İndirmek İçin Tıklayınız!
Transkript
İndirmek İçin Tıklayınız!
ahim Karaca
-Şiirler-
akta kalan
A YÜZÜ
1- Gökyüzünün Yedi Rengi
2- Mektup /Yağmura Yazılan/
Umutsuz Bir Şarkı /Sen Gidersen
3- Abidin /Gündüzler ve Gecelerde
4- Harman Yeri /Phoneix
5- Bağışla Beni /Giz /Yarın /
Solmasın Yüzün
10.50
3.25
4.20
4.20
4.00
BYÜZÜ
1- Saklı /Ardından /Ne Çıkar /Uğurlama
2- Ruhi Su Ağıdı /Düş /Yanakta Kalan /Pusu
3- Göçmen
4- Ozan Bebe /Fırat'ın Türküsü
5- Yürek Çağrısı /Tacir /Zeytin Ağacı/
Balıkçının Türküsü /Yolculuk/
Demircilere Övgü /Pişman Etme/
Belki Bir Şarkı
6- İçe Dönü /Büyükşehir Gurbetçisi
8.35
4.00
2.00
2.00
5.55
4.35
ç
I
K
I
Y
O
R
Eylül 1998 Sayı: 8
"Düşünceye Af" Değil, "Tutsaklara Özgürlük" Tavır
3
Işık Yurtçu-Röportaj Tavır
6
İdil Kültür Merkezi Baskını ve Tutuklamalar Tavır
7
Kültür -2- Yiğit Tuncay
10
Sevdalanmak Zamanı Bülent Özcan
14
Ölüm Orucu Destanı-"'Boran' Fırtınası" Grup Yorum
15
Niye Çağdaş Halk Müziği Demiyoruz! Grup Yorum
19
Halk Türküleri ve Öyküleri man Altın
21
Düşmanlar Pablo Neruda
23
Kültürel Çalışmada Birleşik Cephe Mao Tse-Tung
24
İmaj ve Küfür Kitapları -2- Şaban Öztürk
26
Bir Destandı Sahneye Taşıdığımız Ayşe Gülen Halk Sahnesi
31
Oyun "Bedreddin Yiğitleri-Berdan Bölümü" Ayşe Gülen Halk Sahnesi
33
Çılgın Şehir-Savcı, hakim ve cellat: Medya Veli Göktaş
39
Semir Aslanyürek-Röportaj Yasin Ali Türkeri
41
Haber/Yorum Tavır
44
kültür sanatta
TAVIR
Aylık Sanat Dergisi
İdil Kültür Sanat Bilimsel Araştırma Yay. Org. Film. Tic. San. Ltd. Şti. tarafından yayınlanmaktadır.
Sahibi
İrşad Aydın
Taksim
Ayşe Nil Halk Kütüphanesi
İstiklal Cd. Korsan Çıkmazı
Saadet Apt.4/2 Beyoğlu
Abone Koşullan
(6 aylık) 900.000.-TL
(1 yıllık) 1.800.000.-TL
Yazıişleri Müdürü
Yasin Ali Türkeri
İdil
Yazışma Adresi
Kültür Merkezi Dereboyu C No: 110/55
Ortaköy/lstanbul Tel/Fax:(212) 26132 19
İzmir
Ege Kültür Sanat Merkezi
1. Beyler No: 22 Kat: 4/403 Kemeraltı
Adana
İnönü C.
Aydın Işhanı No:505
Hesap
No:
(TL): 1116-344793 Aynur Cihan İşbankası Ortaköy-lstanbul
(DM): 1116-281093 Aynur Cihan İşbankası Ortaköy-lstanbul
Okmeydanı
Okmeydanı Halk Kültür Merkezi
Piyalepaşa C. No: 148
Antakya
Cumuhuriyet M. Gündüz C
Murat S. Bakırcı Psj. No:8
Tel: (326) 2140115
Ofset Hazırlık
Tavır Yayınları
Almanya
Hagedornstr. 15
47169 Duisburg
Tel:(00 49 203) 40 11 26
Baskı
Başak Ofset
TAVlR'dan
HEMEN HEPİMİZ FİLMLERDE izlemişizdir; gazetelerde iki satır bile olsa yer alan "af"
sözünün adli koğuşlarda yarattığı heyecanı... Daha bir hızlanır voltalar, tespihlerin turum...
Umutla pırıldayan gözler, delecekmişcesine dikilir taş duvara. Ona eşdeğer bir heyecan da
dışarıda yaşanır. Hısım-akraba, bir umuttur beklerler. Evlat kokusuyla sızlar burun direkleri;
yar özlemidir saran yürekleri...
İşin aslında ise, özgürlük özleminin iğrenççe sömürülmesi vardır. Kokuşmuş düzenlerinin
birazcık olsun yaşaması için kudurmuşçasına uğraşanlar, ulaşabildikten ne varsa kirletmek
isterler. Halkın kanıyla yıkadıkları ellerini, utanmazca uzatırlar halkın ekmeğine, yaşamına,
umuduna...
Yine "af" demekte karanlığın sahipleri. Kimi affediyorlar? Özgürlüğünü, bir bebenin
gözlerinde doğacak olan umut için feda eden devrimcileri mi? Yoksa, pisliklerine
bulaştırdıkları insanları mı? Hangi cüretle?.. Ne hadlerine?..
Kim verdi size o hakkı? Biz vermedik, halk da vermedi; tarih ise çoktan aldı o hakkı
elinizden. O hak, ancak ve ancak yarınları çalınanların, umutlarını kör kuyularda
yitirenlerindir. Affedecek birileri varsa, o ancak halktır, biziz. Ama sizin için ne çare; çünkü
"biz unuttuk bağışlamayı"...
Yine saldırdılar... İnsanlıklarını kahpe dehlizlerde çoktan yitirenler, bütün kinlerini
kusarak saldırdılar kültür merkezimize. Saçlarımızdan sürükleyerek, kafalarımıza vura vura
götürdüler bizi. Yine meşruluğumuza saldırmışlardı; haklılığımıza, doğruluğumuza...
Fırtınalar arasında büyüttüğümüz bir top gülümüzü, narinliğine bakıp kolayca
ezebileceklerini sandılar. Göremedi, göremezdi bakışları; kıskançlıkla toprağa tutunan
köklerimizi. İrşad'ı tutukladılar, bir gün sonrasında ise konser çıkışı Ufuk'u... Daha bir
bilendi Yorumcular; "boran fırtınası" türküleriyle...
Eylül zamanı, yaprak dökümü aylarıdır. Bu hazan ayında yolculadık ustalarımızı, toprağın
sonsuzluğuna. Ruhi Su, Yılmaz Güney, Pablo Neruda...
Çağrımız var Ruhi Usta'ya: "Susma be hey ozan / Susma / Soluğunu kat sesine / Sesini vur
dağlara / Gümbür gümbür gümbürdesin yüreğin..."
Pablo Neruda, halkın ekmeğini, adaleti haykırıyor dizelerinde. İflah olmaz bir şarapneldir
saplanıyor "düşmanlar"ın göğsüne; kanımıza "Salut!" diyen hainin boğazına takılan
yumruk: "Bir Ceza İstiyorum!"
Yılmaz Güney, arka iç kapağımızdan yolluyor selamını... Her zamanki gibi dimdik, her
zamanki gibi vakur...
Onlardan öğrendik kavganın sanatını; ve yine onlardan öğrendik sanatın kavgasını... Ne
mutlu ki bize, sadece üç-beş değil, onlarca-yüzlerce onlar. Ve bir usta şefkatiyle bakıyorlar
bize; gözlerinde sevgi, gözlerinde gurur... Onların çizdiği portede yazmaya devam ediyoruz
umudun şarkısını. Ve onların tualinde renkleniyor özgür yarınlarımız...
Ekim ayında görüşmek üzere...
2
Dostlukla...
GÜNCEL
tavır
"DÜŞÜNCEYE AF" DEĞİL,
"TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK"
M
illi Güvenlik Kurulu
(MGK) tarafından bir
operasyonla kurulan hü
kümetin henüz bir yılı
olmadan erken seçim
tartışmaları başladı ve
karar altına alındı. Erken seçimin yanı
na "af" tartışması da katılarak kamu
oyunun gündemi bunlarla doldurul
maya başlandı. Erken seçim ve affın
gündemi gelmesi, aslında yaşanan si
yasal sürecin bir sonucu olarak ortaya
çıkmıştır.
Susurluk sonrası siyasi iktidar,
halkın gözünde katliamlarıyla, uyuştu
rucu ticaretiyle, vurgunculuğuya, mafyacılığıyla, kısaca tüm kokuşmuşluğuyla ve kontrgerillacılığıyla iyice teş
hir olmuştu. Egemenler, halkın yüzbinler olup alanlarda, sokaklarda ada
let taleplerim haykırması karşısında
iyice köşeye sıkışmıştı. Halka karşı
sürdürülen savaşın ana kaynağı olan
MGK, halkın yükselen mücadelesi
karşısında politikaya çok daha açıktan
müdahale ederek, yeni bir süreç baş
latmıştı. Bu sürecin temel politikaları
nı; Susurluk gerçekliğinin üstünü örte
rek, kontrgerillaya çeki düzen vererek
denetim dışı davranışları kontrol altına
almak, düzen partilerim ve el altından
besleyip büyüttükleri islamcı kesimin
rahatsızlık verici gelişmesini disipline
etmek, sonuç olarak, devleti yeniden
toparlayıp sömürü ve zulüm politika
larına yeniden istikrar kazandırmak
oluşturuyordu.
MGK, bu çerçevede belirlediği laiklik-şeriat karşıtlığı gündemiyle dev
letten, düzenden uzaklaşan tüm ke
simleri düzen içi bir saflaşmaya yeni
den kazanmaya yöneldi. Refahyol hü
kümeti tasfiye edilerek ANASOL-D
hükümeti kuruldu. Kurulur kurulmaz
da halka karşı saldırılara hız verdi. Bu
süreçte bir Ekonomik-Sosyal Konsey
oluşturuldu. Konseyde işçi, memur,
esnaf, çiftçi, bir çok kesimin temsilcisi
sıfatıyla konfederasyonlar, sermaye ve
hükümet temsilcileri başbaşa verip
miyonları oyalamaya çalışırken "demokrat-aydın" çevreler de MGK poli
tikalarına hizmet eder tarzda laiklikşeriat ekseninde tartışmaya, yazıp çiz
meye başlamıştı. Sonuç olarak MGK
bu politikalarında, özellikle de "soldemokrat" kesimin yardımıyla hiç de
azınsanmayacak oranda mesafe almış
tı.
Hükümet, siyasi partiler ne yapar
larsa yapsınlar halk kitlelerinin güncel
somut sorunlarına ve taleplerine hiç
bir çözüm sunmadıktan gibi, vaatler,
sözler göz boyama taktikleri de işe ya
ramaz haldedir. Özellikle, Susurluk
sonrası devletten ve demokrasicilik
oyununun başaktörleri olan siyasi par
tilerden halkın herhangi bir beklentisi
kalmayıp, düzenden daha da uzaklaş
maktadır. Hiçbir parti, bir önceki oy
oranım dahi tutturabileceğinden emin
değil. Kamuoyu anketlerinde karşıları
na çıkan gerçek, demokrasicilik oyu
nunu devam ettirebilmelerim ciddi
olarak tehdit eden bir tablodur. Top
lam seçmen sayışınım hemen hemen
yarısı ya hiçbir partiye oy vermeyece
ğim ya da birbirlerinden hiçbir farkı
kalmayan burjuva düzen partileri için
de kararsız ve umutsuz olduklarını be
lirtiyorlar.
Kriz giderek derinleşiyor ve çarkın
başında bulunanların da birbirleriyle
çelişkileri büyüyor. Bütün taraflar bu
gidişatta ayakta kalabilmek için bir di
ğerinin ayağım kaydırmaya çalışıyor.
Özellikle halkın giderek büyüyen hoş
nutsuzluğunun ve düzen dışına çıkma
eğiliminin artması karşısında kitleleri
yeniden düzene bağlamak için yeni
manevralara ihtiyaç duyuyorlar. Bir
süre önce başlayan erken seçim tartışmaları ile birlikte; en son gündeme ge
tirilen "af" konusu da, işte bu manev
ralardan birisidir.
Af konusu gündeme girer girmez
medya, belirlenen görevine sarılıp, af
konusunu çeşidi yönleriyle çarpıtarak,
kamuoyunu yönlendirmeye çalışarak
ele aldı. Hükümette yer alan partiler
den diğer burjuva düzen partilerine,
reformist soldan çeşitli demokratik
kitle örgütlerinin temsilcilerine, köşe
yazarlarından
demokrat-yurtsever
çevrelere kadar hemen her kesim, af
konusunu tartışıyor.
Burjuva düzen partileri, af konusu
nu siyasi çıkar malzemesi olarak kul
lanma hesaplan yaparken affın sınırla
rını belirlemeye çalışıyorlar. Diğer
çevrelerin tartışmaya yaklaşımları ise
yüzeysel, faydacı ve özünde düzenin
adaletini, yargı mekanizmasını meşru
laştıran bir çerçeveyi aşamamaktadır.
Tartışmalarda çeşitli kesimlerce dile
getirilen görüşler, şu başlıklarda topla
nıyor:
1- Adli tutuklu ve hükümlüler affe
dilsin, "teröristlere" kesinlikle af uy
gulanmamalı.
3
2- Adli tutuklu ve hükümlülerden
"kader kurbanları" dışında hiç kimse
aftan yararlanmamak.
3- Düşünce suçluları da af kapsa
mına alınmalı.
4- Ayrımsız genel af uygulanmalı.
5- Devlet yalnızca kendisine karşı
işlenen suçları, siyasi suçları affede
bilir.
Birinci görüş, af tartışmalarının ilk
günlerinde tüm burjuva düzen partile
ri ve burjuva medya tarafından ilk
ağızdan koro halinde ileri sürüldü.
Egemenlerin hiçbir yol ve yöntemle
devrimci mücadelenin gelişimini engelleyememelerinin paniği ve korkusu
içinde olduklarınım somut bir yansı
masıydı. Öte yandan kamuoyuna siya
si tutsakların "asla affedilmeyecek te
röristler" olarak sunulması ile halkın
gözünde bir kez daha devrimcileri ka
ralama çabasını taşıyordu.
Burjuva medya, çeşitli adli olay
larda mağdur olanların, yakınlarım
kaybedenlerin duygularını kullanarak
"suç" kavramın kişiselleştirmeye
(yani "suç"u kişilerin hata ve eksikle
rine bağlama), suç işlemenin maddi
zemine olan sosyal adaletsizlikleri ört
meye çalıştı. Yozlaşmayı, baskılan,
yasaklan, her tarafından kan, irin akan
zulüm düzenim ve sahiplerini gizle
meye çalıştı. Böylece tek suçlunun ki
şiler olduğu, bunların da cezayı hak et
tiği, devletin bu cezayı uygulamakla
adaleti yerine getirdiği propagandasıy
la zulüm düzeni meşrulaştırılmaya ça
lışıldı.
Kimi "demokrat" kesimler ise
4
çeşitli yazı
lan, konuş
maları ve
davranışları
nedeniyle
yargılanıp
hapsedilenlerin
af
kapsamına
alınması
gerekteğini,
bunun dış
kamuoyuna
olumlu me
saj olacağı
nı söyledi
ler. Bu konuda çeşitli etkinlikler, açık
lamalar yaparken ısrarla "düşünce
suçluları" vurgusu yaparak, düşünce
yi affedilmesi gereken "suç" olarak
kabullenen bir çizgide iktidardan ica
zet bekliyorlar. Aynı zamanda "dü
şünce suçluları" diyerek, düşünceyi
ve eylemi birbirinden özenle ayırıp, si
yasi tutsaktan düşünceleri olmayan,
şiddet düşkünleri olarak suçladıklarım
ve devletle bu noktada aynı zeminde
buluştuklarım unutuveriyorlar!
Ağırlıklı olarak İHD, EMEP,
ÖDP gibi çevrelerde şekillenen bir
başka yaklaşım ise "Ayrımsız Genel
Af' sloganında ifadesini buluyor. insan haklarına burjuvazinin penceresin
den bakan, haklıyı-haksızı, suçu-cezayı bir türlü netleştirmeyen bir bakış
açısından yansıması olan bu yaklaşı
ma göre, Susurluk gerçeğinin failleri,
affedilebilirler.
Bir başka yaklaşım, genel hukuk
ilkelerinden yola çıkılarak belirtilen,
devletin bir taraf, bir kişilik olduğu ve
yalnızca kendisine yönelik suçlan af
fetme yetkisi olduğu yaklaşımıdır. Ki
mi baro yetkililerinin hukukçu mantığı
niteliğine, halklara karşı uyguladığı
tüm zulüm politikalarına bakmadan,
onu bir "af mercii" olarak gören ve her
türlü karşı çıkışı affedilmesi düşünülen
"suç" olarak ele alan bir bakış açısıdır.
Bu yaklaşımın sahipleri ne bu zulüm
düzenini, ne de devrimcileri ya hiç ta
nımıyorlar ya da bilerek, isteyerek dü
zenin hukukunu, yargısını, tüm zulüm
politikalarını meşru görüp devrimcile
ri karalıyorlar.
Sonuç olarak bütün bu yaklaşım
larda ortaya çıkan sorun; "af* konusu
nun hangi bakışla ele alınması gerekti
ğidir. Daha somut söylersek suçun,
suçlunun, cezanın ve affın nasıl tanım
landığı ile ilgilidir. Doğru değerlendi
rilmediğinde yukarıda belirtilen gö
rüşlerin savunucuları gibi adaletsizli
ğin haksızlığın, yozluğun, ve bütün
suçların asıl sorumlusu olan zulüm dü
zenini ve uygulamalarım meşru gören,
destekleyen bir çizgiye düşmek kaçı
nılmazdır.
Suç Nedir-Suçlu Kimdir?
Milyonlarca emekçiyi ekonomik
terörüyle açlığa, sefalete, köleliğe
mahkum edenler, ülkenin her türlü
zenginliğim emperyalizme peşkeş çe
kenler, karlarına daha fazla kar kat
mak için milyonlarca emekçiye yaşa
mı zindan edenler değil midir suçlu
olan? Binlerce yıldır bu toprakları
alınteriyle, kanıyla sulayan, vatan edi
nen halkların kimliklerini, dillerini,
kültürlerim yok sayan; baskıyla, katli
amlarla, sürgünlerle halklara zulüm
edenler suçlu değilse kimdir suçlu?
Halklar, tarih boyunca hak ve öz
gürlüklerini egemenlerin gerici, baskı
cı sistemlerine karşı büyük bedeller
ödeyerek elde etmiştir. Bugün burju
vazi dünya çapında, insanlığın kazan
mış olduğu tüm hak ve özgürlükleri sı
nırlandırmaya, geriletmeye yönelmiş
tir. Ancak tarih, halkların bugüne ka
dar elde ettiği tüm hak ve özgürlükle
rin çok daha ötesinde, insanın insanca
yaşayabileceği bir düzene doğru ilerli
yor. Emekçi halklar baskının, zulmün
kaynağı olan sömürünün, ezenin-ezilenin olmadığı, gerçek özgürlüğün ya
şanacağı bir toplumsal düzenin kavga
sını veriyor. Her sınıflı toplumda ege
menler kendi sömürü ve zulüm düzen
lerinin devamı için belirli bir hukuk
sistemi oluşturmuş, yasalara, yasakla
ra toplumsal yaşamın sınırlarım kendi
çıkarlarına göre çizmiştir. Açıktır ki;
egemenlerin koyduğu her yasak, ezi
lenlerin en doğal, en insani davranışla
rım, yaşamlarım sınırlamaya, denetim
altına almaya yöneliktir. "Suç" deni
len şey de, her baskıcı sistemde ege
menlerin kendi çıkarlarına aykırı bul-
dukları davranışları içermiştir.
Burjuvazinin feodalizme karşı
emekçilerin gücünü de yanına alarak
sürdürdüğü mücadelesinde ana şiar
olan "eşitlik, kardeşlik, özgürlük", bu
gün en alçakça yöntemlerle ezmeye,
yok etmeye çalıştığı, "suç" olarak
gördüğü, "tehlikeli" kavramlar ol
muştur. Burjuvazinin adaleti de, huku
ku da bugünkü egemenlik sisteminin
en gerici biçimi olan faşizmin adaleti
ve hukukudur. Gerçek adaletin, eşitli
ğin, özgürlüğün mücadelesi, emperya
lizme ve faşizme karşı emekçi hakla
rın omuzlarında yükselmektedir. Eğer
"suç"tan, "suçlu"dan söz edilecekse,
halkların kurtuluş mücadelesine karşı
burjuvazinin her türlü saldırısı bütü
nüyle "suç" olarak kabul edilmek du
rumundadır.
Böyle değerlendirildiğinde "af"
ne anlama geliyor? Halklara karşı diz
ginsiz saldırıların sorumlusu, hak ve
özgürlük düşmanı, "suçlu" olan kontrgerilla iktidarına "af" yetkisinin bah
sedilmesi, onun her türlü kurumunu,
bütün suçlarını meşru görmek değil
midir?
Eğer suç, haklı olana karşı haksız
olan her türlü davranış ve uygulama
ise, haklı kim, haksız kimdir? Kim hak
ve özgürlükleri yok sayıyor, saldırı
yor, kim bütün bunları var etmenin,
kalıcı kılmanın kavgasının veriyor?
Bu sorulara cevap verildiğinde fa
şizmden, onun kurumlarından başka
suçlu aramak pusulayı şaşırmaktır.
"Düşünce Suçluları
ve Düşünceye Özgürlük"
Kimi çevreler " demokrat"lıklarının kanıtı olarak af tartışmalarına "dü
şünce suçluları da af kapsamına alın
malıdır" diyorlar. Yalnız, onlara "af"
istemenin, düşüncelerim ifade ettikleri
için "suç" işlemiş olduklarım kabul et
mek olduğunu, devlerin tam da bunu
kabul ettirmek için nasıl çaba gösterdi
ğini unutuveriyorlar.
İfade edilmeyen düşünce, düşünce
sayılmaz. Bu gerçek, herkesçe kabul
edilir. Düşünmek ve düşünceyi ifade
etmek, onu gerçek kılmak-için çaba
göstermek insana özgüdür, insanı in
san yapan özelliktir. Bilimsel onur, bi
limsel namus düşünceyi, doğru ve ger
çek olanı her koşulda, ne pahasına
olursa olsun savunabilmektir. Doğru
lan, gerçeği yazmak, söylemek, sa
vunmak böyle bir düzende zulmün
hışmına uğramayı, bedel ödemeyi gö
ze almayı gerektirir. Baskılar karşısın
da sinmek, susmak, bildiklerini, gör
düklerini, gerçeği söylemekten, sa
vunmaktan kaçmak, gerçek anlamda o
düşüncenin taşıyıcısı olmamaktır.
Böyle olanlar, hiçbir özgürlüğün de
savunucusu olamazlar.
Yazılarından, sözlerinden, eserle
rinden dolayı burjuvazinin baskısına,
işkencesine, hapis cezalarına maruz
kalanlar, zulmü, gerçek suçluyu teşhir
ettikleri için, doğrunun ve haklının sa
vunucusu oldukları için hapsedildiler.
Onlar adına asıl suçlu olan devletten
"af" talep etmek, "düşünceye özgür
lük" konusunda samimiyetsizliktir.
Düşünceyi ifade etmeyi, onu savuna
bilmeyi, gerçekleştirme hakkım gaspedenlerden, işlenen "suç"a verdikleri
"ceza"dan bir seferliğine vazgeçmele
rini, bağışlamalarım istemek değil mi
dir? Bu, açıkça düzenin yasaklarını,
uygulamalarım meşrulaştırmak, ona
hak vermek, "affetme" yetkisi taraya
rak boyun eğmek değil de nedir?
Hapishanedekilerin de önünde işte
böylesi bir tuzak durmaktadır. "De
mokrat" larımız, "düşünce suçluları
da affedilsin" demekle, içerde olanla
rın fiziksel olarak dışarda olmalarım
talep ederken içerdekilere "suç" işledi
klerini kabullenmeyi tercih olarak su
nan iktidarın istediği zeminde hareket
etmiyorlar mı?
Bir büyük yanlış da "düşünceye
özgürlük" sloganını yalnızca yazılan,
sözleri, eserleri nedeniyle hapsedilen
aydın-yazar-sanatçıları kapsayan bir
çerçevede ele almaktır. Elbette sanatçı-aydın-yazarlar üzerindeki baskılara
karşı, özellikle de bu alana özgü mü
cadele biçimleri, araçları, sloganları
olacaktır, olmalıdır ama bu, baskıların
kaynağı olan faşizme karşı emekçi
halkların her alanda süren mücadele
sinden ayrı ele alınamaz. Bu mücade
leyi bütünlüklü görmeyen, "düşünce
ye özgürlük" ile yalnızca hapsedilen
aydın-yazar-sanatçıları ele alan bakış
açısı, zulüm düzenine karşı halkın
haklı savaşını örgütleyen, savaşan ve
tutsak düşen devrimcileri-yurtseverleri düşünceleri olmayan, şiddet düşkü
nü teröristler olarak görmektedir. Ni
yet ne olursa olsun, sonuçta düzenin
her gün, her saat yaptığı anti-propagandaya destek veren bir yaklaşımdır.
Bütün çarpık, tutarsız, yanlış bakış
açılan ve hareket tarzı asıl olarak kay
nağını düzenden kopamayan, güçsüz,
cesaretsiz, halka güvensiz ve bedel
ödemeyi göze alamayan bir çizgiden,
bir yaşam biçiminden almaktadır. So
run, asla bilmeme sorunu değildir. So
run, statükoları parçalayıp halkın saf
larında kararlılıkla yer alamamaktadır.
Bütün muhalif düşüncelerine karşı so
nuçta düzeni temel alan, ondan icazet
bekleyen reformist bir tavrın dışına çı
kamamaktır.
Haklı Olanın Talebi
"Af Değil Özgürlük"tür
Haklı ve meşru olan halktır. Suçlu
olan, artık bütün halkın gözünde de
tüm kirli yüzüyle açığa çıkan zulüm
düzeni ve onun uygulayıcılarıdır. Bas
kının ve sömürünün olmadığı bir dün
ya istemek, her şeyden önce zulme
karşı haklılığına inanarak mücadele et
meyi gerektirir. Bu ülkenin aydınlan,
sanatçıları, demokratları gücünü hal
fan haklı mücadelesinden alan, ayak
lan sapasağlam toprağa basan, değer
leriyle, gelenekleriyle gelişmekte ola
nı görmeli ve bu kavgaya omuz ver
melidir. Bu kavga, bütün çirkefliğiyle,
yozluğuyla, çürümüşlüğüyle her türlü
özgürlüğün önüne dikilen zulmü ve
onun tüm kurumlarını gerçek yerine
oturtan bir kavgadır. Bu ülkenin hapis
hanelerinde tutsak edilenler ise, özgür
lük ve bağımsızlık inançlarından asla
taviz vermeyenlerdir.
Silkinmeli, halkın haklı mücadele
sine sarılmalı, gerçeğin, doğrunun pe
şinden kararlılıkla yürümeliyiz. Ancak
o zaman kendi özgürlüğümüzü elleri
mize alacak, gerçek özgürlüğün anla
mını iliklerimize kadar hissedecek,
coşkuyla "özgürlük" diye haykırabileceğiz. Çünkü "af" suçlunun, "öz
gürlük" ise haklı olanın talebidir. •
5
RÖPORTAJ
tavır
ışık yurtçu:
Af Dilemek, Suçunu
Kabul Etmektir!
Son dönemde iktidar tarafın
dan ortaya atılan bir af tartışması
var. Bu tartışmaların odağı ise "dü
şünce suçluları ve siyasi tutsaklara
af çıksın mı, çıkmasın mı" nokta
sında. Bu tartışmalara baktığımız
da siz de uzunca bir süre düşünce
suçu diye tabir edilen davalarınız
dan dolayı tutuklu kaldınız. Bu tar
tışmalara nasıl bakıyorsunuz?
Zaten en başta özgürlükleri iade
edilmesi gerekenler siyasi mahkum
lardır. Siyasi mahkumları kapsama
yan tırnak içerisinde bir af hedefini
bulmuş sayılmaz. Darbe hukuku, anti
demokratik yasa maddeleriyle dolu
dur. Başta anayasa olmak üzere, te
rörle mücadele yasası, TCK bu anti
demokratik maddelerle doludur. Bu
nedenle bu maddelerin cezaevine
gönderdiği insanların özgürlüklerinin
iadesi gerekiyor. Bu anlamda düşün
6
celerini ifade ettikleri için cezaevinde
bulunanlar ve "terör suçlusu" sayı
lanlar. (Çünkü terör suçları da belir
sizlik içindedir. Duvara bildiri asan
da terör suçlusu sayılıyor, arkadaşı
nın evine çay içmeye giden de terör
suçlusu sayılıyor, duvara yazı yazan
da terör suçlusu sayılıyor). Yani te
rörden devlet ne anladığını açıkça
belirtmelidir. Örneğin; ben bir gaze
tenin yazıişleri müdürü idim. Yayınla
nan yazılardan, haberlerden dolayı
yaklaşık 17 yıla mahkum oldum. Ben
de terör suçlusu sayıldım. Bu nedenle
cezaevleri bence çeteler, uyuşturucu
kaçakçıları ve buna benzer bir takım
suçluların dışında tamamen boşaltıl
malı ve hemen yargı reformuna gidil
melidir.
Geçmişte düşünce suçlusu oldu
ğunuz gerekçesiyle...
Düşüncelerini ifade ettikleri için
cezaevinde bulunanlar kesinlikle suç
işlemiş sayılmaz. Çünkü düşünceyi sı
nırlayan, bilgi kaynaklarına ulaşıl
mayı önleyen, sansür uygulayan, bil
gilenme sürecini saptıran bir siyasal
sistem demokrasi sayılamaz zaten. O
nedenle bunların affedilmesi değil bir
hakkın iadesi anlamını taşıyan özgür
lüklerinin geri verilmesi söz konusu
dur. Af dilemek suçunu kabul etmek
tir. Bana gelince, ben cezaevine girdi
ğimden çıkıncaya kadar hiç bir za
man kendimi suçlu görmedim ve bu
nedenle cumhurbaşkanlığı nezdinde
girişilen af önerisini de reddettim.
