İndirmek İçin Tıklayınız!
Transkript
İndirmek İçin Tıklayınız!
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
1
kültür ve sanatta
halktan yana
TAVIR
BU SAYIDA
aylık sanat dergisi
aralık'96
sayı: 4
anadolu kültür sanat
bilimsel araştırma
yay. org. film. tic. san. ltd. şti.
adına sahibi:
sadık çelik
yazıişleri müdürü
hüseyin avni akkaya
yazışma adresi
anadolu halk kültür sanat merkezi
şahkulu mah.
ilk belediye cad. no:10/3
beyoğlu/istanbul
tel/fax:(0212) 243 03 13
iletişim adresleri:
Okmeydanı halk kültür merkezi
piyalepaşa cad. no: 148
okmeydanı/istanbul
izmir
ege kültür ve sanat merkezi
859 sok. no:5/A saray işhanı konak
ankara
ekin sanat merkezi
sağlık sok. no:28/7 sıhhiye
adana
inönü cad. aydın işhanı kat:5 no:505
tel:(0322) 352 17 44
2
Tavır
Aydın-Sanatçı Meclisleri
3
Tavır
Görüşler/Öneriler
6
Tavır
Gökyüzünün Yedi Rengi-2 12
İbrahim
14
Sadık Çelik
Belgesel Habercilik
17
Can Dündar
Hangi Çatlı'nın Fikri?
18
Hakan Alak
Yürek Büyüdükçe
Korkular Küçülür
20
Nu Jiyan
Özgürlük Türküsü
22
Hasan İzzettin Dinamo
24
Meliha Çobana
25
Barış Yıldırım
26
Pınar Arda
28
Yasemin Özdemir
36
Hayati Azim
38
Tavır
Bir Film: Işıklar Sönmesin 42
Tavır
Ateşin
İşçileri
Zımex'te Çarpar Yüreğim
Şeyh Bedreddin
Ayaklanması-3
Mektup Göndermişsin, Aldım
ofset hazırlık:
tavır yayınları
baskı:
gürtaş ofset
ön kapak fotoğrafı: Brian Griffin
arka kapak resmi : Helmut Goettl
kapak içi fotoğraf: Güler Çelik (FOSEM)
Karaca
Sanatçı, Savaşçı Kadın:
Ayçe İdil
Tersine Döndürecek O Çarkı
Yürek Gücümüz
duisburg/almanya
hagedom str. 15, 47169 duisburg
tel:(00 49 203) 40 11 26
abone koşulları
(6 aylık) 450.000.-TL
(1 yıllık) 900.000.-TL
hesap no
(TL): 1116-0317930
işbankası ortaköy-istanbul şb.
(DM): 1011-3168468
işbankası beyoğlu-istanbul şb.
Merhaba
Röportaj/Mustafa
Altıoklar
Kızılcık Şerbeti
43
Menderes Samancılar
Karikatür
44
Yarın Bizimdir/Nota
45
Grup Yorum
Haber/Yorum
46
Tavır
TAVIR ARALIK 1996
2
MERHABA
S a p s a r ı bir ışık s e l i n i n y a t a ğ ı n a set çekip bizi g ü n e ş s i z , h a v a s ı z
b ı r a k t ı l a r . T o p l a n d ı l a r . . . K a r a bir b u l u t gibi ç ö k t ü l e r A n a d o l u
t o p r a k l a r ı n ı n üzerine. Bereketli tarlalarımızın n u r u n u çekip
aldılar; onu kıraç, verimsiz tarlalara çevirdiler.
O n l a r d a h a güzel evlerde yaşasın, daha çok yesin, daha çok
t ü k e t s i n diye; en güzel ç o c u k l u k g ü n l e r i m i z d e bir b a h ç e d e
sırılsıklam terleyerek koşmadık, salıncakta sallanmadık. Soğukta
simit, p a z a r d a l i m o n s a t t ı k ; bir t a m i r h a n e d e yağın, p a s ı n , k i r i n
içinde tanıdık yaşamı. Gençlik çağımızda yokluğa, yoksulluğa ayak
d i r e d i k ; bir l o k m a için k a n ı m ı z ı terimize k a t t ı k . Yoksulluğa
ş ü k r e t m e y i d a y a t t ı l a r b i z e . S e k i z i n d e işe g i t t i k , y i r m i s i n d e
evlendik, kırkında öldük...
O y s a y a n ı b a ş ı m ı z d a y d ı b o l l u k . Ballı ç ö r e k l e r , t a d ı n a d o y u l m a z
t u l u m peynirleri ve d a h a nice bereket... U z a n a m ı y o r d u k . H e m e n
yanımızda ama çok da uzaktı bize. Ancak onlar lütfettiğinde
yiyebilirdik. O z a m a n da aşımıza zehir akıyor, paraya kan
bulaşıyor, giydiğimize leke d e ğ i y o r d u . Çul giyer, aç gezer yine de
almazdık, harama el uzatmazdık; uzatmadık.
Onlar ceplerini halkın paralarıyla doldururken halk aç kaldı,
ç o c u ğ u n u o k u t a m a y a n bir b a b a i n t i h a r d a g ö r d ü k u r t u l u ş u n u ; bir
ipi d o l a y ı p b o ğ a z ı n a son verdi y a ş a m ı n a .
Onlar vatanımızı mahpusa çevirirken ve bu mahpusa ördükleri
her tel için ö d ü l l e n d i r i l i r k e n , bizim genç kızlarımız k a r a n l ı k
caddelerde bedenini satıyordu; beyaz zehir akıyordu kıpkırmızı,
t e r t e m i z k a n ı n d o l a ş t ı ğ ı d a m a r l a r a . H e r g ü n bir y a p r a k s o l u y o r d u
insanlık b a h ç e s i n d e , bir yıldız k a y ı y o r d u g ö k y ü z ü n d e n .
K ö y l e r i m i z i , o r m a n l a r ı m ı z ı , e v l e r i m i z i a t e ş e , d u m a n a , ise
boğdular. D u m a n dağıldığında yanmış, yıkılmış y u r d u m u z u
gördük.
Şırıl şırıl a k a n d e r e l e r i n h u z u r v e r e n sesini değil a k a n k a n l a r ı n
sıcaklığını d u y d u k , sefaleti g ö r d ü k , k u r ş u n yangınını bağrımızda
hissettik.
Ve isyan ettik!
Dağlardan aktı isyanımız; kondulardan, fabrikalardan taştı
kentin saraylarına.
Şimdi daha da büyüyor;
Fuhuşun, uyuşturucunun ve yozluğun, bunca zulmün, baskının
ve sefaletin sorumlularını; halkın tepesine çöreklenmiş çeteleri
mahkum ediyoruz.
Üretimlerimizi özgürce yaratabilmek, sergileyebilmek,
d ü ş ü n c e l e r i m i z i özgürce ifade edebilmek için, h a l k ı n a y d ı n l a r ı n ı n
ü z e r i n d e bir baskı c e n d e r e s i k u r a n bu çeteleri m a h k u m e d i y o r u z
isyanımızla.
D ö r d ü n c ü s a y ı m ı z d a h e p i n i z i k u c a k l ı y o r u z . Bir s o n r a k i
sayımızda görüşmek dileğiyle...
Dostlukla...
T A V I R ARALIK 1 9 9 6
3
TAVIR
AYDIN VE SANATÇILARIN SORUNLARININ ÇÖZÜMÜ
A Y D I N - S A N A T Ç I MECLİSLERİ'DİR
A
ydın-sanatçı kesimin
üretim ve faaliyetle
rinde karşılaştıkları
doğrudan ya da do
laylı engeller; kuşku
suz sistemin politika
larından kaynaklan
maktadır. Düzene bir
şekilde muhalif olan her aydın-sa
natçı yasal ya da keyfi bir zorla ve
engellemelerle karşılaşabiliyor. Kültür-sanat kurumlarından mesleki ör
gütlenmelere kadar pek çok yapı,
halk için üretimlerini sağlayacak ko
şullarda bulunmak yerine, yıllardır iş
levleri önündeki engelleri aşmak için
çırpınmakta, doğal olarak da bu çır
pınışlar içerisinde boğulmaktalar. Ve
gerçek olan şu ki; engellerin büyük
lüğü karşısında umutsuzluk, yılgınlık
ve bunların getirdiği, kişiselliğe ka
dar varan çekişmeler, ayrışmalar,
küskünlükler bugün ön plandadır. Ve
daha da ötesi bu gerçeklik, süreç
içerisinde sorunları tartışmamaya,
hatta giderek düşünmemeye, kafa
yormamaya kadar varmıştır. Bu du
rum yalnızca kültür-sanat örgütlülük
lerinde değil, zor koşullar, olanaksız
lıklar içinde üretimlerini devam ettir
meye çalışan, kendi özgünlükleri
içinde farklı sorunlarla uğraşan sa
natsal gruplar, topluluklar ve bireyler
için de geçerli.
Birer dev haline gelmiş ve yıkıl
maz gibi görünen sorunlarımızı aş
mak için gösterilecek çabaların, bir
araya gelindiğinde daha verimli ola
cağı inancıyla tartışmaya açtığımız
"Aydın-Sanatçı Meclisleri" önerisi;
konuyu açtığımız aydınlar ve sanat
çıların bir çok sorusunu ve kimi kay
gılarını da gündeme getirdi:
"Bu birliğin işleyişi nasıl ola
cak?", "Her kafadan bir ses çıkacak
mı?", "Birey olarak mı gelinecek, ku
rum olarak mı?", "Kimler çağrılıyor,
herkes gelecek mi?", "Şu, şu insan
lar ne zaman bir soruna sahip çık
mışlar ki, böylesi bir birliktelikte yeralacaklar?", "Ben, kendi adıma baş
kalarının konuşacağı bir birliğe kar
şıyım. ", "Bir görüşe angaje olmuş gir
bi görünmek istemiyorum.", "Benzeri
birçok örnek yaşandı, ama kısır tar
tışmalar sonucu dağıldı, aynı olum
suzlukları yaşamak istemiyorum.",
"Bu bir tür dernek m olacak?", "Bu
kadar geniş tutulması meclisleri şekilsiz ve işlevsiz kılmaz mı?"...
Benzeri bir çok soru ve yaklaşım
sıralanabilir. Böylesi yaklaşımların
bir bölümü yukarıda da değindiğimiz
umutsuzlukların, yılgınlıkların başka
larına ve kendine güvensizliklerin, ki
şisel çekişmelerin getirdiği küskün
lüklerin kısacası sistemin engelleri
nin, yasaklarının ve empoze ettiği
yoz, çarpık kültür-sanat politikaları
nın aydın ve sanatçılara yansıması
sonucu olarak ortaya çıkıyor. Ancak
her ne olursa olsun bu soruların so
rulması ve daha da çeşitlenmesi ge
rektiğini düşünüyoruz. Çünkü bu so
rular cevaplanmadan, kimi kaygılar
ve tedirginlikler giderilmeden oluşa
cak bir birlik, daha baştan daralmaya
ve işlevsizleşmeye mahkum olacak
tır. Fakat şunu da belirtmek gerekir
ki, tüm bu soruları cevaplayacak, so
runları çözümleyecek olan da aydın
ve sanatçıların kendileridir. "Nasıl bir
işleyişken, "Meclisin kime mal olaca
ğı"na kadar önümüzde duran her so
ru ve kaygı bu konudaki görüş ye
önerilerin zenginliğiyle giderilebilir.
Ama daha da önemlisi, aydın ve sa
natçıların birlik konusundaki istekle
ri, ısrarları ve samimiyetleridir. An
cak böylesi bir içtenlik içerisinde ku
rulacak bir meclisin temelleri sağlam
olarak atılabilir, ilkeleri ortak olarak
saptanabilir, bir güven oluşturabilir,
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
demokratik bir işleyişe oturabilir.
Aydın-Sanatçı Meclisleri'nin
oluşturulması için atılacak olan ilk ve
en önemli adımın; böylesi bir birlikte
liğin gerekliliğine inanmak olduğunu
düşünüyoruz. Bu gerekliliğe inanç,
birliğin gerek oluşum sürecinde, ge
rekse oluştuktan sonraki süreçte or
taya çıkacak sorunları aşmada bir
yaklaşımı da beraberinde getirecek
tir. Bugünden öngörülemeyen bir
çok sorun çıkabilir karşımıza. Bu so
runlar sistemden kaynaklı ya da birli
ğin iç mekanizmalarının oluşması ve
oluşan mekanizmaların işleyişinden
kaynaklı olabilir. Katılan aydın ve sa
natçıların dünya görüşlerindeki kimi
farklılıklar; günlük yaşam içerisinde,
dışarıdan bakıldığında belki fındık
kabuğunu bile doldurmayacak kimi
küskünlükler, dargınlıklar; belki de
halklarımızın kültür-sanat yaşamına
ilişkin kalıcı üretimlerde bulunacak
ken, örneğin ekonomik ve ailevi ne
denlerden dolayı içine düşülen ticari
kaygıların yaratacağı problemler; alı
nacak kimi kararlarda görüş ve öneri
çeşitliliğinin zaman zaman karar al
manın önünü tıkayacak durumlar ya
ratabilmesi ve daha aklımıza gele
meyecek çok çeşitli sorunlar yaşa
nabilir. Ancak tüm bunlar meclisin
önünü tıkayan, gelişmesini engelle
yen değil tam tersi meclisin gereklili
ğini ve önemini bir kez daha vurgula
yan gerçekliklerdir. Çünkü bu sorun
lar, oluşturulması gereken böylesi bir
birlikten önce de vardı, şu anda da
yaşanıyor ama çözülemiyor ve aşıla
mıyor. Ve çözülemediği için de so
runlar giderek büyüyor, derinleşiyor,
altından kalkılamaz hale geliyor. So
runlar derinleştiği için umutsuzluk
hakim oluyor. Umudun olmadığı yer
de ise çözülme, çürüme başlıyor.
Umutsuz kalındığı için halktan ko
puk, hayatın acı gerçeklerine yaban
cılaşmış bir aydın-sanatçı tipi çıkıyor
ortaya. Ve tabi işlevsiz, üretemeyen,
üretse de anlaşılamayan ya da halk
la arası kopuk olduğu için ona ulaşa
mayan bir kesim olarak ortada duru
yor aydınlarımız, sanatçılarımız. Acı
ama gerçek olan budur.
Aydın ve Sanatçı Meclisleri'nin
bu nedenlerle oluşması gerektiğini
düşünüyoruz. Çünkü meclis, adı
üzerinde tartışma, söz ve karar alma
zeminidir. Ortaya çıkacak sorunlar
öncelikle olgun, anlayışlı, hoşgörülü,
ısrarlı, inançlı ve emekçi yaklaşım
larla çözülebilir.
Bu ise bir kültürdür; özümüzde
var olan ama yok olmaya yüz tutmuş
bir kültür. Farklıklarımızla ama bu
farklılıkları gölgede bırakacak ortak
yanlarımızla biraraya gelmek; hepi
mizde var olan ama özünde aynı
noktada odaklanan sorunlarımızı
paylaşmak ve çözümler üretmeye
çabalamak; birlikte kararlar alabil
mek ve alınan kararları hayata geçir
mek için adımlar atmak, çaba gös
termek; sorunlarımızı sahiplenmek;
yalnız olmadığımızı görebilmek ve
belki de en önemlisi özgüvenimize
tekrar sahip olabilmek; bunları da
demokratik ilkeler ve kurallar çerçe
vesine oturtabilmek... Tüm bunlar
yok edilmek istenen demokrasi kül
türünün kazanımları olarak ortaya çı
kacaktır, buna inanıyoruz.
Bir Örnek: Gazi Halk Meclisi
Meclislerin nasıl bir işleyiş meka
nizmasına sahip olacağına, o mecli
sin içerisinde yer alan kişi ve kurum
ların karar vermesi gerektiğini düşü
nüyoruz. Ancak bu konuda emekçi
halk kesimlerinin, kendi özgünlükleri
içinde başlattıkları benzeri çabaların
örnek alınabileceğini de düşünüyo
ruz. Bugün birçok emekçi mahallede
halk kesimleri hiçbir siyasal görüş ve
inanç farklılığı gözetmeksizin kendi
sorunlarına sahip çıkmak için "Halk
Meclisleri"nin adımlarını atıyorlar.
Özellikle Gazi Mahallesi halkının
kendi meclislerini oluşturduklarını
görebiliyoruz. Esnafından ev kadını
na, işçisinden emeklisine kadar ma
halle halkı tarafından seçilmiş yakla
şık 140 kişilik bir meclise sahip Gazi
Mahallesi. Yıllardır, hatta onyıllardır
o mahallede yaşayan, tüm mahalle
nin tanıdığı, sevip saydığı ve mahal
lenin sorunları için emek vermeye
aday olmuş insanlardan oluşan bir
meclis. Kararlar meclis tarafından ve
oy çokluğuyla alınıyor. Kendi içlerin
de komisyonlar oluşturmuşlar; esnaf
komisyonu, yerel sorunlar komisyo
nu, eğitim komisyonu, kadın komis
yonu, spor komisyonu, hukuk komis
yonu vs. Ayrıca 5 kişilik bir "sözcü
lük" kurumu oluşturulmuş; kararları
halka ve kamuoyuna, basına duyur
mak için. Alınan kararlar ise yine
meclisin seçtiği bir kurul tarafından
organize ediliyor ve hayata geçiril
mesi sağlanıyor. Meclisin oluşum
sürecinden ve oluşturulmasından
bugüne kadar dört ya da beş ay geç
miş olmasına karşın ücretsiz sağlık
taraması, yaklaşık 80 yoksul çocu
ğun sünnet ettirilmesi gibi sonuç alı
cı kararları hayata geçirmiş Gazi
Halk Meclisi. Ayrıca okullardaki eği
tim sorununa ve öğretmen açığına el
atma, okuma-yazma bilmeyen çok
sayıda mahalle sakini için okumayazma kursları düzenleme, mahalle
içinde giderek artan atari ve bilardo
salonlarına karşılık, gençlerin sağlık
lı yetişmelerine katkıda bulunacak
sportif faaliyetlerde bulunma gibi bir
dizi de kararlar alınmış durumda.
Peki kimler girebiliyor bu meclise?
Bu sorunun cevabını da meclisin
kendisi veriyor. Mahallede yaşayan
ya da işyeri olan, 18 yaşını bitirmiş
ve halka karşı suç işlememiş herkes
bu meclisin üyesi olabiliyor. Hangi si
yasi görüşe sahip olursa olsun;
ANAPlı'sından Refahlı'sına, DSPli'sinden ÖDPli'sine ve devrimcilere
kadar her görüşten insan bu meclis içerisinde yer alabiliyor. Ancak bura
da meclis bir noktayı önemle vurgu
luyor. Hiç kimse meclis içerisinde
kendi siyasi görüşünü dayatamıyor,
propagandasını yapamıyor. Böylesi
yaklaşımlara kapalı olduklarını belir
tiyor meclis. Her kim olursa olsun
Gazi'nin sorunlarını sahiplenen ve
onun için çıkar gözetmeden emek
harcayan herkese açık Gazi Halk
Meclisi.
Halk Meclisleri konusunda bilgi
sahibi olan ve Gazi Halk Meclisi'nin
oluşumunu ve gelişmesini izleyen
aydın ve sanatçılarımız da coşkulu
sözlerle ifade ediyorlar böylesi bir
çalışmayı. Bu görüşlerden bir kaç ör
nek vermek istiyoruz:
Ataol Behramoğlu: Demokrasi
nin en dolaysız şekilde doğrudan
doğruya gerçekleşmesinin yolu; top
lumun bütün fertlerinin çeşitli top
lumsal temellerde örgütlenmesinden
geçmektedir... Halk yararına çalış
malara zorlanmak için de bu türden
dolaysız, birinci elden halk örgütlen
melerini son derece önemli ve yarar
lı buluyorum.
Öner Yağcı: Çürümüş bir sis
temde sistemin çürüyen yanlarını
halk kendi yöntemleriyle çürümekten
kurtarmaya çalışıyor. Bu hem siya
setin halklaşmasının hem de halkın
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
kendi geleceğine sahip çıkmasının
somut örneklerinden biridir. Böylesi
girişimlerin çoğalması, siyaseti bir
avuç soyguncunun sürdürdüğü bir
eylem olmaktan kurtaracaktır.
Esat Korkmaz: Onlarla görüşülmeli. Çünkü onların dilinden, onların
kafasından insanlara ulaşılması da
ha etkili ve doğru olacaktır. Halk
Meclisi doğrudan demokrasinin uy
gulandığı bir organ; herkes söz söy
leyebiliyor ve karar verebiliyor. Bun
lar da yaşama geçirilebiliyor.
İbrahim Karaca: ...edilgen ve
tek başına kalmamayı hatırlatıyor
bana... Yukarıdan aşağı politikanın
hayata yedirilmesi değil, hayatın
aşağıdan yukarı örgütlenmesi bura
da daha anlamlıdır. Halk Meclisleri
doğrudan demokrasinin bir adımıdır.
Ruhan Mavruk: Bu meclisin
bence en önemli özelliği bütünleştiri
ci olması. Değişik kültürlere mensup
insanları bütünleştirmek; sermaye
nin oyunlarına karşı bilinçli ve güçlü
kılar. Bu meclislerde kültürel-sanatsal gelişmeye katkıda bulunmaları
için, yaşamın sorumluluğunu taşıyan
tüm aydın ve sanatçılara çağrıda bu
lunuyorum.
Cengiz Gündoğdu: Halk, Halk
Meclisleri'nde insanın kendini nasıl
yönetebileceğini öğrenmeli... öğren
diğini de öğretmeli. Buna demokrasi
bilinci denir. Halk Meclisleri kısır
tartışmalarla, kısır kavgalarla heder
edilmemeli. Türkiye bu yoldan ay
dınlığa çıkar.
Haluk Gerger:... halka inisiyatif
sağlayan her girişim... özünde dev
rimcidir. Gazi mahallesi özgür İstan
bul ve giderek özgür Türkiye için
halk inisiyatiflerinin geliştiği ilk yer
lerden biridir.
Gazi Halk Meclisi'nin oluşum ve
işleyiş seyri ve diğer emekçi mahal
lelerin bu yöndeki çalışmaları, bir ör
nek teşkil etmesi açısından daha da
detaylandırılabilir. Kendi alanımıza
ilişkin bir birlikteliğin nasıl oluşturula
bileceğine ve işleyiş mekanizmala
rındaki demokratik ilkelerin nasıl
sağlanacağına ilişkin somut bir ör
nektir Gazi Halk Meclisi. Böylesi bir
işleyiş elbetteki alanımızın kendi öz
günlüğü içerisinde farklılıkları içere
cektir. Ancak öz olarak sorunlara ve
kendi geleceğimize sahip çıkmada,
herkesin söz ve karar sahibi olabil
mesinde, bütünleştirici özelliği ile
5
edilgenliğin ve tek başına kalmama
nın önüne geçebilmede ve bunların
doğal bir yansıması olarak da kültürsanat üretimlerini daha özgür kılabilmede bir olanak olacaktır Aydın ve
Sanatçı Meclisleri.
Aydın Sanatçı Meclisleri'nin
Kapsamı ve İşleyişi
Daha önceki yazılarımızda ve bu
yazımızın girişinde de vurguladığı
mız gibi; Aydın-Sanatçı Meclisle
ri'nin, muhalif olan, üretimlerinin ve
halkla bütünleşmesinin önü sistem
den kaynaklı tıkanan, her kişi ve ku
ruma açık olması gerektiğini düşü
nüyoruz. Daha açık bir ifadeyle, Ay
dın-Sanatçı Meclisleri'ne katılım en
geniş kesimi kapsayabilmelidir. Dü
zenle işbirliği içinde olmayan tüm ay
dın ve sanatçılar, meclisin doğal
üyesi sayılabilmelidirler.
Böylesine geniş bir katılımın
meclisi şekilsizleştireceği ve işlevsiz
kılacağı kanısında değiliz. Çünkü ya
şadığımız ülke gerçeğine baktığı
mızda, böylesi bir genişliğin gereklili
ği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Bu genişliğin oluşturulmasındaki en
temel nedenlerden birinin,' bugüne
kadar egemenlerin aydın ve sanatçı
lar üzerindeki ekonomik, siyasi, kül
türel tahakkümüne karşı çıkış olması
gerektiğini söyleyebiliriz. Yakın za
manda Yaşar Kemal'e, Şanar Yurdapan'a, Grup Yorum'a yönelik bas
kılar, aslında düzene muhalif tüm ay
dın ve sanatçıları da kapsamaktadır.
Böylesine geniş katılımlı bir meclisin
"şekilsiz" olacağı kaygısı, geçmişte
yaşadığımız olumsuzluklarımızın,
zaaflarımızın bir sonucundan başka
ne olabilir ki? Birbirimize böylesine
güvensiz ve tahammülsüz olmaya
hakkımız olmamalı. Oysa önemli
olan; meclis çatısı altında hangimizin
ne söylediği değil, birlikte ne düşü
nüp, ne karar alıp, ne yaptığımız ol
malıdır. Karşılıklı ikna yöntemi ve ço
ğunluğun almış olduğu karara uyma
mız ve o kararı kendi kararımız ola
rak sahiplenmemiz esas olabilmeli
dir. Böylesi bir demokratik işleyişe
katlanabilir miyiz? Bireysel kaygıları
mızı ve bencilliklerimizi ön plana çı
karmadan, birbirimizi bütünleyebilir
miyiz? Meclis işleyişi, böylesi sorula
ra vereceğimiz net cevaplarla bir
"demokratik tarz"a oturacaktır.
Mecliste yeralmak isteyen bir sa
natçı örneğin bir kurumun başkanı
ya da yöneticisiyse, bu o kişinin ku
rum adına mecliste yer almasını ge
rektirmez. Bu konudaki karar o kişi
nin ya da kurumun iradesine bağlı
dır. Elbetteki süreç içerisinde o aydın-sanatçının varlığı kurum temsil
ciliğine dönüşebilir: Bu da meclisin
güvenilirliği, işleyişindeki demokra
tiktik ve istikrarıyla ilgili bir durumdur.
Ve önemli bir yan olarak da, mecli
sin; içerisinde yeralan kurumlar üze
rinde hükmü olan, o kurumların iç iş
leyişine müdahale eden, bu noktada
bağlayıcı hükümlere varan bir yapı
olarak algılanmaması gerektiğini
vurgulamak istiyoruz. Tam tersi
meclislerin; içerisinde yeralan ku
rumların sorunlarına ilişkin emek
harcayan ve katkı sunan bir oluşum
olması gerektiğini düşünüyoruz. Ör
neğin yazarların, müzisyenlerin telif
hakları konusunda ya da sinema
emekçilerinin sendikal örgütlenmele
rinde yapılacak düzenlemelere iliş
kin çalışmalara, o alana ait olmayan
aydın-sanatçılar tarafından da des
tek verilebilir, oluşturulacak baskı
unsurunu güçlendirici bir sahiplenme
yaratılabilir.
Kuşkusuz, Aydın-Sanatçı Mec
lisleri'nin oluşturulmasına ilişkin detaylandırılması ve yanıtlanması ge
reken daha pek çok soru var. Ancak
önemli olanın varolan öneri ve dü
şüncelerin değerlendirilmesi, yeni
düşünce ve önerilerle beslenmesi,
bu önerilerin, birliği arzulayan ve ina
nan kişi ve kurumların da önerisi ha
line gelip ulaşılabilecek aydın ve sa
natçı kesimlerine götürülmesi oldu
ğunu düşünüyoruz. Bu, birlik çalış
malarını hızlandıracak ve giderek de
zenginleştirecektir.
Alınan kararlara saygılı, kısır tar
tışmalara düşmeyen ama tartışmak
tan da kaçınmayan, herkesin söz,
karar ve yetki sahibi olabileceği, de
mokratik bir kazam ma ve mevziye
dönüştürülebilecek Aydın-Sanatçı
Meclisleri'ni, iddialı ama emek veril
diğinde başarılabilecek bir birlik ça
lışması olarak ifade etmek istiyoruz.
Bunu başarmak da birbirimize gü
venmekten ve kenetlenmekten geçi
yor. İşte bu noktada yoz ve çarpık
düzenin, halk kesimlerinden koparıp
kendi pisliğine çekmek istediği biz
aydın ve sanatçılar, ülkemiz için çok
önemli bir işlevi yerine getireceğiz. •
6
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
RÖPORTAJ
AYDIN-SANATÇl MECLİSLERİ ÜZERİNE
GÖRÜŞLER VE ÖNERİLER -2füsun erbulak
tiyatro sanatçısı-yazar
Aydın-sanatçıların
ülkemizde
yaşanan sorunlara duyarlı olmak
ve kendi sorunlarını sahiplenmek
konusunda istekleri olmasına kar
şın, bu örgütlü bir çabaya dönüş
müyor. Bunun önündeki engeller
sizce nelerdir?
Sanıyorum işin niteliğinden kay
naklanan bir şey bu. Mesela eskiden
TİSEN vardı; Tiyatro Oyuncuları
Sendikası. Sonra TODER oldu; Ti
yatro Oyuncuları Derneği. Tiyatro
konusunda deneyimim olduğu için o
kanaldan yanıtlamaya çalışıyorum.
Şimdi insanın oraya aidat ödemesi
gerekiyor. Oyuncu işsiz kaldığında ,
orası size iş bulmadığı için gene siz
kendiniz iş buluyorsunuz. Aidat bile ödenmemekte sarfi nazar edili
yor genelde. İkincisi, gemisini kurta
ran kaptan gibi insanlar tek tek kendi
sorunlarını halletme yoluna gidiyor
lar. Dolayısıyla da böyle bir örgütlen
menin bire bir yararı olmadığı düşün
cesine kapılıyorum. Ancak devrimci
bir politika yürütecek de, başka türlü
yararları olduğunu düşünücek. İde
olojik yararları olduğunu düşünücek.
Öyle bir durum da yok. Şimdiki tiyat
rocularda, özellikle şarkıcılarda belki
vardır bilmiyorum. Dolayısıyla boş
veriliyor. Ya zaman ayrılmıyor, kendi
kendilerine okuyorlar ama topyekün
bir kültür faaliyetine pek yanaşmıyor
lar diye düşünüyorum. Çok mutluluk
veren bir iş, bire bir olarak yani, sah
neye çıktığı anda o kadar keyif alıyor
ki, oynadığı oyunun niteliği ne olursa
olsun işsiz kalmamak en büyük dert
oluyor. Dolayısıyla da böyle bir ör
gütlülüğü kendisine dayatmıyor. Bir
işçi sendikasında olduğu gibi ya da
bir emekçi olarak para kazanmak
için çalışıp tat almadan çalışılan in
sanlar daha kolay örgütleniyorlar di
ye düşünüyorum .
Bir sendika ya da vakıf örgüt
lenmesi gibi değil de, tüm sanat
dallarını kapsayan, geniş katılım
ve ortak duyarlılıklarla gelişebile
cek bir aydın-sanatçı örgütlenme
si yaratılamaz mı?
inanın ki bilmiyorum. Yani biz öy
le insanlarız ki, duyarlıyız muhak
kak... Acıma duygularımız çok geliş
miş, cenazelerde falan o tabutu kal
dırabilmek için... işte şimdi de bir ar
kadaşımız var gene hastanenin bi
rinde ölüyor (Duygu Ankara). Para
yok, pul yok.
Hadi Çaman çok duyarlı bir in
sandır. Hep cenazelerde o konuşur,
bütün yükleri o kaldırır, sahnesini
açar, ta mezara kadar gider, gelir fi
lan, öyle bir şeyi var onun. Yani acı
ma duygusunun ağır bastığı konular
da yardımlaşırız da onun dışında
pek bir ihtiyaç olmuyor herhalde .
Özellikle
ülke
gerçeklerine
karşı bir duyarlılık geliştirme anla
mında böyle oluyor galiba.
Hayır. Hiç öyle birşey yok. İnanın
yani
kesinlikle
yok.
Teorik
kitapları yutmuş olan insanlar bile
eskiden, ya da hala Marksist olan in
sanlar bile, sosyalizme inanan, ko
münizmin gelmesini umut eden ve
bunun ille geleceğine de bilimsel ola
rak inanan insanlar dahi bu gereği
duymuyor. Sanıyorum çok paraya
endeksli olduk. Dolar bazında yaşı
yoruz. İşin ideolojik yanı ağır basmı
yor, daha maddeci bir duruma gelin
di . Allahımız para oldu diye düşünü
yorum.
Mesela Ölüm Orucu sürecinde
daha geniş bir aydın-sanatçı kesi
minin ortak bir şekilde gösterdik
leri bir tavrı, tepkisi oluşsaydı bel
ki de ölümler henüz yaşanmadan
daha güzel sonuçlar yaratılabilir
di.
Çok çok iyi olur da, lafınızı unut
mayın gene şöyle bir şeyde inanç
sızlığımız var bizim. Sanatçılar veya
emekçi sanatçılar olarak fazla ciddi
ye alınmıyoruz. Bir imza kampanya
sı yapılmıştı, bunu unuttum. O sıra
da Altan Erbulak'la da görüşülüyor
du. Altan gidiyordu, geliyordu Anka
ra'ya. Türkan Şoray'dan İbrahim Tatlıses'e herkes imzalamıştı. Çok fazla
bir ilgi, hapishanenin durumlarının
iyileştirilmesi ile ilgiliydi yanılmıyor
sam. Demişti ki; yani hepimizi tutuk
layabilirlerdi ama stadyum bile yet
meyecekti.
12 Eylül'den sonra imzalanan
Aydınlar Dilekçesi'nden bahsedi
yorsunuz.
Evet. Fakat hiçbir ağırlığı olmadı.
Yani bütün sanatçılar, milyonlarca
insan bile Avrupa'da belki çok ciddi
ye alınır, onların bir kararı, bir tepkisi
vardır ama bize vızıltı gibi geliyor.
Dolayısıyla birey de kendi başını
derde soktuğu halde hiçbir işe yara
mayacağını bildiği için baştan sarfı
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
nazar ediyor. Bu işe ben bulaşmaya
yım diyor, kenarda kalıyor. Yani Jean Paul Sartre... gibi ağırlığımız yok.
Cezayir savaşında Sartre hapise gir
diğinde savaşı durdurmaya kadar bir
etkisi olabildi. Bizde öyle birşey yok.
