Süreç Analiz, Mayıs
Transkript
Süreç Analiz, Mayıs
Demokratik İslam Kongresinin Anlamı Özgür Sigorta Aracılık Hizmetleri A.Ş. MKP’nin Kuruluş İdeolojisi S REÇANAL Z SAYI: 9 . Mayıs-Haziran 2014 . 7tl Hakikat Her Şeyi Kuşatır Zorunlu Trafik Sigortası Kasko Sigortası Sağlık Sigortası Zorunlu Deprem Sigortası - Dask İşyeri Sigortası Konut Sigortası Diğer Hizmetler Adres: Kısıklı Mah. Alemdağ, Cad. Yanyol Sok. No:1/1 ÜSKÜDAR- İSTANBUL Telefon: 0216 335 52 36 Türkiye’nin Yargı Sorunu DOSYA: Serap Yazıcı ve Ergun Özbudun ile Röportaj: Türkiye’nin Siyasi Sistem Arayışları EDİTÖR’DEN MURAT SOFUOĞLU [email protected] Süreç Analiz 9. Sayısı ile okuyucusunun huzurlarında… Son sayımızı yayınlamamızdan bu yana Türkiye önemli ve oldukça gergin bir seçim sürecini geçirdi ve daha seçim gerginliğini üzerinden atamadan cumhurbaşkanlığı seçim tartışmalarına kilitlendi. Seçim sonuçları ile halkın ne demek istediğine dair tartışmalara girmeden özet olarak belki de söylenebilecek şey halkın istikrar istediği ve bu noktada da Başbakan Erdoğan karşısında güvenilebilir bir adayın olmadığı hissiyatı ile AK Parti’ye Başbakan üzerinden yeni bir zafer kazandırdığıdır. Ancak bu zaferin anlamları ile ilgili kamuoyunda farklı mülahazalar var. Mesela zafer Başbakanımızın seçim sonrasında yorumladığı şekilde kendisinin Suriye ve Mısır politikalarının Türkiye halkı tarafından onaylanması anlamına gelmekte midir? Veya bu sonuçların “Çözüm Süreci”nin halkımız tarafından desteklenmesi anlamına geldiğini söyleyebilir miyiz? Peki sonuçların Erdoğan’a karşı açık kampanya yürüten Gülen hareketine toplumun duyduğu güvensizliği yansıttığı söylenebilir mi? Gezi Parkı protestolarına toplumun genelinin ilgi göstermediği sonucu seçimlerden çıkarılabilir mi? Her siyasi taraf bu sorulara kendi pozisyonları çerçevesinde doğal olarak cevap vereceklerdir. Ancak Türkiye’nin mevcut vaziyette önceki editör yazılarımızda defaten uyardığımız bir kutuplaşma psikolojisini gitgide daha fazla teneffüs ettiğine herhalde kimse karşı çıkmayacaktır. Türkiye herkesin kendi tımarlarını korumaya çalıştığı farklı güç odakları arasında olduğu kadar farklı toplumsal kesitler ve kesimler arasında da hızla çatışmacı bir retoriğin yükseldiği bir atmosfere sürüklendiği bir zaman dilimini yaşıyor. Kuşkusuz kalkınmayı önceleyen, çalışkan, disiplinli ve karizmatik bir lidere sahip ol- duğumuz için şanslı sayılmalıyız; ancak aynı özellikleri taşıyan lider bu yönlerini onarıcı bir cihette kullandığı sürece bu talihin bizimle beraber olacağını da unutmamakta fayda var. Tarihin değişik devirlerinde görüldüğü gibi onarıcı ve iyileştirici lider karşılaştığı zorluklara, farklı kesimlerden aldığı tepkilere ve çok yönlü dış dilemmalara rağmen istikametini korursa birleştirici olabilmektedir. Ancak lider mezkur zorluklar ve dilemmalar karşısında gitgide belli bir grup kimliğinin sözcüsü gibi hareket etmeye ve farklı kesimlerin kendilerinin dışlandığını hissetmelerine yol açan bir retorik kullanmaya başladığında pek çok sorunların zuhur ettiği gözlemlenmiştir. Bu sorunun evleviyetle Türkiye’nin uyguladığı Suriye politikası çerçevesinde karşılaşılan Esad rejimi ile ilgili takınılan tavır çerçevesinde zikredilen sözlerle ülkenin Alevileri için sözkonusu olduğunu bu bağlamda rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bu sorun yalnızca iktidarın retoriği ve uyguladığı dış politikadan kaynaklanmamaktadır. Ülkeye özellikle Kürt Sorunu bağlamında kalıcı bir barışın hakim olabilmesi için yürütülen “Çözüm Süreci”ndeki İslam kardeşliği vurgusu ile çerçevelenen Türk-Kürt birliği bağlamında sürecin parçaları tarafından kullanılan baskın dilin de Alevilerin içerde mi dışarıda mı olduğu konusunda şüpheler uyandırdığı görülmektedir. Aleviliğin İslam içi ya da dışı olup olmadığı ile ilgili bir tartışmanın ötesinde –bu isteyenlerin her zaman yapabileceği bir tartışma olmakla beraberburadaki esas problem kendini İslam içi gören geniş geleneksel Alevi toplumun süreç içersinde nerede konuşlandırıldığı bilgisine malik olmadığıdır. Kuşkusuz sorun Alevi-Sünni kardeştir demekle geçiştirilememayıs-haziran 2014 1 EDİTÖR’DEN Ülkemizin liderlerinin bu ihtiyaca hemen cevap verebilmeleri ülkedeki gerginliklerin azalması ve kutuplaşmaların zayıflaması bakımından önemli sonuçları olacaktır. Yoksa Gezi Parkı’ndan 17 Aralık’a ve son Soma Faciası’na kadar ülkede yaşanacak her hadise yerkabuğunun altında hareket halinde olan magma tabakasının yukarı çıkabilmesine mütemayil koşulların oluşmasını