Politika - Ertuğrul Kürkçü
Transkript
Politika - Ertuğrul Kürkçü
Ergin Öncü’ye 4özgürlük Liseliler 4Fransa: emeklilerle 4Lenin, Lennon, dayanışmada devrim 7 Kasım’da Beşiktaş Adliyesinde 419 Selami Şakiroğlu447 Murat Bjeduğ452 EKMEK & ÖZGÜRLÜK A Y L I K S İ Y A S İ D E R G İ u S A Y I 1 3 u K A S I M - A R A L I K Vay, vay, vay... Müttefiklere bak! Wikileaks belgeleri kapitalist devletlerin iki yüzlülük, yalan ve birbirinin kuyusunu kazmaya dayalı uluslararası düzenini teşhir ediyor u 2 T L n Hanefi Avcı vakası üzerine notlar Kenan Kalyon414 n ‘Harcıalem’ sosyalizmden kaçanların sığınakları Muhsin Dalfidan416 n Sermaye içi Ertuğrul Kürkçü “Sanki bir amaç var gibi geliyor bana” demiş Cumhurbaşkanı Abdullah Gül. “Biraz sanki bazı şeyler süzgeçten geçirilerek yapılıyor.” Duyan da sanır ki, Wikileaks ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bütün arşivini yayınlasa Cumhurbaşkanı daha mutlu olacak. Henüz dışişleri bakanı olmayı bile hayal edemediği günlerde yeni partisi AKP’nin küresel sisteme uygunluğuna ikna için ABD diplomatlarının kapısını aşındıran Gül’ün isteyeceği en son şeyin bu olduğunu öngörmek zor değil. Gül de, dünyadaki yüzü kızaran bütün mevkidaşları gibi aslında 2 0 1 0 çatışmanın boyutları Burak Cop422 n Sosyalistler ‘Anayasa’ya nasıl yaklaşmalı? Mustafa Çeçen423 n Güvencesizlik: Sarkozy, Erdoğan, Obama, Medviyedev, Kral Abdullah aynı karede, bir elleri arkada, “müttefiklerine” saplayacakları hançerin kabzasında Wikileaks’in belegeleri iktidarının dibini oymak ve rakiplerini güçlendirmek için ortalığa saçtığına inanmak ve hepimizi inandırmak istiyor ama, nafile. 4ÖDP Genel Başkanı 4SDP Onursal Genel Başkanı Alper Taş: Referandumda “evet” diyenlerle ayrışacağız İmparatorluğun sırları ortaya saçılınca “network” içindekilerin bağışık kalması imkansız. ABD’yi ele geçirmeden kimse belgelerin tama- 42 410 4Ev işçisi Gülhan Benli: 4Üniversitede Her yerdeyiz ama devlet bizi görmüyor Söyleşi: Yeşim Dinçer427 başörtüsü tartışması: Bir hegemonya aracı Gülseren Adaklı 428 Gaye Yılmaz429 n AKP çevre Akın Birdal: Baskılar bizi Kürtlerle ittifaktan caydıramaz Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek 412 direnişlerine saldırı hazırlığında Deniz Gemici433 4Yeni NATO füze kalkanıyla sahneye çıkarken Abdullah Karabulut438 2 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Türkiye mını elde edemeyeceğine göre, 4her halü karda kısmi kalması kaçınılmaz ifşaat piyangosunun kendisine de vurmasında Gül bir “maksat” aramamalı. Yerinde kim olsa özellikle dışişleri bakanlığı döneminde ABD Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın, Tayyip Erdoğan’ın kuyusunu nasıl kazdığını anlatan raporlarının tam da şimdi ortaya çıkmasından memnun olmazdı. Kader bu. En iyi Gül’ün bilmesi lazım! Doğrusu, ABD Dışişleri Bakanlığının kimi gizli belgelerinin Wikileaks üzerinden ifşa edilmesi dünyada, Türkiye ve Kürdistan'da demokrasi ve özgürlük için mücadeleye üç açıdan yardımcı oluyor. nBirincisi, kapitalistler arası rekabete dair Lenin'e atfedilen tasvirin ne kadar hakikate yakın olduğunu bir kez daha görüyoruz: “Seni idam edeceğim deseniz kapitalist size ip satmaya kalkar." Belgeler, mevcut uluslararası sistemin ABD hegemonyası altında bayağı bir ikiyüzlülük, karşılıklı güvensizlik ve birbirinin dibini oymaya dayalı hesaplar üzerinden yürüdüğü konusunda toplumsal ve politik muhalefetin, antimilitarist ve demokratik güçlerin görüşlerini sonuna kadar doğruluyor. Bunlara birinci dereceden açık, somut kanıtlar sunuyor. ABD ve müttefiklerinin insanlığın çürümesindeki rolünü belgeliyor. Sadece aydınların değil, halkların da bütün devletlerin güvenilmezliğini görmesini kolaylaştırıyor. nİkincisi, yeryüzünde ABD'nin bilgisi ve etkinliği dışında hiçbir değişikliğin gerçekleşemeyeceğine ilişkin komplocu anlayışın manasızlık ve tutarsızlığına ilişkin somut göstergeler sunuyor. ABD diplomatlarının gözlerinin önünde akıp giden olaylar konusunda nasıl cahil, önyargılı ve ahmakça yorumlar yapabildiklerini gösteriyor. Yanılmaz ve yenilmez "emperyalizm" tasvirlerinin halkların kendine güvenini zayıflatmak için uydurulmuş palavralardan başka bir şey olmadığını idrak etmelerine katkıda bulunuyor. Wikileaks, belgeleri, öte yandan kaba ve cahilane “emperyalizm” teorilerinin Türkiye’deki güç mücadelesinin kendine özgü özelliklerini ABD elçileri kadar olsun kavramaktan uzak olduğunu da ortaya koyuyor. Bu kaba “antiemperyalist” retoriğinin neredeyse birebir ABD diplomatlarının dedikodularıyla örtüşmesini, Cumhuriyet mitingleri döneminin histerik söylemindeki “neo-con” vurgunun kaynağını tespit etmemize yardımcı oluyor. Wikileaks belgeleri o cenahın da yüzünü kızartıyor. Çaresiz, Gül ile aynı argümana sığınıyorlar: “Bunu ABD yaptırıyor!” nÜçüncüsü ve daha da önemlisi, Ankara kaynaklı belgeler Kürt halkının sorunları ve süre giden savaşın ABD, AKP ve ordu için, her birinin, bileğini bükmekte ötekilere karşı kullanacağı bir maniveladan fazla bir anlam taşımadığını, hiçbirinin barış diye bir kaygısı olmadığını ortalığa döküyor. Görülüyor ki, ordu, hükümet ve ABD'li müttefikleri için ne PKK'lilerin ve Kürtler'in ne de Türk Silahlı Kuvvetleri'nde silah altına alınmış erlerin ve Türkler'in yaşam ve güvenliklerinin bir önemi var. İşte ABD elçiliğinden dökülen bir kaç belge bile açıkça teyit ediyor: ABD hükümeti istihbarat desteğini AKP'ye bölgesel hâkimiyetini genişletsin diye veriyor; ordu sınır-ötesi harekâtı askeri bir nedenle değil, hükümeti zayıf düşürmek için istiyor. Hükümet Kürtler'e zaten kendilerinin olan dillerini özgürlük için değil egemenlik için lütfetmiş gibi yapıyor. Ama kimliklerinin tanınması taleplerine kulaklarını tıkıyor. Bu arada onlarca, yüzlerce, binlerce genç insan hayatlarından ve özgürlüklerinden olmaya devam ediyor. Başbakan'ın hemen, "Wikileaks'e güvenilmez" demesi boşuna değil. Belgeler, açıkça ortaya koyuyor ki, hükümet de ordu da, ortalık yerdeki batı ve ABD karşıtı bütün edebiyata rağmen perde gerisinde birbirlerine ve Kürt özgürlük mücadelesine karşı Washington'dan medet umuyor. ABD, Kürt özgürlük mücadelesini, Mesud Barzani yönetimiyle ilişkilenmedikçe düşman sayıyor. Wikileaks belgeleri, sosyalistlerin Kürt özgürlük mücadelesini "stratejik müttefik" olarak belirlerken boş hayallerle uğraşmadığını ve yalanlarla baştan çıkarılmadığını, somut tarihsel gerçeklere dayandığını bir kez daha görmemizi sağladığı için de aydınlanmamıza önemli bir katkıda bulunuyor. Kim bu Wikileaks? Türkiye’nin de adının geçtiği gizli belgelerle gündeme gelen Wikileaks 2007’den bu yana faaliyet gösteren ve kâr amacı gütmeyen bir haber sitesi. Kurucularının kim olduğu tam olarak bilinmiyor. Sitenin sözcülüğünü Julian Assagne yapıyor ve İsveç kökenli bir şirketin suncusunda tutuluyor. Wikileaks’in görünen yüzü Julian Assagne, 39 yaşında, matematik eğitimi almış bir “hacker” ve bilgisayar programcısı. Wikileaks’in veri tabanında milyonlarca belge var. Ekim’de Irak’taki savaşla ilgili 400 bin belge kamuoyunun bilgisine sunuldu.Temmuz’da da “Afgan Savaş Günlüğü” adı altında 77 bin adet belgeden oluşan bir derleme yayımlandı. Aralarında ABD Ankara Büyükelçiliği’nden gönderilmiş çok sayıda yazışma da olan son belgelerin, 250 bini aşkın belgenin küçük bir bölümü olduğu duyuruldu. Wikileaks’in yayınladığı belgeler arasında, 2007’de Irak’ta bir ABD helikopterinin siviller üzerine düzenlediği saldırıyla aralarında iki Reuters muhabiri de olan 12 kişiyi öldürdüğü olayın videosu da var. Wikileaks videoya “İkinci dereceden cinayet” adını vermiş. Wikileaks’in bu kadar az sürede bu kadar çok sayıda belgeyi nasıl ele geçirebildiği, bunların nasıl “sızdırıldığı”, bu işte “hacker” parmağı olup olmadığı hep merak konusu. Fakat şimdiye dek belgelerin doğruluğu hakkında pek az soru işareti belirdi. ABD dışişleri bakanı Hillary Clinton belgeleri yalanlanmadı, “Bu belgelerin ifşa edilmesi uluslararası topluma yönelik de bir saldırıdır” demekle yetindi. Wikileaks, belgelerden pek azının kendilerine “kâğıt” olarak ulaştığını, elektronik ortamı tercih ettiklerini, bilgi sağlayıcıların kimliklerinin saklı kalmasını sağlayacak son derece güvenli bir “dropbox”a (elektronik dosyaların atıldığı kutu) sahip olduklarını söylüyor ve ekliyor: “Yeni model bir habercilik anlayışı getirdik. Kâr etmek üzere faaliyet göstermediğimiz için öteki basın-yayın organlarıyla rekabet etmek yerine işbirliği içinde çalışıyoruz”. Nitekim açıklanan son belgeler, Wikileaks tarafından New York Times, Guardian, Der Spiegel gibi gazete ve dergilere önceden gönderildi ve doğruluğu hakkındaki kuşkuları gidermek üzere, onların da süzgecinden geçmiş oldu. Wikileaks, habercilik alanında ödüller de aldı. Bu ödüllerden biri, Kenya’daki insan hakları ihlalleri, kayıplar ve polis tarafından işlenen cinayetler hakkında, yine çok sayıda belgeye dayalı haberden ötürü Uluslar arası Af Örgütü EKMEK & ÖZGÜRLÜK 3 Türkiye Kemal Türkler’in katili cezasız DİSK eski başkanı Kemal Türkler'in öldürülmesiyle ilgili 26 yıldır süren dava zaman aşımına uğradı. Ailesi ve avukatları davaya AİHM'ye gitme kararı aldı. aşımına uğramasına ilişkin şunları söyledi: "Devlet yıllarca bu davanın suçlularının cezasız kalması için uğraştı. Bütün sistem bunun için çalıştı. Önce güvenlik güçleri katilin yakalanmaması için sonra da yargı cezalandırılmaması için... Suçlu bütün sistemdir. 12 Eylül ve sonrası işlenen bütün siyasi cinayetler cezasız kaldı. Devlet hep failleri korudu. Önce Yargıtay'a gidilecek, orada kararın onanması durumunda AİHM'e gidilecek. " "Babamın mezarından bile korkuyorlar" Türkler’in kızı Nilgün Soydan ve DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi kararı protesto ederken Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) eski başkanı Kemal Türkler'in öldürülmesiyle ilgili katil sanığı Ünal Osmanağaoğlulu hakkındaki davayı zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle ortadan kaldırmaya karar verdi. 26 yıldır süren davanın sanığı Ünal Osmanağaoğlu, rapor aldığı için süren duruşmalara getirilememiş, bu nedenle dava sürekli ileri bir tarihe ertelenmişti. Türkler'in avukatlarından Rasim Öz, bianet'e "Bu dava, 'insanlığa karşı işlenmiş suçlar' kapsamında değerlendirilmeli ve zaman aşımından muaf tutulmalı" demişti. "Yargı katili tescil etti, ötesi yok" Adliye çıkışı gazetecilere açıklamaad bulunan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, "katilleri belli olan" bu davada belgelerin kasıtlı olarak gizlendiğini, yine kasıtlı olarak davanın zaman aşımına uğratıldığını savundu. "Bizim açımızdan sanık katildir, Kemal Türkler'i öldüren kişidir. Bu da yargı tarafından iki kere tescil edilmiştir, bunun ötesi yok." Davanın zaman aşımına uğramasının "Katilni katil kimliğini ortadan kaldıramayacağını" belirten Çelebi, bundan sonrası için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) gideceklerini söyledi. Çelebi, "Bu kararları verenlerin ne kadar huzur içerisisinde ve rahat uyuyacaklarını kendi vicdanlarına bırakacağız. Bizim açımızdan ak- lanmış değildir. Sonuna kadar bu davayı sürdüreceğiz" dedi. "AİHM'e gideceğiz" bianet'e konuşan Türkler ailesinin avukatlarından Ergin Cinmen de davanın zaman 18 yaşında yaşındayken Türkler'in öldürülmesine tanık olan kızı Nilgün Soydan, şunları söyledi: "Devlet önce babamı öldürttü, sonra babamı öldürttüğü kişiyi senelerce korudu, sonra da gözümüzün içine baka baka davayı zaman aşımına uğrattı. AİHM'e başvurmaktan üzüntü duymayacağım. Babamın mezarından bile korkuyorsunuz. Babamdan korkmaya devam edin. Devlet katilin hesabını tarihe verecektir." “Babamın katilini görKemal Türkler’in kızı Nilgün Soydan babasını Ünal Osmanağaoğlu’nun öldürdüğünü gözleriyle gördüğünü söyledi ve ekledi: “Katili koruyan devletten hesap soracağız” "30 yıl önce babamı üç kişinin öldürdüğünü gördüm. Bunlardan biri bugünkü sanık Ünal Osmanağaoğlu'ydu. Babam gözlerimin önünde öldürüldü; o ana birebir tanıklık ettim. Ailece ona hiç kızmadık ve şimdi izliyorsa üzülmesin. Bir kurşun da onun boynunu sıyırmıştı. İnsanı bir davranış olarak kendini yere attı... Ondan babam gibi bir insanı koruması beklenemezdi... Balkondan seyrediyordum. Babam arabasına bindi, ona hep el sallardık; annem yatak odasındaki camda ben de balkondaydım ve ona daha yakındım. Hep bir endişemiz vardı zaten. O nedenle annemin değişik nöbet tutma yöntemleri vardı... Cinayet işleyenleri gördüm. Mahkemede ilk tanıklık yaptığımda en ince ayrıntısına kadar anlattım. 1996'da davayı açtıktan sonra, katiller ortada yoktu ve kaçıyorlardı... Yakalananlar tabi ki maşa, arkalarında kimlerin olduğu önemli. Babamın yanında, öncekine oranla deneyimsiz bir polis vardı. Önceki koruması deneyimliydi ve ilk olarak yetersiz gördüğü için silahını değiştirmişti. Babama da silah vermek istemiş ancak babam kabul etmemişti. O polis görevden alındı ve deneyimsiz bir polis verildi. Babam öldürüldüğünde 19 yaşındaydım. 5 yaşındaki çocuğun gözleri önünde babası öldürülmüş olsa, 105 yaşına da gelse öldüreni asla unutmaz... Silahla ve üçlü ateşle bir insanın öldürülmesinden söz ediyoruz. Babamın öldüreni teşhis edemeyecek insan değilim; 19 yaşındaydım 4 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Türkiye AKP çevre direnişlerine saldırı hazırlığında Deniz Gemici4Sayfa 33 AKP’nin çevreye saldırı yasasına Ankara’da protesto “Enerji mi çevre mi” tartışmasına “hayat” diye karşılık veren yerel çevre direnişleri Ankara’da buluştu Eylemde yer alanlar Türkiye’nin her yerinden geldiler AKP’nin hazırladığı “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı”nın meclise sunulmasını protesto etmek amacıyla Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu ve Derelerin Kardeşliği Platformu’nun çağrısıyla Meclis önünde toplananlar 25 Kasım’da seslerini bir kez daha yükseltti. Fındıklı’dan, İkizdere’ye, Artvin’den Munzur’a, Taşova’dan ülke’nin dört bir yanına tüm çevre direnişlerinin temsilci düzeyinde katıldığı eyleme SolSosyalist siyasetler, meslek odaları ve sendikalar da destek verdi. Bu tasarı yasalaşırsa tüm tabiat kararları, doğal alanları kim- “Yak, işlet, devret” modeli mi? Mimarlar Odası’nın öngörüsü gerçekleşti. Kentsel dönüşüm kapsamına alınan Haydarpaşa garı artık hizmet dışı. 28 Kasım Pazar günü saat 15.30 sularında tarihi Haydarpaşa garının çatı katında başlayan yangın, akşam saatlerinde söndürülürken, yangının çıkış nedeni henüz netleşmedi. "Onarım için hiçbir ruhsat alınmamış" Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, binada onarım varsa belediyeden izin alınmadığını söyledi. Öztürk, ''Eğer yangın onarım yapılan yerde çıktıysa kaçak çalışma var demektir. Burasıyla il- 102 yıllık tarihsel yapı ve silueti büyük zarar gördü gili belediyemizce verilmiş bir onarım ruhsatı yok. Başvuru var. Onay, Tabiat ve Kültür Varlıkları Kurulundan alınmış" dedi. Suç duyurusu vardı Mimarlar Odası ve Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası (BTS), birinci derece tarihi ve kenstel sit alanı ilan edilen gar binasının üçüncü katında izinsiz olarak tadilat yaptığı gerekçesiyle Drees&Sommer firması hakkında Ağustosta Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulunmuştu. Suç duyurusu üzerine harekete geçen Cumhuriyet Savcılığı, gar lerin nasıl kullanacağı ile ilgili karar verme yetkisi Çevre ve Orman Bakanlığı’na verilecek; hazine arazileri, meralar, ormanlar ve su havzaları kullanıma açılacak. Çevre ve Orman Bakanlığı yasadan aldığı yetkiyle doğal alanlarla ilgili izinler, intifa veya irtifak haklarını üçüncü şahıslara devredebilecek. Yasa ile Milli Park olarak 1. derece doğal sit alanı ilan edilen vadilerde şirketlerin faaliyetleri yasallaşarak, şirketlere devredilen Hidro Elektirik Santralleriyle (HES) 2000 civarındaki dere ve havzanın ticarileşmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak. Bir gün önce Sakarya caddesinde basın açıklaması yaparak eylemlerini duyurduktan sonra Bakanlık hattından meclis Dikmen kapısı önüne kadar polis barikatlarından geçerek gelen direnişçiler basın açıklamalarında “Bu yasa tasarısı derelerini, ormanlarını, toprağını, su havzalarını korumak için direnen halkın karşısında şirketlerin çıkarlarını savunmaktadır.” diyerek HES’lere ve suyun ticarileşmesine karşı direnişlerini sonuna dek sürdüreceklerini belirtti ve direnişlerinin hiçbir yasayla engellenemeyeceğini sloganlarıyla dile getirdiler. binasındaki tadilat işlerini birçok kez durdurdu. Ancak savcılığın isteği üzerine bir rapor hazırlayan İstanbul 5 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, yapılan tadilatın sit uygulamalarına aykırı olmayıp 'basit tadilat' olduğu şeklinde görüş bildirdi. Koruma kurulunun raporunu gerçekçi bulmayan Mimarlar Odası ve Taşımacılık Çalışanları Sendikası, 5 numaralı kurulu üst kurula şikâyet etti. Şikâyet konusunda üst kurulun raporu bekleniyor. Dava süreci devam etmesine karşın, Drees&Sommer firması tadilatı tamamlayarak garın üçüncü katına yerleşti. Bu tadilat sürerken çıkan yangın Haydarpaşa Garını kullanılmaz hale getirdi. Mimarlar Odası’nın Haydarpaşa’nın kentsel dönüşüm çerçevesinde gar işlevini yitireceği öngörüsü doğrulandı. EKMEK & ÖZGÜRLÜK 5 Türkiye Nihat Sargın uğurlandı Türkiye sosyalist hareketinin en eski temsilcilerinden Nihat Sargın İstanbul’da aramızdan ayrıldı. Sargın’ın cenazesine sosyalist hareketin farklı eğilimlerinden yüzlerce kişi katıldı Sargın’ın cenazesi Zincirlikuyu mezarlığında alkışlarla toprağa verildi Türkiye İşçi Partisi'nin Genel Sekreteri ve Türkiye Birleşik Komünist Partisi kurucularından Nihat Sargın 83 yaşında İstanbul'da hayatını kaybetti. Sargın 1946'da İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okurken Yüksek Tahsil Gençlik Derneği'nin kurucuları arasında yer aldı; iki dönem sekreterliğini yaptı. Derneğin yayın organı Hür Gençlik dergisinin yönetmenliğini üstlendi.1962'de asistanlığı sırasında Temel Hakları Yaşatma Derneği ku- rucuları arasına katıldı. 1948'de Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi oldu, 1961'de Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi. TİP saflarında merkez büro üyesi, genel sekreter yardımcısı ve genel sekreterlik görevlerinde bulundu. 12 Mart 1971 askeri darbesi sonrası TİP kapatıldığında partide Genel Yönetim Kurulu üyesiydi. Ssosyalizm mücadelesine 1975'te tekrar kurulan Türkiye İşçi Partisi'nde genel sekreter olarak devam etti, Sargın 1950'de TKP üyesi olmaktan, 1955'te 6-7 Eylül olaylarında "Komünistler yaptı" iddiasıyla ve 1971'de TİP ve 1989'da TBKP üyeliğinden toplam yedi yıldan fazla cezaevinde kaldı. 12 Eylül sonrası yedi yıl sürgünde yaşadıktan sonra TKP ile TİP'in birleşmesinden doğan Türkiye Birleşik Komünist Partisi kurucusu olarak Türkiye'ye döndü. Tutuklandı. TBKP'nin kapatılmasından sonra Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin (ÖDP) kurucu üyeleri arasında yer aldı. Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı'nın da kurucuları ve yöneticileri arasındaydı. Sargın 1927'da İstanbul'da doğdu; İstanbul Erkek Lisesinde okudu, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi, uzun yıllar göğüs hastalıkları uzmanı olarak çalıştı. Öğrenci derneğinde arkadaşı olan Yıldız Baştımar ile evlendi. Yıldız Baştımar Sargın 2009'da öldüğünde 54 yıldır evliydiler. Sargın Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV) yöneticiliği yaptı; "TİP'li Yıllar, 1961-1971/Anılar Belgeler (1-2)", "Davalar, Savunmalar, Cezaevi Anıları", "Dönüşten Özgürlüğe 900 Gün/TBKP Davası" kitaplarının yanı sıra Haydar Kutlu ile birlikte "Sorgu", "Demokrasi Davası Sürüyor"da TBKP yargılamasını kitaplaştırdılar. Bir adli cinayet: Pınar Selek’e müebbet! Selek’i, hiçbir somut delil olmadan 1998’de 7 kişinin öldüğü Mısır Çarşısı patlamasından sorumlu tutan yargıtay kararı tepkiyle karşılandı Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Mısır Çarşısı davasında, Pınar Selek için müebbet hapis istediği gerekçeli kararını açıkladı. Selek çarşıyı bombalamaktan sorumlu tutuldu. 9 Temmuz 1998'de Mısır Çarşısı girişindeki "Ünlüoğlu Büfe"de meydana gelen patlamada yedi kişi ölmüş, 127 kişi de yaralanmış, Selek, 15 kişiyle birlikte tutuklanmış, 2,5 yıl sonra tahliye edilmişti. İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi Mayıs 2008’de “patlamaya bombanın mı, gaz kaçağının mı neden olduğunun tespit edilememesi” ve “kesin delil bulunmaması gerekçesiyle” Pınar Selek’in beraatına karar vermişti. Dosya daha sonra Yargıtay 9. Ceza Dairesine gitmiş ve 9. Daire 10 Mart 2009 tarihinde kararı bozmuştu. Bu karara itiraz üzerine dosya Yargıtay Ceza Genel Kuruluna gönderilmişti. Yeni karar ile dava dosyası bir kez daha yerel mahkemeye gönderilecek. Gerekçeli kararda, “Olayın LPG 'den kaynaklandığına dair hiçbir bulgu ele geçirilememiştir" denilerek bombanın Pınar Selek ve Abdülmecit Öztürk tarafından konulduğu açıkça anlaşılmaktadır" ifadesi yer aldı. 12 yıl süren yargılamada İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi'ne farklı bilirkişi raporları verilmişti. Bazı raporlarda "bomba izi yok" ifadesi yer almış, bazılarında "Patlama bomba kaynaklı" , bazılarında "patlama nedeni belli değil" denilmişti. Mayıs 2008 tarihinde 12. Ağır Ceza Mahkemesi “kesin delil bulunamaması nedeniyle” Pınar Selek’in beraatına karar vermişti. Pınar Selek’in kardeşi avukat Seyda Selek: Yargıtay Ceza Genel Kurulu, bilimsel rapor- ları dikkate almayarak fizik kurallarına aykırı şekilde karar almış. Bu kararı işkence, adil yargılamanın ihlali gerekçeleriyle AİHM'nde açtığımız davaya ek olarak yolladık. AİHM daha en başında, başvurumuzu 'iç hukuk yollarını tüketmemize gerek görmeden' kabul etmişti. Yerel mahkemelerde ve AİHM'nde adalet talebimiz sürüyor. Oysa şimdi her şey bitmiş gibi gösteriyorlar çok üzülüyoruz.” dedi. Selek’e destek için oluşturulan "Pınar Selek'e tanığız" başlıklı imza kampanyası metninde "Biz aşağıda imzası bulunanlar, Pınar Selek'in feminist, antimilitarist, şiddet karşıtı bir araştırmacı olduğuna tanığız." deniliyor. 1971 İstanbul doğumlu Pınar Selek, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü birincilikle bitirdi. Aynı üniversitede sosyoloji yüksek lisansını tamamladı. Halen Strasbourg Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi doktorasını sürdürüyor. 6 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Dünya Fransa: Liselilerin emeklilerle dayanışması Selami Şakiroğlu4Sayfa 42 Avrupa’da öğrenci eylemleri Avrupa’da hükümetlerin eğitim giderlerinden kısma politikalarına karşı gençliğin protestosu sürüyor. Önce İngiltere, peşinden İtalya yoğun sokak gösterilerine ve işgallere sahne oldu. acı ilaç kapsamında , yarım milyon kişinin işten atılması, yerel yönetim bütçesinin daraltılması, sosyal hizmetler de kesintiye gidilmesi de var. Sermayenin bu saldırısına karşı gençliğin direnişi güçlü oldu. 10 Kasım’da 55 bin kişi sokağa çıkarak kesintileri protesto etti. Aynı gün, Muhafazakâr Parti’nin Londra’daki genel merkezi işgal edildi. Bu olay sırasında, 12’si on sekiz yaşın altında olmak üzere 61 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanların yalnızca bir kısmı öğrenciydi ve neredeyse tamamı yirmi dört yaşın altındaydı. Hepsini bekleyen işsizlik tehlikesi düşünüldüğünde, “öğrenci gençlik” ile“işçi gençlik”in ortak eylemliliği şaşırtıcı gözükmüyor. ‘İtalya’nın gerçek teröristleri’ Londralı öğrenciler 10 Kasım’da iktidardaki Muhafazakar Parti önünde 24 Kasım’da binlerce genç İngikltere’nin dört bir yanında sokağa çıktı. Manchester'da 3 bin, Liverpool ve Brighton'da 2 bin kişi, “Halk için eğitim", "'Eğer' yok, 'ama' yok, eğitim kesintilerine hayır!" ve "Eğitim haktır" sloganlarıyla yürüdü. Bazı öğrenciler bununla yetinmedi ve aralarında Royal Holloway, Plymouth, Warwick, Sussex, Birmingham, London South Bank, UCL, Essex and UWE Bristol'de olan üniversiteleri işgal etti. Newcastle Üniversitesi’nin öğrencileri ise şehir merkezindeki büyük anıtın çevresinde toplanıp, buradan hükümetin uyguladığı kesintileri desteklediklerini duyuran firmaları protesto için masıydı. bölgenin devasa alışveriş merkezine yürüdüler. Sermayenin tavrı bütçe tartış- masının sınıfsal karakterini apaçık gösteriyor. İngiltere'de muhafazakar-liberal koalisyonundan oluşan hükümet 2012’de devreye girecek planla eğitim bütçesinde yüzde 80 kesintiye gitmeyi planlıyor. Bunun dolaysız sonuçlarından biri de harçların üç katına çıkması olacak. Bu zamlar, işçi ailelerin, yoksulların çocuklarının eğitim alma imkanının kısıtlanması anlamına geliyor. Yarım milyon işçi işten çıkarılacak Hükümetin hedefi öğrencilerle sınırlı değil. Önerdiği kesintiler, neo-liberal politikaların uygulanmasında sembol isimlerden biri olan Thatcher hükümetinin yaptıklarından bile daha kapsamlı. Yutturmaya çalıştıkları Silvio Berlusconi hükümetinin eğitim bütçesinde kesintiye gitme kararı, İtalya’da yoğun tepkilere yol açtı. Floransa, Turin, Napoli, Perugia, Padova, Palermo and Salerno’da on binlerce öğrenci sokağa döküldü. Öğretmenler ve akademisyenler de onlara katıldı. Devlet üniversiteleri, kimileri gece boyunca da süren işgallere sahne oldu. Öğrenciler Pisa’da bazı köprüleri, Siena’da ise demiryolu hattını bloke ederek ulaşımın aksamasına yol açtılar. Roma’da büyük gösteri Kitlesel gösterilerin en büyüğü Roma’daydı. Bir grup öğrenci Meclis binasının önünde toplanıp seslerini duyurmaya çalışırken Senato binasına girmeyi deneyen bir başka grup da toplum polisi tarafından engellendi. Öğrenciler, hükümetin istifasını isterken, “kesintilere hayır”, “gerçek terörist sizsiniz”, “bize geleceğimizi geri verin” şeklinde slogan attılar. Bu arada kamu binalarına taş ve yumurta atıldı. İki öğrenci göz altına alınırken onlarcasının hafif şekilde yaralandığı bildirildi. Yaralananlar arasında az sayıda polis de bulunuyor. Göstericilerin hedefinde Berlusconi’yle birlikte eğitim bakanı Gelmini de vardı. “Gelmini reformları” adıyla anılan sözde “istikrar” paketinin içinde, eğitime ayrılan kamusal kaynakların esaslı biçimde kısılması, kimi eğitim programlarının kapatılması ve bunun bir uzantısı olarak kitlesel işten çıkarmalar öngörülüyor ABD: Obama’ya bağlan Başkanlık seçiminde Obama’ya oy vermiş olanlar ara seçimde sandığa gitmedi. 2 Kasım’da yapılan ABD ara seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu kazandı; Senato’daysa altı sandalye kaybeden Demokratlar çoğunluğu kıl payı koruyabildi. Bazı eyalet yönetimleri de Demokratlardan Cumhuriyetçilere geçti. 2008’deki seçmenlerden üçte birinin (çoğunluğu gençler, Siyahlar, Latinolar ve kendini ılımlı ya da muhafazakâr değil liberal olarak tanımlayanlar olmak üzere) bu kez sandığa gitmemesi, sonucun, Cumhuriyetçilerin yeni oylar kazanmasından çok, Obama’yı desteklemiş olanların oy kullanmamasından kaynaklandığını gösteriyor. Kriz politikasında önceliği banka kurtarmaya veren, kamusal sağlık ve sosyal güvenlik sisteminden hemen vazgeçen, Afganistan’a ve Pakistan’a bomba yağdırmaya ve asker yığmaya devam eden Obama yönetimi, daha adil bir EKMEK & ÖZGÜRLÜK 7 Dünya Kore: Nükleer savaş riski var Kuzey ve Güney Kore arasındaki çatışma, süper güçlerin de rol aldığı küresel bir gerilime dönüşebilir Güney ve Kuzey Kore arasında karşılıklı top ateşinin ardından Kuzey Kore hükümeti ABD’yi suçladı. Kuzey Koreli üst düzey askeri bir yetkili, Sarıdeniz'in ''bir barut fıçısı'' haline geldiğini, çatışma riskinin hep yüksek olduğunu, bu durumdan da ABD'nin sorumlu olduğunu belirtti. Yetkili, "Kore savaşının bitiminde (1950-53), iki Kore'yi ayıran sınır çizgisini tek taraflı olarak çizen ABD'nin ta kendisidir" dedi. 23 Kasım’da tarafların karşılıklı topçu ateşi sırasında iki Güney Kore askeri ölmüş, 17 asker de yaralanmıştı. ABD ile ortak tatbikat Uluslararası toplumun çatışmaya ilk tepkisi taraflara itidal tavsiye etmek oldu. Ancak, Kuzey Kore, kendini korumak için, gerekirse yine ateş açmaya hazır olduğunu açıklarken, Güney Kore de Sarıdeniz'deki beş adada askeri güçlerini takviye edeceğini duyurdu. ABD ile Güney Kore’nin olayın geliştiği bölgede ortak askeri tatbikat yapma kararı da, barışa hiçbir şekilde hizmet etmiyor. ABD’nin nükleer uçak gemisi USS George Washington, Çatışmada ölen bir Güney Koreli askerin yakını yas tutuyor Tokyo’nun güneyindeki bir donanma üssünden derhal hareket etti ve tatbikata katılmak üzere Kore sularına girdi. Kuzey Kore ülkeyi ekonomik ve diplomatik destek karşılığında nükleer silah geliştirmekten vazgeçirmek amacıyla 2003'de başlatılan, ABD, Çin, Rusya, Japonya, ve Güney Kore’yle altılı görüşmeleri Nisan 2009'da tek taraflı olarak durdurmuş, ancak son günlerde görüşmeleri sürdürmeye hazır olduğunu açıklamıştı. nan umutlar sönüyor bölüşüm ve barış taleplerini yatıştırmaya, kendisine umut bağlayan kesimleri “merkez”e çekmeye çalışırken, hem siyasetin merkezi, hem de Cumhuriyetçi Parti daha da sağa kaydı. Çay Partisi Cumhuriyetçi Parti içinde neofaşist çizgiler taşıyan bir akım da gelişti: 1773’te Britanya’nın vergilendirme yetkisine karşı çıkan yerleşimcilerin Boston limanındaki Doğu Hindistan Kumpanyası gemilerinde bulunan 45 ton çayı imha ettiği eyleme verilen adı sahiplenen Çay Partisi, bir grup sermayedar ta- rafından açıkça finanse ediliyor ama aynı zamanda “Demokrat ve Cumhuriyetçi açgözlü iktidar sahipleri”ne de öfkelenen alt ve orta katmanlardan Beyaz Hıristiyanların oluşturduğu küçümsenmeyecek bir kitleye dayanıyor. Obama’nın savaş politikalarını ve “yukarıdan” sınıf mücadelesini sürdürmesi de, onu Çay Partisi’nin propaganda söyleminde “sosyalist” olmaktan, özledikleri vergisiz, müdahalesiz, kuralsız “eski” Amerikan kapitalizmine engel olan asi Siyahların, eşitlik isteyen kadınların, sendikal mücadelelerin timsali, Beyaz düşmanı bir anti sömür- Çin’den diplomatik ziyarete erteleme Öte yandan, Güney Kore Dışişleri Bakanlığı, Çin Dışişleri Bakanı Yang Jieçi'nin ülkeyi ziyaretinin "programı" nedeniyle ertelendiğini belirtti. Çin başbakanı Ven Ciabao da, ülkesinin her türlü askeri tahrike karşı olduğunu beyan etti. Ven, tarafların sağduyulu davranmaları, uluslararası camianın da gerginliği azaltmak için daha fazla çaba sarfetmesi gerektiğinin altını çizdi. geci olarak hedef alınmaktan kurtaramadı. İş ve barış talepleri Sağın yükselişi, Demokrat yönetimin işçilerde ve savaş karşıtı harekette uyandırdığı hayal kırıklığının kopuşa dönüşmesini engelleyen etkenlerden biri. Ancak, ehven-i şerciliğin yaygınlığına rağmen, iki partili sistemin dışında bir seçenek ihtiyacı da, sınıf mücadelesinin hatırlanması gerektiği de artık daha çok dile getiriliyor. Dar sosyalist çevrelerin ötesinde bu eğilimlerin henüz örgütsel bir karşılığı olmasa da, 2 Ekim’de AFLCIO’nun da desteğiyle SEIU 1199/Doğu Birleşik Sağlık İşçileri sendikası ve NAACP/Ren- Çin basını, olaydan ötürü ABD’yi ve Güney Kore’yi eleştiriyor. İngilizce Global Times gazetesinde "ABD ve müttefiklerinin, Çin'den Kore yarımadasında etkin rol oynamasını isterken çelişkili davrandıkları" ileri sürüldü. "ABD ve Güney Kore basınının yoğun Çin karşıtı duygular içinde olduğu" belirtilen yorumda, "bu ülkelerin Kuzey Kore'ye baskı yaparken Çin'in de kendi yanlarında yer almasını, diğer yandan Çin’in Pyongyang yönetimi üzerindeki özel etkisini kullanmasını istedikleri" ifade edildi. Gazete , "bunun, bu ülkelerin ben-merkezcilikleriyle Kuzey Kore sorununun çözümündeki yetersizlikleri arasındaki açmazı yansıttığı" görüşünü ileri sürdü. Castro uyarmıştı Küba lideri Fidel Castro yaz aylarında ABD hükümetinin bir plan dahilinde hareket ettiğini; Kore yarımadasında başlayacak çatışmanın ardından ikinci Kore savaşının gündeme geleceğini ve bunu İran’a müdahalenin izleyeceğini ileri sürmüştü. Castro’nun bu konudaki görüşleri Ekmek&Özgürlük’ün 10. sayısında yer almıştı. klilerin (kuruluş yılı olan 1909’dan beri adı değişmediği için “Afro-Amerikanların” değil, “Renklilerin”) İlerlemesi İçin Ulusal Birlik tarafından Washington’da düzenlenen, 50 eyaletten 175.000 işçinin katıldığı miting, Demokratların sendikalı işçiler arasındaki tabanının uygulanan politikalardan hoşnutsuzluğunu görünür kıldı. Michael Moore’un da seçim günü “her şeyi unutarak” Demokratlara oy verilmesi çağrısı yaparken, seçilenler “bir parmak daha ‘merkez’e kayacak olurlarsa” artık başka adaylar çıkarılabileceği uyarısını imzaya açması, temsil edilenin ötesinde bir arayışın belirtisi sayılabilir. 8 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Emek Dünya İrlanda: Halk iflasa Bir taciz ortak olmak istemiyor İrlandalı işçiler acı ilacı içmiyor. AB ve IMF eliyle dayatılan kemer sıkma önlemleri, 50 bin kişinin katılımıyla protesto edildi. İrlanda’nın başkenti Dublin’de kemer sıkma bütçesini protesto gösterisi Uluslararası kuruluşlardan gelen baskılara boyun eğen İrlanda, IMF ve AB’nin koruması altına giriyor. İrlanda hükümeti 85 milyar euro’luk “kurtarma paketi”nin faturasını yine halka ödetmeye kalkınca işçiler ayaklandı. Sendikaların 27 Kasım mitingine katılım beklenenin üstündeydi. 