Ta ki yasal düzenleme yapılınca
ya kadar. Yasal düzenleme yapılıp ce
zaevinden çıkarken dahi içim elver
medi. Çünkü benimle aynı konumda
olan arkadaşlar cezaevindeydi. İşte o
sırada İsmail Beşikçi cezaevindeydi,
diğer genç arkadaşlar cezaevindeydi.
Daha sonra da Haluk Gerger ceza
evine girdi. Ragıp Duran cezaevine
girdi. Eşber Yağmurdereli cezaevine
girdi. Şimdi onlar da aynı konumda.
Hiçbirinin bunu af olarak kabul ede
ceğini sanmıyorum.
Ülkemizde yargının bağımsızlı
ğına inanıyor musunuz?
Şimdi DGM'ler nedir? DGM'ler
olağanüstü mahkemelerdir. Bugün,
Avrupa da bunların yasallığını red
detmektedir. Çünkü DGM' lerde aske
ri hakimler vardır. Askeri hakimler
nedir? Asker nedir? Asker, devletin
güvenliğini sağlayan unsurlardır. As
keri hakimler de devlete karşı (siste
me karşı) gelen unsurları yargılayan
kişilerdir. Dolayısıyla bunlar taraftır.
Bu nedenle yargının bağımsızlığı,
DGM'ler nezdinde söz konusu değil
dir. Diğer taraftan da sivil mahkeme
lere bakıyorsunuz; bu mahkemeler de
Adalet Bakanlığı'na, dolayısıyla siya
si iktidara bağlıdır. Hangi siyasi ikti
dar başa gelirse gelsin, onların tali
matıyla dava açabilmektedir. Adalet
Bakanlığı'nın bireysel dava açma
hakkı vardır, talimat verme hakkı var
dır. Nitekim ben bu davalardan bir
çok kez yargılandım. Böyle bir adalet
sisteminin bağımsız olduğundan söz
etmek mümkün değildir.
Bize zaman ayırdığınız için
teşekkür ederiz. •
GÜNCEL
tavır
idil kültür merkezi basıldı
grup yorum elemanları
TUTUKLANDI!
D
ergimizin de bünyesinde
yayımlandığı İdil Kültür
Merkezi, 21 Ağustos Cu
ma günü Vatan Caddesi'ndeki Siyasi Şube po
lisleri, çevik kuvvet ve
jandarma tarafından basıldı. Baskı
nın sebebini soran, arama izinlerini
görmek isteyen kültür merkezi çalı
şanlarına herhangi bir gerekçe gös
termeyen polis, arkadaşlarımızın
zorlamaları üzerine DGM'den ara
ma izinleri olduğunu, "şüpheli bir
şahıs" aradıklarım, bunun için kim
lik kontrolü yapacaklarını belirttiler.
Yapılan kimlik kontrollerinin ardın
dan "kimliklerini verdiğimiz kişiler
dışarı çıksın. Onları gözaltına almı
yoruz." yalanım söyleyerek olası bir
direnişin önüne geçilmeye çalışıldı.
Bu yalana kanmayan kültür merke
zimiz çalışanları "Hiç birimiz dışarı
çıkmıyoruz. Çıktığımızda bizi gözal
tına alacağınızı biliyoruz." diyerek
cevap verdi. Zaten bu yalan da kısa
bir süre sonra açığa çıktı. İdil Kültür
Merkezi'nin sahnesini kiralayan ve
yeni oyunlarının hazırlığını burada
yapan Mahir Günşiray'ın da arala
rında bulunduğu Tiyatro Oyunevi
Sanatçıları dışarı çıkmalarına rağ
men gözaltına alındılar.
İdil Kültür Merkezi çalışanları
nın polisin keyfi tavrına tepki gös
termeleri üzerine "robocop" larını
içeri çağıran polisler, içeride bulu
nan herkesi zor kullanarak gözaltına
almaya çalıştılar. Bu duruma karşı
direnen arkadaşlarımızı, jandarma
ve özel tim eşliğinde gözaltına aldı
lar. Baskın sırasında kültür merkezi
nin çevresini iki otobüs çevik kuv
vet, iki minibüs jandarma, özel tim
ve sivil polisleriyle kuşatarak terör
estiren polis, çevrede biriken halka
da saldırarak bu duruma tepki göste
ren, Ortaköy halkından Suphi Gö
ren'i de gözaltına aldı. Kültür Mer
kezimize yapılan baskında gözaltına
alınanların isimleri şöyle; Grup Yo
rum elemanları İrşad Aydın, Fikri
ye Kılınç, Vefa Saygın Öğütle, Öz
gürlük Türküsü elemanı Mehmet
Öztürk, Ayşe Gülen Halk Sahnesi
oyuncuları Aziz Akal, Hakan Hekimoğlu, Naciye Eyi, Derya Karahan, Tavır Dergisi muhabiri Muza
ffer Aslan, Tavır Dergisi Antakya
Büro Temsilcisi Nebiha Aracı,
Grup Günışığı elemanları Gökhan
Güney, Barış Gökgöz, Özgür Te
kin, Cihan Keşkek, Grup Harman
Yeri elemanları Kadir Kahraman,
Serdar Güven, Koma Bertin ele
manı Ersoy Daşkın, İdil Kültür
Merkezi çalışanı İsmet Özdemir,
misafirlerimizden Erdoğan Bilim,
Aşkın Tuncer ile beş yaşındaki oğ
la Anıl Tuncer, Nuri Gökhan Kozalan, Meliha Demirkol, Özgür
Duman, Umut Küçükrecep, Ali
Aracı, Okmeydanı Halkının Sesi
Gazetesi muhabirleri Gülbahar Ün
lü, Seda Güldü. Baskın sırasında
gözaltına alınanların bir bölümü ay
nı günün akşamı ve ertesi gün siyasi
şubeden serbest bırakılırken, Grup
Yorum elemanı, İdil Kültür Merkezi
ve dergimizin sahibi İrşad Aydın,
yine Grup Yorum elemanları Fikriye
Kılınç ve Vefa Saygın Öğütle, Öz-
7
arı'ndaki konserlerini (elemanları
nın üçünün gözaltına alınmasına
rağmen) gerçekleştirmek için İz
mit'e giden Grup Yorum, önce fuar
da düzenlenen imza gününe katıldı.
Akşam saatlerinde ise konserine
başlayan Grup Yorum, burada yak
laşık 2500 kişiye seslendi. Üç ele
manı gözaltında olmasına rağmen
yine de sahneye çıkan Grup Yorum,
türkülerinin birer "Boran Fırtınası"
olduğunu ve haksızlıklar, sömürüler
var oldukça türkülerini her zaman
gürlük Türküsü elemanı
Mehmet Öztürk, Ayşe Gülen
Halk Sahnesi oyuncusu Aziz
Akal, Okmeydanı Halkının
Sesi Gazetesi muhabiri Gülbahar Ünlü, Koma Berfin
elemanı Ersoy Daşkın, Özgür
Duman, Ali Aracı 25 Ağustos
Salı günü savcılığa çıkarıldı
lar. Savcılıkta yapılan sorgu
lamalardan sonra Grup Yo
rum elemanları İrşad Aydın
ve Vefa Saygın Öğütle ile
Koma Berfin elemanı Ersoy
Daşkın mahkemeye sevkedildiler. Hakimlikte yapılan
hukuk dışı bir duruşmadan sonra,
İrşad Aydın ve Ersoy Daşkın tu
tuklanarak Ümraniye Hapishane
s i n e gönderildiler. Özgürlük
T ü r k ü s ü elemanı Mehmet Öz
türk de hakkında gıyabi tutukla
ma kararı olduğu gerekçesiyle tu
tuklanarak gene iki arkadaşımız
ile birlikte Ümraniye Hapishane
sine götürüldü.
Polis gerek İdil Kültür Merkezi
sahibi ve Grup Yorum elemanı İrşad
Aydın, gerekse de Koma Berfin ele
manı Ersoy Daşkın üzerinde komp
lolar yaratmak hesabıyla her iki dev
rimci sanatçıyı da tutuklatmıştır.
Bir Gün Sonra Grup Yorum
Elemanı Ufuk Lüker, Konser Son
rası Tutuklandı!
İdil Kültür Merkezi'nin basılma
sından bir gün sonra İzmit Fu
8
söyleyeceklerini be
lirtti.
Konser biter bit
mez sahnenin etrafını
kuşatan polis, Grup
Yorum'u kulise adeta
hapsetti. Seyircilerin
etrafına da abluka ku
ran polis, onları da
sahne civarına yaklaş
tırmadı. Grup Yorum
elemanlarının kimlik
lerini isteyen polis "kimlikleri kont
rol edip hemen bırakacağız" deme
sine rağmen. Grup Yorum elemanı
Ufuk Lüker'i "savcılık tarafından
aranıyor" gerekçesiyle gözaltına al
dı. Asayiş Şubesi tarafından gözaltı
na alınması gereken Ufuk Lüker'i,
Kocaeli Terörle Mücadele Şubesi'ne
bağlı polisler gözaltına aldılar. Gö
zaltında kaldığı süre boyunca haka
ret ve kaba dayağa maruz kalan
Ufuk Lüker, iki gün soma 24 Ağus
tos günü savcılığa çıkarılarak tutuk
landı ve sadece adli tutuklu ve hü
kümlülerin kaldığı Kocaeli Hapisha
nesi'ne götürüldü. O'nun da tek
"suçu" konser sırasında dinleyicile
re seslenmesiydi. Sadece türküler
değil Grup Yorum'u, Grup Yorum
yapan; halkın dili, yüreği, öfkesi ol
ması ve bu öfkeyi dile getirmesidir
de.
1994 yılında Denizli'de verilen
bir konserden dolayı Grup Yorum
elemanı Ufuk Lüker'e dava açılmış
ve bu dava sonucunda altı ay hapis
cezası almıştı. İşte Ufuk Lüker, bun
dan dolayı şimdi İzmit Hapishanesi'nde.
Grup Yorum'un yine Denizli'de
1992 yılında gerçekleştirdiği bir
konser sonrası dava açılmış ve Grup
Yorum'un iki-elemanına 20 ay hapis
cezası verilmişti.
Grup Yorum elemanı Özcan
Şenver,
Oturma
Eylemine
Giderken
Gözaltına
Alındı!
29 Ağustos
günü, her
Cumartesi
gelenek
selleşen
kayıp
ve
tutsak ya
kınlarının
oturma ey
lemine po
lis saldırdı.
Saldırıda,
Grup Yo
rum ele
manı Özcan Şenver ve Ayşe Gülen
Halk Sahnesi oyuncusu Derya Karahan ile birlikte 150'ye yakın insan
gözaltına alındı. Polisin yerlerde sü
rükleyerek gözaltına aldığı insanlar
için DGM Savcılığı, 4 gün gözaltı
süresi verdi. Dergimiz yayma hazır
lanırken, gözaltı süresi devam edi
yordu.
jandarma destekli ge
linmektedir. Çünkü bu
sanat kurumu, tüm et
kinliklerinde MGK'yı
hedef göstermektedir
ve saflaşmanın laikşeriatçı ekseninde yü
rütüldüğü bir zeminde
devrimci sanatçılar
MGK'yı işaret etmiş
lerdir. Bunun için teh
likelidir ve bizzat as
kerlerin eli, bu baskın
da yeralmıştır.
"Susturulması Gereken"
Müzik Grubu: Grup Yorum
Grup Yorum isminin 28 Şubat
Kararları'yla MGK'nın "susturul
ması gereken müzisyenler" listesi
nin en başında olması, aslında tüm
bunları açıklıyor. Grup Yorum, söy
lediği türkülerle, çektirdiği halaylar
la MGK'nın baş hedefleri arasın
da. Ve bu tutuklamalar, baskınlar,
gözaltılar, MGK'nın talimatlarım
yerine getirmeye çalışmaktan
başka bir şey değiller. Bu düşün
celeri pekiştiren bir etken de İdil
Kültür Merkezi baskınında yaşa
nanlardır. Baskının bir ilginç yö
nü de, belki de gözlerden kaçan
yönüdür ama üzerinde dikkatle
durulması gereken bir yöndür bu;
baskına diğerlerinden farklı ola
rak jandarma katılmıştır. Ne böl
ge jandarmaya ait bir bölgedir, ne
polisin gücünün yetersiz kalacağı
bir bölgeye gidilmektedir. Öyley
se jandarmaya niye gerek duyul
muştur? Çünkü, işler artık MGK
eliyle yürütülmektedir. Bir sanat
kurumuna dahi böyle özel tim ve
Baskına Tepki:
İdil Kültür Merkezi'nde Basın Toplan
tısı!
Aralarında dergimi
zin de bulunduğu
İdil Kültür Merkezi,
Grup Yorum, Öz
gürlük Türküsü, Fo
toğraf ve Sinema
Emekçileri,
Ayşe
Gülen Halk Sahnesi,
Okmeydanı Halk Kültür Merkezi,
Ayşe Nil Halk Kütüphanesi tara
fından 24 Ağustos Pazartesi günü
saat 12:00'de İdil Kültür Merkezi'nin basılması ve Grup Yorum ele
manı Ufuk Lüker'in İzmit Fuarı'nda
verilen konserden soma gözaltına
alınarak tutuklanması ile ilgili ortak
bir basın toplantısı yapıldı.
Yapılan basın toplantısında poli
sin keyfice, kurumlarımıza girerek
ortalığı talan etmesi ve birçok insa
nımızı gözaltına almasının hiçbir
hukuka sığmayacağı, ortalığın kan
gölüne çevrilerek orada bulunanla
rın zorla gözaltına alınmasının, ora
ya yüzlerce asker ve polisle gelerek
tam bir terör estirilmesinin, korkula
rının ne denli büyük olduğunu gös
terdiği belirtildi. Açıklamada şöyle
denildi: "Teslim olmamak geleneği
mizdir! Ufuk, 1994 yılında Deniz
li'de verdiğimiz bir konser sonrası
açılan davada 6 ay ceza aldı. Ceza
sı kesinleştiğinden bu yana düzenin
adaletine teslim olmadı. Niye teslim
olmadı? Çünkü suçlu olan sömürü,
baskı politikalarıyla halkın tepesine
çöreklenenlerdir!"
Açıklama,
"MGK'nın listelerinde hedef olmak
tan gurur duyuyoruz" sözleriyle bi
tirildi.
Basın toplantısında, gözaltına alı
nan ve bir gün sonra serbest bırakı
lan Grup Günışığı elemanı Özgür
Tekin, gözaltına alınırken ve siyasi
şubede yaşadıklarını anlattı. Ayrıca
'Haklar ve Özgürlükler Platformu
Dönem Sözcüsü Oya Gökbayrak
ve TAYAD'lı ailelerden Fatma Alcan da birer konuşma yaptılar. •
9
TARTIŞMA
yiğit tuncay
Kültür -2
B
u yazımızda, kültürün
çözümlenebilmesi ve
çelişkilerin ortaya çı
karılabilmesi için, ya
zık ki, maddenin ve
onun yansıması olan
bilincin diyalektik iliş
kisini anlatmaya çalış
tık. Tüm bu anlattıklarımız, tarihsel
akış içinde gerek sınıf savaşımları
nın, gerekse gerçekliği özümleme
mize yardım eden ve bizim kazanımımız olan sosyalizm aydınlanma
çağının getirdikleridir. Bizim kültü
rümüz buradan çıkacaktır ve bu bi
linç bastığımız toprağı anlamamıza,
geleneklerin, göreneklerin olumlu
yönlerinin, Ekim Devrimi deneyimi
nin sıçratılmasıyla mümkün olacak
tır.
Benim burada vurgulamak iste
diğim bunalıma yol açan bilimle de
ğil, bilimsel sosyalizm ışığında bili
min kendisiyle sürükleyip getirdiği
gerçek ile temastır. Yazarların kitap
olarak sermaye karşısında değil, da
ha çok sermayenin sermaye olarak
karşısında sesi soluğu kesilmiştir.
Kriz, kültürün gerçekten ne kadar
bağımsız değil, tersine gerçeğe ne
kadar bağımlı olduğunu kanıtlar.
Gerçeği görmekten kaçan aydınlar,
bunalımlarını felsefede yaşarlar.
Yaptıkları cılız tespitse, insanileş-
10
meyi toplumun anlayabilmesi ve so
runlarını aşabilmesi için felsefi "aş
ma" ile birey olabilmesi açısından da
varoluşunu kavramasıdır. Bu cılız
tespitlerin önermelerini, devrimci ol
duğunu söyleyenler arasında bile görebileceğimiz, "Sofi'nin Dünyası",
"Simyacı" gibi kitapları okuyarak
yapmaya çalışmaktadırlar. Bunalım,
burjuvazinin bunalımıdır. O bunalıma ortak olmak, bilimsel sosyaliz
min geldiği seviyeyi ve gerçeği gör
mekten kaçmaktır.
Burjuva biliminin yarattığı daral
madan nasibini almamış olanların,
genişlemeye, yani aslında hiç bir şey
çıkmayacak olan kendi bireysel do
ğasının zaaflarını "derinlik" zanne
derek açılmaya kalkışması komik
değil midir sizce? Bu gidip gelmeler,
özellikle, küçük burjuvazi içinde vu
cut bulan, ve onları "sarkaca" dön
düren bir süreçtir. Marks modern ol
mamıştır ve Marksizm de post-modern (modernizm sonrası felsefesi)
olmayacaktır. Bu sorun, kendini
Marksist zanneden, Marksizmin içi
ne sızmış "modern sosyalistlerin"
sorunudur.
Sözünü ettiğimiz bu "modern
sosyalistlerin" argümanlarına daya
narak krizini aşmaya çalışan egemen
sınıflar, felsefi idealizme dayanarak
bir kere daha kendi "akılcılığı'na
saldırıyor. Daha doğrusu, eski kaba
materyalizminin yerine yeni kaba
materyalizmini koymaya çalışıyor.
Bu da demek oluyor ki, tükenmiş
"aklını" restore ediyor.
"Modern sosyalizm, özünde, bir
yandan günümüz toplumunda mülk
sahibiyle mülksüzler arasındaki, ka
pitalistlerle ücretli işçiler arasındaki
sınıf uzlaşmazlıklarının, öte yandan
üretimdeki anarşinin doğrudan ürü
nüdür. Ama modern sosyalizm te
orik yapısıyla, köken olarak görü
nüşte, 18. yüzyıl Fransız materyalist
lerinin koyduğu ilkelerin daha akli
bir uzantısı olarak kendim gösterir.
Her yeni teori gibi modern sosya
lizm de, derin kökleri ekonomik ger
çeklerde yatsa da, kendini ilkin elin
deki zihinsel malzemeye bağlamak
zorundaydı.
(...) şimdi ilk kez olarak gün ışığı,
aklın krallığı kendini gösterdi. Bun
dan sonra boş inanç, adaletsizlik,
ayrıcalık, baskı, yerine ebedi adale
te, doğaya dayanan eşitliğe ve insa
nın elinden alınmaz haklarına bıra
kacaktı.
Bugün aklın krallığının, burjuva
zinin idealleştirilmiş krallığından
başka bir şey olmadığını; o ebedi
adaletin gerçekliğini burjuva adale
tinde bulduğunu; eşitliğin, kendini
burjuva yasa önünde eşitliğe indirge-
diğini; burjuva mülkiyetinin insanın
temel haklarından biri olarak ilan
edildiğini; akıl yönetiminin Rousseau'nun 'Toplumsal Sözleşmesi'nde
vücut bulduğunu ve ancak bir de
mokratik burjuva cumhuriyeti olarak
vücut bulabileceğim biliyoruz.
(...) İşte bu durum, burjuvazinin
temsilcilerine, kendilerini sadece
özel bir sınıfın değil, tüm acı çeken
insanlığın temsilcisi olarak öne çı
karmalarına olanak verdi. " (Engels)
Şimdi burjuva aklının çöküşü
karşısında hezeyana kapılan aydın
lar, tekrardan felsefi idealizme, insan
haklarına, sözde kadın haklarına, do
ğaya ve hayvanlara, azınlık hakları
na, tanrıtanımazlığa, varoluş prob
lemlerine, Cumhuriyet Devrimi'nin
güzellemesine, baş çelişki olarak ko
yulan "ilerlemeci"lik ve "gericilik"
kamplaşmasına sarılarak felsefi bu
nalımlarını "aşma"ya çalışıyorlar.
Bu da sonuçta karşımıza bir "üst ya
pı" kültürü, yani muhalif "seçkin"
lerin kültürel yapılanması olarak çı
kıyor.
Bir "ben'in içindeki ben" "Simya"sını yapanlar, emperyalist ülke
lerden birinde yaşayan ünlü varoluş
çu Sartre'ın şu sözlerine dikkat et
melidirler: "Sömürgeci olduğumuzu
çok iyi biliyorsunuz. Pençelerimizi
önce altın ve madenlere, sonra "ye
ni kıtaların" petrolüne geçirdiğimizi
ve onları eski ülkelere geri getirdiği
mizi de biliyorsunuz. Bunun müthiş
sonuçlarına tanık olarak sarayları
mız, katedrallerimiz ve büyük sanayi
kentlerimiz yeter; fiyatların birden
bire düşmesi tehlikesi olduğu zaman
ise sömürge pazarları hemen bu dar
beyi yumuşatır ya da başka yere yö
neltirdi. Zenginliğin kaymağını yi
yen Avrupa, insanlık konumunu
yurttaşlarına doğal hak olarak ver
di. Bizim için insan olmak demek,
sömürgeciliğin suç ortağı olmak de
mektir, çünkü istisnasız hepimiz sö
mürge talanından yararlandık. "
Diyalektik ilişkiyi, çelişkilerin
özünü diyalektik gerçeklik temelin
de ortaya koyan bu sözlerin, bir va
roluşçunun kaleminden çıkması ve
varoluşçunun dayandığı noktayı farkedebilmesi çok da ilginç olmasa ge
rek. Konuşan, "gelişmiş" Batı'nın
aydınıdır. Kendi varoluşunu ve Av
rupa "uygarlığı"nın dayandığı nokta
lan bize anlatmaktadır. Anlaşılan
odur ki, "seçkin"lik olarak sunulan
ve sadece teknik ilerlemelere, üretim
araçlarının gelişkinliğine göre belir
lenen kültürün, "uygarlık" adı altın
da emperyalizmle "özdeş"leştirilmesi, hep varılmak istenen bir seviyeymiş gibi karşımıza çıkarılmaktadır.
Çünkü emperyalizm, özenilen "seç
kin" insanların ve eşitsiz gelişmenin
tepe noktasını oluşturan "uygarlığın"
yansımasıdır. Eşitsiz gelişme yasası
nın işleyişi çok açıktır. Bir piramidi
andıran emperyalizmin hiyerarşisi
aşağıdan yukarıya şöyle işler; ege
men sınıflar egemen kentlere, ege
men kentler egemen uluslara, ege
men uluslar egemen kıtalara dönüşe
rek, basamakları andıran çelişkili tır
manışım katlayarak sürdürür. İde
alist bakışta olduğu gibi parçalanma
mış maddi ve manevi kültürün "öz
deş" birliği de aynen bu şekilde çe
lişkili işleyişini sürdürür. Fiziğin bir
kuralı olan bir yerde azalma varsa,
mutlaka başka bir yerde çoğalma
vardır yasası bunu kanıtlar.
Ayrıca, diyalektik ilişkinin belir
leyici olan yanı aynen Lenin'in dedi
ği gibi: "Dünyadaki tüm olayların
kendi 'devinimleri', kendi doğal ge
lişimleri, kendi canlı varoluşları
içinde anlaşılması, karşıtlardan olu
şan bir bütün gibi anlaşılmasına
bağlıdır. " Ancak, burada üstünde
durulması gereken ince nokta ise;
sözünü ettiğimiz karşılıklı ilişkide
bulunan çiftler vardır, ve sık sık
Marksizmin "mekanik türü bu iki
yönlü nedenselliği reddeder denir.
"Bu mekanik Marksizm kavramıdır,
diyalektik marksizmin değil. Üretici
güçlerin, pratiğin, ekonomik temelin
ilke olarak belirleyici rolü oyadığı
doğrudur, bunu reddeden materya
list değildir. Fakat, belli koşullarda
üretim ilişkileri, kuram ve üst yapı
nın, kendilerini önde gelen belirleyi
ci, rol içinde ortaya koyduklarını da
kabul etmek gerekir... " (Mao Tse
Tung)
Bütün bu ilişkiler asimetrik iliş
kilerdir çünkü, örnek olarak, altyapı
sonuç olarak üstyapıyı belirler. Üst
yapının son tahlilde altyapıyı belirle
mesi aynı anlamda doğru kabul edil
mez. Eğer birşeyin oluşumu, temel
de, başka bir şeyin ortaya çıkışma
yol açıyorsa, asimetrik nedensel iliş
ki var demektir.
Buna ilişkin olarak Engels'in şu
sözleri örnek gösterilebilir: "Siyasi,
hukuki, felsefi, edebi, sanatsal, vb.,
gelişme, ekonomik gelişmeye daya
nır. Ama bütün bunlar hem birbirileri üzerinde, hem de ekonomik temel
üzerinde tepki gösterirler. Diğerleri
nin hepsi edilgen etkiyken, tek başı
na etkin, neden (olan) ekonomik du
rum değildir. En sonunda kendini
her zaman gösteren ekonomik zorun
luluk temeli üzerinde karşılıklı etki
leşim vardır daha çok."
Engels, aslında, diyalektik ilişki
yi simetrik karşılıklılık temelinde
değil de, görüldüğü gibi asimetrik
bir şekilde anlatmaya çalışıyor.
Ancak, buradan yola çıkarak
"baş çelişki" tespiti yapıp, buradan
politika üretmeye kalkışanların ya
nılgıya düştükleri zamanlarda vardır.
Günümüzde bunun örneği olan; "ge
riciliğe karşı mücadele" naraları
atanlar, asıl gerici olan iktidarın üs
tünü, örtmüşler ve materyalizmi de
salt tanrı tanımazlığa indirgemişler
dir. Eğer materyalizm salt tanrıtanı
mazlık olsaydı ya da "dünyevileşme" (sekülerleşme) bu sistemden çı
kış noktası olsaydı, o zaman Marks
1844 El Yazmaları'nda şu sözleri
neden sarfetsin; Bu önemsizliğin
yadsınması olarak tanrıtanımazlık
Tanrı'nın olumsuzlanmasıdır, ve in
sanın varoluşunu bu olumsuzlama
yoluyla ortaya koymaktadır; ama
sosyalizm olarak sosyalizmin böyle
bir aracılığa gereksemesi yoktur.
Sosyalizm, öz olarak, insanın ve do
ğanın pratik ve kuramsal duyusal bilinçliliğinden kalkarak yola çıkarak.
Sosyalizm artık dinin ortadan kaldı
rılması aracılığıyla meydana gelme
yen, insanın olumlu şekilde kendi bi
lincine varışıdır: Ve gene aynı şekil11
de gerçek hayat insanın, özel mülki
yetin ortadan kaldırılması aracılı
ğıyla , komünizm aracılığıyla mey
dana gelmeyen, olumlu gerçekliği
dir. Komünizm, olumsuzlamantn
olumsuzlaması olarak konumdur
(position) ve dolayısıyla insanın kur
tuluşu ve iyileşmesi sürecinde tarihi
gelişmenin bir sonraki aşaması için
zorunlu olan edimli (actual) evre
dir."
Kaldı ki, 28 Şubat kararlan ken
di varettiğini olumsuzlamıştır. As
lında, olumsuzlayan hem yoksayıp,
hem de varsaymaktadır. Peki gerici
olan kimdir. Halk mı? Yoksa ekonomi-politiğin yeni yörüngeleri mi?
Yine Marks buna ilişkin olarak şun
ları söylüyor: "Özel mülkiyetin için
de servetin özel özünü keşfeden bu
aydınlanmış politik iktisat karşısın
da, özel mülkiyeti sadece nesnel bir
töz (değişenlerin özünde değişmeden
kaldığı varsayılan idealist kavram,
asıl cevher) olarak gören para tica
ret sistemi savunucuları, bu yüzden
artık putatapar, fetişist ve katolik du
rumuna düşmüşlerdi. Adam Smith'e
Politik iktisadın Luther'i derken bu
yüzden haklıydı Engels. Luther diniimanı-dışsal dünyanın tözü saymış
ve dolayısıyla katolik paganizmine
karşı çıkmıştı-diniliği insanın içsel
tözü yaparak dışsal diniliği ortadan
kaldırmıştı-normal yurttaşın dışın
daki rahibi ortadan kaldırarak rahi
bi normal yurttaşın yüreğine yerleş
tirmişti; servet de tıpkı böyledir: in
sanın dışında ve insandan bağımsız,
dolayısıyla ancak dışsal bir tarzda
kazanılabilecek ve kullanılabilecek
servet ortadan kalkar; yani, servetin
dışsal, zihindışı nesnelliği yok olur,
özel mülkiyet insanın kendinde cisimleşir ve insan kendisi özel mülki
yetin özü olarak tanınır. Ama bunun
sonucunda insan, özel mülkiyetin yö
rüngesine sokulur, Luther'in insanı
din yörüngesine soktuğu gibi."
(1844 El Yazmaları, Marks)
Yine Marks, Yahudi Sorunu'nu
yazarken dinden özgürleşmek iste
yenlerin ne istediklerini açıklamaya
girişir. Bu incelemesinde hem Hegel'in Hukuk Felsefe'sinin eleştirisi
12
ni yapar, hem de özel Yahudi soru
nunu bir yandan sivil (burjuva) top
lum içinde ele alırken, öte yandan
genel yabancılaşma sorunu içine ya
yarak genel olarak kurtuluşun, insani
özgürleşmenin, yeterli bir analizini
verir. Çünkü, "Devlet, dinden, devlet
olarak kendi biçiminde kendi özüne
uygun bir tarzda, devlet dininden öz
gürleşerek özgürleşebilir. Bu, devle
tin devlet olarak hiçbir dini tanıma
ması ama herşeyden önce kendini
devlet olarak tanıması demektir.
