Politika - Ertuğrul Kürkçü
Transkript
Politika - Ertuğrul Kürkçü
lo vamos a 4No olvidar yüzler, Yeni kuşak 4filmlerde 4Sesler, sınıf sokaklar... duyarlığı Ariel Dorfman444 Necati Sönmez 443 Ekin Demirci447 EKMEK & ÖZGÜRLÜK A Y L I K S İ Y A S İ D E R G İ S A Y I u 1 2 u E K İ M 2 0 1 0 u 2 T L Yeni “gizli anayasa”nız mübarek olsun! n Referandum ve ‘açılım’ın yeni perdesi Ertuğrul Kürkçü Referandumun ardından sosyalistler: SP Genel Başkan Yardımcısı Kadir Akın 4Emek, barış demokrasi bloku 417 EMEP GYK üyesi İskender Bayhan 4Kürtleri de kapsayan geniş ittifak 416 4 Pensilvanya, Hanefi Avcı ve ‘Haliçtekiler’ AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın kendilerinden “yeni anayasa” ve “demokrasi” bekleyenlere iki küçük hediyesi var: Bir “gizli anayasa” ve yanında bir de fırça: “Kimse bize 2011 içinde yeni bir anayasayla ilgili 'yok komisyon kuralım, yok şu, yok bu' filan gibi tekliflerle gelmesin, çünkü bizim artık 2011 seçimi öncesi gündemimizde böyle bir çalışma yok.” “Demokrasi” yok ama, müjdeler olsun “küçük kırmızı kitabımız”, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi yenilenmiş! “Araştırmacı gazeteciler”e belge ile ilgili “bilgi veren önemli bir yetkili”ye göre “Bu kez kuşkucu bir şekilde kimse en baştan potansiyel devlet ve millet düşmanı olarak” görülmemiş. Tabii küçük bir istisna ile: “Aşırı sol örgütlerle birlikte PKK terör örgütünün faaliyetleri, alınması gerekli tedbir42 ler ve yarattığı bölücü 4 Tophane saldırısı geçmiş olmasın Kenan Kalyon49 n ‘Değişim’ ve ‘ileri demokrasi’ Tektaş Ağaoğlu414 n Referandumdan kadın manzaraları Nihal Tümay419 n Referandum: Kazananlar, kaybedenler, Aleviler Esat Korkmaz420 4 Yetmez Roni Abi, biraz daha oku AKP yanlısı bilumum sağ güçlerin gündemini, düşünme tarzını üslubunu benimsemenize değiyor mu? Sinan Yıldırmaz 424 Besime Şen 428 Burak Cop444 2 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Türkiye tehdit olarak ayrı başlık altında analiz edil”miş! Ama “İrtica ve tehdidi” ifadeleri tarihte ilk kez tehdit olmaktan çıkmış… Post-referandum siyasi düzenimizin ana hatları böylece belirmiş oluyor. Daha, Mart 2008’de gerçekleşmekte olduğunu gözlemlediğimiz siyasal denklem şimdi kendi “gizli anayasa”sına kavuşuyor: “[…] AKP hükümeti iktidar olanaklarını, özellikle dış politika alanında ısrarlı bir biçimde kullanarak, “Kürt Sorunu”na ilişkin yaklaşımını Washington arabuluculuğuyla Genelkurmay’a benimsetmeyi başardı. Yeni bir denge oluşuncaya kadar Silahlı Kuvvetler ile hükümet artık elele yürüyecekler. “Bu sonuç, bir cümlede özetlememiz gerekirse ordunun gücüyle paranın ve dinin gücünün halkın tepesinde birleşmesi demek. “Geçmişte bu güçler arasında belli bir gerilimin mevcudiyeti, kırılgan da olsa bir denge olanağı sunuyordu. Bu aralıktan işçi hareketi ve öteki ezilenlerin toplumsal muhalefeti uç verebiliyordu. Oysa şimdi bütün çatlakların ta en aşağıdan muhtarlıklar düzeyinden başlayarak Siyasal İslam’ın gökkuşağı koalisyonunun oluşturduğu dokuyla tıkanacağı, sıvanacağı bir yeni sürece evriliyoruz: Bir kez daha 1930-45 ve 1950-60 arasındaki statükoya farklı koşullarda iade oluyoruz. Bir tek parti devleti kuruluyor tepemizde.” (Ertuğrul Kürkçü, Yeni Egemen Blok: Asker-İslamcı İttifakı, “Sosyalist Emek”, Mart 2008) Eylül sonunda Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) Genel Başkanı, Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) sözcülerinin tutuklanmasıyla sonuçlanan “Devrimci Karargah operasyonu”, bu düzenin nasıl işlemekte olduğuna dair yeni ve açık bir kanıt; “Yetmez ama evet” mahmurluğundan hala uyanmayanlar için uyarıcı bir şaplak sadece. Türkiye’nin politik hayatının İçişleri Bakanlığı’nın “tehdit” değerlendirmesine göre ve “hiçbir yasa tarafından sınırlandırılmamış” birimlerince düzenlendiğini, yargı gücünün hükümete bağlı medya tarafından devralındığını hala kavramış olmayanlar için bu operasyon da uyarıcı olmamışsa, “Ekşi Sözlük”teki şu sözleri gerçekten hak ediyorlar demektir: “Bunlardan bazıları, sıranın kendilerine gelmemiş olmasından hareketle, ‘demek ki içeri tıkılanlar, sadece, birtakım karanlık işlere bulaşmış olanlar’ diyecek... İnşallah bir dahaki sefere talih kuşu onların kapısına gelmez! Ne de olsa, salaklık, kötü bir şey olsa da, içeri tıkılmayı haklı çıkaracak bir suç değil! Ama özgürlük, demokrasi, insan hakları, hukuk, adalet, ‘vesayet’ karşıtlığı vs. edebiyatı yapanların bu olup bitenlere doğru dürüst tepki vermemesi, resmen, mide bulandırıcı.” İş başa düşüyor: Hiç değilse “küçük kırmızı kitap”ta kapladığımız kadar yeri topluımsal mücadelede de kaplayalım! Referandum ve “açılım”ın yeni perdesi Kenan Kalyon4Sayfa 9 İzmir Büyükşehir Belediyesi Kürtleri umursamıyor..! Büyükşehir Belediyesi, Kadifakele’yi boşaltmak ve orada yaşayanları Limontepe’de kurulan TOKİ konutlarına taşımak istiyor. Kürtler semti terketmeyince tren ulaşımını kısıtlıyor. Gençler kendilerini taşımadan geçen treni taşlayınca kimi İzmirliler ise belediyeyi eleştirecek yerde gençleri kınıyor Şirinyer, Yeşildere, Gürçeşme, Kadifekale… İzmir’de Kürtler’in yoğun olarak yaşamlarını sürdürdüğü gecekondu bölgeleri bunlar. Özellikle Kadifekale bölgesi, İzmir polisinin arasının hiç iyi olmadığı, Newroz’un sokaklarda en coşkulu kutlandığı bölgelerden. Hedef Kadifekale Yaklaşıkbir yıl önce Türkiye’nin genelinde uygulamaya konulan, İzmir’de de hedefini Kadifekale olarakbelirlemiş “Kentsel Dönüşüm projeleri” çerçevesinde Büyükşehir Belediyesi ve TOKİ bir operasyon başlattılar. TOKİ, Buca’nın Limontepe semtine (ve şehrin tamamen dışına) büyük bir site inşa etti. Kadifekale halkını bölgeye taşımak istiyorlardı. Ancak şimdiye kadar iki-üç aile dışında sitelere yerleşen olmadı. Kadifekale’yi boşaltmak istiyorlardı. Çünkü Kadifekale, şehir merkezine çok yakın, tüm İzmir’i tepeden gören ve adeta kale gibi bir tepe üzerine inşa edilmiş bir gecekondu bölgesi ve yoğun olarak Kürtler oturuyor. İzmir’in tam ortasında böyle mutena bir bölgede “gecekonduların” oluşu da CHP’li Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nu hayli rahatsız etmiş olmalı. Kadifekale yıllardır İzmir’in “çıbanbaşı” olmuştu. Tren hattı açılınca Eylül başlarında belediye İzban Banliyö Trenleri projesini bitirdi ve büyük bir tren hattını açtı. Aliağa’dan Menderes’e kadar uzanacak olan 80 kilometrelik hattın 25 kilometresi (Alsancak-Menderes) hattı açıldı ve çalışıyor. Ancak projenin yarım yamalak yapılması nedeniyle hat boyunca semt sakinleri 3-4 kere Aziz Kocaoğlu’nu deneme seferleri sırasında durdurdular ve “üst geçit yapılmadığı için karşıya geçemediklerini” belirterek uyardılar. Kimi bölgelerde üstgeçit inşaatlarına başlandı ancak o da çok yavaş. Tren hattı Menderes Hava Limanı’ndan başlayarak, Gaziemir, Karabağlar, Şirinyer, Yeşildere, Gürçeşme, Kadifekale’nin arka vadisi, Kemer, Alsancak bölgelerini izleyen bir hattan geçiyor. Neredeyse her bölgede bir istasyon var. Ancak yol boyunca bir şey dikkat çekiyor. 25 kilometrede 12 istasyon bunmasına rağmen, Şirinyer’den Kemer’e kadar yakşalık 7-8 kilometre boyunca istasyon olmadığı için tren hiç durmuyor. Bölge sakinlerinin anlattıklarına göre belediyeye dilekçe vererek ve başka yollarla ulaşmaya çalışmışlar. Ancak cevap veren olmamış. Bunun üzerine bölgede oturan bazı gençler deneme saferleri sırasında treni taşladılar. Üç-dört trenin kimi camları çatlak. İzmir’in daha elit semtlerinde oturan kimi İzmir’li ise bu saldırıyı “kınadılar”… Kürtler belediyenin iş yapmasını istemiyormuş..! Belediyeye yazılı olarak başvuran Kürtler semtlerinden çıkmadıkları için Aziz Kocaoğlu tarafından böyle cezalandırıyorlar. Trenin diğer semtlerden binen yolcuları ise Kürtler’in bu eylemini “kınıyorlar”… Şu anda Şirinyer’den Kemer’e kadar onbinlerce insan trenden yararlanamıyor. Yeşildere Vadisi’nden her geçişimde bir yandan trene doğru bakan mahalle çocukları, bir yandan da geçtiğimiz yıl elinde taş ve sopalarla Kürtlere saldırıların olduğu İzmir/Üçyol olayları geliyor aklıma… İzmir Halkı bu defa bu sınavdan nasıl geçecek, Belediyeye karşı tepki gösterecek mi, yoksa “Kürtler kötüdür (!)” demeye devam mı edecekler? Benim için önemli olan bu sorunun yanıtı... Fırat Can Kalyon EKMEK & ÖZGÜRLÜK 3 Türkiye Pensilvanya, Hanefi Avcı ve Haliçtekiler Sinan Yıldırmaz4Sayfa 24 SDP ve TÖP’e Avcı üzerinden Fethullahçı komplosu SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan ve TÖP sözcüsü Oğuzhan Kayserilioğlu’nun da aralarında bulunduğu 13 kişi uydurma suçlamalarla “Devrimci Karargah” üyeliğinden cezaevine konuldu. Operasyon sosyalist harekette ve kamuoyunda nefretle karşılandı 21 Eylül 2010 günü sabaha karşı "Devrimci Karargah Örgütü"yle sözde irtibatlı oldukları iddiası ile SDP İstanbul İl Binası’na, Kadıköy İlçe Merkezi’ne ve Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) üyelerinin evlerine” terörle mücadele” güçleri tarafından baskınlar düzenlendi. Yüzleri kar maskeli, çelik yelekli özel harekât timleri parti binalarını darmadağın ettiler, bu binalarda bulunan bilgisayarlara, çok sayıda görsel ve yazılı malzemeye el koydular. Operasyonlarda, SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan, Toplumsal Özgürlük platformu sözcüleri Oğuzhan Kayserilioğlu ve Tuncay Yılmaz, SDP Genel Başkan Yardımcısı Günay Kubilay, SDP Genel Başkan Yardımcısı Ecevit Piroğlu, SDP MYK Üyesi Ulaş Bayraktaroğlu, SDP PM Üyesi İbrahim Turgut, SDP PM Üyesi ve İHD İstanbul Şube yöneticisi Sultan Seçik, SDP Üyesi Özgür Cafer Kalafat İstanbul’da evlerine baskın yapılarak, Toplumsal Özgürlük okurlarından Semih Aydın da Bursa’da gözaltına alındılar. 22 Eylül günü operasyon kapsamında, RED dergisi yazarı Hakan Soytemiz ve Demokratik Dönüşüm dergisi yazı işleri müdürü Özgür Aytukum da gözaltına alındı. 13 kişi tutuklandı "Devrimci Karargah Örgütü"yle irtibatlı oldukları gerekçesiyle mahkemeye çıkarılan 17 kişiden 13'ünün tutuklanmasına karar verildi. SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan'ın avukatı Gülizar Tuncer “soruşturmada "illegal faaliyet" diye yöneltilen soruların tamamının SDP'nin eylem ve etkinlikleri olduğu, söz konusu 'Devrimci karargâh örgüt' ile ilgili tek bir soru yönetilmediğini” belirtti. Tutuklananlardan Günay Kubilay (1), Rıdvan Turan (2), Tuncay Yılmaz (3), Oğuzhan Kayserilioğlu (4) Baskınlarla ilgili bilgi veren SDP İstanbul İl Başkanı Yasemin Deliduman, iddiaların gerçek dışı olduğunu belirterek: "Asıl olarak boykota verdiğimiz destekten dolayı partimiz üzerinde bu şekilde baskı kurmaya çalışıyorlar. Referandumdan sonra baskınlar ve gözaltılar bekliyorduk fakat bizim düşündüğümüzden daha hızlı oldu.” dedi SDP ve TÖP tarafından operasyonlara karşı yapılan açıklamada Referandum sürecinde Kürt özgürlük hareketiyle ortaklaşa boykot tavrı alan devrimci güçlere saldırıların devam ettiği vurgulanarak şöyle denildi: “Referandum akşamı boykot tavrının demokratik olduğunu kabul eden hükümet, her zamanki gibi ikiyüzlü ve haince davranarak, referandum sürecinde boykot cephesi bileşenlerine başlattığı saldırıları sürdürmektedir.” Mahir Sayın: Operasyon Filadelfiyada’ki ağlayan adamdan Öte yandan hükümet yanlısı basın kuruluşları SDP ve TÖP’e karşı gerçekleştirilen operasyonu uydurma haberlerle devrimci güçlere karşı bir kampanyaya çevirmiş durumda. Ortaya atılan iddialardan biri de yurt dışında bulunan Mahir Sayın’ın Devrimci Karargâh örgütünün üst düzey yöneticilerin- den biri olduğu yalanı. İddialarla ilgili Basel’den bir açıklama yapan Mahir Sayın Devrimci Karagah adı altında devrimcilere karşı girişilen operasyonun Referandum sonrasında Kürt ve Türk halklarına karşı başlatılan yeni sürecin bir parçası olarak okunması gerektiğini belirtti. “Karargâh davası tüm sosyalistlerin, devrimcilerin, demokratların ortak çabalarıyla birleşik bir karşı çıkışa dönüştürülmeli ve komplo üreticilerinin suratına çarpılmalıdır” dedi. Sosyalist Parti lideri Sevim Belli de yaptığı açıklamada 'Yetmez ama evet' diyerek AKP eliyle demokratikleşmenin önünün açılacağını düşünen dostlarımız, sosyalistlere yönelik bu saldırılar karşısında herhalde 'artık yeter' diye harekete geçeceklerdir" dedi. Tutuklanan SDP ve TÖP’lülerin derhal serbest bırakılması ve yaşanan hukuksuzluğa son verilmesi çağrısı ile basın açıklamaları, yürüyüşler ve imza kampanyaları devam ediyor. Konu ile ilgili olarak bir araya gelen siyasi gruplar dayanışmayı büyütmek ve devrimcilere karşı girişilen kampanyayı boşa çıkartmak için çeşitli düzeylerde temaslarını sürdürüyor. 4 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Türkiye Tutuklamalara her yerde protesto ‘ Sosyalist Demokrasi Partisi ve Toplumsal Özgürlük Platformu yönetici ve üyelerine kaşrı girişilen saldırı, İstanbul’da sosyalistlerin geniş katılımıyla protesto edildi İstiklal Caddesi’ndeki eyleme bin dolayında protestocu katıldı SDP ve TÖP Yönetici ve üyelerine karşı yürütülen operasyon İstanbul’da yapılan yürüyüşle protesto edildi. BDP, EHP, ESP, Sosyalist Gelecek Parti Hareketi, Sosyalist Parti, TKP, DİP-G, SKM, Halkevleri, KESK İstanbul Şubeler Platformu ve SDP, TÖP ve SBH’nin bini aşkın üyesinin katıldığı yürüyüşte tutuklananların kelepçeli fotoğraflarının bulunduğu ve SIRA KİMDE? yazılı pankart taşındı. 2 Ekim, saat:19.00’da Tünel’de toplanalar Taksim tramvay durağına doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş boyunca “Sosyalistler, susmadı susmayacak; Komplolar sökmedi sökmeyecek; AKP, Polis, Medya, Bu abluka dağıtılacak” sloganları atıldı. Yürüyüşte “İşte AKP demokrasisi; Sıra Kimde?” yazılı pankart taşındı. Yürüyüş Taksim tramvay durağında sonlandı. Yürüyüşten sonra ESP MYK üyesi Ongun Yücel, EHP Genel Başkanı Sibel Uzun, Sosyalist Parti Genel Başkan Yardımcısı Kadir Akın ve BDP İstanbul İl Yöneticisi Hülya Yel tutuklananların serbest bırakılması gerektiği yönünde açıklamalar yaptılar. Sibel Uzun “8 yıldır açık alanda faaliyet yürüten SDP’nin Devrimci Karargah örgütüyle hiçbir alakası yoktur. Bu tamamen AKP’ye muhalif olanlara karşı yapılmış bir saldırıdır. AKP sadece kendinden oluşan bir siyaset kurma çabası içersindedir. “ dedi. Sosyalist Parti’den (SP) Kadir Akın da “Bu saldırı tamamen bir komplodur.Bizim bu kurguyu tersine çevirmemiz gerekiyor. Bu kurguyu dağıtacağız ve teslim olmayacağız.” dedi. BDP İstanbul İl yöneticisi Hülya Yel ise “Bu saldırılardan önce BDP’ye yönelik KCK adı altında bir operasyon düzenlenmniş ve 1500’e yakın parti çalışanı tutuklanmıştı. 20 Eylül’de bitecek olan ateşkesi uzatan PKK’nin bu kararı ardından 21 Eylül’de Kürt dostlarına ve sosyalistlere yönelik bir komplo düzenlendi. Dostlarımıza yönelik ciddi bir komplo ile karşı karşıyayız. Buradan AKP’ye sesleniyorum bu komploları boşa çıkartacağız.” dedi. Basın açıklamasından n Referandumun önemli bir sonucu, AKP’nin, kendisini “hükümet” olmaktan “iktidar” olmaya geçmiş olarak hissetmesidir. n AKP en önemli iktidar odaklarından “yargı” kurumunu kontrol altına almış oldu. Bu hamleyle AKP “iktidarlaşma” yolunda belirleyici önemdeki bir dönüm noktasını geçti ve artık daha da “devletleşti”. n AKP “devletleşmenin sorumluluğu” ile devrimci ve sosyalist güçlere saldırıyor. Daha önce KCK operasyonu adı altında Kürt siyasetçileri- ne, Halkevleri üyelerine, Odak dergisi okurlarına, ESP üyelerine vb saldırmıştı, şimdi de referandumun hemen arkasından hedefe SDP ile TÖP’ü koydu. n Arkadaşlarımızın serbest bırakılmasını istiyoruz. n “Terör örgütü üyesiymiş gibi davranmak” diye tanımlanan ve herkesi zan altında bırakan yasaların da kaldırılması için mücadele edeceğiz. Susmayacağız. n Saldırı hepimizedir. Birlikte püskürteceğiz. Komploların boşa çıkartılması görevimiz- Futbol taraftarları UPS direniş çadırında Üç büyükler ve Sakaryaspor taraftarları direnişçi işçilere moral verdi Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe ve Sakaryaspor taraftar grupları direnişteki UPS işçilerini İstanbul Mahmutbey’deki UPS Aktarma merkezi önündeki direniş çadırında ziyaret etti. 151 gündür, anayasal hakları için mücadele ettiklerini belirtenTÜMTİS Genel Başkanı Kenan Öztürk, “İşten çıkarıldığımız UPS’ye yeniden sendikalı olarak dönene kadar mücadelemizi sürdüreceğiz” dedi. Beşiktaş Halkın Takımı taraftar grubundan Yılmaz Bozkurt, Beşiktaşlılar olarak UPS işçilerinin ve tüm işçi sınıfının mücadelesine destek vermeye devam edeceklerini söyledi. Tek Yumruk Galatasaray taraftar grubu temsilcisi de “Tüm renkleri yaratanın emek olduğunu biliyoruz ve emeğin mücadelesinin sonuna kadar yanındayız” dedi. Eylem sonrası işçilerle maç Konuşmalar sırasında her taraftar grubu kendi takım formasını işçilere hediye etti. Taraftarlar, açıklamaların ardından UPS işçileriyle futbol maçı yaptı. Taraftar gruplarından oluşan takım ile UPS işçilerinden oluşan takım arasındaki maç 2-2 berabere sonuçlandı. Maçın ardından taraftar grupları ziyaretini sonlandırdı ve işçilerle vedalaştı. Taraftar gruplarının ziyaretinin ardından 1 yıldan uzun süre direnerek hakkını kazanan DESA işçisi Emine Aslan UPS işçilerini ziyaret etti. TÜMTİS’e üye oldukları için işten çıkarılan UPS işçilerinin direnişi 151 günü geride bıraktı. İstanbul Mahmutbey, Kurtköy’deki ve İzmir’deki aktarma merkezleri önünde toplamda 160 işçinin direnişi sürüyor. EKMEK & ÖZGÜRLÜK 5 Türkiye Kot taşlama işçisi 44 ölümden sonra hakkını kazandı Sigortasız çalıştırıldı. Silikozis hastası oldu. Tedavi masraflarını kendi karşılamak zorunda kaldı. Mahkeme işçi Dımbır'ın iş göremezlik maaşı almasına karar verdi. Prof. Dr. Kılıçaslan "SGK mahkemeleri beklemeden tüm silikozis hastalarına aynı hakkı tanımalı" dedi. Erhan Üstündağ Güvencesiz şekilde çalıştırıldığı kot kumlama atölyesinde tedavisi olmayan silikozis hastalığına yakalanan bir işçi beş yıllık yargı sürecinin sonunda sosyal güvenceden yararlanma hakkını kazandı.Kot taşlama işçilerinin hakları için kampanya yürüterek konuyu gündeme getiren isimlerden, Kot Taşlama İşçileri Dayanışma Komitesi üyesi Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan, bundan sonra Sosyal Güvenlik Kurumu'nun (SGK) bürokratik süreçleri beklemeden tüm silikozis hastalarına aynı hakkı vermesi gerektiğini söyledi. "Bu önemli bir karar, sevindirici. Fakat her davanın aynı şekilde sonuçlanacağının garantisi yok. İnsanlar 5-10 yıl süründürülmemeli." Kılıçaslan'ın gerekçesi de basit: Silikozis bir meslek hastalığı, bu hastalık devlet hastanelerindeki uzmanlarca belgeleniyor. Dolayısıyla istismar edilmesi mümkün değil. Kılıçaslan'ın dikkat çektiği bir diğer nokta da, kot taşlama işçileri öne çıksa da, kumlamanın cam, seramik, metal sanayisi gibi alanlarda da kullanıldığı ve daha seyrek olsa da buralarda çalışan işçilerin de silikozise yakalandığı. " "İşveren tehdit etti" 17 yaşından itibaren -askerlik için verdiği ara hariç- yedi yıl bir atölyede çalışan Yılmaz Dımbır'ın sağlığı 2001'de bozuldu. Tüberküloz teşhisi konuldu, sosyal güvencesi olmadığı için kendi imkanlarıyla tedavi oldu. 2004'te durumu kötüleşti, silikozise yakalandığı belirlendi. Dımbır'ın yine sigortası yoktu, ücretsiz tedaviye erişemiyordu. 2005'te çalıştığı dönemin sigortalı sayılması için dava açtı. Mahkeme Ekim 2009'da lehine karar verdi. Ağustostan itibaren aylık 565 TL sü- rekli iş göremezlik geliri bağlandı. Avukatı Ali Osman Odabaş, "Sorun sadece müvekkilimi değil, çok geniş kitleyi ilgilendirmekte. Sektörde sigortasız işçi çalıştırılması üst düzeyde olmasının yanı sıra koşullar işçi sağlığına yüzde 100 aykırıdır. İş yeri sahipleri çok sık yer değiştirdiğinden tazminat davaları konusunda ulaşmak mümkün olmayabiliyor. Ancak, biz bu konuda da hukuki mücadele vereceğiz." Dımbır da "Merdivenleri çıkarken zorlandığımı gören işyeri yetkilileri hastalığımdan şüphelenmişler. Ancak beni özel muayenehaneye götürüyorlardı. Daha sonra sen köyünde dinlen biraz, diyerek memleketime gönderdiler" dedi. "Benim durumumda çok sayıda arkadaşım var. İşveren tarafı bizleri korkutarak, ölümle tehdit ederek dava açmamızı engellemeye çalışıyordu." "1200 kişi" İstanbul Tıp Fakültesi'nde göğüs hastalıkları uzmanı olan Kılıçaslan, hastanelere başvurdukları için bilinen 1200 kadar silikozis hastası olduğunu belirtti; yeni hastaların başvurduğunu da ekledi. Bugüne kadar 44 işçi hayatını kaybetti. Sağlık Bakanlığı martta yayınladığı genelgeyle kumlamayı yasaklamıştı. Levi's ve H&M firmalarının bu yöntemi kullanmayacağını açıkladığını, Uluslararası Çalışma Örgütü'nün de çalışma yürüttüğünü belirten Kılıçaslan, kumlamanın tamamen yasaklanmasının gündemde olduğunu belirtti. (bianet) BDP kadın meclisi kadın kongresine gidiyor BDP Kadın Meclisi, "Kadının komünal bilinciyle siyaseti örelim, demokratik özerkliği inşa edelim" şiarıyla 31 Ekim'de Diyarbakır'da gerçekleştirecekleri kurultay için hazırlıklara başladı. BDP Kadın Meclisi Sözcüsü Şükran Dikmen, BDP Kadın Meclisi olarak 1. olağan kongrelerini Türkiye'de son derece önemli siyasal ve toplumsal gelişmelerin olduğu bir süreçte gerçekleştirdiklerini belirterek, Kürt sorununun çözümü konusunda tartışmaların geliştiği tarihi bir süreçten geçildiğine dikkat çekti. Yeni anayasanın 2011 yılında yapılacak olan genel seçimler sonrasına bırakılmasının Türkiye'nin acil ihtiyacı olan demokratikleşmeye değil, AKP hükümetini iktidara taşıyan bir araç olarak görüldüğünü belirten Dikmen, bu politikaların sonucunun çözümsüzlükte derinleşme ve sonuç olarak sonu görülmeyen çalışmalar olduğunu be- lirtti. Sorunun en ideal ve Türkiye koşullarına uygun çözümünün Demokratik Özerklik modeli olduğunu belirten Dikmen, bu noktada muhatabın Abdullah Öcalan olarak görülmesinin ve diyalog sürecinin başlamasının anlamlı olduğunu kaydetti. Kongreden önce 28-29 Ekim tarihinde Batman'da konferans yapacaklarını belirten Dikmen, bu konferansın da kongreye hazırlık anlamında önemli olduğunu vurguladı. 6 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Dünya Avrupa işçileri ayakta Hükümetlerin kemer sıkma politikaları tüm Avrupa’da protesto edildi: İspanya genel greve gitti, Brüksel son yılların en büyük işçi gösterilerinden birine ev sahipliği yaptı cisi olacağı konusunda uyardı. İngiltere’nin yedi milyon üyeli en büyük işçi konfederasyonu TUC’nin genel sekreteri Brendan Barber da gönderdiği destek mesajında, kemer sıkma politikalarının yol açtığı talep daralmasının Avrupa’nın krizden çıkmasını zorlaştırdığını ileri sürdü. Barber, “hükümetlerden bütçe açığını göz ardı etmelerini isteyemeyiz ancak büyümeye ve işsizliğe odaklanmaları gerekiyor” dedi. Yunanistan Eylemlerin adresi Belçika’yla sınırlı kalmadı. Öteki ülkelerde de gösteriler ve grevler vardı. Yunanistan’ın en büyük işçi konfederasyonu, Çarşamba akşamı iş çıkışında parlamento binasını hedef alan bir yürüyüş düzenledi. Ne var ki bazı küçük sendikaların çağrısıyla hastenelerde çalışan doktorlar 24 saatlik greve gitti, otobüsler ve tramvaylar birkaç saat boyunca çalışmadı, Atina metrosu da öğle saatlerinde kapalı kaldı. İrlanda ve Portekiz Brüksel’de onbinler, yoksullaştıran ekonomik politikalara karşı yürüdü Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ETUC) tarafından yapılan çağrı karşılık buldu ve 29 Eylül Çarşamba günü Avrupa sokağa döküldü. Eylemlerin merkezi Belçika’nın başkenti Brüksel’di. Otuz ayrı ülkeden gelen yaklaşık yüz bin emekçi burada toplanarak AB kurumlarına doğru yürüyüşe geçti. Avrupalı emekçiler hükümetlerin krizi bahane ederek uygulamaya soktukları emek karşıtı politikaları, işten çıkarmaları, ücret indirimlerini, sosyal yardımların kesilmesini protesto etti. Rengarenk balonlar ve pan- kartlar eşliğinde yürüyen göstericiler, “krizi biz çıkarmadık, faturayı halk değil bankalar ödesin” dedi. Sendikaların mesajı Brüksel’deki mitinge temsilci gönderen sendikaların sayısı elliyi buldu. Fransız sendikacı Jean Claude Mailly yaptığı konuşmada, hükümetlerin çok geç olmadan kemer sıkma önlemlerini geri almasını talep ettiklerini söyledi ve aksi takdirde doğabilecek sosyal hareketliliğin önümüzdeki haftalarda ve aylarda daha büyük eylemlerin haber- Belfast’ta ve öteki şehirlerde yüzlerce kişinin katıldığı gösteriler düzenlendi. Bir gösterici, banka karşıtı sloganlarla süslediği beton mikserini meclisin önüne çekerek bankaların İrlanda halkının cebinden çıkan paralarla kurtarılmasını protesto etti. Başkent Lizbon ile Portekiz’in en büyük ikinci kenti Porto’dan muhalif sesler yükseldi. Lizbon’da akşam saatlerinde düzenlenen mitinge yirmi bin kişinin katıldığı bildirildi. Doğu Avrupa Varşova’da binlerce gösterici, vergileri arttırmayı ve ücretleri dondurmayı planlayan Polonya hükümetini protesto etti. Dile getirilen talepler arasında çalışma hakkının güvence altına alınması, yani iş garantisinin sağlanması da bulunuyordu. Slovenya’da 29 Eylül, süresi belirsiz bir grevin üçüncü gününe denk geldi. Çalışanlar, hükümetin ücretleri iki yıllığına dondurma kararından geri adım atmasını istiyor. İspanya’da genel grev İspanyol emekçilerinin başarılı eylemi tüm dünyada yankılandı. Çalışanların yüzde 70’ini oluşturan on milyon kişi, sendikaların ve komünistlerin çağrısına uyarak 29 Eylül’de genel greve gitti. Madencilik, metal, otomobil, elektronik, balıkçılık gibi kimi sektörlerde katılım yüzde 100’e ulaştı. Genel grevin hedefinde başbakan Jose Zapatero ile 22 Haziran’da meclisten geçirdiği emek düşmanı reform paketi vardı. Reform paketi istihdamı esnekleştiriyor, kayıt dışı ve güvencesiz işçi çalıştırmanın önünü açıyor, tazminatları düşürme yoluyla işten çıkarmayı kolaylaştırıyordu. Hükümet reformları yaz başına denk getirerek toplumsal tepkiyi zayıflatabileceğini sanmıştı. Ne var ki İspanya’dan yükselen protesto tüm Avrupa’yı etkisi altına alarak çığ gibi büyüdü. Bankacıdan uyarı Önde gelen bir Avustralya Bankası olan Westpac yetkilisi, süregiden kısıntıların toplumsal gerilim ve öfkeyi arttıracağı, gelecekte çok daha büyük protestolara kapı açabileceği konusunda hükümetleri uyardı: “Taşrada hastaneler kapanıyor, emekli maaşlarında kesintiye gidiliyor, ücretler düşürülüyor; önümüz kış ve besbelli ki evlerini ısıtmakta güçlük çeken yaşlıların hayatını kaybetmesiyle ölüm oranları artacak ve bütçe kesintilerinin insanları öldürdüğüne dair hikâyeler anlatılacak. Yunanistan’ı, Portekiz’i, İspanya’yı ve belli bir ölçüde de olsa İtalya’yı bekleyen akıbet budur.” EKMEK & ÖZGÜRLÜK 7 Dünya Kolombiya: FARC liderlerinden Briceno katledildi Kolombiya Başkanı Santos, “tarih yeniden yazılıyor” derken ABD Başkanı Obama 57 yaşındaki liderin öldürülmesiyle “bölgede istikrarın sağlanacağı yeni bir dönem” açılacağını söyledi Geçtiğimiz ay yemin ederek göreve başlayan yeni devlet başkanı Juan Manuel Santos, Briceno’yu “terörün sembolü” olarak karalamaktan kaçınmadı. ABD Başkanı Obama da Santos’a tebriklerini iletti. Obama’ya göre FARC liderinin ölümü, bölgede istikrarın sağlanacağı “yeni bir dönem”in inşasına yardımcı olacak. FARC kayıpla baş bilecek mi? Briceno gerilla kampında birliklerini denetleme hazırlığında 1960’lardan bu yana Kolombiya’da silahlı mücadele yürüten Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri (FARC) örgütünün liderlerinden Jorge Briceno, gerilla kampına düzenlenen bir askeri operasyonda öldürüldü. Aynı saldırıda en az yirmi gerillanın daha hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Kod adı ‘Mono Jojoy’ olan Briceno 57 yaşındaydı. Kolombiya Savunma Bakanı, uçakların ormandaki kampa yaklaşık elli bomba yağdırdığını; çok geniş bir alana yayılan devasa genişlikteki kampın, beton sığınaklar ve yer altı tünelleriyle tahkim edilmiş olduğunu açıkladı. ede- Briceno’nun ölümünün FARC içerisinde büyük bir boşluk yaratacağı öngörülüyor. Zeki bir askeri stratejist olarak bilinen Briceno, Mart 2008’de kalp krizi geçirerek ölen örgütün kurucu lideri Manuel Marulanda’ya yakın bir isimdi. Neredeyse bütün hayatını, aşçılık yapan annesiyle birlikte çocuk yaşta geldiği gerilla kamplarında geçirmişti. Jorge Briceno’nun başka bir özelliği de, tutuklu FARC üyeleriyle değiş tokuş edilmek üzere insan kaçırma eylemlerinin planlayıcısı veuygulayıcısı olma- sıydı. Örgütün kaçırıp yıllarca alıkoyduğu rehineler arasında Kolombiyalılar’ın yanısıra yabancı uyruklular, özellikle de Amerikalılar da var. Briceno’nun rehin alma yöntemi o kadar çok tepki gördü ki ki komşu ülke Venezüella devlet başkanı Hugo Chavez, Kolombiyalı isyancılardan artık buna bir son vermelerini istemişti. FARC, ABD destekli Kolombiya ordusunun askeri operasyonları dolayısıyla yıllardır kan kaybediyor. Sekiz yıl önce 17 bin silahlı kadroya sahip olan örgütün bugün yalnızca 8 bin üyesi olduğu tahmin ediliyor. Örgütün lider kadrosu da darmadağın. Marulanda’nın ölümünden sonra başa geçen Alfonso Cano’nun batı Kolombiya’daki dağlık bölgede gizlendiği ve FARC’ı buradan yönettiği ileri sürülüyor. Ancak Sekretarya’nın öteki iki üyesi, Kolombiya askeri yetkililerinin verdiği bilgiye göre Venezüella’dalar. Almanya: Nükleere karşı yüz bin kişi Nükleere reaktörlerin kapatılması 2035’e ertelenince ekolojist muhalefet ayaklandı 18 Eylül’de Berlin’de bir araya gelen protestocular nükleer santrallerin önceden öngörüldüğü gibi 2021 yılına kadar kapatılması için saatlerce yürüdü ve slogan attı. Kalabalığın taşıdığı ve nükleer karşıtlarının sembolü haline gelen sarı bayrakların üzerinde, “Nükleer enerji mi? Hayır, teşekkürler!” yazılıydı. Çernobil santralinde yaşanan feci kazayı hatırlatan, “Başka Çernobiller olmasın” diyen pankartlar da dikkat çekiyordu. On yıl önce Sosyal DemokratYeşiller koalisyonu zamanında, Almanya’daki nükleer reaktörlerin tamamının 2021’e kadar kapatılması öngörülmüştü. Doğabilecek enerji açığının rüzgar ve güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanması planlanıyordu. Ne var ki Angela Merkel’in liderliğindeki muhafazakâr-liberal hükümet Eylül ayı başında aldığı kararla bu süreyi 2035 yılına kadar uzattı. Hükümetin alelacele aldığı bu kararda nükleer lobisinin parmağı olduğu düşünülüyor. Yeşiller Partisi sözcüsü yaptığı açıklamada, Almanya’nın şu anda rüzgar ve güneş enerjisi üretiminde dünya birincisi olduğunu, bunu çıkarlarına uygun bulmayanların para kazanmak için nükleer enerji kullanımını desteklediğini söyledi. Dört büyük enerji şirketiyle Merkel hükümeti arasında, nükleer yakıttan alınan vergileri arttırmak üzere anlaşmaya varıldığı söyleniyor. Çevreciler öfkeli Hükümetin 13 santralin kullanım süresini on dört yıl daha uzatma kararı büyük tepkilere neden oldu. Farklı şehirlerden gelerek Berlin’in merkez istasyonunda buluşan göstericiler. “Hükümet mahallesi” olarak anılan Federal Meclis ve Başbakanlık binalarının olduğu semti kuşattı. Hükümet büyük katılımı havanın güzelliğine bağlasa da gelecek ay da Stuttgart ve Münih’te dev gösteriler bekleniyor. 