sayi 7 k - Sağlik Ve insan Dergisi
Transkript
sayi 7 k - Sağlik Ve insan Dergisi
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ Yıl: 1 Sayı: 7 • TEMMUZ 2012 Prof. Dr. Ahmet SERPER Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği EsasMedya Ltd. Şti. adına Fakültesi Dekanı Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü M. Esat GÜZELGÖZ Prof. Dr. Cevdet ERDÖL Yayın Editörü Hande AYDEMİR TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı Ankara Milletvekili Prof. Dr. Elif DAĞLI Hukuk Danışmanı Av. Bekir EREN Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi (SSUK) Başkanı Esra KAZANCIBAŞI ÖZTEKİN Sağlık Editörü / Yazar / Yayıncı Prof. Dr. Hakan ŞATIROĞLU Şatıroğlu Sürekli Eğitim Sağlık ve Kültür Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Hasan Fevzi BATIREL Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İskender PALA Uşak Üniversitesi Öğretim Üyesi Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Metin DOĞAN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Murat TUNCER Hacettepe Üniversitesi Rektörü Yayın İdare Merkezi Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3 Çankaya / Ankara Tel : 0312 472 44 63 Faks: 0312 472 44 83 Prof. Dr. Mustafa SOLAK Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Üyesi / Adana Milletvekili Prof. Dr. Nesrin DİLBAZ Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi www.saglikveinsandergisi.com [email protected] Osman GÜZELGÖZ Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü Öznur ÇALIK TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı / Malatya Milletvekili Prof. Dr. Sabahattin AYDIN Medipol Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sait EĞRİLMEZ Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları ABD Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi, Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı Doç. Dr. Tuncay DELİBAŞI Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi / Uluslararası Sağlık Federasyonu (USAF) Genel Başkanı Prof. Dr. Yunus SÖYLET İstanbul Üniversitesi Rektörü Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Üyesi Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı Halkla İlişkiler İ. Mediha İMAMOĞLU Kurumsal İletişim M. Suat GÜZELGÖZ Tanıtım ve Reklam Şeyda ÖZALP Sevdican GÜNEŞ Grafik Tasarım EsasMedya Tasarım Yayın Türü Yaygın Süreli Basım Yeri İmaj İç ve Dış Ticaret A.Ş. Macun Mah. 3. Cd. No:2 (A Girişi) İstanbul Yolu 6.Km Yenimahalle/ ANKARA Tel: 0312 397 91 40 Basım Tarihi Temmuz 2012, ANKARA Sağlık ve İnsan Dergisi, Basın Meslek İlkelerine uymaya söz vermiştir. Dergimiz bütün sağlık çalışanlarına ve sağlıkla ilgilenen muhataplarına EsasMedya Ltd. Şti.’nin hediyesidir. Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir. ®EsasMedya - 2012 ®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR. Destek ve katkıları için SAĞLIK BAKANLIĞI’na teşekkür ederiz. Dergimizin bütün sayılarına www.saglikveinsandergisi.com adresinden ulaşabilir ve pdf formatında indirebilirsiniz. ıp T i h i c r e T ı ğ ı l ş ı m n a d A n ı r a l n Ola az . Dr. Hınç Yılm Başhekimi Uzm si ne ta as H rı - Hastalıkla kaleme aldı. yısının kapak ko sa .) (7 uz m in detaylı olarak iç m er Te zl n, bi sa İn i in ve ağlık ayırdı. Tercih ik kavram(tıp) eğitimine insana e sağlık ve müz i nusunu sağlık is in ek nd zb ke Ö k i ef ra Özbek Dr. Han anında yapa yelken açıyor. n- Doç. ra ile la lg uk bi sağlık ve tıp al , uf ek ni m ye et e ile olanları motiv nın buluşması mini taşıyor. ız dosya ları adamaya aday ım ığ ad rl üzikoterapi” is zı “M ha ; sı ile zı ı ya ac ın am an Hoc stermek . Dr. Gökhan dirmek ve yol gö şkanımız Prof Ba K en hekimleriYÖ lı. r. Turhan liği Fakültesind D . im of ek Pr H oldukça kapsam ve iş D lu cıoğ tepe emli bir . Dr. Safa Kapı ızı Hacet ü” yazısı ile ön of ın üğ Pr , ağ ür Ç ya ac ı sa uy ağ in Ç ok et k Ç uklu nı ilgi ile miz, “Erken Çoc ımızın yazıları ize taşıyor. Yavuz Hocalar yu gündemim nu ko umuyoruz. yesi Prof. Dr. ltesi Öğretim Ü ve Murat kü e Fa öz p şg Tı Ba pe re te ahaleHacet nusuyla ilgili Em lik cerrahi müd en” Yine ne en yö ğr “ö ne zi in Yine kapak ko be in t m oi ğlık eğiti aşıyor. ya Yorgancı, tir ları da tıp ve sa dünyası ile payl ve İnsan Ka tıp lık iti ağ sp “S Aksoy’un yazı te r. r bi yo ç ıtı ns lerle ilgili ilgin i görüşlerini ya anışma KuruD tarafının samim n yı Ya in iz larından biamıza, dergim k tartışılan konu Dr. Yunus ço . of en Pr ın Portre” çalışm ü ay i ör ik kt n Re ize almış Kürtaj so ul Üniversitesi yu gündemim rdık. nu dı ko an çl da ız ta ı m lu Üyesi, İstanb ız yı sa n dosyam i yazarın özgü risiydi. Haziran ızı konuk ederek aj konusunu ik rt kü Söylet Hocam da . da ız uz tık. Bu sayım a devam ediyor (Tıp) Eğitimi” arak tartışmay ık ay ğl tıl Sa ın k al ra nı la rı O la ışlık Tercihi esir- yorum “Bir Adanm ğerli katkılarını de da miz ince ın as lm uşturu ğra kitap köşeleri Bu ve at a ih N m r. ne D dosyamızın ol si iz, cıoğlu ve Haberlerim . Dr. Safa Kapı ize sunuluyor. gemeyen Prof z. narak istifaden ru ku yo do nu k su sı ı ız ip m en rı el kranla Ağaoğlu’na şü r. ktörü Prof. D i” bir derg niversitesi Re an Ü un pe ok te ve ca k uz Ko çe rulum a san Dergisi “ger ım- Afyon n Danışma Ku ad yı in Ya , em ız , ak am Sağlık ve İn ar oc H rı ndini aş amıza katkıla Mustafa Solak her sayısında ke mızdan itimi kapak dosy yı iti sa Eğ olma yolunda .) ) (7 ıp (T uz ru ık m m diyo z. katıldı. Sağl vam ediyor. Te ve hoş geldiniz or iy ed . ür or larla yoluna de kk ıy şe tıl te ler ka için kendisine lemize yeni isim baren, yayın ai ı Kurumu iye Halk Sağlığ yahat rk se Tü ve ın ız af ğr ım to ığ sanat, fo Sağlık Bakanl “Aşırı Sıcaklara ik, şiir, resim, Kendisi de için hazırlanan . ız ak m Artık, müz ac rı al la r ur ye ok k dan e” başlıklı izde daha ço ze’nin tarafın an ve Beslenm vi az A f m ri Ra A ı r, ıs yazıları dergim la tç ak ıc bir sana Dikkat” ve “S huzurlu, mutlu ı olan fotoğraf lı, an uk ık lış oc ğl Ç ça sa a ık r, rd ğl yo la sa ki bir izi çe tırdığı “Dağ zılara dikkatin izi diliyoruz. aş’tan bize ulaş k özgün ya ce ke çe zonu geçirmen Kahramanmar i iz se z in at ya kk ve di an de az ası sizin çok az Ram Olmak!” çalışm r. Hakkında yo lu nu su e rl k şiirle Ankara Mesle fotoğraf ve hastalıklarını k le es m iz şey bildiğim GÖZ S L E t GÜZ M. Esa tı: ak B a ay yn im!” an A iş z ır Ke leşm ırakt k İl enç ı B ldi “G aray t Edi Sig ı İca Aş u us n kko 40 a p ka 10 l iO i çi B ih erc T k ğ Sa ışlı anm d ir A k, ara 16 ’de e nd ye rki Tü lık ğ Sa 20 lü n zÖ ya Be klü B el ine r ele lt kü Fa kış a ir B n Ge im ğit E ) Tıp ( lık i im it Eğ 42 er kil Tıp on akk ü 8 26 usu “G i im it Eğ kap 6 n ata aşl ı: B r ası Uya ny z!” pa emli lıyı m a Ka Ön tm ele ’dan a d a ğ c a ım Mü kd ad le nı A y n e i a t b ezi Bak 10 Ob ğlık e a S nd 24 da A ve Tıp k şlı ı nm ihi e ült k Fa f. 28 Pro un .Y r D 34 am yaş d lar ğ Da k ma l kO cu o aÇ YL Ö sS u ini i vis ild a ç d e e k S iş T yaca ktor D a o e ıl iD eld Karş y z İ Ö K En SG de ’ D AB SAYI 7 / TEMMUZ 2012 e rtr o p ET erc si T 58 D İçi ç vu dı e A aşla v B e çet ası e m R E- gula Uy i 62 n ke Er re i em lm Bi ler n ke j rta 52 n rde di: e l lik te ali ını İs kat! V ı r ik lığ ala ra D n lm la ka Ba bir A ıcak k ı ğl Ted şırı S Sa A rh e aM z Ya a ab m De 54 Sıc a r, kla . n aza m Ra ? en ed ildir N ğ , j e rta t D Kü naye Ci 72 i loj no idir k Te ml ve Öne lim e Bi vgi d e rd Se nse dar a K Ka n.. e işk sü ve 56 76 me en sl Be r ille m stu les” o b n D ha Ca touc “In r 80 ap kit , es stu nı N o a D vre Uzm e Ç rım Ta film yo li Ge i ah 70 gü n Dö ğ Ça rr Ce z i s ” rek ttik. e k G it E eli Tesp n ö ı e Y ığın n i z ld Be Yapı t i iro le “T daha Mü 68 Kü 50 u c Ço 66 e zG k klu ü rüğ ü ıÇ a M zi Mü tışm kH e esl la lık a ast İ ra Te e kl tar 44 le rı i li lgi p r İz a am ik üz M i“ i” ap r ote haber Obeziteyle Mücadele Kampanyası Başlatan Sağlık Bakanı Akdağ’dan Önemli Uyarı: “Günde 10 bin adım atmalıyız!” 6 S ağlık Bakanı Recep Akdağ, aşırı kilo sorununun dünyada olduğu gibi Türkiye’de de salgına dönüştüğünü, bunun için obeziteyle mücadele kampanyası başlattıklarını bildirdi. Kilo problemine karşı günde 10 bin adım atılması gerektiğini belirten Akdağ, vatandaşlara ücretsiz adım ölçer dağıtacaklarını açıkladı. Sağlık Bakanı Akdağ, düzenlediği basın toplantısında, obeziteyle mücadele için başlatılan kampanyayı tanıttı. Şişmanlık ve hareketsizlik konusunun toplumun gündemine sokulması gerektiğini, Dünya Sağlık Örgütü’nün çalışmasına göre dünyada her yıl 3 milyona yakın insanın aşırı kiloya bağlı hastalıklardan hayatını kaybettiğini vurgulayan Akdağ, obezitenin tansiyon, şeker, kalp gibi sağlık sorunlarına yol açtığına dikkati çekti. Sağlık Bakanı Akdağ konu ile ilgili şunları söyledi: ‘’Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de aşırı kilolu olma hali salgına dönüşmüş durumda. Son 25 yılda aşırı kiloluluk ikiye katlanmış durumda. Vücut kitle indeksi 25’in üstündeyse bu kişiye bilimsel anlamda ‘kilolu’ diyoruz. Bunun dünyada yüzde 35’e ulaştığını görüyoruz.’’ Vücut kitle indeksinin hesaplanmasıyla ilgili bilgi de veren Akdağ: ‘’Sabah giyinmeden tartılıp ölçülen kilo boyun karesine bölündüğünde, çıkan sonuç 25’in üstündeyse kilo fazlası olan kişisiniz ve mutlaka bu hususta tedbirler almanız gerekir. 30’un üstündeyse de şişmansınız, obezsiniz, o zaman daha ciddi tedbirler almanız ge- rekir. Dünyada bunun 25’in üstünde olduğu insan sayısı bugün yüzde 35. Türkiye’de de bu oranı yakalamış durumdayız. Şişmanlık dünyada erkek ve kadın gruplarında eşit görülürken Türkiye’de kadınlarda daha yüksek.’’ dedi. ‘’5-6 kilo daha vereceğim’’ Kilo problemiyle karşılaşmamak için kişilerin almaları gereken önlemlere de dikkati çeken Akdağ, ‘’Piyasada dolaşan bir dolu diyet ve egzersiz önerisi var. Bunları basitleştirmemiz lazım. Vücut kitle indeksimiz yüksekse tükettiğimizden daha az kalori almalıyız, tıka basa yememeliyiz’’ diye konuştu. Kendisinin de kilo vermek için çaba gösterdiğini bildiren Akdağ, ‘’Son bir yılda 10 kilo verdim. 80 kiloya kadar çıkmıştım. Vücut kitle indeksim 30’a kadar çıkmıştı. 10 kilo verdim. Şimdi vücut kitle indeksim 27. Birkaç ay içinde 25, hatta biraz daha altına indirmek için 5-6 kilo vereceğim’’ şeklinde konuştu. Yemek yemenin bazıları için büyük bir keyif olduğunu, bu zevkten kısmen vazgeçmek gerektiğini ifade eden Akdağ, ‘’Az yemek yemeli, acıkmadan sofraya oturmamalı, doymadan kalkmalı, mutlaka egzersiz yapmalıyız’’ dedi. Katları inip çıkarken asansör yerine merdiven kullanılmasını, kısa mesafelerde araç kullanmak yerine yürünmesini öneren Akdağ, vücut kitle indeksi kavramının vatandaşların zihninde yer etmesi, 25’in üzerinde olanların aile hekimlerinden yardım alması gerektiğini söyledi. Obeziteyle mücadelede Milli Eğitim, Tarım ve Hayvancılık gibi bakanlıklar ve diğer kurumlarla işbirliği yapmak istediklerini kaydeden Akdağ, şunları söyledi: ‘’Günde 10 bin adım atmalıyız. Bunun için vatandaşlarımıza ücretsiz adım ölçer dağıtacağız. Bununla ilgili alım sürecini başlattık, Bakanlar Kurulu’ndan yetki istiyoruz. Ben 10 kiloyu çok hareket etmediğim halde verdim. İki günlük bir egzersiz programım olmasına rağmen bunu ancak bir gün uygulayabiliyorum. Kilo vermek için günde 10 bin adım atılmalı, bu daha sonraki süreçte 8 bine inebilir.’’ TV dizilerinde beslenmeyle ilgili olumlu mesajlar verilmesi için katkı istediklerini hatırlatan Akdağ, ‘’Süreç içerisinde dizi ve televizyon sektörünün halk sağlığı açısından bize bu hususta destek vereceğini zaten biliyoruz. Birlikte çalışarak onların da farkındalığını artırmak, onların da bu işin içerisine dahil etmek. Düşüncemiz öncelikle bu’’ dedi. Akdağ, dizilere yönelik bakanlığının danışmanlık yapabileceğini de bildirdi. Aile hekimlerine pozitif performans Sağlık Bakanı Akdağ, bir soru üzerine, aile hekimlerinin obeziteyle mücadeleye katkısı için düzenlemeler getireceklerini, kronik hastalıklar, sigara ve obezite konularında başarılı olan aile hekimlerine pozitif performans verilmesinin öngörüldüğünü, bununla ilgili düzenlemenin TBMM’nin gündemine alındığını söyledi. Yerel yönetimlere de obeziteyle mücadelede büyük görev düştüğünü belirten Akdağ, bununla ilgili yeşil alanların artırılması, bisiklet yollarının yapılması gibi projelerin uygulamaya geçirilmesi gerektiğini söyledi. Akdağ, ‘’Bisiklet kullanılacak alanlar yok denecek kadar az. Özellikle küçük şehirlerde bunlar yapılıyor, büyük şehirlerde bunu teşvik edelim. Bütün bu çevre şartlarında belediyelere görev düşüyor’’ diye konuştu. 7 haber Özelde Diş Tedavisini SGK Karşılayacak Sağlık Bakanlığı ve SGK’nın 2012 eylem planına göre, özel ağız ve diş sağlığı merkezleriyle sözleşme imzalayarak bu kurumlardan hizmet satın alımına gidilecek. Sözleşme çerçevesinde genel sağlık sigortası kapsamındaki sigortalılar, ağız ve diş tedavisinde özel diş hekimlerinden yararlanabilecek. SGK, Türk Diş Hekimleri Birliği ve oda başkanlarıyla bir araya gelerek Genel Sağlık Sigortası olan vatandaşların bilgilerini bulunduran MEDULA sisteminin özel ağız ve diş sağlığı merkezlerinde de uygulanması yönünde anlaşmaya vardı. Böylece MEDULA programına ağız yapısı, tedavi türlerinin belirlenmesi ve hasta takibi gibi modüller yüklenecek. Öte yandan özel diş hekimine ödenecek tavan ücret de sözleşme kapsamında belirlenerek hizmet satın alımı başlatılacak. Yeni sistemle vatandaşlardan ‘diş taşı temizleme’, ‘dolgu’, ‘parlatma’ gibi tedavilerde belli miktarda katılım payı alınması beklenirken; köprü, protez gibi tedavilerde katılım payının biraz daha yüksek oranda olması planlanıyor. ABD’de En İyi Doktor Seçildi ABD’nin en iyi doktorlar listesine bir Türk doktor girdi. Listeye giren onkolog Ömer Küçük, kanser araştırmaları yapıyor. ABD’nin Atlanta eyaletinde 51 yıldır yayınlanan yaşam dergisi Atlanta, eyaletteki doktorlar ve hastaneye başvuran yüzlerce kişi arasında yaptığı anketle “en iyi doktorları” belirledi. Dergi tarafından her yıl belirlenen 315 doktor arasında Türk onkolog Ömer Küçük de yer aldı. Prostat kanseri, kanser tedavisi sırasında beslenme ve beslenme şekillerinin kanser üzerindeki etkileri konusunda uzman olan Ömer Küçük, Atlanta’daki Emory Winship Kanser Enstitüsü’nde görev yapıyor. Küçük’ün özellikle hastalardan aldığı oylarla listeye girdiği ve hastalarla iletişiminin çok iyi olduğu belirtildi. Yunanistan’dan Akhisar’a göçen bir ailenin oğlu olan Küçük, 1975’te Hacettepe Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra ABD’ye gitti. Küçük, 1984’ten beri kanser araştırmaları yapıyor. 8 9 Bir Adanmışlık Tercihi Olarak Sağlık (Tıp) Eğitimi Prof. Dr. Safa KAPICIOGLU Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi Başhekimi B u yazıda hayatın vazgeçilmez unsuru olan sağlığın, eğitim veçhesinden bahsedeceğim. Son on yılda sağlığın her alanında çok büyük ve değerli atılımlar gerçekleşti. Bu değişimden sağlık eğitimi de nasibini aldı. “Bugüne kadar neler yapıldı?”, “Sorunlarımız nelerdir?”, “Ne gibi çözümler üretebiliriz?” ve “Bundan sonra neler yapmalıyız?” gibi sorulara cevap bulmak amacıyla düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Sağlık eğitimi denince öncelikle sağ- 10 lık hizmetinin sunumunda yer alan kişilerin eğitimi akla gelmekle birlikte, aslında bu topyekûn toplumun sağlığı ile ilgilidir ve doğumdan ölüme kadar olan bir süreci kapsamaktadır. Öncelikle “insanı yaşat ki devlet yaşasın” diyen bir kültürün mirasçıları olarak eğitimin, özellikle sağlık eğitiminin, bilgi ve tecrübe birikimlerinin ilgili alıcılara aktarılmasının ötesinde bir şey olduğunu, başarılı bir eğitim sürecinde insanların birbirini iyi ve doğru anlamasının gerekliliğini unutmamamız gerekiyor. Bunun için kelimelere yüklediğimiz anlamlar çok önemli. Bir hekim ve sağlık çalışanı olarak “dalım gidişiyo yavrum” diyen anneannemizi veya “benim ev sahibi çok hasta” diyerek aslında evdeki hanımını, yani hayat arkadaşını kasteden vatandaşımızı duyduğumuzda 10 yılı aşan tıp ve uzmanlık eğitimi- miz bir anda yetersiz kalabilmektedir. Sağlık hizmeti veren sağlık çalışanlarının eğitimlerinde vurgulanması gereken temel nokta, bizlerin yani sağlıkçıların; kendisine olanca insan haliyle gelen kişilere, insanlığın kendisine emanet ettiği bilgi ve tecrübeye kendi kattığı şefkatle cevap veren sosyal görevliler olduğu gerçeğidir. İnsana ait tüm değerleri bizden hizmet bekleyenler için korumak hem görevimiz hem de sorumluluğumuzdur. Şimdi bir ufuk turu yaparak bazı değerlendirme ve önerilerde bulunalım. Bugüne kadar neler yapıldı? Sorunlarımız nelerdir? Yeni tıp fakülteleri açıldı. Yeni açılanlarla beraber faal olan devlet ve vakıf tıp fakültelerinin sayısı 70’i buldu. Yeni tıp fakültelerinin kurulması doğal olarak bir takım sorunları da beraberinde getirmiştir. Bazı yeni tıp fakültelerinde fiziki mekân sıkıntıları ön plandayken bazılarında ise öğretim üyesi istihdamında sıkıntılar yaşanmaktadır. Ayrıca tıp fakültesi kavramı ile “üniversite hastanesi” veya “sağlık uygulama araştırma merkezi” kavramlarının da birbirleri ile karıştırılması işleyişte bazı sorunlara yol açmaktadır. Sağlık Meslek Liselerinin idaresi 2006 yılında Sağlık Bakanlığından Milli Eğitim Bakanlığına geçti. Sağlık Meslek Liselerinde halen 10 ayrı program yürütülmektedir. Bu programlardan hemşireliğin kontenjanı yaklaşık 10 bin, diğerlerinin ise yaklaşık 7 bindir. Bu programlardan biri olan hemşirelik programının lise seviyesinde devam ederken aynı zamanda lisans düzeyinde de verilmesi hemşirelik mesleği açısından bir problem teşkil etmektedir. Çünkü aynı işi yapmakla yetkilendirilen hemşirelere bu yetki hem lise hem de lisans eğitimleri ile verilmektedir. Yeni bir mevzuat düzenlemesi yapılmadığı takdirde sağlık meslek liselerindeki hemşirelik eğitimine kanun gereği 2012-2013 öğretim yılından itibaren son verilecek olması da özellikle hemşire yetersizliğinin gelişmiş ülkelere göre 4 ila 5 kat fazla olduğu ülkemizde acilen çözüme kavuşturulması gereken bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Yeni Sağlık Meslek Yüksekokulları ile Hemşirelik Fakülteleri açıldı. Bu üst öğrenim okullarının açılması nitelikli hemşire yetiştirilmesi açısından çok hayati olmakla birlikte en önemli sorun hemşire kökenli olan öğretim üyelerinin yani akademisyenlerin sayılarının yetersiz oluşudur. Önceden tanımlanmış olan Hekimlik, Diş Hekimliği, Eczacılık ve Hemşirelik dışında kanunla 26 sağlık mesleği tanımı yapıldı. Yeni tanımlanan bu sağlık mesleklerinin görev tanımlarının henüz olmayışı da çözülmesi gereken bir konudur. Tıpta ve Diş Hekimliğinde uzmanlık eğitimini düzenlemek üzere kurulan Tıpta Uzmanlık Kurulu (TUK) muntazam olarak toplanmaya başladı ve 2008’den bu yana 40 kez toplandı. Bu kurul, uzmanlık eğitimleri ile ilgili önemli kararlara imza attı. Yönetmelikle kurulmasına rağmen Danıştay’ın bazı hükümleri iptali ile çalışamaz hale gelen ve kanunla kurulması sonrasında ise YÖK’ün üye bildirmemesi sebebiyle önemli görevleri olan bu kurulun 2008 yılının Temmuz ayına kadar toplanamamış olması ciddi zaman kaybına sebep olmuştur. Üniversitelere bağlı Tıp Fakülteleri ile Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastaneler arasında afiliasyonlar gerçekleşti. 