Yani çok fazla bir ağırlığımız ya da
bir ciddiye alınırlığımız yok. Kırk yıl
da bir bizi köşke çağırırlar, bazıları
mız protesto ederiz, gitmeyiz Cum
hurbaşkanlığı köşküne o kadar. Ara
da bir para yardımı yaparlar. Tiyatrolara yapmıyorlar mesela. Yani sana
tı isteyen bir toplum değil ya da ciddi
ye alıp saygı duyan bir toplum değil.
Biz devlet taralından hasta insanlar
olarak değerlendiriliyoruz; bu işi çok
seven, çok tasalanan, canını verme
ye hazır, para kazanmadan bu işi
yapmaya hazır bir takım evlekler.
Yani Türkiye koşullarında, 20.yy'da
ciddiye alınan bir konu değil sanat.
Cezaevlerinde birçok yazar ve
aydın var. Egemenlerin, gerçekle
ri ifade eden insanlara karşı gös
terdiği bu politikaları geriletecek
bir birliktelik oluşturulabilir.
Hiç bilmiyorum. İnanın ki bilmiyo
rum. Ben zaten sanıyorum oldukça
da yaşlıyım artık. Gerek tiyatro ya
parken, gerek yazınsal serüvenimi
gerçekleştirirken çözüm hiç bir za
man öneremedim, hiç bir zaman bir
çare bulamadım ki. Ancak sergile
meyi iyi biliyorum, yani durum nedir,
saptayabiliyorum, görüyorum. Hatta
hep o tip oyunları, o tip romanları se
viyorum. Ama çözüm?.. Ne yapılabi
lir, hakikaten bilmiyorum. Çok ka
ramsarım, yani bir nihilist olacak ka
dar karamsarım.
Biz Aydın-Sanatçı Meclisleri'ni
önerirken bu cephe, çok kısa va
dede, dört dörtlük bir çalışma
temposuyla çalışarak sorunları
bir anda çözecektir demiyoruz.
Ama sanatçıların ve aydınların
kendi sorunlarını ele alıp çözüm
konusunda ciddi adımlar atabile
ceği bir birliktelik olmalı diyoruz.
Bu düşünce konusunda neler
söyleyebilirsiniz? Yani Aydın-Sa
natçı Meclislerini'ni yaratmak ola
naksız mı?
Şimdi ben çok karamsarım. Bunu
böyle yanıtlamak istemezdim. Ama
hem iş kolunu çok iyi tanıyorum,
hem de bu iş kolundaki insanları çok
iyi tanıyorum. Çok bencil insanlar sa
natçılar. Yani küçük başarılarla çok
çabuk avunabilen, çok çabuk mutlu
olan, gezmeye, tozmaya, yemeye,
içmeye çok meraklı oldukları için
böyle bir cepheyi oluşturabilecekleri
ne kesinlikle inanmıyorum. Özellikle
tiyatroculara. Çünkü zaman bula
mazlar. Senede bir kere bir toplantı
yapsanız gelmezler. Zaten sendika
larda o ilk günler toplantıya katılma
şartı konulur, ancak sonradan üç
beş kişiyle yürür. Yani o tip bir örgüt
lülüğümüz olmadı, olamadı. Niye,
bilmiyorum. Bencillikle mi ilgili? Ben
kendi derdimi kendim hallederim de
orada gidip laga luga dinleyeceğim
diye mi, bilmiyorum. Ağızları laf ya
pan insanlar fakat, dinlemeye alış
mış insanlar değil. Okurlar ama din
lemezler. Oynamaya gelmezler, yani
çok oldu bunlar. Cepheyle ilgili olma
yan meselelerde, ideolojik olmayan
birşeyde dahi, yani kaç para yevmi
ye alınacak gibi doğrudan ilgilendi
ren konularda bile bir arada bulunup
da bir güç birliği yapmazlar. Dolayı
sıyla bu cepheye kim katılır önce
saptamak lazım, değil mi? Fransa'da
Fransızca ya da İngilizce oyunlar oy
nuyor. Oradan öbür tarafa turnelere
gidiyor, yani kendi başarısıyla o ka
dar sarhoş ki, solcu olmasına rağ
men, her çıktığı televizyon progra
mında Nazım Hikmet'ten şiirler oku
masına rağmen bu tip birşeyde fay
dalı olmaz. Onların dışında Ferhan
Şensoy geliyor aklıma. Komedilerini
daha güzel yazmak, matrak bir film
çevirmek gibi şeylerle o kadar meş
gul ki, iki de çocuğuyla ve günde üç
oyun oynuyor. 3-6-9 oynuyor, peri
şan oluyor zaten, kendine ayıracak
zamanı kalmadı. İşte hep burdan gi
rer burdan çıkar. Ama imza atar, bir
bildiri götürseniz meclis konusunda
ne diyorsunuz diye, "destekliyoruz"
der ama fiili olarak destekleyeceğini
sanmıyorum. Zaman yetmez ya da
üşenir, sıkılır. İnşallah yanılırım.
Kimdir bunu yapabilecek, yani on ki
şi çıksa, sizin gibi böyle dört tanesi,
olacak bu iş, oldu derim. Daha doğ
rusu o on kişi her an değişir. Bir ay
on kişi, bir başka ay başka on kişi,
yirmi kişi birden hiç bir zaman ola
maz.
Hep belli süreçler dayattığında
bir araya gelmiş sanatçılar. Örne
ğin 1991 yılındaki emperyalist sa
vaş döneminde Amerikan Konso
losluğu'nun önünde "Emperyalist
Savaşa Son" pankartı açılmıştı
ama bakıyorsunuz hep dönemsel
şeyler bunlar. Ölüm Orucu süre
cinde sanatçıların bir açlık grevi
var. Bunların hepsi birbirinden
kopuk. Sine-Sen'in yaptığı bir ba
sın açıklaması vardı Şanar Yurdatapan'la ilgili. Şanar Yurdatapan'ın başına gelenler bugün her
kesin yaşadığı, yaşayabileceği bir
olay.
Ne yapar sahiplenirse? İmza top
lar, Cumhuriyette imza çıkar, işte
başka birşey yapmaz, yapamaz yani
somut olarak ne yapılabilir?
İsmail Beşikçi'nin, Işık Yurtçu'nun, Şanar Yurdatapan'ın ce
zaevinde olması insanların vicda
nında bir rahatsızlık yaratmıyor
mu?
Çok hayati birşey değil tabii. Oy
sa şöyle biraz rahatsızlık yaratmalı,
yani kendimizi o insanın yerine koya
rak ya da başka insanlar da olabilir.
Bırakalım politik, aslında en
insani temelde duyarlılığımız ol
malı. İşte bunların hepsini ele ala
bilecek ve çözümler üretecek
meclislerimiz mutlaka yaratılmalı
diyoruz. Zor da olsa, güçte olsa
yaratılmalı.
Ö zaman herhalde sayısal olarak
çok kısıtlı tutmak lazım. Biraz solcu
olan, bilinçti olan insanlar kendilikle
rinden katılırsa belli bir sayısal ço
ğalma olabilir. Yani işin başında bu
Kültür Cephesi'ni çok geniş tutmak
mümkün değildir gibime geliyor.
Kimse buna hayır demez. Asgari bir
insan sayısı lazım işi götürecek olan,
toplanacak olan, basın bildirisi yapa
cak olan ve hapishaneye ziyarete gi
decek olan... angaryasını çekecek
insan grubu olursa... çok geniş kap
samlı bir cephe olabileceğini ben
pek ümit etmiyorum. Her tarafa bir
den ulaşmak lazım tabi, mesela dev
let tiyatrosunun bir sürü kentte şube
si var, şehir tiyatrosunun burda 5-6
tane tiyatrosu var. Önce onlarla başlansa, sonra şarkıcı grupları... Tek
tek şarkıcılar yazarlar nasıl örgütle
nir? Ne kadar gelirler? Ama cephe
ne demektir? Hiç değilse 365 günün
100 gününü oraya verecek insan de
mektir ya da 50 gününü. Öyle bir in
san düşünemiyorum ben.
Bizce geniş katılımlı olması
önemli. Meclis, farklı düşünen in
sanların ortak kararlar çıkarabildi-
8
TAVIR ARALIK 1996
ği zeminlerdir. Yani farklı düşün
celerin ifade edildiği, olumlu tar
tışmaların yaşandığı, çelişkilerin
çözüldüğü ve o yabancılaşmanın,
kopukluğun giderildiği, sanatçıla
rın yakınlaşmasının dayanışması
nın öne çıktığı, güçlendiği zemin
lerdir.
İşte bir başlamak lazım demek ki.
Ucundan bir başlamak sonra yaşa
dıkça görmek. Yani bunun zaten bir
reçetesi olabileceğini sanmıyorum.
Çok geniş, sayısal olarak çok geniş
bir platformda yürüyebileceğini ben
sanmıyorum. Yani ben ayda 100 bin
lira bile verebileceklerini tahmin et
miyorum. Disiplinli olarak her ay bı
rak i milyonu, 100 bin lira dahi ver
mezler. Ben bile Yazarlar Sendika
sına iki senedir aidat ödemedim.
Güvenmediğim için ödemedim.
Gençler öyle değil tabi.
Peki şöyle bir sorun yok mu?
Yani bugün var olan örgütlülükle
rin kendi içinde üretememelerin
den kaynaklanan bir tıkanma yok
mu?
Kesin, çok doğru.
Yani bir gönüllülük ve sahip
lenme olsa, bir sanatçı orada ara
dığı ortamı bulabilse sahiplenir ve
kendisinden de birşeyler katabilir.
Ama Kültür Cephesi'nin bunu
sağlıyacağını nereden bile biliyorsu
nuz? O ortamı bu kadar örgütlü yapı,
bu kadar zaman sağlayamamış, bu
nasıl sağlanacak? Yani bu örgütlülük
büyük bir disiplin işi.
Kültür Cephesi'nin, örgütlen
melerin kendi içindeki sorunları
çözmede dolaylı etkileri olabilir.
Ama kurumların
özel çalışma
programına, işleyiş tarzına, anla
yışına müdahale etmemeli bizce.
Belki örnek alınabilecek yanlarıy
la, tek tek örgütlülüklerde dönü
şümlere yol açabilir. Bu tip şeyler
olabilir. Ayrıca şunu doğru bul
muyoruz biz. Örneğin bu öneriyi
açarken görüştüğümüz arkadaş
lara hiçbir zaman biz böyle bir
cepheyi oluşturuyoruz siz de ge
lin katılın demedik. Çünkü bu sa
dece bizim cephemiz değil. Bizim
devrimci yaşam tarzımızın getirdi
ği, doğal olarak gördüğümüz ve
hayata geçirdiğimiz şeyler de var.
Biz bunları zaten yapıyoruz. Me
sela Grup Yorum militansı bir ta
vır gösterir, gider CHP'yi işgal
eder. Bu onun kendi ideolojik yak
laşımı sonucu ortaya koyduğu si
yasi tercihiyle ilgilidir.
Hapse girer.
Bu kendi yaşantısıyla ilgili bir
konu. Ama bizim kastettiğimiz,
demokratik muhalefetin sanatçı
lar cephesinden bir parçasını ya
ratabilmek ve herkesi katabilmek.
Kültür Cephesi, ortaya koyacağı
tepkilerin yol, yöntem ve araçları
nı kendi gerçekliğini göz önüne
alarak saptar.
Bu mümkündür, bir kısmını
amaçlıyorsanız bu mümkündür tabi.
Sonradan kendi içinde genişleyebilir.
Dal budak salar belki. Salmazsa da
ne yapalım. Küçücük bir nüve olur.
ruhan mavruk
şair
Ülke gerçekleri karşısında ay
dınların bugüne kadar birlikte ha
reket edemediğini, kalıcı, sürekli
birlikler yaratamadığını görüyo
ruz. Sizce bunun sebepleri neler
dir?
Aydın ve sanatçıların toplu ola
rak birarada bulunması mümkün ol
madı bugüne kadar. Bir korku hakim.
Ben şuna inanıyorum. Bugün düşü
nen her insan, yazıp çizen her insan
düşündüğünün tümünü söyleyebil
men, ifade edebilmeli. Örneğin top
lumcu, gerçekçi ürün verdim diyenler
bile açıkça her düşündüğünü ifade
edemiyor. Pek az» ifade edebiliyor.
Bu konuda bütün sanatçıları bir ara
da toplayacak kurumlar yok. Çeşitli
sanat merkezleri var. Bunlar da yine
kendi içinde kaldı. Önemli olan sol
yelpazede değişik düşünceden ay
dınları, sanatçıları bir arada toplayıp,
baskılara tepki açısından bilinçli bir
birlik oluşturmaktır. Onların kendi iç
lerindeki sorunlarına eğilmek... yani
bir cephe içerisinde güçlü kalmak
gerekli. Bugüne kadar bunun boşlu
ğu hissedilmiyordu. Partilerin ya da
sendikaların kültür sanat komisyon
ları yeterli olmadı bu konuda. Korku
var, kurumsuzluk, ekonomik neden
ler, Türkiye'de sanatçı olmanın kendi
sorunları var. Sanatçıların kendi so
runlarından yola çıkılırsa çok daha
kısa sürede toparlanacağına inanı
yorum. Aydınlar cephesinden bakı
lırsa; örneğin ben ünuversitede öğ
retim görevlisi olarak çalışıyorum,
özel olsa da... örneğin bir asistan, bir
profesör, bir doçent bir konuda de
meç vermekten çekiniyor. Çünkü bir
yere kadar asistan, konuşabiliyor
ama doçent olabilmesi için susması
gerekiyor. Bunlar ortada, bilinen şey
ler.
Aydın-Sanatçı
Meclisleri'nin
kapsamı hakkındaki düşünceleri
niz nelerdir?
Geniş çapta bir yelpazeye yönel
tilmiş bir çağrıdır bu. Yani bu, birlikte
aşılabilir. Çünkü orada özel olan sa
nat ve kültür insanlarını bir araya
toplamak, onların muhalefetini güçlü
ve bilinçli kılmak.
Biraz emekle şekilleniyor.
Bence yüreklilik de çok önemli.
Sizce sınır koyulmalı mı?
Birkaç kişiyle, yalnızca sosyalist
çizgide yazan insanlarla değil de
çağrımız geniş bir aydın-sanatçı ala
nı olmalı. Ama benim burada bir kaygım var. Bunu oluşturacak çekirde
ğin gerçekten insandan, emekten
yana olması. Bu konudaki tavrında
açık olmalı. Çekirdek benim için çok
önemli. Gerçekten güvenebileceği
miz inançlı insanlarla, o çekirdekten
yola çıkalım. Çağrımız gene o geniş
alana olsun. Şunu özelikle vurgulu
yorum: Popüler kimi sanatçılar az ya
da çok o sisteme bir ödün vermişler
dir. Belki içlerinde tek tük son derece
dürüst davranarak yaşamın, düşün
düklerinin bedelini ödeyerek bir yere
gelenler var. Bunlar da zaten baskı
ların üzerinde yoğunlaştığı insanlar
dır. Gelsinler... belki o zaman geç-
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
misleri de gelir. Burada bambaşka
bir sanatçı olur, bambaşka bir aydın
olur. Kesinlikle geniş bir cepheye
açık olunmalı ama başlangıç için ha
kikaten inanan, yürekli ve kalıcı in
sanlar olması gerekli. Ayrıca sanatçı
ve yazarlarla sınırlı kalmamalı. Aka
demisyenler, meslek odaları... Ben
ce aydın; aydınlık veren, ışık veren
dir. Karanlık bir çağda yaşıyoruz,
ama ışık tutabilecek insanları biz
çağıracağız, yoksa sanatçıyla ya da
sadece kitabı yayınlanmış olan dü
şünürlerle sınırlı kalmamalı. O mec
lis içinde yavaş yavaş alt birimlerin
kurulması, akademik çevreler, Mi
marlık, Mühendislik Odalar'ı... hepsi
ne yayılması lazım. Tabi bunlar za
manla oluşturulacak şeyler. İlk önce
çekirdeğin sağlıklı insanlardan oluş
ması, bunların genele çağrı yapma
sı, daha sonra onun içinde iş bölü
mü, kendi içinde komiteler kurularak
üniversitelere, odalara da çağrı ya
pılması. Yani düşünen ama insan
dan, emekten yana düşünen insan
ların lokomotif olması. Önderliği ise,
en çok emek veren, en büyük yürek
lilikle katılan belirleyecek.
Meclislerin
işleyişine
ilişkin
düşünce ve önerileriniz var mı?
Kültür cephesiyle sanat cephesi
nin ayrı ayrı komisyonları olması,
bunların kendi aralarında alt birimle
ri. Mesela sanatçıların tanıtım, dağı
tım sorunları, medyaya ulaşma so
runları, kültür emekçilerinin, kültür
insanlarına ulaşma sorunları var.
Gazi Mahallesi Halk Meclisi'nde ol
duğu gibi çeşitli komitelerin kurula
rak aralarında işbirliği yapılması...
Buna katılacak insanların bahane
ileri sürmeksizin o komisyonlarda,
çalışmalarda düzenli olarak bulun
ması lazım. Mesela ileride bir dağı
tım sorununu, bir basım sorununu bu
birlik halledebilir. Şimdi için erken
ama belki yayınevi oluşturulabilir.
Çoğu tiyatro grubu ürünlerini, yapıt
larını sergilemek için izin alamıyor.
Bunlar sağlanabilir. Kültür Merkezileri'nde belirli günler ayrılarak bunun
toplantıları yapılabilir. Komitelerin bi
na sorunu, ekonomik olarak bizlerin
aşamayacağı bir sorun olabilir ama
elimizde var olan imkanlarla, örneğin
OKM'de belirli günler ayrılarak komi
teler toplanabilir. Komitelerin sağlıklı
belirlenmesi önemli. Kesinlikle çok
iyi örgütlenmiş komiteler lazım. Hat
9
ta bunların birarada toplanabileceği
bir üst komite. Yani son derece dik
katle planlanmış bir işleyiş.. Bunun
için ilk önce örneğin bir "gece" yapıl
dıktan sonra radyolarda bir çağrı,
açıklama yapılarak, o çekirdek in
sanların çağrıcağı insanlarla ilk önce
küçük toplantılar düzenlenebilir. On
dan sonra yavaş yavaş katılan in
sanlarla birlikte büyük toplantılar.
Onlarla birlikte en kısa zamanda o
komitelerin belirlenmesi. Çünkü iş
lerliğe geçmezse, sanatçıda her za
man kaygılar vardır. Tamam duygu
saldır, coşkuludur, insan hakkı ihlali
ne karşıdır. Bir yaprak düştüğü za
man üzülür, bir kedi zehirlendiği za
man üzülür ama biraz da çabuk te
dirgin olan, çabuk alınan kesimdir.
Bunun üzerinde durmak lazım. Bir
an evvel bir varlık göstermek zorun
dayız. Yani komiteler bir an evvel iş
lerliğe geçsin, bir an evvel düzenli bir
şekilde kurulsun. Hepsinin görevi
belli olsun.
Yazdığına gerçekten inanan ay
dınların bu cepheye katılacağına
inanıyorum. Ve şu önemli; tüm yüre
ğiyle, tüm emeğiyle katılmak, bahanesiz olarak. Ne kadar kaçarsak, ne
kadar korkarsak sistem zaten poli
siyle, polisiyle elele mafyasıyla üze
rimize gelecek. Onun için sanatçı ol
sun, emekçi olsun, işçi olsun ya da
aydın olsun, akademisyen olsun,
toplumsal muhalefet koymadan,
kaçmanın hiç bir çözümü yok. Ben
başarılı olacağına inanıyorum.
Kültür Cephesi ve Sanat Cep
hesi diye birbirinden ayırarak bir
nitelemeniz oldu?
Çünkü sorunlar farklı, ifade bi
çimleri farklı. Ama yine de ortak bir
komitede birleşiriz. Örneğin onbeş
günde bir sanat cephesi, kültür cep
hesi ayrı olarak toplanıp da ayda bir
ya da bir buçuk ayda bir genel komi
te olarak toplanır. Bunlardan birine
katılmış olan diğerine de katılmış
olacaktır. Ya da birbirlerini destekle
yip karşılıklı iletişim şeklinde fikir ile
teceklerdir. Yani ayrı örgütlenmeler
olmalı ama bunlar işbirliği ve fikir
alışverişi yapmalı.
•
hayati azim
yazar
Geçmişten bugüne sanatçıla
rın ve aydınların birliği konusun
da birçok çalışma yürütüldü. Bu
çabaların sağlıklı bir temele oturmayışı, kısa sürede dağılması, ka
lıcı bir birlikteliğe dönüştürülememesi konusunda neler söylebilirsiniz?
Sanatçıların kalıcı birliktelikleri
nin oluşmamasını bence önce sa
natçıların kendi iç dünyalarında ara
mak lazım. Sanatsal üretimin birey
sel oluşundan kaynaklıdır bu konu.
Sanatçının
hem
üretiminde
hem de insani duyarlılıklarını ha
rekete geçirmede kolektif bir ça
lışma sürdürmesinin daha büyük
sonuçlar yakalayacağı açık. Bu
anlamda tepkisizlik ve örgütsüzlüğün nedenini yalnızca sanatçı
nın iç dünyasında mı aramak ge
rekir, yoksa başka nedenleri de
olabilir mi?
Kolektif çalışmaların bazı önemli
örnekleri var kuşkusuz. Ben bunun
en güzel örneği Grup Yorum diyece
ğim. Fakat sanatın yani üretimin yine
de bireysel olduğunu düşünüyorum.
Yani müzik alanında çalışmalar ko
lektif çalışmaya taşınıncaya kadar
bireysel bir duyarlılıkla üretiliyor. Bel
ki özellikle bu müzik alanında böyle,
belki sinema alanında da... Tiyatro
alanında bu böyle ama yazın alanın
da kolektif bir şey daha zor gibi geli
yor bana.
10
T A V I R ARALIK 1 9 9 6
O halde sanatçılar insani du
yarlılıklarını bir araya getirme ve
harekete geçme, bir arada ortak
bir çalışma yürütme konusunda
neden bir araya gelemiyorlar? Ne
den çekiniyorlar veya uzak duru
yorlar?
Bunun bence birçok nedeni var.
Benim sözünü ettiğim neden bunlar
dan bir tanesi. Bunun yanında tüm
sanatçıların bir araya gelmesi gerek
tiğini düşünüyorum... Her sanatçının
farklı sorunları var. Sanat gruplarının
sorunları farklı. Bu temelde bütün
sanatçıları biraraya toplamak da
bence oldukça güç. Örneğin bir res
sam, bir sinema oyuncusu farklı so
runları yaşıyor, bir yazar farklı sorun
ları yaşıyor. Bunun için bu insanları
sorunları temelinde bir arada tutmak
da oldukça güçleşiyor. Fakat bu so
runların böyle sürgit yaşanacağını
da düşünmüyorum.
Farklı sanat dallarında da olsa
lar, ülke sorunları temelinde yaşa
dıkları ortak sorunlar yok mu? Bu
sorunları çözme anlamında bir
araya gelemez mi aydınlar ve sa
natçılar?
İşte bu temelde gelemez değil.
Gelmek zorunluluktur adeta. Fakat,
öyle şeyler yaşanıyor ki, "ne yapabi
lirimin cevabını kendi kendine yine
liyor ve yine ortada yapacak hiç birşey kalmamış gibi bir durum açığa
çıkıyor.
Bu örgütlülükler nasıl oluştu
rulabilir? Hangi ilkelerle yürümesi
gerekir?
Öncelikle sanat bireysel dedik.
Fakat genelde yaşadığımız sorunlar
birbirinin aynı. Örneğin sanatçının
özgür olup olmama sorunu var. Bu
sorunu öyle sanıyorum bütün sanat
çılar duyumsuyordur. Öncelikle, sa
natçının özgürleşmesi sorununun,
her sanatçının kendi beyninde çözül
mesi gerektiğini düşünüyorum.
Tabi ki ortak sorunlar temelinde
de biraraya gelinmeli. Veya işte biraz
önce sözünü ettik. Türkiye'de öyle
olumsuz gelişmeler yaşanıyor ki, "ne
yaparım" sorusunu soruyorsun ve
örgütlü değilsen hiçbir şey yapama
yacağın ortaya çıkıyor. İşte o temel
de, ortak sorunlar temelinde örgüt
lenmeler kurulmalı. Yani ülkenin or
tak sorunları karşısında, "ortak bi
çimde asgari müştereklerde nasıl
birleşebiliriz"in cevabını bulmak ge
rekli.
İdeolojik
açıdan
birbirinden
farklı düşünen ve yaşamı birbirle
rinden farklı kavrayan birçok in
san var. Sanatçılar ve aydınlar
açısından da böyle. Ortak bir cep
hede buluşulabilir mi? Siz ne dü
şünüyorsunuz?
Ortaklığı, o cepheyi oluşturan sa
natçıların bizzat kendileri bulabilir.
Ortak hedefi paylaşan sanatçılar,
birçok sorunda aynı temelde tepki
geliştirmeyi isteyecek, sorun etrafın
da kenetlenecektir. Sanatçıların,
saptadıkları sorunlar üzerinde geliş
tirdikleri çözüm yolları farklı olabilir.
Ancak çok geniş bir mecliste herke
sin özgür düşünceleri, farklı düşün
celeri ortak bir çözüm noktasında
birleşebilir. Çok farklı sorunlara, fark
lı öneriler getirebilecek; daha radikal
veya daha ılımlı düşünceler ortaya
çıkacak. Şimdi bunları bir noktada
birleştirmek gerekecek diye düşünü
yorum. Bu sanırım daha önceki ör
gütlenmelerde yaşanan bir sorun.
Yani biri "biz susarak protesto ede
lim bu olayı" derken biri "yürüyüş ya
palım" diyebilir. Onları ortak bir pota
da bir yerde buluşturmak gerekiyor.
Ama bu, şunu da getirmemeli; örne
ğin bir yerlerde buluşup ortak bir ta
vır geliştirilebilir. Ama onun ötesinde
bunu yeterli görmeyen sanatçılar ay
rı bir eylemlilikte de bulunabilmelidir.
Sonuçları, kazanımları sizce
neler olur?
Bence bu çok olumlu ve ileri bir
adım olur. Demokratik hakları ka
zanma bağlamında da yani daha zor
demokratik hakları genişletme bağ
lamında da olumluluktur. Baştan da
belirttiğim gibi sanatçılar bireysel
üretim yapan insanlar ve örgütlülük
ten de genellikle uzak duran insan
lar. Bu bağlamda herhangi bir olum
suzluktan da en kolay etkilenen ke
sim aynı zamanda diye düşünüyo
rum. Sanatçıların büyük bir kesimi
böyle. Bireysel düşündükleri için, bi
rey olarak yaşadıkları için en ufak,
olumsuz bir gelişmeden bile en fazla
etkilenen ve en fazla savrulan kesim.
Bu ortak mücadele, bu ortak birlikte
likler sanatçıların yalnızlık duyguları
nı da aşmalarının bence bir ön adımı
olacak. Öncelikle sanatçılar kendile
rini sorgulayıp "ben bu Kültür Cephesi'ne ne katabilirim"in cevabını bul
malı. Bunu bulduktan sonra Kültür
Cephesi'nin işleyişi biraz daha ko
laylaşacaktır. Görüş ayrılıkları orada
oturulur, tartışılır. "Biz şunları şunları
yapabiliriz" gibi. Yani herkesin katıla
cağı, kendini ifade edebileceği bir
yapı oluşur. Bu yapıda herkes dü
şüncesini ifade eder. Farzedelim ki
benim düşünceme daha aykırı veya
daha aykırı demeyeyim de daha ra
dikal bir öneri kabul edildi. Bu öyle ol
du diye ben buradan çekilirsem o
şey orada çöker. Yani yarın öbürgün
farklı bir düşünce ortaya çıkar. O çe
kilir, bu yapı burada bozulabilir. Bu
nun için bu yapıyı, bu cepheyi ayak
ta tutmak için "ben bu cepheye şunu
katabilmeliyim" demeli insanlar ve
onu katmaya devam etmeli. Orada
ortak bir düşünce ortaya çıkacak.
Yani aydınlanmamış insan, o konu
da bilgilenmemiş insan bir konu hak
kında oradaki tartışmalarda bilgile
necek. Orada sıra çözüm önerilerine
geldiği zaman birşeyleri göze alma
da gündeme gelir. Ne kadar göze
alacağı konusunda öneriler, çözüm
önerileri getirebilir. Demokratik işle
yişle gücünün farkına varabilir, birbi
rine kenetlenebilir ve daha ileri bir
aşamayı h e d e f l e y e b i l i r . •
esat korkmaz
araştırmacı-yazar
Her insan, herkes karşısında herşeyden sorumlu mudur? Sorumlu ise
bu sorumluluğu nasıl tanımlayabiliriz?
Tanımlanan sorumluluk herkes için
geçerli bir ortak payda mıdır?
Herhangi bir insan açısından, ken
di meslek/uzmanlık alanı dışında bir
sorumluluğun doğması ya da doğma-
T A V I R ARALIK
1996
ması, insanlığa bir katkı ya da o yolda
bir "eksiklik" olarak ele alınır. Birey
kimliğini "örselemek"le birlikte tümden
ortadan kaldırmaz.
Ama sözgelimi sanatçı için bu so
run "yakıcı"dır: Çünkü onun kimliğini
belirleyen, kendi "uzmanlık" alanı dışı
na taşan sorumluluğudur.
Bir ayakabıcının, bir mühendisin,
mühendis ya da ayakabıcı olarak bir
sorumluluğu vardır. İyi ayakkabı üret
mek, iyi proje yapmak gibi. Ancak,
baskıdan, işkenceden ya da yargısız
infazlardan sorumlu değildir.
Herhangi bir insan, bir uzman,
herhangi bir insan ya da uzman olarak
herkes karşısında herşeyden sorumlu
değilse, bir "uzmanlık" olarak algılaya
bileceğimiz sanatçının sorumluluğu
nedir?
Bir sanatçının kimliğini onun so
rumluluğu belirtiyorsa öncelikle bu so
rumluluğu üreten/yaratan zemini ya
kalamak gerekir.
Genelde "uyumluluk", bir özgürlük
olarak algılanır. Öte yandan aynı
"uyumluluk", bir insan tipini geleceğe
taşıma savıyla öne sürülen, uygula
maya sokulan kuralların/ilkelerin "den
gesidir. Uzantısında bu "denge"nin
bir ürünü olarak görülen "eşitliğin",
"etiğin", "estetiğin" dışa vurumudur.
Demek ki, "uyumluluğun" anayasal ya
da geleneksel olarak güvence kavuşturulduğu bir toprakta sanatçının işi
çok zordur. Çünkü buradaki "uyumlu
luk", çoğunluğun buyurgan otoritesi
dir; hemen herşeye egemen olan "gö
rünmez eli"dir.
Bu nedenle "uyumluluğu" götür
mek için sürekli çalışmak durumunda
kalan bir sanatçı anlamsızlığa, hiçliğe
düşer.
Sanatçı herşeyden önce "uyumlu
luk" olarak bilince çıkarılan toplumun
genel yargısından, örfünden, etiğinden, estetiğinden bambaşka bir bakı
şa/yaklaşıma sahiptir. Bu bakış/yakla
şım, "uyumlu" çoğunluğu incitmek, ra
hatsız etmek, aşağılamak değildir.
Bugün azınlık ya da "uyumsuz" gibi
gözükeni, yani yarının çoğunluğu ol
maya aday olanı "çoğaltmanın" biricik
ve tek yoludur.
Artık günümüzde sanatçıyı güden,
sanat yapıtının "orta yerinde" duran
buyurgan bir otorite yoktur, olamaz
da. Sanatçı açısından "gerçeklik";
farklı bakış/yaklaşımlarla üretilen ve
'toplumsal" olarak algılanan bir bütün
11
dür. Sanatçı, halka ait olanla koşulsuz
ilişki zemininde kendi farklılığını bu
"bütün"e katmakla yükümlüdür.
İnsanlık sorumluluklarını yüküm
lenmedi diye bir sanatçıyı belki mah
kum edemeyiz ama "ben yalnız sanat
çıyım" demesini yargılayabiliriz. Çün
kü sanatçı olarak sorumluluklarını bil
miyor demektir. Kendini bilmemesini
kınamak bizim sorumluluğumuz; ama
kendini bilen ve bunun gereği bir mü
cadeleye giren sanatçıyı kınama hak
kına sahip değiliz. Tam tersine, onu
onurlardırmak bizim görevimizdir.
Sanatın ve sanatçının tam olarak
özümsenemediği koşulda, sanatçının
"sorumsuzluğu" yargısı öne çıkar. Bir
şeyin estetik sunuluşu, sunulan nes
nenin izleyenden biraz uzağa konul
masını gerektirir. Bu durum estetik su
nuşun, insanı bağlamayan bir sunuş
olduğu yanılsamasını ve sanatçının
"sorumsuzluğu" algısını besler.
Bir estetik yargıya varılabilmesi
için temelde iki şey önemlidir: Birincisi;
estetiği yaratanın özgürlüğü, ikincisi
ise; nesne ile yaratıcının özgürlüğü
dür.
Bu bağlamda estetiği "bir özgürlü
ğün bir başka özgürlükle ilişkisinin
ürünüdür", diye tanımlamak olanaklı
dır. Bu ürün karşısında beliren beğeni
ise nesne karşısında özgürlüğün
uyanması, bilince çıkması olarak algı
lanabilir.
Özgürlük seyredilen birşey değil
de gerçekten bir "şey" olduğuna göre
sanatçı tarafından sanat; kendine öz
gürlük tanıyan bir başkasının özgürlü
ğüne başvurularak üretilir. Bu başvur
ma, değiştirilmesi gereken bir şey ol
duğu için yapılır.
Sanatçı olamayan "biri" özgürlüğü
gerçekleştirmek istediğinde; istediği
özgürlüğü çiğnemek isteyenlere karşı
en azından bir "zor" kullanmak duru
munda kalır. Sanatçı ise bunun dışın
dadır: Bir eserin güzel olmasını istiyor
sa özgürlüğü, zor kullanmadan ses
lendirmek durumundadır.