sağlayabilir. yecek derecede ehemmiyete sahiptir ki eğer böyleyse bu durumda Kürt-Türk kardeşliği bağlamında hep sözü edilen İslam kardeşliği dahilinde de bu kardeşliğin sıkça zikredilmeyi hak ettiği ortadadır. Tüm bu çerçevede “Çözüm Süreci”ne paralel ve tabiatı icabı da zaten ona mündemiç olan bir “Alevi Açılımı”na şiddetle ihtiyaç olduğunu söylemek gerekir. Ülkemizin liderlerinin bu ihtiyaca hemen cevap verebilmeleri ülkedeki gerginliklerin azalması ve kutuplaşmaların zayıflaması bakımından önemli sonuçları olacaktır. Yoksa Gezi Parkı’ndan 17 Aralık’a ve son Soma Faciası’na kadar ülkede yaşanacak her hadise yerkabuğunun altında hareket halinde olan magma tabakasının yukarı çıkabilmesine mütemayil koşulların oluşmasını sağlayabilir. Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçim süreci başta olmak üzere yakın zamanda böylesi yoğun riskli bir atmosferi yaşamak istemiyorsak hemen harekete geçilmelidir. Başbakanımızın son zamanlarda sıkça zikrettiği Dersim coğrafyası bu bakımlardan hem Kürt sorununa hem de Alevilik meselesine bitişik özellikleri bünyesinde taşıması itibariyle dikkat çekicidir. Dersim Osmanlı’dan günümüze pek çok başkaldırının yaşandığı bir coğrafya olarak PKK’nın ortaya çıkışından günümüzdeki konuma gelişinde kritik bir rol oynamıştır. Bu çerçevede Aleviliğin ihmal edileceği bir Kürt çözümüne Dersim’in geliştireceği cevaplar üzerinde düşünmek gerekir. Bu cevapların AK Parti iktidarının iç ve dış politikası, PKK-BDP-HDP çizgisi ve Çözüm Süreci bakımlarından doğrudan sonuçları olabilecek hususiyetler taşıdığını söylemek orantısız bir ifade olmaz. Hatta Dersim’in geliştireceği olası bir olumsuz reaksiyonun bir ateş parçası haline gelmiş Suriye’nin Kürt realitesi Rojava ile Türkiye-Barzani hattı arasında yaşanan gerginliği 2 mayıs-haziran 2014 beklenmedik rakımlara taşıyabileceğini söylemenin de abartı olduğunu düşünmüyoruz. Bu noktada özellikle daha önceki çalışmalarımızda, raporlarımızda, makalelerimizde ve editörlerimizde dikkati belli bir ölçüde çekmeye çalıştığımız bir hususu tekrar hatırlatmak istiyoruz. Şüphe yok ki partilerin liderleri birbirlerine bazen siyaset icabı sert sözler sarfedebilirler. Bunları futboldaki faullere benzetebiliriz. Hakem doğru zamanda düdük çaldığı sürece ve seyirci yapılan fauller çerçevesinde gereksiz ağır tahriklere uğramadığı sürece bunları futbolun doğası –yani siyasetin- olarak görmek de mümkündür. Son zamanlarda bu noktada Türkiye siyasetinin bu tür karşılıklı faullerle dolu olduğunu gözlemliyoruz. Kuşkusuz faul sayısı bir maçı yönetilemez kılacak bir seviyeye gelirse bu maç oynayan takımlar ve onların seyircileri bakımından da artık maç olmaktan çıkabilir. Kendisi Dersimli olan ve sıkça Dersimli olduğu hatırlatılan Kemal Kılıçdaroğlu her ne kadar Türkiye’nin sorunlu demokrasisinin sicili pek sağlam olmayan bir partisinin lideri olsa da aynı parti Türkiye’nin ana muhalefet partisidir. Kılıçdaroğlu ile sürekli olarak Dersimliliği üzerinden bir diyalog geliştirmeye başlandığında iş yalnızca iktidar partisinin muhalefet partisini eleştirmesi ya da takılması ve takışması ile kalmamakta bu anlamın ötesine taşınmaktadır. Bu Dersimliler ve onlar gibi düşünenler tarafından kendi mezhepleri ve yaklaşımları ile ilgili doğrudan bir ima ya da eleştiri noktasında ele alınabileceği ihtimalini doğurmaktadır. Bu algılamanın yalnızca Dersim’le sınırlı olduğunu düşünmek de eksik olur. Eğer Türkiye’de bir mezhebe ve özellikle muhafazakar bir inanç ve pratikle bağlı olanlar bir partide çok yoğunlaşıyorsa ve di- Eğer Türkiye’de bir mezhebe ve özellikle muhafazakar bir inanç ve pratikle bağlı olanlar bir partide çok yoğunlaşıyorsa ve diğer en önemli ikinci parti de kendini başka bir mezheple özdeşleştirenlerin oyunu yoğun bir biçimde alıyorsa bu vaziyetin gelişme ihtimali olan hiçbir şekilde arzu edilemeyecek bir Alevi-Sünni gerginlik hattında doğrudan siyasi sonuçları olacağını da bilmemiz icap eder. ğer en önemli ikinci parti de kendini başka bir mezheple özdeşleştirenlerin oyunu yoğun bir biçimde alıyorsa bu vaziyetin gelişme ihtimali olan hiçbir şekilde arzu edilemeyecek bir Alevi-Sünni gerginlik hattında doğrudan siyasi sonuçları olacağını da bilmemiz icap eder. İktidar ve ana muhalefet partileri liderleri arasında gelişecek böylesi negatif bir diyalog bir noktadan sonra iki kitle partisi liderinin konuşmasının ötesinde iki ayrı grup kimliğini temsil eden liderlerin konuşmasına dönüşme tehlikesinin mevcut olduğunu bir kez daha hatırlatıyoruz. Son olarak