11 Bugüne kadar 12 afiliasyon yapıldı. Marmara Üniversitesi ile Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi ile Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi arasında yapılan protokoller bunlara birer örnektir. Doğal olarak bu işbirliği ve afiliasyon yapılırken; yönetim, hizmet sunumu, özlük hakları, personel hareketi ve ücretlendirme gibi konularda ciddi sorunlar yaşanmıştır. Eğitim ve Araştırma Hastanelerindeki şeflik sisteminde ve klinik idari yapılanmasında köklü değişikliklere gidildi. Bütünleşik klinik yapısına geçildi. Klinik şefi ve şef yardımcısı yerine eğitim görevlisi kavramı getirildi. Klinik idaresinde ihtiyaca bağlı olarak ve başhekimin görevlendirmesi ile eğitim sorumlusu ve idari sorumlu olmak üzere ikili bir sisteme geçildi. Bu değişiklikte genellikle klinik eğitim sorumluları ile idari sorumlular aynı kişi olmasına rağmen ayrı olan 12 yerlerde değişimden kaynaklanan bazı sorunlar yaşanmıştır. Yıllarca yapılamayan Başasistan sınavları yapılmaya başlandı ve eğitim ve araştırma hastanelerinin başasistan kadroları güçlendirildi. Kanunla bir yıllık başasistanlar ile yardımcı doçentlerin uzmanlık eğitimi verebilecekleri vurgulandı. Artık uygulanmayan hemşirelikte ön lisans programlarından mezun olan hemşirelerin lisans tamamlama eğitimleri yapıldı. Böylece ön lisans mezunu binlerce hemşire lisans mezunu oldu. Sağlık eğitimi konusunda YÖK ile Sağlık Bakanlığı arasında ilişkiler arttırıldı. Böylece özellikle tıp fakülteleri ve hemşirelik okullarının kontenjanları arttı. Eğitimlerini yurt dışında yapan uzman hekimlerin denklik işlemlerinde yeni düzenlemeler yapıldı. Diş hekimliğinde 8 dalda uzmanlık eğitimi yapılması kanunla düzen- lendi. Bu uzmanlık eğitimleri için ilk genel sınav olan Diş Hekimliği Uzmanlık Sınavı’nın (DUS) ilk kez bu yıl (2012) yapılacak olması da önemli yeniliklerden birisidir. Ayrıca uzmanlık eğitimi öğrencileri olan asistanların çalışma şartlarının düzenlemesi ve eğitim kurumlarının uzmanlık eğitimi kontenjanlarının belli bir düzen göre planlanması gerçekleştirildi. Sorunlar için ne gibi çözümler üretebiliriz? Bundan sonra neler yapmalıyız? Sağlık eğitimi alanında son on yılda yapılan önemli icraatların meyveleri gelecekte toplanacaktır. Çünkü bir kişinin sağlık alanında meslek mensubu olarak yetişmesi en az 4 ila 5 yıllık bir süreye ihtiyaç duymaktadır. Sağlık eğitimi alanında yukarda bahsedilen sorunların çözümü için ise ciddi adımlar atılmıştır ve atılmaya devam etmektedir. Çözüm için gerek mevzuat değişiklikleri gerekse uygulama düzenlemeleri hızla gerçekleştirilmektedir. Bu sorunların aşılmasında Milli eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve YÖK’ün birlikte çalışmasının etkisini vurgulamak gerekir. Bu ortak çalışmalar ve sorunların çözümüne yönelik alınan kararların hızla hayata geçirilmesi büyük önem arz etmektedir. Hem sorunların çözümüne katkı sağlayacak hem de sağlık eğitimi konusunda gelecek için önemli olduğunu düşündüğüm görüşlerimi de arz etmek isterim. Öncelikle sağlık eğitimini bir bütün olarak düşündüğümüzde özellikle sağlık eğitim programlarının uygulamalı yani pratik eğitimlerinin gerçekleştiği hastaneleri ve onların eğitim fonksiyonlarını doğru düzenlememiz gerekiyor. Hastaneler, öncelikli olarak sağlık hizmeti vermek üzere kurulmuş yapılardır. Bu kuru- luşlarda verilen sağlık hizmeti sırasında ortaya çıkan eğitim kapasitesini değerlendirmek için yapılan düzenlemeler ile sağlıkta nitelikli insan gücümüzü yetiştiriyoruz. Bunu, debisi yüksek bir nehir üzerine hidroelektrik santrali kurarak enerji üretmeye benzetebiliriz. İşte bu yapıyı iyi düzenlememiz ve yönetmemiz sağlık eğitimi açısından önemlidir. Bu bakımdan ister devlet hastanesi, ister eğitim ve araştırma hastanesi, isterse üniversite hastanesi veya kamu hastaneleri birliği hastaneleri olsun bütün bu yapıları birer eğitim alanı olarak düşünüp fonksiyonları ve kapasiteleri ölçüsünde her seviyede nitelikli sağlık insan gücü yetiştirmek üzere kullanmalıyız. Üniversitelerin; Tıp, Diş Hekimliği, Eczacılık, Hemşirelik, Fizyoterapistlik, Diyetisyenlik gibi lisans ve sağlık teknikerlikleri gibi önlisans alanlarındaki eğitici kapasiteleri arttırılmalı ve özlük hakları yönünden desteklenmelidir. Bunun için gerekirse sağlık alanlarında ortak programlar açılmalı ve kurumlar arası işbirliği imkânları arttırılmalıdır. Örnek verecek olursak; hekim ve uzman hekim yetiştirme görevi bulunan tıp fakülteleri ciddi altyapı ve eğitici kapasitesine ihtiyaç duyarlar. Tıp eğitimi uzun, zahmetli ve pahalı bir eğitimdir. Bir lise mezununun önce hekim sonra da uzman olması için geçen süre en az on yıldır. Büyük zorluklarla ve ülke kaynakları kullanılarak yetiştirilen bu gücün ve onları eğitenlerin desteklenmesi ve teşvik edilmesi gerekmektedir. Sağlık Bakanlığı’na bağlı eğitim ve araştırma hastanelerinde de ciddi sayıda (yaklaşık 1500 kişi) eğitim görevlisi bulunmaktadır. Bunların yarıdan fazlası ise akademik unvana yani profesör ve doçent ünvanlına sahiptirler. Bu eğitici kadronun üniversite kadroları ile ilişkilendirilmesi, 13 bu kişilerin üniversite bünyesinde yer almaları sağlık eğitimi açısından faydalı olacaktır. Bu ilişkilendirme mevcut üniversitelerle yapılabileceği gibi yeni “Sağlık Üniversiteleri” kurularak da yapılabilir. Sağlık meslek liseleri ile üst öğrenimlerindeki mezun sayıları ve aktif çalışma durumları birlikte değerlendirildiğinde ise hemşirelik programı hariç, sağlık meslek liselerinin sağlık lisesine dönüştürülmesi durumunda; bu liselerde eğitimi verilen alanlardaki sağlık insangücü ihtiyacının üst öğrenimlerinden karşılanabileceği anlaşılmaktadır. Ayrıca ortak programa geçilmesiyle 17 bin kişilik bir kontenjana ulaşılması mümkündür. Bu bağlamda, hemşirelik hariç insangücü açığının da oluşmayacağı ifade edilebilir. Sağlık lisesi mezunlarına ek puan verilerek üst öğrenime geçişleri sağlanabilir. Sağlık liselerinde sağlık alanına özgü temel bilgileri alarak üniversiteye dayalı eğitimden mezun olan sağlık meslek mensuplarının yetişmesi ise sağlık 14 hizmetlerinin kaliteli sunumunu da beraberinde getirecektir. Üst öğrenim yapmak istemeyen sağlık lisesi mezunları için ise ara sağlık elemanı olarak çalışabilecekleri pozisyonlar belirlenerek sağlık kuruluşlarında açık bulunan yardımcı eleman istihdamı sağlanabilir. Ayrıca, sağlık meslek liselerinin sağlık liselerine dönüştürülmesiyle, mezunlarına mesleki unvan verilmemesi durumunda; günümüzde lise ve önlisans düzeyinde eğitimleri olan Anestezi Teknisyenliği ve Teknikerliği gibi aynı alanlardaki meslek mensuplarının görev, yetki ve sorumluluklarının belirlenmesinde yaşanan sorunlar da giderilmiş olacaktır. Çok ihtiyaç bulunan hemşirelik programına gelince; 2012 yılından itibaren sağlık meslek liseleri hemşirelik programlarına öğrenci alınmayacağı ve 2015 yılında bu programdan son mezunların verileceği düşünüldüğünde lisans düzeyindeki hemşirelik programlarının mevcut kontenjanlarının 2023 yılında tahmin edilen aktif çalışacak hemşire insangücü hedefini karşı- layabilmesi mümkün değildir. Bu sebeple, 2012 yılından başlayarak 5 yıl süreyle hemşirelik lisans programlarının mevcut kontenjanında %30 artış yapılması, lisans programlarının yaklaşık yarısında ikinci öğretime başlanarak mevcut kontenjanın % 40’ı oranında öğrenci alınması durumunda; aktif çalışanlar, 2015 yılına kadar sağlık meslek liselerinden mezun olanlar ve 2023’e kadar lisans programlarından mezun olanların toplam sayısı yaklaşık 352 bin olacaktır. Böylece, 2023 yılında tahmin edilen aktif çalışacak insangücü hedefi karşılanabilecektir. Üniversitelerdeki bu kontenjan arttırımı gerçekleşmediği takdirde ise hemşire açığını kapatmak mümkün olmayacaktır ve kanuni düzenleme yapılarak liselerdeki hemşirelik programlarına devam edilmesi gerekecektir. Her yönüyle dünyanın gözünü diktiği ve yakından izlediği lider bir ülke olan 21. Yüzyıl Türkiye’sinde sağlık eğitimi alanında da büyük gelişmelerin olacağına ve bunu başaracağımıza yürekten inanıyorum. E D ’ E Y İ K R E TÜ N İ M İ T İ Ğ E K I L Ş I Ğ K A A S B R İ B L E GEN A NSAY ETİ han Ç ök Dr. G . f o r P şkanı K Ba YÖ 16 Ü lkemizde Yükseköğretim Kurumlarında 2011-2012 eğitim-öğretim yılında 3.780.916 öğrenci önlisans, lisans ve lisansüstü düzey ile tıpta uzmanlık düzeyinde eğitim görmüştür. Yine ülkemizde aynı eğitim yılında sağlık alanında ve tüm eğitim düzeylerinde 128.000’i aşkın öğrenci başarılı bir şekilde eğitim almıştır. Sağlık alanında eğitim alan öğrencilerimizin önemli bir kısmını Tıp, Diş Hekimliği, Eczacılık ile Hemşirelik eğitimi oluşturmaktadır. Üniversitelerimiz; sağlığın bu dört alanına yönelik ülke ihtiyaçlarını dikkate alarak önemli gayret göstermektedirler. 2011 yılına ilişkin Tıp Fakültelerinde 8.900, Diş Hekimliği Fakültelerinde 2.271, Eczacılık Fakültelerinde 1.509 öğrenci varken, 2012 yılında bu eğitim programlarının kontenjanları sırasıyla; Tıp Fakültelerinde 9.570, Diş Hekimliğinde 2.785 ve Eczacılıkta 1.660’a yükselmiştir. Hemşirelik eğitiminde ise öğrenci sayısı 44.000’i geçmiş bulunmaktadır. Bu dönemde eğitim veren 63 Tıp Fakültesinde 10.856 öğretim üyesi 42.000 dolayında tıp öğrencisi ve 12.704 tıpta uzmanlık öğrencisi 4.255 lisansüstü eğitim öğrencisine en iyi eğitimi vermek için üstün çaba sarf etmektedirler. Yukarıda özetle verilmeye çalışılan rakamlar yüksek gibi görülse de ülkemizde hekim ve hemşire ihtiyacı halen devam etmektedir. Eğitim birimlerimiz ülkemizin bu önemli ihtiyacını belli bir zaman dilimi içinde karşılamak üzere kurumsal imkânlarını seferber etmişlerdir. Yükseköğretim Kurulumuz 2012 - 2012 eğitim yılı hazırlıklarını en üst düzeyde sürdürmektedir. Bir taraftan birimlerin fiziksel kapasitelerini dikkate alarak kontenjan belirlemesi yaparken; diğer taraftan verilen eğitim türlerinin kalitesini ve niteliğini artırmaya yönelik önemli çaba sarfetmektedir. Burada temel amacımız sağlığın temel alanlarında eğitim kalitesinden ödün vermeden nitelikli, iyi yetişmiş başta hekim ve hemşire olmak üzere sağlık hizmeti sunan tüm sağlık çalışanı ihtiyacını karşılamaktır. Bu yönde gayretlerimiz artarak devam edecektir. Sağlık hizmeti bir bütündür. Hekim, uzman hekim, hemşire, eczacı, fizyoterapist ve tıbbi psikolog, tekniker, teknisyen ve laborant bu hizmetin en önemli paydaşlarıdır. 17 Bu nedenle iyi bir sağlık hizmeti vermek ancak paydaşların birbirini tamamlayıcı, destekleyici bir şekilde davranmasıyla gerçekleşir. Bu da hizmet zincirinde yer alan sağlık çalışanlarının iyi yetişmesi, kendilerine iyi eğitim verilmesi, çağdaş bilgi beceri ve donanımla yetiştirilmeleriyle gerçekleşir. Biz yönetim olarak bunun çabası içindeyiz. Yükseköğretim Kurulumuz 2 Şubat 2008 tarihli bir yönetmelikle başta tıp doktorluğu olmak üzere, hemşirelik, ebelik, diş hekimliği, veterinerlik ve eczacılık programlarının asgari eğitim koşullarını belirlemiştir. Bu yolla bu mesleklere sahip kişilerin mesleki yeterliliklerinin Avrupa Birliği Üyesi ülkelerde tanınabilmesi için bu alanlarda yürütülen yükseköğretim programlarına eğitim müfredatlarının ve eğitim sonunda kazanılması gereken bilgi, beceri düzeyleri belirlenmiştir. Yine aynı amaca yönelik olarak Tıp, Diş Hekimliği, Eczacılık ve Hemşirelik eğitimi alanlarında “Çekirdek Eğitimi Programları” sürdürülmektedir. Bu alanlarda eğitim veren kurumlarda eğitimin içeriği %60-65 dolayında aynı içerikte ve düzeyde verilerek 1. Basamak Sağlık Hizmetlerinde (Aile Hekimliği) aynı bilgi ve beceri, aynı tutum ve davranış kazandırılması sağlanmaktadır. Ayrıca Kurulumuz komisyonlarında Tıp Fakültelerimizin yeniden yapılandırılması amacıyla işleyiş ve teşkilat yapısı gözden geçirilmek- 18 tedir. 21.05.2009 tarihli genel kurul kararı ile Tıp Fakültelerinin bölüm, anabilim dalı ve bilim dalları yeniden tanımlanmıştır. Bu genel kurul kararının içeriğinin güncelleştirilmesi yeniden gözden geçirilmesi çalışmaları sürdürülmektedir. Bu çalışmaların sonuçlandırılmasına katkıda bulunmak amacıyla Kurulumuza alanında tecrübeli öğretim üyelerimizce brifing verilmiştir. Bu çalışmalar devam etmektedir. Yanı sıra Yükseköğretim Kurulumuza bağlı üniversitelerimizde yer alan Tıp Fakülteleri ile Sağlık Bakanlığına bağlı “Eğitim ve Araştırma Hastaneleri”nde Tıpta Uzmanlık Eğitimi verilmektedir. Kurulumuza bağlı birimlerden temsilciler ile Bakanlığa bağlı birim temsilcilerinin yer aldığı “Tıpta Uzmanlık Kurulu”nda Tıpta Uzmanlık Eğitimi’nin standartları, uzmanlık eğitiminin kalitesi, eğitim dalları ve yandalların tanımlanması ile eğitimin süresi gibi çok önemli konular birlikte değerlendirilerek uygulamaya konulmaktadır. Bu da ülke genelinde sağlık hizmeti sunacak uzman hekimlerin hem Tıp Fakültelerinde hem de Bakanlığa bağlı eğitim ve araştırma hastanelerinde aynı içerik, aynı nitelikte yetişmesine önemli katkı sağlamaktadır. Bir diğer özel önem verdiğimiz ve çaba gösterdiğimiz alan Hemşirelik Eğitimidir. Hemşirelik eğitimine ilişkin olarak; belli bir düzeyi yakalayan ve yeterli sayıda öğretim üyesi kadrosunu barındıran Hemşirelik Yüksekokullarının Hemşirelik Fakültesi kuruluşuna geçmesi sağlanmıştır. İstanbul ve İzmir’deki hemşirelik yüksekokulları bunun ilk örnekleridir. Bu okullarımız bir yandan normal eğitimlerini sürdürürken, diğer yandan lisansüstü eğitime önem vererek hemşirelik alanında çok ihtiyaç duyulan öğretim üyesi yetiştireceklerdir. Hemşirelik Fakültelerimizden bu gayreti bekliyoruz. Öte yandan tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de toplum yaşlanmaktadır. Geriatri ve Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon hizmetleri önem kazanmaktadır. Buradan hareketle hem halen ihtiyaç duyulan Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon hizmetlerinin istenilen düzeyde verilmesi hem de uzun vadede ihtiyaç duyulan fizyoterapist ile fizyoterapi teknikerlerinin ülkemizde belli sayıya ulaşması için fizyoterapist yetiştiren kurum ve kontenjan artışına önem vermiş bulunmaktayız. Buna göre geçtiğimiz yıl fizyoterapist yetiştiren birim ve programlarda 11.682, bu alanda önlisans düzeyde eğitim veren programlarda ise 6.700 dolayında öğrenci eğitim görmüştür. Sağlık alanına yönelik eğitim programlarında önceliğimiz kaliteli ve nitelikli eğitimdir. Bundan asla ödün veremeyiz. İnsan sağlığı her şeyin önünde gelir. Buradan hareketle Yükseköğretim Kurumlarımızda verilen her düzeydeki sağlık eğitiminin çağdaş düzeyde sürdürülmesi için her türlü gayreti göstereceğiz. Diyabet_235x300.fh11 7/2/12 12:45 PM Page 1 C M Y CM MY CY CMY K BEYAZ ÖNLÜKLÜ FAKÜLTELER 20 Emre BASGÖZE Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dahiliye Asistanı 2011 Mayıs Dönemi TUS Birincisi İ nsan sağlığı üzerine söz söyleyebilmek ve insanlara şifa sunabilmek geçmişten günümüze hekimliğin tüm meslek gruplarından daha farklı bir konumda yer almasına sebep olmuştur. Hekimler eski medeniyetlerde “Tanrı’nın insana uzanan eli” olarak nitelendirilmiştir. Günümüzde de teknolojik gelişmelerle birlikte tanı ve tedavi yöntemlerinin genişlemesi hekimliğin önemini daha da artırmaktadır. Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de tıp eğitimi alabilmek her zaman cazibesini korumuştur. Özellikle ülkemizde geride bıraktığımız 2001 krizinden sonra insanların iş noktasında daha garanti mesleklere yönelimi zaten popüler olan tıp fakültelerini daha da popüler hale getirmiştir. 2000’li yılların başında üniversitelere giriş sınavında en başarılı öğrencilerin tercih ettiği bilgisayar, elektronik, endüstri mühendislikleri gizemini yitirmiş ve onların yerine tıp fakülteleri daha da ön plana çıkmıştır. Böylece 3 büyük şehirde tıp fakültesi okuyabilmek üniversite giriş sınavında ilk 3000 içerisinde yer almayı zorunlu kılmıştır. Ülkemizin en başarılı öğrencilerinin tercih ettiği tıp fakülteleri, sağlık sektöründeki hizmet kalitesinin artmasına paralel olarak artan ihtiyaçla birlikte de popülaritesini uzun yıllar devam ettireceği kanaati uyandırmaktadır. Birçok ebeveyn, özellikle çocukları başarılıysa, muhakkak onlara doktor olmaları yönünde telkinde bulunurlar. Hekimliğin sosyal statüsü ve beraberinde ekonomik gelirin birçok meslek grubuna göre daha iyi olması bu telkinlerde en önemli unsurlar olsa gerek. Geçmişte ülkemizde doktor sayısının az olması ve sağlık hizmetlerine ulaşılabilirliğin yetersiz olması, sağlık sektörünün en önemli aktörü olan doktorların önemini daha da artırmaktaydı. Son yıllara kadar serbest muayenehanecilikle birlikte hekim kazançları da toplum ortalamasının göreceli olarak üstündeydi. Tüm bunlarla birlikte mezuniyet sonrası devlet kadrosuna hemen atanabilmek tıp fakültelerinin ebeveynler açısından her zaman cazip bir üniversite kapısı olarak düşünülmesini sağladı. Tıp eğitimi ülkemizde şu an için 80’e yakın fakültede verilmektedir ve bu fakülteler yıllık 7000-8000 civarında bir mezun potansiyeline sahiptir. Son 10 yılda tıp fakültesi ve mezun sayısında %100 civarında bir artış kaydedildi. Artan sağlık sunum kalitesiyle birlikte mevcut açığın daha da artması, doktor sayısının yetinilebilir hale gelmesi için tıp fakültelerinden mezun sayısını artırmayı gereklilik haline getirdi. Güncel sağlık politikaları dâhilinde 2023’te mevcut doktor sayısının 2 katına çıkması bekleniyor. Tabi tüm bunlarla birlikte fakülte ve mezun sayısındaki bu hızlı artışla beraber eğitim kalitesi de sorgulanır hale geldi. Çünkü alt yapı açısından en geniş donanımı ve akademik kadroyu gerektiren fakültelerin bu hızda çoğalması nicelik hedefini sağlarken, nitelik anlamında ne kadar yeterli olunabileceğini gelecek yıllar daha iyi ortaya koyacaktır. Tıp öğrenimi uzun ve meşakkatli bir süreç içermektedir. Pratisyen 21 hekim olabilmek için 6 yıllık bir eğitim almak gerekir. Bu eğitim dâhilinde ilk 2-3 yıl temel bilim, 4.-5. yıl klinik bilim ve en son yıl da internlük olarak adlandırılır. Temel bilimler kapsamında insan vücudunun yapısı, işleyişi, dokuların ve sistemlerin organizasyonu açısından klinik bilimlere alt yapı teşkil edecek esas bilgiler ve uygulamalar kazandırılır. 4.