Gelinen noktada sanatçı sorumlu
luğunu bir kez daha tanımlayalım: Sa
natçının, özgürlüğün sürekli tehlikede
olduğu koşulda, özgürlüğü belirtme ve
ona seslenme görevini üstlenmiş kişi,
demektir. Bu koşula girmeyen, böyle
bir koşulda yaşamayı yadsıyan sanat
çı suçludur. Durumu süreklilik kazanır
sa çok geçmeden sanatçı olmaktan
da çıkar. Sanatçının yaşadığı ya da
girdiği koşulda, sanat ürünlerini yargı
lama özgürlüğü yoksa sanatçı kişi ola
rak anlamsızlaşır.
Demek ki bir sanatçı, her zaman
için "insan özgürlüğü"nden sorumlu
dur. Şunu da vurgulamak gerekir: Sa
natçı hiç bir zaman, önsüz-sonsuz
olarak algılanan bir "iyiliğin", "doğru
nun" peşinde de olamaz. Çünkü öz
gürlük somut bir şeydir. Yaşanan an
da, somut işler içinde somut davranılarak kazanılan bir şeydir Tersi durum
da, önsüz-sonsuz "iyiliğin", "doğru
nun" izinde bir toplumun özgürlük adı
na ezilmesini, barış adına savaşa sü
rülmesini açıklamakta zorlanırız.
Sonuç olarak bir sanatçı, tarihin gi
dişi yönünde davranır. Değiştirme
kaygısının ötesinde yaratılan bir sanat
ürünü, kendi özgürlüğünün tadına var
maktan başka bir anlam taşımaz. Bu
durum kendi, "insanı" ile buluşamayan, bu nedenle kimseye yararı do
kunmayan bir sanatçının çaresizliği
dir.
Bu yüzden sanatçının kendi "insanı"yla buluşmasını engelleyen baskı
toplumlarında sanat yoktur.
Günümüzde baskının da ötesinde
sanatçının kendi "insanıyla buluşma
sını engelleyen kimi olgular var: Sa
natçılar büyük çoğunlukla burjuva sı
nıfından ya da küçük burjuva toplum
katlarından çıkıyor. Sanat yapıtların
izleyenler de genel de buralardan ge
len insanlar.
Bu sınıfsal zaaf sanatçının, asıl
yaratan/üreten toplum kesimine ulaş
masını engelliyor. Ezen sınıftan ya da
ezen sınıfa yardım eden toplum katla
rından gelen "iyi niyetli" insanlardan
başka iletişim kurabildiği "kimseler"
yok gibi. Asıl seslenmek istediği kim
seler sanki kendisine ilgisiz.
Durumun çarpıklığı sanatçıyı bü
yük bir çıkmaza sokuyor. Onun için bir
sanatçı, sanat yapıtını gerçekleştire
bilme özgürlüğünü savunduğunda ço
ğu kez içi "rahat" değildir. Çünkü sa
vunduğu özgürlük, özünde kendi öz
gürlüğüdür. Bugünün sanatçısı, daha
boyutlu bir "kurtuluşun" gerçekleştiril
mesi için sorumlu olduğunu sürekli
canlı tutmak zorundadır; bu kurtulu
şun gerçekleşeceğine yönelik umudu
nu hiç bir zaman ve koşulda yitirme
mek durumundadır.
Sorumluluğun suçluluğa dönüş
memesi için gelecek tehlike karşısın
da susmamalıdır.
•
12
TAVIR ARALIK 1996
İBRAHİM KARACA
GÖKYÜZÜNÜN YEDİ RENGİ -2Sordum kendime bir gün: Kimim ben?
Herşey bu soruyla başladı
Bu soruyla buldum kendimi.
Bu soruyla kaybettim
Bu soruyla sevdim dünyayı,
Bu soruyla dar oldu» dünya bana
Buralı değil miydi yoksa sözlerimiz
Yine yollara düştük, sürgünüz yine
Sırtımızda soytarılar
mirasyediler
krallar
Yüzümüzü ateş yalar
Bir de yıllanmış acılar
Oysa güzel bir dünyayı selamlamıştık
kendi anadilimizle
Meydan okuma gibidir belki bu yüzden
Ağıtlarımız, vedalarımız bile
Coşkun ırmaklar gibi yaşadık
Büyüdük çalı dibinde
Göl kıyısında
Anayurt sevdasında.
Biraz erken, beklenmedik gelse de bazen
ölüm,
Canımız sağolsun
Yola yakın kazın mezarımızı
Yorulmasın yoldaşlarımız
Bir yanında Fransız'a kurşun atan dedeler
Bir yanında öksüz bebeler yatar
Ey Diyarbakır!
Koca Amed
Zindanında yeni yetme ölüler
İyi bak şu bilet satan çocuğa
Elleri üşümüş, donuyor besbelli
Mavi başlığını annesi örmüştür
TAVIR ARALIK 1996
Ayakkabısı çamurlu, ıslak, boyasız
Çorabı yok.
Bir eli cebinde,
avucunda ekmek parası
Burnu pancar gibi soğuktan
Salya sümük
Birazdan otobüs gelecek
Bineceğiz
Gideceğiz
O kalacak
Ne dersin şair?
Dalıp gitmiş gözlerin
Diş gıcırtını duyuyorum
Yazmaya başladın bile
En yeni şiirini yüzünden okuyorum
Farkımız budur belki, kimbilir
Sen şiirini yazarsın
İçinde insan saklarsın
Ben çakarım kibritimi karanlığa
O çocuğu düşünürüm
Yakamazsam üşürüm
Ben vururum saraylara
O çocuğu düşünürüm
Vuramazsam üşürüm
Ben döğüşürüm
Ben döğüşürüm a be şair
Dolaşırım kuşatmaya
Böyle yaz
Kuşatılan bir kent değil
Ömrümüz.
Ne kumsal
Ne güneş
Ne deniz
Temmuz ve biz
Direnişteyiz
Meyve yüklü bir dal gibi ağır
Dala konmuş bir kuş gibi ince, hafif
Temmuz ve biz
Açlıkla besleniyor kavgamız
Ne alınyazısı, ne mide sancısı
Ey duvarlar
Ey tarih
Ey sağır kulaklar
13
Dinleyin ve not edin:
Açlığın altmışüçüncü günü
Uğurladık Aygün'ü
Hey çocuklar
Ölümü o kadar hafife aldınız ki
Onlar bile şaşırıyor gidişinize
Temmuz'da pus iner bu dağlara
Bulutlar yağmur devşirir,
küf kokar yorganım
Gözlerimi kapasam, her yer kırmızı
Buz tutuyor kirpiklerim
Oysa ne çok nedenim var
ağlamak için
Lokmasını kanımıza banıyor, geğiriyor yarasa
Dilinde bildik besmele
Kalın bir sis dolduruyor odamı
Bizim buralarda Temmuz
Çürütür adamı
Geceyarısı bir çığlıkla uyanıyorum,
dışarıda köpek ulumaları
Tamam diyorum, bir yıldız daha kaydı
Sen de mi İdil!
Etimi eziyor kemiklerim
İşte Berdan, İlginç, Hüseyin, Osman
Dile kolay, oniki can
Oturmuş bize bakıyor.
Anacığım!
İçimde bir kan ırmağı akıyor
Ey ölüm
Ne de çabuk alışıyoruz sana
Ne de kolay kanıksıyoruz
hiç istemesek bile
Ne çok şeyi anlattınız bize
Bir siperden yükseliyor türküleriniz
Yeniden hatırlıyoruz,
Ayışığı gibi doğuyor o soylu düş
Anacığım, sar göğsüne
Evladından sana miras bu gülüş
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
14
SADIK ÇELİK
HAYATA VE HALKA BAĞLILIK ANDIMIZI TÜRKÜLEŞTİREN
SANATÇI, SAVAŞÇI KADIN:
AYÇE İDİL
adın... Ezilen, horla
nan, ağıtlar yakan,
dünyaya gelmesi is
tenmeyen, geldikten
sonra sömürülen, öl
düğünde cehennem
lere layık görülen...
Kadın... Yüzyıl sa
vaşları, yıkım, sefalet ve barbarlıkla
örselenen, onuru ve namusu kirletil
meye çalışılan... Kadın... Zalimlerin
talan, kan, yağma ve yangın yerinde
adalet ve özgürlük için direnen; ana
yurdunun onuru ve namusunu kendi
onuru ve namusu olarak gören, bu
uğurda ayağa kalkan, öc alan kahra-
K
manlaşan... Kadın... Kurtuluş sava
şında; ayın altında, sırtında çocuğu,
kağnılara yüklü top ve mermileri cepheye taşıyan ya da bir muharebe
sonrası ateş, kan ve dumanlar ara
sında, evladını, eşini, yakınını ara
yan ve o büyük ürkütücü sessizliği,
yürekleri sarsan ağıtlarıyla yırtan...
Kadın... Çukurova'da kızgın toprağı,
teriyle sulayan ırgat; toprağın bere
ketini çalan zorbaya, öfkeyle direnen
Irazca... Kadın... Törelerle çevrilmiş
kimliklerini, 12 Eylül'ün yasakçı, bas
kıcı, katliamcı gerçekleri karşısında
terk eden, başlarına, umudumuzun
karanfil işlemeli başörtülerini takan;
kaybedilen, katledilen, tutsak edilen
evlatlarının ve dahası bütün bir hal
kın onuru, özgürlük çığlığı olan... Ka
dın... sokaklarda, meydanlarda,
kondularda polis joplarına taşlarla
karşı koyan... Kadın... Evlatlarının
özgür vatan savaşına yaşlı bedenle
riyle cephane olan; "oruç"a olan "kut
sal inançlarını, evlatlarının "Ölüm
Orucu" direnişiyle birleştiren, ölüme
yatan... Kadın... Özürlü bedeninin
yarattığı rahatsızlığa rağmen kendi
ni, insanımızın gelecek kavgasına
adayan... Kadın... Erkek yoldaşlarıyla aynı siperde, aynı inanç ve karar
lılıkla, halkın adalet duygusuna sila-
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
hıyla tercüman olan; can atan, can
veren gerilla, komutan... Kadın...
Rollerdeki kahramanlıktan gerçek bir
halk kahramanlığına uzanan kısa fa
kat dolu dolu bir ömür... İdil...
Anadolu'da Kadın
Anadolu'nun mitolojik ve toplum
sal tarihi incelendiğinde kadın hep
en yalın, en gerçekçi anlarda üreten,
koruyan, sadakatli, vefakar, savaşçı
ve kahraman olarak çıkar karşımı
za...
Kadının özgürleşme serüvenindeki en önemli tarihsel kesit, Şeyh
Bedreddin Ayaklanması'nda görülür:
"Hakikat Bacıları..." Anadolu kadını
mızın uyanıklığı, pratik zekası ve öngörücülüğüdür Hakikat Bacıları. Ha
kikat savaşçılarının eşleri, bacıları
olma onurunu, Osmanlı'nın zulmüne
karşı yürütülen savaşta, cephe gerisi
bütün işleri omuzlayarak ve kılıç ku
şanarak elde eden Hakikat Bacıları,
"Hakikat Erleri"nden hiç de geri kal
mayacak kahramanlıklar göstermiş
lerdir. Zalimin zulmüne karşı erke
ğiyle birlikte kılıç kuşanmış olan, ni
neleri "Bacıyan-ı Rumlardan devra
lınan bu savaşçı gelenek; özgür ve
kahraman kadınlar kuşağımızın da
mayasıdır.
Bu maya; 1.Dünya Savaşı'nda
işgalci Çarlık Rusya'sının zulmüne
karşı kahramanca direnen Nene Ha
tunla; 1938 Dersim İsyanı'nın ilk ka
dın komutan ve savaşçıları ve Kürt
halkının özgürleşen ilk kadın kahra
manları Bese (Seyit Rıza'nın eşi) ve
Zerife Hanım'la yoğrulmuştur.
Yeni Sanatçının Şarkısını
Halkın Gerçek Sesiyle
Söylemeliyiz
Tarihte sömürü ve zulüm varol
duğu sürece halkın direnişi de varo
lacaktır. Halkın devrimci sanatçıları
ve bitim adamları da bu direnişin
içinde ve önünde olacaklardır. Tıpkı
kendi tarihsel dönemlerindeki rolle
riyle sürece damgasını vuran Phrynicehus, Sokrates, Bruno, Şeyh Bed
reddin, Pir Sultan, Nazım Hikmet,
Robson, Curie, Pablo Neruda, Langevin, Ruhi Su, Yılmaz Güney, Victor Jara ve adını dahi bitmediğimiz
bir çok aydın, sanatçı, bilim adamı
gibi...
Bugün insanlığın kültürel mirası
na eklenen yeni değerler, gelenek
15
ler, halkın ve devrimci sanatçıların
can bedeli sergiledikleri direnişlerde
yaratılıyor. Evet, büyük insanlık da
vamızın yapı taşlarına, sanatçılar da
harç taşımayı sürdürüyor, sürdüre
cek. Ta ki dünyanın bütün ezilen
halkları özgür ve kardeşçe bir haya
tın baş mimarı olana dek.
"Örgütüm al beni
Halkımla yeniden yarat" {*)
Devrimci sanatçı kişiliği, bir çırpı
da ulaşılan ya da statükocu bir yak
laşımla payelendirilen bir kişilik ol
mayıp tam tersine sanalı bir süreci,
yenilenmeyi, gelişmeyi içeren değer
ler, gelenekler bütünüdür.
Bu kişilikte; hayatı ve halkı sıkı
sıkıya kucaklayan, ona sürekti bir iv
me kazandıran devrimci iradenin
saf, berrak, yalın kültürü vardır. Dev
rimci sanatçı kişiliği, entellektüel,
ahlaki, sosyal, ruhsal yanlarıyla dev
rimci kültürümüzün, halk kitleleriyle
dolaysız bağlar kurduğu "Yem İn
san", "Yeni Sanatçı" tipidir..
Bugün devrimci sanatçı kişiliğini,
halklarımızın kurtuluş kavgasında
yaşamlarını feda eden devrimciler
için yazılan bir tiyatro oyununda "Ya
şamış sayılmaz zaten yurdu için öl
mesini bilmeyen" diyen Ayşe Gülen'ler, Ayçe İdil'ler temsil ediyor.
Devrimci sanatımızın feda kuşa
ğı olarak da anacağımız bu şehitleri
miz, devrimci halk kültürümüzün ku
şaklar boyu yaşatılmasında bir sem
bol olacaklardır.
Bu noktada onları anlamak, onla
rın sanatçı kişiliklerinde devrimci özü
kavramak, Devrimci Halk Kültürümüz'ün yaratılışı ve geleceği açısın
dan büyük bir önem taşıyor.
Yeni bir dünya, yeni bir hayat
kurmak için yola çıkanlar, bu dünya
ve hayatın bugünden yarına evrilen
bütün kültürel yanlarını devrimcileştirmek zorundadırlar.
Devrim, bir çırpıda olup biten "kı
sa bir an" gibi bilinir. Oysa, içinde on
larca yıla dayalı binlerce küçük dev
rimler vardır. Bu devrimlerin kültürel
boyutu ise; "Yeni insan" dediğimiz
halk adamlarıdır. Bunlar; işçiler, köy
lüler, öğrenciler, memurlar, esnaflar,
aydınlar, sanatçılar ve daha birçok
katmandan insanlardır.
İşte devrimci mücadelede sanat
çılar bu engin birikim, deney ve de
ğerlerle donanmış insanlarla, onların
yaşamlarıyla doğrudan bağlar kurup,
geleceğin özgür kültür ve sanatını
bugünden biçimlendirmek durumun
dadırlar. Çünkü bu süreç aynı za
manda devrimci sanatçının halka
dönük yaşantısını da biçimlendire
cektir.
Devrimci sanatçı varlık nedeni
olan halkın gündelik yaşantısındaki
gerçekleri içselleştirmelidir. Onların
acılarını, sevinçlerini, aşklarını,
umutlarını, geleneksel, yöresel bü
tün alışkanlıklarını, öfkelerini, otu
ruşlarını, kalkışlarını, konuşmalarını
ve farklı davranış biçimlerini; onun
sosyal, kültürel psikolojisini, bu psi
kolojinin devrimci dönüşüm seyrini
izlemeli ve bunları yeniden üretime
yani sanatsal yaratıya dönüştürmelidir. Bütün bunları, halkın acılarını
kendi acıları, sevinçlerini kendi se
vinçleri olarak gören sanatçılar yeri
ne getirebilir. Yani halkla acı çeken,
halkla sevinen, halkla umut eden,
halkla direnen, halka inanan ve bu
inanç uğruna ölmesini bilen sanatçı
lar...
"Dünyayı, Memleketimi ve Seni
Seviyorum" adlı oyunda Nazım'ın di
zelerini oyunlaştıran, oyundaki ger
çekleri kendi kişiliğinde yaşayan Ay
şe Gülen böyle bir örnektir. O büyük
bir sevgiyle bağlandığı memleketi
uğruna ölünebileceğini gösteren, bir
sanatçı olarak feda kuşağındaki yeri
ni böyle kazandı. Evet bu kuşakta
yer almak bir kazançtır. Çünkü dev
rimci sanatçı tipi bu feda kuşağının
izleri üzerinde olgunlaşmaktadır.
Sanatımız büyük insanlık dava
mızda halkın kavgasına moral de
ğerler taşırken, bir misyonu da üstle
niyor. "Devrimci Halk Küttür Cephe
si" olarak da tanımlayacağımız bu
misyon, sanatçılarımızın öz yaşam
larında yarattıkları değerlerle halkın
kurtuluş umudunu besleyecektir.
Sanatçı, Savaşçı Bir Kadın
"O,
Cesur yürekli bir kadın sanatçıydı
Hayata ve halka bağlılık andımızı
Ölümüne bir yaşamla yerine getirdi
Adı: Ayçe İdil Erkmen'di."
Devrimci kültür-sanat kavgamız
da OKM geleneğinin yarattığı dev
rimci sanatçı tipinin ilk kuşak temsil
cilerinden olan İdil, bizlere yalnızca
geçmişin güzel anılarında kalan duy
gular bırakmamıştır. İdil'in devrimci
bir sanatçı olarak bıraktığı gerçek
16
T A V I R ARALIK 1 9 9 6
miras, yaşamın bütün güzel, çirkin
yanlarını karmaşık ilişki ve çelişkile
rini, bu ilişki ve çelişki çatışmasından
doğan sonuçları, emekten ve halk
tan yana bir ele alışla yeniden üre
ten, ürettikçe özgürleşen, özgürleştikçe olgunlaşan sekiz yıllık baskı,
yasak, tutsaklık ve can bedeli yarat
tığımız yeni değerlerdir.
"Yaşamış sayılmaz zaten yurdu
için ölmesini bilmeyen". Oyuncu
İdil'in bu sözlerde yankısını bulan
devrimci sanatçı kişiliği, asıl yankısı
nı tutsaklık koşullarında (Ölüm Oru
cu Direnişi'nde) şu sözlerinde bulu
yordu: "Bu direniş kendimi yenileme,
yoldaşlık sevgisi, bağlılık, kararlılık
ve tarif edilemeyecek birçok duygu
ve düşünceyi yaşattı bana..." Ve di
renişin 68. günü İdil bu sözlerine la
yık olmayı başardı. "Vatanı için öl
mesini" bildi. O, kısacık ve bereketli
ömrünün en güzel yemişlerini verdi
hayata.
İdil tarihe "Ölüm Orucu'nda şehit
düşen ilk kadın" olma onurunu da ta
şıdı. O, dünyanın ezilen bütün kadın
larının gösterebileceği en büyük, en
bilinçli özgürleşme eylemlerinden bi
rinin baş mimarıdır artık. Bu, başta
Anadolu ve Ortadoğu kadınları ol
mak üzere dünyanın bir çok yerinde,
anayurtları ve kendi özgürlükleri için
savaşan kadınlara yeni bir moral de
ğer demektir.
Bugüne kadar sadece dünyanın
başka ülkelerinin kadınlarını örnek
alan kadınlarımız, bundan böyle
kendi ülkelerinin rengini taşıyan ka
dın kahramanlarını ve onların temsil
ettiği ruhsal iradeyi de örnek alacak
lardır. Bu örnek, Sabo'dur, Eda'dır,
Sibel'dir, Adalettir, Zeynep'tir, Ley
la'da. İdil, gün gün, hücre hücre öle
rek yürüttüğü savaşta yenilenmenin,
özgürleşmenin sembolü olmuştur.
Temmuz '96'da dünya İdillerle sar
sılmıştır.
idil dünya ölçeğinde neredeyse
nostaljik bir hatırlama boyutunda ka
lan özgür kadınlar geleneğine yep
yeni, dipdiri tarihsel bir boyut kazan
dırmıştır.
İdil'in bir sanatçı oluşu da aynı
içerikte apayrı bir değer taşıyor. Baş
ta devrimci sanatçılarımız olmak
üzere, ülkemizdeki bütün aydın ve
sanatçılarımıza direnme sembolü
olmuştur.
Vatan ve halk için direnmeyi çok
geri (örgütsüz ve edilgen) bir hat
üzerinde karakterize eden, direnme
savaşında halkın gerisine düşmüş
olan aydın ve sanatçılarımıza da ye
ni bir yürek tılsımı taşımıştır. Onların
göğüs kafeslerine hapsettikleri vic
danlarını da harekete geçirmeyi ba
şarmıştır. Sanatçı ve aydınlarımız bu
vicdanı korumalıdır. Bu, başta kendi
kişilikleri olmak üzere, üzerinde ya
şadıkları toprağın halklarına karşı,
tarihe karşı zorunlu bir ödevdir. An
cak bu ödevi de kuytu odalarda de
ğil, halkın içinde vermelidirler. Çünkü
halk, aydın ve sanatçının ana kayna
ğıdır. Önce bu kaynağı beslemelidir
ler. Bunu başardıklarında vatan ve
halk için direnmenin yanında ölebilmenin erdemini de öğrenmiş olacak
lardır.
Halktan yana olma iddiası bulu
nan bütün sanatçı ve aydınlarımız,
İdil'i tanımalıdır. İdil'i tanımak, onun
sanatçı aydın kişiliğini anlamak, bu
"ana kaynakla olan bağını kavra
maktan geçiyor.
Bugün Yaşar Kemal'i Yaşar Ke
mal yapan da bu kaynak değil midir?
Ona bu payeyi veren o engin, uçsuz
bucaksız topraklar üzerinde yaşayan
doğa ve insan; ağaçlar, otlar, börtü
böcekler, dereler, yusufçuklar, yalçın
kayalıklar, ağalar, ırgatlar... Bilcümle
bütün tasfirin kahramanı olan İnce
Memed değil midir?
Ya bugün... Ne yazıktır ki Yaşar
Kemal aynı topraklar üzerinde yaşa
yan doğayı ve insanı yeni kahraman
ları ile tasvir edemiyor. İdil ve diğer
bütün kahraman, şehitlerimiz bugü
nün İnce Memed'leri, Irazca Kadınla
rı'dır. İşte Yaşar Kemal'in bugünkü
kaynağı. Benzer şeyler Zülfü Livaneli için de söylenebilir. Ona müzikte
saygın bir nitelik, kişilik kazandıran
yine aynı kaynak değil midir? Halkın
devrimci değerleri, kahramanlıkları
değil midir? Ya bugün ne değişmiş
tir? Halkın devrimci değerleri '80'lerde mi kalmıştır? Hayır. Bugün bu de
ğerler yeni kahramanlıklarla çok da
ha ilerilere taşınmıştır. Geride kalan
ise Livaneli'nin bilinci ve vicdanıdır.
Fakat bugün onu da, Yaşar Kemal'i
de heyecanlandıran, bilinçlerinde
vicdanlarında deprem yaratan, İdil
ve yoldaşlarının kahramanca yarat
tıkları devrimci değerlerdir. Geçmiş
değerler, kahramanlıklar bugün bir
nostalji değil, kan, can bedeli yaşa
yan ve insanlığı derinden etkileyen
bir yaşam biçimidir. Bu yaşam biçi
minde vicdanını dinleyen herkese
yer vardır.
İdil'in sanatçı, aydın kimliği;
özümsediği bu yaşam biçiminin ürü
nüdür. Orada engin bir halk sevgisi,
yoldaş güzelliği vardır. İdil'in devrim
ci sanat geleneğimizdeki yeri hep bu
engin halk sevgisi ve yoldaş güzelliği
ile anılacaktır.
Bu konuda son sözü İdil'e vere
lim. 17 Nisan 1992 günü Çiftehavuzlar'da dövüşerek şehit düşen önder
kadın kahramanımız Sabo ve diğer
kahramanlarımızla aynı gün katledi
len tiyatro oyuncumuz Ayşe Gülen' e
şöyle sesleniyordu: "Bir çocuk neşe
si ile coşarak çıkıp gittiğin bu odada
aldık haberini. Daha kendimizi toparlayamadan senin rolünü paylaş
tık. Ne kadar da çok istiyordun o ro
lü oynamayı... Şimdi ise aynı duygu
larla biz seni oynuyoruz. Hem de Ay
şe Gülen Halk Sahnesi olarak...
Seslerimiz yanındadır, seninledir
Ayşe"
İşte bizi yarına götürecek değer
ler İdil'in ağzından bu satırlarda dille
niyor. Bize kuşaklar boyu yol vere
cek erdemler Ayşe Gülen'den sonra
İdil ile daha da perçinleniyor. Ne
mutlu bize ki, bugün ve yarın aynı
duygularla nöbeti devralacak yeni
Ayşe Gülen'lerimiz, Ayçe İdil'lerimiz
var. Çünkü bu kültürü kıskançlıkla
koruyan, sahiplenen bir kültür suyu
nu yudumluyoruz. Çünkü, yeni İdil'
lere gebe bir geleneğimiz; OKM'miz,
AKSM'miz var. Ölür, dirilir ama yeni
den, yeniden açar kapılarını yoksul
ların çamurlu ayaklarına.
"Bir gün kapımıza vurulan zali
min mührünü söküp atacağız." de
miştik. İşte bugün kapılarımız sonu
na kadar açık. Hergün şehitlerimizin
gülüşleriyle, onların coşkuyla yürü
yen adımlarıyla çıkıyoruz merdiven
leri. Sahnemizde Ayşe Gülen ve İdil
provalarına devam ediyor. Tavır
odasında daktilo sesleri arasına ka
rışan Ayşe Nil'in gülüşleri duyuluyor.
Devrimci sanatımız ve onun mili
tan geleneği yoluna devam ediyor.
Gelecek, özgür kadın ve erkek sa
natçılarımızın, savaşçılarımızın elle
rinde daha da güzelleşecek.
•
(*) Örgütün Gücü/Nihat Behram
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
17
CAN DÜNDAR
Gazeteci Can Dündar'la televizyon haberciliği, basında kirlenme ve aydınlarsanatçılar hakkındaki düşünceleri üzerine gerçekleştirdiğimiz bir söyleşiyi
röportaj kalıplarına sokmadan yayınlıyoruz.
"40 Dakika" Programı ve
BELGESEL HABERCİLİK
B
elgesel Habercilik as
lında çok aşina oldu
ğumuz bir kavram de
ğil. Habercilik özellikle
son yıllarda daha çok
kısa, "hap haber" şek
linde karşımıza çıktı.
O günün sıcaklığı için
de kameraya ilişen olayları kısaca
ekrana getirmek şeklinde anlaşılıyor
du habercilik. Fakat bu izleyicide bir
kafa karışıklığı, ne olup bittiğini tam
anlayamama ve olayın daha çok şid
det, kan gibi televizyonun sevdiği
yanlarının öne çıkıp derinlemesine
algılanamaması gibi bir sorun yaşatı
yordu. Biz "40 Dakika" programıyla
bunu aşmak istedik. Temelde yap
mak istediğimiz; "araştırmacı gazete
cilik" tabir edilen -ama günümüzdeki
örnekleriyle bu kavram da kirlendiği
için Kullanmaktan çekiniyorum- "de
rinlemesine haber'de ne olup bittiğini
anlamaya çatışan bir habercilikti, Ele
aldığımız olayın kısaca tarihçesine
girmeden, mazisini bilmeden olayı
tam algılayamayacağımızı düşünü
yorduk. Bir yandan da bugünkü un
surlarını tümüyle verebilme kaygıları
nı güdüyorduk. Bütün bunların içinde
insan unsurunu es geçmemeye çalı
şacaktık Bir de bugünden baktığı
mızda geleceğe dönük bir projeksi
yon yapabilme imkanını araştıracak
tık. Bütün bu kaygılar biraraya gelin
ce, yapmakta olduğumuz belgesel
tarzının, habere uyarlama şeklinde
olabileceği gibi bir sonuca vardık. Ve
şu anda "40 Dakika" programında
yapmaya çalıştığımız; gündemdeki
bir konuyu ele alıp, bütün günlük ha
ber bültenlerinin hay huyu içinde,
gözden kaçan ayrıntılarını biraraya
getirmek, belli bir tarihsel çerçeveye
oturtmak, izleyicinin program bittiği
zaman, işlenen konuya ait dörtbaşı
mamur bilgi sahibi olmasını sağla
mak. Yani sonuçlar çıkartan ve insan
psikolojisi de hakim olsun diye düşü
nerek yapılmış bir program bu aslın
da.
Cezaevleriyle ilgili yaptığımız "40
Dakika" programını DGM Savcısı in
celemeye almış durumda. Bir tahki
kat sürdürüyor. Ne sonuç vereceğini
şu anda kestiremiyoruz. Ama bize
yansıyan tepkiler genelde olumluy
du. Bu programda iyi bir gazetecilik
yaptığımıza inanıyoruz. Yeniden ya
yınlanması yönünde çok talep geldi
ama sanıyorum bu tahkikat sürerken
öyle bir şansımız olamayacak. Tahki
katın sonucuna göre belki tekrar dü
şünülebilir.
Basın o kadar kontrol altına girdi,
o kadar değişik ilişkilerin içinde olma
ya başladı ki; bunu gazete manşetle
rinin günlük değişmelerinden tutun
da, televizyon haberlerinin gündemle
oynamasına kadar bir çok örnekle
hepimiz yaşıyoruz. Böyle kaygan bir
zeminde tekerleri sağlam tutabilmek
oldukça zor. Bir seyirci koşullanması
da var tabi. Ülkedeki genel gerilim,
bunun üzerine tekelleşmiş yapıda ve
iktidarla iyi ilişkiler içinde olmaya çalı
şan bir medya gerçeği içerisinde bu
nu yapmaya çalışıyoruz. Üstelik de
rakip arabalar her tür manevrayı ko
laylıkla yapabilirken. Yani buna gizli
kameradan insan hayatının hiçe sa
yılmasına kadar pek çok unsuru ka
tarak söyleyebiliriz; böyle pek adil ol
mayan bir yarış sürdürülürken prog
ram yapmaya çalışıyoruz. Hem piya
sada tutunmak, hem haber almak,
hem haberi hakkınca iletmek oldukça
zor. Ama doğrusu bütün bu "komedi
ye" rağmen, televizyon izleyecisinin
gerçek haberi almak ihtiyacı içinde
olduğuna da inanıyorum. Bütün bu
kafa karışıklığından sıyrılıp, soğuk
kanlılıkla ne olup bittiğini anlamaya
ve olaya ilişkin işaretler bulmaya çalı
şıyoruz. Bu bize umut veriyor. Yoksa
şu anda televizyon üzerinde at oyna
tanların mesleki yaklaşımlarına bakıp
karamsar olmak için yeterli gerekçe
var elimizde.
*****
Ülkedeki bütün muhalefet odakla
rı neredeyse tek tek susturuluyor.
Sadece aydınlara, sanatçılara yöne
lik değil. Bu baskılardan sendikalar
da, üniversiteler de, memurlar da pay
alıyor. Dolayısıyla sadece aydınlara
yönelik bir baskı gibi algılamak ya da
göstermek hatalı olur aslında. Fakat
bir kısım aydın bu konuda sesini yük
selttiği için doğrudan hedef durumu
na geldi. Ve maalesef parlamento,
yargı hatta hükümet iktidar karşısın
da-bu iktidarı hükümetten ayrı olarak
kullanıyorum- zaman zaman aciz du
rumda kaldığı için, sesini yükselten
ler iyice ön plana çıkıyorlar. (Özellikle
medyada ya da sanat-düşünce dün
yasında sesini yükseltenler). Bir tür
muhalefet odağı olarak düşünüyor
lar. İktidar mücadelesinde en önemli
şeyin bilgi olduğu göz önüne alınırsa,
bu bilgiyi ortaya çıkarmaya dönük her
tür çaba, bir tür cezalandırılıyor. Artık
bilim adamının, gazetecinin, düşünü
rün, sanatçının tarafsızlığı gibi bir
söylemden geçip bugünlere geldik.
Bugün artık bütün düşünürler, sanat
çılar, yazarlar taraf olma gereği duy
maya başladılar. En azından özgür
bir ülke ve bir düşünce adına taraf ol
ma zorunda hissediyorlar kendilerini.
Bu da büyük bir rahatsızlığa neden
oluyor. Çünkü bir tür saflaşma yaratı
yor. Daha çok bunu engellemeye dö
nük bir çaba olarak görüyorum son
dönem baskıları. Ama en azından in
sanlık tarihi gösteriyor ki, bu baskılar
sonuçsuz kalmaya mahkumdur.
•
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
18
HARAN ALAK
HANGİ
ÇATLI'NIN
FİKRİ?
özlerini açtı... Bu
sabah yine başını
yastığından kaldı
ramıyordu. Yine ye
dikleri
midesine
oturmuştu. İçi sanki
kaynıyordu. İçkiyi
de yemeği de fazla
kaçırmıştı. Ağrıdan, sızıdan yerinde
duramıyordu. Acıdan kıvranıyordu.
Biliyordu böyle zamanlarda yediği
her lokma, içtiği her yudum vücudu
nu harap ederdi ama onca yemeği,
tatlıyı, tuzluyu birarada gördümü du
ramaz atlardı üzerine. Tabağındakileri bitirmekten öteye taşardı yeme
hırsı; sağındakinin, solundakinin ta
bağına uzanmaya başlardı bir müd
det sonra. Yerdi, yerdi, yerdi... Mide
si tıka basa dolduğu halde gözü hep
açtı. Az sonra sancıdan kıvranacağını bildiği halde tabak tabak yerdi.
Tatlıyı, tuzluyu, acıyı birbirine karıştı
rırdı. Çevresindekilerden çoğu onun
bu halini iğrenerek izlerdi. Yalnız bir
kaç dalkavuk vardı ki çevresinde,
ona daha fazla yemesini öğütlüyor,
sağlığının çok iyi olduğunu söylüyor
lardı.