8 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Dünya Venezüella: Bolivarcı Devrim yoruldu ama yenilmedi Znet yorumcusu Gregory Wilpert’e göre, Chavez hükümeti görece güçten düşmüş olsa da Venezüella’nın dış mahalleleri ve kırsal alanlarında halk “Komutan” Chavez’e bağlılığını sürdürüyor ra almaları. Yakınlarda yayınlanan bir rapora göre geçtiğimiz yıl muhalefete bağlı gruplar ABD’den10 milyonlarca dolar para aldılar. Dahası, muhalefetin parti içi demokrasiden pek nasibini almamış olması. Son seçimlerde iktidardaki Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi (PSUV) bütün seçim bölgelerinde adaylarını önseçimle bilirlerken muhalefet yalnızca seçim böllgelerinini yüzde 18’inde ön seçim yaptı. Yoksullar ve köylüler Chavez’le Bolivarcı devrim yorgunluk belirtileri gösterse de Venezüella’nın dış mahalleleri (barrios) ve kırsal alanlarında halk “Komutan” Chavez’e bağlılığını sürdürüyor. Toprak reformu, yurttaşlara kendi yörelerinde daha çok iktidar veren yerel konseyler, ve sosyal yardım programları bu kesimlerde çok takdir ediliyor. Her ne kadar pek çok insan gündelik sorunların çözülmemiş olmasından bıkkınlık getirmiş olsa da yüzlerini büyük ölçüde yıpranmış eski politikacılardan oluşan muhalefete dönmüyorlar. Muhalefetin Chavez ülkeyi Castro komünizmine sürüklüyor iddialarına omuz silkiyorlar. Öte yandan Chavez’in muhalefetin kapitalist faşizmi temsil ettiği iddiasına inandıkları da kuşku götürür. Başka bir deyişle Venezüella siyasetin aşırı kutuplaştığı ama halkın o kadar kutuplaşmadığı bir ülke. Kamu oyu yoklamalarına göre, nüfusun üçte birinden biraz fazlası sıkı Chavez destekçilerinden ve üçte birinden biraz azı Chavez karşıtlarından oluşuyor. Üçücü üçte bir ise kararsız görünüyor ve “ne o-ne o”culardan oluştuğu kabul ediliyor. Chavez’in ve muhalefetin yanına çekmesi gereken kesim bu. PPT umduğunu bulamadı Chavez yandaşları başkan seçim sandığında oy kullanırken gösteri yapıyor Venezüella seçimlerinin sonuçlarının başkan Hugo Chavez’in partisinin seçmenlerin yalnızca yüzde 50’sinin oylarını alabilmesine karşın sosyalistler ve Chavez yanlıları için oldukça sevindirici olduğu söylenebilir. Herşeye rağmen başarı Neredeyse iktidarda 12. yılını dolduran ve ekonominin daraldığı, ağır kuraklık yüzünden hidroelektrik enerji santrallerinin çalışmamasının elektrik kesintilerine yol açtığı, suç işleme oranlarının tavana vurduğu, hükümetin ihmalleri yüzünden onbinlere ton gıdanın çürütüldüğü çok kötü geçen iki yılın ardından toplumun yüzde 50’sinin hala Chavez’e oy vermesi göz kamaştırıcı bir başarı. Bu iktidardaki sosyalistlerin geçmiş hatalardan ders almaları ve 21. yüzyıl sosyalizmini inşa programlarını yürütmeleri için yeni bir fırsat. Muhalefet güç topluyor 26 Eylül seçimleri, öte yandan, muhalefetin güç topladığını ve Chavez hükümetinin görece güçten düştüğünü de gösteriyor. Muhalefet 2002’deki başarısız darbe girişimi, 2003’teki petrol sanayisi lokavtı, 2005’teki seçim boykotunun ardından, 2006 başkanlık seçimlerine, 2008 bölgesel yönetim seçimlerine ve son milletvekili genel seçimlerine katılarak kendisini gitgide Venezüella siyasal hayatıyla bütünleştiriyor. Ayrıca, muhalefet Demokratik Birlik Koalisyonu’yla (MUD) geçmişe oranla çok daha bütünleşmiş görünüyor. Bununla birlikte Chavez karşısında istedikleri ölçüde etkili olamamalarının en önemli nedeni yabancı kaynaklardan pa- Son seçimlerde bir parti hem Chavez’e hem muhalefete karşı çıkarak bu kesime seslenmeye yöneldi. Bu parti, uzun süre Chavez’i destekledikten sonra bu yıl başlarında Chavez yanlısı koalisyondan ayrılarak Lara eyalet valisi Henri Falcón’un desteğiyle ülkedeki üçüncü gücü oluşturmaya girişen Herkesin Anayurdu (PPT) partisi. Bu girişim pek çok yorumcunuın öngörülerinin aksine şimdilik başarısızlığa uğramış görünüyor. PPT yalnızca iki milletvekili çıkardı ve Lara’da hiçbir şey elde edemedi. Görünen PPT’nin oylarının büyük bölümünü Chavez yanlılarından değil muhalefetten aldığı. Bu da Chavez cephesinde seçmen sadakatinin muhalefetten daha güçlü olduğunu gösteriyor. Doğrusu, toplumun kutuplaşmamış olması poltik alana yansımıyor gibi görünüyor. Çünkü seçim bölgelerinde kazananın bütün iskemleleri almasına dayalı seçim sistemi üçüncü taraflara fırsat tanımıyor. EKMEK & ÖZGÜRLÜK 9 Politika Referandum ve ‘açılım’ın yeni perdesi Boykotun başarısının ve CHP-MHP blokunun dağılmasının yol açtığı bir dizi değişkiliğe karşın bütün kurumsal ve toplumsal dirençler, bütün “kırmızı çizgiler”, devletin sahici bir barış korkusu, yani sorunun “sert çekirdeği” yerli yerinde duruyor BDP Eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak referandum sonrası AKP ile görüşmeye giderken Kenan Kalyon Boykot ve karmaşık olmayan bir oylamada çoğunu bilinçli saymamız gereken geçersiz oylar hesaba katıldığında, anayasa değişikliği paketinin yurttaşların salt çoğunluğunun onayını alıp almadığı tartışmaya açık bir konu olmakla birlikte, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) 12 Eylül’deki referandumdan galibiyetler dizisine bir yenisini ekleyerek çıktığı apaçık bir gerçek. 29 Mart yerel seçimlerinin doğurduğu “inişteki parti” algısını telafi etmek, karşısındaki yargı direncini etkisizleştirerek hâkimiyet alanını biraz daha genişletmek, Türk sağını büyük ölçüde kendi etrafında toplamak, buna direnen Milliyetçi Hareket Partisi’ni (MHP) hırpalamak ve ülke genelinde olmasa bile tabanının Türk-İslam sentezine göre biçimlendiği geleneksel milliyetçi-mukaddesatçı yataklarında anlamlı oranda çözmek, Kürt burjuvazinin siniklikten sıyrılarak ayrı ve “evetçi” bir ses vermesini sağlamak, çiçeği burnunda Kılıçdaroğlu’na erkenden yelken şişirme fırsatı tanımamak, Mavi Marmara kara kedisinin ardından Cemaat’le güven tazelemek, seçim sath-ı mailine bir tür güvenoyunu cebine koyarak girmek… Bunlar referandumun AKP’nin hanesine yazılması ve hafife alınmaması gereken kazançları. İki galibi olan referandum İlk bakışta bu, neredeyse tam ve mutlak bir galibiyet gibi duruyor. Ama bütünsel ve gerçek tablonun böyle tecelli etmediği, referandumun, AKP’nin başarısını bir “Pirus zaferi”ne çevirmese de en azından ciddi biçimde gölgeleyen veya kısmileştiren iki aykırı sonucunun bulunduğu malum. Kürt hareketinin AKP ile parlamenter zeminlerde girdiği üçüncü bir muharebeyi de kazanarak referandumun diğer galibi olarak ortaya çıkması, bağımsız bir üçüncü odak olarak yeni bir başarıya imza atması bu aykırı sonuçlardan ilki. Üstelik parlamenter zeminlerdeki bu galibiyet, Kürt hareketi bakımından “münferit” bir olay değil, son zamanlardaki taktik başarılar silsilesinin son halkası. Yakın dönemde olup bitenleri şöyle bir gözümüzün önüne getirecek olursak; Kürt hareketi açılım kisvesi altında kendisine yöneltilen tasfiye tehdidine ve çatışmasızlık kararının “sözde” yaftasıyla görmezden gelinmesine “dördüncü stratejik dönem” hamlesi ile karşılık vererek AKP’yi ve rejimi yeni arayışlara girmeye mecbur etti. Muhatap alınmamaya ve hükümetin müzakereden kaçınan keyfiliğine demokratik özerkliği fiili ve tek taraflı adımlarla hayata geçirme çıkışıyla cevap verdi. İnisiyatifi elde tutuyorken ve AKP’nin çok ihtiyaç duyduğu bir süreçte yeni bir çatışmasızlık kararı aldı. Bu kararı ilk kez, “ne yani, ordu silah mı bırakacak” türünden mugalâtalara artık aldırmayan ve Başbakan Erdoğan’ı “gerekirse operasyonları minimize ederiz” demek zorunda bırakan “çift taraflılık” yönünde güçlü ve aleni bir kamuoyu beklentisini arkaladıktan sonra aldı. Bu arada, Öcalan’la doğrudan (Başbakan, hükümet/devlet ayrımıyla tevil yoluna sapsa da, doğrudan) görüşmelerin başlamasını ve psikolojik bir eşiğin aşılmasını sağladı. Bir tür açık diplomasi tercihiyle bu görüşmeleri alenileştirdi. İşte, boykot bütün bunların bir devamı olarak gündeme geldi ve Kürt hareketinin kendi taleplerine tamamen sağır ve kapalı bir anayasa değişikliği paketine tepkisinin ifadesi oldu. Coğrafi bölünme Öte yandan, “evet” oyları ve oranlarının ülke geneline az çok eşbiçimli olarak dağılmaması, tersine, referandumun Türkiye’deki nispeten süreğen kutuplaşmaların izdüşümü olan bir bölünmüşlüğü yerel seçimlere kıyasla daha kristalleşmiş biçimde bir kez daha 4 10 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika gözler önüne sermesi AKP’nin 4galibiyetini coğrafi bir kısmilik- le malul hale getiren ikinci etken. Bunun AKP’yi bir hayli rahatsız ettiği, parti sözcülerinin “hayırın ardındaki kaygıları anlamamız gerekir” yollu açıklamalarından, “empati”den söz etmelerinden ve Aydın Menderes’in kapısının çalınmasında da belli zaten. Yani, AKP’nin yüzde 58’lik galibiyeti, bizatihi bu parti nezdinde de biraz kek- remsi bir galibiyet. Zira ardında bölünmüş bir harita var. Kendine özgülüğü ile boykotçu bölünme hattı bir yana, hayırcı bölünme hattı (yani, Ertuğrul Özkök’ün toptan “beyaz Türk” tavrı addederek ve “az şey mi” diyerek kendini rahatlattığı yüzde 42 içinde, seçmen sayısına nispetle en yüksek paya sahip Trakya ve Ege/Akdeniz kıyı şeridi), daha şimdiden iki karşıt seçim taktiğine yol açmış bulunuyor: CHP’nin kıyılardan Anadolu içlerine yayılma ve AKP’nin hayırcı kıyıları çözme taktiği… Ankara ve İstanbul’un, Ali Bulaç’ın kısmen haklı olarak “CHP’nin ayak sesleri”ne yorduğu ülke geneli ortalamasının altında kalan “evet” oranları da, ciddi bir çekişmeye konu olacak bir tür “gri bölge”ye işaret ediyor. Yeri gelmişken belirtmeden geçmeyelim, Ertuğrul Özkök yanıldığı gibi, referandumdan sosyalist solda, “ülke 1970’lerdeki sağ / sol dengesine oturdu; bu yüzde 42’nin içinde ihmal edilebilir oranda sağ oy var” mealinde sonuçlar çıkaranlar da yanılıyor. Bu tarz değerlendirmelerin yüzde 42’nin içinden ve üzerinden yürümeyi ima etmesinin sakıncaları bir yana; dikkatli bir tahlil MHP’nin yeni zeminlerinde çözülmediğini; bir dizi ildeki yük- Boykot başarısız mı? Referandumun Türkiye sosyalist hareketini “boykot”, “hayır” ve “yetmez ama evet” tavırları biçiminde ayrıştırdığı malum. Ama bu ayrışmanın ardında verimli ve geliştirici bir tartışma bıraktığı söylenemez. Özellikle “boykot” ve “hayır” tavırları arasındaki tartışmanın verimsiz geçtiğini, tarafların birbirlerinin gerekçeleri üzerinde hakkıyla durmadıklarını söyleyebiliriz.Bu yazı bu tartışmayı yeniden açmak ve sürdürmek amacı taşımıyor. Sonuçların yorumlan- masıyla, referandumda takınılan belirli bir tavrın yanlış bir biçimde olgusal değerlendirmeye de yansıtılmasıyla ilgili. Sendika.org’da yayınlanan ve Kürt hareketinin boykotunun başarısız olduğunun ileri sürüldüğü “Daha Fazla Hak Mücadelesi-Aktüel Gündem” başlıklı yazıda bu yapılıyor. Önce iddiayı dinleyelim: Başarısızlığın üç temel kanıtı mevcut. İlk kez Kürt coğrafyasında farklı bir siyasal tavır deklare edilmiş ve bu 12 Eylül 2010, Hakkari’de bir oy verme merkezi tavır örgütlenmiştir. “Evet” tavrı Kürt burjuvazisinin önemli bir kesimi için birlikte davranma nedeni sağlamıştır. Boykot sayısal olarak başarısız olmuştur. Bir önceki seçime katılmayanlar oranı düştüğünde BDP’nin aldığı oya yaklaşamamıştır. Son kanıt anayasa maddelerinin yorumlanmasında kendini göstermekte ve Öcalan’ın şaşırmasında saklı. Hatırlanacağı gibi Kürtçe eğitim hakkı için yapılan bir haftalık boykot üzerine Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, “bu eylemin yeni anayasa değişikliklerine göre çocuk istismarına girdiğini ve anaysal suç olduğunu” söyledi. Bunun üzerine Abdullah Öcalan, “böyle yorumlanacağı hiç aklıma gelmemişti, kafamdan aşağı kaynar sular boşaldı” şaşkınlığını yaşadı. İki zorlama kanıt ve bir iddia Doğrusu, başarısızlık iddiasının birinci ve üçüncü kanıtına şaşırmamak elde değil. Genel ve yerel seçimlerde AKP’yi -kale düşürmek için didinip duran AKP’yi- destekleyenler farklı bir siyasal tavır bildirimi yapmıyorlar mıydı? Yerel seçimlerde Diyarbakır, Siirt, Van ve Tunceli’de dişe diş bir mücadele yaşanmadı mı? Kürt burjuvazisinin ağırlıklı olarak nerede saf tuttuğu bir sır mı? Demek ki, iddia edildiği gibi bir “ilk”le yüz yüze değiliz. Kaldı ki, ilk bile olsa, gerektiğinde hayra da yorulabilecek böyle bir gelişme neden başarısızlık kanıtı oluyor? Üçüncü kanıt da tamamen zorlama ve adeta olaylardan bihaber. Şu basit nedenle: Gösterilerde çocukların tutuğu yer nedeniyle Kürt hareketi öteden beri “çocuk istismarı” ile suçlanmaktadır. Adana valisinin konuyu nereye vardırdığı hatırlansın. Yani “çocuk istismarı” suçlaması Nimet Çubukçu’nun aklına anayasa değişiklikleri paketinin kabulü dolayı- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 11 sek “hayır” oranlarının CHP, MHP ve hatta yer yer Demokrat Parti (DP) oylarının birbirine eklenmesinin ürünü olduğunu hemen gösterir. AKP’nin ihtiyacı “negatif barış” Referandumun kekremsi galibiyetini arkasına alan AKP’nin önümüzdeki döneme ilişkin hattıhareketi az çok belli. AKP, göreli ekonomik toparlanma- sıyla gelmiş değil. Bu zorlama kanıtları elersek geriye bir iddia kalıyor: Bilerek iddia diyoruz; zira “Bir önceki seçime katılmayanlar oranı düştüğünde BDP’nin aldığı oya yaklaşamamıştır” önermesi sadece bir iddiadır. Verilere dayalı bir kanıtlamayı ise, yazıda bulamıyoruz. İki çalışma aksini söylüyor. Bu iddia konusunda ilk yapabileceğimiz, az çok emek harcanmış iki çalışmayı salık vermektir. Bunlardan ilkini Ahmet Kardam yaptı. Kardam’ın bianet.org’da yayınlanan vargısı şöyle özetlenebilir: Boykot çekirdek illerde yüzde 100, çeper illerde yüzde 100 ve göç illerinde yüzde 118 başarılıdır. Prof. Dr. Nazım Kadri Ekinci’nin yaptığı ve gene bianet. org’da yayınlanan araştırma da daha başlığıyla aynı şeyi söylüyor: “Referandumda Boykot Başarılı, Batıda Daha Başarılı”. Üstelik bu ikinci çalışma, tam da sendika. org’un istediği gibi, bir önceki seçime katılmayanları düşüyor. Eklenecekler var Boykotlu bir referandumda gerçek katılım oranını belirlemenin bir güçlülüğü olduğu aşikar. Ama bu büsbütün imkansız değil. Yapılacak ilk şey, boykotun en az etkili olduğu illerin katılım oranına bakmaktır. İşte bunlardan bazıları (yüzde olarak):Ço- dan da yararlanarak 2011 seçimlerinde tek başına iktidarı garantiye almaya odaklanacaktır. Bununla ve sağı kendi etrafında toparlama hedefiyle çelişen (örneğin, seçim barajını düşürmek gibi) her hangi bir adımdan kaçınacaktır. Referandum provasından hareketle, enerjisini bölünmüş bir Saadet Partisi’nden (SP), lidersiz kalmış bir Büyük Birlik Partisi’nden (BBP) ve gelecek vaat rum: 88; Afyonkarahisar: 87,2; Kastamonu:84,9; Edirne: 86; Tokat: 84,9; Amasya: 88,5; Kütahya: 89,3; Kırklareli: 87,6; Bartın: 86,8;Nevşehir: 85,7; Uşak: 88,4; Burdur: 89,1; Çanakkale: 87,1; Bolu: 86,6; Karaman:86,5; Bilecik: 88,4; Kayseri: 85,1; Düzce: 84,7. Yüzde 84-89 arasında dalgalanan bu rakamlar bize, referanduma katılımın 29 Mart yerel seçimlerinden (yüzde 85,3) aşağı kalmadığını, hatta daha yüksek olduğunu gösteriyor. Genel ortalamayı boykot aşağı çekmiştir. Hatta yüksek siyasallaşma düzeyi ve bütün tarafların tam saha yüklenmeleri nedeniyle Kürt illerinde gerçek katılımın görece daha yüksek olduğu dahi ileri sürülebilir. Çeşitli il içi karşılaştırmalar da fikir verici olabilir. Örneğin, alalım Mersin’i: Mut: 86,1; Erdemli: 85,1; Gülnar: 87,6; Silifke: 85,5; Tarsus: 74,6; Akdeniz (merkez ilçe): 56,3; Toroslar (merkez ilçe): 64,9; Mezitli (merkez ilçe): 71,2; Alalım Şanlıurfa’yı ve gerçek katılım oranı konusunda fikir vermesi için önce Kürt hareketinin ihmal edilebilir bir etkiye sahip olduğu iki ilçeye, sonra da diğerlerinden birkaçına bakalım (hatırlatalım; DTP’nin 29 Mart’ta il geneli oy oranı 19,6’dır): Harran: 97,3; Akçakale: 91,2; Ceylanpınar: 64,2; Bi- etmeyen bir Demokrat Parti’den (DP) olabildiğince çok oy devşirmeye harcayacaktır. Hırpalanmış MHP’yi baraj altına itmeye çalışacaktır. Kürdistan’daki toplumsal tabanını korumak ve Kürt burjuvazisini daha yaygın biçimde içermek için dört bir koldan seferber olacaktır. Dolayısıyla, seçimlerden önce “yeni anayasa” sorunu, AKP açısından bir “tuzak”tır. AKP, bu tuzaktan ka- recik:63,9; Viranşehir: 59,7; Suruç:32,2. Alalım Erzurum’u ve yine gerçek katılım oranı ve boykotun ne oranda karşılık bulduğu konusunda yaklaşık bir kanaate varmak için, önce Kürt hareketinin etkisiz olduğu, ardından ciddi bir tabana sahip olduğu dörder ilçeye bakalım: İspir: 93,5; Horasan: 87,2; Aziziye: 85; Oltu: 84,6; Hınıs: 70; Tekman: 65,4; Karayazı: 53,4; Karaçoban: 53,1; İl içi karşılaştırmalarda listeyi uzatmak mümkün. Örneğin İzmir-Ödemiş’te katılım yüzde 89, buna karşılık Menemen’de yüzde 77,4’tür. Ankara-Elmadağ’da yüzde 88, buna karşılık Şereflikoçhisar’da yüzde 73,6’dır. Konya-Kadınhanı’nda yüzde 88,9, buna karşılık Cihanbeyli’de yüzde 71,9’dur. Kısacası, Türkiye sosyalist hareketinin ve toplumsal muhalefetinin boykota katkısından bağımsız olarak, Kürt hareketinin referandumda sayısal olarak da başarısız olduğu iddiası doğru değildir. Evet, Bingöl ve Bitlis gibi yerlerde istenen karşılığı bulmasa da, Kürt hareketinin boykot çağrısı Kürdistan’da, mücavir illerde, göç alan illerde ve hatta Orta Anadolu Kürtleri arasında ciddi bir karşılık bulmuştur. Titiz bir tahlille bunu iller ve çınacak, yeni bir anayasa vaat edip, meseleyi seçimler sonrasına öteleyecektir. AKP’nin yürüyüş, ilerleme ve fütuhat stratejisi bunları gerektiriyor. Kendisine bağımsız bir alan açmaya çalıştığı iddia edilen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de bu stratejiyi çelmeye hiç niyeti yok. Meğerse yeni yasama yılının açılış konuşmasının çoğulculuk ve temsil adaletine dair tumturaklı sözleri, seçim barajıyla alakalı değilmiş!… Ama bütün bunların olabilmesi için, AKP’nin başka bir koşula da şiddetle ihtiyacı var: Çatışmasızlık ortamını, kendi önceliklerinden sapmayarak, dolayısıyla, Kürt sorunu cephesinde top çevirerek, Kürt hareketini bir “negatif barış” (yani, sorunun çözümü yönünde adımlar değil sadece silahların susması) ve beklenti hali içinde tutuklayarak, hiç yoksa seçimlere kadar korumak. Açılımın ikinci perdesi: Değişen ne? “İkinci perde”, AKP’nin Habur’dan sonra rafa kaldırdığı “açılım”ı raftan indirmesi demek. Olay basit bir deja vu olarak görülemez elbette. İlk perdeye göre hemen kaydedilmesi gereken farklar var. n AKP, iktidarının uzunca bir dönemi boyunca kulağının üstüne yatarak tepe tepe yararlandığı çatışmasızlık ortamının değerini, hiç yoksa kendi çıkarları ve iktidarının dayandığı güç dengeleri bakımından şimdi daha iyi anlamış bulunuyor. Bu birinci fark. n Çözüm ve “pozitif barış” için olması bile, silahların susması yönünde, eskiye kıyasla daha ciddi bir toplumsal basınç ve beklenti oluşmuş durumdadır. Tetiğe basacak tarafı bunun toplumsal onayını ve desteğini üretme sorunuyla yüz yüze bırakan bir basınç. Bu ikinci fark. n Olası provokasyonlara ve savaş suçlarına karşı, gene eskiye kıyasla, daha güçlü bir hassasiyet, uyanıklık ve bağışıklık mevcuttur. Bu üçüncü fark. n Hükümet, muhatap almama ve süreci müzakeresiz biçimde kendi bildiği gibi götürme inadından vazgeçmek zo- 4 12 EKMEK & ÖZGÜRLÜK kalmıştır. Bu dördüncü 4 runda fark. n Öcalan, kapalı kapılar ardında değil, kamuoyu önünde açıkça ve bir muhatap olarak devreye girmiştir. Bu beşinci fark. n CHP-MHP bloku dağılmıştır. Şimdi ortada çözümsüzlüğe oynayan değil, AKP’den rol çalmaya çalışan ve Öcalan’ın temas kurmayı teklif ettiği bir CHP vardır. Bu da altıncı fark. Bunların dışında, bütün ihtilaflar, bütün mesafeler, bütün açı farkları, bütün engeller, bütün kurumsal ve toplumsal dirençler, bütün “kırmızı çizgiler”, devletin sahici bir barış korkusu, vb; yani sorunun “sert çekirdeği” yerli yerinde duruyor. Bu ne hız ve el çabukluğu AKP’nin Kürt sorununu çözecek halisane niyetler taşıdığına kefil olan liberal ve siyasal İslamcı çevreler, bugüne kadar habire özür üretip durdular. Bu özürlere kanacak olursanız, AKP’nin, henüz tam iktidar olamamak, hassas dengeler üzerinde yol almak, hala söz geçirilemeyen kurumlardan gelen sabotajlarla karşılaşmak, TSK’nin direncini aşamamak, CHP-MHP blokunun milliyetçi basıncından ve tahriklerinden ürkmek gibi nedenlerle yeterince cesur davranamadığına da kani olursunuz. Hatta daha ileri gidip, durumu doğru okuyamadığı ve çözüme giden yolda biricik muhatap olan AKP’nin elini güçlendirecek şekilde davranmadığı için Kürt hareketini de suçlayabilirsiniz. Hal böyleyse şayet, şu anda karşımızda daha az mazeretsiz bir AKP var demektir. Hele de Yüksek Askeri Şuradan (YAŞ) ve referandumdan sonra… Yüzde 58’lik “evet” gazıyla coşan bu aynı çevre ve kalemlerin şimdiki marifeti ise, sorunu bir çırpıda ve el çabukluğuyla çözüvermek: “Balıkçı”dan gelen haberlere göre, İmralı’daki görüşmeler birkaç güne sonuçlanıyor, PKK sınır ötesine çekiliyor; Mahmur bir geçiş ve (Kürtlerin duymak dahi istemeyecekleri tahkir edici bir sözle) rehabilitasyon merkezi haline geliyor; Barzani tam destek veriyormuş, vs. Hasılı, Cemil Ertem’in sözleriyle “kalıcı bir barışın hemen arefesinde” imişiz. Öyle ki, liberalizmi ufkunu ne kadar sınırlarsa sınırlasın, du- Öcalan kamuoyu önünde ve halkın gözünde açıkça muhatap kılındı ruma ve soruna, örneğin bir Ahmet Altan’ın büyüklere masallar ve Polyannacılık kokan yüzeyselliğine göre, kıyas kabul etmez ölçüde daha derinden vakıf olan Cengiz Çandar, “daha seyahatin başı, çözümün eşiği değil...” başlıklı uyarıcı bir yazıyla, bu desteksiz iyimserliğe itiraz etmek zorunda kaldı: “…eli kulağında bir çözüm beklemek, çıtayı gerçekçi olmayan biçimde çok yükseğe koymak demek olur ve o yükseklikten düşülmesinin hayal kırıklığı da o ölçüde şiddetli olur. “O yüzden, iyimserlik besleyelim ama ihtiyatı elden bırakmamak ve hatta daha da arttırmak kaydıyla.” Üstelik tam o sırada, görüşmelerin odağındaki kişi, Öcalan, Aysel Tuğluk aracılığıyla temkinliliğin ötesinde endişelerini ifade ediyordu: “Başbakan ne yapmaya çalışıyor? Bu kadar dış seferler neyin nesi? Dışarıda ne var, sorun ancak burada çözülür.” “Yeni hegemonya”, sadede gelmek ve Kürt hareketi Acelecilerin hilafına ve açılımın ikinci perdesinin ilkinden farklılıklarına rağmen yerli yerinde duranlara gelince: n Hükümet, devlet ve TSK Kürt hareketini tasfiye etme niyetinden ve zihniyetinden vazgeçmiş değil. Daha incelikli yöntemlerle, daha kuşatıcı bir stratejiyle ve zamana yayarak aynı hedefi gütmeye devam ediyorlar. n Kürt halkı için barış ve çözüm bir özgürleşme ve öz-yönetim arayışı; oysa devlet ve hükümet meseleye bir güvenlik operasyonu zaviyesinden bakmakta ısrarlı. Açılımın ilk perdesini kazaya uğrattığı iddia edilen Habur; aslında bu iki anlayışın karşı karşıya gelmesiydi. n Aynı nedenle, Kadri Gürsel’in haklı olarak dikkat çektiği gibi, konu Türklerle tartışılmıyor ve bir “terör belasından kurtulmak” olarak takdim ediliyor. Zira aksi, yüzleşme, tarihsel hataların kabulü, öz-eleştiri, ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı net bir tavır alış, Allah vergisi bir meşruiyet duygusuyla her gün bir marifet sergileyen linççiliğin mahkum edilmesi, vb demek. Oysa Kürt hareketinin teklif ettiği “hakikatleri araştırma komisyonu” pekala bu kapıyı açan bir anahtar olabilir. n Hükümet çatışmasızlık halini elverişli bir barış iklimi yaratmak için değerlendirmek yerine, Kürt hareketini açmaza alma fırsatı olarak kullanmak istiyor. KCK’nin ateşkesi bir ay daha uzatma kararının ertesi günü başlatılan BDP’lilere yönelik polis operasyonu bu anlama geliyor. n Egemen güçlerin yenilmemiş bir isyana ödün vermekten olabildiğince sakınma tutumu henüz kırılmış değil. Bunun cumhuriyet tarihinde bir ilk olması ve gelecek için emsal teşkil etmesi, başlı başına bir korku kaynağı. n Kürt halkının ve hareketinin talepleri ile devletin vermeye hazır olduğu ödünler arasında şimdilik derin bir mesafe var. Başbakanın anadilde eğitim konusunu kestirip atması, demokratik özerkliği duymak dahi istememesi bunun işareti. n Özel olarak AKP-Cemaat ittifakı, Kürt hareketini kendi muhafazakar-liberal dönüşüm projesinin önünde bir engel, bir direnç, bir yavaşlatıcı ve hükmedilemeyen ama bir şekilde üstesinden gelinmesi gereken bağımsız bir değişken olarak görüyor. Nitekim Öcalan da durumu böyle okuyor: “Daha önce de değinmiştim, 75 yıl Beyaz Türk Faşizmi egemendi şimdi ise Yeşil Türkçü Faşizm her yönüyle örgütlenmiştir. Bunun içinde ABD'si de Irak'ı da var. Bir ucu okyanus ötesindedir, bir ucu Kürdistan'da Güneydedir. Ben buna 'yeni hegemonya' diyorum.” Şu halde, meselemiz bir iyimserlik/kötümserlik meselesi değil, durumu olduğu gibi gören ve bütün imkanları değerlendiren bir barış mücadelesidir. Bir emek ve özgürlük blokuyla seçim sath-ı mailine taşınması ve süreklileştirilmesi gereken bir mücadele. EKMEK & ÖZGÜRLÜK 13 Politika Boykot ve demokratik bir anayasanın olanakları Sandıktan birden fazla “boykot” çıkmıştır. “Boykot” bu halleriyle bir karşı duruştur, önaçıcı bir zemin, toparlanmanın, örgütlenmenin enerjisidir B oykot açtığı kanallarla milyonlarca insanın enerjisini düzen dışı mücadele olanaklarına kavuşturdu Fikret Karafâki Referandumun “evet”le nihayetlenmesi, kazanç olarak sunulanın sadece “hayır” karşısındaki duruşunu belirlememektedir. AKP iktidarının buradan sayısal bir değer elde etmesi, yazıktır ki her daim yapageldiği gibi, demokratik bir anayasa yapımı üzerindeki vurguyu, sayısal değerler üzerinden görmesini de beraberinde getirdi. “Evet” ve “hayır” çatışması şeklinde başlayan, referandumla sonlandığı düşünülen çatışma, referandum sonrasında da, ders alan ve ders verenler çatışmasına dönüşmüştür. Referandumun esas belirleyeni olarak karşımıza “boykot”un çıkması, “evet ve hayır” arasındaki süregiden çatışma halini, demokratikleşme yolundaki esas işlevine dönüştürebilme gücünü kendinde barındırdığı için önemlidir. Referandumdan “boykot” çıkmıştır. Referandum öncesinde kimi unsurların “hayır”, kimi unsurların “evet ama yetmez haline büründürdükleri evetleri”, “boykot”un edilgin bir anlayış olduğuna vurgu yaparak “boykot”a sahip çıkanları, kendi mecralarına çekmek isteyişleri, referandum sonucu konusundaki yaygın “evet” öngörüsünü bertaraf etmek için istenmedi yalnızca. “Hayır” ve “evet ama yetmez”cilerin, “boykot”u benimseyen unsurları saflarına çekemeyişleri, referandumun sonlanmasıyla birlikte “boykot” saflarına imrene- rek bakmalarını da beraberinde getirdi. İmrenme gösterdi ki, demokratik bir anayasanın vücut bulmasında “boykot” esaslı bir işleve sahip olabilir; bu anayasanın temellerinin atılmasını sağlayacak bir kurucu meclisi doğurabilir. Hükümetin “evet”i, sermayenin “hayır”ı Referandumun “evet-hayır” çatışmasına odaklanan yanı, iktidarın ve sermayenin çıkarlarının yeniden olumlanmasının delili olarak görmek de işin başka bir yanı. Siyasi iktidar, Kürtlerin “boykot” tavrının görmezden gelinemeyeceğini, referandumdan önce algılamakta sıkıntı çektiyse de, şimdilerde bu sıkıntıdan kurtulma yolları araması, AKP’nin “liberal esnekliği”nin, türlü hallere bürünerek yol alacağını göstermektedir. TÜSİAD temsilcilerinin çekindikleri de, her daim kendilerine sadık bir siyasi iktidar yerine, siyasi iktidarın “liberal esnekliği”nin kendileri yerine başka bir sermaye zümresinin çıkarlarını daha fazla gözeterek, kendilerinin yerini alacağı endişesiydi. TÜSİAD’ın, referandum öncesinde “hayır”a göz kırpan tavrının, referandum sonrasında “hayır ama yan cebime koy” tavrına dönüşmesi; borsanın hızlı yükselişini, rekorlar kırmasını “ferahlama” olarak karşılaması ile kanıtlamıştır. Referandumun son uçlarını kendi çıkarları lehine çevirmeye çalışan TÜSİAD önderliğindeki sermaye çevrelerinin, “hayır ama yan cebime koyu” da seçenekleri arasında değerlendirdiğini gösterdi. Bu çerçeveden bakıldığında, siyasi iktidarın ve sermayenin çıkarlarının örtüştüğünü, sermayenin, askeri vesayet ve yarattığı bürokrasiyi kendi çıkarları doğrultusunda muhafaza edemese de; siyasi iktidarın “liberal esnekliği” vasıtasıyla şekillendirmeye çalıştığı yapının orasına burasına yanaşmaktan geri durmayacağı da açıktır. “Boykot”un emeğe sunduğu imkanlar Sandıktan “boykot” çıktığının farkına varamamak ise bir talihsizliktir. Bu türden bir talihsizliğin “boykot”un dayanılmaz çekiciliğine kapılacağı aşikârdır. “Boykot”un müdahale eden, değişimi emekten ve sınıftan yana bir tavırla önüne koyan pek çok unsuru da, müdahil olma hallerini çeşitlendi- 4 14 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika yakınlaştıracağını ve so4rerek kakların örgütlülüğünün yolla- rını açabilme olanaklarını taşıyacağı da göz önünde bulundurulmalı, gözden ırak tutulmamalıdır. Emekten ve sınıftan yana bir tavrın, “boykot”un bir olanak, demokratik bir anayasanın oluşumunda bir fırsat olduğunu görerek, hâlihazırdaki muhalif tüm unsurların ortaklaşacakları önaçıcı fikirleri ortaya koyabilecek enerjiyi de doğurabilir. Referandum, sistemin sermaye ile eklemlenmiş karakterini ortaya koyan, siyasi iktidarın ve sermayenin taleplerine “evet” diyen bir anlayışı oylamıştır. “Boykot” bu türden talepler öngören, asıl gerçekleştirmek istediklerinin üstünü cilalayan, makyajlayan fikirleri ifşa etmek için de bir olanaktır. “Boykot” belirli bir zamana sığdırılamayacağı için, referandumun öncesinde, referandum anında ve referandum sonrasında sürdürülebilme olanaklarını içinde barındırmasıyla da önem arz eder. Bu