-5. Yıllarda, branş branş hastalıkların bilgisi ve yine pratiğinin öğretilmesi amaçlanır. Uygulama eğitimleri tıp fakültesi eğitim sürecinin en vazgeçilmez parçasıdır. Örneğin, temel bilim yıllarında bir kadavraya neşterle dokunmadan anatomi öğrenebilmeniz çok mümkün olmaz ya da dâhiliye servisinde kalp yetmezliği olan bir hasta görmeden sadece teorik bilgilerle gelecekte kalp yetmezliği olan bir hastaya tanı koymanız düşünülemez… İnternlük yılında ise tamamen uygulamalı hekimlik faaliyetlerine yönelik yorucu bir eğitim yılı sizi beklemektedir. İntern tıp fakültesi öğ- 22 rencisi geçmiş yıllarda kazandığı tüm teorik ve pratik becerilerini 1 yıl boyunca hastanenin tüm kliniklerinde rotasyon halinde bulunarak ortaya koyar. Birçok üniversite hastanesinin iş yükünü de böylece intern öğrenciler omuzlamış olurlar. Ayrıca internlük dönemininde zorlu TUS(Tıpta Uzmanlık Sınavı)’na hazırlanılması da gerektiğinden bu yıl tıp fakültesi mensupları açısından en zor, en yoğun ve en stresli dönem olarak düşünülebilir. Tıp fakültesini birçok teorik ve pratik sınavda başarılı olarak bitirdiğinizde karşınızda iki seçenek sizi beklemektedir: TUS’ta yeterli puanı alarak herhangi bir branşta 4 ile 6 yıl arasında değişen bir uzmanlık eğitimi almak ya da sağlık bakanlığına mecburi hizmetinizi pratisyen hekim olarak ifa etmek… Ancak bu noktada hatırlatılması gereken, uzmanlık eğitiminizi tamamladığınızda da sizi uzman hekimlik mecburi hizmetinin beklediğidir. Şayet mecburi hizmeti- nizi yerine getirmezseniz pratisyen hekimlik ya da uzman hekimlik belgelerinizi alamayacaksınız, dolayısıyla bu da mesleğinizi serbest olarak icra edemeyeceğiniz ya da özel bir kurumda çalışamayacağınız anlamına gelir. Hekim olarak; havale geçiren bir bebeğe gerekli müdahaleye yaparak nörolojik olarak sekelsiz yaşamasına katkı sağlamak, bir kanseri erken teşhis ederek o kişinin daha uzun yıllar sağlıklı yaşayabilmesine katkıda bulunmak ya da gözleri katarakt nedeniyle görmeyen bir insanın dış dünyayla tekrardan irtibatını kurabilmek maddi ve manevi tüm hazların üstünde yer alıyor olsa gerek… Şifa verme hazzını henüz yeni yaşamaya başlayan biri olarak tarif edilemeyecek lezzette olduğunu belirtmek istiyorum. Aslında manevi tatminin bu denli ön planda olduğu bir mesleğin de sürekli çekiciliğini koruyor olması doğal olarak karşılanmalı... Tıp Eğitimi ve Adanmışlık Prof. Dr. Turhan YAVUZ SDÜ Tıp Fakültesi Kalp ve Damar Cerrahisi T ıp eğitimi, süre olarak dünyanın en uzun eğitimidir. Esas önemli olan, aynı zamanda yaşam tarzı olan teknik bir disiplinin kişiye usta-çırak ilişkisi tarzında öğretilerek, öğrenilen bilgilerin tüm hayat boyunca bıkmadan usanmadan uygulanması gerekliliğidir. Öyle ki, tıp eğitimi başladığı günden itibaren kişilerin kendilerine ait hayatları birçok açıdan ertelemelerle sürerken, ilk ve en önemli yaşam tercihi mesleki açıdan kişilerin kendisini geliştirmeleri olmaktadır. Tıp aslında adanmışlık demektir. Kendi hayatınızı ve önceliklerinizi düşünmeden diğer insanlara kendini adamak, onların acılarını dindirip yüzlerinin gülmesini sağlamak için bıkmadan usanmadan çaba göstermektir. Eğer insanları gerçekten seviyorsanız ve bu sevgi her şeyin önündeyse siz tıp eğitimi almalısınız, doktor olmalısınız. Günümüzde, insan sevgisinden önde yer alan, okul bitirildiğinde iş imkanının net olması ve hatta mecburen devlet tarafından göreve başlatılması gibi durumlar tıp tercihindeki temel neden olsa da zamanla bu eğitime başlayanlar içlerinde mesleğin büyüsü ve maneviyatını hissetmektedir. Eğitim süresinin uzun, bu 24 eğitimin zor ve yıpratıcı bir eğitim olması temel mesleki zorluk olmakla birlikte, hayat boyunca stabil kalmadan öğrenilenlerin sürekli yenilenme gerekliliği tıp eğitiminin esas zorluğunu oluşturmaktadır. Özellikle sürekli hasta ve hastalıklarla uğraşmak kişilerde ruhsal yorgunluğa neden olabilmekte ve bazen çaresiz hastalıklar karşısında yeterli tedavinin sunulamaması hekimlere yetersizlik hissi verebilmektedir. Ekonomik boyut, bu zorluk içinde önemsiz bir kısım oluşturmaktadır. Hızlı bilimsel gelişmeler, tıp eğitimini bitirenlerde aslında hiçbir şey öğrenemediği izlenimi vererek, yetersizlik ve moral bozukluğuna neden olabilmektedir. Ancak belirli bir zaman içinde, uygulamalarla beraber etkin sağlık hizmetine başlayan hekimler kişilerin yüzlerinde oluşturdukları gülümsemeyle inanılmaz bir haz yaşamaktadır. Günlük hayatın önemli sohbet malzemesi olan hasta ve hastalıklar aynı zamanda tıp doktorlarını hayatın merkezine yerleştirmekte ve doktorlara sorumluluk yüklemektedir. Direk insana yönelik bu meslek, eğer empati yapabilirseniz, kişilerde 5 duyunun üzerine vicdani duyuları da geliştirmekte ve onları toplumun liderlik konumuna getirmektedir. Özellikle gelişen teknoloji ve bilim en önce tıp alanında uygulamalar ve yeniliklere neden olmaktadır. Bu, tıp eğitimi alan doktor adaylarına sorumluluk yüklemektedir. Özellikle uygulama alanının direk insan olması eğitim sırasında yapbozlara imkan olmaması kişilerin mesleki gelişmelerini azaltmaktadır. Bu nedenle tıp eğitimi mümkün olduğunca en erken sınıflardan itibaren uygulamaya “hekimler kişilerin yüzlerinde oluşturdukları gülümsemeyle inanılmaz bir haz yaşamaktadır” yönelik olmalıdır. Özellikle hasta ve tedavi modelleri oluşturularak similasyon eğitimleri verilmeli ve direkt uygulamalarda hata yapmadan, modelerde hata yapılarak öğrenilmesi ve böylece insanlara zarar verilmemesi sağlanmalıdır. Kliniklerde az sayıda öğrenci ve öğretim üyesinin sürekli etkileşimleri ile interaktif olmaları, yaz tatilllerinde ve diğer uygun zamanlarında gerekirse ücret verilerek öğrencilerin hastanede çalışmaları ve bu şekilde kendilerini geliştirmeleri mümkün kılınmalıdır. Usta-çırak ilişkisi tıp eğitiminin olmazsa olmazıdır. Sürekli hastalarla beraber olan tıp doktoru adayı, mesleğine başlamadan pratiklik kazanmalı ve mesleğinin ince- liklerini ustalarından öğrenmelidir. Özellikle sanatsal ve sosyal ilgi alanları konusunda da eğitimleri pekiştirilerek kendi dünyaları geliştirilmelidir. Tıp fakülteleri, hasta muayene edilen yataklı tedavi kurumları olmanın yanı sıra öğrenci ve uzman hekim yetiştiren kurumlardır. Bu nedenle alt yapı ve imkanların buna uygun belirlenmesi gereklidir. Öğrencilerin ikinci planda tutulduğu, özellikle performans vb uygulamalar veya ekonomik kaygılar nedeniyle temel amaçların unutulup sadece hastaların bakıldığı özel hastaneler gibi bir uygulama tıp fakültelerinde kabul edilemez. Bu, yetişen hekim kalitesi ve tıp mesleğinin gerilemesine neden olabilir.Eğitim sırasında serbest tartışma ortamları oluşturulup; alternatif düşünebilen, algıları ve melekeleri güçlü hekimler yetiştirilmelidir. Bir yaşam tarzı olarak “tıp mesleğine” gönül vermiş tüm hekim ve hekim adayları sadece bir an kendilerinin hasta olduğunu düşünüp, karşılarındaki doktorun kendilerine nasıl davranmasını istiyorlarsa hastalara böyle davranmalı ve eğitimlerinde bu gerçekliği unutmamalıdır. 25 Tıp Fakültesi Tercihi Murat AKSOY Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi 3.Sınıf Öğrencisi Türkiye Öğrenci Konseyi Sağlık, Spor, Çevre Üst Komisyon Başkanı H ayatımızda sınavlar sonrasında oluşan dönüm noktaları vardır. Ülkemizde bunun en önemlisi üniversite sonrası yaşadığımız tercih dönemlerindeki dönüm noktalarıdır. Yaşanan bu dönem, hayat boyunca yapacağımız mesleği belirlemesi fikri ile beni her zaman telaşlandırmıştır. İşte bu dönemde puanın miktarı, çevrenin söyledikleri bizi bir tercihe yönlendiriyor. Tıp fakültesini tercih etme ve ettirme fikri ise en ağır basan yönlendirme oluyor çoğu zaman… ‘Tıpçı olmak’ dediğimiz, tıp fakültesi öğrencisi olmakla alakalı ilk duyduğumuz cümle; “Hekimlik bir meslek değil hayat biçimidir.” olmuştu. Gerçekten eğitimin ilk gününden itibaren farklı bir durumun içinde 26 olduğunuzu hissediyorsunuz. Eğer isteyerek yazmamışsanız ve düşünmeden adım attıysanız bu fakültede zorlanabileceğiniz pek çok nokta oluşuyor. Öncelikli olarak ders yoğunluğunun hiçbir zaman düşmediği, sınavların ardı arkası olmadığını düşündürten bir eğitim içerisinde bulursunuz kendinizi. Tercih sırasında ve öncesinde size hissettirilen, ‘kazanınca biter’ anlayışı bu fakültede öyle çok da gerçekçi durmuyor. Dolayısıyla çok değerli, saygın bir meslek olan hekimlik mesleğinin eğitimini alma kararını alırken iyi düşünmek, ölçmek ve kendini iyi tanımak gerekiyor. Zor olsa da, sınavları bitmese de şu anda sınavlarını bitirmiş bir ‘Tıpçı’ olarak rahatlıkla söyleyebiliyorum ki iyi ki tercih etmişim. İşte bunu söyleyebilmek için bu bölümü daha önceden hayal etmiş olmak ve gerçekten hekimliği istemek çok önemli birer belirleyici halini alıyor. Aksi takdirde derslerin ve sınavların stresinin çekilmesi ihtimalini görmüyorum. Tabi gözden kaçmaması gereken bir nokta da şu ki, diğer bölümleri tercih etseniz de aynı şekilde sınav ve yoğunluk durumları geçerli olacaktır. Fakat içerik ve yoğunluk olarak tıp fakültesi biraz daha önde gözüküyor. Yani isteyerek tercih etme, çalışmayı göze alma sadece tıp fakültesi için geçerli değil. Ancak hayat tarzımız olması gereken ve gerçekten çok değerli olan hekimlik mesleğinin eğitimi de ehemmiyetini yüksek noktalara taşımıştır. Karamsar olmadan mantıklı bir şekilde ölçerek, biçerek tıp fakültesi tercihi yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu bölüm illa ki çalışılıp yapılacak, mezun olunacak bir bölümdür. Fakat her daim denildiği üzere hekimlik sadece bir meslek değil yaşam tarzıdır. İlk anından itibaren büyük heyecan duyduğum ve eğitimin zorluklarına rağmen keyif aldığım tıp fakültesi öğrencisi olmayı çoğu arkadaşımın söylediğinin aksine tavsiye ediyorum. Fakat bu tavsiyem gerçekten hekim olmayı isteyen ve bu yolda uzun bir süreyi göze alarak emek verme amacında olan arkadaşlar içindir. rar döneminde olan ve tercih etme sürecini yaşayan tüm arkadaşlarımız umuyorum ki kendilerine uygun bölümlere yerleşirler ve eğitimlerini keyifle sürdürürler. Prof. Dr. Yunus Söylet Kimdir? 1956 yılında İstanbul’da doğdu. 1974 yılında İstanbul Erkek Lisesini, 1980 yılında İstanbul Tıp Fakültesini bitirdi. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniği ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Kliniğinde uzman asistan olarak çalıştı. 1990 yılında Çocuk Cerrahisi alanında doçent, 1996 yılında ise aynı alanda profesör oldu. İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Fakülte Kurulu Üyeliği, Çocuk Ürolojisi Bilim 28 Dalı Başkanlığı, Türk Çocuk Cerrahisi Derneği Yeterlilik Kurulu Üyeliği (2002-2004), Türk Çocuk Ürolojisi Derneği Başkanlığı (2003-2005), İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyeliği (2004-2006), Sıcak Yuva Vakfı Mütevelli Heyeti ve Yönetim Kurulu Başkanlığı (2004-2008), Hekim Hakları Derneği Kurucu Başkanlığı (2004 – 2006), Sağlık Bakanlığı Yüksek Sağlık Şurası Üyeliği (2006-2008) ve 2 kez Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Üyeliği yaptı (2007-2008 ve 2009-2012). Prof. Dr. Söylet, tıp fakültesi öğrenciliği döneminde, Kantonsspital Winterthur Cerrahi Kliniği, Kantonsspital Aarau Cerrahi Kliniği ve Kantonsspital Frauenfeld Kadın Doğum Kliniğinde staj yaptı. Köln Şehri Çocuk Hastanesi Çocuk Cerrahisi Kliniğinde, Berlin Serbest Üniversitesi Çocuk Cerrahisi Kliniği ve Lazer Merkezinde, Greifswald Üniversitesi Çocuk Cerrahisi Kliniği ve Ürodinami Laboratuarında, Londra Great Ormond Street Çocuk Türkiye’de Tıp Eğitiminin Beşiği Olan İstanbul Üniversitesinin Başarısına Odaklanan Sıra Dışı Bir Rektör: Prof. Dr. Yunus SÖYLET Hastanesi Çocuk Ürolojisi Kliniğinde, Erlangen Üniversitesi Üroloji Kliniğinde, Göteburg Queen Sylvia Çocuk Hastanesi Çocuk Ürolojisi Kliniğinde, Hannover Üniversitesi Çocuk Cerrahisi Kliniğinde, Köln Çocuk Hastanesi Çocuk Cerrahisi Kliniğinde ve Berlin Westend Hastanesi Çocuk Ürolojisi Kliniğinde çeşitli çalışmalarda bulundu. Erlangen Üniversitesi Üroloji Kliniği, Zürih Üniversitesi Çocuk Cerrahisi Ana Bilim Dalı, Köln Çocuk Hasta- nesi Çocuk Cerrahisi Kliniği ve Berlin Westend Hastanesi Çocuk Ürolojisi Kliniğine davetli olarak gitti ve cerrahi uygulamalar yaptı. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Kliniği Çocuk Ürolojisi Bilim Dalı Öğretim Üyesi olan Prof. Dr. Yunus Söylet’in 200’ün üzerinde ulusal yayın, ulusal bildiri ve poster çalışması, 130’un üzerinde atıf yapılan 120 kadar uluslararası yayını, uluslararası bildirisi ve posterinin yanı sıra 3’ü yabancı dilde, 21’i Türkçe olmak üzere toplam 24 adet kitapta bölümü yazarlığı bulunmaktadır. Çok iyi derecede Almanca ve İngilizce bilmektedir. Evli ve 2 çocuk babasıdır. Kendi geliştirdiği ameliyat yöntemleri dünyaca kabul gören Prof. Dr. Yunus Söylet yurtiçi ve yurt dışında çocuk ürolojisi alanında birçok başarılı ameliyat gerçekleştirdi. Rektör olduğu süre içinde de ameliyatlarına devam eden Prof. Dr. Söylet, çocukların hep yanında oldu. 29 Üye Olduğu Kuruluşlar: Üniversite Hastaneler Birliği (Başkan), Türkiye Çocuk Cerrahisi Derneği, Ulusal Çocuk Ürolojisi Derneği, Türkiye Hemofili Derneği (Yönetim ve Denetleme Kurulu Üyesi ), Türkiye Endoskopi- Laparoskopi Derneği, ESPU (Avrupa Pediatrik Üroloji Derneği), Alman Çocuk Cerrahisi Derneği (Onur üyesi ), EUPSA (Avrupa Çocuk Cerrahisi Derneği ) ve çeşitli Vakıflarda çalışmalar sürdürmektedir. Prof. Dr. Yunus Söylet TÜBA Üyesi 2004 yılında Alman Çocuk Cerrahisi Derneği Onur Üyeliğine seçilen Prof. Dr. Yunus Söylet, 2 Haziran 2012 tarihinde TÜBİTAK Bilim Kurulu tarafından yapılan toplantıda sağlık bilimleri alanından Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) asil üyesi seçildi. Prof. Dr. Yunus Söylet’in Türkiye Projelerinden “Cerrahpaşa ve Çapa Yerleşkeleri” yerinde yeniden inşa ediliyor. İstanbul Üniversitesinde 30 2009 yılında göreve başlayan Prof. Dr. Söylet, çok sayıda değişim ve dönüşüm projesine imza attı. Göreve geldiği günden beri hayata geçirmeye çalıştığı en önemli projelerden biri olan Çapa ve Cerrahpaşa Yerleşkelerinin yenilenme projesinin danışmanlık hizmeti alımı ihale çalışması tamamlandı. Hayata geçirilecek olan proje bilimsel araştırmalar yapılması, eğitim ve toplum hizmetinin çok daha modern ortamlarda gerçekleştirilmesini amaçlanıyor. Şimdiye kadar dünya bilim literatürüne giren çok sayıda ameliyat ve tedavi tekniklerinin keşfedildiği İstanbul Üniversitesi Tıp Fakülteleri için değişim zamanının geldiğini gören Rektör Söylet start verdi ve çalışmalar başlatıldı. İçinde son sistem teknik donanımın yer aldığı, doktor ve hastaların ihtiyaçlarına uygun olarak planlanmış, modern mimari anlayışın hâkim olduğu, estetik ve depreme dayanıklı binaların yapımı için İstanbul Üniversitesi Türkiye’de bir ilke imza atıyor. İnşa edilecek Tıp Fakülteleri binalarıyla aynı zamanda başka tıp fakültelerine de örnek olacak bir model ortaya koymak amaçlanıyor. Prof. Dr. Yunus Söylet proje ile ilgili şunları söylüyor: “Birçok şeyi bir araya getirdik, değiştirdik ve sonunda kafamızda bir proje oluşturduk. Bu projenin en azından önümüzdeki elli yılın vizyonunun ihtiyacını karşılayacak bir proje olduğuna karar verdik ve o kararlılıkla, o yolda bugüne kadar yürüdük. Bu proje ülkemizin en büyük projelerinden birisi. Bunu, bu ülkenin en üst düzey yetkilileri, yetkili makamları söyledikleri için ben de rahatlıkla tekrarlıyorum. Yılların hayali gerçekleşiyor. Yılların hayalini gerçekleştirmek, iki sağlık bilimleri yerleşkemizi, geleceğe taşımak adına çok önemli bir adım atıyoruz. Öğrenci sayılarını, kontenjanları artırarak ülkemizin sağlık alanındaki dev adımlarına uygun insan kaynağını yetiştirecek, sağlığın her alanındaki yüzü aşkın meslek grubuna sağlık insanı, sağlık elemanı yetiştirecek kompakt sağlık bilimleri yerleşkelerini yapmak üzere bir yola çıkıyoruz. Bizim için en elzem olan, gecekondu usulü ekleyerek değil, önceden planlayarak, önümüzdeki 20, 30, 40 yılı planlayarak, laboratuarlarımızı doğru yerlere yerleştirmek ve bütün birimlerimizi birbirleriyle bağlantılı olan, hastalarımızı bahçede yağmurun altında dolaştırmak zorunda kalmadığımız, birbirine geçişli, modern, çağdaş, sağlam, estetik, fiziksel altyapıları tam binalar olarak yapmak.” Değişim ve Dönüşüm Projelerinin meyveleri alınmaya başlandı: 2009 yılında İstanbul Üniversitesi Rektörü olarak göreve başlayan Prof. Dr. Yunus Söylet önemli değişim ve dönüşüm projelerine imza atarak, üniversitenin dünya sıralamalarındaki yerini daha üst seviyelere çıkardı. İstanbul Üniversitesi 3 yıl içinde bilimsel yayında % 24’lük rekor bir artış sağladı. Bu değişim ve dönüşüm projeleri kapsamında; Sağlık Bilimleri, Açık ve Uzaktan Eğitim ve Hemşirelik Fakülteleri kuruldu. İSUZEM (Uzaktan Eğitim Merkezi) ile eğitimde uzaktan eğitim ve açık öğretim yöntemlerinin kullanılmaya başlanması sağlandı. İÜ hastaneleri yapılanması projesi ve Hastaneler Genel Direktörlüğü (HAGED), Emekli olan İÜ akademisyenleri için Yaşam Boyu Destek Merkezi (YABODEM), İÜ Çocuk Üniversitesi, İÜ Patent Ofisi, İÜ Sürekli Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi ve İÜ Kariyer Geliştirme Merkezi (ÜNİ- KAGEM) yine bu dönemde kuruldu. İÜ Teknokent’i, Öğrenci İşleri Otomasyon Entegrasyon Projesi, İÜ mensupları için konut projesi (UNİ- KONUT), İÜ Hastanelerinin stratejik yönetimi ve koordinasyonunun daha etkili kılınması amacıyla İÜ Hastaneleri Otomasyon Projesi (İSHOP), Kurum içi bilgi ve belge süreçlerinin dijital ortama aktarılmasını amaçlayan İÜ Kurumsal Otomasyon Projesi (İSKOP), Eğitimde Yapılanma ve Yenilenme Bilgi Sistemi Projesi (EYYBiS), Atatürk’ün İÜ’den alarak okuduğu kitapların dijital ortama aktarılarak okurlara ulaştırıldığı “Atatürk’le Okumak” Projesi, Süleymaniye Evleri ve tarihi yapıların yenileme projesi, Engelsiz Kütüphane projesi, Kadın Basketbol Takımı’nın Güçlendirilmesi ve Alt Yapı Olanaklarının Arttırılması Projesi gibi pek çok proje hayata geçirildi. Bunların dışında çok sayıda yeni projenin başlamasına da olanak sağlayan Prof.Dr. Yunus Söylet İstanbul Üniversitesinin başarısı için çalışmaya devam ediyor. 31 Yeryüzü Doktorları üyesi olan Prof. Dr. Söylet, Filistin ve Kenya’da birçok çocuğun ameliyatını gerçekleştirdi. İÜ Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet ve ekibi Kenya’nın Mombasa şehrinde 24 çocuğu ameliyat etti. Kenya’da yapılması güç olan ve özel uzmanlık gerektiren ameliyatları başarıyla gerçekleştirdi. Yeryüzü Doktorları (Doctors Worldwide) Türkiye Şubesi’nin çalışmaları kapsamında Mombasa şehrinde bulunan Sayyıda Fatımah 32 Hospital’de 32 çocuğu muayene eden Prof. Dr. Söylet, bu çocuklardan 24’ünün “güç seviyedeki” ameliyatlarını başarıyla gerçekleştirdi. İstanbul’da rahat uyumak için dünyanın her yerindeki insanların rahat olması gerektiğini belirten Rektör Söylet, 2011 yılının Temmuz ayında da Yeryüzü Doktorları Türkiye Şubesi’nin çalışmaları kapsamında Filistin’e gitmiş ve birçok çocuğu ameliyat etmişti. Sosyal Medyayı en çok kullanan Rektör Sosyal paylaşım ağı Twitter’da Türkiye’deki rektörler arasında en aktif olan ve en çok sayıda takipçisi bulunan Rektör Prof. Dr. Söylet bu konu hakkında şunları söylüyor: “Bugün artık her şey çok değişti. Bilgi çağında yaşıyoruz. Bana göre ortak akıl çağına girdik ama hâlâ bilgi çağının etkileri hızla devam ediyor. Bilgiye kolay ulaşan ve bize göre çok farklı. Yeni jenerasyon diye de ifade edilen bir gençlik var karşımızda. Bu gençlik, hakkını farklı arıyor. Bizden çok daha farklı ve hızlı bilgiye ulaşıyor. Talep etmesini daha çok biliyor ve başarıyor. Bizler de onlara ayak uydurmak zorundayız.” İÜ Diş Hekimliği Fakültesi öğrencilerinin yemekhane istekleri doğrultusunda Prof. Dr. Yunus Söylet’e attıkları tweet, bir yemekhanenin yeniden yapılmasını sağladı. Tweet sonrası gerekli çalışmaları başlatan ve yemekhaneyi kısa sürede öğrencilerin istediği biçimde hizmete hazırlayan Prof. Dr. Yunus Söylet, öğrencilerle birlikte yemek yedi. Prof. Dr. Yunus Söylet, öğrencilerin, öğretim üyelerinin, memurların zaman ve mekândan bağımsız olarak ulaşabildikleri bir rektör olarak dikkat çekiyor. Dağlarda Çocuk Olmak Yazı – Fotoğraf – Şiir: Arif AVİZE Gözlerim kısık, Sarı ve sıcak bir ufuk yorgunuyum Söyle, hangi iklimlerin vurgunuyum. Saçlarından iplik iplik bir ışık sızar Dolar ruhumun göçüklerine Bakışın kurutulmuş bir mevsime uzar Ne zaman elimi uzatsam ellerine. Söyle, terkedilmiş bu yerde Hangi çağların çocuğuyum ben, Güneşin kaybolup battığı yerde Yalnız dağların yolcusuyum ben. 34 “Kahramanmaraş merkeze bağlı 75 km batıda Çokran-Yeşildere köyüne doğru, birbirine seslenen dağlar arasından uzayan toprak damlı evlerin çocukları onlar. İşitmeyen ve görmeyen bir şehrin bütün gürültüsünden uzakta, dağlarla örülü bir dünyada, şehir ışıklı bir hayal olup Kaf dağının arkasından düşüyor rüyalarına. Sözleri vardır belki söyleyemedikleri, hayalleri, arzuları, düşünceleri. Dağların sakladığı bir dünyada, unutulmuş bir çocuklu- ğun yıpranmış izleri. Aslında objektifimize düşmeden önce yüreğimize oturuyor adeta. 75 kilometrelik bir vadi boyunca karşımıza çıkan yoksul evlerin dağ kokulu, toprak kokulu, engin ve zengin gönüllü bu çocukları, “Dağlarda Çocuk Olmak Budur!” dercesine en doğal fotoğraflarıyla karşılıyorlar bizi. Bizim çocuklarımız, bu zamanın çocukları, işte fotoğraflar ve yüreğimize düşenler. Ve dağlarda çocuk olmak;” “Teknoloji onlar için çok afaki belki, Tek temsilcisi televizyon ve elektrik telleri Pek istisna bir buzdolabı Anadolu da bir köy tenhası.. Ve dağların arkasından el sallayarak geçen bu zamanın çocukları. Oysa insanın en bildik yeri değil midir Kalbinin tenhası? Ellerinde sapan oyuncaklarla Zamanın ötesinde Kendilerinden öte Zamanı avutan çocukları” e 5 yıl önc Ne tarih çok eski ne köy çok uzak, ne de çocuklar başka zamanın çocukları, asfalt kokularından uzakta,75 km batıya doğru sürecek yolculuğumuzun başlangıcında her şey normal. Yolculuk için hazırlıklarımızı yapıyor ve sarı bir sıcakta yola koyuluyoruz. Merkez Fatih kasabasını geçtikten sonra kıvrımlı yollardan yükseliyoruz. 