştüğünü, devrimcilikten uzaklaştığını böyle netçe görüp gösteriyordu, Tuncel Kurtiz. “Katil Amerika”, diyor. Evet, onu demekten vazgeçtiğini ve bireysel özgürlükleri savunmamız gerekir artık, dediklerini dile getiriyordu. İşte bunu diyenler en son geçen HDP’yi kurdular. Tüzüklerine baktım internetten, bir kere emperyalizm diyor o da soyut. Kim? Hangi emperyalizm? Belli değil. Başka da geçmiyor. Programlarını bulamadım. Zaten Programla Tüzüğün ayrımını da bilmiyorlar. Tüzüklerini program içeriğinde oluşturmuşlar. Yani bakıyorsunuz her konuşma ve yazılarında tekrarladıkları zırvalamalar. Ne antiemperyalizm var ne de antifeodalizm var. Malum teraneleri yani yoldaşlar. Onları sıralıyor. Tuncel Kurtiz dönünce yadırgıyor. Okuduğu şiirde de, onlar gibi olmadığını, 12 Eylül öncesinin değerleri neyse yani Mustafa Suphi’lerin, On Beşler’in, Kıvılcımlı’ların, Mahirler’in, Denizler’in savunduğu değerler neyse onları savunmaya devam ettiğini gösteriyor, yoldaşlar. Bugün de onları kararlılıkla savunmaya devam eden tek hareket biziz. (Alkışlar…) Vietnam’da emperyalizme karşı destansı mücadele Yine yoldaşlar, geçtiğimiz hafta mıydı? Ondan önceki hafta, ünlü Generalimiz Vo Nguyen Giap’ı kaybettik. Fransız, Japon, Amerikan Emperyalizmini hezimete uğratan ve ülkesinden kovan bir ordunun generalini kaybettik, yoldaşlar, 102 yaşında. Bizim gençliğimizin efsanesiydi General Giap. Çünkü dünyanın başhaydut devletleri, Vietnam gibi küçük bir ülkeye ve nüfusu az bir halka saldırıyor, bütün teknolojik, gelişkin silah makinelerine rağmen hezimete uğrayıp defolup gidiyorlar. Ve ABD Emperyalistleri bugün bile General Giap’tan yedikleri tokadın acısını unutabilmiş değiller. Onun şokundan kurtulabilmiş değiller. Bu işin olumlu yanı, yoldaşlar. Ama işte olaylar hep diyalektik. Bir de aynı oranda acı veren, hüzün veren, insanın içini sızlatan yönü var. 16 gün önceki Cumartesi “Ulusal Kanal”da Can Ataklı, Halil Nebiler bir program yapıyor. Ali Fatinoğlu diye bir işadamını çıkarmışlar. Şu anda da CHP’den Bakırköy belediye başkan aday adayı… Şöyle bir gezinirken gözüme çarptı. Dedi ki: “Ben Abidin Nesimi’nin oğluyum.” Abidin Nesimi deyince birden dikkatimi çekti, kıdemli yoldaşlarımız bilir; Abidin Nesimi saygıdeğer, mücadeleci bir devrimci aydınımız. Kitapları da var, 6-7 tane de devrimci kitabı var Abidin Nesimi’nin. Banyo malzemeleri, radyatör ve boru üretiyormuş, Ali Fatinoğlu. Başladık, geliştirdik işi, falan dedi. Şimdi pek çok ülkeye ihracat yapıyoruz, dedi. Sağlam iş yapalım, para arkasından gelir, dedik; öyle de oldu, para da geldi, zenginledik. Dünyanın gezmediğim ülkesi kalmadı. Her ülkeyi gezdim, dedi ve Vietnam’dan söz etti. Vietnam’a da gittim, dedi. Hatırlayacağımız gibi, 10 yıl savaştılar, hatta 12 yıl, Amerikan Emperyalizmiyle; 1963’den 1975’e kadar. Vietnam Halkı 3 milyon insanını kaybetti, yoldaşlar. 59 bin de ABD askeri öldü bu savaşta. Uçaktan, B52 ağır bombardıman uçakları denilen bir uçakları var, onlarla günlerce, aylarca, yıllarca döğdü Vietnam’ı. Ve Vietnam’a atılan bombaların miktarı, İkinci Dünya Savaşı’nda tüm tarafların kullandığı bombaların miktarının tam üç katı, arkadaşlar. Bu kadar vahşiyane, zalimane, insanlık dışı, hayâsızca bir acımasızlıkla döğdü Vietnam’ı. Ama savaştı ve yendi Vietnam Halkı. Ormanlarda savaştılar, o savaştıkları yeri gezdirdiler bana, dedi Ali Fatinoğlu. Ormanın içinden üzeri ağaç dallarıyla, yapraklarla, kurumuş otlarla kamufle edilmiş tüneller var, oradan çıkıyor ABD askerlerini vuruyor, gizleniyorlar, dedi. ABD askeri hasbelkader orayı buldu, oradan yanlamasına tünel kazmış. Ondan sonra orada da kalmıyor, yeniden aşağıya doğru tünel kazmış. Ondan sonra yine yandan tünel kazmış. Yani ABD askeri oraya inip ateş ederse vuramıyor Vietnamlı savaşçıyı. Yani böylesine ormanların altını tünellerle donatarak Amerikan Ordusu’nu yendiler. O zamanlar, bir de ABD’li namuslu bir kadın gazeteci (Martha Gellhor) gitmişti Vietnam’a; dönüşte gördüklerini anlatmıştı. Diyordu ki: Napalm silahı insanın etlerini eritirmiş, dediler. Ya bu nasıl olur? İnsanı bir gaz, zehir, öldürürse öldürür, boğar öldürür ama etini nasıl böyle jel gibi eritir? Bu nasıl olur? derdim. Gittim gördüm ki napalm kurbanlarını, o kızların, çocukların yüzlerinde hiç et kalmamış, etleri erimiş ve boyunlarını sarmış, oralarda donmuş. Boyunlarını oynatamıyor çocuklar, diyor. Bu kadar korkunç bir silah olduğunu gözlerimle görünce anladım, diyor. Yine ABD’li namuslu, aydın bir yazar var: William Blum. ABD Dışişleri Bakanlığında görevli. Yani CIA’da görevli büyük olasılıkla Vietnam savaşı süresince. Vietnam’da ABD’nin yaptıklarına tanık olunca, ben bu orduda yer alamam, diyor. Devletimin safında yer alamam. Bulunduğum yer insanlığın olduğu yer değil, diyor. Ve istifa ediyor, yoldaşlar. Bağımsız yazar olarak çalışıyor ondan sonra. “Haydut Devlet / Dünyanın Tek Süper Gücü İçin Bir Rehber” bir kitabının adı. Yine yakında yeni bir kitabı daha Türkçeye çevrildi. Say Yayınları’ndan çıktı. “Emperyalizmin En Ölümcül Silahı Demokrasi Yalanı.” Kitaptan önemli bir bölümü, arka sayfaya almışlar. Hemen okumak istiyorum: “İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana bize Batılı güçlerin komünizm tehdidi altında bulunan ve diktatörlükle yönetilen ülkelere demokrasi “ihraç etmek” için onurlu ve saygın bir mücadele verdiği söyleniyor. Bu yanılgı tamamen ortadan kalkmadıkça, insanlar emperyalizmin dünya çapında yol açtığı acıları kavramadıkça, bu canavar asla durdurulamaz. “Emperyalizmin gerçek yüzünü, onun en son kurbanlarından biri olan Muammer Kaddafi, canavarın pençesine düşmeden önce kaleme aldığı satırlarda anlatıyor (Kaddafi’nin satırları aşağıdakiler. – Nurullah Ankut): “Emperyalistler beni öldürmek, ülkemin bağımsızlığını yok etmek, bizim parasız iskân, sağlık hizmeti, eğitim ve beslenme sistemlerimizi ortadan kaldırarak bunun yerine adına ‘kapitalizm’ denilen Amerikan usulü soygunu getirmek istiyor. Ama biz Üçüncü Dünyalılar bunun ne anlama geldiğini biliyoruz. Bu, şirketlerin ülkeleri, dünyayı yönetmesi ve insanları yoksullaşması demektir. Bu yüzden benim başka seçeneğim yok. Direnmek ve Allah’ın izniyle bu uğurda ölümü göze almak zorundayım.” Gerçekten de Muammer Kaddafi sözünün eri çıktı, yoldaşlar. Ve direndi, ölümü göze aldı. Ölümsüz devrimci Chavez ne dedi? “Bir şehittir Muammer Kaddafi”. Ama bizim en büyük silahları din sömürüsü olan alçaklar, yerli uşaklar ne dedi? Alkışladılar. Dünya bir diktatörden kurtuldu dediler,. Tam da efendilerinin ağzıyla… “Berlin Duvarı’nın yıkılışından on yıl geçtikten sonra (William Blum anlatıyor – N. Ankut)) ABD hâlâ ülke- leri ve halkları şu ya da bu tehlikeden kurtarmaya devam ediyor. Puantaj kartında yazan şudur (yani ABD’nin puantaj kartında – N. Ankut): ABD 1945’ten yüzyılın sonuna kadar tam 40’ın üzerinde yabancı hükümeti devirmeye, dayanılmaz baskıcı yönetimlere karşı mücadele veren 30’un üzerinde halkçı ya da milliyetçi hareketi ezmeye çalıştı. ABD bu yüzden milyonlarca insanın yaşamını kaybetmesine sebep oldu ve gene milyonlarca insanı acı ve umutsuzluk içinde yaşamaya mahkûm etti. “1999 yılı Nisan ayında Washington DC’de ben bu satırları yazarken ABD Yugoslavya’yı bombalıyor. Modern ve gelişmiş bir toplumu sanayileşme öncesi çağa geri gönderiyor. Büyük Amerikan Toplumu, sonsuz iyi niyetiyle, hükümetinin hareketinin arkasındaki itici gücün insani düşünceler olduğuna inanıyor. “Washington, birçok yabancı devlet adamını üç gün süreyle ağırlayarak, NATO’nun kuruluşunun 50. yılını daha önce hiç görmediğimiz kadar debdebeli ve şaşaalı törenlerle kutladı. Devlet başkanları, başbakanlar, bakanlar; konumu ve rütbesi ne olursa olsun herkes, okulun kabadayısının en yakın dostları arasında bulunduğu için mutluydu. (Bizim Tayyipgiller de oradaydı, yoldaşlar. – N. Ankut) Bu gösterişli hafta sonu etkinlikleri büyük şirketler tarafından finanse edildi. Bunlardan 12’si NATO zirvesinin ev sahipliği komitesinde birer yöneticileri tarafından temsil edilmeleri için 250’şer bin dolar ödediler. Bu şirket temsilcileri Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya’nın örgüte katılmasıyla NATO’nun genişlemesi için lobi çalışmaları yaptılar. Bu ülkelerin her biri, bu şirketlerden büyük miktarlarda askeri malzeme alacaktı. “NATO ile ulusaşırı şirketlerin evliliği, George Bush tarafından Yeni Dünya Düzeni olarak adlandırılan Amerikan İmparatorluğunun temel kurumlarından biridir. Yeni Dünya Düzenin saygınlığı, insanlığın büyük bir bölümünün Yeni Dünya Düzenin daha iyi olacağına inanmasına bağlıdır. Yalnız hiçbir şeyle doymayıp daha fazlasını isteyenler için değil, herkes için daha iyi olacağına ve Yeni Dünya Düzeninin lideri olan ABD’nin samimi olduğuna inanılması gerekir.” (William Blum, Haydut Devlet, Yenihayat Kütüphanesi, İstanbul, 2006, s. 14) Bundan sonraki sayfalarda, ABD’nin bu savaşlarda yüz binlerce askerini bile uranyumla ve zehirli kimyasallarla zehirlediğini anlatıyor, yoldaşlar. Yani kendi askerine, halkına bile acımayan bir emperyalist nasıl başka ülkelerin halklarına acır, diyor? *** Vietnam’da Sosyalist İnsan yaratılamadı Şimdi Ali Fatinoğlu’na dönersek, yoldaşlar. Diyor ki; ABD’ye karşı böylesine büyük acılar çekerek, kayıplar vererek mücadele eden bir ülkenin insanları bugün Amerikan hayranı. Nasıl insanın yüreğine hançer gibi saplanmaz yoldaşlar bu cümle? 9 Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 Kıvılcımlı Anması’nda Gezi Direnişi Damgası General Giap Bizzat tanığım, gördüm, diyor. Ben de 10 yıl kadar önceki bir belgeselde izlemiştim de, insan böyle sağlıksız şeyleri duyunca hani yok saymak ister. Psikolojik bir savunma mekanizmasıdır bu. Bastırmak denir buna psikolojide. Şehirleri geziyor, 20-25 yaş arasında bir gence soruyor; “Amerika?” diyor: “Number One (Bir Numara)” diyor genç. Yani belki tekil bir örnek filan diyerek, ben o zaman düşüncemden uzaklaştırdım. Bu adam bizzat beni gezdirdiler, diyor. (Slogan… Kahrolsun emperyalizm yaşasın sosyalizm… Alkışlar…) Gökdelende oturanlar mutlu bir yaşam sürüyorlar. İşleri, gelirleri iyi, diyor. Onun sadece 100 metre ilerisinde nehir akıyor, suyu simsiyah, diyor. Nehrin üzerinde ve kenarında barakalarda yaşayan insanlar gördüm, korkunç sefalet içinde, diyor. Onlarla konuştum, diyor. Burada yaşayanlara niye bir şey demiyorsun? Niye biz böyleyiz de siz öylesiniz demiyorsun? Hani babası sosyalist ya… Her ne kadar İşadamı da olsa bilinçaltında yahut aklının bir köşesinde yahut ruhunun bir köşesinde onlar var; babasının aşıladığı sosyalist inanç var. O yoksul insanlar Budistlermiş, o dini inanca sahipmiş. Buda’nın öğretisine göre ben bu dünyaya, bu yaşamımda yoksul geldim, bu yaşayışı yaşayıp öleceğim. İkinci kez dünyaya geldiğimdeyse belki ben de onlar gibi o gökdelenlerde yaşayacağım, cevabını verdi bana, diyor. Yani bizdeki din afyonun bir benzeri orada da aynı şekilde işlevini görüyor. Demek ki insanlar sosyalist bir değişim, dönüşüm yaşamamışlar. Sosyalist Teori, bilinç, inanç, kültür ve dünya görüşü verilmemiş bu insanlara. Sosyalist insan yaratılmamış. İşte felaketin asıl sebebi de bu. Sosyalist Kamp’ı oluşturan ülkeler (Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa Sosyalist ülkeleri) de bu asli görev başarılamadığı için iskambilden şatolar gibi yıkılıp gitti. Hani buradan hareketle bu halk, bu emperyalistleri İlkel Komünal gelenekleri çok canlı olduğu için yendi. Biliyoruz; koridor şeklinde, üzeri kapalı sazlardan, topraktan yapılmış uzun evler var. Ve içinde bunların bazısının 50, bazısının 100, bazısının da 250 odası var. Her odada bir aile kalıyor. Yani bu bizim Barbar Toplumlar dediğimiz İlkel Komünal Toplumların yaşayış biçimi. İşte oradan gelen, o kan bağlarının getirdiği güçle, o fedakârlıkla, o yiğitlikle, o dayanışmayla bunları yendi, bu emperyalistleri. Ama ondan sonra sanki bir Tarihsel Devrim yapmışlar gibi emperyalizmin ekonomik hegemonyasına, gücüne eğilim gösteriyorlar ve ona hayranlık duyuyorlar. Tabiî bu halkın tümü için geçerli olmaz, yoldaşlar. Mustafa Yoldaş’la konuştuk, köylerde hâlâ devrimin o heyecanını taşıyan, inancını taşıyan insanlar var. Ama esas ülkeyi yönetenler yani devlet mekanizmasını elinde tutanlar ABD’yle böylesine sıcak ilişki içerisindeler. Başta spor ayakkabılar olmak üzere teknoloji gerektirmeyen ABD’nin pek çok ürünü Vietnam’da üretiliyor. “Nike” bunların en önde geleni ya da benim bildiğim, yoldaşlar. Demek ki yoldaşlar… Bir Dinleyici: General Giap muhalifti Hoca’m. Nurullah Ankut Yoldaş: Evet muhalifti, muhalifti yoldaşlar, evet. Ama o da ne yazık ki tek bir kişi. Ve gene ga- zetemizin (Kurtuluş Yolu’nun) son sayısında okuyan arkadaşlarımın gördüğü gibi, Mustafa Kemal’e de hayran General Giap. Biz Kemal’i izliyorduk, diyor. Usta’mız boşuna demiyor; “Tüm mazlum milletlerin emperyalizme karşı ilk zaferi” diye Çanakkale Zaferi için. Kurtuluş Savaş’ımız için ilk zaferle sonuçlanan Antiemperyalist Kurtuluş Savaş’ı diye. Nehru’dan, Gandi’den Giap’a, Afganistan Kralı Emanullah Han’dan Mao Zedung’a kadar tüm sömürge halklar ve önderleri bayram ediyorlar bizim zaferimiz üzerine. Ama işte böylesine büyük kahramanlar bile ülkelerinin böyle emperyalizmin, ne diyelim, bir anlamda yedeğine takılmasına engel olamıyorlar. O zaman son derece dikkatli olmak gerekir. İktidara geldik, Sosyalist Ekonomiyi örgütledik; görevimiz bitti dememek gerekir asla. Burada çağrışım oldu: Mao, M. Kemal’e ve bizim Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mıza hayran. Ondan dersler çıkarıyor. Ve kurtarılmış bölgelerde okutulan ders kitaplarına koyuyor, M. Kemal’i ve Kurtuluş Savaşı’mızı, Lenin’le ve Ekim Devrimi’yle birlikte. Bizdeki kofti Maocular, Kaypakkayacı vb. ise M. Kemal’e ve Birinci Kuvayimilliye’ye düşman. Ne diyelim? Her zaman dediğimiz gibi, Allah yardım etsin bunlara… Prensipte bükülmezlik, taktikte kıvraklık! Sosyalist Kamp niye çöktü? İşte aynı benzer durumlardan çöktü. Demek ki iktidara gelen; günlük rutin işleri yaparım, benim sorumluluğum bu, gerisi beni ilgilendirmez, herkes kendi sorumluluğunu yerine getirsin, derse işte bu ölüm demektir, yoldaşlar. Partimizin kurulduğu gün çok kısa bir konuşma yapmıştım Genel Merkezimizde, birkaç kez de o konuşmadan söz ettim. Dedim ki; en kıdemsiz yoldaşımız bile kendini benim yerime ko- Mareşal Fevzi Çakmak yar ve benim duyduğum sorumlulukla, sadece kendi bölgesini değil tüm ülkeyi izler, gözler, dert edinir ve ona çözümler üretirse işte o zaman başarılı oluruz. Başarılı olmamızın şartı bu, demiştim. Bunu yapmazsak başarılı olamayız, demiştim. İşte bu yapılmadı, yoldaşlar. Sovyetler ve Sosyalist Kamp’ta da yapılmadı, Vietnam’da da yapılmadı, Çin’de de bu yapılmadı. Hayat durup dinlenmeden akıyor, onu her an gözlemek gerekir, devrimci diyalektikle gözlemek gerekir. Devrimci diyalektiğe göre olaylar her an zıddına dönüşerek gelişir. Sebep sonuç ilişkileri içinde birbirini üretir ve birbirine de bağlıdır. İşte bunları dikkatle izleyip hangi sebeplerden ortaya çıktıklarını ve nereye yöneldiklerini izlemezsek hayattan koparız. O zaman mantığımız ve metodumuz Marksist-Leninist ya da devrimci diyalektik mantık ve metot olmaz. Ya Ortaçağ kilise skolastik mantığı olur ya da modern burjuva metafizik mantığı olur. O zaman gerçek devrimciler olmayız. Usta’mızın deyimiyle “Marksizm Kalpazanları” oluruz. İşte Sovyetler’de de, Sosyalist Kamp’ta da ne acıdır ki, Vietnam’da da, Çin’de de General Giap gibi birkaç sorumlu elbet de vardır eski kuşaklarda ama devlet yöneticilerinin diğer ezici büyük çoğunluğu artık gerçek anlamda MarksistLeninist değil. Marksizm kalpazanı. O zaman emperyalizmin oyuncağı olursun… Yine Usta’mız “Leninizm Ne- dir?”de anlatır, en önemli özelliklerinden biri: prensipte bükülmezlik, taktikte kıvraklık, sürat, kararlılık. Diyalektik bakın. İkisi birbirinin ne kadar zıddı? Prensipler nelerdir? Nihai amacımız, Fidel’in deyimiyle dünyanın tek bir sosyalist aile olması. Bu yöne doğru tarihin akışını gören birer insan olarak, insanlığının sorumluluğunu, hakkını veren insan olarak, onun hızlanması, bir an önce gerçekleşmesi için mücadele etmektir. O kavgada ön safta yer almamızdır. Yani