Dinden politik özgürleşme sonlandırılmış, dinsel özgürleşme değildir,
çünkü, politik özgürleşme insani öz
gürleşmenin sonlandırılmış, çelişki
siz bir biçimi değildir." O zaman
"gerçek, bireysel insan, ne zaman
soyut yurttaşı kendinde soğurup, bi
reysel insan olarak, günlük yaşamın
da, özel işinde ve özel durumunda
cinsil varlık olursa, ne zaman insan
kendi güçlerini toplumsal güçler
olarak tanır ve örgütler ve böylece
toplumsal gücü kendisinden politik
güç biçiminde ayırmazsa, işte ancak
o zaman insani özgürleşme tamam
lanmış demektir." (Marks)
Siyasallaşmış İslam'ın tasfiyesi
değil, tabam genişlemiş bir halk ha
reketinin bütünlüğü arayışı sorun
dur. Tespit edilen "gericilik" tehlike
si, genişlemiş ve bütünlüğü oluştur
maya başlamış bir gücün "kültürel"
hakimiyetinin tehlikesidir. Gizli iş
gali artık, açık işgale çeviren emper
yalizm için önemli olan ise, burada,
hangi güç olursa olsun açık işgalin
"iş birliği"ni yapacak siyasi öznele
rin ve bu öznelerin militarize edilmiş
yaptırım gücüdür.
Lenin ise bilimsel temellere da
yanarak bu konudaki politik tavrını
daha 1909'da şöyle belirtmiştir:
"(...) Marksizm, abc ile yetinen bir
materyalizm değildir. Marksizm da
ha ilerilere gider. O, dine karşı mü
cadeleyi bilmek gerekir, der; oysa,
bunun için, kitlelerin inanç ve din
kaynağını materyalist açıdan açıkla
mak gereklidir. Dine karşı mücade
leyi, soyut ideolojik öğütlerle sınır
landırılmamak; buna indirgememeli; bu mücadeleyi, dinin toplumsal
kökenlerini ortadan kaldırmayı
amaçlayan işçi sınıfı hareketinin so
mut pratiğine bağlamalıdır. Niçin
din, kentli işçi sınıfının geri bıraktı
rılmış tabakaları arasında, geniş,yarı-proleter tabakaları içinde, köylü
kitleleri içerisinde varlığını sürdürü
yor? Burjuva "ilericisi", radikal ya
da burjuva materyalisti bu soruyu,
halkın bilgisizliği yüzünden, diye ce
vaplandırır. Öyleyse, kahrolsun din,
yaşasın tanrıtanımazlık; baş görevi
miz tanrıtanımaz düşünceler yay
maktır. Marksistler ise şöyle der:
Yanılıyorsunuz. Bu görüş, bir kültür
eylemi üzerine yapay, burjuvaca sığ
biçimde düşünüldüğünü kendiliğin
den açığa vuruyor. Bu görüş, dinin
kökenlerini yeterince tam olarak
açıklayamıyor. Materyalist anlamda
değil, idealist anlamda açıklamaya
çalışıyor."
Ayrıca İslam'ın konumu, Hristiyanlığın yanında kendine özgü fark
lılıklar gösterir. Bir de bunun yanısıra Türk toplumuna etkileri vardır.
Tüm bu etkiler bu coğrafyada farklı
farklı özgülükler göstermiştir. Bu ta
rihsel süreçleri ancak, bastığı toprağı
tanıyan sosyalistler becerebilir. "ge
ricilik" diye tanımladıklarınla müca
deleye girişenlerin, en başta halkla
karşı karşıya kalacaklarını bilmeleri
gerekir. Zaten bu mücadele giriyo
rum diyenlerin 28 Şubat kararlarının
parolasına sığınmış ve devlet eliyle
yaratılan '68 kuşağının karikatürü
olmaları kaçınılmazdır.
Parola bellidir; "Haydi Türki
ye'm İleri!" daha daha ileri! İleri atı
lan her adım, Mehter Bölüğü'nürı
adımları gibi iki geri atmış ve Yeni
çerilikten Nizam-Cedid'e geçişte ol
duğu gibi modernize ya da post-modernize edilmiş bir orduyla bize dö
nen, hatta parçalanmış, sahte politik
özgürlüğün peşine takılmış bir sivil
toplum felsefesinin "aşma" edimidir.
Unutulan bir başka şey ise, kapita
lizm Batı'da aşağıdan yukarıya ge
lişmiş ve feodalizmden çıkmıştır.
Bizim gibi ülkelerde ise, Batı'nın ge
lişme evreleri yukarıdan aşağıya ve
ordu eliyle yaratılmıştır. "aşma edi
mi sonuçta" ileri felsefesidir. Ayrıca,
kimse Yön hareketinin gördüğü ha
yalleri görmemelidir, çünkü, "tarihte
bir olay iki kere ortaya çıkar; birinci
si trajedi, ikincisi ise; komediye dö
ner."
Değinilmesi gereken bir diğer
konuda, yukarıda maddenin tanımını
yoksullaştırdığını söylediğimiz yön
lere ilişkin olarak, maddeyi sadece
"para"ya indirgemek sorunudur. Ön
celeri bizlerde, felsefi materyalizmin
karşısında duran felsefi idealistlerin
ahlaki açıdan materyalist olduklarım
söyleyerek, onların paraya, kariyerizme düşkünlüklerini vurgu yapmak
isterdik. Oysa ki bu söylemle bizler
de, aslında, onların yaptığı gibi mad
denin tanımını salt parayla somutlamayan bir yoksullaştırmaya gidiyor
duk. Felsefi idealizmin kültürü felse
fi olarak varolmaktır. Felsefi olarak
varolanlar, ekonomik anarşinin için
de de ahlaki açıdan "yararcı" (ütiliteryanist) olacaklardır. Günümüzde
ise, aydınlar arasında daha yaygın
olanı felsefede kaba "materyalizm",
ahlakta yararcılık; siyasette sivil top
lumculuktur. Bu da sonuçta insanın
parçalanmış yanım bir kez daha gös
terir.
Çağımızdaki burjuva felsefesi,
idealist kültür anlayışı da kültürü
maddi temellerinden sıyıran, üretim
ilişkilerinden ve insanın pratik eylemselliğinden soyutlayan bu gele
neksel burjuva idealist felsefesinin
çeşitli değişik görünüşleriyle deva
mından başka bir şey değildir. Bütün
bu gibi görüşleri ortak kılan yan,
kültürün oluşmasında toplumsal-tarihsel pratiğin küçümsenmesi, kültü
rün nesnel karakterinin yadsınması
ve tarihsel bakış açısından kaçınıl
masıdır.
Toparlayacak olursak, kültürün,
emekle işlenmiş, dönüşüm, değişime
uğratılmış, insani faaliyet sonucu or
taya çıkmış yeni bir doğayla; gerek
yaşadığımız coğrafyanın, gerekse
kendi ehlileşmemiş doğamızın zaaf
larını "insanileştirerek" gelişmemiz
le ilintili olarak, insanın üretici faali-,
yetinin bir sonucu olarak ortaya çık
tığım görmekteyiz. Hiç kuşkusuz insan doğayı dönüşüme uğratırken
kendi de dönüşüme uğramakta, diş
çevrenin koşullandırmalarıyla bi
çimlenirken, kendisi de dış çevresini
koşullayarak biçimlendirebilmektedir.
Demek ki, burjuva idealist kültür
görüşlerinin tam tersine, kültürü an
cak insanın maddi varlık alanının be
lirleyiciliğinde, insanın pratik etkin-
Bilimsel sosyalizmin ışığında
oluşturulacak devrimci kültür,
emekçilerimize yabana değildir.
Onlar, sosyalizmin kültürünü
herkesten daha fazla sahiplene
ceklerdir. Çünkü bu bizim kültü
rümüzdür. Halkımızın bunları
anlamaması mümkün değildir.
Ortak kültürümüzdür bu bizim.
"Ortak düşman karşısında bir
kader birliğine gidilmiştir. Ortak
acılarda salt bilimsel denemeye
cek bir birliktir bu.
liğiyle, insanın toplumsal çıkarlarım
karşılayacak üretim, ilişkileriyle bir
likte ele alınabileceğini, dolayısıyla,
kültürün tarihin bir ürünü olduğunu,
tarihsel-toplumsal gelişme yasaları
na bağlı olduğuna, tarihte belli bir
toplumsal-ekonomik üretim tarzına
karşılık verdiğim ve ancak yine insa
nın toplumsal, pratik etkinliğiyle ge
liştirilebileceğim görmekteyiz. Kül
türel yozlaşmalar, başkalaşmalar ya
da bunalımlar belli bir toplumsal
üretim tarzı ve ilişkilerinin kendi
özelliğinin bir anlatımından ve so
nuçlarından başka birşey değildir.
İşte bu yüzden biz Marksizmi in
celiyoruz. Aynen Mao'nun dediği
gibi "biz dünyayı,toplurmı, edebiyat
ve sanatı diyalektik materyalizm ve
tarihi materyalizm görüşüyle gözle
mek için Marksizm'i inceliyoruz,
yoksa, edebiyat ve sanat eserleri ye
rine felsefe kitapları yazmak için de
ğil. Marksizm yalnız edebiyat ve sa
nat yaratmasında realizmi içine alır,
ama kendini realizmin yerine koy
maz. Nasıl ki, fizikteki atom ve
elektronik teorisini içine aldığı hal
de, kendini fizikteki atom ve elektrik
teorisinin yerine koymaz. İçi boş ve
kuru doğmatik formüller yaratma
duygusunu bozar, hatta yalnız yarat
ma duygusunu değil, en başta Mark
sizm'i de bozar. Dogmatik "Mark
sizm" hiç de Marksizm değil, olsa
olsa Anti-Marksizm'dir. Peki, Mark
sizm yaratma duygusunu bozmaz
mı? Evet bozar, derebeylik, burjuva,
küçük burjuva, liberal, bireysel, ni
hilist, sanat için sanat, aristokrat, çü
rümüş, pesimist yaratma duyguları
nı, halk yığınları ve emekçilerin ma
lı olmayan daha başka yaratma duy
gularım kati olarak bozar."
Bilimsel sosyalizmin ışığında
oluşturulacak devrimci kültür,
emekçilerimize yabancı değildir.
•Onlar, sosyalizmin kültürünü her
kesten daha fazla sahipleneceklerdir.
Çünkü bu bizim kültürümüzdür.
Halkımızın bunları anlamaması
mümkün değildir. Ortak kültürü
müzdür bu bizim. "Ortak düşman
karşısında bir kader birliğine gidil
miştir. Ortak acılarda salt bilimsel
denemeyecek bir birliktir bu. Ne var
ki, çalışmalarımız söz konusu birliği
gereğince göz önüne serememektedir. Biliyoruz böyle olduğunu ya da
bilmek zorundayız. Üstelik, halk
kavramımız yeterince gerçekçi nitelik taşımıyor. Aramızda hala birçok
ları var ki, halkı puslu bulanık bir
cam arkasından görmektedir. İçimiz
den her biri yanılabilir halk konu
sunda ya dayanılmalara yol açabilir.
Bazılarımıza sorarsanız, yapılacak
şey salt konuşmaktır; işin karmaşık
yanlarıyla yüz yüze gelmemeye çak
şır bunlar. Bazılarımız da vardır,
karmaşık bir dille konuşur, 'temel
nitelikteki büyük ve yalın doğrular
la karşılaşmamaya bakarlar. "Halk
karmaşık bir üsluptan anlamaz. Pe
ki, ya Marks'ı anlayan emekçiler?
'Rilke kitleler için pek karmaşık bir
yazardır.' Peki ya, bana onun aşırı
ilkelliğini
söyleyen
emekçi
ler?" (Brecht)
13
ŞİİR
bülent özcan
SEVDALANMAK ZAMANI
Susma be hey ozan
susma
Soluğunu kat sesine
Sesini vur dağlara
Gümbür gümbür gümbürdesin
yüreğin...
Susma be hey ozan
susma
Sevdanı kat sesine
sevdanı...
Zaman
Sevdalanmak zamanı...
14
TANITIM
grup yorum
ÖLÜM ORUCU DESTANI
'BORAN' FIRTINASI
Cura, Kaval, Elektrik Piyano, Syntseizer, Blok Flüt: Grup Yorum
Bas, Şelpe, Bağlamalar: Grup Yorum, Erdal Erzincan, Engin Arslan
Akustik Gitar: Murat Köseoğlu-Bass: Şuayip Yeltan, İsmail Soyberk
Elektrik Gitar: Selçuk Mısırlıoğlu-Akustik Davul: Volkan Öktem
Keman, Viyola, Çello: Kalan Müzik Orkestrası-Arp: Şirin Pancaroğlu
Kontrbass: Mahmut Yalay-Obua: Sezai Kocabıyık-Klarinet: Göksun Çavdar
Piccolo Flüt, Orkestra Flütü: Celal Kara
Trompet: Şenova Ülker-Trombon: Levent Çoker
Duduki: Ertan Tekin-Sipsi: Sinan Çelik-Kabak Kemane: Fatih Görgün
Vurmalı Çalgılar: Diler Özer, Vedat Yıldırım, Celal Özsarı, Deniz Selman
Soprano Vokal: Nurdan Kızıldeli
"M
arşlarımız"
adlı çalışma
mızın dinleyicilerimizle
buluşmasının
ardından geli
şen süreçte, daha öncesinden tar
tıştığımız bir konu, gittikçe so
mutlaştı. "Çağdaş Halk Müziği"
tanımı, geldiğimiz aşamada müzi
ğimizi ifade etmiyordu. Bunun,
yanı sıra, ülkemizde yaşanılan
bazı direnişler, olaylar, tek başına
bir türküyle anlatıldığında yete
rince anlatılamıyor, bir yanları
hep eksik kalıyordu. Tüm bunla
rın sonucu olarak, Kültür Sanatta
TAVIR Dergisi'nin bu sayısında-
ki "Niye Çağdaş Halk Müziği De
miyoruz!" adlı yazımızda içeriği
ni ayrıntılarıyla anlattığımız
"destan"ı koyduk önümüze.
69 gün süren, Anadolu ve dün
ya halklarının bilincinde fırtına
lar yaratan, bir çok erdemi içinde
barındıran ve burjuva ideolojisi
nin "sosyalizm öldü!" çığlıkları
karşısında
Marksizm-Leninizm'in zaferini muştulayan bir
eylem vardı karşımızda: '96
Ölüm Orucu Eylemi.
Faşizmin, ülkemizdeki dev
rimci mücadeleyi ve demokratik
muhalefeti tamamen ezmek için
başlattığı saldırı dalgasının karşı
sında, bedenleriyle barikat ördü
devrimci tutsaklar. Halka yönelik
saldırıya karşı kendilerini feda
ederek, yıllardır anlatmaya çalış
tığımız "Yeni İnsan"\ kişilikle
rinde somutladılar. Verdiği bir
çok politik mesajın yanında, bir o
kadar da duyguyu içeriyordu bu
direniş. Ve bu eylemin yarattıkla
rı, bir ya da birkaç türküyle anla
tılamazdı. Bunun sonucu, bu eylemi "destan" formuyla anlatmak
için çalışmalara başladık.
Bu çalışma, yaklaşık 1,5 yıllık
bir sürece yayıldı. Çalışmanın ilk
adımını, geniş bir arşiv taramasıyla attık. Dönemin gazetelerin
den ve televizyon haberlerinden
oluşan arşiv dosyalarımızla bir15
likte, " ' B o r a n ' Fırtınası" kur
gusunun ana hatları da şekil
lenmeye başladı.
"Destan" tarzına ilişkin,
önümüze tam anlamıyla koya
Ölüm Orucu Şehitlerine...
bileceğimiz örneklerin olma
ması, bir çok araştırmayı da
beraberinde getirdi. Senaryo
Tarihi insanlar yapar... O insanlar ki dinmeyen
teknikleri, başlıca araştırma
firtınasıdır sevdanın. Evet, sevdadır devrim, en sıcak yeri
konularımızdan biriydi. Bu
insanın... Toprak gibi ellerimizde büyüttüğümüz, toprak
nunla beraber, kurgunun ne ol
duğu ve diyalektik bakış açı gibi gerçek yıldızıyla sarmaş dolaş. Böylesine kucaklar
sıyla nasıl şekillendiği yönün
bizi, alev alevdir. Güneşe yelken açtırır bir başka iklimde
deki araştırmalarımızı derinakıntıya göğüs göğüse. Yalınayak geçer çağlardan,
leştirdik.
Destan anlatımı, sonuçta tetutuşturur alnından doğmamış günlerin arka sokaklarını.
atral bir anlatım olacaktı. Bu
Hele bir de patladı mı, ateş parçaları yağar şehirlere
anlamda, tiyatronun çalışma
ölümü yenen ekmeğin vakti.
mızda önemli bir yeri vardı. En
basitinden, kuru ajitatif ve anBurada başlıyor. Durmaksızın yıkımlar biriktiriyor
lık-gelip geçici etkiler yaratan
şafağın kayalara çarpan kızıllığı. Yıkımlar ki
bir anlatım yerine, kalıcı, de
uçurumlarında kavga beslenir. Kınalı bir ananın ak sütü
rinliği olan, "destan"sı bir an
latıma yönelmeliydik. Şunu
gibi akar ıssızlığın o geniş ovalarından, fırtınadan
çok iyi biliyorduk: Bir şiiri ya fırtınaya göçer.
da metni devrimci gibi oku
Dağınıktır saçları dağların ağarırken öfke,
mak, bağıra çağıra okumak de
mek değildi.
rüzgargülleri oğul; temize çekiyorlar tütün gibi
Aslında bu durum, çalışma
avuçlarından hayatı, oğul dediğim; hayatı anlatıyorlar
ya başlarken duyduğumuz te
bize. Biz oğul, salt sis gibi görünsek de yürür gideriz.
mel kaygılardan biri idi. Ölüm
Orucu Eylemi, dışımızdaki ör
Çarpıyor şimdi dünyanın en doğru anı!.. Eriyen
neklerinden de görüleceği gibi, gövdenin balkonundan kanatlanıyor, yüreğin tam orta
slogancı bir anlatıma düşmeye
açık bir konuydu. Ki bunu gös yerinden dikiliyor göğe... Artık kaldırıyor başını halklar
terecek iki yer vardı: içerik ve
bulutlara kadar, soruyorlar; hangi sevdadan, hangi
anlatım biçimi. İçerikte; klişe fırtınalardan yoğurulmuşuz biz?...
leşmiş, söylene söylene dillere
Böyle bir anda ezberlenir onur. Ve böyle bir anda sıkılı
pelesenk olmuş ve anlamını yi
tirmiş imge ve söylemlere, sığ yumrukta büyüyen sevdadır. Sıcacıktır. Elleri, ellerim gibi
anlatımlara düşmemek gereki yağız bir "BORAN FIRTINASIDIR "o...
yordu. Diğer bir uçta ise; yeni
imgeler, söylemler bulma uğ
runa "şair elitizmi"ne düşüp,
anlaşılabilir olmaktan uzaklaş
anlatım biçiminin ve kurgusunun
ğimiz sancıyı bizimle paylaşan
ma durumu vardı. "Yeni" ama
oluşumunda bizimle birlikte gün
lar, bu kadarla sınırlı değildi kuş
"yabancı olmayan" bir içeriği
lerce gecesini gündüzüne katan
kusuz. Direnişi anbe an yaşayan
yakalamalıydık. Bunu da ölçüme
Şair Savaş Ezgi ve Tiyatro Sanat
lar, özgür tutsaklarımız vardı. Şi
vuracağımız . tek yer; Anadolu
çısı Yiğit Tuncay'ın büyük emeği
irleriyle, besteleriyle, Ölüm Oru
kültürünün terazisiydi. " ' B o r a n '
var. Gecenin bir yarısında, uyku
cu şehitlerine ilişkin anlatımları
Fırtınası"nın, bunu genel olarak
dan sıyrılmak için kol kola halay
ve ses' kayıtlarıyla, eleştiri ve
başardığını düşünüyoruz. Bunda,
lar çektiğimiz sıcak-kolektif orta
önerileriyle önümüze kocaman
bizimle aynı kaygıyı paylaşan ve
mı bizimle paylaştıkları için onla
bir derya açtılar. Çalışmanın her
bunu kolektif üretimde yaşama
ra teşekkür ediyoruz.
aşamasında, onların yoldaş sıcak
geçiren, çalışmamızın içeriğinin,
"Yeni"yi oluştururken çekti
lığı vardı.
TUTTU ELLERİMDEN... SICACIKTI...
Yiğit TUNCAY
16
"Destan" formu, müzikal
bir formdu. Bu anlamda, aslolarak müzikal sound açısından
"yeni"nin adımlarını atmak ge
rekiyordu. Günümüz müzik pi
yasasına baktığımızda "ye
ni"nin risk olduğu görüşünün
hakim olduğunu görürüz. Bu
nun için "yeni", korkutur onla
rı; oluşturdukları dengelerin
bozulacağını düşünürler. Ade
ta, "böyle tutturduk, böyle git
sin" havasındadırlar. Halbuki
"devrimci müzik", sadece içe
riğiyle değil, biçimiyle de dev
rimci olmalıdır. Bu ise, sürekli
"yeni"nin arayışında olmak
demektir.
Geliştirdiğimiz
"destan"
formuyla, örneğin "Voltada
Söylenen Türkü" gibi acapella bir türküyle "Ve Zafer" gibi
senfonik bir ezgiyi ya da tama
men otantik bir havanın hakim
olduğu "Umudun Zeybeği"ni ay
nı kurgunun içinde buluşturabildik. "Destan" formu, bize müzi
kal anlatımda bu olanağı sağladı.
Enstrümanların kullanımı için
de aynı şeyi söylemek mümkün.
Müzikal altyapı biraz dikkatli
dinlendiğinde, örneğin akustik
davulun çalımında 'cross'un ve
'hı-hats'in
kullanılmadığı,
'bass'ın klasik piyasa çalımının
dışında kullanıldığı, otantik vur
malı çalgıların yoğunluğu ya da
'arp'tan 'duduki'ye hayata geçir
meye çalıştığımız müzikal zen
ginlik görülecektir. Bunlar, kuş
kusuz bilinçli tercihlerimizdir ve
müzikal soundda da "yeni" ye dö
nük çalışmalarımız olarak değer
lendirilmelidir.
"'Boran' Fırtınası", 500
stüdyo saati süren bir çalışmanın
ürünü. Stüdyo, masabaşı çalışma
sında oluşturduğumuz tarifi, so
mutluğa dökeceğimiz yerdi. Bir
ressamın, tualde somutladığı re
sim, hiçbir zaman kafasında oluş
turduğu resmin aynısı değildir.
Bu durum, diğer sanat dalları için
de geçerlidir. Çünkü somutlukta,
eserini düşüncede kurarken karşı
na çıkmayan engeller -nesnel,
hatta kimi zaman öznel somut ko
şullar, teknik malzeme, eldeki
materyal vb.- vardır. Aradaki far
kı en aza indirmenin tek yolu ise;
yine kendi gerçekliğinden, so
muttan hareket etmektir. Somut
koşullar üzerinden şekillenen bir
soyutlama, ortaya çıkan eserde
büyük oranda karşılığını bulacak
tır, Stüdyo çalışmasının, kafamızdakinin somuta döküldüğü yer ol
duğu gerçeğinden hareketle, ge
nel olarak başarılı olduğumuzu ve
"'Boran' Fırtınası"na ilişkin ka
famızda oluşturduklarımızı bü
yük oranda hayata geçirdiğimizi
söyleyebiliriz.
Sonuç olarak; "'Boran' Fırtı
nası", 65.5 dakika süren bir des
tan çalışması olarak ortaya çıktı.
Destanın 'bütün'ünü kavramak
için, önce 'parça'ları doğru bir
şekilde anlamak gerektiğini düşü
nüyoruz.
Çalışmamızın başında yer alan
"Meşale", üzerindeki efektlerle
birlikte destanın, daha doğrusu
Ölüm Orucu sürecinin açılışını
yapıyor. "Meşale", bir film se
naryosundan esinlenerek şekil
lendirdiğimiz destan kurgumuzun
ana tema (Main Tema) müziği ve
destanın ilerleyen bölümlerinde,
anlattığı duygu ve olaya göre de
ğişik versiyonlarıyla karşımıza
çıkıyor.
"Meşale"nin kesintisiz
bir şekilde "Boran Fırtınası"na
dönmesiyle birlikte, ölümü esare
te tercih eden boran kuşlarını an
latmaya başlıyoruz. Anlatımdan
da anlaşılacağı üzere boran kuşla
rı, Ölüm Orucu direnişçileriyle
bir çok benzerlik taşıyor. Bu ben
zerlikten hareketle, boranlar ile
Ölüm Orucu savaşçılarını özdeşleştiriyoruz.
Koğuş kapısının kapanmasıyla
birlikte hapishaneye giriyoruz.
Hapishanede "Voltada Söylenen
Türkü" karşılıyor bizi
"Dünyayı
Sarsacak
Ka
ray'da, "Niye Ölüm Orucu?" sorusunu cevaplamaya çalışıyoruz.
Bu bölümü müziklendirirken, an
latmaya çalıştığımız duyguyu,
Ermeni halk çalgısı 'duduki' ile
ifade edebileceğimizi düşündük.
Alınan karârın ardından, bü
yük bir kararlılıkla Ölüm Orucu'na giriyor devrimci tutsaklar.
"Açlığın Yürüyüşü Başlıyor",
bu kararlılığı anlatan bir çalışma.
17
Marş formunda olan bu çalışma
da, trampet v.b. enstrümanların
yerine otantik vurmalı çalgılarla
altyapının oluşturulmasının, par
çaya ayrı bir dinamizm, bu top
raklara özgü bir coşku kattığını
düşünüyoruz.
Bu parçanın ardından, duvar
dibine dizilmiş Ölüm Orucu dire
nişçilerini sahneliyoruz ve "Buca'daydı B e r d a n " adlı türkü
müzle, deyim yerindeyse objekti
fimizi Berdan'ın üstüne çeviriyo
ruz. Berdan, Buca Barikatları'nı,
bir dönemi paylaştığı yoldaşlarını
düşünüyor. Bu düşünceyle birlik
te geçmişe dönüyor. 21 Eylül
'95'te, Buca Hapishanesi'nde ya
şanan ve üç devrimci tutsağın şe
hit düştüğü barikat direnişini,
"Vatan Buca Olmuştu" adlı tür
kümüzle anlatıyoruz.
Ardından
objektifimiz İl
ginç'e dönüyor. İlginç; 4 Ocak
'96'da, Ümraniye Hapishane
si'nde yaşanan ve dört devrimci
tutsağın şehit düştüğü direnişte,
ağır yaralananlar arasında. "Üm
raniye'deydi İlginç" adlı türkü
müzle bu direnişi anlatıyoruz.
Yemo'nun gözleri dalmış;
doğduğu toprakları, Nurhak Dağ
ları'nı düşünüyor. "Nurhak'a
Özlem"de, Yemo'nun bu özlemi
ni anlatıyoruz. Bir yoldaşı geliyor
yanyına Yemo'nun, düşüncelerini
bölüyor: "Yak hele kirve..." Ye
mo'nun düşünceleri '84 Ölüm
Orucu'na yöneliyor ve Metris Ha
pishanesi'nin duvarından atlayıp
içeri giren Yemo; Apo, Haydar,
Fatih ve Hasan'ın uzattığı kızıl
bantları alarak Bayrampaşa'ya
geri dönüyor. Ve Yemo'nun kızıl
bantları getirmesiyle birlikte
"Tören Başlıyor". Bu parçada,
Ölüm Orucu şehitlerinin kendi
sesleri ve alkış efektleriyle, Ölüm
Orucu törenini anlatıyoruz.
Dışarıdayız... Ölüm Orucu
Eylemi, ilk şehidini veriyor. Ey
lemin, Ölüm Orucu'na evrilmediği ve henüz Süresiz Açlık Grevi'nin sürdürüldüğü günlerde, aç
lık grevinin 34. gününde Adalet
18
Yıldırım, bu eylemi desteklemek
için yapılan bir, eylemde şehit dü
şüyor. Destanın bu bölümünde
O'nu, "Halkın 'Adalet'i"ni anla
tıyoruz. Müzikal altyapı ile anla
tım arasındaki ilişkiye baktığı
mızda ise, 'iki karşıt duygunun
çatışması'ndan ortaya çıkan kur
guyu görüyoruz.
"İlk Boran Kalkıyor Göğe"de, "Kantinleri boşalttılar, yi
yorlar" diyenlerin suratına tokat
gibi inen Aygün'ü anlatıyoruz.
Ve ardından "Aygün'ün Vasiyeti"ni söylüyoruz. Burada da duy
gu yoğunluğunu, bizce en iyi acapella bir söylem yansıtıyor. Enstrümansız, yalın bir söylem bu,
tıpkı direnişleri ve ölümü kucak
lamaları gibi. Yalın ama deprem
ler yaratan, derin bir sesleniş bu.
"Bir ömür de benden asla
nım" diyor Berdan, "Bîr Ömür
de..." Alıyor yüzyıllar öncesin
den Bedrettin'in selamını. "Ber
dan Çayı'ndan Ege Dağları'na"da, verdiği ömrünü anlatı
yoruz Berdan'ın; Mısırlı, Arap
bir müzisyen olan Kemal El Tavil'in ezgisiyle.
Ölüm Orucu Eylemi'nin her
anını evlatlarıyla birlikte yaşıyor
analar. "Tutsak Anaları"nda on
ları anlatıyoruz. Burada, şehit
anamız Şükran Ağdaş sesini katıyor çalışmaya. "Bir Görüş Kabi
ninde", bir ana ile ölüm orucun
daki kızı arasındaki diyalogu ak
tarıyor bizlere.
Çanakkale'de, umudun simge
sini avuçlarına kına ile işleyenler,
İdil ile bütünleşiyor "Halkımızın
Gelini"nde.
"İlginç de Düştü"de, mesleği
insanların hayatını kurtarmak
olan bir devrimciyi, İlginç'i anla
tıyoruz. Ve O'nun türküsünü söy
lüyoruz: "Yeniden Doğuyor
sun". Bu çalışmanın şiirini,
A.Kadir'in güçlü dizelerinden
uyarlıyoruz.
Ölüm Orucu Eylemi, dışarıda
da yankısını buluyor. "Sokaklar
Yürüyordu Düşman Üstüne",
Gültepe'yi yangın yerine çeviren
leri, Gültepe Şehitleri'ni anlatı
yor.
"Tedariğini Hazırla" diyor
direnişçiler yarenlerine, "olur ya,
düşerim senden ayrı." "Vatan
Yeni Şehitlerle Sarsılıyordu"da,
zafere atılan iki adım olan Hüse
yin Demircioğlu ve Ali Ayata'yı
anlatıyoruz.
Bir Ege yiğidi de katılıyor bo
ranların arasına. "Umudun Zey
beği"nde, ak libaslı Bedrettin yi
ğitlerinin ateşini bugüne taşıyan
Müjdat'ı anlatıyoruz.