30 km. yol aldıktan sonra rakım 1700 metre ve Elhancık yaylasındayız. Temmuz ayının sıcağında buharlaşan dağ naneleri, köylülerin deyimiyle sancı otu, aromalı ve yakıcı kokusuyla yüzümüzü yalayarak ruhumuza kadar işliyor adeta. Yayladan olsa gerek biraz serinliyoruz ve yarpuz kokulu bir çeşmeden yanan yüreklerimizi soğutup yola devam ediyoruz. Artık kayın ağaçlarının gölgelediği taşlı ve tozlu yollar şehir- den epey uzaklaştığımızı hatırlatıyor bize. İlk köyümüz olan Merkez Hacılar köyüne ulaşıyoruz ve fotoğraf maceramız başlıyor. Her şey birden bire değişiyor. Coğrafya, yollar, evler, dağ yamaçlarına zoraki kurulmuş seki tarlacıklar, insanlar çocuklar… Her şeyden en çok etkilenen çocuklar en çok etkiliyor bizi. Öyle ya zaten amacımız çocuk fotoğrafları çekmekti. Çocuklar her zaman olduğu gibi yollarımızın üstünde, utangaç, meraklı, kimi endişeli ama öyle bir bakışla düşüyorlardı ki yüreğimize, tuhaf ve buruk bir halet-i ruhiye ile basıyoruz deklanşörlerimize. Zaman geriye sarmıştı sanki. Sadece 40 km. yol almıştık. 40 km. sonra zaman 40 yıl geriye gitmişti adeta. Eski zamandan kalma bu zamanın çocukları karşımızdaydı. 5 yıl sonra (Selver ve Güner) 35 Belki yoksulluğun, belki unutulmuşluğun belki de cahilliğin yükünü en çok yüklenendi onlar. Belki yeni rengârenk elbiselerin ya da pilli oyuncak arabaların heyecanından habersiz, çizgili köy şekeri ve birkaç ucuz gofretin mutluluğundan arta kalan olanca yüklerine rağmen istisna bir tebessümle yansıyorlardı objektiflerimize. Onların mahcup bakışları altında eziliyor, suçluluğun en tuhaf duygularını hissediyorduk yüreğimizde. Yola devam ediyoruz, fotoğraf yoksullaşıyor! Yollar daha da bozuluyor, köyler ve evler daha bir virane görüntü sunmaya başlıyor. 50 km. sonra Merkez Sadıklı köyü çocukları kendi icat ettikleri oyuncaklarıyla karşılıyor bizi. Saman çuvalları üzerinde poz veriyorlar. Oyunlarına konuk olup yüreklerimize düğümlenen birkaç kare fotoğraftan sonra Kalekaya köyüne ulaşıyoruz. Unutmuştuk; çantamıza köy çocuklarına ikram için her zaman koyduğumuz çikolata bisküvi gibi şeyleri, ani bir kararla 40 derece sıcakta yola koyulmuştuk. ama onlara taşıdığımız, belki onlardan aldığımız tebessümleri çoğaltıp, yine onlara götürmesini her zaman bilerek... ve Sinan; yine tüm umudunu ve tebessümünü her şeye inat her şeyini, minik elleriyle, usulca bırakıyordu yüreğimize: -Çekirdek yer misiniz? nde Oyuncak (Kalekaya Köyü çocuklar) araba yapan (Sinan) 36 Yolda Sıla’yı görüyoruz. Çıplak ayakla, kucağına aldığı kardeşiyle yürüyor. Kardeşinin adını soruyorum: “Kader” diyor. Ve fotoğrafın adı: “Sıla’nın Kaderi” Onlar bu dağların çocukları. Farkında olması gerekenler her şeyin farkında belki, ama onlar ne çocuk olduklarının farkında ne de yaşadıklarının kader olmadığının!. Sıla (büyük kız) ve Kader (küçük kız) Biz hep gurbetin sılasını bilirdik. Sıla’nın da Kader’ i buymuş demek. ” Üşüyorum, ğim bulutlar üzerime çekti latıyor rüyalarımı ıs dünyada kaypaklaşan yorum.” sessizce düşü 5 yıl önce er ve Güner) lv Se yü kö z (Bunsu 37 Gözlerimizde dağlar yüreğimizde bu dağların çocuklarıyla devam ediyoruz. 70 km. sonra karşımızda bütün ihtişamıyla Düldül Dağı beliriyor. Hemen eteklerinde ise Merkeze bağlı en son köy olan Çokran köyü Bunsuz obası görünüyor. Şöyle bir geçerken uğrayanların uğrayamayacağı, güneşi az, suları çok, derdi Düldül dağından yüce, şelalelerinden yükselen ninnilerle avunan, dağların tüm cömertliğiyle kucakladığı, meşe,kayın, köknar ve sedir ağaçlarıyla süslenmiş bir köy Bunsuz*. Ve dağlarda çocuk olmak burada olmak demek, burada olmak dağlarda çocuk olmak demek. Selver, Güner, Neslihan, Meltem, Ali, Yusuf, Duran, Suna, Ramazan…. Kuşanarak hayallerini Gittiğin yerlere götür beni Bana da uzat, Bir kuş çırpınışına uzattığın eli Belki çocuk dokunuşların gelir. Korkuyorum bu kentin karanlığından Işık sızan saçlarının aralığından O gözlerini bana da çevir. (Melike ve Ali) (Duran) “Bana zaman sorma, Çünkü cevabını bilemediğim bu soruyu Ben kendime soramadım. Yıldızlar kaybolurken ağladım Her giden güneşin arkasına Doludizgin duygularımı katıp Burulmuş yüreğimi bağladım. Akşam “dön” derken Ve gece uykularını çekmek üzereyken Biliyorum sineye çekmek Bir şimal kadar soğuk Ve bir seher yıldızı kadar erken” Hayalleriyle kurdukları dünyanın kahramanı olamadık belki, ama onlar dünyanın tüm umarsızlığından ve gürültüsünden uzakta, Anadolu’nun bir tenhasında kalbimizin en yakınına kurdukları dünyalarıyla kahramanımız oldular. Bize gönüllerini açan bu dağların çocuklarına biz yüreklerimizi taht yapıyoruz. Her zaman bu coğrafyada olmasak da siz hep yüreklerimizin tahtında olacaksınız. Selam size bu dağların çocukları. Damlasan Gece olunca Karanlığa dolsan Sükutu getirsen dizelerinde Dizlerinde yorgun başımı bulsam Gözlerine dalsam Uyusam. (Zeynep) 38 haber İlk Kez Aynaya Baktı: “Gençleşmişim!” Akdeniz Üniversitesi Hastanesinde gerçekleştirilen operasyonla Türkiye’nin 4. yüz naklinin gerçekleştirildiği 35 yaşındaki Turan Çolak ilk kez aynaya baktı. Çolak, ‘’Bu kadar beklemiyordum, gördüğüm anda çok şaşırdım. Gençleşmişim.’’ dedi. Çolak, bu kadar iyi bir sonuç beklemediğini belirterek,’’Bu kadar beklemiyordum, gördüğüm anda çok şaşırdım. Gençleşmişim. Bu yüzü bağışlayan ailenin sayesinde oldu bu. Arada yaş farkı var. Ona rağmen yüzüm çok güzel oturmuş. Sağ olsun Ömer Hocam, diğer hocalarım sayesinde çok güzel bir yüze kavuşmuşum. Bu zamana kadar yaşantım var sayılmaz bizim için. Bundan sonrası aynı, çalışmaya devam edeceğim. Daha önce psikolojik sorunlar yaşadım. Her gün bir sorun yaşıyordum. Ama hiç olmazsa bu sorunları yaşamayacağız. Hayatımız daha güzel olacak.’’ dedi. Turan Çolak, “İlk ne yapacaksın?’’ sorusuna da, ‘’İlk olarak bu organı bağışlayan aileyle görüşmek isterim. Bir sürü organ bekleyen hasta var. Bana yüzü bağışlanan kişi, kaç kişiye hayat verdi, benim, başkalarının hayatı değişti. Ben de aynısı yapacağım, organlarımı bağışlayacağım’’ diye yanıt verdi. Sigarayı Bıraktıran Aşı İcat Edildi Sigarayı bırakamayanlara müjde! Modern tıbbın geliştirdiği sigara aşısı sigarayı bırakmak isteyip bunu başaramayan tiryakilerin sorununu kökünden çözüyor. İsviçre’de bilim adamlarının geliştirdiği anti-nikotin aşısı, ilk testinden başarıyla geçti. Aşı ilk aşamada günde 10-40 sigara tüketen kişiler üzerinde denendi. Teste tabi olanların yarısına yakını aşılı tedavi sonucu 9 40 ay içinde sigarayı tamamen bıraktı. Deneye katılan ve günde 10 ila 40 tane sigara içenlerin yüzde 40’ı, sigarayı bıraktı. “Anti nikotin iğnesi” vurulan kişilerde nikotin, etkisini gösteremiyor. Böylece nikotinin içinde yer alan ve kişiye mutluluk hissini veren madde, beyne ulaşamıyor. Bu durumda tiryaki, içtiği sigaradan bir şey anlamıyor ve eskisi gibi etkilenmediği için zamanla sigara aramamaya başlıyor. İsviçreli İlaç firması Cytos’un patent için başvurusunu yaptığı aşının tek bir dozunun etkisi çok uzun süre devam ediyor. Sigara ile savaşta bir çığır açan anti nikotin iğnesi, insan sağlığının en büyük düşmanı olan sigaraya ölümcül darbeyi indirebilecek mi? Bunu ancak 6-7 yıl sonra anlayabileceğiz. Çünkü aşının ancak 2010 yılında piyasaya sürülmesi bekleniyor. haber Fatih ACAR E-REÇETE VE AVUÇ İÇİ DAMAR İZİ UYGULAMASI BAŞLADI SGK Başkanı “Suistimalleri Önlememiz Gerekiyor Bunlar Çok Önemli ve Tarihi Adımlardır” S osyal Güvenlik Kurumu (SGK) Başkanı Fatih Acar 1 Temmuz 2012 tarihinden itibaren uygulamaya başlanan e-reçete ve avuç içi damar izi kimlik doğrulama yöntemi ile ilgili açıklamalarda bulundu. Başkan Acar, hekimlerin sisteme adapte olduklarında reçetelerin çok daha kısa sürede yazılacağını belirterek E-reçete uygulaması ile günde 1 milyon 300 bin reçete ve eki belgeleri için kullanılan kâğıttan tasarruf sağlanacağını ifade etti. Acar, yeni sistemle kırtasiye işlerinin ortadan kalkacağını, hata ve karışıklıkların en az düzeye indirileceğini, hastaların eczanede bekleme süresinin kısalacağını, eczacıların iş yüklerinin azalacağını ve en önemlisi de suistimallerin ortadan kalkacağını söyledi. Hasta ve tedavisine ilişkin bilgilerin mükerrer girilmesine gerek kalmayacağının da altını çizen Acar, hekimlerin sisteme adapte olması durumunda reçetelerin daha kısa sürede yazılacağını vurguladı. Acar, “Birçok faydanın yanında denetim- 42 lerdeki etkililik artacak.” dedi. Elektronik reçete sisteminin hasta, eczane ve SGK açısından sağlayacağı faydaları dile getiren SGK Başkanı Fatih Acar, hekimlerin bilgisi dışında reçete üretilemeyeceğini, yanlış ilaç yazılma riskinin ortadan kalkacağını ve eczacıların sisteme kaydettikleri veri sayısının 26’dan 7’ye ineceğini söyledi. Sistemin SGK açısından faydalarını da sıralayan Başkan Acar, denetimlerdeki etkinliğin artacağını, arşivleme sorununun ve reçetelerin teslimi konusunun da ortadan kalkacağını kaydetti. E-reçete uygulanamayacak hallere de dikkat çeken Başkan Acar, işyeri hekimleri, kurum hekimleri, Medula sistemini kullanmayan sağlık kurumları, majistral ilaçlar, TEB tarafından yurtdışından getirilen ilaçlar, yurtdışı sigortalıları ve Medula sisteminden provizyon alınamaması durumunda reçete yazma işleminin manuel olarak yapılmaya devam edileceğini ifade etti. 1 Temmuz 2012 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanan e-reçete sistemi çerçevesinde uygulamaya geçilen hastanelerin reçeteleri elektronik olarak düzenlemesi gerektiğini hatırlatan Acar, hekimlerin şifre almasının önemine vurgu yaparak “Bugüne kadar 60 bin hekimimiz şifresini aldı, diğer hekimlerimizin de şifrelerini alması çok önemli.” diye konuştu. Avuç içi damar izi yöntemi hakkında da açıklamalarda bulunan Başkan Acar, 2008 yılında sağlık karnelerinin kaldırıldığını, vatandaşların T.C Kimlik numarası ile muayene olabildiklerini, fakat zaman içinde bazı özel hastanelerin usulsüz olarak SGK’dan ücret tahsil ettiğini tespit ettiklerini söyledi. “Bu durumu önlememiz gerekiyordu.” diye sözlerini sürdüren Acar, avuç içi damar izi uygulamasına 1 Temmuz tarihinden itibaren pilot olarak Konya’da başlandığını kaydetti. Acar, bu sistemin de, Eylül ayı sonuna kadar suistimallerin en fazla olduğu iller dikkate alınarak en az 20 ilde, yılsonuna kadar SGK ile söz- leşmesi bulunan özel ve üniversite hastanelerinde hayata geçirileceğini söyledi. “Bunlar Çok Önemli ve Tarihi Adımlardır” SGK Başkanı Fatih Acar son olarak şunları söyledi: “Bunlar çok önemli ve tarihi adımlardır. Biz Avrupa’daki uygulamaların da ötesine geçerek sağlıkta sürdürülebilir ve suistimallerin olmadığı bir sistemi uygulamaya çalışıyoruz.” Sistemin yeni olduğunun altını çizen Acar, vatandaşlara yaşanacak sorunlar karşısında sağduyuluolmaları çağrısında bulundu. Bakan Akdağ: “Kamu hastanelerinde başlamıyoruz” Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ e-reçete uygulamasının kamu hastanelerinde henüz başlatılmadığına dikkat çekerek şunları söyledi: “E-reçete uygulaması Sosyal Güvenlik Kurumu ve Sağlık Bakanlığı’nın birlikte geliştirmeye çalıştığı bir uygulama. Şu anda özel hastanelerde ve aile hekimliğinde başlıyor. Kamu hastanelerinde henüz başlamıyoruz. Kamu hastanelerinde de başlamak için sistemin biraz gelişmesini bekliyoruz. Başlangıçta belki ufak tefek düzeltilmesi gereken kısımlar ortaya çıkabilir. Ancak netice itibarıyla hayırlı bir başlangıç, inşallah iyi olacak.’’ Sağlık Bakanlığı’dan uyarı Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Nihat Tosun imzası ile e- reçete konulu bir genelge yayınlandı. Söz konusu genelgede, “Bilindiği üzere Sosyal Güvenlik Kurumu, ödemesinin kendisinin gerçekleştirdiği reçeteleri elektronik olarak toplamak üzere e-reçete projesi yürütmekte ve uygulamaya geçiş tarihini 1 Temmuz 2012 olarak ilan etmiştir. Bakanlığımızca, ödemesi SGK tarafından yapılan reçetelere ilave olarak ülke genelinde üretilen tüm reçeteleri kapsayan ‘Ulusal e–reçete projesi’ yürütülmekle birlikte, SGK’nın Projesine de gerekli desteğin verilmesi kararlaştırılmıştır.” denildi. Bu kapsamda aile hekimlerinin, hastalarına yazdıkları reçeteleri şimdiye kadar olduğu gibi elektronik olarak yazacakları, Bakanlığın aile Hekimliği Bilgi Sistemine gönderdikleri gibi, gerçek zamanlı olarak SGK elektronik reçete sistemine de gönderecekleri belirtildi. Aile hekimliği yazılımı üzerinden yapılacak bu gönderim için AHBS firmaları ile gerekli çalışmaların tamamlandığı aktarıldı. Genelgede, şu ifadelere yer verildi: “Gönderim sonrası SGK e-reçete sisteminden bir onay kodu cevabının gelmesi ve hastaya reçetesi ile bir- likte bu onay kodunun da verilerek tercih ettiği eczaneden ilaçlarını temin edebilmesi planlanmıştır. Gerek hastalarımızın kendi ilaçlarını bilip haberdar olması, gerekse elektronik sistemlerde oluşabilecek muhtemel problemlerden etkilenmemeleri için hastalara kâğıt reçetelerinin verilmeye devam edilmesi büyük önem taşımaktadır. Aile hekimleri online olarak alacakları SGK onay kodunun olup olmamasına bakmaksızın hastalara reçetelerini kağıt formatta vermeye devam edeceklerdir. Bakanlığımıza bağlı devlet ve eğitim hastaneleri ile ağız ve diş sağlığı merkezleri ise, mevcut hizmet yöntemlerini sürdürmeye devam edeceklerdir. Hastane ve ADSM’lerin aynı zamanda ileriki tarihlerde dâhil olacakları e-reçete sistemine hazırlık mahiyetinde analiz çalışmaları yaparak Bakanlığımız Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu’na bilgi ve görüş bildirmeleri gerekmektedir. Bu kapsamda poliklinik oda sayıları, her türden bilgisayar ve yazıcı adetleri, tıbbi sekreter sayıları ile hastalara ayrılan zaman durumları dikkate alınacak ve reçetelerin hastane poliklinikleri ile servislerinde elektronik olarak yazılması halinde oluşacak durumlar değerlendirilecektir. 43 Uzm. Dr. Hınç YILMAZ Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Meslek Hastalığının tıbbi ve hukuki olmak üzere iki tanımı vardır. Hukuki tanımda işin içine adli birimler girer. Çünkü işin tazminat boyutu ve ayrıca işverenin sorumluluğu boyutu vardır. Bu nedenle meslek hastalıklarının hukuki tanımı da önemlidir. Meslek hastalığının hukuki tanımı sigortalının çalıştırıldığı işin niteliğine göre tekrarlanan bir sebeple veya işin yürütüm şartları yüzünden uğradığı geçici veya sürekli hastalık, sakatlık veya ruhi arıza halleridir (5510 sayılı kanunun 14. Maddesine göre). Burada görüldüğü üzere sigortalılar için bu tarif uygulanıyor. Peki, burada memurlar nerede? Örneğin Tarım Bakanlığı’nı düşünün burada bir mühendis var bir de tarım işçisi var. İkisi de tarlada çalışıyorlar. İkisini de kene ısırdı ve Kırım Kongo Kanamalı Ateşi 44 Hastalığına yakalandılar. Mühendis için bu bir meslek hastalığı olamıyor ama işçi sigortalı olduğu için bu onun için bir meslek hastalığı oluyor. Ne kadar tazminat alacaksa o kadar tazminatını alıyor. Ama memurun mevcut kanunlar çerçevesinde böyle bir hakkı yoktur. Maalesef böyle bir sıkıntı var. Meslek hastalığının tıbbi tanımı ise Meslekte-işte karşılaşılan risklerle ilgisi kurulan hastalıklardır. Bu tanıma göre ise meslek hastalığının herkesi kapsaması gerekiyor. Ama kanunda sadece sigortalılar bu kapsama alınmıştır. Şimdi bu kanun değişti ve 5510 Sayılı Sosyal Güvenlik Kanunu oldu. Çalışma Bakanlığı yeni iş sağlığı güvenlik kanun taslağı çalışmalarını sürdürüyor. Orada sigortalı yerine çalışan olarak tanımlanıyor. İşte çalışan denmesi ile herkes bu kapsam içine alınıyor. Bu sorunun böylelikle kalkmasını bekliyoruz. Meslek Hastalıkları Dünya Sağlık Örgütü’ne göre kimyasal kaynaklı meslek hastalıkları, fiziksel kaynaklı meslek hastalıkları, biyolojik kaynaklı meslek hastalıkları ve psiko-sosyal kaynaklı meslek hastalıkları olarak dörde ayrılmıştır. Bunlar da kendi içinde gruplara ayrılır. *Kimyasal kaynaklı meslek hastalıkları: • Ağır metaller • Aromatik ve alifatik bileşikler • Gazlar *Fiziksel kaynaklı meslek hastalıkları: • Gürültü ve sarsıntı • Tozlar • Sıcak ve soğuk ortamda çalışma • Düşük ve yüksek basınçta çalışma • Radyasyon (iyonize olan ve olmayan) *Biyolojik kaynaklı meslek hastalıkları: • Bakteriler • Virüsler *Psiko-sosyal kaynaklı meslek hastalıkları Ülkemizde kaç tane meslek hastalıkları hastanesi var? Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesi, Zonguldak Meslek Hastalıkları Hastanesi ve İstanbul Meslek Hastalıkları Hastanesi olmak üzere üç meslek hastalıkları hastanesi var. Ankara Hastanemize 66 il bağlıdır. Ülkemizde meslek hastalıklarının teşhisi ile ilgili çalışmalar sadece meslek hastalıkları hastanelerinde yürütülmektedir. Hastanelerin sorumluluk alanları çok geniş ancak bu alanlarda hâkimiyet sağlayabilecek gezici hizmet ekipleri yetersizdir. Mevcut sistemdeki bir takım aksaklıklardan dolayı bizim verdiğimiz hizmet normal hastaneciliğe dönüşmüştür. Nedeni çalışanları korumaya yönelik çalışmaların yapılmamasıdır. Bu yüzden de zaten çok az olan meslek hastalıkları hastaneleri yetersiz kalmaktadır. Aslında bizim düşüncemiz her hastanede bir tane meslek hastalıkları kliniğinin bulunması yönünde. Meslek hastalıkları yönünde eğitim yeterli mi? Tıp fakültelerinde meslek hastalıklarına yönelik eğitim verilmiyor. Halk sağlığı stajında iki saatlik bir ders var. Örneğin Almanya’da iş yeri hekimliği eğitimi 3 yıl. Bizde ise 220 saat. Bizde çalışan doktorların çoğu burada meslek hastalıkları bilgisini edindiler. Meslek hastalıklarının tanısı ve tedavisinde yaşanan sorunlar nelerdir? En büyük sorun bu konuda eğitimin yeterli verilmemesidir. Doktorlarımızın bu konuda eksikleri çok büyüktür. Bu eksiklikten dolayı da hastaların doğru teşhisleri yapılamadığı için tedavileri de yapılamamaktadır. Diğer bir sorun iş yerlerinde yapılan periyodik muayenelerin doğru yapılmamasıdır. Ayrıca iş yerlerinin denetimleri de doğru yapılmamaktadır. İş yeri hekimlerinin meslek hastalıkları konusunda bir eğitim almadıkları için bu konuda bir bilgileri yoktur. İşçiler tedavi için hastanelere nasıl ulaşıyor? Ulaşana kadar hangi zorlukları yaşıyorlar? Bu konuda pek çok örnek verebiliriz. Örneğin hastanemize bir akü fabrikasından başvuran İşçilerin kan kurşun seviyesi ortalamasının toksik ensefalopati sınırında (120µg/dl), olduğu ortaya çıkmıştır. Hastanemizin hastaların iş yeri çalışma koşullarına müdahalesi ve şelazyon tedavisi sonrası 30 µg/dl ortalamaya geriletilmesi sağlanmıştır. Halen hastanemize 22. defa Kurşun Şelasyon Tedavisi için yatan hastalar mevcuttur. Bu işçilere nasıl ulaştığımıza gelince; bu işçilerden biri rahatsızlanarak karın ağrısı şikâyeti ile ilk olarak iş yeri hekimine muayene olmuş. İş yeri hekimi ortam koşullarını bilmesine rağmen işçiye ülser ilacı yazarak göndermiş. Tabiî ki işçinin yaşadığı problemlerde bir değişiklik olmamış. İşçi daha sonra sağlık ocağına başvurmuş. Sağlık ocağı hekimi işçinin kullandığı ilaca bakıyor ve bunun şimdi daha etkili olanları var deyip daha etkili gördüğü ilacı yazıyor. İşçi bu sefer bu ilacı kullanmaya başlıyor. Tabiî ki yine hiçbir ağrısı kesilmiyor. Bu arada bir sürü doktor dolaşıyor. Çözüm bulamıyor. İşçi sonra bir hastaneye gidiyor. Hastanedeki dâhiliye uzmanı senin ülserini bu ilaçlarla tedavi etmek zor. Bunun üçlü tedavisi var. Sana o tedaviyi uygulayalım diyor. İşçi bu sefer de ülseri için üçlü ilaç tedavisi görüyor. İşçinin şikâyetlerinde hiçbir azalma olmuyor. İşçi tekrar hastaneye gidiyor. Dâhiliye uzmanı bu sefer endoskopi ve kolonoskopi yapıyor. İnce bağırsaklarında birkaç tane 45 polip görülüyor. Doktor başka bir şey bulamadığı için şikâyetlerini polipe bağlayıp tekrar bir iki ilaç yazıyor. Tabiî ki işçinin şikâyetleri yine geçmiyor. Bu sefer adam psikolojik problemlerinin olduğunu düşünmeye başlıyor. Bu arada birde nefroloji bölümüne görünüyor. Hastada Ailesel Akdeniz Ateşi var mı diye genetik bir test yapılıyor. Çünkü Ailesel Akdeniz Ateşi Hastalığı’nda da bu tür şikâyetler yaşanmaktadır. Neyse ki işçide bu hastalığa da rastlanmıyor. Sonra işçi bir cerraha gidiyor. Oda karın içi bir müdahale ile bakıyor. Bir şey bulamıyor. Sonunda adama diyorlar ki sende bir şey yok. Sen kendini hasta zannediyorsun. Sen birde psikiyatri servisine git. Psikiyatri doktoru da bir anlam veremiyor ama konuşma sırasında işçi doktora iş yerinde bir sürü kişinin karnının ağrıdığını söylüyor. Doktor sonra nerede çalıştığını soruyor. İşçi akü sanayinde çalıştığını söylüyor. Doktor sorularıyla işçilerin kurşunla sürekli temas halinde olduklarını öğreniyor. Diğer işçilerin de rahatsız olduğunu duyduğu için çoklu zehirlenmeden şüpheleniyor. Doktor kurşunun kanda birikmesi ile oluşan etkileri araştırıyor. Ağır metaller kişide semptomatik olarak kas iskelet sistemi rahatsızlıklarına veya gastroentorojik sistem rahatsızlıklarına neden oluyor. Sonra işçiye di46 yor ki senin kanında kurşun olabilir. Kandaki kurşun oranına bir bakalım. Kandaki kurşun oranına bakmak için atomik absorbsiyon denilen bir cihaza ihtiyaç var. Bu cihazda hiçbir hastanede bulunmuyor. Sanayide kullanılan bir cihaz. Hıfzıssıhha laboratuarında, özel laboratuarlarda ve bazı eczacılık laboratuarlarında bulunuyor. Dışarıda bir yerde ölçüm yaptırıyorlar. Bir bakıyorlar ki kandaki kurşun seviyesi çok yüksek. Tabi ki doktorlarımıza meslek hastalıkları eğitimi verilmediği için ancak bu kadar aşamadan sonra tespit sağlanıyor. Doktor tanıyı koyduktan sonra seviniyor. Doktorların bizim hastanemizin olduğundan da haberi yok. Araştırma yaparken bizim hastanemizi buluyor. İşçiyi bizim hastanemize gönderiyorlar. Bizim hastanemize bir hasta geldiği zaman biz hastaya yaşını ve cinsiyetini sormayız. İlk olarak ne iş yaptığını ve şikâyetini sorarız. Bu da meslek hastanesi olmamızın bir gereği ve getirisidir. Bu işçi de hastanemize gelip ne iş yaptığını ve şikayetlerini söyleyince direkt olarak kandaki kurşun oranına baktık. Dışarıda yaptırdığı ölçümle karşılaştırmak için. Oran 120µg/dl çıktığında telaşlandık. Hemen iş yerinde kaç kişinin çalıştığını sorduk. Çünkü meslek hastalığında bir kişi hastalığa yakalanmaz. O ortamda bulunan herkes bundan etkilenir. Bu işçiden yaralanarak tam 300 kişiye ulaştık. Hemen bu hastaların periyodik muayene dosyalarını istedik. Her sektöre ait özel muayene dosyaları vardır. Bu dosyalar gelince bir baktık ki bizim baktığımız kandaki kurşun oranı 120µg/dl ve işçide beyin hasarının olduğunu düşünüyoruz, onların yapmış olduğu periyodik muayenelerde ise kandaki kurşun oranı 5–6µg/dl. Bu ne demek insan sağlığı hiçe sayılarak yapılmış bir sahtecilik. Bir başka örneği Türkiye Taş Kömürü İşletmeleri’nden vereyim. Türkiye Taş Kömürü İşletmeleri Pnömokonyoz vaka oranını resmi olarak %14 olarak açıklıyor. %14 ne demek? 