sürekliliğin yarattığı olanaklar, emekten ve sınıftan yana taleplerinin önünü açabilme umudunu içinde barındırdığı için önemlidir. “Hayır”ın “evet” oylarınca engellendiği ve “evet”le mücadeleyi sürdürmedeki argümanlarının zayıflığı; referandum sonrasında, siyasi iktidarın “yetmez ama evet”çilerin taleplerini yerine getireceğine dair emarelerin zayıflığı, “boykot”un kapılar aralayacağının, demokratik bir anayasa oluşturulmasının önündeki esaslı müdahale yollarından biri olduğunun kanıtlarını ortaya koyar. Kurucu meclis fikriyatının dillendirilmesi için bir olanaktır. Görüldüğü üzere sandıktan birden fazla “boykot” çıkmıştır. “Boykot” bu halleriyle bir karşı duruştur, önaçıcı bir zemin, toparlanmanın, örgütlenmenin enerjisidir. Bu enerjiyi doğru kullanmak “boykot” karşıtlarının da çok geçmeden “boykotun dayanılmaz çekiciliği”ne kapılacağını göstermektedir. Karikatür: Leman Dergisi “Boykot”un sürdürülebilirliği ‘Değişim’ ve ‘ileri demokrasi’ Tayyip Bey’in başkanlık hevesinin altında ne yattığını iyice anlamak lazım: Türkiye’de devlet, sermayenin geleneksel “merkez” kanadı ile bir süredir hızla palazlanan “çevre” kanadının küresel çıkarları gereği, seksen milyon insanın ezici çoğunluğunun karşısına dikilmek üzere yeniden yapılanıyor Tektaş Ağaoğlu Referandum oylamasının sona erdiği akşam saatlerinde konuşan Başbakan, “Hayır diyenler cuntacıdır” anlamına gelen birtakım lafları yine “ağzından kaçırdı”. Ardından, tüm yandaş medya ve AKP zimmamdarları (önde giderleri) önümüzdeki bir veya bir buçuk yıl içinde yepyeni bir özgürlükçü ve sivil bir anayasa yapılması ve o arada kesine yakın bir ihtimalle bir rejim değişikliğine gidilerek başkanlık sistemine geçilmesi perspektifini gündeme taşıyıverdiler. Aynı gün ya da ertesi gün yine Başbakan’ın bir sözü dikkati çekti: “Referandumlara alışacağız.” Bunu AKP kodamanlarından birinin “Parlamento” (yani TBMM) “AKP ile işbirliği yapmazsa” (kastedilen şimdiki mi, yoksa EKMEK & ÖZGÜRLÜK 15 2011genel seçiminde seçilecek olanı mı, belli değildi) “AKP işini halkla görür,” demesi izledi. Başbakan’ın yine o akşamki konuşmasında, böyle bir yeni anayasa hazırlama işini hemen sıcağı sıcağına Prof. Dr. Burhan Kuzu’ya ısmarladığı görüldü. Bay Burhan Kuzu AKP genel başkanının has bendelerinden biri. Bir zamanlar Turgut Özal merhumun da hukuk danışmanlığını yapmış, hazretin bugünlere ışık tutacak nice akilane düşünce ve tasavvurlarının yakından tanığı olmuş. Yeri geldikçe övünerek anlatır. Hızlı ve hırslı bir başkanlık sistemi yanlısı. Parlamentocu sistemden nefret ediyor; başkan demokrasisi istiyor. “Bizim halkımıza lazım olanı ve en yakışanı odur,” diyor. O nedenle, “AKP çalsın, halkımız oynasın!” anlayışı ve tarzının geçerli olacağı, halkın doğrudan seçtiği bol yetkiyle donatılmış bir Başkan ve bol referandumlu bir “ileri demokrasi”yi getirecek bir Esas Teşkilat Yasası’nı hazırlama görevi ile şereflendiriliyor. Ülkenin “verim”i artacakmış! Yani öyle görünüyor ki, “DEĞİŞİM” kavramının nakarata dönüşüp sokağa düştüğü bir dönemde, bütün yollar “sistem değiştirme”ye çıksın isteniyor. İleriki aylarda ve bir yıl içinde ülke gündemini besbelli bu sorun işgal edecek. Bütün damardan AKP yandaşları ve “yeni” anayasa değişikliğine, “Yetmez ama Evettt!” diyerek 2010 Eylül Referandumu’nda AKP’nin halktan onay almış görünmesine doğrudan katkıda bulunanlar, belki üç beş istisna dışında, “statüko güçleri”ne inat, tercihlerini başkanlık sisteminden yana yapacaklar. İhtimal o ki, Tayyip Bey de parlamentocu sistemi savunanların statükodan yana cuntacılarla aynı safta olduklarını eline geçen her fırsatta tekrarlamaktan geri durmayacak. Tayyip Bey’in bir başka bakanı referandum sonrasında şöyle diyordu: “Bizim istediğimiz ülkenin verimini arttırmaktır.” Evet, tam işte öyle! Ülkenin ve ülke insanlarının “VERİM”ini arttıracaklar. Ayıptır söylemesi, “Anasını ağlatacağız!” demek gibi bir şey… İki noktaya dikkat edelim: nParlamento, yani TBMM, yani egemenliğin sahibi olduğu söylenen milletin temsilcisi, halka muhatap olmaktan çıkmaktadır. Daha doğrusu, “biraz daha” çıkmaktadır. Zira son otuz yıldır yüzde 10 seçim barajı nedeniyle büyük ölçüde çıkmış bulunmaktadır. Şu son sekiz yılda da bunun somut, çarpıcı tecellileriyle hemhal olmuş bir halde yaşamaktayız. Çok geçmeden muhatap, TBMM ve onun içinden çıkan başbakan ile hükümet değil, Adalet ve Kalkınma Partisi ve onun başındaki zat (her kimse) ile Partinin merkez yöneticileri olacaktır. En azından, istenilen budur ve ülkenin verimini huzur ve istikrar içinde arttırmak için bunun şart olduğu düşünülmektedir. Milli irade ve milletin temsili (sandık) üzerinde bu kadar vurgu ve sahiplenme, işi oraya kadar vardırır. İş oraya vardığında, kayıtsız şartsız milli egemenliğin “halkın seçtiği” başkan eliyle kullanılacağını, bunun da demokrasinin icabı olduğunu anayasa profesörü Dr. Bay Kuzu’nun ağzından günü gelir işitirsiniz. “Millet” ve “Biz” özdeşleşmesi demokrasinin içini AKP ile doldurmaya teşne ve hevesli bir ruh ve düşünce halini yansıtmakla kalmıyor, böyle bir şeyin adeta anayasal bir olguya dönüşmesine zemin hazırlıyor. AKP dışındaki siyasi partilere ve sair siyasi ve mesleki örgütlenmelere yer de, lüzum da kalmıyor. Silivri’de cunta yargılamaları sürer ve bir türlü bitmezken AKP sözcülerinin ve yandaş medyanın AKP muhalifi siyasi partileri ikide bir cuntacılıkla ve 12 Eylül darbesinden yana olmakla suçlaması kadar, Başbakan’ın mesela Yar-Sav’ı kastederek, “Onu da halledeceğiz!” demesi budur. Mesaj çok açık. Yüzde 10 seçim barajının kalkmasından (öyle yüzde 7’ye filan inmesi yetmez. Sıfıra kadar inmeli. Buna karşı ileri sürülen “istik- rar” gerekçesi, yavuz hırsızın ev sahibini bastırmasından başka bir şey değildir) vebadan kaçar gibi kaçanların ağzında büsbütün manidardır: Meclis’e güven olmaz. Oraya kimlerin geleceğini bilemezsiniz. AKP’nin ipine tutunun! Bunun bir değilse birkaç adım ilerisi, sandığı emanete (ya da yeddi emin’e) almak olacaktır. nHedef, yazılı basında, ekranlarda, orda burda sık sık dile getirildiği gibi kişi kültüne, tek adam sistemine filan gitmek değil. Askeri/bürokratik vesayetin yerine yeni bir sivil vesayet sistemini ikame etmek de değil. Böyle bir şey zaten olamaz, zaten sivilsiz askeri, askersiz sivil vesayet olacak şey değildir ve hiç bir yerde hiçbir zaman olmamıştır. Kısacası, sorunu illa başkan olmak istediği söylenen Tayyip Bey’in kişisel kariyer sorunu olarak görmemek gerekir. Siyaset, sığ bir bakışla öyle görünse de, kişiler ve kişilikler arasında hırs, ihtiras, iktidar oyunu değildir. Yukardan beri sözünü ettiğim sürecin, Recep Tayyip Erdoğan’ın bundan sonraki siyasi geleceğine hazırlık değil, başka bir şeye hazırlık olduğunu görmek gerekiyor: Uzun zamandır – nerdeyse yirmi yıldır– şöyle ya da böyle işlemekte olan bir sürecin bugünkü evresi. Tayyip Bey’in 2002 genel seçiminde 12 Eylül cuntasından kalma seçim barajı sayesinde AKP’nin Meclis’te mutlak çoğunluk olarak yer almasının sağlanmasıyla başbakan olmasının, ya da ondan çok az bir süre önce parti genel başkanı olarak, daha milletvekili dahi değilken taa Vaşington’a kadar giderek ABD başkanıyla ve daha başka mahfillerle Irak savaşına hazırlık müzakerelerine oturmasının üzerinde ne yazık ki şimdiye kadar yeterli hassasiyetle durulmadı. O günlerde akla gelen ve kısmi polemik konusu olan kimi hususlar çabucak unutuldu, birçok şeyin üstü örtülüp geçildi ve bir daha hiç hatırlara gelmedi, getirilmedi. Ulus-devlet küçülüyor mu? Son çeyrek yüzyıldır bütün dünyaya yayılan -ve bizde de özellikle AKP gibi siyasi oluşumlara özel bir ilgi ve yakınlık duyan “kanaat önderi” sıfatlı kişilerin ağızlarında çiğneyip durdukları- bir sakız var: Ulus-devlet küçülüyor ve tarihe karışıyormuş! Tam ve tipik bir şehir efsanesi.Yaşanan ve giderek güçlenen süreçte maddi/örgütsel yapısı ve ideolojik techizatı revizyondan geçirilmiş ulus-devlet, kapitalizmin gelişmekte ve gelişkin halinin inceltilmis yöntemlerle sıkıya alınmakta olduğu her yerde, küçülmek şöyle dursun, uluslararası ekonominin yenilenen ihtiyaçlarını ve gereklerini karşılamak üzere, yeni global taahhütler altına girerek gitgide büyüyor. Türkiye’de sermayenin geleneksel “merkez” kanadı ile bir süredir hızla palazlanan “çevre” kanadı, ikisi bir arada, uluslararası sermaye ile gitgide bütünleşerek yeni ufuklara açılmanın eşiğinde böyle bir yenilenmiş devlet yapısına şiddetle ihtiyaç duyuyor: Giderek bütünsel bir parçasına dönüştüğü global sermaye çıkarlarının realize edilmesini sağlamak ve sağlam kazığa bağlamak için her türlü örgütsel, ideolojik ve baskıcı donanımı kuşanmış haliyle seksen milyon insanın ezici çoğunluğunun karşısına dikilen bir devlet! Bunu bilelim. Statüko denilen bir şey de vardır, onu da bilelim, ama o statüko, “değişim”le getirilmek istenen neyse onun öbür yüzünden başka bir şey değildir. Çünkü o statükonun arkasında çıkarını ona bağlamış başka bir sermaye yoktur.Başkanlık sistemi tartışması bunun için, 2010 Eylül referandumunda AKP’nin elde ettiği başarının hemen ardından yine gündeme getirilmiştir. Önümüzdeki süreçte patlayacak kavga Tayyip Erdoğan’ın “ padişah” olma kavgası değil, sözgelimi yüzde 10 seçim barajı gibi bir yezitliğe ülkede ihtiyaç bırakmayacak bir tür “sıkı rejim”e geçiş kavgası olacaktır. 16 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika EMEP: 2011 seçimlerinde Kürtleri de kapsayan daha geniş bir ittifak gerek... Mustafa Bayram Mısır, EMEP Genel Yönetim Kurulu üyesi İskender Bayhan ile 2011 seçimlerine gidilirken ittifaklar sorunu üzerine görüştü EMEP, daha önce kamuoyunda “Çatı Partisi Girişimi” olarak bilinen girişim içinde yer alıyordu. Kürt Özgürlük Hareketi ile stratejik bir ittifakı savunan sosyalistler yanında, emeğin haklarını, demokratikleşmeyi ve Kürt Sorununun demokratik siyasi çözümünü savunan en geniş demokratik güçlerle partileşmeyi hedefleyen bu girişimden, girişimin yetersiz kaldığı gerekçesi ile çekildiğini biliyoruz. Referandum sürecinde ise, Kürt Özgürlük Hareketi ile sosyalist hareketlerin bir kesimi boykot siyasi tutumunu geliştirirken, EMEP , ÖDP, TKP ve Halkevleri ile birlikte dörtlü bir blok oluşturarak hayır siyasi tutumunu savundu. Bu Kürt Özgürlük Hareketi ile ilişkileri bakımından, E- MEP'te bir çizgi değişikliği anlamına mı geliyor? Elbette ki bir çizgi değişikliği anlamına gelmiyor. Partimiz, AKP hükümetinin sistemi ve kendisini yenileme ve güçlendirme amacıyla gündeme getirdiği anayasa değişikliğine hayır demiştir. Bu politik tutumuna uygun bir ittifak içerisinde yer almıştır. Partimizin bu tutumundan, Kürt sorununun eşit haklara dayalı, demokratik ve halkçı çözümü için mücadelesine ve Kürt hareketiyle ilişkilerine dair bir değişim yaşandığı sonucu çıkarmak doğru olmaz. Kürt sorununun çözümü dün de bugün de, demokrasi mücadelesinin temel gündemlerinden birisidir. Kürt hareketi de, demokrasi mücadelesinin en önemli ittifaklarından birisi olmaya devam etmektedir. Partimiz de buna uygun bir politik tutum almayı sürdürmektedir. Referandum sonuçları, AKP Hükümetleri eliyle bir tek parti devletine doğru olan dönüşümün hızlanacağına, buna karşın rejim içi muhalefetin CHP etrafında öbekleneceğine dair bazı işaretler sundu. Böyle bir süreçte, Kürt Sorununun çözümü ba- EMEP’liler Dersim’de bir yürüyüşte kımından egemen sınıfların güçlenmiş AKP Hükümeti eliyle bazı adımların -geleneksel havuç sopa siyasetleri eşliğinde- atılmasından yana olduğuna dair de işaretler var. Daha önce de ihtiyaç buydu ama bugünde, böyle bir eşikte emek ve demokrasi güçlerinin, Kürt Özgürlük Hareketi ile birlikte bir üçüncü siyasal kutup oluşturması gerekmez mi? Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasından bu yana, CHP de bir değişim yaşandığı değerlendirmeleri de gündeme gelmiştir. Aslında bu yönlü değerlendirmeler Deniz Baykal’ın son dönemleri içinde yapılmaktaydı. Bütün bu değerlendirmeler, sistemin kendi alternatif arayışları çerçevesinde bir politik değer taşıyabilir. Ama son noktada AKP-CHP arasındaki kamplaşma, sistemin yenilenmesi ve güçlenmesi konusunda düzen partilerinin bir iç kavgası-yarışı olarak yaşanmaktadır. Bu kavgadan, yarıştan, Kürt ve Türk işçi sınıfının, emekçilerinin demokrasi taleplerini karşılayacak bir sonuç çıkmaz. Gerçek bir demokratikleşme ve demokrasiye ulaşmak, Türk ve Kürt kökenli işçi ve emekçilerinin birliği ve ortak mücadelesiyle mümkün olabilir. Birlik ve ittifaklarda bu mücadeleyi güçlendirmek üzere işlev görmelidir. Bu kapsamda emek, barış ve demokrasi güçlerinin kalıcı bir mücadele ittifakı, bir güç birliği oluşturma ihtiyacı dün olduğu gibi bugünde devam etmektedir. Böyle bir ittifak ve güç birliği elbette ki, referandumda oluşan EMEP, ÖDP, TKP ve Halkevleri ittifakının ötesinde, daha geniş ve özellikle Kürt hareketini de kapsayan bir genişlikte olmalıdır. Dahası böyle bir ittifak ve güç birliği siyasi parti ve örgütlerin dışındaki güçleri de bir araya getirmelidir. Sendikalar, meslek odaları, emek örgütleri, çevre ve kadın örgütleri, alevi örgütleri, aydınlar, bilim insanlarının da içinde yer aldığı bir ittifak ve güç birliği olmalıdır bu. Seçimler için oluşacak bir bloğun kapsamı ve ufku da bu olmalıdır. Partimiz, böyle bir ittifakın oluşması için girişimlerini, çabalarını sürdürmektedir. EKMEK & ÖZGÜRLÜK 17 Politika SP: Emek, barış, demokrasi blokunu hedefliyoruz Osman Ersoy Sosyalist Parti İstanbul İl Örgütü Başkanı Kadir Akın ile referandum sonrası soldaki dizilişi ve sosyalist yeniden kuruluş sürecinin sorun ve imkanlarını konuştu Referandum sürecinde Sosyalist hareket içinde evet, hayır ve boykot tavrını alan özneler AKP ile CHP arasında bir tercihe dönüşen referandum atmosferini kırabilecek bir etkinlik sağlayabildiler mi? Bence süreç buna izin vermedi. Daha doğrusu böyle bir zemin yaratıp bu zemini kullanabilecek bir güçte değildi sosyalist hareket. Dolayısıyla onun evet, hayır ya da boykot tavrı aslında kendini görünür kılan geniş kitleleri etkileyen bir konumda değildi. Bunu kabul etmek gerekiyor. Burada tabii Kürt hareketini ayrı ele alıyorum. Ama zaten Kürt hareketi evet de, hayır da dese ya da bir başka şey yapsa bunu görünür kılacaktı ve öyle de oldu. Kürt illerinde ciddi bir başarı yakaladı boykot. Ama batı’da aynı şey söylenemez. Boykot için de hayır için de bu böyle. Belki “yetmez ama evet” diyenlerin biraz da hükümetin onları görünür kılması ve yarattığı imkânlar ile bir pozisyon elde ettikleri düşünülebilinir. Hâkim kutuplaşmayı kıracak bir politik hareket örmenin imkânı nasıl gözüküyor? Şimdi bizim durumumuza gelince. Aslında ne yapacağımıza dair bir formülasyonumuz var. Biz bunu 15-20 yıldır da uygulamaya çalışıyoruz. Bunu iki halkın mücadele birliği olarak daha çok da seçim dönemlerinde Emek – Barış - Demokrasi bloğu olarak bir yan yana gelişle, bir ittifak ile yapmaya çalışıyoruz. Son 15-20 yılda bütün seçimler boyunca aşağı yukarı bu gerçekleşti ve burada önemli ölçüde Kürt hareketinin yanında dizilen, bununla ittifak içine giren politik güçler de bence billurlaştı. Bunun kalıcı hale getirilebilmesi sadece seçim dönemlerinde değil her zaman kalıcı hale getirebilmek çok mümkün. Bunun arayışları sürüyor. İşte Demokrasi İçin Birlik Hareketi sizin de bizim de içinde olduğumuz bu zemin aslında bu ittifakın da- SP Genel Başkan Yardımcısı Kadir Akın, Ekmek &Özgürlük bürosunda soruları yanıtladı ha kalıcı hale getirilmesine ilişkin bir fikrin ürünü olarak ortaya çıktı. Henüz başarılı olamadı ama bu fikir hala canlı. Buna ne derseniz deyin ister “üçünce cephe” deyin ister bir odak deyin isterseniz Emek – Barış - Demokrasi bloku deyin bunu oluşturabilme zemini bence var. Ve bu bir ihtiyaç olarak hala önümüzde duruyor. Referandum’dan istediğini alan hükümet Kürt sorununda kritik bir süreç örgütlüyor. AKP bu süreçten ne umuyor? Burada bu oyalamanın bir parçası olarak değerlendiriyorum ben bu durumu. Ama yine şunu yapmak gerekiyor. Demokratik anayasa hareketini Kürt Özgürlük Hareketi ile birlikte örebilirsek, eğer bu konuda yani AKP’nin kendileri için kabul edilebilir ama Kürt Özgürlük Hareketi için asla kabul edilemeyecek bir noktada çözme girişimlerine bir gedik açılabilir. Bu kanal büyütülebilir. Toplumsal muhalefet Kürt Özgürlük Hareketi ile birlikte akan kanın durması, savaşın sona erdirilmesi Kürtlerin kimi taleplerin kabulü açısından AKP’nin zorlanması işini becerebilir. Bunun yolu sosyalist hareketin Kürt hareketi ile birlikte güçlü bir kuvveti ortaya çıkarabilmesinden geçer. Burada en gerçekleşebilir görünen demokratik anayasa hareketini refe- randumdaki tutumları ne olursa olsun demokratik bir anayasa konusunda anlaşılabilecek tüm kuvvetler ile Kürt Özgürlük Hareketini birlikte seferber etmek ve devreye sokmaktan geçer. Yüzde 58 evet çıktı bu AKP açısından bir başarı, bunu kabul etmek gerekiyor. Fakat “seçimlere zaten 89 ay kaldı seçimleri de görelim ben yeniden güçlü bir şekilde geleyim ondan sonra yeni anayasaya bakarız” aldatmacası ile karşı karşıya kalabiliriz. Dolayısıyla bunu boşa çıkartmak için şimdiden böyle bir hareketin devreye sokulması gerekiyor. Bizim önümüzde duran temel görevlerden bir tanesi özellikle de seçimi gören bir yerden bir birliktelik. Bu birliktelik son derece güncel görevlerimizden biridir. Sosyalist hareketin iddialarını geniş bir zemine yaymak ve güçlendirmek için çeşitli adımlar atılıyor. Sosyalist hareketin bir araya gelme zemini nedir? Bir tür 21. yüzyıl sosyalizminin imkânları çerçevesinde bir yeniden bir araya gelme, yeniden yapılanma ya da yeniden kuruluş imkânlarının ortaya çıkartılması üzerinden Sosyalist Koordinasyon biraraya geldi. Bir ihtiyaç olarak ortaya çıktı. Eğer sosyalist hareketin yeniden yapılanmaya ihtiyacı olduğunu saptıyorsak, yeniden kuruluş 4 18 EKMEK & ÖZGÜRLÜK diyorsak bunun üze4ihtiyaçtır rinden bir tartışma sürdürmek, bunu anlamlı bulan bu ihtiyacın gerekliliğini düşünen bütün geçmiş deneylerden dersler çıkardığını iddia eden bütün politik öznelerin bir Sosyalist Koordinasyon kurmak için bir araya gelmesinde fayda var. Biz 1,5 yıl öncede bu duygularla bu fikir ile bir masa kurduk. Ama aradan geçen 1,5 yıla baktığımızda burada bir başarı yakaladığımızı söyleyemeyiz. Bunun nedeni şu; Sosyalist Koordinasyon bir ittifak değildir, bir cephe de değildir. Biz o cepheyi biraz önce konuştuğumuz gibi Emek – Barış - Özgürlük cepheleri ya da Demokrasi İçin Birlik Hareketi gibi zeminlerde kuruyoruz. Dolayısıyla Sosyalist Koordinasyon deyince cephe ve ittifak tanımlamalarını kullanmamak gerekiyor. Bizim burada ihtiyaç duyduğumuz sosyalist hareketin yeniden yapılanmasına evet diyecek ve bu işin fikri yanını ortaya koyan, bunun olabilmesi için temel köşe taşlarını –program demiyorum buna, program öncesi bir tanımdan söz ediyorum- çıkartan bir hareket. Bu politik öznelerin hem kendilerini hem de bu yeniden yapılanmadan ne anladıklarını ortaya koyabileceklerini düşündük. Ve buna dair görüşlerimizi ortaya koyduk. Biz bütün bu sosyalist koordinasyon tartışmaları süresince tartışmaya zemin oluşturabilecek dokuz maddede hem sürece nasıl baktığımızı hem de muhataplarımızın bu soruna nasıl yaklaştığını anlayabilmek bakımından bunu yazılı olarak verdik ama şunu söyle- yeyim ki bizden başka kimse kendisini yazılı olarak ifade etmedi. Sosyalist Koordinasyon bileşiminde olması gereken bazı öbekler açısından aktüel meseleler ve kimi gelişmeler bunun önünü tıkadı ve engelledi. En son görüşmemizde Sosyalist Birlik Hareketi, Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal Özgürlük Platformu’da (TÖP) bu masanın etrafına geldi. Halihazırda bu arkadaşların takvimini işlettikleri bir süreç mevcut fakat bu bir engel değil. Kadir Akın: Önceki bütün birlik girişimlerini değerlendirmede ortaklaşmazsak olmaz... Kuruçeşme’den başlayan BSP, ÖDP ve bizim için SDP ile devam eden tüm girişimlerin konuşulması gerekiyor. Bunlar geride bıraktığımız yıkıntılar değildir. Bu işe yeniden giriştiğimizde önümüze çıkacak enkaz ve yıkıntılardır. Bu enkazı temizlemeden, bir arazi açmadan, bir zemin temizliği yapmadan yol alabilmemiz mümkün değildir. Çünkü bizim ve sizin de içinde olduğunuz bu süreçlerin başarısızlığını tartışmak aynı zamanda yapmaya çalıştığımız iş konusunda bize müthiş bir tecrübe verecektir. Nerede hata yaptığımızı bilince çıkarmamızı sağlayacaktır. Bunları es geçen bunların fikri zeminini konuşmadan sadece pratikte yan yana gelerek birleşik bir sürecin örülebileceği fikrine sıcak bakmıyoruz. Çünkü daha önceki bütün birlik girişimlerinde ayağımız tökezledi. Dolayısıyla bunlardan ders çıkartmadan girişilecek bütün girişimler aynı sonla sonlanacaktır. Hiç kimse ile yeniden ayrılmak ya da kavga etmek için bir araya gelmeyeceğiz. Yani bir araya gelişimiz bir fikri tartışmanın üzerinden eylemlilik ile birlikte devam eden, her sorun çıktığında sorunun çözümünü geçmişin deneyimleri ile müzakere ettiğimiz bir süreç olarak düşünülmelidir. Özellikle ÖDP sürecine burada değinmek gerekiyor. Çünkü belki de 12 Eylül’den sonra Türkiye sosyalist hareketinin en kitlesel, en ciddi birlik girişimidir ÖDP. Ve bunun yarattığı hayal kırıklığı sol kamuoyu üzerinde etkisini sürdürüyor. Aslında ÖDP’yi ÖDP yapan birlik fikrinin kendisidir. Yoksa ÖDP’yi oluştu- ran politik öznelerin başarısı değildir. ÖDP içindeki özneler bunu kullanamamışlardır, başarılı olamamışlardır. Hatta kolektif bir yalanın parçası olmuştuk. Örneğin “partinin grupları” falan denmişti aslında alakası yok bir tür “grupların partisiydi” o. “Burada gruplar var arkada karar alıp dayatıyorlar” diyenlerin bile grupları vardı. Kolektif yalan derken bunu kastediyorum. Bu bir tür etik sorun da yaratıyor tabii. Aslında sosyalist harekette bir bütün olarak reel sosyalizmin çöküşü sosyalizmin bir alternatif olmaktan çıkışı konusunda kapsamlı, kendisini sorgulayan bir süreç yaşamadığını kabul etmek gerekiyor. Özel olarak ülkemize bakacaksak kendisini 70’li yılların ortasında kurmuş birçok politik özne kendini kurarken yaslandığı orijin fikirlerle hiç alakası olmayan fikirler savunmasına rağmen aradan geçen zaman zarfında neyin değiştiğini neden görüşlerinin farklılaştığının hesabını muhasebesini yapmış değil. Bu çok enteresan bir durum. Vakti zamanında dünyadaki kutuplaşmaya göre kendisini konumlandırmış; diyelim ki ÇKP’nin ya da SSCB’nin görüşlerinden etkilenmiş kümeler kuruldukları tarihlerde savunmadıkları fikirleri savunuyorlar. Ama değişenin ne olduğunun bir izah çabası yok. Bu konuda kapsamlı analizlerini görmüyorum okumuyorum. Biz bu bakımdan sosyalist hareketi sıkıştırabilir ve zorlayabiliriz. Onlara anlamlı sorular sorabiliriz onların kendilerini yeni baştan gözden geçirmelerine sebep olabilir ve gelecek ta- savvuru üzerine bir tartışma açabiliriz. Yani şunları tartışmıyor sosyalist hareket; tasavvur ettiğimiz sosyalizmde kadınların konumu ne olacak, gelecek toplum tasavvurunda ordunun rolü ne olacak? Hatta zaman zaman duyuyorum sosyalist idealleri gerçekleştirdiğinde idam cezasını uygulayabileceğini çok rahatlıkla söyleyebilen politik özneler var. Mevcut örgütlerin iç işleyişleri karar alma mekanizmaları sahip oldukları sosyalist demokrasi anlayışı kadın sorununa bakışları, dışlarındaki sol ile kurdukları bütün ilişkiler onların gelecek iddialarının aynası. Dolayısıyla biz onların geleceğe erteledikleri şu an çok manasız buldukları soruları onlara sormak ile başlayabiliriz işe. Eğer aktüel olan bizi teslim almayacaksa sosyalist hareketin yeniden yapılanması aktüel sorunlardaki saflaşmanın dışında bir meseledir. Aslında son derece anlamlı bir ihtiyaç olarak önümüzde duran sosyalist hareketin yeniden yapılanması meselesi henüz yeterince yol alamamış olsak da ihtiyaç olarak önümüzde duruyor. Sosyalist hareketin yeniden yapılanması yaklaşan seçimler ya da şuan kestiremediğimiz ama yarın öbür gün önümüzde dikilecek bütün sorunların dışında temel görevlerimizden bir tanesi olarak ele alınmalıdır. Bir yeniden kuruluş sosyalist hareketin yeniden yapılanması gerçekleşmeden de başarıyı gelecek yıllara ertelediğimizi düşünüyorum. EKMEK & ÖZGÜRLÜK 19 Politika Referandumdan kadın manzaraları Kadınların “evet” inin Karadeniz’de yüzde 18’i, Kürdistan’da ise yüzde 14’ü koca, baba zoruylaydı “Hayır” diyen kadınlar yükselen muhafazakârlıktan, “evet” diyenler ise başörtüsü yasağı yüzünden kamusal alana çıkamamaktan tedirgindi. Sonuçta kadınların yönelimini geleceğe dönük korkuları ve patriyarkal dayatmalar belirledi Nihal Tümay Referandumun sayısal sonuçlarına bakıldığında, kasabın “et” derdinde olduğu; “can” derdindeki Kürtlerin, Alevilerin, emekçilerin, kadınların , eşcinsellerin, travesti ve transseksüellerin, kısacası tüm ezilenlerin oluşturduğu Boykot Cephesi’nin en anlamlı mesajı verdiği görmezden gelinemeyecek kadar ortada. Referandumda kullanılan ya da kullanılmayan oyların dağılı- mında, siyasal eğilim ve partiler, coğrafi bölgeler üzerinden değerlendirmelerin çokluğuna karşın, seçmenlerin cinsiyetleri üzerinden kapsamlı bir değerlendirmeye henüz rastlanmıyor. Kadınların Anayasa değişikliğini nasıl gördüğü, neye göre “evet”, “hayır” ya da “boykot” dediğini irdeleyen kapsamlı bir çalışma yapıla(cağını ümit ederek)na kadar, kadınların yönelimleri hakkında, referandum sürecindeki birebir temaslar, konuyla ilgili sohbetler ve hatta özellikle referandumu tartışmak üzere bir araya gelişler, tanıklıklar, yazılı ve görsel basında kamuoyu paylaşımına sunulan düşünceler üzerinden birkaç şey söylemek mümkün. Elbette Türkiye’ye genelleme iddiası taşımadan. “Evet” oyu kullanan (muhafazakâr) kadınların iş yaşamının içinde olanları, olası bir iktidar değişikliğinden ötürü tedirgindiler. Özellikle vurgulamak istediğim, kamuda çalışan ve halihâzırda işe başörtüsüyle giden kadınların “evet” demelerinin en önemli gerekçelerinden biri- nin bu meseleye dayanıyor olması. Muhafazakâr kadınlar, değişen anayasa ile güçlenecek AKP iktidarının, kamu kurumlarında inançlarına uygun giysiler giyerek ve özellikle başörtüsü takarak çalışmalarını tamamen yasallaştıracağını düşünüyor ve endişelerinden ancak yasal güvenceye kavuşarak kurtulabileceklerini ifade ediyorlar. Giysi/örtünme meselesinin dışında kalan, iş güvencesi, sosyal haklar, kadınlara pozitif ayrımcılık, kota, kadın-erkek fırsat eşitliği ve benzeri konularda ise, “mevcut hükümet ne yaparsa bizim için hayırlıdır” inancındalar. “Hayır” mührü basan kadınların, özellikle de kamu kurumlarında çalışanların gerekçelerinde, AKP yönetimlerinin kadrolaşmasına duyulan tepki öne çıkıyordu. Kadın çalışanlar, önce yerel yönetimlerde, ardından AKP’nin hükümet olmasıyla birlikte tüm kamu kurumlarında yaşanan antidemokratik uygulamalara öfkeli; “AKP’nin adamları”nca eski yönetim tarafından işe alınmış personele reva görülen sürgün, kıdem ilerlemesi durdurma gibi haksız idari cezalardan şikâyetçiler. Bunun yanısıra muhafazakâr sistemin, kadınların iş yaşamı da dahil her alanda gelişmesinin ve ilerlemesinin önündeki en büyük engel olduğunda neredeyse hemfikirler. Sosyal ve sendikal haklar, iş güvencesi, pozitif ayrımcılık, fırsat eşitliği vb. konularda ne mevcut anayasanın ne de AKP’nin değişiklik önerilerinin yeterli olmadığını kabul etmekle birlikte, rejimin tehlikede olduğu, olası bir şeriat düzeninde kadınların zaten yetersiz olan tüm özgürlüklerinin ortadan kalkacağı inancıyla boykot alternatifini şiddetle reddediyorlardı. Keza iş hayatında olmayan, kendini “laik”, “ulusalcı” olarak tanımlayan ev kadınlarının “hayır” deme gerekçeleri de buna denk düşmekteydi ve özünde şeriat korkusuna dayalıydı. A&G şirketinin Hürriyet Gazetesi adına referandumda oy kullananlarla sandık başında düzenlediği ankette ise, örneğin Karadeniz Bölgesi’nde kadınların “evet” inin yüzde 18’inin, Güneydoğu Anadolu’da ise yüzde 14’ünün, koca, baba tavsiyesi /isteği ile olduğunu beyan etmeleri patriyarkal sistemin bir başka göstergesi. Aynı sistemden kaynaklanan baskı “hayır” diyen kadınlar için de geçerli elbette. Sadece yukarıda paylaşılan örnekler bile, ideolojik farklılıklardan çok, geleneksel yetiştirilme kuralları içinde doğup büyüyen kadınların, sürekli baskı altında suskunluk yasası ile eğitilmeleri sonucunda, yaşamlarını düzenleyen idari mekanizmaların yazılı kurallarının tespitindeki söz haklarını hangi kriterlere göre kullandıkları hakkında fikir edinebilmemizi sağlamakla kalmayıp, kadınların kurtuluş hareketinde patriyarkanın nasıl zorlu bir mücadele alanı olduğunu bir kez daha gösteriyor. 