2 milyon İrlandalı emekçiyi temsilen 50 bin kişi yürüdü. Bazı göstericiler hükümetle birlikte mitingi düzenleyen sendkacıları da protesto etti ve hükümetle işbirliği içinde olmakla suçladı. Aslında kurtarılan kim? İrlanda’nın toplam borcu 731 milyar dolar. Bu borcun önemli bir kısmı Avrupa’daki bankalara. Açıklamalara göre, İrlanda’nın İngiliz bankalarına 148, Alman bankalarına 138, ABD bankalarına 68, Belçika bankalarına 54, Fransa bankalarına 50, diğer bankalara da 271 milyar dolar borcu var. IMF ile AB’nin, İrlanda’nın yardımına aslında bankaları kurtarmak uğruna koştuğu anlaşılıyor. Nitekim AB’den yapılan açıklamada yardımın tüm Avrupa’yı korumak için yapıldığı, böylece euro bölgesi ve AB’de mali istikrarın güvence altına alınacağı belirtildi. Bu ikili (IMF ile AB) daha önce de Yunanistan için 110 milyar euro’luk bir kurtarma paketi hazırlamıştı. ABD şirketleri: ‘Gideriz’ İrlanda’nın bütçe açığını AB’nin belirlediği seviyeye indirebilmek için 2014’e kadar uygulayacağı tedbirler arasında, kamuda maaş indirimi, işsizlik ve çocuk yardımı gibi sosyal yardım kalemlerinde kesinti ve kamu personelinde azalma gibi bir dizi acı ilaç bulunuyor. Daily Telegraph gazetesinin haberine göre, aralarında Microsoft, Hewlett Packard, Intel, Google, Facebook gibi dev kuruluşların yer aldığı Amerikan şirketleri, vergi oranlarının yükseltilmesi halinde İrlanda’dan toplu halde çekilecekleri tehdidini savurdu. Bu şirketlerin Avrupa operasyonlarını bu ülkeden yürütmeyi tercih etmelerinin nedeni uygulanan düşük vergi politikaları. Başbakan Brian Cowen, yüzde 12.5’lik kurumlar vergisi oranını asla yükseltmeyi düşünmediklerini açıkladı ve “bu konuda doğrudan ya da dolaylı baskı altında değiliz”, dedi. Başbakan Cowen, bankacılık sektörünü yeniden yapılandıracaklarını da söyledi. Cowen yaptığı açıklamada, “İrlanda bankaları geçmişte olduklarından çok daha küçük bir boyuta gelecekler ki kademeli olarak kendi ayakları üstünde durabilsinler” dedi. Emekli fonlarından bankalara 17,5 milyar euro nakit aktarılacak. Sıradaki Portekiz mi İspanya mı? İrlanda’nın ardından gözler Euro Bölgesi’nin diğer zayıf halkaları olan Portekiz ve İspanya’ya döndü. İspanyol yetkililer “bizde sistem gayet sağlam ve çalışıyor” derken, Portekiz başbakanı Jose Socrates hiç kimsenin yardımına ihtiyaç duymadıklarını iddia etti. PIGS diye anılan bu dört ülkenin değişik bankalara toplam borcu 2 trilyon dolar’dan fazla. İrlanda’ya ek olarak Yunanistan 175 milyar dolar, İspanya 877 milyar dolar, Portekiz ise 235 milyar dolar borçlu. Bu borçların ödenmemesi halinde finansal sistem tamamen çökebilir. KESK’in kadın üyeleri 25 Kasım Kadına Bu olayın çözümsüz bırakılmasına, KESK’in yarattığı değerlerin zedelenmesine zemin hazırlayan, KESK hukunu çiğneyen KESK yönetim kurulu üyeleri bu sorumluluğu üstlenerek istifa etmelidir Şaziye Köse Şu sıralar KESK kamuoyu, KESK genel sekreteri Emirali Şimşek’in, KESK çalışanı bir kadına tacizde bulunduğu iddiasıyla çalkalanmaktadır. Ne yazık ki; bu satırların yazarı dahil olmak üzere KESK üyelerinin büyük bir çoğunluğu iddiadan olay yaygın medyaya yansıdıktan, KESK ötesi çevrelere sızdıktan veya örgütümüzün Genel Başkanı kadınlık hallerinin bir savunucu rolüyle EKMEK & ÖZGÜRLÜK 9 z iddiası: KESK ve açıklık a Karşı Şiddetle Mücadele gününden aldıkları güçle örgütlerini düzene sokuyor örgüt ile herhangi bir paylaşıma girmeksizin istifa ettikten sonra haberdar olmuştur. Açıklık Telaşa mahal yok. Bu olay KESK’i yıpratmaz. Tam tersine açıklık ilkesinden sapmadan, doğru usullerle ve doğru biçimde sonuçlandırıldığında örgütümüzü güçlendirir. Zira, biz tacizin fabrikada, sokakta, okulda gün be gün yaşanan bir olay olduğunu gayet iyi biliyoruz. Kamuoyuna yansımaması tacizin olmadığının bir işareti değildir. İddianın KESK’te yarattığı çalkantı bir duyarlılığın, örgütümüzde bir kadın dinamiğinin varlığının, bu kadın dinamiğinin işin peşini bırakmayacağının, iddia hakkaniyetle soruşturulup sonuç alıncaya kadar işin takipçisi olacağının bir kanıtıdır. Böyle davranıyoruz diye kim bizi yıpratabilir ki. Tam tersine her konuda ama özellikle kadın sorunlarında açık ve ilkeli davranış, konu yaygın medyaya yansısa bile bizi güçlendirir. Aksi, yani sözüm ona yıpranmama kaygısıyla sorunu ve iddiayı geçiştirme KESK’in özgünlüğünü ortadan kaldırır. Ezilen cinsin önceliği standardı ihlal edildi Kadın kurtuluş hareketinin noktayı nazarından bakarsak, ki bakmalıyız. Herhangi bir taciz iddiası karşısında esas alınması gereken ezen/ezilen cins ilişkileri nedeniyle kadının beyanı esastır. İddianın haksız ve yersiz olduğunu kanıtlamakla yükümlü olan erkek tarafıdır. Bu kadının beyanının erkeği mahkum etmeye değil, soruşturmayı başlatmaya yeterli olduğu anlamına gelir. Bu hiçbir şekilde hukukta genelgeçer bir ilke olan masumiyet karinesinin ihlali anlamına gelmez. Sadece bu karineyi ezen/ezilen cins ilişkilerinin bağlamına uyarlar, o kadar. Olay kamuoyuna yansıdıktan sonra öğrendiklerimize göre; maalesef KESK yönetimi gerisine düşülemeyecek bu prensiplere göre davranmamıştır. Genel Başkanımızın istifası İlk bakışta KESK genel başkanı Sami Evren, riskli bile olsa son derece tutarlı, düzgün, kadın kayırıcı, ‘’kol kırılır yen içinde’’ demeyen bir tavır almıştır. Ne gü- zel… Ama açıklık ilkesine sadık kalmaya devam edelim. Ve sorularımızı sıralayalım: nBu genel başkan, iddiadan Mayıs 2010 da haberdar olduğu halde, konuyu niçin örgütüyle paylaşmamış ve KESK yönetim iç dengeleri içine hapsetmiştir? nBu genel başkan, taciz iddiasını niçin KESK’in kadın dinamiğine havale etmemiş ve tüzüğümüz gereğince her zaman mümkün olan Kadın Kurultayını toplantıya çağırmamıştır? nBu genel başkan, konu kamuoyuna yansıdıktan sonra sorumsuz bir tavırla örgütünü başsız bırakan ve bir grup kararının ürünü olduğu anlaşılan istifa yolunu seçmek yerine, ne yapması gerektiğini niçin örgütüne açmamış ve danışmamıştır? nBu genel başkan, bir grup kararının sonucunda istifa etmeden önce konuyu KESK’li kadınlarla müzakere etme ihtiyacı niçin duymamıştır? Şimdilik şunu söyleyelim. Bütün bunlar olmamışsa genel başkanın istifası ne yazık ki, seçilme denklemlerine ve siyasi hesaplara dayalı bir girişimdir. Ama bu arada kadın kurtuluş hareketiyle aynı frekanstan konuşuyormuş izlenimi vermeye çalışan bir ‘’suret-i haktan’’ görünme girişimidir. Bu satırların yazarı da yeni öğrendi ama bilmeyenler için bir not: Genel başkan iddiadan Mayıs 2010 tarihinde haberdar olmuş, ama istifa tarihi Kasım 2010. Genel başkan kurumun kurullarını 7 aylık bir sürede neden çalıştırmamıştır? Engellemelerle karşılaştıysa bu bilgiyi resmi olarak KESK kurullarıyla (Danışma kurulu, bağlı sendikaların genel başkanları vb) neden paylaşıp çözüm aramamıştır? Soruları çoğaltabiliriz. Hal böyleyse şimdiki istifa tam bir sorumsuzluk hali ve poz yapmaktır. Zira genel başkanın hala harekete geçirebileceği, kullanabileceği çeşitli mekanizmalar vardı. Gerçekten kadından yana idiyse… Biz kadınların pozlara, seçim denklemlerinin girdisi ve malzemesi haline getirilmiş sahte ‘’kadıncı’’ tutumlara değil, içten davranışlara ihtiyacı var. Olay neden tipik? KESK Merkez Yönetim Kurulu’nun bir üyesi ile ilgili taciz iddiasının KESK’i sürüklediği bu nokta birçok açıdan tipiktir ve KESK’in açmazlarını dışa vurmaktadır. Bu açmazları aşmadıkça KESK’in yeniden kuruluşçu bir mantıkla ayağa kaldırılması ne yazık ki mümkün değildir. Gelelim açmazlara nKESK’te işler gerçek anlamda bir sendikal örgütün dinamiklerine göre değil, siyasi dengelere göre yürütülmektedir. Genel başkanımızın istifası da ne yazık ki siyasi dengelerin bir ürünüdür. nAynı nedenle ‘’Taciz iddiası’’ şahsi bir sorun olarak soruşturulamamış, derhal siyasi denklemler bağlamına taşınmıştır. İddianın KESK kamuoyuna duyurulmamasının nedeni budur. nAynı mantıkla ‘’Taciz ithamı’’ şahsi bir mesele olarak ele alınamamış, sendikamızın tüzüğü ve işleyiş kuralları içine yerleştirilememiş ve siyasal ekipler arasındaki kolektif bir soruna dönüştürülmüştür.Bu KESK’in en önemli zaaflarından biridir. KESK bir siyasi koalisyon olmaktan çıkıp bir sendikal koalisyon olmaya mecburdur. Bu tipik olay bunu bir kere daha gözümüze çakmıştır. KESK’i yeniden kurmak Zaman aleyhte çalıştırılmıştır. Bu olayın çözümsüz bırakılmasına o ya da bu biçimde neden olan, KESK’in yarattığı değerlerin zedelenmesine zemin hazırlayan, KESK hukukunu çiğneyen KESK yönetim kurulu üyeleri bu sorumluluğu üstlenerek istifa etmelidir. KESK, gerçek sendikal dinamikleriyle, bir mücadele programı ve örgütlenme stratejisi oluşturularak yeniden kurulmalı, zaman geçirmeksizin “KURUCU İRADE”ye teslim edilmelidir. KESK’i bu durumdan çıkaracak irade KESK’in kendi içinde mevcuttur. 10 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika Taş: Referandumda “evet” diyenlerle ayrışacağız! ÖDP Genel Başkanı Alper Taş ortak bir masa etrafında ortak zemin inşası gerekir diyor Kenan Kalyon Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) Genel Başkanı Alper Taş’la referandum sonrası ve 2011 seçimleri öncesinde partisinin sosyalist hareket ve Kürt hareketiyle ilişkilere yaklaşımını tartıştı Düzenlediğiniz "Kürt sorununda çözüm önerileri" başlıklı çalıştaydan beklediklerinizi elde ettiniz mi? İzleyen yeni adımlarınız olacak mı? Çalıştayın temel amacı Kürt sorununun geldiği aşamada sorunun çözümüne dönük sol-devrimci çözüm önerilerini tartışmak-tartıştırmak, geliştirmek; soruna içerden dahil olma imkan ve yollarını bulmaktı. Bu yönüyle, Kürt siyasi hareketinin son dönemlerde ortaya koyduğu ama solda da üzerine ciddi bir tartışmanın yapılmadığı “Demokratik Özerklik” projesini bizzat bu projeyi ortaya koyanlarla birlikte tartışmak, bu projeye soldan bir bakış sunmak önemliydi. Çünkü Kürt siyasi hareketinin bu projesi ayrılma değil, bir birlikte yaşama projesidir ve gördüğümüz kadarıyla içi tamamen doldurulmamış, tartışmaya açık bir proje. Bunun üzerinden Kürt hareketiyle solun bir tartışma yürütmesi, birlikte yol alabilmek açısından önemliydi. Çalıştay, bir başlangıç adımı oldu. Tamamlaması elbette beklenemezdi. Daha somut sorunlar üzerinden bu tartışmayı sürdürmeyi amaçlıyoruz. Referandum sürecinde ve sonrasında sosyalist solda yaşanan ayrışma ve saflaşmaları sizce kendi bağlamı içinde ele alınması gereken taktik bir ayrışma mı; yoksa ucu saf değiştirmelere kadar uzanan daha temelli bir kopuşma mı? Referandumda boykot tavrını ortaya koyan sosyalist yapılarla bizim de içinde yer aldığımız “hayır” çizgisinin arasındaki ihtilafın taktik bir ayrışmaya tekabül ettiğini düşünüyoruz. Ama özellikle “yetmez ama evet” tavrıyla AKP’ye soldan destek sunan çizginin temsil ettiği anlayışın, tutturduğu dilin ve benimsediği tarzın taktik bir ayrışmanın ötesinde, daha köklü bir saflaşmaya denk düştüğünü görüyoruz. Sol-sosyalist bir çizginin en temel ayırt edici özelliği işçileri, emekçileri, ezilenleri sermayeden ve devletten politik-ideolojik ve örgütsel olarak bağımsızlaştırmayı hedef almasıdır. “Yetmez ama evet” çizgisi, bırakalım böyle bir hattı geliştirmeyi, uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda devleti yeniden yapılandıran AKP’nin çizdiği ideolojik-politik hegemonyaya teslim olmuş, AKP’nin icraatla- rını sözüm ona soldan fikri takviyelerle meşrulaştırmayı amaç edinmiş, sonunda iktidar sahibinden teşekkür almış bununla övünmüş bir anlayıştır. Böyle bir anlayışla ortak bir hayat örmenin imkânları ortadan kalkmıştır. Referandumda dörtlü bir ittifakla (EMEP, Halkevleri, ÖDP ve TKP) "hayır" kampanyası yürüttünüz. Ama hangi zeminlerde bir ittifak kurduğunuzu sosyalist kamuoyu ile alenen paylaşmadığınız gibi, bildiğim kadarıyla kendi ötenize seslenen bir çağrı da çıkarmadınız, neden? Referandumda amacımız, sosyalist solda öncelikle “hayır” pozisyonunda olan kesimlerle ortak bir “hayır cephesi” örgütlemekti. Hareket noktamız, AKP’nin inşa ettiği yeni rejime karşı eski rejimi şöyle veya böyle sahiplenme anlamına gelen bir “hayır”ı değil, düzenin köklü bir devrimci değişimini hedefleyen bir “hayır” kampanyasını yaygın bir biçimde örgütleyebilmekti. Salt siyasi özneleri değil, değişik toplumsalsendikal kesimleri, aydınları, akademisyenleri kapsayan ve buluşturan bir muhalefet platformu oluşturmak ve bu yolla hayır gerekçelerimizi toplumsallaştırabilmekti. Bu anlamda Sosyalist Parti (SP) ve Türkiye Birleşik İşçi Partisi (TBİP) ile de görüştük. SP’nin katılımı gerçekleşmedi, TBİP ise sürece dahil oldu. Özellikle Alevi örgütlerinden, sendikal hareketten, meslek örgütlerinden, akademisyenlerden, sanatçılardan oluşan geniş bir kesimle birlikte “Hayır Deklarasyonu”nu imzaya açtık. Ortaya koyduğumuz “Eşit ve Özgür Bir Ülke İçin 12 Eylül Anayasasına da AKP Anayasasına da Hayır” deklarasyonu ve burada dile getirdiğimiz 10 acil talep referandumda kurduğumuz ittifakın çerçevesini çiziyordu. Bu genişliğe uygun bir form ve çalışma tarzı inşa edemediğimizi söyleyebilirim. Bu yüzden, bizim “hayır” kampanyamız siyasal düzeydeki etkisi bakımından anlamlı ve önemli bir sonuç ortaya çıkartırken, aynı şeyi yeterli toplumsal-örgütsel etki bakımından söyle- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 11 mek, az önce saydığımız eksiklikten dolayı mümkün olamadı. Siz boykot tutumunu da AKP karşısındaki direncin bir bileşeni saydınız. "Kürt illerinde BDP’nin uyguladığı boykotun başarısı" ile AKP'nin bölgede kaybettiği ve tasfiye operasyonun sonuçsuz kaldığı değerlendirmesinde bulundunuz. Oysa TKP Siyasi Büro, bu sonuçları “Önümüzdeki dönemde Türkiye'nin daha Amerikancı ve daha gerici bir şekle sokulması sürecinde Kürt sorununun bir araç olarak kullanılmaya devam edeceği"ni kesinleştiren sonuçlar saydı. Ülkenin temel meselelerinden birine böylesine zıt açılardan bakmak ittifakınızda bir sorun oluşturmadı mı? Kuşkusuz, ÖDP ve TKP aralarında önemli farkları olan iki partidir. Ama bu farklılık, Türkiye’nin içinden geçtiği süreçte, somut konular etrafında yan yana bir duruş ortaya koymamıza bir engel teşkil etmiyor. Referandum sürecinde bizi birleştiren, AKP eliyle kurulmakta olan yeni rejime net ve ikirciksiz bir tutum almak ve ortaya koyduğumuz 10 acil talep etrafında bir toplumsal muhalefet zemini inşa etmekti. Bu talepler içerisinde, Kürt sorunu bağlamında da bir araya gelmemizi ifade eden talep, “Kürt halkının dil, kültür, kimlik haklarının karşılanması, bu hakların anayasal güvenceye alınması” talebiydi. TKP’nin değerlendirmesi, kendisine ait bir politik okumanın ürünüdür. Referandum sonrasında bizim açımızdan önemli olan, görülmekte olan KCK Davasına referandumda ortak tutum alan dört siyasi özne olarak genel başkanlar düzeyinde ve iki halkın kardeşliği adına katılabilmemizdi. AKP'nin gittikçe koyulaşan ve sağı kendi etrafında büyük ölçüde toplayan tek parti hakimiyetine karşı, Kürt hareketini de önemli bir direnç odağı saydığınıza göre, önümüzdeki dönemin mücadele ve ittifaklarına bakışınızda bu odağın yeri nedir? Kürt siyasi hareketi önemli bir demokrasi dinamiğidir. Kuşku- ‘Cephe gündemimizde yok’ ÖDP Genel Başkanı Alper Taş TKP’nin “cephe” önerisinin Türkiye solunun öznel ve nesnel durumuna uygun olmadığı düşüncesinde TKP'nin yaptığı ve EMEP, Halk Evleri ve ÖDP'ye iletildiğini belirttiği "cephe" çağrısını mantığı ve gerekçelendirmesi bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz? Öte yandan, bir "cephe" çağrısının muhataplarının bu kadar dar tutulması, hele hele BDP'nin yok sayılması başlı başına bir sorun değil mi? Biz, EMEP, Halkevi, TKP ile sınırlı bir yan yana geliş düşüncesi içerisinde değiliz; onların da kendilerini bununla sınırladıklarını düşünmüyoruz. Önemli olan, solda bir tarihselliği taşıyan, şu ya da bu kadar güce sahip olan bu dört yapının somut konularda ortak tutum alabilmesi ve bu tutumu diğer sosyalist kesimlerle paysuz, geliştirilecek olan mücadele sürecinde Kürt siyasi hareketini görmezden gelen, onu reddeden bir yaklaşım her düzeyde doğru değildir. Ama takdir edilir ki Kürt siyasi hareketi ulusal bir harekettir, bu niteliğinden dolayı değişik yönelim ve taktiklere açıktır. Ve büyük bir toplumsal ağırlığı ve gücü vardır. Sosyalist solla eşitsiz bir ilişki söz konusudur. Sosyalist solun Kürt siyasi hareketinin yarattığı toplumsal güçle birleştirebileceği toplumsal güçler henüz söz konusu değildir. Burada esas olan, sosyalist güçlerin toplumsal bir kuvvet olmaya dönük çalışmalarını geliştirmesidir. Sosyalist hareketin ihtiyaçlarını ayrı bir başlıkta, Kürt siyasi hareketiyle ilişkilerini ise ayrı bir başlıkta ele almakta fayda vardır. Bizim gördüğümüz ve tartışmak istediğimiz nokta, Kürt siyasi hareketi ile sosyalist sol arasında şu ana kadar kurulmuş ilişki biçimlerinin ve zeminlerinin her iki kesim açısından da ilerletici, geliştirici sonuçlar yaratamamış olması gerçekliğidir. O yüzden, daha önce yapılmış, denenmiş ama ilerletici sonuçlar üretmemiş ilişki tarzlarına hapsolmayı doğru bulmuyoruz. Bunun laşması ve çoğaltmasıdır. Şu an bizim gündemimizde bir cephe kurma düşüncesi yok. Cephe kurma ciddi bir iştir. Türkiye solunun şu an içinde bulunduğu öznel ve nesnel durumunun bir cephe oluşturmaya uygun olduğu düşüncesinde değiliz. Ama cepheleşme bir mücadele çağrısı ise, ortak bir mücadele zeminini birlikte inşa etme davetiyse, bu mahiyette bir çağrıyı sosyalist solun en geniş kesimleriyle hem pratik hem de fikri düzeyde paylaşmaya ve geliştirmeye açığız. Çünkü bizim savunduğumuz cephe-birlik vb., toplumsal mücadelelerin, toplumsal çatışmaların, çeşitli deneyimlerin ve eylemliliklerin içinde aşağıtartışılması gerektiği düşüncesindeyiz. Az çok görünür bir başka odağın vücut bulmaması halinde, Kılıçdaroğlu CHP'si kendisini AKP karşısında tek seçenek gibi sunmaya çalışacak. ÖDP 2011 seçimlerine nasıl bir perspektifle hazırlanıyor? Üçüncü bir odağı mümkün görüyor musunuz; görüyorsanız bunun muhtemel bileşenleri hangi siyasal güçler ve toplumsal dinamikler? Yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi, bizim için esas olan sosyalist devrimci hareketin bağımsız olarak kendisini inşa etmesi, geliştirmesi, güçlendirmesidir. Kimse bizim CHP’yi emekçilere ve ezilenlere umut olarak gösterecek tutum ve davranışlar içerisine gireceğimizi beklemesin. Seçimlerde ne yapmamız gerektiğini, nasıl bir seçim siyasetinin takipçisi olacağımızı henüz netleştirmiş değiliz. Şu anda parti tabanını da sürece dahil eden bir tartışma içerisindeyiz ama şuna inanıyoruz ki, doğru bir seçim siyaseti ancak doğru bir politik hat temelinde gerçekleştirilebilir. Emekçilerin ve ezilenlerin ta- dan yukarıya doğru örülecek yerel inisiyatiflere dayalı bir mücadele birliğidir. Türkiye sosyalist hareketinin ihtiyaç duyduğu, koşullarımıza uygun düşen ve bizi ilerletecek adımın bu tür bir mücadele birliği olduğunu düşünüyoruz. Tabandaki çalışmalara ve aşağıdan örülen bir mücadele birliğine, şüphesiz, böyle bir sürece tekabül eden, onu özendiren ve ilerleten yapıların “yukarı”dan oluşturulması da eşlik etmelidir. Tabii bunun fikri ikliminin ve altyapısının geliştirilmesi de önemli. Bu da yapıcı ve geliştirici bir tartışma demek. ÖDP’nin yapmak istediği ve yapmaya çalışacağı budur. leplerini sahiplenen eşitlikçi ve özgürlükçü bir siyaset çizgisinin güçlendirilmesi bizim seçim çalışmalarımızın esasını oluşturacaktır. O yüzden, eşitlikçi ve özgürlükçü birleşik bir sol muhalefetin yaratılmasına hizmet etmesi açısından, bu seçimlerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği oldukça önemli bir konu ve bu öneme uygun ciddi bir tartışma ve düşünme sürecine ihtiyacımız olduğu da ortada. Seçimlerin dışında ve ötesinde de, sosyalist güçlerin, çeşitli toplumsal muhalefet dinamiklerinin ve "direnç" odaklarının olanaklı bütün zeminlerde ve çeşitli başlıkları gündemine alan az çok eşgüdümlü bir koalisyonunu inşa etmek sizce mümkün mü? Daha doğrusu ÖDP'nin böyle bir gündemi var mı? Yukarıda da dile getirdiğim gibi, böyle bir sürecin örgütlenmesi, solun, toplumsal muhalefetin, çeşitli direnç odaklarının ortak bir masa etrafında, belirli gündemler üzerinden bir ortak zemin inşa etmeleri elbette ihtiyaçtır ve bu ÖDP’nin de gündeminde olan bir konudur. 12 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika Birdal: “Baskılar SDP ve TÖP’ü Kürtlerle ittifaktan caydıramaz” Akın Birdal, “Devrimci Karargah” operasyonunda tutuklananların serbest bırakılması için çağrıda bulunuyor Ersen Olgaç Ekmek & Özgürlük adına son yasama döneminde DTP ve ardından BDP milletvekili olarak görev yapan SDP Onursal Genel Başkanı Akın Birdal ile son tutuklamalar ve partisinin ittifak politikalarını görüştü Silivri cezaevinde Devrimci Karargah suçlamasıyla yatan SDP ve TÖP’lülerle görüştünüz, izlenimleriniz nasıl? Evet. Silivride Devrimci Karargah adı verilen operasyonla tutuklanan Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) Genel Başkanı Rıdvan Turan, Genel Başkan yardımcısı Günay Kubilay, MYK üyesi Ecevit Piroğlu ile Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) sözcüleri Oğuzhan Kayserilioğlu ve Tuncay Yılmaz arkadaşımızı ziyarete gittik. Arkadaşlarımız kendi etkinliklerinden göz altına alınmış ve tutuklanmış olsalar, gam yemeyeceklerdi. Ama ilşkileri olmayan bir örgüte üyelikten tutuklandılar ve o örgütün üzerinden Hanefi Avcı ile ilişkilendirilmeye çalışıldılar. Avcı bir güvenlik görevlisi ve geçmişi sol, sosyalist alanda hayırla anılmaz. Ama ne yazık ki, bu operasyon da KCK operasyonu gibi bir bahane. Kürt muhalefetini KCK operasyonuyla ilişkilendirerek, seçilmiş arkadaşlarımız, belediye başkanları, parti genel başkan yardımcıları, parti meclisi üyeleri, kadın ve gençlik meclisi üyelerini toparladılar. Uzun süre yatırdıktan sonra, ilk kez bir hafta önce 18 Ekim’de yargı önüne çıkardılar. Yani bu “Devrimci Karargah” tutuklamaları Kürt muhale- fetini sindirme projesinin buradaki ayağı mı? Evet. Kuşkusuz bu alanda sol sosyalist muhalefeti etkisizleştirmek niyetiyle yapılan bir operasyon. SDP nin TÖP’le ve de giderek sol sosyalist çevrelerle bir birlik projesi vardı. Ve bunu arkadaşlarımız adım adım yürütüyorlardı. Arkadaşlarımız tutuklanmamış olsa, birlik kongresi yapılacak ve SDP ile TÖP birleşmiş olacaktı. Bu gelişme de yeni açılımlara, yeni diyaloglara, yeni partnerlerle ilişkilere yol açacaktı. Soğuk savaş sonrası doğu blokunun ardından Sovyetlerin dağılışı dünyadaki sınıf mücadelesini sekteye uğrattı. Latin Amerika’daki önemli antimilitarist, anti-emperyalist, anti-kapitalist yükseliş dışında dünya küresel bir sistem baskısı altında kaldı. Sosyalizmin, emeğin ve insanlığın kurtuluşu yolunda her ülkede ve her coğrafyada lokal sosyalist fikriyatın gelişmesi, beslenmesi yolunda çabalar sürerken Türkiye’de ne yazık ki sol, sosyalist kesim dağınıklığıyla yeni kuşak, gençler açısından Akın Birdal kim? 1968 Döneminde Ankara Ziraat Fakültesi Talebe Cemiyeti yöneticilerinden olan Akın Birdal, 1973’de TMMOB-Ziraat Mühendisleri Odası MYK’sında, 1977’de demokratik mücadele örgütü KÖYKOOP’un Niğde Başkanlığında ve Köy-Koop merkez yönetim kurulu eğitim ve örgütleme daire başkanlığında görev yaptı. 12 Eylül askeri darbesinden sonra bir yıl tutuklu kaldı. 1986-92 arasında İHD’nin Genel Sekreterliği’ni, 1992’den 1999’a kadar da başkanlığını yaptı. 1998’de uğradığı silahlı saldırıdan ağır yaralı olarak kurtulan Birdal, 1 Eylül 199596 yıllarında yaptığı konuşmalardan ötürü 2 yıl hapis cezasına mahkum edildi. SBP, BSP ve ÖDP’nin kurucu üyesi olan Akın Birdal, her iki partide de PM üyeliği yaptı. 2002’de kurulan SDP’de iki yıl genel başkanlık görevinde EKMEK & ÖZGÜRLÜK 13 çekim merkezi olmaktan çıktı ve cazibesini yitirdi. Şimdilerde gençlerin yeniden bu hareketin cazibesine meylettiğini sevinçle görmeye başladık. Özellikle Devlis’liler yeniden o devrimci gençliğin coşkusunu sokaklara taşımaya başladılar. Parasız eğitim, özel okulların kapatılması yolunda önemli bir devinim içine girdiler ve çok sayıda gözaltılar oldu, tutuklamalar oldu, ama yeniden umudun alanını yarattılar. Geleceğe dair güven alanı yarattılar Bu tutuklamalarda devlet bir yandan Kürt muhalefetiyle radikal Türkiye solunun dayanışmasını cezalandırırken, diğer yandan da bunların sosyalist çevrelerde ve kitlelerin önünde bir polis şefiyle işbirliği yaptıkları izlenimi yaratarak itibarlarını da düşürme niyeti mi güdüyor? Aynen öyle bir itibarsızlaştırma ve kuşku yaratma. Bu operasyonun ikinci nedeni de boykot cephesinde yer alan arkadaşların bu iradesini ve kararlılığını cezalandırmak. Üçüncüsü de Kürt siyasi hareketiyle stratejik bir ittifak isteyen, yani kurtuluşu Kürt emekçileri ve Türk emekçilerinin birliğinde ve dayanışmasında gören bir siyasi görüşe sahip arkadaşları tecrit etmek. Bir de nasıl ki, örneğin KCK’nin kadrolarını aldılar, halktan onu izole etmeye ve giderek halkı yalnızlaştırmaya çalıştılar. Burada da Kürt halkının stratejik ittifaklarını ve müttefiklerini, dostlarını etkisizleştirerek, yine Kürt halkını yalnızlaştırmak istediler. Sosyalist Gelecek Parti Hareketi’nin başta Kürt kurtuluş hareketi olmak üzere tüm ezilenler ve kadınlarla, sermayenin iki cephesine karşı bir üçüncü kutup, üçüncü cephe oluşturma hedefi var. Bu hedef sizce de geçerli mi, ya da Türkiye sosyalist hareketinde bulabileceği yankılarla ezilenler ve emekçiler için bir çekim merkezi olabilir mi? Olabilir kuşkusuz. Türk ve Kürt emekçilerinin buluşması, kadınlar, Aleviler, ötekileştirilen ve dışlananların birliği, bence zaten gelecek açısından olmaz- Yanılgılar olsa da önemli olan ezilenlerden yana çıkmak Kendine sosyalist, komünist, emek adını yakıştıran kimi partilerdeki “Kürt ulusal hareketi kendi yolundan, sınıf mücadelesi de kendi yolundan yürür” anlayışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sınıfsal ve ulusal kardeşliği örtüştürdükçe, başka bir deyişle Newroz’la 1 Mayıs’ı buluşturdukça sosyalizm zaten bir çekim merkezi olacaktır. Ve o güçlü seçenek başkalarını sosyalizm adına etkileyecek, başka yerlere yedeklemeyecek ve etkileyecek kuşkusuz. Önemli olan bence bu birlikteliği, bu birleşik gücü yaratabilme marifetini gösterebilmekte. Bugün biz daha önce “çatı” diye adlandırdığımız, şimdi DBH (Demokrasi İçin Birlik Hareketi) olarak adlandırılan buluşmayı tüzel bir yapıya kavuşturamazsak bile, böyle bir busa olmaz. Beğendiğim ve gerçekten çok önem verdiğim “ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganı bunu bence çok iyi anlatıyor. Çünkü bugün küreselleşen ideolojik hegemonya karşısında birleşmekten başka çıkışımız ve kurtuluşumuz yok. Ne Kürtlerin, Kürt emekçilerinin, ne de Türk emekçilerinin ve onların siyasi yapılarının böyle bir birlikten başka şansları yok. Koşullar bize bir Üçüncü Cephe’yi dayatıyor. İşte bakın “devrimci karargah” adı altında suçlanan SDP ve TÖP’ün de amaçladığı buydu. Egemen güçler bunu cezalandırmak istiyor. Eğer biz bu saldırıların önünü alamazsak, baskılar muhalif Kürtlere, muhalif sosyalist sola, muhalif kadınlara, muhalif emekçilere muhalif gençlere, muhalif azınlıklara yayılacak. Bu nedenle nüanslarımızı bilerek, ortak hattımızı oluşturacak değerler var. Emekçi olmak, emekçilerden yana olmak, ezilenlerden yana luşmanın, eylemliliği bile bence önemli bir moral güç yaratacak ve çekim gücü oluşturacaktır. Sosyalizm ve sınıf mücadelesi adına referandumda “yetmez ama evet”, ya da “hayır” cephesinde yer almış olmakla değil sınıf çıkışı, demokratik çıkış bile bulunamaz. Şimdiden kimi “yetmez ama evet”çi arkadaşlar ya değişik mazeretlere sığındılar, kimisi de “AKP nin gerçek yüzünü gördük” dediler. Kimisi “biraz daha bakalım dedi”, kimisi sessizliğe büründü. Şimdi AKP’nin programından çok, bence söylemine ve yaptıklarına bakmak gerekir. Örneğin 12 Eylül’le hesaplaşacağını söylüyor, ama hesaplaşmaktan asker ve sivil kanattan üç beş bürokratın hedef alındığı anlaşılıyor. Oysa meseleye sınıfsal bakıldığı zaman, nedir 12 Eylül faşist darbesi? Uluslararası emperyalist kurumlaolmak, barıştan, özgürlükten yana olmak ve en önemlisi de adaletten yana olmak. Böyle bir değerlendirme, bizi doğal olarak sermayeden ve devletten kopuşmuş bir üçüncü kutupta birleştirebilir ve birleştirmek zorundadır. Geçenlerde Murat Karayılan Türk solunu şu sözlerle eleştirmişti:"Ama bu konuda esasen sorumlu bir kesim daha var: Türkiye sol hareketi. Biz mücadelemizi anlatmakta yetersiz kaldık ve Türkiye solu da yetersiz kalınca, büyük bir gedik oluştu. Şovenizm toplumsal bir reflekse dönüştü. Kürt hareketi zamanla toplumsallaştı. Sol ise uzak durdu. Kürt hareketi ile birlikte görülse, Türk toplumundan tecrit olacağını düşündü. Kürt hareketiyle arasına mesafe koydu. Türk solunun mesafe koyma tavrı, onu da toplumdan uzaklaştırdı." Karayılan’ın bu eleşti- rın ekonomik kararlarını hayata geçirebilmek ve ona zemin oluşturabilmek için yapılan bir darbedir. Yani “24 Ocak” diye kodlanan ekonomik kararlardır. Bu gün ne oluyor? AKP’nin izlediği aynı neoliberal politikalar değil mi? Özelleştirmeye, taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya ve nihai olarak yığınları açlığa ve yoksulluğa iten ekonomik politika değil mi? AKP’nin 12 Eylül’le yüzleşmesi mümkün mü? Bu onun varlık nedenine aykırıdır ve bu nedenle bir süre sonra, gerek CHP’nin yedeğindeki MHP ile aynı havuza düşen diğer tarafta “yetmez ama evet” diyen arkadaşlar da bence bu süreçte yeni konumlanma içine girebilirler ve bu sürece dahil olabilirler. Türkiye siyasetinde zaman zaman taktik sonuçlarda, yanılsamalar ve yanlışlıklar olmuştur. Önemli risi konusunda ne düşünüyorsunuz? Bence Murat Karayılan bu konuda çok haklı. Enternasyonalist olduğunu ilan etmeyi ihmal etmeyen Türk solu, yanı başındaki Kürt halkıyla dayanışmada mahcubiyet göstermektedir. Bunun nedeni de, bizim solu biraz kazıdığınızda ince bir milliyetçilikle karşılaşılmasıdır. İkincisi de, Kürtlerle dayanışmanın riskleri. Acımasız, militer bir merkezi otoriteyle karşı karşıyaydık; o yüzden bu çekingenlik yaşandı. Fakat bu durum tüm sosyalist çevreler için geçerli değildir. Örneğin son Devrimci Karargah suçlamasıyla hedef alınan sosyalist örgütlerin boykot cephesinde yer almasının ve Kürt siyasi hareketiyle buluşmayı esas almalarının bunda payı olduğunu düşünüyorum. Türk solundaki çekingenlik ve ürkekliğin de sözünü ettiğim ince milliyetçiliğin güçlenmesine katkısı olmuştur. 14 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika Hanefi Avcı vakası üzerine notlar Sürüp gitmekte olan, bir rejim ve devlet biçimi çekişmesidir, basit bir ele geçirme değil ramoğlu gibi liberallerin kafasını karıştıran, AKP katarından çoktan inmiş Cüneyt Ülsever gibilerini ise, tutuklanan sosyalistleri unutup Avcı’ya sahip çıkan bir kısım “solcu” ile birlikte eylemli tepkiye sevk eden işte bu durumdu. Avcı’nın iddiası özü itibarıyla şudur: Emniyette, özellikle de emniyetin istihbarat ve operasyon birimlerinde, MİT’te, orduda ve yargıda, her birinin başında birer sektör imamının bulunduğu, kendi hiyerarşisine sahip cemaat yapılanmaları mevcuttur. Bunlar kendi aralarındaki bağlantılarla devlet içinde ayrı bir irade ve kuşatıcı bir şebeke oluşturmaktadırlar. Kendi dolaysız hâkimiyet alanını genişletmek için her yolu mubah gören, kendinden olmayanlara tezgâhlar kuran, seçmeli hedeflerine vururken kendine bağlı medya ağlarını da bir propaganda aygıtı gibi seferber edebilen bir şebekedir bu. Birazcık Carl Schmitt Avcı bir zamanlar yönettiği polislerin eşliğinde “mevcutlu olarak “Özel Yetkili Savcılığa ifade vermeye gidiyor Kenan Kalyon Türkiye’nin süratle değişen gündem sıralamasında şimdi çok gerilere düşmüş olsa da, kendini solda addeden kimilerinin dahi methiye kabilinden ve ‘’hafıza-ı beşer nisyan ile malüldür’’ deyişini doğrularcasına “efsanevi” sıfatını layık gördükleri polis şefi ve istihbaratçı Hanefi Avcı’nın çıkışının ve yok satarcasına rağbet gören “Haliç’te Yaşayan Simonlar’’ başlıklı kitabının, süre giden rejim içi kutuplaşma ve kavgalarda yeni bir girdi, yeni bir veri ve kefelerden birine konan yeni bir ağırlık olduğuna hiç şüphe yok. Şimdi “kurban” olmaktan yakınan Avcı, bir karşı hamleyle derdest edilmiş, cemaatin “okyanus ötesindeki” imamı azamı onun hakkında vurun boynunu dercesine “Allah taksiratını affetsin” fetvası vermiş olabilir. Ama laf ve kitap ortaya düşüp dolaşıma girdi, Avcı, gerekli gördüğü yetkili makamlara, kita- bında yer alan bilgilerden çok daha fazlasını içeren dilekçelerle başvurdu ve tutuklanmasının hemen öncesinde, Genelkurmay Askeri Savcılığına cemaatin ordu içindeki yapılanması ve sorumlu imamı hakkında dağarcığındaki bilgileri aktardı bir kere. Bütün bunlar yok hükmünde sayılamaz artık. Diyalektiğe nazire yaparcasına, şu sıralar avcı/kurban arafında gezinen Avcı’nın, müdebbir bir istihbaratçı olarak, bazı bilgileri gerektiğinde ifşa etmek veya bir pazarlık kartı olarak kullanmak amacıyla herkesten esirgemesi yahut sadece en güvenilir sırdaşlarının uhdesinde yedeklemesi ihtimali de cabası. Olayın kendisi kanıt Sosyalist solu ve Kürt hareketini kovuşturmayı kariyeri boyunca ihtiraslı bir uğraşa dönüştürmüş, kitabının da delalet ettiği gibi son derece “işkolik” bir polis şefinin yasadışı bir sol örgüte yardım ve yatakçılıktan cezaevine tıkılması, şahsi çerçevede ironinin, olay daha geniş bir kadra- ja yerleştirildiğinde ise skandalın ta kendisi olabilir. Ancak, Türkiye’deki rejim içi tepişmelerin sert siyasal mantığından bakıldığında, Mavi Marmara soğukluğunun ardından, referandum sürecinde muhabbet tazeleyen hükümet-cemaat ittifakı, Hanefi Avcı’nın çıkışına bir güç gösterisiyle cevap vermeye, onun sözcülüğüne soyunduğu emniyet içindeki unsurları simgesel bir vuruşla sindirmeye, muktedirliğini herkesin gözüne çakmaya ve en iyi savunma saldırıdır anlayışıyla davranmaya mecbur ve mahkûmdu. Ama bu mecburiyetin yol açtığı garipliğe bakın ki, Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) mensubu sosyalistlerle Avcı’yı aynı kareye yerleştiren, sıfır inandırıcılıkta, her açıdan kabalık kokan bir tertip ve fesatla sergilenen bu güç gösterisinin kendisi, Avcı’nın iddiasını doğrulayan yeni ve çok çarpıcı bir kanıta dönüştü. Hükümete desteklerini sürdüren Ali Bay- Carl Schmitt adı bazılarımıza yabancı olabilir. Bu yüzden, önce kısa ve tanıtıcı bir not: Bu zatı muhterem, Nazi iktidarını haklılaştıran, müzakereciliğin, mutabakatçılığın, normatifliğin, liberalizmin ve parlamenter demokrasinin azılı düşmanı olan bir siyaset ve hukuk kuramcısı; başka hiçbir onamaya ve göndermeye ihtiyaç duymaksızın meşruiyetini kendisinden alan bir egemenlik halini hukuki terimlere dökmüş bir “kararcı.” Schmitt’in bugünün Türkiye”si için de açıklayıcı olabilecek kilit kavramlarından biri olağanüstü veya “istisnai” haldir. Schmitt’e göre; adına layık egemen, olağanüstü hali veya bunalımı yönetebilen, bunalımın çeşitli uğraklarında kendisinden menkul kararlar verebilen, kuvvetler ayrılığı gibi ilkeleri bir budalalık olarak gören ve kendini önceden verili bağlayıcı bir yasallıkla sınırlamayan kişi veya tüzel kişiliktir. Carl Schmitt’in ruhunun bugünün Türkiye’sinde gezindiğini söylemek abartı olmasa gerek. Lakin, çok önemli bir tadilat ve uyarlamayla birlikte: Günümüz Türkiye’sinde “kararcılık”, demokrasi şalı altında, sözüm ona “sivil siyaset” alanını genişletme EKMEK & ÖZGÜRLÜK 15 iddiasıyla, özünde “kararcı” olan çeşitli icraatları gerekli kılıf ve kisvelere büründürmeyi ihmal etmeden; bu demektir ki, kitabına uydurmanın daha incelikli yöntemleriyle, hukuku siyasallaştırmanın daha uzmanlaşmış ve özgün biçimleriyle icra edilmektedir. Bütün gafillerin hilafına, Avcı’nın kitabında bir dizi örneğini verdiği emniyet içi ayak kaydırmalar, üzerinde özel olarak durduğu Yücel Aşkın ve İlhan Cihaner vakaları bir yana, KCK davası ve en son “Devrimci Karargâh” soruşturması buram buram “kararcılık” kokmuyor mu? Birazcık Karl Marx Louis Bonaparte darbesini irdelediği ünlü çalışmasında, Karl Marx, aynı zamanda burjuva devletin sınıf mücadelelerinin basıncı ve hâkim sınıf hiziplerinin itiş kakışları arasında durmaksızın daha da yetkinleşmesini anlatır bize. Devlet yetkinleştikçe toplumun gözeneklerini tıkayan devasa bir askeri-bürokratik aygıta, gittikçe azmanlaşan asalak bir ura dönüşür. Bu sürecin her evresinde yürütme daha başına buyruk hale gelir. Bu, burjuvazinin çeşitli hiziplerinin bu aygıtı ele geçirme mücadelelerini de kızıştıran bir durumdur aynı zamanda. “Haliç’te Yaşayan Simonlar” devletin yetkinleşmesinin tek bir kurum üzerinden, polis teşkilatı penceresinden bir anlatımı olarak da okunabilir. Avcı, kitabında yasadışı örgütler karşısındaki yetersizliklerini, donanım, uzmanlaşma, izleme ve dinleme teknikleri, taktik yenilik ve bu örgütleri daha yakından tanıma açısından zamanla nasıl aştıklarına dair bir dizi veri sunuyor. Hatta öyle ki, yazar, yeri geldikçe karşılaştırmalar yapıyor ve mücadele halinde oldukları örgütlerin gıpta ettiği çeşitli üstünlüklerini övmekten geri durmuyor. Şüphesiz, devletin yetkinleşmesi daha bütünsel, derece derece bütün kurumlara, devlet-toplum ilişkilerinin her düzeyine yayılan ve aynı zamanda yeni kurumların ihdasını gerektiren bir süreç. Okul, fabrika, emek süreçleri, sokak ve mekansal stratejiler de bu yetkinleşmeden kendi nasiplerini kesinlikle alırlar. Sınıf mücadeleleri ve derinleşen işbölümü bu süreçte bir bakıma mahmuz işlevi görür. Bu bütünsellik içinde emniyet, bir tür barometre ve mızrak başı olarak görülebilir. Birazcık Focault ve Negri “Disiplin toplumundan denetim toplumuna geçiş,” A. Negri’nin günümüz kapitalist toplumlarını betimlemek amacıyla kimi Fransız düşünürlerinden, özellikle de M. Fuocault’dan esinlenerek kullandığı bir tabir. Bu geçiş üç tipik gösterge üzerinden izlenebilir: Bio-politika, polis teşkilatının evrimi veya daha doğrusu, bütün toplumun polisiye faaliyetlerin nesnesi haline gelmesi, bunun uzantısı olarak bizzat ordunun da gitgide polisleşmesi ve her şeyin görülüp izlenmesi anlamında panoptikon gözetleme. Başka bir ışıktan bakıldığında, Avcı’nın kitabı bu geçişin bir öyküsü olarak da okunabilir. Elektronik izleme, dinleme, denetim ve takip ağının kurucularından biri olan Avcı’nın bu yönde emniyetin kat ettiği ilerlemeleri “mucize” olarak adlandırması, tam böyle bir bağlama oturuyor. Şimdi dönüp yaratıcılarından birini de vurmuş olsa bile, bu mucizenin getirileri saymakla bitmez. Tabiri caizse, artık bütün evler camdan, bütün perdeler çekili, bütün özel ilişkiler ve mahremiyet alanları yolgeçen hanı ve her an ifşaata açık, bütün toplum bir BBG evi, devletin optiğinden her şey ayan beyan ve her şey saydam. Hal böyleyse, yeraltını da artık bir kedifare oyununa dönüşmüş sayabiliriz. Avcı’nın durduğu yerden bakarsanız, bu durum neredeyse devletin nihai ve mutlak bir zaferi. Ama devletin bir akrep gibi kendi kendisini sokmaması için, bu zaferin yasalarla sınırlanması gerekiyor, o kadar. Gelgelelim, kendi başarımlarının büyüsüne ve esrimesine kapılmış istihbaratçımız yanılıyor. Kitabında hayranlıkla anlattığı, Diyarbakır Cezaevinde istihbaratı alınan ama bütün aramalara rağmen bir türlü bulunamayan tünel olayı yanıldığının bir karinesi aslında. Hiç kimse, hiçbir yeni tedbir ve buluş, ezilen dünyanın yaratıcı- lığına, yenilikçiliğine, kurnazlığına, çalışılacak zayıf yan bulma ve engel aşma arayışlarına sınır çekemez. Bu, ezilenlere fıtraten bahşedilmiş Allah vergisi bir meleke değil, edinilen bir yetenek. Varoluş koşullarının, her daim risklerle boğuşarak ayakta kalmanın ve çoğu kez sırat köprüsü halleri yaşamanın ezilen dünyayı iteklediği bir doğrultu. “Efsanevi” istihbaratçımıza bir hatırlatma daha: Birçok Marxist araştırmacının işaret ettiği gibi, burjuva devletin ilerleyen teknik hassasiyeti, aynı zamanda müdahale edilebilir bir aşırı bağımlılık ve kırılganlık demek… Yazarlık ve polislik Hanefi Avcı kitabının girişinde, polislikten sıyrılıp sözcüğün gerçek anlamında yazar olmaya karar vermiş biri izlenimini veriyor. Karşımızda biyolojik olarak kendini 35-40’ında, ama çekilen acıların, yaşanan iç fırtınaların ve bir bütün olarak deneyim yükünün “kemal” yaşı olarak 150’sinde hisseden karmaşık bir kişilik vardır. Avcı, simgesel evreninin ve değerler manzumesinin çöküşünü ve halen sürmekte olan iç hesaplaşmalarını Türkiye’nin bir tarihsel kesitiyle sarmalayarak, belirli bir olay örgüsü ile ve otobiyografi türünün elverdiği sınırlar içinde serimleme vaadinde bulunur adeta. Ama girişten hemen sonra bu vaat, ne hikmetse unutuluverir. Karşımızda zırhlarını kuşanmış, tartarak konuşan, bazı yerlerde iyiden iyiye ketum bir polis şefi vardır bu kez. Kitaba adını vermiş olan “Simon” dahi, karakter şöyle dursun, bir tip bile olamaz. Avcı’nın manevi bunalımından bir çırpıda sıyrılmasının basit bir vesilesinden başka bir şey değildir o. Bize sunulan polisiye serüvenler dizisinde ise kimi anlamlı suskunluk bölgeleri var. Örneğin Mersin Siyasi Şubede olup bitenlerin hızla geçiştirilmesi ve kendisini JİTEM’le buluşturan itirafçıların sevk ve idaresine ise hiç değinilmemesi gibi. İnsanın polisten bu kadar yazar olurmuş diyesi geliyor. Hanefi Avcı’nın derdi Hanefi Avcı’nın çıkışının gerisinde karmaşık ve komploculuk kokan nedenler aramak yersiz. Çokça iddia edildiğinin aksine, o cemaatin saf değiştiren bir ihanetçisi de değil. Bu tescilli işkenceci, emniyette bir ekolün savunucusu ve temsilcisi sayılırsa her şey daha basitleşir. Bu ekol sadece teknik yeniliklere öncülük etmemiş, zamanında işkenceyi de “en yüksek verim” esası üzerinden daha sistematik, daha yoğun, daha çok türlü ve bu anlamda daha “rasyonel” hale getirmiştir. Farklı emniyet müdürlüklerinin muamelesinden geçtikten sonra Avcı ve ekibi tarafından sorgulanan herkes, aradaki farkın canlı tanığıdır. Bu satırların yazarı da bunlardan biridir. Ama rasyonalite Avcı ve onun gibi düşünenler açısından genel, yönlendirici ve mesleki bir bir ilke veya tutumdur. Kendilerini teknik yenilikler peşinde koşmaya sevk eden de aynı yaklaşımdır. Avcı, siyasi görüşleri “iş”e ve işin gereklerine bulaştırmamanın, “iş yaparken” indoktrine olmanın, profesyonelliğin, kadro seçiminde ve atamalarda liyakat ölçütünden sapmamanın ısrarlı bir savunucudur. Onun, bir yanılsamanın ifadesi olsa da “devletin ideolojisi olmamalıdır” demesinin, çeşitli emniyetçiler hakkında kanaat belirtirken yukarıdaki ölçütleri kullanmasının nedeni budur. Kitabın çeşitli yerlerine serpiştirilmiş rejim eleştirileri de aynı mantıktan besleniyor. Zamanlamasını ve hesaplarını doğru yapıp yapmadığı, çıkışından bir “kelebek etkisi” bekleyip beklemediği ayrı bahis; ama onun emniyetteki cemaat yapılanmasıyla açık bir çatışmaya girmeyi göze almasının “sırrı” da buradadır. Kitabında bunun bolca kanıtı var. Hal böyleyken, solda sıkça rastladığı gibi, işkenceciliğinin altını çizmekle yetinip Avcı’nın ifşaatlarının içerimleriyle ilgilenmemek, farklı düzeyleri birbirine karıştıran gayri siyasi bir tutum. Hakeza, bu ifşaatları “devletin hangi sermeye hizbi tarafından ele geçirildiğinin ne önemi var” kayıtsızlığı ile karşılamak da öyle. Unutmayalım; sürüp gitmekte olan bir rejim ve devlet biçimi çekişmesidir, basit bir ele geçirme değil. 