100 işçinin 14’ünde kömür işçisi pnömokonyoza var. Neredeyse yirmi yıldır bu oran böyle. Daha aşağı seviyelere çekilememiştir. Burası çok iyi sendikalaşmış ve iş sağlığı konusunda kendi sempozyumlar veren bir kurumdur. Zonguldak Taş Kömür İşletmeleri periyodik muayenelerini Zonguldak Meslek Hastalıkları Hastanesi’ne yaptırmaktadır. Tabi bizim illa periyodik muayenelerin kamu kurumlarında yapılmasına yönelik iddialarımız yok. Ama muayeneleri denetlenebilen, doğru çalışan bir kurumda yaptırsın. Daha çarpıcı bir örnek vermek istiyorum: Aynı bölgede özel bir işletme diyor ki benim iş yerimde pnömokonyoz vakası yok. Bunu da özel laboratuarlara yaptırdığı tahlillerde ispat ediyor. Şimdi iş sağlığına bu kadar önem veren bir kurumda pnömokonyoz vaka sayısı %14 ise diğer kendinde pnömokonyoz vakası olmadığını iddia eden yerde oran en az % 40’tır. Burada iki şey akla geliyor. Ya işçilerin çoğu kaçak çalışıyor. Ya da yapılan periyodik muayenelerde sahtecilik yapılıyor. Ankara ve Çankırı’da iki ayakkabı imalathanesinde çalışan 8 genç işçinin kısmi felç olduğu bir olayı da sizlerle paylaşayım. Ayakkabılara yapıştırıcı sürmekle görevli 17–22 yaşları arasında 6’sı kadın 8 işçi bu hastalığa yakalandı. Yakalanma nedenleri ucuz olduğu için kullanılan yapıştırıcı. Bu ucuz yapıştırıcıda bulunan bir madde santral ve periferik sinir sisteminde iltihaplanmalara yol açıyor. ‘Toksik polinöropati’ adı verilen bu meslek hastalığı yüzünden işçiler ihtiyaçlarını karşılayamayan, yürüyemeyen, kendi başına yemek bile yiyemeyen bireylere dönüşüyorlar. Hâlbuki bu bireyler çalışan üreten, kendilerine ve ülkelerine kazanç sağlayan gençlerdi. Bu gençler üç tane üniversite hastanesi dolaştıktan sonra bize geldiler. Orada hastalıklarının tanısı konulamamıştı. Bu gençlerin tedavileri yapıldı. Yalnız iş sadece tedaviyi yapmakla bitmiyor. Bu işçiler aynı ortamda çalıştıkları zaman yine aynı hastalığa yakalanacaklar. Onun için işçilerin tedavileri yapılırken işyerinin de ortam koşullarının doğru şekilde düzenlemesi gerekir. Ayrıca meslek hastalıklarının tedavisinin yapılabilmesi için kişinin sadece şimdi çalıştığı iş önemli değildir. Kişiye daha önceki dönemlerde çalıştığı işlerin bilgisi de alınmalıdır. Basında sıkça yer alan kot kumlamada çalışan işçiler hakkında ne gibi çalışmalar yapıldı? Kumlama işlemi sadece kot pantolon yapımında kullanılmıyor. Kumlama işlemi gemi temizlenmelerinde, inşaatın birçok alanında, diş protezi yapımlarında ve cam fabrikalarında cama şekil vermek amaçlı kullanılıyor. Tüm bu işlerde çalışan işçilerde kumlama yüzünden silikozis gelişiyor. Silikozis Miller TBC (tüberküloz) ile karıştırıldığı için tanı ve tedavisinde de zorluklar yaşanıyor. Şimdi ülkemizde silikozis görülme oranının en yüksek olduğu kot kumlama işlemi Sağlık Bakanlığımızın aldığı önlemler doğrultusunda yasaklandı. Çünkü silikozis hastalığının tedavisi yok. Akciğer nakli olması gerekir. Bu hem çözüm sağlamayan hem de çok maliyetli olan bir tedavi yöntemidir. İş yerleri bu periyodik muayeneleri nerelere yaptırıyor? Bu tahlilleri yaptırmak zorundalar mı? İş yerleri bu periyodik muayeneleri özel laboratuardan aldıkları hizmetle yapıyorlar. Özel laboratu- arlar iş yerinin kamu kuruluşlarında yaptıracakları işlemleri yarı fiyatına yapıyor. Bir de iş yerine gelip örnekleri oradan topluyor. Böylelikle iş yeri hem iş gününden kayıp yaşamıyor hem de daha az para ödüyor. Ama bu özel laboratuar hizmeti sunan firmalar ölçümleri doğru yapmıyor. Hatta bazıları sadece örnekleri alıyor. Sanki tahlil yapmış gibi raporluyor. Biz nelerle karşılaşıyoruz. Erkek hastaların periyodik muayene dosyalarından bayan röntgen filmleri çıkıyor. Bu periyodik muayeneleri iş yerleri Sanayi Bakanlığının uygulamış olduğu zorunluluktan dolayı yaptırmak zorunda. Bu periyodik muayeneleri yaptırmak kişilerin isteğine bağlı olan bir şey olmadığı için ve kişilerin bilgisizliğinden dolayı kimse sonuçlarda ne çıktığına bakmıyor. Oysaki insanlar kendileri rahatsızlanıp doktora gittikleri zaman mutlaka sonuçlarını incelerler. Yaptırdıkları tahlillerde doğruluk payı ararlar. Zaten maalesef periyodik muayenelerin % 20’si anca yapılıyor. Yapılan bu % 20’lik muayeneden de ancak %1’lik kısmı doğru çıkıyor. 47 Meslek hastalıklarının önlenmesi mümkün müdür? Meslek hastalıklarının tedavisi bir iki hastalık dışında mümkündür. Etkenle hastayı birbirinden uzaklaştırınca sorun ortadan kalkar. İyileşmeyen hastalıklar ise geri dönüşü olmayan hasarlar bırakan etkenler; kanserojen maddeler, silikozis etmenleri gibi. Meslek hastalıklarının önüne geçilmesi gereksiz tedavi maliyetlerinin de önüne geçeceği için çok ama çok önemlidir. Alınacak küçük önlemlerle insanların sağlığını kurtarmak, SGK’nın harcadığı maliyetleri azaltmak ve iş gücü kaybından doğan gelir kaybını önlemek mümkündür. Meslek hastalıklarının tanısı hem sağlık açısından hem de hukuki açıdan büyük önem taşımaktadır. Meslek hastalıklarının ekonomiye etkileri nelerdir? • Endüstrileşmiş ülkelerde yapılan çalışmalar iş kazaları ve meslek hastalıklarının maliyetinin Gayri Safi Milli Hâsılanın %1-3’ü kadar olduğunu ortaya koymaktadır. • Doğrudan maliyetler toplam maliyetlerin 1/10’u kadardır. 2008 yılı Türkiye GSMH’sı 750 milyar dolar. 48 Türkiye’nin yükü 7–21 milyar dolar olarak tahmin edilebilir. • Doğrudan maliyetler Sosyal Güvenlik Sistemi tarafından karşılanmaktadır. Geçici iş göremezlik ödenekleri, kalıcı iş göremezlik ödenekleri ve tedavi giderleri gibi. İşyeri hekimleri yönünden yaşanan sıkıntılar nelerdir? Çözüm ne olmalıdır? • En başta meslek hastalığı sigorta fonu oluşturulmalıdır. İş yeri hekimi ve iş güvenliği uzmanlarının maaşları buradan ödenmeli işverenle ekonomik bağ ve patron-hekim-uzman ilişkisi kesilmelidir. Zarar gören işçinin tazminatını eksiksiz alabilmesinin yolu da buradan geçer. • İşverenlerin tercihi nedeniyle koruyucu hekimlik değil, tedavi edici hekimlik ön plandadır. Poliklinik hizmeti veren işyeri hekimliği yerine işyerindeki zararlılarla mücadele eden sistem bir an önce kurgulanmalıdır. İşyeri hekimi işyerindeki ergonomiyi, gürültüyü, tozu, kimyasalları, manyetik alan ve radyasyon gibi riskleri öncelemelidir. • Tıp müfredatında iş sağlığı ve meslek hastalıklarına yönelik eğitimler verilmemektedir. Yüksek Öğretim Kurumu ve ihtisas veren kurumlar eği- timde bu konuya ağırlık vermelidir. • Periyodik muayeneler gerçeği yansıtmamakta, sahteciliğe karşı önlem alınamayan koşullarda yapılmaktadır. Bu kurumların denetimini sıklaştırmak gerekirse ara iş gücü kullanmak gereklidir. • İşyeri hekimliği hizmeti veren özel şirketlerin yeterlilikleri (uzman personel, ekipman, ruhsat, denetime uygunluk) tanımlanmamıştır. • Çağdaş sigortacılık “proaktif” yaklaşımı öne çıkarır • SGK’nın meslek hastalığı nedenli ödemelerinin azaltılmasının en etkili yolu meslek hastalığından korunma ve erken tespit hedefli çalışmalara destek verilmesidir. • Hemen her ülkede meslek hastalıklarına yönelik çalışmalar Sosyal Güvenlik Sistemleri tarafından desteklenmektedir • Bir işçide saptanan meslek hastalığı işyerindeki “etkenden” kaynaklıdır • Etken çok sayıda diğer işçileri etkilerken, diğer işçilerin hasta olmasını ve sisteme başvurmasını beklemek “insancıl” değildir, SGK’nın zararınadır. • İşyerlerinde Sağlık Bozucu Etkenlerden korunmaya yönelik her türlü bilimsel çalışma SGK’nın harcamalarını uzun vadede düşürecektir. YAZA MERHABA DEMİŞKEN... Sermin ZEYBEK Mezoklinik Eğitim Müdürü S oğuk hava ve rüzgârdan zarar gören cildimiz rahat bir nefes almışken şimdi de yaza merhaba dedi. Yazın cildimizi en çok zarara uğratan U.V.A. ve U.V.B. ışınlarıdır. Fazla güneş vücudun savunma mekanizması üzerinde negatif etkileri vardır (cilt kanseri gibi uzun vadeli hasarlar ve erken cilt yaşlanması gibi). 50 Cildimizi yaza hazırlamak ve yaz boyunca korumak yapılacak bakımlarla mümkündür. Yaz mevsimini rahat ve bakımlı geçirmek için önerilebilecek bakımların başında cildin nem dengesini sağlamak gelir. Sıcak hava ve U.V.nin zararlı ışınlarının yarattığı kuruluğa karşılık yaşanan nemsizlik cilt yaşlanmasının ilk belirtileridir. İlk olarak önerilecek olan cildin nem dengesini tam anlamıyla sağlayacak yoğun nem bakımıdır. Bunun için Thalion yoğun nem bakımı önerilebilir. Cildin temizliği ardından hazırlanan profesyonel maske sayesinde cilt nefes alır, nem deposu sağlanan ciltte canlılık ortaya çıkar. Ayrıca cildimizi yaza hazırlamak ve yazın zararlı etkilerinden korumak için Mesoestetic Crystal Fiber Mask ideal bir seçimdir. Haftada bir cilde uygulanan kullanımı çok konforlu maske nemsizliği ortadan kaldırırken aynı zamanda yaşlanma belirtilerinin önüne de geçer. Çok yoğun bir etkiye sahip olan Crystal Fiber Mask nano teknolojiyle üretilmiştir. Üç kattan oluşan hazır maske üst ve alt katların çıkarılmasıyla kolayca uygulanma özelliğine sahiptir. Yazın yapılabilecekler arasında cildimize uygulanacak ampul kürlerini de unutmamak gerekir. Haftalık veya on gün olarak yapılacak ampul kürleriyle cildimizi yaza hazırlamak da mümkündür. Mesoestetic dermokozmetik ampulleri cildin yaşanan nemsizlik, yaşlanma problemleri, yağ dengesini yeniden sağlanması ve kuruluk sorununun ortadan kalkmasında kısa sürede etkisini gösterirken, yaşanacak sıcak havanın ve U.V. zararlı ışınlarının yaratacağı sorunlara karşı cildimizin onarımını da gerçekleştirir. Güneşin zararlı ışınlarına karşı korunma konusunda cildimize gereken önemi göstermeliyiz. Hem fiziksel koruma hem de kimyasal korumayı yapan Mesoestetic Moisturizing Sun Protection SPF 50 cildinizi korurken aynı zamanda nem dengesini de sağlar. Elde edilen sağlıklı bronzluğun kalıcılığını sağlamada Thalion Soothing After -Sun Lotion yaz boyunca vazgeçilemeyecek vücudumuzun destek yardımcısı olarak önerilebilir. Yaza merhaba dendiğinde atlanmaması gereken bir konu da vücudumuza yapacağımız destek bakımlardır. Fazla kilolardan kurtulmak, vücudumuzdaki toksinlerden arınmasını sağlamak, elastikiyetin yeniden oluşmasını sağlamak bunlardan birkaç tanesidir.Çok çeşitli vücut bakımlarının arasında seçim yapmak ne kadar zor olsa da şu bilinmelidir ki; her şeyin en başında gelen yeterli miktarda su tüketimidir. Yapılan dengeli su içiminin, vücudumuzun dolaşım sistemine olduğu kadar cildimize de faydası tartışılmazdır. Vücuttaki fazlalıkların atılması ve ödem gibi tıkanıklıkların giderilmesinin en başında dengeli su içimi gelir. Bu ilk adımı doğru uyguladıktan sonra önerebilecek ilk bakım, gözenekleri açarak vücudumuzun hava almasını sağlayacak vücut peelingleridir. Vücut bakımlarında gerçekten uzman olan Thalion’un yosun içeren veya deniz tuzunu içinde barındıran granüllü vücut peelinglerini sayabiliriz. Kirli ölü tabakadan arınmış vücudumuz için yaz mevsiminin olumsuzluklarına karşı yapılacak bakımlardan biri de detoks bakımlarıdır. Vücut dolaşımını arttıran, vücudun toksinlerden arınmasını sağlayarak canlılığını kazandıran Thalion’un eşsiz yosun içerikli bakımları vazgeçilmezdir. Profesyonel olarak uygulanan vücut ba- kımlarının yanında aynı etkiyi evde uygulama kolaylığı sunan etkili ürünleri sayesinde vücudunuza istediğiniz özeni fazlasıyla gösterebilirsiniz. Sıcak havayla yaşanan ter, vücuttaki mineral dengesinin bozulmasında önemli bir etkendir. Vücudumuzun yeniden mineral dengesini sağlamak veya destek olmak için üretilmiş Thalion yosun bakımları etkili bir çözümdür. Yazın daha canlı, daha fit bir vücuda sahip olmak ve bunun devamlılığını sağlamak yine bizim elimizdedir. Mesoestetic’in bu konuda ürettiği sıkılığı attıran, dolaşımı sağlayarak selülit problemleriyle savaşan ev devam kremleri etkili bir kalıcılığın yaşanmasını sağlar.Cildimize yapacağımız destek bakımlarla, yaşanacak yaşlanma problemlerinin önüne geçmek, canlılığının uzun süreli olmasını sağlamak ve doyasıya yazın tadını çıkarmak mümkündür. Sağlıklı, bakımlı bir ciltle geçirilecek güzel bir yaz olması dileğiyle… 51 haber Sağlık Bakanlığı valiliklerden tedbir almalarını istedi: Aşırı Sıcaklara Dikkat! S ağlık Bakanlığı, aşırı sıcaklardan çocuklar ve yaşlılar, yalnız yaşayanlar, özürlüler, bakıma ihtiyaç duyanlar, gebeler, aşırı kilolular, açık alanda yaşayanlar, kronik hastalar ve sürekli ilaç kullananların etkilenebileceği uyarısı yaparak valiliklerden gerekli tedbirleri almalarını istedi. Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Kurumu Başkanı Mustafa Aksoy, aşırı sıcaklardan etkilenecek kişilere yönelik önlemler içeren bir genelge yayımladı. Son zamanlarda hava sıcaklıkları ve nemdeki artışın, önlem alınmadığı takdirde insan sağlığını olumsuz etkileyebileceğine işaret eden Aksoy, özellikle dört yaşından küçükler, yalnız yaşayanlar, özürlüler, bakıma ihtiyacı olanlar, gebeler, 65 yaş ve üzerindekiler, aşırı kilolular, açık havada çalışanlar, şeker, kalp-damar, karaciğer, böbrek gibi kronik hastalı- 52 ğı olanlar, sürekli tansiyon düşürücü, idrar söktürücü, depresyon ve uyku ilacı kullananlarla alkol ve madde bağımlılarının bu durumdan daha fazla etkilenebileceğine dikkati çekti. Öncelikle acil hizmeti veren sağlık kurumları ve hastaneler başta olmak üzere tüm sağlık birimlerinin uyarılmasını ve gerekli önlemlerin alınmasını isteyen Aksoy’un genelgesine göre valilikler şu önlemleri alacak: - İlk etapta kronik hastalar, açık alanda çalışanlar, özürlüler ve hamileler çalışma şartları açısından değerlendirilecek, gerekirse kanuni şartlar çerçevesinde izinli sayılacak. - Bakanlığın bilgileri doğrultusunda hesaplanacak sıcaklık değerlerinin hayatın genelini olumsuz etkilemesi durumunda, diğer kamu görevlileri için de çalışma şartları yeniden düzenlenecek. - Aşırı sıcaklıklar nedeniyle oluşabilecek sağlık sorunlarına müdahale için il genelindeki tüm sağlık tesislerinde önlem alınacak. - Risk gruplarından hastalığı bulunanlar, yalnız yaşayan yaşlılar ve bakıma ihtiyacı olanlar ziyaret edilip bilgilendirilecek. - Sıcak hava dalgası dönemlerinde hayatı olumsuz etkileyebilecek elektrik ve su kesintilerinin yaşanmaması için tedbir alınacak. Vatandaşa Tavsiye Edilen Önlemler Sağlık Bakanlığı’nın genelgesinde aşırı sıcaklardan korunmak için şu önlemlere dikkat çekildi: - Günün en sıcak saatleri olan 10.0016.00 arasında dışarı çıkılmamalı, denize girilmemeli ve güneşlenilmemelidir. Bu saatler dışında da koruyucu güneş kremi, şapka, gözlük kullanılmadır. - Dışarıya açık renkli, hafif, bol ve sıkı dokunmuş kumaşlardan giysilerle, geniş kenarlı ve hava delikleri olan şapkalarla çıkılmalı, koruyucu güneş gözlükleri kullanılmalıdır. - Dışarıda çalışması gerekenler korunmasız kalmamalı, aşırı hareketlerden kaçınmalı, sık sık tuzlu sulu gıdalar alınmalıdır. - Yoğun fiziksel aktivite ve spor için sabah ve akşam saatleri tercih edilmeli, ağır aktivitelerden kaçınılmalı, bol sıvı alınmalıdır. - Güneş ve sıcaklık çarpması yönünden risk altındaki yetişkinlerle yaşlılar günde en az iki kez, bebekler ise daha sık izlenmelidir. - Bebek, çocuk, engelli ve hayvanlar kapalı ve park etmiş araçlarda kesinlikle bırakılmamalı, araç terk edilirken herkesin dışarı çıktığından emin olunmalıdır. - Kapalı alanlar iyice havalandırılmalı, güneş gören pencereler için güneşlik kullanılmalıdır. - Vücut ısısının yükselmemesi için sık sık duş alınmalı, bu mümkün değilse ayak, el, yüz ve ense soğuk suyla ıslatılmalı veya silinmelidir. - Susuzluk hissi olmasa da her gün en az 2-2,5 litre sıvı alınmalıdır. - Kahvaltıda az yağlı peynir, zeytin, taze sebze olmalı, kafein içeren içecekler yerine süt, meyve suyu, ıhlamur ve kuşburnu çayları tercih edilmelidir. - Yağlı besinler ve kızartmalardan kaçınılmalı, yemeklerde bitkisel sıvı yağlar kullanılmalıdır. - Kızartma ve kavurma yerine haşlama, ızgara, kendi suyunda veya az suda pişirme gibi sağlıklı pişirme yöntemleri uygulanmalıdır. - Bol sebze ve meyve, süt, ayran ve meyve suyu tüketilmelidir. - Mide kramplarına neden olabilecek soğuk ve buzlu içecekler tercih edilmemelidir. - Kafein, alkol ve fazla miktarda şeker içeren içecekler tüketilmemelidir. - Dışarıda ve açıkta satılan içecekler tüketilmemeli, çabuk bozulma riski olan besinler açıkta bekletilmemeli, hijyen kurallarına uyulmalıdır. 