dergimizin dosya konusu olan Türkiye’nin sistem arayışı ve Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Türkiye ve coğrafyasındaki grup kimliklerinin bir mücadelesinden ziyade toplumun farklı kesimleri arasındaki geçişkenlikleri arttıracak, karşılıklı anlayış ve algılamayı geliştirecek yeni toplumsal ve siyasi formüllerinin oluşmasına vesile olmasını diliyoruz. Daha önce yazdığımız “27 Nisan ve Başkanlık Sistemi” makalemizde de belirttiğimiz gibi Türkiye 21 Ekim 2007 referandumu ile getirilen cumhurbaşkanının halkoyu ile seçilmesi esası çerçevesinde yarı-başkanlık sistemine geçmiştir. Bu esasında bir bakıma 21 Ekim’de alınmış bir kararın Ağustos 2014’de yürürlüğe girmesi gibi bir haldir. Bu karar Ağustos 2014’e ertelenmiş bir rejim değişikliği kararı karakterini taşımaktadır. Kissinger’ın dediği gibi “Rejim değişikliği tanımı icabı (yeni bir) ulus kurmak için bir gerekliliği ifade eder.” Eğer Kissinger ve yukarıdaki analizimiz doğruysa böylesi yeni bir milleti ve Türkiye’yi kurmak için uygun onarıcı liderlere Ağustos sıcağında hararetle ihtiyaç duyacağız. Soma’da, ülkemizin ve bölgemizin başka noktalarında kaybettiğimiz tüm insanlarımıza Allah’tan rahmet diliyoruz. Biz yaşayan ve onların acısını tam olarak idrak edemeyen kullarını da affetmesini niyaz ediyoruz. Dualarımız ülkesini, bölgesini ve insanlığını düşünen her akıl ve o aklın selameti için atan her kalp ile beraber olacak. Hakikatin hepimizi ve her şeyi kuşattığı ve kaçınılmaz olduğu bilinciyle… Hakikat her şeyi kuşatır. mayıs-haziran 2014 3 KÜNYE SÜREÇ ANALİZ “HAKİKAT HER ŞEYİ KUŞATIR” TASARIM VE UYGULAMA: ŞEMALMEDYA (AYSEL KAZICI) [email protected] SOSYAL ÜRETİM VE EĞİTİM ÇALIŞMALARI DERNEĞİ ADINA İMTİYAZ SAHİBİ MURAT SOFUOĞLU YÖNETİM YERİ: Sinanpaşa Mahallesi Şehit Asım Cad. No: 2, Koç Han, Kat: 4 34353/Beşiktaş-İstanbul Tel: 0212 259 20 45 Fax: 0212 259 20 45 SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: ALAATTİN AYHAN YAYIN TÜRÜ: YEREL SÜRELİ YAYIN ISSN 21-47-6945 YAYIN KOORDİNATÖRÜ: Mehmet Yavuz BASKI VE CİLT: Öz Çıpa Fotokopi Merkezi, Aktepe İş Hanı No: 10/B Cağaloğlu-Eminönü/İstanbul Tel: 0212 512 4745 EDİTÖRLER: Ali Beştaş, Arif Öztürk, Cemal Taşpınar, Serdar Yeşiltay, Mine Baysan, Asena Elif Akgül 4 mayıs-haziran 2014 12 56 17 58 İÇİNDEKİLER 06 Amerika-Türkiye Tangosunun Kırmızı Çizgileri 41 Murat Sofuoglu Cemal Taşpınar kapak: 12 YARGISIZ BAĞIMSIZLIK Arif Öztürk 17 19 dosya: TÜRKİYE’NİN SİYASİ SİSTEM ARAYIŞLARI PARLAMENTER SİSTEM Mehmet Yavuz 44 48 51 56 58 Milli Kalkınma Partisi’nin Kuruluş İdeolojisi Gülmelek Alev 58 Ölü Çocuklar Doğuracağız Gülsünay Uysal Tek Soru İki Cevap Serap Yazıcı ve Ergun Özbudun ile Röportaj Uluslararası Piyasalarda 2014 Yazına Girerken Deniz Akgüner Ergun Özbudun: 33 Adam Smıth ’le Hesaplaşmak Çeviren: Asena Elif Akgül Ali Beştaş 28 Başkanlık Sistemi Parlamentarizm BİR DİŞİ ASLAN ‘’RABİA’T’ÜL ADEVİYYE’’ Gülsüm Karayiğit Mine Baysan YARI-BAŞKANLIK SİSTEMİ İnsan Haklarının İnsanla İmtihanı Meryem Solmaz 22 BAŞKANLIK SİSTEMİ 25 ‘Demokratik İslam Kongresi’nin Anlamı 63 A4-ANTRAKT Şükran Beklim mayıs-haziran 2014 5 Cemal Taşpınar Hariciye [email protected] Amerika-Türkiye Tangosunun Kırmızı Çizgileri Türkiye ile ABD ilişkilerinin asıl ivme kazandığı dönem II. Dünya Savaşı sonrası olmuştur. ABD’nin Truman Doktrini ile uygulamaya koyduğu Marshall Planı, Türkiye’yi ABD’ye yakınlaştırmıştır. Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkileri ve zaman zaman yaşanan gerginlikleri net şekilde anlayabilmek için ilişkilerin tarihine kısaca göz atmak faydalı olacaktır. ABD’nin Türkiye ile ilişkilerinden bahsederken 1940’lara kadar olan süreçte ciddi bir ikili ilişkiden bahsedebilmek oldukça güç görünmektedir. Cumhuriyet’in erken döneminde ABD tarafından Türkiye’ye yatırım yapılması için Chester Yasası yapılmış ancak Türkiye ile ABD arasındaki ikili ilişkilerde asıl ivme II. Dünya Savaşı sonrasında kazanılmıştır. II. Dünya Savaşı’na son anda ABD’nin yanında savaşa giren Türkiye, savaş sonrası San Francisco’da 6 mayıs-haziran 2014 yapılan konferansa davet edilmiş ve BM’nin kurucu üyelerinden biri olmuştur. II. Dünya Savaşı’yla birlikte dünya siyaseti farklı bir atmosfere bürünmüş; Soğuk Savaş denen dönem başlamıştı. ABD’nin öncülüğündeki Kapitalist-Batı bloğuyla, Sovyet Rusya’nın önderliğindeki Komünist-Doğu arasında yaklaşık yarım asır sürecek mücadele, küresel boyutta siyasetten ekonomiye birçok alanda etkisini göstermiş; devletlerin dış politikadaki öncelikleri, rakibine yayılma