G
Solgun ışıklı, gecekonduların yol
boyunca düzensiz dizildiği bu mahal
lede gecenin karanlığı daha bir alaca
söküyordu. Fenersiz sokaklar gece
leri insanın içini bunaltacak bir ka
ranlığa gömülüyordu. Kaç kez böyle
karanlık vakti gelmişlerdi. Karanlığı
besleyen yüzleriyle kapıları kırmış,
sürükleye sürükleye götürdükleri in
sanlarla kayboluvermişlerdi sokağın
ucunda.
Şimdi yine gelmişlerdi. Yolları
üzerindeki evlerin tümünü gözleriyle
bir kenara itip sadece birine yöneldiler. Tanıdıkları bir eve, tanıdıkları bi
rine.
Evin kapısına geldiklerinde duraksadılar. Soluklarını tutup cesaret
lerini gözden geçirdiler. Hazır olduk
larına inandırdılar kendilerini. Bu sı
rada perdenin arasından küçücük bir
ışık demeti vurdu yüzlerine. Bu kü
çük hale gözlerindeki tüm cesareti
alıp götürdü. Oysa o cesareti topla
yana dek ne kadar çok uğraşmışlar
dı. Tekrar toparlandılar; parmaklanın
sıkıştırıp, nefeslerini tuttular ve kapı
yı yumruklamaya başladılar. Açılan
kapıdan, bir boğanın arenaya dalışı
nı resmedercesine daldılar içeri. Kır
mızı gören, etrafına gözü dönmüş*
çesine saldıran azgın bir boğa gibi
saldırdılar iki gözlü konduya. Hepsi
nin biraraya toplandıkları yerde bir
sandalye duruyordu; tekerlekli...
Sandalyenin üstünde saçları sütü gi
bi ak bir ana oturuyordu. Yanında,
yöresinde dolaştılar bir süre. Tanı
dıkları bir kokuyu arıyorlardı. Gözleri
parlayarak atladı bir tanesi: "Bul
dum!" dedi. Neyi bulmuştu? Kaybet
tiğini bulur insan, aradığını bulur.
Eliyle koyduğunun yerini unutmaz da
lazım olunca almaya gelirse, ona
bulmak denmez. Olsa olsa hile de
nir, yalan denir, komplo denir. Böy
le haykırdı aksaçlı kadın.
Biraz rahatlamıştı. Ağrısı, sızısı
yavaş yavaş diniyordu.İlacını almış
tı. Tüm vücudu rahatlamış, kasları
gevşemiş, göz kapaklarına bir ağırlık
çökmüştü. Uyudu...
Gözlerini kapar kapamaz rüyalar
görmeye başladı. Hiç de renkli değil
di gördükleri. İçiçe geçen karmaşıklaşan şeylerdi, Azerbeycan'a gitti bir
ara, orada tankların arasında dola
nıp kimi, nasıl izlediğini gördü. Kü
çükken evde bibloları devirirdi. Ne
TAVIR.ARALIK 1 9 9 6
kadar kızardı annesi. Eline geçirdiği
ne varsa onunla vurmaya başlardı.
Şimdi büyümüştü ama devirme hu
yundan vazgeçmemişti. Koltuk sa
hipleriydi gez-göz-arpacığın karşı
sındaki. Çocukken evdeki fareyi ya
kalamak için hazırladığı kapanları,
büyüyünce nasıl kısanlar için hazır
ladığını gördü. Kibritle sobayı yakıp
ısındığı günlerden, evleri, köyleri,
şehirleri, hayvanları yaktığı günleri
gördü. Bir bardak suyu şekerle tat
landırdığı günlerden koskoca deniz
leri, gölleri zehirle kirlettiği günleri
gördü. Terliyordu; rüyası karabasa
na dönüyordu. Uyanmak istiyordu.
Çünkü rüyasındaki deniz kabarıyor,
onu yutmaya hazırlanıyordu; yan
mış, isten kararmış yıkık dökük evler
ayağa kalkmış üzerine üzerine geli
yorlardı. Evlerin pencereleri bir göz
olmuş, alev saçıyordu. Uyanmak isti
yordu. Dün gece sandalyesinden
alıp karanlık, izbe bir yere götürdüğü
kadın girdi rüyasına. Ak saçlı kadın
parmaklarını gözüne sokarcasına
zafer işareti yapıyor, susmamacasına konuşuyordu. Kulakları uğulduyor, kadının söylediklerini duyamıyordu. Kan ter içinde uyandı. Bu ka
dın neler söylüyordu, neden böyle
allak bullak olmuştu? Terden sırılsık
lam olmuştu. Biraz soluklandıktan
sonra acıktığını hissetti. Hizmetçile
rine seslendi. "Ne varsa doldurup
getirin" dedi. Tıka basa yiyecekti.
Şairin dediği gibi "aksırıncaya, tıksı
rıncaya kadar" yiyecekti.
Aksaçlı kadın yanında dolaşanla
ra öfkeyle baktı. "Bu komplonuzu da
boşa çıkaracağız" sesi tüm binayı
çınlattı. Ağzını kapamaya çalıştılar.
Kadının söyledikleri ağzını kapatan
elin parmaklarının arasından harf
Harf çıkıyor, harfler havada yanyana
diziliyor ve cümle tamamlanıyordu.
"Bu komplonuzu da boşa çıkara
cağız!"
Arabasında buldukları küçük
ama pahalı bu tozun; yüzbinlerce
genci zehirleyip yaşamını bitiren küçücük beyaz zerrelerden oluşan ve
insanoğlunun lanetlediği bu tozun ne
işi ne işi olabilirdi ki bu kadının yanın
da. O evladı gibi sevdiği insanların
sararıp solmasına nasıl razı olabilirdi
ki? Bir anne, oğluna "al bunu kanına
kat" deyip onu zehirleyebilir miydi?
Nasıl yapardı bunu?
19
Hem o, damarlarından kanı çeki
lip, bir köşeye atılan, ardından ağıt
lar düzülen bir fidan tazeliğindekilerimizin; sorup sorup bulamadıklarımı
zın, ömrüne duyamadıklarımızın;
demir parmaklıklar ardına kapatılan,
gün gün erirken zafer nidaları atabi
len kocaman yüreklilerimizin annesi
değil miydi? Evlat acısını ondan iyi
kimse hissedemezdi.. Çünkü nerede
eline güneşi alıp, gülerek gözünü yu
man varsa onun evladıydı. Yüzlerce,
binlerce kez yaşamıştı evlat acısını.
Böyle bir insan hangi gence bu be
yaz zehirle kıyar da sonra huzurla
geçirirdi lokmaları boğazından.
Bu zehri üretenlere karşı adım
adım dolaşmıştı ülkeyi. Beyaz zehirin saltanatı son bulsun diye gecesi,
gündüzü bir olmuştu. Sadece beyaz
zehir değildi ki bu topraklarda hüküm
süren. Yalan, talan, kan günleriydi
yaşanılan. Dayanılmazdı bir köşede
beklenerek. O, bir anaydı. Varsın,
oğlu, kızı olmasın içerde; varsın dü
şenlerin arasında olmasındı. Hepsi
evladı sayılmaz mıydı? Hepsi "ana
diye diye, yar diye diye; savaş diye,
aşk diye "düşmemiş miydi yola.
Daha dün denecek günlerde kö
mür karasıyken saçları şimdi pamuk
beyazına dönmüştü. Derler ya, "de
ğirmende ağarmadı bu saçlar" diye.
Armutlu'nun yokuşlarında, Sağmal
cılar'ın kapısında, Galatasaray'da
ağardı bu saçlar. İlmek ilmek örülen
bir yaşam ağarttı bu saçları. Acılı,
kahırlı, sevinçli, kocaman gülücük
lerle donanmış, sınanmış, dakikası
dakikasına onur dolu bir yaşam
ağarttı bu saçları.
Yemek masası yiyeceklerle donanmıştı. Her zamanki gibi peçetesi
ni yakasına iliştirip sandalyeye otur
du. Bu peçeteyi hep takardı ki taba
ğından, kaşığından dökülenler, yağ
lar ilişmesin üstüne. Beceremezdi
üstüne başına bulaştırmadan yemek
yemeyi. Ne kadar titiz davransa bir
yerlerden bulaşırdı üstüne yağlar.
Yemek masasının üzerine adeta
kapandı. Günlerce aç kalmışcasına
hırsla yöneldi yemeklere. Rüyasında
gördüklerini unutmuştu. Şimdi aklın
da varsa yoksa yemek vardı. Önün
deki börek tepsisi boşaldığında, kuy
tu mahallede yalnız başına yaşayan
bir genç elindeki şırıngayı düşürdü.
Kolundan ince bir yol gibi kan boşa-
nıyordu. Kuytu mahallede yaşayan
gencin gözleri karardı düştü. Yediği
börek midesine bir asit gibi saplandı.
Ah edenlerin acısıydı midesinde du
yulan... Umursamaz bir tavırla kuzu
etinden yapılmış muhteşem görü
nüşlü başka bir yemeğe yöneldi. Ta
bağa çatalı her götürdüğünde bir
gencin sırtı, kafası üzerine inip kal
kan jop darbeleriyle morarıyor, acı
dayanılmaz bir hal alıyordu... Sindir
mek için bir yudum içki aldığında bir
köşede bir genç kız kimbilir kaçıncı
kez fuhuş için pazarlığa girişiyordu.
İçkisi boğazına takıldı. Öksürdü.. İçki
dudağının kenarından peçeteyi gör
mezden gelip gömleğine damladı.
Keyfi kaçmıştı ama o yemeye devam
etti. İzbe bir karanlığın ortasında ışık
saçarcasına oturuyordu aksaçlı ka
dın. Düşünüyordu... Evlatlarını, acı
larını, özgürlüğü düşünüyordu. O ye
meye devam ediyordu.
Kapıyı utangaçca tıklatan hiz
metçiler beklenen misafirlerin yola
çıtığını bildirdiler. Gündoğumundan
önce varırlardı. Bir yerlerden bir yer
lere gitmek için bir otomobil yola çık
mıştı. O yemeye devam ediyordu.
Otomobil gidiyor, Aksaçlı kadın bu
iğrenç komploya karşı tertemiz bir
yaşamı örmeye devam ediyor, o ye
meğini bitirmeye çalışıyordu. Oto
mobil yola çıkalı üç saat olmuştu.
Yemeğini bitirdi; sinirli sinirli düşün
dü, neden hala gelmemişlerdi. Kaç
gündür onları bekliyordu. Midesi yine
ağrımaya, kulaktan çınlamaya baş
ladı. Beynindeki uğultu bir gürlemeye dönüştü, gözleri karardı. Ve oda
nın orta yerine kustu. Günlerdir, ay
lardır yedikleri halının üzerine yığıldı.
Ortalığı bir koku sardı; dayanılmaz
bir koku, görüntü iğrençti. Midesine
söz geçiremiyordu. Bir böğürtü ve yi
ne ağız dolusu kustu. Artık herşey
gözler önündeydi.
DEVLET - MAFYA - AŞİRET ÇETESİ!
KAZAYLA GELEN BİLMECE!
K0NTRGERİLLA TESCİLİ!
İŞTE ÇATLININ EROİN ÇETESİ!
Aksaçlı kadın elindeki gazeteleri
bir kenara bırakıp, düşündü. Araba
sına konan zehir kimbilir hangi Çatlı'nın fikriydi?
•
TAVIR ARALİK 1 9 9 6
20
NU JIYAN
YÜREK BÜYÜDÜKÇE
KORKULAR KÜÇÜLÜR
B
aşı önüne düşmüş
koşar adım ilerliyordu
çatlamış asfaltta, be
deni küçük, yüreği bü
yük genç kız. Cadde
lerde tek tük insanlar
bir görünüp bir kaybo
luyordu. Gök yere
doğru hıçkırarak akıyor, kara bulut
duvarı, üstten kalın bir tabaka şeklin
de süzülüyordu. Yağmur demet de
met düşüyordu; asfalta, kaldırımlara
vuruyordu kendini, öldüresiye. Sert
rüzgarları yüzüyle yarıyordu genç
kız. Acelesi vardı. Giydiği mont su
geçiriyordu. Üşüyordu.
Güneş kara bulutlarla son boğuş
masını yapıp günle beraber yuvası
na dönerken, yağmur yeryüzünde ne
varsa boğmak istercesine hızlanmış
tı.
Bu coğrafyada buz gibi bir kış hü
küm sürer, geceler ise kan tadındadır.
Kış ıssızlığını sürüp insanların
ayağını kesmişti sokaklardan. Elle
rinde buz gibi namlularla bazı insan
lar tekellerine almışlardı caddeleri,
sokakları.
Yanakları soğuktan gül açmış,
esmer, küçük bir kız yanından ge
çerken, o ekmeğini arayan küçük
kızla açlığın en sertini bağrında taşı
yordu.
Hayatı içinde taşıyan bu kız kim
bilir hangi zemheriyle boğuşmaya gi
diyordu. O ise bir dost sofrasına ko
nuk olacaktı.
Dostlarının bulunduğu sokağa
girdiğinde yüreği büyük bir sevinçle
çarpmaya başlamıştı.
Kısa boylu, tombul evler sıra sıra
dizilmişlerdi yan yana, üst üste. Baş
larında şapka gibi duran kiremitten
damlar kırık döküktü. Tahta kapılar
yarı baygın bir halde kapı eşiğine tu
tunmaya çalışıyordu. Köhne, yırtık
kaldırımlar upuzun yatıyordu çamur
lu yolun kenarında. Bacalardan yük
selen kara duman gökyüzüne doğru
sıklaştırıyordu adımlarını.
Rüzgar bir o yana bir bu yana
koşturup duruyordu hala. Bahçede
tek başına duran yapraksız ağacın
beli bükülmüş, ev de yüz yaşında in
sanlar gibi çökmüştü. Kerpiçler, taş
lar sarkmıştı her yandan. Sırılsıklam
varabilmişti eve.
İçerdeki dostları, karla kaplı olan
ruhunda ekilmiş güllerdi.
Kapıyı büyük bir sevinçle vurdu.
Kapı astımlı bir hastanın nefes alışı
gibi sesler çıkararak açıldı.
Gözler serin bir ıslaklıkla kucak
laştı. Ardından yüreklerinin tüm sıcaklıklarıyla kucakladılar teker teker
birbirini. Yavru bir tay gibi coşuyordu
yürekleri. Hayatın kuraklığına su ve
rircesine akıyordu sevgileri. Diller
suskundu, gözler konuşuyordu.
Bakışlarında gül yüzlü yarınların
tohumu çatlar, boy atıp delikanlı
olurdu. Öyle bir dostluktu ki bu, yü
rekleri kor ateşe düşürürdü.
Dost sofrası kuruldu. Zeytinler,
ekmekler, çaylar dizildi birer birer
sofraya. Göz göze, diz dize oturdu
lar. Çaydanlık yan tarafta kalın bir
ezgi(!) tutturmuştu.
Gülüşler yükseliyor sofradan,
sert kayaları, buzları eriten sıcak gü
lüşler. Dışarda herkes kendi içinde
yaşarken, ölümler adsız işlenirken,
bu küçük sıcacık evde mevsimlerin
en renklisi yaşanıyordu. Baharla ku
caklaşan canlarla birlikte atıyordu
çünkü yürekleri.
Sazlar çalınır, türküler söylenir,
şiirler okunur ardından. Türkülerle
birlikte kucak kucak sevgi uçuşur
gökyüzüne doğru. Birleşip dost ses
lerle ak doruklara konuyordu ezgile
ri.
İşte alaca karanlık
Hasreti kıldan ince
Sevdası atomdan ağır
Bir civan perçemi oturmuş
Kepez Dağı'nın boranına
Gözleri tenhalaşmış dalgın
Gözleri yüreğinin ardına düşmüş
Yani sevdası başında
Bıraktığı sesi
Yangılar çıkartıyor
Akçadağ'da(*)
Yıldız yıldız parladı gözleri. Gon
ca güller açtı yüreklerinde. Her bir
can, karanlık gecede parlayan ışık
seliydi. Mutluluktan yüreği kanatlanı
yordu genç kızın. Yudum yudum içi
yordu her mısrayı
Umut, sevda, hasret kokuyordu
her yan. Zaman akıp gitmişti, gece
ömrünün yarısını tüketmişti bile. Şiir
tadı kulaklarındayken daha, tahta
kapı kırılırcasına vuruldu. Kapı çığlık
çığlık ses verdikçe yaşamı boğmaya
çalışanların geldiğini anlamışlardı.
İlktir anlamını yitirmiş gözlerle
genç kızın göz göze geleceği. Elleri
dostunun ellerinde birleşti. Yüreğini
dayarcasına omuzuna, yanına so
kuldu.
İnsan azmanı daldı ilkin içeri.
Sonra hepsi aç kurtlar gibi saldırdı
her yana. Az önce paylaştıkları ek
mek saçıldı hasırın üstüne. Saldırıya
uğradı kalem, defter. Boylu boyunca
yere serildi okudukları şiir. Sıcacık
oda buz kesildi birden.
Yürek çarpıntıları tüm vücudunu
sarsıyordu. Hangi saz, hangi söz an
latabilir yüreğinin korkuyla bu ilk tit
remesini.
Ne yapacaklarını düşünürken al
nında donup kaldı korkuyla yeşeren
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
ilk terler. Cevap bula
mayan sorular kemiriyordu içini.
Sazın bam telinin
belini büküp bıraktılar
ortalık yerde. Karanlık
bakışlarıyla yüklüyor
lardı her şeyi.
Sonra katıp onları
namluların ürpertisi
nin önüne, şiirsel bir
yaşamdan alıp içi buz
gibi arabalarına doğru
götürdüler.
Çelikte
kaplı olan taşıt onları
pençelerinde sıkarak
emekleye emekleye
ilerliyordu
zulmün
rahmine doğru.
Arabadan izliyor
du altında uzanan es
mer geniş yolu. Gece
gittikçe
daralırken
yağmur çoktan bulut
lara yüklenmiş çekilmişti gökyüzüne
doğru. Ay ışığı düşmüştü yeryüzüne.
Sarı sarı yapraklar son nefesleri
ni de verip, uzanmıştı asfalta. Toprağın soluğu ciğerlerine konuyordu.
Bulutlar avuç avuç sisi serpmişler
dört diyara. Ay ışığı ağaçların ardın
dan gülümsüyordu. O soluğu ciğer
lerine konsun diye derin derin emer
ken toprağı dağlara doğru geçip git
mişti.
Göğe doğru uzanıyordu zulüm
yuvası. Minibüsten aldılar, binanın
pençelerine attılar onları. Baştan
• ayağa karanlık sağnağı altındaydı
lar. Zulüm kokuyordu her yan. Garip
bir titremedir yüreğini kaplamıştı
genç kızın.
Silahlıydı, jopluydu düşman. O
ise cevapsız merak dolusu soruları
barındırıyordu içinde.
Duvar dibine sıralamışlardı. So
ğuk birer birer yokluyordu bedenleri
ni.
Adlarını, kimliklerini aldılar. Son
ra ayrı ayrı hücrelere serptiler. Yal
nızdı, bir başınaydı, korkuyordu.
Hücresinin her yanı pas tutmuştu.
Gün ışığından gayrı, acıdan yana
her şeye konuk edilmişti bu hücrede.
Duvar dibine çöktü. Düşünceleri paniklenmişti. Ne olacak sorusu kalp
atışlarını her tarafında hissettiriyor
du.
Yan taraftan bir çığlık fırladı. Tüm
koridor boyunca dolaştı ve sustu. Bir
21
kitapta okumuştu. Gördüğü filmleri
gözünün önüne getirmeye çalıştı.
Dağlar geliyordu aklına. Dersim dağ
ları, Munzur Çayı... Çok özlediğini
hissetti. İçi bin umutla doldu. İlk an
daki paniği bitmişti. Kendini her şeye
hazırlamaya başladı.
Yan tarafta bir çığlık daha koptu.
Biliyordu artık yeni gelenlerin paniklenmesini sağlamak, telaşlandırmak
ve onları psikolojik baskı altında tut
mak için geçmişten beri izlenen bir
taktikti. Hazırdı artık. Uyku seli boşanıyordu gözlerinde, bazen dalıyor,
bazen de uyanıyordu. Koridordan
gürültüler geliyordu... Kapı sesleri,
şakalaşma sesleri geliyordu. Sabah
olduğunu anladı. Oturmaktan ayak
ları uyuşmuştu. Biraz hareket etme
ye çalıştı. Her yanı kaskatıydı.
Kapı bağırarak açıldı. İri yarı biri
si omuzlarından tutup koridora fırlat
tı. Küfrediyordu. Saçını koparırcası
na tutmuştu. Kurtulmaya çalıştı, kur
tulamadı. Boğazında düğümlendi
hıçkırık. Bir odaya soktular onu.
Odanın içinde çiğ tutmuştu ışık.
Gözlerine yuvarlanıyordu. Bir sandelyeye oturttular. Sorular, sorular,
sorular... Yönünü kestiremediği to
katlar iniyordu yüzüne.
Hiç konuşmuyordu. Elle sarkıntı
lık ediyorlardı. Aşağılamaya çalışı
yorlardı. Ne acı duyuyor, ne de kor
kuyordu. Onu başka bir odaya götür
düler. İfadesini almak istiyorlardı.
Beraber getirdikleri arkadaşları da
oradaydı. Gözleri buluştu. Konuşmu
yorlardı. Ama bir bakış, oranın buz
tutmuş koridorunun soğukluğunu
aleve çevirmeye yetiyordu.
Ellerini kelepçelediler. Arka arka
ya sıraya dizdiler. Mahkemeye gidi
yorlardı. Arabaya bindirdiler. Yanına
oturmuş arkadaşının ellerine dokun
du. Omzunu omzuna yasladı.
Rüzgar ıslık çalarak geçiyordu
camdan. Ağaçlar yazın tozunu sağa
sola yalpalayarak, yağmurda yıkanı
yorlardı. Yüzlerinde bir çok acılı yel
taşıyan insanlar, yırtık kaldırımlarda
ilerliyordu. Mutluydu. Bu ilk içeri dü
şüşüydü. Ama şimdi yollardaydı.
Mahkeme bir arkadaşları dışında
hepsini serbest bırakmıştı. Kendileri
ni o gece alıp götürenler anlamlı an
lamlı baş sallıyordu. Umrunda değil
di. Korkuyu yenmişti bir kez. Sevdiği
insanın bir sözü takılmıştı aklına;
"İnsan öyle mükemmel bir varlık
tır ki nerede olursa olsun, uyum sağ
layamadığı bir ortam yoktur. İster
zemherinin içinde, ister akrep iğne
sinde olsun, tutar soluğunu kıpırda
maz, inancı yeter ki sağlam olsun,
yeter ki sol yanı yıkılmasın".
Yürek büyüdükçe korkular küçülüyordu... yürek yürüdükçe, korku
kaçacak delik arıyordu.
•
(") Savaş Ezgi
22
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
HASAN İZZETTİN DİNAMO
ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ
Ben, şair olmuşsam, özgürlük,
Yalansız riyasız söylüyorum
senin aşkından olmuşum.
Ben, bacak kadar çocukluğumdan beri
Hep sensizliğin yarattığı
dayanılmaz serüvenlerin
O korkunç ağusuyla dolmuşum.
En son türkümde seni söyleyeceğim
Bir emperyalist tankı altında
şair yüreğim ezilirken
Ya da dünyanın en güzel bir sabahında
Bir duvar dibinde kurşuna dizilirken.
Varsın ondan geri tonton şairler
Çember çevire dursun asfaltında şehrin
Varsın küçümencik aydınlar
"Cennet Bahçesi"nde dondurma yesin.
Eğer sen yenilirsen özgürlük,
Elveda artık serbest zamanlar, deniz türküleri,
Çevirecek şiirimizin dört bir yanını
Gamalı Haç markalı tel örgüleri.
Elveda, artık şehrin kaldırımlarında
Gülerek, oynayarak yürümek.
Elveda, öyleyse elveda bundan geri
sen, sevgili yemek.
Ben bu yeryüzünü neyleyeyim
Aşksız, arkadaşsız, özgürlüksüz
Denizlerin, dağların güzelliğini,
Altındağın kekliğini
Demir çizmeli hergeleler yerken?
Böyle bir zamanda
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
Şairler, neyleyeyim bu şiirleri ben
Tahta atlardan, uçurtmalardan sözeden.
Boyuna ağlamak geliyorsa içimden
Kendi küçük ekmeğimi yitireceğimden değil,
Artık, yem giynek, yeni ayakkabı
Yeni don, yeni gömlek alamayacağımdan
Artık caddelerde sempatik yüzler
bulamayacağımdan değil,
Daha büyük, daha büyük sorun
Ne şair diliyle, ne kuş diliyle, ne tanrı diliyle
Ahbaplar, insanca konuşalım
Uçurumlarında uyuduğumuz uygarlık
Büsbütün yalınayak mı bırakıp bizi göçecek?
Durun, durun hele
Bir matara suyumuz daha var içecek,
Alnı gelincik çelengiyle süslü
Kutsal özgürlük yiğitleri,
Sarsarak bir kez daha göğü, yeri
Tank-tank, top-top, mermi-mermi
Türkü söylemek günü geldi.
Göğsümüzün altında çarptıkça yüreğimiz
Savunacağız biz
Güneşi, havayı, suyu ve insanı,
Savunacağız biz
Kalbin öğrettiği
en güzel şeyi:
VATANI.
23
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
24
MELİHA ÇOBANCI
TERSİNE DÖNDÜRECEK O ÇARKI
YÜREK GÜCÜMÜZ
oluk kış güneşi vurmuş
odaya ve bir ses gezin
mekte masalar arasında.
Anlamsızlığını her hece
sinde vurgulayan, kulaklar
da hiçbir iz bırakmayacak,
sevdanın ayağa düşürülmüşlüğünün sesidir bu;
"Ah sevda vah sevda
Böyle yaman sevda..."
Yeni bir güne dair bekleyişle dolu
gözler, dolaşıyor gazete sütunların
da;
"...'un naaşı kaçırıldı."
S
Koskoca bir ülke burası. Her ka
rış toprak, zerrelerinde yakılmışlığı,
sürülmüşlüğü, gözyaşı ve kanı ba
rındırır. Kimbilir kaç çığlık delip ge
çer her geceyi. Kimbilir kaç çocuk
vatansızlığa açar gözlerini her gece
ve kimbilir kaç insan tadamadan öz
gürlüğü bir nebze, yiyemeden aşını
ağız tadıyla, çekip gider yeryüzün
den sessiz sedasız...
"'... siyaset dinin hizmetindedir.
Biz laiklik ve demokrasinin güvence
siyiz' dedi."
Koskoca bir ülke burası. Yemek
lere tuz misali yalan atılır. Bir soluk
fazla yaşamak için su yerine kan
içenler, durmadan masallar üretir.
Güne göre maske değiştirerek, ya
lancı, hırsız, namussuz olup iltifata
layık görülür. Ve bu ülkenin asıl sa
hipleridir ki, her gece boğup içlerinde
isyan çığlıklarını, susarlar. Belki de
susacaklar, ta ki; hep birlikte haykır
mayı öğrenene dek...
Dalıp giden gözler, o sese doğru
irkiliyor birden. Aynı berbat tarz, aynı
yozluk ve sevdadan tek iz taşımayan
aynı pervasızlık, hoyratlık... Her yan
da gezinen çürümüşlüğün, yüreklere
de sızmaya çalışan izdüşümü sanki;
"Canısı canısı ömrümün yarısı
Ben senden ayrılmam
alnımın yazısı..."
Girdi, gölge gibi sessizce odaya.
Yüzünden okunuyor hainliği, satılmışlığı. Gözleri felfecir okumakta.
Öyle ya; yaranmalı sahibe ki, birkaç
kemik kapabilmeli artanlardan.
- Gece bekçisi geldi Kemal Bey.
- İyi... iyi... Şimdi şöyle yapalım:
Sen aşağıdaki camları silersin - ko
lay iş- o da tuvaletleri temizlesin ve
yerleri paspaslasın. Oldu...!
- Peki efendim. Gelsin mi?
- Çağır, gelsin!
"... Finans kurumu açıldı."
Koskoca bir ülke burası. Dağı, ta
şı, kurdu, kuşu, insanlarıyla beraber
satılır. Her türlü pisliği hayat felsefe
si edinenler; ne banka hesaplarını
ne de gayrimenkul kayıtlarını şişir
mekten bıkmazlar. Kimbilir kaç çocu
ğun geleceğini çalarak, kaç ananın
gözyaşlarıyla yaptılar "yollarını" ve
kimbilir ne kadar alınterine borçlu
lar? O zaman pamuğu toplayan el
lerdeki diken yarası, makinede kalan
kolun yarısı ve gece yarıları götürü
lüp de bilinmez karanlıklarda yitirilen
evlatların acısı; koskoca bir yumruk
olup ezmez mi dersin, insanlığı beş
paraya sayanları...
Ve geldin sen! Eller önde bağlan
mış ama belli biliyor musun, daha
önce hiç durmamış öyle. Bir an evvel
kopup birbirinden, yanlara salına
cak; öyle sabırsız, sıkıntılı durmakta.
Bellidir, daha önce çok namussuza
bildirmiş haddini. Onurunu işletip na
sırlarına, taş kırmış, kum elemiş,
kazma sallamış... O yüzden alışık
değil, alışamaz öyle süklüm püklüm
durmaya. Ama gel gör ki, açlık zor
şey, hele de üç tane ufak çocuk var
sa. O yüzden bütün şartlar kabul, de
ğil mi? O yüzden istisnasız her gün
bu koca handa, akşam yedi, sabah
yedi, tüm gece tek başına ve daha
bir sürü iş... Asgari ücret... Kabul de
ğil mi?
"Ne zaman gelecek 'ne iş olsa
yaparım' denmeyeceği günler? Bir
ömrün, karın tokluğuna tüketilmediği
ve alınterinin baş üstünde tutulduğu
o günler?"
Durup düşünüyorsun, belli. Ve
sözde kabuldür evet. Ama yürek çar
pıyor hızla, lanet ediyor, "haksızlık"
diyor. Gözlerde çelik bir ışıltıya dö
nüşüyor o yürek çarpıntısı ve koca
bir haykırış olup hapsediliyor olduğu
yere, belli biliyor musun? Çünkü o sı
nıftansın sen de. Sana bu tuzakları
hazırlayanları yerle bir edecek, gü
lümseyen bir dünyanın müjdecisi
olan o sınıftansın. Bu susuş, aynı za
manda bu yürek gümbürtüsü, bu yüz
yanması ve parlayan gözler büyük
depremlere gebe. Sen de katacak
sın, şimdilik boğulup kalan isyan çığ
lığını o milyonlarca sese ve baharla
rı gülen çocuklar gibi getirecekler
densin sen de, belli biliyor musun?
Bir bulutlanıp bir açılıyor-soluk
kış güneşi. Ve Saatler normalden da
ha yavaş sanki bu odada. Oysa dı
şarıda, akıp duran pırıl pırıl bir gün
ve daha saat beşbuçuğa ne çok var.
O çarkın bir dişlisi bu oda, bu in
sanlar; masa, daktilo, telefon, herşey, herşey... Denir ki; tersine dön
dürecek o çarkı bir yürek gücümüz,
bir çoğalıp çağlayan sevdamız ve bir
de tarihi yazmış alınterimiz...
"IMF bütçeyi hayali buldu."
Ve yinelenip durmakta, aynı an
lamsız sözlerle yüklü, aynı düzmece
ezgiler...
"Geçsede gençlik çağım
Boş kalsa da kucağım..."
•
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
25
BARIŞ YILDIRIM
ateşin işçileri
Ateşin işçileri ve kurtuluşun...
bizimle birlikte her sabah yola düşenler,
okula giden çocukları selamlayanlar,
evlerine yorgun dönen işçilerin komşusu.
Her sınıfta bir dostları var,
her sokakta bir tane,
her vardiyada türkü söylüyor biri
bileklerinde ırmaklar gibi gücü öfkenin
çalışanlar gecelerden sabahlara kadar
ateşi büyütenler...
Rüzgarlı günlerde
işçi avuçlarında gizlenen kibrit çöplerinden
biriktiriyorlar alevi.
Yanmış köylerin közlerini katıyorlar yüreklerine
ve alev alev kadın ve çocuk gözlerini
topluyorlar;
-onlar ki baktılar giden yiğitlerin ardından
hangi yangın daha hınçlı yanar ki?Ateşin işçileri ve kurtuluşun...
Ateşi büyütenler kentin sokaklarında,
korkusuz yiğitlere kıymışın,
anaları yıllar boyu boşuna bekletmişin,
çocukların umudunu çalmışın,
metreslerinin koynunda bile uykuya
varamayanların
çalan her kapının ardında
bekledikleri
Ateşin işçileri ve kurtuluşun
gecenin burçlarında yangın çıkaranlar,
alev salanlar namussuzun alın çatına,
her sabah bizimle birlikte yola düşenler
ve her gece şafak müjdecisi ateşler yakanlar
kurt inlerinde.
26
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
PINAR ARDA
ZIMEX'TE
ÇARPAR YÜREĞİM
1.
Tanımadın birtanesi Nazlıcan gelinini.
Göçmeden,
Güneşe gelin olmadan Nazlıcan
Görmek istedi,
"Olur da düşersem" dedi;
Beni gömün göremediğim
Zımex rüyasına!
Daldı Nazlıcan gelini,
Vuruldu sevdalı yüreğinden.
Sonra, onu Zımex'e götürecek
ayaklarından,
Tutuştu Emirgan yatakları.
Tutuştu sevdalı canlar!
Zımex'in Nazlı'sı,
Sevdalısını aradı son kez
Bulacaktı gözleri aradığını
"Ben önce düştüm" diyecekti,
Birlikte varamadık köyüne,
Zımex'e selam söyle!..
Olur ya toprağına karışamaz bedenim,
Ruhum saracak Zımex deresini!
TAVIR ARALIK 1996
2.
Göçtü Nazlı gelini...
Yakıldı sevdalı oniki canın bedeni,
Göğe karıştı,
Sardı ovalan, dağları
Yakılan oniki canın kokuları.
Duydum...
Kanlı geçit vermez ellerde
Yakılmış bedenleri,
Nazlıcan çoktan varmış Zımex Köyü'ne
Kucağında mavzeri,
Nergis çiçeği gibi.
Nazlı şimdi, çoğaltır devrimi
Sandık sandık gelin çeyizi.