ona göre düşünüp davranmamızdır. Tabiî bu nihai amaç. Ondan önceki aşamalara ilişkin pek çok prensiplerimiz var. Leninizm için prensip neydi? Marksizmdi, Marks-Engels Usta’ların ürettikleri Marksizmdi, yoldaşlar. Usta’mız ne diyor Marks için? Çağdaş Musa, diyor. Biz de bu olağanüstü gerçekçi özdeyişi devam ettiriyoruz ve diyoruz ki: Engels ve Lenin Çağdaş İsa’dır. Kıvılcımlı ise Çağdaş Hz. Muhammed’dir. İnsanlığın yarınına nasıl gidilecek? Yarını ne olacak? Onu gösteriyor bu önderler, bu Ustalar. Lenin için de birincil önemdeki prensip; Emperyalizm Teorisi’dir. Marks’ın zamanında yoktu emperyalizm. Bu aşamaya gelmemişti kapitalizm. O yüzden 70’lere 1870’lere kadar Marks-Engels hep Avrupa’da bir Sosyalist Devrim beklediler. İşçi Sınıfının en güçlü olduğu, başta İngiltere gelmek üzere, Avrupa ülkelerinde beklediler. Ama 1870’den sonra baktılar ki devrimci bunalımların ve potansiyelin, birikimin yönü Doğuya kayıyor, onu hemen kavradılar. Marks o yaşında Rusça, Farsça öğrenmeye girişti; buradaki, Doğudaki bu gelişimi, yeni oluşumu kavramak bizzat ana kaynaklarından öğrenmek için. Ama ömürleri yetmedi. Zaten bedence de tükenmişti Marks. O denli yoğun çalışıyordu ki... Kapitalizmin geldiği bu yeni aşamayı çözümlemek Lenin’e nasip oldu. O çözümlemeyle; artık emperyalizmin sömürgesi, yarısömürgesi durumunda bulunan ülkelerde de devrim öncelikli olarak gündeme gelmiştir, dedi, Lenin. Dünyanın en büyük devrimini o sayede, o öngörüyle yaptı. Gene Devlet Teorisi, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Proletarya Diktatörlüğü Teorisi, Çalışma Tarzı vazgeçilmez prensipler bunlar. Ama onun dışında hayat her an akar, değişir. Ona uygun taktikler üretmek, yönelişler belirlemek gerekir. İşte bunları yapamadıkları için taşlaştılar Lenin sonrasının Sovyet yöneticileri, dondular. Dikkat ederseniz daha önceki konuşmalarımda da Sovyetler’in son dönemi için “hayvaniye devleti” terimini kullandım. Yani hayvanların yönettiği devlet kadar katı, kavrayışsız, anlayışsız, donuk, robotlaşmış devlet yöneticileri vardı. Onlar yönetiyordu Kazım Karabekir bu devleti. O yüzden çürüyüp çöktüler. İşte ondan sakınmak lazım. Ülkede devrim yaptık, tamam burada sosyalist ekonomiyi inşa ettik, bizim sorumluluğumuz ülkemizde yerine geldi, dediğimiz anda çürüme başlar. Çünkü bu hareketin özü; uluslararası bir harekettir. Emperyalizm ve kapitalizm yani ölüm çağındaki kapitalizm olan emperyalizm dünyada yok olmadığı sürece, hiçbir sosyalist ülke ve hareket için tehlike ortadan kalkmış, bitmiş sayılmaz. Her an gündemdedir tehlike. İşte bunu göremedikleri için bu hale geldiler. (Slogan… Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi… Alkışlar…) Tarihimizden kesitler… Birinci Kuvayimilleyecilerin ve sermayenin çatışması Çağrışımlarla programımızın dışında bunları söylemiş bulundum. Şimdi programa göre dün yaptığım şemayı izlersek… Pınar Yoldaş’ımızın da, Ali Başkan’ımızın da konuşmasında belirttiği gibi, geçtiğimiz bir yıl içinde dünyada, bölgemiz Ortadoğu’da ve ülkemizde Tarih olağanüstü şekilde hızlı aktı. Bunlardan öncelikle söz etmemiz gereken, tabiî hepimizin ilk-en önce aklına geldiği gibi, Taksim Gezi İsyanı’mızdır, yoldaşlar. Bu İsyan, Antiemperyalist İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın üçüncü basamağıdır. İkinci Kurtuluş Savaşı’mız, 1954’de Usta’mız Vatan Partisi’ni kurduğu anda başlamıştır. Birinci basamağı nedir? 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi’mizdir. Bu devrimimizi, sivil ve ağırlıklı olarak asker gençliğimiz gerçekleştirmiştir. Bu devrim, Usta’mızın Tarih Tezi’nin bir parçası olan Ordu Gençliği’mizin Devrimci Geleneği’nin hep sürmekte olduğunu apaçık bir şekilde ortaya koymuştur. Böylece Usta’mızın teorisinin ne kadar gerçekçi olduğunu, bir kez daha somut biçimde göstermiştir. Çünkü Usta’mız. Ordu Gençliği’ne dışarıdan bir Devrimci Gelenek yüklemiyor. Tam tersine onda bulunan ve kökleri 600 yıl geriye, tâ Osmanlı’nın kuruluşuna kadar uzanan bir devrimci geleneğin varlığını keşfediyor ve onu teorileştiriyor… Yeni kuşaklar bilmez, 27 Mayıs’ı… “Ne getirdi ki bu hareket, devrim sayılsın?” der, kimileri. Hâlâ makalelerinden, kitaplarından referans verilen aydın geçinen, yazarçizer geçinen, okumuş geçinen ve “27 Mayıs Devrim değildir” diyen, bir sürü insan var. 27 Mayıs’a kadar Türkiye’de komünistlerin sayısı 200’ü bulmaz. Ortalaması, 1951 tevkifatında da gördük, 150-200 arası. Onun da hepsinin peşinde üçer beşer polis var. Sabah evinden çıktığı andan itibaren takibe alıyorlar her birini. Diyelim ki bakkala uğradı, kunduracıya uğradı, manava uğradı. Hemen arkasından, polis damlıyor buralara: “Bu kişi, komünisttir ha… Tehlikeli, bununla alışveriş yapma… Sonra başın belaya girer. Bizden söylemesi” Herkesi böyle korkutuyorlar ve da kışkırtıyorlar, devrimcilere karşı. Böylelikle de tecrit ediyorlar halktan. Akşam evine dönünceye kadar izleyip kendi evlerine gidiyorlar. Sabah da yeniden aynı işe devam… Böylece Sosyalizm kitlelere yayılamıyor. Boğuyor sosyalist hareketi, yerli-yabancı Parababaları düzeni. Hatta yoldaşlar, Onbeşler’i katleden biliyorsunuz Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak ve onun da gerisinde bulunan Tefeci-Bezirgân Sermayedir. Mustafa Suphi ve Onbeşler’i katleden… Bunlar etkinliklerini hiçbir zaman kaybetmediler. İzmir Suikastı’nda Mustafa Kemal’i ortadan kaldırmaya niyetlendiler. Hepsi biliyor, İsmet Paşa hariç, suikastın yapılacağını. Bir kısmı yakından biliyor, bir kısmı duyum şeklinde biliyor ama “olursa iyi olur”. Hepsinin görüşü bu. Yani Giritli balıkçı son anda panikleyip İzmir Valisi… Ne Dirik, yoldaşlar?.. Dinleyiciler: Kazım Dirik. Nurullah Ankut Yoldaş: Kazım Dirik’e-Vali Paşa’ya ihbar etmese, Mustafa Kemal gümbürtüye gidecek tâ 1926’da. Mustafa Kemal de hepsini bir hizaya çekiyor bu davada, suikast davasında ama ordudaki dengeleri gözeterek onları ortadan kaldırmaya gücünün yetmeyeceğini görüyor. Hizaya gelin, bir daha davranırsanız kelleniz gider, mesajını vererek bırakıyor. Nitekim onlar da hizaya geliyorlar, arkadaşlar. Ama ordu ellerinde. Ve sınıf temelleri de güçlü. Tefeci-Bezirgân Sermaye zaten hep güçlü… Üstelik de artık yerli Finans-Kapital de oluşmuş durumda o yıllarda. Usta ne diyor? Birinci Milli Kurtuluş’la sadece tepesi koptu Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının. Tepesi neydi? Hilafet ve Saltanat. Birinci Kuvayimilliye’de o koptu ama tabanı, gövdesi, kökü olduğu gibi kaldı, diyor; “Cumhuriyet Bayramı nedir?” adlı makalesinde. Usta’mızın makalesini yoldaşlar bir kez daha okursak görürüz... O kök hemen yeniden uç veriyor. Mustafa Kemal’i sonradan Çankaya’ya hapsediyorlar, yoldaşlar. Usta’mızın deyimiyle altın bir tabut içinde çürütüyorlar orada. Usta’mız aynen, “altın bir tabut içinde katlettiler”, diyor. Bir de Finans-Kapital var tabiî Tefeci-Bezirgân Sermayeyle kaynaşan. O kim? Tefeci-Bezirgân Sermayenin kodamanları, Cumhuriyet öncesinin komprador burjuvazinin kodamanları ve büyük emlak sahipleri kaynaşarak Anadolu burjuvazisiyle beraber, yerli Finans-Kapitali oluşturuyorlar. Onların da gözü hep Batı’da… Bugün Vietnam’da olduğu gibi mesela… Vietnam’da bile olduğuna göre… Kaldı ki orada bir sosyalist devrim aşamasına gelinmişti. Buradaki yani bizde olan burjuva devrimi… Ve öylesine kuşatıyorlar ki Mustafa Kemal’i; Kıvılcımlı Usta son hizmetini, İsmet İnönü’yü başbakanlıktan almakla yaptı FinansKapitale, diyor. Ne için alıyor İsmet İnönü’yü başbakanlıktan? İnönü, toprak reformu gevelediği için. İsmet İnönü demek ki, Tefeci-Bezirgânlığın köküne doğru yani en azından köylerdeki köküne doğru Celal Bayar yani ağalığa doğru bir hamle yapacak, vuruş yapacak ona izin vermemek için Mustafa Kemal’i kışkırtıyorlar, başbakanlıktan aldırıyorlar. Yerine kimi getiriyor başbakanlığa? Deutschebank’ın eski memuru Celal Bayar’ı. Ordu kime? Fevzi Çakmak’a emanet. Meclis başkanlığı kime? Kazım Karabekir’e emanet, yoldaşlar. Artık tamamen yönetim Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân Sermayenin temsilcilerinin eline geçmiş oluyor. Sadece tepede göstermelik olarak Mustafa Kemal sağ kaldıkça, kalıyor. Ama Çankaya’da bir anlamda tutsak olarak: Etkisiz ve yetkisiz… Mustafa Kemal sonrasında onun yerine İsmet Paşa geliyor bildiğimiz gibi. Ordu ve CHP onu getiriyor Cumhurbaşkanlığına. M. Kemal’in tercihi o olmamasına rağmen. O da görünüşte ülke yönetiminde söz sahibi olabiliyor. Ama taban tümüyle ele geçiriliyor. Zaten büyük umutlarla kurulan Köy Enstitüleri’ni bile koruyamıyor İsmet Paşa. Ne zaman kuruldu? Öğretmen yoldaşlarımız bilmeli bunu… Dinleyiciler: 1940’da Nurullah Ankut Yoldaş: 40. Ay? Dinleyiciler: 17 Nisan Nurullah Ankut Yoldaş: 17 Nisan. Kutlarım yoldaşlarımı. 12 Eylül Faşist Diktatörlüğü öncesinde öğretmenlerin bayramı 17 Nisan’dı. Bizim gerçek öğretmenler günümüz yine 17 Nisan, yoldaşlar. Orada, devletin hazinesinden bir kuruş çıkmadan, yoksul köy çocukları 10 Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 Kıvılcımlı Anması’nda Gezi Direnişi Damgası okullarını yapıyorlar, üretim araçlarını yapıyorlar, kendi geçimlerini, giyimlerini üretiyorlar ve çağdaş kültürle donatılarak kendi köylerine ya da başka köylere gönderiliyorlar. Ve hem çağdaş kültürle yani tüm Batı klasiklerini okuyorlar, hem de, üretim tekniklerini öğrenerek, kavrayarak köylerine gidiyorlar. Yani ağalığın elinden halkı kurtarmaya, köy çocuklarını, halk çocuklarını kurtarmaya çabalıyorlar. İşte buna izin vermiyorlar, yoldaşlar. Özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrası, 1945 sonrası, yoldaşlar. Bir CIA Oyunu: SSCB Notası Burada yine aceleyle not aldığım, karaladığım diyeyim daha doğrusu, satırlarımı okuyayım. Bazen kelimeleri, kendi yazdığım kelimeleri ben okuyamam Mustafa Yoldaş okur. Sabah da oğlum Şahin takıldığım kelimeleri okuyuverdi. Hayati Asılyazıcı 6 Ekim’de “Ulusal Kanal”da Sabahattin Önkibar’ın sunduğu “Alternatif” adlı programdaydı. Namuslu bir aydın. Aynen söyledikleri; 1945’de savaş yeni bitmiş. Diyor ki, babam Almanca bilir- Hayati Asılyazıcı di. Savaşın Almanlar tarafından kaybedileceğini, Alman radyolarını izlediğimiz için tahmin ediyorduk, diyor. Bekliyorduk, diyor Hayati Asılyazıcı. Ben o zamanlar daha gencim. Genç bir çocuk sayılırım, yahut çocukluktan gençliğe yeni adım atan biriyim. Radyoda akşam haberlerini sunan Nurettin Artam, akşam program yapıyor, bir anda haberi kesti; şu anda aldığımız bir Sovyet notasını sizlere okuyacağım, dedi diyor. Kulaklarımla duydum ben bunu. Ve Sovyetler Birliği bizden; Kars, Ardahan ve Boğazlar’ı istiyor verdiği bir notayla. Donduk kaldık, diyor. Yani Birinci Kuvayimilliye’de böylesine bize yardım eden, böylesine dostluk gösteren, Atatürk’ün bile büyük hayranlık duyduğu ve dostluğuna sadakatle bağlı olduğu bir ülke bize bunu nasıl yapar? Diye düşündük, diyor. Tabiî H. Asılyazıcı “Atatürk” diyor. Biz Mustafa Kemal diyoruz, çünkü ikisi farklı kişiler, yoldaşlar. Mustafa Kemal bu. (Kuvayimilliye sürecindeki kalpaklı M. Kemal resmini gösterir. – y.n.) Atatürk ise burada. (Salon’un yan duvarındaki takım elbise içindeki çökkün Atatürk resmini işaret eder. – y.n.) Ne kadar farklı değil mi? 15 senede bir insan bu kadar çürütülebilir mi? Finans-Kapital eline düşerseniz çürütür. Bakınız burada, Armstrong’un deyişiyle “Bozkurt”. Burada ise artık 70 yaşında, işi bitmiş, koltuğunda gazete okuyan yahut yiyip içmekle uğraşan bir ihtiyar görünümünde. İkisi çok farklı. Düşünüş de farklı, kavrayış da farklı, dünya da farklı. Onları anlatmıştık daha önce. Usta’mız da anlatmıştı, yoldaşlar. Yani Usta’mızın deyimiyle, burada altın tabut içinde ruhen öldürülmüş, arkadaşlar. Mustafa Kemal ne diyordu? Lenin’in önderliğindeki Sovyetler ülkesi yardım etmeseydi, başaramazdık, diyor. Onu inkâr etmek suçtur, diyor. Böylesine bize yardımda bulunmuş, kardeşleşmiş bir ülke. Donduk, kaldık, diyor Hayati Asılyazıcı yukarıdaki programında. Ve onun hemen arkasından “Amerikan Barış Gönüllüleri” pıtrak gibi Türkiye’nin her tarafında bitti, diyor yoldaşlar. 1946’da, Amerika’nın meşhur Missouri zırhlısı yani savaş gemisi İstanbul limanın ziyaret eder. Bir sene içerisin- de hazırlanır insanlar. Amerikan hayra- kadaşlar. Siz de bakabilirsiniz. Bu kişi nı haline getirilir ve İlhan Selçuk da 27 Mayıs Politik Devrimi sonrası heanlatır o günleri bamen Türkiye’ye zen makalelerinde. geliyor. Birleşmiş Yani insanlar hayMilletler’deki Türranlıkla böyle gidip kiye’nin Daimi geziyorlar zırhlıyı. Temsilciliği görAmerikalı askerleevini bırakıp Türri, bahriyelileri kiye’ye geliyor ve hayranlıkla izliyorKurucu Mecliste lar. Yani o hale geyer alıyor. tiriliyor insanlar bir Bakın ABD niyıl gibi kısa bir süye gönderiyor yolre içinde, yoldaşlar. daşlar? Ve bu “AmeriGit orada durukan Barış Gönüllümu bizim lehimize leri” yeni kurulan elinden geldiği kaDemokrat Parti’nin dar çevir… Ve iktidara gelmesi CHP’ye giriyor. Stalin için cansiperane çaOradan bir iki dölıştılar, diyor Hayati Asılyazıcı. Yani nem CHP milletvekili oluyor, yoldaşlar tıpkı AKP gibi, Tayyipgiller gibi, De- ve 1968’de ölüyor. mokrat Parti de ABD yapımı, arkadaşVe diyorlar ki H. Asılyazıcı’ya Bilar. Artık Kuvayimilliyeciliğin tepede- limler Akademisi’nde tanıştığı kişiler ki izini tozunu silmek istiyor Amerika. (o akademide bir konferans veriyor H. O yüzden Menderes-Bayar liderliğin- Asılyazıcı) Anatoli Filopoviç hakkındeki Demokrat Parti iktidara getirili- da; Türkiye üzerine hiçbir zaman, hiç yor. kimseyi yanıltmamıştır. Çünkü kendisi 1967’de Sovyetler’e gittim, diyor bir Atatürk hayranıydı. Biz Türkiye’ye Hayati Asılyazıcı. Anatoli Filipoviç hep dostuz ve Mustafa Kemal’le hayraMiller adlı bir profesörle tanıştım ora- nım ben, diyor. da, diyor. Anatoli Filipoviç Miller, H. Asılyazıcı, 6 Ekim 2013’teki söz Sovyetler’in Türkiye’yi tanıdığı yıllar- konusu programda bir kurmay albayıda Mersin Konsolosuymuş ve İkinci mızın da Moskova’da 4 yıl kaldığını, Dünya Savaş’ı yıllarında da Sovyet- onun da bu konuyu araştırdığını ve ler’in, Stalin’in Türkiye danışmanıy- böyle bir notaya rastlamadığını dile gemış. Bana böyle bir notanın asla var ol- tirdi. madığını, bunun ABD’nin oyunu olduİşte bu nota oyunu çok alçakça, hağunu söyledi ve bu oyunu ABD’nin ince bir oyundu, yoldaşlar. Onu pek Moskova Büyükelçisiyle (William çok, o dönemi yaşamış yazarçizerin anı Averell Harriman’la), Türkiye’nin kitabında, mesela Altan Öymen’in anıMoskova Büyükelçisi Selim Rauf Sar- larında da görürsünüz. Ben okudum per’in birlikte organize ettiklerini söy- mesela. Sovyetler Türkiye’den Kars, ledi, diyor. Ardahan’ı istediler. Boğazlarda da hak Amerikalı askerleri, bahriyelileri iddia ettiler, denir bu tür kitaplarda. hayranlıkla izliyorlar. Yani o hale getiOysa oyun, CIA’nın bir oyunu. Türriliyor insanlar bir yıl gibi kısa bir süre kiye’yi Sovyetler’den ve Sosyalist içinde, yoldaşlar. Kamp’tan koparıp Amerika’nın yedeVe bu “Amerikan Barış Gönüllüle- ğine alabilmek için oynanan bir oyun, ri” yeni kurulan Demokrat Parti’nin ik- arkadaşlar. Sovyetler’in bir özelliği, tidara gelmesi için cansiperane çalıştı- her şeyi arşivlemişler. Bunu hepsi söylar, diyor Hayati Asılyazıcı. Yani tıpkı lüyor, arkadaşlar. Halit Kakınç’tan AKP gibi, Tayyipgiller gibi, Demokrat Mehmet Perinçek’e, başka burjuva Parti de ABD yapımı, arkadaşlar. Artık araştırmacılara kadar. Her şey arşivlerKuvayimilliyeciliğin tepedeki izini to- de mevcut. Böyle bir nota Türkiye’ye zunu silmek istiyor Amerika. O yüzden verilmemiş, asla söz konusu değil. Menderes-Bayar liderliğindeki DemoAma burada da suç, sadece Amerikrat Parti iktidara getiriliyor. ka alçağıyla bizim yerli şerefsizlerde 1967’de Sovyetler’e gittim, diyor mi? Hayati Asılyazıcı. Anatoli Filipoviç Hayır. Burada Sovyetler’in ve Stalin’in de büyük hatası var. Türkiye radyolarından bu namussuzca yalan anons ediliyor da sen ne güne bekliyorsun? Hayır. Böyle bir şey asla söz konusu değil. Biz Lenin-Mustafa Kemal dönemindeki dostluğumuz neyse aynı şekilde Türkiye’nin dostuyuz desene… Ama taşlaşmışlar, arkadaşlar. O dönemde de başlamış taşlaşma yani nemelazımcılık. Adam günlük işine bakıyor. Bürosuna gidiyor, akşam