izni vermeme yönünde oluşmuştu. Bu bağlamda 1947 yılında ABD’de Başkan Henry Truman, Sovyet tehdidine karşı Truman Doktrini’ni yayınlamıştı. Bu doktrinde temel olarak Sovyet tehdidi altındaki devletlere mali ve askeri yardımı öngörülüyordu. Bu doktrini uygulamak için 1948-51 yılları arasında Marshall Planı uygulamaya koyulmuş ve Türkiye ile Yunanistan’a mali ve askeri yardım yapılmıştı. İlişkilere ivme kazandıran ve bugün de önemli bir noktada duran diğer konu ise Türkiye’nin NATO’ya dahil edilmesidir. Türkiye, Kore’de yaşanan çatışma sürecinde ABD’nin safında yer alarak 1952 yılında NATO’ya girebilmiştir. Bu tarihten itibaren Türkiye ile ABD ilişkileri genellikle NATO müttefikliği üzerinden yürümüş bu alandaki müttefiklik ticari, ekonomik ve siyasi alanda da gelişme göstermiştir. Amerika Birleşik Devletleri’yle olan ilişkiler elbette ki uluslararası siyaset ve iç politikalara bağlı olarak değişiklik göstermiş, zaman zaman oldukça iyi olan ilişkiler zaman zaman oldukça gerilmiştir. Türkiye’de 27 Mayıs 1960 Darbesi ile başlayan süreçte Amerika karşıtı hareketler, özellikle 70’lerle birlikte oldukça artmış hatta Türkiye ile ABD arasında Kıbrıs konusu ve Küba Füzeler Krizi nedeniyle gerilmiş ve 80 darbesine kadar olan süreçte sokak gösterilerinin ana temasını Amerikan karşıtlığı oluşturmuştur. Amerika’nın genel olarak Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmek istemesini daha iyi anlamanın en iyi yolu ilişki alanlarına bakmak olacaktır. ABD’nin Türkiye ile olan ilişkilerinin başlangıcına bakarsak asıl hedefi, Türkiye’nin Sovyet Rusya’sının güdümüne girmesini engellemek ve bu amaç doğrultusunda askeri ve mali yardım yaparak; Türkiye’yi kendi yanına çekmekti. Çünkü Türkiye jeopolitik olarak önemliydi yani Afro-Avrasya diye tanımlanabilecek bir bölgede köprü görevi görmekteydi ve ABD için bu derecede önemli bir ülke kaybedilmemeliydi. ABD’nin askeri herhangi bir operasyonunda kullanabileceği en uygun üsler Türkiye üzerinde kurulabilirdi. Buna ek olarak, ABD’nin ihtiyaç duyduğu petrol kaynaklarının büyük bölümünü barındıran Orta Doğu ülkeleri Türkiye’nin sınır komşularıydı. ABD’nin ihtiyacını duyduğu bu petrollerin güvenli bir şekilde Akdeniz’e aktarılması ve bu yolla taşınması ancak Türkiye’yle iyi ilişkiler geliştirdiği takdirde mümkün olabilirdi. Askeri ve mali yardımlarla gelişen ilişkiler zamanla daha da gelişti ve çok boyutlu hale geldi. AKP’nin iktidara geldiği 2002 senesiyle birlikte ABD ile olan ilişkiler artarak devam etmiş ancak, AKP Hükümeti, ABD’nin Irak’a düzenleyeceği harekat için Türkiye’de bulunan üsleri kullanması için gerekli tezkereye destek vermesine rağmen tezkere reddedilmiş ve ilişkiler bir süre gergin kalmıştır. Hemen ertesinde yaşanan, Sülemaniye’de bulunun Türk askerlerine yönelik gerçekleştirilen ‘’Çuval Hadisesi’’ ile de gerginlik zirve yapmıştır. ABD’de Bush’un ardından seçilen Demokrat lider Barrack Obama’yla birlikte ilişkiler iyi yönde gelişmeye başlamıştır. Barrack Obama’nın Kanada dışında ilk resmi dış ziyaretini Türkiye’ye yapması ilişkilerin iyiye gideceği yönünde bir işaret olarak algılanmış ve Obama’nın Türkiye’de verdiği mesajlar oldukça olumlu etkiler bırakmıştı. Elbette AKP döneminde ABD ile ilişkilerin her zaman iyi olduğunu, her konuda çok iyi anlaştıklarını ve sorunsuz bir müttefiklik olduğunu ifade etmek güçtür. İki ülkenin de birbirinden karşılıklı istekleri ve çıkarları söz konusudur ve bu istekler karşılanmadığı sürece ilişkilerin gerildiğine dair tartışmalar oldukça artmaktadır. Türkiye ve ABD’nin Ortadoğu mayıs-haziran 2014 7 Hariciye Türkiye-ABD ilişkilerine yeni bir boyut katan olay ise Türkiye’nin NATO’ya girmesidir. ABD-Türkiye ilişkileri bu tarihten itibaren NATO müttefikliği üzerinden gelişmiştir. siyaseti, Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri, 1915 Ermeni Hadisesi ve zaman zaman Türkiye’nin iç siyasetindeki gerginlikler gibi konular bugün geldiğimiz noktada ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin temel dinamikleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortadoğu siyasi açıdan Dünya’nın en hareketli bölgelerinden biri ve bu hareketlilik büyük oranda farklı görüşlere sahip gruplar arasında çatışmalara neden olmaktadır. Yakın dönemde Ortadoğu coğrafyası XXI. Yüzyılın en büyük siyasi olayları arasında gösterilen ‘’Arap Baharı’’ diye adlandırılan ‘’değişim’’ çağına Tunus’ta yaşanan gelişmelerle birlikte girdi ve bu süreç bazı ülkelerde iktidar sahiplerini değiştirirken bazılarında ise hala