20 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika Referandum: Kazananlar, kaybedenler, Aleviler... Unutmayalım ki Türkiye tarihi inkârlarla doludur. Her şeyden önce toplumsal farklılıklar ve eşitsizlikler yok sayılır. Daha en başından millet imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle kabul edilmedi mi? Sonraları Türkeş, bu imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitleyi, “mozaik” olarak niteleyenlerin gözüne sokarak mermere benzetmedi mi? Ötesinde Alevilerin sevdalısı sosyal demokratlar ve onların lideri Baykal mermeri betona dönüştürmedi mi? Bu harç nasıl karıldı? Alevi Bektaşi Dernekleri Federasyonu Başkanı Ali Balkız CNNTürk’te “hayır”ın gerekçelerini anlatıyor Aleviler, kaybeden “Hayır Cephesi”nde kaybolup gittiler. Alevilerin işi yaşama müdahale ederek toplumsallığı üretmek, toplumsallıkla politikayı terbiye etmek, içi boşaltılmış kavramlarla değil; farklı eylemler zemininde yeni terimleşme/kavramlaştırmalara girişmek olmalıydı Esat Korkmaz Çeşitlenemeyen ve güncel ideolojiler üretemeyen, kendisini o ideolojilerin çoğulcu yanıyla bütünleştiremeyen bir toplum olup çıktık. Bu durum, siyaseten özürlü olmak anlamı- na gelir. Bu tür koşullarda, kendisini “sol” diye tanımlayan siyaset hızla tükenmeye başlar. Cehenneme mahkûmiyetimiz kesinleşmiş durumda ve biz, mahşerin üç atlısından (evethayır-boykot) hangisinin bizi kurtuluşa taşıyacağını, esenliğe çıkaracağını tartışıyoruz. Referandumu, tüm kesimler, kazanımlarını öne alarak yorumluyor. Ancak görünen köy kılavuz istemez; kendisini ölçüp biçecek bir sonuç üreten örgütlü “Kürt Hareketi” en kazançlı kesim, kazananı bile kaybeden durumuna düşüren bir başarı gösterdikleri söylenebilir. Şimdi bu betonun harcının nasıl yoğrulduğuna bakalım. Türkiye’de milliyetçiliğin temeli Mustafa Kemal’in, “Ne mutlu Türküm diyene” sözleriyle atıldı. Amaç, toplumsal farklılıkları Türklüğe dönüştürmekti ama karşıtını üretmekte gecikmedi. Çünkü Kemalizm’in kazanım olarak devraldığı Türklük, toplumsal farklılıkları içinde barındıracak denli boş bir sözcük ya da terim değildi. Laiklikle terbiye edilmiş olmasına karşın, Sünni Müslüman Türklük anlayışı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda tanımlanan Türklük anlayışını önceliyordu. Bu nedenle, milliyetçilik hiçbir zaman vatan toprağı üzerinde halkları, bir halka çevirme kıvraklığını gösteren egemen bir ideoloji yaratamadı. Kendini, iç düşmanlardan ayırarak oluşan ya da oluşturulan bir topluluk bilincine dayalı bütünleşme anlamına gelen etnopopülizmin yapısı çoğulculuğu içermez; daha doğrusu çoğulculaşma olanağı yoktur. Toprak üzerinde-vatan üzerinde azınlıklar var olabilir ancak ana etnik gruba göre onların yaşamı kıyıda-köşede, belirsiz ve kırılgandır: Görülmek istendiğinde ya da bir zorunluluk doğduğunda şöyle bir bakılır onlara; olağan zamanlarda da onlardan sakınılır. EKMEK & ÖZGÜRLÜK 21 Türk milliyetçiliği kapsamında, öteki düşman olarak görülünce, Türk kanı temiz, ötekinin kanı zehirli olarak algılanır: Çokkültürlülük, kültürlerarasılık ve kültürel farklılık tartışmaları arasında hasara uğrar. O zaman da öteki Türk’ten vazgeçer; Türk’ün etkisini kendinden atar, farklı bir diyalogun oluşmasını önerir. Anayasal demokrasiler de bu konuda iyi sınav veremediler. Birçok kültürel kimliğe saygı göstermekle birlikte onları koruma, onlara yaşam alanı yaratmakta pek de istekli olmadılar. Kazananlar ve kaybedenler Referandumun kazananı, “Kürt Hareketi” ve bu harekete destek verenlerdir. Örgütlü Kürt hareketi karşısında kaybeden durumuna düşen AKP’nin başını çektiği “Evet Cephesi” ise bir şeriatın izinde geleceğe yürüyor, % 58 onları daha atik olmalarına yardım edecektir. Biz, şimdi, kendi yazgımıza egemen olacağımız bir çağı yaşamaya hazırlanıyoruz. Apansız yakalandık çünkü şeriatçı değerlerle, burjuva demokratik devrimi zemininde ustalıkla hesaplaşamadık. Günümüze uzanan, ötesinde iktidara taşınan kökten dinci bağnazlık, bizi yolumuzdan çevirmeye çalışıyor. Şeriatçı bir geçmişten gelerek, yaşanan anı ve geleceği şeriatçı biçimde üretmeye soyunuyor. Sünni Ortodoks inancını, toplumun tümüne, hatta doğaya dayatıyor; bireyin, toplumun ve doğanın bilincini silmeye, onun yerine yaratan ve yok eden bir Tanrı’yı yerleştirmeye çalışıyor. Aydınlanmayı ortadan kaldırarak, aklı kuşatma altına alarak, insanlığın ürettiği tüm değerlere saldırıyor. Peki, insanlığın aydınlanma ile birlikte elde ettiği değerleri inkâr mı edeceğiz? Yanıtsa açıktır. Bunu yapmak insanı özgürleştiren değerlerden uzak düşmek olur. Düşünmenin kesintiye uğramasına izin vermeyelim. Biliyoruz ki, kökten dinci zihniyet, sorgulamanın son bulduğu noktada başlar. Kesin ve değişmez doğrulara dayanarak, düşünme yetisini körleştirir. Bu nedenle şeriatçı inancın zaman içinde bir ilerleme göstermesi düşünülemez. Öyleyse, ne yapmalıyız? Şeriatçı inancın kesinliğine ve ödünsüzlüğüne karşı durmak, düşüncenin engellenemez evrimini koşulsuz benimsemek durumundayız. AKP’ye karşı ciddi bir muhalefet örgütlemeliyiz. Referandumda kaybetmese de kazanan durumda da bulunmayan ve başını CHP’nin çektiği, örgütlü Alevi hareketin üst düzeyde destek verdiği “Hayır Cephesi”, güncel ideoloji üretemediği için tümüyle ulusçuluğa yatırım yapmış görünüyor. ze, iki seçenek dayatıyor. Bu seçenek dayatmalara direnemezsek ya yaşamımızı bir içgüdüye teslim edeceğiz ya da yalnızca başkalarını değil bizi de tahrip edecek bir şiddet dilinin içine taşınacağız. Böylesi durumlarda, yasaların öngördüğü vatandaşlıkla milliyetçiliğin dayattığı topluluk arasındaki uçurum gittikçe artar. Bu yüzden, “benim toprağım”da evrensel savlı ilkeler, milliyetçilik söylemi içinde tutunma olanağı bulamadı. Atatürkçülük ve milliyetçilik “Sınıfsal yanı görülmeden ırkçılık anlaşılamaz” yargısını ölçü alırsak çoğunlukla cahil ve eğitimsiz kitlelere yaslanan ırkçılık tehlikesi, sınıf egemenliğini doğallaştıran bir bakışı yansıtır. Günümüzde, ırkçı milliyetçilik ideolojisinin asıl üreticileri, eğlence gecelerini 10. yıl marşıyla kapatan, yakalarında Atatürk rozetleri taşıyan, bölünme tehlikesi karşısında Kürtlere, Alevilere her türlü şiddeti mazur gören eğitimli orta sınıftır. Orta sınıf mensubu eğitimli insanlar ya iktidarlarının korunması ya da iktidar olabilmek için her türlü ırkçı şiddete gözlerini kaparlar. “Faili meçhul”lerin yakın zamanlara kadar hasır altı edilmesi, bu durumun bir göstergesidir. Artık durum değişti. Özellikle, Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra “faili meçhul”ler, “meçhul” kalmakta zorlanmaya başladı. Irkçılık söyleminin kurguladığı ayrışma, etno-popülizmin ve yedeğindeki ırkçılığın meydanlara çıktığına tanık oluyoruz. Bir millet yaratma görevinin ağırlığını üzerinde hisseden “Kemalist” seçkinlerden farklı olarak, bugünün seçkinleri, küreselleşmenin getirdiği tüketim ve aidiyet kazanımları zemininde milliyetçiliğin genelleştirici söylemini terk etmekte bir sakınca görmediler. Uzunca bir süredir de üst sınıflar ve onlara özenenler, seçkin markaların yanı sıra ırkçılıkla belirginleşen bir anlayışa sahip olmaya başladılar. Kamusal hizmetlerin giderek özelleştirilmesi ve kent içinde kendini hissettiren toplumsal ayrışma, zengin ile yoksul yaşamların Gerçek Atatürkçüler ile sahte Atatürkçüler arasındaki farkı anlamakta hep zorluk çekmişimdir. Bu ayrımın zorluk derecesi, Atatürkçülük ile başımızın dertte olduğunu gösterir. Bunu söylemek cesaretini gösteremeyenler, Atatürkçülük ile bir sorunumuz yok; bizim sorunumuz milliyetçilikle diyorlar. Çünkü Atatürkçülük iyi, milliyetçilik ise kötüdür. Atatürkçülük her türlü milliyetçiliği meşrulaştırıyor. Atatürkçülük, Türk milliyetçiliğinin temeli, verimli toprağıdır. Öyle görünüyor ki, Atatürkçülük ile hesaplaşmadan milliyetçilik ile hesaplaşamayacağız. Milliyetçilikle hesaplaşmadan Atatürkçülük yanında durmak ve kötü olan milliyetçilikten sakınmak, Atatürkçü olmanın zorunlu tamamlayıcısı olarak “ulusalcılık”ı ortaya çıkarıyor. Ulusalcılık, benim toprağımda, vatanını seven ve vatanı uğruna her türlü insanlık dışı davranışı yapmaya hazır milliyetçi ile vatanını seven ve vatanı uğruna her türlü insanlık dışı davranışı yapmaya hazır solcuyu birbirinden ayırmak için benimsenmiş bir kavramdır. Çünkü böyle bir ayrım gözükmüyor. Vatanını seven ve vatanı uğruna her türlü insanlık dışı davranışı seve seve yapan kişi solcu değildir, milliyetçi ya da faşisttir. Bu açıdan baktığımızda “Hayır Cephesi”nin kazanan durumda bulunmaması, esenliğimiz açısından hayırlıdır. Gelelim referandumun gerçek kaybedenine, yani Hayır Cephesinin yardımcı elemanı MHP’ye. MHP milliyetçiliği, bi- Irkçılık ve sınıf birbirinden iyice uzaklaşması, “ırkçılık”a maddi bir zemin sunuyor. Öte yandan, 1980 sonrasının vahşi rekabet koşulları, geniş bir kesimi şiddetle tanıştırdı. Kürt kimliğinin, Alevi kimliğinin görmezden gelinemediği günümüz koşullarında, milliyetçilik, şiddeti türlü biçimlerde dayatarak yaşam alanı bulmaya çalışıyor. Bir zamanlar, meçhule yaslanan toplumsal şiddet, kendini açıkça ifade etmekten kaçınmıyor. Bu eylemler, devletle-toplum arasındaki sınırı giderek silikleştiriyor. Devlet toplumu, toplum da devleti yutma çabasında. Seçeneksiz kaldıklarını düşününler ise tetiği çekmekten imtina etmiyorlar. Bu noktada, şiddet ya da ırkçı şiddet, bir düşünsel davranışın sonucu olmaktan çok kişinin izlemeye zorunlu olduğu bir eylem olup çıkıyor. Alevilere gelince, kaybeden durumundaki “Hayır Cephesi”nde kaybolup gittiler. Böyle mi olmalıydı? Hayır. Yaşama müdahale ederek toplumsallığı üretmek, toplumsallıkla politikayı terbiye etmek, içi boşaltılmış kavramlarla değil; farklı eylemler zemininde yeni terimleşme/kavramlaşma çalışmalarına girişmek olmalıydı Alevilerin işi. Böylesi bir çalışmanın kazanımı anlamında, referandumda, kendi toplumsal gücünü ve siyasetini terbiye etme gücünü ölçecek bir sonuç yaratabilirlerdi. Devletle ilişkiyi “zina yapmak”la eş kabul eden bir kültürün evlatları, Cumhuriyetle birlikte devleti sevme karasevdasına tutuldular. Kurucu ideolojinin egemenliğinden kendilerini kurtaramadılar. Ağırlıklı olarak, sınıfsal bir alana taşınamadıkları için “küçük mülk”ün siyaset alanında, yani sosyal demokrat bir zeminde gezinmekten hoşlandılar. Bütün bunlara karşın benim toprağımın en gerçekçi siyaseti Alevi tarihidir. İnsanlığa kesin kurtuluşu getirecek düşlerin taşıyıcısı oldukları için, kimi durumlarda kendi olumsuzluklarından bile “Anka” gibi doğarlar. 22 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika Yetmez Roni Abi, biraz daha oku! Solun tamamından kendinizi tecrit etmenize, anti-kapitalist eylemliliği tamamen terk etmenize, AKP yanlısı bilimum sağ güçlerin gündemini, vokabülerini, düşünme tarzını, analiz tarzını, üslubunu olduğu gibi benimsemenize değiyor mu? Ne güzel abimizdin bir zamanlar Roni ... Sana mı düşerdi Fettulahçıların avukatlığı? Burak Cop Başlıkta kullandığım ifade Roni Margulies’i tanımlıyor. Bendeniz buldu, bir kez de Twitter’da kullandı. Suret-i haktan görünüp haktan olmayanı savunmak, demagojik üslup, indirgemecilik, yerine göre çarpıtmacılık, birilerini veya bir şeyleri aşağılamayı huy hâline getirmek ve Türkiye soluna düşmanlık konusunda Ardıç’la benzeşiyor Roni Ağabey, maalesef. İlkinin daha doğrudan ve daha hakaretamiz yazdığı şeyleri, kısmen sol bir içerik ve üslupla, sü- rekli soldan alıp sağa vererek yazıyor ikincisi. Ağabey diye hitap ettiğim, sevip saydığım, üzerimde emeği olan bu yazar/şairle ilgili böylesi bir tanımlama her şeye rağmen biraz ağır mı kaçar acaba diyordum ki, 8 Eylül tarihli Taraf’ta çıkan yazısıyla kendini (bir kez daha) aştı Margulies. Ben de ondan küçük ve zararsız bir intikam alıp almama konusundaki tereddüdümden sıyrılıverdim. Roni Ağabey’e geçen ayın sonlarında email yoluyla, uzun bir mektup yazmıştım. Aşağıda okuyacağınız ilk paragrafta yer alan, “meğer ki…” diye başlayan cümlecik üzeri- ne mektubun gerisini okumanın içinden gelmediğini belirten bir yanıtla karşılık vermişti. “Senin gibi gerçek devrimcilerle yazışmaya layık görmüyorum kendimi” diyerek bendenize ironik bir dokundurmada bulunmayı da ihmal etmemişti. Eh, madem öyle, ben de Margulies’e yazdığım mektubu hakiki devrimcilerle paylaşıyorum. Sanırım bunun için doğru yerlerden birindeyim. Kendisiyle hukukumun öznel kısımlarını ilgilendiren, yani kişisel yerleri üç noktayla geçiyorum. Okuyacağınız metin kişiye yahut kişilere ilişkin değil; salt politikaya, bilimum paradigmaya, hatta ideolojiye ilişkindir. Sevgili Roni Abi, (…) Yazılarına baktıkça, defalarca sana bir şeyler yazmayı düşündüm ama nedense elim klavyeye gitmedi. Bozuşuruz diye korktum. Yani ben sana -görüşlerine katılsam da katılmasam da- saygıda kusur etmem, ama senin çok sekter ve farklı düşüncelere saygı göstermekten hoşlanmayan bir insan olduğunu düşündüğüm için -meğer ki karşındaki liberal veya İslamcı olsun- bir tartışmaya girmek istemedim. Fethullahçılara tek dertleri inançlarını yaşamak olan bir grup mümin muamelesi yaptığın yazı üzerine sanırım sana ilk defa gerçekten kızdım. Hem de çok kızdım. Ardından, tahmin ettiğim gibi, kısmen çark ettiğin bir yazı daha kaleme aldın. Bu son yazıyı yazman bence iyi oldu. Yetmez ama iyi oldu. Sevgili Roni Abi, her şeyi anlıyorum da, vakt-i zamanında Fethullahçı diye suçlanmış bir polis şefi şimdi bu cemaati devlet içindeki örgütlenmesinden dolayı eleştirdi diye hükümete ve cemaate yakın medyanın karşı-propaganda hamlesine dâhil olmana hiçbir şekilde anlam veremedim. Yani, sana mı kaldı bunu yapmak? Hatırlarsan Taraf'ta yazmaya başladığında sana "Abi o gazetede 'artı bir' olma, 'farklı bir' ol" demiştim. Sen ne yazık ki artı bir olmayı tercih ettin. Anti-kapitalist içerikli yazıların tüm yazılarının herhalde yüzde 3'ünü anca teşkil ediyordur. Hâlbuki 50 bin tirajlı bir gazetede yazı yazma şansı bulmuş 50 kişilik bir Troçkist çevrenin önde gelen siması, çok sayıda insana sosyalizm penceresi açabilirdi. Sen ise polis yazarların, AKP'lilerin ve AKP'cilerin, liberallerin ve ne olduğu belli olmayanların yazdıklarını, belli belirsiz bir sol sosla, aynen yazmayı tercih ettin. Biliyorum şu yazdıklarım senin üzerinde zerre kadar bile etkili olmuyor ama ben samimiyetle bunları düşünüyorum. Üzerimde emeğin var, bana vaktinden, ilginden ve sevginden ayırdın. (…) Sana özellikle yaklaşık son 6 aydır- çok kızmama rağmen işte bu yüzden seni eleştirmekten hep kaçındım. (…) Yeri geldi Kuran'dan ayetlerle İslamcılara EKMEK & ÖZGÜRLÜK 23 Müslümanlığı öğrettin, yeri geldi evrim konusunda senin gibi birinin bile yüzleşmek zorunda kaldığı ilkel tepkilerin üzerinden atladın. CHP bile Kemalizm’den kısmi ve sınırlı bir çark etme manevrasına girerken, komutanlar artık susmak zorunda kalmışken, muvazzafıyla emeklisiyle birçoğu hâkim karşısına çıkarken; sen hâlâ Cumhuriyet mitingleri sanki iki gün önce tertiplenmişçesine, sanki Nisan 2007'deymişiz gibi, İzmir'deki Atatürk dövmeli kız hakkında yazı yazabildin, tüm esaslı konuları bir kenara bırakıp... Nisan-Temmuz arası İngiltere'deydim. Socialist Workers Party üyelerinin, British Airways yönetimiyle çalışanların sendikası arasındaki görüşmeleri bastığı militanca eylemi televizyonda görünce içim burkuldu. Samimiyetle. Çünkü o anda DSİP'in yapıp ettikleri geldi gözümün önüne. Bir oraya bak bir buraya diye hayıflandım. Roni Ağabey, biliyor musun sana soracağım soruların başında ne geliyor? (…) (…) Değiyor mu? Neye değiyor mu diyeceksin. Solun tama- mından kendinizi tecrit etmenize, iktidarın medyasında köşe ve ekran elde etmenize, anti-kapitalist eylemliliği tamamen terk etmenize, AKP yanlısı bilimum sağ güçlerin gündemini, vokabülerini, düşünme tarzını, analiz tarzını, üslubunu olduğu gibi benimsemenize değiyor mu? Yani son 3 yıl zarfında mesela 50 kişiden 1500 kişiye çıktınız mı? Yoksa 50 iken anca 100 mü oldunuz? (…) Durduğunuz tribün enikonu kalabalık (ya da öyle görünüyor). Sesi ise çok güçlü çı- 4 Referandum: Murat Belge ve toptancılık Murat Belge’nin referandumda “evet” oyu verilmesi gerektiğini söylemesine saygılıyım, fakat “evet”i savunmak için geçmişimize sataşmasına saygım yok Nevzat Yüce Bir yazıya böyle bir başlık atılabileceğini hayalimden bile geçirmezdim. Benim için Murat Belge’nin toptancılık kavramı ile birlikte anılabileceğini düşünmek olmaz bir şeydi, ama bu da oldu. Referandum sürecine ilişkin analizlerinde bir “evet”i savunma histerisi ile karşı karşıyayız sanki... Murat Belge sanki teorik analiz yeteneklerinin sonuna gelmiş. Gerek referanduma ilişkin analizlerinde, gerekse geçmişe ilişkin analizlerinde sapla samanı bir araya getirerek olayı basitleştiriyor, ayrıntıları gözden kaçırıyor, gri tonları gizliyor. Bence kendisinin bile inanmadığı yargılara ulaşıyor. Bunun sebebi “evet”i savunma histerisi olsa gerek Ben solun referandumda “evet”, “hayır”, “boykot” tavrı alarak üçe bölünmesini olağan buluyorum. Ancak bu tavırlardan herhangi birinin yaftalanmasını veya açıklanan savların dışında gizli bir ajanda vehmedilmesini anlayamıyorum. Bunu ancak Stalinist geleneğin kodlarının sol düşüncenin genetiğinde sağlam bir yer edinmişliği ile açıklamaya çalışıyorum… Bu açıklama bile yetersiz kalıyor. Biraz gecikerek de olsa ele almak istediğim yazı Murat Belge’nin Taraf gazetesinde yayınlanan “Bolu Üstünden Ankara” başlıklı yazısı. Belge yazısına şöyle giriyor: “12 Mart’a giden günlerde adı ‘Türkiye Halk Kurtuluş...’ diye başlayan irili ufaklı çeşitli örgütler vardı ve bunların hepsi ordu içinde çeşitli cuntalarla ilişkiler kurmuştu. Sanırım bu gibi ilişkiler açısından en yoksul olanı, asıl ‘cuntacı’ olan Doğan Avcıoğlu idi. Onun yüksek rütbeyle emekli olmuş birkaç subayla yakın ilişkisi vardı ama o zamanın ‘rahatsız genç subaylar’ı daha militan örgütlerle içiçeydi.” (http://www.taraf.com.tr/murat-belge/makale-bolu-ustunden-ankara.htm) Yazının girişinde bahsedilen ve çok fazla sayıdaymış intibaı verilen örgütlerin sayısı ikidir: THKP-C ve THKO (Murat Belge THKP-C örgüt davasında yargılananlardan biri idi. Sanırım Bolu Ankara metaforu ile ilgili yazdıklarını dayandırdığı yarım yamalak bilgileri de bu yargılanma vesilesi ile edinmiştir). Ben bu sürecin THKP-C tarafında, Murat Belge’nin nitelemesi ile kendini “Marksist sananlardan” (biz kendimizi “Marksist olmaya çalışan” olarak niteliyorduk) biriyim. Ve yazının başındaki hiçbir dayanağı olmayan ifadeden dolayı Murat Belgeyi kınıyorum… O dönemdeki bilinç ve anlayışımızla oluşturulan HKPDÖ (Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü) cuntacılarla mücadele ederek ve cuntacılara rağmen kurulmuştur ve bilahare bu örgütlenme, THKP-C’nin kuruluşunda özne olarak yer almıştır. Yani Doğan Avcıoğlu’nun masum kalacağı cuntasal ilişkiler tamamı ile hayal mahsulüdür. Bu konuda önemli bir tanıklık da Atilla Özsever’in Saffet Alp’le ilgili bianet’te yayınlanan tanıtım yazısında yapılmaktadır: “Havacı teğmen Saffet, Kemalist subayların sosyalist dünya görüşüne çekilmesi için uğraşıyordu.'' (http://bianet.org/bianet/siyaset/121048-saffetalp-basegmeyen-ve-magrur-bir-yuz) Elbette ordu içinde cuntacı subaylar vardı. Murat Belge’nin tanımladığı özellikte gruplar vardı ama sosyalizm için çarpan yürekler de vardı. Elbette bizlerin de Kemalist eğilimlerin Stalinist eğilimlerle kaynaşmasıyla oluşan bir sentezin hegemonyasının etki alanında olduğumuzu belirtmek gerek. Bir dönemi anlamaya yönelik analizler tüm bunları kavrayarak yapılabilir. Bu gibi ayrıntıları sıradanlaştırarak yapılan bu yorumlar Murat Belge’ye hiç yakışmıyor. Yazıda “sol jargonda” bir “Bolu-Ankara” metaforu çıktığı söylenmekte. Bu konuyu da yukarda belirttiğim gibi yarım yamalak biliyor Murat Belge. Bu “sol jargonda” değil cuntacı jargonda ortaya çıkmış bir metafordur. Cuntacılıkla işbirliğini savunan sol bunu sonradan kendilerine mal etmişse bilemem. Bu metaforun kaynağı şu: Bizim arkadaşlardan biri cuntacılarla bir toplantıya katılır. Tartışmalar sonunda cuntacı ''bunların hepsi komünist, bunlarla beraber olunmaz, olunsa bile biz Ankara trenine bindik, bunlardan bizle beraber binen olursa onlarla Bolu’ya kadar beraber olup Bolu’da trenden atmak gerek''demiş. Sanırım (yanlış hatırlıyor olabilirim) bu konu iddianameye de geçti. Yani solun herhangi bir kesiminde hedef Ankara gibi bir söylem duymadım. Cuntacılarla işbirliğini savunan sol hariç. (Bunlarla diyaloğumuz yoktu, bilemem) Murat Belge böyle bir yazı yazdığı ve ben de böyle bir yanıt yazmak zorunda kaldığım için son derece üzgünüm. Murat Belge’nin referandumda “evet” oyu verilmesi gerektiğini söylemesine saygılıyım, fakat “evet” oyunu bu şekilde savunmasına saygım yok. Üzgünüm çünkü Murat Belge bence ülkemizde sol düşün hayatının en önemli aktörlerinden birisi ve bundan sonra da bunun değişeceğini sanmıyorum, ancak referandum üzerine yazdığı yazılar Murat Belge'ye gölge düşürmüştür. Demokrat tavır örneği isteniyorsa refe- 24 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Politika Ama o ses, o tezahürat sizin, 4 kıyor. bizim değil. Kendinize ait olmayan şarkının yüksek volümüyle kendinizden geçiyorsunuz. Roni Abi, dost acı söyler. Yukarıdaki genel eleştirilerime ek olarak, sana dair, sübjektif birkaç eleştiri de getirmek istiyorum. Taraf'taki yazılarının yüzde 70-80'ini okumuşumdur herhalde. Eleştirilerim şunlar: Çoğunlukla, indirgemecisin. Basitleştiricisin. Demagojiye de başvuruyorsun. Bunlar yazının okunurluğunu arttırırlar, ama kalıcılığına ve entellektüel derinliğine olumsuz etkide bulunurlar. (…) Aklına fikrine çok güvendiğim (ve önyargısız tanısan senin de güveneceğine emin olduğum) bir arkadaşım, Ekşi Sözlük terminolojisiyle "troll" diye adlandırdı seni. Ne kadar derin olduğunu bildiğim entellektüel birikimine tezat oluşturur biçimde, kimi zaman çok basit akıl yürütme biçimlerine dayanan yazılarında gerçekten de bir troll olma hâli söz konusu, kanımca. (…) Ben senin aslında karmaşık meselelere sofistike bakabilmeni sağlayan, derin bir entellektüel birikime sahip olduğunun birinci elden tanığıyım. Ancak, (…) yazılarına bakarak, izin verirsen birkaç yapıcı eleştiri daha seslendirmek istiyorum. Kanaatim o ki; 1945-1989 arası Türkiye siyasal tarihine yeterince hâkim değilsin. Bazı şeyleri eksik biliyorsun, bazılarını da ‘non-Kemalist, alternatif resmi tarih'in savunucularının (yani bazı sağ yazarların) yorumladığı gibi yorumluyorsun. Sana, müsaade edersen, birkaç kitap önermek istiyorum (…) : - Feroz Ahmad, ‘Demokrasi sürecinde Türkiye 1945-1980’ - Cem Yayınları'ndan çıkan Türkiye Tarihi'nin 5. cildinin Bülent Tanör tarafından yazılmış ilk bölümü (1980-93). 93 sonrasını Sina Akşin yazmıştır, ve iç bayan Kemalist klişelerle dolu bir bölümdür. - ‘1982 Anayasasına göre Türk anayasa hukuku’ kitabının Bülent Tanör tarafından yazılmış ilk bölümü. - Baskın Bıçakçı ve Alper Aslandaş'ın ‘Popüler siyasi deyimler sözlüğü’. Adının belirttiğinden çok daha fazlasını içeren, sürprizli bir kitaptır. (…) Sevgilerimle, Burak Pensilvanya, Hanefi Avcı ve ‘Haliçtekiler’ Tutuklanması, Avcı’nın hedef aldığı cemaatin “Haliç’te yaşayan üyeleri”nin devlet içerisindeki yerinin zannedildiğinden çok daha kuvvetli olduğunu da ortaya koyuyor Hanefi Avcı’nın tutuklanması cezalandırmadan çok bir itibarsızlaştırılma operasyonunun parçası Sinan Yıldırmaz Fettullah Gülen cemaatinin devlet içindeki faaliyetleri ve etkisi konusu hem seçimlerin hem de yeni anayasa tartışmalarının yaratacağı politik atmosferi hâkimiyeti altına alacak gibi görünmektedir. Referandumun “Evet” yönünde sonuçlanacağının belli olmasının ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı konuşma yeni dönemde, yeni politikaların belirlenmesi sürecinde işbirliğine gidilecek ve dışarıda tutulacak kesimlerin de bir listesini içermekteydi. Başbakan, demokratik çoğulculuk yanılsamasının yaratılmasına meşruluk kazandıracak olan “Yetmez Ama Evet” bloğuna yönelttiği teşekkür yanında, konuşması sırasında "12 Eylül'de 'hayır' oyu vererek tokat atın, okyanus ötesinden de duyulsun" diyen Kemal Kılıçdaroğlu’na gönderme yaparak Fettullah Gülen’e de referandumda verdiği destek için de teşekkürlerini iletti. Deniz Baykal’ın CHP genel başkanlığını bırakırken yaptığı konuşmada “Pensilvanya”ya da özel bir imada bulunması, siyasetin her alanında Gülen cemaatinin bundan böyle doğrudan ve açık bir biçimde meşru ve kabul gören bir mevkide yer alacağını ortaya koymaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla Gülen cemaati, yalnızca laik hassasiyetlerin önem verdiği bir alan olmaktan çıkmış, devletin ve siyasetin meşruluğunu da dayandırdığı bir odak olarak yerleşik hale gelmeye başlamıştır. Hak mücadelesi yerine cemaate başvuru Toplumun yalnızca yüksek siyaset mercilerinin değil, demokratik örgütlenmenin bir unsuru olması gereken kesimlerini de cemaatin yönlendiriciliğini kabul etmeye ve toplumsal hayatın bütün aşamalarında kendi meşruluğunu cemaate yakın olmak üzerinden kurguladığını söyleyebiliriz. Örneğin yakın zamanda Türkiye Emekliler Derneği, emekli maaşlarının arttırılması talebi için Fettullah Gülen’e, Erdoğan’a bu isteklerinin EKMEK & ÖZGÜRLÜK 25 iletilmesini içeren bir mektup yazabilmektedir. (http://www.cumhuriyet .com.tr/?hn=173686) Toplumsal hak ve taleplerin gerçekleştirilebilmesi için bunun mücadelesini vermek veya bu yönde örgütlenmelere gitmek yerine, toplumun geneline yaygınlaşmış olan yozlaşma, yolsuzluk ve adam kayırmacılığın yerleşik bir toplumsal norm olmaya başladığını görebilmek mümkündür. Cemaate yakın olanın işlerinin kolaylıkla halledilmesi, bertaraf olmamak için taraf olmaya yönlendirilen kesimler cemaat tipi örgütlenmelerin en tipik özelliklerinden biri olan “kendinden olmayan herkesi kendine düşman görmek” anlayışının da yerleşikleşmesine yol açmaktadır. Aslında geçen ay yayınlanan Hanefi Avcı’nın Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet Bugün Cemaat isimli kitabı da, cemaatin devlet içindeki faaliyetlerini ifşa ediyor gözükse bile, bir yanıyla Gülen cemaatinin toplumsal meşruiyetinin yaygınlaşmasını da sağlamaktadır. Kısa bir süre içinde tükenen ve yeni baskıları yapılan fakat yine de kitapçılarda bulunamadığı söylenen kitabın akıbeti konusunda çeşitli dedikoduların çıkması gecikmedi. Kitabın toplatıldığı, yeni baskılar için bandrol verilmediği gibi söylentiler, kamuoyunda hem kitabı daha da merak uyandıran bir konuma yükseltti, hem de kitabın içinde yer alan iddiaların, yayınlanmasını ve yaygınlaşmasını engellemeye bile etki edecek düzeyde olduğu tartışmalarını da başlattı. Uzun zamandır Fettullah Gülen’e ve Gülen Cemaati’ne karşı eleştirel olmaktan kaçınan veya düpedüz övgüler düzen medyadaki hâkim söylem, kitabın yayınlanması karşısında da benzer tepkiler verdi. İlk olarak röportaj vermek için CNN Türk’e çıkacağı söylenen Hanefi Avcı’nın daha sonra kanalın herkesin peşinden koştuğu bu röportajdan vazgeçmesi üzerine NTV’ye çıkması da bu şüpheleri iyice arttırmıştır. Zaman, Taraf, Radikal gibi gazetelerde Hanefi Avcı’nın “tam da referandum öncesinde” bu kitabı yayınlamasının çok manidar olduğu dile getirilirken, kitabı yayınlayan yayınevinin özellikle bu kitap için kurulduğu, -elbette ki- ardında “Ergenekon”un olduğu, Hanefi Avcı’nın İstanbul İstihbarat’tan sorumlu müdür Ali Fuat Yılmazer’i yıpratmak için bu “kurgu”yu yazdığı dile getirildi. Kitaba soldan tepkiler Referandum sürecinde Hanefi Avcı’nın yazdıkları “Hayır” cephesinde AKP’ye neden karşı koymak gerektiğinin açık bir belgesi olarak algılandı. Fakat bu meseleye daha çok adına “ulusal-sol” denebilecek olan cephe önem veriyor gözükmektedir. Fakat giderayak “Pensilvanya”ya selam gönderen Baykal’ın Kılıçdaroğlu’na miras bıraktığı CHP, bu meselenin üzerine nedense pek gitmemektedir. Yine de Avcı’nın anlattıkları, “Hayır” cephesinin içindeki Simonlar’ kim? Kitaba ismini veren “Simon”, Avcı’nın yazdığına göre PKK üyesi Yılmaz Çelik’in kod ismiydi ve Çelik özellikle PKK içindeki yargılamalarda etkin rol almaktaydı. “Gizli örgüt” üyesi olsa bile inancında samimi olan ve buna göre yaşayan, davrananlara karşı çok saygı duyduğunu belirten Avcı, bu inanca sahip olanlara karşı onları yok etmeye çalışanlara, Çelik’ten yola çıkarak “Simonlar” ve davranış biçimine de “Simonlaşmak” demektedir. Yine Avcı’nın kitabının başlığında yer alan “Haliçte Yaşayanlar” ifadesi ile, Haliç’in pis kokulu sularının yanında, kokuya artık alışmış oldukları için hiçbir rahatsızlık duymadan gezinebilen ve piknik yapabilen kesimlere gönderme yapılmaktadır. Avcı kitabında, temelde Fettullah Gülen’le veya Gülen Cemaati’yle bir sorunu olmadığını, hatta bu türden örgüt- “ulusalcı” cephenin iddialarına belli bir meşruiyet kazandıracaktır. Bu meşru söylem umut edelim ki, referandumda “hayır” diyen olan sosyalist unsurları etkisi altında bırakmaz. Zira sosyalistler açısından kitapta bahsedilen unsurların neredeyse hiçbiri bilinmedik meseleler değildir. Sosyalistler, Gülen cemaati gibi devlet içindeki örgütlenme biçimlerinin, yalnızca ideolojik bir mücadele vermediklerini, burjuvazinin belli kesimlerinin bu ideolojik kimlik altında dikensiz bir gül bahçesi yaratma sevdasıyla her türden baskı, sindirme usüllerini kullandıklarını bilmektedirler. Cihan Tuğal’ın çok doğru bir biçimde “pasif devrim” olarak adlandırdığı burjuvazi içindeki bu yeni yapılanma, bu süreçte devlet mekanizmasının en derinlerinde kendilerine destekçi bulabilecek bir zihniyeti yerleşik hale getirmiş, kendi güvenlik mekanizmasını da polis ve istihbarat içinde örgütlenerek çözme yoluna gitmiştir. Sermaye birikim sürecinin bir unsuru olarak da bu ilişkiler yeri geldiğinde “pis işler”ini yaptırabilmek için mafya-tipi usülleri sıklıkla kullanmaya başlamışlardır. Hanefi Avcı’nın Haliç’te pis kokular içerisinde yaşamaya alışan ve bunu normalleştirmiş yandaş kesimleri ise yukarıdan aşağıya bir örgütlenme ile cemaate ne kadar yakınlaşır ve bu ilişkiler ağının devamı için ne kadar çaba gösterirse elde edilecek faydadan o kadar çok yararlanmaya başlamıştır. Eskilerin, en kaba tabiriyle “haramilerin saltanatı” dediği düzen aslında çok da değişmemiş, günümüzdeki ideolojik konumlanışı içerisinde görünüşte bir cemaatin üyeleri üzerinden meşru bir biçime sokulmuştur. Elbette ki Avcı’nın kitabı, lenmelerde yer alanlara “inanç ve idealleri için savaşanlar” gözüyle baktığı için saygı duyduğunu, fakat bu idealleri sömüren, bundan haksız kazanç sağlayanlara karşı çıktığı için bu kitabı yazdığını söylemektedir. Bu “yozlaşmış” ilişki biçiminin artık bütün kesimler tarafından benimsendiği için de “pis kokulara alışmış” bir toplum yaratıldığını eleştirmek istediğini söylemektedir. Böylelikle aslında kitabın Gülen Cemaati’ne karşı değil Cemaati “yozlaştıranlara” karşı yazıldığını söylemek daha doğru olacaktır. Avcı’nın NTV’ye verdiği röportajda Fettullah Gülen’in bu kitabın yazılmasından haberinin olduğunu söylemesi, aslında kendisinin de devletin içindeki örgütü değil “örgütün içindeki pisliği temizlemek” amacında olduğunu gös- bütün bu bilinenlerin daha yüksek sesle söylenebilmesi için gerekli olan bilgi ve belgeleri içermesi açısından önemlidir. Soruların altındaki gerçek Kitap ve dile getirdikleri üzerinden çok söz üretmek mümkündür. Neden bu kitabın referandum öncesinde yayınlandığı, henüz görevdeyken Hanefi Avcı’nın böyle bir kitabı yazabilecek cesareti ve desteği nereden bulduğu, daha önce Gülen Cemaati’ne yakın olduğu iddia edilen