evine dönüyor. Öyle olunca, Türkiye kopup ABD’nin yanına fırlayıp gidiyor. Ondan sonra Orduyu da ele geçiriyorlar hızla. Orada kalmıyorlar tabiî Emperyalist kültürlerini, yaşam biçimlerini de dayatıyorlar, benimsetiyorlar Türkiye Selim Rauf Sarper insanlarına. Miller adlı bir profesörle tanıştım oraKovboy filmleri furyası vardı o zada, diyor. Anatoli Filipoviç Miller, manlar. Genç kuşak bilmez, biz eski Sovyetler’in Türkiye’yi tanıdığı yıllar- kuşaklar diyelim (her ne kadar ben yaşda Mersin Konsolosuymuş ve İkinci lıyım diyeyim de arkadaşları kendi kaDünya Savaş’ı yıllarında da Sovyet- tegorimden saymayayım, belki alınırler’in, Stalin’in Türkiye danışmanıy- lar) kovboy filmleri furyası vardı. O mış. Bana böyle bir notanın asla var ol- zaman da kofti, yüreksiz aktörlerini bimadığını, bunun ABD’nin oyunu oldu- le meşhur ediyorlardı. Attığını vuran, ğunu söyledi ve bu oyunu ABD’nin affetmez kovboy rolünde bize satıyorMoskova Büyükelçisiyle (William lardı. Hollywood giriyor devreye, Averell Harriman’la), Türkiye’nin Amerikan kültürü giriyor. O zaman Moskova Büyükelçisi Selim Rauf Sar- orijinalleri, yenileri gelmezdi, Ameriper’in birlikte organize ettiklerini söy- kan mabadından çıkmış blue jeansler ledi, diyor. geliyor. Bunları halkımızın Coni dediBu Selim Rauf Sarper, 1944-1946 ği Amerikan askerleri getirip o türden yılları arasında Türkiye’nin Moskova eşya satan, hatta adına Amerikan PazaBüyükelçisi. Ondan sonra NATO’ya rı denen dükkanlara satıyorlardı. Megiriyor. NATO’nun Türkiye temsilcisi raklıları da gidip oradan fahiş fiyatlaroluyor. Birleşmiş Milletler’de de tem- la alıyorlardı. Bubble gum denen çiksil ediyor Türkiye’yi. Yani tamamen letler geliyor, Amerikan çikletleri. KoCIA’yla içli dışlı hale geliyor, ortaya la geliyor, yani Amerikan yaşam tarzıçıkıyor. na, Amerikan kültürüne ve Amerikan Googleladık. Dün googleladım, ar- ekonomisine ve Missouri’yle beraber askeriyesine-ordusuna, kısacası genel olarak Amerikan Emperyalizmine hayranlığı doğuruyor. Hepsi bir bütün bunların… Karabekir’lerin, Fevzi Çakmak’ların emrindeki, onlardın yetiştirmesi ordu fosillerinde, sermaye tabanında; Antika ve Modern sermaye tabanında zaten bu zemin var. Zaten onlar davet ediyorlar Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı öncesinde olduğu gibi. Şimdi yeniden davet ediyorlar. Kısa sürede orduyu da ele geçiriyorlar. Bir tanığın anlatımıyla Sabahattin Ali’nin katledilişi Sabahattin Ali’yi herhalde hemen hemen hepimiz biliyoruz değil mi, yoldaşlar? Şimdi Pınar Yoldaş’ımızla da daha önce konuştuğumuz ve mutabık kaldığımız üzere, ben biraz boğazımı dinlendirmek için genç arkadaşlarımdan rica edeyim: Sabahattin Ali üzerine, onun katli üzerine bir belge, bizzat olaya tanık olan birinin yazdığı bir belgeyi okuyalım, izleyelim: Ne zaman katledildi? 2 Nisan 1948’de. Yani bu nota namussuzluğundan üç sene sonra, Missouri’nin ziyaretinden iki sene sonra. Yani CIA artık Komünistleri sadece zindanlarda tutmakla bu işin üstesinden gelinmez. Onların önde gelenlerini, diğerlerine de ders olması için, ortadan kaldırmamız gerekir, soürgusuz sualsiz. Bu işin kesin önlemi budur, diyordu. Bunların bir kısmı dönse de bir kısmı inançlı adam, devam eder mücadelesine. Bunların önde gelenlerini Nevzat Bölügiray katlettik mi, terörize ederiz, diyor. O zamana kadar katli yoktu komünistlerin. O zamana kadar Ortaçağcılar, Şeriatçı isyancılar katlediliyor, İstiklal Mahkemelerinde yargılanıp katlediliyor, Onbeşler’in dışında, ki o Kazım Karabekir’in özel bir komplosu Fevzi Çakmak’la, onun dışında katliam yok, zindana tıkma var. Ama katliamlar çağı açılıyor artık. Nevzat Bölügiray, olayın tanığı. Onun kitabından okuyacağız katliamın ne şekilde yapıldığını. Mustafa, Metin, Orhan Arkadaşlar hatırlarlar, Cevat Yurdakul’un katledildiği dönemde Adana Sıkıyönetim Komutanı… Cevat Yurdakul, Pol Der üyesi namuslu bir emniyet müdürüydü. Ali Başkan: Evet. Nurullah Ankut Yoldaş: Başkanlığını yaptı ama kardeşine layık biri değil Nihat Yurdakul. Cevat Yurdakul namusluydu, devrimcilere sempatizandı yani Pol-Der’liydi. Nevzat Bölügiray, o dönemde Adana Sıkıyönetim Komutanıydı, darbeden sonra da, 12 Eylül Faşişt Darbesinden da sonra Sıkıyönetim Genel Koordinatörü oldu. 1983’te de emekli oluyor. Kitap şöyle başlar: “KOMÜNİSTLERE ÖLÜM “BİR KOMÜNİSTİN ÖLDÜRÜLÜŞÜ” Tabiî cellâtların gerçek adını vermiyor. Takma isimle anıyor onları. Başta açıklıyor; bazı isim ve kurumların adını açıklamanın sakıncalı olacaklarını düşündüklerimi gerçek adlarıyla anmayacağım. Başka adlarla anacağım. Bunların takma olduğunu belirtmek için de parantez içinde T (T) harfi koyacağım, diyor. Pınar Akbina Yoldaş (kitaptan okuyor): “BİR KOMÜNİSTİN ÖLDÜRÜLÜŞÜ “Soğuk ve yağışlı bir Kasım ayı. Tarihi bir askeri bina olan Edirne Sınır Taburu’nun bulunduğu Harbiye Kışlası’nda bir gece. Tavandan sarkan küçük, çıplak bir ampulün yarı aydınlattığı bir odada, bir masa çevresinde oturan üç subay, derin bir söyleşiye dalmışlardı. Subaylardan biri Yzb. Aziz’in (T) bir hayli içkili olduğu, ara sıra kayan gözlerinden ve konuşurken dilinin dolaşmasından anlaşılıyordu. İkinci subay, yaşlı görünümlü, iri yapılı, etli yanaklı, saçları genç yaşta dökülmüş levazım Kıdemli Üsteğmen Fevzi (T). O da içkiliydi ama çok belli olmuyordu. Üçüncü subay ise, taburun Bağımsız Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı ve yeni Üstğm. olan ben, hiç konuşmuyorum, belki büyüklerime saygımdan, belki de söyleyecek, söylemeye değer yaşanmış bir askerlik anımın bulunmadığı için susuyor, ya da var ama anlatmak istemiyorum. Sadece dinliyor, dinlemeyi yeğliyorum. “Söyleşinin hararetli bir anında kapı çalındı. “Yzb. Aziz bağırdı: -Kapıdaki kişiye seslenme yetkisi en kıdemli subayındı. Ayrıca Tabur Nöbetçi Amiri idi“- Giiir!.. “Kapı açıldı, içeri giren nöbetçi çavuş esas duruşa geçip, selam verdi. “Yzb. Aziz, arkadaşlarıyla söyleşinin bölünmesinden biraz sinirlenmiş olduğu için sertçe sordu: “- Ne var?! “-Komutanım, polisler bir sivil getirdiler, bize teslim etmek istiyorlar. Bir de yazı getirdiler, buyrun. “Çakırkeyif yüzbaşı, çavuşun uzattığı sarı zarfı biraz içkinin etkisiyle, biraz da meraktan doğan bir telaşla koparır gibi çekip aldı, parmağını yandan sokup zarfı açtı. Zarfın içinden çıkan çift kırmızı aylı ve kırmızı “zata mahsus” damgalı kâğıdı bir solukta okudu. Yüzbaşı, okuduğu yazı ile ayılır gibi olmuştu. Yazıyı bir kez daha okuduktan sonra arkadaşlarına döndü ve konuyu çok önemsediğini belirten bir ses tonu ile durumu açıkladı: “-Yazı MAH’tan geliyor arkadaşlar!” Nurullah Ankut Yoldaş: MAH, MİT’in eski adı. Pınar Akbina Yoldaş: Milli İstihbarat Teşkilatının ilk kuruluş adı. Nurullah Ankut Yoldaş: Halkımızla dalga geçmek için “Milli Amele Hizmetleri” diye adlandırılır. Tam tersi işlev görür. Yani gerçek işlevinin tam tersi adla halkımızı kandırıyorlar. Milli Amele Hizmetleri açılımı MAH’ın bu, diyorlar. Evet arkadaşlar. Pınar Akbina Yoldaş: “Yazı MAH’tan geliyor arkadaşlar! “Zata mahsus”; ama sizden gizleyecek değilim ya, size de okuyayım da ülkemizde ne şerefsiz adamlar varmış görün!.. “Yazı şöyleydi: “(…) yazı ile gönderilen kişi, (…) Üniversitesi hocalarından (…), Stalin’e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan sınırından, ‘usulü dairesinde’ ve ‘kimseye gösterilmeden’ sınır dışı edilecektir…” “Yzb. Aziz bu son cümleyi, üzerine basarak ve ağır ağır okurken, bir yandan da levazım subayına anlamlı bir şekilde göz kırpıyordu. “Ben, hem okunan yazıyı tam olarak anlayamamanın, hem de bir Türk vatandaşının, hele de bir bilim adamının Rusya vatandaşı olmak istemesinin yarattığı şaşkınlığın neden olduğu soru dolu gözlerle, bir süre, yüzbaşıya baktım. Sonra düşüncemi açıkladım: “- Nasıl bir iştir bu? Bir Türk vatandaşı, bir üniversite hocası, ülkesini bırakıp da yabancı bir ülkenin, hele yüzyıllardır Türkiye’nin düşmanı olan, şimdi de Türkiye’den toprak isteyen Sovyet Rusya gibi bir 11 Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 ülkenin vatandaşı olmayı nasıl ister? “Yüzbaşı, bana yanıt vermedi; herhalde o yıllardaki (1940’lı) her Türk subayı gibi o da böyle düşünüyordu.” Nurullah Ankut Yoldaş: Düşünebiliyor musunuz; o yıllardaki her Türk subayı artık Sovyet düşmanı haline getirilmiş. Karabekir ve Fevzi Çakmak’ın yönetimindeki genelkurmay kadrosu tarafından ve onların yönettiği MAH tarafından… Pınar Akbina Yoldaş: “Yüzbaşı çavuşa seslendi: “- Getir şu namussuz herifi de boyunu görelim! “Dışarı çıkan çavuş, biraz sonra adı geçen kişiyle beraber döndü. “Süklüm püklüm büklüm içeri giren kişinin elleri önden kelepçeliydi ve bir elinde içine bir takım kâğıtlar doldurulmuş olan bir kâğıt sepeti tutuyordu. Ben buna bir anlam veremedim. Neden bir torba ya da küçük bir çantası yoktu? Belki de Stalin’e yazdığı dilekçe MAH’ın eline geçer geçmez, hiçbir kişisel eşya almasına fırsat vermeden adamı yaka paça alıp buraya göndermişlerdi. Belki de o, Rusya’da kendisinin her türlü gereksinmesinin karşılanacağını düşünerek hiçbir şey almak gereğini duymamıştı. “Adamın rengi sapsarıydı. Sınır dışı edilecek bir kişinin yüzü her halde pembe beyaz olacak değildi ya! Yüzü de sanki olması gerektiğinden biraz daha uzamış gibiydi. İki günlük sakalı ve altları kararmış, çukura kaçmış gözleri ile bir korku abidesi gibi duruyordu karşımızda. Uzun boylu, kravatlı, takım elbiseli ve gözlüklü aydın bir kişi görünümündeki adam, tüm korkmuş durumuna karşın, soğukkanlılığını korumaya çalışır gibiydi. Gerçekte bu sonuca pek de şaşırmaması gerekirdi. Çünkü 1940’ların Türkiye’sinde, böyle bir girişimin sonucunun da böyle olacağını düşünmeliydi. Hem de Stalin, daha birkaç yıl önce Türkiye’nin Doğusu’ndan toprak isterken ve Boğazlar’da hak iddiasında bulunurken, Türk istihbaratının ne denli duyarlı olabileceğini bilmesi gerekirdi. Böyle bir girişimin vatan hainliği olarak nitelendirileceğini hiç mi düşünmemişti? Aydın bir adamdı ve kuşkusuz bunları da biliyordu. Buna karşın, böyle bir davranışa onu iten ne olabilirdi? Buna bir neden, bir yanıt bulamıyordum. Acaba düşüncelerinden ötürü çok büyük bir baskı altında kalmış ve öldürülmekten korkmuş olduğu için mi, böyle bir yola başvurmuştu; böylece Rusya’da daha güvenli ve özgür yaşayacağını mı düşlemişti? Eh işte şimdi sınır dışı edilerek arzusuna kavuşabilecekti. Komünist Bulgaristan, herhalde onu Rusya’ya gönderirdi. Gitsindi, hiç değilse Türkiye’den bir hain eksilmiş olurdu. Rusya’ya gidince de Hanya’yı Konya’yı görürdü. “Levazım üsteğmeni Fevzi ise, hafifçe sırıtıyordu. Bu çok tuhaf bir gülümsemeydi; dudakları hafifçe açık, gergin ve dişlerinin uçları görünüyordu; sanki birini ısırmak istiyor gibiydi. Bu sırıtkan ağzı; kısılan, öç ve kin dolu gözleriyle birleşince, Fevzi’nin yüzü korkutucu bir şekil almıştı; sanki üstüne atlayıp, avını parçalamaya hazırlanan vahşi bir hayvan gibi bakıyordu adama. Yüzbaşı ise, Fevzi’ye bakarken hafifçe gülümsüyordu ama daha doğal bir gülümsemeydi bu, biraz da keyifli bir gülümsemeydi. Bu gülümsemelerde anlayamadığım bir giz var gibiydi, sanki bir parolaydı aralarında. Benim soru ve şaşkınlık dolu bakışlarımı gören Fevzi’nin yüzü birden şekil değiştirip doğal bir durum aldı; şimdi daha doğal bir şekilde gülümsüyordu. “Yüzbaşı, çavuşa döndü: “- Peki oğlum! dedi. Teslim alın ve nezarete atın. Dikkatli olun. Biz onu yarın sabah Bulgaristan’a postalarız, o da sevgili Rusya’sına kavuşur hah hah hah!.. “Nöbetçi çavuş, adamı kolundan çekti, önüne katıp, sırtından itekleyerek odadan çıkardı. Adamın yüzündeki korku ifadesi daha da derinleşmişti; ayaklarını sürüyerek Kıvılcımlı Anması’nda Gezi Direnişi Damgası yürüyüşü, tüm gücünü yitirdiğini gösteriyordu ve öylesine çökmüştü ki boyu sanki biraz küçülmüş gibiydi. Adamın, gelişinden gidişine dek ağzından bir tek sözcüğün çıkmaması da beni çok şaşırtmıştı. “Adam, dışarı çıkınca üsteğmen Fevzi, bana döndü ve sağ yumruğunu sol avucundan çıkarıp sallayarak: “Nah! Rusya’ya gideceksin! Namussuz komünist piçi! dedi. “Benim bu hareketten pek bir şey anlamadığımı görünce açıklamak gereğini duydu: “- Biz, dedi. Bu namussuz gibi üç Sabahattin Ali kişiyi postaladık sınır dışına; ama canlı olarak değil tabii. MAH’ın yazısındaki “kimseye gösterilmeden sınır dışı edilsin” sözlerinin anlamı, “adamı yok edin” demek oluyor. Anladın mı şimdi ha! “Hiç beklemediğim bu açıklama karşısında benim şaşkınlığım bir kat daha arttı ve adeta ağzım açık kaldı; çünkü Üstğm. Fevzi açıkça bir cinayetten söz ediyordu. Herhalde şaka yapıyordu, ama yine de Üstğm. Fevzi’nin biraz önceki sadistçe gülümsemesi bende kuşku yaratıyordu. Bu hain adama çok kızmama karşın, hiçbir yargı kararı olmadan, yetkili ve görevli olmayan kişiler tarafından, bir gizli yazıdaki belirsiz bir ifadeye dayanarak -kimseye gösterilmedenbir insanın öldürülebileceğine olanak göremiyordum. Evet! Kuşkusuz bu soğuk bir şakaydı; beni saf bulmuşlar işletiyorlardı. Bu düşünce ile ben de belli belirsiz bir gülümseme ile onlara katıldım. “Gece bir hayli ilerlemişti. Yüzbaşı Aziz esneyerek ayağa kalktı ve odasına yönelirken, geriye bakıp: “- Haydi çocuklar, dedi. Çok geç oldu, ben yatmaya gidiyorum, size iyi geceler. “Sonra ciddi bir eda ile ekledi: “Hem yarın sabah çok işimiz var, dedi. Haa! Fevzi kaçta çıkarız yola? “- Üçte hareket edersek gün ağarmadan sınırda oluruz. Sonra da “kimseye göstermeden” sınır dışı ederiz, değil mi yüzbaşım? Hah hah hah! “Yüzbaşı Aziz, başını salladı, planı onaylıyordu ve Fevzi’nin sözlerini yineledi: “Kimseye göstermeden”, değil mi? Hah hah hah! Üsteğmen Fevzi de kalktı ve yatmaya giderken; “- Haydi iyi geceler Nevzat. Yarın olanları sana anlatırım, dedi. “- İyi geceler Üsteğmenim. “Ertesi gün erkenden eğitime çıktığım için Üstğm. Fevzi’yi görmeme ya da onun beni aramasına fırsat olmamıştı. Öğleyin eğitimden dönüp öğle yemeği için gazinoya gittiğimde, orada Üstğm. Fevzi ile karşılaştım. İştahla yemeğini yiyordu. Benim, kendi masasına oturmamı işaret etti; ben de oturdum ve yemeğimi istedim. Fevzi’nin yüzündeki geceki ısırırcasına gülüşün yerini, şimdi görevini, ya da sevdiği bir işi başarıyla yapmış bir insanın mutluluğunu yansıtan bir gülümseme almıştı. Benim, olayı merak ettiğimi düşünerek: “- Domuzu sınır dışına postaladık, dedi. “- Eh, adam da isteğine kavuşmuştur artık. “Fevzi, benim bu saflığıma kahkahalarla güldü: “- Yahu, sen de amma safsın be Nevzat! Dün gece anlattıklarım hiç mi anlamadın yani? “- … “- Her neyse. Dün gece Yzb. Aziz ve önceki sınır dışı olaylarında bize yardım eden bir arkadaşla, Üstğm. Rıza (T) ile adamı sınıra götürdük. Tam sınıra gelince, elleri arkadan bağlı olan adama, önümüzden yürümesini söyledik. Adam öldürüleceğini anlamıştı galiba; çok zor yürüyor, ayaklarını sürüyordu. Sınırdan Bulgar topraklarına üç dört adım atar atmaz, hazırlayıp yanımızda getirdiğimiz ilmikli ipi hızla arkadan adamın boynuna geçirdik ve iki taraftan Üsteğmen Rıza ile var gücümüzle ipe asıldık. Ben, o arada dizimi adamın beline dayayıp güç alıyordum ve “küt!” diye bir ses duyuldu; boynu kırılmıştı. Tabii “kimse görmeden sınır dışı edilmesi” için ateşli silah kullanamazdık. En sessiz ve temiz yöntem boğmaktı; biz de öyle yaptık. Sonra sınırın üç dört adım ötesine bir çukur açtık, adamı içine atıp toprakla örttük. Sabahleyin de tutanağı yazıp tabur komutanına verdik: “… hiç kimseye gösterilmeden sınır dışı edilmiştir.” Altında da üçümüzün imzası bulunuyordu. “Üstğm. Fevzi’nin yüzüne baka kalmıştım. Hiçbir şey diyemedim. Ayrıca ne diyebilir ne yapabilirdim, bilemiyordum. “Oh iyi olmuş hain komüniste!..” mi demeliydim ya da “Bu yaptığınız cinayettir!” mi demeliydim? Yoksa bu cinayeti üst komutanlara ihbar mı etmeliydim. İhbar etsem bunu nasıl kanıtlardım. Olayı sadece bana anlatmışlardı, bu nedenle başka bir tanık gösteremezdim. Ayrıca öldürme olayı Türk topraklarında değil, Bulgar topraklarında işlendiği için cinayeti nasıl kanıtlardım? Bu çaresizlik içinde susmaktan başka bir olanak yoktu ve ben de sustum; bugüne dek ilk kez burada açıklıyorum bu olayı.” (Nevzat Bölügiray, Geçmişten Geleceğe, Tekin Yayınları, İstanbul, 2009, s. 17-22) Nurullah Ankut Yoldaş: Çok teşekkür ederim amcam. Sabahattin