"Sahnedeydi İdil ve Ölüme
Açılıyordu Perde"... Bir sanatçı
İdil; müzisyen, tiyatrocu ve ya
zar... Bir kadın aynı zamanda.
Dünyada ve ülkemizde, ölüm oru
cunda şehit düşen ilk kadın... Ti
yatro salona artık Çanakkale. Çı
kıyor sahneye İdilcan ve ölüme
açılıyor perde...
Ecel kuşunu kepaze ediyor bo
ranlar. "Güneşe Gidiyorlardı",
fırtınaya katılan yeni boranları,
Tahsin Yılmaz, Hicabi Küçük ve
Osman Aygün'ü anlatıyor. Ve he
men ardından, Yemo katılıyor
aralarına. Derin derin çekiyor son
nefesini Yemo ve bir koşudur tut
turuyor ölümün üstüne, "Düğüne
Gider Gibi".
Yaralı bir kaplan olan düş
man, boylu boyunca seriliyor ye
re. "Yemliha İle Doğrulduk Za
fere"...
"Ya Kazanacaklar
dı..."da, zaferin söke söke koparılışını anlatıyoruz.
"Ve Zafer!"... Durduruyor
hayatın ve tarihin akışını Ölüm
Orucu direnişçileri. Onur, namus,
gurur; ne varsa insana dair, kaldı
rıyorlar ayağa, yüceltiyorlar.
"'Boran' Fırtınası" yaratıyor
onlar... Ve bırakarak düşenleri
şehirlerin ufkuna, fırtınadan fırtı
naya havalanıyorlar...
Onlar için ne söylesek, ne
yazsak az. "'Boran' Fırtınası"nı
onlara, onlarca yıllık devrim tari
himizi 69 güne sığdıran Ölüm
Orucu şehitlerimize ve gazileri
mize armağan ediyoruz. •
TARTIŞMA
grup yorum
NİYE
çağdaş halk müziği
DEMİYORUZ!
"K
armaşıklaşan, çok
yönlü bir yaşam
etkinliği içerisinde
yürütülen insanca
yaşam mücadelesi,
vatan toprakları
mız üzerinde yürütülen bağımsızlık,
demokrasi, sosyalizm mücadelesine
de yansıyor kuşkusuz. Bu mücadele
içinde yaşanılan bazı direnişleri ve
bu direnişlerin yarattığı etkileri göz
önüne alırsak...
Örneğin bu direnişlerde coşku,
kararlılık, hüzün, yoldaşlık, devrime
ve halka inanç duygularını çok rahat
bir şekilde görebiliriz. İşte böylesi
olguları tek bir marş formu ya da
türkü formuyla anlatamayacağımızı,
böyle bir anlatımın yetersiz kalaca
ğını düşünüyoruz."
Kültür Sanatta TAVIR Dergisi'nin Ocak '98 tarihli 4. sayısında
"Artık Çağdaş Halk Müziği Demi
yoruz" isimli yazımızın • "Neden
Destan?" sorulu alt başlığında, bunu
kısaca yukarıdaki şekliyle gerekçelendirmiştik. Destanı, teknik olarak
yaratacağı etki yanıyla da "destan
lar form olarak duygunun en yalın
ve en iyi ifadelendirme biçimleri
olacaktır." şeklinde ifade etmiştik.
Kuşkusuz yukarıda yazdıkları
mız, bugüne dek gerçekleştirmediği
miz bir çalışmaya ilişkin sözlerdi ve
doğal olarak düşüncede oluşanların
sofraya nasıl geleceğinin anlaşıl
mamasının da haklılık payı vardı.
Çünkü destan tarzı, müzik alanında
sıkça başvurulan bir yöntem değildi.
Biz de daha önce buna ilişkin bir-iki
ön adım (Sibel Yalçın Destanı) at
mıştık ama bu da hedeflediğimiz
destan tarzının bire bir karşılığı de
ğildi. Kısacası, kapsamlı bir destan
çalışmasını hayata geçilmemiştik.
1996 Ölüm Orucu'nu anlatan
"Boran Fırtınası" isindi çalışma
mız düşündüklerimizin büyük bir
bölümünü hayata geçirdiğimiz bir
çalışma oldu.
Destan Nedir?
Klasik ve genel tanımlamalarıyla
ele alındığında destanlar, önemli ta
rihsel olayları ya da kişilikleri anla
tan epik olarak yazılmış ve yine ku
ral olarak kapsamlı yapıtlardır. Des
tanda kişilerin karakterleri ayrıntılı
olarak işlenmez ama çok sayıda kah
ramanı barındırır bünyesinde. Des
tanlarda kahramanların temsil ettik
leri bir bireyin duygularından öte
toplumun duygularıdır. Destanlar,
ayrıca çok uzun bir zaman dilimini
anlatmaz.
Edebiyatta destanlar diğer kolla
ra oranla kesin ve kural koyucu, bel
li bir çerçevenin dışına çıkmayan ya
pımlardır.
Belirtmek gereğini hissediyoruz
ki; gelinen Süreçte destanı klasik ka
lıplarıyla ele almadık. Yüzlerce yıllık birikimi ve yaşadığımız çağın in
sanlığa kazandırdığı deneyim ve bi
rikimleri ele aldığımızda, bu tarzın
küçük bazı değişiklere uğraması ge
rektiğini düşündük. Belki bazı ede
biyatçılara ters gelebilir ama biz des
tan formunu ele alırken, bunun bir
reçete gibi harfiyen uygulanmasın
dan değil; bunun yeniden yorumlan
masından ve ele alınmasından yana
yız.
En azından yaşadığımız çağın
içinde gelişen koşullan ele aldığı
mızda, belli başlı formların yeniden
uyarlanması ve geliştirilmesi gerek
liliğini göz önünde bulunduranlar
için, bu daha belirleyici ve sanatsal
faaliyetlerin önünü açıcı bir işleve
sahip olacaktır.
Bize göre destan formu, duygu
lan ve olayları nasıl bir kurgu etra
fında çerçevelemek istediğimize gö
re genişler veya daralır. Anlatımın,
biçimin kalıplaşmış sınırlamaları ol
mamalıdır. Hayatın kendisi ve onun
içinden alınabilecek en küçük konu
bile aslında destanın konusu olabi
lir. Bu da seçeceğimiz temanın fark
lılığına göre biçime de yansıyacak
tır. Örneğin Ölüm Orucu'nun kurgulanmasıyla bir işçinin bir gününü an
latmak arasında muhakkak bir fark
olacaktır. Ya da örnek olarak yakılan
köylerden göç etme olgusunu ele
alalım. Nereye göçer bu insanlar?
Ya köyün bağlı olduğu şehre ya da
büyük şehirlere ya da çok zor ama
yurtdışına çıkarlar ve orada bir ya
şam kurmak zorunda kalırlar. So
nuçlar, hepsi için çok zorlu olur. Bu
üç durumu, öykülemek üzere yarattı
ğımız üç aileye uyarlarsak, her bir
ailenin içine girdiği çevre, toplumsal
ilişkiler vs. farklı farklı olacaktır.
Öyleyse, biçim de buna paralel bir
seyir izlemek zorundadır. Böyle ol
madığında tabi ki oluşturulmak iste
nen duygu, verilmek istenen mesaj
yerli yerine oturmayacaktır.
19
Bu küçük örnekten somut bir ör
neğe, "Boran Fırtınası"na, dönecek
olursak; buradaki biçim ilk bakışta
şiirlerin ve şarkıların ardarda sırala
nışı gibi gelebilir ama çalışmayı dik
katle dinlediğimizde, hikayenin kur
guya dayalı bir anlatımı olduğu ve
bunun alışılmış müzik kalıplarının
dışında olduğu görülecektir.
Kurgunun 29 ayrı bölümü vardır.
Her biri, kendi içinde bağımsız, ken
di hikayesiyle başlayıp biten bölüm
lerden oluşmaktadır ama her hikaye
nin bir diğeriyle bağlantısı vardır.
Yani, hikaye topluca bir bütünü ifa
de etmektedir.
"Bütün", kendisini oluşturan
parçaların tümü hatta daha fazlası
dır. Bu yanıyla kendisini oluşturan
parçalardan daha başkadır da! "Bo
ran Fırtınası", öykünün anlatım tar
zı, kurgulanışı yanıyla da bu tanım
lamaya uymaktadır. Bu, diyalektik
bir bakıştır. Her bir bölüm ve bunun
içindeki imgeler, bütünün içindeki
bağlantıyı simgeler. Bazı cümlele
rin, göndermelerin ya da müzikal
motiflerin yer yer tekrarlanması bu
bütünlüğü farklı yerlere taşıma ve
hikayenin birleştiriciliğini sağlama
işlevini görür.
Örneklersek;
a) Berdan Çayı'ndan Ege Dağları'na: Takvim yaprakları birer bi
rer ölüyordu ve Berdan sayıklıyor
du...
b) Vatan Yeni Şehitlerle Sarsı
lıyordu: Takvim yaprakları birer bi
rer ölüyordu, vatan yeni şehitlerle
sarsılıyordu. İlginç'in ardından...
Kasetin A ve B yüzlerindeki iki
bölüm, hikayenin birleştiriciliğini
simgeler. Yine, İlginç'i anlatırken
kullanılan "yarana sarma" sözü. Bu
söz, birinci bölümde Ümraniye Katliamı'nı ve buradan yaralı 'çıkan İlginç'i anlatırken, ikinci bölümde İl
ginç'in şehit düşmeden önce bilinci
nin kapanması ve sayıklamasını an
latır. Kapanan bilinci O'nu, yine
Ümraniye'ye götürmüştür. Böylece
bu iki olayın gelişim kurgusu bu
sözle sağlanmıştır.
Aynı yaklaşım müzikte de var
20
dır. "Meşale" isimli ezgi, kasetin as
lında ana ezgisidir. Bu ezginin versi
yonları, hikayenin akışına ve duygu
suna göre çeşitli isimlerde birleştiri
ci bir işlev görmüştür ("Halkın
'Adalet'i", "Sahnedeydi İdil ve Ölüme Açılıyordu Perde" vb...). Bu tarz
çalışma film müziklerinin hazırlan
masında sıkça kullanılır. Film mü
ziklerinin de ana teması olan bir ez
gi oluşturulur ama filmin akışına gö
re ana ezginin çeşidi versiyonları çe
şitli düzenlemelerle kullanılır. "Meşale"nin kurgulanması da bu yanıy
la ele alınmıştır.
Biçim ve İçerik
Destan tarzının belki de üzerinde
en çok uğraşılan yanıdır, biçim ve
içerik. Neyi, nerede, nasıl anlataca
ğını bilmek ya da bunu doğru bir şe
kilde uyarlamak işin, belki de en
zorlu kasımıdır. "Boran Fırtına
sında biçim ve içerik, kimi yerlerde
zıtlıklar gösterir. Kimi yerlerde de
sözü besleyen duygular, müzikal
formda öne çıkarılmıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz zıtlıklara
en çarpıcı örnek, "Halkın 'Adaleti"
bölümüdür. Sözdeki duygusal yo
ğunluk müzikte yoktur. Aksine mü
zikte daha coşkulu bir hava vardır.
Bu, kimilerine yanlış gelebilir. Bi
çim ve içerik açısından bir uyumsuz
luk gibi de gelebilir ama müzikte ey
leme gitmenin, yapılan eylemin coş
kusu vardın Metinde ise Adalet Yıldırım'ın şehit düşüşü anlatılmıştır.
Söz ve müziği bir araya getirip bir
eylemin coşkusu ve sonucunda veri
len bir şehidin acısı iç içe geçirilmiş
tir. Bu yanıyla düşündüğümüz için,
biçim ve içerik arasında bir uyum
suzluk bizim için söz konusu olma
mıştır.
"Boran Fırtınası"nda hiçbir mü
zik, aslında sözün yarattığı duygu
dan bağımsız değildir ama bu ba
ğımlılıktan anladığımız, sözü harfi
harfine takip eden bir müzikal anla
yış değildir. Söz ve müzik, kurgunun
kimi yerlerinde karşıt duyguların ça
tışmasını anlatarak da bir kavram
oluşturur. Zaten kurgudan anladığı
mız, hikayelerin birbirine yapıştırıl
ması değildir. Kurguda ortaya çıkan
hikaye, bazen karşıt duyguların, çe
lişkilerin çatıştırılmasından ortaya
çıkar ki, bu ortaya bambaşka bir
kavram çıkartır.
"Boran Fırtınası"nda biçim ve
içerik sorununa yaklaşım, temel ola
rak bu perspektifle olmuştur.
Çağdaş Halk Müziği Kavramı
Bu Yüzden Yetersizdir!
Daha önce tartışmaya açtığımız
ve yer yer tartışmamıza katılımların
olduğu "Artık Çağdaş Halk Müziği
Demiyoruz" yazımızın ardından, bu
konuyu yeniden gündemimize ala
cak olursak, belirli bir alamı ve dü
şünce sistematiğini adlandırmada
kavramlar tam olarak yerli yerine
oturduğu gibi biçimin ve içeriğin ge
niş bir yelpazede dolaştığı müzikte,
bete, bizim müziğimizde belli bir
kavramlara sıkışıp kalmak, müziği
daraltmak ve sınırlamaktır. ÇHM,
böylesi destan tarzı bir çalışmada,
kendine nasıl bir yer bulacaktır? Biz
söyleyelim; bu çalışma, ÇHM kavra
mının bire bir dışlanmasıdır. Müzi
kal kalıplarda yeni, daha geniş baka
bilme perspektifinin bir sonucudur.
Dünyaya daha geniş bir perspek
tifle bakıldığında, müziğin anlatım
dilinin de genişletilebileceğini görü
rüz. Bunu sağlayacak olan da, yine
sanatın diğer kollarıdır ama sorunun
çözümü, bu sanat dallarından nasıl
yararlanılabileceğini bilmekte yatar.
Bu tür sanat dallarının müzikle uyu
şan yanları doğru kavranıp böylesi
türden deneysel çalışmalara yönelindiğinde, müziğin anlatım kalıpları
da genişletilecektir. Sonuç olarak;
müzik, bir sinemaya göre daha dar
bir anlatım diline sahiptir ama bu, şu
anki sınırlarının genişletilemeyeceği, "Boran Fırtınası"nı da aşan de
ğişik tekniklerin hayata geçirileme
yeceği gibi bir anlama da gelmiyor.
Bu yüzden müzikal olarak yeni bir
ufka açılmanın gerekliliği hala önü
müzde duruyor.
Ve bu yüzden de ÇHM kavramını şiddetle reddediyoruz. •
ARAŞTIRMA inan altın
HALK TÜRKÜLERİ VE ÖYKÜLERİ-3
sepetçioğlu
E
şkıyalık ve eşkiya
türkülerinin doğuşu
nu, biçimini, ortaya
çıkış şeklini ve tarih
içindeki gerçek yer
lerini Haziran '98 ta
rihli 6.
sayımızda
yazmıştık. Gene aynı
yazıda "Eşkiya suç işleyerek de
ğil, adaletsizlik sonucu yasalara
karşı gelir. Adaletsizliklere kar
şıdır, zenginden alıp fakire verir,
kendini koruma ve öç alma dışın
da adam öldürmez. Bu yüzden de
halk tarafından sevilir, sayılır,
yardim görür, desteklenir. Halk
onları 'ele geçmez kurşun işle
mez' olarak bilir." diyerek "er
demli eşkıyalığı" tanımlamıştık
Bu sayımızda ise, Sepetçioğlu
Osman Efe'yi tanıyacağız.
Kimdir Sepetçioğlu?
Sepetçioğlu; 18. yy'da yaşa
mıştır. Kastamonu'ya bağlı Araç
ilçesinin Boyalı Bucağı Yukarıavşar köyünde doğmuştur. Baba
sı, isminden de anlaşılacağı gibi
sepetçilikle uğraşan kendi halin
de bir köylüdür. Sepetçioğlu he
nüz çok küçükken askere giden
babası, bir daha geri dönmez.
Çok küçük yaşta anasıyla bir ba
şına kalan Sepetçioğlu, yıllar yılı
köyde ağanın baskısı, zulmü al
tında yaşar. Delikanlı çağına gel
diğinde ağanın zulmüne dayana
mayıp Kastamonu'ya yerleşir. O
vakte kadar köydeki ağadan kur
tulduğunda tüm baskılardan kur
tulacağını, rahata erişeceğini dü
şünür. Ancak Kastamonu'ya gel
diğinde ağanın zulmünden çok
daha beter zulümle karşılaşır.
Zalim ve zorba derebeyi, Kasta
monu'da halkı haraca kesmekte
dir...
Sepetçioğlu, burada baba ya
digarı mesleği sürdürmektedir.
Açtığı küçük sepetçi dükkanında
günde birkaç sepet yapmakta,
kendi yağıyla kavrulmaktadır.
Günlerden bir gün derebeyinin
adamları, Sepetçioğlu'nun da ka
pısını çalarlar. Sepetçioğlu so
nunda belanın kendisini de bul
duğunu anlamıştır. Derebeyinin
adamları Sepetçioğlu'na bir hafta
süre tanımış, bu sürenin sonunda
yüz tane sepet yapıp derebeyine
vermesi gerektiğini bildirmiştir.
Fakat Sepetçioğlu, "bu süre için
de bu kadar sepeti yapmam im
kansız" dese de onları ikna ede
mez. Günler günleri kovalar, ver
dikleri tarih gelir geçer ama Se
petçioğlu sepetleri götürmez. Bu
tarihten sonra da derebeyinin he
defi olur. Çok ağır koşullar altın
da tutulur. Ve günlerden birgün,
derebeyine kötü söz söylediği ge
rekçesiyle zorla yakalanarak de
rebeyinin huzuruna çıkartılır. Se
petçioğlu, yakalanmadan önce
başına gelecekleri bildiğinden
saldırmalığını koltuğunun altına
almıştır. Derebeyi, Sepetçioğ
lu'na ağır hakaretlerde bulunur,
O'nu öldürmeye kalkışır. Bunun
üzerine Sepetçioğlu, asılır koltu
ğunun altındaki saldırmalığa ve
zorbanın hesabını görür. Hemen
ardından yakalanır ve zindana
atılır. Sepetçioğlu bunun bir ko
layını bulur ve henüz yeni girdiği
zindandan kaçar. Artık O'nu tu
tabilene aşkolsun! Kaçtıktan son
ra Araç'ın Gülpü Dağı'na sığınır
ve derebeyine karşı tek başına
savaşa girer. O, bu zamana kadar
kimsenin kaçmayı başaramadığı
zindandan kaçarak, dağlara yas
lanmıştır. Artık bu tarihten sonra
21
adı
"Sepetçioğlu
Osman Efe" olur
ve adını tüm yöre
halkı bilir, övgüy
le söz eder.
Zalim derebeyi
ölmesine ölmüştür
ama değişen bir
şey
olmamıştır.
Hatta derebeyinin
yerine geçen oğlu,
babasının zulmünü
arttırarak sürdü
rür. Bir yandan da
Sepetçioğlu'nu
arar. Sepetçioğlu,
savaşını tek başına
sürdürür ve bu ara
da vaktiyle sözlü
olduğu biriyle ev
lenir.
Günün birinde
Sepetçioğlu'nun
anasının ve karısının kaldığı köyü
basan derebeyinin
adamları, Sepetçi
oğlu'nun anasını
ve karısını alarak
Kastamonu'ya gi
derler. Derebeyi,
Sepetçioğlu'na ha
ber salar: Ya gelip
teslim olacaktır,
ya da anasını ve
karısını öldürecek
tir.
Bunun üzerine
çok öfkelenen ve
yerinde durama
yan Sepetçioğlu,
bir geçe yarısı esir
tuttukları
sarayı
basarak anasını ve
karısını yanına ka
tar ve dağların yo
lunu tutar. Artık üç kişilerdir ve
birlikte savaşacaklardır. Nice sa
vaşırlar da. Ancak günün birinde
Gülpü Dağı'nda, derebeyinin sipahilerince çevrilirler. Ve saat
lerce süren kahramanca bir dire
nişin ardından üçü de öldürülür
ler.
Sepetçioğlu'nu diğer efeler :
22
den ayıran en büyük özelliği; ya
nında anası ve karısından başka
hiç kimsenin olmayışıdır. Gönül
rızasıyla verenlerin dışında hiç
kimseden zorla para almamıştır.
Büyük bir savaşçı olan Sepetçi
oğlu Osman Efe, aynı zamanda
çok güzel saz çalıp türkü çağıran
ozan ruhlu bir yiğittir.
Sepetçioğlu, yaptığı kahra
manlıklar karşısında başta civar
köyler olmak üzere tüm yöre hal
kı tarafından sahiplenilmiş, adın
dan saygıyla söz edilmiştir. Yö
rük soyundan gelme Sepetçioğlu
adına, geçen iki yüz yıllık zaman
içinde pek çok türkü yakılmış ve
oyun yaratılmıştır. •
ŞİİR
pablo neruda
DÜŞMANLAR
Barut dolu tüfekleriyle geldiler
Ateş buyruğu verdiler acımadan
Şarkı söyleyen bir halkla karşılaştılar
Sevgiyle
Ve görev aşkıyla birleşmiş bir halk
Ve incecik genç kız
Bayrağıyla beraber düştü
Ve köşede vuruldu genç adam
Halkın şapşallığı
Ölülerin şapşallığıyla düştüğünü gördü
O zaman bu yerde
Katiller
Bu yerde halkın düştüğü
Bu yerde bayraklar
Kanı emmek üzere alçaldılar
Ve yeniden katillerin anlacında yüceldiler
Bu ölüler adına
Ölülerimizden bir ceza istiyorum
Vatana kan sıçratanlara
Bir ceza istiyorum
Bu ateş emrini veren cellatlar için
Bir ceza istiyorum
Bu suçla iktidara gelen hayın için
Bir ceza istiyorum
Can çekişmeye başlatan için
Bir ceza istiyorum
Bu suçu savunanlar için
Bir ceza istiyorum
Elleriyle elimizi tutanlar için
Bir ceza istiyorum
Onları ne evlerinde rahat
Ne de elçi olarak görmek istemiyorum
Onları burada bu yerde
Hüküm giymiş olarak bir arada
Bir ceza istiyorum
Çeviren: Enver GÖKÇE
23
MAKALE
mao tse-tung
Kültürel Çalışmada
BİRLEŞİK CEPHE
3
0 Ekim 1944... Bütün
çalışmalarımızın ama
cı, Japon Emperyaliz
mi'ni altetmektif. Tıp
kı Hitler gibi, Japon
Emperyalizmi de kaçı
nılmaz sonuna yaklaş
maktadır ama çabaları
mızı sürdürmemiz gerekmekte
dir. Çünkü Japon Emperyaliz
mi'ni kesin olarak altetmeniz,
ancak böyle mümkün olabilir.
Çalışmalarımızda savaş başta ge
lir, sonra üretim, ondan sonra da
kültürel çalışma gelir. Kültürsüz
bir ordu, ruhsuz bir ordudur; ruh
suz bir ordu ise düşmanı yenemez.
Kurtarılmış bölgelerdeki kül
türün daha şimdiden ilerici yan
ları vardır ama hala geri yanlan
da vardır. Kurtarılmış bölgeler
daha şimdiden yeni bir kültüre,
bir halk kültürüne sahip ama fe
odalizmin kalıntılarının bir çoğu
da varlığını hala sürdürüyor.
Şensi-Gansu-Ningsia Sınır Bölgesi'nde yaşayan bir buçuk mil
yon insandan bir milyon kadarı
okuma yazma bilmemekte, iki bi
ni büyücülükle uğraşmaktadır.
Geniş kitleler, hala batıl inançla
rın etkisi altındadır. Bunlar, hal
24
kın kafasının içindeki düşmanlar
dır. Halkın kafasının içindeki
düşmanlarla mücadele etmek ço
ğu zaman Japon Emperyaliz
mi'ne karşı savaşmaktan daha
zordur. Kitleleri kendi cehaletle
rine, batıl inançlarına ve sağlığa
aykırı alışkanlıklarına karşı mü
cadele etmek üzere harekete geç
meye çağırmalıyız. Böyle bir
mücadele için geniş, birleşik
cephe zorunludur. Nüfusun dağı
nık, haberleşmenin yetersiz ve
başlangıç için var olan kültür te
melinin düşük olduğu ve ayrıca
savaş içinde bulunan Şensi-Gan
su-Ningsia Sınır Bölgesi gibi bir
yerde, bu birleşik cephe, özellik
le geniş olmalıdır. Dolayısıyla
eğitim alanımızda sadece düzenli
ilk ve orta okullara değil, aynı
zamanda düzenli olmayan ve da
ğınık köy okullarına, gazete oku
ma gruplarına ve okuma yazma
sınıflarına da sahip olmalıyız.
Modern tarzda okulların yanında
eski tarz köy okullarını da işe ya
rar hale getirmeli ve değiştirme
liyiz.
Sanat alanında, sadece mo
dern oyunlarımız değil, aynı za
manda Şensi operamız ve Yang-
Bizim görevimiz, yararlı
olabilecek bütün eski tip
aydınlarla, sanatçılarla ve
hekimlerle birleşmek, onlara
yardımcı olmak, onları
düzeltmek ve değiştirmektir.
Onları değiştirebilmek için
ünce onlarla birleşmemiz
gerekir.
ko dansımız da bulunmalıdır. Sa
dece yeni Şensi operalarıyla ve
yeni
Yangko
danslarıyla
yetinmeme
li, aynı za
manda eski
opera toplu
luklarını . ve
bütün Yangko
topluluklarının
yüzde
90'ını
oluşturan eski
Yangko toplu
luklarını da işe
yarar hale getir
meli ve yavaş ya
vaş değiştirmeli
yiz. Böyle bir yal
laşım, tıp alanın
daha da gereklidir.
Şensi-Gansu-Ningşia Sınır Bölgesi'nde
gerek insanların, ge
rek hayvanların ölüm oran çok
yüksekken, birçok kimse halen
büyücülüğe inanmaktadır. Bu ko
şullarda, sadece modern hekimle
re bel bağlamak hiçbir çözüm ge
tirmez. Elbette, modern hekimle
rin eski tarzda hekimlere kıyasla
üstünlükleri vardır ama eğer hal
kın dertleriyle ilgilenmez, halk
için hekim yetiştirmez, sınır böl
gesindeki binlerce eski tarzda he
kim ve baytarla birleşmez ve on
ların ilerlemesine yardımcı ol
mazlarsa, fiiliyatta büyücülere
yardımcı olacaklar, insanların ve
hayvanların yüksek ölüm oranı
karşısında kayıtsız kalacaklardır.
Birleşik cephe için iki ilke var
dır. Birincisi birleşmek, ikincisi
ise eleştirmek, eğitmek ve değiş
tirmektir. Birleşik cephede hem
teslimiyetçilik, hem de başkaları
na tepeden bakan, hor gören sekterlik yanlıştır. Bizim görevimiz,
yararlı olabilecek bütün eski tip
aydınlarla, sanatçılarla ve hekim
lerle birleşmek, onlara yardımcı
olmak, onları düzeltmek ve de
ğiştirmektir. Onları değiştirebil
mek için önce onlarla birleşme
miz gerekir. Eğer bunu
doğru uy-
gularsak,
onlar bizim yardımımızı
memnunlukla karşılayacaklardır.
Bizim kültürümüz, bir halk
kültürüdür. Kültür işçilerimiz
halka büyük bir istek ve bağlılık
la hizmet etmeli, kitlelerle birleş
meli ve kitlelerden kopmamalıdır. Bunu gerçekleştirebilmek
için kitlelerin ihtiyaçlarına ve is
teklerine uygun hareket etmeli
dirler. Kitleler için yapılan bütün
çalışmalarda, ne kadar iyi niyetli
olursa olsun herhangi bir bireyin
isteğinden değil, kitlelerin ihti
yaçlarından yola çıkılmalıdır.
Sık sık şöyle bir durumla karşıla
şılır. Kitlelerin nesnel olarak bel
li bir değişikliğe ihtiyaçları var
dır ama öznel olarak henüz bu ih
tiyacın bilincine varmamışlardır
ve bu değişikliği yapmak için is
tekli ya da kararlı değillerdir.
Böyle "durumlarda sabırla bekle
meliyiz. Çalışmalarımız sayesin
de kitlelerin çoğunluğu o ihtiya
cın bilincine varıncaya ve deği
şiklik için istekli, kararlı bir hale
gelinceye kadar, o değişikliği
yapmamamız gerekir. Aksi tak
dirde, kendimizi kitlelerden ko
parırız. Kitleler bilinçli ve istekli
olmadıkları sü
rece
onların
katılmalarını
gerektiren
bütün çalış
malar kağıt
üzerinde ka
lır ve başarısızlığa
u ğ r a r .
"Acele işe
şeytan ka
rışır" dey i m i ,
"acele
e tme 'meli yiz"
anla
mına
gelmez, "aceleci ol
mamalıyız" anlamına gelir. Ace
lecilik sadece başarısızlığa yol
açar. Bu, her türlü çalışma için
ve özellikle de amacı kitlelerin
düşüncesini değiştirmek olan
kültür ve eğitim çalışması için
doğrudur. Burada iki ilke sözkonusudur. Birincisi, kendi kafa
mızdan kitlelere yakıştırdığımız
ihtiyaçlar değil onların gerçek
ihtiyaçlarının
belirleyiciliği;
ikincisi de bizim kitleler adına
kararlaştırdığımız istekler değil
kitlelerin kendi başlarına karar
laştırdıkları istekler. •
* Bu yazı, Şensi-Gansu-Ningsia Sınır Bölgesi kültür ve eğitim işçileriyle
yapılan söyleşiden alınmıştır. •
25
DEĞERLENDİRME
şaban öztürk
İMAJ VE KÜFÜR
KİTAPLARI -2-
E
le alacağımız kitaplar,
her ne kadar anı-belge
türü kitaplar olarak ad
landırılsalar da, yakın
geçmişe ilişkin içerikle
re sahip olduklarından,
öncelikle tarih ve tarih
bilinci üzerinde durmak
istiyoruz.
Tarih yaşanmış, geçilmiş olayla
rın, olguların tamamıdır; aynı zamanda yorumudur da. Tarih donuk,
durağan değil, aksine akışkandır, sıç
ramak, sarmal gelişim içindedir.