Avcı’nın neden cemaate karşı bu türden bir karşı faaliyet içine girdiği, devlet içerisinde ve Avcı’nın da iddia ettiği gibi “aslında” cemaat içerisinde farklılaşmaların ya da hesaplaşmaların mı yaşandığı, Erdoğan’la arasının açık olduğu söylenen Fettullah Gülen’in kendi hareketini yozlaştırdığını düşündüğü için mi aslında Erdoğan’a yakın cemaat üyelerinin bu kitap ile suçlanmasına yol verdiği ya da tam tersinin olup olmadığı sorgulanabilir. Erdoğan’ın referandum sonrasında Fettullah Gülen’e selam göndermesi daha önceden bozulmuş bile olsa ilişkilerin yeniden ihdas edilmiş olduğunu göstermektedir. Böylelikle Gülen cemaatinin toplumsal meşruiyetinin de yeni dönemde güçlenerek yerleşikleştiği iddia edilebilir. Hanefi Avcı’nın, geçtiğimiz günlerde “Devrimci Karargâh” davası çerçevesinde tutuklanmasını da bu çerçevede ele almak mümkündür. Avcı’nın bu kadar “cüretkâr” bir kitap yazabilmesini cemaat içinde görülen farklılaşmanın ve hesaplaşmanın bir görüntüsü olarak görebiliriz. Fakat referandum sonrasında iktidarın Fettullah Gülen ile ilişkilerini düzeltmeye başlamasıyla birlikte bir yandan kitabın cemaatin top- 4 26 EKMEK & ÖZGÜRLÜK meşruiyetini sağlam4lumsal laştırmaya dönük amacı ger- çekleşirken, diğer yandan da yeniden oluşturulan ittifakı sarsabilecek ve süreç içerisinde kontrolü altından çıkabilecek olan Avcı gibi unsurlar yeniden merkezde toparlanmak istenmektedir. Avcı’nın tutuklanması cemaat içinde görülen bu farklılaşma sürecinde, Avcı’nın hedef aldığı cemaatin “Haliç’te yaşayan üyeleri”nin devlet içerisindeki yerinin zannedildiğinden çok daha kuvvetli olduğunu da ortaya koymaktadır. Öte yandan iktidar ile yeniden kurulan işbirliği bu anlamda Avcı’nın misyonunu da gereksizleştirmektedir. Bu anlamda Ertuğrul Mavioğlu’nun da söylediği gibi: “zamanla taşlar yerine oturur ve Hanefi Avcı’nın soyadı gibi ‘avcı’ mı yoksa ‘kurban’ mı olduğunu daha net anlayabiliriz belki.” (Ertuğrul Mavioğlu, “Ne zaman devrimci oldu?” Radikal, 30 Eylül 2010.) Fakat bütün bu sorgulamaların üstünü örtmemesi gereken bir gerçeğin her zaman altının çizilmesi gereklidir. Mesele ne İslamcı bir cemaat örgütlenmesinin “laik” cumhuriyeti ele geçirmesi, ne de AKP iktidarının bu ideolojik savaşın en başta gelen örgütleyicisi olmasıdır. Temel mesele burjuvazinin sermaye birikimi için bu dönemde bu türden bir ideolojik örgütlenmeyi araç olarak kullanmasında ve önüne çıkabilecek olan engelleri de bu yolla aşmaya çalışmasında yatmaktadır. Haliç’tekiler ise, André Maurois’nın söylediği gibi “soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, soyguncularına karşı hayranlık duyar” çıkmazında sıkışmış, normalleşmiş hayatları içerisinde debelenenmektedirler. Bu durumda sosyalistlerin yapması gereken ise, Haliç’tekilerin bu pis kokuları içlerine daha ne kadar çekmek istediklerini sorgulatmaktır. Emek ‘Esnek istihdam’a karşı... Taşeron şirketler çökse de taşeronluk konum değiştirerek sürüyor, önemli olan kazanımları paylaşarak sistemin bütününe yönelmek Direnişi başarıyla tamamlayan işçiler Dev-Sağlık İş’e üyelik formlarını dolduruyor Ali Cevat Paloğlu İki yıldır ücretlerini düzenli bir şekilde alamayan, Hacettepe Üniversitesi hastanelerinin taşeron sağlık işçileri, Şeker Bayramı öncesinde alamadıkları ücretlerinin tamamını alana kadar, 6 Eylül’den başlayarak aralıklarla, iş bırakma da dâhil olmak üzere hastane önünde eylem yapma kararı almışlardı. Eylemin 3. gününün sonunda ücretlerinin tamamının ödenmesi suretiyle, aralıklarla iş bırakmaya kadar varan eylemler sonlanmış oldu. İşçiler, alacaklarının tamamını aldıkları gibi bir de ücretlerinin taşeronca değil de, hastane yönetimince ödenmesini de sağlayarak önemli bir kazanım elde ettiler. Eylemin son günü, eylem alanına gelen noter masrafının temininde yaşanan zorluklara rağmen, 500 işçinin “Dev Sağlıkİş”e üye olması, eylemin önemli kazanımlarından biri oldu. Aslında, son dönemde benzer talepleri dile getiren “taşeron işçi eylemleri”yle sıkça karşılaşıyoruz. Bu tür eylemlerin özellikle “sağlık iş” kolunda gündeme gelmesi öncelikle, bu iş kolunun ihtiyaç duyduğu “vasıflı emek gücü”ne dayanıyor. Alanda faaliyet sürdüren “Dev Sağlık-İş” aktivistlerinin kamuoyu oluşturma becerisinin yanısıra, neredeyse sabit fikirlilik düzeyindeki alan sürekliliği de gözden kaçırılmaması gereken diğer bir etken. Sınıfın geleneksel örgüt birikiminin, “Dev Sağlıkİş” içinde hâlâ bir saygınlık unsuru olarak, kısmen de olsa, varlığını koruyor olması da önemli. Özellikle, bu tür işyerlerinin hemen hepsinde, kamu çalışanları sendikaları içinde Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) yetkili sendika konumunda. Mücadelenin yükü de büyük oranda SES’in omuzlarındadır. Hacettepe’de noter giderlerini denkleştirmeye kadar varan alandaki birçok sıkıntı SES’in yardımları ile gi- derilmiştir. Sınıf hareketinin bu yeni bileşeni, sınırlı bir iş kolunda da olsa, olanakları itibariyle sınıf hareketine daha büyük zihinsel imkânlar sunuyor. Taşeron işçiler, hem sayısal olarak önemli bir hacme ulaştılar, hem de yarattıkları olanaklarla emekten yana mücadele alanlarını da genişlettiler. Taşeron işçiler, asgari ücret düzeyindeki ücretlerle çalıştırılıyor olmalarına rağmen, ücret sürekliliği, iş garantisi, yemek, servis haklarından yararlanma ve hatta kreş gibi uzun zamandır unutulmuş geleneksel talepleri sınıf hareketinin gündemine yeniden taşıyorlar. Bardağın bir de boş tarafı var! Bardağın boş tarafında ise, elde edilen kazanımların aynı sorunları yaşayan benzer eylemliklere aktarılamayışı; işyerinin gündemine taşınamaması gibi sorunlar var. Alan, tamamen profesyonellerin öznel ko- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 27 Emek şullarına eşlik eden bir süreç içinde ilerlemek durumunda kalıyor. Bu durum, sayıları on binlere varan, bir zamanlar sendika üyesiyken kazanımlarının büyük kısmını kaybetmiş, sağda solda unutulmuş yüzer, iki yüzer kişilik gruplar halindeki işçileri de beraberinde sürüklüyor. Özellikle, sağlık işkolunda uç veren taşeron işçi eylemleri, kendi önderlerini devşirebilmiş değil. Hareketin yükü büyük oranda, kendi sorunlarıyla dahi başa çıkmada zorlanan “KESK”in işyeri şubelerinin çabalarıyla sürdürülmeye çalışılıyor. İlk bakışta, bu durumun yarattığı engeller görünmüyor ama hareketin özgün dinamiklerinin açığa çıkarılması için sürdürülen arayışların üstünü perdeliyor. Bir eylemle sistem çökmez Hacettepe Üniversitesi hastanelerinde olduğu gibi, çeşitli kazanımlarla sonuçlanan taşeron işçi eylemlerinin ardından sınıf siyaseti adına kamuoyuna yansıtılan sistemin çöktüğü yönündeki propaganda gerçeği yansıtmıyor; güç kazanarak genişleyen yeni bileşenlerin bütüne sunduğu imkânların açığa çıkmasını da zorlaştırıyor. İhtiyacımız, oluşan kamuoyu ile açığa çıkan imkânların üzerine oturmak değil; sınıfın irili ufaklı tüm bileşenlerinin reflekslerini ve deneyimlerini birleştirmenin olanaklarını yaratmak. Bu tür arayışlar hâlihazırda var olmakla birlikte yeterince birbirine eklemlenebilmiş değildir. Herhangi bir taşeron yapının çökmesinden ne elde edilebilir ki? Olsa olsa tıpkı, Hacettepe Üniversitesi hastanelerinde olduğu gibi en fazla taşeronun görevi değişebilir. Ücretler üniversite döner sermayesince üstlenilir. Taşeron işlerini üstlenen “Anadolu Grup” gibi işverenler de eylem sonrası işçilerden taahhütname toplamakla meşgul olur, “Bir daha herhangi bir eyleme katılırlarsa iş akitlerine son verileceği”ne dair bir tehdidi devreye sokar. Tüm bunlar olurken şu soru akla gelir: “Esnek istihdam” kıskacı altındaki sınıf hareketi, imkânlarının toplamını tüm bileşenleriyle paylaşabilecek mi? KESK’i ‘başlangıç ruhu’na iade edebiliriz... KESK ciddi bir tıkanıklıkla karşı karşıya. Bu bizi KESK’i belirli eksenler üzerinden yeniden kurmaya ve buna önayak olacak kurucu bir iradeyi elbirliği ile şekillendirmeye çağırıyor… Şaziye Köse KESK, eğreti tedbirlerle, günü kurtaran manevralarla, konjonktürün bizi aşan olumsuzluklarını birer bahane ve mazerete dönüştüren tutumlarla geçiştirilemeyecek ve üstü örtülemeyecek ciddi bir tıkanıklıkla karşı karşıyadır. Evet, bizce durum budur ve bunun bizi davet ettiği yakıcı görev bellidir: KESK’i belirli eksenler üzerinden yeniden kurmak ve buna önayak olacak kurucu bir iradeyi elbirliği ile şekillendirmek… Taşıdığımız ad ve tüzel kişilik itibarıyla bir sendika olduğumuza, daha ötesi, örneğin, bir zamanların TÖS’üne ve TÖB-DER’ine göre daha sendikal bir karakter ve kimlik edindiğimize şüphe yok. Ancak, fiili durumumuzu, iç ortamımızın sendikal pratiklerle yoğrulma düzeyini, bağlı sendikalarımızın ve üyelerimizin işyerlerindeki konumunu, ilgi ve duyarlılıklarını, üye bağlarının bir ideolojik tercihin ötesinde bir sınıfsal çıkar algısına dayanma derecesini, yeni üyeler kazanmamızı sağlayan faaliyet türlerini, gündelik hak ve çıkar mücadelelerinin gündemimizdeki ağırlığını daha yakından mercek altına aldığımızda, kat edilecek hala çok yol ve bu yolda aşılması gereken dirençler, alışkanlıklar, uyumcu tavırlar ve ezberler var. Bir yeniden kuruluş hamlesinin olmazsa olmaz eksenlerinden biri budur: Geçmişin ayak bağlarından kurtularak gerçek bir sendika haline gelmek… Bizler potansiyelleri uyarıldığı ve tutarlı bir sendikal mücadele programına kavuşturulduğu takdirde, KESK’in Türkiye sendikal hareketinin kendisini bu doğrultuda dönüştürmeye en müsait kolu olduğu görüşündeyiz. Üyelerimizin veya emekli eski üyelerimizin bir bölü- münün farklı türden anti-kapitalist mücadelelere katılmaları bunun bir kanıtı. “Başlangıç ruhu”na geri dönmek ve sendikalarımızı emeğin öz-örgütleri olarak ihya etmek durumundayız. Bizler, yeniden kuruluşla ve bunun taşıyıcısı olacak bir kurucu iradeyle aynı zamanda bunu kastediyor ve bu doğrultuda atılacak başlangıç adımları olarak şunları öneriyoruz: nTemsil ilişkilerini çarpıtan, dışlayıcı ve zoraki ittifaklara zorlayıcı mevcut seçim sistemi terk edilmeli; daha kapsayıcı ve adil bir temsile olanak tanıyan nispi temsil sistemine geçilmelidir. nOlanaklı her düzeyde doğrudan demokrasi uygulanmalı; özellikle şube kongreleri bütün üyelerin katılımıyla yapılmalıdır. nŞubelerde ve bağlı sendikalarda temsilciler kurulu; bütün yönelim, perspektif ve eylem kararlarının alındığı asıl karar mercii olarak kabul edilmeli; yönetim kurulları kendi uhdelerindeki teknik kararlar dışında, temsilciler kurulunun aldığı kararları uygulamakla yükümlü olmalı. nKonfederasyon düzeyinde de bugünkü karar alma usul ve usulsüzlükleri değiştirilmeli; bütün eylemli süreçlerin öncesinde şubelerden ve bağlı sendikalardan gelen önerilerin dolaşıma sokulmasını takiben alınacak kararlar bir tür eğilim yoklamasına dayandırılmalı. nKESK’teki bütün eğilimler, bu çağrıyı çıkaranların yaptıkları gibi, öneri ve görüşleriyle bütün KESK üyelerinin karşısına çıkmalı ve kendilerini isteyen herkesin katılımına açık olarak yeniden kurmalıdırlar. nBütün üyelerin erişimine açık tam bir mali şeffaflık sağlanmalı; harcama öncelikleri karar mercii olduğu düzeylerde temsilciler kurulu tarafından, konfederasyon düzeyinde ise kongreden geçirilecek bir çerçeve karar gereğince belirlenmelidir. nGeleneksel sendikaların yaptığını andırmaya başlayan ve tam bir israf kapısına dönüşen bugünkü yayın ve matbuat politikası terk edilmeli; etkin ve işlevli bir emek yayıncılığı ve medyası yolunda gelecek vaat eden mütevazı adımlar atılmalı; bütün işçi hareketinin yararlanacağı emek araştırmaları teşvik edilmelidir. 28 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Kent Mücadelesi Tophane saldırısı: Geçmiş olmasın! miş olduğunu bir düşünün. En çok da sanatçılara soralım bu soruyu? Çünkü bu tür tehditlere en çok onlar maruz kalacaklardır. Bu konuda siyasal tavırları ve duyarlılıkları nedir, hala bilmek istiyoruz. Koca bir yalan Tophane olayları ertesinde mahalle dernekleri, hemşeri çevreleri bir açıklama yayınladılar: “…Bu semtin asırlık kültürüne, tarihine uygun yaşayan ailelerin huzurunun korunması tek dileğimizdir. Tophane olarak bugüne kadar her görüşten insanlarla, Musevilerle, Ermenilerle ve Rumlarla barış içerisinde yaşadık ve hiçbir kültürel çatışmaya girmedik. Yetkilileri, Türk aile yapısını semtimizde korumaya ve kollamaya çağırıyoruz. İnsanların yaşam alanını bugüne kadar ihlal etmedik, kimsenin de bizim yaşam sınırlarımızı ihlal etmesini istemiyoruz." Yukarıdaki açıklama kimi nasıl ikna eder bilemeyiz. Kocaman bir yalan üzerine kurulu bu nakaratla yüzyıllardır yaşıyoruz. Demek ki olması gerekeni herkes biliyor. Neymiş: “Yetkilileri, Türk aile yapısını semtimizde korumaya ve kollamaya çağırıyoruz.” Bu çağrı kime yapılmıştır sizce? Hangi durumda işe yarar? Düşünüyoruz ve ürküyoruz doğrusu. Tophane’nin Balat’tan farkı ne? Tophane’de saldırıya uğrayan sanatçılardan “Extramücadele”nin “bütün azınlıklar için afiş”i Tophane saldırısını geri püskürtmeye, Tarlabaşı yıkımlarına “sanatçılar”la birlikte “dur” diyerek başlayabiliriz Besime Şen 21 Eylül’de, İstanbul, Tophane’de sanat galerileri açılışlarına bir saldırı düzenlendi. Ellerinde levyeler, sopalar olan 20-30 kişinin saldırısının planlı olarak gerçekleştirildiğini öğrendik sonradan. Olaylar kınandı, çözüm için “özür”ler üzerinden diyalog arayışları formüle edildi. Ama geçip gitmedi, gitmemeli de. Bu olayın en ilginç tarafı, saldırının beklenmedik biçimde toplumsal bir değişimle, yani “kentsel dönüşüm”, “soylulaştırma” gibi aslında itinayla genel siyasal gündemin dışında bırakılan bir konuyla ilişkisinin de ilgi uyandırması oldu. Bu şaşırtıcı. Buna sonra değineceğim. “Sonradan gelenler” Bir kere bu “sonradan gelenler” ve onlara saldırma bizim memleketimizde kritik bir sosyal meseledir. Bu “sonradan gelme unsurlar” her durumda yerleşik muhafazakar yaşamı tehdit ederler. Tehdit, kimi zaman etnik, kimi cinsel kimlikler üzerinden ya da sınıfsal olarak gündeme gelir. Ama hem et- nik, hem sınıfsal hem de toplumsal cinsiyet kimliğinin örtüştüğü vakalar daha da fecidir. Kürt, işsiz ve transseksüel bir vatandaşa on beş milyonluk “dünya kenti” İstanbul’da hangi mahalleden ev bakarsınız, bir düşünün. Ayrıca çalışma hayatını da içine alan kapsamlı bir “sonradan gelenler tehdidi” düşünün. Bütün bu “tehdit” formülasyonlarını kim, niye yapar, bunu da düşünelim bir taraftan. Zorunlu göçle büyük kentlere yığılmış Kürtler ile mevsimlik tarım işçilerine Kürt oldukları için yapılan kahredici siyasal ve toplumsal dışlamalara; Romanların acımasızca yerlerinden edilmesine, saldırılara uğramasına ya da her durumda “suç unsuru” olarak gösterilmesine karşı kim ne yapabildi? Kimse kimseden özür bile dilemedi. Sanatçılar Şimdi, başka bir “sonradan gelenler” kategorisine geçebiliriz: Sanatçılar. Bu kesim etnik değil ama sınıfsal bir temsille kafamızda yer ediyor mu diye zorlayalım. Yok, bu kesim galiba en çok “yaşam biçimi, kültür” sahibi olarak kafamızda oluşuyor. Kendileri de kendilerini o şekilde ortaya koymayı tercih ediyor. “Sivas olayları” gibi sanatçıya saldırma ve yakarak öldürme konusunda tarihinde kocaman bir kara leke olan bu ülkenin, olayların üzerinden neredeyse 20 yıl geçmesine rağmen kimlerin olayla ne düzeyde yüzleş- Şimdi bu saldırı ile gündeme gelmiş ikinci boyuta geçelim: İktidarın sermaye çevreleri ile birlikte kenti daha yüksek bir ekonomik getiri uğruna yukardan aldığı kararlarla ve neoliberal ekonomi politikalarına uygun bir şekilde dönüştürme çabaları usul usul yol alacak sanırken birden gürültü koptu! Daha önce Sulukule, Fener Balat ve Tarlabaşı gibi örneklerin her biri başka bir mevzuyla bağlantılı olarak anılıyordu. Kentsel dönüşümün, soylulaştırmanın aynı zamanda sınıfsal bir tahliyeye neden olduğu, bunun da aslında toplumsal çelişkileri gereceğine dair bugüne kadar başarılı biçimde manipüle edilebiliyordu. “Ülker Sokağı”nı hatırlayalım Fakat Tophane farklı oldu. Mahalleli-gerici ve faşist teşkilatlarının sonradan gelme ve de “...Türk aile yapısını tehdit eden unsurlar”a saldırabilme refleksi ilginç bir biçimde gidişatı ülkenin ekonomi politiği ve de özelinde bir kent politikasıyla; onu eleştiren bir yerden görmeye çalıştı. Bunu, çok uzak olmayan farklı örnekleri hatırlayarak dikkate almak gerekir: Cihangir’de “Ülker Sokağı Temizliği” arkasına emniyet güçlerini alarak buraları fuhuştan, transseksüellerden “arındırmaya” semtin mutena sakinleri ve de sanatçıları nasıl tepkiler verdiler, hangi yaşam biçiminden, özgürlüğünden bahsettiler? Siz hafızanızı yoklarken ben bu semtin soylulaştırmayla nasıl da rant kapısı haline getirildiğini hatırlatayım. En çok da bu toplumun bir “Türk-Müslüman-erkek” tahayyü- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 29 lüyle mayalanmasının ve bu maya ile türlü zamanlarda türlü hallerde nelerin olabildiğini gözden kaçırmamak gerektiğini bilelim. Kimin ne zaman hangi nedenle kimin yanında yer aldığı meselesini asla geçmeden ve belki de isabetli bir örnek olarak Ülker Sokağı deneyimini hatırlayıp tartışarak ufkumuzu geniş tutabiliriz. Ne de olsa tarihsiz düşünceler sadece vitrin süsler. Neoliberal dayatmaya gerici tepki Kentsel dönüşüm ve soylulaştırmaya dönük tepkilerin bu konuyla dahi gündeme taşınmasını, alttan alta neoliberal politikalara dair tepkisel bir tavrın oluşması ile yorumlayabiliriz. Bu neoliberal ve anti de- mokratik kent politikalarının yerel halkı sorunu kendi yaşam biçimleri üzerinden çözmeye iten bir baskıya da neden olduğunu görmek gerekiyor. Bu çok sorunlu bir eğilim. Yani mahallenin gerici ve teşkilatlı unsurları dayatmacı neoliberal politikalara tepki verirse ne olur? İşte gördük Tophane’de. Nasıl bir kent istiyoruz sorusunu bütünsel bir “karşı” siyaset argümanı içinde yani politik olarak formüle etmeyi başaramazsak, yerel unsurların yaşam tarzlarına güzellemeler içinde döner dururuz. Herkesin yaşam biçimi kıymetli ama bazılarının sopaları var. Bunu ne yapacağız? Tophane olayları sanat ve sanatçıların var oluşlarına yönelik bir saldırı biçiminde gelişti ve bu saldırı sonuna kadar da kınanmalıdır. Hiçbir gerekçe sokakta “içkili” bir açılış yapmaya yönelik planlı bir kabadayı saldırısını haklı çıkaramaz. Olayın mağdurları, sonrasında bir özeleştiri yaparak mahalleli ile diyalog arayacaklarını belirtiler. Bu özeleştiri neden saldırıganlardan önce gelmedi bir düşünelim. Mahalleye sonradan gelenlere her durumda geldikleri yere “uyum sağlama” dayatmasının siyasal ve sosyolojik açılımı nedir, bunu da düşünelim. Ama başka şeyleri de düşünelim. Örneğin kentsel dönüşüm ve soylulaştırma mevzusu Tarlabaşı’nda topyekün bir yıkıp-yeniden yapmaya ve orada yaşayan yoksulları doğrudan yerinden etmeye yönelmişken, neden bu konuyla ilişkisi kurularak gündeme gelmiyor? Bunu belki de Tophane’de saldırıya uğramış sanat çevreleri ile birlikte düşünmeye çalışmak lazım. Onlara Tarlabaşı hakkında ne düşündüklerini, geçmişte kalmış gibi duran Ülker Sokağı vakasını ne şekilde hatırladıklarını, duygularının ne olduğunu; memlekette bolca boy vermiş linç girişimleri hakkında ne düşündüklerini sorarak bir ”diyalog” arayışı başlatabiliriz. Yani türlü türlü diyaloglarla belki gerçek bir yerde buluşma imkanı olabilir. Mesela Tarlabaşı yıkımlarına dur diyerek başlayalım. Geç olmadan! Sosyal Haklar Derneği’nin “Ekonomi-Politik-Kentsel Siyaset Deklarasyonu” Yeni kentleşme dalgası, sınıf sömürüsünü ve sermayenin doğa üzerindeki hakimiyetini artırıken politik alanda örgütsel yapılar ve temsil kanalları emekçi sınıflar aleyhine daraltılmakta, kentsel uygulamalarda halkı pasifize eden bürokratikleşme ve teknik bilgi yoğunluğu öne çıkmaktadır. Sosyal Haklar Derneği (SHD) , AKP iktidarının merkezi ve yerel düzeyde yürüttüğü kentsel politikalarını “engellemeyi, yavaşlatmayı ve -başka alanlardaki politikalarla birlikte- durdurmayı temel hedef olarak belirleyen” bir deklarasyon yayınladı. AKP siyasetlerinin üzerinde yükseldiği dinamikleri çelmeyi “mümkün kılacak sosyo-mekansal ilişkileri her düzeyde öncelikli” gören SHD “Kentsel politikaları aynı zamanda kır-kent ve insan doğa ilişkileri üzerindeki etkileriyle birlikte değerlendiren ekolojik bir perspektif”le “eko-sosyalist” bir mekansal ütopyayı gündeme getirmeyi amaçlıyor. SHD “ekonomi-politik- kentsel siyaset” yaklaşımı”nı ve öncelikli taleplerini şöyle sıralıyor: Yaklaşım n Devleti kolektif hak taleplerinin genişleyen biçimde örgütleneceği ve yürütüleceği stratejik bir erk alanı olarak görmekten vazgeçmez. Fakat bu sürecin sınıfsal ve her türlü toplumsal denetim kanallarıyla örülmesini gerekli gören bir demokrasi anlayışından hareket eder. Dolayısıyla Sivil Toplum Örgütü öncülüğünde yürütülecek bir politika talebinin bir tür elitizm yaratmasının yanı sıra teknik bilgi yüceltmesi ile toplumu apolitikleştiren bir teknik-kurgusal sürece davet ettiğini tespit eder. n Merkeziyetçi-kurumcu bir devlet vurgusundan farklı olarak, kentsel/toplumsal hak taleplerinin -genişleyen bir perspektifte olmak şartıyla- mahalli düzeylerde dahi örgütlenebileceğini düşünür ve yerel toplumsal örgütlenmeler yoluyla kapitalist devlet içerisinde ve ona karşı politik güç alanları açılabileceğini savunur. n Kentsel dönüşüm karşıtı mücadelelerin daha çok yerinden edilme/barınma hakkı meselesine ve AKP karşıtı bir siyasal eksene sıkışmış biçimde geliştiği görülmektedir. SHD, bu sıkışmışlığı aşmayı hedefler. Çünkü kentsel politikalar sadece yapılı çevre üretimine yönelik değil, aynı zamanda kentlerdeki iş, eğitim, sağlık, ulaşım, insan-doğa ilişkileri alanlarında yaşanan çelişkileri ve çatışmaları da içermektedir. Öncelikli talepler n Kentsel politikalarda piyasa dinamiklerini değil, toplumsal ihtiyaçları ve kolektif hakları esas alan bir politikayı; n Toplumsal cinsiyet perspektifine sahip kentsel politikaları ve belediyeciliği; n Kolektif olarak erişilebilir ve adaletli olarak dağıtılan kamusal hizmetleri; n Tüm emekçiler ve kentliler için ucuz ve ulaşılabilir kentsel hizmetler sunan; kolektif tüketimde aktif sorumluluk alan; kentsel rantları özel mülk sahiplerine devreden değil, topluma kazandıran; taşeron çalıştırmaya son veren ve karşı duran bir sosyal belediyeciliği; n Nitelikli kiralık sosyal konut uygulamalarını; n Mevsimlik tarım işçilerinin yaşam koşullarının yerel ve merkezi düzeydeki politikalarla kalıcı biçimde düzeltilmesi ve yasal kurallara bağlanmasını; n İşyeri ile konut alanı arasında artan ulaşım zamanının çalışma zamanına dahil edilmesini talep eder! n Kentsel dönüşüm projelerin yol açmakta olduğu barınma sorununu öne almakla birlikte, daha geniş ölçekteki işleyen diğer kentsel çelişkileri ve gerilimlerin de bu mücadelelere içerilmesini savunur. n Bu çerçevede kentsel yaşama dair çatışma alanlarını birleştirme ve kentsel yaşamı kökten değiştirmeyi talep etme anlamında “kent hakkı” kavramını, kent- 30 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Uluslararası Küba’da pazar sosyalizmi Kapitalist dünyada sosyalist ekonomiyi yaşatmaya çalışan Küba çaresiz: Devlet işletmelerinde çalışan 500 bin kişi işten çıkarılacak ve küçük işletmeler yaygınlaşacak Havana’da bir pazarda “kendi hesabına çalışan” bir satıcı müşteri bekliyor: İşten çıkarılacak yüzbinler için daha iyi bir hayat söz konusu olacak mı? Engin Erkiner Küba, tarihe karışan öteki sosyalist ülkelerle benzer bir yapıya sahiptir. Farklı yanlarını; sosyalizmle ulusal bağımsızlığın birleştirilmesi ve küçük bir ülke olması nedeniyle dünya çapındaki dayanışmanın işlevli olması oluşturur. Küba’nın sosyalist sistemin yıkılmasından sonra ABD’nin yanı başında ve katı ambargoya karşın yaşamayı sürdürmesi, bu saptamanın bir dönem kuşkuyla karşılanmasına yol açtı. Küba, 21. yüzyıl sosyalizmine örnek bile gösterildi. Kısa süre önce açıklanan bir kararla, adada pazar ekonomisinde ve özel küçük üretimde büyük bir genişlemeye gidileceği duyuruldu. Küba yönetimi, bu kararı, 1990’lı yıl- ların başındaki oldukça sıkıntılı yıllarında değil, Latin Amerika ülkelerindeki sol iktidarlar nedeniyle ekonomisinin görece rahatladığı bir dönemde alıyordu. Venezüella’dan alınan ucuz petrol ve bölge ülkeleriyle gelişen ticari ilişkiler, ada ekonomisindeki büyük sorunları saklayamıyordu. Ekonomide verimlilik sorunu Önümüzdeki aylarda devlet işletmelerinde çalışan 500 bin kişi işten çıkarılacak. Son- Che’nin sosyalizmi Küba’nın bugünkü sorunları yeni değil. 1960’ların başlarında Che, Sanayi Bakanı ve Merkez Bankası Başkanı olduğu yıllarda da benzer sorunlardan söz eder. Che, sorunların aşılabilmesi için gelişmiş teknik kullanımının yanı sıra, moral değerlerin geliştirilmesinin öneminden söz eder. Toplum için karşılıksız çalışma ve enternasyonalizme özellikle vurgu yapar. Che’nin ölümünden yirmi yıl sonra yaptığı konuşmada Fidel Castro, gelişmemiş teknik kullanılarak fazla çalışmanın önemli sonuçlar ortaya çıkarmadığını söyleyecektir. nChe; değer yasasının genişletilmiş kullanımı ve devlet sektöründe merkeziyetçiliğin azaltılmasıyla sosyalizmin inşa edilemeyeceğini savunur. nChe’nin en önemli vurgusu, yeni insanın (komünist insan) gelişmesiyle ilgilidir. nChe’ye göre; üretim araçlarında kolektif mülkiyet ve eğitim de dahil değişik toplumsal kurumların buna göre şekillenmesi, yeni insanın gelişmesi için yeterli değildir. Yeni insan, karşılıksız çalışma ve gelişmiş bir enternasyonalizm gibi ek faaliyetleri gerektirir. nKoşulların değişmesi insanı değiştirir, ama bu değişim hiç de beklediğimiz yönde ve düzeyde olmayabilir. nChe, ABD’nin sürekli istila tehdidi altında yaşayan Küba’da devletin giderek sönümlenmesinin fanteziden ibaret olduğunu biliyordu. Devrimin yayılmasını tek çare olarak gördü, ama ne Kongo’da ne de Bolivya’da beklediği olmadı. Geriye büyük soru kaldı: Güçlü bir emperyalizmle yıllarca birlikte yaşamak zorunda olan sosyalist ülke ya da ülkeler ne yapacaklar, nasıl ayakta kala- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 31 Sonraki yıllarda sayının bir milyona kadar yükselmesi bekleniyor. Bu ise 4,9 milyon çalışanın yaklaşık yüzde 20’sini oluşturuyor. (Küba’da çalışanların yüzde 90’ı devlet işletmelerinde bulunuyor.) İşten çıkarılanlar, normal durumda olduğu gibi, işsizlik yardımından ücretlerinin yüzde 60’ını alamayacaklar. Bunun yerine kendilerine yeni gelir kaynakları aramaları gerekecek. Hükümet 460 bin kişiye “kendi hesabına çalışabilmesi için” gerekli izin belgesi hazırlamış durumda. Bu kişiler özellikle tarım, inşaat ve hizmet sektöründe küçük işletmeler açabilecekler. Küba’da “kendi hesabına çalışma” özellikle tarım sektöründe yeni değil. Üretim araçlarında özel mülkiyet yok, kendi işletmesini açan kişi yanında işçi çalıştıramıyor, belirli bir vergi ödüyor ve ürününü pazara kendisi sunabiliyor. Hükümet bu radikal önleme gerekçe olarak; sürekli zarar eden bazı devlet işletmelerinin ekonomiye yük olmasını, verimin ve ürün kalitesinin düşük olmasını ve bazı çalışanların zararlı alışkanlıklarını (az çalışmak, sık sık işe gelmemek gibi) gösterdi. Küba ekonomisi özellikle tarım ve küçük hizmetlerde kötü durumda. Her yıl yüksek miktarda yiyecek ithal ediliyor. Küba, tarım üretimini artırmak için, 1960’lı yıllarda Macaristan’ın uygulamasının benzerine yönelmekten başka çare bulamadı: tarımda kendi hesabına çalışan işletmeler… Macaristan bu uygulamayla tarım üretimini önemli oranda artırmıştı. Küba da aynı sonucu bekliyor. Soruyu doğru sormak Güçlü emperyalist ülkelerle birlikte –bugünün koşullarından bakıldığında- uzun süre birlikte yaşamak zorunda olan sosyalist –ya da kapitalizme alternatif- ülkeler ne yapmalılar? Bir cevap, devrimin yayılması için çalışmaksa, Küba bunu Latin Amerika ve Afrika’da (özellikle Angola) fazlasıyla yapmış durumda… Bir diğer cevap, ülkenin bulunduğu bölgede örnek olması ise, Küba yıllardır bunu da yapıyor. Halkı refah içinde yaşamıyor ama yoksul değil ve yüksek eğitim standartlarına sahip örnek bir ülke. “Sovyet demokrasisi” en azından belediyeler düzeyinde uygulanmaktadır. Bütün bunlar ülkenin işleyen bir ekonomiye sahip olmasına yetmiyor. Küba yıllarca önce sosyalist sistemin desteğiyle, ardından da geniş çaplı dayanışmayla ayakta kaldı. Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeler nedeniyle bugün durumu eskisi kadar zor olmasa bile, ekonomisini düzeltemezse daha büyük sorunların kaçınılmaz olduğu görülüyor. Küba yıllarca direndikten sonra, devrimin 51. yılında, egemen devlet sektörünün çok sayıda kendi hesabına çalışan küçük mal ve hizmet üreticisi işletmelerle birlikte olduğu bir sisteme geçmeye karar verdi. Bu sistemin adı –doğal olarak Küba koşullarına uyarlanmış- pazar sosyalizmidir. Değer yasasının etkinlik alanı genişlemiştir ve geniş bir kesim “kendi hesabına çalışacak” ve ürününü pazara sunabilecektir. Küba yönetimi bu yönelimi nedeniyle eleştirilebilir; ne ki, eleştirenlerin uygulanabilir bir seçenek sunmaları gereklidir. Küba’nın geleceğini Macaristan ya da benzeri bir sosyalist ülkeyle karşılaştırmak doğru olmaz. Her şeyden önce, sosyalist ülkelerde özel küçük üretimden burjuvazi çıkmadığını belirtmek gerek. Eski sosyalist ülkelerdeki burjuvazi, komünist partisinin üst ve orta yöneticilerinin dönüşümüyle ortaya çıkmıştır. Küçük üretimden büyüyerek doğan burjuvazi sözü edilemeyecek kadar zayıf kalmıştır. Küba’da Komünist Parti yöneticilerinin burjuvaziye dönüşmesi de hayli zor. En başta, meydan boş değil: Küba burjuvazisi Florida’da oturuyor ve yıllardan beri rejimin yıkılmasını ve ardından adaya gelerek eski mülklerine el koymayı bekliyor. Eski sosyalist ülkelerde burjuvazinin geri dönüp yıllar önceki mallarına el koyması söz konusu olmamıştı. Küba’da ise kapitalizme geçilir ve uluslararası kapitalizmin yasal dünyası içinde yer alınırsa, çok kişi evini ve küçük bahçesini bile kaybedecektir. Küba halkı için şöyle ya da böyle sosyalizmden başka seçenek bulunmuyor. Küba ekonomisinde reformlar Küba’nın bugüne kadarki uygulamaları “bir ileri bir geri” olarak tanımlanabilir. 