53 B u yıl Ramazan ayının sıcak yaz günlerine rastlaması nedeni ile oruç tutanların, sağlıkları için iftar ve sahur menüleri konusunda daha dikkatli olmalarını gerektirmektedir. Sıcaklık ve nem artışına bağlı olarak vücut ısısı artmakta, metabolizma bu yeni duruma uyum sağlamaya çalışmaktadır. Sıcaklıkların etkisiyle artan terleme ile birlikte yeterince sıvı alınmazsa vücutta su ve mineral kaybı olmaktadır. Buna bağlı olarak da bayılma hissi, bulantı, baş dönmesi gibi sağlık problemleri yaşanabilmektedir. Su, yaşam için elzemdir. Vücuttaki su oranın yeterli düzeyde tutulması, hayati önem taşımaktadır. Bunun için kaybolan miktarın mutlaka telafi edilmesi şarttır. Günde ortalama, en az 2- 2,5 litre (12-14 su bardağı) su içilmelidir. Bununla birlikte Ramazan’da sıvı ihtiyacını karşılamak için ayran, taze sıkılmış meyve suyu, soda, sebze suyu vb. sıvılar sık sık tüketilmelidir. Sıcak havalarda aşırı beden hareketi yapılması durumunda, vücudun su ve tuz kaybı daha da artmaktadır. Bu gibi durumlarda tuzlu ayran (tuz kullanımında herhangi bir tıbbi sakınca bulunmayan durumlarda) içilmesi önerilir. Çocuklar sıvı-elektrolit dengesine daha duyarlıdır. Bu nedenle 54 daha dikkatli ve tedbirli olunmalıdır. Çocukların su ihtiyaçlarını fark edemeyecekleri ve kendilerini ifade edemeyecekleri göz önünde bulundurularak sık sık kaynatılıp soğutulmuş su içirilmesine özen gösterilmelidir. Sahur Öğününü Atlamayalım! Ramazan ayında yeterli ve dengeli beslenmenin sürdürülebilmesi için günün oruç tutulmayan bölümünde en az üç öğünü tamamlamak ve sahur öğününü atlamamak gerekmektedir. Sahura kalkılmaması ya da sahurda sadece su içilmesi yaklaşık 15-16 saat olan açlık süresini 20 saate çıkarmaktadır. Bu da açlık kan şekerinin daha erken düşmesine ve buna bağlı olarak günün daha verimsiz geçmesine neden olacaktır. Ayrıca, sahur öğünü ağır yemeklerden oluşmamalıdır. Gece metabolizma hızı yavaşladığından vücudun yağlanma hızı ve kilo alma riski artmaktadır. Bu nedenle sahura mutlaka kalkılmalı süt, yoğurt, peynir, yumurta gibi besinlerden oluşan hafif bir kahvaltı yapılmalı ya da çorba, sebze ve zeytinyağlı yemeklerden oluşan bir öğün tercih edilmelidir. Gün içerisinde aşırı acıkma problemi olanlar ise açlıklarını geciktirmek için kuru fasulye, nohut, mercimek, bulgur pilavı gibi yemekleri tüketme yolunu tercih edebilirler. Ancak aşırı yağlı, tuzlu ve ağır yemekler ile unlu gıdalardan uzak durulması gerekmektedir. Ramazan’ın yemek kültürü açısından en belirgin özelliği, iftar sofralarının çeşitliliği ve bolluğudur. İftarda kan şekeri çok düşük düzeye indiği için kısa sürede fazla miktarda besin tüketme isteği doğmaktadır. Yapılan önemli yanlışlardan biri de çok hızlı bir şekilde ve yüksek miktarda besin tüketilmesidir. Beyin, doyma emrini yemekten 15-20 dakika sonra vermektedir. Dolayısıyla çok hızlı yemek yemek, kısa sürede yüksek miktarda besin tüketilmesine neden olmakta, bu da kilo alımına zemin hazırlamaktadır. Yaz aylarında özellikle rota virüslerine bağlı olarak bebek ve çocuklarda yaygın olarak ishaller görülmektedir. Buna bağlı ishallerin önlenmesi için ellerin iyice temizlenmesi, sebze ve meyveleri yenilmeden önce yeterince yıkanması büyük önem arz etmektedir. Bu tür İshal vakaları görüldüğünde, vakit kaybetmeden en yakın sağlık kuruluşuna başvurması gerektiği unutulmamalıdır. Ayrıca, zorunlu olmadıkça, güneş ışınlarının dik geldiği 11.00-15.00 saatleri arasında dışarıya çıkılmamalıdır. Çocuklar, yaşlılar, kalp ve şeker gibi kronik hastalığı olanlar özellikle bu durumda daha dikkatli olmalıdırlar. haber Çevre Dostu, Tarım Uzmanı Nesiller Geliyor Çocuklara çevre bilinci aşılamak ve toprağı sevdirmek için düzenlenen Çocuk Tarım Kampı’nın minik kursiyerleri, sertifikalarını törenle aldı. Öğrencilerin keyifli bir yaz tatili geçirebilmesi için Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, TİGEM ve Türk Traktör’ün ortaklaşa düzenledikleri Çocuk Tarım Kampı’na katılan öğrenciler sertifikalarını aldı. Kamp boyunca eğlenirken öğrenen çocuklar, çevreye olan farkındalıklarını artırırken, tarladan sofraya üretim teknolojileri, iyi tarım uygulamaları, küresel iklim değişiklikleri ve atık yönetimi gibi pek çok konuda eğitim aldı. Çocuklara çevre bilinci aşılamak ve toprağı sevdirmek için, ‘’hayatın merkezinde tarım; tarımın merkezinde çocuk’’ sloganıyla bu yıl ikincisi düzenlenen kampta, ilköğretim öğrencileri ağaç 56 dikti, domates, biber yetiştirdi. Birçoğu toprakla ilk kez tanışan çocuklar, çapa yapmayı bitkileri sulamayı öğrendi. Kamp boyunca, sanatsal etkinlikler ve müze ziyaretleri gerçekleştiren minikler, sertifika töreninde öğretmenleriyle birlikte ağaç dikip, skeçlerle kamp boyunca öğrendiklerini sergilediler. 8-10 yaş arasındaki öğrencilerin, sertifika töreninde yaptıkları gösteride, ‘’iyi tarım’’ uygulamalarını, ‘’bilinçli tüketici’’ olmak için nelere dikkat etmeleri gerektiğini anlattılar. Kursiyer öğrenciler, Ankara’nın tüm çöplerinin toplandığı Mamak Çöplüğü’ nün yanı sıra MTA Tabiat Tarihi Müzesi’nde Böcek Şenlik Okulu’nda ve TİGEM üretim tesislerinde gördüklerini, öğrendiklerini anlattılar. Projenin ikinci ayağında Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Eğitim Yayım ve Yayınlar Dairesi Başkanlığının hazırladığı 190 bin görsel ve basılı eğitim materyali Türkiye genelinde öğrencilere dağıtılacak. Müzikle Terapi Doç. Dr. Hanefi ÖZBEK Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi K emoterapi, fitoterapi, ozonoterapi, aromaterapi, homeopati..., derken şimdi de müzikoterapi mi çıktı başımıza diye düşünebilirsiniz. İnsanoğlu hastalıklarla mücadele ettiği müddetçe, bunlardan kurtulmak için elinden gelen her yolu, her şeyi deneyecektir; zira hasta olmayan, ne anlar hastanın hâlinden. Bu yolda bilimsel yöntemler kullanarak canla başla uğraş veren esas oğlanların yanında, kısa yoldan köşeyi dönmekle meşgul kötü adamların sayıca daha fazla ve toplum nezdinde maa- 58 “Müzikoterapi” lesef daha etkin olduklarını görmek de ayrı bir dram. Böylesi önemli konularda, en baştan bilimsel kuralları koyup gidilecek rotayı çizebilsek ve hem topluma hem de üniversitelere bu yönde bir hız ve ihtiyaca göre bir ivme verebilsek, yapılacak işin vektöriyel toplamı muazzam olacaktır. Ancak kervan yolda düzülür mantığı hâlâ geçerli olduğu için başımızı duvardan duvara vura vura, yani çok ağır bedeller ödeyerek amacımıza ulaşabilmekteyiz. Gıda takviyeleri konusu hatırlanıp, fitoterapi ile nasıl karıştırıldığı ve bu yüzden maddi-manevi zarar gören çok sayıda insanımızın durumu göz önüne getirildiğinde, demek istediklerimiz sanırım daha iyi anlaşılacaktır. Eczanedeki ilaçlarla çok daha ucuza tedavi olabileceği halde bunun kat kat fazlası bedeller ödeyip “bitkisel ürünlere” akın eden, ancak iyileşmek şöyle dursun daha da kötüleşen çok sayıda insan, bu da yetmezmiş gibi televizyonlara çıkıp bu ürünleri önerebilen, övebilen akademik titrli hocalar, bunları yayınlayabilen gazeteler ve radyo-televizyon kanalları, bu kanallarda sanatçı kimliğini kullanıp böylesi programların izlenirliğini arttıran sanatçılar…, liste uzayıp gidiyor. İşte bu nedenlerle, müzikoterapi hakkında hiç olmazsa temel bazı hususları verebilmek umuduyla bu yazıyı kaleme aldık. Bu tür yazılarda genellikle işin kolayına kaçılır ve hangi makam hangi hastalığa iyi gelir diye eskiden kalma bazı bilgiler art arda sıralanır. Mesela: “Uşşak makamı uyku ve istirahat için faydalıdır, insana gevşeme hissi verir” şeklinde bir yazıyla karşılaşabilirsiniz. Bu yazıyı okuyanlar da bir müzik markete giderek Uşşak faslı CD’sini alıp evde veya arabada (!) huşu içinde dinlerler. Bilmezler ki o yazının yazıldığı yıllarda Uşşak aslında Rast demektir (yani dinlenilmesi tavsiye edilen müzik eserleri aslında Rast makamındaki eserlerdi). Ancak siz Uşşak faslını dinleyip yine de uyku ve istirahata kavuştuysanız, plasebo etkisidir efendim, geçiniz. Yukarıda verdiğimiz örnekte kullanılan müziğin bir fasıl icrası olması da ayrı bir mesele. Türk Musikisinde fasıl icrası ile klasik takım icrası aslında birbirinden çok farklı şeylerdir. Fasılda ritim, klasik icraya göre daha hızlıdır, faslın sonuna yaklaşıldıkça hız daha da artar. Üstelik fasılda geçilen eserlerin önemli bir kısmı, aslında sadece fasıl için bestelenmişlerdir, klasik icraya pek gitmezler. Müzik- ten gerçekten anlayan bir koro şefi hangi eserlerin fasılda, hangilerinin klasik takımlarda olabileceğini gayet iyi bilir. Dolayısı ile uyku ve istirahat için fasıl mı (!) yoksa klasik bir takım mı dinlemek daha uygun olacaktır, bunun da ayrıca araştırılması gerekmektedir. Müziği dinleyecek olan kişinin entelektüel seviyesi, zevki, o an içinde bulunduğu ortam, dinlenilmesi tavsiye edilecek eserlerin saz eseri mi, insan sesi (solo-/koro)mi olacağı..., bunlara eklendiğinde müzikoterapinin pek de öyle basit bir şey olmadığı/olamayacağı ortaya çıkacaktır kanaatindeyiz. Şimdi işin bilimsel yönüne hafif de olsa parmak basalım ve okuyucuyu sıkmadan yazıyı tamama erdirelim. İlim, “sanat+bilim”dir derdi bir hocamız, biz de müziğe “seslerin ilmidir” dersek konuya doğru bir açıdan girmiş olacağımızı sanıyoruz. Bu durumda “ses” konusunun incelenmesi ve müzikoterapiye ilk adımın buradan atılması gerektiğini düşünüyoruz. Ses, bir cisim titreştirildiğinde bu titreşimlerin hava, su vs. bir iletici ortam vasıtası ile kulak zarına kadar gelip, buraya bir basınç uygulaması ve bu basıncın beyinde ses şeklinde algılanması olayıdır. Yani sesin algılanabilmesi için bir ses kaynağı, bir iletici ortam, bir alıcı ve alınan şeyin ses olarak yorumlanmasını sağlayacak sağlam bir beyin gerekmektedir. Ultrason cihazının kullandığı dalgalar da aslında ses dalgalarıdır. Ancak bu ses dalgalarının frekansı beyin tarafından algılanabilen frekans aralığının çok üzerindedir (normal insan kulağı bunları duyamaz). Ayrıca bu seslerin müzikal sesler olmamasından dolayı, ultrasonla yapılan teşhis ve tedavi işlemlerinin müzikoterapi olarak değerlendirilmesinin doğru olmayacağını söyleyebiliriz (yani, ses ile yapılacak teşhis ve tedavilerin her zaman müzikoterapi kapsamına girmeyebileceğini belirtmek istedik). ***** Ses ile yapılacak her türlü teşhis ve tedavi işlemini ses tedavisi (sound therapy) olarak isimlendirirsek, bunun müzikal seslerle yapılan şekline müzikoterapi demek daha uygun olacaktır. Bu söylediklerimizi biraz açarsak konu daha iyi anlaşılacaktır: Bir kayanın yuvarlanırken çıkardığı ses ile usta bir sanatçının çaldığı kemanın çıkardığı sesi karşılaştırıldığında, gürültü sesi ile müzikal ses arasındaki farkın ne olduğu kolayca anlaşılacaktır. Müzikal seslerin birbiri ile uygun bir şekilde bir araya getirilmesi ile müzik eserlerinin oluşturulacağı da hesaba eklendiğinde müzikoterapi araçlarının neler olabileceği konusunun zihinlerin biraz daha berraklaşacağını sanıyoruz. ***** 59 Öncelikle ses ile işe başlayıp, ardından müzikal sesler ve müzikle yolumuza devam edelim. Sesin tarifini daha önce yapmıştık, şimdi de sesin fiziksel özelliklerinden bahsedelim. Genel itibariyle sesin dört ana özelliğinden bahsedebiliriz. Bunlar: frekans, şiddet, süre ve tınıdır (bunların sayısı daha ince araştırmalarla artabilir). Frekans: Birim zamandaki titreşim sayısı olup, bir sesin diğer bir sese göre daha tîz veya pest olmasını sağlayan özelliktir. (Örneğin, frekansı yüksek olan ses, düşük olan sese göre daha tîzdir. Frekans birimine Hertz (Hz) denir. (Çok yapılan bir yanlışı burada düzeltmek uygun olacaktır: Ses kalın veya ince olamaz, çünkü ses bir cisim değil, kulak zarına yapılan basınç değişikliklerinin beyinle algılanması olayıdır. Bu nedenle ses ya tîz ya da pest olur/ algılanır). Normal insanlar 20-16.000 Hz’lik frekans aralığındaki sesleri duyabilir, yaş ilerledikçe bu aralık da daralmaktadır. Şiddet: Sesin gürlüğüdür. Birimi desibeldir (dB). Televizyonun sesini yükselttiğimizde aslında sesin şiddetini arttırıyoruz demektir. 60 Süre: Sesin duyulduğu süredir. Aynı sesin bir saniye ya da 10 saniye süreyle duyulması gibi. Müzik eserlerinde “bir vuruşluk do” sesi ile “dört vuruşluk do” sesi arasındaki fark buna örnek olarak verilebilir. Tını: Buna sesin rengi de denir. Görmediğiniz halde, sadece işiterek bir kişiyi sesinden tanımak, çalınan bir sazın piyano mu, tambur mu yoksa ud mu olduğunu görmeden anlamak buna örnek olarak verilebilir. ***** Ses terapisi için ilk önce araştırılacak olan hususlar, sesin yukarıda bahsedilen dört fiziksel özelliğinin, farklı kombinasyonlar şeklinde ele alınıp (elde edilip) canlı yapılara uygulanmasıdır. Buna göre farklı frekans, şiddet, süre ve ses renklerinin dörtlü bir karışım yapılmak suretiyle, bunun canlı yapılara (hücre içi organeller, hücre, doku, organ, sistem, vücut) uygulanması sonucu “sesin” canlıya ne yaptığına bakmak gerekmektedir. Tabi bunlar çok ciddî, uzun süreli bilimsel çalışmalar anlamına gelir. Bunlardan elde edilecek bilgilerle yapılacak teşhis ve tedavi işlemlerine ise sesle teşhis/terapi diyebiliriz. Bu bilgi- ler sonuçta müzikoterapi için sağlam bir altyapı oluşturacaktır. Bundan sonraki adımda müzikoterapiye geçebiliriz. Müzikal seslerin uygun şekillerde bir araya getirilmesiyle oluşturulan müzik eserlerinin, canlı yapılara (hücre içi organeller, hücre, doku, organ, sistem, vücut) ne yaptığını araştırmak, bulunan sonuçları başta insan olmak üzere canlı sağlığı için kullanmak, bizim düşüncemize göre müzikoterapi anlamına gelecektir. Burada bir yanılgıya düşmemek için özellikle belirtmek gerekiyor, müzikoterapide illa ki Dede Efendi’nin veya Beethoven’in eserlerini kullanmak şartı aranmamalıdır. Unutulmamalı ki bir bestekâr, eserlerini ilâç niyetine kullanalım diye beste yapmaz (en azından şimdiye kadar böyleydi). Dolayısı ile müzikoterapiden amaç, müzikal sesler aracılığıyla oluşturulan bazı ses birlikteliklerinin (buna sağaltıcı etkili melodiler de diyebiliriz) elde edilmesi ve bu melodilerin teşhis veya tedavi için canlıda kullanılmasıdır. Bu melodiler insana anlamsız gelen bir müzikal ses kümesi olabileceği gibi, bir bestekârın sanat yüklü besteleri de olabilir. Müzikoterapiyi sırf ses tedavisinden ayıran şey, müzikal seslerin, iletici ortam aracılığı ile kulağa kadar gelerek, canlı beyni tarafından algılanması, bu algılamaya bağlı olarak canlı üzerinde farmakolojik bir etkinin oluşmasıdır. Ultrasonla, ölü bir kişinin bile böbrek taşı teşhis edilebilir. Yani ultrason(sırf ses) dan teşhis amacıyla yararlanmak için canlı olmaya gerek yoktur. Ama müzikoterapi, müziği algılayabilen canlıları etkilemelidir. ***** Müzikoterapi için illa ki sesi “en küçük birim”lerine kadar ayırıp araştıra araştıra “beste”ye kadar gelmek şart mıdır? Eldeki besteler bu alanda denenemez mi? Elbette ki bu yönde de çalışmalar yapmak gerekir. “Müzik dinletilen tavukların yumurta veriminin, ineklerin ise süt veriminin arttığı bilimsel bir gerçektir. Müzikle komadan çıkan hastalar bilim literatüründe vardır. Aslında bu konudaki en güzel örnekler kişilerin bizzat yaşadığı olaylardır. Çok sevdiğiniz hüzünlü bir şarkıyı dinleyip ağladığınız veya hüzünlü bir halden neşeli bir hale geçtiğiniz çok olmuştur. İnsanların psikolojik durumunun müzikle etkilenebilmesi bilimsel bir gerçektir (savaşlarda mehter müziğinin yaptığı müthiş etkiler, tarihi vesikalara kadar geçmiştir). Kekeme bir kişinin şarkı söylerken artık kekelememesi, müziğin başka bir iletişim veya ifade boyutu olduğunun göstergesidir (hipnozun farklı bir uyku/uyanıklık boyutu olması gibi). Dolayısı ile şimdiki cari bilimi kutsayıp tabulaştırmadan; müzikoterapinin de bir bilim dalı olabileceğini kabul etmek, bu konuda yapılacak bilimsel çalışmalara engel olmamak, aklın gereğidir. Müzik eserleri ile bu konuda çalışırken, ülkemiz insanlarının bir kısmında görülen malum hastalığa da düşmemek gerektiğini özellikle vurgulamakta fayda görüyorum. Müzik denilince, yalnızca kendi sevdikleri müziğin veya kendi ideolojilerince müzik sayılan şeylerin gerçek müzik olduğunu zanneden kişilerin, müzi- koterapiyle uğraşmadan önce, ya bu ön yargılarından kurtulmaları ya da bu işten vazgeçmeleri tavsiye olunur. Çünkü en ilkel bir Afrika kabilesinin müziğinden, modern bir toplumun müziğine kadar bütün müzikler, incelenmeye ve saygı gösterilmeye değerdir; özellikle de, binlerce yıllık bir birikimle oluşmuş; tüm dünya müziğine sazlarıyla, ritimleriyle, melodileriyle, felsefesiyle katkılar sunmuş; halk müzikleriyle, sanat müziğiyle, hatta arabesk müziğiyle çok renkli, çok çeşitli ve inanılmaz zenginlikteki Anadolu’nun müzikleri. Müzikoterapi bilimsel bir zemine oturup gelişmeye başladığında, artık müzikle tedavi bestekârlığının da önü açılacak, çeşitli hastalıklarda (en azından konvansiyonel tedavi yöntemlerine yardımcı olacak şekilde), bu müzikler (terapötik etkili melodiler) uygulanmaya başlanacaktır. Kim bilir belki de yan etkisiz yeni tedavi yöntemlerinin bile önü açılmış olacaktır. Müzikli ve sağlıklı günler dileğiyle saygılar sunarım. 61 ERKEN ÇOCUKLUK ÇAĞI ÇÜRÜĞÜ Dr.Tülin İLERİ KEÇELİ Dt. Beste ÖZGÜR Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Pedodonti A.D. Erken Çocukluk Çağı Çürüğü Nedir? Çocukluk çağında en sık görülen kronik hastalıklardan biri de diş çürüğüdür(1). Diş çürüğü, başta mutans streptokoklar olmak üzere bakteri plağında bulunan mikroorganizmaların diyetle alınan karbonhidratları metabolize ederek asit üretmesi sonucu dişin sert doku elemanlarının çözünmesi ile ilerleyen, kronik enfeksiyöz bir hastalıktır(2-4). Tedavi edilmeyen süt dişi çürüğü; ağrı, bakteriyemi, büyüme ve gelişme geriliği, ileri dönemde yüksek tedavi maliyeti, erken süt dişi kaybı ve buna bağlı konuşma, çiğneme güçlükleri ile estetik 62 problemlere neden olmaktadır(1). 1962’de Dr.Elias Fass, bebeklerdeki çürüğün ilk kez kapsamlı bir tanımlamasını yapmış ve bunu “biberon çürüğü” olarak adlandırmıştır(5). 1994 yılında ise Hastalık Kontrol ve Koruma Merkezi (Centers for Disease Control and Prevention-CDCP)’nin konferansında “Erken Çocukluk Çağı Çürüğü (Early Chidhood Caries)” gibi daha az spesifik bir terimin kullanılması önerilmiştir(6). Erken çocukluk çağı çürüğü (EÇÇ), 71 aylık ya da daha küçük çocuklarda bir veya daha fazla süt dişinde çürük veya kayıp ya da dolgulu diş yüzeyi varlığı olarak tanımlanmaktadır(3). EÇÇ, üst süt kesici dişlerde dişeti kenarı boyunca beyaz yüzey lezyonu olarak başlar ve koruyucu önlemler alınmadığında ilerleyerek diş sert dokularında yıkımla çürük kavitasyonu oluşur(7,8). EÇÇ’ nin prevelansı değerlendirilen gruba göre değişiklik göstermekle birlikte, gelişmekte olan ülkelerde %85’ e varan prevelans bildirilmektedir(9,10). EÇÇ Risk Faktörleri 1. Mikrobiyolojik Risk Faktörleri: EÇÇ bulaşıcı ve enfeksiyöz bir hastalık olduğu için çocukların ilk iki yaşında anneleri veya bakıcılarıyla ortak kaşık, çatal kullanımı risk teşkil etmektedir. Ortak kullanım ile çürükte etken olan spesifik bakteriler tükürük aracılığıyla anne/bakıcıdan çocuğa geçmektedir(11). Yapılan çalışmalar annedeki yüksek tükürük mutans streptokok düzeyi ya da çürük varlığının yenidoğanda EÇÇ riskini arttırdığını göstermektedir(12). 2. Beslenme: Uygun olmayan beslenme alışkanlıkları dişlerin karbonhidratlara maruz kalma süresini uzatarak EÇÇ riskini arttırmaktadır(13). Özellikle uyku esnasında tükürük akış hızı azalmakta ve çürük oluşumu için elverişli bir ortam oluşmaktadır. Bu nedenle, süt dişleri sürdükten sonra, uykuya dalmadan veya uyku sırasında biberonla ya da anne sütü ile beslenmeyi takiben dişlerin uygun şekilde temizlenmemesi çürük gelişimi için bir risk faktörü oluşturmaktadır(14). 