16 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika “Harcıalem” sosyalizmden kaçanların sığınakları Birikim ve DSİP’ten kibirli "filozoflarımız" bundan böyle "demokratik devrimi" tamamlayan AKP'ye akıl vererek "ileri demokrasiye" hizmet görevini sürdürmeye kararlılar Solun bütünü koyun gibidir" sözleriyle hem değersizleştirme operasyonunu sürdürüyor, hem de kendi yönelimini meşrulaştırmak için debeleniyor. Ama nafile bir çaba içinde olduğunu “iktidar üf dese yok olacağız zaten. O kadar zayıfız ki" sözleri ele veriyor. Bu sözler kimin koyun olup olmadığını, kimin post kavgası yaptığını ve kimin postu kurtarmak için korktuğu üfürüğe sığındığını göstermektedir. Tarkan, postu kurtarmak için yüzünü sisteme döner de öteki “yetmez ama evet”çi dostları dururlar mı? Durmazlar elbette. Birikim dergisi adına Laçiner’den de salvolar ardı ardına geliyor. Muhsin Dalfidan Sosyalist hareket anayasa referandumunda “boykot”, “hayır” ve “yetmez ama evet” olarak üç ana eğilime ayrılmış idi. Bu eğilimlerden “boykot” ve “hayır” tavrı alan unsurların çoğunluğunun ortak gerekçeleri olmasına karşın bu gerekçelerin tümünün tam olarak örtüştüğü söylenemez. Ancak, “yetmez ama evet” tavrı alanların gerekçelerindeki örtüşme dikkat çekici idi. Bu dikkat çekiciliğin sırrı ve anlamı, son günlerde bu cephedekilerin ardı ardına yaptıkları açıklamalarla ortaya saçılıyor. Birikim dergisi yayın yönetmeni Ömer Laçiner'in dergisinin Ekim sayısındaki “Yeni bir dönemin eşiğinde” başlıklı yazısı, Yeni Şafak gazetesinde çıkan söyleşisi (18.10.2010) ve DSİP Genel Başkanı Doğan Tarkan’ın Zaman gazetesindeki söyleşisi (10.10.2010) en öne çıkanlar. “Değişimin tek adresi” Doğan Tarkan’ın yanardöner sevdası Doğan Tarkan, Zaman gazetesine verdiği röportajda sistemin kanatları altında ve vasiliğinde sisteme karşı mücadele edebilme “güvenliliğine” kavuşmuş olduğu yanılsamasıyla döktürüyor. Başbakan Tayip Erdoğan’ın “yetmez ama evet” kampanyası için kendini kutlamasını "Tabii başbakanın bir inceliği aslında.... kibar bir davranışa insan seviniyor" diye karşılık veriyor. Kimin kime karşı inceliği? Ne adına kibarlık? Sınıf mücadelesi nerede kaldı? Bu güne kadar sermayenin hangi temsilcisi sınıf karşıtlarına kibarlık etti? Etti de biz mi görmedik sayın Tarkan!? Tarkan’a ruhunu, vicdanını ve değerlerini satarak bedenini “kurtarmak” yetmiyor olmalı ki; giderayak ardında bıraktıklarını DSİP ve Birikim’in referandum ve sonrasında sola yönelik saldırıları ağır tepkilerle karşılaştı değersizleştirmek, pisleterek gitmek için gerçekleri ters yüz etmekten geri durmuyor. “Türk solunun iki büyük mutlağı var: Stalinist ve Kemalist olması diyerek” doğru yolda olduğunu “koyun sürüsünden” ayrılmakla iyi bir şey yaptığını göstermeye çalışıyor. Kendine pay çıkarmak adına “Benim içinde yer aldığım Kurtuluş, Kemalizm ile hep çatıştı” derken eski yol arkadaşı için sorulan “Hala Stalin savunulabiliyor mu gerçekten? sorusuna “Tabii canım.” diyebiliyor ve “Kemalizm’e daha yakındık, tabii.” diye sürdürüyor konuşmasını. Tarkan’a göre bu gün kendi hariç sosyalistlerin tümü modernizmin batağındalar. Çünkü Kemalistler. Hani Kemalizm ile hep çatışmıştınız Sayın Tarkan! Bu ne kibir ne megalomani!? Siz varken Stalinist ve Kemalist değiliz, siz gidince hepimiz Stalinist ve Kemalistiz. Çarpıtmanın ve densizliğin bu kadarına pes denir. Biz “pes ettik” ama Tarkan hız kesmeden devam ediyor. Koyun/post kavgası ve üfürükçülüğe övgü Sosyalist Hareket için "önemli bir kısmı toplumu koyun gibi görüyor ve bunu ifade ediyor. Halbuki kendisi koyun gibi .... Laçiner sosyalist hareketin bütünü için “söz konusu odakların tümünün içinde yer aldığı geleneksel, harcıalem tanımlı sosyalizm anlayışının” aşılması gerektiğini ve bunun için çok çaba gösterdiklerini, ama artık yolun sonuna geldiklerini yazıyor. Laçiner’in sosyalizmin yeniden kuruluşu için çaba gösterenlerin kendilerinden ibaret olduğu saptaması gerçeği yansıtmıyor. Kaldı ki, gösterdikleri çaba sosyalizmin toplumsal yaşam biçimi olarak yeniden kuruluşu için de değildir. Gösterdikleri çaba yenilik adına sistemle uzlaşma yolları aramaktan ibarettir. Birikimcilerden başka “harcıalem” olmayan sosyalist tanımayan Laçiner; Ekmek & Özgürlük’ün birinci sayısından yaptığımız şu alıntılardan ne anlıyor acaba? “Yeniden kuruluş esas olarak sosyalizmin yeniden kuruluşudur. Marksizmin temel referansları üzerinden reel sosyalizm ile arasına ayrım çizgileri çeken sosyalizm anlayışının ideolojik, teorik, politik, toplumsal ve örgütsel boyutlarıyla yeniden kurulmasıdır. Yeniden kurulmuş sosyalizm an- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 17 layışına uygun olarak mevcut sosyalist harekete temelden itiraz eden sosyalist hareketin ve işçi sınıfı hareketinin yeniden kuruluşu ve işçi sınıfı partisinin bu temelde inşasıdır. Dolayısıyla, reel sosyalizm ile arasındaki ayrım çizgilerini netleştirmiş, temel Marksist referanslar doğrultusunda sosyalizm anlayışını geliştirmiş bir yeniden kuruluş güncel görev olarak önümüzde durmaktadır.” Birikim’de görev değişimi Laçiner, “Her ne kadar artık apayrı zihniyet dünyalarında olduğumuzu daha bir açıklıkla gördüğümüz bu mikro-dünyanın bileşenleri ile giderek uzlaşma noktalarımızın yok olduğunu fark etmekle birlikte, ortak tarihimiz ve mirasımız hatırına diyalog kanallarını daima açık tutmaya gayret eden bir dil ve tavır içinde olduk bugüne değin. Ama iki sayı önce de belirttiğimiz gibi bunun, bu yolun sonuna geldiğimizi kabul etmek zorundayız. Bu, yalnızca bir zorunluluk değil ayrıca ahlaki bir yükümlülük, görevdir artık” sözleriyle “mikro-dünyanın bileşenleri” sosyalistlerle yollarının ayrıldığını duyuruyor. Filozof kibirliliğiyle bugüne kadar sosyalistlere karşı ortak tarih adına hep lütufkâr olduklarından söz ediyor. Sözü edilen bu ortak tarihte Birikim’in kendine biçtiği görev neydi? Tarih anlatıcısı olmak. Laçiner anlatıcılık görevini bıraktıklarını söylüyor. Marx'ın Ünlü 11.tezindeki "Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindiler; oysa, asıl önemli olan dünyayı değiştirmektir." ifadelerinde anlamını bulan “filozofluk” görevini bundan sonra sosyalistlerden esirgeyeceklerini anlatıyor. İşçi sınıfının organik aydını olmaya hiçbir zaman yanaşmamış, hep "kendinden menkul aydın" olarak işçi sınıfına, sosyalistlere akıl vermeyi tercih etmiş kibirli "filozoflarımız"; bundan böyle "demokratik devrimi" tamamlayan AKP'ye akıl vererek "ileri demokrasiye" hizmet görevini sürdürmeye kararlılar. Sermayenin "çakma" filozoflara ne kadar ihtiyacı var bilinmez ama, Laçiner görev zamanının geldiğini inanıyor. Yıllardır bu günü beklediğini ima edercesine İslami kesimle ilgili "insani" duygularını anlatmaya devam ediyor. İslama insaniyet Laçiner İslami kesim ile ilişkileri için Marx'ın "İnsani olan hiç bir şey bize yabancı değildir". Sözünü hatırlatarak devamla “İslam'la, Müslümanlıkla çok konuştuk, dürüstçe tartıştık. Biz bundan gurur duyduk… Evet, tartışabiliriz, birbirimiz ikna etmeye çalışabiliriz.” derken; Kendileri dışındaki sosyalistlerle ilişkiler konusunda “Şimdiki metnin özelliği, birilerinin zaten hep kaçındığı o tartışma talebinin geri çekilmesi, bitirilmesidir. Tartışacak pek bir şey kalmadı, gereği de kalmadı” demektedir. Bunun anlamı, Laçiner’in İslami kesime karşı gösterdiği tartışmaya değerlik ve ikna etme insaniliğini, sosyalist hareketten esirgediğidir. Bunun karşısında “Allah yolunuzu açık etsin” deyip noktayı koyabiliriz. Ama biz bunu yapmayacağız. Çünkü sosyalizm anlayışımızda ötekileştirme değil, kapsama; rekabet değil, dayanışma var. Kibir değil, alçakgönüllülük ve hoşgörü var. Monolog değil, diyalog var. Sınıf karşıtlarına gösterilen insaniliğin sınıf kardeşlerinden esirgenmesine reddiye var. Laçiner , “2011 seçimlerinde bazı kritik bölgelerde alacağı destek AK Parti'yi gündeme aldığı bazı konularda daha özgürlükçü ve cesur kılabilir.” buyuruyor. Evet, olası desteğin AKP’yi cesaretlendireceği açıktır. Ama bu cesaret özgürlükçü yönelim cesareti olmayacaktır. Kürt özgürlük mücadelesini tasfiye çabalarını artırma cesareti olacaktır. Militarizmin ve otoriterliğin silahlı güçlerin tekelinde olduğu yanılsamasına dayanarak, sivilleşme adı altında militarizmi ve otoriterliği pekiştiren uygulamalarını yoğunlaştırma cesareti olacaktır. Kürt Özgürlük mücadelesine karşı alternatif “Kürt” oluşumlar devşirme çalışmalarına hız verme cesareti olacaktır. AKP destekçiliği Dün reel sosyalizmin çöküşünü birlikte yaşayan sosyalist hareket, bugünde T.C. devleti içindeki rejimin yeniden yapılandırılması doğrultusundaki hegemonya mücadelesini hep birlikte izlemekte ve yaşamaktadır. Ama, birlikte yaşamak ortak kavrayış anlamına gelmemektedir. Sosyalistler arasında yaşadıklarını okuma ve analizde cid- di farklılıklar vardır. Sosyalist hareketin anlamlı bir kısmı, bu okuma farklılıkları sonucu kendilerini sistem içi güçlere göre konumlandırmaktadır. Yüzünü sisteme dönenlerin bir kısmı ulusalcı yönelimlere yelken açar ve CHP'den medet umarken; diğer kesim, AKP destekçiliğine soyunmuştur. Bu her iki kesimin dışında kalan bağımsız sınıf politikasını rehber edinmiş enternasyonalist devrimci sosyalistler ise Kürt özgürlük mücadelesi ile birlikte emek ve özgürlük cephesini oluşturma kararlılığıyla mücadelelerini sürdürmektedirler. Laçiner'in “Türkiye'de CHP, AK Parti karşısında sosyo-ekonomik ve kültürel açıdan nerede duruyor ise, BDP de bölgede o pozisyonda (…) [BDP] Kürtlerin CHP'si." demesi bundandır. Laçiner'in muradı ulusalcı ve liberal yönelimlere prim vermeyen, bunlarla arasındaki ayrım çizgilerini netleştiren, Kürt özgürlük mücadelesiyle stratejik siyasal dostluğunu geliştiren enternasyonalist sosyalistlerin yönelimlerini değersizleştirmektir. Böylelikle enternasyonalist sosyalistleri de bir çırpıda ulusalcı, CHP'den medet uman sosyalist kesimlerin yanına iterek, AKP destekçiliğine meşruluk alanı açabileceğini sanmaktadır. Laçiner ya ne dediğinin farkında değil; ya da kendinin ne olduğunun farkında değil. Farkında olsa; "BDP'nin taşıyıcılarına baktığınızda modernleşmenin getirdiği fonksiyonlar üzerinden statü sahibi olan avukat, doktor, mühendis vs. gibi ‘meslek sahibi’ bir orta sınıf kesimi görüyoruz." sözleriyle CHP, BDP benzetmesine soyunmaz. Bu tespitin yanlışlığına, ayrıca sınıfları mesleğine ve kazancına göre tanımlayan Weber'ci yaklaşıma hiç girmeyeceğim. Kaldı ki, BDP'nin taşıyıcılarının savunulmaya ihtiyaçları olduğuna da sanmıyorum. Ama insan bu lafları ederken biraz kendinin ne olduğunu da bakmalı. Birikim yazarlarının hatta okurlarının önemli bir kısmının Laçiner'in ifadeleriyle "meslek sahibi" orta sınıf kesimi olduğunu görmek için kartal gözlü olmaya gerek var mı? Birikim dergisi ve DSİP’in yönelimleri cürümlerinden fazla yer yakmaktadır. Bunun sırrı birbi- riyle ilişki içinde ele alınması gereken yönelimlerinin üçlü anlamında yatmaktadır. nBu üçlü anlamın birincisi; Birikim dergisi ve DSİP’in sistem içi hegemonya mücadelesinde pozisyon elde etme çabası içinde olduklarıdır. AKP’nin iktidara gelişinin demokratik devrimin tamamlanması olarak görülmesi, Başbakan Tayip Erdoğan’ın yetmez ama evet kampanyası için kendini kutlaması karşısında D.Tarkan’ın ifadeleri ve diğer söyledikleri bunu göstermektedir. nİkincisi; Sağından medet umma anlayışından sağına/sisteme sığınma anlayışına terfi etmiş olduklarıdır. Sosyalist hareket saflarında sağından medet umma anlayışının varlığı bilinmektedir. Bu anlayış, sosyalistler arası ideolojik mücadelemizin temel alanlarından biri oldu ve olmaya devam edecektir. Kemalizm’i müttefik görme anlayışına karşı Kemalizm’den kopuş, sosyal demokrasinin peşine takılma ve CHP’den medet ummaya karşı bağımsız sınıf politikasının ve ihtilalci anlayışın yükseltilmesi bu perspektifin ifadeleridir. Bugün, yenilgi koşullarının ve başka nedenlerin de etkisiyle artık sosyalist hareketin bir kesimi işi ifrata vardırmış, medet ummaktan öteye geçerek sağına, sistemin siyasal temsilcilerine methiyeler düzmeye başlamıştır. Bu anlamıyla birikim dergisi ve DSİP, sağından medet ummaktan sisteme sığınmaya giden uzun ince bir yolun birinci etabını tamamlamış görünüyorlar. nÜçüncüsü; sistem içi yeni hegemonya alanında pozisyon elde etmek için sisteme sığınan "kendinden menkul" sosyalist kesimler olarak, AKP nezdinde rejimin yeniden yapılanması ve yeni hegemonya mücadelesinin aracı/mezesi olduklarıdır. Bizler her şeye rağmen Birikim ve DSİP’in sermayenin saflarına doğru ilerlemelerini istemeyiz. Ama, giderayak sosyalist hareketi kirletmelerine, değersizleştirmelerine hiç mi hiç müsaade etmeyeceğiz ve ideolojik mücadelemizi sürdüreceğiz. 18 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika 21 eylül komplosu: Sinmeyeceğiz Sınıf düşmanımız “birlikten uzak durun” diyorsa devrimci kolektif bir öznenin kurulması için vakit geçirmeden ve kararlıca adımlar atmalıyız Halit Elçi 21 Eylül’ün sabahında saat 5’te başlayan operasyon hem daha önce çeşitli sosyalist gruplara yönelik yapılan saldırıların bir yeni adımıdır, hem de bazı önemli farklılıklara sahiptir. Öncekilerin devamıdır; çünkü daha önce de açık/yasal alanda faaliyet gösteren Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) ve Halkevi üyelerine, Odak dergisi okurlarına, TAYAD’lılara vb yönelik çeşitli operasyonlara bir yenisi eklenmiş oldu. Öte yandan 21 Eylül operasyonunun bazı özgün yanları bulunuyor: nBu operasyon tek bir sosyalist yapıya değil birkaçına birden yöneltildi. Gözaltına alınıp tutuklananların çoğu Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal Özgürlük Platformu’nun (TÖP) yönetici/sözcü ve üyeleri olmakla birlikte diğer siyasi hareketlerden sosyalistler de operasyona dahil edildi. n21 Eylül günü yurtdışında bulunan Sosyalist Parti (SP) MYK Danışmanı Mahir Sayın hakkında soruşturma açıldı; İstanbul’da kaldığı evin aynı gün basıldığı sonradan anlaşıldı. nDemokrasi ve Özgürlük Hareketi’nden (DÖH) Yaman Yıldız’ın da 21 Eylül sabahı evinin basıldığı, o sırada evinde bulunmadığı için yakalanmadığı öğrenildi. Ayrıca çeşitli sol yayınların yazar ve editörleri ile bir emekli sendikacı da tutuklananlar arasındadır. n21 Eylül operasyonuyla saldırılan sosyalist yapıların hepsi Kürt Özgürlük Hareketi ile dayanışmayı ve mücadele birliğini savunan, geçmişten beri ısrarla bu çizgiyi hayata geçirmeye çalışan siyasi hareketlerdir. Keza hepsi, Kürt halk hareketi ile Türkiye işçi sınıfının ve ezilenlerinin stratejik ittifakını hayata geçirmeyi amaçlayan Demokrasi İçin Birlik Hareketi’nin bileşenleridir. nAyrıca TÖP ve SDP (Sosyalist Birlik Hareketi -SBH- ile birlikte) yeniden kuruluş için birlik doğrultusunda somut adımlar atmıştı ve yeni adımlar atmaya hazırlanıyorlardı. Gözaltıların yaşandığı günden iki gün sonra TÖP’ün 3. Konferansı toplanacaktı. Başta TÖP ve SDP olmak üzere, sözkonusu sosyalist örgütlerin hepsi tümüyle açık/meşru alanda faaliyet gösterdikleri halde, bu örgütlerin yönetici/sözcü ve üyeleri tamamen uydurma, hiçbir gerçek kanıta dayanmayan bir senaryoyla Devrimci Karargah adlı yasadışı silahlı örgütün üyeleri olmakla suçlandılar. Binlerce taraftarı olan açık/yasal örgütlerin en üst düzey yönetici ve sözcüleri, örneğin SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan, TÖP sözcüleri Oğuzhan Kayserilioğlu ve Tuncay Yılmaz gibi tüm siyasi yaşamları göz önünde bulunan, herkesin tanıdığı ve bilinen adreslerinde oturan kişiler, meğer ikinci bir yaşam sürdürüyor ve ideolojik-politik çizgisi apayrı olan, kamuoyuna yansıdığı kadarıyla sınırlı bir etkinliği bulunan yasadışı silahlı bir örgütün üyesi olarak çalışıyorlarmış! Meğerse TÖP, SDP, SP (ve sıradaki diğerleri) tek bir merkezden yönetilen paravan örgütlermiş! Arkadaşlarımız işte Emniyet’in yazdığı bu akla ziyan senaryoyla gözaltına alındı ve “bağımsız yargı” tarafından tutuklandı. Kötü tezgah Daha da kötüsü, devlet görevlisi olarak tüm yaşamı boyunca sosyalistlere karşı mücadele etmiş olan, işkenceci polis şefi Hanefi Avcı da Devrimci Karargah örgütüne yardımcı olmakla suçlanarak bu davaya katıldı. Bu öylesine büyük bir saçmalıktı ki, ana akım burjuva medya bile bu yalanı savunamadı ve AKP/Cemaat yanlısı gazete ve TV kanallarındaki birçok yazar/yorumcu dahi bu akıldışı suçlamalara inanmadıklarını açıkladılar. Öyle anlaşılıyor ki Emniyet’teki Cemaatçiler, egemenler arasındaki iktidar kavgasında yakın zamanda kendi saflarını terk edip karşı cepheye katılan Avcı’yı bir şekilde cezalandırmak ve etkisizleştirmek için, epeydir hazırlanmakta olan TÖP-SDP ağırlıklı operasyondan yararlanmak istediler. Ama öylesine acele ve acemice davrandılar ki, bunu ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Ortaya hiç kimseyi ikna etmeyecek, tersine yapanın paçasına yapışacak bir tezgah çıktı. Buna rağmen bazı dostlarımız ısrarla tutuklanan/aranan sosyalistlerin Hanefi Avcı’yı cezalandırma/sindirme girişiminin figüranı olarak kullanıldığını söylüyor. Oysa, Avcı’nın saf değişikliği son aylarda gerçekleştiği halde, sosyalistlere yönelik operasyon hazırlıklarının 1,5 sene önceye kadar uzandığı en azından telefon kayıtlarından anlaşılıyor. Öte yandan sözkonusu değerlendirmeyle, -kendilerinin de içinde olduğu- enternasyonalist sosyalistleri “etkisiz eleman” gibi göstermenin ne anlamı var? Evet, günümüzde sosyalist yapıların genel olarak toplumsal bir güç konumunda olmadıkları söylenebilir. Ama 21 Eylül komplosu, devletin biz sosyalistleri, politik etkimizi ve potansiyelimizi ciddiye aldığını gösteriyor. Sınıf düşmanımız, Türkiyeli sosyalistlerin Kürt Özgürlük Hareketiyle ittifakına yönelik girişimlerden ve bunun zeminlerinden rahatsızdır. (Nitekim arkadaşlarımıza sorguda sorulanların çoğu DBH üzerinedir.) Çünkü böyle bir ittifak, Türkiye işçi ve emekçileriyle Kürt halkının ortak mücadelesinin önünü açacaktır; ayrıca bir ulusal cephe durumundaki Kürt hareketi içindeki sosyalist kesimlerin konumunu güçlendirecektir. Bu ise egemenlerin kabusudur. Sınıf düşmanımız, enternasyonalist sosyalistlerin yeniden kuruluş hedefli birlik girişimlerinden rahatsızdır. Çünkü bu zeminde yer alan ama parça-bölük halde bulunan yapıların kolektif bir özne yaratması, soldaki ulusalcı ve liberal kanatların ortasındaki devrimci zemini genişletecek, Kürt halkına muhatap olarak Batıda somut bir müttefik güç yaratabilecek, sosyalist solun işçi sınıfı ve ezilenler içinden yükselerek toplumsal bir güce dönüşmesine hizmet edecektir. Sınıf düşmanımızın bu saldırısı karşısında biz enternasyonalist sosyalistler ne yapacağız? Ya onların çizdiği sınırların gerisine çekilip iddialarımızdan vazgeçeceğiz, “temiz ve zararsız” sosyalistler olarak mutlu mesut yaşayıp gideceğiz; ya da bedelini ödemeyi göze alarak özgürlüğün ve devrimin çağrısına uyacağız. Bize yakışan, eğer düşmanımız “Kürtlerden uzak durun” diyorsa onlarla kardeşliğimizi daha da güçlendirmek; eğer düşmanımız “birlikten uzak durun” diyorsa devrimci kolektif bir öznenin daha geniş ve daha güçlü bir zeminde kurulması için vakit geçirmeden ve kararlıca adımlar atmaktır. EKMEK & ÖZGÜRLÜK 19 Politika Ergin Öncü’ye özgürlük Ergin Öncü alyehinde hiçbir kanıt ve tanık olmaksızın tutulduğu Tekirdağ F-Tipi Cezaevindeki hücresinde Ekmek & Özgürlük okurları yoldaşımız Ergin Öncü’yü 7 Aralık’ta çıkacağı duruşmada yalnız bırakmayacak 27 Nisan 2009’da “Devrimci Karargah” örgütüne yapılan genel bir operasyon kapsamında sabah saatlerinde çalıştığım iş yerinde gözaltına alındım. Gözaltında 4 gün kaldık ve bu süre zarfında dışarıda yaratılan “infial”den habersizdik. Yaratılmış bu “infial” sebebiyle tam 1.5 yıldır tutuklu bulunuyorum. Bu 1.5 yıllık süreç hukuka, yasalara göre değil, işte bu “infial” durumuna göre işletildi. Ne için gözaltına alındığımı(zı) anlamadan tutuklanmış olduk ve öğrenmek için 6 ay beklemek zorunda kaldık. Sonunda içinde “delil” olmayan bir iddianame vasıtasıyla “örgüt üyesi” olmakla suçlandığımı nihayet öğrenmiş oldum. Peki neydi beni örgüt üyesi yapan “deliller”? Aynı dava kapsamında yargılanan birçok arkadaşa olduğu gibi bana yönelik suçlamalarda da birçok tutarsızlık ve art niyet vardı. İddianameyi incelediğimizde bizde uyandırdığı ilk intiba gayrı ciddi ve çalakalem düzenlenmiş oldu- ğu yönündeydi. 6 aydır tutukluydum ve bana yönelik suçlamaların hiçbir haklı hukuki dayanağı bulunmuyor. İlk duruşma tarihi tutuklanmamızdan 10 ay sonrasına verildi. Yani bir süre daha F tipi denen kimi “devlet büyükleri”nin otel odası dediği, esasında modernize ve estetize edilmiş işkence yerinde tutulacaktım. 10 aylık haksız tutukluluk durumumun kafi geleceği ve tahliye olacağım yönündeki naif beklentimin boşuna olduğunu duruşma salonunda öğrenmiş oldum. İkinci duruşma 4 ay sonrasına ertelenmişti. Hukuksuzluk devam ediyordu. Ben Gümrük Muhafaza memuruyum, görevim gereği silah taşıyorum. Taşıma ve bulundurma ruhsatım var yani. Bunu neden belirtiyorum; bana isnat edilen suçlardan biride ruhsatsız silah taşımak. İddianamenin başlangıç kısmında ne iş yaptığım ve bu kapsamda üzerimdeki silahın çalıştığım kuruma ait olduğu iddianameyi hazırlayan savcı tarafından belirtilmiş olmasına rağmen, iddianamenin sonuç kısmında ruhsatsız silah taşıdığım gerekçesiyle cezalandırılmam istenmiş. Şaka gibi… Dönemin yargılanmalarında moda olduğu üzere Ergenekon’la ilişkilendirme rüzgarı beni de es geçmedi tabii. Daha önce adını bile duymadığım Ergenekon sanıklarıyla telefon irtibatım olduğu söyleniyordu. Şaşırdım tabii. İşin aslını öğrenmek için dosyayı inceledim. Durum şu: 2007 yılında bir otobüs firmasının yazıhanesini rezervasyon amacıyla aramışım. Aynı yazıhaneyi 2003 yılında Ergenekon sanıklarından biri aramış. Alın size Ergenekon bağlantısı! Sonra GSM operatörü, bir banka şubesi danışma hattı. Bağlantım tek tek sıralanmış! İşin tuhaf yanı aramızdaki bu sözde bağlantıyı sağlayan “aracı kurumlara” yönelik en ufak bir suçlama yok. Oysa “aracı” olarak onların da suçlanması gerekmez miydi? Dosya da isimleri bile anılmamış. Bir diğer iddia ise sol yayın yapan kimi internet sitelerine girmek ve oralardan yazılar, resimler indirmek. Evimden alınan bilgisayarlardan ve CD’lerden herhangi bir “belge” ya da “doküman” elde edemeyen polis ben gözaltındayken, 24 saat sonra, ailemle beraber işlettiğim internet kafeden rast gele iki bilgisayara el koyuyor. Her gün onlarca insanın giriş-çıkış yaptığı ve belki her gün yüzlerce internet sitesinin ziyaret edildiği bilgisayarlardan elde edilen dökümler, delil olarak sunulmuş. Bu bilgisayarlar iddianamede, sanki kişisel bilgisayarlarmış gibi bir izlenim yaratılmış. Hoş, öyle olsa da bahsi geçen resimler, yazılar, internet siteleri yasadışı değil. Hiçbirinin erişimi engellenmemiş. Burada daha önemli olan nokta bu bilgisayarlara ben gözaltındayken, 1 gün sonra el konulmuş olması. 1.5 yıldır kaçma şüphesiyle tutuklu bulunuyorum. Hem de gözaltına alınmadan önce operasyondan haberim olmasına rağmen. Beni aylarca izlemiş olan polis her gün gittiğim işimi, nerede çalıştığımı öğrenemiyor ve sabah ev baskınına geldiğinde iş bilgimi, iş adresimi ailemden alıp gözaltı için ikinci kez yola çıkıyor. Onlar yola çıktıklarında ben haberi ablamdan alıp onları beklemeye başlamıştım. İradem dahilinde kaçma imkanım varken kaçmayıp, polisi beklemişken 1.5 yıldır kaçma şüphesiyle tutukluluğumun devam ettirilmesi nasıl bir hukuk mantığıyla açıklanabilir? İddianameyi hazırlayan savcılık polis fezlekesinde önce sürülen iddiaları biraz olsun araştırmış olsaydı bu iddiaların asılsız olduğu ortaya çıkardı. Benim edindiğim izlenim savcılık makamının polis fezlekesini biraz olsun araştırmadığı, aynen kabul ettiği yönündedir. Öyle olmasa ruhsatlı tabancaya ceza istemek nasıl açıklanabilir? Hukuk devleti mi? Polis devleti mi? 7 Aralık 2010 tarihinde Beşiktaş 9. Ağır Ceza mahkemesinde tutukluluğumun 19. Ayında 3. Duruşmaya çıkacağım. Bu haksız durumun son bulacağı umudunu taşıyorum. Sizin de orada olmanız desteğinizi hissetmek benim için moral kaynağı olacaktır. Şimdiden teşekkür ediyorum.. 20 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika KCK Davasında aslında hepimiz yargılanıyoruz ... Karikatür: Leman Dergisi, Aslan&Tuncay Belegesel sinemacı Metin Yeğin 18 Ekim’de Diyarbakır’da başlayan Koma Ciwaken Kürdistan (Kürdistan Topluluklar Birliği) davası izlenimlerini arkadaşımız Şaban Devrez’le paylaştı Diyarbakır’da Kürt Muhalefetinin yargılandığı KCK duruşmasına siz de katıldınız. Bize izlenimlerinizi aktarır mısınız? Aslında bu yargılama bütün olarak ders olarak okutulmalı. Tam bir temaşa. Var olmayan Kürtlerin, sözde örgütlerine mensup olduğu iddiasıyla yargılanan, aralarında eski ve yeni resmi seçilmişlerinin bulunduğu, 20 kişinin daha önce, yine aynı mücadeleden 10 yıldan fazla tutsak kaldığı ve 8 kişinin de aynı nedenlerle yaşamlarının 20 yıldan fazlasını cezaevlerinde geçirdiği bir temaşa. Bunlara ek olarak 90 gözlemcinin tribünleri doldurduğu ve yüzden fazla avukatın hazır bulunduğu bir ilk gün. Size salonu anlatayım. Bu mahkeme için adliyenin ortasına kurulmuş ve muhtemelen de yakın gelecekte benzer davalara yine ev sahipliği yapacağı için bozulmayacak bir duruşma salonunda geçiyordu olay. İki tarafta kurulu koca ekrana göre şekilleniyordu bütün konuşmalar. Benim medya derslerinde “ekran cazibesi” diye anlattığım şey burada bütünüyle geçerliydi. Herkes ekranın cazibesine kaptırıyordu kendini. Salondaki herkes ekrandan izliyordu içinde bulundukları duruşmayı. Hâkimler bile kendilerine yapılan konuşmaları ekrandan seyrediyordu ki onlar ki muhtemelen kendilerini başrol oyuncusu olarak hissediyorlardı. Tam bir temaşa diyorum size. Siz belki hâkimlerin bu yargılamadaki rollerini evrensel tarihe göre yorumladığınızdan başrolü yargılananlara verirsiniz ama hâkimler de kesinlikle unutulmayacaklar arasında yer alacaklar. Hatip Dicle’nin ve sanık avukatlarının belirttiği gibi, Haziranın 9’unda kendilerine verilen savcıların 7 bin 700 sayfalık iddianamesini ve ayrıca ek klasörlerle birlikte 13 bin sayfaya ulaşan iddianameyi 10 gün içinde inceleyip davanın açılmasına karar vermişlerdi. Sırf bunun bile onları unutulmayacaklar arasında sokacağı kesin. Aklıma bir başka temaşa, Woody Allen’nın filminden bir sahne getirdi bu durum. Woody Allen hızlı okuma kurslarına gidiyor. “Nasıl gidiyor” diye soruyorlar. “Gayet iyi” diyor. “Tolstoy’un Savaş ve Barış kitabını yirmi dakikada bitirdim”. “Nasıl bir kitap? Neyi anlatıyor?” diye soruyorlar. “Güzel” diyor Woody Allen. “Sanırım olay Rusya’da geçiyor…” Onlar da iddianameyi böyle okuduklarından aslında pek de haksız sayılmazlar. Olayın TC de geçmesi yeterli anlaşılması için ve bu yüzden olacak, bu uzun iddianamenin özet olarak da olsa okunmasına karar verdiler. Kimsenin endişelenmesine gerek yoktu. Okunurken salonda ekrandan izlenebilir olacaktı. Sonra da ekran görüntüleri ileri geri alınarak duruşma salonunda ki kişiler, yorumcular ile kararlar verilecek, yuvarlanıp gidecektik. Futbol yorumlarından tek eksiği ekranları başındaki 70 milyondu ki onlara da ne uygunsa o servis edilecekti. Duruşmaların uzaması sanıkların tahliye taleplerine yanıt verilmemesini de beraberinde getiriyor tabii? Burada temaşanın bir başka unsuru öne çıkıyor. Sanıkların aslında rehineler olması. Top ayakta dolaştırılarak 31 Ekim tarihinin geçirilmesi. Burada mutlaka söylemeliyim ben sadece seyrederek yapıyorum bu yorumları. Yani hiçbir bilgiye sahip değilim. Sadece bizi sunulanı, arenada aslanların önüne atılmaları seyreden şanslı (!) birisiyim o kadar. Bu şekilde seyrederken özellikle ilk gün bence fazla mutedil geçti. Sanıkların yoklamayı ana dillerinde cevaplamaları ve savunmalarını Kürtçe yapmak istediklerini talep etmeleri en önemli çıkıştı. Bunun dışında avukatlar söz aldılar ve onlar aslında normal mahkeme heyetinin ilk gün için reddedeceği biçimde savunmaya ilişkin konuştular. Teknik olarak hâkim bu durumu henüz savunma başlamadı diye reddedebilirdi. Heyet sakince dinleyip ana dilde savunma istemini ve iddianamenin okunmaması istemini karara bağlamayı bir gün sonraya bıraktı. Dışardan izleyen biri olarak tutsakların kendilerini, mücadelelerini mümkün olduğu kadar ilk gün dile getirmeleri iyi olurdu diye düşündüm. Yani ilk gün bence avukatlar yerine tutsakların kendilerini daha fazla ifade edebilmelerine dönüştürülebilseydi daha iyi olabilirdi sanırım. Çünkü en çok ilgi duyulan gündü ve temaşa daha çok buna yönelik biçimlenebilirdi. Nasıl gelişecek sizce? Aslında çok acı burada benim bir nevi kara mizah biçiminde bunu anlatmam ama yaşanılanları ve bu yargılamayı yani kendi geleceğimizin belirlendiği bir yargılamanın bu kadar mantık dışı doğuşu ve gelişimi başka türlü zor tarif edilir gibi geliyor bana. Doğru, bir yargılama var ve biz yargılanıyoruz hepimiz… Teşekkürler… EKMEK & ÖZGÜRLÜK 21 Politika 12 Eylül’le hesaplaşma mı? Milyonlarca davacı, milyonlarca suç ve on binlerce suçlu...12 Eylülcüler “zaman aşımı” zırhının arkasına saklanıyor. AKP mağdurları hala muktedir suçlularla baş başa bırakıyor Kenan Evren Anayasa referandumunda... Hayır mı demiştir, “Yetmez ama evet” mi? Celalettin Can AKP Hükümeti’nin 12 Eylül darbecilerini yargılayacağı yanılsaması hala etkili. 12 Eylülcülerin yargılanmasını isteriz elbette. Böylesine önemli misyonu iş edinmiş bir partiyi en azından bu noktada destekleriz de. Sahiden de bu durumda desteklemeyip ne yapacağız? Ama bir de gerçekler var. Somut olarak yaşanan, gözle görülen gerçekler. Anayasanın Geçici 15 Maddesi emsal olsun. AKP’nin, ama özellikle destekçilerinin, en çok övündükleri 15. Maddenin kaldırılması olduğuna göre biz de bunu ele alalım. Geçici 15. Madde’yi kaldırınca ne olur? Hükümet Geçici 15. Maddeyi anayasa değişikliği paketine son anda koymuştu. 27 yıl önce darbe döneminden sözde "demokrasi"ye geçilirken anayasaya eklenen bu "geçici" maddenin, bunca yıldır değiştirilememesi, onun o kadar da geçici olmadığını gösteriyordu. Dolayısıyla bu noktayı hafifseyemeyiz. 78'liler olarak tarih sahnesine çıktığımız 2000'ler başından itibaren bu maddeyi gündeme getirmeye çalıştık. Ecevit'in başbakanlığındaki üçlü koalisyon döneminden başlayarak, özellikle AKP hükümeti döneminde kuşağımızın kamusal ve medeni hakları üzerindeki yasakların kaldırılması kampanyası döneminde ve sonrasında da bu çaba içinde olduk. 2005'ten itibaren "Anayasa'daki Geçici 15. Madde Kaldırılsın, Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu Kurulsun" kampanyamızı ülke çapında örgütledik ve yürüttük. Tüm çabamıza rağmen yalnızca hükümet partisinden değil, muhalefet partilerinden de hayat içinde karşılığı olan bir destek alamadık. Bir referandum hilesi Birden hesapta olmayan bir şekilde, hükümet anayasa değişikliği paketine bu maddeyi yerleştirdi. Paketi bir bütün olarak referanduma sunarken, paketin başka maddelerine itiraz edenleri ve bu nedenle 'hayır' oyu kullanmak isteyen veya boykot çağrısı yapanların hepsini tek bir torbaya doldurup, "Yoksa sen 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını istemiyor musun?" suçlamasında bulundu. Bu konuda destekçileri çok daha işgüzar davrandı. Oysa, Geçici 15. Madde'nin kalkması 12 Eylül darbecilerinin yargılanması anlamına gelmiyordu. Sadece onlar da yargı kapsamına girmiş oluyordu. 1980-83 dönemi ile ilgili olarak kişisel veya toplumsal mağduriyetler kapsamında onlardan da davacı olunabilecekti. Öte yandan her davanın mahkûmiyetle bitmeyebileceği bir yana, haklarında dava açılacak kişi sayısının çokluğu toplumsallaşmış bir suçlular zümresi oluşturuyordu. 30 yıl aradan sonra, milyonluk davacı potansiyeli, bir o kadar dava ve dava edilecekler. Nasıl olacaktı? Sosyalleşmiş bir suçlular zümresi Böylesine sosyalleşmiş bir hadiseyle ilgili olarak Meclis bünyesinde bir "12 Eylül Gerçeklerini Araştırma ve Adalet Komisyonu" kurulması gerekirdi. Bu komisyonun görev süresinin açık olması, sadece parlamenterlerden değil, toplumsal hayatın değişik alanlarından ilgili şahsiyetlerin de içinde yer alabileceği bir biçimde kurulacağının ilan edilmesi gerekirdi. Ondan da önemlisi geçmişle yüzleşme/hesaplaşma çerçevesinde onarıcı veya dengeleyici adaleti hedefleyen bir toplumsal sürecin buna eşlik etmesi icap ederdi. Her şeyden önce de "insanlık suçlarında zamanaşımı yoktur" ön kabulü ile adaletten kaygı duyma veya kaçma duygusuna mahal vermeyecek güven verici bir ortamın tesis edildiği bir toplumsal mutabakat çerçevesinde sürecin tamamlanması hedeflenmeliydi. Takdir edilir ki, bunlar çok ciddi ve kapsamlı hazırlık gerektiren şeyler. Hükümet böyle bir yaklaşım gerekliliğinden sanki bihabermişçesine ağızlara bir şekilde bir parmak çalarcasına "15. Maddeyi kaldırıyorum" dedi ve milyonlarca insanı bir suç okyanusu karşısında kendi başlarına bıraktı. Peki, şimdi ne olacak? 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasına yönelik herhangi bir açılım, hukuki/yasal altyapı olmadığına göre hangi sonuç alınacak? İnsanlık suçlarında geçerli olmamasına rağmen ulusalcı/darbe hukukçularının ısrarla savunduğu "zamanaşımı" sorunsalı nasıl aşılacak? TBMM bünyesinde yaptırım gücü olan bir komisyon kurulmayınca dönemin muktedirlerinden başlaması gereken bir sorgulama süreci nasıl başlatılacak? Her şey bir yana, adalet ve hukuk duygusunun bir ölçüde güncelleştiği bir toplumsal iklim yaratılmadan tüm bunların gerçekleşmesi mümkün mü? İstismara son Eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik, devrimci halk güçleri büyük bedeller ödeyerek bugünlere geldi. Adeta her tarafımız yara bere içinde. Yaşanmış acılarımız, kayıplarımız, adalet ve hukuk duygumuz istismar edilmemeli. Bir yerde durulmalı. Burada sözüm daha çok Pavlov’un şartlı reflekslerini andırırcasına onu adeta koşulsuz destekleyen soldaki "Abbas yolcuları"na… AKP ve 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını tartışmaya devam etmemiz gerekiyor. Çünkü bu "Geçici 15. Madde"nin kaldırılmasının çok ötesinde. 