Geçmiş olay ve olgular, bugünün bir
bakıma önseli de olduğundan, anın
anlaşılmasında derinliğe ulaşmamızı
da sağlar. Konunun bizim için anla
mım ve önemini Dr. Hikmet Kıvıl
cımlı şöyle aktarıyor: "Bilimcil sos
yalizmin yolu: Diyalektik Maddeci
liktir. Diyalektik Maddeciliğe göre,
olaylar boyuna değişirler. Onun için
gerçeklik, yalnız bütün çelişkili gi
dişler içinde ele alınırken, pratikle
değiştirilmek zorundadır. Her şey gi
bi insan ve toplumun kendisi de deği
şir. Ve bu değişme, insanla ilgili ol
duğu ölçüde insanın düşüncesi de
davranışı ile yapılır.
Toplum gerçekliği -son duruş
mada- hangi mekanizma ile değişir?
Toplumun maddi üretimi temelinde
dolaysızca etki yapan üretici güçler
le değişir. Üretici güçlerin başında
ne gelir?... 'İnsan gücü' der demez,
iki karakter göz önüne gelir.
1-İnsan önce planladığı tasarı ile
yapacağını düşünür.
26
2-Sonra, o tasarının doğrultu
sunda davranır.
Marx'ın dediği gibi; insan eme
ğinin hayvan çabasından (Mühendi
sin arıdan ve örümcekten) ayrımı:
Yapacağını önce kafasında tasarla
yışında toplaşır. Engels'in dediği gi
bi; inşan yemeyi içmeyi bile önce ka
fasında geçirerek yapar. Yapılacak
işin kafada bilinçle tasarlanışına ve
planlanılışına TEORİ denir. Pratiksiz teori yaramaz kuruntuculuk ol
duğu gibi, Teorisiz pratik de, biraz
ustanın deyimiyle 'kafasız işgüzarlık'tır.
Şimdi, Teori nedir? Gerçekliği
değiştirmek üzere tasarlanan planlı
düşüncedir. Bunu söyler söylemez,
göz önüne iki türlü gerçeklik gelir:
1-Yaşanan gerçeklik,
2-Yaşanmış bulunan gerçeklik.
Asıl, insana yararlı olmak üzere
değiştirilecek olan gerçeklik, elbette
içinde bulunduğumuz şimdiki olay
lardır. Ancak, şimdiki olaylardan
hiçbiri daha önceki olayların diya
lektik ürünü bulunmaktan çıkamaz.
Her şimdiki olay, geçmiş olayların
sonucudur, bugünün gerçekliği, is
ter istemez dünün gerçekliklerinden
çıkagelmiştir. Bugüne dek gelmiş
geçmiş gerçekliklerin topuna birden
bilim dilinde TARİH adı verilir.
Demek, nasıl teorisiz pratik ve
pratiksiz teori olmazsa, tıpkı öyle
gerçekliksiz tarih ve tarihsiz gerçek
lik de bulunamaz. Bir ülkenin tarihi
(dünkü olayları) gereği gibi bilinme
dikçe, o ülkenin gerçekliği (bugünkü
olayları) iyi kavranamaz. Kavramak
iddiasına kalkışılınca, gösterilen ça-.
ba veresiye alış-verişe benzer. Teori
ezbere kuruntuya döner, pratik ka
ranlığa kubur sıkmaya.
Onun için, bilimcil sosyalizmin
soyadı tarihcil maddeciliktir. Onun
için tarih incelenimleri, kimi alış
kanlıkların yakıştırdığı gibi: Bir ek
santrik müzecilik merakı, bir eskiler
alayımcılık hevesi değildir. Tam ter
sine, insancıl düşünce ve davranışın
özü gerçeklik ise, gerçekliğin kökü
'Tarih'tir. Tarihi unutmak, teorinin
ve pratiğin kökünü kurutmak olur."
(DR. H.KIVILCIMLI; TARİH TE
Zİ; S:17-18)
Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın işaret
ettiği gibi, günümüz gerçekliğini an
lama ve değiştirme uğraşında tarihi
bilmenin çok önemli yeri vardır. Te
ori ve pratiğimizi geliştirmede de ol
dukça önemli bir role sahip olan ta
rih bilinci, aynı zamanda saplan si
yasi çevrelerin pişkinliklerini, kök
süzlüklerini, dönüp durmalarını da
daha rahat görmemizi sağlar.
Ülkemizde tarihi öğrenmenin çe
şitli zorluklan da var. En önemlisi;
tarihe yaklaşımdaki yöntem yanlış
lıklarıdır. Bu yanlış yaklaşım sonu
cu, ortaya çıkan ürünler de eksik ve
yanlışlıklarla doludur. Bunun sebe
bini Dr. H.Kıvılcımlı şöyle açıkla
makta: "Türkiye'de düşünce ve teori
basmakalıpçılığı ve dolayısıyla pra
tik davranış tökezleyişleri en yaygın
hastalığımızdır. Bunun objektif ne
deni: Egemen çevrelerin her düşün-
ce ve davranışı ya Nemrutça kökün
den kazıma yahut kendi yozlaştırıcılığı altında ansızın şımartma eğili
minde olmasıdır. Ama bir de subjek
tif neden var: Tarihcil Maddeci ol
duklarını açıklayanlar, genel olarak
tarih ve özellikle Yakındoğu ve Tür
kiye tarihi üzerinde bir yabancıdan
gelmeyen sabırlı çabaya dayanamı
yorlar. O zaman ağızdan dolma top
lar gibi, kulaktan kapma, hele şaira
ne destan düşmeciklerini yahut ün
lendirilmiş acayip romantizmleri ta
rihle karıştırıyorlar.
Oysa klassifikasyon bilimi ola
rak tarih, henüz dünyada kurulama
mıştır. Tarihi dünyada gelişi güzel
olaylar kırkambarı: birikim bilimi
olmaktan kurtarmadıkça, geri ülke
ler içinde özellikle Türkiye' nin tari
hini anlamak güç oluyor. Türkiye ta
rihini anlamadan, Türkiye, gerçekli
ğini anlamak ise, ondan da daha
güçleşiyor. Bu yüzden, Teori topal
kalıyor, Pratik aksıyor."(Tarih Tezi;S:18)
Tüm bunların yanı sıra, yanlış
bakış açılarıyla tarihin reddi de sözkonusu olabilmekte ve bu bakış açı
larım bilinçli bir şekilde geliştirip
yaymaya çalışanlar, mevcut yeni du
rumlarına zemin hazırlamaktadırlar.
Özellikle 12 Eylül sonrası devrimci
hareketlere yönelik fiziki tasfiyeyi
sağlamak için cunta tarafından geliş
tirilen şiddet ve psikolojik harbin ya
nı sıra, sözün şiddeti de devreye so
kularak devrimci kültür-sanattan,
devrimci düşüncenin her alanına yö
nelik tasfiye harekatına girişilmiştir.
Bu konuda da egemenler, nasıl ki fi
ziki şiddet uygularken pişmanları,
itirafçıları kulanmışlarsa, aynı şekil
de dünün gayrı-resmi inkarcılarını
kullanmışlardır. Kabeleri yıkılan sol
cular, "dün olmadı ya allah, ya bis
millah haydi YENİDEN" diyenler,
hepsi devrimci geleneği tasfiyeye gi
riştiler. Tam da bu hatta KOPUŞ te
orileri ortaya attılar. Onların koptuk
ları, düzenin üzerimizde bıraktığı
yerleşik olumsuzluklar değildi, tarih
sel devrimci çizgiydi. Bunlar tarihi
ya kişiselleştirdiler, ya da tamamen
inkar ettiler; üstelik kendi öznel ta
rihlerini de.
Bizim, tarihe ve tarihi kişiliklere
geçmişten gelen bir yaklaşımımız
vardır. O da şudur: "Türkiye' de
Marksist hareket şerefli bir mücade
le tarihine sahiptir.. CHP ve DP dö
neminin zorbalık yıllarında, siyasi
irticanın en azgın olduğu yıllarda,
Türkiyeli proleter devrimciler yiğit
çe ve mertçe mücadele vermişlerdir.
Türkiye proleter devrimci hareket
içinde, siyasi irticaya karşı baş eğ
mez bir mücadele içinde olan arka
daşlarımız, biz genç proleter devrim
ciler için örnek olmuşlar ve büyük
değer taşımışlardır. Ama bu geçmiş
teki mücadelelerin hatalarını eleştir
meyeceğiz anlamına gelmez. Bugün
ve yarın için doğru olan politika, dü
nün eleştirisinden çıkar.
Biz Türkiye'deki Marksist hare
ketin tarihine sonuna kadar saygılı
yız. Ve onun bir devamı olarak ken
dimizi görmekteyiz.
Geçmişin mirasçısı, geçmişteki
kararlı ve uzlaşmaz mücadelelerin
mirasçısı olmak isteyen kimse, bu
gün doğru devrimci çizgide, prole
taryanın devrimci bayrağını yüksek
lerde tutmak zorundadır.
, Bugün kim Leninizm' in yüce bay
rağını, hem teoride hem sosyal pra
tikte emperyalizmin ve oportünizmin
saldırılarını göğüsleyerek yüksekler
de tutuyorsa, Türkiye'deki Marksist
hareketin tarihi zincirlerinin haldeki
halkası olur; devamı olur." (MAHİR ÇAYAN-Aydınlık Sosyalist
Dergi'ye Açık Mektup)
Devrimci hareketin geçmişe iliş
kin yaklaşımları böyle. Bunu daha
bilinçli bir şekilde kavramak için,
yukarıda arzettiğimiz gibi tarihi öğ
renmek de zorunluluktur. Bu zorun
luluğu yerine getirirken ilk elden göz
atacağımız kitaplar; Mete Tuncay'ın
sol tarih üzerine yaptığı çalışmalar,
Sosyalist Yayınları'ndan çıkan Sul
tan Galiyev, Mustafa Suphi, Şefik
Hüsnü gibi kitapların yanı sıra, yakın
tarihimize ilişkin de ilk elden göz
atacağımız kitaplar: Dava dosyaları,
Savunmalar, devrimci önderlerimi
zin teorik ve polemik yazılandır. Anı
ve anlatı kitaplarına pek itibar edil
memelidir. Özellikle, kendilerini
"68 kuşağı" diye adlandıran, o dö
nemden kalma eskilerin anı ve anlatı
kitapları, daha çok kendi mevcut du
rumlarını olumlamak için devrimci
hareketin dününe-bugününe küfürle
doludur; konular, olaylar çarpıtılmı
ştır bu tür kitaplarda. Ele alacağımız
kitaplar da, bu konuda itibarlı olma
yan kitaplardan...
Bunlardan biri, Turhan Feyizoğlu'nun 3. baskısı Doruk Yayınları ta
rafından piyasaya sürülen "MA
HİR" adlı kitabı; diğeri de Ali Taşyapan'nın Belge Yayınları'ndan çı
kan "Anılarla Geçmişe YolculukKaypakkaya İle Birlikte..." adlı ki
tabi.
Turhan Feyizoğlu, Mahir ça
yan'ın biyografisini yazdığı iddi
asında. Ne var ki, yazdıklarından
kendisinin de kafası karışmış olacak
ki, önsözün sonunda şu ifadeleri kul
lanmış: "...Sonuçta, elde edilen yazılı-sözlü bütün bilgiler kullanılarak,
anı-belge türü bir kitap ortaya çıkar
tılmıştır." Kitap, sadece yazanımı
değil, okuyanın da kafasını karıştıracak bir kitap. Nasıl karıştırmasın ki;
mübarek dedikodu ve spekülasyon
kırkambarı gibi. Feyizoğlu, ne kadar
P-C ve Mahir düşmanı hain varsa
onlara tutmuş çanağım, onlar da bir
güzel kendilerini kusmuşlar. Peyami
Safa'ya da gidip Nazım Hikmet'i ve
yaşadıklarını sorsaydınız, ancak
böyle anlatırdı. Feyizoğlu'nun kita
bına dayanak yaptığı kişilerin büyük
çoğunluğu, yakın tarihimizin "yetim-i Safa"lan.
Turhan Feyizoğlu bu kitabıyla
adeta, TİP ve o dönemin TKP'sini
olumlamak, onların revizyonist-pasifist çizgisini açığa çıkaran başta
MAHİR ÇAYAN olmak üzere bütün
devrimcileri ve P-C'yi olumsuzlamaya soyunmuş. THKP-C'nin aslında, sadece Mahir'in kafasından çık
mış bir şey olduğunu, gerçekte böyle
bir oluşumun olmadığını kanıtlama
ya çalışmış. Tüm bunları da en zor
anlarda Parti'ye ihanet ettikleri için,
Parti'den atılan hainlere, Yusuf Kü27
periler'e, Münir Ramazan Aktolgalar'a; Kızıldere sonrası P-C'ye ihanet
eden 23ya Yılmazlar'a, Necmi Demirler'e, İlkay Demirler'e, Sina Çıladırlar'a, Bingöl Erdumlular'a ve
diğerlerine dayanarak ileri sürmekte.
Tabi kendisine soracak olursanız;
"ben söylemiyorum onlar öyle söylü
yor" diyecektir. Fakat böyle bir
"saflığının" olmadığını kitabı ince
ledikçe kanıtlayacağız.
Bilindiği gibi Y. Küpeli ve M.
Ramazan Aktolga kliği, gö
revlerini yerine getirmedikle
ri, Parti'nin devrimci çizgisini
tasfiye edip sağ çizgiyi hakim
kılmaya kalktıkları için ve kı
saca ihanet etikleri için Parti'den-Cephe'den atılmışlardır.
Ve bu karara ilişkin bugün ha
la orta yerde "THKP Genel
Komitesi'nce verilen, sağ sap
ma görüşü benimseyenlerin
örgütten ihraç kararı: (...)"
başlıklı ve Genel Komite üye
lerince imzalanmış belge var
ken, bunlar söylenebiliyor.
Kime dayanılıyor. Ziya Yıl
maz, Ertuğrul Kürkçü gibile
re. Onlar, imzaları "Mahir is
tedi" diye attıklarım söylü
yorlar. Bunlardan Ziya Yıl
maz,
Kızıldere
sonrası
TKP'ye kapağı atmıştır ve
Küpeli'yle a y n ı yerrde buluşa
rak aynılaşmıştır. Ertuğrul
Kürkçü de, ifadeleri boyunca
her ne yaptıysa Mahir'i sevdi
ği için yaptığım söylemiş dur
muştur. Şimdi yıllar sonra
böyle bir tavır göstermelerin
den, diyet borçlarım ödemele
rinden daha doğal ne olabilir ki. El
bette kî bir şey olmaz, ama söyledik
leri de tarihi doğrular olarak kabul
edilemez. Böylesine donup kalmış,
düzen tarafından önce kazınmış,
soma şımartılmış unsurlara dayana
rak tarih açıklamaya kalkmakla tarih
açıklanamaz, sadece bu unsurlara ta
rihin akışı içinde yer açılmaya çalışı
lır ki kitapta da bu yapılmaya çalışıl
mış. Bu ise yanıltıcı, aldatıcı, gerçek
sorunlardan, olgulardan uzak tutucu
bir şeydir.
28
Elbette Feyizoğlu, yakın tarihin
hainlerini yeni kuşaklar nezdinde ak
lamakla yetinmiyor, aynı zamanda
eski bir hain olan Aclan Sayılgan'a
da başvuruyor. MDD'cilerle TİP'liler arasındaki tartışma ve ayrışma
dönemini anlatırken, öne çıkan Mihri Belli'yi O'na anlattırıyor. Ve Ac
lan Sayılgan'ı, eski TKP'li olarak ni
telendiriyor. 1951 tutuklamaları sıra
sında pişmanlık dilekçesi verip iti
rafçı olduğundan söz eftniyor. Kaldı
ki tüm sol çevreler, bu adamın niteli
ği konusunda hemfikirdir.
Feyizoğlu kitabından oynanmış
bir belge örneği de verelim: KUR
TULUŞ yayınlan tarafından Mart
'71 'de çıkmış olan "1965-1971 Tür
kiye'de Devrimci Mücadele ve
DEV-GENÇ" adlı kitapçığı, Y. Küpeli'ye mal etmiş. Bir kere, ne kay
nak gösterdiği Yar Yayınları'ndan
çıkan "THKP-C Dava Dosyası/Yazı
lı Belgeler" de, ne de orjinalinde Yu
suf Küpeli diye bir imza yoktur.
KURTULUŞ imzası vardır. Marksist-Leninist örgüt bilincini azıcık da
olsa almış herkes bilir ki; bir kolekti
fin imzasını taşıyan yazılar kişilere
mal edilemezler, hele hele o görüşle
ri inkar etmiş, o görüşler doğrultu
sunda mücadele edip canını vermiş
olanlara, ihanet etmiş hain bir kişili
ğe hiç mal edilemez.
Kitabın (3. baskı) 109., 127.,
155., 158:, 159. sayfalarında, 196970 yılları arasında değişik zamanlar
da FKF ve MDD'ciler için
de yaşanan tartışmalar an
latılmakta ve '69'un Tem
muz'undan başlayarak an
lattığı her olaya "buna ka
rşı Küpeli şunu dedi, Küpe
li bunu yazdı" diyerek, san
ki Küpeli'nin kendi imzası
nı taşıyan ayrı ayrı yazılar,
ya da başkalarının bu konu
da anlatımı varmış kurgu
sunu yapmış. Kaynak ola
rak da yukarıda sözünü etti
ğimiz Kuıtuluş'un broşürü
nü göstermiş. Yine belirt
miştik; o broşür Mart
'71'de Kartaloş imzasıyla
çıkmış kolektifin ürünüdür.
Broşürü yok sayıp Y. Kü
peli imzasım öne çıkaran
Feyizoğlu Kesintisiz Dev
rim 1, 2, 3 isimli broşürler
de anlatılan görüşleri de
çarpık yorumlar ve alıntı
larla vermiştir. Örneğin
491. sayfada (3. baskı Do
ruk yayınları) THKP-C ve
THKO'nun birleşmediklerini, birleşemeyeceklerini
anlatıyor, sonuçta Kesinti
sizlerden bir cümlelik alıntı yapıyor:
"öncü savaşı aşamasında olan
THKP-C'nin küçük burjuva aydın
çevrelerdeki, müttefiki ancak Kema
listler olabilir." Kararını vermiş olu
yor: THKP-C ve THKO birleşemezdi. Konu başlığına da yine Kesintisiz
2-3'den aldığı o cümleyi koyuyor fa
kat" ... küçük burjuva aydın çevreler.
..;" "küçük burjuva çevreler ...." ola
rak geçiyor. İkisi arasında önemli
kategorik fark var ama biz ayrıntısı
na girmeyelim, "tashih" hatasıdır di-
yelim. Diyelim ama yazardan da PC'liler nerede THKO'luları küçük
burjuva aydını olarak kategorilendirmişlerdir, onu da bize göstermesini
bekleyelim.
Olaylar ve alıntılar yukarıda ver
diğimiz örneklerdeki gibi kurgulanıp
aktarılmış. Eğer her olayı, anlatıyı ve
alıntıyı ele alıp düzeltmeye kalksak
aynı kitabın kalınlığında iki cilt orta
ya çıkar, fikir edinilmesini yeterli
bulup kısa geçiyoruz. Fakat bu işin
doğrusunu yapmak da devrimcilerin
boynunun borcudur.
Kitapta nasıl bir MAHİR ÇA
YAN anlatıldığına gelince, onu da
daha ilk satırlarda görmek mümkün.
Dördüncü sayfada (3. baskı) kardeşi
Hüseyin Ergün Çayan'ın şu anlatı
mına yer verilmiş "Mahir, sinirli bir
mizaca sahip olduğu için okul (ilk
okul) müdürüne bir nedenle hakaret
eder. Okul müdürü Mahir'in okulu
bitirmesi nedeniyle ona birşey yapa
maz ama Ergün'ü bir sene sınıfta
çaktırır." Yazar tembel bir öğrenci
gerekçesini kitaba almakta beis gör
müyor. Zaten kitap boyunca Mahir
birşeyler yapmıştır, yakınındakiler
de cezasını çekmiştir. Mahir'in daha
hayatının ilk yıllarından bir olayla
kişilik çizilmeye başlanıyor, anla
tımlar devam ediyor zeki, şehirli,
kültürlü, marksist teoriye hakim, te
orik soyutlama gücü çok yüksek fa
kat, teori oluştururken "becerikli"
değil, hırslı; biraz şizofren, biraz ma
zoşist bir tip ortaya çıkıyor. Nasıl ki
kitaba göre hayatının ilk yıllarındaki
vukuatından dolayı kardeşi bedel
ödüyorsa hayatının son vukuatından
KIZILDERE eyleminden sonra da
arkadaşları hayatları ile bedel ödü
yorlar. Son çizgiyi de Ertuğrul Kürk
çünün Niksar'daki ilk ifadesini ko
yarak tamamlıyor: "Kürkçü, Nik
sar'daki ilk ifadesinde, üç İngilizi
beyinlerine kurşun sıkarak öldür
düklerini, itiraf etmiş, Mahir Ça
yan'ı, bütün işleri bozmakla suçla
mış, "hepimiz onun kaprislerinin
kurbanı olduk" demiştir. Kürkçü, ku
şatma başlamadan önce Çayan'a
herkesin değişik istikametlere dağıl
masını söylediğini, ancak Çayan'ın
bu teklifi kabul etmeyerek, sözkonusu faciaya sebep olduğunu bildirmiş,
şöyle konuşmuştur: 'Hepimiz toplu
halde bulundukça güvenlik kuvvetle
rinin elinden kurtulmaya imkan yok
tu. Bunu Mahir'e izah ettim herbirimizin bir tarafa dağılmamızı teklifin
de bulundum ama o bu teklifi kabul
etmeyip 13 kişiyi ölümün kucağına
itti. Ben ölmek istemiyordum, ancak
arkadaşlarımı bırakıp kaçamadım,
fakat daha sonra bir kolayını bulup
samanlığa sığındım, başka çarem
yoktu.' " (T. Feyizoğlu; MAHİR;
DORUK yayınlan, S.524)
İnanmadığı halde hasbelkader
(siz buna arkadaş davasına da! diye
bilirsiniz) çatışmanın içine düşmüş,
ölmek istemeyen birinin, kan, barut
içinden çıktıktan sonra, hayatım ris
ke sokmamak için, herkes için her
şeyi söylemesi doğal. Ancak o kişi
nin (Ertuğrul Kürkçü'nün) resmini
çizmeye yarayacak bu çizgilerle,
Mahir'in resmini çizmeye kalkmakla
tabloyu karmakarışık etmiştir Feyi
zoğlu. Elbette ortaya bir Mahir resmi
çıkmıyor, kimi yerde Küpelinin, ki
mi yerde Ziya Yılmaz'ın, kimi yerde
Münir Ramazan'ın, kimi yerde Er
tuğrul Kürkçü'nün, böylesine pekçok resmi hatta Fatma Hikmet'i bile
görebiliyoruz ama MAHİR'i göre
miyoruz. Fakat aferin Feyizoğlu'na
tüm Türkiye'ye bunu Mahir diye
yutturmaya kalkıyor!
Tüm bunların yanı sıra son yıllar
da Devrimci hareketi tasfiyeye yöne
lik faaliyetlerin bir parçası olarak
Mahir Çayan hakkında söylenenler
ona karşı samimi duygular içinde
olanları isyan ettirmiştir. Bugün bur
juva basınında çalışan siyasi olarak
bu konuların uzağında olan, Mahir'i
tanıma fırsatı bulmuş olan Tuğrul
Eryılmaz'a şu sözleri ettirmiştir:
"Mahir de şimdilerde kimilerinin
ima ettiği gibi, bireyselliğini toplum
sal kurtuluş için keyfinden feda eden
bir mazoşist değildir." Aynı çevre
ler, Mahirlerin açtığı yolda yürüyen
devrimciler de aynı şeyi söylemiyor
lar mı?
Son olarak Feyizoğlu'na şunu
hatırlatmak isteriz: "Hiçbir belge bi
ze o belgeyi yazanın kendisinin ne
düşündüğünden, neyin olmuş oldu
ğunu düşündüğünden, neyin olmuş
olması gerektiği ya da olabileceğini
düşündüğünden, yahut belki başka
larının onu neyi düşündüğünü san
malarım istediğinden ya da hatta
kendisini ne düşündüğünü sandığın
dan fazla birşey söylemez." Ta ki bi
lim yöntemiyle, bilim adamı namusluluğuyla onlar üzerinde çalışıp, on
ları çözmeye çalışana kadar.
Belge yayınlarından çıkan, Ali
Taşyapan'ın kitabına gelince, son
yıllarda anı kitapları moda oldu. Faz
la kafa yormayan, özel hayatlar ek
seninde geliştirilen, her önüne gele
nin de hayatım anlattığı bu kitaplar
son dönemin en çok tüketilen ma
mülleri arasında yer almakta. Sol
çevrelerde de aynı kitaplar çok moda
durumda. Ancak geçmişe ışık tuttu
ğu iddia edilen bu kitapların, böyle
bir niteliği olması söz konusu değil
dir. Çünkü yazan kişilerin subjektif
niyetlerine, mevcut durumlarını olu
şturan, varlık nedenlerine bağımlı kı
lınmış, doğru olmayan anlatımlarla
dolu kitaplardır bunlar. Özellikle te
levizyonların yatak odalarına kadar
girip insanları özel hayatlara yönelik
meraklandırmaları ve bu meraklan
sürekli kışkırtmaları insanları top
lumsal olandan ayırıp bireyselin ze
minine çekmiştir. Bu bir politikadır,
apolitikleştirmenin politikasıdır. So
lun da bu eksene girmesiyle mesele
lerin bireyler üzerinden tartışılmaya
başlanmasına neden olmuştur, böy
lece apolitikleşmenin kıskacında
ideolojik-politik tartışmalar kısırlaşmıştır.
Ali Taşyapan'ın kitabı da yukarıda değindiğimiz zemine oturan bir
kitaptır. Önemsiz sayılabilecek bir
kitabı önemli hale getiren ise anıların
İbrahim Kaypakkaya'lı olmasıdır.
Vakti zamanın da devrimciliğe bula
şmış ya da devrimcilerle birlikte
vaktinin bir bölümünü geçirmiş ları
hatıraları ise kendi durumu
na bakmadan devrimcilere akıl ver
melerle doludur. Taşyapan da, bol
bol bunu yapmakta.
Kayseri'nin Develi'sinden çık29
mış bu insan, Develi yöresini en ufak
ayrıntısına kadar anlatmayı ihmal et
memiş. Bu yanıyla kitap Develi Yö
resi Köyleri Kalkındırma ve Dayanı
şma Derneği'nde Mansiyon Ödülü'ne layık görülebilir. Hiç niyeti yok
ken bu arkadaşı yazmaya ikna eden
ler ise ancak kötekle ödüllendirilmelidirler.
Ali Taşyapan, 12 Eylülde hapis
hanede ama örgütlü bir devrimci de
ğil; örgütsüz olmanın kendisim özgürleştirdiğini, insanlaştırdığını söy
lüyor, aynen bunlan anlatıyor: "An
nemin ölüm haberi beni çok etkiledi.
Açık konuşayım babamı annemden
çok severdim. Yazdıklarımdan zaten
bu anlaşılıyor. Babamın ölümünü dışardayken duydum. O zamanki ruh
halim farklıydı. Oldukça katılık için
deydim. Ölüm bir doğa yasasıdır,
herkes için geçerlidir, üzülünecek
nesi var! üzülünecek birileri varsa o
da, kurşunlanan, asılan devrimciler
di. Babam zaten yaşadığı kadar ya
şamış. Benim için üzüldüyse problem
kendisinin, üzülmeyeydi. Bu katılı
ğım annemin kalbine bıçak gibi sap
lanmıştı. Annemin ölüm haberini
30
duyduğumda içinde
bulunduğum koşullar
ve ruh halim farklıy
dı. Koşullar drama
tik. Cezaevindeyim ve
açlık
grevindeyim,
örgütsel bağım yok,
köprülerin altından
epey sular akmış, eski
katı ruh halinin yeri
ni duygusallık almış.
Aslında eskiden de
duygusallık
vardı.
Ama
bastırılmıştı.
Şimdi ise serbestlik
vardır, mübarek co
şup duruyor..." (KAPAKKAYA
İLE
BİRLİKTE; Ali Taüyapan; S: 124; BEL
GE YAYINLARI)
Örgütten koptuktan
sonra duygularına ve
özgürlüğüne kavuştu
ğunu söyleyen Ta
şyapan, okuyucuya
sık sık bu önerilerde
bulunuyor haddini aşarak, dili geç
miş zaman kipiyle İBRAHİM KAYPAKKAYA'ya da benzer önerme
lerde bulunuyor. Yazar, İbrahim
Kaypakkaya'yı da kitabın 397-400.
sayfalarında anlatırken iyi, hoş, akıl
lı, bilgili, önder fakat katı ve sekter
olarak da nitelendiriyor, özellikle ka
tı sınıfçılık ve ilkelerin tavizsiz savunulması onun karşı olduğu yönler.
Yani tipik liberal havalar. Bu liberal
arkadaş İbrahimli yıların tersine o
günlere ilişkin değerlendirmelerinde
bir zamanlar "sosyal faşist" dediği
Sıtkı Coşkun, Veysi Sansözenler'e
ilişkin hiçbir değerlendirme yapmaz
ken onları tasfiye eden devrimcilere
sol sekter diyebiliyor. (Bakınız 431.
sayfa) "Devrimciliği" aşmış bu arka
daşın kitap boyu yaptığı siyasi ve ta
rihsel değerlendirmelere insan katıl
madan edemiyor ama gülmekten ka
tılıyor. Nasıl mı? Şöyle: "Bazı solcu
örgütlerimizin iddia ettiği gibi ege
men sınıf öyle düğün bayramla aske
ri aracı davet etmiyor. Bunu ben de
ğil egemenler söylüyor. Öyle sahte
karlıktan demokrasi hayranı geçin
mek için değil, bu konudaki sıkıntıla
rını çok net ortaya koyarak düüünce
beyan ediyorlar" (A. TAŞYAPAN;
KAYPAKKAYA İLE BİRLİKTE
Belge Yayınlan; S.470)
Sivil toplumcu, barışçı, demok
ratlar da aynı şeyi söylemiyorlar mı.
Alatonlar, Sabancılar aslında ne ka
dar barış sever, demokratlar; ne ge
rek var katı sınıfçılığa? Yazarımızın
bu konuda da fikri var. Bakın ne di
yor: "Ben şahsen ülkenin bir numa
ralı patronu Vehbi Koç'un Faşizan
eğilimli olduğunu sanmıyorum...."
(Aynı eserden S:471) Anlıyacağınız
bu dünyada devrimciler olmasalar
faüizm de olmazdı!