3. Ağız Hijyeni: Karyojenik bakteriler ve uygun olmayan beslenme alışkanlıkları ile birlikte ağız hijyeninin yetersiz olması çürük gelişiminde önemli rol oynamaktadır(13,15). Dişler sürmeye başladığı dönemden itibaren bebeğin ağız bakımı ebeveynler tarafından uygun yöntemlerle gerçekleştirilmelidir. EÇÇ Nasıl Önlenebilir? EÇÇ gelişmesi riskini azaltmak için uygulanabilecek koruyucu yöntemler şu şekilde sıralanabilir (11,15-18): • Karyojenik bakterilerin geçişini engelleyebilmek için annenin/bakıcının ağız hijyeni iyileştirilerek mu- tans streptokok düzeyi azaltılmalı ve ortak kaşık, çatal kullanımından kaçınılmalıdır. • Süt dişleri ilk sürdüğü andan itibaren ağız bakımına başlanmalıdır. Bebeğin dişleri yaşına uygun, yumuşak bir diş fırçası ile günde iki kez fırçalanmalıdır. • Süt dişleri sürdükten sonra, uykuya dalmadan veya uyku sırasında biberonla ya da anne sütü ile beslenmeyi takiben dişler yumuşak bir diş fırçasıyla temizlenmelidir. Diş fırçası bulunmadığı zamanlarda temiz gazlı bez veya tülbent ile temizleme işlemi yapılabilir. • Şeker içeren sıvı ve/veya katı gıdalar sık tüketilmemelidir. • Bebekler mama, süt, şekerli içecekler, meyve suları vb. içeren biberon ya da şeker, bal gibi şekerli gıdalarla tatlandırılmış emzik ile uyutulmamalıdır. • Bebeğin ilk süt dişi sürdükten en geç altı ay sonra diş hekimine götürülmeli ve bebeğin ağız sağlığı ve ba- kımı konusunda eğitim alınmalıdır. EÇÇ’ nin Tedavisi EÇÇ’ den etkilenen dişlerin tedavisi, çürük dişin restorasyonu ya da çekimi şeklinde olabilir. EÇÇ, kooperasyonun zor olduğu bir yaş grubunda görüldüğü için diş hekiminin fiziksel kısıtlama, sedasyon gibi ileri davranış yönlendirme tekniklerini kullanması ya da tedavilerin genel anestezi altında yapılması gerekebilir. Ancak EÇÇ’nin kontrol altına alınmasında bu tedavi yaklaşımı tek başına yeterli değildir çünkü vakaların yaklaşık %40’ında tedaviden sonraki birinci yılda relaps görülmektedir(19-22). Bu nedenle, EÇÇ’nin tedavisinde önleyici ve koruyucu yaklaşımlar önem taşımaktadır(19-22). Annenin ve bebeğin diyet kontrolü, povidon iyodin ve klorheksidin içerikli topikal antimikrobiyal ajanların uygulanması (23,24), topikal florür uygulamaları (florür jeli, florür cilası gibi) tavsiye edilen önleyici ve koruyucu uygulamalar arasında yer almaktadır(25). 63 Sonuç Erken çocukluk çağı çürüğü, yeni çürük lezyonlarının oluşumu, fiziksel büyüme ve gelişmenin gecikmesi, tedavi maliyeti ve süresinin artması, acil diş tedavisi gereksiniminin artması, özgüvenin ve öğrenme kapasitesinin azalması açısından yüksek risk oluşturmaktadır. Erken çocukluk çağı çürüğü, yenidoğanların ve çocukların ağız sağlığını olumsuz etkileyen önlenebilir bir hastalıktır. Çocukların ağız ve diş sağlığı düzeyinin yükseltilebilmesi için ailelerin EÇÇ’nin risk faktörleri ve sonuçları konusunda bilgilendirilmesi gereklidir ve bu noktada hamilelikten itibaren kadın doğum uzmanları, çocuk doktorları ve çocuk diş hekimlerine görev düşmektedir. 64 Referanslar: 1. Kagihara LE, Niederhauser VP, Stark M. Assessment, management, and prevention of early childhood caries J Am Acad Nurse Pract. 2009 Jan;21(1):1-10. 2. Selwitz RH, Ismail AI, Pitts NB. Dental caries. Lancet. 2007;369(9555):51-9. 3. American Academy of Pediatric Dentistry. Symposium on the prevention of oral disease in children and adolescents. Chicago, Ill; November 11-12, 2005: Conference papers. Pediatr Dent 2006;28(2);96-198. 4. Loesche WJ. Role of Streptococcus mutans in human dental decay. Microbiol Rev 1986;50(4):353-80. 5. Fass AE. Is bottle feeding of milk a factor in dental caries. J Dent Child. 1962;29:245-51. 6. Centers for Disease Control and Prevention (CDCP). Atlanta (GA). September 1994. 7. Kagihara LE, Niederhauser VP, Stark M. Assessment, management, and prevention of early childhood caries. Journal of the American Academy of Nurse Practitioners, 2009; vol. 21, no. 1, pp. 1–10. 8. Pinkham JR. Pediatric Dentistry: Infancy through Adolescence, Saunders, London, UK, 3rd edition, 1999. 9. Cari˜no KMG, Shinada K, Kawaguchi Y. Early childhood caries in northern Philippines. Community Dentistry and Oral Epidemiology, 2003; vol. 31, no. 2, pp. 81–89. 10. Thitasomakul S, Thearmontree A, Piwat S. A longitudinal study of early childhood caries in 9- to 18-month-old Thai infants. Community Dentistry and Oral Epidemiology, 2006; vol. 34, no. 6, pp. 429–436. 11. DenBesten P, Berkowitz R. Early childhood caries: An overview with reference to our experience in California. Journal of the California Dental Association, 2003; 31(2), 139–143. 12. Berkowitz RJ. Mutans streptococci: Acquisition and transmission. Pediatr Dent 2006;28(2):106-9. 13. Barber LR, Wilkins EM. Evidence-based prevention, management, and monitoring of dental caries. The Journal of Dental Hygiene, 2002; 76, 270-275. 14. Tinanoff NT, Palmer C. Dietary determinants of dental car¬ies in preschool children and dietary recommendations for preschool children. J Pub Health Dent 2000;60(3):197-206. 15. Yost J, Li Y. Promoting oral health from birth through childhood: prevention of early childhood caries MCN Am J Matern Child Nurs. 2008 Jan-Feb;33(1):17-23. 16. De Grauwe A, Aps JK, Martens LC. Early Childhood Caries (ECC): what’s in a name? Eur J Paediatr Dent. 2004 Jun;5(2):6270. 17. Rozier RG, Sutton BK, Bawden JW, Haupt K, Slade GD, King RS. Prevention of early childhood caries in North Carolina medical practices: implications for research and practice. J Dent Educ. 2003 Aug;67(8):876-85. 18. Reisine SD, Douglass JM. Psychosocial and behavioral issues in early childhood caries. Community Dentistry and Oral Epidemiology, 1998; 26(Suppl. 1), 32–34. 19. Berkowitz RJ. Causes, treatment and prevention of early childhood caries: a microbiologic perspective. Journal (Canadian Dental Association), 2003; vol. 69, no. 5, pp. 304–307. 20. Graves CE, Berkowitz RJ, Proskin HM, Chase I, Weinstein P, Billings R. Clinical outcomes for early childhood caries: influence of aggressive dental surgery. Journal of Dentistry for Children, 2004; vol. 71, no. 2, pp. 114–117. 21. Pitts NB. Are we ready to move from operative to nonoperative/ preventive treatment of dental caries in clinical practice. Caries Research, 2004; vol. 38, no. 3, pp. 294–304. 22. Pitts NB, Stamm JW. International consensus workshop on caries clinical trials (ICW-CCT)—final consensus statements: agreeing where the evidence leads. Journal of Dental Research, 2004; vol. 83, no. C, pp. C125–C128. 23. Lopez L, Berkowitz R, Spiekerman C, Weinstein P. Topical antimicrobial therapy in the prevention of early childhood caries: a follow-up report. Pediatric Dentistry, 2002; vol. 24, no. 3, pp. 204–206. 24. Du MQ, Tai BJ, Jiang H, Lo ECM, Fan MW, Bian Z. A two-year randomized clinical trial of chlorhexidine varnish on dental caries in Chinese preschool children. Journal of Dental Research, 2006; vol. 85, no. 6, pp. 557–559. 25. Pine C M, McGoldrick PM, Burnside G. An intervention programme to establish regular toothbrushing: understanding parents’ beliefs and motivating children. International Dental Journal, 2000; vol. 50, no. 6 supplement 2, pp. 312– 323. haber Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kaya Yorgancı: “Tiroit Bezine Yönelik Gereksiz Cerrahi Müdahale Yapıldığını Tespit Ettik.” Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinde, tiroit ameliyatı olan hastaların 20 yıllık geriye dönük araştırmasında ilginç bulgular ortaya çıktı. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kaya Yorgancı, yaptığı açıklamada, aynı bölümden emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Esat Hersek ile birlikte klinikte 20 yıldır yapılan tiroit ameliyatlarıyla ilgili bir çalışma yaptıklarını bildirdi. Tiroit ameliyatı olmuş 620 hastanın geriye dönük değerlendirmeye alındığını bildiren 66 Yorgancı, “Geçmiş yıllarda yapılan tiroit ameliyatlarının bir kısmının ameliyat gerektirmeden de tedavi edilebileceğini tespit ettik.’’ dedi. Prof. Dr. Kaya Yorgancı, konu ile ilgili şu bilgileri verdi: ‘’Araştırma kapsamında değerlendirilen 620 hastadan, 20 yıl ve daha önce ameliyat olanlarda kanser oranının yüzde 15’lerde olduğunu, son yıllarda yapılan ameliyatlarda ise bu oranın yüzde 35’lere çıktığı belirlendi. Bu şunu çok net gösteriyor ki hekimler olarak bizler tiroit ameliyatlarında daha seçici davranıyoruz artık, daha doğru endikasyonlarla ameliyat ediyoruz ve ameliyat ettiğimiz hastalarda da daha yeterli bir cerrahi müdahale yapıyoruz geçmişe göre.’’ ‘’Bazı hastaların tiroitlerinin bütünüyle alınmaması sonucu %20 -25’e varan oranlarda tekrar cerrahi girişim gerekliliğinin oluştuğunu tespit ettik.’’ Araştırmalarında ameliyat gereken hastalarda operasyonun bazı durumlar için yeterli yapılmadığını da tespit ettiklerini belirten Yorgancı, ‘’Bazı hastaların tiroitlerinin bütünüyle alınmaması sonucu % 20-25’e varan oranlarda tekrar cerrahi girişim gerekliliğinin oluştuğunu tespit ettik. Hastayı tekrar ameliyat etmek, komplikasyon riskini arttırdığı gibi ses tellerine giden sinirlerin hasarlanması riskini de beraberinde getiriyor’’ dedi. ‘’Tiroit ameliyatında en önemli faktör ilk ameliyatın yeterli olmasıdır’’ diyen Yorgancı, şöyle devam etti: “İlk ameliyat yeterli olmazsa, daha sonra tekrarlayan ameliyatlar oluyor, komplikasyon riski artıyor. İlk ameliyattaki gibi etkin ve yeterli bir şekilde tiroit bezini tamamen ortadan kaldıramayabiliyorsunuz. İlk ameliyatlarda komplikasyon riski, yani ses kısıklığı veya serum kalsiyum düzeyinin kalıcı düşüklüğü yüzde 1 ila 2.5 görülürken, ikinci ameliyatlarda bu oran yüzde 8.9’a kadar çıkıyor. Bu kabullenmesi zor bir oran.” Prof. Dr. Yorgancı, tiroit ameliyatlarının multidisipliner bir yaklaşımla pek çok görüşün ortak kararıyla değerlendirmeye alındığını, böylece daha doğru endikasyonlarda hastaların ameliyat edilebildiğini dile getirdi. “Artık hastalıkları tek bir hekim değil, bir ekip tanıyor, tedavisini planlıyor ve takip ediyor.” Prof. Dr. Yorgancı günümüzde cerrahi tedavi gerektiren tiroit hastalıklarında total tiroidektomi denilen tiroit bezinin tümüyle alınması şeklindeki ameliyatın çok daha fazla oranda tercih edildiğini bildirdi. Bunun en önemli avantajının tekrarlayan ameliyat riskini ortadan kaldırması olduğunu söyledi. Total tiroidektominin gelişmiş ülkelerde de giderek daha fazla tercih edilen bir yöntem olduğunu aktaran Yorgancı, ‘’Biz araştırmamızda Türkiye’de de bu tespiti ispatlamış olduk, teyit etmiş olduk. Tüm tiroit ameliyatları için geçerli bu durum.’’ diye konuştu. Çalışmayı yaparken, hastaların yakınmalarını da incelediklerini dile getiren Yorgancı, bazı hastaların boynunda şişlik nedeniyle, az bir kısmının ses kısıklığıyla doktora başvurduğunu anlattı. Bu hastaların yüzde 30’unun boynunda şişlikle, yüzde 10’unun herhangi bir şikâyeti yokken, check-up nedeniyle yapılan tetkiklerinde veya doktor muayenesinde ortaya çıktığını belirten Yorgancı, ayrıca bazı hastaların da sinirlilik, çarpıntı nedeniyle doktora başvurduğunu söyledi. Araştırmaları sonunda hastaların yüzde 85’inin hipertiroidi olmamasına rağmen rutin yaşam içerisindeki sinirlilikle tiroit hastalıkları arasında bir bağlantı kurarak bu durumdan şikâyet ettiklerini dile getiren Yorgancı, bu durumu şöyle yorumladı: ‘’Benim tiroit hastalığım var ben sinirliyim veya ben sinirliyim o halde tiroit hastalığım mı var?’. Halkımızda böyle yaygın bir inanış var. Tiroit ameliyatı olan hastaların yüzde 85’i sinirlilik ve kalp çarpıntısı bulguları varken, bunun fizyolojik temeli olmadığını ortaya koyduk. Yani onlar kendilerini öyle hissediyor. Tiroit bezi vücudun metabolizmasını ayarlayan bir bez. Eğer çok çalışırsa, hakikaten sinirli oluyor insanlar, çarpıntısı oluyor ama böyle bir hastayı siz kapıdan girerken anlarsınız. Sinirlidir, hipertiroitteki sinirlilik ve ajitasyon çok barizdir. Bizim ameliyat ettiğimiz hastaların ancak yüzde 5’i hipertiroit. Ama hastaların yüzde 85’i kendini sinirli hissediyor. Bizim sinirlilikten kastımız tıbbi olarak olaylarla uyumsuz sinirlilik. Örneğin, önünüzdeki araba bir anda durdu, siz de durmak zorunda kaldınız, buna sinirlenirsiniz tabi. Ama önünüzdeki araba biraz sert durdu, siz de inip adamı dövüyorsanız ya da bıçaklamaya kalkıyorsanız bu uyumsuz bir sinirlilik. Bilimsel bir temeli yok. Bunu da şuna bağlıyoruz bu bir öğrenme. “Ben sinirliyim.” anlayışı tamamen bizim insanımıza has bir özellik. Yurtdışında tiroit hastalarında sinirlilik bu kadar yaygın değil.’’ 67 Kürtaj Döngüsü Etyen MAHÇUPYAN 14 Haziran 2012 / Zaman Ortaya atılma nedenleri hakkında türlü spekülasyonlar yapılsa da belli ki kürtaj meselesi özellikle elli yaş üstü Müslüman erkekler için önemli bir konu. Bu toplumsal kategorinin ideolojik 68 konumlanması birkaç yıl önce Ali Bayramoğlu’nun TESEV için yaptığı laiklik/dindarlık algı çalışmasında da ortaya çıkmıştı. Örneğin elli yaş üstü erkek Sünni dindarların başörtüsünü savunmaktaydı ama başörtülü kadınların davranışlarından da rahatsızdı. Çünkü başörtülü kadınlar çok daha özgüvenli ve bağımsız bir davranış kalıbı geliştirmişlerdi ve söz konusu erkek dünyasının içinden bakıldığında bu tavır bir tür ahlaksızlık olarak algılanmaktaydı. İslami kesimin, özgürlüğün sadece cemaatsel alanı genişletme anlamını taşımadığını, aynı zamanda cemaat üyelerini ‘kişileştirdiğini’ de idrak etmesinde büyük yarar var. Bunun anlamı özellikle çocukların ve kadınların erkek egemenliğindeki cemaatsel kodlara mahkûm olmaktan giderek çıkmasıdır. Nasıl seksenlerde namus olarak sosyalleşen ‘başörtüsü’, bugün kadının dinle kurduğu özgül ve öznel bağı temsil ediyorsa, aynı şekilde kadının kendisi hakkındaki tasavvuru da artık esas olarak kendisini ilgilendiriyor. Bu durum, kadınların erkek beğenisine ‘mazhar’ olacak bir dindarlık sergilemelerini engelleyici değil. Ancak bunun erkek bakışını yansıtan dini yorumlarla sağlanması da artık kolay olmayacak. Kısacası kadınların ikna olmaları gerekiyor ve kabul etmek gerek ki, erkek yaklaşımının ikna edici özelliği son derece zayıf. Kürtaj meselesinde Diyanet’in kamuoyuna sunduğu argüman iyi bir örnek: “Ne annenin ne de babanın bebek üzerinde mülkiyet hakkı olmadığı gibi onun hayatı üzerinde vazgeçme, sonlandırma yetkisi de yoktur.” Bu mantık bebek üzerinde anne ve babanın değil ama ‘birile- rinin’ mülkiyet hakkı olduğunu ima eder. Çünkü nihayette o bebekle ilgili birileri bir karar vermek durumundadır. Böylece din eğitimi bağlamında çocuğun devlete değil aileye ait olduğunu söyleyenler, bebeğin aileye değil devlete ait olduğunu söylemek noktasına gelirler. Bu durumda hangi yaşta yeniden aileye ait sayılması gerektiği gibi saçma sorularla uğraşmak bir yana, şu soruya da muhatap olursunuz: Bebek devlete ait ise kadın da mı devlete aittir? Bu nasıl bir devlettir acaba? Elli yaş üstü dindar erkek devleti mi? İnsanlık tarihi bize basit bir olgu sunuyor: Bebek anne rahminde büyüdüğüne ve kadın fizyolojik olarak bağımsız bir özne olduğuna göre, bebeği istemeyen bir anneyi mutlak anlamda engellemek mümkün değildir. Öte yandan o bebeğin her türlü yükünü taşımış biri varken, başka herhangi birinin bu konuda kadından daha yetkili olduğunu savunmak da pek mümkün değil. Bu nedenle kürtajın azalması, doğrudan kadınların iradesine muhtaç. Bu bağlamda din işlev görebilir... Dindar kadınlar, din öyle emrettiği için kürtajdan kaçınabilirler. Ama ortada apaçık bir sorun var: Ne herkes dindar, ne dindarların hepsi Müslüman, ne Müslümanların hepsi Sünni ne ne Sünnilerin hepsi Diyanet’in takipçisi. Dolayısıyla dinden hareketle kürtajı yasaklamak meşru olamaz. Hak kavramı üzerinden ilerlemeniz lazım. Burada ise iki tür hak kavramıyla karşı karşıyayız: Basitçe söylemek gerekirse ‘aktif’ ve ‘pasif’ haklar var. ‘Aktif’ haklar, hak sahibi olmayı hak etmeyi gerektirir ve irade sahibi olan talepkâr bir özneyi ima eder. Bütün sosyal ve ekonomik hakların ve bu arada kadınların kendi bedenleri üzerindeki hakların da menşei budur. Buna karşılık ‘pasif’ haklar, irade sahibi olmasa da varlıkların temel haklarının tanınmasını ifade eder. Hayvan hakları ve genelde yaşam hakkı da bu çerçeveye oturur. Aradaki fark birincisinde öznenin kendi hakları için talepkâr olması, ikincisinde ise öznenin başkaları adına hak ihsas etmesidir. Bu nedenle birincisi toplumsal dinamiklerin ürettiği, ilkesel tutarlılığa muhtaç olmayan hak tasavvurlarını konu eder. Örneğin kadın haklarını savunan birinin ille de grev hakkını savunması gerekmez. Oysa ‘pasif’ haklar alanı özneden asgari bir ideolojik tutarlılık beklentisine yol açar. Çünkü başkaları için hak talebi, bir ölçüde nesnel olmak zorundadır ve ‘başkalarına’ eşit mesafede durmayla meşrulaşır. Dolayısıyla bebeğin yaşam hakkını savunanların hayvan ve ağaç haklarını da aynı bağlama oturtmaları beklenir. Çünkü eğer kürtaj cinayetse, açıktır ki hayvanların kısırlaştırılması da, ağaçların kesilmesi de cinayettir. Eğer bu türden bir kapsayıcılık yoksa insan hayvandan ve nebattan daha üstün sayılmakta olduğu içindir. Ne var ki ancak elimizde insanı daha üstün kılan bir ideolojik bakış varsa bu yönde düşünmek bize doğal gelir. Nitekim tek tanrılı dinler bu ideolojiyi sağlarlar ve insanı hiyerarşik bir skala içinde diğer varlıkların üstüne koyarlar. Kısacası bebeğin yaşam hakkını doğanın yaşam hakkının dışında özel önem vererek savunmak, aslında dini bir mülahazaya muhtaçtır ve bu da sadece dindarları bağlar. Yani aslında kürtajın yasaklanmasının meşru olması herkesin dindar olduğu bir toplumda belki mümkün olabilirdi... Ama öyle bir toplum yok, geçmişte olmadı ve muhtemelen hiçbir zaman da olmayacak. 69 Kürtaj, neden cinayet değildir? “Eğer Tanrı öldüyse, her şey mübahtır.” Hilal KAPLAN 17 Haziran 2012 / Yeni Şafak T ırnak içindeki söz, insan ruhunu ilmek ilmek çözen kıymetli yazar Dostoyevski’ye atfedilir. Çağdaş felsefenin önde gelen isimlerinden Slavoj Zizek ise bu sözü tersine çevirir: “Eğer Tanrı öldüyse, hiçbir şey mübah değildir.” Neden mi? Çünkü “İnsan”, bir şeyin mübah olup olmadığının sınırını belirleyecek kapasitede bir varlık değildir. Etyen Mahçupyan bunu “Kürtaj döngüsü” başlıklı yazısında örneklerle izah etmiş: “(...) bebeğin yaşam hakkını savunanların hayvan ve ağaç haklarını da aynı bağlama oturtmaları beklenir. 