Ali, 1946 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne geliyor ziyarete. Devlet tiyatrolarının kurucusu, Hitler Faşizminden kaçan demokrat Alman tiyatrocu Karl Ebert’e tercümanlık yapmak üzere birlikte geliyorlar. Ama Sabahattin Ali, Karl Ebert’ten çok daha fazla ilgi görüyor. Tabiî S. Ali, yazar, şair, konservatuarda hoca. O bakımdan öğrencilerin hayranlığını kazanmış. Hasanoğlan bildiğimiz gibi yüksekokul seviyesinde. Köy Enstitülerinin yüksek okul kısmı ve direği. Bir gün bir gece kalıyorlar ve gece öğretmenlerle bir toplantı yapıyor Sabahattin Ali. İlerici, devrimci öğrenciler var, öğretmenler var onlarla sohbet ediyorlar. Tabiî aynı zamanda Nihal Atsız’ın o zamanlar aktif önderliğindeki faşist ekip var, onlara da bağlı az sayıda köy enstitüsü öğrencisi var, öğretmen var; onlar bu komünist yuvalarını ne zaman kapatacağız? Daha ne kadar tahammül edeceğiz bunlara” diye, İsmet Paşa’ya ikide bir Genelkurmay Başkanı olarak tehdit mi diyelim, teklif mi diyelim, girişimlerde bulunur. İşin tuhafı, Köy Enstitülerindeki bu devrimci faaliyetleri soruşturmak üzere yeni milli eğitim bakanıyla beraber Kazım Karabekir geliyor Hasanoğlan Köy Enstitüsüne, Sabahattin Ali’lerin ziyareti sonrasında. Kazım Karabekir, sizin bir marşınız varmış, diyor. Hani o marşı (Ziraat Marşı)nı belki bazı arkadaşlarımız bilir: “Sürer eker biçeriz güvenip ötesine” diye başlar, “Milletin her kazancı milletin kesesine. Toplandık baş çiftçinin, Atatürk’ün sesine” diye ikinci, üçüncü dizesi devam eder. O zamanki öğretmenler anlatıyor: “Baş çiftçi Atatürk”, der demez, kestirdi, diyorlar Kazım Karabekir. Yani Atatürk’ün adını duymaya bile tahammül edemedi, diyorlar. Bu denli tepkili arkadaşlar ve bu denli gerici. Halkımıza çok büyük yararı olan bu eğitim kurumları, yerli-yabancı Parababalarının çıkarına dokunduğu için kapatılıyor. Tabiî onların derdi halkın refahı, mutluluğu değil. Kendi vurgunları, talanları, sömürüleridir. Bundan sonraki yıllar artık Birinci Ulusal Kurtuluş’un ve onun sonucu kurulan Cumhuriyet’in kazanımlarının, değerlerinin birer birer kaybedildiği yıllar olacaktır. Türkiye her geçen gün biraz daha emperyalizmin saflarına doğru çekilecek ve sonunda emperyalizmin yarısömürgesi haline dönüştürülecektir. Köy Enstitüleriyle ilgili olarak bu konuyu geçmeden önce şu aydınlatıcı satırları okumakta fayda görüyoruz: “1946: H. Ali Yücel ile kurucusu ve büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç ve ekibi görevden alınır. Tüm Köy Enstitülüler için uzun ve zorlu yıllar başlar… ihbarda bulunuyorlar İlköğretim Genel Müdürlüğüne. Yani komünist faaliyet yapılıyor, Sabahattin Ali’nin, Nazım Hikmet’in ve diğer komünistlerin kitapları getiriliyor, okutuluyor, anlatılıyor Köy Enstitülerinde, diye. 1946 seçimleri sonrasında, ABD Emperyalizminin ve yerli sermayenin bu baskıları karşısında, İsmet Paşa geri adım atıyor, çözülüyor. Kendi eliyle kurduğu Köy Enstitülerine ilk darbeyi kendisi vuruyor; Hasanoğlan Köy Enstitüsünü kapatıyor. İhbar edilen devrimci öğretmenler arasında, Mustafa, Metin, Orhan Yoldaşlar hatırlayacaktır, bizim İşbilgisi Öğretmenimiz Bekir Semerci’nin de adı var. Biyoloji ve İşbilgisi öğretmenimiz oldu, Konya Karma Ortaokulu’nda. Ermenekli, namuslu, öğrenci dostu, bize abi gibi davranan, gerçek anlamda bir Köy Enstitüsü öğrencisiydi, oradan yetişme bir öğretmendi. Tabiî bütün bunlar, Sabahattin Ali için ölüm fermanın imzalanmasında etken olur. İsmet Paşa, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’u görevden alıyor ve Hasan Ali Yücel’i de bakanlıktan alıyor. 1946 seçimi sonrası kurduğu Recep Peker başbakanlığındaki yani Nazi eğilimli hükümette H. Ali Yücel yer almıyor. Onun yerine Recep Peker’le aynı eğilimde olan Şemsettin Sirer getiriliyor. Üstelik de H. Ali Yücel, üç yıl boyunca komünist olduğu iddiasıyla yargılanıyor; mahkemelerde süründürülüyor, sonrasında da köşesine çekiliyor. Bu gerici savrulmaya, İsmail Hakkı Tonguç o denli kızıyor ve küsüyor ki, İsmet Paşa’yla ömür boyunca bir daha görüşmüyor, yüz yüze gelmiyor. O da namuslu bir insan, gerçek bir halksever, gerçek bir halk çocuğu... Zaten Fevzi Çakmak mesela, “Paşam “Toprak ağaları ve onların yurt içi ve dışındaki destekçileri (Yerli- yabancı Finans-Kapitalistler, - N. Ankut) bu büyük atılımın hayata geçmesine izin vermemiştir. Fakat bu kadar etkin ve iyi sonuçlar alınmış bir kurumu birdenbire kapatmayı göze alamazlar… Bu süreç aşamalı olarak 8 yıl sürer. “1947: Önce program değiştirilir. Öğrencinin yönetime katılması, iş eğitimi gibi temel ilkeler ve etkinlikler, mezunlara arazi ve teçhizat sağlama uygulaması kaldırılır. “Aynı yıl beyin işlevi gören Yüksek Köy Enstitüsü kapatılır. Öğrenciler başka okullara nakledilir. Bazı öğrenciler solcu oldukları için askerliklerini “çavuş” olarak yaparlar. “1948: Eğitmen kurslarına son verilir. Kimlikleri değiştirilen ve adları hâlâ Köy Enstitüsü olan kurumlar kız ve erkek öğrencilerin ayrılması ile son darbeyi alır. “1954: İlköğretmen okuluna dönüştürülerek tamamen kapatılır. (Demokrat Parti İktidarı-Bayar-Menderes döneminde, - N. Ankut) “Böylece, Unesco tarafından gelişmekte olan ülkelere önerilen eğitim tarihinin bu özgün uygulamasına son verilmiştir. “Geriye Kalanlar!! “1945-46 öğretim yılına kadar: “17 321 öğretmen, 8756 eğitmen, 1599 sağlık memuru, milyonlarca yetişmiş öğrenci, onlarca yazar, bilim insanı, sanatçı; “710 bina,15 000 dönüm işlenmiş toprak, 750 000 dikilmiş fidan, 1200 dönüm bağ…” (Köy Enstitülerini Araştırma ve Eğitimi Geliştirme Derneği, KAVEG) Devam Edecek leri de iki şeye odaklıdır: Bir; hayatta kalmak, iki; nesillerini devam ettirmek arkadaşlar. Yaptıkları tüm eylemler, davranışlar hayvanların bu iki amaca yöneliktir. (N. Ankut Yoldaş, yakın gözlüğünü o arada nereye koyduğunu hatırlamaz ve aramaya başlar. İzleyici yoldaşların söylemesiyle bulur.) Ha, evde de bazen gözlüğümü, çay bardağımı kaybederim; Sultan’a buldururum. Sultan cin gibi, hemen olası bulunabilecek yerleri yoklar, bulur getirir. Ve beni de babama benzetir. “Hoca yaşlandıkça babana benzedin, çok beceriksiz bir adam oldun”, der. E, biraz yaşın etkisi artık. Koyduğumuz yeri unutuyoruz. Sultan’sa dikkatinden hiçbir şey kaybetmedi…Tabiî Anadolu’nun bilinen en eski ana tanrıçası Kibele’nin ruhunu ve genlerini taşıyor. Zaten doğup büyüdüğü yer de Kibele’nin vatanına 40-50 kilometre kadar yakın… *** Sabahattin Ali neden katledildi? (Alkışlar… Slogan: Davamız Halkların Kurtuluş Davasıdır… Alkışlar…) Nurullah Ankut Yoldaş: Evet yoldaşlar. Kasım ayı, diyor, burada şaşırtmaca yapmak için. Nisan dese açıkça Sabahattin Ali’yi işaret etmiş olacak. Bence büyük olasılıkla bu yüzden Kasım ayı diyor. Tarif ettiği tip, her şeyiyle Sabahattin Ali’nin tipi. Birkaç yıl önce Stalin nota verdi dediğine göre, bu katliam 1948 yılına denk düşüyor. Hani bu alçakça nota oyunu hemen savaş bitiminde oynandı ya… Zayıf bir olasılıkla Sabahattin Ali olmasa bile başka bir devrimci aydınımız burada anlatılan canavarlığın kurbanı. Ama kuvvetli olasılıkla Sabahattin Ali’nin alçakça katli anlattığı olay. Nevzat Bölügiray da burada yüreksizliğini, çaresizliğini diyelim isterseniz, küçükburjuva çaresizliğini mazeretlendirebilmek için, ne yapabilirdim? diyor. Adamların tarif ettiği yer belli, anlattıkları yer de belli. MAH’tan gelmiş tutanak da belli. Görev yerine getirildi, göndermiş olduğunuz filan kişi emrettiğiniz şekilde ortadan kaldırıldı diye MAH’a gönderilen belge de belli. Ya da MAH’ın arşivinde duruyor. Ya da durması gerekir. Çünkü devletin resmi belgesi bu… Orada, tutanakta tarif edilen insan da belli… Gider orada gösterirsin. Orada sınır dışı mı etmişler, katliam mı yapmışlar anlattıkları gibi, kanıtlarsın. Bu gayet basit bir şey… Kaldı ki bugün bile gerçek isimleriyle canileri açıklama cesareti gösteremiyor. Takma isimle işaret ediyor onları. Eh işte bunlar da küçükburjuva; ne diyelim, şeklî Kemalist, şekilci Kemalist. Vicdanının rahatsızlığını da hesaba katarsak, vicdanını rahatlatmak için tanık olduğunu bu caniliği, insanlık dışıhayvanlığı burada açıklamak durumunda kalıyor. Hayvanlık bile diyemeyiz. Hayvanlara hakaret olur. Çünkü hiçbir hayvan, içgüdülerinin dışında, zarar vermek kastıyla böyle bir eylem yapmaz. İçgüdü- 12 Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 Halkın Davası Her Yer FENİŞ! Her Yer Direniş! Kıdem tazminatı nedir? (II) zın ardı ardına iki işgünü veya bir ay içinde iki defa herhangi bir tatil gününden sonraki iş günü, yahut bir ayda üç işgünü işine devam etmemesi, h) İşçinin, yapmakla ödevli bulunduğu görevleri kendisine hatırlatıldığı halde yapmamakta ısrar etmesi, ı) İşçinin, kendi isteğiyle veya savsaklaması yüzünden işin güvenliğini tehlikeye düşürmesi, işyerinin malı olan veya malı olmayıp da eli altında bulunan makineleri, tesisatı veya başka eşya ve maddeleri otuz günlük ücretinin Sorularınız için mail adresimiz: tutarıyla ö[email protected] yecek derecede hasara ve kayba Kıdem Tazminatını Hak Etme uğratması. Koşulları ve Hesaplanması Daha önce İhbar tazminatı hesaGeçen sayımızda kıdem tazminatı- bında belirttiğimiz gibi kıdem tazmina hak kazanmak için; işçinin iş söz- natı da, işçinin en son aldığı gerçek leşmesinin, işveren tarafından, İş net ücretinin (bordrolarda veya sigorKanununun 25. Maddesinin 2’inci ta primlerinde asgari ücret alarak göfıkrasına göre, yani bu maddede sayı- rünüyor olsa dahi dava açılması durulan ahlak ve iyiniyet kurallarına aykı- munda gerçek ücret tanıkla ve ücret rı davranışları nedeniyle (25/2) derhal araştırması yoluyla ispat edilebiliyor) fesih yoluyla feshedilmemesi gerekti- brütü üzerinden hesaplanır. İşçiye çağini belirtmiştik. Şimdi bu fıkrada sa- lıştığı her tam yıl için 30 günlük brüt yılan haller nelerdir? Bunları görelim: ücreti tutarında ödeme yapılır. Otuz a) İş sözleşmesi yapıldığı sırada bu günlük bu süre yasada belirlenmiş sözleşmenin esaslı noktalarından biri olan asgari süredir ve sözleşme ya da için gerekli vasıflar veya şartlar ken- toplu iş sözleşmesi ile azaltılamaz; andisinde bulunmadığı halde bunların cak artırılabilir. kendisinde bulunduğunu ileri sürerek Kıdem Tazminatı Tavanı yahut gerçeğe uygun olmayan bilgiler Nedir? veya sözler söyleyerek işçinin işvereKıdem tazminatı hesaplanırken ni yanıltması, b) İşçinin, işveren yahut bunların dikkat edilmesi gereken bir husus varaile üyelerinden birinin şeref ve na- dır ki o da her yıl belirlenen kıdem musuna dokunacak sözler sarf etmesi tazminatı tavanıdır. Toplu sözleşmeveya davranışlarda bulunması yahut lerle ve hizmet akitleriyle belirlenen işveren hakkında şeref ve haysiyet kı- kıdem tazminatlarının yıllık miktarı, rıcı asılsız ihbar ve isnatlarda bulun- Devlet Memurları Kanunu’na tabi en yüksek Devlet memuruna 5434 sayılı ması, c) İşçinin, işverenin başka bir işçi- T.C. Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre bir hizmet yılı için ödenesine cinsel tacizde bulunması, d) İşçinin, işverene yahut onun ai- cek azami emeklilik ikramiyesini gele üyelerinden birine yahut işverenin çemez. Bu nedenle kıdem tazminatı başka işçisine sataşması veya 84 üncü tavanı her yıl memur maaş katsayılarında meydana gelen değişikliğe göre maddeye aykırı hareket etmesi, e) İşçinin, işverenin güvenini kötü- değişmektedir. Buna göre 2013 yılı ye kullanmak, hırsızlık yapmak, işve- ikinci 6 aylık dönem için kıdem tazrenin meslek sırlarını ortaya atmak gi- minatı tavanı 3.254,44 TL dir. Yani ücretiniz bu tutardan yüksek bi doğruluk ve bağlılığa uymayan olsa bile, kıdem tazminatınız belirledavranışlarda bulunması, f) İşçinin, işyerinde, yedi günden nen bu ücret üzerinden hesaplanır. fazla hapisle cezalandırılan ve cezası Kıdem Tazminatı Nasıl ertelenmeyen bir suç işlemesi, Hesaplanır? g) İşçinin, işverenden izin almaksıKıdem tazminatına hak kazanan zın veya haklı bir sebebe dayanmaksıişçiye, işe başladığı tarihten itibaren Gebze’de bir kez daha haykırdık: AKP elini tazminatımdan çek! hizmet akdinin devamı süresince her geçen tam yıl için 30 günlük ücreti tutarında kıdem tazminatı ödenir. Bir yıldan artan süreler için de aynı oran üzerinden ödeme yapılır. Kıdem tazminatı hesaplanırken, yine tıpkı ihbar tazminatı hesabında olduğu gibi, günlük brüt ücreti dışında işçiye ayrıca yapılan para ödemeleri ve parayla ölçülmesi mümkün diğer menfaatler de (yakacak, giyecek, eğitim, çocuk yardımı, ikramiye, işyerinde verilen yemek, servis) hesaba katılır. Bunlar yasadan, iş sözleşmesi ya da toplu iş sözleşmesinden veya iş sözleşmesi hükmü haline gelmiş işyeri uygulamalarından kaynaklanan tüm menfaatlerdir. Örnek olarak; 20 Mart 2010’da işe girip 19 Aralık 2013 tarihine dek asgari ücretle, haftada 6 gün çalışıp Kıdem Tazminatını hak ederek işten çıkan bir işçinin alacağı kıdem tazminatını hesaplayalım: İşyerinde günde bir öğün yemek verildiğini ve servis olduğunu, dini bayramlarda yarım ücret tutarında erzak verildiğini düşünelim. Öncelikle yapmamız gereken brüt ücret tutarını bulup yukarıda bahsettiğimiz diğer yardımların bir güne düşen parasal karşılığını bulup, bunları günlük brüt ücrete eklemek. 1.021,50 (brüt ücret) 30’a bölünerek 1 günlük tutarı bulunur: 34,05 TL. Bayram erzakı yılda iki defa yarım net ücret tutarında ödenen 803,68 TL olup günlük tutarı 365’e bölünerek bulunur: 2,20 TL Her ay yol, yemek yardımları toplamı: 155,00+200,00=355,00 TL, işyerinde çalışılan gün sayısına (örneğimizde 26 gün) bölünerek günlüğü bulunur: 13,65 TL. Bir günlük giydirilmiş ücret: 34,05+2,20+13,65 = 49,09 TL. İşten çıkarıldığı sırada 3 yıl 9 aydır çalışmakta olan örneğimizdeki işçinin kıdem tazminatı, tazminata esas günlük brüt ücretinin kıdemine oranlanmasıyla bulunur: 49.09 x 30 x 3 (yıl) = 4.491,00 TL. 49.09 x 30 x 9 (ay) / 12 (ay) = 1.104,52 TL. Toplam kıdem tazminatı = 5.595,00 TL’dir. Kıdem tazminatı gelir vergisinden muaf tutulmuştur, kıdem tazminatından yalnızca damga vergisi alınır. Bu nedenle, bulunan rakamdan binde 7,59 damga vergisi düşüldükten sonra işçinin eline geçmesi gereken net kıdem tazminatını bulmuş oluruz. Örneğimizdeki işçinin eline geçecek net kıdem tazminatı: 5.595,00 - (5.595,00 x %07,59) = 5.553,95 TL.’dir Kıdem tazminatı Borçlar Kanunu’na göre 10 yıllık zamanaşımına tabidir. Kıdem tazminatının zamanında ödenmemesi durumunda, ödenmeyen süreye göre mevduata uygulanan en yüksek faizin ödenmesine hükmedilir. manı Tayyipgiller’in ortaklaşa saldırısı olduğu belirtilerek şu değerlendirmeye yer verildi: “İşçi Sınıfımız açısından felaket HKP, kıdem tazminatının gasp edilmesi çalışmalarına karşı eylemle- demek olan kıdem tazminatının kaldırılrini sürdürüyor. Gebze’de bir açıklama yapan Kurtuluş Partililer, “kıdem ması, Parababaları açısından bayramdır. 