Büyür Emirgan yatağında
Kardelen çiçekleri...
Zımex hergün yeniden giyinir
tüm güzelliğini
Bilir,
Gelecek Nazlı çiçeğin sevdalısı Haydar.
Bilir,
Kayalarına kafa tutan sevdalı yiğit
gelecektir.
3.
Reyhan bakışlı yoldaş,
Zımex deresinin coşkun akışında
gülüşün
Sabahın serinliğinin güne karışması,
Sonra alnımızı okşayıp,
Bağdaş kurduğumuz soframıza konması,
Senin köyün burası.
Birlikte öğrendiniz Zımex'le coşmasını,
Delice şeyler yapmayı.
Sen gideli Zımex sevdalını almış koynuna
bekler seni.
Yankılanır ağız dolusu kahkahaların
kayalarında şimdi.
Sarmış Zımex Nazlı gelinin yaralarını
suyunda,
Çelikleşmiş, çoğalmış
Nazlı gelinin sevdası
Çaytaşı'nda düşmüş Dokuz yiğit tuzağa,
Dokuz kızıl ok olup sökmüşler şafağı
vakitsiz,
Dokuz kızıl ok olup hançerleşmişler
zebanilerin göğsünde...
Bir Kemal varmış Çaytaşı'nda
Nazlı'nın yüreği akar Çaytaşı'nda
Bir Haydar varmış Çaytaşı'nda
Nazlının yüreği volkan olur
Dayanır kapılarına Çaytaşı'nın...
Haydar göçmüştür,
Kimbilir belki yıldızlar ülkesine
Belki güneşe.
Zımex aynı akıyor
Zımex başında uzanmış kayalarını
Yıkmak, yoketmek istemiyor
Biliyor sevdalı Zımex
Haydar'ın sevdalısı Zımex
Birgün sevdalı şahanların,
Çılgın yolcuların gelip suyuna dalacağını
Kayalarına tırmanacağını
4.
Sakın ola, sakın ola ha Zımex
Kan damlamasın suyuna!
Olur da türkülü gecelerine
Yas katan çıkarsa
Delir Zımex!
Hırçınlaş, deli bir dalga ol.
Koyma suyuna kirli katilleri
Akmasın pislik bağlamış yaralan
duruluğuna
Gelecekler Zımex
Dargın olma n'olur
Onlar,
Sevdalısı olmaya gittiler başka ülkelerin
Serin tut bağrını,
Hergün yeniden giyin tüm güzelliğini
Bil ki Haydar gelecek.
Say ki sevdalısını almaya...
Zımex: Dersim merkeze bağlı bir köy adı.
Çaytaşı: Dersim-Hozat'a bağlı bir köy adı.
Emirgan: Dersim-Ovacık'ta bir bölge adı.
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
28
YASEMİN ÖZDEMİR
ŞEYH BEDREDDİN
AYAKLANMASI
HAREKETİN
rtaçağda kadın in
san yerine konul
muyor, neredeyse
yok
sayılıyordu.
Kadına değersiz bir
nesneymiş gibi ba
kıldığı, mal-mülk
seviyesinde görül
düğü koşullarda Bedreddin, Kahire'de Sultan Berkuk tarafından ken
disine cariye olarak "armağan" edi
len Cazibe'ye büyük değer verir. Gelenekleşmiş "köle-efendi" ilişkisini
reddeder. Çünkü böyle bir ilişkinin
içinde yer almak, yani bir insanın Öz
gürlüğünün sahibi olmak onu rahat
sız eder. Öylesine ki, özgürlük kav
ramını tartışmaya, kendisini sorgula
maya başlar.
Bedreddin, Cazibe'ye özgürlüğü
nü verir. Evlilik ilişkisi saygıya, sevgi
ye dayalı, birbirine değer veren, bir
birine yoldaşlık eden insanların ilişki
sidir. Bedreddin Cazibe'yle görüşle
rini paylaşacak, onun görüşlerine
değer verecektir.
Kadının neredeyse insan yerine
konulmayışı, Bedreddin'in özgürlük,
ve adalet anlayışına uygun değildir.
Bedreddin hakkaniyet peşindedir ve
O
-3-
YENİLGİSİ
saray ve saltanatın kendi çıkarları
nın, zorbalık düzenlerinin tayin ettiği
ideolojilerini ve kültürlerini de parça
layarak kendine has bir kültürü şekil
lendirmeye çalışmıştır. Kurmayı öz
ledikleri düzenin tohumlarını atmaya
başladıkça, yeni toplumun ihtiyaçla
rına göre şekillenen kültür ve doğallığıyla kadın-erkek ilişkisi de değiş
miştir.
Osmanlı tüm sınıflı toplumlar gibi
güce dayalı ve ataerkil bir toplumdur.
Ve toplumsal yapıda kadının konu
mu da buna göre şekillenmiş ve kül
türe yansımıştır.
Ayrıca Osmanlı, toplumsal hu
zursuzlukları, hoşnutsuzlukları bastı
rabilmek için kendi ideolojisini ezi
lenlerin kafalarında da egemen hale
getirmiştir. Börklüce Mustafa bu ko
nuda şöyle diyor:
"Beylerin zulmü altında inleyen
yoksul, karısının kendisinden de
aşağı durumda olduğu düşüncesiyle
avutur kendini. Karısını aşağıladıkça
avunması artar. Emrindeki yoksul
lardan bir bölümünü ötekilerden üs
tün tutmak da beylerin alabildiğine
işlerine gelir. Hem sözde üstün tut
tuklarını hem de ötekilerini boyundu
ruk altında tutarlar. Kadını erkek kar
şısında aşağılamak, onlara bu çifte
imkanı verir." (Ben de Halimce Bedreddinem, s. 241)
Oysa Bedreddin hareketi, kolektif
bir toplum yaratmaktadır. "Yarin ya
nağından gayri, her yerde, her şey
de, hep beraber" diyebilecekleri bir
toplumdur bu. Bu toplumda herkes
gücü, yeteneği oranında çalışacak,
üretecek, ihtiyaçları oranında da ala
caktır. Ezen-ezilen ilişkisi yoktur. Do
layısıyla da asalaklık, özel mülkiyet
olmayacaktır. Böyle bir toplumda ka
dın, emeği ve kişiliğiyle değer taşı
maktadır.
"Hakikat karşısında yalnızca din
ler ve halklar değil, kadınlar da er
kekler de eşittir." diyerek ihtilalin ya
salarını yazmaya başlamışlardır.
Tüm emekçiler eşittir ve. kardeştir.
Kadın da erkeğin emekçi kardeşidir.
Bu yüzden savaş kurulunca kadınlar
da erkeklerin yanıbaşında yeralmaktadır.
Osmanlının ve binlerce yıllık zor
balık düzenlerinin anlayışları parça
lanmakta, savaşın içinde özgürleş
meye doğru adım atan kadının yete
nekleri, becerileri ve savaşçı nitelik-
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
leri ortaya çıkmaya, görülmeye baş
lamaktadır.
Kadınlar akıllarıyla nice gün gör
müş erkeği geride bırakabilmişlerdir.
Gerçekte Anadolu kadını uyanıklığı,
pratik zekası ve öngörüsüyle kendi
sini kabul ettirmiş, tüm ezilmişliğine,
horlanmışlığına karşın bu üstün
özelliğini kuşaktan kuşağa aktarabilmiştir.
Ayaklanma içinde kadınlar özgür
kişiliklerini yaratmaya başlarlar,
ayaklarındaki zinciri kırmış, özgürlük
yolunda erkek yoldaşlarıyla omuz
omuza yürümeye başlamışlardır. Bu
yürüyüşte giderek özgürleşecek, dü
zenin üzerlerine çöken kültüründen,
alışkanlıklarından kurtulacak ve öz
güven kazanacaklardır. Bu, yürüyüş
lerini hızlandıracak, savaş onlardaki
mücadeleci kahraman kişiliği ortaya
çıkaracaktır.
"Hakikat Savaşçıları'nın eşleri,
bacıları, yaptıkları bir toplantıda sa
vaşa destek olacak tüm cephe gerisi
işlerini üzerlerine almalarının yanı sı
ra, eli silah tutabilecek kadınların tıp
kı nineleri Bacıyan-ı Rum örneğinde
olduğu gibi kılıç kuşanıp erkek yol
daşlarıyla omuz omuza savaşmaları
kararını almışlardır. Artık kadınların
halkların özgürlük savaşında yer al
ma tutkuları dizginlenemez durum
dadır. Savaşa katılmak için kendileri
ısrar etmektedir. "Hakikat Bacıları"
kılıç kuşanmış "Bacılar Başı" adıyla
kendilerine has komutanlık kurum
laşmalarını yaratmış, "Hakikat Erleri'nden geri kalmayacak kahraman
lıklar göstermişlerdir.
Kadınlarda savaşçı kişilik öylesi
ne içselleşmiştir ki, bir toplantıya
çağrılmamalarını yanlış yorumlayıp
Börklüce'nin karşısına dikilmişlerdir.
"Bizden, bacılarınızdan ne isti
yorsunuz siz? Beylerin zamanında
olduğu gibi, ocakbaşında aş pişire
rek ya da beşik sallayarak sizlerin bi
zim yazgımızı belirlemenizi bekle
memizi mi? Yoksa, içi boş kelleriniz
artık omuzlarınızın üzerinde durmaz
olduğu zaman sizin yüzünüzden
beylerin zulmüne, aşağılamalarına,
tutsaklıklara yeniden katlanmamızı
mı? Hayır! Geçti artık bunlar! Biz bu
kılıçları boşuna kuşanmadık, haberi
niz olsun." (A.g.e., s. 272-273) der
ken kararlı, cesaretli ve inançlıydılar.
Anadolu kadını tutsaklık zincirle
rini koparmış, silahını kuşanmış sa
vaşta yerini almıştır.
HAKİKAT SAVAŞI VE ÖNDERLER
"... Duyduk ki;
cümle derdinden kurtulup
piri pak olsun diye
on beş yaşında bir civan teni gibi,
toprağın eti,
ağalar topyekün kılıçtan geçirilip
verilmiş ortaya hünkar beylerinin
timar-ı zeameti."
Eşitlik ve Kardeşlik İçin
Kahramanca Savaştılar
Bedreddin yiğitleri ayaklanmanın
ilk aşaması başarıya ulaştıktan son
ra özgür topraklardaki örgütlenmeye
paralel olarak bir taraftan da hızla
halkı silahlandırmaya başladılar.
Çünkü, Edirne günlerinden Bedreddin'in çıkardığı en büyük ders, iktidar
olmanın güç olmaktan geçtiği idi.
Ayaklanma başladıktan sonra
yerleşim bölgelerinde bulunan kolluk
güçleri, mültezimler, bey adamları
kovulurken bir bölümü cezalandırılıp
silahlarına el konuluyordu. Diğer
yandan da ahilerin öncülüğünde ör
gütlenen gruplar ile bütün halkı silah
landırmak için yeni atelyeler açılıyor
du. Çünkü daha ayaklanma başla
madan biliyorlardı ki egemen, iktida
rının etinden kaydığını gördüğünde
amansız bir şekilde saldıracak ve
ayaklanmayı ezmeye çalışacaktı.
Bunun için silahlanmak, amansız bir
kavga için hazırlıklı olmak gerekiyor
du.
Ayaklanmanın başarıya ulaştığı
ilk bölge olan Aydın-Karaburun civa
rında ayaklanmanın ilk günlerinde,
adalardaki Bedreddin taraftarları ile
kurulan ilişkiler sonucu bol miktarda
silah sağlandı. İki gemi dolusu aybaltası, el yapımı kalkanlar, kısa kılıçlar,
kundaklı oklar, mancınık vb. silahlar
dan oluşan silah sevkiyatı yapıldı.
Buralardan getirilmiş silah örnekle
riyle Karaburun'da, Akdağ'dan geti
rilmiş cevheri işleyen demirci işlikleri
açılıp, kılıç, kargı, aybaltaları, tem
renler yapılarak yaygın bir şekilde si
lahlanıldı. Bölgedeki bütün silahlı bir
likler, müfrezeler şeklinde örgütlene
rek atlı ve yaya olarak konumlandırılmıştı. Ayrıca sakız teknesinden ve
beşyüz savaşçıdan oluşan bir deniz
gücü oluşturulmuştu.
Manisa yöresindeyse Karabu
run'da olduğu gibi demirci ahilerinin
öncülüğünde gruplar oluşturuluyor,
işlikler açılarak fırınlar kuruluyordu.
Buralarda kılıç, teber, gürz ve kalkan
yapılırken köylülerin hem savaşlarda
hem de hasatta kullanabilecekleri
orak ve tırpan üretilmekteydi.
Manisa'da ayaklanma başladığı
zaman beylerin adamlarının elindeki
silahlara el konulmuş ve Yahudi ma
hallesinden de beşyüz kadar Yahudi
silahlı bir şekilde Bedreddin kuvvet
lerine katılmışlardı. Buradaki silahlı
güçler de ahilerden, yoksul köylüler
den oluşan müfrezeler şeklinde ör
gütlenmişlerdi.
Daha sonraları başta Hakikat Sa
vaşçıları olmak üzere, hak düzenin
kurulduğu yerdeki bütün halk, Os
manlı'ya başkaldırdıklarında savaşın
soluğunu hissetmeleriyle birlikte si
lahla içli dışlı olmuşlardır. Üretimde
de kullanılan türlü silahlar (orak, tır
pan, çekiç vb.) yapan savaşçılar,
eğitim faaliyeti içinde silahla bütünle
şirler. Savaşta her şeyin bir silah ola
bileceği gerçeği Hakikat Savaşı'nda
bir kez daha görülür.
Bedreddin ayaklanması birçok
hazırlık evresinden geçerek açık ça
tışma, savaş aşamasına kadar gel
miştir. Savaşın kendisine has eğitici
liği, öğreticiliği bir kez daha kendisini
gösterir. Bazen uzun yıllar boyunca
öğrenilecek, kavranılacak şeyler, sı
cak savaşın kızgın pratiği içinde bir
kaç ay hatta birkaç haftaya sığdırılmıştır.
Savaşan güçlerin kendilerine ait
adaletleri, kuralları ve kültürleri, sa
vaşın içinde çok daha çıplak bir bi
çimde ortaya çıkar. Savaş, Bedred
din yiğitlerinin düşmanla ve onun
ideolojisiyle aralarındaki çizgiyi kalınlaştırır.
Düşman boş durmaz, çok geç
meden hakikat düzeninin kurulduğu
Batı Anadolu'ya yönelik saldırılarına
başlar.
İlkin İzmir Beyi'ne bağlı bir bölük
asker Aydın yöresine saldırıya ge
çer. Torlak Kemal yapılacak saldırıyı
önceden öğrenir ve Agamemnon
Geçiti'nde düşmana pusu kurar.
Düşman geçitte karşılanacaktır. Yö
reyi iyi bilen köylüler pusu kurmada
Torlak Kemal ve savaşçılarına yar
dım ederler. Torlak Kemal, askerler
kalabalıksa geçitten geçmelerine
izin vermeyi düşünmektedir. Sayıları
30
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
azsa kendisi saldıracak, çoksa geçi
din arasında sıkıştıracak ve yok ede
cektir.
Fakat gelen askerlerin fazla kala
balık olmadıklarını anlayınca asker
lere propaganda yapar. Yanlış yerde
savaştıklarını, kendi kardeşlerine kı
lıç çektiklerini söyleyerek etkilemeye
çalışır. Askerler Torlak Kemal'in üs-,
tüne saldırırlar ama aynı anda pusu
dan karşılık alınca dağılırlar. Topar
lanmadan yeni bir baskına uğrarlar.
Geçit tümden tutulmuştur. Ve Torlak
Kemal yeniden askerlerin komutanı
Bölükbaşı'ya seslenir, teslim olmala
rını söyler. Bölükbaşı kurnazdır, Tor
lak Kemal'i tuzağa düşürmeye, kaç
kişi olduklarını öğrenmeye çalışır.
Torlak Kemal tuzağa düşmez ve ge
reken yanıtı verir. Ve yeniden propa
ganda yapmaya başlar. İnsanların
mutluluğu için savaştıklarını anlatır
ve saflarına çağırır. Bölükbaşı teslim
olmaz bundan dolayı öldürülür. Askerlerse Hakikat Savaşçıları'nın saf
larına geçerler.
Ege'deki bu gelişmeler, yöre
beylerinden başlayarak bütün Os
manlı'yı tedirgin' ediyordu. Karabu
run yiğitlerinin basit bir taht kavga
sında olmadıkları gittikçe daha iyi
anlaşılıyordu. İzmir Beyi, karşısında
ki gücün büyüklüğünü anlar ve biz
zat kendi komutasında onbinlerce
asker toplayarak saldırıya geçer.
Torlak Kemal daha İzmir Beyi
asker toplarken düşmanın yeni bir
saldırı hazırlığı içinde olduğunu ve
saldırı zamanını öğrenir. Düşmanın
yine Agamemnon Geçiti'nden saldı
racağını öğrenen Torlak Kemal ha
zırlıklarını buna göre yapar.
Geçidi ve bölgeyi taşından topra
ğına kadar iyi bilen Torlak Kemal
karşılama hazırlıklarına savaş hilele
ri kullanarak başlar. Daha önceki ça
tışmada olduğu gibi aynı geçitte pusu kurulmasını öneren' köylülerin
önerişini kabul etmez. Üzerlerine bir
ordunun geldiğini, kendilerinin bir
bölümünü kayıp verdireceğini ve ge
riye kalanının geçidin ilerisinde hal
ledileceğini söyler.
Geçidi iyice kontrol ettikten son
ra, çok farklı bir pusu kurmayı düşü
nür. Köylülerle birlikte savaş için son
hazırlıklara başlarlar. Önce geçidin
sarp yamaçlarındaki kayalıkların dip
lerini açarak iyice temizlerler. Daha
sonra ise buraları kuru otlarla doldu
rarak kamuflajını sağladıktan sonra
boğazdan iyice uzaklaşırlar. Bir yan
dan da çevre köyleri boşalttırarak
herhangi bir olumsuz gelişme karşısında önlemlerini almış olurlar.
Bölgeye ulaşan bey ordusunun
atlı öncüleri, geçide gelerek kontrol
ederler. Canlı bulamayınca ordunun
asıl gücü geçitten geçmek üzere ha
reket eder.
Torlak Kemal ve savaşçıları ise
karanlığın çökmesiyle birlikte orman
dan, geçidin dik yamaçlarındaki ka
yalara ulaşarak bir an önce geçitten
geçmek isteyen orduyu karşılamaya
hazırlanırlar. Ordu geçidi geçmeye
başlar ve tamamen geçidi kapladı
ğında yüzlerce, binlerce kaya üzerle
rine yağarak yaya birliklerinin yarısı
nı yok eder. Osmanlı ordusu panik
içindedir. Torlak Kemal gece baskın
larıyla orduyu dağıtmayı planlar. Ge
ce ordunun güvenliğinin olmadığı bir
bölgeden baskın yaparak, hemen
geri çekilirler. Paniğin iyice artması
için iki yerden, bir kez daha vur-kaç
taktiğiyle saldırırlar. Ve onbinlerce
askerden oluşan bey ordusu dağıl
ma aşamasına gelir. Savaşa köylü
lerin de katılmasıyla binlere ulaşan
Hakikat Savaşçıları ormanda aydın
latma için odun toplayan yüzlerce
askeri ya tutsak alırlar ya da imha
ederler.
Börklüce tüm pusuların, baskın
ların, savaş hilelerinin ayrıntılarının
haberini alıyor ve inceliyordu. Savaş,
kararı almadan savaş başlamıştı.
Onbinlerce ölü pahasına geçidi ge
çen düşman Ayasluğ üstüne yürür.
Fakat bir kez daha yenilgi alarak or
du dağılır ve Vali gemiyle kaçar.
Kazandıkları başarılar halka ken
di iktidarını ancak savaşarak kurabileceklerini kavratır. Savaş öğretici
dir, öğretmektedir. Bölgede tüm köy
lüler savaşa katılarak savaşın asli
unsurları haline gelirler. Torlak Ke
mal savaşın geldiği bu aşamada hal
kın savaşa katılımının öneminin far
kındadır ve buna göre hareket eder.
Bu arada Saruhan Beyi zafer kaza
narak güçlenmeye başlayan ayak
lanmayı bastırmak üzere Aydın-Karaburun yönüne doğru hareket eder.
Börklüce Mustafa da ordu. üzerine
gelmeden onları karşılamaya karar
verir. Börklüce Manisa'ya doğru ha
reket eder, Torlak Kemal de ele ge
çirdiği Manisa'da Kurultayı toplaya
rak beyin yaptığı hazırlığı anlatır. Be
yi Aydın'a gitmeden Sipil Dağları'nda
karşılamayı önerir. Öneri Kurultay
tarafından kabul edilir. Torlak Kemal
Saruhan Beyi'ni Sipil Dağları'nda sı
kıştırarak dağıtır.
Bir kez daha yenilgiye uğrayan
Osmanlı yeni hazırlıklara girişir. İlkin
Beyazıt Paşa, Börklüce Mustafa'yı
yok etmek için İzmir eyaletine Kralzade Süleyman'ı atar. Kralzade, Ha
kikat Savaşçıları'nın vur-kaç taktiği
sayesinde başarı kazandığını anla
dığından askerini bu savaş biçimine
göre eğitir ama yine başarısız olur.
Niçin savaştığını bilmeyen ve haksı
zın, zalimin safında yer tutmuş olan
askerler hayatlarında ilk defa kendi
davaları için savaşan yoksul halkın
karşısında savaşın bu evresinde hiç
bir sonuç alamadılar. Hakikat Savaş
çıları'nın yaratıcılıkları ile gerçekleş
tirdikleri pusularda ve vur-kaç eylem
lerinde şaşkına dönen, psikolojileri
alt-üst olan Osmanlı askerleri tarh bir
dağınıklık içine düştüler.
Bedreddin yiğitleri düşmanla gir
dikleri her çatışmada kahramanca
savaşa atılıyorlardı. Hakikat Savaşı
mazlumun zalimden hesap soruldu
ğu bir savaştı. İnsanlar büyük bir sa
hiplenme duygusuyla sarıldılar sa
vaşlarına. Canlarını vermekten çe
kinmeden kahramanca öne atıldılar.
Her çarpışma Hakikat Savaşçıla
'nın yeni kahramanlıklar yarattığı
bir destana dönüştü.
Savaşın haklılığı ve zaferin geti
receği ile hakkaniyet onları dönüş
türmüş, ölüm korkusunu savaşarak
yenmişlerdi. Onlar "Hakikat Savaşçı
larıydı ve hakikati kazanmanın be
del istediğini çok iyi biliyorlardı.
Şehitler vererek yürümeye de
vam ederler. Savaşta verilen şehitler
onları sarsmış, ardından bunun sa
vaşın bir kuralı olduğunu da öğren
mişlerdi. Düşman da ölüler vermişti.
Ölmüşler, öldürmüşlerdi. Börklü
ce'nin dediği gibi:
"... Şehit düşenler, kişilikleri ve
yapıp eyledikleri hatırlandıkça yaşa
yacaklar. Onların ölümsüzlükleri, ha
kikatin kendisindedir..."
"Adalet uğruna şehit düşenler
ölümsüzlüğe erdiler."(Bende Halim
ce Bedreddinem, s. 297)
Bedreddin yiğitlerinin kazandığı
bu zaferler halkın içinde "hakikat bi
zimle" düşüncesini güçlendiriyor.
T A V I R ARALIK 1 9 9 6
Bedreddin Hareketi güçlenerek ge
nişliyor ve bütün Anadolu'ya yayılma
eğilimi gösteriyordu.
Ege'deki Bedreddin yiğitleri top
lumsal ve askeri zaferlerin altına im
za atarken Şeyh Bedreddin de sür
günde bulunduğu İznik'ten kaçarak
Rumeli'ye, Deliorman bölgesine ge
çer.
Şeyh Bedreddin Deliorman'da
yarısı Müslüman yarısı Hıristiyan
Mumcular Köyü'nde dört bir yandan
gelerek toplanan halka gönderdiği
mesajda şunları söyler:
"... İnsanlar hak eşitliğine değil,
çıkara dayalı bir yaşam sürüyorlar.
Dirlik, düzenlik değil zorbalık var bu
yaşamda. Ve çıkarcılarla zorbalar,
dünya nimetlerinden daha az pay
alanlar değil, tam tersine bütün zen
ginlikleri ellerinde tutanlardır. Ey, her
şeylerini kaybetmiş olanlar, silkin
üzerindeki ölü toprağını ve ayağa
kalkın. Çünkü artık hakikat zamanı
gelmiştir. O hakikat ki, bugüne dek,
zindanlara kapatılanların dillerinde,
köylülerin feryatlarında, cellat kütük
lerinde kan ve gözyaşıyla yükseliyordu sesi.
"Öğrencilerimiz Börklüce Musta
fa'yla, Kemal Torlak'ı insanlara doğ
ru yolu, hak yolunu göstermeleri için
Aydın vilayetine gönderdik. Beylerin
topraklarını ellerinden alıp halkın or
tak malı yaptı bu kardeşlerimiz. Sul
tanın ordusunu doğruluğun, hakkın
gücüyle tepelediler... Biz bilim gücü
müzle, evrenin birliğinin gizlerini bili
şimizle, dinlerin ve halkların sahte
yasalarını değiştireceğiz, boş yasak
ları kaldıracağız, dünyayı yalanın
utancından temizleyeceğiz. Toprağı
olmayanlar toprak sahibi, iktidarda
olmayanlar iktidar sahibi olacaklar.
Hakikat bayrağının altında toplanın,
saflarımızda yer tutun!" (Ben de Ha
limce Bedreddinem, s. 372-373)
Şeyh Bedreddin Deliorman civa
rında stratejik bir alanda çeşitli tah
kimlerle askeri karargah diyebilece
ğimiz bir şekilde konumlanır, Rumeli
bölgesindeki örgütlenmeyi yönetir
ken savaş için hazırlık yapar. Ayak
lanma güçlerinin ihtiyacı olan silahla
rın üretilmesi için işlikler kurulur.
"Kayalık bir platoda buldular ken
dilerini. Ağaçlar kesilerek açılmış
boş alanda, kereste yığınları arasına
çırpıştırıverilmiş sundurma ve çar
daklar göze çarpıyordu. Herkes key
31
fince bir köşeye çekilmiş, bir işle uğ
raşıyordu; kimi ok, yay yapıyor, kimi
kargı yontuyor, kimi tırpanını kontrol
ediyor kimi balta sapı kesiyordu. Bir
kaç kişinin, zırhlara öküz gönü geçir
diği görülüyordu. Ötede birkaç kişi
de meşeden bir gürz yapmakla meş
guldü." (Ben de Halimce Bedreddi
nem, s. 376)
Şeyh Bedreddin Rumeli'deki
ayaklanmayı hazırlarken Mehmet
Çelebi de Batı Anadolu'daki isyanı
ezmeye yönelik hazırlıklar içindedir.
Osmanlı ordusunun bu hazırlıkları
önceliklerle karşılaştırılamayacak
denli güçlü olur. Sayıca çok daha üs
tün bir ordu hazırlanır. Sultan Meh
met Çelebi, komutanlığına Başveziri
Beyazıt Paşa'yı atadığı orduyla bir
likte oğlu Şehzade Murat'ı da gön
dermişti. Murat henüz 13 yaşınday
dı, ama varlığıyla Osmanlı'nın karar
lılığını simgeliyordu...
Rumeli'de ise Sultan Mehmet
Çelebi'nin Ege'ye onbinlerce asker
toplayarak sefer yapmak için hazırlı
ğa giriştiğini öğrenen Şeyh Bedred
din bu saldırıyı boşa çıkarmak ve
Osmanlı güçlerini bölmek için Rume
li'den saldırmaya karar verir.
Sultanın ordusunun büyük bir
kısmının Ege'de olması ve bir kısmı
nın da Şehzade Mustafa'nın kuvvet
lerinin ardından Balkanlar'ın içlerine
yönelmesi, Edirne'nin savunmasız
kalmasına neden olmuştu. İyi bir ha
zırlıkla Zagora üzerinden Edirne'nin
zaptedilmesinin olanağı vardı. Ve
bunun sonucunda Osmanlı'nın yıkıl
ması kaçınılmazdı.
Bedreddin, ordunun geçeceği
yerlerde savaşçılardan başka kimse
nin bulunmamasını, tamamen boşal
tılmasını, ordunun bölgenin dışında
karşılanmasını içeren haberi Ortaklar'a iletti.
Torlak Kemal, Börklüce Musta
fa'ya Osmanlı ordusunun yola çıktı
ğını haber verir ve Osmanlı ordusuy
la, Saruhan beyliğiyle vuruştukları
gibi vuruşmanın kaçınılmaz olduğu
nu söyler. Tüm halk savaş için hazır
lıklara başlar.
Ordu, İzmir'den Agamennon Geçiti'ne doğru hareket eder. Agamen
non daha önceden baskın yapılan
geçittir ve arkasında orman vardır.
Osmanlı ordusu bütün ormanı yakar.
Hakikat savaşçıları ise ordunun üze
rindeki tüm geçitlere, ormanlara pu
su hazırlamışlardır. Ordunun İz
mir'den istihkam sağlayacağı düşün
cesiyle İzmir bölgesindeki güçlerini
ikiye bölerler. Düşmanın ormanları
yakması üzerine Hakikat Savaşçıları
ağır kayıplar verirler. Çok değerli sa
vaşçılarını yitirirler. Arkasından düş
man ordusu ormandan geçer. Sa
vaşçılar orduyu orman çıkışında vur
maya başlarlar ama düşman buna
hazırlıklıdır. Hakikat Savaşçıları'na
yönelik kuşatma başlar. Bunun üzeri
ne Hakikat Savaşçıları Aydın yöre
sinden gelenlerle birleşebilecekleri
şekilde geri çekilirler ve Aylasuğ'a
kadar gelirler. Burada Aydın'dan ge
lenlerle birleşirler ve deniz yönünde
çekilmeye devam ederler.
"Geceyle beraber çarpışma da
kesilmişti. Sağ kalanların tümü, ge
cenin kalın örtüsü aldında Akdağ
eteklerine çekilmişti. (Çarpışma o
zaman Aylasuğ, bugünse Selçuk di
ye adlandırılan bölgede gerçekleş
mişti.) Bedreddin yiğitlerinin elinde
bir tek Karaburun ve oraya yakın bir
kaç köyle, küçük bir kıyı parçası işte
bu dağ yamacı kalmıştı. Bir sayım
yaptılar; ikibinden daha az oldukları
çıktı. Sekizbin kardeşleri orada, sa
vaş alanında kalmıştı." (Ben de Ha
limce Bedreddinem, s. 401)
Hep bir ağızdan türkü söyleyip,
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip
hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı indileri hep beraber yiyebilmek
yarın yanağından gayrı
her şeyde
her yerde
hep beraber
diyebilmek için
onbinler verdi sekiz binini..."
(N. Hikmet)
Börklüce, toplandıkları mağara
da, yaralı ve yorgun savaşçılarına,
bilge yoldaşlarına bakarak şunları
söyledi;
"Şehitlerimize şan olsun! Dava
mız, kalanların omuzları üstünde
bundan böyle..."(A.g.e., s. 401)
Börklüce Mustafa, Torlak Ke
mal'e arkadan düşmanın cephe geri
lerine vurması için haber gönderdi.
Bir ara üstünlüğü ele geçirdiler, ama
arkasından geri püskürtüldüler. Ge
ce baskını yapmaya çalıştılar ama
başarısızlıkla sonuçlandı. Düşman
32
TAVIR
şilecektir" demişti.
Gerçekten de düşman tüm gü
cüyle saldırmıştı. Yaşamın unutuldu
ğu savaşlardan sonra, işte Börklüce
ölümün aranacağı işkencelerle karşı
karşıyaydı. Ama o ölmekten çekin
miyor, ölürken bile düşmanlarına na
sıl darbe vuracağını düşünüyordu.
Sehpaya çıkardıklarında dimdik başı
ve gülümseyen gözleriyle halkı se
lamlar gibiydi.
Kadı, Börklüce Mustafa'nın katle
dilmesine dair hazırladığı gösterme
lik fetvayı okuduktan sonra, cellatla
ra işlerine başlamalarını emretti. Fet
va,' Mustafa'nın "cehennem azabı
çektirilerek" öldürülmesini buyuruyordu.
İşinin ehli cellat, buyruğu aynen
yerine getirmek için elinden geleni
yapmaya başladı. Mustafa önce
avuçlarına iri çiviler çakılarak tahta
bir çarmıha gerildi. Çiviler ellerine
gömülürken hiç kimse yüzünde bir
acı belirtisine rastlamadı. Adeta "ha
kikat düşüncesi feryat etmez" der gi
bi mühürlemişti ağzını. Ardından cel
Kalanlar aynı kararlılıkla omuzlalat, elindeki kerpetenle Mustafa'nın
dılar kavgayı.
parmaklarını tek tek kırmaya başla
Ordu yeniden saldırdı. Dağlara
dı. İşini bitirdiğinde kendi üstü başı
çekilmeye çalıştılar, başaramadılar.
kan revan içinde kalmıştı. İzleyenler
Ordu tekrar saldırdı. Çok şiddetli bir
korkunç bir sessizlik içerisindeydiler.
çatışma oldu. Börklüce Mustafa'nın
İşkencenin vahşiliğinden çok karşı
(Dede Sultan) yakalanmasıyla Haki
laştıkları direniş etkilemişti onları.
kat Savaşçıları yenildi.
"Yenildiler.
Müslümanlar'ın yanı sıra, Musevi
ve Hırıstiyanlar'ın da taraftarı olduğu
Yenenler, yenilenlerin
bir hareketin önderini çarmıha gere
dikişsiz ak gömleğinde sildiler
rek tarihe atıf yapabilecek kadar perkılıçlarının kanını,
Ve hep beraber söylenen türkü gibi, vasızlaşan egemen güçlere karşı, bu
kez halk kendi arasından çıkan ve
hep beraber kardeş elleriyle
sadece hakikate inandığı için infaz
işlenen toprak
sehpasında bile kazanacaklarına
Edirne sarayında damızlanmış
dair umudunu yitirmeyen bir kahra
atların eşildi nallarıyla,"
manı izliyordu.