Örnekleri çoğaltmak mümkün,
642 sayfalık bu kitabın satırları dev
rimcilere, onun ustalarına, örgütlü
lüklerine küfürle dolu. Ve biz de bu
küfür kitabından İBRAHİM KAYPAKAYA gibi tarihimize adı altın
harflerle yazılmış bir devrimciyi öğ
renmeye kalkarsak yanılırız. Eğer
İbrahim'i öğrenmek istiyorsak onun
biyografisini ve Bütün Yazılarını ön
celikle okumalıyız.
Kapaklarına baktığınızda birşey
zannedeceğiniz iki imaj ve küfür ki
tabını ele aldık. Kuşkusuz bu tip ki
taplar piyasada furya halinde. Yazar
larının bazıları da "marksist kadro"
olarak ortada dolaşmakta, devrimci
lerin yanlış yaptığım, önlerinin tı
kandığını söylemekteler.
Oysa
Marksist kadroyu kadro yapan en
gelleri ve tıkanıkları aşması, devrim
ci mücadelenin ihtiyacına cevap ve
ren pratiğidir, sorunlar karşısında ağ
layıp, sağa-sola küfür savurması de
ğildir.
Devrimciler bu kakafonik ortam
da her zamankinden çok bilimsel
sosyalizmin ışığında tarihi öğren
mekle yükümlüdürler. Çünkü, sa
vunduğumuzu söylediğimiz değerle
rin altım doldurmaz isek, kendimiz
de derinleştirmezsek, çok yönlü sal
dırılar karşısında yukarıda adı geçen
olumsuz tiplerden biri olur çıkarız.
Onun için bunlara fazla gülmeyin,
sizin de başınıza gelir soma. •
TANITIM
ayşe gülen
halk sahnesi
bir destandı
sahneye taşıdığımız
"Düşenler,
kişilikleri ve yapıp ettikleri hatırlandıkça yaşayacaklar. Onların ölümsüzlükleri, haki
katin kendisidir... Adalet uğruna şe
hit düşenler ölümsüzlüğe erdiler."
1400'lü yıllar... Bedreddin Yiğit
leri, Osmanlı'nın karşısındalar. Bayezid, korkusunu saldığı dehşetle
gizliyor. Bayezid Paşa, Osmanoğlu'nun tüm askerini getiriyor üs
lerine... Bedreddin
Yiğitleri
inançlarıyla,
çıplak ayakla
rıyla çıkıyorlar
karşısına ve başlı
yorlar vuruşmaya;
öleceklerini bile bi
le direnmeye devam
ediyor yiğitler ve
düşledikleri bir yaşam
için veriyorlar yirmi
bin can...
Börklüce sesleniyor
Bayezid Paşaya:
"Bre Bayezid paşa!
Eğir bizim düzenimiz yan
lış olsaydı, nice utanmaz
sömürücü varsa, bizi yok et
meye çalışır mıydı? Eğer bi
zim inancımız insanları mutluluğa
kavuşturmasaydı, sizin gibi yaratık
lar buna düşman olur muydu? Bunca
tanık varken sen benden inancımı in
kar etmemi istersin öyle mi? İşte ca
nım işte siz... Dilediğince harcayabi
lirsiniz"
Ve 96'lı yıllar... Bedreddin Yi
ğitleri, karanlığı Ölüm Orucu'yla
yırtarak geliyorlar. Ve yine Osman
lı'nın karşısındalar. Ve yine inançla
rını inkar etmelerini istiyor düşman.
Tüm güçleriyle saldırıyor devlet. Bu
sefer daha güçlü; askeriyle tan
kıyla... Ve Bedreddin
Yiğitleri, ak
libaslı bedenlerini ya
tırıyorlar ölüme...
Uzun bir aradan sonra ilk defa bir
sahne oyunumuzu beğeninize sun
duk. Bütün halkın gözlerini bir anda
hapishanelere çeviren, tüm dünyada
çalkıntılarla ses bulan ve 12 insanı
mızın ölümüyle zafere dönüşen
"Ölüm Orucu"nu anlattık.
"Ölüm Orucu"... İsmiyle dahi in
sanda ürperti yaratan bir kelime. Ve
yüzlerce insanın inançları için ölme
kararlılığını dile getiren, "Yeni İnsan"ı yaratan bir direniş, savaş... 12
Eylül döneminin suskunlu
ğu ve karardığı içinde hapisharilerden umut ışığı
olan, 1996'da ise büyük
bir direnişi ve zaferi ör
gütleyen eylem biçi
mi... Ve biz ürerim gü
cümüzü, tarihimizin
ve halkımızın derin
liklerinden gelen di
reniş
geleneğini
her dakika, her sa
at feda edilen be
denlerle biraz
daha büyütülen
bu tohumdan
aklık.
Oyunu yaz
maya başla
dığımızda,
içine düştüğümüz sıkıntı
yı anlatmak gerçekten çok zor. Nasıl
bir oyun? Bu soru, sıkıntılarımızın
temelini oluşturuyor fakat, aynı za
manda yeni ve kolektif bir tartışma,
ürerim aşamasına götürüyordu.
Bu aşamada imdadımıza koşan
"Direniş Ölüm ve Yaşam-2" kitabı
oldu. Kitapta, 69 gün an an anlatıl
mış. Ölüm, acı, coşku, sevinç... Ses
sizce, acılarla ağır ağır yaklaşan
ölüm... Bu sefer ansızın yakalayama
yacak onları; çünkü davetliydi gittiği
31
yere. Ölüm Orucu gönüllüleri, büyük
bir kıvançla ve zafere olan tutkularıyla çağırmıştılar ölümü... Ve mil
yonlarca insanın gözyaşları arasında
kucaklıyorlardı ölümü umut veren
gülüşleriyle. Bu gülüşler, bir tebes
süm olup oturdu Anadolu insanının
yüzüne. Bir tebessümün sıcaklığında
yoğruluyordu Anadolu insanının
gerçek kimliği.. Kitabı okurken, işte
bu duygularla bir kez daha Ölüm
Orucunu yaşamaya başlamıştık...
Diğer bir yardımı ise hapishane
lerdeki özgür tutsaklarımızdan aldık.
Ölüm Orucu'nun canlı tanıklarıydı
onlar, duygularım kim daha iyi ifade
edebilirdi ki? Onlar, yoldaşlarına
olan sevgilerini, ayrılmanın acısını
ve zaferin en güzelini bize gönder
dikleri oyun metinlerine sığdırmışlardı. Oyunumuzu bu zor, sıkıntılı,
ama bir o kadar da güzel bir çalışma
ortamı içinde çıkarabilmeyi başar
dık.
Oyunuzun ismini ise "Karanlığı
Yırtanlar-Bedretin Yiğitleri" koy
duk. Karardığı Yırtanlar; Evet, onlar
halkın üstüne" öbeklenen karanlığı,
32
hapishanelerden fış
kıran bir ışıkla,
Ölüm Orucu'yla yır
tanlardı. Ve kökleri
tarihimizden gelen
bir ses; "İşte bizden
istediğiniz. Ve dahi
bizim vermeyi kesinlediğimiz... Karara
varırsanız, canımız
yolunuza
kurban
dır..." diyen Bedreddin Yiğitleri'rin bu
güne ulaşan sesiydi
onlar. Ve Bedreddin
yiğitleri yeniden ses
leniyordu "Biz dev
rimciyiz ve bugün,
Ölüm Orucu direni
şimizin 52. günü...".
Oyunumuzun çıkma
sıyla birlikte, hepi
mizin sabırsızlıkla
beklediği
bölüme
"rol
paylaşımı''na
gelmiştik. Heyecanı
mız, başrol oyuncusu
olup olmama nokta
sında değildi, herkes şehitlerimizin
canlandırıldığı bölümde bir rol al
mak istiyor, aynı zamanda alacağı
rolü layıkıyla yerine getirip getire
meyeceği ile ilgili karamsar düşün
celere dalıyordu. Oyunumuzda genel
olarak 12 şehidimizi de anmamıza
karşılık, bizim için simgeleşen İdil
ve Berdan için ayrı bölümler yaptık.
Bunun nedenleri üstündeki tartışma
larımızda, hepimizin isteği, 12 şehi
dimizi ayrı bölümlerde ele alabil
mekti. Ama gerek teknik olanaklar,
gerekse süre olarak-bunu yapabile
cek gücümüz olmadığı açıktı. Bunun
üzerine İdil ve Berdan bölümlerinin,
sadece kişileri değil, tüm şehitlerimi
zi ve direnişi kapsayacağını düşün
erek olmasına karar verdik.
Oyunumuz 2 perdeden oluşuyor.
İlk perdede Ölüm Orucu'nun sebep
lerini ve o günlerin soluğunu verme
ye çalıştık. İlk bölümünde oynanan
Hücre-Bakan bölümünde, devletin
her zaman başka kılıflar uydurarak
tutsaklar üstünde oynadığı hücre tipi
uygulamasını; onları onlar gibi can-
landırarak, ama daha açık bir şekilde.
oynayarak verdik. İkinci bölümünde
belli bir politik görüşü olmayan ama
halkın içinde yaşayan ve insani bir
dostlukları olan iki inşaat işçisinin,
yapmakta oldukları hücrelere karşıtutumlarını ve en insani tepkilerini
canlandırdık. Son bölümde ise,
Ölüm Orucu'nun bütün ihtişamıyla
yaşandığı görkemli bant takma töre
nini, gölge oyunuyla yaşayarak ve
gözyaşlarımızı tutamayarak oynadık.
İkinci perdede; yaratılan, ileriye
taşınan geleneği ve direnişi vermeye
çalıştık. İlk bölümünde, Anadolu ka
dınının gerçek kimliğini, sokaklarda
coplanarak, sürüklenerek, gözaltına
alınarak, bedeller ödeyerek, gösteren
analarımızdan birini Ölüm Orucu şe
hitlerinden aldığı mektupla saklana
maz olan duygularım öfkesini ver
meye çalıştık.
İkinci bölümünde daha önce Ay
şe Gülen Halk Sahnesi'nde oynayan.
bir devrimci sanatçıyı, "İdil"i sahne
ledik. Çoğumuzun göremediği ama
tanıdığı "İdil' imizi beyazlar içine
sarmıştık. Beyaz, temizliği ve saflığı
ifade ediyordu. İdil'in üstünde ise
saflık onura, temizlik namusa dönüş
müş bir gelinlik olmuştu. Son bölü
münde ise Bedreddinleşen Berdan'ı
oynadık. Berdan, "Ne ki dedik ne ki
ettik; tümü doğrudur gerçektir..." di
yen Bedreddin'in sözlerini, şimdi bir
kez daha dosta düşmana haykırıyor
du; "...bu insanlık ailesinin önü çok
açık, bunu biliyoruz, buna inanıyo
ruz; biz başarırız." Berdan'ın haykı
rışı çığlık olup döndü Bedreddin'e.
Berdan Bedreddin'de, Bedreddin
Berdan'daydı artık.
Onlar yine gelecek...
Çırılçıplak ağaca asılan, çırılçıp
lak gelecek yine.
O kemiksiz, sakalsız, bıyıksız,
gözün bakışı, dilin sözü, göğsün so
luğu gibi...
Yine gelecek... Sözü, bakışı, so
luğu bizim aramızdan çıkıp gelecek.
12 Bedreddin yiğidini oyunları
mızla ülkenin dört bir yanma götüre
cek ve onları daima yaşatacağız... •
OYUN
ayşe gülen
halk sahnesi
Karanlığı Yırtanlar:
BEDREDDİN YİĞİTLERİ
(Berdan
Bölümü)
(perde açıldığında Berdan, yatağında yatmaktadır. Başında bir yoldaşı, kitap okumaktadır. Berdan
sayıklamaya başlar.)
Berdan: Toprak adamları, toprağı fethe gideceğiz. Ve biz milletlerin ve mezheplerin kanunları
nı iptal edeceğiz.
Yoldaşı: Berdan! Berdan! İyi misin? Kendinde misin Berdan? Ne dediğini anlamadım.
Berdan: İyiyim, iyiyim. Sayıkladım galiba.
Yoldaşı: Evet sayıklıyordun. Rüya mı görüyordun?
Berdan: Evet. Ne söylüyordum, anlıyabildin mi?
Yoldaşı: Vallahi, tam anlayamadım ama toprak diyordun, fethetmek diyordun, kanun diyordun.
(gülümseyerek) Gene ne rüya görüyordun?
Berdan: (O da gülümser) Kimi gördüm, bil bakalım?
Yoldaşı: Eee, doğrusu... Sayıklarken söylediğin sözler hiç yabancı değil. Daha önce duymuş
tum. Bir kitapta da okumuş olabilirim ama hatırlayamadım.
Berdan: Ak sakallı bir ihtiyar gördüm.
Yoldaşı: (gülerek) Yoksa ermiş mi gördün? Asasını sana doğru sallayıp "ey fani" deyip sana
bilgece sözler mi söyledi? Demek ak sakallı ihtiyar ha!
Berdan: (gülerek) Evet ak sakallı ihtiyar ama ermiş değil, Bedreddin'di O. Köylüleri isyana çağı
rıyordu.
Yoldaşı: Gerçekten? Şeyh Bedreddin ha? (gülerek) Buna hiç şaşırmadım Berdan. Bir ara nere
deyse özdeşleşmiştin onunla. Hatırlıyor musun, geçen sene Bedreddin oyununu hazırlarken
onunla yatıp onunla kalkıyordun. Çok da güzel bir oyun olmuştu. Sahi Berdan, o oyundan bir bö
lüm okusana. Okuyabilir misin?
Berdan: Rüyamda tarladaydı Bedreddin. Yanında köylüler vardı, etrafına toplanmışlardı. Ama
oyundan sözleri hatırlamam biraz zor olacak.
Yoldaşı: İstersen o kadar zorlama kendini Berdan. Fazla yorma kendini.
Berdan: (bir sûre bekler, müzik başlar) 1400'lü yıllar...İznik Gölü durgundur, karanlıktır, derindir.
Dağların içindedir, bir kuyu su gibi.Burada göller dumanlıdır. Balıkların eti yavan olur. Sazlıklar
dan sıtma gelir. Ve göl insanı sakalına ak düşmeden ölür. Bu göl İznik Gölü'dür. Gölün yanındaki
İznik Kasabası'nda kırık bir yürek gibidir, demircilerin örsü. Çocuklar açtır. Kurutulmuş balığa
benzer kadınların memeleri ve delikanlılar türkü söylemez. İznik kasabasında, esnaf mahallesin
de bir ev, bu evde bir ihtiyar vardır. Bedreddin adında. Boyu küçük, sakalı büyük, sakalı ak ve
sarı parmakları saz gibi Bedreddin. Ak bir koyun postunun üzerine oturmuş, "Varidat"ı yazıyor.
33
(berdan bu sözleri söylerken ışıklar yavaşça kararır. Berdan yataktan çıkar, altında Bedreddin kıyafeti vardır.
Bir sakal ve sarık giyerek sahnenin ortasına gelmiştir. İlk başta kesik kesik konuşan Berdan, giderek ses tonu
nu da değiştirir ve Bedreddin'in sesiyle konuşmaya başlar. Bedreddin'in etrafına bir güneş gibi uzanmıştır
müridleri. Işıklar yanar.
Bedreddin: Bir ateş ki kalbimin içindedir. Tutuşmuştur günden güne artıyor. Dövülmüş demir
olsa dayanmaz buna, eriyecek yüreğim. Ben gayri zuhur ve huruc edeceğim. Toprak adamları
toprağı fethe gideceğiz.
Ve kuvvet-i ilmi, sırr-ı tevhiti gerçeklendirip, biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını iptal
edeceğiz.
(diğer oyuncular kalkar ve ortaya gelip çalışmaya başlar.)
Bedreddin: Güç ve dahi el birliği, nice iş çıkarmakta bir yerleştirin kafanıza. Eskiden her har
mandan gelirdi yanık türküler. Şimdi tümümüz üç harmanda toplanmışız. Tüm Yeniköy burada.
Ve dahi türkülerimiz değişik Bir kıvanç var içimizde. Bir sevincin tomurcuklandığını, giderek açtı
ğını, geliştiğini görüyoruz. Neden? Çünkü bu topraklar, bu ürünler, bu ürünlerin sağlıyacakları,
yarın, yarının mutluluğu, karındaş olmanın onurlandırıcı keyfi. Hepsi bizim, hepsi. Ve dahi egeme
ne verdiğimiz paylar da bizim. Bizim olanda salt siz ve biz varız demektir. Öyleyse nice doğrudur
bellettikleri? Hiç aklımızdan geçmekte miydi? Bu topraklar bizim... Nice olur ki, biri sahiplenip
bize de, toprağa da efendilik ede? Nice bir haksızlıktır bu? Ve dahi insan olmak, haksızlığın kar
şısına dikilmeyi gerektirmektedir. Aklımıza gelmezdi, gelemezdi. Neden derseniz, bir başımızaydık biz. Şimdi öyle mi? Bakın yörenize tüm Yeniköy burada... Derbentçisi, menzilcisi, ormancısıyla tümünün palaları bilenmiş, tümünün dişleri kenetli. Ve dahi güçlü olan biziz. Haksızlığı, sömü
rüyü sezinlesek bile güçlenmenin gerektiğini bilmiyorduk biz. Sövüyor, söyleniyor ama katlanıyor
duk sessizlikte. Şimdi öyle değil türkülerimiz dağlarda yankılanmakta, gücümüz harmanlarda.
(bedreddin de çalışmaya başlar. Köylülerden biri türkü söyler, diğerleri de ona katılırlar.)
Hep bir ağızdan türküler söyleyip
Hep beraber sulardan çekmek ağı
Demiri oya gibi işleyip hep beraber
Hep beraber sürebilmek toprağı
Bedreddin: Ve dahi bilmekteyiz ki, yeryüzünde bizden güçlüsü yoktur. Tüm Aydın Ovası, Bozdağlar'dan, Kaz Dağlanrı'na, deniz kıyısından Menderesler kaynağına biziz. Bitmez, tükenmez in
san... Ve dahi her biri ne ettiğinin bilincinde. Hakkı için vuruşmaya kararlı.
1. Köylü: Kararlıyız Şeyhim!
Köylüler: Kararlıyız Şeyhim!
Bedreddin: Bir kez karara vardı mı kişi, korkuyu yitirdi demektir. Korkumuz kalmadı gayrı.
Kimsede kalmayacak. Hele bu yılı bir geçirelim. Bir anlasın yöre insanları, direnmenin karşılığın
da yaşamı kurtarmakta.
2. Köylü: (neşeyle) O zaman seyreyleyin şenliği.
3. Köylü: Seyreyleyin ki, beyler tası, tarağı topladıklarıyla seğirtip kaçmaktalar.
Bedreddin: Ama kaçacakları bir yer kalmaz. Daha şimdiden bize özenen köyler var. Gelen ha
berlerden bizimle, olmak istedikleri anlaşılmakta. Bir kez anlaşılırsa bizim yaptığımızın değeri,
tüm köyler, bucaklar ve dahi kentler bize katılırlar. Her insan kendi kendisinin efendisi olacak
demektir. Her çalışan kendi emeğinin karşılığını alacaktır. Öyle olanda kimse insanları sömürmeyecektir. Sömürmeyende ayrıcalıkların, rütbelerin, makamların da değeri yitecektir. Sen nasıl bir
insansan, Karamanoğulları, Germiyanoğulları, Menteşoğulları ve dahi Osmanoğulları da öyle bir
insandır. Birbirlerinden ayrıcalıkları, salt geliştirdikleri bilgileri, salt harcadıkları emekleriyle belir
lendi mi, gelsin beylerim benimle bile ter döksün, emek versin. Benimle bile elde etsin toprağın
ürettiğini, hünerin yarattığını. Ve tüm insanların düzeni olanda din ayrıcalıkları da anlamını yitire- .
34
çektir. Bizim düzenimiz bu işte...
(tekrar çalışmaya başlarlar. Türkiye devam ederler.)
Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek
Yarin yanağından gayrı her yerde,
her şeyde, hep beraber diyebilmek
Savaşçı: Ovanın yüzüne uzandı sözcükler. Güneşin aydınlığında ışıldadı. Ve türkü Aydın Ovası'nda, bir dev ağzın gökyüzünde yankılanan güçlü, tatlı, okşayıcı nefesi halinde harman yerin
den harman yerine, köylüklerden bucaklara doğru uzayıp gitti.
Savaşçılar: Düştük dağlara dağlara... Aştık dağları dağları
Savaşçı: Bedreddin Yiğitleri ufka baktılar. Bedreddin halifesi baktı. Baktı Köylü Mustafa. Bak
tı korkmadan, kızmadan, ürkmeden. Baktı dimdik dosdoğru.
Henüz ne kadar olmuştu ki şeyhlerinin elini öpeli, al atlarının kolanını sıkalı ve iznik kapısın
dan dizlerinde çırılçıplak bir kılınç, heybelerinde el yazma bir kitapla yola çıkalı. Kitaplarının adı
Varidat'tı.
Bedreddin Yiğitleri kayalardan ufka baktılar. Git gide yaklaşıyordu bu toprağın sonu fermanlı
bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.
Bu kayalardan bakanlar onu, üzümü, inciri, narı, tüyleri baldan sarı, sütleri baldan koyu da
varları, ince belli, aslan yeleli atlarıyla duvarsız ve sınırsız bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.
Birden bire, kayalardan dökülür, gökten yağar, yerden biter gibi, bu toprağın verdiği en son
eser gibi Bedreddin Yiğitleri şehzade ordusunun karşısına çıktılar.
Dikişsiz ak libastı, baş açık, yalınayak ve yalın kılınçtılar. Mübalağa cenk olundu. Aydın'ın
Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnafı, on bin mürhid yoldaşı Börklüce Mustafa'nın,
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
(savaşçılar Bedreddin'in yanına gelirler)
Bedreddin: Gelin şöyle yanıbaşıma.
Savaşçılar: Başüstüne şeyhim.
Bedreddin: Dinlenmişsinizdir umarım.
Savaşçı: Buyruğunuz üzere dinlenmişiz şeyhim.
Bedreddin: Uyku gerekliydi size.
Savaşçılar: Sağolun şeyhim.
Bedreddin: Anlatın.
Savaşçı: Bunca savaşa girdim, çıktım şeyhim. Hani, yiğit yüreğinden ölüm korkusunu nice at
mış olsa da, yine de savaşta bir ürküntü gelir çakılır. Oysa bu kez hiç öyle değiliz. İlk kez sava
şa gireceklerimiz bile öylesine sağlam, öylesine heyecansızız. Bir akşam üstü gün, ormanların
arasına kızıllığını tutuşturarak battı. Biz öyle sanmışız şeyhim. Meğer Bayezid, ordusuna buyruk
vermiş, dağları indireceksiniz, ormanları tutuşturacaksınız, demiş. Ve dahi başlamışlar buyruğu
nu uygulamaya. Biz güneşin batışı zannederken, yelle birlikte bir alev devi yetişip sıçramakta.
Öyle bir gelmekte ki, insani, hayvanı, nice varlığı var ise tutuşup gitti orman. Kalan kaldı, ölenle
ri yüreğimize gömdük.
Savaşçı: Bayezid Paşa acımasızca yürümekte. Bir köye rastladı değil mi şeyhim. Hiç bakma
makta, köy nedir, nicedir. Kadını çocuğu, yaşlısı bebesi bir bir kılıçtan geçirilmekte. İnsanların
hayvanlardan daha vahşi olduğunu orda gördüm ben. Ve inandım ki, insan belli bir sömürünün
kulu olanda köpekleşmekten öte sıradanlaşıyor.
Savaşçı: Bunun hıncı biledi bizi şeyhim. Elimizdeki kılınçtan- daha keskin, daha bir güçlü ol
duk. Toplandık biraraya. Torlak Kemal'le birleştik, öylesine hınçla beklemekteyiz. Hele bir geçsin
ordu, hele bir geçidi aşsın Bayezid.
35
Savaşçı: Aştı... Ucunu gösterdi saldırdık biz. Öyle bir budamaya giriştik ki anlatılamaz. Biz vu
ruyoruz, arkadan Torlak Şeyhimiz vuruyor. Ancak yeniçeri bitmek bilmiyor. Karşımızdaki ordu gibi
de değil. Bayezid Paşa neredeyse Osmanoğlu'nun tüm askerini salmış. Biz topu topu yirmibin ki
şiyiz, Osmanoğlu'nun üstümüze getirdiği ordu ise yüzelli bini aşmakta.
Savaşçı: Getirsin... Bizim için önemli değil. Yine de öylesine kıvançlıyız. Neden derseniz, biz
inandığımız bildiğimiz için vuruşmaktayız. Onlar bilinci yitirmek için. Ama bu vuruşma anında bile
bir iyice doğradık Çelebi Mehmet'in ordusunu. Bu insanın demirle, bilincin hınçla vuruşmasıydı.
Karşımızdaki ordu şaşalıyor. Hemen hemen bozulacak duruma geliyor. Her saldırımızda kırıyor,
tüketiyoruz onları. Ama tükenmiyorlar ki.
Savaşçı: Akşamüstü Börklüce Şeyhimiz buyruk verdi. Karaburun'a doğru çekilmeye başladık.
Vuruşa vuruşa Karaburun'a geldiğimizde yeniden, sayıyor bizi şeyhimiz. Beş bin bizim yanımızda
var. Arkamızdan gelen Torlak Şeyhmizin yanında ise ikibin kalmış. 0 zaman topluyor tümümüzü
Börklüce Şeyh. Yöresinde bir çember olduğunda "Bakın karındaşlar!" diyor...
Börklüce: Bakın karındaşlar! Görmektesiniz ki, Osmanoğlu bizden güçlü bu kez. Biz gücümü
zün tümünü topladık, yine de başedememekteyiz. Siz varın gidin. Sadece bir savaşçı takımı bıra
kın. Vuruşa vuruşa gerileriz biz. Deniz Kıyısında, kayalıklarda, dağlarda sinip orasından burasın
dan bir iyice kemiririz bunları. Ama sizin yaşamanız gerek. Nice can kurtarırsak, onca yararlı olu
ruz.
Savaşçı: Bre şeyhim! Biz ki insan olmanın onurunu paylaştık seninle. Biz ki yaşamanın anla
mını yudumladık bunca yıldır. Tam yerleşemedik belli, tam oturtamadık düzenimizi. Ama yine de
insan emeğinin değerini, özgürlüğün anlamını, kardeşliğin temelini, barışın niteliğini gördük. Öl
dük, öldürdük... Sevdik, inandık. Hakikat dedik, ortakça yaşam dedik... Bunları yitirdikten sonra
ölümün sözü mü olur?
Savaşçı: Siz nice bir öndersiniz ki, bize bunların tümünü öğrettikten sonra varın tutsak yaşa
yın diyorsunuz. Kuşça can bunca değerli olsaydı, burada ne işimiz vardı? Elbet bizde sizinle kalı
yoruz. Ve dahi ya yeniyoruz, ya ölüyoruz.
Savaşçılar: Ya yeniyoruz, ya ölüyoruz!
Börklüce: Ya yeniyoruz, ya ölüyoruz!
Savaşçı: Ordu yeniden üzerimize atıldı. Çembere aldı bizi. Öyle bir direnme ki, bizden vurulan
düşmüyor, yaralanan ağzını açıp ses vermiyor.
Savaşçı: Hani şeyhim, tarlalarda ortak nice çalışmakta, nice türküler söyleyerek iş görmekteysek öyle. Ağızlarımızda ölüme meydan okuyan türküler. Bir kısmımız çemberi yarabildik. Ben
dağa varıp baktım ki, Börklüce şeyhmiz yerde. Yeniçeriler üşüşmüşler başına, Bayezid en başta.
Biz bir avuç kalmışız, onların yüzelli binden fazla ordusundan yirmi bin kişi ya kalmış ya kalma
mış.
Savaşçı: Savaş bitmişti. Dolanıp kente girdiler. Dede Sultan'ımızı önde götürdüler. Ben bir kı
lık uydurup karıştım Karaburunlu'nun arasına. Dede Sultan'ım bacağından boynuna al kanlar
içinde...
Börklüce: Bre Bayezid Paşa! Eğer bizim düzenimiz yanlış olsaydı, nice utanmaz sömürücü var
sa, bizi yok etmeye çalışır mıydı? Eğer bizim inancımız insanları mutluluğa kavuşturmasaydı, si
zin gibi yaratıklar buna düşman olur muydu? Bunca tanık varken, sen benden inancımı inkar et
memi istersin, öyle mi? İşte canım, işte siz... Dilediğinizce harcayabilirsiniz.
Bayezid: Hemen çarmıha gerin şunu. Bakalım kuş kadar canı değerli mi, değil mi?
Börklüce: Sağolasın bre koca köçek. Sen Romalı'sın ben İsa, sen Harun'sun ben Mansur.
Çok sevindirdin beni. Yenikliğin acısını duyardık içimizde. Şimdi bir zalimin, son zulmünü göster
mekten mutluyuz.
Bayezid: (Kızgın) Tez davranın!
(Cellad, Börklüce'yl alıp çarmıha bağlar. Bir elini çivilerken...)
Börklüce: Bre cellad, sen nasıl bir insansın ki, bizi işkence için çarmıha gerdiklerini unutmak36
tasın. Çiviyi ağır ağır ca
kasın ki, daha çok acı
sın. .
(Cellad elindeki çekici ve çivi
yi atar. Bayezid'e doğru diz
çöker)
Cellad: Efendim, beni öl
dürün ama bu görevi ba
na vermeyin.
Savaşçı: Börklücemiz da
ha bir keyiflendi. Sanki
çarmıha gerilen o değil.
Sanki çivi avucunun orta
sından geçip etlerini, si
nirlerini parçalamamış
da, sizin yanınızda semaha durmuş gibi. Coşkulu... tutkulu.
(Bayezid, celladı ensesinden tutup savurur. Yerdeki çekiç ve çiviyi alarak Börklüce'nin yanına gelir.)
Börklüce: Bre paşa, yetmedi mi cellatlığın ha? Şimdi de kendi ellerini kana bularsın. Bak sa
na şunu diyeyim. Yoksul hakkını yitirmek için kim ki celladlığa soyunur, kim ki köpekliğini işler
egemenin, bir gün dişleri dökülür, gözleri körelir, uyuzlaşır, kötüleşir. Neden dersen, insana in
san gibi ölüm yaraşır; bizimki gibi. Köpeğeyse köpeğinki gibi. Hadi öteki elimi de sen çivile çar
mıha. Ama ağır ağır ki, efendin Mehmed Çelebi'nin keyfi bir iyice kızışsın. Ve dahi senin de kuy
ruğun keyifle sallansın.