12 Eylül Faşizmiyle özdeşleşen “Şimtazminatımızı gasp ettirmeyeceğiz” diye haykırdı. diye kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” anlayışıalkın Kurtuluş Parnın finalidir. İşçi Sınıtisi Gebze İlçe Örfının tepkisinden gütü, İşçi çekinen 12 Eylül FaSınıfımızın uzun mücadeleşizmi bile, bu yasaları ler sonucu bedel ödeyerek çıkartmaya cesaret elde ettiği kıdem tazminatı edememişti.” hakkına yapılan saldırılara Basın açıklamasıkarşı, 1 Aralık günü saat nın ardından slogan14.00’da Çarşıbaşı’nda toplarla eylemimiz lanıp sloganlarla yürüyüşün sonlandırıldı. ardından Gebze Tarihi Çeşme önünde bir basın Gebze’den açıklaması yaptı. Kurtuluş Partililer Açıklamada, kıdem tazminatını kaldırma girişiminin yerli yabancı Parababalarının ve halk düş- H Ekmeği ve onuru için fabrikalarını terk etmeyen FENİŞ Direnişçileri’nin kararlı mücadelesi devam ediyor. Kâr ederken paylaşmayanların, zararını emekçilere fatura etmelerine FENİŞ İşçileri izin vermiyor. H alkın Kurtuluş Partisi olarak, 1 Aralık Pazar günü FENİŞ Direnişi’nin 87’nci gününde FENİŞ İşçilerini ziyaret ettik. Kıdem tazminatlarını ve diğer alacaklarını almak için, ekmeği ve onuru için, fabrikalarını terk etmeyen FENİŞ Direnişçileri, bizleri İşçi Sınıfı sıcaklığıyla karşıladılar. Direniş yerine geldiğimizde “Her Yer FENİŞ Her Yer Direniş”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “FENİŞ İşçisi Köle Değildir”, “Yaşasın FENİŞ İşçilerinin Onurlu Direnişi”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız” sloganları yankılandı, fabrikanın bahçesinde. FENİŞ Direnişçileri adına Fikri Çelik bize, 30 yıldan bu yana Çelik İş Sendikası’nın örgütlü bulunduğu, ülkemizin önemli sanayi kuruluşlarından FENİŞ Alüminyum AŞ’de son 12 yıl boyunca yaşananları anlatı. Çelik’in verdiği bilgilere göre; İşçilerin alacakları 3 maaşa ulaşmış durumdayken şirket yönetimi 9 Eylül 2013 tarihinde üretime ara verdiğini ilan etmiş. Ve 11 Eylül 2013 tarihinde 420 işçinin, 20 Eylül 2013 tarihinde 100 işçinin toplamda 520 işçinin iş akitlerinin feshedildiğini bildirmiş. Ancak şirket 3 aylık ücret, sosyal haklar, kıdem ve ihbar tazminatlarını ödememiş ve şirket yönetimi, sendikaya, içinde bulundukları mali kriz nedeniyle üretime ara vermek zorunda kaldıklarını iletmiş. İşte bu süreçle birlikte hakları ödenmeden işten çıkartılan işçiler, işyerini terk etmeyerek Direnişe başlamışlar. Ve o günden bu yana şirket yetkilileri ile yapılan görüşmeler sonuç vermemiş. İşçilerden aldığımız bilgilere göre; Sendika yöneticilerinden bir heyet şirket patronu ve hissedarları ile görüşmeye gitmiş. Görüşmeye giden heyet; işyerinin çalışmaya devam etmesi, üyelerimizin işini kaybetmemesi ve işyerinin kapanması veya başka gelişmeler olması halinde, ücret ve tazminat alacaklarının garanti altına alınmasını talep etmiş. Fakat bu görüşme neticesinde işveren, işçilerin kıdem tazminatını ve ücretleri ödeyemeyeceğini belirtmiş. Fikri Çelik bu bilgileri aktardıktan sonra, kâr ederken paylaşmayanların, zararını emekçilere fatura etmelerine FENİŞ Alüminyum İşçilerinin izin vermeyeceğini dile getirdi. Bunun için her türlü mücadeleyi verdiklerini ve vermeye devam edeceklerini belirten Çelik, FENİŞ Alüminyum işçilerinin 87 gündür işyerini terk etmeyerek, fabrika önünde Direnişlerine devam ettiklerini, haklarını alana kadar da Direnişlerini sürdüreceklerini dile getirdi. Fikri Çelik, Direnişçi İşçilerden Nizamettin Önelge’in geçimini sağlamak için bir inşaatta çalışırken düşerek yaşamını yitirdiğini söyledi. Ve acılarını dile getirdi. Fikri Çelik’ten sonra söz alan HKP Kocaeli İl Başkanı Sema Olkun Kopal, işine, ekmeğine, onuruna sahip çıkan FENİŞ İşçilerini selamladıktan sonra, Parababalarının İşçi Sınıfımıza yönelik bu amansız sömürüsüne, saldırılarına karşı çıkmak için tek yolun mücadele etmek olduğunu söyledi ve “FENİŞ İşçileri de bu onurlu mücadeleyi 87 gündür sürdürüyor. İşçi Sınıfına inanıyoruz, bu saldırıları mücadele ederek kazanacaktır” dedi. Sözlerine devam eden Kopal, “Bugün Halkın Kurtuluş Partisi olarak Gebze’de Tayyipgiller’in kıdem tazminatına ilişkin yapılan yasa tasarısına karşı bir basın açıklaması yaptık. AKP, İşçi Sınıfının uzun mücadeleler sonunda elde ettiği kıdem tazminatı hakkını gasp etmenin telaşında”, şeklinde başladığı konuşmasında konuyla ilgili yayımladığımız bildiriden bazı bölümleri aktardı. Sema Kopal, buradan Nizamettin Arkadaşımızın ailesine ve yakınlarına HKP adına başsağlığı diliyorum. Nizamettin Önelge’nin düştüğü maddi sıkıntıların sebebi FENİŞ AŞ sahibi Sedat Aloğlu’dur. Nizamettin Arkadaş, alacaklarını alamadığı ve bir yandan da ev geçindirmek zorunda olduğu için güvencesiz bir şekilde inşaatta çalışmak zorunda kaldı. 9 Kasım günü kaybettiğimiz Nizamettin Önelge’nin yaşamını yitirmesi, özünde bir kaza değil bir iş cinayetidir. Buradan Nizamettin Arkadaşımızı bir kez daha anmak istiyorum. Halkın Kurtuluş Partisi adına Direnişinizi selamlıyorum. Mücadeleniz mücadelemizdir, sonuna kadar haklı mücadelenizin yanında olacağız, dedi. “Her Yer FENİŞ Her Yer Direniş”, “Yaşasın Sınıf Dayanışması!”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek” sloganlarının atılmasından sonra çadırda Direnişçilerin çay ikramı eşliğinde sohbetimizi sürdürdük. Direnişin zaferle taçlanacağına olan inancımızı bir kez daha belirterek, FENİŞ Direnişçilerine başarılar diledik ve bu mücadelede hep yanlarında olacağımızı bir kez daha vurgulayarak sloganlarımızla ziyaretimizi sonlandırdık. 01.12.2013 Gebze’den Kurtuluş Partililer 2014 Faiz ve Rant Bütçesi Büro-İş tarafından protesto edildi Kurtuluş Yolu/Bursa: ursa’da yeni örgütlenmeye başlayan Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu’na bağlı Büro-İş Sendikası, 2014 yılı Bütçe Kanunu Tasarısını protesto etti. 18 Aralık günü İhsaniye Vergi Dairesi önünde toplanan Büro-İş üyesi Kamu Çalışanları, Tayyipgiller Hükümetinin adaletsizlik ve sadaka bütçesine karşı tepkilerini basın açıklamasıyla dile getirdiler. Büro-İş Sendikası Bursa Temsilcisi Sürmeli Selçuk Söğüt tarafından okunan basın bildirisinde; yeni hazırlanan Bütçe Kanununun halk için, çalışanlar için emekliler için, işsizler için değil sermaye için hazırlandığı, geçmiş yıllarda olduğu gibi bu yıl da bütçenin Parababalarının hak ve çıkarlarını koruduğu vurgulandı. Özellikle eğitim ve sağlık hizmetlerinin halkın temel ihtiyacı olmasına karşın B iyice paralı hale getirildiğinin vurgulandığı açıklamada, iktidara yakın sendikaların da desteği ile çalışanlara sefalet ücretlerinin dayatıldığı söylendi. Halkın değil sermayenin tercihleri ve çıkarı doğrultusunda hazırlanan bu bütçenin asla kabul edilemeyeceği, buna karşı da ancak örgütlü mücadeleyle karşı konulabileceği belirtildi. Basın açıklamasında Sürmeli Selçuk Söğüt, son dönemde ortaya çıkan yolsuzluk olaylarına da değinerek halkın, çalışanların yarattığı değerlerin iktidar ve yandaşları tarafından nasıl yağmalandığının bir kez daha ortaya çıktığını, bu yolsuzluklara ve vurgunlara karşı da sendika olarak mücadele edeceklerini ifade etti. Örgütlenme çalışmalarının Bursa’da yeni başladığı Büro-İş Sendikası’na üye olma çağrısının yapıldığı basın açıklaması, sloganlarla sona erdirildi. 13 Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 Türk Ceza Muhakemesi sistemimizin “yeni” aktörlüğü: İdeolojik Savcılık suçlama gerekçesiyle iddianame düzenlenmesinin mantıksızlığını ortaya sermektedir. 35 kişiden hiçbirine “sen Başbakanlığı işgale teşebbüs ettin” denmedi B aşlıktaki “yeni” sözcüğü, yaygınlaşmış haliyle “Özel” yetkili savcıların muhakeme süreçleri bakımından kanıksanmış hal ile (hiç değişmeksizin ve tek yönlü işleyen halk düşmanı mantığıyla) bağdaşmıyor. Ancak artık en küçük toplumsal nüve içeren olayların dahi savcılık makamlarınca ideolojik kavrandığını görmekteyiz. “Yeni” olan da budur. Ankara’da Gezi Direnişi’nin en kitlesel eylemlerinin yaşandığı ilk hafta sonu (31 Mayıs-2 Haziran) sebebiyle düzenlenmiş yeni iddianameden bahsediyoruz. Bu, Ankara’da Gezi eylemlerine karşı düzenlenen 7’nci iddianame. Terörle Mücadele Savcılığının elindeki soruşturmadan henüz iddianame yok. TMK savcılığının görevsizlik verdiği ve bu nedenle olağan savcılığa -bu ayrım da başka bir tartışmanın konusudur- devredilen 35 “şüpheli”den oluşan “yeni” bir iddianame. Ancak 35 şüphelinin “yeni” olması dışında yeni bir şey yok, iddianamenin gerekçe kısmında. Eski 6 iddianamede olduğu gibi yine “kopyala-yapıştır” sistematiğine devam edilmiş. Bir ceza muhakemesi sistemi düşünün ki, “suçların ve cezaların şahsiliği” ilkesi yok; “her olayın kendi maddi gerçekliği” olgusu yok; eylem mi yaptınız; nerde, nasıl, kim, hangi araçlarla, içerik ve söylem, talepler ne? Hiç fark etmez! İddianameniz hazırda duruyor. Savcıları kategorik aynılığa iten nedir? Gezi eylemlerine karşı, toptancı, aynılaştırıcı, kategorik bir paralelize hal var artık savcılarda. Evet, eylemlerin siyasal talepleri örtüşebilir, ancak her bir eylemin ceza yargılaması bakımından birbirinden bağımsız, her bir şüphelinin de ferdi olarak değerlendirilmesi gerekir. Maddi oluşum içinde her bir süjenin spesifik konumu nedir? Şahsilik ilkesi, soruşturma ve kovuşturma makamlarına bu sorunun sorulmasını emreder. Aynı siyasal talep için onlarca değişik tarz ve üslupta, onlarca değişik argümanla eylem yapılabilir. Bunların bir kısmı ceza hukukunun alanına girerken, bir kısmı girmeyebilir. Bu durum, eylemde kullanılan araçlara ve amacında şiddet çağrısı taşıyıp taşımadığına göre değişir. Yine katılan birey, hangi eylemin, hangi aşamasında, hangi hareketlere dahil olmuştur? Bu sorular sorulmalı. Yasaya aykırı bulunan bir gösteriye dahi, yasal sınırların içinde kalarak katılmak mümkün, bu yönde yargı kararlarımız çokça mevcut. Öyleyse, nedir bu savcıları kategorik aynılığa iten? Başlığımızın bir sebebi bu sorudur. Siyasi iktidara karşı eylem yapmış olmak sorunun kendiliğinden ürettiği cevaptır. Peşinen söyleyelim ki, mutlaka bir kategori konulacaksa, Gezi eylemleri temelde barışçıl gösterilerdir. “Şiddet” olarak iddia edilen muhtelif davranışlar ise daima, kolluğun barışçıl eylemlere müdahalesi sonucunda “direnme hakkı” minvalinde ve yine “müdafaa” biçiminde vuku bulmuştur. Daha sade anlatımla, barışçıl gösteriye katılanların kafasına gaz bombası atarsanız, yurttaş da bu yasadışı saldırıya karşı kendini ve toplanma hakkını korur. Bu hem vicdani, hem insani, hem de hukuksal bir müdafaa hakkıdır artık. 61 Anayasası’nın giriş bölümünde belirtildiği gibi, bu hakkın adı “Direnme Hakkı”dır. Neden polisin hiç müdahale etmediği eylemler hiçbir şiddet yaşanmadan sonlanmıştır sorusunun cevabı da, Gezi’deki heterojen kitlelerin barışçıl doğasında verilidir. Gezi’nin hiçbir aşamasında saldırı amaçlı bir etkin eylem gösterilmediği bilinen bir gerçektir. Diğer yandan, eylemlere katılan kitlelerdeki heterojenlik dahi, aynı kategorik Ethem için “Adalet”! G ezi Direnişi sırasında Ankara’da polis Ahmet Şahbaz tarafından vurularak öldürülen Ethem Sarısülük’ün Ankara 6’ncı Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davasının 3’üncü duruşmasında da oradaydık. Hukukçu yoldaşlarımız içeride duruşmaya müdahil olurken biz de dışarıda Ethem Yoldaş’ın katilinin cezalandırılması için sloganlarla destek verdik. Polisin yoğun güvenlik önlemleri aldığı mahkeme etrafında yüzlerce çevik kuvvet polisi, TOMA ve akreplerle halktan ne kadar korktuklarını, bu tutumlarının da, yaptıklarının suç olduğunu kesince kanıtladığını bir kez daha gözler önüne serdi, Tayyipgiller. Sanık Ahmet Şahbaz mahkemeye TTB’den Gezi Direnişi Sempozyumu Baştarafı sayfa 16’da ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Devrim Aydın sunuş yaptılar. Başkanlığını Türkiye Barolar Bir- getirilmezken davaya Şanlıurfa’dan telekonferans sistemiyle katıldı. Duruşma sırasında savcının uyuması, hukukun olmadığının da bir kanıtı gibiydi. Dışarda ise toplanan kitle ile birlikte “Katil Polis Hesap Verecek”, “Polis Simit Sat Onurlu Yaşa”, “Ethem Yol- liği İnsan Hakları Merkezi Yürütme Kurulu Üyesi Av. Prof. Dr. Rona Aybay’ın yaptığı ikinci oturum Gezi Direnişi ile ilgili sinevizyon gösterimi ile başladı. Ankara Barosu Başkanı Av. Sema Aksoy, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Av. Turgay Demirci, Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Başkanı Av. Pınar Akbina Gezi olayları tanığı olarak Halkın Kurtuluş Partisi Sancaktepe İlçe Yöneticisi olan ve Gezi Direnişi sırasında gözaltına alınan Deniz Bin Gezi olayları tanığı olarak Gezi Direnişi ve yaşanan insan hakları ihlalleri ile ilgili birer sunuş yaptılar. Yapılan konuşmalar, katılımcılara İdeolojik algıyla suçlama yapıldığı söylemimizin bir diğer sebebi de, iddianamelerin Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 160/2 fıkrasına aykırılıkta ısrar göstermesidir. Maddede: “Cumhuriyet savcısı, maddî gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adlî kolluk görevlileri marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlüdür” demektedir. Ankara’daki 7 ayrı iddianamede şüpheli lehine deliller asla toplanmamıştır. Bilakis, cansiperane bir “aleyhe delil” yaratma güdülenmesi var. Öğrencinin çantasından çıkan keçeli kalem, markası da belirtilerek, suç delili sayılmış. “Kamu duvarına yazı yazılacaktı” diye iddia ediliyor! Bazı suçların teşebbüsü olmaz, tamamlanması gerekir, şekli suçlardır bunlar. Aksi halde böyle abes yorumlar çıkar. Ancak abesliğin ötesinde bir ideolojik hâkimiyet görüyoruz iddianamenin ruhunda. “Nereden suç tipi yaratabilirim?” arayışı, ideolojik algıyı fazlasıyla göze batırıyor. Eylemin genel niteliğinin “Başbakanlığı işgale teşebbüs” olduğunu söyleyen savcı, 35 şüpheliden hangisinin bu teşebbüste bulunduğunu belirtmemiş. Dahası, bu 35 kişiden hiçbirine “Sen Başbakanlığı işgale teşebbüs ettin” denmemiş. Bununla suçlanan kim o halde? Bu İddianamede bununla suçlanan yoksa neden böyle bir eylem nitelemesi yapılmıştır? Bu sorular havada kalıyor. Tabiî buradan yeni iddianameler geleceğini de anlıyoruz. Bu iddianamedeki “Başbakanlığı işgal” suçlaması bakımında şu soruyu da biz soralım o zaman: Sırt çantasındaki kalemle mi işgal edecekti gençler Başbakanlığı? Burada, suç aleti ile rabıta kurulan suç arasındaki elverişlilik sorununu mizahi bir biçimde dile getirmekten başka yol yok. Polis şiddetinden yaralananlara tıbbi yardım yapılmak üzere taşınan “gaz bezi, yara bandı, solüsyon, oksijenli su” dahi suç aleti olarak sayılmış ve müsaderesi istenmiş! daş Ölümsüzdür” sloganlarını haykırdık. Uzayan duruşma öğlenden sonraya sarktı ve duruşma tarafsızlığına gölge düşürüldüğünü öne süren mahkeme heyeti davadan çekildi. Bakalım katil polis olunca, yargılama yapabilecek mahkeme bulunacak mı?.. Ankara’dan Kurtuluş Partililer Gezi Direnişi’ni yeniden yaşattı. Genel kanı Gezi Direnişi’nin Türkiye’ye çok şey kazandırdığı ve Türkiye’nin Gezi’den sonra aynı Türkiye olmadığı idi. Sempozyum ile başlayan programda daha sonra Çağatay Gökhan Çekiç tarafından hazırlanan “9-10-11 İnsan Hakları” konulu resim sergisi açılışı yapıldı. Program; Karikatür Vakfı tarafından hazırlanan ve bu yıl sekizincisi düzenlenen Karikatürlerle İnsan Hakları “Çalışma Hakkı” konulu karikatür sergisi ile son buldu. Kurtuluş Partili Hukukçular Bu malzemelerin taşınması eylemde direnç ve süreklilik gösterme kastının unsuru sayılmış. Bunu taşıyan kişilerin de “diğer eylemcilere yardım etmek için” taşıdığı söylenmiş. “Yaralandıysan öl!” diyor yani savcı, ya da “arkadaşın yaralandıysa bırak ölsün!”, “yoksa kanunsuz eylemde direnme suçu sayarım!” Tabiî bunları taşıyan çoğunlukla tabiplerdi bildiğimiz gibi. Burada çok üstün insan hakları kabul edilmiyor savcılıkça: Yaşama hakkı, sağlık hakkı, tedavi görme hakkı… Çünkü yaralayan polis! Oysa infaz kanununda bile sağlık sebebiyle infazın ertelenmesi var. Yani suçluluğu mahkeme kararıyla sabitlenmiş, Yargıtay incelenmesinden geçerek kesinleşmiş hükümlü, cezası infaz edilecek, sağlık sebepleriyle erteleniyor infaz. Ancak eyleme katıldıysan, sağlık hakkın yok! Anayasanın 17’nci maddesi “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” diyor. 56’ncı maddesi ise “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak”la görevlidir diyor. Ama savcı “eylem katıldıysan Anayasal hakkın yoktur” demiş oluyor! Ayrıca tabiplerin mevzuatında da, gerekli eğitimi almış tabiplere, hastaya her koşulda tedavi ve/veya ilk yardım yapma zorunluluğu düzenleyen pek çok hüküm var. Suç delili: gaz maskesi, limon, deniz gözlüğü… Gaz maskesi, deniz gözlüğü, limon vb. araçlar yine suça delil sayılmış. Keşke savcılar iddianameleri kopyalayıp yapıştırdıkları kadar, İstanbul Asliye Ceza Mahkemesinin bu sayılanların suç aleti sayılamayacağı üzerine olan kararını da kopyalayıp yapıştırabilselerdi. En azından şüpheli lehine delil olarak değinselerdi, hukuk dünyasına katkı olurdu. Esasen, bu ve benzeri suçla ilgisi olmayan delilleri toplayan kolluğa savcı, CMK 161/5 uyarınca re’sen soruşturma açmalı. Anılan madde, savcının delil toplama emrini kötüye kullanan kolluğa re’sen soruşturma açma emri veriyor. Ancak bu maddenin uygulama bulduğunu görmedik. Yine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 34 yıl önceki konuyla alakasız “stankov-macedonia” kararına atıf var. Üstelik bu kararın içeriğinden “aleyhe” kısmı cımbızlanmış. Oysa kararın neticesinde, amacı şiddete dayalı olan şoven derneğin dahi, şiddete dayalı olmayan gösteri yaparsa buna müdahale edilemeyeceği yönünde görüşü var AİHM’in. Bu karar bile okunmamış belli ki savcılarca. Sadece aleyhe olan kısmı alınarak kopyalanıp yapıştırılmış, önceki Gezi İddianamelerinde olduğu gibi. Son olarak 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine açıkça aykırı. Çünkü yasa, kanuna aykırılık tanımlamasında “barışçıllık” ölçütü tanımıyor. Polisin dağılın emriyle dağılmamayı suç sayıyor. Parklarda, yollarda, TBMM’nin 1 km. çevresinde yapılmama, hava kararmasına bir saat kala yapılmama, bildirim şartına bağlı tutma gibi pek çok sınırlama getiriyor. Oysa Anayasa 34’üncü madde, “silahsız ve saldırısız” olduğu sürece toplantı veya gösterinin izne tabi olmaması kuralını getirdi, 2001 değişikliğiyle. 