(N. Hikmet)
Börklüce ve yoldaşlarını, ortasın
Börklüce o vaziyetteyken, yüzler
da bir idam sehpasının bulunduğu
ce Hakikat Savaşçısı'nı tek tek seh
meydana topladılar. Halk da zorla
panın önüne getirdiler ve onun göz
getirilmişti. Şehzade Murat ve Başleri önünde başlarını vücutlarından
vezir Beyazit Paşa düşmanlarının
ayırdılar. Bu, Börklüce'ye işkenceler
yokoluşunu ibret olsun diye herkese
den kat kat daha fazla acı veriyordu.
seyrettirmek istiyordu.
Ama o yine de sehpaya getirilen her
kesi, yüzündeki aynı ifadeyle karşıla
Bedreddin, daha İznik'de eyleme
dı.
geçme kararı alıp da, bu kararını
aralarında Börklüce'nin de bulundu
Kafası vurulanlardan hiç kimse
ğu müridlerine açıklarken, "eyleme
pişmanım demedi, bağış dilemedi,
kalkıştığımız anda, zorba nice gücü
yazıklanmadılar bile.
varsa, tepemize acı olarak yağdıra
Kadının "tövbe, istiğfar et"sözle
cak ve bizi yitirmek için harcayacak
rini istisnasız tüm hakikat savaşçıları
tır. Ölümün aranacağı işkencelere,
"Yaşasın Hakikat", "İriş Dede Sul
yaşamın unutulacağı kavgalara giri
tan", "İriş Şeyh Bedreddin" nidalarıy
baskına karşı tüm önlemlerini almış
tı. Bu sefer iki yandan sıkıştırmaya
çalıştılar ama başarılı olamadıkları
için tekrar geri çekilmek zorunda kal
dılar. Geri çekile çekile Karaburun'a
gelirler. Karaburun'a geldiklerinde
Börklüce savaşçılarıyla kalıp kitle
den geri dönmesini ister. Şu cevabı
alır:
"Biz ki, insan olmanın onurunu
paylaştık sizinle. Biz ki, yaşamanın
anlamını yudumladık bunca yıldır.
Tam yerleşemedik belli. Tam oturta
madık düzenimizi. Ama, yine de. ki
şi emeğinin değerini, özgürlüğün an
lamını, kardeşliğin temelini, barışın
niteliğini gördük, sevdik, inandık...
Bunları yitirdikten öte, ölümün sözü
mü olur? Siz nice bir öndersiniz ki,
bize bunların tümünü öğrettikten
sonra, varın tutsak yaşayın diyorsu
nuz. Kuşca can bunca değerli olsay
dı, burda ne işimiz vardı?.. Elbet biz
de sizinle kalıyoruz. Ve dahi ya yeni
yoruz ya da ölüyoruz..." (Azap Or
takları, Erol Toy, II. Cilt, s. 509)
ARALIK 1996
la karşıladılar. Son sözleri bunlar ol
du. Bu, tarifi mümkün olmayan bir
zafer töreniydi. Savaşı savaş alanın
da kaybedenler böylesi bir ölüm
anında destan yazıyorlardı adeta.
Yüzlerce kez indi kalktı celladın
baltası. Börklüce Mustafa'nın hep
omuz başında olmuş komutan yol
daşları, korumaları, Karaburunlu ba
lıkçıların önderleri, köylü önderleri,
ellerinde silahlarıyla valinin eski as
kerleri... Tümünün başları doldurdu
birbiri ardına sepetleri.
Satırı çaldı cellat...
Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
Yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
birbiri ardınca düştü başlar.
Ve her baş düşerken yere
çarmıhından Mustafa
baktı son defa.
Ve her yere düşen başın
kılı depremedi:
—İriş Dede Sultan, iriş!
dedi bir,
başka bir söz demedi..."
(N. Hikmet)
Ertesi gün Börklüce Mustafa'nın
çarmıha gerili cansız bedeni, bir de
venin sırtında, tellalın "Allah isyancı
ları ve din sapkınlarını cezasız bırak
maz" haykırışlarıyla sokak sokak do
laştırıldı.
Börklüce Mustafa böyle ölümsüzleşti...
Börklüce Mustafa (Dede Sultan)
Börklüce Mustafa gençliğinden
beri silahla ve savaşla içiçeydi. Ba
bası gibi kendi de azaplığı seçmiş,
Osmanlı'yla birlikte katıldığı seferler
de gösterdiği yiğitliklerle nefer reisli
ğine kadar yükselmişti.
Azaplığının ilk yıllarında duyduğu
heyecan, savaşların gerçek nedenini
anlamaya başladıkça yerini bir sor
gulamaya bırakıyordu.
Göğüs göğüse geçen çarpışma
larda Mustafa korkaklığı, kahraman
lığı ve ihaneti öğreniyordu. Ancak
onu diğer savaşçıların büyük çoğun
luğundan ayıran en önemli özelliği
adalet anlayışıydı. Savaşçıların bü
yük çoğunluğu Osmanlı ordusuyla
birlikte kazandıkları zaferlerin sar
hoşluğunu yaşıyor ve Osmanlı Sultanı'na kendilerinin de bilmediği bir
nedenle olağanüstü bir bağlılık du
yuyorlardı. Osmanlı Sultanı'nın ga
vur karşısında ki "ihtişamı" onlar için
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
kin bir haldeyken karşılaştığı Sufi
de övünç kaynağıydı. Mustafa çok
şeyhlerinden yardım gördü. Bu
geçmeden bu ihtişamın gerçek içeri
şeyhlerdeki öngörüden ve sezgi ye
ğini anlamaya başladı.
teneğinden etkilenen Mustafa, ru
Bir keresinde Osmanlı ordusu,
hunda kopmakta olan fırtınayı onlara
çok güçlü bir Haçlı gücünü bozguna
anlatıp yardımcı olmalarını istedi.
uğratmıştı. Sultan Yıldırım Beyazıt,
Şeyhlerin yanıtı ise aynen şöyleydi:
kazanılan zafere rağmen, kaybettiği
savaşçılardan dolayı çılgına dönmüş
"Senin ilacın sende. Ama sen
ve tutsakların öldürülmesini emret
bunu bilmezsin. Ve senin hastalığın
mişti. Sadece bir güç gösterisini ifa
da sende; ama sen bunu görmezsin.
de eden bu emirle Mustafa, belki de • Sen, kendin, yüceler yücesi bir ki
ilk kez sarsılmıştı. Binlerce yoksul
tapsın; harfleri kapalı olan bir kitap.
Hıristiyan savaşın ardından yok yere
Sana dışarıdan hiçbir şey gerekli de
katledilmişti. Oysa bu esirleri savaşa
ğil. Çünkü yüreğinde bütün bir evren
süren beyler ve prensler "asaletleri
var senin. Ama sen kendini minik bir
ne" uygun bir şekilde ağırlanmış, şe
kum taneciği gibi görürsün!"
reflerine av partileri düzenlenmişti.
(...)
Mustafa savaşta yitirdiği arkadaşları
"Yüreğinin sesine kulak vermen
nı düşündü ve "neden" sorusu geldi
gerek, ne var ki, bu, bilimlerin en zo
takıldı düşüncelerine.
rudur. Bu bilime sahip olanlar alimler
Bir başka olayda da; Yıldırım Be
değil, iki elleriyle onların eteklerine
yazıt, tutsak aldığı Karaman Beyi'nin
tutunmuş olanları gizli bilgiye ulaştı
öldürülmesini emretmiş, ardından
ranlardır. Eğer ne elde edeceğini bil
emri yerine getiren komutanı, "Belki
meden, hatta bir şey elde edip etme
efendimin öfkesi geçer, yatışır diye
yeceğini bilmeden yola koyulmaya
beklemek yok mudur sende? Hem
hazırsan, davran!" (A.g.e., s. 47)
senin gibi bir solucan nasıl cesaret
Hazır olduğunu söyleyen Musta
eder de koskoca bir beye el kaldıra
fa, yanındaki arkadaşını uğurlayarak
bilir?" diyerek komutanı katlettirmişti.
yeni yolunda ilk adımını attı. Su Şey
"Mustafa ilk kez ta yüreğinin de
hi Ebu Ali Ekrem'in müridleri arasına
rinlerinde haksızlığa karşı bir öfke
katıldı.
nin kabardığını duydu.
Yaklaşık bir yıl boyunca, Sufilerin
Dost olsun, düşman olsun, gavur
çok ağır eğitiminden geçen Mustafa
olsun, Müslüman olsun, beyler her
önce savaşçı gururundan kurtuldu.
zaman her yerde bey olarak kalıyor
Çünkü bu, onun kendisini tanımasını
lardı. Hükümdara en sadık hizmet
engelliyordu. Bu engeli aşabilmesi
karların yaşamları, İslamın binlerce
için, şeyhler ondan köy köy dolaşıp
savaşçısının yaşamı, bir tek beyin
elindeki sadaka tasıyla dilenmesini
yaşamı kadar değerli değildi. Eğer
istediler. Ardından ondaki dayanıklı
söz konusu olan egemenlikse, yurt,
lığı ve sabrı geliştirmek için çeşitli
din, iman, tanrı yasaları, insan yasa
yöntemler uyguladılar. Ağır işlere
ları... hiçbirinin önemi yoktu." (Ben
koştular, aç bıraktılar. Bütün sınav
de Halimce Bedreddinem, s. 45)
dönemlerini başarıyla geçen Musta
Mustafa kafasında bu düşünce
fa kendini ve dünyayı daha iyi tanıdı
lerle attı yıl daha azap birliklerinde
ve kendisinin hakikate hizmetin ba
nefer reisliği yaptı. Osmanlı ordusu
samaklarından biri olduğunu, kendi
nun Timur karşısında uğradığı boz
sini hakikatin bir parçası olarak algı
gun esnasında, beylerin Yıldırım Belamayı ve onu kendinden daha çok
yazıt'a nasıl ihanet ettiklerini ve çı
sevmeyi öğrendi.
,
karları söz konusu olduğunda her
Yeni öğrendiği şeyler onun yükü
şeyi satabileceğini gördü. Hem sa
nü daha da ağırlaştırmıştı. İçindeki
dece beyler değil Yıldırım'ın öz oğul
acıyı dindirecek bir öğretmen bul
ları bile yenileceklerini anlayınca as
mak üzere Anadolu'yu iki yıl boyun
kerleri savaş meydanında bırakıp
ca dolaştı. Gezdiği çeşitli yerlerde
kaçmışlardı. Artık Mustafa kafasın
Şeyh Bedreddin'in adını duyuyor,
daki sorulara daha net cevaplar ve
onun bilgeliğini, kendini insanlığa
rebiliyordu.
adamış olduğunu dinliyordu. Bed
Timur ordularına yakalanmamak
reddin'in Ankara Savaşı'nda ihanet
için bir silah arkadaşıyla birlikte gün
eden beyleri yüzlerine karşı aşağıla
lerce dağlarda dolaşan Mustafa, bit
mış olması dilden dile dolaşıyordu.
33
Mustafa, kimi aradığını biliyordu. Bir
tesadüf eseri, memleketi Tire'de
Şeyh Bedreddin'le karşılaştı. Ve
Şeyh İznik'e sürgün edilinceye kadar
yıllarca yanından ayrılmadı. İyi bir
öğrenci olarak Bedreddin'in güvenini
kazandı. Ve onun kazaskerliği döne
minde kethudalığını (kahyalığını)
yaptı. Yine bu güvenin sonucudur ki,
Bedreddin ayaklanmayı başlatma
kararı aldığında, Anadolu Şeyhliği'ne atadığı kişi Börklüce Mustafa'ydı.
Börklüce, Hakikat Savaşı'nın ön
derlerinden biri olarak da kendini ka
nıtladı. Batı Anadolu yoksullarının
gönlünde bir komutan, bir halk önde
ri olarak taht kurdu. Yöre halkı ona
bir yüceltme ifadesi olarak "Dede
Sultan" adını taktı. Şeyhinin "yüreği
ve aklı" olarak, savaşlarda kazanılan
zaferlerde ve ortak yaşamın örgüt
lenmesinde öncülük görevini yerine
getirdi. Her davranışıyla, hem Bed
reddin müridlerine hem de halka ör
nek oldu. Gün oldu Büyük Kurultaya
başkanlık yaptı, gün oldu tezgah ba
şında ya da tarlada halkla birlikte ter
akıttı. Her yaştan ve kesimden in
sanla kolayca iletişim kurmasını sağ
layan bir alçakgönüllülüğe ve örgüt
çü yeteneğe sahipti. Kararları yol
daşları ve halkla birlikte alıyor, uygu
lamada ortaya çıkan sorunlarda yine
yanındakilere danışıyordu. Bir ön
derde bulunması gereken hem öğ
renci hem de öğretmen olma özelli
ğine sahipti.
Börklüce Mustafa, yaşamı ağır
işkenceler altında son bulana dek,
davasına ve ideallerine bağlı bir dev
rimcî olarak yaşadı. Halk üzerinde
yarattığı etki, onun ölürken sergiledi
ği kahramanlığının kitlesel bir karak
ter kazanmasını sağladı. Her adı
mında halka mesaj verme, onları
eğitme ve değer yaratma anlayışıyla
hareket eden bir önderdi. Nitekim
savaş meydanında ölebileceğini bile
bile korkunç işkenceleri tercih etmiş,
düşmanla girdiği son hesaplaşmada
da, müridlerinin ve halkın gözleri
önünde egemen zorbayı dize getir
miştir... O görevini yerine getirmiş
komutanların huzuru içinde ölümü
karşıladı.
Dede Sultan kuvvetlerini yok
eden Beyazıt Paşa, Aydın ve Saruhan beyliklerinin topraklarını eski sa
hiplerine dağıttıktan sonra, Mani-
34
TAVIR ARALIK 1996
Şeyh Bedreddin'in Mezarı: Çemberlitaş'ta II. Abdülaziz ve II. Mahmud'un me
zarlarının bulunduğu türbenin bahçesine, Osmanlı döneminin "ileri gelenlerinin"
mezarlarının yanına gelişigüzel bir şekilde gömülmüş. Mezartaşı yok fakat sanki
inadına bir çift karanfil boy vermiş Bedreddin'in mezarında.
sa'ya Torlak Kemal'in üzerine yürü
dü.
Torlak Kemal, yanındaki 3 bin
yoldaşıyla birlikte şehir dışına çıktı.
Şehri Osmanlı'nın saldırısından ko
rumak için, düşmanı şehir dışında
karşılamaktı niyeti... Amansız bir sa
vaş sonunda Karaburun yengisiyle
morali yükselmiş olan Osmanlı ordu
su Hakikat Ordusu'nu bozguna uğ
rattı. Silahlı ele geçen herkesin boy
nu vuruldu. Bütün Yahudiler bir teki
kurtulmamacasına kılıçtan geçirildi
ler. Geri kalanlar ise kadının ve vali
nin insafına bırakıldılar. Torlak Ke
mal ise en yakın yoldaşı Abdal Tor
lak ile birlikte kale duvarında ipe çe
kildi.
Torlak Kemal böyle ölümsüzleşti...
Torlak Kemal
Torlak Kemal'in kesin olmamakla
beraber Manisa'da doğduğu sanıl
maktadır. Ailesi ve geçmişi hakkında
kaynaklarda bir bilgi yoktur. Bazı
kaynakların satır aralarında tekke
eğitimi görmüş olabileceğine dair ifa
delere rastlanıyor ki, bu eğitim büyük
olasılıkla Sufi şeyhlerinin eğitimidir.
Şeyh Bedreddin'in Sufiler'e ait dü
şüncelerini kolaylıkla anlayabilmesi
bunun işareti olarak görülebilir.
Torlak Kemal, Torlaklar diye anı
lan bir topluluğun lideri durumunday
dı. Bu topluluk devlet görevlilerine ve
ulemalarına karşıydı. Bunun nedeni
ise her türlü düzene muhalif oluşla
rıydı. Torlaklar başına buyruk yaşa
mı benimsemiş bir topluluktu.
Bir gün Bedreddin ve müridleriyle karşılaşan Torlaklar, başlangıçta
Şeyhi, hep tepki duydukları ulema
dan biri sanarak sıkıştırırlar. Ancak
daha ilk sözleriyle Bedreddin farklılı
ğını ortaya koyunca onu konuk eder
ler. Kemal, Bedreddin'in anlattıkla
rından etkilenerek müridliğe kabul
edilmesini ister. O andan itibaren de
Torlaklar Bedreddin Hareketi'nin
önemli güçlerinden birini oluşturur.
Özellikte Manisa yöresinde savaşçı
özellikleriyle büyük yararlılık göste
rirler.
Torlak Kemal de büyük olasılıkla
Börklüce Mustafa gibi dervişlerin
geçtiği çite hayatından geçmiştir.
Çok uzun süreli açlık ve uykusuzlu
ğa rağmen, yorulmadan çalışmakta,
köyden köye, kasabadan kasabaya
dolaşarak yaşamın ve savaşın ör
gütlenmesi için olağanüstü bir ça
bayla koşturmaktadır.
Manisa'da kurutan düzende Ya
hudilerin önemli bir yer tuttuğu düşü
nülürse Torlak'ın da Yahudi olma ih
timalinden bahsedilebilir. Nitekim ki
mi resmi tarih kaynakları da ondan
Yahudi diye bahsetmektedir. Gerçi,
onların Yahudi nitelemesi egemen
anlayışın etkisiyle bir aşağılama ifa
desi olarak da kullanılmış olabilir.
Bedreddin, Torlak Kemal'den
doğruluğu ve titizliği yönüyle bahset
mektedir. Gerçekten de Torlak Ke
mal, Bedreddin'in diğer öğrencilerin
de de mevcut olan halka açıklık ilke
sini hep uygulamıştır. Neyin, nasıl
gerçekleştirileceğini halka net bir şe
kilde anlatmış, açmaza düştüğü, an
larda da bunu açık yüreklilikle belir
terek halkın desteğini istemiştir. Bu,
onda varolan kendi düşüncelerine ve
halkın değerlendirmelerine duyulan
güvenin bir yansımasıdır.
Titizliği ise adaletin uygulanması
ve kimi önemli kararların arefesinde
özellikte öne çıkmıştır. Öğretmeni
Bedreddin'in "saygıdeğer amaçlara
saygıdeğer araçlarla ulaşılır." uyarısı
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
Torlak Kemal tarafından taviz veril
meyecek bir ilke olarak benimsen
miş ve hayata geçirilmiştir.
- Güneş de batarken sararır!
- Hangi yılan, zehrini akıttı da yü
reğine, seni koyduğumuz yerde dur
madın?
- Yuvasına yılan giren şahin, da
"Hakikat Ölmez"
ha o yuvada oturup kalmaz.
Osmanlı Ege'de ortakça düzeni
zulüm ve vahşetiyle boğmuş, Börklü- Neden hükümdarının yüce buy
ce Mustafa, Torlak Kemal ve binler
ruklarına boyun eğmez, başkaldırır
ce hakikat savaşçısını katletmişti.
sın?
Rumeli'de ise aylarca savaş için ha
- Yüce buyruk, hakikatin buyru
zırlık yapan Şeyh Bedreddin ve sa
ğudur. Zorbalığı sineye çekmeyin,
vaşçıları, Deliorman'da toplanıp bin
zorbaya boyun eğmeyin, diyen bir
lerce savaşçıyla Zagora'ya varmış
buyruktur bu."(A.g.e., s. 422)
lardı.
Bedreddin, bir halk adamı, bir
halk önderi, yetenekli bir öğretmen
Her şahin
di. Özellikleri salt bunlarla sınırlı ol
peşine yüz aslan takıp gelmiş
saydı; onu öldürmek ve tarihten sil
Köylü, bey ekinini, çırak, çarşıyı yakıp,mek mümkün olabilirdi. Ancak onun
Reaya zinciri bırakıp gelmiş,"
asıl gücü düşüncelerinde ve hedefleYani
rindeydi. Dolayısıyla, katlinden önce
. Rumeli'nde bizden ne varsa tekmil
düşüncelerinin ve hedeflerinin mah
Kol kol ağaç denizine akıp gelmiş..
kum edilmesi gerekiyordu. Sultanın
Bir kızılca kıyamet!
etrafındaki akıl hocaları, böylesine
Karışmış birbirine
ünlü bir bilginin şıradan bir düşman
At, insan, mızrak denir, yaprak deri, gibi öldürülmesinin yakışık almaya
Gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri. cağını anlattılar. Sultan da göster
Ne böyle bir alem görmüşlüğü vardır, melik bir yargılamanın, çıkarlarına
Ne böyle bir uğultu duymuşluğu var daha faydalı olacağına inandı ve ule
Deliorman deli olalı beri..''
madan hazırlanmalarım istedi.
Zagora'daki güçlerle birleşen
Kendilerine Bedreddin karşısın
Şeyh Bedreddin kuvvetleri Edirne
da hiç mi hiç güvenmiyorlardı, ama
yolunda Osmanlı ordusuyla çarpışa
yine de "tam üç gün hazırlık gördü
rak yenildiler. Düşmandan çok daha
ulema. Kanıtlar aradılar, sesleri kısı
güçlü olmalarına rağmen egemenler
lana dek tartıştılar, 'hadise'nin seri
tarafından yüzlerce yıldır işlenen
hükmünü tayin edebilmek ve Vazi
halklar arasındaki güvensizlik ve Ön
yete uygun bir ahkam' çıkarabilmek
yargılar Hakikat Savaşı'nın zaferini
için kitabullahtan peygamber sünne
engelleyen önemli faktörlerden biri
tine kadar başvurmadık kaynak, ki
olur.
tap bırakmadılar. Tek amaçları, hün
Bu yenilginin ardından beylerin
karın önünde rezil olmadan şu 'pis'
ihaneti nedeniyle Şeyh Bedreddin
işin içinden sıyrılmaktı. Bedreddin,
Osmanlı'ya tutsak düştü.
işi fazla uzatmadan cellada teslim
Bedreddin, kendisini teslim alıp
ediliverecek sıradan biri değildi. Ne
sultana götürmeye gelen beye ve
olursa olsun, devletin en yüksek ma
adamlarına direnmedi. Kurtulma im
kamında yer almış, bütün müslüman
kanı olabilirdi. Bunu seçmedi. Bir kez
ilim aleminin yıldızı olmuş bir şeriat
daha engin öngörüsüyle hareket etti.
bilgini, aşılamamış bir fıkıh kitabının
Tarihe bırakacakları mirası ölümsüz
yazarıydı. Böyle birinin başının vu
leştirmek için yakaladığı bu fırsatı en
rulması ülkenin tüm bilginlerini aya
iyi şekilde değerlendirmekti amacı.
ğa kaldırırdı. Bundan kaçınmak için,
Gidecek ve düşmanlarını, kendilerini
kendisini önce esaslı bir şekilde ka
en güçlü hissettikleri anda, doğrulu
ralamak, Şer'an mahkum etmek ge
ğuna sonsuz inanç duyduğu görüş
rekirdi. Böyle bir işi başarabilmek
leriyle mahkum ettikten sonra ölümiçinse, değil üç gün, üç ay yetmezdi.
süzleşecekti. Bu yüzden teslim oldu.
Eksiksiz bir biçimde hazırlanmak,
"Bedreddin'i huzura aldıklarında
kanıtlar toplamak ve açabileceği bir
(Sultan) Mehmet Çelebi hafif alaylı:
tartışmada onu yenmek gerekiyor
- Benzini sarı görürüm, dedi. Sıt
du." (A.g.e., s. 422-423)
ma illetine tutulmuş olmayasın sa
Bedreddin, sultan yardakçısı
kın.
sözde hukukçuların bütün karalama
35
ve suçlamalarına kısa, net ve kurşun
gibi ağır yanıtlar verdi. Hakikati sa
vunuyordu. Tarihin en önemli siyasi
savunma örneklerinden birini sergi
leyen Bedreddin, bir süre sonra, ge
tirilen mantıksız ve aptalca suçlama
lara, hakaretlere yanıt vermekten
vazgeçti. Katli vaciptir diye biten fet
vanın altına kendi mühürünü bastı.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
dedi;
- Madem ki bu kerre mağlubuz,
netsek, neylesek zaid.
Gayri, uzatman sözü.
Madem ki fetva bize ait
Verin ki basak bağrına mührümüzü..."
(Nazım Hikmet)
Onu sehpaya çıkardıklarında,
savaşta binlerce yoldaşını kaybet
miş, ideallerini gerçekleştirememişti.
Ama o, idam ipinin altında zafer ka
zanmış mağrur bir komutan edasıyla
duruyordu. Gerçekten de bir zaferdi
bu.
İnsanların hakikat uğruna ölebi
lecekleri kanıtlanmıştı. Batı Anado
lu'da ve Rumeli'de kanla boğulan
Bedreddin müridleri, zulmün en kat
merlisine rağmen, bir halkın direnme
ve Savaşma kararlılığının yok edile
meyeceğini göstermişlerdi. Ve işte,
Şeyh Bedreddin de, ölümüne bir
adım kala "hakkın ve doğruluğun gü
cüyle dize getirmişti sultanın yar- °
dakçılarını. Bu yenilginin utancını,
Bedreddin'i aşağılayarak silebileceklerini sananlar, üstünde ne var ne
yoksa çıkarıp çırılçıplak ettikten son
ra astılar onu...
Yıl 1420'ydi. Yer, Batı Trakya'da
bugün Yunanistan sınırları içinde bu
lunan Serez kasabasının ortasındaki
Bakırcılar Çarşısı'ydı...
Şeyh Bedreddin Mahmud böyle
ölümsüzleşti...
•
gelecek sayı;
ANADOLU İHTİLALİMİZ
SÜRÜYOR
36
TAVIR
ARALIK 1 9 9 6
HAYATI AZIM
MEKTUP GÖNDERMİŞSİN, ALDIM
aydi İdil! Siz içer
den biz dışardan...
Günün herhangi bir
saati... sabah, ak
şam, gece yarıla
rı... çıkıveriyorsun
karşıma. Boğazda
ki vapurlardan birine bindiğimde, Sarayburnu'na, Eminönü'ne ilişiverdiğinde bakışlarım...
Az sonra vapur iskeleye yanaşacak.
Vapurdan indiğimde denizin esinti
siyle dalgalanan düz ve uzun saçla
rın, upuzun eteğinle seni görüvereceğim. Şaşkınlıkla karışık sevinç
rüzgarları eserken gözlerimde "mer
haba" demeden "hayrola" diyece
ğim. Öylesine alışmıştık ki birbirimizi
kültür merkezinde görmeye, başka
bir yerde karşılaşamazdık sanki. Ne
reden geliyordun o gün. Matbaaya
mı uğramıştın, yoksa montajcıdan
mı dönüyordun? "Hiçi Dolaştım bi
raz" dedin. Birbirimizi görmenin se
vinciyle ayrıldık. Sen kültür merkezi
ne, ben Cağaloğlu'na.
Kültür merkezinde ilk karşılaştı
ğımız gün utangaçca; "Ben Ayçe
İdil" demiştin. "Ayşe mi?" diye sor
muştum. "Ayşe değil, Ayçe" dedin.
Sesinde kararlılık vardı bu kez. Ya
nında iki kız daha vardı. Onları anım
samıyorum şimdi. "Kültür merkezine
H
ilk gelişin mi?" diye sordum. Gözle
rinde sevinç, gözlerinde umut: "Öz
gürlük Türküsü'ndeyim."dedin. Son
ra birden hüzün kapladı yüzünü:
"Ben gelmek istiyorum ama annem
kızıyor". Kaç ayını aldı, "Oraya gider
sen, teröristlere gidersen intihar ede
rim" diye apartmanı inleten annenle
cebelleşmen?
Haydi İdil! Siz içerden, biz dışar
dan... Sesimiz gür çıkmalı.
Sabah işe giderken ikinci köprü
den giden otobüsleri kullanıyorum
nicedir. Çam ağaçlarının üstünden
bir alçalıp bir yükselen üçgen duvar
ları ilk gördüğümde irkildim. "Ümra
niye Cezaevi" dedim birden. Oraya
gitmiştim birkaç kez. Fakat TEM oto
yoluna bu kadar yakın olduğunu bil
miyordum. Bir an, senin çok yakının
dan geçip de bir merhaba bile diyememenin ezikliğini hissettim. Senin
Çanakkale'de olduğunu biliyorum el
bette. O günden sonra oradan her
geçişimde yaşadım bu duyguyu.
Çamların üzerinden görünen gözet
leme kulesine, çatıdaki kiremitlere,
duvarlara... seni görüverecekmişim
gibi baktım. Haydi İdil! dedim. Siz
içerden biz dışardan... Sesimiz gür
çıkmalı. Kazanacağız.
Bu çocukların servis parası, bu
ev kirası... elektrik ve telefon para
sı... ayın onbeşinden onbeşine... Ye
tişmiyor! Hesaplar bir türlü tutmuyor.
Tutacağı da yok. Sen nasıl kalkıyor
dun) küttür merkezindeki hesapların
altından, üstelik para yokluğunda.
Bu kültür merkezinin kirası, bu dergi
nin kağıt, matbaa gideri, bu yemek,
bu yol parası...
Kadıköydeyim. Hasır tabureli, sı
ra sıra dizilmiş çay bahçelerinin
önünden insanları süzerek yürüyo
rum. Tanıdık bir yüz görsem, oturup
bir çay içsek... Karakola uzanıyor
gözlerim. Silahlı iki polis karakolun
önünde nöbet tutuyor. Birden senin
çığlığın boşalıyor dışarı: "Ben Ayçe
İdil Erkmen!... Tavır Dergisi çalışanı
yım!.. Beni kaybedecekleri..." Posta
neye, işhanlarına, şehir tiyatrosuna,
iskeledeki vapurlara çarparak çoğa
lıyor sesin. "Ben Ayçe İdil Erkmen!"
Çay bahçesindeki ağaçlar fırtınaya
tutulmuş sesinle. Dalgalar kabarmış.
Burada değildin, biliyorum. Anka
ra'da gardan almışlardı seni. DAL'da
sorguda kaldın onbeşgün kadar.
Kaybedememişlerdi. "Ben, Ayçe İdil
Erkmen!..." diye haykıran sesin so
kaklara taşmıştı.
Haydi İdil. Siz içerden, biz dışar
dan...
Bir gelişimde, bilgisayarın başın
da oturmuş "Gün Karanfil Kokuyor"
TAVİR ARALİK 1 9 9 6
kitabındaki öyküleri sayfalara oturt
maya çalışıyorsun. Parmakların tuş
larda, gözlerin ekranda dolaşıyor.
Gelip oturuyorum yanıbaşına. Öykü
başlığını biraz aşağı yukarı, ya da
sağa sola çekelim gibisinden öneri
ler getiriyorum. Bir an ekrandan
uzaklaşıp bana dönüyorsun. "Panto
lonun eskimiş, ihtiyacın var mı, ala
lım mı?" diyorsun. Bayramlık alına
cak çocukların sevinciyle "Alalım" diyorum. İçim içimi yiyor daha sonra.
Devrimci emekle kazanılmış parayı
kendim için, hele hele de pantolon
için harcayamam ki ben. Birkaç gün
sonra yine oturuyorum senin yanıba
şına. Henüz alınmamış pantolon için
teşekkür edip kendim alabileceğimi
söylüyorum.
Çok geçmeden göremez oldum
seni. Yurtdışına gitmişsin. Gelir diye
bekledim. Kültür merkezindeki oda
lardan birinden çıkıp geliverecektin
ve öğretmenine sokulup bir şey so
ran, bir isteğini ileten bir ilkokul öğ
rencisinin mahzunluğuyla yanıma
yaklaşıp 'Sen yazmak istiyorum", di
yecektin. Bayrampaşa Cezaevi'ne
bir arkadaşını ziyarete gidip geldiğin
de aynı kelimelerle, aynı böyle sor
muştun. Bir an durup düşündüm.
Dergide düzeltmenlik, mizanpaj, yer
yer redaksiyon yapan, matbaaya,
kağıtçıya, montaj işlerine koşan, üni
versite öğrenciliğini bırakıp gelmiş
idil'e ne söyleyebilirdim ki? "Ver ka
lemi yüreğine yazsın" dedim sana.
Yazdığın yazıyı beraber okuduk son
ra.
Bir daha dergiye gelmeyeceğini
hissediyordum artık. Çay mı, kahve
mi diye sorar gibi İdil yok mu, diye
sordum arkadaşlardan birine. "Gitti"
dedi. Gitmiştin. Dahasını sormadım.
Soramadım. "Kendine iyi bak" bile
diyememiştik birbirimize. Sana dair
bir acı kalmıştı içimde. Vedalaşabilseydik; "haklıydın" derdim.
Tek işin bilgisayar değildi ki se
nin. Ayşe Gülen Halk Sahnesi'ndeydin aynı zamanda. Daha doğrusu
sana gereksinim oldukça oradaydın.
Nerede bir boşluk varsa oradasın.
Sahneler, ışıklar, alkışlar... bunlar
değil istediğin... Verdin kalemi yüre
ğine, yazdı. Söyledin yüreğine, oy
nadı. Sahici sahici oynuyordun. Ba
sın toplantısı için birkaç yazar, sine
ma oyuncusu gelmişti kültür merke
zine. Konu; yerinde infaz. Moda'da
37
Uğur ve Şengül katledilmiş. Fuaye
her zamankinden daha kalabalık.
Küçük odadan hep birlikte fırladınız
ortaya. Çığlıklar, küfürler, itişmeler,
sürüklemeler, silahlar, maskeler...
Konukların tümü sıçrıyor oturdukları
yerden. Herşey sahici gibi. Kültür
merkezinin basıldığını düşünüyorlar
o an. Ben oyun sergileneceğini bildi
ğim halde ürperiyorum şöyle bir.
Oyuncuları tanımasam daha bir deh
şete düşeceğim. Bu bir oyun diyo
rum kendi kendime. Az sonra öteki
oyuncular da için için tekrarlıyorlar
aynı tümceyi. Bu bir oyun. Sen Şengül'ü oynuyorsun. Evde üç kişisiniz.
İki kız bir erkek. Sırt sırta vermişsiniz
öteki oyuncuyla. O kaçıp kurtuluyor
infazdan. Sen ölüyorsun. Erkek
oyuncu da. Bu bir oyun. Az sonra
doğrulup kalkıyorsun düşüp öldüğün
yerden. Yüzünde, oyundan kalan iz
ler...
Hadi İdil! Siz içerden, biz dışar
dan... Sesimiz gür çıkmalı.