çatışmalar devam etmektedir. Kimyasal iddiasıyla ilgili en sert tepkilerden biri ABD’den gelirken; Obama’nın kimyasal kullanımını ‘’kırmızı çizgi’’ olarak görmesi ve ”Böylesi bir durum hesaplarımı ve denklemimi değiştirir” ifadesi, ABD’nin Suriye’ye müdahaleye hazırlandığının düşünülmesine yol açtı. Ancak sonra her ne olduysa Obama müdahale meselesini Kongre’ye sunma kararı aldı, daha sonra ertelemek istedi ve askeri müdahale ihtimali bir süre için ortadan kalktı. Bu durum elbette Suriye’de muhaliflerle iyi ilişkisi bulunan ve Esad’a karşı hareket eden Türk hükümetini memnun etmedi ve Suriye konusunda ABD’nin takındığı tavrı eleştirdi. Peki ABD’nin tavrının değişmesine neden olan şey neydi? Suriye’de Beşar Esad’a karşı başlayan gösteriler uzunca bir süredir devam etmektedir. Türkiye’nin en uzun kara sınırına sahip olduğu komşusu konumundaki Suriye’de yaşanan gelişmeler Türkiye’yi oldukça etkilemekte; birçok Suriyeli çatışmadan kaçarak Türkiye’ye sığınmaktadır. Bugün Suriye’den Türkiye’ye 1 milyonun üzerinde mülteci geldiği sanılmaktadır. Bu konuda en çarpıcı iddia ABD’nin önemli ve Pulitzer ödüllü gazetecilerinden Seymour Hersh’ten geldi. ABD’li istihbarat şeflerine dayandırarak yazdığı yazıda Suriye’de kimyasalın muhalifler tarafından kullanıldığını ve bu muhaliflerin kimyasalı Türkiye yardımıyla kullandığını iddia etti. Yine aynı yazıda: Beyaz Saray’da Erdoğan, Hakan Fidan, Ahmet Davutoğlu ile Obama, Kerry ve Rom Donilon arasında geçen konuşmada, Erdoğan Hakan Fidan’ı konuşmaya dahil etmeye çalışırken, Obama’nın Fidan’a dönerek “Suriye’de radikallerle beraber neler yaptığınızı biliyoruz.” dediğini ve devamında görüşmenin tarafları arasında gerilim yaşandığı iddia edilmekteydi. Seymour Hersh’ün bu iddiası her ne kadar Beyaz Saray tarafından isimsiz kaynaklara dayandırılması nedeniyle gerçeklikten uzak bulunsa da Hersh’ün uluslararası camiadaki prestiji ve ABD’nin Suriye’ye müdahaleyi şimdilik ertelemesi nedeniyle şüphe uyandırmaya devam etmektedir. Türkiye, Suriye’deki çatışmaların başlangıcından beri Beşar Esad’ın karşısında yer almış ve muhalefeti desteklemekten geri durmamıştır. Birçok akademisyen ve gazeteciye göre AKP Hükümeti Beşar Esad’ın kolay yıkılacağını düşünerek hata yapmış ve Suriye’deki gelişmelere olması gerekenden fazla siyasi yaklaşmıştır. Çatışmalar rejim güçleriyle Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin durumunu belirleyen diğer önemli konu ise Türkiye’nin İsrail ile olan münasebetleridir. Türkiye ile İsrail, ABD’nin Ortadoğu coğrafyasında siyasi ve askeri açıdan en önemli iki müttefiki olarak dikkat çekerken iki ülke arasındaki ilişkiler birçok faktöre bağlı olarak sık sık gerilmektedir. İsrail’in Ortadoğu coğrafyasında Ortadoğu coğrafyasında çıkarları ve ilgisi olan ABD ile kimilerince Ortadoğu’nun bir parçası; kimilerince Ortadoğu’ya sadece komşu bir Müslüman ülke olarak gösterilen Türkiye’nin; bölgede yaşanan gelişmelere karşı birlikte pozisyon alma ve çözüm üretme çabalarına çokça tanıklık ettik. Hatta Türkiye Ortadoğu’daki devletlere görece ‘’demokratik’’ ve ‘’seküler-laik’’ yapısıyla rol model ülke olarak gösterilmekteydi. 8 muhalefet arasında devam ederken yakın zamanda Suriye’de rejim tarafından muhaliflere karşı kimyasal silah <Sarin gazı> kullanıldığı iddiası gündeme bomba gibi düşmüş; uluslararası camia bu iddianın doğruluğu için gerekli mercileri görevlendirmiş ve araştırma başlatmıştı. mayıs-haziran 2014 Arap devletleriyle ve İran ile yaşadığı sıkıntılar ve uyguladığı politikalar Türkiye ile olan ilişkilerini de etkilemektedir. 2009 yılında Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nun ‘’Gazze Ortadoğu için model’’ isimli oturumuna katılan Başbakan Erdoğan, İsrail lideri Şimon Peres’e, İsrail’in Filistinlilere karşı uyguladığı politikalardan rahatsızlığını sert bir şekilde gündeme getirmiş ve bu sert çıkışın üzerinden henüz 1 yıl geçmişken ve ilişkiler düzelmemişken 2010 Mayıs’ının sonunda Gazze’ye giden İHH gemisi ‘’Mavi Marmara’’ya İsrail askerleri tarafından saldırı düzenlenmesi ve geminin amacına ulaşmasının engellenmesine yönelik hareketi Türkiye tarafından oldukça sert şekilde eleştirilmiş ve ilişkiler kopma noktasına gelmiştir. BM tarafından hazırlanan Mavi Marmara raporunu kabul etmeyen Türkiye, İsrail ile ilişkileri ikinci katip seviyesine indirme ve üstündeki tüm görevlileri Türkiye’ye çağırma gibi misillemelerde bulunmuştur. Ortadoğu’daki iki müttefiki arasındaki gerginliğin bölgedeki istikrarı ve dengeleri bozacağını