22 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika Sermaye-içi çatışmanın boyutları (ve sınırları) Erdoğan’ın arkasında durduğu sermaye gruplarının kökleri 1920’lere uzanan geleneksel sömürücülerle sürtüşmesinin boyutu abaratılmamalı Tayyip Erdoğan ve yeni TÜSİAD yönetimi bir arada. Ekonomik politikalarda tam mutabakat olsa da ilişkiler limoni Burak Cop Kemal Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanlığı’na seçildiğinde bir arkadaşım, AKP ile CHP arasındaki müstakbel siyasi itiş-kakışı kastederek “TÜSİAD’la MÜSİAD’ın kavgasını izleyeceğiz” demişti. Bu yorumunu abartılı ve fazla genelleyici, ya da indirgemeci bulmuştum. Gelgelelim referandumun propaganda sürecinde Başbakan Erdoğan’ın İstanbul sermayesini birkaç kez açık açık hedef alması; Anadolu sermayesinin (ya da İslami sermayenin) rakamlarla da sarih olan gelişimini ve çokça dile getirilen Türkiye’de sermayenin el değiştirdiği mevzuunu, “üzerinde düşünülmeye değer” kıldı. TÜSİAD-MÜSİAD ? AKP-CHP rekabeti bir yönüyle de TÜSİAD-MÜSİAD rekabeti midir?’ sorunsalını incelenmeye değer kılan bazı dolaylı ama enteresan emareler Haziran’dan beri vuku bulmuyor değil. İstanbul sermayesinin çıkarlarının sembolik sözcüsü gibi görebileceğimiz Hürriyet gazetesinin öteden beri ABD-AB-İsrail yanlısı duruşunu, Mavi Marmara felaketi sonrasında İsrail’le Türkiye arasındaki ortamı ılımlaştırmaya yönelik örtük çabalarında yeniden gördük. Siyaset sahnesine o iddialı girişine tezat oluşturur biçimde dış politika alanında ketum kalan Kılıçdaroğlu’nun ise aynı dönemde birkaç kez utangaç bir biçimde Türkiye’nin -geniş anlamıyla- Batı’yla ilişkilerinin zedelenmeden sürmesi gerektiği doğrultusundaki açıklamalarına şahit olduk. Ancak bu manzaraya bakarak sanki bir yanda “Batı”, CHP ve İstanbul sermayesi; diğer yanda da AKP ve İslami sermaye varmış gibi bir zanna kapılmak son derece yanlış olur. Fethullah Gülen’in Mavi Marmara konusunda hükümete “yanlış yaptınız” mesajı vermesi ve Erdoğan’ın, kendisinden beklenir bir kıvraklıkla, AKP iktidarı döneminde havayolunu kullanan insanların sayısının artmış olmasını bile malzeme olarak kullandığı propaganda sürecinde İsrail’in adını ağzına almaması gibi örnekler, bu yazının sorunsalı bağlamında başka alanlara bakmamızı gerektiriyor. Erdoğan ve İstanbul sermayesi Uluslararası politika faslını kapatmadan önce son bir not düşmek isterim. Türkiye’de büyük burjuvazinin farklı fraksiyonları arasında kaydadeğer bir çatışma var mı sorusuna küresel kapitalizm bağlamında cevap aranırken, Ertuğrul Kürkçü’nün Haziran ayında bir röportajda serdettiği şu önerme üzerinde çalışmak gerekiyor: “Tayyip Erdoğan’ın dengesizliği gibi görünen şeyler de, çoğu kez, onun başında durduğu hareketin karmaşık doğası ve bileşimi dolayısıyla tamamen tüketilmiş olmayan ve birbirinin tam karşısında durmayan sermaye seçenekleri arasında salınmasıyla ilgili. ‘Avrasyacılar’ın saf dışı edilmesiyle Türkiye’de sermaye seçenekleri daha azaldı, ama teke inmedi. Bir tarafta Avrupa-ABD seçeneği dursa da Osmanlıcılık prizmasından geçirilmiş bir Arap-İslam seçeneği de hâlâ bir başka tarafta duruyor”. Bu önerme şu an itibariyle fazlasıyla şematik ve elde bunu doğrulayacak ya da yanlışlayacak, en azından yaygınlık kazanmış bir veri yok. Bir takım araştırmalarla, ampirik veriler de toplayarak; Türkiye’de gerçekten de adıyla sanıyla, birbirinden ayrı ve farklı böyle iki sermaye seçeneği var mı incelemek gerekiyor. Erdoğan referandum sürecinde İstanbul sermayesini gerçekten de çok açık bir biçimde hedef aldı. Önce meşhur “bertaraflı” sözler geldi: “Onlar gücünü sermayeden alıyor, biz gücümüzü milletten alıyoruz (…) Senin paran olduğu kadar benim de arkamda milletim var. Anadolu sermayesini daha samimi görüyorum. TÜSİAD kendisini çek etsin. Bu Anayasa’yı beğenmiyorsa çıksın açıkça ‘hayır’ desin, gerekçelerini de söylesin. Diyemiyorsan da çık açıkça ben bu değişikliği destekliyorum de (…) Çünkü bitaraf olan bertaraf olur derler”. Kamu ihaleleri İslamcılara Gücünü milletten alma mevzuu tam bir safsata tabii. Bir takım gerçek veya kurgusal elitler yaratıp halk kitlelerine onları hedef göstermek, ezilmişliklerinin müsebbibi olarak (haklı veya haksız) onları göstermek, ancak gücünü halktan falan değil, bir takım sınıf ve zümrelerden alıyor olmak; işte tüm bunlar popülist siyasetin esas unsurları. Konumuz popülizm değil ancak AKP iktidarı gücünü tartışmasız bir biçimde MÜSİAD ve TUSKON gibi kuruluşlarda örgütlü İslami sermayeden alıyor, bu su götürmez. Referandum sürecinde büyük burjuvazinin bu frak- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 23 Politika siyonunun açık “evet”çi tavrı bunun en son örneğiydi. AKP’nin kanatları altında semiren bu sermaye fraksiyonunun medyanın çok önemli bir kısmını “ele geçirmesi” (devlet desteğiyle Sabah grubunun Çalık Holding’e “verilmesi”, ele geçirme terimini isabetli kılmaktadır), hepimizin her an görüp duyumsadığı bir değişim. Süreci olumlayanlarca olan biten medyanın tek-sesliliğinin sona ermesi olarak adlandırılıyor, ki bu çok yanlış bir tespit de değil, ancak bu olguya bir ad vermek gerekirse “medya vasıtasıyla toplum üzerinde liberal destekli bir muhafazakâr hegemonya kurulması” demeyi şahsen meşrebime daha uygun bulurum. Bu, meselenin her an “görülen” kısmı. Daha az görülen kısmı içinse Barış İnce’nin 10 Ekim tarihli BirGün’deki yazısındaki verilere başvuracağım. İSO’nun 2009 Türkiye’nin en büyük 500 sanayi şirketi listesinde MÜSİAD ve TUSKON üyesi 70’den fazla firma var. Bunların 31’i MÜSİAD’dan. 1990’da bu sayı 8’di. 2007’de ise 23’tü. Bir başka veri: İnşaat sektöründe TOKİ ve EGYO’nun 2002-2007 arasında düzenlediği 16 milyar TL değerindeki ihalelerin 10 milyar TL’lik kısmını MÜSİAD, TUSKON, ASKON üyeleri ve hükümete yakın işadamları almış. Şu aralar televizyonda sürekli İslami finans kuruluşlarının KOBİ’lere, bunların ihracat yapmasını sağlayan ve ülkede istihdam yaratan mali desteğini anlatan reklamlar dönüyor (söz gelimi İsveç’te bir mağazada Antep’in kutnu kumaşını beğenen çiftin olduğu reklam vs.). Adlarına katılım bankaları denen bu kuruluşlar KOBİ’lere yalnızca 2008’in ilk 6 ayında 15 milyon TL tutarında kaynak sağlamış. 12 Eylül halkoylamasından birkaç gün önce ATV’ye yaptığı ve açık yüreklilikle Türkiye’de sermayenin el değiştirdiğini “itiraf” ettiği açıklamalarında Erdoğan da Anadolu’nun yükselen sermayesinin küresel kapitalizmle bütünleşmesinden söz ediyordu: “Fakat isteseler de istemeseler de (İstanbul sermayesinden bahsediyor –B.C.) Türkiye'de artık sermaye ciddi manada el değiştirmeye başladı. Bu bizim için çok önemli bir güven kaynağı. Türkiye'nin dört bir yanında ihracat üç-beş sene öncesiyle mukayese edilmeyecek derecede bir sıçrama gösteriyor. Şimdi bu belki de zaman zaman bunları ürkütüyor. Örneğin bir Konya'da, Kayseri'de, Aksaray'da artık dünyaca önemli markaların parçaları üretilir hale geldi. Şu anda dünya ile bütünleşen bir Anadolu var. Bu da belki onları rahatsız ediyor, bilemem”. Erdoğan aynı röportajda İstanbul sermayesinin Anadolu sermayesini arasına almadığını söylüyor, ancak “birlikte olursanız daha iyi sömürürsünüz” dercesine (bu tabii sadece sosyalistlerin görebildiği bir altyazı), uzlaşma salık veriyordu: “Ama biz isteriz ki niçin İstanbul sermayesi Anadolu sermayesi ile iç içe olmasın. Burada yayılmayı başarabilirsek bundan kazançlı çıkan Türkiye olacaktır, Türk milleti olacaktır. Bu yayılmadan da endişe etmemek lazım”. Toparlayalım. Evet, 2011 seçimini kazanırsa AKP elbette kaynak dağıtımını, kaynak paylaşımını, elindeki devlet gücüne dayanarak büyük burjuvazi içindeki has destekçi ve dayanaklarına yöneltmeye devam edecek. ‘Top 500’ listesinde 2009’da 31 olan MÜSİAD üyelerinin sayısı 2014’te belki 41 olacak. Ama her ne kadar İslami sermaye büyüyüp gelişse de, Türkiye’nin kökü 1920’lere yahut 50’lere uzanan geleneksel sömürgenlerinin (ve onların uzantılarının) önde gelen bazılarının üstüne vergi cezaları vs. bindirilse de, AKP’nin sermaye sınıfındaki bağlaşıklarının gücü sınırlıdır. Söz gelimi İslami bankaların bankacılık sektöründeki payı yüzde 5’i bile bulmaz. Pek çok “stratejik” sektörde yokturlar (enerji gibi). Sürtüşmenin boyutu abartılmamalıdır, mevzubahis olan Erdoğan’ın sözleriyse bunlardaki popülizm payı da gözardı edilmemelidir, ve “bir noktada” bir tür uzlaşmanın illa ki tesis edileceği unutulmamalıdır. Yazının başında bahsettiğim arkadaşımın bir öngörüsüyle bitireyim: “Gör bak CHP’nin oyları yüzde 30’u bulursa Tayyip nasıl da öpüşüp sarılır Aydın Doğan’la”. Paris Komünü’nün sosyal cumhuriyete ilk adımı, düzenli ordunun lağvı: 1. Askere almak kaldırılmıştır 2. Paris’te Milli Muhafız dışında hiçbir askeri güç bulunamaz 3. Eli silah tutan bütün yurttaşlar milli muhafızın parçasıdır. Sosyalistler “Anayasa”ya nasıl yaklaşmalı Demokratik ve meşru bir anayasada, yargı dahil, hiçbir yönetsel organ, iktidar kullanma yetkisine sahip değildir; sadece kamu hizmetini gerçekleştirmek için halkın özdenetimine açık şekilde örgütlenme/organize olma yetkisine sahiptir Mustafa Çeçen 12 Eylül 2010 plebisiti, Türkiye Cumhuriyeti'nin mevcut anayasası ve kurumları ile bir dönüşümün içerisinde olduğunu açıkça görünür kıldı ama “yeni anayasa” tartışmalarını bitiremedi. Bunun, Adalet ve Kalkınma Parti- si'nin (AKP) hegemonya hamleleriyle ilgili bir tarihsel bağlamı var ve olmaya devam edecek. Türkiye Cumhuriyeti'ndeki dönüşüm sürecinin cumhuriyetin ideolojik temelleri ile küresel kapitalizmin gereklerinin, otoriter bir ılımlı İslam ya da “yeni Osmanlı” cumhuriyetinde yeniden harmanlan- 4 24 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika 4ması biçiminde ilerleme temayülünde olduğunu görmek için kahin olmak gerekmiyor. Plebisitle kabul edilen anayasa değişikliği paketinin, içeriği de çok değil 13 Eylül günü fiilen anlaşıldı: n Bu dönüşümü gerçekleştiren siyasal güçlerin önündeki başta yargı olmak üzere kimi kurumsal engellerin aşılması. n 12 Eylül Anayasasını aşmak yerine bu dönüşüme uyarlayarak, yürütmeyi diğer erkler karşısında tek belirleyici haline getirmek. Sosyalistler bakımından, boykot cephesinin 12 Eylül plebisitinde elde ettiği “göreli” başarının ve Kürt Özgürlük Hareketi'nin demokratik özerklik talebinin, yeni anayasa tartışmasını güncel tuttuğu bir sır değil. Aksi durumda, sosyalistler için yeni anayasa tartışmaları, esasen AKP'nin sersemletici hegemonya hamlelerinden biri gibi görülebilir, bu denli önem taşımayabilirdi. Eski cumhuriyet Türkiye'de “cumhuriyet”, cumhuriyetçi bir fikir olarak artık sadece sosyal cumhuriyetçilik olarak mümkün: 1984’ten beri süren savaş ve AKP'nin hegemonya hamleleri, "Cumhuriyet" hakkındaki bütün düşleri yerle bir etti... Buna üzülecek değiliz; eski cumhuriyet, kendisinden türeyen tüm fraksiyonların -nihai amaç olarak bölgesinde alt emperyalist heveslerle herhangi bir kapitalist devletin iktidarına ayak basma hedefinde birleşmiş olan ılımlı İslamcı muhafazakarlar ile ulusalcı ve milliyetçi sağcılar, hatta şovenizme düşmüş ulusal solcular- tümünün emekçilere ve ezilenlere, özellikle de Kürt Halkına karşı anonim terörizminden başka bir şey değildi. Bu, bütün kirli işleriyle her zaman bir kapitalist devleti ayakta tutmaya yönelen sınıf hükümranlığın anonim terörüydü ve AKP'nin “yeni cumhuriyet”inde de olmaya devam edecek. İspatı bile gerekmeyen hakikat ortada: Türkiye Cumhuriyeti gerçekten siyasal kabuğunu değiştiriyor. Bir Kurucu Meclis eliyle Kürt Sorununun siyasal ve demokratik çözümünü sağ- lamadığı takdirde bu kabuk değiştirme sonunda ortaya çıkacak şey şu olacak: Cumhuriyetçi ve demokratik ideallere karşı giderek yozlaşan, çoğunluğun iradesini temsil ettiği demagojisine dayanan otoriter bir tek parti devleti! Bu perspektiften bakıldığında, Türkiyeli emekçilerin ve ezilenlerin tarihsel çıkarı şurada: Bir sosyal cumhuriyete doğru anayasal temellerini köktenci bir şekilde değiştirmek koşulu ile tam hak eşitliğine dayalı bir Türk-Kürt Cumhuriyeti olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ademi merkeziyetçi temelde yeniden kurularak varlığını sürdürmesinde. Demokratik özerklik Kürt halkının çeşitli düzeylerdeki temsilcileri, Kürt özgürlük hareketi kurumları, TBMM’deki milletvekilleri ve belediye başkanları ile tutsak PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı bağlamında 1999’dan bu yana sistematik bir biçimde ileri sürdüğü Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sınırlarını esas alan ve bu topraklar üzerinde yaşayan halkların özgür siyasi birliğini savunan “Demokratik Özerklik” önerisi, sosyal cumhuriyet perspektifinin hilafına olmadığı gibi onu güçlendiriyor. Yeni anayasa tartışması da ancak bu bağlam içinde sosyalistler tarafından içeriklendirilebilir. Eski cumhuriyet AKP'nin hegemonya hamleleriyle restore edilmeye çalışılırken, 12 Eylül Anayasasını çöpe atacak yeni anayasanın toplumun tüm kesimlerinin, ama öncelikle emekçilerin ve ezilenlerin doğrudan temsilcilerinin yer aldığı, özel olarak da Kürt Halkının meşru temsilcilerinin adil şekilde temsil edildiği bir Kurucu Meclis tarafından yapılabileceğinin propaganda edilmesi görevi bu somut gerçekten doğuyor. Kısa ve orta vadede güncelliğini sürdürecek gibi görünüyor. Ancak böylece, bugün de mücadele konusu olmayı sürdüren, meşru ve demokratik bir anayasa tartışmasına devrimci temelde yükselen bir propaganda eşlik edebilir. Kürt sorunu Süre giden çatışma nihai olarak sonlandırılmadan Kürt sorununun barışçı ve demokratik bir biçimde çözülemeyeceği ortada. Çatışmanın sonlandırılması savaş sebeplerinin giderilmeye başlandığına dair somut göstergelerin görünür kılınmasıyla yakından ilgili. Bu bağlamda, SGPH 1. Konferans Kararlarında vurgulandığı üzere, Kürtlerin kimlik ve varlıklarının tanındığının tescil edilmesi; ilk elde “bağımsızlığın teminatı” kabul edilen Lozan Antlaşması’nın, Türkçeden gayrı anadil sahiplerinin hak ve özgürlüklerini güvenceye alan bütün hükümlerinin ayrımsız ve şartsız uygulanması; savaş ve insanlığa karşı suçları dışarıda bırakan bir Genel Af ilanı; operasyonların karşılıklı olarak durdurulması; PKK silahlı güçlerini Türkiye sınırı dışına çıkartırken, devletin de “terörle mücadele” amacıyla bölgeye sevk ettiği güçleri asıl yerlerine döndürmesi; koruculuğun tasfiyesi ve taraflar arasında çok yönlü müzakerelerin başlatılması çatışmanın çözümü açısından yaşamsal önemdedir. Bu temel adımların ancak Kurucu Meclis’in hazırlayacağı meşru ve demokratik anayasanın nasıl olabileceği tartışması içinde şekillenebileceği sır değildir: Yeni anayasa tartışmalarının yönü, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının içinde gerçekleşeceğini öngördükleri “demokratik özerkliğe”, “ademi merkeziyetçi” bir tarzda “cumhuriyet”i yeniden kurmaya çevrilmek zorundadır. Kurucu meclis Çoğulcu, çok kimlikli, özyönetimci, temel hakların yanı sıra ikinci, üçüncü ve dördüncü kuşak hakları da tanıyan demokratik bir yeni anayasayı ve bu anayasayı yapacak bir Kurucu Meclis’i öngerektiren bir rejim değişikliğini ima eden yeni anayasa talebi, yalnızca Kürt halkının değil toplumun büyük çoğunluğunun, emekçilerin, kadınların, Alevilerin de özgürlük ve demokrasi taleplerinin yükseltilmesi için de elverişli bir siyasal çerçeve oluşturmaktadır. Her eşikte, meşru ve ezilenler ile emekçilerin lehe temsil ka- nallarının açık olduğu bir Kurucu Meclis çağrısına dönmeyen ve bu çağrıyı içermeyen hiçbir “yeni anayasa tartışması” sosyalistler için cazibe merkezi olamayacağı gibi; sosyalistler de bu türden bir yeni anayasa tartışmasına taraf olmazlar, olmamalıdırlar. Ezilenlerin ve emekçilerin temsil edildiği Kurucu Meclis çağrısı, meşru ve demokratik bir yeni anayasanın temel nirengi noktasıdır. Ancak bu nirengi noktasından sonra, bu türden bir anayasa tartışması için bazı genel başlıklardan söz edebiliriz. Demokrasi Demokratik biçimler, demokratik yönetim ve denetimin açığa çıkış koşullarıdır. Yeni anayasa tartışmalarında, her türden yönetsel yetkilerin ve temel toplumsal/siyasal/iktisadi tercihlerin -toplumsal zenginliğin adil paylaşımı için, pozitif ayrımcılığın sağlanabilmesi, toplumsal önceliklerin tespit edilerek toplumsal tercihlerin belirlenebilmesi vb. için- halkın özyönetimine dayanan biçimler içinde şekillenmesi ve halkın özdenetimine açık olması savunulmalıdır. Devletin merkezileşmiş olarak kullandığı ancak coğrafi-tarihsel-siyasal bakımdan yerelleşmiş bir topluluğu (köy, ilçe, il, bölge vd.) ilgilendiren yetkilerin tümü, demokratik bir özyönetim çerçevesinde oluşacak yerinden yönetim organları ile o topluluğa devredilmelidir. Fransız Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16. Maddesinde belirtildiği üzere, “Anayasaya sahip olmayan toplumlarda, haklar güvence altına alınamaz ve kuvvetler ayrılığı gerçekleştirilemez.” Merkezi yönetimin esas denetimi halkın özyönetimi ve denetimi ise de, merkezi yönetimin kullandığı yetkilerin ister bir mecliste, ister bir kurulda, ister bir kişide toplanması demokratik ve meşru bir anayasa içinde kabul edilemez. Merkezi ve yerinden yönetim kamu hizmeti temel ilkesine dayanmalıdır: Kamu hizmeti söz konusu olduğunda, ister merkezi ister yerinden yönetimde, hiçbir yönetsel organ, çoğunluğun ya da halkın ya da EKMEK & ÖZGÜRLÜK 25 Politika başka bir soyut iradenin temsilcisi değildir; anayasada düzenlenmiş yönetsel organların tümü halkın özyönetimi ile oluşmalı ve kamu hizmeti temel ilkesine dayanmalıdır. Demokratik ve meşru bir anayasada, yargı dahil, hiçbir yönetsel organ, iktidar kullanma yetkisine sahip değildir; sadece kamu hizmetini gerçekleştirmek için halkın özdenetimine açık şekilde örgütlenme/organize olma yetkisine sahiptir. Temel haklar Fransız Devrimi ile ilan edilen başta olmak üzere tüm hak bildirgelerinin ve ileri unsurlar içeren diğer uluslararası sözleşmelerin -İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve tüm Ek Protokolleri, BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, Avrupa Sosyal Şartı, ILO Sözleşmeleri vb.- içerdiği haklar yanında, temel geçim koşullarının sağlanması, barınma, eğitim, sağlık, ekolojik yıkımın durdurularak insanların yaşanabilir ve sağlıklı çevresel koşullarda yaşaması hakları, Cochobamba’da kabul edilen Doğa Ana Hakları Bildirgesi, demokratik ve meşru bir anayasanın olmazsa olmaz haklar çerçevesinin ana başlıklarıdır. Demokratik ve meşru bir anayasa, temel hakları burjuva hukuksal eşitlik varsayımından türetmekle yetinemez. Emekçiler ile ezilenler lehine pozitif ayrımcılık ve de özellikle ekolojik yıkımın önlenebilmesi için mülkiyet hakkının pozitif ayrımcılık temelinde kısıtlanması, demokratik ve meşru bir anayasada temel bir kamu hizmeti ilkesidir. Bu yöntem ve bağlam içinde kalmak koşulu ile, yeni anayasa tartışmalarının sol için bir dizi propaganda olanağı yaratabileceği söylenebilir. Elbette, kendimizi bazıları gibi “darı ambarındaki tavuk” sanmadığımız, gelişmelerin demokrasinin derinleşmesi yönünde değil, kısıtlanması yönünde olduğunu unutmadığımız sürece... Üniversitede başörtüsü tartışması: Bir hegemonya aracı Sorunu "yasakçılık/özgürlükçülük" ikiliğine dayalı bir söylemden çıkarıp, emek eksenli ve kadın özgürleşmesini merkeze alan daha derinlikli bir siyasi zemine taşımak gerek Özgür-Der’in “kadın dostu”(!) erkekleri, başörtüsüne özgürlük için Diyarbakır’da dayanışmada Gülseren Adaklı 1980’li yıllarda yükselen yeni sağcı retorik, ‘söz-eylem’, ‘eskiyeni’ gibi ikilikler üzerine kuruldu toplumsal muhalefetin ezilmesinde önemli bir rol oynadı. Darbecilerin iktidara taşıdığı ve ANAP lideri Turgut Özal’da simgeleşen bu gerici söylem , 2000’li yıllarda aktörünü AKP’de buldu. Son yıllarda, Özalcı retoriği anımsatırcasına şu ikilikler üzerinden inşa edilen kamusal söylem, gerçek bir özgürleşme (emancipation) olanağının önündeki en önemli engellerden biri haline geldi: Laik-antilaik, darbeci-demokrat, militarist-antimilitarist, kemalist-islamcı, türban yanlısı/türban karşıtı, vb... Mukte- dirler arası değil, sıradan insanların da katılabileceği, asgari demokratik koşulların sağlandığı bir kamusal tartışma ve dolayısıyla toplumsal özgürlük için, hakim medya aracılığıyla pekiştirilen bütün bu ikiliklerin oluşturduğu yarılmayı aşmamız gerekiyor. Bu tartışmanın temel kavramlarından biri, değişik kesimlerin değişik anlamlar yüklediği ve artık simgesel düzlemde analitik değerini yitiren, dolayısıyla “türban” meselesini açıklamamıza ve veri koşullarda çözüm önermemize izin vermeyen, bu yarılmayla birlikte tarihsel bağlamını yitiren “özgürlük” sözcüğü. Sosyalistler, üniversitede başörtüsünün evrensel özgürlük meselesi olmadığı- nı kabul ederken, üniversitede baş örtmenin ya da açmanın burjuva kamusal alanındaki diğer kurallarla bağıntılı bir mesele olduğunu ve sosyalist bir mücadelenin saflaşabileceği bir zemin olarak kurgulanmaması gerektiğini fark etmeliler. Kadın öğrencilerin üniversiteye başörtüsüyle girebilmesi, kapitalist bir toplumsal formasyonda, başka bir deyişle burjuva kamusal alanındaki sınırlar ve serbestiler diyalektiği içinde serbest olmalıdır. Bunu söylemek, başörtüsü savunuculuğu anlamına gelmez. Ancak öte yandan üniversitede başörtüsü meselesi, çok uzun zamandan beri bir hegemonya aracı olarak iş görmektedir. Burjuvazi YÖK’ün kuruluşundan bu yana genel olarak kadınların üniver- 4 26 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika 4sitede başörtüsü takıp takmaması konusunu farklı momentlerde ya laiklik karşıtı bir davranış, ya da evrensel bir özgürlük meselesi olarak işaretlemektedir. Bugünkü siyasi iktidar daha ziyade ikincisini, yani üniversitede başörtüsü meselesini bir özgürlük talebi gibi sunarken, beri yanda bilimsel özerklik, akademik özgürlük ya da parasız eğitim gibi en evrensel eşitlik taleplerini, hem de çoğu kez doğrudan kolluk güçleriyle bastırmakta bir beis görmüyor. “Yasak olmayan bir giysi nasıl serbest bırakılır?” Üniversitede türbanı yasaklayan bir yasal kaide yokken bu kadar fırtına kopması, meselenin salt ‘bez parçası’ ya da ‘yapay gündem’ değil, bir hegemonya mücadelesinin parçası olduğunun önemli bir kanıtı. Ortada –üniversitelerin aldıkları kararlar dışında- bir yasak yok ama hem yasağa karşı olanlar, hem de karşısına dikilenler sanki varmışçasına konuşabiliyor. Bu tuhaf durumu Dr. Murat Sevinç şöyle özetledi: “Yasak olmayan bir giysi nasıl serbest bırakılır?” Öyle bir bırakılır ki, aklınız dimağınız şaşar. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın son hamlesi , tam da böyle bir ironiyi yansıtıyor. Bu hamlenin ardından bazı ailelerin kızlarını başörtüsüyle ilkokula götürmesi üzerine Özcan, “bu bizi ilgilendirmez” diyebildi. Bu kadar basit mi? Üniversite sisteminin en tepesinde oturan bir profesör, geçerli hukuk düzeni açısından çocukların belli bir yaşa gelmeden pek çok konuda kamusal sınırlılıklar içinde hareket edebildiğini, mesela 18 yaşından önce şirket kuramayacağını ya da evlenemeyeceğini biliyor ama bacak kadar çocuğun başını örtmesiyle ilgili olarak sessiz kalabiliyor. Hegemonya mücadelesi bu tip akrobasilerle yürüyor… Bir gazeteci, “türbana özgürlüğü” şartlı kabul edenleri “toplumsal taleplerin bir kısmını kaale almadıkları” gerekçesiyle “ahlaken” eleştirebiliyor , başörtüsünün ilköğretimde de kamuda da serbest olmasını isteyen milyonlarca insanın olduğunu bir hakikat olarak isimlendiriyor. Gazetecinin hakikat kavramına yüklediği anlam oldukça manipülatif, zira burjuva kamu düzeninde geçerli şu basit olguları görmezden geliyor: nToplumsal talepler ilke olarak sınırsızdır ve kamu otoritesi bunlar arasında bir hiyerarşi kurar. Eğitim, sağlık, çalışma, ifade talebi gibi bazıları bütün toplumun yararı adına öncelikli olarak ele alınır, bazı talepler ise, mesela demokratik toplum idealine bir tehdit oluşturacağı için reddedilir n Her toplumsal talep özgürlükçü olmak zorunda değildir. İlkokuldaki çocuğu örtmek için bu kadar çaba gösteren bir zihniyetin “toplumsal talebe saygı” iddiası, yürekten bağlı oldukları liberal değerlerle de uyuşmuyor ama tutarlılık bu kürsüde mühim bir değer sayılmıyor… Kadınların örtünmesi temelde bir erkek talebi Türkiye, kadına yönelik ayrımcılığın gerek mevzuatta, gerekse uygulamada had safhaya vardığı bir ülke. Mevzuatta da uygulamada da devletin ve kamunun üzerine düşen basit görevleri dahi savsakladığını görüyoruz. Ve elbette insan düşünmeden edemiyor. Namus cinayetlerinin bu kadar yoğun olduğu, cinsel şiddetin her türlüsünün medyada kendisine daha fazla yer bulduğu, hatta medya tarafından kışkırtıldığı bir ülkede Hükümet, kadının özgürleşmesinden neden sadece “örtünme” özgürlüğünü anlıyor? Açıkça söylemek gerekirse, AKP, kadının özgürleşmesini filan asla istemiyor. Tam da tersine, derin sınıfsal eşitsizliklerin hüküm sürdüğü bu coğrafyada tutsaklığı, boyun eğmeyi, erkek egemenliğinin bekasını, geleneksel ahlaki değerler ve onun en önemli unsurlarından biri olan kadın bedeni üzerinden yaptığı hamlelerle sağlamaya çalışıyor. Çünkü AKP tarafından hayata geçirilmeye çalışılan neoliberal uygulamalar bir bütün olarak kadını, sosyal alanda eşit yurttaş olarak pozisyon almaya değil, eve hapsolmaya, en az 3 çocuk doğurmaya ve erkeğe hizmet etmeye zorluyor . “Taşra” üniversiteleri Türban tartışmalarında sıkça gündeme gelen itirazlardan biri, meselenin metropol ve taşra üniversiteleri açısından farklı boyutları olduğudur. Bu tip tartışmalarda genellikle "mahalle" ya da cemaat baskısının elle tutulur olduğu coğrafyalarda başörtüsü meselesinin daha ağır bir baskı unsuruna dönüştüğü söylenir. Ancak Hakkari ile Aydın’ı, İzmir’le Erzurum’u üniversite sorunları açısından karşılaştırdığımızda, meseleyi sadece bir taşra, yani bir cemaat egemenliği meselesi olarak değil çok daha karmaşık sosyoekonomik, sosyokültürel örüntüler silsilesi olarak görmek zorundayız. Çünkü bunların tamamını "taşra" adı altında birleştirerek, islamcı gericiliğin kalesi olma durumunu salt türbana bağlamak, YÖK merkezli eğitim sisteminin bir bütün olarak yarattığı katmerli sorunları indirgemek anlamına geliyor. Taşra üniversitesinin ya da üniversitenin taşralaştırılmasının dinamikleri çeşitlidir ve burada biricik problem, “türban” değildir, esaslı problem, 12 Eylül rejiminin bu topluma verdiği en büyük zararlardan biri olan YÖK cenderesi içinde bir bütün olarak üniversitelerin “taşralaştırılmasıdır.” Üniversite ve başörtüsü Üniversite eğitimi, o güne kadar ana-baba kontrolünde yaşayan, eğitimini tamamladıktan sonra da devlet ya da sermayenin kontrolüne girmesi yüksek ihtimal olan genç insanlar için, aile kontrolünden bir ölçüde çıkabileceği, başını örtüp örtmeme konusu dahil, kendi hayatı ve bedeni üze- rinde kontrolü yine belli sınırlar içinde olsa dahi ele geçirebileceği bir imkan olarak da düşünülmelidir. Ancak bu imkanın ona sunulması gerekir. Zira gerçek özgürlük imkanı, serbest bırakmak kadar, kaynak yaratmak ve sunmakla ilişkili bir meseledir. Bu bağlamda kamu yöneticisi, üniversiteye başörtüsü ile girmek isteyenlere olduğu kadar, dinsel ya da başka türden hiçbir zorlayıcı kurala bağlı olmak istemeyen, polisin giremediği bir üniversite ortamını savunan genç insanlara da özgürlükçü bir ortam sunmalıdır. AKP Hükümetinin pek çok alanda hegemonik hale gelmesinde önemli payı olan liberal solcular, bu eşitlik talebine adeta gözlerini ve kulaklarını kapatmakta, YÖK kuşatması altında yaşayan üniversite sisteminin en önemli özgürlük sorunlarına ilgi göstermemektedir. Burjuva siyaseti bir yönetme aracı olarak toplumsal imgelemin tam ortasından yarılmasına, kısır bir düalist yaklaşımın bütün bir siyaseti kolonize etmesine; gerçek toplumsal çelişkilerin, en temel eşitsizliklerin gözlerden ve zihinlerden uzak tutulmasına, kamusal tartışmanın kısırlaştırılmasına yol açan bir dil ve söylemi getirip önümüze koyuyor. Bu kutuplaştırıcı dile ortak olan kimi sol kesimler, örneğin "karanlığa karşı aydınlık" söylemi ile bu kısırlaştırıcı söylem siyasetine çekilebiliyor. Bu tavır, Türkiye'de emekçi sınıfları kazanmak ve sol siyasete yol açmak adına anlamlı görünmüyor. Bağlantılı olarak, üniversitenin başörtülü kadınlara kapatılmasını savunan bu yaklaşım, hem cinsiyete dayalı ayrımcılığı kışkırtıyor, hem de siyaseten anlamlı bir tutamak sağlamıyor. Meseleyi "yasakçılık/özgürlükçülük" ikiliğine dayalı bir söylemle açıklamak, sadece bugünkü hükümetin değil, ana ve yavru muhalefet partilerinin de işini kolaylaştırıyor. Bu yüzden bu tür ikili karşıtlıklardan ziyade, emek eksenli ve kadın özgürleşmesini merkeze alan daha derinlikli bir siyasi zemin üretmemiz gerekiyor… AKP Hükümeti; Kürt sorununda, zorunlu din derslerinin kaldırılması ya da çalışanların özlük hakları konusunda ve doğanın tahribatına yönelik sermaye girişimlerine pervasızca destek verirken yaptığı gibi, başörtüsü konusunda da manipülasyon bombalarıyla çalışıyor. Sosyalistlerin öncelikle yapmaları gereken şey, bu manipülasyon bombalarına karşı güçlü ideolojik ve politik mevziler oluşturmaktır. Türban sorunu adı altında birleştirilmeye çalışılan, toplumu tehlikeli biçimde kutuplaştıran , kutuplaştırdığı ölçüde de somut gerçekliklerden, somut sosyolojik olgulardan, araştırmaktan ve dolayısıyla değiştirmekten uzaklaştıran siyaset dilinden kopmak bir zorunluluktur. EKMEK & ÖZGÜRLÜK 27 Emek Ev işçileri: “Her yerdeyiz ama devlet bizi görmezden geliyor” Ev işçilerinin sorunlarını ve örgütlenme çabalarını Yeşim Dinçer, Gülhan Benli ile konuştu Gülhan Benli on yedi yıldır ev şçisi ve hala sigortasız çalıştırılıyor Ev işçileri, hâkim medyanın gündemine köşe yazarlarının cinsiyete ve sınıfa dayalı ayrımcılıklarını âdeta bilinçsizce dışa vuran yazılarıyla gündeme geldi. Önce Hürriyet’in moda yazarı Sibel Arna, denize girmek, dalış kursu almak isteyen çocuk bakıcısına köşesinden ateş püskürdü: “Ben o kadının kafasını dalış tüpü olmadan suya gömerim!” Ardından, Sabah’ın “yüksek” kültür erbabı Hasan Bülent Kahraman, “Kadın bulmak zor iştir” diye başlayan bir yazı kaleme aldı. Buna göre, eve temizliğe gelen kadınlar, “lakayıt, laubali, serkeş, sakar, dikkatsiz ve özensiz”diler; usul erkan nedir bilmedikleri gibi sık sık da hamile kalıyorlardı. Kahraman derdini gayet rafine bir dille (!) ifade etmekteydi: “Açıkçası sorun büyük: Kadın arıyorum.” “O kadınlar” kim? Gülhan Benli’ye sorduk Gülhan, hoş geldin. Biz seninle neredeyse beş yıldır arkadaşız. Okurlarımıza da kendini tanıtır mısın? Kaç zamandır ev işçisi olarak çalışıyorsun? Neredeyse on altı veya on yedi yıldır ev işlerinde çalışıyorum. Çocuk gelişimi mezunuyum fa- kat yerine göre çocuk da baktım hasta da. Yeri geldi temizliğe de gittim. Hep sigortasız mı çalıştın? Hemen hemen evet. Çaycılık ya da büro işçiliği yaptığım kısa dönemler haricinde hiç sigortalı olmadım. Evinde çalıştığım hiçbir işveren –talep etmeme rağmen- beni sigortalı yapmadı. On yedi yıl sonra sıfıra sıfır, elde var sıfır. Gene “tabana kuvvet, koluma kuvvet, beynime kuvvet” diyerek ya ev temizliğine ya da çocuk bakmaya gidiyorum. Ev işçilerinin örgütlenmesinde aktif rol aldığını biliyoruz. Nasıl başladı bu mücadele? Bizim de haklarımızı savunacak ve sosyal güvenliğimizi sağlayacak bir örgütümüz olması gerektiğinin hep farkındaydım. Fakat “henüz zamanı değil, henüz yeri değil” diyerek erteliyordum bu düşünceyi. Sonunda 2009 yılında DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’yi aramaya karar verdim. Telefon- la kendisine ulaşamayınca oturduğu evi buldum ama oradan taşınmıştı. Niye arıyordun? Nasıl ve nerede, ne şekilde örgütlenmemiz gerektiğini sormak ve yardım almak için. Sonunda, konuşmacı olarak katıldığı bir konferansta yakaladım onu. Derdimi anlatınca bana telefon numarasını verdi. Bu arada bir ev işçisi daha bulmuştum yanıma. DİSK’le görüşmeye iki kişi gittik. Genel-İş sendikasında örgütlenme çalışmalarımıza başladık. Çok geçmeden yirmi beş kişi kadar olmuştuk. Eylemlerimiz de oldu bu arada. Çalıştığı evden ücretini ve eşyalarını alamadan kapı dışarı edilen bir arkadaşımızın hakkını aramak üzere savcılığa suç duyurusunda bulunduk; basın açıklaması yaptık. Sizinle ilgili ilk haberleri basında o zaman gördük. Evet, ancak bir süre sonra kendimizi ileriye taşımak için sendikal formun yeterli olmadığı ortaya çıktı. Sendikal faaliyetin 4 Göçmen ev işçileri “Türkiye’de 10 binin üzerinde yabancı uyruklu kadın ev işlerinde, hasta ve çocuk bakımında çalışıyor. Amacımız onları da kapsayabilmek. Bazılarıyla zaten temas halindeyiz. Konuştukça sorunlarımızın ortak olduğunu, aynı kaderi paylaştığımızı anlıyoruz. Üstelik kaçak çalıştıkları için sömürüye, cinsel istismara büsbütün açıklar. Daha geçenlerde, gazetede gördükleri bir ilan üzerine Bahçelievler’e iş görüşmesine gi- den Özbek ve Türkmen uyruklu iki kadın, bir apartmanın bodrum katında günlerce tecavüze uğradı. Evlerin hem içi hem de dışı tehlikeli göçmen kadınlar için. İzin günlerinde sokağa çıktıklarında taciz ediliyor, dayak yiyor, paraları ve cep telefonları ellerinden alınıyor. Türkiye’de oturma ya da çalışma izinleri olmadığından şikayetçi de olamıyorlar. Ne kötülük görseler, yapanın yanına kâr kalıyor.” 