1986’da SSCB’nin yoğun desteğine rağmen Küba’nın dış borcu 6,1milyar dolara yükselir. Küba da diğer sosyalist ülkeler gibi ürettiğinden fazlasını harcamakta, açığı dış borçla kapatmaktadır. 1970’li yıllarda başlayan tarımda küçük özel işletmelere sınırlı izin verilmesi uygulamasından vazgeçilir. Beklenen sonuç alınamamıştır. 1990 sonrasında SSCB’nin tarihe karışmasının ardından aynı uygulamaya geri dönülür. Yarım hektardan fazla toprağa sahip olmamak ve işçi çalıştırmamak koşuluyla izin verilen özel işletmeler, bu kez de ürünlerini yüksek fiyatlarla satmaları nedeniyle sorun olacaklardır. 1993’te dolar, pesonun yanında resmi para birimi olarak kabul edilir. ABD’de yaşayan Kübalılar adadaki akrabalarına havale göndermeye başlar. Bu durum giderek halkın içinde önemli bir gelir farklılaşmasına neden olur. Sadece dövizle alışveriş yapılan dükkanlar açılır. Küba artan oranda turizme önem vermeye başlar. Ülkeye giren dolar miktarı ve turizm gelirleri döviz sıkıntısı hafifletir. Buna karşılık ABD’de akrabası olanlar ve turizm sektöründe çalışanlarla bu durumda olmayanlar arasında önemli bir gelir farklılığı ortaya çıkar. 2004’te biriken sorunları çözmek için yeniden merkezileşmeye gidilir. Doların resmi para birimi olmasından vazgeçilir, ne ki, ülkeye giren dolarların nüfus içinde oluşturduğu büyük gelir farklılığı ortadan kalkmaz. 2006’da devlet başkanı olan Raul Castro, geniş çapta reform yapılacağını belirtir. Küba tarım, inşaat ve turizm için özellikle gerekli olan küçük hizmet sektöründe “kendi hesabına çalışma”nın önemli oranda genişletilmesine yönelecektir. Küba ilk adımda yüksek miktarda yiyecek ithalatını azaltmayı amaçlıyor. Küba’ya ambargonun kaldırılmasını özellikle ABD yiyecek tekellerinin istemesi boşuna değil… “Yanımızdaki ülkeye Kanada yiyecek satıyor, biz satamıyoruz!” Küba’da petrol bulunma ihtimali var ama bunu çıkarabilecek teknoloji bulunmuyor. Önceki yıllarda özellikle turizm alanında yabancı yatırımcıları özendirecek yasalar çıkarılmış ve özellikle Kanadalı şirketler bundan yararlanmıştı. Yeni yasalarla yatırım kapsamı genişletildi. ABD’nin bütün engellemelerine rağmen, kazancın iyi olması durumunda, artan sayıda şirket adaya yatırım yapmaya yöneliyor. 32 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Uluslararası Lübnan: Sanki ateşten hınçtan, taştan yapılmışlar Hizbullah’ın lideri Nasrallah’ın 18 yaşındaki oğlu, 1997’de çatışmada ölmüş. Nasrallah haberi aldığında televizyonda bir konuşma yapıyormuş, çok metin karşılayıp Arap dünyasında meşhur olmuş. Başsağlığına gelenlere de demiş ki “ne diye geldiniz, çocuğu ölen bir ben miyim” Elif Köksal Sabah sabah Latife teyzenin evindeyim. Faruk’un halası, ben kısaca habibi diyorum. Lübnan dağlarında tanıştığım bütün kadınlara habibi diyorum. Habibi teyze elinde bir tutam çiçekle geliyordu beni sokakta gördü evine götürdü. Dün akşam yukarda Farukların verandasında beraber oturmuştuk, ağaçları çiçekleri işaret edip Türkiye’de bu var bunun böyle pembesi yok kırmızısı var diye konuşmuştuk yanlış kullandığım üç beş arapça kelimeyle. Sonra dindar Dürzilerin usulü siyah uzun eteğini sıyırıp altındaki dantelli iç eteği göstermişti, ben de benimkini sıyırmıştım, altında iç etek yok demiştim, onunkinin kumaşı inceymiş. Sonra da bütün kumaşlar her yerde aynı demişti, bu konuda söylenebilecek her şeyi toparlamıştı. Ayakkabı sahiden çıkarmıyorlar şimdiye kadar gittiğim evlerde, Faruk diyor ki insanın iç temizliği önemliymiş, dışının da zaten temiz olması beklenirmiş. Alçak tavanlı, ihtiyar bir ev. Habibi teyze evine gelince çoraplarını çıkardı siyah örgü patiklerini giydi uzun uzun, bir eli hep titriyor. Ayaklar ne güzel yaşlanıyor. Evi gezdik. Aileden birinin yaptığı hamurdan gülleri güllü kuşlu iki aynayı birinin bir yerlerden getirdiği midye kabuklu bibloyu, yeğenlerinin çocukluk ve düğün resimlerini, dantellerini, bacağındaki sıyrığı, hırkasını kaldırıp altındaki beyaz tığ işi kazağın örgüsünü, evin ambarındaki zeytin kavanozlarını, depoyu, depoda şimdi büyümüş yeğenlerin sallanan atını, bahçedeki ağaçları, saksılarda yetiştirdiği kekik nane mercanköşkü, bahçe kapısının altındaki deliğe fare girmesin diye sıkıştırdığı naylon torbayı gösterdi. Televizyonun üzerine serili danteli ben yaptım dedi ya da bak bu kahve lekesi çıkmıyor bir türlü dedi. Evinin kıymetli şeylerini gösterirken hep bir şeyler anlatıyor, hepsinin hikayesi var ama Güney Lübnan’da Deyr-ül Zeyrani köyünde İsrail’in öldürdüğü bir askerin aliesinin yas tutan kadınları Arapça. Bense hiç Arapça bilmiyorum, Türkçe’den bildiğimi sandığım kelimeler burda işe yaramıyor. Maşallah bile burda maşa-allah. İkram olarak kahve, kuruyemiş, kek, kahve. Burda kahveyi kocaman bir cezvede yapıyorlar, yanında kulpsuz, bizimkinden küçük fincanları ters çevirip dantel serilmiş tepside getiriyorlar, kahve bittikçe yenisini dolduruyorlar. Kahveyi bir kişi içecekse yine büyük, beş altı fincanlık bir cezvede yapıyorlar, fincanı tabağında ters çevrilmiş olarak cezvenin tepesine koyup getiriyorlar. Bu hikayenin geçtiği pazartesi günü galiba onbeş fincan içtim sahiden. Habibi teyze karşıma oturup kocaman bir elma soydu, yarısını kendine ayırdı. Gördüğüm en büyük elma, bahçedenmiş. Bahçeden portakal. Meyvayı soyup insanın eline veriyorlar bu köyde, sonra giderken de bir iki elma portakal yolluk veriyorlar. Televizyonda bıyıklı bir ahçı, yemek pişirirken tatlı tatlı anlatıyor, müzikle sağa sola sallanıyor. Şıkır şıkır sesli bir kadın arıyor. İkisi sohbet ediyorlar, ahçı ellerini çırparak kahkahalar atıyor. Karşılıklı hamdurillah diyorlar. Bir paralel evrende o şıkır sesli kadın olmak istiyorum neşeyle hamdurillah demek istiyorum o huzur çeşidini merak ediveriyorum. Klip seyrediyoruz. Kırmızı bir gül alev alev yanıyor. Adam evindeki amerikan barın üzerinde duran iki şişe şarabı ve bir kadehi elinin tersiyle süpürüp yere atıp kırıyor, şarkı biterken gülün külleri dökülüyor. Köşedeki bakkal kız Rana dükkanın önüne bir iskemle atmış oturuyor, önünden yaşlıca biri geçerken her seferinde ayağa kalkıyor. Siyah saçlarında sarı röfle var. İskemle çekip buyur ediyor, gözünün boyası akmış git içerde ayna var diyor. Arapça diyor ama insan anlıyor. Tavanından et askıları sarkan öyle kokan bir odada aynaya bakıyorum, arkamdan gelmiş bir paket ıslak mendil uzatıyor, hediye. Faruk’la Beyrut’a iniyoruz. Üç sene önce İsrail’in bombaladığı güney Beyrut’taki Hariri Hastanesi’nde hastamız var. Hastaneye yenilerde bombayla ölen eski başbakanın adını vermişler. Güney Beyrut, Hizbullah kontrolünde. Bir şehrin sağının solunun başkalarına ait olması, savaşın şehrin sokaklarında olup bitmesi ne demek biz bilmiyoruz ama Lübna iç savaşı da böy- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 33 le yaşamış. Yolda billboardlarda ağaçlarda duvarlarda Hizbullah afişleri var. Gözalıcı, kocaman billboardlarda kalaşnikoflu Hizbullah amblemleri. Dolmuştan kafamı uzatıp fotoğraf çekiyorum, dolmuştakiler çekme çekme diyorlar. Ne olabilir ki. Hastaneye gidiyoruz, Faruk’un beklemesi lazım. Dolaşayım diyorum. Sakın fotoğraf çekme diyor Faruk, pasaportun yanında mı, yok, ne sanıyorsun buraları, yanımdan ayrılma bir yere gitme diyor. Karşıya geçince çay içecek bir yer var, siyah dantel çarşaflı bir kadın oturuyor. Büfenin kapısında Hizbullah için bağış kutusu asılı. Büfeci, kutuya para atar gibi yapıp poz veriyor. Kahve ikram ediyorlar, biz bunu şekersiz içeriz ama sen iki şeker at bak diyorlar galiba. Dantelli çarşafın içinden teyze royal marka sigara çıkarıyor. Bir genç kız geliyor, başı iyice örtülü, bir beyaz başörtüsü onun üzerinde siyah türbanı var, ama üstü çiçekli altı pembe pijama giymiş, gözünü de benden güzel boyamış. Ortada oynayan iki oğlan çocuğunu alıp götürüyor, az sonra ellerinde felafel sandviçlerle geliyorlar. Felafel, nohut köftesi, kızarınca tadı köfte gibi. Çocuklardan biri sandviçin kağıdını yemiş biraz, babası peçeteyi düzeltiyor. Çocuğun adı Vehbi. Babası da sanki ondokuz yaşında yakışıklı bir delikanlı. Burda Hizbullah var mı diye soruyorum, temkinli cevap, herkes var yanyana yaşıyoruz diyor teyze. Daha dolaşıp Hizbullah kimlerse onları görmeye gidiyorum. Boynumda fotoğraf makinesi var. Bir eski mersedes taksi korna çalıyor. Lüzum yok diyorum, o tarafa gitme diye işaret ediyor gibi geliyor. Karşıda aşağıya dar bir sokak iniyor, sokağın sanki kapısı var, yolun iki yanındaki yüksekçe direklere siyah bir pankart asmışlar. Ne yazdığını kenardaki temiz yüzlü çocuğa soruyorum, İmam Hüseyin hakkındaymış. Resim çekmeseniz iyi olur diyor, çocuğun ruh halini anlamadığım için resim çekiyorum. Sokağa giriyorum, pankartın altında dört bıçkın delikanlı oturmuş nargile içiyorlar. Ayakkabıcının vitrininde pembe sarı çocuk ayakkabıları, camda Hizbullah liderinin resmi var. Yan tarafta manavın duvarında Hizbullah posterlerinin üzerinde bir hevenk muz asılı. Fotoğraf çekmek için izin istiyorum, vermiyorlar. Esnaftan birileri geliyor, necisin ne işin var diyorlar, sağ ellerini sol avuçlarına lüzumsuz sertlikte vurup pasaport istediklerini işaret ediyorlar. Kalabalık etrafıma toplanıyor. Pasaportumun yanımda olmadığına eminim. İsrailli olmadığını nerden bilelim diyorlar. Hiç bilmediğim bir sertlik çeşidiyle konuşuyorlar. Tanımadığım bir insan enerjisi, sanki aynı şeyden yapılmamışız. Bilmediğim bir ruh haline yakalanıyorum, kafam karışıyor. Pasaportumun numarasını soruyorlar, ha- tırlamıyorum. Söylediklerime inanmıyorlar, dağda bir köyde kaldığıma inanmıyorlar. Bırakmıyorlar. Azarlıyorlar. En çok orta yaşlı bir adam var o bağırıyor, arkamdaki gençler de bağırıyorlar. Beni çekiştiriyorlar. İçimde her zamanki ben olmayan birisi sordukları bütün sorulara uysalca cevap yetiştirmeye çalışıyor ve korkuyor. Ben sanki seyrediyorum, merak da ediyorum, ben de korkuyorum. Bizimle geliyorsun diyorlar, elim çantamın içinde paraların olduğu ejderhalı kesede pasaportu hissediyor mucize gibi. Pasaportu bulduğuma sevinemiyorum, karışığım. Elimden alıyorlar her sayfasını inceliyorlar. Ne sorsalar bu cevap verme mecburiyeti halini hiç tanımıyorum. Sonunda halas, tamam git diyorlar, böyle sarsılmış gitmek istemiyorum. Beni sorgulayan ihtiyarın yanına oturuyorum, kalbime indirdiniz şimdi bir sigara ikram etmeniz lazım diyorum. Yüzünün çizgileri derin, gözleri sert bakan ihtiyar adam özür diliyor. Ağır olan, en çok bağıran adam gelip anlatıyor, Lübnan seçimlerine az kaldı- ğı için dikkatli olmak zorundaymışlar. Özür dilemiyor. Kimse hala gülümsemedi. İhtiyar adam bu arada, excuse me, ha, diyor durup durup, ben de elimi kalbime götürüp başımı eğiyorum her seferinde. Cevabımı beğenmiş gibi, daha daha excuse me, ha, diyor. Güney Lübnan’da İsrail’in yirmi iki senelik işgalden sonra 2000’de çekildiği köylerinden buraya otuz sene önce gelmişler. Hizbullah’ın lideri Nasrallah’ın 18 yaşındaki oğlu, 1997’de çatışmada ölmüş. Nasrallah haberi aldığında televizyonda da yayınlanan bir konuşma yapıyormuş, çok metin karşılayıp Arap dünyasında meşhur olmuş. Başsağlığına gelenlere de demiş ki ne diye geldiniz, çocuğu ölen bir ben miyim. Sanki ateşten hınçtan kalpten kızgınlıktan taştan yapılmışlar ben karışıklıktan huzurdan uykudan kuşkudan yapılmışım. Sabah dünya ağır bir yer, ateşim var. Kalkıp sedir ormanına gidiyorum, üçbinbeşyüz yaşında bir ağacın kucağına tırmanıp uyuyorum. Nasrallah: Herkesin sevgilisi Bir Lübnanlı Hıristiyan “Kudüs günü”nde Nasrallah’ın resmiyle Müslümanlar arasında Nasrallah hayatını anlatırken ailesinden bahsediveriyor, buraya almak lazım: “… 11 kişilik bir ailenin en büyük oğluydum. Dokuz kardeşim vardı. Benden sonra Hoseyn, sonra Zeynab, sonra Fatemeh, ki o hala evde.Sonra Mohammad, işadamı, sonra Jafar, çalışıyor. Sonra hepsi evli olan Zakiyeh, Ameneh, ve Sa’ad. Kızkardeşlerimin hepsi Hizbullah’ın aktif üyeleri. Erkek kardeşlerim önce Amal örgütündeydiler, Hoseyn dışındakiler ayrıldı. Mohammad politikayla ilgilenmiyor; Hizbullah üyesi değil ama bizi takdir ediyor. Ne var ki Jafar şu anda politik olarak kararsız; bir zamandır bu konuda konuşup fikir alışverişinde bulunuyoruz…” Evine geldiğinde işini ve dertlerini kapıda bırakırmış, evde iyi bir baba ve koca olabilmek için.. Özel hayatına ve inancına kıymet vermeye çalışırmış. Çok okurmuş, politikacıların maceralarını okumayı severmiş. Şaron’un biyografisini okumuş, bir daha okuyacakmış. Oğlunu kaybetmiş bir baba olarak kalbinde hiç kaygı yokmuş, çocuğun cennette Allah’ın yanında olduğuna eminmiş. Ölümün iki dünya arasında bir geçit, ebedi dünyaya geçmenin en iyi yo- 34 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Uluslararası İsveç: Refah devletinin son kalesi de çöktü! Faşistlerin seçim zaferi, işsizlik ve yoksulluğun sorumluluğunu bizzat kapitalizmden alarak yabancıların omuzlarına yükleyen politik düzenbazlığın sonucu Irkçı partinin meclise girmesini “Halkın yüzde 94,3’ü ırkçı değil” pankartıyla protesto edenler Nazan Meriç Olgaç Bir zamanlar ‘refah toplumu’nun zirvedeki örneklerinden biri sayıldığı için kimilerinin finans-kapital sosyalizmi olarak adlandırdığı İsveç, son seçimlerle Avrupa trenine iyice yerleşmiş oldu. İsveç Sosyal Demokrasisinin savaş öncesi önderlerinden Per Albin’in sosyal adalet ve dayanışma örneği olarak Halkın Evi (Folkhem) diye adlandırdığı İsveç, Avrupa ve dünya kapitalizmine eksiksiz olarak endekslenme sürecini tamamlamış oldu. ‘Sosyal demokrasi’nin sonu İsveç’le sosyal demokrasinin eşleştirildiği bu modelin mima- rı, İsveç İşçi Partisi (SAP) bu seçimlerde ancak yüzde 30 oy alarak 96 yıllık bir sürede bu düzeye ilk kez düştü ve yükselen liberal Moderat partiyle eşit duruma geldi. Modern çağda ilk kez burjuva blokunun iki kez üst üste seçim kazanmasıyla, geçen yüzyılın İsveç’inde, diğer kapitalist ülkelerden farklı olarak, beşikten mezara kadar ülke insanlarının yaşamına eşlik eden sosyal demokrat hareket artık bu anlamda tarihe gömülmüştür. Aslında bunda şaşacak bir şey de yok. 1970’lerin ortalarından itibaren üç kez aralıklarla iktidara gelen burjuva blokun, dünya kapitalizminin gereksinmelerine göre gerekli düzenlemeleri yaptıktan sonra, iktidarı bir sonraki seçimlerde Sosyal De- mokratlara terk etmesi neredeyse alışkanlık haline gelmişti. 90’lı yıllarda bir dönem İsveç Başbakanlığı yapan burjuva blokun lideri Carl Bild’e Alman başbakanı Kohl, “Siz bu sistem değişikliğini hiçbir direnmeyle karşılaşmadan nasıl başardınız?” diye sorarken, yeterince budanan ‘refah devleti’nin son kırıntılarını da kemirmeye aday yeni dönemin İsveç’ini anlatır gibiydi. Retorik olarak burjuva blokuna karşı muhalefet eden sosyal demokratların, dünya kapitalizminin krizine, hızla artan işsizliğe, yükselen yabancı düşmanlığına karşı hiçbir reçeteleri yoktu ve olamazdı da. Onlar kapitalizmin göreceli olarak stabil göründüğü günlerde pastadan yığınlara pay veren bürokratik ve hantal yapı- larıyla can çekişmekte olan bir hastanın son çırpınışlarını andıran bir muhalefet sergilediler. Bugünkü örgüt yapıları bile bunu doğrulamaktadır. 1990’ların başlarında 250 binin üzerinde olan üye sayısı bugün 100 binlerin altına düşmüştür. 1970’lerde 50 bin üyesi olan Sosyal Demokratların gençlik örgütünün üye sayısı 2 bin 500 civarındadır. Kadın örgütündeki üye sayısı 35 binden 6 bine düşmüştür. Bir zamanlar sayısı 100 binleri bulan işyeri temsilcilerinden bugün eser yoktur. Aktif üyeler yerini, profesyonel politikacılara, maaaşlı fonksiyonerlere ve reklam bürolarına terk etmiştir. Son otuz yıldır Sosyal Demokratların azınlık hükümetlerini dışarıdan desteklemekle yükümlü Sol Parti’nin durumu daha iç açıcı değildir. Yıllarca yüzde 4 barajıyla başa çıkmaya uğraşan, Gudrun Schyman’ın başkanlığı döneminde feminist kimliğe bürünerek oylarını yüzde 11’lere çıkaran ve son seçimlerde yüzde 6’ya yakın oy alan Sol Parti ilk kez hükümete ortaklık sözü almıştı. Eski Moskovacı komünistler, reformist sosyalistler, sol çevreciler ve tatminsiz radikallerden oluşan bu cephe partisi, eski “refah” devletinin sadık bir koruyucusu fonksiyonundan öteye gidebilecek bir perspektif ve projeye sahip değildi. Oyların yüzde 7’sinden fazlasını elde eden toplumsal bir projeden yoksun olan Yeşiller ise, büyük ölçüde sosyal demokrasiden umudunu kesen kesimlerin desteğini aldı. Yabancı düşmanlığı İsveç seçimlerinin en önemli ama diğer yandan da en doğal sonucu, yabancı düşmanlığı ile öne çıkan İsveç Demokratları’nın (Sverige Demokratarna) yüzde 5,7 oyla parlamentoya girmesidir. Herkesi korkutan ve şaşırtan bu sonuç aslında çok doğaldı. Şimdiye kadar gerek Sosyal Demokratlar ve gerekse diğer burjuva partilerinde yabancılara ilişkin tüm olumsuz birikimler bu partinin seçimlere katılmasıyla gün ışığına çıkmış oldu. Diğer Avrupa ülkelerindeki bu tür partilerin aldığı halk desteğine bir göz attığımızda İsveç’teki sonucun o kadar ayrıksı bir durum olmadı- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 35 Uluslararası ğını farkederiz. İsveçlilerin, ister devrimci isterse muhafazakar, radikal çıkışlara karşı çok dikkatli yaklaşan özellikleri nedeniyle, bu şaşırtıcı sonucu hazmetmeleri pek kolay olmayacak. Avrupa Birliği’ne ezici bir çoğunlukla olmasa da ‘Evet’ diyen İsveç’lilerin Avrupa para birimi Euro’ya ‘Hayır’ diyerek kendi para birimleri Kron’u korumaları da bu dikkatli yaklaşımlarının bir ürünüydü. Sosyal Demokratların feci yenilgisini kapitalizmin zaferi gibi görmek yerine halkın bu partiyi cezalandırması gibi de algılayabiliriz. Reformist bir yaklaşımla da olsa geleneksel eski sosyal demokrat ideallerin yerine globalizm döneminin liberal diline sarılan sosyal demokrasiyi İsveç halkı inandırıcı bulmayarak bu dilin sahtesini değil hakikisini seçti. Aynı gelişme diğer Avrupa ülkeleri için de geçerlidir. Sosyal Demokrat ve Sosyalist partiler sağa savruldukça halk onları değil, bu cephenin hakikisine iltifat etmiştir. Büyük bir kriz yaşayan Avrupa’da güney hariç radikalizm yerine muhafazakar sağ partiler yükselişe geçiyor. Bir zamanlar Avrupa sosyal demokrasisinin popüler isimleri olan Willy Brant, Olof Palme, Mitterand, Felipe Gonzales’lerin yerini, Merkel, Sarkozy, Berlusconi gibi sağ kesimin katı muhafazakarları aldı. Kapitalizmin krizinin genel bir radikalizme dönüşmek yerine, önceleri geleneksel sol partilere oy veren işçi sınıfının bir kesiminin popülist ve yabancı düşmanı partilere yönelmeleri gibi trajik sonuçları oldu. Fransa’da Front National, İtalya’da Lega Nord, Danimarka’da Folke Parti ve şimdi de İsveç’de Sverige Demokratarna bu gelişmelerin ürünüdür. Krizin sonucu olan işsizlik ve yoksulluğun sorumluluğunu bizzat kapitalizmden alarak, yabancıların omuzlarına yükleyen bu politik düzenbazlığı bozacak devrimci önderlik henüz ortada yoktur. Avrupa’nın geleceği ve kaderi Yunanistan, İspanya ve Portekiz’deki radikalleşmenin Avrupa’nın kuzeyine doğru yayılması ve devrimci önderliğin oluşmasına bağlıdır. Sınıf mücadelesi dünün değil yarının melodisidir. İsrail – Filistin doğrudan barış görüşmeleri Ya başarılı olursa? İsrail ve Filistin yönetimi ABD’nin baskısıyla doğrudan barış görüşmelerini başlattı. İşi zora sokma eğilimindeki İsrail, masaya gelen iki devletli çözümü engelleyerek iki uluslu tek devlet çözümünün kaçınılmazlaşacağı koşulları kendi elleriyle hazırlıyor olabilir. Netanyahu ve Abbas, Hillary Clinton ile 14 Eylül’de Mısır’ın sayfiyesi Şarm el Şeyh’te görüşmelerde Harun Turgan İsrail’in 2008 sonundaki Gazze saldırısının ardından Filistin Yönetimi tarafından askıya alınan Filistin – İsrail doğrudan görüşmeleri 2 Eylül’de yeniden başladı. İsrail’in Oslo Antlaşması ile Filistin Yönetimi’ne bırakılan topraklar üzerinde Yahudi yerleşimleri inşaatını on aylık kısmi dondurma uygulamasından sonra 26 Eylül’de yeniden başlatmasıyla görüşmelerin geleceği belirsizleşti. Dergi elinize geçtiğinde belki Mahmud Abbas inşaatlara resmen devam edilmesi üzerine görüşmelerden çekildiğini açıklamış, belki de Netanyahu kendisinden de sağcı olan koalisyon ortaklarını İsrail’e verilecek ek ödünler karşılığında yerleşim inşaatlarının bir süre daha dondurulmasına razı ederek görüşmelerin ömrünü yeni bir tıkanma noktasına dek uzatmış olacak. Süreç tasarlandığı gibi gelişirse 2 Eylül 2011’de, Filistin’in 1967’de işgal edilen parçasının görüşmelerle belirlenecek bir parçasında kurulacak Filistin devleti karşılığında Filistinlilerin İsrail’i Yahudi devleti olarak tanımasını içeren bir çerçeve anlaşma imzalanacak. Abbas Filistin’i ne kadar temsil ediyor? Yaygın kanı, görüşmelerin en çok Kasım’daki seçimlerde Kongre çoğunluğunu kaybetmekten korkan Obama’nın elini güçlendirmeye yarayacağı. İsrail ve Filistin Yönetimi kendi toplumları içinde olgunlaşmış bir çözüm arayışından çok ABD’nin baskısıyla masaya oturuyor. Oslo’nun mimarı olan “Sol Siyonizm”in silindiği İsrail’de 1,5 milyon İsrail yurttaşı Filistinlinin, kurulacak Filistin devletine yerleştirilmesini öneren Lieberman gibi siyasetçiler de, onları üreten ve yönetimlerine teslim olan toplum da görüşmelere kuşkuyla bakıyor. Artık norma dönüşen bu tür aşırılıklar görüşmeleri çerçeveleyen “Yahudi devleti olarak İsrail” düşüncesiyle mantıksal süreklilik içinde olsa da, öncelikle çözülmesi gereken sorunun İran olduğu, Filistin’de yeni bir Filistinli kuşağı yetişinceye dek hiçbir görüşmeden sonuç çıkmayacağı gibi açıklamaları BM’de de tekrarlayan bir dışişleri bakanıyla görüntüyü kurtarmak da zor oluyor. Oysa özellikle Gazze saldırısı ve Mavi Marmara baskınından sonra Batı’daki algılanışının değişmesinden korkan İsrail’in görüşmelerden öncelikli beklentileri arasında, Filistin heyeti masadan kalkıncaya kadar sabret- 4 36 EKMEK & ÖZGÜRLÜK dışında taviz vermeden, barışı iste4mek meyen tarafın kendisi olmadığını göster- mek var. Filistin Yönetimi de Filistinli siyasal ve toplumsal güçlerin büyük bölümünün onayından yoksun olarak masaya oturuyor. FHKC ve FDKC’den Hamas’a, Mustafa Barguti’nin Filistin Ulusal İnisiyatifi’nden el-Fetih içindeki muhaliflere uzanan geniş bir cephe görüşmelere karşı. Filistin Yönetimi’nin AB ve ABD’nin mali desteğine bağımlı bürokrasisi içinse görüşmeye hazır olmak varlık sebebi. 2008’de kendi görev süresini ikinci kez uzatan, her düzeydeki seçimleri süresiz erteleyen Abbas için büsbütün öyle. Ancak bu meşruluk sorunu görüşmeler yoluyla Filistin’e dayatılabileceklere de bir sınır çiziyor. Filistin Yönetimi görüşmelere karşı düzenlenen mitingleri dağıtarak, Hamas’ın yerleşimcilere yönelik askeri eylemlerinin sorumlularını arama gerekçesiyle mülteci kamplarını basıp tüm örgütlerin sıradan üyelerine ve örgütsüz gençlere yönelik kitlesel tutuklamalara başvurarak İsrail’in ve yerleşimcilerin güvenliğini sağlama kararlılığını kanıtlayabilir ama Filistinlileri temsil yeteneği konusunda inandırıcılığını bu yollarla artıramaz. Görüşmelerin çerçevesini sorgulamayan Mahmud Abbas o çerçeve içinde kararlılık gösterilerine ihtiyaç duyacak. Zihniyet Liberaller annelerinin beşiğini sallar iken... Filistin halkı temelli parçalanabilir Eğer yerleşim inşaatları sorunu bir şekilde aşılırsa, İsrail’in güvenliği, Filistin’in sınırları, Kudüs ve mülteciler gündeme gelecek. Filistinlilerin temel haklarını konu etmeden tanımlanan bu başlıkların temsil yeteneği olmayan bir heyet tarafından görüşülmesiyle bir anlaşmaya varılsa bile, anlaşmanın Filistin’de hayata geçirilmesi zor.Peki, Nadia Hijab’ın al-shabaka.org’da sorduğu gibi: “Ya görüşmeler ‘başarılı’ olursa?” Mültecilerin geri dönüş hakkını içermeyen, İsrail yurttaşı Araplara eşit yurttaşlık hakları tanımayan bir çerçevede “bağımsız” Filistin devletinin kurulması, Filistinlilerin uluslararası hukuka başvurmasını zorlaştıracak, Filistin halkını temelli parçalayacak, bölge ve dünya halklarının dayanışma duyarlığını söndürecek. İsrail’in açmazıysa masaya gelen her ikidevletli çözümü daha büyük üstünlük sağlamak üzere engellemekle belki de en istemediği sonucu, soya değil yurttaşlığa dayalı, iki uluslu tek devlet çözümünün kaçınılmaz olacağı koşulları kendi elleriyle hazırlaması. Ehud Olmert’in 2007’deki sözleriyle: “Gün gelir de iki devletli çözüm çöker, Güney Afrika tarzı bir eşit oy hakkı mücadelesi ile ([67 işgali altındaki] topraklarda yaşayan Filistinliler için de) karşı karşıya kalırsak, bu gerçekleştiği anda İsrail Devleti biter.” Liberal dogmalar birer birer yıkılırken, Türkiye’de yeni yetme bir kuşak bu söylemlerle AKP’nin payandalağını yapıyor Murat Bjeduğ Liberalizm, bireyin inanç ve düşünce özgürlüğünü, devlet–toplum–birey ilişkilerinde bireyin hak ve özgürlüklerini öne çıkarma, devletin hiçbir belirleyici rol almaması gerektiğini savunan bir düşünce sistemi olarak tanımlanır. Türkiye’de liberalizmin geçmişine bakıldığında ilk akla gelenler, adem-i merkeziyetçi vurgulu düşünceleri ile Prens Sabahattin ve yukarıdaki tanımlamaları daha pür savunan İttihat ve Terakki’nin maliye nazırı Cavit Bey’dir. EKMEK & ÖZGÜRLÜK 37 Büyük mason locası üyesi de olan Cavit Bey’in 1925 yılında İstiklal Mahkemelerince yargılanıp idam edilmesinden sonra uzun yıllar liberalizm bir akım olarak ülkenin siyasi – ekonomik - entelektüel hayatında güçlenememiş, bu her iki isim de ancak bu tür tartışma veya inceleme - araştırma çalışmalarında figür olarak yer almışlar. Ancak Cavit Bey, farklı görüşlere tahammülsüzlüğü, rakip olarak gördüklerine karşı geliştirdiği kişisel politikalar, savunduğu görüşler ile tam zıt bir tavır ve tutumla bugünkü liberallerin soy atası olma özelliğini kazanmıştır denebilir. Liberalizmin esamisi okunmazken 1950 Demokrat Parti/Menderes dönemi ekonomi politikalarının, liberal olarak tanımlanabileceği iddia edilmekte ise de, bu dönemde liberalizmin evrensel prensipleri açısından, “gurur” duyacaklar şeyler yapılmamıştı. 1960 ve 70’lerde, ülkede çok önemli bir hegemonik güç haline gelen solun gündeminde liberalizm ve liberaller hiç yer almadı. Çünkü yok gibiydiler, esamileri okunmuyordu. Bu 20 yıl, faşist ve şeriatçı güçlerin yoğun saldırılarıyla mücadele eden sol, ülkedeki özgürlük taleplerini de daha fazla demokrasi mücadelesi ile birlikte sürdürmeye çalıştı. 12 Mart 1971 darbesinin hedeflerinde liberaller hiç olmadı; sola, emekçilere, demokrasi güçlerine inen balyoz yetmedi. İdamlar, Nurhaklar, Kızıldereler ile imha ve tenkil politikaları uygulanıp, özgürlükler askıya alınırken, aydınlar, sendikacılar, öğrenciler cezaevlerine tıkılırken liberaller hiç ortalıkta yoktu. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, 12 Mart’a rahmet okutacak uygulamalara başladığında, cezaevlerinde işkenceler, faili malum cinayetler, partilerin kapatılması, bireysel özgürlük alanlarının alabildiğine daraltılması, yayın yasakları, siyasi yasaklar, ekonomik tedbirlerin tüm yükünün emekçilerin sırtına yıkılması, sendika ve grev yasakları, işçi haklarının gaspı ve daha birçok uygulamarı ile yaratılan darbe dönemi kaosunda da liberalleri hiç görememiştik. Özgürlükleri sol savundu En temel demokratik hakların talep edilmesinde ve bu uğurda mücadelede sadece sol vardı. Askeri darbe döneminin dinmez bir hınçla yöneldiği solun, emekçilerin ve Kürtlerin nefesi kesilmeye çalışılırken, Can Yücel’in adlandırmasıyla Kamil Kâinat (Kenan Evren) paşa, hiçbir sanat değeri olmayan uyduruk tablosunu Sakıp Sabancı’ya 16 milyon TL gibi çok yüksek bir fiyata satıp kolkola resimler çektirerek gerekli mesajı da vermiş oluyordu. 1983 seçimlerinin galibi Anavatan Partisi (ANAP) lideri Turgut Özal, Prens Sabahattin ve Cavit Bey’in izinden gittiğini söyleyerek liberalizmi savunuyor, liberal politikalar izleyeceğini vurguluyordu. “Ben zenginleri severim” sözünü kamuoyu önünde fütursuzca söyleyen Özal, serbest piyasa, rekabet ve devletin özellikle ekonomideki rolünü en aza indirgeyip iktisadi liberalizmi uygulamaya koyuldu. Türkiye’nin tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmesinin gerekliliği tartışmalarına “artık tüketim toplumu olacağız’’ diyerek dalan Özal ve ekibinin morali de çok yüksekti. Çünkü Helmut Kohl (Almanya), Ronald Reagan (ABD), Margareth Thatcher (İngiltere) ile politik ve ekonomik görüşler/politikalar senkronizasyonu iyi işliyordu. Korkut Boratav’ın ifadesiyle, Cumhuriyet tarihinde hiçbir hükümete nasip olmamış muazzam dış destekle ve batı dünyasını yakalamış olmanın özgüveniyle anti-statükocu, değişimci ve yenilikçi lider olarak sosyal devlet anlayışının bittiğini de ilan ediyordu. 