düşünen ABD ise iki devlet arasındaki ilişkilerin normalleşmesi adına çaba harcamakta ve hassas dengeleri korumaya çalışmaktadır. Türkiye-İsrail ilişkilerinde son aylarda ABD Başkanı Barrack Obama’nın da girişimiyle birlikte olumlu gelişmeler görülmüş, Netanyahu’nun güvenlik ve enerjiden sorumlu temsilcisi David Meidan Ankara’ya gelmiştir. Başbakan Erdoğan’ın İsrail’i ziyareti de ilişkilerin normalleşmesi adına diğer seçeneklerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki; İsrail, ABD’nin en önemli müttefiki konumundadır ve ABD’de siyaset yapım ve dış politika sürecinde çok büyük İsrail Lobisi etkisi vardır. Bu bağlamda Türkiye-İsrail ilişkileri gerildiğinde dolaylı olarak ABD Türkiye’yi eleştirmekte ve İsrail’e yakın bir pozisyon almaktadır. Keza Mavi Marmara konusunda da ABD, İsrail’in Mavi Marmara raporuna inanmıştır. Türkiye ile ABD arasındaki ikili ilişkilerin kalbinde yatan konulardan biri de 1915 yılında Ermeni vatandaşlarının Anadolu topraklarından sürülmesi ve kıyımının soykırım olup olmadığı üzerine yaşanan gerilimlerdir. Türkiye her 24 Nisan’da ABD’de yapılan anmalarda ABD Başkanının ağzından çıkacak kelimeye odaklanmakta ve 24 Nisan öncesi ‘’Soykırım’’ denmesi ihtimaline yönelik endişeler artmaktadır. ABD’de önemli bir Ermeni Diasporası bulunmakta ve ABDli siyasileri soykırım demeleri konusunda ikna etmeye çalışmaktalar. Bu yıl 1915’te yaşanan olayların 99. yılı münasebetiyle yapılan konuşmada Başkan Obama’nın ‘’Soy- mayıs-haziran 2014 9 Hariciye ABD’nin Türkiye’yle yakın bağlarının oluşu Türkiye’de 60-80 arası iç siyasetin ana konularından biri haline gelirken; sokak gösterileri doğrudan ABD karşıtlığına yönelik olmuştur. kırım’’ deyip demeyeceği büyük merak konusuydu ancak Obama konuşmasında ‘’Meds Yeghern’’ yani Türkçe ‘’Büyük Felaket’’ anlamına gelen Ermenice sözcüğü kullanmış; doğrudan soykırım demek yerine dolaylı yoldan ifade etmiştir. Ancak bu söylem Ermenileri memnun etmemiştir. Burada Obama’nın neden soykırım ya da değil demek konusunda çekimser kaldığına değinmek gerekirse; önemli müttefiklerinden Türkiye’yi kaybetmemek ve görece önemli güce sahip Ermeni Diasporası’nı memnun etmek arasındaki çizgiyi korumak arasında kaldığını söyleyebiliriz. Bu arada Başbakan Erdoğan’ın 1915 Ermeni Hadisesinin 99. yılı için yaptığı açıklama genel olarak uluslararası camiada memnuniyet yaratırken Amerika Ermeni Ulusal Komitesi(ANCA) açıklamaları ‘’Soykırımı yeniden paketleme çabası’’ olarak yorumladı. Tüm bu tartışmalar ve gelişmelerle hadisenin 99. yılını geride bırakırken 2015 yılı yüzüncü yılı olarak önemli bir noktada durmakta ve ABD’nin yüzüncü yılında ‘’soykırım’’ deyip demeyeceği şimdiden büyük bir tartışma konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz üzere ABD ile Türkiye sadece dış politikaların koordinasyonu üzerine kurulu müttefiklikten öte bir ilişkiye sahiptir. Türkiye’de hangi hükümet gelirse gelsin en önemli müttefiki olan ABD ile içeride uygulayacağı birçok politika için görüş alışverişinde bulunur ve yapmak istediklerini Beyaz Saray ile paylaşır. Bugüne kadar başbakanlık ve dış işleri bakanlığı yapmış birçok önemli şahıs seçilmelerinin ertesinde ilk ziyaretlerini büyük ölçüde ABD’ye yapmış; gitmedikleri zamanda telefon yoluyla fikir alışverişinde bulunmuşlardır. Diğer yandan Türkiye’de yaşanan siyasi gelişmelerin arkasında ABD’yi ‘’komplo’’ların hazırlayıcısı olarak görmenin, Türkiye kamuoyunda genel bir kabul seviyesinde olduğunu söylemek gerekir. 10 mayıs-haziran 2014 17 Aralık süreciyle birlikte başlayan son gelişmeler çerçevesinde AKP-Cemaat geriliminin bir köşesinde ABD önemli bir aktör olarak durmaktadır. Elbette ABD’nin doğrudan bu gerginlik üzerinde etkili olduğunu söylemek doğru olmayacaktır; ancak 17 Aralık sürecinin başladığı günlerde Başbakan Erdoğan, soruşturmaların komplo olduğunu söyleyerek bir imada bulunmuştu: ‘’Son günlerde çok enteresan büyükelçiler provokatif eylemler içine giriyorlar. Ben onlara da Samsun’dan sesleniyorum: İşinizi yapın, eğer görev alanınızın dışına çıkarsanız bu hükümetlerimizin yetki alanında olan yere kadar gider. Biz sizleri ülkemizde tutmak zorunda da değiliz.’’ Bu sözler doğrudan aslında ABD’nin Ankara Büyükelçisi Riccardione’yi hedef alıyordu. İddialara göre Ricciardone 17 Aralık’ta AB büyükelçileri ile bir araya gelerek, “Halkbank’ın İran’la ilişkilerinin kesilmesini istedik, dinlemediler. Bir imparatorluğun çöküşünü izliyorsunuz” demiş; ancak Ricciardone bu iddiaları sosyal medya üzerinden: “ABD ve Türkiye arasındaki dostluk ve işbirliği iki ülke için de hayati öneme sahiptir. Hiç kimse TürkAmerikan ilişkilerini böyle asılsız iddialarla tehlikeye atmamalıdır. Böyle bir toplantı yapılmadığı gibi, haberlerde ortaya atılan iddiaların tümü tamamen yalan ve iftiradır” ifadeleriyle yalanlamıştı. Bu gelişmeler üzerine Washington ‘’Bizi içişlerinize katmayın’’ diyerek rahatsızlıklarını dile getirdi. Yine 17 Aralık süreciyle alakalı önemli bir konu Fethullah Gülen’in ABD’de yaşıyor olması olarak görülüyor. AKP-Cemaat ekseninde yaşanan gelişmelere iktidar tarafından gelen sert eleştirilerin birçoğu Gülen’in ABD’de ikamet etmesi etrafında dönüyor ve AKP hükümeti komplo iddialarını bu söylem ile güçlendiriyor. Yakın zamanda Gülen’in iadesi için çalışmaların başlatılmak istenmesi ise muhtemel iade süreci tartışmalarını doğuracak gibi görünmektedir. ABD’nin kendi topraklarında ikamet eden ve ABD’de azımsanmayacak sayıda okulları ve kuruluşları olan Gülen Cemaati’nin lideri konumundaki Gülen’in iadesi konusunda nasıl bir tavır takınacağını ve bunun ilişkileri nasıl etkileyeceğini hep birlikte göreceğiz. Yakın zamanda yaşadığımız Gezi Protestoları’nın arkasında da ABD gibi büyük güçlerin olduğu yönündeki komplo iddiaları ABD tarafından yalanlanmış ancak ‘’aşırı güç kullanımı’’ konusunda endişeli oldukları yönünde açıklamalar yaparak hükümetin tavrını dolaylı yoldan eleştirmiştir. Son zamanlarda Türkiye’de karşılaştığımız aşırı güç kullanımı, Twitter-Youtube yasağı gibi uygulamaları ABD’de birçok yetkili oldukça sert şekilde eleştirdi ve Türkiye’nin demokratik standartlarını yükseltmesi yönünde görüş bildirdi. Brookings Enstitüsü’nde Sakıp Sabancı Konferansı’nda yapılan toplantıda ABD’nin ilk kadın Dışişleri Bakanı Madeleine Albright: “Demokrasi sadece seçim değildir. Tek parti demokrasisi diye bir şey olmaz” dedi. Albright Türkiye’de kuvvetler ayrılığı konusunda son gelinen noktayı eleştirirken de “Bağımsız yargı, sağlıklı, sürdürülebilir demokrasi için gerekli” şeklinde konuştu. “Ben de penguenleri çok severim, ama gerçekten ortada bir haber varsa, bu kamuoyundan gizlenmemeli” diyen Albright, “asılsız komplo iddialarına” ilişkin olarak da “Amerikalıları ve dini azınlıkları bu komplolarla suçlayan iddialardan derin rahatsızlık duyuyorum” şeklinde ifadeler kullandı. Türkiye-ABD ilişkilerinin gelecekte nasıl bir seyir izleyeceğini ve bu seyirin temel dinamiklerinin ne olabileceği konusunda bir şeyler söylemek yazıyı bitirirken faydalı olacaktır. ABD Ortadoğu’dan kendini soyutlamadığı sürece yine ana eksen Ortadoğu politikaları üzerine oturacaktır. Bölgede İsrail ve Türkiye gibi iki önemli müttefike sahip Amerika Birleşik Devletleri Ortadoğu bölgesinde istikrarın sağlanması ve bölgedeki enerji kaynaklarının, akışının korunması konusunda bu ülkelerden faydalacaktır. Bu bağlamda Türkiye ve ABD arasında ilişkilerin dinamiklerinden birinin Ortadoğu politikaları olması oldukça beklenebilir bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine Türkiye-İsrail ilişkileri ile ‘’Ermeni Soykırım’’ iddiaları tartışmaları temel dinamiklerden biri olarak karşımıza çıkacak tır. Yine olası dinamiklerden birisi Türkiye’nin AB ile müzakere sürecinin olması beklenebilir. Yakın zamanda, daha çok stratejik bir söylem de olsa Türkiye’nin Türkiye ile ABD arasındaki bu ilişkiler birçok alana yayılmış sadece askeri ve ekonomik alanda kalmamıştır. İlişkiler artarken kimi sorunları ve gerilimleri de beraberinde getirmiştir. İki ülkenin arasında yaşanan gerilimlerin ana ekseni genelde Ortadoğu politikaları, İsrail, 1915 Ermeni Hadisesi’nin Soykırım olup olmadığı üzerine yaşanan tartışmalardır. AB olmazsa Şangay Beşlisine yöneliriz söylemi ABD tarafından hoş karşılanabilir bir durum değildir. Türkiye gibi önemli müttefikini Rusya’nın içinde olduğu bir gruba kaptırmak stratejik açıdan oldukça sorunlu bir durum yaratabilir. AB sürecinin gerektirdiği ‘’Demokratikleşme’’ süreci her ne kadar iç mesele gibi dursa da Türkiye’nin istikrarının kendisini bağladığını düşünen ABD tarafından dikkatle izlenmektedir. Son zamanlarda yapılan ‘’ otoriterleşme ‘’ tartışmalarının bir süre daha sürmesi ve ilişkileri gerebilecek bir nokta olarak karşımıza çıkması olasıdır. Sonuç olarak, Türkiye-ABD ilişkileri başlangıcından bugüne büyüyerek devam etmiş, çok boyutlu hale gelmiştir. Bu çok boyutluluk hali doğal olarak çeşitli anlaşmazlıkları ve gerginlikleri de beraberinde getirmiştir. Siyasette, özellikle de dış politika, konusunda bir ilişkinin