28 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Emek 4önündeki yasal engeller nedeniyle biz de “dernek”leşmeye karar verdik. Şu anda faaliyetimizi “dernek girişimi” olarak sürdürüyoruz. Hedefleriniz ve talepleriniz neler? Sadece İstanbul’u değil bütün Türkiye’yi kapsayan bir örgütlülülüğü hedefliyoruz. İstanbul’dan Adana’ya, Bodrum’dan Diyarbakır’a uzanan bağlantılar kuruyoruz. Taleplerimize gelince, öncelikli talebimiz “işçi” olarak tanımlanmak. Çünkü Çalışma Bakanlığı, yasalar ve Hükümet, bizi “işçi”den saymıyor. Nedir peki sizin yasal statünüz? Hiçbir şey değiliz biz. Aslında her yerdeyiz ama devlet bizi görmüyor. Emeğimizi de bizi de yok sayıyor ve görmezden geliyor. Acı olan, Çalışma Bakanlığı’nın İş-Kur’a bağlı istihdam bürolarını çoktan kayıt altına almış olması. Hangi ev işçisi, nerede, hangi sitede, hangi villada çalışıyor; üç ayda bir büronun gönderdiği listelerde tek tek dökülüyor. Bakanlık, bizim sırtımızdan para kazanan işçi simsarlarının faaliyetinden pekâlâ haberdar. Fakat işçiyi kayıt altına almaya yanaşmıyor. Kısacası, varlığımız devlet tarafından bilinen bir sır. Nasıl çalışıyor bu istihdam büroları? On beş veya yirmi kişiyi bir yere toplayıp işverenle görüştürüyorlar. Kimi zayıf olduğu kimi de şişman olduğu için beğenilmiyor. Zayıflar, “gücü, kuvveti yok” diye, şişmanlar da hantal oldukları için veya “çok yemek yer” kuşkusuyla eleniyor. Mülakatın sonucuna göre içlerinden biri işe alınıyor. Kimi işverenler, “Alevi istemiyorum", Kürt ya da kapalı istemiyorum” diye baştan belirtiyorlar. Alevi bir arkadaşımız kimliğini gizleyerek gittiği evden geri çevrildi örneğin. Açıktan açığa soruyorlar mı bunu? Alevilerin pişirdiği yemek yenmez, demlediği çay içilmez diye bir önyargı var ya.. Alevi olup olmadığını test etmek için imsak vaktini sormuşlar bizimkine. Bilememiş! İşveren bu kadar ince eleyip sık dokuyor. Peki sizin için hiç tanımadığınız insanların evinde çalışmanın bazı riskleri yok mu? Olmaz olur mu! Sibel Arna’nın, Hasan Bülent Kahraman’ın yazıları nelerle karşılaştığımız konusunda bir ipucu veriyor aslında. Bizim de günde bir saat yemek molasına, dinlenmeye ihtiyaç duyabileceğimiz kimsenin aklına gelmiyor. Taciz ya da tecavüz gibi daha ağır şeyler de yaşanabiliyor. Yatılı çalıştığı evin oğlu tarafından tecavüze uğrayan bir arkadaşımızın davası halen sürüyor örneğin. Hamile kalanlar; ailesi tarafından reddedildiği için sokağa düşenler var. Çok teşekkür ediyor; size mücadelenizde başarılar diliyoruz. Güvencesizlik: Ölüm gösterip sıtmaya ra Güvencesizlik, “eğitimsiz ve niteliksiz” çalışanların maruz kaldı değil. “Kiralık işçi büroları”nın yasalaşmasıyla asli çalışma biçim Güvencesiz çalışmaya karşı Galatasaray’da işçi gösterisi. Tek başına direnerek çıkarıldığı işine ger Gaye Yılmaz Her ne kadar işçi sınıfının yalnızca sınırlı bir grubunu ilgilendiren bir konu gibi algılansa da güvencesiz çalışma (precarious work) bütün dünyada hızla egemen çalışma biçimi haline gelmekte olduğu görülmektedir. Konuyla ilgili pek çok farklı algılama biçimi ve varsayımların bulunması çözüm ve yaklaşımların da çeşitlenmesine yol açmaktadır. Yanılsama alanlarından bir tanesi, güvencesizlerin nitelikleriyle ilintilidir. Bu varsayıma göre, güvencesizler toplumun eğitim açısından en geriden gelen ve sırf bu nedenle güvencesiz koşullarda çalışan kesimini temsil etmektedir. Aynı tez, eğitim düzeyleri arttıkça güvencesiz olma halinin de yavaş yavaş kendiliğinden kaybolacağını savunmak zorundadır. Oysa gerek Türkiye gerekse dünyada giderek yaygınlık kazanan gelişmeler en eğitimli grupların da artan oranda güvencesiz çalışma gerçeğiyle karşı karşıya kaldığını göstermektedir. Ataması yapılmayan öğretmenler, üniversitelerdeki 50-D, ya da benzeri pratiklerin mağdurları, geçici iş sözleşmele- riyle istihdam edilen mühendisler, günde 10-12 saat, haftada 6 gün üzerinden haftada 60 saatin üzerine çıkan çalışma sürelerinin “eğitimli mağdurları” mimarlar ve daha nicesi eğitimle bağlantılı tezlerin geçersizliğini ortaya koymaktadır. Benzer şekilde ABD, AB ve diğer gelişmiş bloklardaki eğitimli emekçilerin durumu da başta kiralık işçilik olgusu yüzünden olmak üzere büyük bir hızla kötüleşmektedir. “Güvencesiz çalışma”dan ne anlamalıyız? Genel bir kavram olması dolayısıyla “güvencesizlik” kavramının alt başlıklarına şöyle bir göz atmakta yarar var. Burada sorun sadece ücret düzeyleri ile ya da çalışma statüsüyle ilgili değil. Düzenli işçi olarak tanımlanabilecek ve hatta ücret düzeyleri de görece iyi olan işçiler için de güvencesizlik söz konusu olmakta; örneğin onlar da her an kapının önüne konma riskiyle karşı karşıya bulunmakta, yaşamlarını planlayamamaktadır. Aynı grupta, emekçiler arası rekabetteki artışın yol açtığı oldukça yüksek düzeyde yabancılaşma, üretim sürecindeki öne geçme yarışı yüzünden ölümüne çalışma veya hastalık durumunda bile çalışmaya EKMEK & ÖZGÜRLÜK 29 mü azı etmek ığı, geçici ve marjinal bir durum mi haline gelebilir bu ile sınırlanamayacağı daha kolay anlaşılmaktadır. Kadınlar, göçmenler, Kürtler Bir diğer önemli boyut ise, ülkemizde henüz yaygınlaşmamış olan ama yasa tasarısı hazır bekletilen “kiralık işçi büroları” olgusudur. İşçi sağlığı ve iş güvenliğinden ücretlere, çalışma sürelerinden sendikal örgütlenmeye ve grev hakkına varana kadar işçi olmanın bütün hallerini etkileyen bu olgunun yasal düzenlemeyle asli çalışma biçimi haline gelmesi güvencesizliği bugünden öngöremeyeceğimiz boyutlara taşıyacaktır. Öyle ki kiralanan işçiler kiralandıkları işverenlerden hiçbir hak talep edemezken; tek muhatapları işçi kiralama büroları olacak, pratiğin iyice yaygınlaşması halinde grev ve kolektif eylem tamamen tarihe karışabilecektir. Diğer yandan işçi sınıfının genel resmini çıkarma çabaları, en güvencesiz çalışma biçimlerinin birincil öznelerinin kadınlar, göçmen işçiler, -Türkiye söz konusu olduğunda- Kürt kimlikli emekçiler olduğu gerçeğinin gözden kaçırılmasına yol açma riski barındırmakta, bu farklılıkların öne çıkarılması özel bir önem atfetmektedir. Başbakanın, en korumasız işçilerin Kürt emekçiler olduğu gerçeğinin dile getirilmesi karşısında “o zaman biz de bu işleri Gürcü işçilere yaptırırız, Kürt kardeşlerimiz mağdur olmamış olur” şeklindeki söylemi de tezimizi doğrulamaktadır. Başbakanın güvencesizliğe karşı geliştirilen tepkilere verdiği yanıt son derece açıktır: Ya güvencesiz çalışmayı kabul eder ya da işsiz kalırsınız… Başka bir deyişle kitleler ölüm gösterilip, sıtmaya razı edilmektedirler. Güvencesizlik saldırısına karşı ortak örgütlenme: Forum Girişimi ri dönen Türkan Albayrak da yoldaşlarıyla birlikte devam etme gibi olgulara sıkça rastlanmaktadır. Güvencesizlik kavramı içine dahil edilmesi gereken diğer durumlardan biri de çalışma koşulları ile ilintilidir. Asıl işin farklı taşeron firmalar arasında paylaştırılması, çalışma ve dinlenme zamanı arasındaki ayrımı giderek muğlaklaştırıp görünmez kılmaktadır. Örneklemek gerekirse, Almanya’da Real isimli marketler zincirinde günde 7 saat çalışan bir işçi, bu 7 saatlik çalışması sırasında bir kez bile kahve molası alma hakkının bulunmadığını belirtmektedir. Yaptığı iş aynı olmasına rağmen bu işi iki ayrı taşerona yapan, ücretini de iki ayrı patrondan alan bu işçi her bir taşeron için günde 3.5 saat çalıştığını; ama Almanya yasalarına göre sadece belli bir işi aynı işveren altında 4 saat süreyle yapan işçilerin kahve molasına hak kazandıklarını, kendisi 3.5 saat çalıştığı için bunu hak etmediğini söylemektedir. Güvencesiz olma halinin bir diğer boyutu ise ücretlerin düzeyi ile değil, zamanında ödenip ödenmemesiyle, ya da işçilerin sağlık sorunları sırasında işverenin hiçbir sorumluluk üstlenmemesi ile ilgilidir. Kavramı bu en geniş tanımıyla ele aldığımızda olayın neden işçi sınıfının marjinal bir gru- İstanbul’da 2010 yazında yukarıda altını çizmeye çalıştığım kaygılarla yola çıkan bir grup aktivist, işçi, memur ve devrimci, işçi sınıfının güvencesizlerinin hem bizzat kendilerinin hem onları örgütleyenlerin bir araya gelmesi, ama daha önemlisi bu dağınık mücadeleleri ortaklaştıracak bir zeminin yaratılması amacıyla “Güvencesizler için Forum Girişimi” adı altında çalışmalar yapmaya başlamıştır. Forum Girişimi’nin neyi amaçladığı, nereye doğru yöneleceğinin detayları konusunda her katılımcının ve örgütün görüşleri farklılaşabilir. Ben burada Gaye olarak ancak benim neden bu çalışmada yer aldığımı, beklentilerimi aktarabilirim ve tabiidir ki benim görüşlerim ne Forum Girişimini ne de diğer bileşenleri bağlamayacaktır. Böyle bir adım, her şeyden önce işçi sınıfının her biri farklı bir eğitim almış, farklı sektörlerde çalışan ama hepsi değer üreterek ya da üretilmiş değerleri para-sermayeye dönüştürerek sermaye birikim sürecine ortaklaşa katılan işçilerin artık kendilerini bölen değil, ortaklaştıran var olma hallerini konuşup tartışabileceği bir ortamın yaratılması açısından önemlidir. Bu girişim, çevre işçiçekirdek işçi, mavi yakalı-beyaz yakalı, işçi-memur vb. bütün ayrımların ne kadar yapay ve gerçekliğin üstünü örten ayrımlar olduğu gerçeğinin bilince çıkarılmasına yardım etme potansiyeli gösterebilir. İşçi sınıfının bütünsel çıkarı gözetilmeli Bugün, neredeyse tamamı güvencesizlik kıskacı altında ezilen emekçi kitleler, sırf yaptıkları işler farklı olduğu için bir araya gelemeyeceklerine, birlikte örgütlenmemeleri gerektiğine ikna olmuş durumdadır. Oysa, gerek sermaye sınıfının kârlılığı gerekse tek tek farklı metaların değerleri ve fiyatları bu işçiler tarafından üretilen meta-değerlerin toplamı üzerinden belirlenir. Tam da bu nedenle yeni bir güvencesiz çalışma pratiği herhangi bir yerde uygulamaya konduğunda, düğmeye basılmış gibi hızla bütün dünyada benimsenmektedir. İşçi sınıfının emek süreçlerinin toplumsal süreçler olduğu gerçekliğini kavraması, neden ortak örgütlenmeleri gerektiğini görmelerini de kolaylaştıracaktır. Yine böyle bir girişimle, var olan politik örgütlenmeler de emeklerini ortak bir potada eritmenin işçi sınıfının bütünsel çıkarları açısından neden çok daha önemli ve vazgeçilmez olduğunu görebilir ve Girişim içerisinde emekçilerin de aktif katılımıyla geliştirilecek ortak çalışma kültürü politik mücadelenin pek çok alanında kullanılabilir. Bütün bunların ötesinde, güvencesiz çalışanlar açısından en uygun örgütlenme stratejilerinin bu işçilerin de katılımıyla tartışılacağı, yasal sistemin sınırlarına karşı alternatiflerin konuşulacağı bir zemini oluşturmak yaklaşmakta olan kiralık işçi büroları saldırısına ortak bir kar- 30 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Emek Emek Forum Girişimi çağrısından Esnek çalışma ve güvencesizlik devlet desteğiyle tüm sektörlere yayılıyor. Çözüm arayışlarımızı ortaklaştıralım Esnek çalışma ve güvencesizlik devlet desteğiyle tüm sektörlere yayılmakta. Çözüm arayışlarımızı ortaklaştıralım (…) Geniş emekçi kesimlerden tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de ölümüne, ağır kaza ve hastalık riskine maruz bırakılarak, bütün korumalardan mahrum koşullarda üretim yapmaları beklenmektedir. Milyonlarca işçi sosyal güvencesiz çalışırken; giderek artan sayıda emekçi de esnek çalışmaya devam etmektedir. Devletler de özelleştirmepiyasalaştırma politika ve uygulamaları ile, “bölgesel asgari ücret” gibi işçi sınıfının hak ve kazanımlarında dibe doğru yarışı hızlandıracak önermelerle patronlara ihtiyaç duyduğu desteği sağlamaktadır. Esnek çalışma ile geçici, güvencesiz çalışma azınlığı kapsayan durum veya süreçler değil, sermayenin sermaye ile rekabetinde farklı yoğunluklarla da olsa her dönem; krizinin derinleştiği dönemlerde ise bütün yoğunluğu ile kullandığı ve bizim için daha kötü çalışma ve yaşam koşullarından başka bir şey üretmeyen en kritik silahlarındandır. (…) Getirilen her yeni düzenleme bir eskisini bile mumla aratmakta, daha yaralar sarılamadan peşinden yeni saldırılar gündeme konmaktadır. Güvencesiz çalışmayı standart bir norm haline getirecek, emekçileri daha da örgütsüz ve savunmasız hale getirecek Kiralık İşçi Büroları hakkındaki yasa tasarısı bu duruma verilebilecek en çarpıcı örnektir. (…) Bizler bu koşullarda kendisi de güvencesizlik saldırısıyla karşı karşıya olan, bu şekilde uzun süredir örgütlenme mücadelesi veren; bu konuda kafa yoran, fiilen çalışan, deneyim biriktiren özneler, kurumlar ve örgütler olarak bu sorunları aşmayı amaçlayan bir iradenin önünü açacak bir fikir tartışmasını örgütlenmenin doğru yönde atılmış bir ilk adım olacağını düşünüyoruz. Bu yüzden tartışmanın muhataplarını kapitalizmin yukarıda belirtilen istihdam koşullarının yarattığı olumsuzluklar ile bunlara karşı mücadele araçlarını bütüncül ve ortak olarak tartışacağımız bir forumu birlikte düzenlemeye, hep birlikte gerçekleştirmeye çağırıyoruz. Bu forum fikir alış-verişinin ötesinde bir karşı duruşun fikri zeminini ve örgütlenme olanaklarını ortaya çıkarmayı hedeflemektedir. (…) Birleşik mücadele fikrinden ürkmeyen, kolektif tartışma, eleştiri ve özeleştiriyi becerebilen ve her şeyden öte saldırının hedefinin yani güvenceli-güvencesiz işçilerin, işsizlerin ne dediğini; ne istediğini, korku ve kaygılarını anlamaya çalışan bir forum zeminine duyulan ihtiyaç son derece yakıcıdır. Bu tartışmanın muhataplarını bu imkanı kuvveden fiile çıkarmaya çağırıyoruz. Atölye çalışmaları ve Forum başlıkları n1980’den bu yana değişen üretim ve emek biçimleri nGüvencesiz çalışanların ortak sorunları ve farklılıkları nKadın emeği ve kadın çalışanların örgütlenme pratikleri nGöçmen işçiler nİşkolu sendikacılığının güvencesiz alandaki deneyimleri: Açmazlar ve yasal mevzuat nÖrgütlenme biçimlerinin olanak ve sınırları: Dernek, kooperatif, merkezi sendika vb. nGüvencesizliğe karşı nasıl bir sınıf örgütü TEKEL’in sendika yakacak TEKEL işçileri İstanbul’da bir meşaleli ge Tekel işçisi yarıda kalan mücadeleyi yeniden başlatmak üzere Tek Gıda-İş sendikasını zorluyor. İşçileri genel merkezin önünde çevik kuvvet karşıladı Erhan Bilgin Tekel işçileri yaklaşık bir aydır Tek Gıda-İş Sendikası’nın genel merkezinin önünde oturma eylemi yapıyorlar. 78 gün süren Ankara eyleminden sonra, taleplerinin karşılanmaması, 2010 yaz döneminde sendika yönetiminin taahhüt ettiği halde grev ve kitlesel eylem örgütlenmesini sürüncemede bırakması ve sorunu mahkemeye havale etmesi işçilerin İstanbul’da yeniden bir araya gelmesine neden oldu. Tekel işçileri 4 Ekim’de İstanbul’a gel- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 31 n ateşi al bürokrasiyi k ece yürüyüşünde taleplerini haykırıyor. Sendika yönetimi devre dışında diler; amaçları merkez sendika bürokrasisi ile görüşmekti. Sendikanın uzlaşmacı ve işbirlikçi tutumunu eleştirmek ve onu eyleme teşvik etmek istiyorlardı. Fakat Levent’e vardıklarında çevik kuvvet polisleri ile kuşatılmış bir sendika ile karşılaştılar. Sendika bürokrasisi, kendisini işçi üyelerinden yalıtmak için emniyet güçlerine başvurmuş, sendika koridorları ve bahçesi polisle doldurulmuştu. Genel başkan Mustafa Türkel arka kapıdan çıkmış ticari bir taksi ile ortadan kaybolmuştu. İşçiler bahçeden güç kullanılarak çıkarıldılar fakat sendika önündeki parktan ayrılmadılar, böylece Tekel işçilerinin oturma eylemi başlamış oldu. Ertesi sabah ilk pankartlarını hazırladılar: “4-C’ye karşı mücadele etmeyen sınıfa ihanet eder” Mücadelenin sivri ucu sendikaya çevrildi Tekel işçilerinin Ankara’daki kitlesel eylemlerine rağmen taleplerinin karşılanmamasında sendika bürokrasinin belirleyici bir rolü var, ama paradoksal olarak bu rol bürokrasinin varlığını sürdürmesindeki en önemli somut gerekçelerden birisi. Çünkü eylemlere rağmen işçi taleplerinin tatmin edici ölçüde karşılanamaması karşısında, sendika bürokrasisi, “mücadele ile sonuç alınamıyor” görüşüne sarıldı. Kitlesel mücadele imkânlarının zayıfladığı koşullarda, bu bahane işçi kitlesi üzerinde her zaman etkili oldu ve bürokrasinin sendika üzerindeki kontrol ve inisiyatifini güçlendirdi. Dolayısıyla bürokrasi, bizatihi mücadelelerden değil, “eylemsizlikten” ve sonuç alınamayan mücadelelerden beslenir. Sendika bürokrasisi 8991 bahar eylemlerinden sonra çok daha fazla yozlaşmış ve iktidarını sağlamlaştırmışsa, bunda “mücadeleyle sonuç alamıyoruz” gerekçesinin işçi kitlesi üzerinde yankılanmış olmasının belirleyici rolü vardır. Fakat Tekel işçilerinin İstanbul eylemi, bürokrasinin işinin bundan sonra hiç de kolay olmayacağını gösteriyor. Artık, sınıf mücadelesinin sivri ucu sendika bürokrasisini hedef almıştır. Sendika önünde eylemler, Türkiye işçi sınıfı tarihinde daha önce de vuku buldu; işçilerin sendikayı işgal edip bürokratları lâyık oldukları yere, kapı dışına attıkları da oldu. Ama bu tür eylemler hem kısa sürdü hem de kitlesellikten uzaktı; dolayısıyla işçi sınıfının temel meselesi olma gibi bir maddi zemin oluşturamadı. Bürokrasinin sınıf mücadelesindeki yeri ve rolü, Tekel işçilerinin bilincinde önemli bir yer tutmaktadır ama yerine ne konulacağı henüz belirsiz; bu normal, çünkü bilinç Stalinci diyalektik anlayışın vazettiği gibi doğrusal bir hat izleyip, aşamalardan geçmez. Tüketim sektöründe yıllar boyunca grevsiz, eylemsiz, kamu sektörü güvencesinde çalışan işçiler, 1985’te başlayan özelleştirme saldırısı kendi fabrikalarını 2005 yılında hedef alana kadar sınıf mücadelesini fabrika dışına taşırmamak için adeta özen gösterdiler! Ama yirmi yılda edinemedikleri hayati bilgileri birkaç yılda kavrayıp sınıf mücadelesinin gündemini, ekonomik talepleriyle belirlerken, sendika bürokrasisi, devlet, parlamento, sol, vb hakkında bütünsel bir bakışa kavuşabildiler. Tekel mücadelesinin bir boyutu bu, ama İstanbul eylemi bu boyutun donmuş veya sönümlenmemiş olduğunu ortaya koyuyor. “İşçi sınıfı AKP hükümetinden güçlüdür” Bu konuya yeniden dönmekte yarar var, fakat şimdi Tekel işçilerinin İstanbul eylem sürecine, işçilerin kendi değerlendirmelerinden hareketle kısaca bakalım. İşçiler 4 Ekim 2010 tarihinde oturma eylemine başlarken bir bildiri okudular, bildiride şu satırlar vardı: “Ekim itibariyle iş kaybı tazminatlarının ödemesi son buldu. 4-C’yi imzaladığı halde aylardır iş bekleyen, işyeri belli olduğu halde işbaşı yaptırılmayan işçiler var. … Tek Gıda-İş Yönetimi, 1 Nisan’dan bu yana işçilere ve kamuoyuna verdiği mücadele sözlerini, şerefi üzerine yaptığı yeminlerin hiçbirini tutmadı… Bu koşullarda ya kaderimize boyun eğip, hükümet ne verirse ona razı olacağız, ya da sendikamızın; temelini TEKEL işçilerinin attığı sendikamız Tek Gıda-İş’in mücadeleyi başlatması için kapısını aşındırmaya devam edeceğiz.” 50 kadar öncü Tekel işçisi bu sahici talepler için yola çıkmışlardı, şimdi bu talepleri sendika bürokrasisi engelini aşarak sendikayı hareket geçirmek için ileri sürüyorlar. Ve bu taleplerin sınıfın bütününün talepleri olduğunun bilincindeler. 24 Ekim 2010 Şişli yürüyüşünde görüşlerini şu şekilde ifade ettiler: “Mücadelemiz sadece 4-C’ye karşı değil. Aynı zamanda bütün emekçilerin çıkarlarını savunacak bir mücadeleye ihtiyacımız var… AKP hükümetinin izlediği siyaset, işçilerin daha ucuza, daha esnek, daha güvencesiz ve iş güvenliği olmadan, sendikasız çalışmasını dayatıyor… İşçi sınıfı AKP hükümetinden güçlüdür. 10 bin TEKEL işçisi olarak 78 gün Ankara’da AKP hükümetine dünyayı dar ettik. İşçiler olarak milyonlarcayız. Eğer birlik olursak AKP hükümetini ve sermaye diktatörlüğünü yenebiliriz… Ancak mücadelemizde önümüze çıkan ilk engel, içimizden çıkardığımız sendika yönetimleri… Tek Gıda-İş yönetimi mücadelenin önünde en büyük engellerden birini oluşturuyor. Mücadelemiz ister istemez sendika bürokrasisi engeline takıldı.” Tekel işçilerinin bilinci, “bu sendikalarla olmaz” diyen sol aydınlardan ve sol siyasetlerden daha yüksek; bürokrata bakıp sendikayı terk etmiyorlar. Sendika bürokrasisine yabancılaşarak, onu bilinçlerinde öldürüyorlar. Bu bilinçle sürdürülen mücadelenin, iş sürecine ilişkin somut talepleri kadar, örgütlenmeye ilişkin talepleri de sınıf mücadelesinin kitleselleşmesi ve nitelik değiştirmesi için gerçek bir kaldıraç işlevi göreceği anlaşılıyor. 32 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Emek İşçi direndi, CHP’li patron ve partisinin foyası çıktı mışlardı: Kriz bahanesi ile üretimi durduran patronun, temel sorunu aslında sendikalaşmaydı. Görüşme esnasında fabrika dış duvarında çakılı olan bir tabeladaki ibare işçilerin söylediklerini doğruluyordu. O yüzden ikinci gidişimizde fabrika yönetimi tarafından söküldüğünü gördüğümüz tabeladaki şu yazıyordu: Burada DPT kalkınma ajansının 2009 yılı iktisadi kalkınma mali destek programı kapsamındaki Akdeniz çivi kapasite artırımı projesi yürütülmektedir. Sözleşme no: TP-0901/ 019. Kriz zamanında kapasite artırımı kapsamına alınmış olmak ve bunu gururla tüm sitenin görebileceği yere tabela halinde çakmak, işlerin iyi gittiğini düşündürüyor. İşçilerin de, sendika temsilcilerinin de görüşü bu yönde. Mersin CHP il binası İşçilerin işgali altında Murat Özdan Mersin’de kapasite artırımı için DTP’den mali destek alan patron, fabrikaya sendika girince “kriz var battım” diye işçilere çıkışlarını verdi. CHP’li patronu işçilerle uzlaşmaya teşvik etmesi için il binasını işgal eden işçileri milletvekilleri tehdit etti Mersin'de Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) il örgütü binasını işten çıkarılan arkadaşlarının işe alınması talebiyle işgal eden Akdeniz Çivi fabrikası işçileri 26 Kasım sabahı polis zoruyla binadan çıkarıldı. İşçiler yeni direniş çizgisini belirlemek için Birleşik Metal-İş Mersin şubesinde bir araya gelmeyi sürdürüyor. Fabrikada son günler CHP işgalinden ve fabrika binası boşaltılmadan birkaç gün önce Mersin Ekmek veÖzgürlük Derneği olarak işyerlerinde ziyaret ettiğimiz işçiler, kararlı bir tavır içersisinde, sorunlarını, sınıf yalınlığı ile bize anlat- 14 Ekim’de Çalışma Bakanlığına tespit başvurusu yapıldığını, patron 26 Ekim’de haber alınca, işçilere “kendi rızanızla istifa edin Nail Çivi’ye (kimse bu Nail Çivi’nin ne olduğu konusunda bir fikre sahip değil ), iş başvurusu formunu doldurun” diye baskıya başlamış. İşçiler bu çağrıya icabet etmemeyince patron “fabrikayı kapattım”, diyerek herkese çıkışlarını vermiş. Ama aslında sendikalaşmadan vazgeçilmesi halinde hemen işbaşı yaptırılacaklarını vurguluyorlar. Şu ana kadar 79 ayrı dava açan işçiler, hukuki mücadelelerini de sürdürüyorlar. CHP’den sınıf dayanışması! Fabrikanın sahibi Serhat Dövenci Mersin, Yenişehir CHP İlçe Örgütü Parti Meclisi üyesi. CHP İçel il başkanı Yılmaz Şanlı, CHP’li patronun mali müşaviri. CHP il teşkilatı yaşananlar İhracat ödüllü fabrika karşısında mezarlık kadar sesAylık kapasitesi 2100 ton olan sizdi. Mersin’deki 1 Mayıs kutAkdeniz çivi, daha çok ihracata lamalarında CHP kortejinin badayalı üretim yapıyor. ABD, Alşında gururla yürüyen “solcu” manya, İtalya, Belçika, İngiltemilletvekili İsa Gök de üç hafre, Fransa, İsrail, Irak, Suriye ve tadır aynı sessizliği sürdürdübaşka birçok ülkeye mal sevkerüyordu. diyor. İsa Gök sessizliğini CHP il biGösterdiği performans ile de ‘’İhracatta gelişmekte olan şir- nasının işgaliyle bozdu: "Senketler‘’ arasında ödüle layık gö- dika olarak il başkanlığımıza gelip oturdunuz, bunun bederülmüş. lini ödersiniz.” Çok çalışmanın bedeli Yanıtını Birleşik Metal-İş MerBu performansın onu yaratan sin Şube Başkanı Seyfettin Güve üreten işçiler için ise bedeli şu olmuş: Hiç resmi tatil yap- lengül’den aldı: “Biz bedelin ne mamışlar, gece çalışma izni bu- olduğunu biliyoruz. 22 Temlunmadığı halde günde 12 saat muz 1980'de konfederasyon çalıştırılmışlar, ücretli izin kul- başkanımız kurşunlandı dava landıklarına dair imza verip iz- devam ediyor. Daha dün Genel ne çıkartılmamışlar, imzalama- Başkanımız da kurşunlandı. maları halinde işten çıkarma Ödedik mi bedelini? “ tehdidi almışlar, iş kazalarında Gülengül, Gök’ün “CHP üyeleri korunmamışlar, sağlıksız ko- sabırsızlanıyor," diyerek kendişullarda çalışmışlar. İşçiler lerini tedit ettiğini de ekledi. hınçla anlatıyorlar kan ter için- “Biz halkız söylemlerine karşı de çalışarak geçirdikleri yılları. da son kez söylüyorum halk Üretim duralı üç hafta olmuş. burada." EKMEK & ÖZGÜRLÜK 33 Ekoloji Loç Vadisi’nde hidroelektrik santral inşasına karşı çıkan Sarıyazmalılar, Avrasya Maratonu sırasında Boğaziçi Köprüsünde şemsiyelerle “Hayır” yazdı AKP çevre direnişlerine saldırı hazırlığında Doğanın ticarileştirilmesinin sermaye açısından stratejik bir aşamaya yükselmesi, AKP hükümetinin bu alandaki yatırımlara taş koyanlara karşı mücadelede daha da sertleşeceğinin habercisi Deniz Gemici Ülkenin dört bir yanını şantiye alanına çeviren HES ve baraj inşaatlarına karşı yine ülkenin dört bir yanında patlak veren, şimdiye kadar yürütülen pek çok çevre direnişini aşma potansiyeli taşıyan ve ekoloji mücadelesinin son dönemlerdeki bayrağı haline gelen direniş karşısında kızgınlığını saklayamayan Başbakan ve AKP kadroları saldırganlıklarını giderek artırıyorlar. İkizdere Vadisi’nin Doğal Sit Alanı ilan edilmesi ile kontrolünü kaybeden bu saldırganlık AKP Hükümeti’nin alelacele TBMM’ye getirdiği ve yine aynı hızla geçirmeye çalıştığı “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu” ve Recep Tayyip Erdoğan’ın Ilısu barajı yapımı nedeniyle evleri sular altında kalacak köylüler için TOKİ tarafından yaptırılan evlerin anahtar dağıtım töreni vesilesiyle 31 Ekim’de Ilısu Köyü’nde yaptığı konuşmada bir kez daha kendisini gösterdi. İstanbul Taksim’de Vedat Acar tarafından gerçekleştirilen eylemle baraj inşaatına karşı duranları ilişkilendiren Erdoğan, “Taksim'deki olayı yapanlar ile Ilısu Barajı'nın yapımına karşı çıkanlar aynı zihniyettedirler. Bu oyunların temelinde ne yatıyor? Bu oyunların temelinde işte bu tür kalkınmaların engellenmesi yatıyor. Bu oyunların temelinde Ilısu gibi barajların engellenmesi yatıyor. Bu oyunların temelinde kalkınmış, modern Türkiye’nin engellenmesi yatıyor.” dedi ve ekledi; “Hasankeyf’i korumak ve gelecek nesillere aktarmak için hiç kimsenin zorlamasına ihtiyacımız yok. Hasankeyf’e biz sahip çıkarız. Onu biz koruruz biz yaşatırız. Tuzak başka, tezgah başka, Ak Parti iktidarı bu tuzağa, tezgaha asla gelmedi gelmeyecek”. Erdoğan bu sözlerle Ilısu baraj inşaatına karşı çıkanlar nezdinde tüm çevre hareketlerine gözdağı veriyor. Diğer yandan da Kürt halkının yaşadıkları coğrafyanın tarihsel, kültürel varlıklarına ve doğasına sahip çıkmalarına da izin verilmeyeceği illa bir şeyler yapılacaksa ancak kendilerinin mülk edinmesiyle mümkün olacağı şeklinde anlaşılabilecek kolonyalist zihniyetini açığa vuruyordu. Söz konusu törende hazır bulunan bir genel başkan yardımcısı ve üç bakandan biri olan Çevre Bakanı Veysel Eroğlu ise törenden birkaç gün önce Keçiören Belediyesi’nin park açılışında yaptığı konuşmada, HES’lere karşı çıkanları enerji pastasından pay almak isteyen kesimlerden maddi destek almakla ve vatana ihanet etmekle suçlamıştı. Bakan Eroğlu, daha önce de Hasankeyf'e destek veren sanatçıları ''bölücü'' olmakla suçlamış, Allianoi antik kentinin kuma gömülmesine karşı çıkan Tarkan'a ''kendi işine baksın'' demişti. Kuşkusuz bunlar tamamen yeni şeyler değil. Çevreci hareketlerin ilk kez bir toplumsal zeminle buluştuğu, ekolojik mücadelenin halklaşma imkanı açısından ilk deneyimlerinin yaşandığı Bergama direnişinde de siyanürlü altın madenciliğine karşı mücadele edenler Alman ajanı olmakla itham edilmişlerdi. Fakat yeni olan şeyler de var. Öncelikle bu saldırılar hiçbir zaman bu kadar ısrarcı ve şiddetli olmamıştı; karalama kampanyaları yapılmış ancak devletin ve 4 34 EKMEK & ÖZGÜRLÜK 4hükümetin en yüksek yetkililerinin ağzından bu denli planlı programlı yürütülme- miş, hiç bu kadar pervasızlaşılmamıştı. Kapitalizmin krizi ile yine kapitalizmin neden olduğu ekolojik krizin eş zamanlılığı, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de menşei ne olursa olsun sermaye gruplarının enerji, su ve gıda sektörlerine abanmasını anlaşılır kılmaktadır. Küresel piyasalarda su şirketlerinin hisselerinin ağırlıkta olduğu fonların getirileri yüzde 40′lara varırken, Çin’den ABD’ye kadar halka yeni arz olan su şirketlerinin hisselerine olan talepte patlama yaşanmaktadır. 2007 ve 2008 yıllarında halka arz olan su şirketlerinin hisse senetleri 2009 sonu itibarıyla yüzde 18 ile yüzde 36 arasında yükseliş kaydetmiştir. Dünya genelinde şirket gelirlerinde yıllık yüzde 7 civarında bir artış beklenirken su şirketlerinde bu beklenti yüzde 10′a kadar yükselmektedir. Yaklaşık 500 milyar dolarlık bir küresel pazar haline gelen su sektörü dünyada elektrik, petrol-doğalgaz ve turizmden sonra en büyük sektör olmuştur. Sudan sebepler deyip geçmek artık mümkün değildir. Stratejik aşama Meselenin sermaye açısından stratejik bir aşamaya yükselmesi, AKP hükümetinin önümüzdeki günlerde bu alanlara yapılacak yatırımlara taş koyanlara karşı vereceği mücadelede daha da sertleşeceğinin habercisidir. Konuşmada söylenenler bir yana, hepi topu 48 hanenin anahtar tesliminin yapılacağı bir törene Erdoğan’ın bir genel başkan yardımcısı ve üç bakandan oluşan bir heyetle teşrifi işin ciddiyetini gözler önüne sermektedir. Dönemin ayırt edici özelliklerinden bir diğeri, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hakkını vererek yürüttüğü yeniden yapılandırma sürecinde AKP’nin, muarızlarına karşı giriştiği itibarsızlaştırma operasyonlarının niteliğidir. Muarızlarının üzerinde durduğu politik alan kriminalize edilerek siyasetin dışına itilmektedir. Bu pratik, karşısındakileri politik muarızları olmaktan çıkartmakta ve birer suçlu haline getirerek itibarsızlaştırılmakta, AKP’yi bu alanda da tekleştirmekte, kalmasına izin verdiklerini de yörüngesine girmeye zorlamaktadır. Bunlar, devrimciler ve Kürt özgürlük hareketi söz konusu olduğunda büyük oranda alışılmış şeylerdir ama “Ergenekon” davasında gördüğümüz gibi egemen bloğun dışına itildiği için muhalefet edenler dahi aynı akıbete uğramaktan kaçamamaktadırlar. Fakat süreç devrimciler ve Kürt özgürlük hareketi için dahi bazı sürprizler içermektedir. Kriminalize edilen alan giderek genişlemekte, gönül verdiğiniz siyasetin davasından yargılanmak dahi bir ayrıcalık haline gelmektedir. “Devrimci Karargah” operasyonu, “KCK” davası ve “Ergenekon” davası ile Ertuğrul Kürkçü’nün dile getirdiği gibi siyasal iktidarca faaliyetlerinden hoşlanılmayan ulusalcılar Ergenekon kovasına, Kürtler PKK kovasına, sosyalist muhalifler de Devrimci Karargah kovasına sokulup çıkarılarak kendilerinin suçsuz olduklarını ispatlamaları istenmektedir. Dolayısıyla önümüzdeki dönem, doğayı ve emeği sömüren sermaye yatırımları karşında duranlar için de muhtemeldir ki bu kovalardan kendilerince müsait olanına sokulup çıkarılmalarına, olmazsa yeni kovalar temin edilmesine gebedir. AKP’nin en üst kadrolarının ağzından çıkan bu sözler bu bağlamda anlaşılmalıdır. Erdoğan’ın ve Eroğlu’nun dile getirdiği suçlamalara dayanak sağlayan KCK davası iddianamesinin 2.5-KCK/TM Yapısının Siyasal Alan Yapılanması bölümünün 2.5.1-Ekoloji ve Yerel Yönetimler Komitesi alt bölümünde yer alan Hasankeyf’e ilişkin bir komisyon oluşturma kararına ilişkin tape kayıtlarındaki tek cümledir. Dolayısıyla “sübjektif hain”ler zaten tespit edilmiştir. Nesnelliği buna müsait olmayanlar ise Türkiye’yi kalkındıracak yatırımların önünü kesmek istemek suretiyle “objektif hıyanet”lerini apaçık gözler önüne sermektedirler. Hatta bu dalga Tarkan’ın kıyılarına kadar vurmuştur, kendi işine bakmazsa bölücü olmaktan kurtulamayacaktır. Talanı önleyecek gedik bırakılmadı Yeni dönemi karakterize eden bir diğer özellik ise, bu talanı mümkün kılacak hukuksal ve idari düzenlemelerin, faydalanılabilecek hiçbir çatlak gedik bırakmayacak şekilde neredeyse tamamlanmış olmasıdır. Tohumculuk Kanunu, Madencilik Kanunu, Gıda Güvenliği Yasası, Biyogüvenlik Kanunu birbiri ardına yürürlüğe girdi. Şimdi sırada Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı var. Kabaca bu topraklar üzerindeki doğa ve kültür varlıklarının, biyoçeşitliliğin nasıl piyasalaştırılacağını düzenleyen yasa tasarısı, bu konudaki tüm karar yetkisini yürütme bünyesinde toplayarak, uygulanmaması nedeniyle zaten etkisi sınırlı olan, yargı ve özerk kurul kararı engelini de sermayenin yolundan çekmektedir. İki yılı aşkın bir süredir gündemde olan yasa tasarının, ekolojik yıkıma karşı ülkenin dört bir tarafında birbiri ardına yerel direniş odaklarının filizlendiği, bunların giderek halklaştığı, birbirine bakışımlı hale geldiği, yerel ve tematik sınırlılıkları aşacak örgütlenme zeminlerinin açığa çıkmaya başladığı, İkizdere’de görüldüğü gibi mücadelelerin hukuki kazanımlara yansıdığı, hareketin antikapitalist bir içerik kazanmaya başladığı, Kürt halkıyla bir kardeşleşme potansiyeli açığa çıkardığı, meselenin kırsal muhatapları ile kentsel muhataplarının yani emekçilerin ve kent yoksullarının ortak mücadelesinin en azından fikri düzeyde şe- killenmeye başladığı bir dönemde ortaya çıkması kuşkusuz tesadüf değildir. Umut kitlesel direnişlerde Sözü edilen umut verici gelişmeler saldırganlığın dozajındaki artışı anlamak bakımından da son derece önemlidir. Yazının başında HES ve baraj inşaatlarına karşı verilen mücadeleye atfedilen kıymet işte tam da yukarıda sözü edilen gelişmelerle ilgilidir. Başından itibaren yerel sınırlıkları aşacak örgütlenme biçimlerine yönelen hareket, önce bölgesel odaklar inşa etmeyi başarmış, derelerin kardeşlik çağrısı Karadeniz’den, Munzur’dan ve Hasankeyf’den işitilmiş, suyun ticarileşmesine hayır diyerek antikapitalist bir muhtevaya kavuşmuştur; bu bakımlardan tematik sınırlılıkları aşmak, kentli emekçilerle bütünleşmek için de gelecek vaat etmektedir. Şimdi mesele, yukarıdaki satırlarda yeni dönemin ayırt edici özellikleriyle ele aldığımız saldırıya ne cevap verileceğidir. İkircikli bir tutum ve bir meşruiyet kaygısıyla hareketi var eden ve büyüten olumlukları bir yumuşak karna dönüştürerek geri mi çekilinecek yoksa daha fazla halklaşarak daha fazla kardeşleşerek, daha fazla politikleşerek, kentli emekçilerle buluşarak ileri mi atılınacak? Bu soruya verilecek cevap için eğer bir ilham kaynağı aranıyorsa sermayenin elinden önce suyunu sonra iktidarını kurtaran ve son olarak da Pachamama’yı (Doğa Ana) kurtarmak için yola koyulup Koçabamba’da gerçekleşen Halkların İklim Değişikliği Konferansı ile kapitalizme karşı doğanın haklarını savunmak için tüm dünya halklarını birlikte mücadeleye çağıran Bolivya halkına bakmak yeterlidir. Cochabamba örneği 2000 yılında su özelleştirmesine karşı Cochabamba'da kazanılan direnişin öncüsü, Bolivyalı işçi lideri Oscar Olivera şöyle diyor: "Cochabamba'daki Su Savaşı olarak bilinen olaylar, farklı memnuniyetsizlik kaynaklarını birleştirmenin yolu bulunduğunda ve bizi yalıtıp güçsüz bırakan korku ve ayrılıkların üstesinden gelindiğinde, kendini örgütlemenin, isyanın ve onurun bağlarının hızla oluşturulabildiğini gösteriyor. Cochabamba Su Savaşı, doğal kaynakların çalışan insanlar tarafından kötü durumdan kurtarılmasının bir örneğidir. Herkes harekete geçmiş, herkes varlığımızı geri almada kendini sorumlu görmüş, herkes şehirlerdeki toplantılara ve meclislere katılmış, herkes askeri baskıya karşı hayatını ve yiyeceğini ortaya koymuş, herkes mahalli, bölgesel ve ulusal meclisler aracılığıyla -bir ortak kaynak olarak suyun denetimi ve yönetimi için- sorumluluk üstlenmiştir.” Neden bu topraklarda da olmasın? EKMEK & ÖZGÜRLÜK 35 Gençlik Genç-Sen’e bakış mücadele edeceğiz. Genç-Sen, ancak, oturduğu teorik zemine uygun pratik faaliyetler yaparak hedeflerine ulaşabilir. Bunun ötesi her çaba beyhudedir. Bürokratik değil, katılımcı sendika Genç-Sen’i diğer tüm sendikalardan ayıran bir özelliği, tamamıyla genç olmasıdır. Bu aynı zamanda Genç-Sen’in devamlı aktif ve üretken bir sendika olmasına zemin hazırlayacaktır. Ancak uzun bir geçmişi olmaması dolayısıyla Genç-Sen, yıllardır sendikaların içlerinin boşaltılmasının en önemli sebeplerinden biri “sendikal bürokrasi”ye prim verebilir. Bu Genç-Sen’e dair tüm ümitlerin, arayışların ezilip geçilmesi anlamına gelecektir. Bu “geleneksel” sendikacı anlayışın aksine Genç-Sen, bir hâkimiyet alanı değil, ortak direniş alanı ve her bireyin yönetiminde söz sahibi olduğu bir zemin olma özelliğine kavuşmalıdır. Bunun tek ve en önemli şartı, bürokratik anlayışın hâkim olduğu değil, gençlerin enerjilerini sendikaya harcayabilecekleri bir ortamın oluşturulmasıdır. Kadına eşit katılım ve pozitif ayrımcılık! 6 Kasım’da İstanbul Üniversitesi kapısında Sosyalist Gelecek’ten gençler Sosyalist Gelecek Gençliği, 7 Kasım'daki merkezi gençlik birimi toplantısında, var olduğu tüm üniversitelerde ve liselerde Öğrenci Gençlik Sendikasının üyesi ve örgütleyicisi olma kararı aldı Fırat Can Kalyon-Nidal Kar Kurulduğu günden bu yana, birçok ilde ve üniversitede sosyalist örgütlerin rekabet alanı haline gelen Genç-Sen, yaşanan tüm sıkıntılara karşın öğrenci muhalefetinin temel unsuru olabilme iddiasını taşımaya devam ediyor. Sosyalist Gelecek Gençliği olarak bizlerin, Genç-Sen üzerine taşıdığı kaygı da grupların hukuku üzerinden yapılanacak bir zemin olabileceği, sekter anlayışlara kurban edilebileceği düşüncesiydi. Bu, birçok üniversitede haklı bir kaygıya bürünse de birleşik bir öğrenci hareketine duyulan ihtiyaç, Genç-Sen'in grupçuluk anlayışına feda edilemeyecek bir alan olduğunu gösteriyor.. Üniversite ve liselerde öğrenci gençliğin ortak taleplerini, örgütlü bir şekilde dile getirebileceği bir alan olan Genç-Sen, aynı zamanda öğrencilerin üze- rindeki her türden baskıya karşı bir direnç zemini haline getirilebilir. Üniversiteler; YÖK, üniversite yönetimleri, özel güvenlik birimleri ve polis tarafından çepeçevre sarılmış durumda. 