2000’lerde, dünya çapında neo liberal politikaların sonuçları ortaya çıkıp, liberalizm çekim merkezi olma özelliğini yitirirken, anakronik bir şekilde Türkiye’de neoliberaller türedi. Hem de, tarihin sonunun serbest piyasa – liberal demokrasi – kapitalizmi ile geldiğini ilan eden Fukuyama, kendi tezinin, ABD’nin Irak’a girmesiyle Irak çöllerinde boğulduğunu itiraf etmesine rağmen. Solun etkilenişi Lenin’in, devleti, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı ve tahakküm aracı olarak tanımlamasının 20. yüzyıldaki gelişmelerin ardından sorgulanması gerektiği, Marksizm içerisinden Poulantzas, Laclau gibi düşünürlerce öne sürülmeye başlandı ve “devletin görece ö-zerkliği” kavramı yeniden yorumlandı. Batıda devletin, artık bürokrasisi ile, kurumları ile sınıftan bağımsız görece özerk bir yapı haline geldiği tezi etkili oldu. 80’lerin ilk yarısında, Kürşat Bumin, Sivil Toplum ve Devlet isimli kitabını yayınladı. Bir entelektüel çevrede “sivil toplum” kavramı Gramsci’nin teoriye dahil ettiği anlamda tartışılırken, uyarılara rağmen, bir ilgisi olmadığı halde askeri toplum karşıtı bir kavram olarak yaygın bir şekilde kabul gördü. Sivil toplum –piyasa– demokrasi kavramları üzerinden liberalizm servis edilmeye başlandı. Bireysellik Bireyselliğin gelişmesinin önemi üzerine vaazlardan sol da nasibini aldı. Örgütlerde, partilerde bireyselliğin ezildiği, yok sayıldığı tespitleri seslendirildi bu sorunun sol içinde zaten tartışılan bir konu olduğu görmezden gelinerek. Reel sosyalist ülkelerde rejim değişiklikleri, duvarın yıkılması, Sovyetlerin çöküşü ile birlikte, girilen yeni arayışlarda referans kavram haline geldi sivil toplum. Soldan kopanları, işçi sınıfı uvriyerizmi özeleştirisi yapıp bu defa da sınıf gerçekliğinden uzaklaşanları bu momentte iki tren bekliyordu; biri anarşizme diğeri liberalizme giden bu trenler yeni yolcular ile dolmaya başladı. Liberalizme bileti kesilenler pusulalarını o kadar şaşırdılar ki, dün ANAP’ı destekleyenlerin hüsranını, utançlarını unutarak bugün AKP ile simbiyoz halinde var olmaktan ar bile duymaz oldular.. Şu son 30 yıllık zaman içerisinde, liberal –neo’su da dahil– politikaların ne Batıda ne de burada, sadece emekçiler, yoksullar, korumasızlar, çocuklar, yaşlılar, çalışanlar, işsizlere değil, toplumun çok az bir kesimi hariç tamamı için mutsuzluk yaşattığı apaçık ortada. Kapitalizm, küresel düzeyde ağır bir kriz için- de debelenirken, bu sistemin ideolojisi ve akıl veren yönlendiricileri liberalizm ve liberaller, bu yaşananlardan muaf, bu vebalden yalıtık görülebilir mi? Son zamanlarda Taraf gazetesi çevresinde kümelenen yaşları küçük liberal köşe yazarları, bazen TV programlarına çıkıyorlar. Snob, ukala ama son derece cahil, formasyonsuz, pantalonlarının ütüsü bozulmadan ve her lafı döndürüp askeri vesayet ve “Ergenekon”a getirerek, darbe karşıtı ve demokrasi yanlısı pozlar takınıyorlar. Aralarında sola sataşmayı alışkanlık haline getirenleri de var. Ağızlarının payını alıp, yine Ergenekonlarına dönüyorlar. Liberalizm, insanın mutluluğunu ve özgürlüğünü özel mülkiyet–az devlet–bireysel özgürlükler üzerine kurarken, sosyalizm toplumsal mülkiyet–devletin sönerek ortadan kalkması–ve özgürük amacına odaklıdır. Troçki’nin deyişiyle, komünizmde mülkiyet ve işbölümünün ortadan kalkmasıyla en sıradan insan bir Marx, bir Goethe durumuna gelir. Marx’ın mükemmel ifadesiyle “sabah balık tutmak, öğlen piyano çalmak, akşam da roman eleştirisi yapmak” sosyalizmin vaadi ve nihai amacıdır. En ağır badireler atlatıldı, en büyük bedeller ödendi, hayatlar birer namus abidesi olarak feda edildi, yenilgiler yaşandı, tarihsel mücadelenin yenilgiyle sonuçlanmasının umutsuzluğu yaşandı, ama devrimci enternasyonalistler, yeniden insanlığın umudu olmak üzere kapitalizmin küresel krizinde, küresel bir yenilenme ile “bir kez daha” diyerek harekete geçiyorlar. Kapitalizmi bu defa şu ya da bu ülkede yıkmak için değil, bu gezegene daha fazla zarar vermeden topyekün kökünü kazımak için kollar çemreniyor. Neoliberal saldırılarda artık bir değer ve anlam taşımadığı vehmedilen, otuz yıldır unutturulmaya çalışılan o güzel sloganı gür sesle haykırıyorlar: Yaşasın Devrim ve Sosyalizm. 38 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Zihniyet Türkiye Solu’nda eskiye dönüş mü? Türkiye solu, bir kez daha yerel dinamiklerden hareket eden, ortak terimlerle belirlenen politik tavır alışlara yöneliyor: Bu değişimin olumluluklarından beslenmek gerek Sosyalist Gelecek eylemcileri, sosyalist “yeniden kuruluş”u pratik bir gerçek kılma çabasında Selçuk Eralp Başlığı kasıtlı attım. Burada konu Kürdistan solu değildir. Kürdistan solunun dinamikleri daha farklı olduğu için ayrı ele alınması gerekiyor da ondan. 60’lar Hepimizin bildiği gibi 60’ların ortamında doğan partiler ve hareketlerin - ana odaklarıyla TİP, Mihri Belli ve Aydınlık Sosyalist Dergi çevresi, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Sosyalist Gazetesi çevresi ile Dev-Genç- ortak özelliği, Türkiye’deki iç çelişkilerin ve çatışmaların ürünü olan program ya da stratejilere sahip olmalarıydı. Tabii ki, hepsi değişik şekillerde ve düzeylerde dünyanın o günkü atmosferinden etkilendiler. Türkiye İşçi Partisi’ni sendikacılar kurmuştu. Zamanla Sovyet blokunun bu parti üzerindeki etkisi daha hissedilır bir hale geldi ama, Türkiye'nin iç problematiklerinin sonucu olarak, legal, parlamenter, sendikal, işçi sınıfının fiili öncülüğüne dayanan bir sosyalist devrim çizgisi izliyordu. Dev-Genç'te Vietnam savaşı ve 68 hareketlerinin etkisi hissediliyordu ama, hareketin güdücü dürtüsü içten geliyordu. Gençlik (buna ordu gençliğini de dahil etmek gere- kir), işçi, yoksul köylü, küçük üretici mücadelerinin getirdiği ivme onu sadece basit bir etkilenme düzeyinde dışsal atmosferle ilişkilendiriyordu. Dr. Hikmet Kıvılcımlı çevresi, Vatan partisi programı (örgütsel olarak var olmasa da) ve İPSD, YİS gibi örgütlenme tarzlarında ifadesini bulan Türkiye'deki sınıflar mevzilenmesine dayanıyor, işçi sınıfına öncülük rolü biçiyor, demokratik halk devrimi çizgisi izliyordu. Mihri Belli çevresi de bağımsızlık şiarını öne çıkarıyor, işçi sınıfı ve asker-sivil aydın zümrenin önderliğinde milli demokratik devrim öngörüyordu. 70’ler 70'lerden itibaren ise, THKO, THKP-C ve TKPML/TİKKO' nun ortaya çıktığı silahlı mücadele stratejilerine dayanan bir geçiş sürecinden sonra, durumda nitel bir değişiklik gözlemlenmeye başlandı. Sovyet-Çin çatışması sol örgütleri ve hareketleri yeniden konumlandırdı. Artık Türkiye'deki asıl ve hakim ayrılık noktası bu çatışmadaki tutum olmaya başlamıştı. Faşist güçlerin saldırganlığına karşı direnişi esas alan DevYol gibi örgütler daha otantik bır zeminde kalmış olsalar da, asıl kutuplaşma, bu dünya çapındaki çatışmadaki tavır alışla ilgi- liydi. Bir tarafta TKP, ona ya da Sovyetler Birliği'ne yakın duran kesim, diğer tarafta Çin ya da Arnavutluk ekseni vardı. Bu partiler, guruplar ve hareketlerin programatik ayrılıkları, farklı stratejileri artık Türkiye'nin sınıflar mevzilenmesine, sosyoekonomik yapısına dayanmıyor, kaynağını uzantısı oldukları “uluslararası” güçler oluşturuyordu. 80’lerden bugüne 80'lerde askeri rejim altında, dağılma, bocalama, direnme ve yeniden toparlanma yılları yaşandı. Üstüne Sovyet bloğunun dağılması ve Çin'in kabuk değiştirmesi eklendi, Türkiye'de ve birçok ülkede otantikliği kısıtlayan çatışma zemini kayboldu. 90'ların ortaları ve özellikle 2000’lerden başilayarak tablo değişmişti. 90'larda, bir dönem bir derece umut kaynağı olan ÖDP gibi hareketlerde cunta döneminin geriye ittiği solda, Avrupa tipi demokrasi etkin bir rol oynarken, 2000'lerde bu tarz bir uzantı da etkisini yitirmeye yüz tuttu. 2000'lerde sol, adeta yeniden eski otantik hüviyetine dönüş yoluna girdi. Bugünki partiler, gruplar ve hareketler yeniden programatik ve taktiksel yaklaşımlarını, Türkiye'deki iç problematiklerden, ama esas olarak da siyasal kutuplaşmalardan almaya başladılar. Siyasal polemiklerin ana odağını “laiklik” kisvesi altındaki orducu çizgiyle, “demokrasi” kisvesi altındaki siyasal islamcı akım karşısındaki tutumlar oluşturmaya başladı; adeta 60'ların Kemalizmi ile muhafazakarlığının iki egemen siyasi kutbu oluşturduğu bir çatışma ortamındaki yer alışlar gibi. O zamanlar, soldaki otantiklik, toplumsal gücün kaynağını oluşturuyor, bir üçüncü kutbu mümkün kılıyordu. Yeniden... Şimdiki sollar yeniden aynı zemini çıkış noktası alarak tavır belirlemeye başladılar. Yalnız önemli bir farkla: 60'larda devrim yakın göründüğü için ayrılıklar, sosyoekonomik yapı analizinden kaynaklanan devrim stratejilerinde ifadesini buluyordu: Sosyalist devrim, milli demokratik devrim, demokratik halk devrimi gibi. Şimdilerdeyse, uzak göründüğü için devrimle ilgili konumlanmalar değil, sol olmakla ilgili, daha ziyade siyasal kutuplaşmalarla ilgili yer alışlar önem kazanıyor. Bugün sol, kendini, devrim stratejileriyle değil, program anlayışı, bakış açısı, paradigmalar gibi kavramlarla tanımlıyor. Bu yeniden ortak zemine dönüş, birbirini 70'li yıllarda artık dinleme ihtiyacı hissetmeyen, medyanın askeri-polisiye takibat, işkence, yargılanma haberleri dışında bir konusu olmayan solu, yeniden ortak tartışır, fikirlerinin toplumsal ve dolayısıyla medyatik önem kazandığı bir duruma getirdi. Bu değişimin olumluluklarından yararlanabilirsek, umut vaat edici gelişmeler yaşayabilıriz. EKMEK & ÖZGÜRLÜK 39 Zihniyet Cumhuriyet işine bulaşmasak!? Paris’te 18 Mart 1871’de iktidarı ele geçiren işçi ve askerler: Sosyal Cumhuriyet’in fotoğrafı Hüseyin Hasançebi 87. yılını deviren Kemalist Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye soluna karşı siyasal pratiğini bile bile hâlâ, “Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkalım!” diyen solcuların-sosyalistlerin olabileceği ihtimaline karşı bir hatırlatma yazısıdır. Referandum’da “hayır!” diyen solcularımızınsosyalistlerimizin, kullandıkları “hayır” oyunu, “Cumhuriyet’in değerleri”ni koruma ekseninde kalıcı bir siyasi konum haline getirme hevesine kapılacakları hesaba katılmamıştır. “Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkılmadan solcu olunamaz!” fikri solda, gizli-açık şekliyle yaygın ve derindir. Bu nedenle, “Sen sahip çık istiyorsan ama, beni bu pis işe karıştırma!” diyerek geçiştirilecek türden değildir. Cumhuriyet değerlerini savunan solculara ve sosyalistlere göre mesele şu imiş: 1923’te, Kemalistlerin öncülüğünde saltanat devletinden çıkıldı, cumhuriyet devletine geçildi. Hilafet kaldırıldı, laik olundu. Yarı sömürge Os- manlı’dan bağımsız, hatta antiemperyalist yeni bir Türkiye kuruldu. Egemenlik “kur’an”dan alınıp “kitap”a, “imam”dan alınıp “halk”a verilerek demokrasiye giden yol döşendi. Kişi kulluktan çıkarıldı, yurtdaşlık mertebesine yükseltildi. Başka?.... Özgür düşüncenin önü açıldı. Modernleşme ve çağdaşlaşma yürüyüşü başlatıldı. Milli ekonomik kalkınmanın temelleri atıldı. Ulusal çıkarlara titizlenildi. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi. Fikir Hürriyeti, Örgütlenme Hürriyeti vb... Başka?... “Başka yok!” Bu (gibi) “Cumhuriyet değerleri”nin kim tarafından, kime ve niçin verildiğini kavramaksızın Cumhuriyet bahsini açmanın bir anlamı yoktur. “Cumhuriyet değerleri”, işte al ye diye önümüze konulan şey(ler) midir ki, sahip çıkıla? Marks; bizleri ahmak yerine koymadığını göstermek için daha fazlasını söylememiş, “Bu devlet, bu toplum” deyip geçmiştir. Aklı olan herkes, bu ikisinin birbirini ne tür bir diyalektik bağla karşılıklı olarak temellendirdiğini ve toplumsal evrimin bu kuralla işlediğini hemen anlar. Monarşi veya cumhuriyet, kul veya yurtdaş, kadın veya erkek ve bütün sair şeyler olmak-olmamak bununla ilgilidir. İnsanların “statü”, “ilke”, “hak” gibi yenmez içilmez şeyler için değil, bunların tutulur somut içerikleri için savaştıklarını anlamadan, daha ötesi anlaşılamaz. Cumhuriyet’e kulluk Türk solcu veya sosyalistlerinin kendi tarihlerini çözümleme kapasitesine güvenerek sorabiliriz: 1905-1907 arasında, vergiye karşı isyanlar kronikleşmeseydi 1908’de devleti “cumhuriyet” yoluna sokmak yapanların aklına düşecek miydi? Ya da örneğin yaklaşık aynı zamanda (1912-1915), Balkanlar ve ardı sıra Kafkaslar’dan milyonlarca “ters göç”menin fizik varlığı bastırmasaydı, cumhuriyetçi siyasi akım (İttihat ve Terakki) azgın Türk şovenizmine dönüşüp Rumların ve Ermenilerin varlık koşullarına yönelir miydi? Bir adım daha; 1918-23 arasında dünyanın emperyalist egemenleri Anadolu’yu Rusya sosya- lizmine karşı bir “ara devlet” olarak dizayn etmeselerdi, il il kendi devletini kurmaya meyleden “gerilla”ya meydanı boş bıraksalardı neler olurdu? Ya da Türkler Kürtlere, örtülü bir federe siyasi yapı içinde kader birliği önermeselerdi, cumhuriyet bugünkü Cumhuriyet olacak mıydı? Bir sınıf cumhuriyetini ancak kuruluş pratiği ile birlikte savunursunuz. Kemalist Cumhuriyet, aynı zamanda onun kuruluş pratiği de olan, toplamı üç milyondan fazla Ermeni, Rum ve Süryani’nin mahvından soyutlanarak savunulamaz. Yoksa sen “Cumhuriyet”in kendisini değil de, seni kulluktan çıkarmasını mı savunmaktasın? Al sana işte Cumhuriyet’e kulluk! Bir sınıf cumhuriyeti, kendi tarihsel temelini inşa ederken seni de inşa etmiş, fark etmediğin budur. O sınıfın “topluma verdiği” her şey gerçekte o sınıfın, sınıf savaşından kendisi için kurtarabildiğinden başka bir şey değildir. Seni kulluktan yurtdaşlığa çıkarmakla kendi varlığını ve sınıfsal gelişmesini garanti altına almıştır. Solcular ve sosyalistler için savunulmasının vacip olduğu söylenen, bağımsızlık, laiklik, yurtdaşlık, eşitlik ve bunların hukuki ifadesi olan şey(ler), yani “Cumhuriyet’in değerleri”, gözünü dört aç bak farkedeceksin, bir açıdan nasıl Türk burjuvasının sınıf savaşından kurtardığı şeyler ise, aynı şekilde, senin de o savaştan kendin için kurtarabildiklerindir. Kazandıklarını daha da geliştirmeye, hatta her şeyi kendine almaya, burjuvayı mülksüz ve iktidarsız bırakmaya gerçekten niyetin varsa, yani hakikaten solcu ve sosyalist isen, bunu “Cumhuriyetin değerlerini” savunarak değil, Cumhuriyet’ten koparak, gitmek istediğin yer gerçekten de orası, yani bir “Demokratik Cumhuriyet”, bir “Sosyalist Cumhuriyet”, bir “Emekçi Cumhuriyeti”, yani reel olarak bir “Sosyal Cumhuriyet!” ise, ona atfettiğin değerleri savunmalısın. Sosyal Cumhuriyet Solcular ve sosyalistler arasında, aslında bir fikir ayrılığı olarak değil, kafa karışıklığı olarak bir de şöyle bir tartışma doğuyor: “Demokratik Cumhuriyet” 4 40 EKMEK & ÖZGÜRLÜK “Sosyalist Cumhuriyet” var, 4var, “Sosyal Cumhuriyet” var. Hangi- si? Hiçbiri ve hepsi. Ne demek bu? Türkiye eğer yeni bir anayasa tartışması içine girer ve bu tartışma devletin kendini yenilemesine doğru beklenmedik ölçüde derinleşirse ve (örneğin 27 Mayıs’ta olduğu gibi) bunun varsayım olarak bir önemi varsa, “hangi cumhuriyet?” tartışması da önem kazanacak demektir. Sadeleştirelim: “Demokratik Cumhuriyet” veya “Sosyalist Cumhuriyet” adını vermekle o devlet hakkında bildiğimiz tek şey adından ibaret kalacak. Adını bilmekle bir şey hakkında bilgi sahibi olmayız. Ama hedeflenmiş bir tarihsel süreci az çok tanımlamaya, uğruna mücadeleyi bir “sosyal -sınıfsal- kurtuluş mücadelesi” olarak betimlemeye en uygun devlet tasarımı olarak “Sosyal Cumhuriyet”, hem kendini açıklayıcı ve hem de genel olarak açıklayıcı olduğu için önerilmiş içi en dolu kavramdır. Marks’ta bu kavrama, Paris Komünü bağlamında şöyle rastlarız: “Sosyal Cumhuriyet, Komün’ün yaptığı gibi, sermayenin ve toprak sahiplerinin devlet makinesi üzerindeki gücünü tanımaz ve onun yerini alır; Cumhuriyetin temel amacının "sosyal kurtuluş" olduğunu samimi bir şekilde ve açıkça ilan eder ve böy- lece sosyal dönüşümün komünal örgütlenme yoluyla gerçekleşmesini garanti altına alır.” Bugünkü sosyalist mücadele “sosyalizm için mücadele” olmak zorundadır. Fakat toplumun gündeminin “nasıl bir cumhuriyet?” sorusunca işgal edildiği koşullarda “sosyalizm için mücadele”, aynı zamanda “belli bir cumhuriyet için mücadele” şeklinde yeniden kurulacaksa Marks’ın “Sosyal Cumhuriyet” tanımı yardımcı olabilir. Buna göre, “Demokratik cumhuriyet” veya “Sosyalist cumhuriyet” bize sadece cumhuriyet olarak görünürken “Sosyal Cumhuriyet” bize aynı zaman- da “sosyal kurtuluş” olarak görünür. Solcu ve sosyalist olana “cumhuriyetçi” denmesi, o “sosyal kurtuluş”tan başka ve önceki tüm basamakları, sürekli eylemi ile reddetmiş olduğundan yakışık almaz. Lakin “Sosyal Cumhuriyet” için mücadele, salt sosyal kurtuluş eksenli bir mücadeleyi mayalandıran bir genelleme olarak ve Türkiye’nin bugünkü özgün gündemi bağlamında anlamlı olabilir. Şu lafa bakın: “Türkiye’de sol adına mücadele verenler hiçbir şekilde 1923’ün gerisine düşmemelidir.” Sen orda kal fakat bu pis işe bulaştırma! Sahne-i Fecai: Ermeni meselesinde Alman devletinin rolü Hüseyin Hasançebi, Sahnei Fecai olarak anılan felaketin sorumlularını araştırdı. Yazara göre, tehcir kararını Almanya aldı ve uygulama ortak yönetilYeşim Dinçer Büyük Ermeni felaketinin utancını yaşamak zorunda olan yalnızca bizler miyiz? Hüseyin Hasançebi, geçtiğimiz ay okurlarına ulaşan kitabında tarihimizin karanlıkta bırakılan bir dönemine ışık tutmayı deniyor. Pencere Yayınları tarafından basılan Osmanlı Ermeni Olayı, Sahne-i Fecai’nin temel tezi, tehcir kararının Almanlar tarafından alındığı ve tehcir uygulamasının ortak yönetildiği üzerine. Hüseyin Hasançebi, Almanya’nın savaş koşullarının doğal örtüsü altında hemen her alanı yönettiğini, fakat oyunda baş aktör olduğu halde, edilgen bir seyirciymiş gibi görünmeyi amaçladığını ve bunu başardığını öne sürüyor. Ne var ki Osmanlı Devleti’ne ait çok sayıda belgenin 1. Dünya Savaşı’ndan sonra imha edilmiş ve yağmalanmış olması tarihçilerin işini zorlaştırmakta. İttihat ve Terakki Partisi’yle Teşkilat-ı Mahsusa’nın kendi belgelerini imha ettikleri ya da kaçırdıkları, Alman komutanların da kendi alanlarıyla ilgili tüm resmi evrakı Almanya’ya kaçırdığı biliniyor. Yazara göre bu, “tarihin en büyük arşiv yağması”. “Aynı boyalardan başka bir resim” Hüseyin Hasançebi, “Ermeni ve Türk tarih kaynakları ve tarihçileri genel olarak bu olayı bize, Türkler ile Ermeniler arasında ama dünya tarihinden kopuk, özel olarak hazırlanmış hijyenik bir tarih platformunda yaşanmış vahşi bir oyun gibi sunmaktadırlar” diye giriyor söze. “Aynı olaya bir taraf ‘tehcir’, diğer taraf ‘soykırım’ demektedir. Tarafların Tehcir ve Soykırım kavramları konusunda gösterdikleri agresif hassasiyet, tarihin en doğru resmini yapmak için değil, muhtemel bir mahkemede davayı kazanmak içindir.” (s.8) Hasançebi, yine kendi deyimiyle, bu kitapta “aynı boyalardan (belgelerden) başka bir resim yapmayı deniyor. Yaşanan acıları azımsamak, mecrayı değiştirmek, sorumluluğu Alman devletinin üzerine atarak Osmanlı’nın bu işteki rolünü küçültmek için değil; tam tersine, asıl failleri bulmak ve “gerçek”i ortaya çıkarmak üzere.. Çünkü hep söylenegeldiği gibi, “gerçek devrimcidir” ve halkların kardeşliğinin sonsuza dek sağlanması insanlık tarihinde bir devrim olacak. Kitapta, Küçükasya’nın Müslüman bir Türk kalesi olarak inşa edilmesi fikrinin, Türkler kadar Alman devletinin de 1890’lı yılların ortasından itibaren benimsediği ve geliştirdiği stratejiye dayandığı ileri sürülüyor. Ermeni tarihçi Dadrian’ın 1916’da açıkça yazdığı gibi, “Bağdat demiryolunu bir kolonizasyon ve nüfuz alanı yapan Almanlar’ın Ermeni kırımında siyasal çıkarları var.” (s. 137) Kaldı ki tehcir yıllarında, bütün Osmanlı ordularında ve kolordularında, “kumandan mevkiinde değilse eğer, kurmay başkanı olduğu kesin olan birkaç bin Alman subayı” görev yapmakta. Soykırımın idare edildiği merkezde, yani Umumi Savaş Karargâhında, tehcirin imha yönüyle ilgilenen II. Şubenin başında bir Alman subay bulunuyor. “II. Şubenin işlevlerinden biri, ölüm tarlalarındaki operasyonları gerçekleştiren Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinin tertiplenmesi, konuşlanması ve yönetilmesi.” Hasançebi’nin altını çizdiği gibi, Teşkilat-ı Mahsusa sokaktaki adam için “gizli örgüt” ama Alman subaylar için değil. (s. 143) Yaptık ama sor bakalım neden yaptık? Resmi Türk tarih tezi, katliamı yıllarca “inkâr” etmiş olsa da Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında “Sahne-i Fecai” olarak anılması manidar. (Hasançebi’nin kitabı da adını buradan alıyor zaten.) Cumhuriyet kuşaklarının pek az nasibini aldığı bir farkındalığın yanısıra ölçülü bir suçluluk duygusunu da içeriyor bu adlandırma. Ermeniler ise “Büyük Felaket” olarak anıyorlar yaşadıkları tarihsel travmayı. Olayların yüzüncü yıldönümü yaklaşırken topyekun “inkâr”dan, “Yaptık ama sor bakalım neden yaptık?” noktasına gelmiş olmamız bir ilerleme sayılabilir mi? Diasporanın dünya kamuoyunu harekete geçirmek için girişimleri olmasa kendi iç huzursuzluğumuzla “gerçeklere göz atma” noktasına hiç gelemeyecektik. Oysa bundan daha fazlasına, “gerçekle yüzleşebilme”ye ihtiyacımız var. Hüseyin Hasançe- EKMEK & ÖZGÜRLÜK 41 Zihniyet Her sınıfın cumhuriyeti kendine Anayasa Referandumu tekrardan Cumhuriyet değerleri tartışmasını alevlendirdi. Burjuva muhalefetin yanı sıra, ‘sosyalist’ solun da bir kısmı “cumhuriyet değerleri” elden gidiyor argümanını öne çıkarmakta. Sermaye egemenliğinin değerlerini elbette sermayenin siyasal temsilcileri sahipleneceklerdir. Bunda bir beis yok. Ama bunu komünist sıfatıyla sahiplenen, dolayısıyla komün/proletarya demokrasisi/sosyal cumhuriyet değerleri yerine sermaye cumhuriyetinin değerlerini ikame edenlere diyeceğimiz var: Siz ezberinizi değil proletarya demokrasisinin/Komün’ün değerlerini bozuyorsunuz. Yere göğe sığdırılamayan Cumhuriyetin 86 yıllık değerlerinin ne olup olmadığını anlamak için resmi ideoloji ve resmi tarihin koçbaşı “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” ve “Ne mutlu Türküm diyene” sözleri bile yeterlidir. İttihat ve Terakki’den devralınan şoven ve ırkçı değerler; homojenleştirilmiş bir ulus yaratmak amacıyla milliyetçiliğin/Türkçülüğün yüceltilmesi, Mustafa Suphilere yapılanlar, Nazım’dan Orhan Kemal’e aydınlarımızın hapislerde çürütülmeye çalışılması; Kürtlerin asimilasyonu, dahası red, inkar ve imha politikaları; devletçi laiklik ve burjuvazinin sermaye birikimi adına devletçilik midir Cumhuriyet değerleri? Öyleyse; cumhuriyet değerleriniz sizin olsun ama sosyalizmin değerlerine gölge etmeyin! mücadelesi sürmektedir. Cumhuriyet Erkektir! Ama erkek egemen ideolojinin iktidarına rağmen kadın mücadelesi yoluna devam etmektedir. Cumhuriyet sunnidir! Devletçi bir laiklik anlayışına sahiptir. Farklı inançlara kapalı ve baskıcıdır. Ama bugün aleviler başta olmak üzere farklı inanç grupları hak mücadelelerini yükseltmektedirler. Artık bu coğrafyanın işçileri ve ezilen halkları TC değerlerinin/ toplumsal sözleşmesinin/ anayasasının anlamını kavramış durumdadırlar. Sermaye dönüşüm zorunluluğunu görmüştür. Bu nedenle statükoda diretmektense dönüşümü kendi lehine sağlama telaşındadır. Bunun karşısında işçiler ve ezilen halklarında kendileri için bir dönüşümü yaşama geçireceklerinden kuşku duyulmamalıdır. Referandumun ardından AKP, BDP eş başkanlarıyla görüştü. Görüşmede, yeni bir anayasa üzerinde durulduğu basına yansıyanlar arasında. Demokratik bir cumhuriyetin toplumsal sözleşmesi olacak bir anayasanın önünün açılıp açılmayacağını zaman gösterecektir. Bizlere düşen, Kürt sorunun çözümünün önünü açacak demokratik ve özgürlükçü bir anayasa hareketini geliştirmektir. TC’nin kuruluştan bu güne gelişine baktığımızda sermayenin demokrasiye ne kadar uzak olduğu açıktır. Ulusalcı rüzgarlara yelken açmış TKP vb. kimi sosyalistlerin bile TC değerlerine sahip çıktığı günümüzde; sistem içinde demokratik bir toplumsal sözleşme zor. Dolayısıyla, Kürt sorununun da nihai olarak sistem içinde çözülebileceğini düşünmek bir o kadar zor. Ama bu tespitten, demokratik bir cumhuriyet için yeni bir toplumsal sözleşme mücadelesini sırt çevirmek gerektiği sonucu çıkmaz. Çıkacak olan reformlar mücadelesini göz ardı etmeden, devrimci demokrasi mücadelesini sosyalizme kadar kesintisiz olarak sürdürme zorunluluğudur. Sermaye egemenliği de Cumhuriyetinin değerleri de sallanıyor! Devrimci demokrasi mücadelesinden proletarya demokrasisine “Cumhuriyet değerleri”niz sizin olsun ama sosyalizmin değerlerine gölge etmeyin! Muhsin Dalfidan Cumhuriyet Türk’tür! Kürtler başta olmak üzere farklı ulusal kimlikleri tarihi boyunca yok saymıştır. Ama bugün devletin politikası iflas etmiştir. Kürtler mücadeleleriyle kendilerini kabul ettirmişler ve özgürlük Demokratik cumhuriyet kapitalizmin en iyi devlet biçimidir. Bu öncelikle kapitalistler adına böyledir. Çünkü, burjuva iktidarını en güvenli şekilde sağlayan, sınıf karakterinin “görünüşte” gizleyen bir devlet bi- çimidir. Demokratik Cumhuriyetteki genel oy hakkı burjuvazinin egemenlik aracı olarak işlev görür. Özel mülkiyete dayalı devlet biçimlerinin en ileri olanı, demokratik cumhuriyettir. Ama bilinmelidir ki, bu da burjuva için demokrasidir. Sömürülen sınıflar için diktatörlükten başka bir şey değildir. Demokratik cumhuriyet, bir dizi mücadelenin sonunda genel oy hakkı, parlamento vb. ile burjuvazinin sınıf egemenliğini içerir. Engels “genel oy hakkı işçi sınıfının olgunluğunu ölçmeyi sağlayan bir göstergedir. Bugünkü devlet içinde bundan daha çok bir şey olamaz ve hiçbir zaman da olmayacaktır” der. Yine Lenin “biz proletarya için, kapitalist rejimde en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız; ama unutmaya da hakkımız yoktur ki, hatta en demokratik burjuva cumhuriyetinde bile, halkın nasibi, ücretli kölelikten başka bir şey değildir. Sonra, her devlet, ezilen sınıfa karşı yöneltilmiş ‘özel bir baskı gücü’dür. O halde hiçbir devlet, ne özgürdür, ne de halk devleti” sözleriyle demokratik burjuva cumhuriyetinin sınıf mücadelesi için olanaklar sunduğunu ama devlete karşı sınıf tutumunun özünde değişiklik yaratmasının asla söz konusu olamayacağını işaret etmekle, reformlar için mücadele ile reformistliğin farkını, dolayısıyla demokrasi mücadelesinin devrim mücadelesiyle olan kopmaz bağını da işaret etmiş oluyor. Bu gün reformlar için mücadeleyi küçümsemeden, burjuva demokratik bir dönüşüm için yeni bir anayasa mücadelesini yükseltmeliyiz. Ama yetmez. Sosyalizm için iktidar perspektifiyle devrimci demokrasi mücadelesinde birleşmeliyiz. Ancak bu yolla, sermaye ile birlikte Parlamentarizminde ortadan kaldırıldığı, sınıfsal ve ulusal kurtuluşun tam anlamıyla gerçekleştiği proletarya demokrasisi/sosyal cumhuriyet kurulacaktır. T.C. değerleri yerine Komün değerlerinin egemen olduğu proletarya demokrasisi; Marx’ın ifadeleriyle, “sosyal cumhuriyet, komünün yaptığı gibi, sermayenin ve toprak sahiplerinin devlet makinesi üzerindeki gücünü” bertaraf ederek onun yerini alacaktır. Bu başka türlü bir cumhuriyettir. Sömürünün olmadığı, işçi sınıfı ve ezilenlerin egemenliklerini kendileri dışında bir güce terk etmedikleri, uzmanlaşmış şiddet aygıtlarının olmadığı; söz, yetki, karar ve iktidarın işçi ve ittifakları ezilen sınıflarda olduğu sosyalist demokrasi/proletarya demokrasisi/gerçek sosyal cumhuriyet/proletarya diktatörlüğüdür. Bu tam demokrasinin ama yine de kaçınılmaz olarak sınıf diktatörlüğü olan diktatörlüğün neye benzediğinin cevabını Engels, “Eh peki, baylar, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komününe bakınız, Paris Komünü, proletarya diktatörlüğü idi.” sözleriyle veriyor. 42 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Zihniyet Eski filmin kötü bir kopyası Bir zamanlar Habertürk’te, Yalçın Küçük’le... Merdan Yanardağ, benimsediği galiz dille milliyetçi militanlık gösterisine soyundu: Kendinden öncekiler, Perinçek ve Küçük gibi Ersen Olgaç Türkiye’de 1960’ların ortalarında başlayan siyasi polemik dilinin düzeyini hatırlamak gereği duyduk. TKP’nin uzun bir dönem en başta radyosu aracılığıyla muhaliflerine karşı sürekli olarak kullandığı “ajan”, “provakatör”, “satılık”, “dönek”,”kalpazan” gibi yaftaların yerini, 60’ların ortalarından itibaren siyasi içerikli polemiklerin alması olumlu bir gelişmeydi. Önceleri TİP-MDD, daha sonraları MDD-THKP-Kıvılcımlı polemikleri zengin siyasi içerikleriyle bugün bile izlenmeye değer tartışmalar içermekteydi. Bugünün neo-faşist İşçi Partisi’ne dönüşen o yılların Beyaz Aydınlık’ı bile oyunu, bu polemik dilinin kuralları içinde oynamak zorundaydı. Şimdi TKP taraftarı Haber Sol adlı bir sitede, eski TKP’nin galiz dilini anımsatan biriyle karşılaştık. Olayın kendisi çok yalındır: Türkiye solunun bir dizi siyasi eğilim ve örgütleriyle aramızda derin bir siyasi ayrılık olduğunu gizleyecek değiliz. Biz bu ayrılıkları ne ilkesiz uzlaşmalarla ve ne de anlamsız çekişmelerle çözme yolunu tercih ettik. En başta bugünün temel stratejik hedefi olarak “üçüncü cephe” tespitini yaptık ve bunun gereklerini yerine getirme arayışına girdik. Türkiye’de milyonlarca ezilen yoksul insanı sermayenin AKP-CHP eksenli ayrışmasının dışında bir emek ve özgürlük cephesinde birleştirmek için üçüncü kutbu gündeme getirdik. Bu yaklaşımımızda yanlız değiliz. En başta Kürt Kurtuluş Hareketi olmak üzere bir dizi devrimci örgüt de aynı ihtiyacın sözcüleri durumundalar. Sermayenin Türkiye toplumunda yarattığı tarihinde görülmemiş bir ayrışma, toplumun bütün katmanlarını kucaklayacak bir kutuplaşmayı da beraberinde getirerek, neredeyse iki ‘ulus’ yarattı. Çeyrek yüzyıldır Kürt halkının sürdürdüğü silahlı mücadelenin ürünlerini de eklediğimizde üçüncü ulusun ise, tarih yazdığına tanığız. Bu ayrışma sadece ekonomik ve toplumsal çelişkiler düzeyinde değil, aynı zamanda kültürel düzeyde, dünya görüşü düzeyinde, yaşam tarzı düzeyinde, ruhsal şekillenme düzeyinde süren pasif bir iç savaşa dönüşmüştür. Bu tespitin sonucu olarak bu kutuplaşmanın dışına taşınacak ezilenlerin ve yoksulların Üçüncü Cephe’sini gündeme taşıdık. Bu devrimci tutuma milliyetçi bir söylemle karşı çıkan ve “Üçüncü Cepheye Hayır” şiarını atan Merdan Yanardağ’da en açık ifadesini bulan sol milliyetçiliği eleştirdik. “Cumhuriyet’in kazanımları”nı savunmaya kendini adayan bu kişi, tahrifat, saldırı, küfür ve hakaretlerin arkasına saklanarak, galiz bir dille miliyetçi militanlık gösterisine soyundu. Kendisiyle teorik bir tartışma ve siyasi polemik yapma olanağının olmadığı ortaya çıktı. Yarım yüzyıla yakın bir süredir Türkiye ve dünyadaki sol polemiklerin yakın bir izleyicisi ve bir ölçüde katılımcısı olarak, bu galiz ve saldırgan dilin sahibinin siyasi grafiği, davranışının nedenleri konusunda yeterli ipuçlarını veriyor. 