2911 sayılı yasa ise 12 Eylül Anayasasının kabulünün hemen ardından, anılan “izne tabi olmama” değişikliğinden önce yürürlüğe girdi. Yani Anayasa değişti ama yasa aynı kaldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “sizin iç yasanız önemli değil, önemli olan barışçıl olup olmaması, barışçıl ise, nerde yapılırsa yapılsın müdahale edilemez” görüşünü içtihatlaştırmış durumda, Türkiye’ye karşı açılan davalarda. Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) karşısında pek çok mahkeme de “ölü kanun” haline getirmiş durumda 2911’i. Bu kavram Hukuk Sosyologlarının ürettiği bir kavram. Şeklen yürürlükte ama toplumsal/hukuksal evrim içinde aşılmış, uygulanmayan yasalar için üretilmiş bir kavram. Yasada sayılan kanunsuz eylem biçimlerini tanımayan, eylem barışçıl ise tek celsede beraat aldığımız onlarca mahkeme kararı var. Hatta kolluk amirleri bile, fiili alanlar geliştirmiş durumda. Abdi İpekçi’de bildirimsiz eylem de yapsanız müdahale olmayabiliyor, ama Gezi Parkı eylemcilere bir süre daha kapalı kalacak gibi. Burada kolluk da 2911’i ölü kanun haline getirmiş oluyor pratikte. Ancak biz muhaliflerin müdafileri olarak, başlayan davalarda 2911 sayılı yasanın Anayasaya aykırılığını ileri sürme işini yaygınlaştırıyoruz. Yerel mahkemelerin önce bu konuda bir karar vererek, konuyu Anayasa Mahkemesine göndermesini talep ediyoruz. Anayasa Hukuku’nda “somut norm denetimi” olarak adlandırılan bir yol. Şayet bu talebimizi kabul eden bir mahkeme olursa, konu Anayasa Mahkemesinin gündemine gelecek. Bunu başaramasak dahi, AİHS ve AİHM kararlarımız karşısında, uygulanma olanağı yok artık bu yasanın. Kurtuluş Partili Hukukçular Muğla Gezi Direnişçileri yargılandı Baştarafı sayfa 16’da Polisin düzmece tutanaklarıyla hazırlanan iddianamede yoldaşlarımızla birlikte 12 kişi, “kitleyi yönlendiren ve dağılmamak için direnen şahıslar” olarak gösteriliyordu. Dahası eylemden sonra polis tarafından düzenlenen fezleke iddianameye dönüştürülmüş ve 36 kişi mahkemenin önüne çıkartılmıştı. Mahkemede Direnişçileri Muğla Barosundan görevlendirilen CMK avukatları, birkaç aile avukatı ile birlikte Partimizin Merkez Komite Üyesi ve İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak ve Ankara İl Sekreterimiz Av. Doğan Erkan savundu. Partili avukatlarımız duruşmada polis tutanaklarını ve iddianameyi yerden yere vurarak, Gezi Direnişi’nin ve O’na destek eylemlerinin meşruiyetinin çeşitli yönleriyle anlattılar. Özellikle yargılamaya yasal dayanak yapılan 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasasının 12 Eylül Faşizminin ürünü faşist bir yasa olduğunu, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmanın, protesto hakkının Uluslararası Sözleşmeler ve Anayasa ile yurttaşlara tanınan demokratik bir hak olduğunu dolayısıyla bu faşist yasanın da Anayasaya aykırı olduğunu ileri sürdüler. Yargılanan gençlerin hepsi eyleme protesto haklarının kullanmak ve Gezi Direnişçilerine destek olmak için katıldıklarını beyan ettiler. Duruşmada, eylem sonrasında polis tarafından 5-10 dakika boyunca darp edildiğini söyleyen genç bir işçinin; “12 Eylül’de 53 gün işkencede kalan babamın üzerindeki kazağı giydim geldim. Umarım benim çocuğum da bu kazağı giymek zorunda kalmaz.”şeklindeki sözü de duruşmaya ayrı bir anlam kattı. Mahkemece avukatlarımızın Anayasaya aykırılık iddiaları incelemeye alındı ve diğer eksikliklerin giderilmesi için duruşma 3 Mart 2013 tarihine ertelendi. Duruşmadan sonra Partili Avukatlarımız tarafından Muğla Adliyesi önünde bir basın açıklaması yapıldı. Yerel Basının ilgi gösterdiği basın açıklamasına yargılanan gençler ve aileleri katıldı. 18.12.2013 Muğla’dan Kurtuluş Partililer 14 Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 Burnunun Dikine Giden Tayyip ve Ar Damarı Çatlayanlar Baştarafı sayfa 16’da taktikleri AKP birliğini sağlamlaştırmak bir yana çatlatırsa, Erdoğan değişebilir. Eğer Erdoğan’ın tutumu konusundaki bu açıklamalar doğruysa, davranışları politik hırslarını tehdit ettiği takdirde doğru çizgiye gelebilecektir. “Ancak, biz doğru çizgiye gelmesi için elde çok az işaret olduğuna inanıyoruz. Taksim protestolarının başlangıcından bu yana dört ay geçmesine ve partisinde bazı karşıt görüşler olmasına rağmen Erdoğan herhangi bir değişiklik işareti vermedi. Şimdi, bir zamanlar kendisini destekleyenlerce şiddetle eleştiriliyor. Ayrıca, partisinde yapılanlardan hoşnut olmayanların bulunduğu konusunda söylentiler var. Nitekim Başbakan Vekili Arınç, hükümetin olaylara yaklaşımı nedeniyle istifaya yeltendi ama daha sonra bu görevde kalmaya ikna edildi. Öte yandan, Erdoğan’ın değişimi konusunda 2011 seçimleri sırasında da benzer öngörüler yapılmıştı. O zaman da pek çok Türkiye gözlemcisi AKP’nin otoriter ve gittikçe artan muhafazakâr söylemi konusunda endişelerini ifade etmişlerdi. Ama hükümeti savunanlar bu eleştirileri, AKP’nin seçim duruşudur, seçimden sonra Erdoğan değişecektir şeklinde savuşturmuşlardı. Bu dönüşüm asla gerçekleşmedi. Erdoğan ezici bir zafer kazanmasına rağmen, bu onu daha da cesaretlendirdi. “Şimdi yeniden bazı Batılılar ve bazı Türkler onun değişeceği beklentisi içindeler. Değişebilecek tek şey, art arda seçimler sonrasında Erdoğan’ın uygulayacağı gücün miktarı olacaktır. Türk politikasını tek yanlı belirlemesinin önünde pek çok yapısal engel vardır. Erdoğan başka bir kritik seçimle karşı karşıyadır: Ya şu anda sürdürdüğü kurallara göre oynayacak ya da Türkiye’nin en güçlü politikacısı sıfatını sürdürmek için değişecektir.” (From Rhetoric to Reality: Reframing U.S. Turkey Policy, Bipartisan Policy Center, 2013, s. 25-26) Evet, ABD büyükelçileri Tayyip’in önüne “ya değişirsin ya da gidersin” ikilemini koyuyorlardı. ABD büyükelçileri derken, bu görüşlerin ABD Emperyalizminin görüşleri olduğunu bir kez daha belirtelim. Çünkü her iki büyükelçi de önemlidir. Abramowitz, politikada Tayyip’in önünü açan kişidir, şu anda National Endowment for Democracy adlı “sivil örümcek”in başındadır. Edelman ise başbakanlığının ilk döneminde (2003-2005) Tayyip’e kılavuzluk etmiştir. Sanıyoruz bu yüzden ABD Emperyalizmi Tayyip’i bu kişilerce uyardı. Ama nafile! Ortaçağcı din bezirgânları Kıvılcımlı’nın deyişiyle “burunlarının ucunu göremez, ellerinde olsa burunlarını şalgam diye ısırır, bindikleri dalı keser.” Sonuç olarak, uyarılar kâr etmedi. Tayyip, burnunu şalgam diye ısıramadıysa da, burnunun doğrultusunda bayır aşağı gidiyor. Allah selamet versin! Yolsuzluk Batağı Tayyip artık emperyalizminin taktik değişikliklerine ayak uyduramıyordu. Çünkü hem yıpranmıştı, Gezi Direnişi’miz bunun kanıtıdır, hem ruhsal durumu buna elvermiyordu, hem çevresindeki yalakalar kendisini iyi pohpohluyorlardı. Aslında emperyalist uşaklığında gene birinciydi. Kaddafi için tut dediler, Esad için tut dediler, Kürt açılımı yap dediler, Tayyip hepsine de bir heves seğirtti. Ama Suriye konusunda emperyalizmin istediği esnekliği gösteremedi. Hâlâ Suriye’deki çapulcu, dinci katillere silah yardımı yapıyor. ABD’nin yasağına rağmen, TÜİK verilerine göre bile Türkiye’den Suriye’deki dincilere giden silah miktarı Haziran 2013’ten bu yana 47 ton. Kimyasal silah provokasyonu tutmayınca ABD taktik değiştirdi ama Tayyip bu taktiğe uyum sağlayamadı. Çünkü bugüne kadarki sözleri, çevresi, kafa yapısı ve çapulcu dincilerle organik bağı buna izin vermedi. Mısır’da da böyle oldu. ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin “Sisi (Mısır Ordusu) Mısır’da demokrasiyi inşa ediyor” demesine rağmen, Tayyip hâlâ oy tabanımı yitirmeyim kaygısıyla burnunun dikine gidiyor. Bu konuda da ABD’nin gözünde gerekli esnekliği gösteremedi. Tayyip’in esnekliğini yitirmesinde bir diğer etken de yolsuzluk batağına saplanması. Çevresindekilerle olan yolsuzluk temelli ilişkileri esnekliğini sınırlandırıyor. Tencere dibin kara, seninki benden kara deyip birbirlerinin açıklarını örterek bugüne dek geldiler, Tayyip ve yalakaları. Aslında bugün ortaya çıkan yolsuzluk konusunda ABD’nin Tayyip’i çok daha önceden, İran ambargosunu esas alarak uyardığı görülüyor. Hürriyet’in Washington Muhabiri Tolga Tanış, bu yılın Mart ayı başın- da bu durumu başka bir şekilde yazmıştı: “İran’ın yaptırımların arkasından dolanmak için Türkiye’ye sattığı doğalgazın parasıyla Türkiye’de altın alıp sonra bunu büyük oranda Dubai’de simsarlara bozdurduğu geçen aylarda çok yazılıp çizilmişti. Hatta bu yüzden Türkiye’nin İran’a altın ihracatı 2011’de 54 milyon dolarken, 2012’de 6,5 milyar doları aşmıştı. “Amerikan Kongresi, bunun üzerine yeni bir yaptırım yasası daha çıkarttı. Ve 6 Şubat’tan itibaren İran’ın değerli maden alımlarını da yaptırıma bağladı. Bana söyledikleri Türk şirketler de, bu düzenlemeyi ihlal ettiğine inandıkları.” (Hürriyet, 6 Mart 2013) Bu alım satımların içinde yer alan devlet kuruluşunun ise Halkbank olduğu anlaşılıyor. (Halbank’ın, Vakıfbank ile birlikte Sabah ve ATV’yi almasında dünüre destek çıkmışlardı). ABD’den bu yönde uyarılar da gelmiş. Tolga Tanış’ın “ABD’li Vekiller Halkbank’a Yaptırım İstedi” başlıklı yazısı bu bakımdan önemli: “AMERİKAN Kongresi’nin Temsilciler Meclisi kanadında, nükleer programından dolayı ABD tarafından İran’a uygulanan tek taraflı yaptırımlara rağmen Türkiye’nin Halkbank üzerinden İran’la ticareti artırdığı iddiasıyla, Türkiye aleyhine bir imza kampanyası başlatıldı. “(...) Türkiye’nin genişleyen ekonomisi, gittikçe büyüyen bir şekilde doğalgaz ve petrol gerektirdiğine dikkat çekilen mektupta şunlar kaydedildi: “Mart 2012’de Türkiye İran’dan alımlarını yüzde 10-20 oranında azaltacağını açıkladı ve böylece 11 Haziran 2012’de, 7 Aralık 2012’de ilave alım azaltmasıyla yenilenen bir yaptırım istisnası edindi. Ancak anlıyoruz ki, Türkiye İran’dan petrol ve doğalgaz alımını azaltırken, devlet bankası Halkbank, yaptırımların aşılması için kullanılıyor. İran’ın uluslararası yaptırımları delmek için beş yurtdışı bürosu ve Tahran’da da bir temsilciliği olan Halkbank’a yatırdığı mevduat üzerinden altını kullandığı yönündeki endişenizde size katılıyoruz.» “Mektupta şu ifadelere yer verildi: “Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan‘ın en son ‘Türk devlet bankası Halkbank İran’la mevcut işlemlerine devam edecek’ yönündeki açıklaması, Halkbank’ın yasadışı nükleer programında İran’a yardım ettiği kaygısı için bir sebep oluşturdu. (...) Bu gelişmelerin ışığında, sizden Halkbank’ın İran’a altın transfer edilmesindeki işlemlerini yaptırıma tabii faaliyet olarak ele almanızı istiyoruz. Bu yılın Temmuz ayında yürürlüğe girecek düzenlemelerin, Halkbank ve onun Amerikan hissedarlarını nasıl etkileyeceği konusunda sizden bir açıklama istiyoruz.” (Hürriyet, 21 Nisan 2013) Burada amacın İran’a destek değil, dolar cukkalamak olduğunu da vurgulayalım. Kaldı ki, Ruhani’nin cumhurbaşkanı seçilmesinden beri ABD ile İran’ın arası da yumuşadı. Ama altın-dolar cukkası sürüyordu. Bakan Çağlayan’ın neden uyarılara rağmen “Halkbank İran’la mevcut işlemlerine devam edecek” dediği bugün ortaya çıkıyor. Tabiî Tayyip de boğazına kadar bu yolsuzlukların içinde. Ali Ağaoğlu’nun deyişiyle “Büyük Patron” o. Tayyip’in bir diğer açmazı da ülkeye para girişinin ne şekilde olursa olsun, devam etmesi. Bu tür “arkadan dolanma” hukuksuzlukları bu bakımdan da önemli. Bu yüzden esneklik gösteremiyorlar. Ve bugün Tayyip Türkiyesi, ABD’nin önerisiyle uluslararası bir örgüt olan “Finansal Eylem Görev Gücü” (FATF) tarafından “karapara ve terör finansmanı ile mücadelede riskli ülkeler listesinde” bırakıldı. Bu listede Türkiye ile beraber topu topu 11 ülke var. (Tolga Tanış haberi, Hürriyet, 18 Aralık 2013) Ya Ar Damarı Çatlayanlar? Evet, bir de ar damarı çatlayanlar var, ne yazık ki... Ulusal onuru, halk sevgisini yitirmiş, emperyalist uşaklığı için, kendilerini ABD Emperyalizmine beğendirmek için yollara düşen, Tayyip ve Tayyip gibilerle yarışan politikacıları kastediyoruz. Önce Abdullah Gül Obama ile görüşme çabasına girdi. ABD’nin tarafsız görünme çabası sonucu Obama ile görüşemeyince ABD’ye gitmedi Gül. Daha sonra CHP’nin (Kemal Kılıçdaroğlu) ve Mustafa Sarıgül’ün ABD’ye yüz sürme çabaları oldu. Sarıgül bir süre sonra İstanbul Belediye Başkanlığı için adaylığı gizli de olsa kabul edildi ki, seçim çalışmaları nedeniyle gitmeyeceğini bildirdi. CHP de üst düzey karşılama olmayacağını öğrenince gitmekte ayak sürüdü. Ama sonra şöyle bir gelişme oldu: “Sarıgül’ün program iptalinin ardın- dan Kılıçdaroğlu’nun gezisi tekrar konuşulmaya başlandı. Ve CHP liderinin hafta içi ABD’nin Ankara Büyükelçisi Frank Ricciardone ile Ankara’da bir otelde 2.5 saat sadece tercüman eşliğinde baş başa bir görüşme gerçekleştirdiği öğrenildi. Kaynaklar, görüşmede Kılıçdaroğlu’nun Washington’ı ziyaret için yüksek düzeyde temas şartından vazgeçtiğini ve Ricciardone’nin Kılıçdaroğlu’nu ikna ettiğini aktardı.” (Tolga Tanış, Hürriyet, 26 Ekim 2013) Ricciardone’nin ayarından sonra Kılıçdaroğlu ABD’ye görücüye çıkmayı kabul etti. Görücüye çıkmayı diyoruz, çünkü olan biten aynen böyledir. ABD politikacılarına, Yahudi Lobilerine ve Feto’ya kendini beğendirme çabalarıdır ABD gezisi. Nitekim Kılıçdaroğlu da “Öyle anlaşılıyor ki, kendimizi, Yeni Cumhuriyet Halk Partisi’ni yeterince anlatamamışız. Değişimi anlatamamışız” (Tolga Tanış, Hürriyet, 2 Aralık 2013) diyor. (Yeni CHP’nin bir CIA operasyonu ile nasıl oluşturulduğunu da herkes biliyor.) Geziyi bire bir izleyen Tolga Tanış’ın belirttiğine göre “Beyaz Saray’daki görüşme üst düzeydeydi. (…) CHP istediğini aldı.” (Hürriyet, 12 Aralık 2013) Tolga Tanış’a göre CHP’nin ABD ziyareti ABD diplomasisinin de bir başarısıdır: “Herkes işe CHP açısından bakıyor ya. Ben gezinin, aslında Amerikan diplomasisi için de bir başarı olduğunu düşünüyorum. Geçmişte kendisine sert biçimde muhalefet etmiş bir siyasi partinin yeni liderini ağırlamaları, o partinin tabanı düşünüldüğünde Amerika için de önemli bir kamu diplomasisi hamlesidir. Ve hiç kuşkunuz olmasın… Bu program, 2014’te bakanlığa üç numara olarak gelebileceği konuşulan Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin de artı hanesine yazılacaktır. Zira eski Büyükelçi Jim Jeffrey eski genel başkan Deniz Baykal’ı böyle bir gezi için iknaya çok uğraştığını ama beceremediğini öğrendim. Amerikalılar bu sefer CHP ile fotoğraf vermeyi başardılar.” (Tolga Tanış, Hürriyet, 12 Aralık 2013) Bu “başarıyı” tamamlayan iki gelişme daha oldu. Birincisi, Kılıçdaroğlu, Yahudi Lobisi, “ABD’nin önde gelen Yahudi örgütlerinden, çatı kuruluşu Amerikan Yahudi Komitesi (AJC), askeri ve stratejik konularda çalışan Ulusal Güvenlik İşleri Yahudi Enstitüsü (JINSA) ve New York merkezli İnkâr ve İftiraya Karşı Birlik (ADL) temsilcileri” ile de görüştü (Tolga Tanış, Hürriyet, 5 Aralık 2013) Ve tabiî arkasından CHP heyeti Feto’nun has örgütlerinden olup ABD’nin farklı bölgelerinde 240 derneğin bağlı olduğu Türk Amerikan Birliği (TurkicAmerican Alliance, TAA) adlı örgüt ile de görüştü. Böylece başarı katmerlendi! Kılıçdaroğlu son ayarı 19 Aralık’ta Ricciardone ile yaptığı ikinci bir görüşme- de almış olsa gerek. Hemen ardından büyükşehir belediyeleri için adaylar açıklandı çünkü (22 Aralık). Tabii Ankara’dan MHP’li Mansur Yavaş, İstanbul’dan aday yapılacağı çok önceden belli oan Mustafa Sarıgül aday. Yetmedi, Hatay’da AKP’li belediye başkanı. CHP’nin başı bağlanmıştı, şimdi gövdesinin de AKP’lileştirilme süreci devam ediyor. Sonuç Tayyip gidiyor. Bu belli oldıu. Emperyalizm, bu olasılığı görerek uzun zamandan beri alternatif arayışı içinde veya alternatif yaratma peşindeydi. Olası alternatiflerin, emperyalizmin Kabesi ABD’ye gidip yüz sürmeleri bundandır. Ve bu girişimler