17 Mart’ta üniversite rektörlüklerine gönderdiği, “Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı” başlıklı metinle, muhalif öğrencilere nefes aldırmamayı hedefleyen YÖK, şimdi de sivil polisler için kampüslerde yer tahsis edilmesini talep ediyor. Liseler devlet eliyle ehlileştiriliyor, müfredattan şovenist içerik kaldırılmıyor, zorunlu din dersleri uygulaması kaldırılmayarak, okullarda asimilasyona devam ediliyor. YÖK düzenine karşı güçlü bir başkaldırı örgütlemek, meşrulaştırılmaya çalışılan baskı mekanizmasını püskürtmek ve demokratik lise; bilimsel, özerk üniversite talebi için, sosyalistlerin birliğini aşan bir yapılanmaya ihtiyaç var. Öğrencileri sınıfsal normda tarifleyen Genç-Sen'i, bu ihtiyacı giderebilecek bir alan olarak görüyoruz. Bizler, Genç-Sen’i, siyasi örgütlenme zemini değil, tüm öğrencilerin akademik, demokratik, ekonomik ve kültürel hak taleplerinin ifade alanı olarak görüyoruz. Genç-Sen, sosyalist bir yapılanma değildir ve hiçbir örgütün tekelinde olmadan, tüzüğün imkan verdiği her öğrenciye açık olmalıdır. Örgütsel çıkarlar uğruna Genç-Sen şubelerini 'ele geçirme' anlayışına karşı Sosyalist Gelecek Parti Hareketi’nin “kadınların kamusal alanda, sendikalarda, odalarda, iş yaşamında, derneklerde ve siyasi örgütlerdeki varlığını arttıracak pozitif ayrımcı önlemlerin alınmasını, eşit katılım ve temsiliyet düzeyinin sağlanmasını savunur” anlayışından hareketle; Genç-Sen tüzüğünün Seçimler bölümünde belirtilen “merkez ve şube yürütme kurullarının en az yüze 40’ının kadınlardan oluşması” kararını kabul edilemez görüyoruz. Bunun yerine kadınlara pozitif ayrımcılığında içinde olduğu, yüzde 50 zorunlu katılımlı yürütme kurullarının oluşturulması ve tüzüğünde bununla paralel değiştirilmesi için mücadele edeceğiz ve ilk olağan genel kurulda bunun üzerine bir önerge vereceğiz. Öğrenci Gençlik Sendikası Tüzük Madde 3 – Sendika, İnsan hakları ve temel özgürlüklerin bü-tünlüğü içinde, din, dil, ırk, cinsiyet, siyasal düşünce farkı gözetmeksizin bütün öğrencilerin ekonomik, demokratik, akademik, sosyal, kültürel, hukuksal, anadilde eğitim hakkı, siyasal hak ve çıkarlarını koruyup geliştirmeyi amaçlar. Madde 4- Sendikaya öğrenci olmak dışında başka bir koşul aranmaksızın herkes üye olabilir. Bu tanım; lise, üniversiteye hazırlanan lise mezunları, lisans, önlisans, yüksek lisans, doktora öğrencileri ve mezun olan öğrencinin 1 yıl süreyle sendikayla ilişiği isteğe bağlı olarak devam eder. 36 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Eğitim Neoliberal politikaların eğitimdeki yansımaları Devlet, tüm yurttaşlarına eğitim, sağlık, barınma ve ulaşım gibi kamusal hizmetleri sunmakla yükümlüydü. Bu hizmetler, ekonomik ilişkilerin dışında tutulmuştu. Yani kârlılık, arz-talep, verimlilik parametrelerine göre değerlendirilmiyordu. Ancak, bu refah devleti rüyası uzun sürmedi Bu duruma bir anda gelmedik. Yaşadıklarımız, sel veya deprem gibi doğal bir felaket de değil. Ancak onlardan daha yıkıcı ve sürekli olmasıyla öne çıkan, sermaye eliyle yaratılan bir felakettir. Neoliberal politikalar ve eğitim Öğrenci gençliğin neoliberal politikalara karşı talepleri güçlü ama katılım sınırlı Ali Baran Eğitim alanında birçok değişimin ve dönüşümün yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. Ne yazık ki bunlar, toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçiler için hiç de hayra yorulacak türden değil. Öncelikle, neoliberal ideolojik söylemlerde sıkça dillendirildiği gibi, eğitim kişisel bir yatırıma dönüştürülmeye çalışılmakta. Eğitim hak değil, bir ayrıcalık haline getirildi ve bu alanda yaptığınız yatırımın meyvelerini toplamak istiyorsanız parasını da ödersiniz mantığı, egemen kılınmak isteniyor. Büyük şehirlerin işlek meydanlarında, nereye bakarsanız bakın dershanelerden kaçmanın mümkün olmadığını göreceksiniz. Milyar dolarlarla ölçülen bir dershane sektöründen bahsediliyor ve artık büyük ders- haneler de yetmiyor. Kişisel dershaneler hızla çoğalıyor ve kanıksanan bir durum haline geliyor. Sınav adlarında kullanılmayan harf bulmak giderek güçleşiyor. Eğitimin hemen hemen tüm kademelerindeki öğrencileri kapsayan, birer merkezi sınav bulmak mümkün. Aynı zamanda sonu gelmeyen sınav maratonu da, eğitimin paralı hale getirilmesinin en somut örneğidir. Sınavı kazanmak için pek çok şeyi gözden çıkarmanız gerekiyor. İlköğretimin ilk basamağında uygulanan “önlük” giymek gibi, sözde herkesi eşitleyen bir görüntü arıyorsanız boşuna bir çaba içine girersiniz. Paranız kadar, eğitimin olanaklarından yararlanabilirsiniz. Herkesin aynı imkânlarla başlamadığı bir yarışı nasıl kazanacaksınız ki? Anneniz dershane taksitini yatıramadığı için hapishanedeyse, nasıl olacak bu iş? 2. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan tahribatı ortadan kaldıracağı öngörüsüyle ortaya konulan “Sosyal Devlet Uygulamaları”nın meseleyi çözeceği, hemen hemen tüm dünyada kabul edilen ortak bir politikaydı. Devlet, tüm yurttaşlarına eğitim, sağlık, barınma ve ulaşım gibi kamusal hizmetleri sunmakla yükümlüydü. Bu hizmetler, ekonomik ilişkilerin dışında tutulmuştu. Yani kârlılık, arz-talep, verimlilik parametrelerine göre değerlendirilmiyordu. Ancak, bu refah devleti rüyası uzun sürmedi.1970’lere gelindiğinde kâr oranlarındaki azalma, bu refahtan toplumun geniş kesimlerine aktarılan payın, sermaye için öncelikli olarak gözden çıkarılacaklardan biri haline getirdi. Artık, hiçbir kamusal alan sermayenin uzağında ve kâr mantığının dışında bırakılamazdı. Eğitim alanı, gerek biçim gerekse de içerik olarak bir başkalaşıma tabi tutulacaktı. Fabrikaların ve marketlerin sokağında, yeni bir adres olarak “okullar” yer alacaktı. Bu yeni dükkân, kepenklerini açtığında üniversiteler pazaryerinden farksızdı artık. Sermayenin serbest piyasa parodisinin oynandığı “eski” tanıdık bir yer. Yeterince parası olanın her şeye sahip olduğu, tamamen mantıklı satıcılardan ve alıcılardan oluşan topluluğun buluştuğu bir mekân hâlini aldı. Peki, alınıp satılan ne bu pazarda? Cevap açık, eğitime dair her şey. Işıklı tabelalar, turnikeli kapılar, klimalı sınıflar, akıllı tahtalar, ayrıcalıklı diplomalar, nezih kafeteryalar, özel güvenlikli yeşil alanlar, uluslararası saygın ve seçkin kadrolar, geniş otoparklı binalar, lüks otel kıvamında yurtlar vb. Elbette, bedelini ödemek şartıyla. Eğitimin piyasayla buluşması Sermayenin mantığı doğrultusunda yapı- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 37 lan her dönüşümde olduğu gibi, eğitim alanındaki değişimler de gerçeklik algımızda bozulmalar yaratıyor. Sadece kendi çıkarına hizmet eden uygulamaları, bütün bir toplumun yararlanabileceği bir şeymiş gibi sunuyor. Örneğin, televizyon ekranlarına yansıyan “üniversitelinin acı sonu” şeklinde verilen haber de olduğu gibi. Muğla Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi Ömer, okula devam edebilmek için, yazları, harç ücretini biriktirmek amacıyla inşaatlarda güvencesiz olarak çalışmak zorunda. Giderleri azaltmak bahanesiyle gerekli önlemleri almayan firma, Ömer’in inşaatın 3.katından düşerek hayatını kaybetmesine neden oluyor. Haberlerin hemen ardından başlayan reklâmlarda, sıkıcı ve istemediğimiz bölümlerde okumaktan kurtulun diyor. Ama nasıl? Özel üniversitelerle anlaşmalı eğitim kredisiyle! Hem de düşük faiz ve yıllar boyu süren taksitlerle. Bir yanda “sözde” parasız devlet üniversitelerinde okumak için yaz boyu ölümüne çalışmak ya da ipotekli yıllara boyun eğmiş bir şekilde bankalar için yaşamak. Başka bir eğitim mümkün! Tabii, başka bir yol daha var. Yaşamak için sermayeye ve onun bütün öldürücü yönelişlerine karşı koruyucu bir direniş hattı kurmak. Eğitimin tüm aşamaları parasız bir kamusal hizmet olarak bütün yurttaşlara sunulsun. Ancak, “bu” anayasada yer alan ve sadece bir şekilden ibaret bugünkü hâliyle değil. Malumunuz, o şekli hâl, çeşitli kereler tırtıklanarak “kuş”a çevrildi. Kâğıttan kuşlar, hem çirkin hem de sevimsiz oluyor. Eğitim, sadece bir üst basamağa geçerken muhatap olunmak zorunda kalınan, sınavlara hazırlık sürecine hapsedilmekten kurtarılmalıdır. Sınav sever eğitim değil, hayatın bütün renkleriyle buluşan bir eğitim. Öğrencileri boş benzin bidonları gibi ağzına kadar doldurduğunuzda mutlu olabilirsiniz. Bilgiyi, rafine edilmiş değerli bir mal gibi dağıttığınızı düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Bilgi insanın hakikatle ve doğayla kurduğu temel bir ilişkidir. Bu ilişki, insanı hayatın tüm alanlarına, dönüştürücü bir özne olarak katmalıdır. Eğitimi, “oyun hamurundan akıllı uslu adamlar ve kadınlar yapma sanatı” olarak icra etmekten vazgeçin. Üretim bandından akıp geçen ve son durumda birbirinin aynısını olmak zorunda kalan “mallar” değiliz. Sadece, yeri ve zamanı geldiğinde vidalarımızı sıkan değil; özgür, yaratıcı ve sahip olduğumuz tüm yetenekleri ortaya çıkaran ve merakımızı yılmadan çoğaltan bir eğitim istiyoruz. Egemenlerin yaratmış olduğu her türden milliyetçi, dinci ve cinsiyetçi eşitsizlikleri çoğaltan bir eğitim sisteminin yıkıcı etkilerine maruz kalmak istemiyoruz. “Özne”si olduğumuz bir eğitim istiyoruz. Rüyalarımızda konuştuğumuz dilde bir eğitim hakkı istiyoruz. Hayallerle gerçeği buluşturduğumuz bir eğitim istiyoruz. Eğitimin her aşamasında, öğrenci katılımını, lüks ve lütuf olmaktan çıkarmalıyız. O zaman bu direniş hattını, meydanlarda, sınıflarda, koridorlarda, kampüslerde öğrencilerin inisiyatifini güçlendirecek biçimde kurmalıyız. Aklın ve yüreğin isyanı insanlık tarih boyunca sokaklarda daha bir anlamlı olmuştur. Kaldırımların altındaki kumsal, denize yakındır. DİKKAT! Üniversiteler güvenli değildir Özgürlükleri, ancak demokratik-özerk üniversite talebiyle yürüttüğümüz mücadelede, kendi ellerimizle kazanacağız. Hayyam Toprak YÖK, geçtiğimiz günlerde, “Üniversitelerde Güvenlik ve Özgürlük Talimatnamesi” adı altında bir “ferman” yayınladı. Bu fermana göre, polislerin, üniversitelerde “güvenliği” sağlamak amacıyla bulundurulmaları yasallaşmış olacak ve üniversite kampüslerinde, polislere ait özel mekânlar kurulacakmış. Oysa biliyoruz ki, 12 Eylül sonrası resmi ve sivil polisler hiçbir zaman üniversitelerden çıkmadılar. Kimi sivil polislerin, LYS (önceki ÖSS) kontenjanlarından, istihbarat toplamak amacıyla üniversitelere girdiğini, çevik kuvvetin ve jandarmanın herhangi bir gösteri ve etkinlik sonrası doğrudan müdahale ettiğini, birçok üniversitede onlara tahsis edilmiş yerler olduğunu biliyoruz. Devletin kolluk güçlerinin, Demok- les’in kılıcını her daim tepemizde hissettirdiği bir kampüs ortamının “güvenlik” ve “özgürlük” getireceğine inanmak kadar gülünç ne olabilir ki, yaşanan bunca örnekten sonra… Muğla Üniversitesi’nde, Şerzan Kurt’u sırf Kürt olduğu için sokak ortasında öldürenlerin, Mersin Üniversitesi’nde öğrencilere silah çekenlerin, gerici-faşist güruhlarla birlikte Yıldız Teknik Üniversitesi’nde afiş asan öğrencilere saldıranların, bugün yaşanılan ve geçmişte yaşanmış onca olayın birinci dereceden faili olanların, üniversitelerde “güvenli ortam” inşa edeceğine kampüslere “özgürlük” taşıyacağına kim inanır. Evet, üniversiteler “güvenli” değil ama kimin için güvenli değil? Üniversiteleri bir işletme olarak gören para babaları için, düşünmeyen, sorgulamayan, üretmeyen zihinler ve bedenler yetiştirmeye çalışan resmi ideolojinin aygıtları için; gerici, ırkçı zihniyetler için, hiç güvenli değildir. Üniversitelere “özgürlük” getireceklermiş. Verimlilik ilkesine göre düzenlenmiş, olaylara müdahalede yalnızca zamandan tasarruf (yerinde ve zamanında müdahale ederek) sağlamayı hedefleyen, serbest piyasa zihniyetli YÖK’ün bu fermanı: üniversitelere kan ve gözyaşından, baskı ve çatışmadan başka hiçbir şey getirmez. Buradan, düşünen, sorgulayan üreten insanlar yerine, bir korku imparatorluğu içine hapsedilmiş itaatkâr bireyler ortaya çıkar; burada, özgür bilim ve akademiden söz edemeyiz. Bu ferman, “özgürlükler” kılıfıyla faşizmin görünür kılınmasını engelleyeceğini sanmaktadır. Biz, hiçbir gerici-baskıcı kurumun bize “özgürlükler” sunamayacağını biliyoruz. Özgürlükleri, ancak demokratiközerk üniversite talebiyle yürüttüğümüz mücadelede, kendi ellerimizle kazanacağız. Faşizm, kara bir bulut gibi kampüslerin semalarında dolaşmaktadır. 38 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Uluslararası Yeni NATO füze kalkanıyla sahneye çıkarken Lizbon zirvesinde Türkiye’yi temsil eden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, füze kalkanı projesine dahil olarak eksen tartışmasını bitirdik dedi Lizbon zirvesinde füze kalkanına evet dememek sınavda çakmak anlamına gelecekti. AKP, İran’ın adını açıkça zikretmemekle yetinip Batı ile güven tazelemeye oynadı. Abdullah Karabulut Artık hem fiilen ve hem resmen yeni bir NATO var. 19 Kasım’da, Portekiz’in başkenti Lizbon’da toplanan NATO zirvesi, aldığı kararlar ve kabul ettiği yeni strateji belgesiyle, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünü takiben uç vermeye başlayan bir eğilimi ve yönelimi mantıki sonuçlarına vardırdı, pekiştirdi. Bir geçiş döneminin nispeten kaçınılmaz ikircikliklerini geride bırakan bir çerçeveye büründürdü. Pek çok iması olan derin ve adeta süreğen bir iktisadi bunalım koşullarında, NATO’nun yeni hüviyetini onayladı. Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren füze kalkanı konusunun gölgesinde kaldığı için, önce bu yeni hüviyetin altını çizmek ve kalkanı da bu çerçevede ele almak en doğrusu. Küresel NATO Onaylanan strateji belgesinin de teyit ettiği gibi, şimdi karşımızda bölgesel, kıtasal veya iki kıta arası bir ittifak olmaktan çıkan; Bosna, Kosova ve Afganistan müdahalelerinin zaten açmış bulunduğu yoldan ilerleyerek bütün dünyayı ilgi ve çıkar alanı kabul eden yeni bir NATO tecessüm ediyor. Tabii ki, bu küresel NATO’nun, dünya ölçeğinde faaliyet gösterirken, kendisini üyeleriyle sınırlaması, çeşitli müttefik ilişkileri kurmaması düşünülemez. Japonya, Avustralya, Güney Kore, Yeni Zelanda, İsrail, Körfez ülkeleri ve Tayvan bu müttefiklerin ilk akla gelen ve birinci halkasında yer alan ülkeler. Batının üstünlüğüne meydan okuyan her ülke ve gelişme karşısında konumlanmak, bu üstünlüğü sorgulayan gerçek ve olası tehditleri bertaraf etmek ve Batının halen elde tuttuğu belli başlı üstünlüklerin yitirilmesine izin vermemek bu yeni NATO’nun güdücü dürtüsüdür. Dünya polisliği Lizbon’da kabul edilen yeni stratejisi belgesi NATO’yu klasik bir devletlerarası ittifakın çok ötesine taşan, askeri olduğu kadar, siyasi, iktisadi, kültürel ve toplumsal sorunlarla da iştigal eden çok yönlü bir örgüte dönüştürmeyi hedefliyor. Yasadışı göç hareketlerinden, uyuşturucu kaçakçılığından, çeşitli türden korsanlıklardan ve siber saldırılardan tutun da terörizme, enerji güvenliğine, uluslar arası ticaret yollarının açık tutulmasına, iklim değişikliğine ve kaynaklara erişime kadar uzanan çok geniş bir yelpaze, yeni NATO’nun görev sahası olarak belirleniyor. Adını koymak gerekirse, bu aynı zamanda dünya polisliğine soyunmak veya askeri faaliyetle polisiye faaliyet arasındaki geçişkenliği tarih- te görülmemiş ölçüde arttırmaktır. Yeni NATO’yu yalnızca devletlerarası ilişki ve çelişkiler düzleminde kalan bir değerlendirmeye tabi tutmak, işte bu yüzden yanlış. Zira çeşitli türden toplumsal tehdit algılarının yanı sıra kapitalizmin bekasıyla ilgili endişeler de strateji belgesini biçimlendiren çok önemli etkenler arasında yer alıyor. Rusya: Çelişkili işbirliği Yeni strateji belgesi, Rusya’yı bir tehdit veya düşman gibi karşısına almak yerine, barış, güvenlik ve istikrar ortamının tesisi için bir dizi konuda işbirliği yapılacak bir ülke olarak görüyor ve NATO-Rusya Ortaklık Konseyini bunun mekanizması olarak zikrediyor. Rusya Devlet Başkanı Medviyedev’in Lizbon’a davet edilmesinin ve Almanya Başbakanı Merkel’in “soğuk savaş nihayet tamamen bitti” demesinin nedeni Rusya ile oluşan bu işbirliği iklimi. Radikal İslam’a karşı ortak mücadele, Afganistan, istihbarat ve EKMEK & ÖZGÜRLÜK 39 uydu verileri paylaşımı, nükleer kaçakçılık, uyuşturucu kaçakçılığı, korsanlarla mücadele ve enerji tedarik güvenliği Rusya ile işbirliğinin en önemli başlıkları olarak öne çıkıyor. Ancak, bu durum, Rusya/Batı çelişkilerinin artık tarihte kaldığı, Rusya’nın Batı ittifakına geri dönüşsüz bir biçimde içerilme yolunun nihayet açıldığı anlamına gelmiyor. Şimdiki haliyle bu işbirliğini, tarafların karşılıklı mahkûmiyetlerinin bir ürünü, derinleşen Rus-Alman ilişkilerinin NATO’ya bir yansısı, ABD ve Rusya’nın zamana oynama ihtiyaçlarının bir türevi ve Afganistan’daki nazik durumun bir dayatması olarak okumak daha doğru. Unutulmamalıdır ki, daha birkaç yıl öncesine kadar, ABD füze kalkanını Rusya’ya karşı konuşlandırmak için didinip duruyordu. Rusya’nın karşı hamleleri ve ABD’deki yönetim değişikliği nedeniyle bu çabaların şimdilik askıya alınması çelişkilerin temelli giderildiğini ve şimdi karar kılınan kalkanın icabında Rusya’yı da kapsamayacağının garanti etmiyor. Kedi ve Çin… Gül, Erdoğan ve Davutoğlu, İran’ın adının strateji belgesinde açıkça anılmamasını Türkiye’nin bir başarısı ve artan ağırlığının bir ifadesi olarak takdim ettiler. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin “bizde kediye kedi derler” sözleri bu temelsiz böbürlenmeye biraz gölge düşürmüş olsa da, NATO zirvesinin ve benimsenen strateji belgesinin asıl dikkat çekici yönü bu değil. Zira adı açıkça geçsin veya geçmesin, perde gerisi pazarlıklarda ciddi bir İran tartışmasının yaşandığı, füze kalkanı kararında bir İran kastının da bulunduğu aşikâr. Asıl tuhaflık, dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelen ve önlenemez yükselişini sürdüren Çin konusunda, dünya polisliğine soyunan bir örgütün belgelerinde ve tartışma platformlarında tam bir suskunluğun hüküm sürmesi. Örtük veya belirtik biçimde, dost, düşman, müttefik, tehdit veya işbirliği yapılacak ülke olarak Çin’den hiç söz edilmemesi. Bu anlamlı ve netameli suskunluk bir tek şeye delalet eder: NA- TO’nun “bilinçaltı”, Batının son dört-beş yüzyıllık üstünlüğüne sahici, güncel ve nasıl baş edileceği şimdilik bilinmez meydan okuyuşun Çin’den geldiği kaygısıyla yüklü olmakla birlikte, türlü saiklerle bu kaygı bilince ve aleniyete tercüme edilmiyor ama Çin tehdidi Batının müşterek, zımni ve şimdilik açıkça dillendirilmesi sakıncalı bir korkusu olarak telakki ediliyor. Ancak, NATO zeminlerindeki bu suskunluk genelgeçer bir durum değil. Amerikan yönetim çevrelerinde konu çoktan aleniyete döküldü bile. Çevreleme, bölgesel ortaklık veya potansiyel küresel rakip addetme gibi almaşıklar üzerinden süren Çin tartışmasında, ibre gitgide henüz vakit varken çevrelenmesi, sıkboğaz edilmesi, çeşitli ittifaklar ve yalnızlaştırmalarla baskılanması gereken yakın küresel rakip adayı tespitine doğru hızla kayıyor. Rusya’ya göz kırpılması biraz da bu tespit yüzünden. Yıldız savaşlarından kalkana Şüphesiz, füze kalkanı yeni NATO stratejisinin en önemli unsuru. Zira Batının ilk vuruş üstünlüğünü korumayı, nükleer ve kimyasal silahlara sahip rakip veya düşman ülkelerin ellerindeki kartları bir anda düşürmeyi ve mukabil bir saldırıdan korkmaksızın vuruşa açık hale getirmeyi amaçlıyor. Silahlanma yarışının zamanın Sovyetler Birliği’nin kaldıramayacağı bir maliyet ve teknolojik atılımla uzaya sıçratılması girişimlerinin başlangıcı Reagan’ın başkanlık dönemine kadar uzanır. İlkin yıldız savaşları olarak adlandırılan ve düşman ülkenin füzelerini uzaya yerleştirilen lazer toplarıyla havada ve atmosfer dışında vurmayı öngören bu tür bir girişimin biraz fantastik olduğu, teknolojik olarak ABD’nin de boyunu aştığı çok geçmeden anlaşıldı. Bugün füze kalkanı olarak somutlaştırılan proje, bir zamanların yıldız savaşları fantezisinin ayakları yere basan ve teknolojik olarak mümkün bir ikamesidir aslında. Füze kalkanı basitçe ve anlaşılır biçimde şudur: Düşman ülkelerden fırlatılan, nükleer veya kimyasal başlık taşıyan balistik (parabolik bir yörünge çizerek atmosfer dışına çıktıktan sonra hedefe yönelen) füzelerin, uydu, yer konuşlu radar ve yer konuşlu füzesavar füze eşgüdümüyle havada vurulması. Yıldız savaşlarından farklı olarak, ayakları yere basan füze kalkanında, hava sahasında düşman füzesi vurulan ülkenin, füzenin mahiyetine göre nükleer veya kimyasal serpintilere maruz kalması hemen hemen kaçınılmaz. Füze kalkanının radar sistemlerinin Türkiye’de konuşlandırılmasına onay veren AKP hükümetini sorunun bu yanını tamamen hasıraltı etmesi son derece manidar. Biraz daha izahat Genel olarak irdelendiğinde, yeni NATO stratejisinin beş temel saik tarafından biçimlendirildiğini söylemek mümkün: Batının üstünlüğünü muhafaza etmek, buna meydan okuyan Çin’i artık küresel hale getirilmiş askeripolisiye bir ittifakla caydırmak, bu sırada Rusya’yı yedeklemek, uç vermeye başlayan toplumsal tehditleri kapitalist elbirliğiyle göğüslemek ve kapitalist sistemin bekasıyla ilgili sorunlara odaklanmaya başlamak. Ama daha fazla izahat çerçevesinde eklenecekler var: nBu genellik içinde, füze kalkanı şimdilik, ama şimdilik, esas olarak İran’ı hedefliyor ve bu ülkeye yönelik olası bir saldırıyı en az maliyetli hale getirme ve İsrail’i rahatlatma amacı taşıyor. nHakeza, kalkan, özellikle ABD’nin çıkarlarına hizmet edecek biçimde, yeni bir silahlanma yarışını tetikliyor. nHem yeni strateji hem de kalkan, ABD’ye, bütün bir Batıyı kendi etrafına dizme ve elde kalan üstünlüğünü (askeri güç ve askeri teknoloji) hegemonya mücadelesinde bir kaldıraç olarak kullanma fırsatları sunuyor. nFüze kalkanı, ABD ve Batıya kalıcı bir üstünlük sağlayamaz. Rakip veya düşman sayılan ülkelerin eşzamanlı biçimde veya biraz gecikmeli olarak aynı sistemi kurmaları yahut kalkanı delecek teknolojiler geliştirmeleriyle durum eşitlenir ve sahip olunan üstünlükler hükümsüz kalır. Çin ve Rusya bir yana, İran ve Kuzey Kore’nin bile belirli bir vadede bu düzeye sıçraması imkânsız değil. nNATO yeni stratejisini, çelişkileri kızıştıran derin bir iktisadi bunalım koşullarında belirledi. Ekonomi siyaseti değil, son tahlilde siyaset ekonomiyi geriden izlediğine göre, bu stratejinin iktisadi bunalımın seyrinden etkilenmesi neredeyse kaçınılmaz. İktisadi bunalımın çıkarlarını ve tercihlerini farklılaştırdığı bir ABD ve Almanya’nın NATO stratejini uyum içine tatbik etmesi, tabii ki beklenemez. Eksen kaydı derken Lizbon zirvesi ve bu zirvede alınan füze kalkanı kararı, AKP hükümetinin ve onun tez sahibi dışişleri bakanının Türkiye’nin eksenini kaydırmakta olduğuna dair tartışmaları noktalamışa benziyor. Öyle ya, ekseni kayan bir ülkenin hükümeti füze kalkanının radarlarının kendi topraklarına konuşlandırılmasına nasıl evet diyebilir ki?.. Demek ki, bütün o tartışmalar bir tevatürden ve rivayetten ibaretmiş… Oysa yanlış ve abartılı bir biçimde “eksen kayması” olarak ifade edilmiş olsa dahi, söz konusu tartışmanın belirli bir gerçekliği vardı. Lizbon zirvesinin öncesinde de vardı, füze kalkanına rağmen, sonrasında da olacak. Söz konusu tartışmaya vesile olan gerçeklik, Türkiye’nin sistem içindeki -buraya dikkat, sistem içindeki- özerklik alanını yeni-Osmanlıcı bir doğrultuda genişletmek, ABD hâkimiyetinin zayıflamasının doğurduğu boşluklara sızmak istemesidir. Bu gerçeklik yerli yerinde durmaya devam ediyor. Ama AKP hükümetinin Türkiye’nin özerklik marjını haddinden fazla zorladığı ve bunun sistem içinde endişelere yol açtığı bir gerçek. İşte bu yüzden, Lizbon zirvesi ve füze kalkanı AKP’nin karşısına hem bir sınav sorusu hem de bir fırsat olarak çıktı. Füze kalkanına evet dememek sınavda çakmak anlamına gelecekti. Bu yüzden, AKP, İran’ın adını açıkça zikretmemekle yetinip Batı ile güven tazelemeye oynadı. 40 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Uluslararası Avrupa sola mı kayıyor? Peki, sol nedir? Geçtiğimiz yüzyılda yaşanılan başarısız deneyimden sonra, ‘sol’un kapitalizm eleştirisinin inandırıcılığı, yeniyi yapabileceği konusundaki inandırıcılığına daha dolaysız bir şekilde bağlı. Bundan yoksun militan eylemcilik de, kapitalizm çerçevesinde kalmaya mahkum yoksullara yönelik, bu tasarruf paketine muhalefet konusunda fazla umut görünmüyor. Engin Erkiner Küreselleşme olarak da adlandırılan kapitalizmin yeni gelişme aşaması, iletişimin hızlanmasıyla birlikte bilgiye ulaşmanın önemli oranda kolaylaşmasını da içeriyor. “Bilginin demokratikleşmesi” adı da verilen bu süreç, birbiriyle çelişkili bilgilerin birlikte bulunması nedeniyle önemli bir bilgi kirliliğiyle birlikte gerçekleşiyor. Bu durumda, bilginin yorumlanması özel önem kazanıyor. Dünya ölçeğinde geçerli dillerden birisini bilen kişi istediği konuda bilgiye kolayca ulaşabilir, ama asıl önemli olan, bu bilgiden hangi sonuçların çıkarılabileceğidir. Aynı bilgi bir bakış açısından bir yönden yorumlanabilirken, başka bir bakış açısından tersi yönde yorumlanabilir. Örnek olarak bazı Avrupa Birliği (AB) ülkelerindeki mevcut durumu alabiliriz. Fransa Bu ülkede, tersi bir durum var. Emeklilik yaşının yükseltilmesi ve öteki tasarruf önlemlerine karşı, sendikaların ortak çağrısına lise ve üniversite öğrencilerinin bir bölümü de uydu. Gösterilerin ardı arkası kesilmiyor. Hedef, öncelikle emeklilik yasasındaki değişikliğin geri alınmasıdır. Sarkozy yönetimi, büyük bütçe açığını gerekçe göstererek buna karşı çıkıyor ve yaygın direnişi polisiye eylemlerle bastırmaya çalışıyor. Bu iki ülkede de büyük bütçe açığının ana nedeni, büyük bankaların iflas etmelerinin engellenmesi için satın alınmaları ya da borçlarının ödenmesidir. Bankalara giden para, halktan çıkarılmaya çalışılıyor. Almanya İngiltere 1945’ten bu yana en büyük tasarruf paketi uygulamaya konuluyor. Özellikle, eğitim ve kültür harcamalarıyla sosyal yardımlarda büyük kısıtlamalara gidiliyor. Farklı devlet kurumlarında çalışan yaklaşık yarım milyon kişinin işten çıkarılması planlanıyor. Büyük kısıntı, askeri bütçeye de yansıdı. İngiltere yönetimi nükleer silahların modernleştirilmesinden vazgeçti; önümüzdeki yıllarda değişik ülkelerdeki işgallere de daha az asker ayrılabilecek. Afganistan ve Irak başta olmak üzere ABD’nin yanında önemli bir işgal gücü olarak bulunan Yeşiller Partisi delegeleri 21 Kasım’daki kongrede oy kullanıyor. Koalisyon partilerine destek azalırken Yeşiller ikinci parti durumuna yükseldi İngiltere, “büyük jandarma”yı artık eskisi kadar destekleyemeyecek… Mevcut durumdan bakıldığında, sol bir gazetenin yorumuyla, “İngiliz halkı için kötü olan, başka halklar için iyi bir gelişme…”. İngiltere’de büyük tasar- ruf paketine karşı gösteriler başladı ve bunların, nasıl gelişeceklerini tahmin etmek kolay değil. İngiliz sendikaları, Mart ayında ya da altı ay sonra eyleme geçeceklerini açıkladılar. İngiltere’de sol zayıf, işçi örgütlerinden de özellikle işçilere ve AB’nin sakin ülkelerinden bir tanesi… Resmi rakamlara göre işsizlik azaldı, ekonominin yüzde 4 büyümesi bekleniyor. Almanya, bankacılık sektöründe devletin önemli pay sahibi olması nedeniyle, öteki AB ülkelerine göre görece hafif yaşadığı ekonomik krizden çıkıyor gibi. Bunda, Çin Halk Cumhuriyeti’ne yönelik ihracat patlamasının da önemli yeri bulunuyor. Ülkede öne çıkan sorunları; sosyal yardıma düşük zam yapılması, nükleer santrallerin çalışma sürelerinin uzatılması ve Stuttgart’ta yaşanılanlar oluşturuyor. Eyalet Meclisi ve belediyenin Stuttgart’ın çehresini değiştirecek ve yaklaşık 4 EKMEK & ÖZGÜRLÜK 41 Milyar Avro’ya mal olacak büyük yapım projesine kent halkı karşı çıktı ve polisle çatışma yaşandı. Baktılar olmuyor, projeyi durdurdular; şimdi uzlaşma görüşmeleri yapılıyor. Bu gelişmeler, Sol Parti’ye değil Yeşiller’e yaradı ve oy oranları yüzde 20’nin üzerine çıktı. Neredeyse, SPD’ye yetiştiler. Öteki ülkeler Yunanistan, Avusturya, Belçika, İspanya ve Portekiz’de hükümetlerin benzer gerekçelerle yöneldikleri büyük tasarruf önlemlerine karşı grev, genel grev, protesto yürüyüşü ve işgal eylemleri yaşandı. Bundan sonra da yaşanacak. Bu eylemleri “İsyan dalgası Avrupa’yı sarıyor.” gibi başlıklar altında okuyunca hayret ediyorum. Bu eylemlerin birbirleriyle ilişkili olması söz konusu olmadığı gibi, eylemler içinde öne çıkabilen en “sol güç” de sağcısı ve solcusuyla sendikalar. Davulun sesi uzaktan hoş geliyor ve “Biz yapamadık, onlar yapsın.” psikolojisini de anlamak mümkün. Ama fazla iyimserliğe geçit vermeyen, bir de gerçek durum bulunuyor. Parlamento seçimlerinde Sarkozy’nin partisi kaybedecek, ama kim kazanacak? Farklı isimlere sahip sosyalist partilerden çok, sosyalizmle ilgisi bulunmayan “Sosyalist Parti” kazanacak. Ek olarak “Yeşiller”in de sözü edilebilir. Benzer bir durum Almanya’da var. SPD üyesi Sarrazin’in ırkçı tezlerine rağmen partisinden ihraç edilmemesi üzerine göçmen kökenli Almanlar “Yeşiller”e gidiyorlar. “Sol Parti”, marjinal bir parti de olmamasına rağmen, krizden yararlanamadı ve oy oranı yüzde 10 civarında kaldı. Sorun, pasiflikten değil; halkın büyük kesiminin “sol”a inanmamasından ve güvenmemesinden kaynaklanıyor. Benzer bir durum, öteki AB ülkelerinde de görülecektir. Militan protesto eylemlerinin sola getirisi, kısa vadede fazla olmayacak. Krizin faturasının emekçilere yüklenmek istenmesine karşı yapılanlar doğru ancak sadece bu doğruluktan hareketle büyük umutlara kapılmamak ge- rekir. Sol’a yönelmek nedir? Neyin sol olduğu, içinde bulunulan ülkeye göre değişiyor. Örneğin, bir ülkede genel grev yapıldığı zaman, böyle bir eylemin hiçbir zaman yapılmamış olduğu, Türkiye gibi ülkelerden bakıldığında, işçilerin ve emekçilerin solculaştıkları gibi bir düşünce ortaya çıkıyor. AB ülkelerinde ise, genel grev ya da ülke ekonomisini etkileyecek düzeyde yaygın grevlerle, işçilerin ve emekçilerin sola yönelmesi arasında doğrudan bağ bulunmuyor. Fransa’nın gördüğü en sağcı devlet başkanlarından birisi olan Sarkozy bile, “Grev bir haktır ama rafinerilerin çıkışını bloke edemezsiniz.” diyor. Grev hakkına kimse dokunamaz ve grev ya da genel grev yapanların sola yöneldikleri de söylenemez. Örneğin, bizde nükleer santral yapımının engellenmesi için halkın seferber olması “sol”un başarı hanesine yazılabilecek bir eylem iken, Almanya’da nükleer santrallerin kapatılmasının geciktirilmesinin protesto edilmesi ya da Stuttgart’ta büyük bir inşaat projesi için çok sayıda ağacın kesilmesine engel olunması “sol”un başarısı sayılmaz. “Yeşiller” en kazançlı çıkan parti olur. O “Yeşiller” ki, yıllar önce, “Sağ ve sol artık geride kaldı.” demişlerdi. “Sol”, bir değerler bütünüdür. Herkese insanca yaşam ve gelecek güvencesinin yanı sıra, demokratik örgütlenme, cinslerin eşitliği, doğanın korunması, ırkçılık ve savaş karşıtı olmayı da içerir. Bundan –diyelim- elli yıl önce, ekonomik hak arama mücadelesi üzerinden “sol”a yönelmek ağır basardı. Sonraki yıllarda, diğer faktörler de etkilerini ar- tırdılar. Batı ülkelerindeki 68’de değişen faktörler dengesi, ilk kez açık olarak görülebildi. Sosyal adaletsizliklerin eleştirilmesi, çevre sorununa dikkat çekilmesi, ırkçılığa karşı çıkılması, cinslerin her alanda eşitliğinin savunulması ile kapitalizm eleştirisi yıllardan beri bir arada ele alınıyor. Kapitalizmi aşma hedefiyle karakterize olan “sol”un, eleştirmenin yanı sıra bir de yeniyi yapabilme işlevi vardır. Geçtiğimiz yüzyılda yaşanılan başarısız deneyimden sonra, “sol”un kapitalizm eleştirisinin inandırıcılığı, yeniyi yapabileceği konusundaki inandırıcılığına daha dolaysız bir şekilde bağlı. Bu inandırıcılık olmayınca, militan eylemlerle yapılan kapitalizm eleştirisi de, kapitalizm çerçevesinde kalıyor.. AB ülkelerindeki kriz ve göçmenler AB ülkelerinde bütçe açığının kapatılması gerekçe göstererek uygulanmaya çalışılan tasarruf önlemleri, şu veya bu oranda sosyal hakların kısıtlanmasını içerir. Bu kısıtlamanın önemli bölümü, göçmenlere yöneliktir ve her tasarruf paketi göçmenlerin durumuyla birlikte tartışılır. Güncel örnekler arasında, en aşırısı Fransa’da görülüyor ve Sarkozy yönetimi yıllardan beri süren geleneği daha ileriye götürüyor, tasarruf önlemleri ve göçmenlerle ilgili yasaların sertleştirilmesi. Benzer bir durum İngiltere, Hollanda, Avusturya ve Almanya’da da vardır. Bu uygulamanın bir açıklaması, burjuvazinin halkın dikkatini tasarruf önlemlerinden göçmenlere yöneltmeye çalışmasıdır. “Göçmenlerin sınır dışı edilmesi, yerliye daha fazla iş demektir.” gibi gerek- çeler yıllardan beri kullanılıyor. Bu açıklama doğru olmakla birlikte gerçeği yeterince ifade etmez. Sosyal yardımların daraltılmasında öncelikle göçmenleri etkilemesinin ve bütçe açığının kapatılması gerekçe gösterildiğinde sürekli olarak göçmenlerin söz konusu edilmesinin başka bir nedeni daha vardır: AB ülkelerinde, sosyal yardım alan göçmen sayısı oldukça fazladır. Sayı, ülkelere göre değişmekle birlikte İngiltere, Fransa ve Almanya gibi AB’nin büyük ülkelerinde çok sayıda göçmen ya tümüyle sosyal yardımla geçiniyor ya da kısmen bu yardımdan yararlanıyor. AB hükümetleri öncelikle ülkeye AB ülkeleri dışından olabildiğince az kişinin gelmesi için önlem alıyorlar. Bu önlemi, ilk olarak Almanya almıştı, onu Hollanda, Fransa ve şimdi de İngiltere izliyor. Ülkeye, aile bileşimi ya da başka nedenle kalmak üzere gelenler, dil bilmek zorundalar. Vize alabilmek için, öncelikle “dil sınavı başarı belgesi” aranıyor. Ek olarak, özellikle herhangi bir eğitimi bulunmayan ve iş bulması da neredeyse imkânsız olan genç göçmenler için sosyal yardımı kısıtlama önlemleri düşünülüyor. Eskiden bu insanların sınır dışı edilmesi düşünülürdü, ama zamanla çok sayıda göçmen için bunun mümkün olmadığı anlaşıldı. Şimdi, bunun yerine hayatı olabildiğince yaşanmaz hale getirmenin yolları aranıyor. Özellikle, Almanya’daki Türkiyeli göçmenlerin içler acısı eğitim durumu, yeni bir olgu değil; zorlama önlemlerle dü- 42 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Uluslararası Fransa: Liselilerin emeklilerle dayanışması! Gençler, globalleşmeyi bir fırsat değil, tehdit olarak algılıyorlar. Son mali kriz de, anti-kapitalist duyarlıklarını arttırdı. Emeklilerin eylemlerinde yer almalarını bu nedene de bağlayabiliriz Siyasi parti ve hareketlere katılanlar nispeten yüksek eğitimli ailelerden, radikalizme kayanlar banliyölerden geliyor Selami Şakiroğlu Fransa’da emeklilik yasa tasarısına karşı bir ay süren eylemlere liselilerin de katılması hem bir sürprizdi, hem de muhalefet hareketinin radikalleşmesinin sembolü. Ne işleri vardı liselilerin - gençlerin emeklilik yasasıyla? Neydi, geçleri sokağa inmeye iten nedenler? Bir hafta öncesinden tatile çıkma isteği mi (Okullar 22 Ekim Cuma günü, 15 günlük tatile giriyor.) yoksa var olan sıkıntıların bu olay aracılığıyla dışa vurulması mı? Kuşkusuz her ikisi de. Tatile erken çıkmaktan, son bir haftayı şenlikli geçirmekten, kendini aramaya, geleceğini aramaya kadar bir dizi etkeni gözönüne almamız gerekiyor. Liseliler ne istiyorlar veya gençler ne istiyorlar? Bu soruları yanıtlamak kolay değil. Ama bu tartışma bir süredir var ve son olayla birlikte yeniden su yüzüne çıktı. Hangi sosyal, politik ve ekonomik ortamda yaşıyor bu geçler ve nasıl tepki veriyorlar? Politik eğilimleri nasıl oluşuyor veya oluşmuyor ; nasıl değişiyor, gelişiyor? Bu sorulara, son gelişmelerle birlikte değinmeye çalışacağım.(*) Emeklilik reformu, gençleri harekete geçirmeye yeter mi? Son yıllarda görülen gençlik eylemleri, genellikle, onları doğrudan ilgilendiren sorunlardan kaynaklanıyordu. Sadece gençlere yönelik yeni işsözleşmesi yasa tasarısı, tam bir isyana neden olmuş, yasa tasarısı meclisten geçip uygulamaya girmesine rağmen, tepkiler karşısında önce askıya alınıp sonra iptal edilmişti. 2005 yılındaki banliyö gençlerinin ayaklanması ise «toplum dışına itilme ve toplum tarafından kabullenilmeme» duygusunun dışa vurulmasıydı. Emeklilik bütün bunların çok uzağında. Buna rağmen Fransa’da çok yaygın olan bir inancı da gözardı etmemek gerekiyor : “Yaşlılar daha uzun süre çalışırlarsa, bizlere yer açılmaz”. Ekonomik olarak bu inanç kanıtlanabilmiş değil ama insanlar buna inanıyorlar. Bu düşüncenin ardında, iş bulamamak korkusunun yattığını söyleyebiliriz. Fransa’da gençler arasındaki işsizlik oranı çok yüksek. yüzde 15 ile 20 arasında değişiyor. Ama 50 ve üstü yaş gruplarında da işsizlik oranı çok yüksek. 50 yaşında işsiz kalmak neredeyse bir daha iş bulamamak anlamına geliyor. Bu rakamları, Almanya ile karşılaştırırsak başka bir tabloyla karşılaşıyoruz. Almanya’da gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde 10 iken, 50 ve üstündeki yaş gruplarının iş hayatında kalma oranı Fransa’ya göre çok da yüksek. Anglosakson ülkelerde ise 60 yaşında bir kadının uçaklarda aktif hosteslik yapması hiç de yadırganır bir durum değil. Bu, ayrıca kültürel bir konu. Eğitimde elitizm ve globalleşen iş hayatı Eğitim sistemi, sosyal sınıflandırma ve ileride işe girmede hiyerarşik bir seçim aracı olarak işlev görüyor. En iyilerin iyi işlere seçilmesi ve diğerlerinin de ayak işlerine yönlendirilmesinin önünü açıyor. Yılda 700 bin öğrenci meslek liselerine gönderilirken geleceğin yöneticisi yetiştirecek, iyi meslek sahibi olunabilecek okullara sadece 70 bin kişi girebiliyor. Yani, gençlerde “elenme” korkusu var. İş hayatında da işler daha iyi değil. Bir gencin süresiz sözleşme imzalaması için neredeyse 30 yaşına gelmesi gerekiyor. Başlangıçta kısa süreli, ikişer üçer aylık sözleşmelerle, yıllar- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 43 Uluslararası ca çalıştırılıyorlar. Buna, bir de konut sorunu eklenince gelecek korkusu kendini göstermeye başlıyor. Globalleşme, Fransızları, diğer ülkelere göre daha çok korkutuyor. Gençler, globalleşmeyi bir fırsat değil, tehdit olarak algılıyorlar. Son mali kriz de, gençlerde anti-kapitalist duyguları arttırdı. Son eylemde yer almalarını bu nedene de bağlayabiliriz. Gençlerin radikalleşmesi Her dokuz yılda bir tekrarlanan ve en son 2008 yılında gerçekleştirilen “Avrupa değerleri” anketinin sonuçlarına göre geçlerin politizasyonunda ve radikalleşmesinde bir artış görülüyor. 1999’da gençlerin yüzde 7’si “aşırı sol”da yer alırken, bugün bu oran yüzde 13. Ama politikleşme ile radikalleşme ayrı ayrı kesimlerde görülüyor. Politikleşme (siyasi partilere katılma, oy verme v.b.) daha çok eğitimli kesimde gözlenirken, radikalleşen kesimin eğitim düzeyi düşük. Bu iki gençlik, nasıl birbiriyle karşılaşır ve kaynaşır bilinmez. Başlangıçta, harekete katılan gençler, eğitimden kopmuş, işsizlikle boğuşan veya küçük işlerle yaşamaya çalışan banliyö gençleri değil ; daha çok eğitimli kesimden geliyordu. Giderek ikinci kesimin devreye girdiği gözleniyor. 