70 Çünkü eğer kürtaj cinayetse, açıktır ki hayvanların kısırlaştırılması da, ağaçların kesilmesi de cinayettir. Eğer bu türden bir kapsayıcılık yoksa insan hayvandan ve nebattan daha üstün sayılmakta olduğu içindir. Ne var ki ancak elimizde insanı daha üstün kılan bir ideolojik bakış varsa bu yönde düşünmek bize doğal gelir. Nitekim tek tanrılı dinler bu ideolojiyi sağlarlar ve insanı hiyerarşik bir skala içinde diğer varlıkların üstüne koyarlar.” Mahçupyan’ın burada izhar ettiği nokta çok önemli. Zira dinin ihdas ettiği haram ile helal, mübah ile günah arasındaki ayrımdan sekülerizmin ve seküler devletin ilham alarak etik ile etik olmayan / yasal ile yasal olmayan arasındaki koyduğunu söylemek mümkün. Örneğin bu yüzden adam öldürmek suç ama hayvan öldürmek değil. Bu minvalde seküler devlet, aslında her zaman teolojik bir boyutu beraberinde taşır. Adeta kendini Tanrı yerine koyarak, ‘kulları’ arasındaki ilişkiyi düzenlemeye kalkar. Ancak şu noktayı hiç unutmamak gerekir: Sekülerizm/ seküler devlet, dinden ilham almayarak, tam da onun karşıtı hükümler vaz ettiğinde bile aslında bir teoloji kurmuş olur. Bu öyle bir teolojidir ki, on bir haftalık bir bebeğin yaşam hakkını “kutsal” sayıp onu insan mertebesine yükseltirken; dokuz haftalık, kalbi atmakta olan bir bebeği bir odun yığınından farklı görmeyip, onu zelilleştirme hakkını kendinde görür. Ve alıntıladığım bölümdeki mantık silsilesinden Mahçupyan’ın vardığı sonuç şöyle olmuş: “Kısacası bebeğin yaşam hakkını doğanın yaşam hakkının dışında özel önem vererek savunmak, aslında dini bir mülahazaya muhtaçtır ve bu da sadece dindarları bağlar.” Mahçupyan “sadece dindarları bağlar” demiş ama dindar olmayanların dokuz haftalık bir bebeğe “insan”dan daha aşağı bir varlık olarak muamele etmesi “hak”kının (ki ‘hak’ da teolojiden azade düşünülemeyecek bir terimdir) nereden kaynaklandığı yönünde bizi aydınlatmamış. Anne rahmindeki bebeğin hangi sebepten ötürü bir ağaçla eşit olduğu sorusu boşlukta kalmış. Bebeğin ana rahminde olmak itibariyle yaşama hakkına ve beden mülkiyetine sahip olmadığı iddia edilmiş ama bunun da sebepleri açıkta bırakılmış. Merak etmeye devam ediyorum, seküler insanların ortada işlenen fiilin bir cinayet olmadığı noktasındaki izahları nedir? Sosyolog Suheyb Öğüt, geçtiğimiz hafta HerTaraf’ta çıkan “Kürtaj: Kuvvenin Katli, fiilin cinayeti” yazısında benzer bir noktaya temas etmişti: “Peki insanın külli bir tarifi yapılamazken embriyo ile insan arasında bir fark olduğunu söylemek ve bu farkı embriyonun aleyhine işleterek onun katlediledilebilir olduğuna hükmetmek de ne demek oluyor? Şayet insan diye bir kategori varsa spermin tek başına insan olmadığı açıktır. Zira sperm ancak yumurta ile birleştiği zaman insan (embriyo) vücuda gelmektedir. Spermde insan olma kuvvesi mevcut değildir. Bu kuvve, sperm ile yumurtanın inzimamdan -embriyo- hasıl olur. Embriyoda insan dediğimiz varlıktaki bütün özellikleri müşahede edemiyor olmamız embriyonun insan olmadığına katiyen delalet etmez. Bilakis embriyo bilkuvve insandır. İnsan olma kuvvesine sahiptir. Şayet kuvvenin kendisini bir varlık statüsü olarak kabul etmezsek o zaman bebeğin kendisini de insanlıktan temyiz etmek mecburiyetinde kalırız. Çok kaba bir gözlemle bebek dediğimiz varlık yiyen, içen, altına eden bir mahluktan başka bir şey değildir ve fiiliyatı itibarıyla çoğu hayvandan bile daha aşağı, daha aciz bir konumdadır. Fakat buna rağmen bizler bebeği insan olarak kabul ediyor ve hayvandan daha üst bir makama yerleştiriyoruz. Neden? Çünkü bebek bilkuvve insandır ve bilkuvve insan olan her varlık tam da “insan”a tevafuk etmektedir.” Ayrıca mevcut duruma göre on haftaya kadar bebeğin aldırılması yasalara uygun. Peki ama dokuz haftalık cenin ile on bir haftalık cenin arasındaki farkı seküler devlet hangi kaideye göre koymaktadır? Sadece annenin seçim hakkı kutsalsa neden “on hafta sınırı” seküler gruplar tarafından bile ısrarla savunulmaktadır? Bu, cenini 32 haftalıkken de aldırmak isteyen annenin ‘seçim hakkı’na saygısızlık değil midir?! Kürtaj tartışması sürerken seküler yazarlar bu soruların hiçbirine cevap vermeyip, sadece 12 Eylülcülerin koyduğu sınır dahilinde kadının seçme hakkını, bebeğin yaşam hakkından üstün tuttular. Mahçupyan’ı tenzih ederek söylemek gerekirse bir kısmı da bunu aksi kanaate sahip Müslüman yazarları ve hükümeti ‘totaliterlikle’ suçlayıp, bir nevi ‘kaçak dövüşerek’ yaptılar. Hâlbuki bu tartışmaya ilişkin ilk yazımdaki sorunun cevabını kanıtlamaları ‘dindarları’ da ikna etmelerine yeterdi: İnsan, nerede başlar? Bu soruyu cevaplayamadıkları müddetçe, kürtajın cinayet olmadığını temellendirmeleri mümkün değil. Eğer cinayet olmadığı temellendirilemiyorsa da “adam öldürmenin yasa dışı olduğu gibi kürtajın da yasa dışı olması gerekir” cihetinden hareket eden devleti suçlamaları ve “sen kim oluyorsun da insanların işine karışıyorsun?” diye sormaları da mümkün değil. Zira o devlet de pekâlâ ‘seküler bir teoloji’den hareketle böyle bir yasa koyabilir. 71 KANSERDE BİLİM VE TEKNOLOJİ KADAR SEVGİ DE ÖNEMLİ Medstar Antalya Hastanesi Kanser Merkezi Başkanı Prof. Dr. Mustafa Özdoğan, Türkiye’de ve dünyada kanser tedavisinde teknolojik yenilikler ve kanserde hastaya yaklaşımın önemi hakkında sorularımızı cevapladı. Türkiye kanser tedavilerinde Amerika ve Avrupa’nın neresindedir? Kanser tedavisinde en önemli ayrıntı; gerektiğinde değişen ve yenilenen tedavi stratejilerine ulaşmak, bu stratejilerin gelişimine destek olan klinik araştırmaları, ekspert yorumlarını okuyup rutin pratiğe aktarabilmektir. Kısacası artık bilgi hiçbir kurum ya da kuruluşun veya bireyin tekelinde değildir. Dolayısıyla değişen bilgiye ulaşan ve özümseyebilen onkoloji uzmanları, günümüz koşullarında en yeni tedavileri vakit kaybetmeksizin hastalarla buluşturmaktadır. Teknolojik gereksinimler ve konforlu mekanlar alanında da ülkemiz hızlı bir değişim içindedir. Türkiye artık kanser tedavisinde batı kadar iyidir ve hatta bazı konularda daha da ileri seviyededir. Kanser tedavisinin en önemli parçalarından biri olan hastaya ve hasta yakınına değer verme, hastaya tedaviyi şefkatli ve sevecen bir şekilde sunma konusunda dünyanın hiçbir hekim ve sağlık çalışanı grubu Türkiye’den önde değildir. Kanserde bireye özgü tedavi nedir? Ülkemizde yapılabiliyor mu? Son yıllarda gelişen bir konsept olan “Bireye özgü tedavi” hastanın kanserinin genetik yapısını ve aynı zamanda bireyin kanser dışı özelliklerini eş zamanlı analiz ederek, o birey için en doğru tedavinin bilimsel kanıtlar eşliğinde hastaya sunulmasıdır. Günümüzde “One size fit all” yani “tek bir tedavi yöntemi tüm hastalara iyi 72 gelir” modeli terk edilmiş, yerini “Bireye özgü tedaviler”e bırakmıştır. Bu sayede hastalarda daha etkin tedavilerle başarı şansı artmış, tedavi sırasında ortaya çıkan istenmeyen yan etkiler minimum düzeye indirilmiştir. Tüm dünyada olduğu gibi; meme ve akciğer kanseri dahil birçok kanser türünde bu yaklaşım hastalara başarıyla sunulmaktadır. Kanserde akıllı tedavi uygulamaları nedir? Türkiye’de de uygulanabiliyor mu? Kanserde akıllı tedavi veya farklı bir deyişle hedefe yönelik, hedeflenmiş tedaviler 2000 sonrası birçok kanser tedavi stratejisinde sağladığı başarılar ile kanserli hastalarımızın umudu olmuştur. 2000 öncesi başarılı olunamayan kanserin birçok türünde klasik kemoterapi ilaçları ile birlikte veya tek başına kullanımları sonucu, tahminlerin ötesinde yarar görülmüştür. Klasik kemoterapiler kanserli hücrelerle birlikte normal hücreleri de etkilerken; hedefe yönelik ilaçların sadece kanserli hücreyi etkilediğini normal hücreler üzerine ise çok az etki oluşturduğu ya da bu hücreleri hiç etkilemedikleri görülmüştür. Tümöre özel hücre içi veya dışında yer alan çoğalma yollarına yönelik geliştirilen bu ilaçlar, tedavide seçicilik yaratmakta ve kanser hastalığını ürkütücü bir isim ve algıdan kronik bir hastalık algısına doğru taşımaktadır. Örneğin; 2000 öncesi sigara içmemiş, adeno kanser yapısında olan ilerlemiş evre akciğer kanserli bir kadın hastada yaşam süresi aylarla sınırlıyken, günümüzde bu hastaların ağızdan alınan tek bir hap ile hızla yaşama döndüğü ve sağlıklı bir birey gibi yıllarca yaşamını sürdürdükleri görülmektedir. Bu durum, doktorlar için de son derece memnuniyet vericidir. Günümüzde akıllı ilaçları birçok kanser türünde, Türkiye’de başarıyla kullanmaktayız. Kanser görüntülemesinde yeni teknolojiler nelerdir? Türkiye de bu teknolojiler kullanıyor mu? Bu konuda en önemli gelişme; PET-BT (Pozitron Emisyon Tomografisi) veya PET-CT olarak adlandırılan kanser görüntüleme cihazının, vücutta saptanan kütlelerin tanımlanması, kanser evrelemesi ve tedaviye yanıtın belirlenmesi için rutin kullanıma girmesiyle olmuştur. Bu cihaz sayesinde vücutta tümör yayılımını çok daha doğru saptamakta ve erken dönemde tedavinin başarılı olup olmadığı görülebilmektedir. PET-BT aslında sadece kansere özel bir gö- rüntüleme yöntemi değildir. Çekim sırasında vücuda verilen bir tür işaretli şekerli sıvı, normal hücrelere göre daha fazla aktif ve enerji tüketimi (metabolik aktivitesi) yüksek olan hücrelerde yoğunlaşarak, bu alanın anormal bir yapı olduğunu ortaya koyar. Eş zamanlı alınan tomografik görüntüleme ile bu anormal yoğunlaşan alanların yapısal özellikleri hakkında da bilgi verir. Bu anormal yapılar, kimi zaman kanseri işaret ederken, kimi zaman da romatolojik bir hastalığı veya tüberküloz gibi bir enfeksiyon saptamasını sağlayabilir. Bugün için PET-BT’nin rutin kanser taraması amacı kullanılması uygun değildir. Kanser tanısı konan veya yüksek olasılıklı kanser şüphesi olan bireylerde yarar sağlamaktadır. Artık Türkiye’nin birçok noktasında hastalar kolaylıkla bu cihaza ulaşabilmektedir. Medstar Antalya Hastanesi Kanser Merkezi’nde bu alandaki yenilik- leri izleyerek, PET-BT’nin geliştirilmiş versiyonu olan M-BT (moleküler tomografi) ile hastalarımıza hizmet vermekteyiz. Meme kanserinin erken tanısında teknoloji ve hasta konforu Meme görüntülemesi ve takibi, bu kanser türünün erken evrede saptaması bakımından son derece önemlidir. Özellikle 40 yaşında yılda bir kez memenin görüntülenmesi ve elle muayenesi, erken teşhise önemli katkılar sağlamaktadır. Yenilenen meme görüntüleme cihazları hem görüntü kalitesini artırmış hem de memenin daha az sıkıştırılması ile hastaya konfor sağlamıştır. “Tomosentez” adı verilen bu digital meme görüntüleme cihazları sayesinde, hastanın eski bilgisi bilgisayar ortamında saklanmakta ve eski görüntüleri ile yeni bulgular rahatlıkla kıyaslanarak, memede bir problemin gelişip gelişmediği kolayca takip edilebilmektedir. Pahalı olmayan ve kullanımı her geçen gün artmakta olan bu yönteme de, ülkemizde rahatlıkla ulaşılabilmektedir. Radyoterapide teknolojinin ulaştığı son nokta Kanser tedavi teknolojisindeki en önemli gelişmelerden biri de radyoterapi alanında olmuştur. Işın tedavisinde kanserli alanın yeterli ışınlanıp tümörün yok olması ne kadar önemliyse, çevre dokuların da korunması aynı oranda önem taşımaktadır. Yeni cihazlar ve uygulama yöntemleri ile kanserin kontrol altına alınabilme oranları artmış, normal dokuların gördüğü zarar azalmış, özellikle hızlı ve modern cihazlarla tedavi süreleri kısalarak, hasta konforu üst düzeye taşınmıştır. Türkiye de teknoloji alanında hızla değişime uğramış, neredeyse tüm kanser merkezleri bu tür yeni teknolojilere sahip duruma gelmiştir. Merkezimizde de son teknoloji radyoterapi uygulaması kurulumu gerçekleştirilmiştir. 73 Türkiye’de kanser tedavisinin Avrupa ve Amerika’dan farklı olan yanları var mı? Kanser tedavisi alanındaki yenilikler, bilgi ve teknolojiler ile sınırlı olmamalıdır. Kanser tedavisi ayrı bir yaşam ve tedavi felsefesidir. Medstar Antalya Hastanesi Kanser Merkezi, olarak hastalarımıza sevgi, güven, yaşam kalitesi ve konforu bir arada sunmaktayız. Hastalar merkezimizde; kemoterapi alanlarını sanat evine çeviren, hastaların resim öğretmenleri kontrolünde zevk ve becerilerini tuvale yansıtmalarını sağlayan, bir çok sanatsal faaliyetin içinde olmalarına olanak tanıyan yeni bir bakış açısı ile tedavi edilmektedir. Hastaları yaşamdan koparmak yerine, yaşam kalitelerini artırarak topluma kazandıran felsefe ile kanserli hastanın rehabilitasyonu, beslenmesi, cinsel sorunları, psikososyal problemleri yok sayılmadan, tüm bunlar rutin pratik içinde değerlendirilmektedir. Aksi halde, kanser tedavisinde istenilen başarıyı sağlamak mümkün olmamaktadır. Antalya’dan başlattı- 74 ğımız değişimin tüm Türkiye’de uygulanmasını hedefliyoruz. Her türlü donanıma, bilgiye ve beceriye sahip, sevgi dolu yüreğiyle gece gündüz bu alanda yorulmadan hizmet veren doktor ve sağlık çalışanları; Türkiye’yi her zaman dünyadan farklı bir noktada tutacaktır. Bu felsefeyi benimseyen ve günlük yaşamına taşıyan doktorların varlığı, en önemli üstünlüklerimizdir. Ülkemizde olmayan ve hastaların ihtiyaç duyabileceği eksiklikler nelerdir? Palyatif bakım klinikleri ve yaşamın son döneminde bakım, kanser tedavi pratiğinin ve ülkemizin en önemli sorunudur. Gelişmiş ülkelerde “Hospice” diye adlandırılan, bu konuya odaklanmış sağlık profesyonelleri ile çok sayıda merkezde hizmet veren bu klinikler, ülkemizde de hızla kurulmalıdır. Doğum olgusuna karşı sevgi ve heyecan duymak gibi, yaşamın vazgeçilmez parçası olan ölüme ve ölüm sürecine de saygı ile bakılmalıdır. Hastalar, hastalıklarının son evresinde eğitimli, bu alanda kendini yetiştirmiş doktor ve sağlık çalışanları ile özel tedavi alanlarında karşılanmalı, insan olmanın saygınlığı ile bu hizmeti almalıdır. Almanya’da konuşulan aşı tedavisi kanser için bir kurtuluş mu? Hastalar bu nedenle yurt dışına gitmeli mi? Aşı tedavisi veya sıklıkla bilinen ve popüler olan “Dentritik hücre tedavisi” son 20 yıllarda ciddi şekilde irdelenmiştir. Bu konuda çok az kanser türünde ve rutin pratiğe etki yaratmayacak oranda yarar sağladığı gözlemlenmiştir. 2000’lerin başında birçok hastaya uygulanan yöntem; Malign Melanoma adlı cilt kanserinde %5’den daha az oranında bir yarar sağlarken neredeyse diğer tüm kanser türlerinde umut vadedecek bir sonuç sağlayamamıştır. Bu nedenle hastaların doktorlarına güvenmeleri, onların izin ve bilgisi olmadan bu tür yöntemlere başvurmamaları, her şeyden önemlisi yaşamlarını tehdit edecek tanıtımlara ve yönlendirmelere kanmamaları çok önemlidir. 76 CAN DOSTUM “Intouchables” Op.Dr. Reis AVSAR İzmir / Selçuk Devlet Hastanesi Göz Hastalıkları Uzmanı B irkaç hafta önce ülkemiz sinemalarında vizyona giren bir film ülkesi Fransa’nın gelmiş geçmiş en çok izlenen yerli filmi olmakla kalmayıp, tüm dünyada şu ana kadar yaptığı 350 milyon dolar hâsılat ile İngilizce dışı bir dilde çekilmiş en yüksek hâsılat yapan film rekorunu da kırdı. Ülkemizde “Can Dostum” adıyla vizyona giren (orijinal adı “Intouchables”) filmimizin senaryosunu birlikte kaleme alan Olivier Nakache ve Eric Toledano filmin yönetmenliğini de üstlenmişler. Afişinde “Güneşi göremedim diye ağlarsan, yıldızları da göremezsin” yazan film gerçek bir hikâyeyi anlatıyor. Filmin sonunda jenerik ile beraber bu gerçek kahramanları da görebiliyoruz. Filmimizde temelde bir dostluğun öyküsü anlatılıyor. Bir yanda saray gibi bir malikânede kendisi için çalışan birçok kişi ile birlikte yaşayan entelektüel, zengin orta yaşta bir adam olan Philippe, diğer tarafta şehrin banliyolarında zaman zaman suça bulaşarak yaşayan, sorunlu bir ailenin üyesi Senegalli bir göçmen olan Driss var. Philippe bir süre önce yamaç paraşütü yaparken geçirdiği kaza ile boynundan altı felç olan, bu yüzden fiziksel olarak tamamen başkalarına bağımlı olan bir karakter. Bu durumun üzerine bir de eşini kaybetmiş olması Philippe’i mutsuz depresif biri haline getirmiştir. Kızıyla birlikte yaşadıkları halde iletişimleri tamamen kopmuş durumdadır. Kendisi için çalışanlar ne kadar iyi niyetli olsalar da, insanların kendisine kırık bir oyuncak gibi davranmasından iyice bunalmış durumdadır. Çevresinde “dostum” diyebileceği biri yoktur. Gerçek dostluğu bulmak için para yeterli değildir. Bu durumun tetiklediği agresiflik nedeniyle sık sık bakıcısını değiştirmek zorunda kalıyor. Driss ise işsizlik maaşını almaya devam edebilmesi için Philippe’in bakıcılığı işine başvurduğunu kanıtlayacak “reddedilmiştir” mührünü alıp gitme peşinde olan, hapisten yeni çıkmış bir genç göçmendir. Philippe, O’nun bu pazarlıksız ve rahat hali üzerine bakıcılık işinde hiçbir bilgi ve tecrübesi olmadığı halde Driss’i işe aldığını bildirir. Driss beceriksizce hatalar da yapsa Philippe’i bir iş materyali olarak değil insan gibi görmektedir. Kendisine acıyarak bakmayan bu genç adamın farkını hemen hisseden Philippe de, çevresindeki insanlarda görmediği bu samimiyet 77 ve doğallık karşısında hayatının giderek renklendiğini fark eder. Filmin konusunu öğrenen biri bu filmden dram yanı ağır, iç karartıcı bir duygu yumağı çıkacağını düşünebilir. Ancak filmin bu kadar başarılı olmasının belki de en önemli sebebi, hiçbir anında duygu sömürüsüne gitmeyip, aksine incelikli esprilerle komedi dozunu çok iyi ayarlamasında. Öyle ki filmin neredeyse tamamını yüzünüzde tatlı bir gülümseme ile geçiriyorsunuz. Hatta zaman zaman “benim” diyen komedi filmlerine taş çıkaran sahneler ile kendinizi kahkaha atarken bulabilirsiniz. Tabii bu başarıda senaryo kadar önemli olan bir etken de başta 2 ana karakteri oynayan oyuncular olmak üzere üst düzey oyuncu performansları… Philippe karakterini canlandıran tecrübeli oyuncu Francois Cluzet beden dilini kullanma şansı olmayan bir karakteri gerçekten hiç abartmadan ve çok inandırıcı olarak canlandırıyor. Philipe’in üzüntüleri, sevinçleri, şaşkınlıkları, endişeleri, heyecanları usta işi mimiklerle bize aktarılıyor. 78 Driss karakterini canlandıran Afrika kökenli oyuncu Omar Sy ise filmin lokomotifi adeta… Banliyöde yaşayan bu göçmen serseri, burjuvaziye ve onun getirdiği yaşam tarzına eleştirel olduğu kadar eğlenceli de olan bakış açısıyla kendini hiç kasmadan ve lafını esirgemeden yaklaşıyor. Philippe de bundan etkilenip kendisine ters gelen şeyleri (Driss’in zorlamasıyla da olsa) yapmaya başlıyor. Gözlerine kaybettiği ışıltı geri dönüyor. Üstelik Driss’in yaşam koşulları her yönüyle zorlayıcı ve üzüntülerle doludur. Ama bu genç adam kendi dertlerini bahane etmeden ve yerinmeden, çevresindeki insanların hayatlarına yapabileceği olumlu katkıları yapmaktadır. Fransa’nın Oskarı kabul edilen Cesar ödüllerinde aldığı pek çok adaylık içinde ödüle uzanan tek kategorinin erkek oyuncu kategorisi olması (Omar Sy) da tesadüf değil. Filmin bir diğer meziyeti de müzikleri. Özellikle bir piyano dahisi olan Ludovico Einaudi nin besteleri gerçekten filme büyük katkı sağlıyor. Filmde iki karakterin müzik zevkleri de sık sık gündeme geldiği için farklı parçalar da filmin müzikleri arasına girmiş. İnsaları önyargılarla dışlamamak gerektiği, beklenmedik insanların, beklenmedik şekillerde birbirinin hayatına girip değiştirebildiği çok güzel bir şekilde anlatılıyor. Bazen farklı yetişmiş bambaşka bir insan, bizi çok iyi tanıyan pek çok insandan daha iyi bir şekilde bizi anlayıp hayatımızda fark oluşturabilir. Ve bazen bu fark bütün hayatınızı yaşanır kılmak için yeterli olabilir. Bu durum başta Fransa ve tüm dünyadaki ırkçı kişileri biraz olsun utandırdıysa filmin artı hanesine yazılmalı. Bir hastaya veya yardıma ihtiyacı olan birine yaklaşırken profesyonellik tabii ki çok önemlidir. Ancak karşımızdakinin öncelikle bir insan olduğunu unutmamak ve bunu unutmadığımızı karşımızdakine hissettirmek şarttır. İkili etkileşim ile elde edilecek başarı tek yönlü bir etkileşimde elde edilen katkıdan çok daha fazla ve çok daha kalıcı olacaktır. Türkiye’nin önde gelen 41 diyabet uzmanı bu kitapta buluştu: SORULAR ve YANITLARLA DİYABET Yazar: Esra Kazancıbaşı Öztekin Sayfa Sayısı: 510 Dili: Türkçe Yayınevi: Sağlık Adası Tarih: 2012 Sağlığım İçin Herşey Sağlık Kitapları Serisi’nin üçüncü kitabı “Sorular ve Yanıtlara Diyabet” yayınlandı. Diyabet alanında Türkiye’nin önde gelen 41 uzmanını bir araya getiren kitapta, şeker hastalığıyla ilgili yüzlerce sorunun yanıtı yer alıyor. Kitapta, Tip 1 ve Tip 2 diyabetin belirtileri, nedenleri ve tedavisindeki gelişmeler; çocuklarda, hamilelerde, yaşlılarda şeker hastalığı ayrıntılı olarak ele alınıyor. Ayrıca 5 diyetisyen şeker hastaları için sağlıklı Şemspare Yazar: Elif Şafak Sayfa Sayısı: 252 Dili: Türkçe Yayınevi: Doğan Kitap Tarih: 2012 Her Yönüyle Anestezi Yazar: Kutay Akpir Sayfa Sayısı: 120 Dili: Türkçe Yayınevi: Nöbetçi Tarih: 2011 80 25 yemek tarifi veriyor. Sağlık Adası yayınlarından çıkan kitap, zengin içeriğiyle diyabet hastaları ve yakınları için 510 sayfalık bir başucu rehberi niteliği taşıyor. Gazeteci Esra Kazancıbaşı Öztekin’in imza attığı söyleşilerden oluşan kitabın en önemli özelliği sorulu cevaplı formatıyla kolay okunabilmesi ve diyabetin yol açtığı sertleşme sorunu, ayak yaraları, kalp hastalığı gibi sağlık problemlerinin ve tedavilerinin de ayrıntılı olarak incelenmesi… Elif Şafak, bir kez daha hayatın içinden süzülüp gelen denemeleriyle karşımızda. Şafak’ın, Kasım 2010’dan bu yana Habertürk gazetesinde yayımlanan yazılarından oluşan seçkisi Şemspare adıyla yayımlanıyor. Altmışın üzerinde denemenin yer aldığı kitap, yazarın bir önceki deneme seçkisi Firarperest’in devamı niteliğinde. Şafak’ın kadın, yolculuk, edebiyat ve güncel konular üzerine yazılarının yer aldığı Şemspare’nin metinlerine eşlik eden illüstrasyonlar da yine M. K. Perker imzasını taşıyor. Bu kitapta anestezinin ne olduğu, nasıl uygulandığı, anestezi uygulanacak kişinin karşılaşacağı durumlar ve yapması gerekenler; kısaca, güvenli bir anestezinin sağlanması için herkesin üzerine düşen sorumluluklar, ayrıntısıyla ele alınmıştır. Ayrıca son kısmında, dünyada ve Türkiye’de bu bilim dalının ortaya çıkışında rolü olan kişiler ve tarihsel seyir hikâye edilmiştir.
Benzer belgeler
e-dergi - Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Platformu
Koşuyolu Mah. Alidede Sk. Demirli Sitesi
A Blok No: 7 / 3 Kadıköy - İstanbul
Tel: 0216 681 53 66