başarı olarak sunulmaktadır halkımıza. Başarı bu mu? Hani nerede onur, nerede bağımsızlık, laiklik? Nerede halk sevgisi? Düşkünlük, uşaklık başarı olarak yutturulamaz. Bu ar damarı çatlamışlar tarihten de ders almıyorlar. Geçen yüzyılın başlarında ABD Emperyalizminin yerinde İngiliz Emperyalizmi vardı. İngiliz hayranlığı had safhadaydı. Bazı İngiliz hayranları İngiliz diyor, başka bir şey demiyordu. Hatta Kuvayimilliye içinde bile İngilizler iyidir, Türk dostudur, İngiliz egemenliği iyidir, İngilizlerle savaşılmaz diyebilen hainler veya hain olmasa bile korkaklar bulunuyordu. Oysa o İngiliz Emperyalizmi, İngiliz oyunlarıyla Türkiye’yi (o zaman Osmanlı) imha etmeyi planlamış; uygulamaya koymuştu bile. Türkiye’yi Rusya’ya karşı koruruz diyerek kandırmış, tersine önemli bir kesimini parçalayıp almıştır. Örneğin Yunanistan 1832’de bağımısız devlet olmuş; Sırbistan 1834’te özerk, 1878’de bağımsız devlet; Karadağ 1878’de bağımsız devlet; Romanya 1856’da özerk, 1879’da bağımsız devlet; Bulgaristan 1878’de özerk, 1908’de bağımsız devlet olmuştur. Hemen hemen tümünde de İngiliz Emperyalizminin payı vardır. En son, Türklerin Anadolu’dan kovulması denebilecek ölçüde büyük bir saldırı olan Sevr de başta İngiliz emperyalizminin eseridir. Dünün İmgiliz Emperyalizminin yerini İkinci Emperyalist Savaş’tan beri Amerikan Emperyalizmi almıştır. Bu toprakların insanları dünün yenilmez denen İngiliz Emperyalizmini yendiler. Kuşkusuz bugü- nün Amerikan Emperyalizmini de yenecekler. Emperyalist politikalar ve uygulamalar meşru değildir. Haklı olan halkımızdır. Halkımız yeter ki satılıkları, uşakları, ar damarı çatlamışları görebilsin. Gerisi gelecektir. Halkımıza gerçekleri gösterme görevi, vatan satıcılarına karşı en az onların vatan satıcılığı düzeyinde yurtsever, halkını seven, özverili devrimcilere düşmektedir. Haklıyız, Yeneceğiz! Taban Uyanıyor Sözüm hain hırsızadır Çabalama bay düzenbaz Taban uyanıyor taban Hele bir ayağa kalksın Durduramaz onu baban! Sen de mi böyle kalacaksın Alınteri çalacaksın Ettiğini bulacaksın ulan! Taban uyanıyor taban Hele bir ayağa kalksın Durduramaz onu baban! Niye benim bir işim yok Niye senin göbeğin tok Silahını ağzına sok ulan! Taban uyanıyor taban Hele bir ayağa kalksın Durduramaz onu baban! Yeter o açtığın yara Alnına çaldığın kara Kendine bir delik ara ulan! Taban uyanıyor taban Hele bir ayağa kalksın Durduramaz onu baban! Söylediğin yalana son Eylediğin talana son Yüz bin yüz bin milyon milyon. Taban uyanıyor taban Hele bir ayağa kalksın Durduramaz onu baban! Aşık İhsani İstanbul’da vurguna, yağmaya, talana geçit yok! Baştarafı sayfa 1’de ması Tayyipgiller’in doğa katliamı, İstanbul’u ve tüm Türkiye’yi rant alanına çevirip santim santim satması olsa da mitinge son günlerde iyice gün yüzüne çıkan yolsuzluk, vurgun ve soygunlar damgasını vurdu. Kadıköy Meydan’da gerçekleşen miting öncesi kitle, Haydarpaşa Numune Hastanesi önü ve Tepe Natilius olmak üzere iki koldan yürüyüşe geçti. Halkın Kurtuluş Partisi olarak biz de Haydarpaşa Numune Hastanesi önünden yürüyüşümüze başladık. Yürüyüşe başlamamızla birlikte Tayyipgiller’i teşhir eden sloganlarımızı haykırmaya başladık. “Hırsız, Vurguncu, Din Tüccarı AKP”, “Gün Gelecek, Devran Dönecek, Hırsızlar Halka Hesap Verecek”, Tayyip’in Tanrısı Para Tanrısı” sloganlarımız kitleler tarafından ilgiyle karşılandı, zaman zaman izleyen insanlarımız sloganlarımıza eşlik ettiler. Bunun yanı sıra yürüyüş boyunca yaptığımız konuşmalarla Tayyipgiller’in F. Gülen Cemaatiyle birlikte, AB-D Emperyalistlerinin bir oyuncağı, bir taşeronu olduğunu dile getirerek “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “Emperyalistler, İşbirlikçiler, Geldikleri Gibi gidecekler”, sloganlarımızı haykırdık. Ayrıca Amerika yerlilerinden Seattle tarafından söylenmiş olan “İnsan Doğadan Uzaklaştıkça Kalbi Katılaşır” sözünü içeren pankartımız da büyük ilgi gördü. Yürüyüş sonlanıp alana girme anı geldiğinde coşkumuz daha da arttı. Kızıl ve görkemli bayraklarımızla sloganlar eşliğinde miting alanına girdik. Miting sırasında yapılan konuşmalarda Tayyipgiller’in hırsızlıkları, doğa katliamları, yağmaları teşhir edildi. Ayrıca Gezi Direnişi’mizde şehit verdiğimiz kahramanlar da hep bir ağızdan atılan sloganlarla anıldı. Mitingin en ilgi çekici yönlerinden biri de halkımızın Gezi Direnişi’nde ortaya koyduğu “orantısız zekâ”yı tekrar sergilemesi oldu. İnsanlarımız, ayakkabı kutularından yazarkasaya kadar birçok araçtan yararlanarak bu vurguncular güruhunun hırsızlıklarına mizahi bir tarzla gönderme yaptı. Tüm bunlar göstermektedir ki Tayyipgiller’in 11 yıldır sürdüğü tatlı vurgun hayatı artık sona yaklaşmaktadır. İnsanlarımız da bunun farkında olduğundan daha bir moralli ve heyecanlıdır. Biz de mitingden bu olumlu hava ve heyecanla ayrıldık. 22.12.2013 İstanbul’dan Kurtuluş Partililer TÖVİŞ’ten; Demokratik Laik Parasız Eğitim için çağrı Kurtuluş Yolu/Antalya T üm Öğrenci Velileri İşbirliği Derneği (TÖVİŞ), 21 Aralık 2013 tarihinde ilk genel kongresini yaptı. TÖVİŞ Genel Kongresi, çocuklarımıza çağdaş, bilimsel, laik, demokratik, eşit, parasız ve nitelikli eğitim hakkı elde edebilme yolunda tüm öğrenci velilerini ve eğitimcileri TÖVİŞ’e destek vermeye ve üye olmaya çağırdı. TÖVİŞ, 24 Eylül’de vatansever; antiemperyalist, antifeodal, antişoven ilkeleri benimseyen kişiler tarafından Antalya’da kurulmuştu. Eğitimin içeriğinin ve yönetiminin demokratikleştirilmesini, eğitimde fırsat eşitliğini, herkesin sonuna kadar eğitim hakkından yararlanabilmesini sağlamak için her türlü demokratik girişimde bulunmayı hedefleyen TÖVİŞ, amacını kamuo- yuna şu şekilde aktardı: “Öğrenci ve velilerinin hak ve çıkarlarının korunmasını, geliştirilmesini, veliler arasında yardımlaşma ve dayanışmanın sağlanmasını, üyelerin genel eğitim ve ülkedeki eğitim sistemi, eğitime ilişkin yasa, tüzük ve yönetmelik gibi diğer mevzuatlar hakkında bilgilendirilmesini; eğitimin içeriğinin ve yönetiminin demokratikleştirilmesini savunuyoruz.Gerektiğinde ilgili mercilere rapor ve araştırma dosyaları sunarak sorunlarımızı gündemde tutmayı ve kamuoyunda farkındalık yaratarak çözmeyi hedefliyoruz.” TÖVİŞ ayrıca devlet okullarının ve eğitim kurumlarının parasız olmasını, dershanelerin ve özel okulların kapatılmasını, eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanmasını savunuyor. 15 Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013 Haramilerin saltanatını yıkacağız! Baştarafı sayfa 1’de Aralarında bakan çocuklarının da bulunduğu hırsızlık-vurgun olayının ardından, Tayyipgiller’in artık çuvala sığmayan yolsuzlukları pis kokular yayarak gün yüzüne çıkarıldı. Bizler HKP olarak yıllardır bunların din kisvesi altında hırsızlık yaptıklarını zaten söylüyorduk. Hatta konuyla ilgili haklarında defalarca suç duyurusunda bulunduk. Bu son olay partimizin öngörüsünün-tespitinin ne kadar doğru olduğunu göstermiştir. HKP İzmir İl Örgütü olarak konuyla ilgili 21 Aralık Cumartesi günü saat 14.30’da Konak Kemeraltı girişinde bir eylem yaptık. Eylemde İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak bir basın açıklaması yaptı. Bizleri izleyen İzmir Halkının sloganlarımıza katılarak ve alkışlayarak destek olduğu Eylemimiz sırasında açtığımız pankartlarla ve attığımız sloganlarla Tayyipgiller’in hırsızlık ve yolsuzluklarını protesto ettik. Eylem sırasında sık sık, “Gün Gelecek Devran Dönecek Hırsızlar Halka Hesap Verecek”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek”, “Tayyibin Tanrısı Para Tanrısı”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”,”AKP İşsizlik Pahalılık Zam Zulüm Demektir” sloganları atıldı. Eylemimizi, tüm bu hırsızlıklarının-yolsuzluklarının hesabını Demokratik Halk İktidarında Tayyipgiller’den soracağımıza söz vererek bitirdik. Tayyipgillerin yaptığı vurgunlara karşı tarihe not düşmek anlamında mahkemelerde davalar açan, yaptığı basın açıklamalarıyla, eylemlerle Halklarımızı uyandırmaya çalışan Halkın Kurtuluş Partisi, Tayyipgiller’i, çaldıklarımızdan bize de koklat diyen Fethullah’ın Cemaatini, bunları kurma oyuncaklar gibi kurup piyasaya süren, bütün kötülüklerin kaynağı AB-D Emperyalistlerini protesto etti. Partimiz Kızılay’da, Antiemperyalist Kurtuluş Savaş’ımızı simgeleyen anıtın bulunduğu Güven Park’ta yaptığı basın açıklamasıyla, iki hırsız grubun nasıl ve neden birbirlerine düştüklerini, bu hırsızların efendisi olan AB-D Emperyalistlerinden nasıl kurtulabileceğimizi açıkladı. Halklarımızı Allah’la aldatan din simsarlarını 1300 yıl öncesinden teşhir eden Abdullah Bin Mübarek’in “İnsanların en alçağı; din kisvesi altında dünya menfaati sağlayandır” sözünün yazılı olduğu pankartımızla, parti bayraklarımızla, Tayyipgiller’in hırsızlıklarını teşhir eden dövizlerimizle geldik Güven Park’a. “Gün gelecek devran dönecek hırsızlar halka hesap verecek”, “Kahrolsun ABD AB Emperyalizmi”, “Emperyalistler işbirlikçiler geldikleri gibi gidecekler”, “Tayyip’in Tanrısı para Tanrısı” sloganlarımız eşliğinde gerçekleştirdik basın açıklamamızı. 21.12.2013 İzmir’den Kurtuluş Partililer “Ö Ankara’dan Kurtuluş Partililer küz öldü ortaklık bozuldu”. F tipi Cemaat ve Tayyipgiller, 2002’den bu yana Emekçi Halklarımızın ensesinde boza pişirirken, bugünlerde iktidarın ganimetlerini paylaşma savaşında birbirlerine girdiler. Cemaat, 17 Aralık Operasyonu ile ilk elden dört bakan ve oğullarının (diğer suç ortaklarıyla birlikte) kirli çamaşırlarını ortaya saçtı. İçişleri Bakanı ve Ekonomi Bakanının oğlu ve Halkbank Genel Müdürü ile birlikte 14 kişi tutuklandı. Operasyona Tayyip Erdoğan’ın oğlu Burak ve Bilal’in de adının eklendiği söylenmekte. Tayyipgiller ise bu operasyonu yapanları görevlerinden uzaklaştırarak karşı atakta bulundu. Oysa tam 11 yıldır her ikisi de vurgun, talan ve soygundan nasipleniyordu. Tam 11 yıldır her ikisi de ülkemizin, Kuvayimilliye yadigârı yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yerli-yabancı Parababalarına peşkeş çekerek, komisyonlarını cebe indiriyorlardı. “Ne komünist bir ülkeymişiz, sat sat bitiremedik” diyen yüzsüz bakanlarının oğlu da yumurta ticaretinden köşeyi dönmemiş miydi? Devlet başkanının 16 yaşındaki oğlu taze mısır ticaretinden voleyi vurmamış mıydı? Tayyip’in oğluna ise gemicikler nasip etmemiş miydi yüce Mevla?.. Tayyip, 1994’te “Hırsızlık baba- dan evlada geçer” derken tam da kendini ve yandaşlarını tanımlamış… Bizzat kendisinin İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden kalma ve hepsi de akçalı suçlardan 7 ayrı dosyası var, yargılanmayı bekliyor. Kayıp trilyon davasında bütün suç ortakları ceza alan A. Gül’ü kurtardılar. Deniz Feneri vurgununun Almanya ayağı cezalandırılmışken, Türkiye ayağı bizzat bu vurguncular tarafından kapatıldı. Hem de bu soruşturmayı yürüten savcıları suçlayarak ve yargı önüne çıkartarak... O zamanlar aralarından su sızmıyordu. Çünkü vurgunu ve talanı birlikte yapıyorlardı. Birlikte suç işliyorlar ve suçlarının üzerini kapatıyorlardı. Bunların her ikisi de ekonomik çıkar amaçlı suç örgütüdür. Şimdi birbirlerini “çete” olmakla suçluyorlar. Gerçekte her iki taraf da çetedir. Yolsuzluk, vurgun ve talan çetesi... Bunlar, halkımızın temiz dini duygularını sömürmeyi kendilerine gelir kapısı haline getirdiler ve ülkemizi Ortaçağın karanlığına sürüklemektedirler. Zavallı halkımızı öylesine afyonladılar ki, “bunlar da yiyor ama namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar, Kur’an okuyorlar” diye bunların hırsızlıklarını hoş görür hale getirildi. Oysa bunlar insanlarımızı Allah’la kandırarak, yedi sülalesini zengin eden, organize suç örgütüdür. Kendileri gözlerini kırpmadan kul hakkı yerken, işsizlik ve pahalılık cehenneminde yaktıkları insanlarımızla ise “bu dünyada imtihan ediliyorsun, burada çektiğin acılar ahrette sana mükâfat olarak dönecek” diyerek alay etmekteler. Abdullah Bin Mübarek, 1300 yıl önce ne de güzel söylemiş; “İnsanların en alçağı; din kisvesi altında dünya menfaati sağlayandır” diye… Bunların hepsi “din kisvesi altında dünya menfaati sağlayan”lardır. Dünya menfaatleri boylarını-kasalarını o kadar aşmış ki, ayakkabı kutularına dahi ihtiyaç duymaya başlamışlar. Emniyet ve Adliyedeki aynı kişiler; aynı yöntemlerle Ergenekon, Balyoz, Oda TV vb. operasyonları yaparken, başta Tayyip’in kendisi olmak üzere hiçbir AKP’li ne masumiyet karinesini ne kişilerin özel hayatını ne de konut dokunulmazlığı ve haberleşme özgürlüğünü hatırlıyorlardı. Tam tersine yapılan tüm haksızlık ve hukuksuzlukları “ülke vesayetten kurtuluyor”, “bağırsaklarını temizliyor” diye alkışlıyorlar ve cesaretlendiriyorlardı. Peki, şimdi ne oldu? Zülfü yâre dokununca hepsi “insan hakları savunucusu” kesildi. Ama yemezler… Bu operasyonu hazırlayan, planlayan ve uygulamaya koyan AB-D Emperyalistleridir. Uygulayıcılarının cemaatçi müritler olması bu gerçeği değiştirmez. Çünkü şanlı Gezi Direnişi, Tayyipgiller arasında derin çatlaklar Halkın Kurtuluş Partisi Yatağan Direnişçilerine dayanışma ziyaretinde bulundu zi 29 Aralık Pazar günü Muğla’nın, Milas ilçesinde yapılacak olan mitinge davet ettiler. İşçiler aynı sloganlarla bizleri uğurladılar. Bizler de bir kez daha dayanışma duygularımızı ileterek oradan ayrıldık. 22.12.2013 İzmir’den Kurtuluş Partililer Hesap Verecek”, “Hırsızlardan Hesabı Emekçiler Soracak” sloganları atıldı. HKP İzmir ve Muğla Örgütleri olarak, uzun zamandır madenlerin ve termik santrallerin peşkeş çekilmesine karşı bir Direniş yürütmekte olan işçileri ziyaret ettik. TES-İŞ ve MADENİŞ sendikaları tarafından ortak yürütülen mücadele bütün Yatağan ve çevresinde köylere kadar halkın desteğini almış durumda. Yatağan bu Direnişle yatıp kalkıyor. Öyle ki neredeyse her binada, her işyerinde Direnişle ilgili mutlaka bir materyalle karşılaştık. Termik santralin önünde her iki sendika tarafından kurulmuş olan çadırlarda işçiler ve sendikaların başkanları tarafından sıcak bir ilgiyle karşılandık. Hep beraber “Her Yer Yatağan Her Yer Direniş”, “Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam” sloganlarını haykırdık. Ziyaret sırasında Yatağan İşçilerinin mücadelesini çok yakından takip ettiğimizi, bu mücadelenin başarısı için elimizden gelen gayreti göstereceğimizi söyledik. İşçiler de ziyaretimizden duydukları memnuniyeti belirterek, bi- Ankara Batıkent’ten Kurtuluş Partililer *** *** Batıkent’te AKP’nin yolsuzlukları protesto edildi Batıkent Dayanışma Platformu’nun çağrısı ile toplanan Batıkent Halkı, AKP’nin hırsızlık ve yolsuzluğunu protesto etti. 25 Aralık 2013 Çarşamba günü saat 18.30’da Batıkent Metro İstasyonu önünde toplanan halk yürüyüşe geçerek yolu kapattı. Kitle yürüyerek yaklaşık 1 km. ilerideki meydanda bulunan Akbank Şubesi’ne ulaştı. Şubenin kapısına ayakkabı kutuları kondu. Fotokopi ile çoğaltılan temsili dolarlar saçıldı. Platform adına yapılan açıklamadan sonra “Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam” vurgusu ile eylem sona erdi. Eylem boyunca “Sizin Yolunuz Yolsuzluk Olmuş”, “Hükümet İstifa”, “Hırsız Var”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Hırsızlar Halka Eğitim-İş Bursa Şubesi Tayyipgiller’in yolsuzluk ve rüşvet talanına karşı eylem yaptı Kurtuluş Yolu/Bursa Eğitim-İş Bursa Şubesi, Eğitim İş Genel Merkezi’nin Tayyipgiller’in yolsuzluk, rüşvet ve talanına karşı Türkiye genelinde aldığı eylem kararı doğrultusunda eylem yaptı. 