2005‘teki gibi kendilerini şiddet kullanarak ifade edebilirler. Bunun için küçük bir kıvılcım yetirli olabilir. Bir hareket bu boyutlara ulaştıysa, manipule ediliyorlar tezini desteklemek pek mümkün değil. Ama kör olmamak da lazım. Gençlik içinde politik hedefleri olan sol örgütler var. Bunun yanında, internet ve sosyal ağlar gençlik hareketine yeni bir ivme kazandırıyor. Gençlik Hareketi, bu yanıyla bir “şenlik”i çağrıştırıyor ; hareket kendi içinde büyük bir piknik. Birlikte olmak ve ortak bir heyecanı paylaşmak. Bu yeni yetme, gençlik kültürünün bir parçası. 68 bunun neresinde ? Bu hareket 68‘den çok uzakta. Birincisinde toplumu kökünden değiştirme isteği söz konusuydu. Nesiller arası çatışma çok güçlüydü, özellikle ahlaki değerler konusunda. Bugün ise geçler yaşlıların emeklilikleri için yürüyorlar. Sürrealist bir görüntü. * Bu izlenimlerimi hazırlarken geniş ölçüde ‘Le Monde ve Liberation’ gazetesinde yer alan makaleleri kullandım. Özelllikle de, «Fransızlar korkmakta haklılar mı?» kitabının yazarı, gençlik uzmanı sosyolog ‘Olivier Galland’ın ‘Liberation’da yer alan söyleşisinden fazlaca yararlandım. Brezilya: Dilma İşçi Partisi’ni üçüncü döneme taşıdı Yeni başkan Dilma ve eski başkan Lula geçtiğimiz ay Kore’deki G-20 toplantısına birlikte katıldılar Washington D. C.’deki Ekonomi ve Politika Araştırmaları Merkezi’nin eşbaşkanı Mark Weisbrot, Brezilya seçimlerini üçüncü kez kazanan İşçi Partisi iktidarını emekçilerin ekonomik kazanımları açısından yorumluyor Brezilya’da seçimler, tıpkı Amerikalı komedyenler Jon Stewart ile Stephen Colbert’in önayak olduğu ve yüz binlerce insanı Cumartesi günü Washington DC caddelerine döken mitingde söylendiği gibi geçti: “Aklı selime yeniden kavuş” ya da “Korkuyu yaşatmaya devam et”. İktidardaki İşçi Partisi’nin (PT) adayı Dilma Rousseff, ikinci turda muhalefetteki Sosyal Demokratlar’ın (PSDB) adayı José Serra’yı yüzde 56’ya 44 gibi açık bir farkla geçerek zafere ulaştı. Tarafların karşılıklı olarak bir- birini yolsuzluk ve görevini kötüye kullanmakla suçladığı acımasız ve çirkin bir kampanya yaşandı; o kadar ki sonunda Serra’nın karısı Dilma’ya “bebek katili” bile dedi. Serra’nın kampanyasına destek vermek için seferber olan dini gruplar ve liderler, Dilma’yı kürtajı yasallaştırılmasını istemekle, dini sembolleri yasaklamakla, Hıristiyanlığa karşı olmakla, 1960’ların sonunda hüküm süren askeri diktatörlük sırasında direniş hareketine katılmış olduğu için “terörist” olmakla suçladılar. Tüm kampanya, dinci sağın yükseldiği 1980’lerde Cumhuriyetçilerin yürüttüğü “çamur at, izi kalsın” politikasıyla son yılların “bir yerlerde saklanmış kitle imha silahları var” çılgınlığını andırıyordu. Sağın ürkütücü muhalefeti Serra, muhaliflerinden birinin kendisini “Serra Palin” olarak nitelemesine yol açacak denli muhafazakâr bir dış politika stratejisi yürüttü. Kampanyası, Brezilya’nın çoğu komşusundan uzaklaşmasına yol açacak denli göz korkutucuydu; Bolivya hüküme- 4 44 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Uluslararası 4tini uyuşturucu ticaretinde “suç ortağı” olmakla, Venezüella’yı ise Kolombiya’daki FARC gerillalarına “hamilik” yapmakla suçladı. Lula’ya, çoğu Güney Amerika ülkesinin yaptığı gibi Honduras hükümetini tanımayı reddettiği için saldırdı. Honduras’ta hükümet, geçen yıl gerçekleşen bir askeri darbenin ardından, insan hakları ihlali ve sansür koşullarında gerçekleştiği için ABD ile bir avuç sağcı müttefiki dışında kimsenin “özgür ve adil” bulmadığı bir seçimle işbaşına gelmişti. İşçilerin aklı selimi Fakat sonunda, seçmenlerin Lula yıllarında yaşanan kayda değer iyileşmeler konusunda ikna olduklarını kanıtlayacak şekilde aklı selim korkuya galip geldi. Bir iktisatçı olan Serra’nın, Brezilyalıların büyük bir kısmının hayatlarını etkileyen ekonomik meseleleri gündem dışında tutmanı bir yolunu aramış olması belki de şaşırtıcı değil. Lula’nın iktidarda olduğu yıllarda ekonomi, Serra’nın partisinin ülkeyi yönettiği sekiz yıldan çok daha iyi bir performans gösterdi: Kişi başına düşen gelir, 1994-2002 yılları arasında sadece yüzde 3,5 artmışken, 20022010 döneminde yüzde 23 arttı. Belki daha da önemlisi, Lula’nın başkanlığı sırasında enflasyona endeksli asgari ücretin yüzde 65 artışından Brezilyalıların çoğunluğun kayda değer bir kazanç sağlamış olması. Bu, Serra’nın partisinden Fernando Henrique Cardoso’nun sekiz yıllı8k başkanlığı döneminde sağlanan artışın üç katından daha fazla. Asgari ücretteki iyileşme, sadece asgari ücretle geçinenleri değil, gelirleri asgari ücretle ilişkilendirilmiş on milyonlarca çalışanı da etkiledi. Yoksullukla mücadele Bunun yanısıra hükümet yoksul ailelere, çocuklarını okuyla göndermeleri ve aşıların yaptırılması koşuluyla küçük bir nakdi gelir sağlayan Bolsa Familia programını geliştirdi. Yaklaşık 13 milyon aileyi kapsayan program, okur yazarlık oranını artırmada başarı sağladı. 2003’ten bu yana 19 milyonu aşkın aile yoksulluk sınırının üzerine taşındı.Konut edindirmeye yönelik yeni bir teşvik programından da yüz binlerce aile yararlandı; öyle görünüyor ki uygulama, milyonlarcasını kapsayacak şekilde genişleyecek. Serra’nın ABD’li cumhuriyetçilerin damgasını taşıyan kampanya stratejisi ABD’de son kırk yıldır ekseriyetle etkili olmuş olmasına rağmen, başarılı bir ihraç ürünü değildi. Brezilyalı seçmenler karalamalardan çabucak sıkıldılar ve Serra’nın kendileri için, İşçi Partisi’nin yaptığından daha fazla neler yapabileceğini bilmek istediler. Bunu söyleyemeyince oyları kaybetti. Kötü tarafından bakacak olursak, çamur atma üzerine kurulu “Cumhuriyetçi strateji”, Brezilya’nın geleceğine dair bazı hayati konuların kampanyada ele alınmasını engelledi. Ülkede merkez bankasına hâkim olan kaymak tabakasının iktisadi politikalar üzerin- Dilma Roussef kim? Dilma Roussef 1947’de Belo Horizonte’de dünyaya geldi. Gençliğinde askeri diktatörlüğe karşı silahlı direnişe katılmış ve 1970’te yakalandığında bir aya yakın işkence görüp üç yıl hapiste kalmıştı. 2000’de Lula’nın 1979’da kurduğu İşçi Partisi’ne (PT) üye oldu. Dikatatörlüğün yıkılmasından sonra Porto Alegre kentinde yerel yönetim görevlerinde bulundu. 2002’de Lula da Silva'nın seçim zaferinden sonra Federal Hükümet'in enerji bakanlığına atandı. 2006’da Lula’nın ikinci döneminde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri oldu. Güney Afr Komisyonu sır: Sınıfs Geçtiğimiz ay seçimlerin ikinci turunda kazandığı Başkanlık görevini Lula da Silva’dan 1 Ocak 2011’de devralacak. deki etkisi, en az Wall Street’in ABD üzerindeki etkisi kadar güçlü. Lula’nın başkanlığı sırasında bile, dünyadaki en yüksek reel faiz oranının Brezilya’da veriliyor oluşunun bir nedeni de bu. Büyüme performansı, halen öteki BRIC ülkeleriyle (Rusya, Hindistan, Çin) atbaşı gidiyor; ülkedeki potansiyelin yakalanabilmesi için önceki hükümetlerin uyguladığı bazı neoliberal politikaların terk edilmesi gerekecek. Sermaye yetersizliği sürüyor Sermaye oluşumu, Cardoso’nun iktidarda olduğu yıllardan pek farklı değil ve öteki gelişmekte olan ülkelere bakıldığında, göreli olarak düşük. Kamu yatırımları bile, yakın zamanda hızlanmış olmasına rağmen düşük seviyede. Ülkeye, yeni yatırım ve tüketim kalıpları kuran, 50 milyonu kısmı yoksulluk içinde yaşayan Brezilyalı çoğunluğun çıkarına yeni bir kalkınma stratejisi gerekli. Güney Amerika’daki sol hükümetlerin son on yılda kazanmış olduğu emsali görülmemiş bağımsızlık karşısında Bush yönetiminin geliştirdiği “tesirsiz hale getirme” stratejisini, Obama dışişleri bakanlığının ancak kekeleyerek, güç bela sürdürdüğü Batı yarıkürede, seçim muazzam bir etki yarattı. İşçi Partisi’nin yenilgisi onlar için büyük bir zafer olacaktı. İran’la yakınlaşmaya ABD tepkisi Brezilya’daki seçim, dünyanın geri kalanı için de sonuçlara yol açtı. İran’ın nükleer programı etrafında çıkan gerilimi çözmek üzere, Mayıs’ta nükleer yakıt takas programını müzakere masasına getiren Brezilya ve Türkiye, uluslararası diplomasi alanında çığır açtı. ABD Dışişleri Bakanlığı bu girişime muhtemelen, Brezilya’nın bölgede yaptığı Venezüella’daki Chavéz hükümetine verilen güçlü ve tutarlı destek de dahil, her şeyden çok tepki duydu. Serra kampanya sırasında İran anlaşmasına da saldırmıştı. Washington dışındaysa, dünyada seçim sonuçları iyi haber olarak karşılandı. Devlet ve seçkinlerin kendilerini dışladığını düş Tolga Tören Güney Afrika’da hakikat, toplumsal uzlaşmaya yol açsa da bu zoraki uzlaşma, kolonyal geçmişin ve apartheidin yarattığı toplumsal tahribatı ortadan kaldırmaktan çok uzak Kürt siyasi hareketinin sözcüleri, bir süredir Kürt sorununun çözümüne dair Güney Afrika modelinden hareket eden öneriler gündeme getiriyorlar. Bu konudaki son ve en somut öneri ise, Abdullah Öcalan’ın, Güney Afrika modelinden hareketle Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulması önerisi oldu. Önerinin tartışılmaya devam ettiği bir ortamda, Güney Afrika modeli- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 45 ika’da Hakikat unun çözemediği al apartheid şünen yoksulların 2009’da bütün ülkeyi saran protestolarından bir görünüş nin uygulanabilirliğinin hangi koşullar altında geçerli olacağını sormak önemli. Sorunun yanıtı için ise, Güney Afrika’da yaşanan sürecin olumlu ve olumsuz yanlarına göz atmak gerekiyor. Ulusal birlik ve uzlaşma Güney Afrika’da 1994 yılında gerçekleştirilen ilk demokratik seçimlerin ardından, Afrika Ulusal Kongresi (ANC) hükümetinin çıkardığı Ulusal Birlik ve Uzlaşma Yasası (Aralık 1995) ile 1960 – 1994 döneminde işlenmiş politik suçları açığa çıkarmak, affetmek ve zarara uğrayanların zararlarını tazmin etmek amaçlarını güden Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu oluşturulur. Başpiskopos Desmond Tutu başkanlığında çalışacak Komisyon’un daha önceleri Latin Amerika ülkelerinde kurulanlardan önemli bir farkı vardır: Komisyon kapılar ardında değil kamuoyu önünde toplanacaktır; oturum- lar ise, medya kuruluşları tarafından televizyon ve gazetelerde yayınlanacaktır. Kuruluşundan 1998 yılına kadar yaklaşık 7 bin başvuru alan Komisyon, apartheid gibi insanlık dışı bir rejimden demokratik düzene geçişte kuşkusuz önemli roller üstlenir. Apartheid rejiminin bir insanlık suçu olarak tanımlanması ve dönem içerisinde işlenen önemli suçlardan bazılarının açığa çıkarılması bu rollerin başlıcalarıdır. Inkhata Özgürlük Partisi’nin (IFP), Afrika Ulusal Kongresi’ne (ANC) karşı giriştiği saldırılar için Güney Afrika polis gücünden para aldığının, Eski devlet başkanı Botha’nın, 1989 yılında Güney Afrika Kiliseler Konseyi’nin ve ANC’nin gayrı-resmi merkezinin bombalanması için emir verdiğinin öğrenilmesi ise, açığa çıkarılan suçlarından bazılarıdır. Apartheidden demokrasiye barışçıl geçiş Komisyon’un bir başka başarısı da apartheid döneminden yeni döneme barışçıl geçiş konusunda oynadığı roldür. Şöyle ki: Apartheid yönetimi ile ANC arasındaki müzakerelerin başladığı 1990’ların başlarında, Zulu kabilesi milliyetçisi olan ve apartheidin “ayrı gelişme” politikalarını destekleyen bir siyah örgütü olan Inkhata Özgürlük Partisi (IFP) ile ANC arasında önemli çatışmalar yaşanır. Müzakere sürecine ve sürecin sonucunda oluşacak siyahlarla beyazların ortak ülkesine karşı çıkan, siyahların ve beyazların birbirinden ayrı yaşaması gerektiğini savunan IFP ile ANC arasındaki çatışmalar ülkeyi korkunç bir şiddet dalgası ile karşı karşıya bırakır. Çatışmalarda yaklaşık 15 bin sivil hayatını kaybeder. Siyahlar arasında yaşanan bu çatışmanın ülkedeki beyaz nüfusa yansıması ise, apartheidin sona ermesi sonrasında kendilerinin ülkedeki geleceğinin ne olacağı konusundaki belirsizliktir. Komisyon ise, ülkedeki beyaz nüfusun bu tür kaygılarının giderilmesinde ve Inkhatalar ile ANC arasında yaşanan çatışmaların dindirilmesinde önemli bir rol oynar. Fiili af makinesi Ancak, suç dosyası oldukça kabarık olan Güney Afrika Savunma Gücü’nden ve Inkhata Özgürlük Partisi’nden Komisyon’a başvuru sayısı oldukça az olur. Gelen başvuruların çoğunda ise, suçlarını itiraf edenler tüm gerçekleri dile getirmezler. Öte yandan Komisyon’a, faaliyette bulunduğu süre zarfında oldukça sert eleştiriler de gelir. Bu eleştirilerden birisi, unutulmuş acıların insanlara yeniden hatırlatılmasının yarattığı travmaya dairken diğeri ise apartheid döneminde işlenen suçların, politik saiklerle işlendiğinin ispat edilmesi durumunda affedilmesidir. İkinci eleştiriyi yüksek sesle dile getirenler arasında, 1977 yılında apartheid hükümeti tarafından işkencede öldürülen Siyah Bilinç hareketinin efsanevi lideri Steve Biko’nun eşi de yer alır. Bugün de Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun de facto olarak bir af makinesi işlevi gördüğü yönündeki vurgular hiç de az değil. Yeni Güney Afrika’nın hakikati: Sınıfsal apartheid Komisyon’un bir başka özelliği de, ürettiği hakikatlerin ‘yeni’ Güney Afrika’nın ‘yeni’ elitlerinin ihtiyaç duyduğu çerçevede üretilen ‘hakikatler’ olmasıdır. Şöyle ki: Apartheidi bir insanlık suçu olarak kabul eden ve asıl suçlu olarak ülkedeki Hollanda kökenli beyaz azınlığı işaret eden Komisyon, aynı suçlamayı apartheid döneminde ülkeye yatırım yaparak ya da kredi vererek sisteme cansuyu sağlayan ABD ve İngiltere sermayesine ya da uluslar arası finans kuruluşlarına getirmez. Komisyon’un, 1990’lı yıllarla birlikte sermaye ile barışan ve ülkede ırk ayrımcılığına dayalı olmayan bir kapitalizm ve bununla tutarlı olarak yeni bir ulus, “gökkuşağı ulusu”, inşa etme projesine girişen ANC’nin, bu projesinin ilk adımı olarak değerlendirilmesi gerektiğini de belirtelim. Sonuç mu? n Adalet ve Uzlaşma Enstitüsü tarafından 2000 ve 2001 dönemi için açıklanan anket sonuçlarına göre, yüzde 65’i apartheid doğruydu diyen Hollanda kökenli beyazlar. n Hukuki anlamda sona ermiş olan apartheide rağmen, siyah nüfusu büyük bölümünü HIV/AIDS’e, yüzde 40’larda gezen işsizliğe, oldukça derin bir yoksulluğa ve patriyarkal şiddete mahkûm eden “sınıfsal apartheid”. n Ülkede, birbirleri ile zorunluluk halleri dışında herhangi bir sosyal ilişki kurmadan, birbirine değmeden, ama ötekinin varlığına katlanmak zorunda olduğunu bilerek yaşamaya devam eden halk(lar). Sonuç olarak şu söylenebilir: Güney Afrika’da hakikat, toplumsal uzlaşmaya yol açtı belki; ama bu zoraki uzlaşma, kolonyal geçmişin ve apartheidin yarattığı toplumsal tahribatı ortadan kaldırmaktan çok uzak. Görünen o ki, ulusal özgürlük hareketi sınıf hareketi ile yeniden buluşmadıkça öyle olmaya da devam edecek. 46 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Uluslararası Hem Şam’ın şekeri hem Arabın yüzü Sabahın üçüne kadar eski Şam’ın güzel sokaklarında tek başıma emniyetle, huzurla dolaşıp duracağımı, dünyanın tatlı insanlarla dolu olduğunu… bilemezdim Kolunu gösterip Abdullah Öcalan diyor kesiyor gibi yapıyor. Dövmesi var sanıyorum, yanlış anlamışım; kesseler kanım Apo Apo diye akar diyormuş. Dilini anlamasam da eliyle yüzüyle anlatıyor. Yemek yerken uyku uyurken onu düşünüyorum diyor, iki elini yanyana yumruk yapıyor, kelepçe, anladım, yüzünü acıtıyor. Adı İbrahim amca. Karşımda durduk yerde ağlarken, insan, ona bizde “teröristbaşı” diyorlar diyemiyor. Başka bir düzlem var orda, oraya girmek gerekiyor. O başka düzlemde kaldırımda sigara içerken birbirimize itimat etmek mümkün. Sabah, eski bir Suriye başbakanının karısıyla Şam´ın bitpazarında buluşuyoruz. Dükkanları biliyor. Eski başbakanın karısı yeni görünen ya da az giyilmiş bir çift ayakkabı alıyor, pazarlık yapmıyor, oniki dolar. Onbeş kadar dükkanda her şey var, çocukluğumun Ulus´u gibi; ben pek içeri giremiyorum, o kokuyu biliyorum. Bitpazarının avlusunda, tüylü eski oyuncakların, eski ayıların filan satıldığı bir tezgah var, çocukluğumun pembe panteri bile var. Suriye’yi her yerden çok sevmem bundan zaten. Çocukluğumuzun dünyası meğer ölmemiş, burada saklanıyormuş. Etraf, insanların kılıkları, görünüşleri, kalpleri, bakkal dükkanları, otuz kırk sene öncesinin Türkiye’sine benziyor. Şefkat ve insanların kalbi: Şam’da itirazlarıma rağmen otel paramı vermek isteyen arkadaşlarım Huda ve Besam ile, “o benim kardeşim, ondan nasıl para alırım” diyen, üç gün kaldığım otelin sahibi Firaz’ın uzun uzun tartıştıklarını, sonunda Firaz’ın para kabul etmediğini anlatmayınca Suriye hatıraları yarım kalır. Abu Al-Azz Eski Şam’da iftar sonrası hikayeci Abu Şadi’yi dinlemeye gelenlerle dolup taşan al-Nofara kahvesi Elif Köksal 13 Nisan 2009 Şam-ı Şerif. İnternet kafenin duvarında şöyle bir tabela var: 3 saat= 100 sp (iki dolar) 6 saat= 200 sp 10 saat= 300 sp 15 saat= 400 sp Gül, Erdoğan, Öcalan Geceyarısı, bizim Sultan Abdülhamit’in yaptırdığı, yüksek tavanındaki camlar çok eskimiş, egzotik, mükemmel muhallebili kapalı çarşı Suk Hamidiyye’nin önü. Kaldırımda o saatte nargile satan ihtiyar adam, Türkiye deyince, Diyarbakır diyor. Babası ordan gelmiş, yoksa dedesi mi, annesi Mardin’liymiş. Benim de Diyarbakır’lı büyük- büyükdedelerim var. Bildiğim tek Kürtçe kelime, Abdullah Öcalan. Söyler söylemez ellerime yapışıyor, bir yandan yüzünü öbür yana saklıyor, gözünden fışkırıveren yaşları mahcubiyetle siliyor. Nargileye para istemiyor, sahiden istemiyor. Abdullah Gül sayesinde Beyrut’un bir ucundan öbür ucuna gittiğim taksiye para vermedim; Tayyip Erdoğan sayesinde kahveler şefkatler gördüm -Beyrut’ta evinde kahve içtiğimiz kedili teyzenin, hem de göbek atarak, Erdogan Erdogan (yumuşak g yerine kalın g) nakaratlı neşeli bir şarkı söylediğini yazmayı unuttum!. Ama artık bu kadarı fazla geliyor, karşılıklı ısrar ediyoruz, sonunda parayı kabul ediyor. Hepi topu iki dolar zaten, küçük güzel bir nargile. Karşıya geçiyorum, yolda vazgeçip dönüyorum, birer sigara içiyoruz. Çöle gidiyoruz. Yirmi yıldır Şam’da yaşayan arkadaşım Tatyana’yla uzun yollardan neredeyse koşarak dolmuşlara gidiyoruz. Taksiler pahalı değil, üç kişilik dolmuş parasından çok fazla tutmaz sanki, ama Tatyana binmiyor. Arif´le biz yoruluyoruz, yavaş, nolur bari bu dolmuş olmasın, oturacak yer olsun dedikçe, ‘daha ne istiyorsunuz, ayakkabılarınız sağlam, karnınız da tok, daha ne ağlıyorsunuz’ diyor Tatyana, sonradan fark ediyorum ki ciddi. Sovyetler Birliği yıkıldığında otuzbeş yaşındaymış. Başka bir dünyada büyümüş belli. Dolmuşa biner binmez çantasından çıkardığı beyaz tülbenti şapkasının üzerine geçirip kendine çadır yapıyor, meditasyona başlıyor. Kendi dünyası var sahiden. Arada kafayı çıkarıp, Arif, senin dedene niye almadık bugün ayakkabı, filan diyor. Ona kalsa Arif´in Tanzanya’daki akrabalarına bitpazarında iyi, az giyilmiş ayakkabılar var almak lazım. 11 mayıs akşam En sevdiğim lokanta Abu Al-Azz’da çay içi- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 47 yorum, bu sefer ikram. Sahnede semazen dönüyor. Sahne de değil, ortada- üç metre arka çaprazında televizyonda sesi kısılmış Richard Gere’li film oynuyor. Abu Al-Azz’a dışarıdan bakınca bu kadar şahane bir yer olduğunu anlamıyoruz. Sokağa bakan girişi, içerisinde tavandan etler sarkan bir kasap dükkanı vitrini. Kasaba girer gibi giriyoruz; karşı duvardaki fırında ekmekler pişiyor; merdivenlerden üçüncü kata çıkıyoruz. İkinci kat terk edilmiş boş masalar. Üçüncü katta birden, rengarenk, ama Arap kitsch’i renk! renk! ışıklar ve Şam’lı aileler kalabalığı. Akşam ondan sonra semazen var. Saz heyetinin üç dakikalık bir şarkıya girmesiyle semazen de dönmeye başlıyor. Bizim semazenlerden bilmediğimiz hareketlerle ama, fırıl fırıl; mesela iki kolunu birden havaya kaldırıyor yana eğiyor kafayı kültürfizik yaparkenki gibi beline eğiyor yandan... seyretmesi şaşırtmacalı. Şarkı bittiği an, aniden durabiliyor; sonraki şarkıda yine.. Bitince, neşeli bir radyo sanatkarı gibi bir şarkıcı adam gelip sabahın ilk saatlerine kadar bizim meyhane şarkıları gibi şarkılar okuyor, saz heyeti de iyi. Bu arada te- levizyon bir köşede hala açık. Fiks menüde çok miktarda vejetaryen yemekler ve bütün gece oturmak onbeş lira. Dışarda elli kuruşa felafilli dürümle doymak da mümkün Suriye’de. Ağır rüya: sırtımdan bir dişi arslan yakaladı beni bırakmadı. Canım da acımadı, niyeyse korkmadım. Askerler gelip arslanı uyuttular. Ortadoğu rüyalarında asker olur tabii. Ben kalbimi temizlersem Lübnan dağında sedir ormanından Bekaa vadisine inerken bindiğim Dürzi ailenin cipinde teypte Hasan Nasrullah üzerine Hasan Mutlucan tarzı bir şarkı duyup, aaa siz Hizbullahçısınız dediğimde şoförün hemen kasedi değiştirdiğini, hayır bu sadece şarkı, biz Dürziyiz, dediğini, o geçtiğimiz tepede bir sene önce Hizbullah’la Dürzilerin çatıştığını, 37 Hizbullahlı öldüğünü, bunu bana anlatan ihtiyar Dürzi amca Raca Zeyniddin’in dediğine göre sadece iki Dürzi’nin bacaklarından vurulduğunu... söylemeyi unuttum. Ortadoğu’yu hiç aklım almıyor. İnsan ruhunu, hareketlerimizi, karmayı. Türkiye’yi. Geçen hafta öğrendim aklımdan çıkmıyor. Arkadaşımın ağbisi açlık grevinde Korsakov hastalığına yakalanmış. Ortadoğu hem Türkiye hem kalbimizin hali.. Hayalimde bir kitap var adını biliyorum: Ben Kalbimi Temizlersem Ortadoğu’ya Barış Gelecek. 12 mayıs, tren. Trene el sallayan çocuğa el sallamak nafile. Ters oturuyoruz bütün vagon, Şam’dan Ha- lep’e kadar geri geri gidiyoruz. Yanımda gençten bir adam oturuyor bir sarı paket bisküvisi var. Meyve suyu ikramı gelince yanımdaki adam önümdeki masayı açmamı işaret ediyor; şahane yazı masası meğer, meyve suyumu, bardağımı, yanına da yarım sarı paket bisküvi güzelce yerleştiriyor. Kendine kalan yarım pakedin de yarısını öbür yanına dönüp koridorun öbür yanında oturan yolcuya israr ediyor. Kulaklıktan Esengül şarkı söylüyor. Hasretinden kalbim sanki yorulmuştu. Hayatımda ilk defa Esengül ve Mahsun Kırmızıgül dinliyorum Suriye’de. Buralara başka müzik yakışmıyor, Cohen hiç uymuyor. Uyuyorum uyanıyorum, komşum işaret diliyle daha uyu saat dokuzbuçuk diyor. Sonra, beş parmağını açıp elini yanyana bir kaç kere indirerek, kaç çocuk var, diye soruyor. Bir taneye inanası gelmiyor, oğlumun resmini çıkarıyorum, bir tane mi, sade bu mu, diyor galiba. Onun altı çocuğu varmış. Bir takım şehir isimleri sayıyor ve ellerini aynı şekilde yanyana indirerek her birinde beş, altı, yedi çocuktan kısaca bahsediyor. Herhalde kardeşlerinin çocuklarını anlatıyor. Filistinliymiş. Beyrut’ta beş, Latakya’da yedi filan dedikten sonra yalnız, tuhaf bir şey yapıyor: iki elini iki tabanca yapıp ya saydığı kalabalığı yere seriyor ya da asker yetiştiriyoruz demek istiyor, anlamıyorum. İsmi Mahmut. Gece onda Halep’e vardığımızda biletimin arkasına telefon numarasını yazıyor. Benim telefonum olmadığını ve nerede kalacağımı bilmediğimi anlayınca bavulumu alıyor, ama ahlaya uflaya taşıyor, enti otel ene beyt, diyor, sen otele ben eve, başka bir şey söylemiyor. Peşine takılıyorum, taksiye biniyoruz uzun bir yol gidiyoruz. Taksinin parasını bana ödetmiyor, kapısında bütün renklerden ışıklar olan bir lokantanın kapısından giriyoruz üç kat çıkıyoruz, eliyüzü düzgün bir otel, on dolara temiz bir oda gösteriyorlar, Mahmut’a mutlulukla teşekkür ediyorum, gidiyor. Ortadoğu’ya sırtımda bir ağırlık kasvet çuvalıyla gelmiştim bir ay önce. Reyhanlı’dan Şam’a geldiğim gece, önce niyeyse otellerde yer bulamayıp, insansız bir kaldırıma oturup, bu yabancı yerde şimdi ne yapılır bilememekten ağlamamın üzerinden sadece bir ay geçti. Ağlamam bitince kalkıp çatı katında, şehri gören bir oda bulacağımı, o gece Abu Al-Azz’ı da bulacağımı, sonraki günler sabahın üçüne kadar eski Şam’ın güzel sokaklarında tek başıma emniyetle, huzurla dolaşıp duracağımı, dünyanın tatlı insanlarla dolu olduğunu… o kaldırımdaki o ağlama anında bilmedim. Geçen ayki dertler şimdi ağır gelmiyor. Ortadoğu’da kendiminkilerden daha önemli ağırlıklar, güzel şefkatler gördüm- Hanya’yla Konya, içine dalınca galiba bizim dünya. Bizim dünya şifalı bir yer aslında. Amin Malouf’un Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri kitabı Halep şehrine çok yakışıyor. Şam’ın, içinde bir ömür geçmiş taş evleri Besam’la yürürken dükkanının önünde oturan ihtiyara mer-khaba diyor o da “ya ayni” diye cevaplıyor. Gözüm. Şoförlere, garsonlara, yolda bir şey soracağımız yabancılara, “ya muallim” diye hitap ediyorlar! Sahiden. Hocam! Plakçıda dün dörtbuçuk saat geçirdim, Arap aleminin her yanından çok güzel müzikler vardı. Tanesi birbuçuk dolardan korsan cdler. Arto Tunçboyacıyan’ın Turkey Runs From the Table (Türkiye Masadan Kaçıyor) şarkısını sonuna kadar dinledim, gidip kusma isteğiyle ama hepsini. 3:58” miydi. Ağır bir şarkı da değildi ama.. Çocuklar kendi kendilerine büyüyorlar gibi, çocukluğumdaki gibi. Hamidiyye çarşısında iki kadının birinin ittirdiği arabadaki çocuğun balonu patladığında, kadınlar sohbetlerine devam ettiler, çocuğa bakmadılar bile. Dondurma ıs- marlayıp başparmağımla damağını hoplatmamak için kendimi zor tuttum. Apartmanları vaktiyle halbuki başka renk olan taşlardan yapmışlar dörder beşer katlı. Şimdi eskimiş kararmış yüzleri ama bir de şu var ki içlerini düşününce insan hoş yerleşiklik hissediyor, zamanın, o evin içinde geçmiş ömrün hoş yerleşmişliği. Annanemin evi gibidir galiba o evlerin içleri. Öyle evlerde her şeyin yeri bellidir ve kırk yıl yavaş geçer. O yüzleri kararmış taşlardan evlerde kırk yıldır yaşayanlar hep bir şekil yapmışlar: ya balkonu yeşile boyamışlar, ya bir kristal avize asmışlar balkona. Komşu soluk perde germiş tavandan balkon demirine iniyor. Karşı komşu kendisininkini çıplak gri briketle örmüş. Çaprazda kuş kafesi asmışlar. Eski yüzlü, az fakir orta halli, dünyadan kapalı ülke evlerine bakınca kuş yuvaları geliyor insanın aklına-kendilerine kuş gibi yuva yapmışlar gibi. 48 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Eğitim Yeni bir insanlık yolunda Poulo Freire Paulo Freire’ye göre “gerçek eğitimciler için eylemin amacı insanları değil, insanlarla birlikte gerçekliği dönüştürmektir” Bilal Yeşilöz Daha önceki felsefe bahislerinde pek söz konusu olmayan insan türü, Aydınlanma çağının cogito kavramıyla birlikte aklını kullanarak kendini tartışmanın merkezine yerleştirir. Yine de “doğa”yla ve “tanrı”yla ya da “doğa-tanrı”yla olan ilişkisinde kendisine özne misyonu yüklemeyi tam olarak başaramaz. Bazı filozoflar “töz” gibi her şeye kadir bir özne fikri üzerinde tartışmaya başlayınca insanın bu bahislerdeki önemi azalmış, bu özne-nesne tartışması Hegel’ e kadar sürmüştür. Hegel neyin özne olduğu neyin olmadığını bir kenara bırakıp özne-nesne ilişkisi üzerinde durur. “İnsan”, “doğa”, “insandoğa” yerine “insan-doğa-insan” ilişkisini temsil eden kavramı ortaya atar. Bu ilişki kavramı üzerinde şekillenen ve praksis felsefesini öncelleyen “efendi-köle diyalektiği” de Hegel’in önemli buluşudur. Bu felsefede Hegel, kölenin emek sarfettiği için doğayla ilişkiye girdiğini ve kendi bilincine (özbilince) vardığını düşünür. Özbilinç kavramı; irfan ve hikmet geleneğinde “kendini bilme”ye denk düşer, işçi sınıfı içinde de “sınıf bilinci” olarak ifadesini bulur. Eleştirel pedagojinin neferlerinden Paulo Freire(19211997), felsefesini efendi-köle diyalektiğine bir tür hıristiyan hümanizmi katarak kurmuştur. Eleştirel pedagoji ve sınıf mücadelesi Eleştirel pedagoji, yanlış bilinç ve hegemonyaya karşı çıkar ve bu konuda eğitsel çalışmalar yapar. İşçi sınıfının, emeğinin sömürüldüğü gerçeğinin farkına varmasını sağlar; en makul olanın, işçilerin emeğine sahip çıkması gereği olduğunu göstermeye çalışır. Bu bilince sahip insanların mücadele alanları sadece okullar değildir: Hayatın her alanı, emeğin üretildiği her yer bir pedagoji labaratuarıdır. İnsanların güvencesizleştirildiği, mülksüzleştirilip ırgatlaştırıldığı , suyunun bile metalaştığı bir ortamda örgütlenme geleneğinin olmadığını ileri sürmek pek inandırıcı olmayacaktır. Kimse uçurumun kenarında yaşamaktan memnun kalmaz. Emeğin örgütlenmesinin önündeki en büyük engel, emeğin parçalı hale getirilmesidir. Bu konudan ülkemizdeki öğretmenler de muztariptir. Ayşe Buğra’nın editörlüğündeki Sınıftan Sınıfa: Fabrika Dışındaki Çalışma Manzaraları (İletişim yay.) adlı çalışmada, öğretmenler trajedilerini en çıplak haliyle dile getirmektedirler. Ancak ne öğretmenlerin ne de öğretmen sendikalarının bu konudaki mücadeleleri yeterli olmaktadır. Eğitim sektörü eleştirel pedagojinin -organik bağı nedeniyleen önemli mücadele alanı olabilir. Diyalogcu öğretmen Freire kafasındaki “insanlık” modeliyle Hegel’den farklı düşünmez. Ezilenin ya da kölenin önünde daha büyük bir dönüştürücü ve özgürleştirici mücadele alanı olduğunu; efendi-köle ilişkisinde yalnızca kölenin değil efendinin de tutsak olduğu gerçeğini dillendirir. Yukarıda bahsettiğimiz parçalanma nedeniyle, ezilenlerin birbirine otosansür, hatta “yapay şiddet” uygulayabileceğini, bu şiddetin ezilenlerin içine işlemiş olan ezen imgesinden kaynaklandığını ileri sürer. Freire’in “bankacı eğitim” olarak değerlendirdiği mevcut zorunlu eğitimde öğretmen öğrenme sürecinin öznesidir ve öğrenciler de bilgi depolanan kaplardır. Kolayca dolanlar iyi öğrenciler olarak değerlendirilir, dolmaya direnç gösteren öğrenciler ise ‘problemli’ öğrencilerdir.” Bankacı eğitimin karşısına da diyalogcu öğrenmeyi koyar:“Diyalogcu öğretmen bu evreni bir sorunsal olarak tarif eder, çelişkileri sorgular, bunları çeşitli yorumlama düzeyleri gerektiren belli resimler ya da metinler içinde kodlar ve gerçekliği kendi kritik düşüncesini yansıtan ‘idrak edilebilir bir nesne’ haline getirir.” Freire özgürleştirici eğitimin diyaloğa dayalı bu yanını vurgulamak için “öğrenci” ve “öğretmen” gibi geleneksel roller yerine “öğretmen-öğrenci” ve “öğrenci-öğretmenler” gibi terimler kullanmaktadır. Zayıfın önündeki seçenek Eleştirel pedagoji hareketini mercek altına alan kimi eğitimciler, Freire’nin çalışmalarının Marksist-devrimci pedagojinin en önemli kilometre taşı olduğu görüşündedirler. Kuzey Amerikalı akademisyen Peter McLaren, Freire ile Che Guevara’yı karşılaştırarak ikisinin de aynı amaca hizmet ettiğini; bireyleri ve toplumları özgürleştirmeye çalıştığını dile getirir: “Yeni bir insanlık yolu arayan genç insanlar, üzerinde uzun uzun düşünmek, ilham almak ve taklit etmeye çalışmak için Freire ve Che gibi iki örneğe sahipler. Amerika’da gençlik, bağırsakları dışarı çıkarılmış bir kamusal alanla, toplumsal biçim ve ilişki yokluğuyla, tüketim temelli bir ekonominin kırıntı ve döküntüleriyle döşenmiş boş bir kişilik yapısıyla karşı karşıyadır. Che ve Freire’nin kolektif dayanışma örneği vurucu bir alternatif gösterir.” Sınıflı toplum yüzünden insanın insana kulluğu derinleşmiştir, kapitalist üretimle birlikte insanlık doğa üzerinde tahakküm kurarak, artık “töz benim” der gibidir. Fakirler de Sosyal Darvinizm (ezilenin doğal zayıflığı) ve Malthusçuluk (nüfus çok, kaynak az) gibi bilimsel kuramlar bağlamında suçlanıyorlar. Bu durumda zayıf olanın önünde tek bir seçenek kalıyor: güçlerini birleştirmek. Nasıl olsa çoklar… EKMEK & ÖZGÜRLÜK 49 Vicdani Red İnan Suver reddediyor Kürt Özgürlük Hareketinin Kürt gençlerine Vicdani Reddi sivil itaatsizliğe dair önemli bir politik tutum olarak tarif etmesiyle gelişen süreç Türkiye’de vicdani reddi hararetle tartışmamız gereken bir döneme kapı aralıyor Barış Esmer Vicdani retçi İnan Suver dört aydır tutuklu ve işkence görüyor. Suver 2001’de silah altındayken firar etti ve yakalandıktan sonra askeri cezaevinde 7 ay boyunca işkence ve kötü muameleye maruz kaldı. Çıktıktan sonra bir süre Bakırköy Akıl ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi gördü ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’ndan tıbbi destek almaya devam ediyor.. Askerliğin 13. ayında firar eden Suver vicdani ret kavramıyla tanışmış ve 2009’da vicdani reddini açıklamıştı. Suver Ağustos’ta İstanbul, Bayrampaşa’daki evinde yakalama emri olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı. “İzne tecavüz” iddiasıyla yeniden askeri cezaevine koyuldu. Suver Türkiye’deki kimliğini red gerekçeleri arasında özellikle öne çıkaran birisi olarak göze çarpıyor. Suver vicdani ret tutumunu ve Kürtlerin durumunu şöyle açıklıyor: "Maalesef savaşın tarafı olan Kürtler, bir oğlunu dağa, gerillaya gönderirken; diğerini askere göndermiştir. Kürtler bölgede savaş için savaşçı olarak kullanılmıştır. Bu çok acı bir durumdur. Ölen de, öldürülen de Kürtler. Bu durumda Kürt anaları, her iki ihtimalde de ağlıyor. Yani, Kürtler'in anasını hep ağlatıyorlar. Savaş dahi olsa bu kadar alçakça, adice olmamalı. İstatistiklere bakalım kaç albay, binbaşı, yüzbaşı, kaç general öldürülmüştür bu savaşta? Ölenlerin tamamına yakını erlerden İnan Suver oluşuyor. Buna neden dur denemedi? Kimlerin işine gelmedi? Neden böyle bir çalışma yapılmadı? İnsanlar, ‘Savaşın tarafı olmak istemiyorum, kendi kardeşime, kendi halkıma karsı savaşmak istemediğim gibi sana karşı da savaşmayacağım’ diyebilmeliydi" Kürt milletvekilleri Aslında Türkiye’nin vicdani ret tarihine baktığımızda Suver’den çok önce de Kürtlerin vicdani redde ilişkin olumlu bir tavır takındığını görüyoruz. Türkiye’nin ilk olarak Şubat 1989’da tanıştığı vicdani redde ilk politik destek Kürt politikacılardan geldi. Dönemin DEP Siirt milletvekili Zübeyir Aydar 20 Mart 1994’te TBMM’ye bir “vicdani ret yasa tasarısı” verdi. DEP’in kapatılmasının ardından 2008’de meclise yeniden döndüklerinde bu kez DTP Diyarbakır milletvekili Akın Birdal vicdani retçi Mehmet Bal’ın Jandarma karakolunda gördüğü işkence ve kötü muameleyi TBMM kürsüsünden dile getirdi, Kasım 2008’de de vicdani ret hakkının tanınmasına ilişkin kanun teklifini meclise sundu. Son olarak BDP İstanbul milletvekili Sabahat Tuncel vicdani retçi Enver Aydemir’in tutukluluğu süresince maruz kaldığı işkence ve kötü muamele üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yanıtlaması talebiyle bir soru önergesi verdi. BDP Şubat 2010’daki 1. Olağanüstü Kongre’sinde kabul ettiği yeni parti programına “Partimiz vicdanı ret hakkını tanıyacak ve yasal güvenceye kavuşturulması için düzenlemeler yapacaktır.” Maddesinini ekleyerek kararlı bir adım daha attı. Türkiye’de ilk kez bir parti vicdani reddi program ilkesi haline getirdi. Boykotun önemi Sivil itaatsizliği en esaslı biçimde kullanan vicdani redi desteklemenin ve belki de benimsemenin içinden geçtiğimiz dönemde Kürt siyaseti için farklı bir manaya geldiği söylenebilir. Anayasa Referandumunda “Boykot” tutumuyla siyasal bir tavır olarak sivil itaatsizliği örgütleyen Kürt siyaseti Referandumun ardından anadilinde eğitim hakkı için “okul boy- kotuna” gitmiş ve siyasal eylem portföyüne sivil itaatsizliği aldığını açıkça göstermişti. Geçtiğimiz 10 yılda 123 kişinin vicdani reddini açıklamıştı. Kürt Vicdani Ret Hareketi’nden 55 Kürt gencinin katılımıyla birlikte bu sayı bir ay içinde 178’e çıktı. Bugüne kadar vicdani retlerini açıklayanlar arasında pek çok Kürt vardı. Ancak bölgeden gençlerin Kürt kimliğini öne çıkararak vicdani redde yönelişi Yüksekova’dan İslam Baykal’ın 2008’de TBMM İnsan Hakları Komisyonuna bir dilekçeyle yazarak vicdani retçi olduğunu açıklamasıyla başladı: “'Ben fakirim, ben savaşayım' böyle bir adaleti kabul etmiyorum. Ben Kürdüm fakat Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Savaşmak, öldürmek, silah almak istemiyorum. Bundan dolayı barış, özgürlük ve kardeşlik için vicdani ret hakkımı kullanıyorum. Askere gitmeyi reddediyorum.” Baykal’ı izleyen birkaç vicdani ret açıklamasının ardından “Kürt Vicdani Ret İnisiyatifi” kuruldu. Bu yönde ilk kurumsal çıkış olan inisiyatif Savaşların çözüm olmayıp, sorunların daha da derinleşmesine neden olduğunu, militarist çözümleri reddettiklerini ve halkların öz istemlerine dayalı çözümleri savunduğunu açıkladı. Öyle görülüyor ki, Kürtlerin vicdani reddi siyasetin merkezine alarak atacağı adımlar vicdani retçilerin sayısında esaslı bir artışa yol açacak. Buradan hareketle egemen paradigmayla esaslı bir çatışma alanı açılacak. Yıllardır yaşanan bu kirli savaşın ortağı olmamak tavrını “artık çocuklarımızı askere göndermeyeceğiz” diyerek açıkça ortaya koyan BDP Grup Başkanvekili Bengi Yıldız’a KCK’den Duran Kalkan’ın, Kürt gençlerin vicdani retçiliği geliştirebileceğini söylemesi ve Türk Ordusu’nda son yıllarda şüpheli asker ölümlerinde artış yaşandığını belirterek Kürt askerlere firar çağrısında bulunmuş olmasını da eklediğimizde önümüzdeki günlerde vicdani reddin Türkiye’nin gündemindeki ağırlığını ciddi biçimde artıracağını söyleyebiliriz. İnan Suver’in cezaevinden yükselen sesine kulak vermenin önemini bir de bu perspektiften değerlendirmek gerekir. 