(Bayezid, hısımla çekiç ve çiviyi cellada fırlatır.)
Bayezid: Çak bre çak!
(Cellad, ağır ağır doğrulur. Çekiç ve çiviyi eline alır, Bayezid'e bakar ve sonra elindekileri bırakır. Bunun Özeri
ne Bayezid, kuşağından palasını çıkarır, boynundan tutarak cellada diz çöktürür ve tam kılıcı boynuna vuracak
ken.*..)
Börklüce: Sen emir kulusun cellad başı. Nice buyrulmaktaysa öyle yap. Biz bağışlarız seni. Ve
dahi senin gibi bir buyruk kulunun çabalamasından hiç acı duymayız, tasan olmasın. Neden der
sen, Şeyhimiz Bedreddin'imiz buradadır. Yanıbaşımızda. Ve dahi senin incittiğin yeri, o okşaya
rak iyileştirmektedir. O yüzden bildiğin, dilediğince gör işlevini.
Savaşçı: Ellerinden, ayaklarından çivilediler çarmıha. Ve dahi ordu gezinmeye başladı. Baye
zid gittiğimiz her yerde tüm dediklerini yalanlamasını istedi Börklüce'den. Yalanlar mı Börklüce'miz...
(Burada Börklüce, söylediği sözleri Bedreddin'den alarak söyler.)
Börklüce: Ne ki yaptık, ne ki dedik, tümü doğrudur, gerçektir. Hakikat Savaşçıları ölümsüzdür.
Bizler inançlarımızla daima yaşayacağız.
Savaşçı: Bir kolunu kopardılar Ayasluğ'da. Ortaklar'a doğru hareket ettik. Ardımızdan büyük
37
bir cenaze töreni düzenlemişler. Kolunu bir tabuta koymuşlar, ağıtlar yakmışlar, şaşkınlıkları coş
kuya dönüşmüş. Ortaklar'a geldiğimizde diğer kolunu ve bir bacağını kesti Bayezid. Yakıp yıktı
Ortaklar'ı, oradan Aydın'a geçildi. Orada da inkar etmesi istendi. Nice bir dayanıklılık ki, her
yanından kan aktığı halde, bir türlü ölmemekte. Bayezit dayanamadı;
Bayezid: Bre ölmeyecek misin?
Börklüce: Ölür müyüz hiç? Biz ki insanlığın geleceği için çaba harcamışız. Ve dahi milyonların
gönlüne girmeyi başarmışız. Hiç ölür müyüz?
Savaşçı: Bu kez dayanamadı Bayezid. Palasını sıyırdığı gibi aldı başını Börklüce'nin. Ve dahi
bir yağlığın içine koyup Çelebi Sultan Mehmed'e gönderdi.
Savaşçı: Bedreddin gülümsedi. Baktı kemerden dışarı. Dışarıda güneş var. Yeşermiş avluda
bir ağacın dalları ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar. Aydınlandı gözlerinin içi Bedreddin'in...
Bedreddin:
Madem ki bu kerre mağlubuz
Netsek, neylesek zaid.
Gayri uzatman sözü
Madem ki fetva bize aid
Verin ki başak bağrına mührümüzü
(bedreddin darağacına yürür, bayezid Paşa, bedreddin'in yanına gelir.)
Bayezid: Ne o şeyhim, sararmışsın?
Bedreddin: Güneş de batarken sararır. (Bedreddin ipi boynuna geçirir.) Hakikat Savaşı'nda
ölenler ölmüş sayılmazlar. Hakikat Savaşçısı olmak ve bu savaşta şehit düşmekten daha onur
lusu yoktur. Hakikat Savaşı'mızı gelecekte onurun, özverinin, kahramanlığın bayrağı haline
getirenler de çıkacaktır. Bu bayrak halkların kurtuluş bayrağı olacaktır.
Savaşçı: Yağmur çiseliyor. Serez'in esnaf Çarşısı'nda, bir bakırcı dükkanının karşısında Bed
reddin bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor. Serez Çarşısı dilsiz, Serez Çarşısı kör. Havada konuşmamanın, görmemenin
kahrolası hüznü var. Ve Serez Çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor. Çarşının köşesinden üç adam belirdi. Bedreddin'in asılı olduğu ağacın al
tına geldiler. En genç olanı çıktı ağaca. Düğümü elleriyle açarak ve uyuyan oğlunu anasının kol
larına bırakan bir baba şefkatiyle, Bedreddin'in ölüsünü aşağıda bekleyenlerin kollarına teslim
etti. Bedreddin'in çıplak ölüsünü, çıplak atın üstüne koydular ve terk ettiler orayı.
Bir daha da gören olmadı Bedreddin'i ama inandı köylü, inandı halk. Dediler ki; "Bir gün
gelecek".
O gelecek yine... Çırılçıplak ağaca asılan, çırılçıplak gelecek yine.
O kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek.
Yine gelecek... Sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecek.
(ışık söner bedreddin'i taşıyanlar bedreddin'i berdan'ın yatağına götürür ve bedreddin, berdan kimliğine
girer. Başında yoldaşı beklemektedir. Işık yanar.)
Yoldaşı: Berdan...Berdan...
(Berdan ses vermez yoldaşı katfaltı düzgün bir şekilde hazırlar.lşıklar söner ve iki yoldaşı kataifaltın başında
saygı duruşunda "bir mermi de benden aslanım' şiirini okur...) •
38
veli göktaş
ÇILGIN ŞEHİR:
savcı, hakim ve cellat: Medya
Filmin Orjinal adı: MAD CITY
Yönetmen: Costa Gavras
Oyuncular: Dustin Hoffman, John Travolta, Alan Alda, Mia Kirshner,
Robert Prosky, Blyte Danner
Senaryo: Tom Matthews
Müzik: Thomas Nevvman
Dağıtımcı Şirket: Warner Bros.
G
azetede bir haber; "Ce
zaevlerine' hakim deği
liz", ya da "Cezaevle
rinden şu kadar silah,
şu kadar telefon çıktı".
Akşam
televizyonda
haberleri izliyoruz "Ör
gütler cezaevlerinden
yönetiliyor" diye bir haberle karşılaşı
yoruz. Politik olmayan bir insan bası
nın yalan-yanlış şeyler söylemeyeceği
düşüncesinde olduğu için bunlara ina
nacak ve doğal olarak kafasında, hapis
hanelere yapılacak her türlü 'müdaha
le' meşrulaşacaktır. Hatta "helal ol
sun" diyecektir, tutsakların kafaları-beyinleri demir çubuklarla parçalanırken.
Hapishaneler konusu o kadar çok işle
nir ki; politik bir insan, bunun bir saldı
rı hazırlığı olduğunu anlar. Çünkü ege
menler, yaptıkları haberlerle, yapacak
ları saldırının halk tarafından tepki gör
memesini, en azından halkın 'tarafsızlaşmasını' ister. Bunu yapabilmek için
ise elinde çok büyük bir olanak vardır:
MEDYA! Televizyonuyla, gazetesiyle
neredeyse ulaşamadığı ev yoktur. İste
diği şeyleri, istediği şekilde yorumlaya
rak hatta elindeki delil ve belgeleri bile
cımbızlama dediğimiz yöntemle istedi
ği hale getirerek sunar ve insanları is
tediği gibi yönlendirir.
Basın, egemenlerin elinde güçlü bir
silahtır. Gazi'de halk mı ayaklanmış;
televizyonlar, gazeteler hemen barikat
ların arkasındakiler için bir avuç terö
rist ya da provakatör edebiyatı yapma
ya başlar. İşçiler eylem mi yapmış; he
men taşkınlık ve haksızlık edebiyatıyla
polislerin onlara saldırmasının meşru
luğu sağlanmaya çalışılır.
"Mad City (Çılgın Şehir)"de, işte
tüm bunların kısa bir anlatımıdır aslın
da. Max Brackett (Dustin Hoffman),
zeki bir haber spikeridir. Sam Baily
(John Travolta) ise, evli ve iki çocuk
sahibi, mütevazi birisidir. Hava kuv
vetlerinde bir dönem bulunmuş ama
kolejli olmadığı için oradan ayrılmak
zorunda kalmıştır. Beş yıl boyunca ise,
kısa bir süre önce atıldığı Doğal Tarih
Müzesi'nde güvenlik görevlisi olarak
çalışmıştır.
Mas, daha önce büyük bir televiz
yon kanalında oldukça iyi bir görevde
dir. İşinin uzmanıdır ancak, bir uçak
kazasından sonra yaptığı bir haberden
dolayı bütün kariyerini kaybeder ve ar
kadaşı Kevin Hollander (Alan Alda) ile
arası açıldığı için sürgüne gönderilir.
Bulunduğu yerde, geldiğinden beri raitingleri artmıştır. Şimdi ise müzede,
müzenin sahibi bayan Banks (Blyte
Danner) ile röportaja gelmiştir. Kendi
si içeride, yardımcısı Laurie (Mia
Kirshner) kamerası ile aracın yatımda
dır.
İşten atıldığını ailesine söyleyemeyen Sam, çocuklarını ve karısını dü
şündükçe iyice bunalıma girmiştir. Son
çare olarak, Bayan Banks ile görüşmek
için müzeye gelir. Patronun kendisi ile
görüşmeyi kabul etmek istemeyeceğini
düşünerek yanında silah da getirmiştir.
Hatta biraz daha ileriye giderek bir çan
ta da dinamit almıştır yanına. Düşün
düğü gibi, Bayan Banks kendisi ile gö
rüşmeyi kabul etmez. Oysa Sam'in is
tediği, patronunun kendisine sadece
beş dakika ayırmasıdır. Kendisini din
letebilmek için silahım çıkartır ve mü
zenin bütün kapı ve pencerelerini kapa
tır. Tartışma biraz büyüyünce patronu
nun gözünü korkutmak için bir el ateş
eder. İşte o andan sonra geri dönüşü ol
mayan bir adım atmış olur. Çünkü,
yanlışlıkla cam kapının arkasındaki es
ki arkadaşı olan müze bekçisini vur
muştur. Arkadaşım vurmuş olmanın
paniğiyle ne yapacağım bilmez halde
dir. Bir ara televizyonu açar. Televiz
yonda biraz önce vurduğu arkadaşım
görür. Arkadaşı yaralı bir halde müze
önünde durmaktadır ve televizyondaki
ses içerideki gelişmeleri canlı olarak
aktarmaktadır. Sam böylece içeride bi
risinin olduğunu anlamıştır. Max'i bu
lur; O'da artık Sam'in "rehinidir".
Max, Sam'i konuşturur ve O'nun
gerçekte böyle bir şey planlamadığım
ve çok saf birisi olduğunu anlar. Max,
Sam'a, bir kişiyi istemeden de olsa vur
muş olması ve içeride bir çok çocuğu
da rehin alması yüzünden, herkesin
O'nu bir cani olarak gördüğünü anlatır.
Bu durumu lehine çevirebileceğini ama
kendisiyle televizyonda canlı yayında
röportaj yapması gerektiğini ve her şe
yi burada olduğu gibi anlatmasını ister.
Bu arada müzenin etrafı polis, am
bulans, çocukların aileleri, sayısız med
ya ve alakalı-alakasız bir sürü insan ta
rafından kuşatılmıştır. Bütün Amerika
nın gözü, artık müzededir.
39
Sam, Max ile röportaj yapınca in
sanlar onun hakkındaki düşüncelerini
büyük oranda değiştirir. Artık Ameri
kan Halkı'nın %59'u Sam'in tarafındadır. Çünkü o işinden atılmış ve çocuk
larına bakmak zorunda olan bir aile ba
basıdır.
işin içine FBI da karışmıştır fakat,
Sam röportajla halkın sempatisini ka
zandığı için FBI şimdilik Sam'a birşey
yapamamaktadır. Fakat Sam'i halkın
gözünden düşürmek için de elinden ge
leni yapmaktadır ve so
nunda, bunun için
Sam'in karısını kullanır.
Karısı, televizyondan
Sam'a çağrılarda bulu
nur. Herkesi bırakıp tes
lim olmasını ister. An
cak Sam, işin bu kadar
basit olmadığım biliyor
dur. Sadece işine geri
dönmek istemenin bede
li bu kadar ağır olmama
lıdır. Karısının, çağrıla
rına polis megafonun
dan devam etmesine iyi
ce kızan Sam, havaya birkaç el ateş
eder. Böylece hakkında oluşan bütün
lehte düşünceleri bir anda yıkar. Max,
herşeyi tekrar toparlamak zorunda ka
lır. Bunun için yardımcısından Sam'in
bütün akraba ve dostlarıyla röportaj
yapmasını ister.
Sam, bu arada içeride çocuklarla
oynamaktadır. Onlara kızılderilileri an
latır. Kızılderili şefinin maketini göste
rir. Şeflerin de bir çeşit patron oldukla
rım ama onların kendi halkım düşündü
ğünü, şimdiki patronların -bayan
Banks'ı göstererek- halkım düşünme
diğini sadece kendilerini düşündükleri
ni anlatır. Bu arada FBI, müzenin tava
nında uygun bir yerde, kendileri için
uygun bir an beklemektedir. Ve öyle
bir fırsat ellerine geçtiği an silahlar
ateşlenir. Sam bu saldırıdan kurtulmayı
başarır.
Kamuoyunun gündemini bu haber
oluşturmaktadır. Dolayısıyla Max da
bu haberin sahibi olarak oldukça prestij
kazanmıştır. Eski iş arkadaşı Hollander, bundan yararlanmak ister ve mü
zeye gelir. Sam ile canlı yayında röpor
taj yapmak istemektedir. Max'tan bu
40
haberi kendisine vermesini ister. Karşı
lığında Max, eski işine dönecektir.
Hollander, Sam ile röportaj yap
mak ister ama sadece kendi prestiji ve
raitingi için ister ve Sam'a ne olacağı
umrunda değildir. Hatta bunun için
Sam, halkın gözünde bir cani, tehlikeli
bir sapık olarak gösterilebilir. Max bu
na karşı çıkar, haberi O'na vermez.
Hollander bunun üzerine kendisi dışa
rıda bir haber hazırlamaya başlar. Bu
nun için Max'in yardımcısına yaptırdı
ğı röportajları cımbızlar ve kendi iste
diği şekle sokar. Sam artık tehlikeli bi
risi, Max ise Sam ile tuhaf ilişkisi olan
garip birisidir. Hollander, haberi canlı
olarak bütün Amerika'ya yayınlar. Bu
sırada Sam'in yanlışlıkla vurduğu mü
ze bekçisi de ölünce, işler iyice sarpa
sarar. Bu olayların üst üste gelmesi,
hem Sam, hem de Max için her şeyin
bitmesi anlamına gelir.
Amerikan Halkı'nın nabzım, yap
tırdığı anketlerle sürekli ölçen FBI için
ise, harekete geçmenin tam sırasıdır.
'Teslim ol' çağrıları yapılır. Sam umut
suzluk içindedir. Kendisi için her şeyin
bittiğini düşünür. Kapıları açarak ço
cuklara gitmelerini söyler. Çocuklar,
Sam'a başarılar dileyerek oradan çıkar
lar. Max ise, FBI'ın Sam'i sağ yakala
mak istediğinden kuşkuludur. Dışarı
çıkarak silahlarım bırakmalarını,
Sam'in teslim olacağım söyler fakat,
FBI, O'nu dinlemez, aradan çekilmesi
ni ister. Sam ise, kendisi için "kurtulu
şu" bulmuştur. Yanında getirdiği kilo
larca dinamiti ateşler...
Max yaralı olarak kurtulur ama bir
gerçeği iyi bilmektedir. Bu gerçeği bü
tün televizyon kameraları karşısında
haykırır: "O'nu biz öldürdük".
"Çılgın Şehir (Mad City)", politik
bir film değil belki ama, günümüz
medyasının geldiği durumu oldukça iyi
yansıtıyor. Günümüz medyası da, y a n ı başında yaşanan birçok şeyi görmez
den gelmiyor mu? Kaçınılmaz olarak
göstermek zorunda kalırsa da, ya kuşa
çeviriyor ya da çarpıtıyor. İşte tam da
bu noktada, filmi CNN ve bazı medya
kuruluşlarının sahibi olan Times Turner'ın finanse ettiğini dü
şünürsek, konunun önemi
daha bir ortaya çıkıyor.
Böyle bir çarpıklığın,
medyanın düştüğü duru
mun, halkın gözünde
inandırıcılıklarını yitirmiş
olmalarının, kendileri de
bilincinde olacaklar ki;
olayı hemen kendi açıla
rından ele almak gereksi
nimi duymuşlar. Ne de
olsa kendilerini kurtarmak
zorundalar; "Olay, mün
ferit bir durum".
Hangimiz yaşadığımız gerçekleri
olduğu gibi televizyonlarda ya da gaze
telerde görebiliyoruz? C e v a b ı n genel
olarak olumsuz olduğunu düşünüyo
rum. Çünkü medyada, "Kim kimin eşi
ni aldatmış?", "Kim nerede, ne kadar
para harcamış?", "Kedilerle köpekler
de artık iyi geçinmeye başlamış" vb.
haberleri izlemek zorunda' kalmıyor
muyuz? Onlardan arta kalan saatlerde
ise, aynı içerikte magazin programlan,
sözümona spor programlan ve emper
yalizmin yoz ve ahlaksız filmlerini gö
rüyoruz.
Bu filmde dikkat çeken bir şey da
ha var: Filmde, Amerika'daki devletin
kolluk güçleri, birisini öldürmek için
en azından halkın nabzına göre hareket
ediyor. Gerçi bu, bir katliamı meşrulaş
tırmak için medya eliyle hazırlanan
göstermelik bir demokrasi oyunu olsa
da... Peki, ya ülkemizde? Ülkemizde
onlar, kesinlikle böyle bir şeyi düşün
mezler hatta onlar, kendilerini meşru
laştırmaya çalışan medyaya bile yeri
gelir, düşman olur: "Çekme karde
şim" . •
RÖPORTAJ
yasin ali türkeri
semir aslanyürek'le
sinema üzerine...
senaryo kuramı ve
BUGÜNÜN SANATÇILARININ GÖREVİ
DOĞAYI TAKLİT ETMEK DEĞİL ONU
ÖZÜMSEMEK VE YENİDEN YARATMAKTIR!
Senaryo kavramı üzerine yaz
ma sebebinizi bu alanda ciddi üre
timler olmadığı sebebine bağlaya
bilir miyiz?
Senaryo kuramını yazma sebebi
aslında senaryonun henüz rayına
oturmamış olması Türkiye' de. Ben
yıllardır bunu dile getirmeye çalışı
yorum ve gerçekten kanaatimce, se
naryo anlaşılamadı. Yani nedir se
naryo? Edebiyat mı? Sinema mı?
Roman mı? Şiir mi? Nedir. Bunların
arasında anlaşılmıyor. Yani herkes
bir senaryo yazabiliyor. Her eli ka
lem tutan yazsa o zaman herkes ya
zar. Hepimiz şiir yazmışızdır. O hani
insanın belirli bir yaşamda böyle bir
romantikliği tutar. İşte bir kaç şiir
yazar, tabi şiir diye tanımlamamız
zor onları. Şimdi onun için ben bazı
şeyleri koymaya çalıştım bu kitapta.
Dikkat ederseniz bugün gerçek
ten herkes senaryo yazabileceğini
sanıyor. Belirli bir şablon var piya
sada dolaşan, Türkiye'de daha doğ
rusu onu gören, bunu bende yapabi
lirim, bende yazabilirim gibi bir şey
var. Yani hele sinemayı görmüşse fa
lan fistan. Bu doğru değil, bu çok
zor. Tabi film göstermek mi daha
zor, senaryo yazmak mı? Hangisi
daha zor diye bir saptama yapmak
yanlış olur. Çünkü herşeyin kendine
göre zorlukları var. O anlamda se
naryoda kendine göre büyük bir sa
bır isteyen, çok ince bir matematik,
insani bir matematik isteyen bir mes
lek, bir ve insanda bir edebiyat türü
diyelim.
Sizce Türkiye'de yaratıcı, ülke
gerçeklerini özümsemiş "gerçek
ten" senaristler var mı?
Maalesef yok.
Sinemada, daha doğrusu
Hollywood'da yerleşen bu tekno
loji kültürü sinemanın anlatım di
lini mezara gömüyor diyebilirmiyiz?
Şimdi öyle dememiz ne kadar
doğru ben onu bilmiyorum. Açıkçası
böyle bir saptama yapmaktan çekmi
yorum. Neden? Çünkü, şimdi sizin
dediğiniz gibi olabilir, ancak bu ta
mamen doğru değildir. Teknolojinin
sinemayı geliştirdiği tarafları da
var. Tabi yıkıcı olduğu tarafları da,
ben özellikle hep şunu söylemişim.
Teknoloji bedel ödetir. Yalnız şöyle
bir şey de var. Teknoloji sinemayı
geliştiriyor evet geliştirmesine fakat
teknoloji tek başına bir sanat olmu
yor. Bunun için insan beyni lazım.
Yaratıcı insan dehası demek daha
doğru olur belki. Böyle yani, insan
düşüncesi olarak onu icra etmesi
için teknoloji bir araçtır sadece.
Son süreçte yerli filmlerin geli
şim içinde olduğu şeklinde yaygın
bir görüş var. Siz bu konuda ne
düşünüyorsunuz?
Yerli filmler bir gelişim içerisin
de bunu inkar edemiyoruz. Çünkü
gerilemede bir ilerlemedir. Diyalek
tiğin gereği bu. Fakat bizim sinema
mız şöyle gelişiyor. Bir adım ileri iki
adım geri. Ben daha önce Antrak'ta
yazmıştım. "Sinemanın Sefaleti" di
ye. Onu okudunuz mu, gördünüz mü
bilmiyorum, ama çok da uyuyor ben
ce bu Marksizm klasiklerinin yapıt
ları altında yani o başlıklar altında
sinemayı analiz etmek çokta hoşuma
gitmişti bir ara. Bu yazının ikinci se
risi bir adım ileri, iki adım geri ola
caktı. Özellikle ben bunu anlatacak
tım. Şimdi dönüşme var gibi gösteri
liyor. Yani Mahzuni Şerif'in bir lafı
var. "Bir gül getirmez yazı". Evet
gerçekten çok dikkatli olmak lazım.
Bu bir taraftan sevindirici tabi ama
bunu bir gelişme saymak çok erken.
Yani "Eşkıya" çok ses getirdi. Çok
kasa yaptı filan ama film değildi bir
defa. Yani biraz bir geri adım aslın
da. Yani çok eksik bir şeydi. Yani sa
nat değildi benim tabirimle. Benim
anlayışıma göre bir düşünceden yok
sundu. Sırf kasa düşünülerek yapıl
mış. Sırf Hollywood yapımına özen
tiyle yapılmış. Hatta bazen şöyle de
mişim. Çoğu zaman da buna
inanıyorum da. Oradan Şener Şen'i
ve Uğur Yücel'i atın filmde bir şey
kalmıyor. Bunların belirli bir izleyici
41
kitlesi var. Onlar izlediler yani.
Kitabınız da bir kayıp öyküsü
nü fondaki bir milli marşla öyüleyerek bir örnekleme yapmışsınız.
Ülkemizde yaşanan bu gerçeklerin
beyaz perdeye aktarılmayışının se
beplerini siz neye bağlıyorsunuz.
Heralde bunca senarist, yönetmen
bu yaşananlardan bihaber ola
mazlar değil mi?
S. A- Şöyle söyleyelim. Bir ülkede
bir milletvekili neyse sanatçı da öy
ledir. Sanatçı neyse tuvaletçisi de,
öğretmeni de öyledir, işçisi de öyle
dir, memuru da öyledir. Yani biz he
nüz gelişmemiş ve maalesef çocuklu
ğunu yaşamamış bir ülkeyiz, bir mil
letiz daha doğrusu. Yani ben neyi
kastediyorum. Türkiye de yaşayan
millet kelimesi belki tabiri caizse di
yorum gerçekten öyle. Şimdi eskiden
beri bizim sanatçılarımız, bizim se
naristlerimiz sorunsalı işlememişler.
Yılmaz Güney "Sorunsalı", "Sorun
sal" olanı işleyecek gibi oldu. O da
çok erken gitti. Benim kanaatimce
Yılmaz Güney tam olgun döneminde
gitti. Yani olgunluğa adım atar at
maz. Ben onun 'Duvar' filmini göre
li çok olmadı ve 'Duvar'da onun res
men geliştiğini, ortaya başka bir Yıl
maz Güney çıktığını gördüm. "Yol"
da henüz yoktu. Henüz bu olgunluk
yoktu. Yol hala benim için ödüllü ol
42
masına rağmen ödüller benim
için çok belirleyici değil. Ödülü
ben vermiş bile olsam, ertesi
gün ben acaba yanlış mı yaptım
diye düşünebilirim. Ödül çok
çok göreceli bir şey. Neye göre
ne? Ve o zamanki psikoloji , o
zamanki filmler kıyaslanıyor ve
benzeri vs... Buna rağmen ben
Duvar'ı çok daha ilginç gör
düm. Duvar çok daha olgun bir
film. Politik bir filmdi, şiirsel
bir filmdi.
Neden olgunluk dönemi diyo
rum biliyor musunuz? Sinema
ya en çok benzeyen filmiydi Yıl
maz Güney'in. Şimdi gerçekten
bizim sanatçılarımız bunu gör
mediler, bunu işleyemediler,
veyahutta işletmediler. Bakın sinema
tarihinden bu yana, yani ilk filmin
yapılışında ki çok komik oluyor ilk
filmin yapılışı. Fuat Uzkınay'ın "Bir
Rus Abidesinin Yıkılışı." O film de
ğildi tabi, o belgesel de değildi. O,
bir elaman gitmiş bir kulenin yıkılışı
nı izlemiş. Onun film yapmak gibi bir
amacı yoktu. Onun için film sayılma
malı. Ben itiraz ediyorum film olma
sı için insanların film yapmak ama
cıyla ortaya çıkmış olması gerekiyor.
Bunu gerçekten ayırmak lazım.
Şimdi ilkel sanatçı da böyle resme
der diyorum. Fakat günümüzün sa
natçısı çocuk gibi resim yapmaya
özenen bir çok sanatçı var. Çok
önemli bir şey. Burada başka bir şey
vurgulanıyor. Saflık değil bu. Objek
tif olma. Naif ve objektif olma. Picasso'nun bir lafı var çok meşhur
"Eskiden çocukluğumda Sezar gibi
resim yapardım. Şimdi çocuk gibi re
sim yapmaya çalışıyorum beceremiyorum" diyor. Bu sözün arkasında
çok büyük bir anlam var. Bazıları
bunu yapmaya çalışıyorlar ama tabi
sinemada yapılmıyor bu başka sa
natları kastediyorum. Şimdi bugü
nün sanatçılarının görevi doğayı
taklit etmek değil, onu özümsemek ve
yeniden yaratmaktır. O'nu bir dü
şünceye bürümek, yönlendirmek.
Başka türlü olamaz. Günümüzün sa
natçısı artık o layık sanatçı değil.
Gününün sorunlarını bilen, gününün
felsefesiyle yoğrulmuş, gününün bi
linciyle, teknolojisiyle modern bir in
san. Bütün bunların yanısıra sanatçı.
Kitabınız, sinema dili üzerine
düşüncelerinizi en başlardan ele
alarak ele almış. Böylesi bir yakla
şımın özel bir sebebi var mı?
Siz Mimar Sinan Üniversitesi
STV bölümü öğretim üyesisiniz.
Ve bu yıl YÖK bu bölümü ÖYS
kapsamına dahil etti. Yani artık si
nema üzerine yetenek ve bilgiden
öte, iyi bir tarih ve coğrafya ezber
ciliği sinemacı olmak için yeter de
niliyor. Bu yıl bir kaos yaşanır mı?
Hem eğitimciler, hem öğrenciler
açısından.
Yani yarım yamalak yapılıyor bu
işler. Dışarıda oldu diye burada ol
du. Biz hep taklit ettik. Biz çocukça
sanat yapmıyoruz. Yapıyoruz diye
cektim onu da söylemek zor biraz.
Çünkü niye çocukca, çocuk taklit
eder anlıyor musunuz. Ama çocuklu
ğun taklidi ilkel sanatçının yaptığı
işe benzer. İlkel toplumlardaki sa
natçıya benzer. Çocuk öyle resim ya
par, öyle sanat yapar. Taklit ederek;
çok objektiftir. Bir evi resmederek
evin duvarının içinden lambanın
yandığını görürüz. Bir de televizyon
seyreden adamı da görürsünüz. Bu
çok objektif. Oysa dışarıda görün
mez o yapılanlar. Oysa taklit eder.
H.Z. Muhammed söylemiş "Her
kötünün iyi bir tarafı vardır." Şimdi
bakın bu gerçekten böyle. Bu gerçek
ten çok kötü yapıldı, bu resmen kötü
lük. Bunu böyle kabul etmek müm
kün değil ama bununda mutlaka iyi
bir tarafı olacak. Doğruyu bulaca
ğız. Doğruyu henüz bilmiyoruz. De
neye deneye... Evet okullarda da
böyle oluyor. Şimdi bir taraftan da
öğrenciyi seçtiğimiz zaman çok mu
iyi bir öğrenciyi seçiyoruz sanıyor
sunuz. Hayır, neden? Çünkü seçtiği
miz halde bize verilen imkan, seçme
olanağı seçmekle seçmemek arasın
da fazla bir şey bırakmıyor bize. Yani
öğrencilere birşeyler yazdırıyor, ön-
ce testen geçiriyor, ezberleyen, kurs
gören testi geçiyor. Ondan sonra
birşey yazdırmaya kalkışıyorsunuz.
Ne olduğu belli değil. Hangisinin iyi,
hangisinin kötü olduğunu ayıramı
yorsunuz. Neden? Çünkü liseden çok
kötü geliyor öğrenciler. Hiçbir yara
tıcı yönleri yok. Kaldı ki mülakatta
onun gerçekten yetenekli olup olma
dığını anlayacağınız süre verilmiyor
gerçekten. Beş dakikada insan ancak
adını söyleyebiliyor. Zaten beş daki
kada jürinin karşısına çıkma tedir
ginliği gitmiyor, heyacan vb... Onun
için mülakat çok uzun sürmeli. Gön
ler sürmeli, yani çocuğun psikoloji
sini çok iyi analiz edebilmemez la
zım... Şimdi sanıyorum bunu değişti
recekler, itirazlar sürüyor. Fakat bu
nu değiştirebilmeleri için bizimde
bazı şeyleri değiştirmemiz gereke
cek. Yani "biz niye öğrenci seçmeli
yiz" i çok iyi ortaya koymalıyız. Bunu
daha önce ortaya koymamıştık açık
çası. Bir de bir takım spekülasyonlar
var. Dolaşıyor. Torpil, morpil. Ben
öyle birşey olduğunu sanmıyorum.