İçimden geçen bu sözlere gülü
yorum. Beni de aldılar içeri. Toplantı
gösteri yürüyüşüne muhalefetten.
Aydınlar, sanatçılar biraraya geldik
sizin için. "Bıçak kemikte..." dedik
Ortaköy'de. Hiç bir sese tahammül
leri yok İdil. Hiçbir sese... cezaevin
de ölümle bir başına kalasın diye.
Görebildiğim hücreler dolu. Herbirinde beşer altışar... Açlık grevine baş
ladık alındığımızda. Karnım karnıma
yapıştı bir günde. Şeker yok, su da
yok. Dün, Cumartesi Anneleri'yle be
raberdim. Arkadaşlarla bir ayran içtik
. lisenin önüne gelmeden. Ayran bar
dakları dolanıyor gözümün önünde.
Buradan çıktığımda, diyorum ayran
bardaklarını her gördüğümde. Bura
dan çıktığımda... Aslında dün orada
alacaklardı beni. "Alın bunları!" dedi
telsizli biri. Paniğe kapıldım bir an.
Birkaç adım geriledim. Yanımdakileri aldılar. Uzaklaştım oradan. Seni
düşündüm sonra, omuzlarımda seni
orada ölümle bir başına koyup gitmi
şim gibi ağır bir yük.
Açlığımın ikinci günü. Karnım
karnıma yapıştı. Bu bir oyun değil
İdil. Sen 40'lı günlerdesin. Doğrulup
kalkmak yok oyunun sonundaki gibi.
Evvelki gün kitabı matbaadan aldık.
"Gün Karanfil Kokuyor" kitabını. Dü
zeltmeydi, mizampajdı derken defa
larca okudun sen de benim gibi. Ki
tap okuyacak durumda olmadığını
da düşünebiliyorum elbette. Ulaştırabilseydim sana. Emek verdiğin ki
taba bir dokunabilmeni, kapağına
bakmanı, sayfalarını çevirmeni isti
yorum nedense?
Hadi İdil! Siz içerden, biz dışar-'
dan. Sesimiz gür çıkmalı. Biz kaza
nacağız.
Ölmeyesin sakın. Kaç ayın kaldı
ki şunun şurasında? Dergiden bir ar
kadaş görüşüne gitmişti geçen hafta.
Görüşe çıkamamışsın.
"Mitralyöz...Mitralyöz" diye sayıkladığının
haberini getirdi, yıldızları sarkıtıp
camdan aşağı. Bir mermi, bir mermi
daha...Vuruşa vuruşa ölmeyi yeğler
din; mitralyöz mitralyöz. Ölmeyesin
İdil!
Okuyamıyorum. Yazamıyorum.
Yemek yiyemiyorum. Yürüyemiyorum. Çığlıklar isim olup biteviye yan
kılanıyor beynimde. Her biri ateş
olup düşüyor içime. "Ben Aygün
Uğur! Eskişehir tabutluğu kapatıl
sın!...", "Ben Altan Berdan Kerimgil
ler! Hastaneye, mahkemeye gider
ken dayağa son!...", "Ben İlginç Özkeskin! Cezaevlerinde insanca yaşa
mak istiyoruz!...", "Ben Hüseyin Demircioğlu! Cezaevi kapılarında ya
kınlarımız gözaltına alınmasın, iş
kence görmesin!...", "Ben Ali Ayatal",
"Ben Müjdat Yanat!", "Ben Tahsin
Yılmaz!", "Ben Yemliha Kaya!", "Ben
Hicabi Küçük!", "Ben Osman Akgün!", "Ben Hayati Can!"... Bitip tü
kenmeyen upuzun çığlıklar, onmaz
yaralar açılıyor içimde.
26 Temmuz 1996 İstanbul üstü
me yıkılıyor. Konuşamıyorum. Tele
fon çalıyor. Tanıdık bir ses: "Gazete
de bir isim" deyip duraksıyor. "Ayşe
İdil Erkmen" diyor sonra. "Ayşe de
ğil, Ayçe... Ayçe İdil Erkmen".
Bir mektup göndermişsin İdil. Al
dım.
"... Bu onurlu görevi zaferle so
nuçlandıracağız. Düşmanın devrim
ci tutsakları, emekçi halkımızı teslim
almasına izin vermedik, bugün de
vermeyeceğiz... Direnen tüm yol
daşlarımı, direniş ve zafer coşku
suyla selamlıyorum. Hoşçakalın."
(16.7.1996 Ayçe idil Erkmen)
38
TAVIR ARALIK 1996
RÖPORTAJ
"İstanbul Kanatlarımın Altında" Filminin Yönetmeni
Mustafa Altıoklar
MEDYAYI NEDEN KULLANMAYAYIM?
Y
önetmenliğini Mustafa Altıoklar'ın yaptığı "İstanbul Kanatlarımın
Altında" adlı film yaklaşık altı ay boyunca gösterimde kaldı. Ya
sakların, baskıların toplu halk katliamlarının, iktidar içindekiçatışmaların yoğunlukla yaşandığı 4. Murad devrinde, Hezarfen Ahmet
Çelebi'nin uçma tutkusunun, bu konuda yaptığı bilimsel çalışmala
rın ve iktidarla arasındaki sorunların anlatıldığı bir film "İstanbul Kanatla
rımın Altında". Yönetmen Mustafa Altıoklar, filmiyle aynı zamanda Os
manlı devrine de bir bakış açısı, bir yorum getiriyor. Film, okullarda okudu
ğumuz ve beynimize kazınan resmi tarihe denk düşmediği için ve 4. Mu
rad'ın kişiliğini zedelediği gerekçesiyle devlet eliyle yasaklanma boyutuna ka
dar vardı. Uç ilde filmin gösterimi yasaklandı. Filme gelen eleştiriler yalnız
ca bu yanlarıyla da değildi. Oyuncularının medyada çok öne çıkmış insanlar
olmasından tanıtımındaki medyatik öğelere, 1400'lü yılların İstanbul'unu
canlandırmadaki teknik eksikliklerden kimi diyaloglarda ve kostümlerdeki
basitliklere kadar pek çok açıdan eleştirildi film. Buna karşın yaklaşık 400
bin sinemasever tarafından izlendi. İçeriği itibariyle filmin duyarlı bir çalış
ma olduğuna ve yasaklanması nedeniyle sahiplenmesi gerektiğine inanıyo
ruz. Film gerçekten bir takım eksiklikleri barındırıyor. Ama yüzyıllar önce
sinin İstanbul tablosunu yansıtmada ya da kostümlerde bir takım yetersizlik
lerin bulunması, filmin belirleyici yanları olarak görülmemeli. Ancak daha
fazla izleyici çekebilmek adına medyanın olanaklarından yararlanırken, kimi
sahnelerdeki anlatım tarzlarının gereksizliğine değinmek istiyoruz. Özellikle
filmdeki abartılı cinsellik öğelerinin; o dönemin ve çizilmek istenen karekterlerin yansıtılmasında ve belirginleştirilmesinde ne derece önemi vardır? Böy
lesi bir anlatımla, izleyicinin o dönemi ve yaşadığımız dönemi sorgulaması
niyetimizi pekiştirebiliyor muyuz? Ama şöylesi bir gerçekle de yüzyüzeyiz.
Amerika ve Avrupa film tekellerinin "sanat ve estetiklik" adına birçok filmde önümüze sürdüğü cinsel yozluğu içeren yapıtları neredeyse yaşamımızın
bir parçası haline getirilmiş durumda. Ulusal film üretimlerinde de bu öğeler
giderek ağırlık kazanıyor. Oysa yönetmen M. Altıoklar'ın da değişiyle "Bir
film tartıştırıcı, aydınlatıcı, sorgulatıcı" olması gerektiği kadar, yokedilmeye
çalışılan değerlerimizi de korumalı, yansıtabilmelidir. Filmi daha "çekici"
kılmak adına getirilen bu yaklaşımın, yönetmen M. Altıoklar'ın kişisel terci
hi olduğunu ve medyanın da "ilgisini" çeken yaşam biçiminin bir yansıması
olduğunu düşünüyoruz. Ancak yasaklara, baskılara karşı olan ve eşit, özgür
bir dünyayı özleyen her aydın-sanatçının, öncelikle halkın değerleriyle do
nanması ve yaşam biçiminde emekçi halklarla daha sıkı bağlar kurması ge
rekmektedir.
Film, içerisindeki bir çok vurguyu zorlamadan izleyiciye ulaştırabiliyor.
Hezarfen'in ve bir diğer bilim adamı olan Lagari Hasan Efendi'nin kadılar
yoluyla iktidar tarafından sorgulanması ve bu sıradaki diyaloglar, bugünü
müzle kıyaslamalar yapmada etkili oluyor. Filmde baskıcı düzenler ve uygu
layıcıları için söylenen son sözler ise yapım amacını ortaya koyuyor: "Onlar
hep vardı, varlar ve varolacaklar. Ama insanlık onları anmadı, anmıyor, an
mayacak".
Filmin henüz gösterimde olduğu dönemde yönetmeni Mustafa Altıoklar'la gerçekleştirdiğimiz bir röportajı yayınlıyoruz.
Filminizin engellenme nedenleri
'hakkındaki düşüncelerinizi açar mısınız?
Gösterim yasakları şu anda Urfa,
Kayseri ve Balıkesir'de. Tepkiler ise
gerici ve milliyetçi kesimlerde her taraf
ta. Aslında ben daha senaryoyu yazar
ken bu tarz tepkilerin oluşacağını bili
yordum. Benim için hiçbirisi sürpriz de
ğil. Zaten filmin anafikrinde de bu var:
Hazerfan uçtuktan sonra 4. Murad'ın
"Senin gibi adamlar çok korkulacak
adamlardır. Çünkü her ne murad edeceksen elinden gelir. Dolayısıyla bekaan caiz değildir". Filmi oluşturan bu
sözdür. Tarihler boyunca otorite, ikti
darlar mevcudiyetlerini korumak için,
hep çıkış yapanlara, hayata bir parça
aydınlık getirmeye, bir ışık tutmaya ça-.
lışanlara, yeni bir soluk olarak ortaya
çıkanlara korkuyla bakmışlardır. Hazerfan'a da korkuyla bakılmış. Bugün
ortaya çıkan filme, daha önce Hazerfan'a yapılan muamelenin yapılacağı
nı, bu filmden de korkulacağını biliyor
dum. Konuyu 4. Murad'ın eşcinsel olup
olmadığına indirgeyerek, aslında çok
daha derinden korktukları meseleleri
dile getirmeden bu konuyu ön planda
tutarak, bu nedenle filme karşı çıkıyorlarmış gibi görünerek aslında iktidar
kendini deşifre etmiş oldu gene. Ama
tepkiler yalnız olumsuz tepkiler değil.
Filmi oluştururken hangi düşün
celerle hareket ettiniz?
Aslında benim özelliğim olmaması
na, yapıma göre olmamasına rağmen
filmi popüler kültüre hitap edecek tarz
da oluşturdum. İstediğim; apolitize edil
miş genç kuşakların da sinemaya gel
mesi, izlemesi, ilgilenmesi, meraklan
ması ve filmin içindeki mesajları da be
nim onlara aktarabilmemdi. Zannedi
yorum bunda başarılı oldum. Filmin şu
ana kadar 380 bin civarında izleyicisi
oldu. İzleyicilerin de büyük çoğunluğu
üniversiteli gençler. Hatta bir çoğu film-
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
den alkışlayarak çıkıyorlar. Benim
amacım da buydu. Tarihte iktidarların,
bireyler üzerindeki baskıcı, yasakçı tu
tumunun nasıl olduğunu, hangi yön
temlerle yaptığını ve bu yöntemleri ne
den uyguladığını, kendi mevcudiyetini
nasıl korumak istediğini genç kuşakla
ra anlatmak içindi. Bu konuyu ben bu
günkü topluma, düzene de indirgeye
rek anlatabilirdim. Nazım Hikmet, De
niz Gezmiş ya da Yaşar Kemal üzerine
de bir öykü oluşturulabilirdi. Yahut da
bugün uçmaya kalkan bir adamın öy
küsü oluşturulabilirdi, Hazerfan'ın serü
veni gibi. Aynı reji, aynı şekilde bugün
de de geçebilirdi. Ama o zaman bugü
nün gençlerini bu kadar çok sinema sa
lonuna çekebilir miydim, onu bilmiyo
rum. Böylesi tarihsel perspektife oturtu
larak aynı zamanda genç kuşağa bas
kıcı rejimlerin nasıl olduğunu ve neden
baskı uyguladıklarını anlatmak istedim.
Tarihi çarpıttığınız söyleniyor.
Sanırız Hürriyet yazarıydı. "O dö
nem düşünce özgürlüğü mü vardı
ki, bu filmde düşünce özgürlüğün
den bahsediliyor" demişti...
Evet... Murat Bardakçı "Aydınlan
ma devri oldu mu?" diye sordu. Bunlar
tarihi çok iyi bildiklerini zanneden ve ta
rihsel bilgilerin tekellerinde olduğunu
düşünen insanlar. Bunların Hallaç-ı
Mansur'dan haberleri yok. Farabi'den
haberleri hiç yok. İbni Sina'dan, islami
yet içi mülteci akımından hiç haberleri
yok. İslamiyetin aydınlık çağında Ab
basi Hükümdarı "Eski Yunan'da ne ka
dar belge, bilgi, kitap varsa, her şeyi
çevirin" diyor ve bütün felsefi araştır
malar ve bilimsel çalışmalar yapılıyor.
Ama daha sonra baktıklarında bu araş
tırmalar onların dogmatik bakışlarının
tam tersine, çok insani bir yaklaşım
getirmeye başlıyor. Abbasi Hükümda
rı'nın yerine geçenler korkuyorlar...
İktidarları sarsılıyor...
Sarsılmaya başlayınca bütün mül
teci akımların temsilcilerini sürgüne
yolluyorlar. Farabi sürgünde yaşamak
durumunda kalıyor hayatının bir döne
minde, İbn-i Sina da öyle. Ama İbn-i
Rüşd, Fas'tan İspanya'ya Endülüs
Emevileri'ne geçiyor. Ve o dönemde
Avrupa'nın bütün felsefesinde bilimin
temeli olan Yunan felsefi bilimini, Arap
dünyası aracılığıyla Kuzey Afrika'dan
dolaştırarak Avrupa'ya, Avrupa orta
çağına tanıtıyor. Avrupa'da aydınlan
39
ma İbn-i Rüşd sayesinde başlıyor.
Bunları niye anlatıyorum? Otorite
biraz aydınlanma, biraz ışık gördüğü
zaman bastırmıştır. Bu batıda da ol
muştu. Tek başına İslamiyet'le, Hıristi
yanlık'la çok ilgisi yok. Her toplumda ol
muştur. İktidarın kullandığı araçlardan
birisidir din. Bizde 12 Eylülden sonra
Franko'nun "3 F formülü çok net ola
rak kullanıldı. "Fado, Fiesta ve Futbol".
Yani kadın, dans, futbol... 12 Eylül ve
arkasından gelen Özal döneminde bu
formülün benzeri uygulandı. Futbol...
hala futbol; Fiestanın yerine bizde ara
besk ve pop kültürü devreye sokularak
uyuşturuldu toplum... Ve din. Bu üç
uyuşturucu maddeyle genç kuşak
uyuşturuldu. Bana kalırsa bu nedenle
zaten Türkiye'nin siyasi dengeleri alt
üst olmuş durumda.
Bir söyleşide diyorsunuz ki;
"Ben bu filmde Hezarfen'i anlat
makla, uçan ilk insanın bir Türk ol
duğunu dünyaya göstermiş ol
dum". Bu cevapla anlatmak istedik
leriniz neydi?
Onlara birşey anlatmak istedim.
Kafalarını çok fazla çalıştırmadıkları bir
kapı açmak istedim. İlk uçan insan;
herhangi bir insan olabilir, herhangi bir
ulustan, etnik kökenden gelebilir. Hiç
sorun değil. Uçmayla ilgili çalışmaların
Leonardo da Vinchi tarafından bilimsel
temellere dayandırıldığını bildiğim için,
bende de bilim adamı tarafı olduğu ve
bilimin evrenselliğine inandığım için
Leonardo'yu es geçemedim tümde. Ve
filme Leonardo'yu kattım. O anlamda
Hezarfen'in Türkiyeli, Suriyeli ya da
Fransız olması hiç önemli değil. Uçma
eğilimini gerçeleştiren bir insan olması
önemli. Bilime, insanlığa katkısı önem
li. Ama Türkçülüğü şiar olarak ele atıp
yola çıkarken filmi eleştirmeye kalkan
lar, filmin böyle bir tarafını göremiyor
lar. Aslında onların gururlarını okşaya
cak bir tarafı var filmin. Ama onlar deği
şime, diyalektiğe o kadar kapalılar ki,
filmin değiştirecek, diyalektiğe ivme ka
zandıracak bir yapıt olduğunu gördük
leri anda kendi sloganlarını bile gör
mezden geldiler. Ben onlara kendi slo
ganlarını göstermek için söyledim o
cümleyi. Yoksa kişisel olarak çok önem
taşımıyor. Ama tabi şöyle bir insani za
afım olduğunu söyleyebilirim: Dünyada
en çok sevdiğim insanlar, benimle bu
topraklan paylaşan insanlar. Ne olursa
olsun; Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkesi. Ya
ni bunu zaaf diye adlandırırsak... İnsan
ayırdediyor olmaktan sözediyorum. Bir
Fransız'a, Rus'a oranla ben Türkiyeli
insanı daha çok seviyorum. Kendi in
sanımı daha çok seviyorum. Onun için
bu topraklarda uçan bir insanın anlatıl
mış olması ve bu anlatımın benim üze
rime kalmış olması bana gurur veriyor.
Filmde anlatmak istediklerinizi,
yakın bir dönemi konu alarak değil
de daha fazla ilgi çekebilmek için
böylesi bir tarihsel süreci seçerek
gerçekleştirmek istediğinizi söyle
diniz...
Dikkati oraya çekmek için. Genç
kuşağa hoş gelebilecek bir fonda anlat
mak için Osmanlı dönemini seçtim.
Ama buna birşey daha ilave etmek is
terim: Tarihin, geleceğin aynası oldu
ğunu düşünüyorum. Bugün yaşanan
bir realite var. Güneydoğu sorunu var
mesela. Yaklaşık 15 yıldır Güneydo
ğuda insanlar bir yandan ölürken, öl
dürürken, diğer taraftan korkunç bir
ekonomik kayba neden oluyor bu.
Ama bu kayıp bambaşka yerlere kanalize edilerek o bölgedeki bütün sorunlar
rahatlıkla çözülebilirdi. Hala çatışma
sürüyor; yarın, öbürgün ya da üç-beş
yıl sonra bu çatışma nasıl sonlanacak,
bunu görmüş değiliz. Ama biz dönüp
tarihe baktığımız zaman, benzer çatış
malar olduğu durumlarda hangi çö
zümler uzun vadede gerçekçi çözüm
ler olmuştur, bunları görebiliriz. Film bu
meseleyi anlatıyor. Şu anda yaşanan
olayın henüz sonu yok ama aynı olay
geçmişte bizim toplumumuzda ya da
başka toplumlarda mutlaka oldu. Olay
ların çözümü için kullanılan yöntemler
hangi sonuçları verdi? Yani bir Alevi
uyanışını, Pir Sultan Abdal'ı katletmek
le sonuçlandırmaya çalışmak hangi
sonuçları doğurdu, ne çözüm getirdi
otoriteye? Kısa vadede belki bir sindir
me politikası uygulandı. Ya da Şeyh
Bedreddin'e... Benzer örnekler çoğaltı
labilir. Bunlar hangi sonuçları verdi?
Hiçbirisi uzun vadede bir sonuç verme
di ki, hala bu çatışmalar bugün bile sü
rüyor. O zaman aynı yöntemleri uygu
lamak; bir kere daha aptallık yapmak
oluyor, Tarihi bir konu seçmenin bir ya
nı da buydu.
Bir de egemen iktidarların elle
rinden başka çare gelmediği için,
tek çare olarak...
Baskı, şiddet olduğunu düşünüyor
lar
T A V I R ARALIK 1 9 9 6
40
Yakın döneme ait, güncelliği ba
rındıran ve daha yalın bir anlatıma
sahip film yapma düşünceniz var
mı?
Tabi... Ben otoriteyle, iktidarla, şab
lon düzenlerle sorunları olan bir insa
nım. İnsanlarımızın da sorunları oldu
ğunu düşünüyorum. Bunları göster
mek, Çözüm yollarını oturtmak da sa
natçının asli görevi değildir belki ama
ben en azından kendi adıma, kendi fi
kirlerimi deklare etmeyi bir eğilim ola
rak düşünüyorum. Düşünen bir insa
nım. Bu anlamda gerek tarihsel bir ke
siti anlatan ama gerçeklere dayalı film
ler tabi ki yapacağım. Ve bunların için
de siyasal söylemler mutlaka olacak...
Bu konuda ısrarcı olmak gereki
yor gerçekten. Siyasi iktidarın insan
yaşamındaki kültürel yönlendirmesi
üst boyuna. Böylesi bir yönlendir
menin ve dejenerasyonun karşısına
çıkabilmek de özgürlükçü düşünce
lerle ama ısrarcı bir biçimde üretim
lerden, çalışmalardan, mücadele
den geçiyor. Sonucunda baskılarla,
yasaklamalarla ya da daha ağır be
dellerle karşı karşıya gelecektir aydın-sanatçı...
Şu aşamada bile daha ağır sonuç
larla karşılaşabilirim. Ama bunlardan
korktuğumuz sürece... Nazım'ın bir şiiri
var; "Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa".
Bu uyarılara hazır olarak yola çıkıyo
rum.
Yaşadığıma gerçeklere baktığı
mızda cezaevleri, kayıplar, infazlar...
Bir Metin Göktepe olayının filmi yapılmalı bence... Mutlaka yapılmalı. Bu
nu ben mi yaparım, başka bir arkadaş
mı yapar ama mutlaka filmi yapılması
gereken bir olay. Çünkü Metin Gökte
pe olayını gazete ve televizyonlardan
izleyerek toplumun büyük bir çoğunlu
ğu sorgulamıyor devletin neler yaptığı
nı. Haber diye geçiyor; bir gazeteci öl
dürülmüş. Ama "Yalan Rüzgarı" dizisinde neler olduğunu komşusuna anla
tıyor. Metin Göktepe olayını filme ak
tardığımız zaman, bunu komşusuna
anlatacak; "Dün bir film izledim, gaze
teciyi öldürüyorlardı, ne acayip polis
teşkilatımız var" diye. Sinema sanatı
astında toplumu eğitmek, yönlendir
mek ve fikirlerini başka insanlara anlat
mak için herşeyden çok daha güçlü bir
araç. Mutlaka bu bilinçle olması gereki
yor herkesin; sanatçının, sinema sa
natçısının. Hepsinin olmasa bile hiç de
ğilse bir kısmının.
Peki, film üretiminde insanları
bilinçlendirmeyi, aydınlatmayı he
defleyecek ve bu konudaki sorunla
rı aşacak bir çabayı, ortak çabayı
görebiliyor musunuz?
Ne yazık ki göremiyorum. Tabi ki
Yılmaz Güney sonrasında ve 12 Eylül'ün "bir dönem sonrasında siyasal
içerikli filmler yapıldı. Gerçi o dönemde
yapılan tümlerin handikapı da; aydının,
aydın bir sosyalistin, sosyalist bir yaza
rın, sinemacının bunalımları türünden
filmlerdi. Daha gerçek sorunlara çok
fazla inilmedi ne yazık ki. Hatta bence
yüz karası bir film yapıldı en son olarak:
"Böcek". Bence açıkçası işkenceyi, in
sani psikolojik temellere indirgeyerek
işkenceyi...
Aklamak...
Evet işkenceyi aklamak çizgisinde
bir film yapıldı. Sanıyorum bu niyetle
yola çıkmamıştır yönetmen ama ortaya
çıkan film böyleydi. Resmen, sonuç
olarak işkenceci aklanıyordu. Yani ço
cukluğunda dayısından dayak yediği
için işkence yapıyor bu adam ve biz bu
adama kızmıyoruz. Filmde Halil Ergün'e yani işkenceci polise "Paydos"
filmindeki Sadri Alışık babacanlığı çizilmişti. Otomatik olarak daha ilk sahne
den itibaren "yalnız yaşayan ihtiyar ya
hu" demeye ve bu adamın gençliğinde
yapmış olduğu işkenceleri görmezden
gelmeye başlıyordum filmde. Tabi ki
her türlü film olsun. En azından benim
filmim yasaklanırken, yasakçı düşün
ceye karşı çıkarken, böyle filmlerin ya
pılmasına karşı değilim. Her kesim film
yapabilir. Yahut da dinci kesimin yaptı
ğı filmler de yapılsın. Onlara da engel
koymadan oynatılsın. Zaten oynatıldığı
sürece aradaki farkı görebilecek her
kes. Ama son yıllarda siyasal söylemin
filmlerde geri plana düştüğünü görüyo
rum. Yanlış tespitler yapılıyor. Siyasal
filmler yaparsak seyirci bulamayız diye
düşünülüyor. Oysa Ali Kırca'nın "Siya
set Meydanı'nı sabahlara kadar seyre
diyor insanlar. Dolayısıyla siyasetten
kopuk değil, tam tersine siyasetle son
derece ilgili bir insan kitlesi var Türki
ye'de. Ama yapılanlarda insanları bıktı
rıcı, daraltıcı bir tarzda yapıldığı için se
yirci bulamıyorlar. Bu bir yeteneksizlik,
yetersizlik. Anlatımdaki bu yetersizliği
seyirciyi suçlayarak örtmeye çalışıyor
lar.
Bu durumun yaratılmasında si
nemacılarımızın da payı var.
Pek çok alanda olduğu gibi sinema
da sektörleşememiş. Sektörleşmesi
halinde sorunları aşması için kendince
çabası olurdu zaten. Sektörleşmediği
için küçük küçük, kendi kendine parla
malarla ancak film yapılmış bugüne ka
dar.
Ya da tek başına sinema ve sinemacıların sorunu değil. Genel bir
kültürel bir sorun aslında.
Tabi ki. Şimdi, o kadar kızdığımız,
sevmediğimiz, beğenmediğimiz Ame
rikan sinemasından bir örnek vermek
zorundayım. Çünkü şu anda filmlerini
dünyada en çok seyrettiren, Amerikan
sineması. Teknik nedenlerini anlatma
yacağım, tanıtım tarafını anlatacağım.
Pek çok parlak yanıyla beraber tanıtım
da çok önemli. Hatta bu noktada tanı
tımdan bahsederken bazı sol ve sosyalist dergilerde ve gazetelerde filmle
ve benle ilgili, bazı eleştiriler var. Kalbi
min kırıldığını söyleyebilirim. Çünkü
yanlış yerden bakarak eleştiriler yapı
yorlar. Doğmatik bir bakış ne yazık ki.
Örneğin...
Medyatik tarafıyla ilgili örneğin.
Evet. Şimdi Amerika'da izleyiciler
bir filme neden gider? Çok basit bir is
tatistik yapılmış. Verilen cevaplar son
rası, istatistiki değerlendirme sonucu
oluşan sıralamada şöyle bir durum çık
mış: 1- Fragmanlar, 2- Arkadaşım tav
siye ederse giderim, 3- Oyuncu kadro
su, 4- Yönetmen, 5- Eleştirmenlerin
değerlendirmeleri, 6- Filmin afişleri.
Birincisi tanıtımla ilgili. Ama özellik
le ikincisinin altını çizmek gerekiyor.
Şimdi tanıtımı yaparsın Benim filmim
den örnek vereyim: Geçen sene çe
kimlere başladık. Başladığımız günden
itibaren başta Okan Bayülgen, Savaş
Ay, Zuhal Olcay ve Haluk Bilginer'in
varlığından dolayı...
Bu isimler de aynı düşünceyle
mi bir tercihti sizin için?
Evet. Çünkü ben söylemek istedik
lerimi çok geniş kitleye aktarmak istiyo
rum. Bu kişilerin varlığı nedeniyle bizim
fazla tanıtım yapmamıza gerek kalma
dı. Tanıtım yapmak için çok şeyi zorla
dık. Medya ilgilendi ve daha çekim
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
aşamasında bir ilgi ağı oluştu. Film
gösterime hazır hale geldiğinde tekrar
bir tanıtım gündeme geldi. Fragmanlar
gösterilmeye başlandı. Yeniçeri kıyafe
ti giymiş insanlar ellerinde davullar şeh
ri dolaştı. Bir ilgi uyandı... Bütün filmler
de aynı şey söz konusu. En son "10
Film, 10 Yönetmen"de de benzer tanı
tımlar oldu. Orada da medyatik isimler
kullanıldı. Filmim gösterime girdiğinde
gelen izleyici arkadaşına tavsiye ediyor
ya da etmiyor; artık ikinci basamağa
geçiyor durum. Benim filmimi de izleyi
ci birbirine genellikle görmesini öneri
yor. Ama eleştirmenler"kötü" diyor.
"Eleştirmenlere bakma, git gör". Benim
filmimde oluşan bu oldu. Seyirci arka
daşlarını göndermeye başladı. Oyun
cular ikinci plana düştü. Şimdi artık on
lardan bahseden var mı?
"Medyatik film", "Mustafa Altıoklar;
medyatik", "Pop yönetmen"... O kadar
yanlış ki. Şu anda filmin içeriği konuşu
luyor. Benim de yapmak istediğim buy
du zaten. Ne ben, ne oyuncular... ama
filmin bir tartışma ortamı yaratması.
Sanat eseri olarak, bir fikir taşıdı toplu
ma. Bu anlamda, filmin içeriği tartışılı
yor olmasına bakılması lazım. Çok az
bir sol siyasal grup içerisinden, çok az
arkadaş kötü eleştirdiler. Büyük çoğun
luğunda olumlu eleştiriler vardı filme.
Bence en başta şunu aşmamız lazım.
Bir olaya bakıp, "çok medyatik, çok po
püler... Bu yaramaz". Hayır, öyle bir
şey yok. Hayata daha derin bakmak
zorundayız. Daha kapağına bakıp, bu
çok medyatik, atın bir kenara derseniz
arkasını göremezsiniz. Birşeyler anlat
mak için kullandığım yöntemler neden
rahatsız ediyor insanları. Filmde
Okan'la, Savaş'ın oynaması; laisizmi,
demokrasiyi, özgürlüğü anlatan filme
genç insanların gitmesine yardımı olur
sa neden olmasın? Bunun çirkin tarafı
ne? Fikirlerimizi, yani bu hayattan, ül
keden isteklerimizi, beklentilerimizi
asık suratta anlatamayacağız. Onun
için güleryüz kattım filme. Sağ kesim
den gelen eleştiriler çok dehşetli, haka
rete varıyor ama hiç üzmüyor beni.
Ama beni doğru yola sevkedecek eleş
tiriler geldiğinde, bana bir şeyler öğretecekse sonuna kadar açığım.
Ben bu filmde radikal bakış biçim
lerini, iktidarın yöntemlerini, bağnazlığı,
filmin kahramanlarının bağnazlıkla ça
tışmalarını anlattım. Bu çalışmayı anla
tırken de medyayı kullandım. Medya
nın promosyonunu kullandım. Medya
41
beni kullanmadı, ben medyayı kullan
dım. Yani bizim medyayı teslim alma
mız gerekmiyor ki. Biz medyayı teslim
alabiliriz. Medyanın da bize ihtiyacı var.
Son bir som...
Birşey söylemek istiyorum. Ben
Deniz Gezmiş'i anlatmak istiyorum.
68'liler Vakfı yıllardır yapacağız diyor.
Ama ortaya birşey çıkmamış. Ortaya
çıkacak şeyin nasıl olacağından da
açıkcası endişeliyim. Belgesel türde
birşey çıkacak galiba.
Peki Deniz Gezmiş size neyi ifa
de ediyor?
Başkaldırıyı... Emperyalizme, ezil
mişliğe başkaldırıyı, zulme başkaldırı
yı, özgürlük karşıtlarına başkaldırıyı ifa
de ediyor. Şimdi neden bu örneği ver
dim. Deniz Gezmiş'i, mesala Daniel
Day Lewis'e oynatmak istiyorum. (Sol
Ayağım, Var Olmanın Dayanılmaz Ha
fifliği, Babam İçin, Son Mohikan filmle
rinin oyuncusu). Neden bizdeki
oyunculardan değil de, o? O oynarsa
bütün Türkiye, bütün dünya Deniz
Gezmiş'i öğrenir. Kafası çalışmayan
kızların büyük bölümü, sırf Daniel Day
Lewis oynadığı için o filme gider. Med
yayı neden kullanmayayım?
Sanırız nasıl anlatılacağı daha
önemli.
Kim, nasıl anlatırsa anlatsın siyasal
tartışmalara yol açar. Ama ben nasıl
anlatacağımı söyleyeyim: Deniz Gezmiş'in insan tarafını anlatacağım. Yani
Beyazıt Kütüphanesi'nde ki kıza nasıl
aşık olduğunu, ona nasıl kur yaptığını,
olumsuz yanıt aldığında ona nasıl çı
kıştığını. Arkasından bir sütçü beygiri
ne atlayıp evinin Önünde ona "beyaz
atlı prensin geldi" deyip nasıl seranad
yaptığını... Yahut da 6. Filo'ya karşı
bayrağı kapıp Dolmabahçe'ye nasıl
koştuğunu, hangi duyguyla gittiğini. Ya
da Astsubay'a ateş ettiğinde karısının
elini yaralaması karşısında gösterdiği
insani reaksiyonu... Ve tabi ki siyasi
çizgisini, tabi ki mahkemede yargılanır
ken bütün yargı sistemini ve adaletini,
otoriteyi nasıl yargıladığını anlatmak is
tiyorum.
Politik ve insani yanlar birbirin
den ayrı ele alınıp değerlendirilebiliyor.
24 yaşında idam sephasına gitmiş
bir insanın siyasal çizgisini bugünün
gençlerine sorarsanız; "Teröristmiş,
komünistmiş, asılmış" cevabını alırsı
nız. Ama onun siyasi çizgisini, kavgası
nı arka plandaki ruhsal çizgisini de ona
ilave olarak anlatmak...
Bunlar birbirini bütünleyen du
rumlar.