23 Aralık günü saat:13.00’da Fomara Meydanı’nda başlayan eylem Eğitim-İş Bursa Şube Başkanı Özkan Rona’nın basın açıklaması ile başladı. Özkan Rona konuşmasında “Yolsuzluk, Yoksulluk ve Yasaklarla mücadele edeceğini öne sürerek iktidara gelen AKP, geçen 11 yıl içinde yolsuzluklarını devletin tüm kurumlarına yaymış, ulusumuzun zenginlik kaynaklarını küresel sermayeye peşkeş çekmiş, haklarını gasp ettiği emekçileri yoksulluğa mahkûm etmiş, halkımızın en masum demokratik taleplerini de yasaklar ve tutuklamalarla sin- oluşturdu. Bu direnişle Tayyip’in karizması çizildi, sonun başlangıcına geldi. Dahası Tayyip; Gezi Direnişinin “arkasında faiz lobileri var” diyerek efendilerine dil uzattı. Kaldı ki, daha önce de İsrail ve AB-D’ye kurusıkı efelenmelerini, Çin’le füze anlaşmalarını da batılı emperyalistler deftere yazmışlardı. Yine Tayyipgiller, İran’a uygulanan AB-D ambargosunu delerek, aldıkları doğalgazın karşılığı olarak İran’a altın ihraç ediyormuş gibi görünüyorlardı. Bir anda Türkiye’nin İran’a altın ihracında patlama yaşandı. Doğalgazın TL olarak karşılığı Halkbank’ta tutulup altına dönüştürdükten sonra, bazen zırhlı araçlarla İran Merkez Bankası yetkililerine, bazen de Uçak Kargosu ile İran’a gönderiyorlardı. İran’a yapılan altın ihracı 2009 yılına kadar sıfırken birden bire % 76’lara fırlamıştır. Türkiye’de bu kadar altın olamayacağına göre İsviçre ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden altın ithal ediliyordu. Tabii bu altın transferinin baş aktörü Azeri vatandaşı Rıza Sarraf ise bu işin kolaylaştırıcılığını da aldıkları rüşvet karşılığında bazı Bakanlar ve çocukları yapıyordu. Hem böylece ekonominin büyüme rakamları da şişirilmiş oluyordu. AB-D Emperyalizminin bunu da affetmeyeceği besbellidir. Velhasıl bugünkü koşullarda Tayyipgiller’in kullanım değeri kalmamıştır. “Delikten aşağı süpürme” zamanı gelmiştir. Öyle ki, İçişleri Bakanı’nın ruhu bile duymadan, kendine bağlı polis teşkilatı tarafından oğlunun derdest edilmesi, İstanbul Emniyet Müdürüne iki saat ulaşamamaları bunların iktidarlarının ne kadar kof olduğunu göstermektedir. Bugün bu talan düzeninin gerçek yüzünü ortaya çıkaracak ve vurguncuların cezasını verecek bir yargı sistemi yoktur. Yolsuzluklar konusunda Partimizin geçmişte yaptığı onlarca suç duyurusu olmuştu. Ancak ne yazık ki devrimcilere, demokratlara, yurtseverlere karşı hızla işleyen yargı, alenen yapılan bu soygunları bir türlü görmeyerek, soruşturmalarda takipsizlik kararları verdi. Örneğin Tayyip’in İsviçre bankalarındaki sekiz ayrı hesapta yüklü miktarlarda parasının olduğu Wikileaks belgeleriyle ortaya çıkmıştı. Yine 2010 Aralık ayında gazetelerde Abdüllatif Şener’in; “İktidar zenginlerinin varlıkları yasallaştığı ve servetleri açığa çıktığı zaman TÜSİAD üyeleri onların yanında orta sınıfa dönecektir. Bu servetler ortaya çıkmadı. Orada burada saklanan var. Başka ülkelerde yatırımlar var.” diye demeçleri yayımlanmıştı. Bunun üzerine Partimiz olarak suç duyurusunda bulunduk. Ancak savcılar, Oda TV, Balyoz davalarında en önemli delil saydıkları dijital verileri (Wikileaks Belgelerini) burada delilden saymadılar. A. Şener’in ihbarlarını gözlerine soktuk, tanık olarak dinlenmesini istedik, görmezden geldiler. Sonuçta da soruşturmayı kapattılar. Bugüne kadar Tayyipgiller’in tüm yolsuzlukları için suç duyuruları yapmaktayız. Ancak hepsinde, “soruşturma yapmaya biz yetkili değiliz, bakanların dokunulmazlıkları vardır” denilerek “kovuşturmaya yer olmadığı” kararları verilmiştir savcılarca. Bu kararlara karşı itirazlarımızda hep “fezleke hazırlayıp Meclise gönderin bu durumda” demişsek de, bu da yapılmayarak itirazlarımız reddedilmiştir. Demek ki fezleke hazırlanıp Meclise gönderilmesi için, egemenler arası böylesi bir kapışma gerekiyormuş. Buna da şaşırmadık! Bunların birlikte işledikleri suçların tümüyle açığa çıkarılmasını, yargılamalardan böyle bir sonuç çıkmasını beklemek saflık olur. Ancak çatışan taraflar artık geri çekilemez. Geri çekilen yuvarlanır gider çünkü. Bu nedenle iki taraf, birbirini öldüresiye yaralayacaktır. Bu yaralanma, tıpkı Erbakan ve partisi gibi silip süpürecektir AKP’yi, ha bugün, ha yarın… Ancak bu savaş sonrasında istediğimiz nitelikte bir iktidarın kurulamayacağı da besbelli. “Onu alma beni al” diye AB-D kapılarında sıraya girenler ortada. Çünkü kendi halkına güvenip onun gücüyle iktidara gelmek yerine AB-D Emperyalizminin desteğiyle iktidar olmayı yeğliyorlar. Böyle bir iktidarın sonu işte böyle olur. AKP’nin en güçlü olduğunu zannettiği anda nasıl bir çukura düşürüldüğünü görmemek için siyasi kör olmak gerekir. Bu ülkedeki tüm kötülüklerin, vurgunun, talanın, yağmanın ve soygunun baş sorumlusu AB-D Emperyalizmi, yerli Parababaları ve Ortaçağcı ortaklarıdır. Bunlar, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşımızın öcünü alma, ülkemizin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalama ortak paydasında anlaşmışlardır. Suçları çok büyüktür. Demokratik Halk İktidarında zamanaşımı yoktur. Tüyü bitmemiş yetimin hakkıyla yedi sülalesini zengin edenlerden mutlaka hesap sorulacaktır. 21.12.2013 dirmeye çalışmıştır.”, diyerek sendika olarak yolsuzluk, rüşvet ve yoksullukla mücadeleye devam edeceklerini vurguladı. Basın açıklamasında sık, sık “AKP’den Hesabı Emekçiler Soracak”, “Gün Gelecek Devran Dönecek AKP Halka Hesap Verecek”, “Her Yer Rüşvet, Her Yer Yolsuzluk” sloganları atıldı. Eylem, içerisinde kamu emekçilerinin fatura ve maaş bordolarının yer aldığı “Kamu Çalışanlarının Ayakkabı Kutu”ları AKP Bursa İl Başkanlığı önüne bırakılarak sonlandırıldı. Eyleme Birleşik Kamu İş’e Bağlı Birleşik Büro İş Bursa İl Temsilcisi Sürmeli Selçuk SÖĞÜT de destek verdi. “Hükümet İstifa” sloganın kendi başlattı. Parti olarak taşıdığımız dövizler ve attığımız sloganlarla eylemde kendimizi ifade ettik. Aynı zamanda Gaziantep’in Kurtuluş Günü olan 25 Aralık’ta, Balıklı Parkı’nda toplanarak, Gaziler Caddesi’nde yürüdük. Vatandaşın yoğun ilgi gösterdiği yürüyüşü Mütercim Asım ve Karagöz Caddeleri’nde sürdürdük. “Din İman Dediler, Memleketi Yediler”, “Gün Geliyor, Devran Dönüyor, Tayipgiller Halka Hesap Veriyor”, “ Cemaat Değil, Halk İndirecek”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi” sloganlarını attık. Eylemi, Halk Bankası önünde yapılan basın açıklamasıyla sonlandırdık. Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi *** Tayyipgiller’in yolsuzluk ve rüşvet protesto edildi Gaziantep’te de protesto edildi Gaziantep’te sendikalar ve siyasi partiler bir araya gelerek, 17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla iyice açığa çıkan, soygun düzenini protesto etti. 21 Aralık günü Kırkayak Parkı’nda toplanarak, Balıklı Parkı’na kadar yürüdük. Yol boyunca geçtiğimiz Akyol Caddesi’nde kahvehanede bulunan vatandaşlar ayakta bizi alkışlayarak desteklediler. Yol üzerindeki bir kasap, Açıklamada, yolsuzluk ve rüşvet gerçeği ve yeni adli kolluk yönetmeliği protesto edildi. 24 Aralık 1978 Maraş Katliamı protesto edildi. Gaziantep’in Kurtuluş günü kutlandı ve Kuvayimilliye komutanları; Şahinbey ve Karayılan anıldı. Gaziantep’ten Kurtuluş Partililer Burnunun Dikine Giden Tayyip ve Ar Damarı Çatlayanlar Muğla Gezi Direnişçileri yargılandı Gezi Direnişçileri Fadime Analarını kaybetti! Direnişe katılan gençleri Gezi Şehidi Mehmet Ayvalıtaş’ın annesi Fadime Ayvalıtaş’ı kaybettik. Evlat acısına dayanamayarak kalp yıldırmak için açılan davalar krizi geçiren Fadime Ana’yı mücadelemizde yaşatacağız kapsamında 36 Gezi Direnişçisi Muğla 1. Asliye Ceza Mahkemesinde yargılandı. İ Yüreği dayanmadı… Bir annenin yüreğine saplanan hain, zehirli bir hançerdir evlat acısı… Onulmaz yaralar açar, kanatır durur… Gezi Direnişi sırasında kaybetmiştik Mehmet Ayvalıtaş’ı… Anası Fadime Ayvalıtaş’ı da bugün (13 Aralık 2013) evlat acısına dayanamayarak geçirdiği kalp krizi sonucu kaybettik. “Halk yürüyüşünde halka kurban etti kendini… O bizim ailenin nazlısıydı, hiç kırmazdık. Onu da Tayyip aldı. …Hani artık anneler ağla- mayacaktı…” diyordu Yurt Gazetesine verdiği röportajda. Ama anaları ağlatmaya devam ediyor Parababaları ve Tayyipgiller… Fadime Ana hepimizin anasıydı… Sana söz Fadime Ana, Parababaları ve Tayyipgiller bu yaptıklarının hesabını verecekler! Tüm halkımızın başı sağ olsun. 13. 12. 2013 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi çinde Muğla’daki yoldaşlarımızın da bulunduğu 36 Gezi Direnişçisi Muğla 1. Asliye Ceza Mahkemesinde yargılandı. Bilindiği gibi İstanbul’da 27 Mayıs’ta başlayan Gezi Direnişi dalga dalya yayılarak tüm yurdu kaplamıştı. Bu dalganın etkilediği illerden biri de Muğla idi. 31 Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan gece Muğla’daki devrimci, demokrat, ilerici, sosyalist aydınlar, gençler de İstanbul Gezi Direnişçilerine destek için alanlara çıkmıştı. İstanbul’a destek sloganlarıyla Muğla Valiliği önüne kadar yürümüşler ve ardından da AKP Muğla İl Binasına gitmek istemişlerdi. Fakat polis hemen her yerde olduğu gibi, burada da TOMA’larla, Gaz Bombalarıyla insanlara saldırmış ve dağıtmıştı. Ardından da yine hemen her yerde yaptığı gibi polis, direnişe katılan gençleri yıldırmak için haklarında düzmece tutanaklar düzenleyerek davalar açılmasını sağladı. Aralarında Partili Yoldaşlarımızın da bulunduğu bu davalardan bir tanesinin duruşması da 18 Aralık 2013 günü Muğla 1. Asliye Ceza Mahkemesinde yapıldı. 13’te TTB’den Gezi Direnişi sempozyumu 13’te 1 0 Aralık İnsan Hakları Günü’nde, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi tarafından “Gezi Direnişi ve İnsan Hakları” konulu sempozyum düzenlendi. Saygı duruşu ile başlayan sempozyumun açış konuşmasını Türkiye Barolar Birliği Genel Sekreteri Av. İzzet Güneş Gürseler yaptı. Açış konuşmasının ardından Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi Başkanı Av. Serhan Özbek’in yönettiği birinci oturumda; Yakın Doğu Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fazıl Sağlam, Türk Tabipleri Birliği Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özdemir Aktan, gazeteci-yazar İsmail Saymaz Devrim Şehidi Kubilay, Mücadelemizde Yaşıyor! Kıdem tazminatı geleceğimizdir, yedirtmeyeceğiz! T opkapı Nakliyat Ambarlarında çalışan 1000 Nakliyat-İş üyesi işçi iş bıraktı. 2 Aralık Pazartesi günü saat 09.00’da Topkapı Nakliyeciler Sitesi girişinde bir araya gelen işçiler kortej oluşturarak İstanbul Şubesi’ne kadar yürüdü. Eyleme, DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu ile DİSK Genel Başkan Yarımcısı Celal Ovat da katıldı. Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu bir açıklama yaptı. Küçükosmanoğlu açıklamasında, 2002’den 2013’e dolar milyarderi sayısının 6’dan 44’e çıktığı, işçilerin reel ücretlerinin aynı dönemde sürekli olarak düştüğü, işçiler için cehennem olan taşeronluğu giderek yaygınlaştığı, güvencesiz kölece çalışmanın kural haline getirildiği bu dönemde kıdem tazminatının gasp edilmesine, taşeron cehennemine, özel istihdam bürolarına karşı kararlılıkla mücadele edileceğini; sendika ve konfederasyon olarak izin vermeyeceklerini belirtti. Küçükosmanoğlu, yerli-yabancı Parababalarının daha fazla kar amacıyla, onların emrindeki siyasi iktidarı ile ülkeyi kendileri için ‘dikensiz gül bahçesine’ çevirmeye çalıştığını bunun kabul edilemeyeceğini vurguladı. DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu, kıdem tazminatının gasp edilmesine yönelik DİSK’in #Direnişçi kampanyası hakkındaki görüşlerini belirtti. Kıdem tazminatının gasp edilmesine izin verilmeyeceğinin altını çizdi. Eylemde “Direne Direne Kazanacağız”, “AKP Yasanı Al Başına Çal”, “AKP Şaşırma Sabrımızı Taşırma”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız” sloganları atıldı. T ayyip’in Türkiye’ye nasıl başbakan olduğu herkesçe biliniyor: Amerikan Emperyalizmi ile sıkı fıkı olarak, emperyalizme ve Yahudi lobilerine uşaklık etme sözü vererek. Ancak, doğada da, toplumda da “her şey akar”. Zaman içinde yöneticilerin ilişkileri, olaylara bakışları, hatta kafa yapıları bile değişebilir. Öte yandan, Tayyip gibi uşakların eninde sonunda pisliği ortaya dökülür. Günümüzde de Tayyip ile ilgili böyle bir süreç yaşanıyor. Tayyip artık 10-12 yıl önceki Tayyip değil bir bakıma. Gene Ortaçağcı, gene emperyalist uşağı ama emperyalizmin esnekliğine ayak uyduramıyor. Tabiî, asıl önemlisi Gezi Direnişi’mizin kendisine vurduğu ağır darbe. Emperyalizm ile Tayyip’in arasını açan bu darbe aslında. Daha önceki yazılarımızda, Amerikan büyükelçilerinin (Morton Abramowitz ve Eric Edelman) Türkiye hakkında hazırlayarak Ekim 2013 sonuna doğru yayımladıkları bir rapordan (From Rhetoric to Reality: Reframing U.S. Turkey Policy; Sözden Gerçeğe: ABD’nin Türkiye Politikasını Yeniden Şekillendirmek) söz etmiştik. Bu raporda Tayyip’e uyarılar olduğunu da belirtmiştik. Hatta Tayyip’in kişisel durumu hakkında da değerlendirmeler ve uyarılar var raporda. Bizce, bugün yaşananlar bakımından çok da önemli... Raporda “Erdoğan’ın Politik Geleceği” başlığı altında “Kişiliği” alt başlığı atılmış. Biraz uzun olan bu alt bölümü, bütünlüğünün kaybolmaması bakımından aynen aktarıyoruz: “Erdoğan’ın sadece kişisel olarak günlük yönetime an be an müdahale etmesi değil, aynı zamanda kararlarıyla çelişen görüşlere git gide daha az açık hale gelmesi konusunda genel bir kanı var. Ancak, bu esneklik kaybının arkasında farklı değerlendirmeler yatıyor. “Bazıları, Erdoğan’ın güçlü adam duruşunu, kendinden öncekilerin ‘yumuşak’ olmaları nedeniyle yok edilmeleri inancına dayandırıyorlar. Türk İslamcılarına göre Adnan Menderes (1950-1960 arasında başbakan) baskılara boyun eğdi ve askerlerce 1961’de asıldı. Turgut Özal (1983- 1993 arasında başbakan ve cumhurbaşkanı) esnekti; 1993’te zehirlendi (ölüm nedeni hâlâ açık değilse de, suikast ile öldürüldüğü İslamcılar arasında kabul gören bir komplo teorisidir). Necmettin Erbakan (1996-1997 yıllarında başbakan) askeri güce ayak direyemedi; 1997’de istifaya zorlandı. Erdoğan ise Taksim protestolarının arkasında yerel ve yabancı düşmanların olması gibi gerçekle bağdaşmayacak bir görüşe sahip; dolayısıyla, Menderes, Özal ve Erbakan’ın akıbeti ile karşılaşmamak için güç göstermek ve sert tepki göstermek zorunda. “Bu bakımdan onun kavgacı yapısı, geri adım atmayı reddetmesi ve otoriter çizgisinin kökleri, ister kişilik özellikleri olsun, ister bazılarının dediği gibi psikolojik patolojilere işaret etsin, derindedir. Erdoğan’ın ruhsal sağlığını sorgulayanlara göre hükümet tarafından öne sürülen komplo teorileri aşırı paranoyadan kaynaklanıyor ve Gezi protestoları sırasında Erdoğan’ın yanlış adımlarının nedeni, patolojik düzeyde aşırı kibir ve kendini beğenmişlik. Bu görüşte olanlar, Erdoğan’ın pozisyonunun bu eğilimleri güçlendirdiği yönünde: On yıldır iktidarda oluşun getirdiği yıpranma ve çevresindeki dalkavuklar. Eğer bu görüş doğruysa, Erdoğan’ın politik kaslarını şimdiye dek olandan çok daha fazla kasması beklenebilir. “Ancak, bazıları da onu sonuçta bir politik hayvan olarak görüyor, tüm söz ve davranışlarını iktidarda kalmak için gerekli oyları almaya yönelik olarak yorumluyor. Bu görüşte olanlar, Taksim protestoları sırasındaki aşırı sözlerini olsun, anti-semitizm ya da Kürt sorunu konusundaki aşırı sözlerini olsun, seçimde ters tepecek uzlaşmacı yaklaşımdansa, AKP tabanını ve muhafazakâr oyları tutmak için hesaplanmış bir strateji olarak görmekteler. Bu görüştekilere göre, eğer politika dinamikleri gerekli kılarsa, güçlü adam 14’te Her yer FENİŞ! Her yer Direniş! Halkın Kurtuluş Partisi (HKP) 1 Aralık Pazar günü FENİŞ Direnişi’nin 87’nci gününde FENİŞ İşçilerini ziyaret etti. 12’de 8 3 yıl önce bugün, 23 Aralık 1930’da, Hilafeti tekrar getirmek isteyen Ortaçağcı Şeriatçılar, Menemen’de “Şeriat İsteriz” naralarıyla Cumhuriyet Devrimlerine karşı saldırıya geçtiler. Şeriatçıların bu isyanını bastırmak için görevlendirilen Teğmen Kubilay’la birlikte bekçiler Hasan ve Şevki, Ortaçağcı katiller sürüsü tarafından alçakça katledildiler. Kubilay’ın başını gövdesinden ayırarak sokaklarda dolaştırdılar. İşte bu Cumhuriyet şehitlerinin Ortaçağcılar tarafından katledilmelerinin 83’üncü yıldönümünde, HKP İzmir İl Örgütü olarak 23 Aralık’ta saat 09.30’da Menemen’de yaptığımız bir yürüyüşle andık şehitlerimizi. “Şeriat Ortaçağdır”, “Her Yer Rüşvet Her Yer Yolsuzluk” sloganları ile yaptığımız yürüyüş boyunca Menemen Halkı yoğun alkışları ve sloganları ile bizlere destek verdi. İzmir’den Kurtuluş Partililer Büro-İş’ten rant bütçesine tepki Büro-İş Sendikası, Tayyipgiller hükümetinin adaletizlik ve sadaka bütçesini Bursa’da protesto etti. 12’de
Benzer belgeler
66.sayıya ulaşmak için tıklayınız
Selam Olsun Bizden Önce Geçene!
Selam Olsun Savaşırken Düşene!
100. sayıya ulaşmak için tıklayın
Selam Olsun Bizden Önce Geçene!
Selam Olsun Savaşırken Düşene!
62.sayıya ulaşmak için tıklayınız
Halkın Kurtuluş Partisi Konya İl Örgütü’nün 6 Ekim’de
düzenlediği “Güncel Meseleler ve Görevlerimiz” başlıklı panelde