Açıkçası yani benim bildiğim kadar
ama şöyle birşey olabilir. Ben bunu
kötü görmüyorum. Şimdi bir çocuk
geldi zayıf ama bu çocuk benim gö
züme girdi. Neyleri gözüme girdi.
Oturuşuyla, bakışıyla, gözleriyle
vb... Ben bunu alabilmeliyim. Bu
adam gelişime açık. Biz Sovyetler
Birliği'nde eğitim gördüğümüz za
man, hocalarla çoğu zaman konu
şurduk. Bir de öğrenci seçildiği za
man orda herhangi biri gelip dinle
yebilirdi. Kenardan seyredebilirdi.
Vilainçti Talankim diye bir yö
netmen vardı. Atelye topluyordu. Bir
Vietnam'lı çocuk geldi. Yani bu ada
ma ne sordularsa, inanın bana
abartmıyorum, bir kelime cevap ver
medi, hiçbir şey söylemedi. On soru
soruldu hiçbirine ne olumlu, ne
olumsuz birşey söylemedi, cevap
vermedi. Ondan sonra teşekür ederiz
dediler.
Adam dedi "aldınız mı beni?"
-Bizler sonra açıklayacağız.
-Hayır şimdi açıklayacaksınız.
-Çıkın açıklayacağız. "Hayır çık
mıyorum açıklayın. Şimdi bilmek is
tiyorum" dedi. "Tabi almayacağız."
dediler. "Hayır bana daha sorun."
dedi.
Baktılar çaresiz birkaç soru daha
sordular yine cevap yok. Bu sefer de
diler ki "lütfen çıkın!" "Hayır çıkmı
yorum!" dedi. Ama kardeşim olmaz
ki böyle. Oradaki görevlilere dedi-
Teknoloji sinemayı ge
liştiriyor evet geliştirmesi'
ne fakat teknoloji tek başına bir sanat olmuyor. Bu
nun için insan beyni lazım.
Yaratıcı insan dehası de
mek daha doğru olur bel
ki.
ler, "lütfen bunu burdan çıkarın.
Onunla uğraşamayız." Üç-döri kişi
onu çıkaramadı. Ayaklarını dikleştirdi ve yere yattı adam. Sonra, "bı
rakın şunu, gel!" dedi. "Bak biz sa
na son bir soru soracağız. Eğer ce
vap verirsen seni alacağız. Vermezsensen çıkıp gideceksin. Anlaştık
mı?" "Tamam, anlaştık" dedi çocuk
çaresiz. "Söyle" dedi "neden yönet
men olmak istiyorsun?" Vietnamlı
ofladı, pufladı şöyle tersten baktı.
Talankime dedi ki, "sen niye yönet
men oldun peki?" Talankim kahka
hayla cevap verdi. Büyük bir kahka
ha attı. 'Tamam" dedi "seni alıyo
rum." Ve çok ilginç filmler yaptı.
Adamın diploma projesi de Aziz Nesin'in bir uyarlaması; ilginçtir. Yani
böyle birşey olabilmeli aslında.
Buna karşı herhangi bir itiraz
ya da yeni bir düzenleme yapılma
sı yönünde okul idaresinin bir giri
şimi olacak mı?
Oldu. Ben on senedir bir prog
ram öneriyorum. Umarım onu dikka
te alırlar bundan sonra. Tabi bu uy
gulamaya karşıyım. Bu yürümez
böyle inanın. Ama okuldaki uygula
malarda artık yenilenmeli, rayına
oturmalı. Bizim bütün arkadaşları
mızın epey deneyleri oldu bu konu
da. Tabi YÖK bunu böyle yapmadan
önce gidip okullara bakıp, yani bun
lar ne ile ders yapıyor diye bir sora
bilmeli. Bir de her üniversitede bir
sinema-televizyon açılacağına bir
tek üniversite, yakutta enstitü, veya
akademi neyse, olmalı.
'Sizin de kitabınızda geçen ve
ülkemizde sıkı sıkı tartışılan bir
düşünce suçu kavramı var. son sü
reçte de ülkemizde yürütülen af
tartışmasında düşünce suçluların
da af isteniyor. Sizce tutsaklara
özgürlük mü, yoksa düşünceye öz
gürlük mü?
Şimdi bakın gerçi Fazilet Partisi
nin elemanları bunu söylüyor fakat
bu doğru bir şey. Bir defa hiç kimse
nin suç işlemiş birini affetmeye hak
kı yoktur. Ben suç işlemişsem, top
lum suçu işlemişsem, topluma karşı
suç işlemişsem, onu gerçekten mağ
dur ettiğim insanın beni affetmesi la
zım. Onun için bütün mahkemeler
yeniden yapılmalı, cürümler vb. ve
bir katil zanlısının mağdur ailesi ge
lip tamam biz bu adamı affediyoruz
diyorlarsa; ki o bile kolay kolay affe
dilmemeli.
Yani kardeşim orda 400 milletve
kili var. Çoğunluk neyse 276 millet
vekili neyse 276 milletvekillinin hak
kı yokki affetmeye şunu bunu. çünkü
onlara karşı suç işlemediler ki. Ben
iddia ediyorum. O milletvekillerine
kendilerine karşıbiri suç işlemiş ol
sun onlar bu kararda zorlayacaklar
bu bir. Birde "Düşünce Suçluları"
diyebir kavramdan söz ediyorsak ki
ben düşünce suçlusu diye bir şey kab
ul etmiyorum ısrarla kabul etmiyo
rum. Çünkü düşünceyi ben suç kabul
etmiyorum. O zaman düşünce suç
lusu varsa bu ülkede o da devletin
kendisidir. Evet düşünen insanı suç
lu görmekle asıl suçu devlet işliyor.
Onun affetmeye değil, affedilmeye
ihtiyacı vardır.
Teşekkür ederiz. •
43
HABER/YORUM
ANTAKYA BÜROMUZ, DÜZENLEDİĞİ PİKNİKTE HALKLA KAYNAŞTI
Kültür Sanatta TAVIR Dergisi Antakya temsilciliği, 16 Ağustos 1998 tarihinde Hatay'ın Karaali beldesinde
dayanışma pikniği düzenledi.
Piknikte yapılan açılış konuşmasında, hayatın her alanında olduğu gibi, savaşı kültür cephesinde sürdüren TA
VIR Dergisi tanıtıldı. Okunan şiirlerin ardından, Şems-ıl Cenubi (Güneyin Güneşi) müzik grubunun dinletisi pik
niğe katılan insanları coşturdu.
Türkülere eşlik eden anaların, piknikte kendi sesleriyle söyledikleri Arapça türküler, pikniğe katılanlara duy
gu yüklü anlar yaşattı.
Verilen yemek arasının ardından oynanan skeçler ve "Asker" adlı mizah oyunu herkesin beğenisini topladı. •
GELENEKSEL İDİL FUTBOL TURNUVASI BAŞLADI
Birincisi geçtiğimiz yıl düzenlenen ve Gazi Halk Gücü'nün şampiyon olduğu; geleneksel olarak her yıl yapılması
düşünülen İdil Futbol Turnuvası, bu yıl Nurtepe'de başladı. 10 takımın katıldığı turnuvada kura çekimlerinin ardından
gruplar şöyle oluştu:
A GRUBU:
Armutlu Halk Gücü, Nurtepe Halk Meclisi, Güzeltepe Halk Gücü, Gazi Halk Gücü, Doğu Spor
B GRUBU
İdil Kültür Merkezi, Nurtepe Halk Gücü, Beyoğlu Çölemerik Spor, Alibeyköy Halk Gücü, Okmeydanı Halk Meclisi
Tek devreli lig usülüne göre oynanacak maçlar sonunda A Grubu'nun birincisi ile B Grubu'nun ikincisi, B
Grubu'nun birincisi ile A Grubu'nun ikincisi yan final karşılaşması yapacak. Bu maçların galibi de final maçı için karşı
karşıya gelecek ve turnuvanın şampiyonu bu karşılaşmanın sonunda belli olacak. •
İLK UTANÇ BELGESİ 0XF0RD YAYINLARI'NIN...
Bir, günlük gazeteden aktarıyoruz: "Oxford Yayıncılık, 'bandrol' adı verilen güvenlik holog
ramlarını ilk alan yayınevi oldu. Bakanlığa başvurarak hologram talebinde bulunan Oxford Ya
yıncılık, Bakanlık'ta düzenlenen törenle hologramları aldı. Tanesi 6 bin 500 liradan satılan ho
logramlar için Oxford Yayıncılık, Kültür Bakanlığı'na 7 milyar 254 milyon 715 bin lirayı peşin
ödedi."
Dergimizin geçen sayısındaki "Kitaplara Bandrol Oyunu" adlı yazımızda, Kültür Bakanlığı'nın
yere-göğe koyamadığı "bandrol"ün iç yüzünü sizlere anlatmıştık.
"Bandrol" uygulaması aslolarak, hayatın pek çok alanında ortaya çıkan tekelleşme olgusu
nu, yayıncılığa da hakim kılmayı amaçlıyor. Yayıncılık alanı, kitle iletişim araçları içerisinde tekelleşmeyen tek yer. Bu alandaki tekelleşmenin en büyük sonucu ise, devrimci-muhalif yayınev
lerinin susturulması olacak. Böylesi astronomik rakamları ödeyemeyen yayınevleri, daha en
baştan "kalbur altı"na düşecek. Kazayla bu rakamları karşılayabilenler ise, devletin sansür ku
rumlarıyla karşılaşacak. Böylelikle, düzenle hiçbir alıp veremediği olmayan yayın tekellerinin bo
rusu ötecek!
Oxford Yayıncılık, bandrolleri, Bakanlık'ta düzenlenen törenle almış(!) Bize sorarsanız, tören
az gelir, bu örnek yayıncılara madalya taksalar yeridir ve de her birinin alınlarından öpülmelidir(!)
Bu durum karşısında, ağzı kulaklarına varan İstemihan Bey, "Hologram, yayınevleri açısın
dan prestij meselesidir." buyurmuşlar. Sağolun, biz o prestijden almayalım! O şeref, Oxford
Yayıncılık gibilerine aittir.
Kültür Bakanlığı'nın yayın hayatına sokmaya çalıştığı bu sansür ve denetim politikasının ilk
adımını Oxford Yayıncılık attı. Bu durum, yayıncılık adına bir utançtır ve bu utanç, Oxford
Yayıncılık'ın boynunda hep asılı kalacaktır. •
44
BİR YAZAR DAHA OLDU SESSİZ:
BEKİR YILDIZI YİTİRDİK...
7 Ağustos Cuma günü kalp krizi geçirerek hastaneye
kaldırılan Bekir Yıldız, 8 Ağustos Cumartesi günü, sabah
10:00 sıralarında hayata gözlerini yumdu.
Bekir Yıldız, 1953 yılında Urfa'da doğdu. Babasının po
lis olması nedeniyle çocukluk yılları, Van, Kastamonu, Urfa, Adana gibi bir çok şehirde geçti. İlkokuldan sonra Ada
na Sanat Enstitüsü'ne girdi. Mersin ve İstanbul Sanat Ens
titüleri'nde öğrenimini tamamladı. Bir yıl kadar değişik iş
lerde çalıştı. Sonra İstanbul Matbaacılık okulunu bitirdi.
Dizgi operatörlüğü yaptı. 1962 yılında Almanya'ya işçi ola
rak gitti. Dönüşünde bir baskı makinası getirerek matbaacılığa başladı. Sonra dizgi makinası alarak Asya
Matbaası'nı kurdu. Kendi de operatör olarak çalıştı.
Bekir Yıldız, yazarın görevini: "insan sevgisi, yiğitlik, şefkat, namus duygularını coşturup, üretim
araçlarının, sömürülen sınıflar adına ele geçirilmesinin kavgasını vermektir" diye açıklarken, gerçekleri
bütün çıplaklığı ve çarpıcılığı ile yansıtarak okuru silkeleyip amacına ulaşacağını düşünür: "Gerçekleri
yoğurup dinamit haline getirmeye çalışırım. Okunduğunda bu dinamitin mutlaka patlamasını isterim oku
yanın kafasında". O, yazılarında gereksiz süslemelerden ve dolaylı anlatımlardan kaçar, insan gerçeğine
uygun yazılar yazmak ister. Herkesin, kitabım rahatlıkla okuyabilmesini ister:
"Eğer öykülerim ilgi görmüşse, nedeni süte su katmamış olmamdır. Fazla laf etmekten, dolambaçlı ve
yapışık bir anlatımdan kaçınmamdır."
İlk öyküsü, 1951 yılında bir çocuk dergisinde çıktı. Almanya'daki gözlemlerini kitaplaştırdı. "Türkler
Almanya'da", 1966'da yayınlandı. Çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği Urfa ve çevresini konu alan öy
küler yazdı. 1967'de "Reşo Ağa" ile adını duyurdu.
Bekir Yıldız'ın yazılan Yeditepe, May, Halkın Dostları gibi dergilerde yayımlandı. 1968 yılında "Ka
ra Vagon" adlı kitabıyla May Edebiyat ödülünü, "Darbe" adlı romanıyla 1990 Milliyet Yayınları Roman
ödülünü almıştır.
En çok okunan yazarlar arasında yer alan Bekir Yıldız'ın "Bedrana", "Halkalı Köle", "Kara Çarşaf
lı Gelin" adlı öyküleri sinemaya uyarlanmıştır. Sanatçının yapıtları arasında Türkler Almanya'da, Reşo
Ağa, Kara Vagon, Kaçakçı Şahan, Sahipsizler, Evlilik Şirketi, Harran, Beyaz Türkü, Alman Ekmeği, Dün
yadan Bir Atlı Geçti, İnsan Posası, Demir Bebek, Halkalı Köle, Yaman Göç, Reform Masalı, Aile Savaş
ları sayılabilir. Yazarın ayrıca Ölümsüz Kavak, Arılar Ordusu ve Şahinler vadisi isimli çocuk kitapları
vardır.
Anadolu roman geleneğinin bu büyük kalemini saygıyla anıyoruz. •
SABAHATTİN ALİ ÖYKÜ ÖDÜLLERİ
SAHİPLERİNİ BULDU
Güre Belediyesi tarafından bu yıl ilk kez düzenlenen ve Seçici Kurulu'nu Feridun Andaç, Talip Apaydın, Meh
met Başaran, Osman Şahin ve Öner Yağcı'nm oluşturduğu "Sabahattin Ali Öykü Ödülleri", sahiplerini buldu.
Seçici Kurul'un yaptığı değerlendirmeye göre "birincilik ödülü", Mehmet Güler'in "Arka Oda" ve Zeynep
Aliye'nin "Raylardaki Merdivenler" adlı ödülleri arasında bölüştürülürken, "başarı ödülü", Özcan Karabulut'un
"Baştan Sona Yalnızlık" ve Hakan Şenocak'm "Naj"adlı eserleri arasında paylaşıldı.
Değerlendirmede ayrıca, Murat Bülent Tepebaşıh'nın "Kalıcı" adlı öyküsüne "özendirme ödülü" verildi. •
45
HABER/YORUM
BORATAV'IN ESERLERİ TÜRKİYE'YE GETİRİLİYOR!
Uzun yıllar boyunca Halkbilimci Pertev Naili Boratav'a sürgün hayatı ya
şatan siyasi iktidarlar, şimdi Boratav'ın 50 bin sayfayı aşan yazı ve bunun yanısıra ses kayıtlarım içeren halkbilim arşivini Türkiye'ye getiriyor. Ölmeden
önce tüm eserlerini Tarih Vakfı'na bırakan Boratav'ın eserlerinin getirilmesi
bunlar için yeni bir kütüphane düzenlemesinin oluşturulmasının toplam 750
bin dolara malolacağı açıklandı. Şimdi bu miktarın toplanması için yoğun bir
şekilde sponsor aranıyor.
Sponsor arayışına bir katkı(!) sunmayı amaçlayan Kültür Bakam da her bir
eseri 7000 dolara satın alabileceklerini belirtiyor. İşin bu aşamasından itibaren
zaten girişimin devlet nezdindeki samimiyetsizliği de kendini gösteriyor. Son
zamanlann kültür kaharamanları holdingler ise gönüllü yardım yapmaya hazır
olduklarını belirtiyorlar.
Pertev Naili Boratav'ı sürgüne gönderen de, Halkbilim kürsüsünü kapatan
da bugünkü düzenden farklı değildir. Bugün ardından methiyeler düzenler yıl
lardır iktidar koltuğunu sırasıyla paylaşıyorlar. Ne olduysa birden Boratav'ın
nasıl değerli bir kişilik olduğu akıllarına geliverdi. Bunun ilk etkeni de tabi ki
Boratav'ın ölmüş olmasıydı.
Bugünkü girişimleri devletin vicdani muhasebesi gibi görmek yanlıştır.
Egemenler şimdi yeni bir pazar bulmuş ve bunu sömürmenin hesaplarını yapı
yorlar, yine eserlerdeki, Boratav'ın kişiliğindeki ilerici yanlan boşaltmaya ve
kendi çizgilerinde özdeşleştirmeye çalışıyorlar. •
GRUP GÜNIŞIĞI ELEMANINA GÖZALTI!
Her Cumartesi İzmir Haklar ve Özgürlükler Platformu tarafından Konak
Meydanında yapılan kayıplar için oturma eylemine 25 Temmuz'da polisler ta
rafından saldın gerçekleştirildi. Polis, İzmir'de kaybedilen dört devrimcinin
akibetini araştırmak için gelen Belçikalı heyetten iki kişiyi gözaltına aldı. bu
arada heyete rehberlik eden Grup Günışığı elemanı Gökhan Güney'i de gözal
tına alındı.
Çalışmalarım izmir İdil Kültür Merkezi'nde sürdüren Grup Günışığı'nın
gitaristi olan Gökhan Güney aynı gün serbest bırakılırken, Belçikalı heyette yeralan iki kişi sınırdışı edildi.
Polisin bu keyfi gözaltısını İzmir İdil kültür Merkezi ve İstanbul İdil Kül
tür Merkezi, Grup Yorum, Özgürlük Türküsü, FOSEM, AGHS, Ayşe Nil Halk
Kütüphanesi, Okmeydanı Halk Kültür Merkezi ve Kültür Sanatta Tavır Dergisi
ve yaptıkları yazılı açıklamalarla protesto ettiler. •
HACI BEKTAŞ-1 VELİ ANMA TÖRENİ YAPILDI
Geleneksel Hacı Bektaş-ı Veli Anma Törenleri'nin 35.si, Nevşehir'in Hacı
Bektaş ilçesinde yapıldı. 15 Ağustos Cumartesi günü yapılan açılış törenlerinin
ardından, çeşitli müzik grupları ve yerel sanatçılar müzik dinletileri verdi. Et
kinlikler, Pir Sultan Abdal Derneği'nin hazırladığı "Sivas Katliamı" m anlatan
slayt gösterisi ve söyleşilerle devam etti. Etkinlikler, semah gösterileri ve halk
oyunlarının ardından 18 Ağustos Salı günü sona erdi. Anma törenlerinde der
gimiz de açtığı bir standla yeraldı..
Geleneksel olarak yapılan Hacı Bektaş-ı Veli Törenleri'ne katılım, beledi
yenin yaptığı çalışmaların yetersizliği dolayısıyla fazla olmadı. •
46
KISA KISA
Grup Yorum
25 Temmuz 1998;
Okmeydanı Sibel Yalçın Direni;
Parkı'nda, '96 Ölüm Orucu şehitleri için
düzenlenen anmaya katılarak bir dinleti
verdi.
26 Temmuz 1998;
idil Kültür Merkezi tarafından, '96
Ölüm Orucu şehidi Ayçe İdil Erkmen'in
mezarı başında düzenlenen anmaya
katılarak "Mitralyöz" ve "Bize Ölüm Yok"
türkülerini seslendirdi.
26 Temmuz 1998;
Gazi Mahallesi'nde, '96 ölüm Orucu
şehitleri için düzenlenen anmaya katılarak
bir dinleti verdi.
26 Temmuz 1998;
Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi'nde, '96
Ölüm Orucu şehitleri İçin düzenlenen
anmaya katılarak bir dinleti verdi.
2 Ağustos 1998;
TMMOB üyesi mühendislerin
-düzenlediği motor gezisine katılarak bir
dinleti verdi.
12 Ağustos 1998;
Son albümü "Boran Fırtınası",
dinleyicileriyle buluştu.
16 Ağustos 1998;
Kadıköy Akyüz Kitabevi tarafından
düzenlenen imza gününe katıldı.
22 Ağustos 1998;
Izmit Fuarı'nda bir konser verdi.
Konseri yaklaşık 2500 kişi izledi.
' Özgürlük Türküsü
16 Ağustos 1998;
Zeytinburnu Halk Meclisi Girişimi
tarafından düzenlenen pikniğe katıldı.
KISA KISA
Ayşe Gülen Halk Sahnesi
25 Temmuz 1998;
Okmeydanı Sibel Yalçın Direni;
Parkı'nda düzenlenen Ölüm Orucu
şehitlerini anma programında "Karıncalar"
adlı oyununu sahneledi.
26 Temmuz 1998;
İdil Kültür Merkezi'nde, Ölüm Orucu
direnişini konu alan "Karanlığı YırtanlarBedrettin Yiğitleri" adlı oyununu
sahneledi.
26 Temmuz 1998;
İdil Kültür Merkezi tarafından, '96
Ölüm Orucu şehidi Ayçe İdil Erkmen'in
mezarı başında düzenlenen anmaya
katılarak bir şiir dinletisi sundu.
26 Temmuz 1998;
Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi'nde, Ölüm
Orucu şehitlerini anma programında,
"Karanlığı Yırtanlar-Bedrettin Yiğitleri"
adlı oyunundan bir bölüm sahneledi.
17 Ağustos 1998;
Avcılar Pazarı'nda "Af Değil Özgürlük"
isimli sokak oyununu sergilediler.
105.7
ÇEVRE RADYO'YA
90 GÜN
KAPATMA CEZASI
VERİLDİ.
Emeğin, Özgürlüğün, Kardeş
liğin Sesi 105.7 Çevre Radyo, 2
Temmuz 1998 tarihinde saat
15.00' da yayınladığı haber bülte
ninde, bir habere konu olan tutuk
lular için "Tutsaklar" ifadesi kul
lanıldığı ve yayınlanan bir müzik
parçasının sözlerinin " Toplumu
şiddet, terör ve etnik ayrımcılığa
sevk ettiği , toplumda nefret duy
guları oluşturacak yayınlara imkan verdiği gerekçesiyle 90 gün kapatıldı.
Gerekçe olarak Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)' nun 3984
sayılı kanununun 4. maddesinin (g) bendi hükmünün ihlali olarak gös
terilen kapatma cezası, 19 Ağustos 1998 Çarşamba günü saat 00.00
dan itibaren yürürlüğe girdi.
Bilindiği gibi Emeğin, Özgürlüğün, Kardeşliğin Sesi 105.7 Çevre
Radyo 15 Mayıs 1998 tarihinde yine aynı gerekçelerle 30 gün süre ile
kapatılmıştı.
Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)' nun açıklamasında" 3984
sayılı kanunun 4. maddesinin (g) fıkrasının tekrar ihlal edilmesi halin
de 33. maddenin 2. fıkrası gereğince, ihlalin ağırlığına göre radyoya
uygulanan kapatma cezası 1 yıla kadar uygulanacağı veya yayın iz
ninin iptal edileceğini" duyurmuştur. Bu arada 95.1 Özgür Radyo da
benzer gerekçelerle aynı tarihte yine üç ay kapatıldı.
RTÜK'ün bu ceza yağmurundan diğer televizyon ve radyo kurumlarıda bolca nasibini aldı. •
Grup Günışığı
25 Temmuz 1998;
'96 Ölüm Orucu şehidi Müjdat Yanat'ın
mezarı başında gerçekleştirilen anmaya
katılarak bir dinleti verdi.
26 Temmuz 1998;
Denizli İHD'nin '96 Ölüm Orucu
şehitleri anısına düzenlediği "Ölümü
Yenenlerin Anısına" adlı geceye katıldı.
2 Ağustos 1998;
Kuşadası'nda, '96 Ölüm Orucu şehitleri
için düzenlenen bir pikniğe katıldı.
KARİKATÜRİST
DOĞAN GÜZEL TUTUKLANDI.
"Qırıx" adlı karikatür bandının çizerliğini yapan Doğan Güzel, 31
Temmuz 1998 Cuma günü Beyoğlunda "şüpheli" olduğu gerekçesiyle
gözaltına alındı. Üç gün süreyle Beyoğlu Merkez Karakolu'nda tutu
lan Doğan Güzel, çizdiği karikatürlerin "Türkiye Cumhuriyeti Devle
ti'nin manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif ettiği" gerekçesiyle 3 Ağus
tos 1998 tarihinde çıkarıldığı Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından
tutuklandı.
Devletin, kendine muhalif sanat yapan bütün sanatçılar üzerinde
estirdiği terörü protesto ediyor, karikatürist Doğan Güzel'in, enkısa
sürede özgürlüğüne kavuşmasını istiyoruz. •
47
HALK ŞENLİĞİ AFİŞİ ASAN ÜÇ KİŞİYE TUTUKLAMA
Bem-Sen adına tertip komitesinin düzenlediği, Grup Yorum'un da katılacağı Halk Şenliği'ne valilik tarafın
dan izin verilmedi. Öte yandan, Halk Şenliği afişi asan üç kişi tutuklandı. Gençlik Parkı Açıkhava Tiyatrosu'nda gerçekleştirilecek olan ve Grup Yorum'un yanı sıra Grup Harman Yeri, halk ozanlarından Ali Kocaoğlu
ve Aydın Günönü'nde katılacağı halk şenliğinin afişlerini asan Uç kişiyi polis arkalarından ateş ederek gözaltına
aldı. Dört gün süren işkenceli sorguların ardından Evrim Turan, Şerif Turunç ve İnanç Yaman tutuklanarak An
kara Merkez Kapalı Hapishansi'ne gönderildiler. Konuyla ilgili açıklama yapan Tertip Komitesi halk
muhalefetinden korkanlar halkın acısını, sevincini, coşkusunu, umudunu türkülerini de dile getirmesinden kork
tuklarını belirttiler. •
LİSE KİTAPLARINDA, TALİM TERBİYE KURULU ENGELİ:
NAZIM HİKMET VE AZİZ NESİN YASAK!
Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü Komisyonu tarafından hazırlanan Lise 1 Türk Dili ve Edebiyatı kitabı,
serbest okuma parçalarında Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Melih Cevdet Anday, Nermi Uygur ve Ataol
Behramoğlu'nun eserlerine yer verildiği gerekçesiyle, Talim ve Terbiye Kurulu İnceleme Komisyonu tarafından
reddedildi.
Talim Terbiye Kurulu'nun, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Melih Cevdet Anday, Nermi Uygur ve Ataol
Behramoğlu'nun eserlerinin yer aldığı Lise 1 Edebiyat kitabını reddetmesi, Nazım Hikmet Kültür ve Sanat
Vakfı, Pen Yazarlar Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Edebiyatçılar Derneği'ni tarafından yapılan ortak
bir açıklamayla protesto edildi.
Yapılan ortak açıklamada; "Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü Komisyonu'nca hazırlanan ve serbest okma
parçalarında Nazım Hikmet ve Aziz Nesin'in yapıtlarına yer veren Lise 1 Türk Dili ve Edebiyatı kitabının Talim
Terbiye Kurulu İnceleme Komisyonu tarafından yasaklanması, Milli Eğitim Bakanlığı içindeki gerici güçlerin
ne denli etkin konumda olduklarını birkez daha göstermiştir. Ülkemizin aydınlık bir geleceği, çağdaş dünyada
saygın bir yeri olsun istiyorsak, önce çocuklarımıza çağdaş yaşam kültürünü verecek eğitim olanaklarını
sağlamalıyız. Çağdaş edebiyata yer vermeyen bir eğitim sistemiyle çağdaş bireyler yetiştirebilme olanağı
yoktur." denildi.
Talim Terbiye Kurulu tarafından yasaklamaya gerekçe olarak gösterilen yazarların ortak özelliği; eserlerinde
halkın dertlerini, acılarını, sevinçlerini ve toplumsal sorunları konu alıyor olmalarıdır. Bu durum, açıktır ki,
gençliği talim(!) ve terbiye(!) etmek isteyenlerin işine gelmemektedir. Ülkemizin gençliğinin Nazım Hikmet'le,
Aziz Nesin'le buluşması, böylesi yöntemlerle engellenemez. Çünkü onların kökleri, egemenlerin
düşünemeyeceği kadar derinlerdedir. Bu kökleri koparmaya, hiçbir kişi ya da kurumun gücü yetmeyecektir.
DÜZELTME!
Dergimizin Ağustos '98
tarihli 7. say ısında, film
aşamasındaki bir yanlışlıktan
dolayı, ön kapaktaki logomuz
yanlış basılmıştır.
Suat Parlar'ın Yeni Kitabı
Kirli İşler
İmparatorluğu
Uyuşturucu Kaçakçılığı-Mafya-Devlet
Doğrusu; bu sayımızda
basıldığı gibidir.
Düzeltir, tüm okurlarımızdan
özür dileriz. •
48
ÇIKTIK!..
Benzer belgeler
İndirmek İçin Tıklayınız!
Halklar, tarih boyunca hak ve öz
gürlüklerini egemenlerin gerici, baskı
cı sistemlerine karşı büyük bedeller
ödeyerek elde etmiştir. Bugün burju
vazi dünya çapında, insanlığın kazan
mış olduğu ...
İndirmek İçin Tıklayınız!
İdil Kültür Sanat Bilimsel Araştırma Yay. Org. Film. Tic. San. Ltd. Şti. tarafından yayınlanmaktadır.
Sahibi
İrşad Aydın
Taksim
Ayşe Nil Halk Kütüphanesi
İstiklal Cd. Korsan Çıkmazı
Saadet Apt.4/2 ...