50 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Tarihimizden Onların Ekimi, bizim Ekimimiz Ekim Devrimi 20. Yüzyılda, sınıfsız toplumun kapısını kapısını araladı. Sonraki yetmiş yıl kapalı kalan o kapı, 21. Yüzyılda açılamazsa, insanlığın yokoluşunun çan seslerine hazırlıklı olmalıyız. Ersen Olgaç “Yaşasın Ekim Devrimi”, “Yaşasın Lenin’in ve Sosyalizmin Anavatanı” sloganlarını insanlık, yıkılışın arifesindeki 70 yıla yakın bir süre, Ekim’in yıldönümlerinde duymayı kanıksamıştı. Nazım Hikmet, Mayakovski’nin Ekim Devrimi’ne ilişkin yazdığı dizeye, şiirle verdiği yanıtta “sen Lenin’i sevdin ama onu anlamadın” der. Aynı şeyi Ekim devrimi için de geçerlidir. Ekim’i ikonlaştıranların ezici bir çoğunluğu, bu devrimin dinamiklerini, devrimin arka planını, devrim ertesindeki gelişmeleri ve en önemlisi Ekim Devrimi’nden bugüne taşınacak politik mirasın özgün içeriğini kavrayamamışlardır. Resmi tarih ve o geleneğin temsilcisi olduklarını iddia edenler, Lenin’in yüzyılın başında kurduğu Bolşevik partisinin devrime kadar olan mücadelesinin retoriğiyle avundukları için, Bolşevik partisinin Ekim’e kadar uzanan değişim ve gelişim sürecini tek boyuta indirgedikleri için, Ekim Devrim’ini anlayamazlar. Nisan Tezleri Öncelikle, Ekim Devrimi’nin zaferi Lenin’in Nisan Tezleri olmadan, tek başına mücadeleyle mümkün değildi. Şubat Devrimi’nin hemen ertesinde Dışarıdan Mektuplar’la başlayan devrimci müdahale, Nisan Tezleri ile zirveye ulaştı. Nisan Tezleri, sadece Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren teorik zemini oluşturmakla kalmadı, aynı zamanda Bolşevizmin tarihinde devrimci dönüşümün bir köşe taşı oldu. Yıllarca ‘İki Taktik’in asgari/azami program anlayışından teorik gıdasını alan Bolşevik partisi önderliği, başta Stalin olmak üzere Nisan Tezleri ile yeni duruma devrimci bir müdahalede bulunan Lenin’e karşı direndiler. Rusya’nın burjuva demokratik devrimi aşamasında olduğunu iddia ederek, Kerenski’nin burjuva Geçici Hükümet’inin desteklenmesi gerektiğini savundular. Lenin birkaç ay içinde bu aşamacı anlayışı yenilgiye uğratmayı başardı. Ekim Devrimi’nin insanlığın sosyalizm yolculuğuna bıraktığı en büyük mirasların başında, iktidarın 1905 öncesi Bolşevik anlayışından farklı olarak, işçilerin ve ezilen yığınların Sovyet ressam Boris Kustodiyev’in yağlıboya tablosu: Bolşevik, 1920 konseylerine devredilmiş olmasıdır. Bolşevizmin 1905 Devrimi öncesinde gündeminde olmayan işçi ve köylü konseyleri diyebileceğimiz Sovyetler deneyimlerinden yola çıkarak kurulan özyönetim organları, işyeri ve yerleşim birimi temelindeki doğrudan demokrasi kurumları, bu devrimin en önemli özellikleriydi. Bu ilkeler etrafında gelişecek olan devrim, parti ile devlet arasına eşitlik işareti konmasını engelleyecekti. Lenin’in ısrarlı olarak İşçi ve Asker Sovyetlerinin, yani örgütlü kitlelerin çoğunluğunu kazanmadan bir devrim macerasına karşı direnmesi, Bolşevik partisinin toplumda küçük bir azınlığı temsil eden gücüyle devleti ele geçirme projesine temelden karşı olduğunu açıkça kanıtlar. Lenin’in Ekim Devrimi’nin arifesi diyebileceğimiz 1917’nin ortalarında, hem de arandığı aylarda yazdığı Devlet ve Devrim’de Paris Komünü tipi bir devletin, yani kelimenin tam anlamıyla devlet olmayan ve sönmeye yüz tutmuş bir devletin resmini çizer. Dünyayı Sarsan On Gün Lenin’in Nisan Tezleri ile, eski aşamalı devrim anlayışından kopuşarak sosyalist devrimi perspektifine yönelmesi , Troçki ile de buluşmasını sağladı ve Ekim Devrimi’ne giden süreç bu iki devrimci önderin beraberliği ile perçinlendi. Bu olgular daha sonraları Stalinizm tarafından tahrif edildiğinden, Ekim’in resmi tarihçileri ve ve 3. Enternasyonal takipçilerince bambaşka bir Ekim Devrimi geleneği yaratılmıştır. O sıcak günleri tahrifatsız betimleyen, Lenin’in önsözünü yazdığı ve milyonlarca adet ba- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 51 sılmasını istediği John Reed’in ünlü “Dünyayı Sarsan On Gün”ünün, 1926’dan 1956’ya kadar Sovyetler Birliği’nde basımı yasaklanması bile, tek başına gerçek Ekim’den korkulduğunu kanıtlar. Troçki’nin eşit olmayan ve birleşik gelişme yasasının teorik çerçevesi çizdiği Rus Devrimi Tarihi adlı yapıtıyla birlikte, bu iki yapıt Ekim Devrimi’nin tahrifatsız ve resmi olmayan versiyonunu anlamak isteyenlerin başlıca kaynakları olmuştur. Kronştad: İlk hüsran İnsanlığın ilk kez, sınıfsız ve özgür bir dünya özlemini gerçeğe dönüştürmenin eşiğine yaklaştıran Ekim Devriminin yarattığı coşku, dünyanın siyahlarını, beyazlarını ve sarılarını tek bir hedef için, baskısız, sömürüsüz bir gelecek için, dünya devrimi için Üçüncü Enternasyonal’in sancağı altında toplamaya başladı. Ancak beş kıtada milyonlarca emekçiyi kucaklayan bu devrimci atılım, devrimin ‘ana vatanı’ndaki gelişmelerle, sonunda hüsrana dönüştü. Bu hüsranın ilk köşe taşlarından birisi, 1921’de Kronştad’da yaşananlardır. Resmi Sovyet tarihinin ve takipçileri ve hatta kimi Troçkist örgütler, Kronştad’ın kanla ezilmesini devrim adına savunurlar. Ekim Devrimi’nin üzerinden daha dört yıl geçmeden, Mart 1921’de, Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren, devrimin vaatlerini ve beslenen umutları unutmayan ve devrimin efsanesini yaratan Kronştad’lı denizciler ve Sovyet delegeleri, 15 maddelik bir programı hükümete sunmak girişiminde bulunurlar. Bu insanlar, eşitlik ve gerçek özgürlük istemlerinden, savaşın zorlukları ve Sovyet iktidarının çıkarlarını korumak için, isteksizce geçici olarak vazgeçmişlerdi. Ama artık iç savaş bitmişti ve Ekim Devrimi’nin devrimci ideallerini ve hayallerini yaşatan bu kuşak cephede savaşırken, devlet aygıtının üst konumunda olanlar iktidarlarını pekiştiriyorlardı. Bürokrasi çoktan ürkütücü boyutlara ulaşmış ve devlet aygıtı kariyerist unsurların sızdığı ve güçlendiği tek parti cihazına dönüşmüştü. Lenin’in büyük bir önseziyle, “biz kendi kendimizin Termidor’u olacağız” sözleri, tüm bu gelişmelerin ve daha sonraki Stalinist politik karşı-devrimin veciz bir ifadeyle dile getirilişidir. “Bütün iktidar Sovyetlere” şiarıyla başlayan devrimin, giderek tek parti diktatörlüğüne dönüşmesine karşı Kronştad, Sovyetler için seçimlerin gizli oyla yenilenmesini; işçi ve köylüler için, Sol sosyalist ve anarşist partiler için, sendikalar için ifade özgürlüğünü, ilk ve temel talep olarak ileri südü. Karşı-devrimci bir girişim diye lanetlenen Kronstad isyanına, ön yargısız yaklaşan bir devrimci, 15 maddelik isteklerin içinde tek bir karşı-devrimci talep olmadığını görür. İsteklerin reddedilmesi bir yana, mevcut hükümet, Kronştad’a yöne- lik askeri yığınak yapar ve sonunda patlayan isyan, yüzlerce ölü ve bini aşkın yaralıyla bastırılır. Bürokrasinin intikamı Kronştad isyanından sadece bir yıl sonra, Lenin’in şu trajik sözleri, sanki Kronştad’lı devrimcileri yansıtır gibidir: "Komünist önderlerde ne eksiktir? Kültür. Moskova'yı ele alalım: 4700 komünist önder ve devasa bir bürokrat kitlesi. Kim yönetiyor ve kim yönetiliyor? Komünistlerin yönettiğinin söylenebileceğinden çok kuşkuluyum. Onların yönetildiğini söyleyebilirim. "Devlet cihazımız önemli ölçüde geçmişin bir devamıdır ve herhangi bir ciddi değişikliğe uğramamıştır. Sadece yüzeyde bazı şeylere dokunulmuş, fakat tüm diğer açılardan eski devlet cihazımızın tipik bir kalıntısıdır.... Sanki, söförün istediği yönde değil, başkasının istediği yönde giden bir otomobil gibi, cihaz onu yönetene itaat etmiyor.” Sol muhalefet Devlet ve partiye musallat olan bürokrasi belasını farkeden ve bunu dile getiren Lenin’in, tedbir olarak Merkez Komitesi üye sayısının işçilerle arttırılması ve bir Kontrol Komisyonu kurulması gibi önerilerinin fazla bir önemi ve anlamı olmadı. Bir yandan Lenin’in sağlık durumu büyük engel oluştururken, diğer yandan da bu tehlike artık maddi bir tehdide dönüşmüş ve devlet aygıtına egemen olmuştu. Parti’yi bu tehlikeden korumak için, aralarında Troçki, Rakovski, Muralov, Antonov-Ovseenko, Radek, Piyatakov, Sosnovski, Preobrazhenski'nin de bulunduğu, devrim ve iç savaşın en önde gelenlerinden 46 Bolşevik 1923’de Sol Muhalefet'i kurdu. Bürokrasiye karşı Lenin'in başlattığı ama sürdüremediği mücadeleye, Sol Muhalefet şu istemlerle başladı: nPartide tartışma özgürlüğünün arttırılması; nParti merkezinden alt parti organlarına atamalar yapılmasının durdurulması; nİşçi sınıfının güçlü bir toplumsal etken haline gelmesi ve parti içinde de işçi sayısının artması açısından sanayinin geliştirilmesi. Sol Muhalefetin 1923-24 yenilgisi, Sovyetler Birliği için bir dönüm noktası teşkil eder. Bürokrasinin devlet cihazının yanısıra, partinin de belirleyici organlarına egemenliği tamamlandığı için, son çığlık olarak 1925-27 Birleşik Sol Muhalefet’in yenilgisi de mukadder oldu. Böylece modern bir devrimin, karanlık çağın eski geleneklerine karşı olan uzlaşmazlığının barışla sonuçlanmasının, Batı'daki devrimci gelişme olanakları üzerinde olumsuz bir etkisi oldu. Tek ülkede sosyalizm millyetçiliği Sosyalizme ulaşma azminde olan, ama ka- pitalizm öncesi bir toplumda gerçekleşen devrim, bir çok bakımlardan sosyalizmin kötü bir kopyasına benzeyen bir tür ortaya çıkardı. Buna rağmen, apolitik olarak görünen batılı işçi olayları büyük bir dikkatle izledi ve devrimden sonra Rus halkının çektiği açlık, yokluk ve kıtlıktan haberdardı; halkın uğradığı terör ve baskıyı biliyordu. Ve ne kadar derinliği ve inceliği olmasa da, İngiliz işçisi, Alman işçisi ve hatta Fransız işçisi genellikle şunu merak ediyordu: “Sosyalizm bu mudur? Sosyalizme yüzyıllık bağlılığımızın sonucu böyle mi olacaktı? İşçiler bu soruları sorup duruyorlardı ve beklemeyi tercih ettiler. Lenin Rus Devrimi’nin Batı’da proleter devrimlerine ivme katacağına inanıyor ve hatta Alman devrimi olmadan, ayakta duramayacaklarını söylüyordu. Ama uzun vadede Rus devrimi, Batıdaki devrimi engelleyici bir yapı içine girdi. Tek Ülkede Sosyalizm denen milliyetçi proje, 3. Enternasyonal aracılığıyla, Sovyetler Birliği’nden dünya komünist partilerinin resni ideolojisine dönüştürüldü. Sosyalizmin tek ülkenin sınırları içinde ve hele geri bir ülkede zafere ulaşamayacağı, Rus Bolşeviklerinin ve hatta Menşeviklerin bile baştan beri savundukları o denli açık bir marksist ilkeydi ki, Kautsky, Martov ve Plekhanov’un Bolşeviklerin iktidarı almalarına karşı çıkışlarındaki en büyük gerekçe buradan kaynaklanıyordu. Yetmiş yılllık bir aradan sonra yıkılan, dünyayı kucaklamak için doğan sosyalizm ideali değil, Tek Ülkede Sosyalizm adlı milliyetçi projedir. Bizim Ekimimiz Bu projeyi, Ekim Devrimi’nin yıldönümlerinde, Tek Ülkede Sosyalizm merhumunun naşı önünde resmi ideolojinin yarattığı mitoloji ile avunarak, hüzün ayini yapanların, geçmişte tanklarla, toplarla, apoletlerle, ortaklaşa kutladıkları devrim, bizim Ekim’imiz değildir. Kullandığımız her türlü kavramın ve teorik açıklamanın derin anlama sahip olduğu, özgürlükçü ve devrimci marksist bir geleneğin sahibiyiz. 1917 Devrimi bize sadece devrimin nasıl yapılacağını değil, aynı zamanda nasıl yapılmayacağını da öğreten zengin bir gelenek bırakmıştır. Tek ülkede sosyalizm gibi milliyetçi bir anlayışa sahip olmayan, dünya devrimini merkeze alan, Partinin devletle eşitlenmeyeceği, parti fonksiyonerlerinin ve yöneticilerinin devlet aygıtında görev alamayacağı, kitlelerin toplumun bütün alanlarında bilfiil karar sahibi olduğu, kadının her alanda yaşamın merkezinde bulunduğu, doğaya egemenlik yerine, onunla ahenkli uyum içinde olan çoğulcu bir sosyalizmin savunucuları, ancak Ekim’in mirasına sahip olmaya layıktır. Sosyalizmi insanlık için bir çekim merkezi yapacaksak, geçmişin lanetlerinden ve lanetlilerinden uzak durmak gerek! 52 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Müzik Lenin, Lennon, devrim John Lennon’ın ısrarla savunduğu politik duruşun kökleri onun işçi sınıfının bir ferdi olmasında yatıyor Murat Bjeduğ Lenin ve Beatles’dan George Harrison tarihin onar yıllık dilimlerinde yön/makas değiştirdiğinde fikir birliği içinde görünüyorlar. Lenin makro düzeyde bir saptamada bulunurken George Harrison “her on yılda dünyada Beatles yeniden keşfediliyor yeniden özlemle gündeme geliyor” diyerek mikro düzeyde Lenin’e haklılık kazandırıyor. 1980’de sırtından beş kurşunla evinin önünde vurularak hayatını 40 yaşında yitiren Beatles’ın beyni John Lennon “1970’ler çok sıkıcıydı 80’leri biraz hareketlendirelim” demişti. John Lennon’ın ölümüyle birlikte, öznel bir çıkarsama sayılabilir ama 1968’ler de artık son perdesini kapatıyordu, trajik biçimde. Kapanan perdeyi aralama, yeniden 68’leri yaşa(t)ma girişimleri de komediden ileri gitmedi. Lennon öldü, 68 bitti; söz anlamını nasıl kavrayacak ona bakacağız. 1980’lerde, reel sosyalist ülkeler sarsılmaya başlarken Çekoslovakya’da Prag’lı gençler tarihi Prag köprüsünde toplanıp “Lenin sizin olsun, Lennon bizim’’ sloganını atarken, şüphesiz Lenin adına özgürlüklerin kısıtlanmasına tepki veriyorlardı. Çünkü hayata bakış ve müdahale bağlamında Lenin ile Lennon, yöntemler farklı olsa da sınıf – sınıf mücadelesi–işçilerle organik ilişkiler ve işçilerin kapitalist sisteme başkaldırması ortak paydasında buluşmuş durumdalar. Bir rock yıldızı ile Lenin’in yan yana anılması yadırganıp homurtulara neden olabilir, ama sabırla irdelenirse, işin esasının ne denli farklı olduğu anlaşılır. Evet bir rock yıldızı olarak sistem John Lennon’ı o hale getirdi ki devrimci yanı, eylemleri, düşünceleri yok sayılarak tüketim toplumunun artık zararsız, asi, zeki, avangart, deha fenomeni haline dönüştürdü. Ancak 80’lerden bu yana, Lennon da neredeyse onar yıllık dilimlerde yeniden anımsanır, gündeme gelir oldu. Bu durum başlı başına incelemeye değer. Ölmüş bir müzisyenin daha çok müzikleriyle anılması gerekirken makas değişti, Lennon devrimci yanıyla öne çıkmaya başladı. Devrimin sancılı doğuşu En popüler yıllarında Beatles dünyadaki değişimi hem yaratıyor hem de yansıtıyordu. 1968’de çıkardıkları White Album’de yer alan parçaları ‘’Revolution ‘’ adeta bir şok etkisi yarattı. Sözlerde şiddet karşıtlığı Mao tapınması dizelere dökülürken aynı albümdeki diğer “Revolution – 9 ’’da ise “devrim” denmeden adeta sesli bir tablo halinde devrim tasvir ediliyordu:Efektler, farklı seslerin tersten kayıtları, Arapça nağmeler, kargaşa, kaos, ayaklanma hissini uyandırırken nihayet uğruna uğraş verilen yeni bir bebeğin sancılı doğuşu ve sonrasında çıkardığı ilk sesler... Ardından pop ikonu olarak empoze edilen bu akıllı çocuklar Vietnam savaşı ile ilgili olarak sarsıcı ve ABD politikalarını mahkûm edici düşüncelerini medyada dile getirmeye başladılar. Beatles’ın bu çıkışının ve Revolution patlamalarının gerisindeki fikrin sahibi John Lennon’dı. Aslında 60’ların daha ilk yarısında Beatles sistemi can evinden vuran eleştirilerine başlamıştı. Kapitalizmin gündelik hayat standartlarının bireye yaşattığı yabancılaşmayı, kurumları ile birlikte acı bir alayla yerden yere vuruyordu. John bu şarkıların hem ezgisinin hem şirinin yaratıcısı idi. Ama artık Beatles imgesi ve grup aidiyeti bu çılgıncasına özgürlük tutkunu Liverpoollu genç adamı iyice sıkmaya başlamıştı. Beatles 1970’te dağılınca John dünyaya unutulmaz “Imagine” ile selam yolladı 70’lerin ilk yarısında. Artık New York’a yerleşmiş karısı Yoko Ono ile sisteme sarsıcı aparkatlar indirmeye başlamıştı. Özgürlük ülkesinin kurucu ideolojisi maskını düşürmeye başlayınca çok kızdı bu haddini bilmez İngiliz’e. Yıldırıcı takipler, bunaltıcı bir şekilde göstere göstere izlemeler, dinlemeler, her davranışından nem kapmalar, sistem için tehlikeli görünen muhalif eylemcilerle olan arkadaşlıklarını sorgulamalar, ithamlar, iftiralar ardı ardına gelmeye başladı. Vietnam savaşı karşıtı eylemleri polisin eften püften bir bahaneyle tutuklayıp hapse attığı John Sinclair için şarkı yazıp, gösteri ve destek konserlerinin de etkisiyle serbest bırakılmak zorunda kalınması, Kara Panterleri açıktan desteklemesi, sistemin yerleşik kurumsallığını çileden çıkarıyordu. FBI, CIA için tehlikeli bir rejim muhalifi olarak görüldüğünden dosyalar ve sınır dışı etme komploları hazırlanmaya başlamıştı. Onlar da karşı saldırıda kusur etmiyorlardı. Bu arada, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, John Lennon’u bir teklifle köşeye sıkıştırmayı denedi: “Vietnam savaş mağdurları için Beatles bir konser versin, gelirini Vietnam için kullanalım.” John sivri zekasını ve gerektiğinde ustalıkla kullandığı zehirli dilini BM sekreterine göstermekte gecikmedi: “Beatles artık tarihe mal oldu, ama ben o konser geliri kadar EKMEK & ÖZGÜRLÜK 53 Müzik parayı kendi cebimden veririm yalnız bir şartla; siz de Vietnam’a silah sevkiyatını durdur(t)un”. BM sekreteri ilelebet sustu. Gerçeklikten kopuş ve dönüş Bugünlerde John Lennon, Tarık Ali ile diyalog ve tartışmaları ile yeniden gündemde. John, Tarık Ali’yle, daha Black Dwarf – kara cüce – adlı militan Troçkist dergisini çıkardığı yıllarda, bir dönem Che’nin de yakın dostu ve silah arkadaşı, eski gerilla Regis Debray ile birlikte kendisini evinde ağırlayacak kadar yakın dostuydu. Bıkmadan tartışıyor, sözler yazıyor, besteler yapıyor, sokak gösterilerine katılıyor, Mao rozetini takıyor, hiç durmuyordu. Yaşamının son yıllarında sanatı da günlük yaşamı da artık tamamen politikleşmişti. Imagine (Düşle), Working Class Hero (İşçi Sınıfı Kahramanı), Power To The People (İktidar Halka), Give peace A Chance (Barışa Bir Şans Verin), God (Tanrı) gibi şarkıları ve demeçlerindeki işçi sınıfına ve genç işçilerin sınıf bilincine sahip olmalarının önemine olan inancını sürekli vurgulaması bugün neo-liberalizmin çöküşüne tanık olduğumuz süreçte ayrıca bir önem kazanıyor. “Selve Yourself” isimli şarkısında ise tüketim toplumunun bireyine açık bir deşifre ve saldırı yapıyor Lennon: “Sana Marx’a inanman gerekir dedik, sen gittin Marks &Spencer’e inandın.” New York’a geldiği günden sonra düzen nefesini ensesinden hiç eksik etmedi, yandaş medya bir John Lennon imha kampanyasını ısrarla sürdürdü. Sonunda hedeflenen ve istenen oldu; Mark Chapman isimli biri silahını alıp beş kurşun sıkarak John Lennon’ı öldürdü. Yazıyı onun sözleriyle bitirelim: ‘’Statükoya karşı her zaman politik oldum. Polisten doğal bir düşmanmış gibi korkup nefret ederek, insanları alıp götürüp bir yerlerde öldürdüğü için ordudan tiksinerek büyütüldüğünüz zaman bu hayli kolay oluyor. Kısaca bu işçi sınıfının içinden gelmekle alakalı; daha sonra yaşlanıyor, bir aileye sahip oluyor ve sistem tarafından sindiriliyorsunuz. 1965-66 civarında şu superstar saçmalıkları nedeniyle hiç politik değildim. Fakat bu sadece tahakkümden kaçmanın bir yoluydu. ‘Hayatta bunlardan başka şeyler de var değil mi? Şüphesiz hepsi bu değil’ diye düşündüm. Fakat bir biçimde hep politik oldum. Yazdığım iki kitapta da din hakkında birçok gönderme var ve bunların birine işçi ile kapitalist üzerine yazdığım bir oyunu ekledim. Çocukluğumdan beri sistemi yermeye çalışıyorum. Sanki omzumun üstünde bir mikroçip varmış gibi sınıf meselesinde her zaman bilinçli oldum. Çünkü ne olduğunu, üstümüze çöken sınıf tahakkümünün ne olduğunu biliyordum fakat Beatles kasırgasıyla birlikte ne yazık ki bir süreliğine gerçeklikten koptum.’’ Ahmet Kaya’nın son turnesi... "Ben bu çağın masalının peşine düşmüştüm. Ömrüm inandıklarıma amade, kimliğim arka cebimdeydi. Düşürmedim yerlere..." Ahmet Kaya, Türkiye’den ayrılmadan önceki konserlerinden birinde Ahmet Kaya'ya ve sevenlerine kızı Melis ve eşi Gülten Kaya'dan bir doğum günü hediyesi var: "Ülkemde Son Turnem" adlı albümle Kaya, 53. yaş gününde anılıyor. Ahmet Kaya'nın 1998 yılında yayınlanan Türkiye'de yaptığı ve 12 ili kapsayan konserler dizisinin de yer aldığı bu 88 dakikalık çalışma, (GültenAhmetMelis) Production imzalı. Çalışmada ayrıca sanatçının 17 şarkı ile Türkiye'de ve Avrupa'da yaptığı konuşmalardan özel bölümler, özel hayatından ilk kez yayımlanan fotoğraflar, diskografisi ve sürpriz bölümler de bulunuyor. Diskografide ilk kez yer alacak olan bu çalışmada, sanatçının yıllardır saklanan özel görüntüleri ve sahne performansları da sevenleriyle ilk kez paylaşılacak. 1999’da Magazin Gazetecileri Derneği gecesinde "Kürtçe kaset yapacağım" dediği için saldırıya uğrayan ve sürgüne gittiği Paris'te hayatını kaybeden Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya, bu çalışmanın 16 Kasım 2000'de geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybeden eşiyle ile ilgili med- yada çıkan "yalanlara, yanlışlara ve manipülasyonlara kendi ağzından cevap" niteliği taşıdığını söyledi: "Bu çalışma, Ahmet Kaya'nın aramızdan ayrılmasında payı olan herkese gecikmiş bir cevaptır. Zamanında yapılan yanlı, yanlış haberlere Ahmet'in ağzından cevap verdik. Halbuki Ahmet çok anlatmıştı ama üçüncü ağızlardan başka anlatıldı. Ahmet yine konuşuyor, üçüncü ağızlar da dinlesin, bir daha ama vicdanlarının sesiyle dinlesinler". Çalışmada yer alan konser şarkıları ise şöyle: "Başım Belada", "Ağlama Bebeğim", "Hani Benim Gençliğim", "Mahur", "Şiir/Munzurlu", "Kum Gibi", "Adı Bahtiyar", "Herkes Kendi İşine", "Söyle", "Fosso Nejdat", "Mavi'nin Türküsü", "Ağladıkça", "Doğum Günü", "Saza Niye Gelmedin", "Şafak Türküsü", "Giderim", "Dost". Albümün yanı sıra Ahmet Kaya, ölümünün 10. yılında Aralık ayının ikinci haftasında Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda anılacak. 54 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Sinema Bir nebze ışığın peşinde Solun ve belgeselciliğin kalesi Sheffield’daki Doc/Fest’e Türkiye’den beş film birden katıldı: “Kahpe Devran”, “Bu Sahilde”, “Miraz”, “Planet Galata - İstanbul'da Bir Köprü" ve "Tek Nefeste Aşk Necati Sönmez Avrupa'daki en önemli ilk üç belgesel festivalden biri Sheffield Belgsel Festivali (Sheffield Doc/Fest), bu yıl Türkiye'ye özel ilgi gösterdi. Programda bizim memleketten beş belgesele birden yer verdi. Yeni kuşak belgeselcilerin yurtdışında böylesine varlık göstermesiönemli bir gelişme. Çünkü bir iki yıl öncesine kadar memleket sınırlarını aşan belgesel sayısı , ona ulaşamıyordu bile. Sheffield'le aşağı yukarı aynı tarihlerde -görece küçük bir festival olmakla birlikteBrüksel'de düzenlenen Akdeniz Filmleri Festivali'nde Türkiye'ye özel bölüm ayrıldığını ve seçkide dört adet belgesel yer aldığını, bir hafta öncesinde ise Montpellier'de düzenlenen yine Akdeniz temalı festivalde Türkiye yapımı bir başka belgeselin yarıştığını eklemek gerekir. Bu satırları basın odasından yazmakta olduğum IDFA'da ise, biri İtalya'da diğeri Hollanda'da yaşayan Türkiye kökenli iki yönetmenin filmleri farklı kategorilerde yarışırken, Türkiye-Almanya ortak yapımı bir belgesel festivalin yan bölümlerinden birinde seyirciyle buluşuyor. Solun da, belgeselin de kalesi Sheffield, Türkiye'de 'Anadan Doğma' adıyla gösterilen 1997 tarihli meşhur “The Full Monty” filmine mekan olan şehir. Demir çelik sanayisinin ekonominin motoru olduğu dönemde hızla büyümüş, özellikle çatal-bıçak-kaşık imalatının başkenti olmuş, sonradan çevredeki kömür madenlerinin teker teker kapanmasıyla düşüşe geçmiş, bu kez hizmet sektörüne yönelerek küllerinden doğmuş bir kent. Şehir son dönemde büyük bir dönüşüm geçirmiş, o yüzden “The Full Monty”deki görüntülerin çoğu artık yok. Ama kentin değişmeyen tarafları da var; eski bir sanayi kenti olması, onu hem bir işçi kenti hem de siyasi mücadelele meydanı kılıyor haliyle. Değişen kimliğine rağmen, İngiliz solunun 'kale'lerinden biri olarak biliniyor. 1994'ten beri düzenlenen Sheffield Doc/Fest sayesinde ise Avrupa'da belgeselin de kalesi haline gelmiş durumda. Eski binaları yıkıp AVM yapmak yerine, çoğunu restore ederek sosyal ve kültürel faaliyet alanlarına dönüştürmüşler. Bu da festivale -her festivalciyi imrendirecek- muaz- Patricio Guzman “Işığa Özlem”in çekimlerinde zam mekanlar ve geniş bir hareket alanı kazandırmış. Organizasyonu genç bir ekip tarafından sırtlanılan Sheffield Doc/Fest, teknik altyapısı sağlam salonları ve sayısız etkinlik alanı ile tıkır tıkır işleyen, büyük ama samimi bir belgesel festivali. Son yıllarda iyice genişleyen market bölümü, bolca yan etkinliği, sinema dersleri, proje sahipleriyle yapımcıları buluşturan ortamları ile sektör temsilcilerini kendine çeken bir yer haline gelmiş. 3-7 Kasım'da düzenlenen festivalin bu seneki film seçkisi ise, bu etkinlik bolluğu içinde zaman ayırabilenlere esaslı bir belgesel ziyafeti vaat eder nitelikteydi. Benim de yer aldığım Özel Jüri'nin yoğunlaştığı bölümde yer alan, Patricio Guzman'ın “Işığa Özlem” (Nostalgia for the Light) adlı etkileyici belgeselinden başlayalım... İlk gösterimi bu sene Cannes'da yapılan film, ilk bakışta alakasız gibi duran iki hikayeyi aynı kapta eritiyor: Pinochet liderliğindeki cuntanın 'kaybettiği' insanların yakınları ile gökyüzünü inceleyen astronomlar... Bu iki kesim, aynı mekanı ve benzer bir hedefi paylaşıyor: Şili'nin uçsuz bucaksız bir çölünde 'ışığı' arıyorlar. Çölde toplu mezar kalıntıları arayanlar, yakın geçmişi bir nebze aydınlatacak bir ışığın; çölün hemen yanıbaşlarındaki gözlem istasyonunda vaktini geçiren bilim adamları ise binlerce hatta milyonlarca yıl öncesini çözecek ışık huz- melerinin peşinde... 20. yüzyılın en gaddar siyasi kıyımlarından birini böylesine farklı bir bağlama oturtan, buradan yaşadığımız dünyaya dair derin yorumlara kapı açan pek az film vardır. Festivalde izlediğim en sarsıcı hikaye ise, “174 No'lu Otobüs” (Bus 174), “Garapa” gibi çarpıcı belgesellerin yanında nedense “Özel Tim” (Elite Squad) adlı faşizan bir kurmaca film de çeken Brezilyalı yönetmen Jose Pedilha'nın elinden çıkma: “Kabilenin Sırları” (Secrets of the Tribe). Antropologlar tarafından keşfedilene kadar Amazonların derinliklerinde 'medeniyet'ten kopuk bir yaşam süren Yanomami Kızılderelileri'ne bu antropologların yapıp ettiklerini anlatıyor film. Röportajlara ve arşiv görüntülerine dayalı geleneksel bir belgesel diliyle yönetmen, öylesine karanlık bir alana giriyor ki antropoloji biliminin tozunu attırıyor. Bu kabileyle bağlantısı olan araştırmacıların arasındaki rekabeti, yerlilere karşı işlenen insanlık suçlarını, cinselliğe varan suistimalleri bir bir sıralıyor ve onlara götürülen 'medeniyet'in dehşet bir fotoğrafı çıkıyor ortaya. “Pembe Sariler” (Pink Saris): Jürimizin oy çokluğuyla ödüle değer bulduğu bu filmde usta belgeselci Kim Longinotto, Hindistan'ın Uttar Pradeş eyaletinde kadınların uğradığı haksızlıklarla kendine has yöntemlerle (kadife eldivenli demir yumruk EKMEK & ÖZGÜRLÜK 55 Kentsel Mücadele yöntemi denebilir) baş etmeye çalışan bir kadının çevresinde toplanmış 'pembe sarili kadınlar' çetesini anlatıyor. Film gerçekte örgütlü bir hareketin değil, Sampat Pal Devi adlı tek bir kadının kahramanlık destanı gibi. “12th & Delaware”: Bu belgeselin ismi iki sokağın kesiştiği bir kavşağa işaret ediyor. Bu kavşağın ucunda bir kürtaj kliniği, onun tam karşı köşesinde ise kürtaj karşıtı dini bir örgütün 'muayenehanesi' yer alıyor. İkincisi, birincisine karşı savaşmak ve oraya gelen kadınları yolundan döndürmek üzere kurulmuş elbette; ve Allah için bu uğurda elinden gelen herşeyi yapıyor! Hindistan'da 70'lerden beri kendi yağıyla kavrulan ve yaptığı filmlerle ezilen kesimlerin sesi olmaya çalışan bir belgeselcinin, Anand Parwardhan'ın filmlerine ayrılan bölüm, Sheffield'in bu seneki en önemli çıkışlarından biriydi; batıdaki belgesel sektörünün ipini elinden tutanlar kadar alternatif seslere de açık olduğunun gösstergesi aynı zamanda. Bir memleket 'mozaiği' Sheffield'e Türkiye'den götürdüğümüz üç film “Kahpe Devran”, “Bu Sahilde” ve “Miraz” öyle bir niyetle çekilmemiş de olsa, tuhaf biçimde birbirlerini tamamlıyor, adeta memleketin genişçe bir resmini sunuyordu: İlki İstanbul'a tutunmaya çalışan üç yoksulun hikayesini, ikincisi memleketin batısında her tür tasadan uzak yazın keyfini çıkarmaya çalışan orta sınıf tatilcileri, sonuncusu ise memleketin en doğusunda kara kış dahil dört mevsimi yaşayan ve köyün yüzyıllık geçmişini yüreğinde taşıyan bir Kürt ailesini anlatıyordu. Filmlerin anlatım biçimlerindeki çeşitliliği de hesaba katınca, iki kısa bir orta metrajlı belgeselle ancak bu kadar özel bir memleket 'mozaiği' oluşabilirdi! Florian Thalhofer ve Berke Baş'ın yönettiği 'interaktif belgesel' "Planet Galata - İstanbul'da Bir Köprü" ve Uluslararası Gençlik Film Yapım Atölyesi öğrencilerinin gerçekleştirdiği "Tek Nefeste Aşk" adlı filmle birlikte Sheffield'da boy gösteren beş film yalnızca Türkiye'nin değil, kendi yaratıcı potansiyeli ile altyapı yoksunluğu arasında salınan yeni kuşak belgeselcilerin de fotoğrafı gibiydi. Festivale konuk olan “Miraz”ın yönetmeni Rodi Yüzbaşı'nın, filmin ses miksajının hakkıyla yapılamamış olmasına dair şu sevimli cümlesinde saklı gerçekten bahsediyorum: “Filmimin Avrupa'daki seyirciye ulaşacağını bilseydim, teknik kusurlarını gidermek için biraz daha olanak arardım.” Bu ihtimali aklına getirmediği halde, kendi olanaklarıyla dünya standartlarında film yapan bir kuşağın tevazu ve samimiyetini gösteren sözler. Özgür Üniversite’de kentsel mücadele... Mücadele deneyimleri, yeni arayışlar, sorun alanları; kent hakkı, ekoloji, zorunlu göç, Kürt illerinde belediyecilik deneyimleri, kadın kenti ve yabancı göçmen işçilik, kentsel sınıflar gibi günümüzün temel başlıkları izleyicilerle masaya yatırılıyor. Besime Şen Kapitalizm bugün her zamankinden çok daha fazla büyük kent efsanesine sarılmış durumdadır. Ekonomik büyümede ve kentsel yapılaşmada sınır tanımayan küresel rekabet anlayışı, akıl almaz bir eşitsiz gelişme ile mega kentlerin sayısını artırmaktadır. Daha fazla yoksulluk, evsizlik, yerinden edilme ve küresel göç hareketleri ile şiddete bulanan büyük kentler 1970 sonrası itibariyle gerçek bir sol muhalefete muhtaç içinde neoliberalizmin tahribatlarıyla boğuşmaktadır. Ülke büyüklüğündeki nüfuslara sahip kentlerin kendileri dışında kalan diğer yerleri anlamsızlaştıran varlığı, kent emekçilerinin kendi siyasal güçlerini gerçekleştirebilecekleri bir kent siyasetinin de önünü kesmektedir. Günümüz kapitalizmi kentsel bir yapıdadır artık. Ayrıca oldukça muhafazakar bir siyaset içinde kentleşmesini arttırmaktadır. Kentin özgürlüğü gerçekte bir sermaye hareketinin özgürlüğüne dönüşmüş durumdadır. Kapitalizmin insana ve emeğe yaklaşımı açısından yılın son aylarında Fransa ve İspanya’da gerçekleşen göçmen karşıtı politikalara bakmak yetmez belki. Ama göçmenlik karşıtı güvenlik tedbirlerinin dozunda göçmenlere karşı sıfır toleransı hedefleyen ırkçı ve yoksul karşıtı politikalar kapitalizmin gelişme sınırlarını göstermektedir. Kentsel siyasetin ekonomik beklentilerini yönetmek üzere iktidarların kapitalist önerilerine teslim olması, siyasetin gerçek özneleri olan emekçileri ve buralara akın eden yeni göçmenleri siyaset dışı bırakmaktadır. Bu durum ülkelerin sol siyasete dair kapasitesini kentler açısından sınavdan geçirir gibidir. Bu sınav aynı zamanda kentsel siyasetin büyük siyaset ideaları ile bütünleşebilmesinin de sınavıdır. Öğrencilerin, işçilerin, göçmenlerin daha dün Fransa meydanlarının tozunu dumana katan isyanı, siyasal tepkisi soğumadan Londra’da meydanlar öğrencilerin öğrenci ve eğitim desteklerinindeki kısıtlamalara tepkiyle çalkalandı. Paris ve Londra varlığını büyük siyasete meydan okuyarak vermeye çalışırken tepkilerden bazı ip uçları çıktı: Kentsel mücadele alanlarının sosyal hak mücadelesinden ayrı düşmesi, solun kentler üzerindeki etkisini zayıflatmıştır. Diğer taraftan solun güncel siyasal ve ideolojik malzemesi ile kuramsal referansları her zamankinden daha belirsiz bir hal almıştır. Siyaset her zamankinden daha fazla mekânsallaşmıştır. Latin Amerika kentleri ile Asya ketleri veya Afrika kentleri arasında ortak sorunlar bir liste olacak kadar artmış olsa da mücadele deneyimleri hala farklılıklar taşımaktadır. Ortaklaşma düzeyleri hala çok zayıftır. En kritik nokta ise bu mücadele alanlarının fazlasıyla yerel ölçekte kalması ve iktidar değişimini zorlayan bir toplumsal mücadele alanına talip olmamasıdır. İktidar meseleleri ile kent meseleleri ayrı yollarda ilerleyerek bir gün tesadüfen kesişmeyi ummaktadırlar adeta. Türkiye kentleri açısından bu durumun en çarpıcı örneği büyük kentlere yoğunlaşmış olan zorunlu göçün sonuçları ile deneyimlenmektedir. Kürt sorununun kimlik politikasını aşan toplumsal sonuçları en fazla emek süreci içinde mağduriyet yaratmaktadır. Yanı sıra kadın olmanın, çocuk ve genç olmanın türlü ezilme ve mağduriyetleri yaşanmaktadır. Kentte yaşam mücadelesi veren göçmenler büyük siyaset alanındaki çözümsüzlük ile kentlerdeki gündelik yaşam sorunları arasında varlık göstermeye çalışmaktadırlar. Kiralık ev bulmanın zulme dönüşmesi, mahallede “sonradan gelenler” olarak dışlanmaları hatta bazı mahalle gerilimlerinin içinde kalmaları karşısında başvurabilecekleri herhangi bir kanal veya koruyucu politika oluşturulmamıştır. Üstelik bu kesimler eğitimin, sağlığın özelleştirilmesiyle kentsel mağduriyeti en çok yaşayanlardır. Ama buna rağmen bu sorunu Kürt sorunu ile birlikte ele alan bir siyaset yaklaşımı gerçekleşememiştir. AKP bugün neoliberal politikaları kentler üzerinden bir adım daha ileriye götürmeye çalışmaktadır. Kentsel dönüşümün getireceği toplu yıkımlar ve yerinden etme niyetleri yoksul kesimlerin kentten sürülmesini dayatırken; CHP ekonomide özel kesimi güçlendireceği müjdesini vererek geleceğe dair iktidar muhataplarının sosyal politikalardaki tavrını ortaya koymaktadır. Geriye sosyalistlerin kentsel siyasete dair politik yaklaşımları kalmaktadır ki bu konuda adeta yeni ütopyaları hedefleyen kuramsal referanslara dönecek kadar radikal önerileri yükseltmek gerekiyor. Bu politik hatların diğer toplumcu siyaset çevreleri ile yeni dayanışma zeminlerini örmesi ile kent siyasetinin siyasetin ileri mevzilerinde yer etmesi sağlanmış olacaktır. Güz dönemi her Cumartesi -18.30-20.30 Kumbaracı Yokuşu No: 57 Tünel- Beyoğlu Tel: (0 212) 243 54 81 - (0 212) 249 12 92, [email protected] EKMEK & ÖZGÜRLÜK Yerel süreli yayınu Ortaklaşa Yayıncılık u Sahibi ve Sorumlu Md. Erdal Çınar, 847 Sk. No.:14/201 Kemeraltı/İzmir u Yazı Kurulu: Tektaş Ağaoğlu, Yeşim Dinçer, Ertuğrul Kürkçü, Osman Soyer, Ersen Olgaç uYayın Kurulu: Yeşim Dinçer, Erdal Çınar, Besime Şen, Ertuğrul Kürkçü, Nevra Akdemir, Mustafa Bayram Mısır u Basıldığı Yer: Ezgi Matbaacılık,Tel: 0212 452 23 02, Çobançeşme Mah., Sanayi Cad., Altay Sk., No. 10-A Blok, Yenibosna - Bahçelievler/İstanbul u Yönetim Yeri: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi, Tel Sok. No. 28, Kat 3, Beyoğlu-İstanbul u Mali İşler: Şaban Devrez, Hesap No: İş Bankası 10420711753 uİnternet sitesi: www.ekmekveozgurluk.net u Tel: "Bizim dünyamıza damgasını vuran şey hızıdır: tarihsel değişimin hızı; teknik değişimin hızı; iletişimin, aktarımın hızı, hatta insanların birbirleriyle bağlantılar kurma hızı. Bu hız bizi çok büyük bir tutarsızlık tehlikesine maruz bırakır. Şeyler, imajlar ve ilişkiler böylesine çabuk dolaşıma girdiği içindir ki bu tutarsızlığın kapsamını ölçecek zamanımız bile yoktur. Hız tutarsızlığın maskesidir. Felsefe bir yavaşlatma işlemi önermelidir. Hızlanma buyruğu karşısında düşünceye ait bir zaman inşa etmelidir. Felsefenin bir hususiyeti bence bu; felsefenin düşünüşü ahestedir, çünkü bugün isyan, hızı değil ahesteliği gerektirir. Felsefenin arzusunu ayakta tutmak için muhtaç olduğumuz sabit noktayı (bu nokta ne olursa olsun, adı ne olursa olsun) ancak bu yavaş ve dolayısıyla asi düşünüş kurabilir. Mesele temelde, hakikat kategorisini felsefi olarak, bizi dünyanın hızından yalıtacak bir yavaşlıkta yeniden inşa etme meselesidir -metafiziğin bize devrettiği hakikati değil, dünyanın mevcut halini dikkate alarak, yeniden kurabildiğimiz hakikati kastediyorum." Alain Badiou Sonsuz Düşünce, 2003
Benzer belgeler
Politika - Ertuğrul Kürkçü
olanağı sunuyordu. Bu aralıktan işçi hareketi ve öteki ezilenlerin toplumsal muhalefeti uç verebiliyordu. Oysa şimdi bütün çatlakların ta en aşağıdan muhtarlıklar düzeyinden başlayarak Siyasal İsla...
Mısır modeli... Mustafa Çeçen>10
ları, evinize dönün, işinizin ba- Uluslararası yorumcular, MıKonuşmasından önce iktidarı şına dönün" dedi. Mısır Milli sır'daki son gelişmelerin, orduorduya Mübarek’in bırakacağı- Güvenlik Konseyi'...