1990’ların başlarında desteklediğimiz ve izlediğimiz Kürt kurtuluş hareketinin o yıllardaki legal gazetesi Özgür Gündem’in yazı işleri müdürünün, bugün “Cumhuriyetin kazanımları”nı savunmaya soyunan Türk milliyetçiliğinin şampiyonu Merdan Yanardağ olduğu gözümüzden kaçmış. Aynı kişinin mesleki serüveninin 2000’lerin ortasında tam karşıt kutupta Türk şövenisti Tuncay Özkan’ın Kanal Türk’ün de kesintiye uğraması ise nefesleri kesen bir thrilleri hatırlatıyor. Bu, eskiden izlediğimiz bir başka filmin kötü bir kopyası olarak karşımıza çıktı. Filmin bu yeni kopyasının aktörüyse bütün çabalarına rağmen üçüncü rolden yukarı çıkamamıştır. Eski filmin ilk büyük aktörü Bekaa vadisinde elindeki gülleri Abdullah Öcalan’a verip, PKK’lılarla halay çeken Doğu Perincekti. Bugün kendisinin ve partisinin nerede durduğunu anlatmaya hacet yok. İkinci aktör yıllarca Öcalan’ın dizinin dibinde oturmakla kalmayıp, Roj TV’de Kürt kurtuluş hareketinin ideolojik önderliğine soyunduğunu herkesin bildiği Yalçın Küçük’ten başkası değildir. Şimdi karşımızdaki bu eski filmin yeni figüranın, ustaları gibi, devrimci Marksizmin savunucularına karşı kullandığı galiz ve saldırgan dilin nedenleri anlaşılıyor. Bu aslında tarihsel bir kuraldır. Geçmişiyle sorunları olanlar, kendilerini ispat edebilmek ve yeni konumlarında inandırıcı olabilmek için saldırganlığı ilkeselleştirirler. Yarım yüzyıla yakın bir süre devrimci politikayla uğraşan ve açık bir politik tartışma yürütme çabasındaki muhataplarına “kendini devrimci sanan yeni beslemeler” gibi bir dil kullanmak onlara hayati önemde bir gereksinme gibi görünür. Burası sözün bittiği yerdir! EKMEK & ÖZGÜRLÜK 43 Sinema Yeni kuşak filmlerde sınıf duyarlığı Türkiye'de adeta bir senaryo devrimi yaşanıyor son birkaç yıldır. Ve kameranın bakışı derinleştikçe de, sinemanın ufku sınıfsal çelişkilere doğru genişliyor. Necati Sönmez Türkiye sineması, 1990'larda kökten bir kabuk değişimi yaşadı. Alıcısını tümüyle yitirmiş, miadı çoktan geçmiş olan Yeşilçam'ın son mirasçıları, bir önceki on yılda yaptıkları gibi 90'larda da “kadın” temalı kaçış filmleriyle vakit geçirirken; “bu esnada, başka bir yerde” bazı genç yönetmenler dişiyle tırnağıyla kendilerine yeni bir alan açmaya çalıştı. Bu bireysel çabalardan bir süre sonra yeni bir kuşak zuhur etti ve alan iyice genişledi.İlk yapıtlarını ciddi bir altyapı yoksunluğuna rağmen yoktan var eden, bir süre kendi yağıyla kavrulan, sonradan uluslararası arenada işbirliğine yönelen ve son 5 yıldır Türkiye sinemasını daha önce hiç olmadığı kadar dünyaya açan post-Yeşilçam kuşağı, hala bu sinemanın en aktif ve en üretken damarını oluşturuyor. Son iki yılda çıkan yeni yönetmenlerin filmlerine bakınca, Necatigil’in dizeye döktüğü o duyguya kapılmamak elde değil: “Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları.” Bazı filmler de, bazı zamanları bekliyor anlaşılan. Şimdilerde karşımıza, “Hah! İşte bu...” dedirten filmler daha sık çıkmaya başladı. Toptancı yaklaşmanın sevimsizliğini göze alarak, bu yeni kuşağın sosyo-politik yönden daha zinde ve cesur olduğunu, bilinçli veya bilinçsiz sınıfsal bir duyarlılık taşıdığını iddia edeceğim. Bu- Belma Baş’ın Zefir’inden bir sahne günün yeni yönetmenleri 10 yıl önce olsa, yine bu filmleri böyle yapar mıydı kestirmek zor; ama onların önünü açan ve bugüne kadar en çok sesi duyulan sinemacıların, üretkenlik ve sanatsal yetkinlik açısından hayli girişken olmakla birlikte, sosyopolitik yönden çekimser davrandıkları; istisnai örnekler dışında genelde suya-sabuna uzak durdukları bir gerçek. Bu durum kısmen anlaşılabilir, 12 Eylül'ün depolitizasyon politikasının ve her türden muhalif sesi sindirmiş olmasının doğal bir sonucu olarak görülebilir tabii. Ama bu, aslında kendilerine ait olan bir borcu sonraki kuşağa devrettikleri gerçeğini değiştirmez. “Sosyo-politik”ten kasıt, ajitatif bir kaba-solcu söylem olarak anlaşılmasın sakın. Sağlam sosyolojik ve sınıfsal tahlillere dayalı bir bakıştan söz ediyoruz. Hikayesini, sanki Ay'dan gelmiş -ama Allah için son derece gerçekçi- karakterlere indirgemek yerine, o karakterlerin sınıfsal kökenine de inebilen, hikayeyi sosyal bağlamına oturtan bir bakış... Toplumsal gerçekliklerle yakından alakalı olup sinema estetiğinde de çıtayı yüksek tu- tan bu genç yönetmenlerin filmlerine -derinlemesine tahlillere girmeden- değinmekle yetinelim şimdilik. Sözkonusu eğilimin en olgun örneğini Özcan Alper'in ilk filmi “Sonbahar”da görmüştük. Yakın tarihte yaşanmış bir cezaevi katliamıyla başlayıp ruhu zedelenmiş bir bireyin iç dünyasına doğru yol alması, memleketin katı gerçeklikleri ile şiirsel bir anlatımın aynı filmde kolkola girebilmesi, ama en önemlisi 12 Eylül cenderesinden geçmiş bir karakteri merkezine alması, filmi benzerlerinden ayırıyor. Devrimci abilerinden hayli uzak bir noktada olmakla birlikte, başka türlü 'kayıp' olan 12 Eylül çocuklarının dünyasına ayna tutmasıyla, İnal Temelkuran'ın “Bornova Bornova”sı da sinemacıların pek görmediği bir kuşağı görünür kılıyordu. Aynı şekilde Taylan Kardeşler'in “Vavien”i, her gün sokakta yanından geçtiğimiz ama bizdeki senaryolara pek konu olamayan karakterleriyle öylesine sağlam bir sosyal portre çiziyordu ki, bir yerli filmde kendimizi hiç bu kadar evimizde hissetmemiştik. Aynı şey, “Bahtı Kara” için de söylenebilir. 'En alttakiler'e dair müthiş bir gözlemcilikle ve çok iyi oynanmış karakterlerle Theron Patterson, buraları anlamak ve anlatmak için bu topraklarda doğup büyümüş olmak gerekmediğini kanıtlıyor. Tıpkı Ben Hopkins'in 2008 tarihli “Pazar” filminde ve ondan önce çektiği “Ölmüş Bir Koyunu Değerlendirmenin 37 Yolu” belgeselinde olduğu gibi. Söz belgeselden açılmışken, yeni kuşağın ayırt edici özelliklerinden biri belgesele yakın durması. İşte Aslı Özge'nin “Köprüdekiler”i ve orada çizilen karakterlerin son derece inandırıcı sınıfsal aidiyetleri... 'Tek dil, tek din, tek millet' ırkçılığına çomak sokup şimdilerde yeniden alevlenen anadili tartışmalarında kralı cıscıbıldak gösteren, Türkiye'deki yeni kuşak belgeselcilerin medar-ı iftiharı Özgür Doğan ve Orhan Eskiköy'ün “İki Dil Bir Bavul”u da var elbette. Venedik'te Geleceğin Aslanı ödülünü kazandıktan hemen sonra Toronto Uluslararası Film Festivali'nde gösterilen “Çoğunluk” ise, Özal döneminde iyice semirtilen kentli orta sınıfın röntgenini çekiyor, üç kişilik bir aile üzerinden. Yine sinemacıların bugüne dek pek ilgi duymadığı bu sınıfın babadan oğula aktarılan ahlaki değerleri, duygudan yoksun dünyası, muhafazakarlığı ve çıkar temelli yaşam felsefesi, hayli gerçekçi bir hikayeyle yansıtılıyor. Toronto'da izlediğimiz bir diğer ilk film, Belma Baş'ın “Zefir”i ise bir çocuğun, yetişkinlere hayli uzak iç dünyasını anlamaya çağırıyor bizi. (“Bal”daki babaoğul ikilisinin anne-kız versiyonu gibi.) Burada sınıfsal analizlere değil ama psikolojik kazılara müzait bir arazideyiz. Ve kesinlikle bakir bir alan... Yunan mitolojisindeki Electra karakterini andıran hikayesi ve sonundaki beklenmedik “twist”iyle çokça tartışılmayı hak eden cesur bir film. Bana kalırsa, Türkiye'de adeta bir senaryo devrimi yaşanıyor son birkaç yıldır. Ve kameranın bakışı derinleştikçe de, sinemanın ufku sınıfsal çelişkilere doğru genişliyor. 44 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Tarihimizden "No lo vamos a olvidar" (*) Che Guevara'nın sabırsız gözleri onu içine tıkmaya çabaladığımız tişörtün bağrından alev alev bakmaya devam ediyor Ariel Dorfman “Che” diye bildiğimiz Ernesto Guevara, 9 Ekim 1967'de Bolivya ormanlarında katledildiğinde yalnızca Latin Amerika'da değil bütün dünyada da benim kuşağım için zaten bir efsaneydi. Efsane... Che Guevara, öldürüldükten az sonra, celladını küçümseyen bakışıyla İşini ve ülkesini yeryüzünün yoksullarının kurtuluşu için terkeden bu meçhul Arjantinli doktorun öyküsü de birçok destan gibi bir yolculukla başlamıştı. 1956'da Fidel Castro ve bir avuç savaşçısıyla birlikte, çılgınca bir planla Küba'ya çıkartma yapıp diktatör Fulgencio Batista'yı devirmek üzere salaş Granma yatı üzerinde Karayip Deni- zi'ni aşmıştı. Karaya ayak bastıklarında geçit vermez bir bataklığa düşüp müfrezedekilerin çoğunu kayıp veren savaşçılardan sağ kalabilenler çatışa çatışa Sierra Maestra'ya tırmanmayı başardı. İki yıldan biraz fazla süren, Guevara'nın gözünü budaktan sakınmadığı cesareti ve maharetiyle parlayıp komutan unvanını aldığı gerilla harekâtının ardından isyancılar Havana'ya girdiler ve Kuzey ve Güney Amerika'nın ilk ve tek muzaffer sosyalist devrimini başlattılar. Che'nin imgesi devasaydı: Yeryüzünün egemen gücü Yankiler'e meydan okuyan mitolojik dev Che. Bencillikten arınmış ve başkalarını tutkuyla seven Yeni İnsan'ın eskinin yıkıntıları içinden, güç kullanıla- Che’den celladına: “Sadece bir adam öldürüyorsun, hepsi bu!” [...]Guevara ve "Willy" 8’i öğleden sonra, Churro Deresi’ndeki çatışmanın ardından La Hiquera’ya geri götürüldü. Guevara’nın baldırındaki yara sarıldı. Teğmen Espinoza onunla uzun uzun konuştu ama Guevara işe yarar hiçbir bilgi vermedi. Espinoza, Guevara’ya insan olarak da asker olarak da çok saygı duyuyor ve bu “efsanevi şahsiyet” hakkında daha çok bilgi edinmek için sabırsızlanıyordu. Guevara onun bütün sorularına, “belki”, “olabilir” diye yanıt veriyordu. 9 Ekim sabah erken saatlerde birlik, Guevara ve öteki tutsakların infaz edilmeleri emrini aldı. Daha önce, 8. Tabur Komutanı Albay Santana sıkı sıkıya tutsakların hayatlarının korunmasını emretmişti. Emri alan subaylar emrin kaynağı bilmiyor, ancak en yüksek kademeden geldiğini seziyorlardı. Yüzbaşı Frado, Teğmen Perez’e Guevara’nın öldürülmesini emretti, ancak Perez, emri kendisi yerine getiremeyince Başçavuş Terran’ı görevlendirdi. Perez, Guevara’ya infaz edilmeden önce bir diyeceği olup olmadığını sordu. Guevara “karnım tok ölmek istiyorum” diye yanıt verdi. Perez sadece yemek yemek istemesinin “maddeci olması”yla bir ilgisi olup olmadığını sorunca Guevara o sakin haliyle “belki” demekle yetindi. Bunun üzerine Perez ona “zavallı bok” diye küfretti. Bu arada Başçavuş Terran birkaç bira içip cesaretini toplamıştı ve Guevara’nın elleri önden bağlı olarak ayakta durduğu odaya geri geldi. Guevara, “Neden geldiğini biliyorum ve ben hazırım” dedi. Terran ona birkaç dakika bakakaldıktan sonra “Hayır yanılıyorsun, otur” dedi ve birkaç dakika için odadan ayrıldı. Guevara ile birlikte tutsak alınan “Willy” birkaç metre ötedeki küçük bir evde tutuluyordu. Terran dışarıda sinirlerini top- lamak için beklerken Başçavuş Huauca eve girerek "Willy"yi kurşuna dizdi. “Willy” Kübalı’ydı ve haber kaynaklarına göre Bolivya madencilerini isyana kışkırtıyordu. Guevara tutulduğu odada tarama seslerini duydu ve ilk kez irkilmiş göründü. Başçavuş Terran Guevara’nın odasına döndü. Guevara ayağa kalktı ve onun karşısına dikildi. Başçavuş Terran Guevara’ya oturmasını söyledi ama o bunu reddetti ve “bunu ayakta karşılayacağım” dedi. Başçavuş öfkelenerek ona oturmasını söylediyse de Guevara kıpırdamadan durdu. Sonunda Guevara ona “Sadece bir adam öldürüyorsun, hepsi bu” dedi. Terran bunun ardından M2 piyade tüfeğiyle Guevara’yı taradı ve küçük evin duvarına yapıştırdı. 28 Kasım 1967 tarihli CIA raporu: 2. Avcı Taburunun Faaliyetleri ve “Che”Guevara’nın Ölümü, Santa Cruz, Bolivya, EKMEK & ÖZGÜRLÜK 45 rak yaratılmasını savunan ahlak timsali Che. Astım hastası olmasına karşın, baskı ve zulme karşı mücadeleyi sürdürmek için Küba Devrimi’ni bırakarak sırra kadem basan romantik Che. 39 yaşında Vallegrande'de kurşuna dizilmesi Che'nin efsanevi yüceliğine sadece yücelik katmış oldu. O ölüm döşeğinde neredeyse açılacakmış gibi duran kısık gözlerle yatan İsavari beden; ona yakıştırılmış mıydı, ondan nakledilmiş miydi tam olarak bilemediğimiz o korkusuz son sözler -"Ateş et korkak, yalnızca bir insan vuracaksın”; katillerinin onun ölüsünden dirisinden daha çok korktuklarını ele veren o bilinmeyen mezar ve o kesilmiş elleri: Bunların tümü o dikbaşlı zamanların zihnine ve belleğine kazındı. “O dirilecek”, diye bağırıyordu 60'lar sonu gençliği; bunu Şili'nin başkenti Santiago sokaklarında avazım çıktığı kadar haykırırken bütün Latin Amerika'yı da benzer andların kat etmiş olduğu bugün gibi hatırımda: "No lo vamos a olvidar"! Onu unutturmayacağız! Tanrısallaşan imge Otuzu aşkın yıl geçti ve hakikaten de ölü kahraman kolektif belleğimizdeki yerini korudu ama çoğumuzun tam olmasını beklediği şekilde değil. Che şimdi her yerde ve her zaman hazır ve nazır: Kahve fincanları ve posterlerden bize bakıyor, anahtarlık ve takıların ucunda sallanıyor; rock parçalarının ve resim-heykel sergilerinin orasından burasından çıkıyor. Efsanenin yuttuğu gerçek kişinin ortadan kayboluşu, imgesinin böylesine tanrısallaşmasına eşlik ediyor. Beresi yıldızlı isyancı gerillayı idolleştirenlerin çoğu onun aramızdan ayrılışından çok sonra dünyaya geldiler ve yaşamı ile amaçları hakkında sadece kabataslak birşeyler biliyorlar. Düşman askerlerinin yarasını saran şefkatli ve cömert Che yok artık; daha sıkı bir muharip olmasını önlüyor diye yaşam sevgisini törpülemeye çabalayan yılmaz savaşçı yok artık; Küba hapisanelerindeki tutsakları adil bir yargılama olmadan kurşuna dizme emirlerine imza atan daha bulanık ve karışık Che de yok. Şahsiyetindeki karmaşıklığın böylesine silinip gitmesi her ikonun kaderi aslında. Ama şimdi Che'ye tapınan insanlığın, onun inandığı herşeye neredeyse tamamen sırt çevirmiş olması çok daha çapraşık bir durum. Ulaşmayı umduğu gelecek, Che'nin ideallerine ve fikirlerine saygılı çıkmadı. 60'larda, onun kendini feda edişinin toplumsal eylemle, ezilenlerin sisteme karşı ayaklanarak -Che'nin kendi sözleriyle- “iki, üç, daha fazla Vietnamlar” yaratmasıyla selamlanacağını varsayıyorduk. Özellikle Latin Amerika'da pırıl pırıl binlerce genç insan onu örnek alarak çıktıkları dağlarda ya da kentlerin karanlık hücrelerinde, kendi topyekun kurtuluş hayallerinin de Che'ninkiler gibi gerçekleşmeden kalacağını asla bilmeksizin boğazlandılar yada işkencelerde öldürüldüler. Vietnam bugün, sadece isyan ateşiyle pişmiş bir ülkenin küresel piyasayla aktif bütünleşme arayışının örneği olarak taklit ediliyor. Guevara'nın uzlaşma bilmeyen, gerçeklere boyun eğmeyen mücadele tarzı da, ahlaki mutlakçılığı da geçerli değil artık. Arkamızda bıraktığımız çeyrek yüzyılda Latin Amerika, Doğu Asya ve komünist dünyada demokrasiye barışçı geçiş örnekleri bir yana kalsın, dönemin büyük devrimlerinden (Güney Afrika, İran, Filipinler, Nikaragua) de çıka çıka eski hasımlarla pazarlıklar, al gülüm ver gülüm hesapları çıktı. Hiçbirşey Che'nin bıkmadan usanmadan ölüme meydan okuyuşuna bunlar kadar uzak olamazdı. Karizması ve ahlaki tavrıyla bize Che'yi anımsatan Chiapas Maya ayaklanmasının sözcüsü komutan yardımcısı Marcos'un bile kahramanının ekonomik ya da askeri teorileriyle boy ölçüşmesi olanaksız. Günümüz gençliğinin Che'si O zaman, Che'nin özellikle hali vakti yerinde gençler arasındaki yaygın popülaritesini nasıl açıklamalı? Durmaksızın yer değiştiren kimlikler ve ittifaklar çağında, bir kez olsun davasına sadakatten şaşmaksızın bir ülkeden ötekine koşan, hudutlar aşan, sınır tanımayan maceracı fantezi- Ariel Dorfman kim? Ariel Dorfman bu makaleyi ABD'de yayımlanan haftalık haber dergisi TIME'ın 20. yüzyılın yüz önemli insanı arasında yer verdiği Che Guevara anısına 14 Haziran 1999'da kaleme almıştı. Makaleyi Ertuğrul Kürkçü İngilizce'den çevirdi. Bugün 68 yaşında olan Dorfman Arjantin-Şili kökenli bir yazar, romancı, oyun yazarı, öğretim üyesi ve insan hakları savunucusu. Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Arjantin'de dünyaya gelen Dorfman doğumundan kısa süre sonra ailesiyle ABD'ye göç etmiş, 1954'te de Şili'ye geri dönmüştü. Dorfman, Şili Üniversitesi'nde öğrenim gördü, daha sonra bu üniversitede profesör oldu ve 1967'de Şili yurttaşlığına geçti. Dorfman 1970'ten 1973'e kasi belki de çağımızın huzursuz gençliğine tutkulu bir ahlaki bağlanışla çağdaş göçebe ruhunun optimal bir bileşimini sunuyordur. Boylu boyunca bir siniklik, çıkar ve çılgın tüketim dünyasına gömülmüş oldukları için asla onun ayak izlerini takip etmeyecek olanların gözünde hiçbir şey Che'nin maddi refaha ve gündelik arzulara sırt çevirişi kadar hoş olamaz. Che'yi bu kadar çekici kılanın, onun bize bu kadar uzak, onun hayatını tekrar etmenin imkansızlığının bu kadar aşikar oluşu olduğunu söyleyebiliriz. Ve Che de hippi saçları ve seyrek devrimci sakalıyla kural tanımaz, isyancı 60'lara, şimdi jestler ve modaya indirgenmiş olan o fırtınalı geçmişe açılan mükemmel bir postmodern kanal değil mi? TIME'ın 20. yüzyılın en önemli yüz kişisi arasına ancak girebilen iki Latin Amerikalı'dan birinin de kolayca bir isyan simgesine dönüştürülebilir olmasının nedeni acaba onun artık hiç tehlikeli olmayışı olabilir mi? Ben bundan o kadar emin olmazdım. Dünya gençliğinin, posterleri duvarlarından kendilerini selamlayan bu insanın, dünyanın yoksullarının, yerinden yurdundan edilmişlerin, los dar Başkan Salvador Allende yönetiminde kamu görevlisiydi. Augusto Pinochet'yi iktidara getiren askeri darbenin ardından sürgüne gitmek zorunda kaldı. 1985'ten bu yana ABD'de Duke Universitesi'nde öğretim üyesi olan Dorfman halen Walter Hines Page Research'te bölüm başkanı, edebiyat ve Latin Amerika araştırmaları profesörü. Şili'de demokrasiye geçildiği 1990'dan bu yana ABD ile Şili arasında gidip gelerek her iki ülkede de öğretim üyeliği yapıyor. Dorfman yapıtlarında çoğunlukla diktatörlüğün zulmünü, son dönemlerinde de sürgün sorunlarını işlemişti. En ünlü oyunu Ölüm ve Genç Kız ("Death and the Maiden")1994'te yönetmen Roman Polanski tarafından filme alındı. Son romanı Dadı ve Buzdağı (“The pobres de la tierra'nın sonsuza kadar kendi kaderlerine terkedildikleri bir dünyaya katlanamadığı için ölmeye hazır bu dünyevi azizin kendileriyle bu denli ilintisiz olamayacağını kavrayacaklarını düşünüyorum. Yaşamayan kahramanlardan ve onların şahadetlerinin yaşayanların omuzlarına yıktığı büyük yüklerden ne kadar çekinsem de bir kehanette bulunmaksızın edemeyeceğim. Bunu bir uyarı da sayabilirsiniz. Bu gezegende 3 milyarı aşkın insan yaşamlarını sürdürmek için günde 2 doları bile bulamıyor. Ve doğan her günle birlikte 40 bin çocuk yani her saniyede bir çocuk!süreğen açlıkla ilintili hastalıklara yakalanıyor. On yıllar önce Che'yi, kendisini Bolivya'da bekleyen mermiye ve o fotoğrafa götüren yolculuğa çıkartan dehşetengiz adaletsizlik ve eşitsizlik hep orada, olduğu yerde durmaya devam ediyor. Dünyanın kudret sahipleri akıllarından çıkartmasalar iyi olur: Che Guevara'nın sabırsız gözleri onu içine tıkmaya çabaladığımız tişörtün bağrından alev alev bakmaya devam ediyor. * Onu unutturmayacağız (İsp.) 46 EKMEK & ÖZGÜRLÜK Tarihimizden Diyarbakır 1980: İnsanlığa karşı suç Diyarbakır Askeri cezaevinde “talim” işkencesi: 461 mağdur gördükleri zulmü 800 saat anlattı Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve Diyarbakır Barosu’nun ev sahipliğinde, 78'liler Girişimi'nin desteği ile gerçekleştirilen “Türkiye Diyarbakır Askeri Cezaevi Gerçeği ile Yüzleşiyor” Sempozyumu, 25-26 Eylül 2010’da Diyarbakır’da yapıldı 78’liler Girişimince oluşturulan Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu’nun üç yıldır sürdürdüğü çalışma nın ön değerlendirmeleri üzerine şu görüşler dile getirildi: n Türkiye, 1980 Darbesi ile tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşadı. Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi, bu dönemin en önemli tanıklarından biridir. Bu cezaevinde yaşananlar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir utancıdır. Bu utançtan kurtulmak için gerçekle yüzleşilmeli ve sorumlular cezalandırılmalıdır. n Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan tekil bir olay değil, etnik hınç ve öfkenin askeri bir sistem içersinde uygulanmasıdır. n Uygulanan vahşet ve zulmün amacı aşağılamak, kişiliksizleştirmek, Kürt kimliğini yok etmek ve Türkleştirmedir. Sempozyuma katılan hukukçular Diyarbakır’da yaşananların “insanlığa karşı işlenmiş bir suç” olduğu, yapılan çalışmalardan elde edilen anlatımlardan ortaya çıkan gerçeğin; Kürt halkının kimliğine, onuruna ve varlığına saldırının utanç belgesi olduğu konusunda görüş birliğine vardı. Yol haritası nBaşta Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu’nda dinlenen tanıklar olmak üzere, tüm mağdurlar, özel konumlarını, şikâyetlerini, koğuşlarını ve bildiği görevlilerin kimliklerini açıklayarak savcılık şikâyet dilekçeleri hazırlamalı; yapılan bu hazırlıklar tamamlanınca aynı anda, faillerinin tespiti ve cezalandırılması için Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı’na başvurmalıdır. nTBMM’de Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma Komisyonu kurulması sağlanmalıdır. Komisyona Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu elinde bulunan tüm belgeleri vermeli; nÖzellikle 1980-1986 ve sıkıyönetimin kaldırıldığı 1987 yılı dahil olmak üzere Diyarbakır Cezaevi ile ilgili tüm bilgilerin Jandarma Genel Komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, İçişleri ve Adalet Bakanlıklarından, cezaevinde görev yapanların kimler olduğunun, giriş çıkış kayıtlarının, müddet nameler ve cezaevinde tutuklu ve hükümlülerle ilgili bilgilerin kayıtları talep edilmelidir. nDiyarbakır Cezaevi’ndeki disiplin soruşturması, idareye yapılan başvurular, sonuçları, cezaevi ile bakanlıklar ve sıkıyönetim komutanlığıyla ilgili yazışmalar istenerek incelenmelidir. nAraştırma Komisyonunun; faillerin kimler olduğunun mümkün olan en geniş inceleme sonucunda tespiti sağlanmalıdır. nMeclis Araştırma Komisyonu’nda, mağdurların tanık olması sağlanmalıdır. nMeclis Araştırma Komisyonu, raporunu dört aylık yasal süresi içerisinde tamamlamalı ve rapor TBMM Genel Kurulu’nda Genel Görüşme’ye açılmalıdır. nMeclis Araştırma Komisyonu Raporundan hareketle TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’na yapılacak başvurularla mağdurların zararlarının devlet tarafından giderilmesi talep edilmelidir. nTBMM’nin harekete geçmesini sağlamak ve kamuoyu duyarlılığını arttırmak için en kısa sürede Ankara’da düzenlenecek bir toplantı ile konunun ilgili sivil toplum kuruluşları, milletvekilleri, grup başkan vekilleri, parti temsilcileri ve TBMM’de kurulan eski ve yeni araştırma komisyonlarında görev alan parlamenterlerin katılımıyla hukuki ve teknik boyutları tartışılmalıdır. nÖzellikle dönemin Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı’nın kapsadığı illerdeki baroların genel kurullarında karar alarak Diyarbakır Cezaevi ile ilgili bilgi ve belgelerin bir araya getirilmesi sağlanmalıdır. Öncelikle sıkıyönetim döneminde görev yapan avukatların deneyimleri, yaşadıkları, dava dosyalarındaki şikayet ve başvurularının bir araya getirilmesi, rapora dönüşmesi, yasaya aykırılıkların ve sıkıyönetim dönemindeki hak ihlallerinin tespiti için bölge barolarına yönetim kurulu veya genel kurul kararıyla komisyon kurulması önerisi yapılmalıdır. nDiyarbakır Cezaevi’nin bir utanç, yüzleşme ve insan hakları müzesine dönüştürülmesi için başlatılan kampanyalar artırılmalı, ulusal ve uluslararası düzeyde bir projenin gerçekleştirilmesi için konunun ilgililerine çağrı yapılmalıdır. nDiyarbakır Cezaevi’nde yaşananların tüm Türkiye ve dünya tarafından bilinmesi, buradan hareketle kamuoyunun ve medyanın konuya ilişkin duyarlılığını artırmak amacıyla yapılan kayıtların gezici bir sergiye dönüştürülmeli ve bu sergi kent kent gezdirilmelidir. n“Birleşmiş Milletler İşkenceye ve Diğer Zalimane, Gayriinsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Dair Uluslararası Sözleşmesi”nin ek ihtiyari protokolü için onay kanunu çıkarılarak, bu protokol Türkiye’de derhal yürürlüğe konulmalıdır. nDiyarbakır Cezaevi gerçeğinden hareketle, öç alma duygularından arındırılmış bir yaklaşımla; dehşet ve vahşetin yeniden yaşanmaması ve gerilerde kalması, işkencecilerin mahkûm edilmesi ve bu gerçeğin asla unutulmayacak bir olguya dönüştürülmesi için; yapılacak demokratik ve sivil bir anayasada “insan onurun korunması ve asla çiğnenmesi” temel insan hakkı olarak yer almalıdır. EKMEK & ÖZGÜRLÜK 47 Tarihimizden Sesler, yüzler, sokaklar... Ankara’da açılan 12 Eylül Utanç Müzesi’nde öğreniyorum Karadenizli devrimci Yusuf Ziya Örün’ü. Sorgu hücrelerinde seslenirmiş “eleğun ustunde kalun ha uşaklar, elenmeyun,” diye Ekin Demirci Müze gezmeyi sevmem, sıkılırım, çok fazla şaşıranlardan da değilim, konu bir de utanç müzesi olunca… Utanç müzeleri siyasal iktidarlar tarafından haksızlık ettiğini düşündüğü kişilerden ve toplumlardan özür dilemek maksadıyla açılır; bir tür barışmayı içerir, tanımayı, empati kurmayı, yaptıklarından pişman olmayı da kapsar. Asıl mesele barışmaktır, “canınızı çok sıktık ama bakın utanç müzesi kurduk ya, hem bunu size yapanlar artık iktidarda değiller bunu size yapanlardan hesabını sorduk”. “Olanları unutalım” demeye getirirler. 2. Dünya Savaşından sonra Almanya’nın kurduğu soykırım müzeleri Yahudilerle barışırken, Almanya yakın zamanda Yugoslavya’nın parçalanışında üstlendiği rolle pişmanlık konusundaki “samimiyetini” insanlık önünde bir kez daha göstermekten geri durmamıştır. Galeano’nun dediği gibi “Egemenler, tarihi ezilenlere bir müzeyi gezer gibi okutur. Ezilenlere, ezenlerin yarattığı uzak, sersemlemiş ve kısır bir bellek maledilmeye çalışılır.” 12 Eylül Utanç Müzesi de ismindeki bu sorun dolayısıyla ilk başta insanı kavramsal bir polemiğin tarafı olmaya zorlayarak gündemimize girmeye müsait. Projenin sahiplerini bilmesek bu kavram üzerinde bayağı tepinmek isteriz ama neyse ki müzeyi kuranların niyetleri bu müzeyi “onlar utansın diye hayata geçirdik” olduğundan mesele üzerinde fazla durmadan müzeyi gezmeye başlayalım. Sevimsiz darağacı Girişte sevimsiz bir darağacıyla karşılaşıyoruz, bu acaba gerçekten o darağacı mı diye sormadan, idam edilerek hayatını kay- Necdet Adalı 8 Ekim 1980’de diktatörlüğün idam ettiği ilk devrimciydi betmiş genç devrimcilerin fotoğraflarının olduğu bölüme dalıyoruz. Tanıdığımız, isimlerini ezberlediğimiz, son mektuplarını defalarca okuduklarımız, Hepsi…İdama giderken dimdik ve tarihe son sloganlarını atanlar orada. Denizden, Necdet’e, Hıdır’dan Veysel’e. Bu siyah beyaz fotoğraflar, her birinin yüzüne birkez daha, birkez daha , birkez daha bakma isteği uyandırıyor. Tüm kaybettiklerimiz Üst katta tüm “kaybettiklerimiz” var. Mustafa Suphi’den Engin Çeber’e kadar herkes orada. Cezaevi ve ölüm orucu direnişlerinde “düşenler” ve devlet tarafından veya faşistler tarafından öldürülenler. Hepsinin ismini bilmek için kendinizi zorlamanız gerekiyor. İsmini bildiklerinizi gördüğünüzde sanki yıllar önce kaybettiğiniz bir arkadaşınızı bulmuşçasına seviniyorsu- nuz. Bir de daha önce hiç ismini duymadıklarımız var, onların fotoğrafları önünde acaba kim? Nereden? Neci? gibi sorular sormadan geçemiyoruz. Uzunca bir yüzler geçidinden sonra bir fotoğrafın önünde takılıp kalıyorum. Garip sakalları, garip bıyıkları ile Dostoyevski romanlarından fırlamış bu orta yaş üstü adamın adına bakıyorum. Yusuf Ziya Örün. Bana hiçbirşey çağrıştırmıyor. Soruyorum ve öğreniyorum. Karadenizliymiş, Kurtuluşçuymuş. Vay be! diyip ayrılıyorum fotoğrafın önünden sonra birkaç cümle öğreniyorum onun hakkında. 12 Eylül'de yüzlerce “uşağıyla” birlikte gözaltına alınıp, işkence görürken: Hücreden hücreye 'Sözüm sizedur, eleğun üstünde kalun ha uşaklar, elenmeyun' diyerek yoldaşlarına seslenirmiş. Onun bir zamanlar aramızda olduğunu bilmek, bizimle birlikte omuz omuza olduğunu bilmek gerçekten iyi geliyor insana. Temsili işkence maketlerine fazlaca bakmadan geçiyoruz, “Adressiz Sorgular” ve devamında yazılan birçok kitap bu konuda hepimizin beynine o kadar işlemiş ki burada temsil edilmeye çalışılan şey, gerçeklerinin yanında “temsili” kalıyor. Sonra kitlesel eylemler ve direnişler, “ne kadar da çokmuşuz, ne kadar da kalabalık”. Cezaevi fotoğrafları da öyle. Erkekler pos bıyıklı, kadınlar kısa saçlı uzun etekli. Hepsi gülümseyerek kolkola çektirmişler birçok fotoğrafı. Tek tip direnişleri kazanılmış, F tipi faciasından tabii ki önce, içeride dayanışmacı bir hayat kurulmuş uzun cezalar yatılır hale gelmiş. Yüzleri umutlu, çoğu genç değil artık, 30’larını geçmeye başlamışlar. 20’lerinde girdikleri cezaevleri 30’larında sadece evleri olmuş. Çıkınca ne oldular bilmiyoruz ama o fotoğraflarda hepsi iyi görünüyor. Cezaevleri tarihi Türkiye’deki siyasal mücadelenin de tarihi. 12 Eylül’de cezaevinde değilseniz ya iyi saklanıyorsunuz ya da hiçbir şey yapmamışsınız manasına geliyor. Cezaevlerinden çıkan kuşaklar, sinemada Tarık Akan’lı Hale Soygazi’li Zuhal Olcay’lı sinik ve Eylülist filmlerle tarif edilmeye çalışıldılar ancak bugünlerdeki meşhur “12 Eylül hesaplaşması” meselesi bu müze ile bir arada düşünüldüğünde yüzleşmeyi, hatırlamayı zorluyor. Müzenin ikinci isim kataloğuna geçiyoruz. “Suçluyoruz” bölümünde 12 Eylül işkencecilerinin, cezaevi müdürlerinin kısaca sorumlularının isimleri var. Birçoğunun ismini bilmiyoruz. Ama unutmamak lazım diyorum ne bizimkilerin ne onların adlarını ve Yusuf Ziya Örün’le bitirelim istiyorum. “Eylül ile bozulduk” demiş ne güzel de demiş. İllüstrasyon: Ufuk Suçsuzer EKMEK & ÖZGÜRLÜK Yerel süreli yayınu Ortaklaşa Yayıncılık u Sahibi ve Sorumlu Md. Erdal Çınar, 847 Sk. No.:14/201 Kemeraltı/İzmir u Yazı Kurulu: Tektaş Ağaoğlu, Yeşim Dinçer, Ertuğrul Kürkçü, Osman Soyer, Ersen Olgaç uYayın Kurulu: Yeşim Dinçer, Erdal Çınar, Besime Şen, Ertuğrul Kürkçü, Nevra Akdemir, Mustafa Bayram Mısır u Basıldığı Yer: Ezgi Matbaacılık,Tel: 0212 452 23 02, Çobançeşme Mah., Sanayi Cad., Altay Sk., No. 10-A Blok, Yenibosna - Bahçelievler/İstanbul u Yönetim Yeri: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi, Tel Sok. No. 28, Kat 3, Beyoğlu-İstanbul u Mali İşler: Şaban Devrez, Hesap No: İş Bankası 10420711753 uİnternet sitesi: www.ekmekveozgurluk.net u Tel: 0212 293 Marx’tan feyz almış her tarihçi için sınıf mücadelesi, onlar olmaksızın hiçbir ince ve menevi şeyin var olamayacağı kaba ve maddi şeyler uğruna mücadeledir. Ama bu ince ve manevi şeyler kendilerini, sınıf mücadelesinin galibinin payına düşen ganimetler olarak değil, mücadele içinde cesaret, mizah, kurnazlık ve yiğitlik olarak gösterir, geçmişe dönük güçleriyle egemenlerin bugün ya da geçmişteki her zaferini durmaksızın sorgularlar. Geçmiş, tıpkı çiçeklerin yüzlerini güneşe dönmesi gibi, içinde bir günebakan saklıymışçasına, tarih göğünde yükselmekte olan bu güneşe döner. Tarihsel maddecilerin bu usul usul süren dönüşümü hiç gözden kaçırmamaları gerekir. Walter Benjamin Tarih Üzerine Tezler, 1940
Benzer belgeler
Politika - Ertuğrul Kürkçü
12 Eylül sonrası yedi yıl sürgünde yaşadıktan sonra TKP ile TİP'in birleşmesinden doğan Türkiye Birleşik Komünist Partisi kurucusu olarak Türkiye'ye döndü. Tutuklandı. TBKP'nin kapatılmasından s...