Bizde bu tip meseleler anlatılırken
hamasi bir şekilde, bir eli silahlı kahra
man tarafı anlatılır. Öbür tarafı anlatıl
maz. Esas olan bu tarafı da anlatmak.
Mesela milliyetçilerin, filmde çok karşı
çıktıkları taraflardan biri de, 4. Murad'ın
insan tarafının gösterilmiş olması. Yani
gözünün kenarında bir damla yaş biri
kebiliyor olması, sevgi gösteriyor olma
sı, üzülen bir insan olduğunu göster
mesi. Geçenlerde bir söyleşide bir şey
ler söylediler, aklınız durur. Ben "4. Murad'ı neden bu kadar koruyorsunuz, üç
kardeşini asmış, altı tane sadrazamı
boğdurmuş, ilk Şeyhülislam katleden
padişahtır. Binlerce insan katletmiş;
Ben filmde bunları göstermedim" dedi
ğim zaman, "Bunları gösterseydiniz
ya!" dediler bana. Yani böyle tarafı hoş
larına gidiyor, insan tarafı hoşlarına git
miyor. Kaldı ki şunun farkında değiller:
4. Murad insanları boğdurduğu zaman,
belki de onun dedesini de boğdurdu.
Katilin tarafını tutuyor. Şunu da ilave et
mek istiyorum. Milliyetçiler tarihe dö
nüp baktıkları zaman kendi ezilmişlik
lerinin, toplumun alt katmanlarında yer
"aldıklarının farkında değiller. Ama bozkurt işaretleriyle dolaşıyorlar, onları
ezen sistemin uygulayıcıları oluyorlar,
Oysa onları bu duruma getiren; toplu
mun al katmanlarında yer alamlarına
neden olan 4. Murad gibiler. Bunu on
lara anlatmak gerekiyor.
Aydınların ve sanatçıların, resmi
ideolojinin siyasal ve kültürel baskı
politikaları ve araçlarına karşı, so
runları aşmak üzere ortaklaşa hare
ket etmeleri gerekiyor. Kültür-sanat
cephesinde bir birlikteliğin oluştu
rulması gerekiyor. Sizin bu konuda
önerileriniz var mı?
Açıkçası... bir önerim yok ama böy
le bir ortak tavrın gelişmesi için ümidim
var. Gelişmiş demokratik platformlarda
sanatsal faaliyetleri yeniden tartışmaya
açmak ve konuyla böyle uğraşmak ye
rine sanatsal içeriği tartışarak "daha iyi
nasıl üretiriz"e bakmak gerekiyor.
•
TAVIR ARALIK 1996
42
TAVIR
BİR FİLM: IŞIKLAR SÖNMESİN
RESMİ İDEOLOJİNİN KISKACINDA BİR BARIŞ ÖZLEMİ
Film başlar. Karlı dağlar arasında
bir yolda gerillalar tarafından bir yol
cu otobüsü durdurulur ve otobüste
bulunan bir korucu gerillalar tarafın
dan cezalandırılır. Gerilla dağa çeki
lirken altı-yedi kişilik bir jandarma
grubu gerillaların peşine düşer. Ge
rilla ve jandarma grubu arasında ça
tışma çıkar ve bu çatışma sırasında
silah seslerinden dolayı düşen çığda
gerilladan iki jandarmadan ise bir ki
şi sağ olarak kurtulur. Bayan gerilla
Zozan yaralanmıştır. Bir süre sonra
dağda gerilla ve jandarma komutan
ları arasında bir diyalog gelişir. Jan
darma komutanı, gerillaya "infazcı
olmadıklarını ve kendilerini Türk
adaletine teslim edeceğini" söyler.
Filmin bu dakikalarında yaralı Zozan
ölür. Gerilla kaçarak yakılmış bir kö
ye sığınır. Jandarma komutanı bir
süre sonra gerillayı bulur ve kavgaya
tutuşurlar. Bu sırada köydeki tek ai
leden yaşlı bir köylü onlara müdaha
le eder. Dışarıda ise köyü kontrgerilla sarar ve ateşe başlar. Eline bir köz
alarak dışarıya çıkan köylü "Işıklar
sönmesin lo!" diye bağırırken vuru
lur. Bu kez dışarı yaşlı adamın üçdört yaşlarındaki torunu çıkar. Ardın
dan dışarı çıkan gerilla ve jandarma
küçük kızı kollarından tutup havaya
kaldırırlar. Görüntü burada donar ve
ekranda bir yazı belirir: "Yaşanan
acılara bir damla su verilmesi dile
ğiyle"...
Yaşanan acılara bir damla su
vermek, bu acıları dindirebilmek için
ter dökmek, emek vermek... Güzel
bir dilek, güzel bir tasarı, güzel bir
düşünce. Hem uykuya dalmış, dar
pencerelere hapsolmuş sinemaya
bir damla can vermek, hem toplu
mun acılarını anlatmada cesaretle
adım atmak istemek; olumlu bir
adım, güzel bir düşünce.
Ama tüm bunları yaparken kimin
ne yaptığını bilmeli, özneleri ve nes
neleri yerli yerine koyabilmeli ve öy
lece anlatabilmeliyiz. İşte "Işıklar
Sönmesin"de senaryonun hazırlanı
şından karakter tahlillerine, savaşın
niteliğinden çözüm önerilerine dek
kavramların karıştırılmasından ve
çarpıtılmasından doğan bir yanılgılar
zinciri var. Böyle olunca da bir damla
su olma esprisi ortadan kalkıyor.
Yönetmen daha filmin başında
ak ile karayı, sap ile samanı birbirine
karıştırıyor. Yönetmen bu savaşta
'gerilladan, onun misyonundan ne
anladığını ortaya koyuyor. Otobüs
sahnesinde, yol kesen gerillaya ba
kıyorsunuz, adeta bir çapulcu sürü
sü; kaba-saba adamlar, küfürlü ko
nuşmalar, disiplinsiz davranışlar...
İşte size gerilla. Özgürlük savaşçısı
olmak ne kelime tam bir dağ eşkiyası. Oysa diğer yanda kibar, alabildi
ğine titiz, halka zarar vermemek için
çırpınıp duran bir jandarma. Kimlik
leri isterken ki "lütfen"li ifadeler. Bu
sahneleri izlerken kendi kendimize
soruyoruz; bu adamlar ya hiç kimlik
kontrolüne tabi tutulmamışlar, ya hiç
özel timle, jandarmayla muhatap ol
mamışlar ya da bunu anlatmamak
için özel bir çaba içerisine girmişler.
Yönetmen film boyunca -özellikle
diyaloglarda- her iki tarafa da aynı
duyarlılıkla yaklaşma çabası içerisin
de. Ama yukarıda anlattığımız tür
den sahneler bu objektivist(!) kaygıyı
da silip götürüyor. Dolayısıyla, anla
tılanlardan pek de rahatsızlık duy
mayacak, resmi ideolojinin onayla
yacağı bir film ortaya çıkabiliyor.
Düşünün! Bir gerilla, ölen bir yol
daşının mezarına kızıl bir eşarp ko
yuyor ve yanıbaşında bir jandarma
timi komutanı bu olanları sessizce iz
liyor. Kulak kesenler, koleksiyoncu
lar ne zaman sessiz kalmıştır böyle
temiz bir törene? Özellikle son gün
lerde gazeteleri açan halk hergün
yeni bir skandal haberle sarsılırken,
öfkesi Dilenirken, Çatlılar'ın, Bucaklar'ın, devletin iplikleri pazara çık
mışken sinema salonunda bu filmi
izleyen biri yönetmene sorar: Anlatı
larınız doğru mu?
Film genel yaklaşımıyla bir barış
çağrısını da içeriyor. Yine düşünüyo
ruz: Filmi çeken dostlarımız barıştan
ne anlıyor? Bir tarafta ezen, katle
den, köyleri yakan, boşaltan, dağları,
ormanları bombalayan, ırza geçen,
dışkı yediren bir siyasi iktidar yapısı
var. Diğer tarafta ise zulme, aşağı
lanmaya, asimilasyona, soykırıma
karşı kuşaklar boyu mücadele veren
bir halk var. Barış, yaşanan bunca
acıya kayıtsız kalmayıp, bir katkı
sunmak adına "gelin, silahları bıra
kın, oturup konuşun, anlaşın, uzla
şın" dilekleriyle mi gerçekleşir? Böy
le mi kazanılır barış? "Milli Savun
ma" adı altında savaşa bütçeden her
yıl trilyonlarca lira aktaran, kendi ya
salarını bile çiğneyip mafya-kontrgerilla çeteleri üreten, emperyalizmin
vahşi çıkarları uğruna yıllardır ÇekiçGüç'ü topraklarımızda barındıran ve
kan dökmekten başka hiçbir çaresi
kalmamış bir siyasi yapıyla böyle bir
TAVIR ARALIK 1996
anlaşma nasıl gerçekleşebilir? Ba
rış, böylesine vahşi bir siyasi yapı
lanmanın ancak tüm kurumlarıyla
birlikte tarih sahnesinden silinmesiyle mümkündür. Topraklarımız üze
rinde yaşayan tüm halkların birlikte
mücadelesiyle kazanılır barış. Barı
şın siyasi literatürdeki karşılığı bu
dur. Ona yeni açılımlar yüklemek as
lında onu özünden saptırmaktır. Ba
rış, baskının, sömürünün, insana
hükmetmenin, eşitsizliğin, adaletsiz
liğin barınmadığı bir toplumsal işleyi
şin adıdır. Ne başka bir tanımı, ne de
onu kazanmak için başka bir yolu
vardır.
"Işıklar Sönmesin" filmi yönet
men Reis Çelik'in i(k uzun metrajlı
film çalışması ve gerek yönetmenin
gerekse diğer emeği geçenlerin iyiniyetinden kuşkumuz yok. Ama iyiniyetin göstergesi gerçekleri, ne kadar
yerli yerinde ifade ettiğimizdir. Film,
çekim aşamasında MGK'nın direk
müdahalesi ile karşılaşıyor. Ekibin
film üzerinde özgürce çalışmaları
engelleniyor. Dünyanın birçok yerinde sanatçılar, baskıcı yönetimlerin
yasakçı tavırlarına karşı yaratıcı bir
şekilde anlatım dilleri bulmuşlardır.
Açık açık söylenemeyecek birçok
şey simgelerle de olsa çok radikal bir
tarzda ifade edilebilmiştir. Tüm bu
engel ve baskılara rağmen verilen
bir emeği, bir özveriyi yadsıyamayız.
Fakat "Işıklar Sönmesin"de bu bas
kıların yarattığı kaygılardan dolayı
tüm iyiniyete rağmen anlatım yapaylaşmış, süren savaşın içeriği çarpıtıl
mış, kavramlar birbirine karıştırılmış.,
Filmin belki de en etkileyici yanı
müzikleriydi. Daha önce "Mem-UZin" filminin, "68'den 6 Mayıs"a ve
"Nazım Hikmet" belgesellerinin de
müziklerini yapmış olan Mazlum Çi
menin, dinleyenin yüreğine işleyen
ezgileriyle Kürt halkının yaşadığı
acılar dilleniyor ve filme bambaşka
bir tad katıyordu.
Yönetmen: Reis Çelik
Yapımcı: Ferdi Eğilmez
Senaryo: Cemal Şan-Reis Çelik
Müzik: Mazlum Çimen
Oynayanlar: Berhan Şimşek ,
Tarık Tarcan, Sermin Karaali,
Tuncel Kurtiz
43
MENDERES SAMANCILAR
KIZILCIK ŞERBETİ
Ağlaya ağlaya düşme yollara
Yakışmaz kelepçe özgür kollara
Salkım söğüt gibi çöz saçlarını
Konsun börtü böcek yeşil dallara
Karlı dağlar gibi dik tut başını
Gösterme yaranı çat kaşlarını
Kızılcık şerbeti içtiğin söyle
Alçaklara inat kanlar kus ölme
Yağmurun kervanı kara bulutlar
Düşen damla damla sele ulaşır
Yüreklerde sevdalıdır umutlar
Büyür başaklarda göğe ulaşır
Karlı dağlar gibi dik tut başını
Gösterme yaram çat kaşlarım
Kızılcık şerbeti içtiğin söyle
Alçaklara inat kanlar kus ölme
46
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
HABER/YORUM
YAŞAR KEMAL VE ŞANAR YURDATAPAN'A "CEZA"
li kalem tutan ne kadar
aydın varsa hapsetme
ye niyetliler. Çocukları,
onlar öldükten sonra
soyadlarını değiştire
cek utançlarından. Bunu devletin bütünü için
söylüyorum.
Türkiye,
dünyanın işkence merkezlerinin ba
şında gelmektedir. Türkiye, tutuklu
ların cezaevlerinde başlarına vurula
vurula öldürüldüğü, açlık grevlerinin
yaşandığı ve grevler sırasında talep
leri kabul edilmeyen tutukluların öl
dürüldüğü bir ülkedir. Türkiye, çiğne
diği insan hakları ihlalleri ile dünyaya
meydan okuyor. İnsanlık bu zulmü
kabul etmeyecek.
E
Bu sözler Yaşar Kemal'e ait. "Dü
şünce Özgürlüğü ve Türkiye" adlı ki
tapta yeralan "Türkiye'nin Üstündeki
Kara Bulutlar" başlıklı yazısından
dolayı İstanbul DGM tarafından 1 yıl
Devrim Demir (Demokrasi)
8 ay hapis ve 466 milyon lira para ce
zasına mahkum edilen Yaşar Kemal
ve . kitabın yayıncısı, yazar Erdal
Öz'ün bu cezaları, beş yıl süreyle ay
nı "suçu" tekrar işlememe şartıyla er
telendi.
Ardından bir ceza da Şanar Yurdatapan'a geldi. MED TV'de yayınla
nan, öldürülen gazetecilerin anlatıl
dığı "Kurşun Asker" adlı belgesel
programda müziklerinin kullanıldığı
ve Abdullah Öcalan'a yönelik suikast
girişimini kınayan bir bildiriye imza
attığı gerekçesiyle, Ankara DGM'nin
kararıyla tutuklandı. Bir aylık tutukluluk süresinden sonra, tutuksuz yar
gılanmak üzere serbest bırakılan
Şanar Yurdatapan, "Yasadışı silahlı
örgüte yardım ve yataklıktan" yargı
lanıyor.
Yaşar Kemal'in, ceza aldıktan
sonra mahkeme çıkışı yukarıda söy
lediği sözler, ülkemiz gerçekliğini
çok açık bir şekil
de ifade ediyor.
Ülkesinin
ger
çeklerine gözleri
ni kapamayan ve
halkına yönelik
saldırılarda aydın-sanatçı so
rumluluğuyla
tepkisini dile geti
ren aydın ve sa
natçılara yönelik
baskılar giderek
şiddetlenecektir.
Önce Yaşar Ke
mal ve Erdal
Öz'e verilen ce
zalar, ardından
Şanar Yurdatapan'ın tutuklan
ması ve kısa bir
süre önce Grup
Yorum elemanı
Hakan Alak'ın,
bu nedenle iş
kencelerden ge
çirilmesi; devle
tin şiddetinin ile
ride
varacağı
noktaların da işa
retleridir.
Peki ya tepkisizlik? Asıl utanç ve
rici olan bu değil midir? Cezaevlerin
de onca aydın, sanatçı ve bilim ada
mı varken ve daha da fazlası ceza
almayı beklerken tavırsız kalmak,
nasıl bir "sorumluluğun" ürünüdür?
Ama bu kara tabloyu tersine çevire
cek olan da aydın ve sanatçıların
kendileri değil midir?
Eksik olan aydın ve sanatçı dayanışmasıdır. Dayanışma; bencillik,
yılgınlık ve korku duvarını parçalaya
bilecek bir güçtür. "Başım belaya gir
mesin" düşüncesiyle "rahat" yaşamını
üç gün daha uzatmakla yerine getiri
lemez aydın-sanatçı sorumluluğu.
Eksik kalan tepkiler, öfkeler ya da
bunların tek tek dile getirilmesi, sa
dece bir sözle, bir yazıyla ifade edil
mesi gün gelir hükmünü yitirir. Bu
nun daha da ötesi vardır. Herşeyden
önce gerekli olan dayanışma ve bir
lik duygusu bir an önce açığa çıkarıl
malı, sağlanmalıdır. Aydınlar ve sa
natçılar kendi alanlarında sağlaya
cakları bir cepheleşmeye ulaşmadık
ları sürece, devletin her saldırısı ko
rumasız, savunmasız "tek" kişiye yö
nelik olacaktır. Sistem bunu görmek
te ve bu yüzden bu kadar kolay ve
pervasız saldırmaktadır. Oysa her
aydın ve sanatçı bir diğerinin koruyu
cusu ve savunucusu olabilmelidir.
Nazım Hikmet 1930 yılında, ce
zaevinde özgürlüğüne kavuşması
için açlık grevine başladığında dışa
rıda yoğun bir kampanya yürütül
mekteydi. Dışarıdan destek açlık
grevi yapanlar arasında Melih Cev
det Anday, Oktay Rıfat ve Orhan Ve
li Kanık gibi sanatçılar da vardı. Böy
lesine değerli bir dayanışma ve sa
hiplenme örneği önümüzde durmak
tadır. Bugün bu örnekleri çoğaltmak,
geleceğe onurlu miraslar bırakmak
ve özgürleşme mücadelesinde ay
dın-sanatçı sorumluluğunu yerine
getirmek; herşeyden önce bir kültür
cephesinin oluşmasıyla mümkündür.
İşte o zaman devlet Yaşar Ke
mal'in beynine 5 yıl süreyle pranga
vuruyorsa, binlerce Yaşar Kemal'in o
prangayı söküp atacağını anla
yacaktır.
TAVIR ARALIK 1996
47
HABER/YORUM
GRUP YORUM SUSTURULAMAZ!
TUTUKLU GRUP YORUM ELEMANLARI KEMAL SAHİR GÜREL
VE UFUK LÜKER SERBEST, HAKAN ALAK'A GÖZALTI VE İŞKENCE
GRUP YORUM
11 Eylül 1996;
Kocaeli Fuarı'nda yaklaşık 2500 kişinin
izlediği bir konser gerçeleştirdi.
15 Eylül 1996;
Antakya'da yaklaşık 4500 kişinin izlediği bir
konser gerçekleştirdi.
5 Ekim 1996;
Grup Yorum Korosu Gazi Halk Meclisi'nin
düzenlediği sünnet şöleninde yaklaşık 3000 kişiye
seslendi.
7 Ekim 1996;
Çevre Radyo'da Şair Ruhan Mavruk'un
hazırladığı bir söyleşiye katıldı.
16 Ekim 1996;
Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencilerinin
düzenlediği alternatif açılışa katıldı.
21 Haziran günü çalışmalarını sürdürdükleri stüdyodan çıkışta gözaltına
alınan ve tutuklanarak önce Metris, Kütahya ve ardından Sakarya Cezaevine
gönderilen Grup Yorum elemanlarından Kemal Sahir Gürel ve Ufuk Lüker, 13
Eylül günü İstanbul DGM'de yapılan ilk duruşmalarında tahliye edildiler.
Mahkeme günü Grup Yorum'u desteklemeye gelen çok sayıda izleyici po
lisin keyfi tutumu sonucu mahkeme salonuna sokulmadı.
Grup Yorum elemanları toplu olarak yaptıkları savunmada, bu saldırının
asıl olarak devrimci sanata ve sanatçılara yönelik olduğunu vurguladı.
Tahliye talebi kabul edilen Grup Yorum elemanları serbest bırakılmak üze
re Sakarya Cezaevi'ne geri gönderilirken mahkemeyi izlemeye gelenler tara
fından 'Türküler Susmaz Halaylar Sürer!" sloganı ile uğurlandılar. Tutuksuz
yargılanan diğer elemanlar ise "Güleycan" parçasını söyleyerek kazanmanın
coşkusunu paylaştılar.
Diğer yandan Grup Yorum elemanı Hakan Alak 5 Kasım 1996 Salı günü
Sağmalcılar Cezaevi çıkışında gözaltına alındı. 12 gün boyunca Siyasi Şube'de işkence altında kalan Hakan Alak, çıkarıldığı DGM tarafından serbest bı
rakıldı. Hakan Alak'ın gözaltına alınması, 8 Kasım günü İstanbul Tabibler Odası'nda yapılan bir basın açıklamasıyla protesto edildi. Basın açıklamasına
AKSM çalışanları dışında şair Ruhan Mavruk, şair ve yayıncı Seyyid Nezir,
müzisyen Hüseyin İlbey, Fevzi Kurtuluş, Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından
Efkan Bolaç ve Marmara TİYAD'dan Fatma Şahin katıldı.
TİYATRO YE SİNEMA SANATÇISI DUYGU ANKARA'YI YİTİRDİK
Tiyatro ve sinema sanatçısı, ÇASOD üyesi Duygu Ankara (46), uzun süredir tedavi gördüğü kanser hastalığına yenik düştü. Sanatın giderek yozlaştırılÖzgür Radyo'da gerçekleştirilen bir söyleşiye maya çalışıldığı günümüzde demokrat sanatçı yapısıyla sanatçı onurunu koru
maya çalışan ve sistemin halka yönelik baskıları karşısında duyarlılığını dile
katıldı.
getirmeye çalışan bir insan olarak tanıdık onu. Duygu Ankara ve onun gibi ola
18 Ekim 1996;
naksızlıklar içerisinde hastalıklarla mücadele ederek yaşamını yitiren sanat
HU öğrencilerinin düzenlediği alternatif
çılara gerçek değerini ikiyüzlü devlet değil, halk verecektir.
açılışa katıldı.
Kendisini saygıyla anıyoruz.
17 Ekim 1996;
19 Ekim 1996;
DLMK'lı öğrencilerin düzenlediği geleneksel
şenlik öncesinde 150 öğrenciyle birlikle polis
tarafından gözaltına alınarak 1 gün gözaltında
kaldı
25 Ekim 1996;
BEM-SEN'in 7. kuruluş yıldönömü nedeniyle
düzenlenen geceye katılarak küçük bir dinleti
sundu.
5 Kasım 1996;
Radyo Umut'ta Aydın Öztürk tarafından
hazırlanan "Sanat ve Yasaklar" kondu söyleşiye
katildi.
6 Kasım 1996;
Beyazıt'ta gerçekleştirilen. "YÖK'e Hayır!"
mitingine katıldı.
10 Kasım 1996;
TÜYAP Kitap Fuarı'nın son gününde
kasetlerini imzaladı.
11 Kasım 1996;
Polis tarafından gözaltına alınıp tutuklanan
ORTAKÖY KÜLTÜR MERKEZİ AÇILDI
Geçtiğimiz yıl, 9 Temmuz tarihinde Valilik ve Emniyet Müdürlüğü'nün karar
larıyla kapatılan ve faaliyetlerinden men edilen Ortaköy Kültür Merkezi, mah
keme kararıyla tekrar açıldı. OKM tarafından açılan ve İdari Mahkeme tarafın
dan görülen dava, önce kapatılmanın onaylanmasıyla sonuçlanmış, daha son
ra ise Yargıtay bu kararı bozmuştu. Tekrar görülen dava sonucu OKM'nin açıl
masına karar verildi.
OKM'nin kapatılmasının üzerinden yaklaşık 15 ay geçti. Ancak bu süre içe
risinde OKM gerçekten kapalı mıydı? Burjuva kültüre karşı halklarımızın öz
kültürünü savunan ve koruyan, devrimci değerleri el üstünde tutan ve emekçi
halklarımıza ulaştıran, devrimci sanatçı sorumluluğunu hiç bir koşulda yitirme
den üretimleri ve faaliyetleriyle toplumsal gelişimin hep içinde olan yapısıyla
OKM, kapısına mühür vurulmakla kapatılamazdı. Ve geçen 15 ay süresince
OKM hep vardı, gene emekçilerin içindeydiler. Onlarla birlikte solumaya de
vam ettiler yaşamı. Üniversite gençliğinin demokratik eğitim için her haykırışla
rında OKM'nin de sesi vardı. Cezaevlerindeki baskı ve katliamlara sessiz kal
madı, halkla birlikte OKM de hesap sordu. Ölüm Orucu Direnişi'nde savaşçıla
rın dışarıdaki seslerinde analarla birlikte OKM'nin de haykırışları vardı. Bir
Ölüm Orucu şehidinin OKM'liyse, Ayşe Gülen ve Ayşe Nil gibi vatanımızın böy
lesine değerli evlatlarını şehit vermişse, OKM kapalı olabilir miydi?
Şimdi tekrar aynı mekanında emekçi halklarımızın huzurunda OKM. Aynı
coşku, aynı inanç ve kararlılıkla.
48
TAVIR ARALIK 1996
HABER/YORUM
AYDIN YE SANATÇILARIN DOSTLUK YE DAYANIŞMA GECESİ
27 Kasım 1996 Salı günü La Bella Düğün Salonu'nda gerçekleşen gece,
bu defa aydın ve sanatçıların birliğini ve dayanışmasını içeriyordu. Sunuculu
ğunu şair Ruhan Mavruk ve tiyatro sanatçısı Mesut Akusta'nın yaptıkları "İnsa
nı e Hayatı Sevmekle Başlar Herşey" adlı gecede Gülbahar, Mazlum Çimen,
Onur Akın, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu, Metin Kahraman, Ayşegül,
Bilgesu Erenus, Nevzat Karakış, Yasemin ve Grup Yorum türküleriyle, Sennur
Sezer, Suna Aras, İbrahim Karaca, Cengiz Şahin, Aliye Özlü ve Cezmi Ersöz
şiirleri ve konuşmalarıyla katıldılar. Katılan sanatçılar gece boyunca özellikle
aydın ve sanatçıların dayanışmasının; siyasi iktidarın kokuşmuşluğunun tü
müyle ortaya çıktığı bir dönemde birlikte hareket etmelerinin gerekliliğini vur
guladılar.
KAMPANYAMIZ DEVAM EDİYOR
Ayçe
İdil
Erkmen
Sanatsal Ürünler Kampanyası
O SANATÇI ELLERİYLE YAŞAMI YENİDEN YARATAN
Ayçe İdil Erkmen... Bir sanatçıydı. Emekçiler hakettiği insanca ya
şama kavuşsun diye yüreğini, bilincini kavgaya sundu.
Önce türküledi yaşamı. En güzel notalara imzasını koydu, emekçi
ler için yazdı, oyunlar sahneledi. Sanatsal yeteneklerini bir tanrı ver
gisi gibi görüp kendisine saklamadı. "Tüm benliğim halkımındır" di
yenlerdendi. O, halkın sanatçısıydı.
...Ve tutsak düştü. Halkı için yazdığı, halkı adına tiyatro oynadığı
için tutsak düştü. Zindan karanlığını aydınlığa çevirmek, ezilenlerin
mücadelesini yükseltmek için bedenini sundu yaşama; ölüm orucuna
yattı. Direnişin 6 8 . gününde şehit düştü. Şehit olurken bize büyüyen
bir onur bıraktı. Halkın sanatçılarının onuru oldu.
Ayçe İdil Erkmen ve tüm Ölüm Orucu şehitlerinin anısını yaşatmak,
mücadelelerini anlatabilmek için geçen sayımızda başlattığımız kam
panyayı sürdürüyoruz.
Onları anlatan öykülerinizi, şiirlerinizi, tiyatro oyunlarınızı, şarkıla
rınızı, marşlarınızı bekliyoruz!
Bugüne kadar çok sayıda ürün ulaştı elimize. Bu nedenle çok te
şekkür ediyoruz.
ÖYKÜLERİMİZLE, ŞİİRLERİMİZLE, MARŞLARIMIZLA,
ŞARKILARIMIZLA, TİYATRO OYUNLARIMIZLA ve RESİMLERİMİZLE
AYÇE İDİL ERKMEN'İ YAŞATALIM!
K ü l t ü r v e S a n a t t a H a l k t a n Y a n a T A V I R Dergisi
A N A D O L U H A L K KÜLTÜR-SANAT MERKEZİ
Anadolu Halk Kültür-Sanat Merkezi
Şahkulu Mah. İlk Belediye Cad. No: 10/3
Beyoğlu/İSTANBUL
Tel-Fax: (0212)243 03 13
Özgür Halklar Komitesi
/Information Zentrum für Freie Völker)
Kalkarer Str. 2
50733 Köln/ALMANYA
Tel: (00 49 221) 760 76 56 - 760 76 80
Fax:(00 49 221) 760 28 87
Oya Gökbayrak'ın tutuklanmasını protesto etmek'
için evinde sürdürülen açlık grevine katılarak
türkülerini seslendirdi.
26 Kasım 1996;
La Bella Düğün Salonu'nda gerçekşen
"İnsaflı ve Hayatı Sevmekle Baslar Herşey" adlı,
aydın ve sanatçıların birlikteliğinin vurgulandığı
dostluk ve dayanışma gecesine katıldı.
ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ
9 Ekim 1996;
İzmit'te Kocaeli Üniversitesi öğrencilerinin
düzenlediği alternatif açılışa katıldı
16 Ekim 1996;
Edirne'de Trakya Üniversitesi öğrencilerinin
düzenlediği alternatif açılışa katıldı.
17 Ekim 1996;
İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampüsü'nde
düzenlenen alternatif açılışa katıldı.
19 Ekim 1996;
İzmir'de Ege Üniversitesi öğrencilerinin
düzenlediği alternatif açılışa katıldı.
20 Ekim 1996;
Okmeydanı Halk Kültür Merkezi'nde bir
konser gerçekleştirdi.
24 Ekim 1996;
İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü'nde
düzenlenen alternatif açılışa katıldı.
26 Ekim 1996;
Ütopya Kültür Merkezi'nde bir dinleti verdi.
27 Ekim 1996;
Bulunmaz Kültür Merkezi'nde bir
dinleti verdi.
2 Kasım 1996;
Maliye-Sen'de düzenlenen bir panelde küçük
bir dinleti verdi.
10 Kasım 1996;
Tohum Kültür Merkezi'nde bir dinleti verdi.
S Aralık 1996;
İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'
öğrencilerinin Susurluk olayı üzerine yapmış
oldukları basın açıklamasına türküleriyle katıldılar.
BİZİ ÇETELER,
MAFYACI POLİSLER YÖNETEMEZ!
Reddediyoruz! Vatanımızın üzerine çöreklenmiş bir avuç zorbanın ülkemizin yeraltı yerüstü
zenginliklerini, kültürünü yağmalamasını reddediyoruz.
Bir trafik kazası ve gizlenemeyecek gerçekler... Bir aşiret reisi - korucubaşı, bir polis müdürü ve bir
faşist katil, mafyacı... Sadece bunlar mı? Bunlar pandoranın kutusundan saçılanlar. Ya gizlendiğini
zannedenlere ne demeli? Sarışın bayana, omzu apoletlilere, polis şeflerine... Onlar bu oyunu hem
yönetenler, hem de oyunda rol alanlardır.
Bunlardır ki, artık herşey gün gibi açıktır. Devletin ne bir hukuk devleti ne de sosyal bir devlet olma •
özelliği yoktur. Ülkemizde halk adalet bulamaz. Düzenin mahkemelerinde mülkün temeli adalet değil;
yalan, talan ve yolsuzluktur.
Kontrgerilla çetelerinin hüküm sürdüğü topraklarımızda eğitim parayladır, hastane kapılarında rehin
kalır yoksul insanlarımız, alevinin ibadethanesine panzerler girer, başörtü takmak yasak duvarlarına
çarpar.
Halkının acılarını paylaşan, bu acıların dinmesini isteyen, bunun için yazan, çizen, düşünen aydınlar
kontrgerilla çetelerinin düşmanıdır. Yıllardır bu çetelerin baskılarına, terörüne rağmen müzik yapıyoruz.
Nazım Hikmet, Ruhi Su, Yılmaz Güney, Kemal Tahir. devlet çetelerinin talanına dur dedikleri için eziyet
gördüler. Şimdi de Grup Yorum'a, Yaşar Kemal'e, Şanar Yurdatapan'a, Erdal Öz'e ve daha birçok
aydınımıza, sanatçımıza davalar açıyor, cezalar kesiyor, cezaevlerine dolduruyorlar. Çünkü onlar da
biliyor ki aydın, halkın sesidir. Halkın sesini, soluğunu kesmek için aydınları da nefessiz bırakmak
gerekmektedir.
Tarlada, makina başında, okulda emek veren herkesin hakkını almasını savunacaktır halktan yana
aydınlar-sanatçılar. Ama uyuşturucu, katliam batağına saplanmış mafya çeteleri; aydınları, sanatçıları,
halkı teslim alamayacaktır.
Bu Ülke Çetelerin Değil, Bizimdir!
Biz sokaklarında özgürce dolaştığımız;
işkencesiz, katliamsız, kayıpsız, halkların birarada, kardeşçe yaşadığı;
köylerin yakılmadığı;
fuhuşun, uyuşturucunun olmadığı;
düşüncenin suç sayılmadığı; düşünenlerin, yazarların, türkü söyleyenlerin, sanat eseri yaratımcılarının,
halkından yana tüm aydınların, sanatçıların yargılanmadığı, tutsak edilmediği, katledilmediği
Bağımsız, Eşitlikçi, Özgürlükçü, Demokratik Bir Ülke İstiyoruz!
Bunun için;
Suçluları istiyoruz!
Suçlular iktidardadın, iktidarın, polis, mafya ve faşist katillerden oluştuğunu biliyoruz. Susurluk'takilerdir
iktidarda olanlar. Şimdi yaptıkları pis işler bir bir açığa çıkmaya
başlamıştır.
Halklarımızı, ilerici, namuslu aydın-sanatçılarımızı bu
kontrgerilla çetelerine karşı mücadele etmeye çağırıyoruz.
mafya, kontrgerilla devleti
türkülerimizi susturamaz!
Benzer belgeler
İndirmek İçin Tıklayınız!
yan gerçekliklerdir. Çünkü bu sorun
lar, oluşturulması gereken böylesi bir
birlikten önce de vardı, şu anda da
yaşanıyor ama çözülemiyor ve aşıla
mıyor. Ve çözülemediği için de so
runlar giderek...
Tavır Dergisi 4. sayısını pdf formatında görmek için tıklayınız
O y s a y a n ı b a ş ı m ı z d a y d ı b o l l u k . Ballı ç ö r e k l e r , t a d ı n a d o y u l m a z
t u l u m peynirleri ve d a h a nice bereket... U z a n a m ı y o r d u k . H e m e n
yanım...