sorunsuz olmasını beklemek hayalcilik olacaktır. Değişen şartlara ve koşullara göre ülkeler dış politikalarını koordine etmekte; bunlara göre pozisyon belirlemektedir. İki ülke de gerginlikleri birbirini kaybetmeyecek seviyede tutmak için azami gayret göstermekte ve ABD, kendi menfaatdeğer denklemi içinde Türkiye’nin siyasi-ekonomik istikrarı için çeşitli önerilerde bulunmaktadır. KAYNAKÇA http://gundem.bugun.com.tr/abdden-turkiyeye-kuvvetler-ayriligi-elestirisi-haberi/1086587 http://t24.com.tr/haber/abd-raporunda-turkiyeye-ifade-ozgurlugu-elestirisi,228163 http://www.amerikaninsesi.com/content/g%C3%BClenin-iade-talebi-abdyle-ili%C5%9Fkileri-gerebilir/1905341.html http://www.amerikaninsesi.com/content/cpjden-t%C3%BCrkiyeye-bas%C4%B1n-%C3%B6zg%C3%BCrl%C3%BC%C4%9F%C3%BC-ele%C5%9Ftirisi/1890191.html http://www.mfa.gov.tr/sub.tr.mfa?0c27fee5-e889-4803-9453-6f1a9444d638 mayıs-haziran 2014 11 Arif Öztürk KAPAK HUKUK [email protected] YARGISIZ BAĞIMSIZLIK Yargının bağımsızlığı Türkiye’nin kuruluşundan günümüze dek tartıştığı en önemli konulardan biridir. Cumhuriyet tarihimizin ilk yıllarında demokratik bir sistem henüz kurulamamış, bu dönemde hukukumuz ve mahkemeler esas olarak batı sistemlerinin şekli özellikleri temel almış ancak öz itibariyle geleneksel kalmaya devam etmiştir. Geçmişten günümüze rejimi düşmanlara karşı savunmak iddiasıyla hareket eden yargı hukukun siyasallaşmasına neden olarak yargı bağımsızlığı kavramını yargı bağına dönüştürmüştür. İnsanların birlikte yaşama arzusundan mı yoksa yalnız yaşamaktan korkmasından mı bilinmez ama insanlar bir araya gelerek toplumları oluşturmuştur. Kolektif yaşamın başlamasıyla da kuralları, yönetimi ve bunun sonucu olarak da devleti meydana getirmiştir. Fakat insan, benliğini oluşturan ilkelliğini; yani güce erişme isteğini ve gücü kullanma bencilliğini kurduğu devletlere de taşımıştır. Bir başka ifadeyle doğa yaratığı olan insan her şeyden önce kendini düşünen bir varlık olmuştur. İnsanın toplum içindeki tepkilerinin temelinde yaşamını sürdürmek ve güvenlik ihtiyaçlarını maksimize etmek yatmaktadır. Bu durumda belirleyici olan bireylerin kendi çıkarlarıdır. Devletin asli gö- 12 mayıs-haziran 2014 revi toplumsal yaşamın oluşmasıyla beraber ortaya çıkan bireyin güvenlik kaygısını en aza indirgemek, farklı çıkar gruplarının çatışmasını engellemek, insanların birbirleri için zararlı olanı yasaklamak ve toplumun ortak çıkarlarının gerçekleşmesini sağlamaktır. Bireyler kendi çıkarlarını koruması için gücünü bir üst otoriteye yani devlete devrederler. Gücü kullanma yetisini tekeline alan devlet meşruiyetini hesap verilebilirliğinden yani kontrol edilebilirliğinden alır. Bu kontrol mekanizmasının temelinde şüphesiz ki yasama-yürütme-yargı arasında paylaştırılmış yetki ve sorumluluklar yatmaktadır. Bu güç, fren ve denge mekanizmasını yani demokratik devletin özünü oluşturur. Yasama; sürekli ya da geçici kanunlar yapma, var olan kanunları değiştirme ve yürürlükten kaldırma gücü olan bir tür katılımcı meclisi ifade ederken, yürütme ise; bu kanunları uygulama erkini tanımlar. Bir hukuk devletinde erklerin belirli bir denge içinde olması için yargının diğer erklerden, yasama ve yürütmeden bağımsız olması gerekmektedir. Yargının bağımsız olması sadece diğer erklerden bağımsızlığıyla da sınırlı değildir, yargıçların kendi meslektaşlarından gelebilecek müdahalelerde dahil olmak üzere yargının işleyişine engel olabilecek her türlü müdahaleden korunmasını içerir. Günümüz Türkiye siyasetindeki mevcut denklem çerçevesinde yasama ve yürütmenin birliğinden bahsedilebildiği için kanunların yapılması ve uygulanması aşamalarının denetimi ile hak ve özgürlüklerin korunması konusunda esas belirleyici erk yargı erki olmuştur. Fakat mevzubahis yargının bağımsızlığı da Türkiye’nin kuruluşundan günümüze dek sorunsallığını koruyan en önemli konulardan biri olarak varlığını sürdürmektedir. Tek partili dönemde, yani cumhuriyet tarihimizin ilk yıllarında demokratik bir sistem henüz kurulamamış, bu dönemde hukukumuz ve mahkemeler esas olarak batı sistemlerinin şekli özelliklerini temel almış ancak öz itibariyle geleneksel kalmaya devam etmiştir. Esas amacı bireyler arasında ayrım yapmaksızın adaleti tecelli ettirmek ve birey hak- larını yasama organına karşı savunmak olan yargı sistemi devrimlerin yerleştirilmesinde bir araç olarak kullanılmış ve bugün yaşadığımız sorunların temelini oluşturmuştur. Geçmişten günümüze rejimi düşmanlara karşı savunmak iddiasıyla hareket eden yargı hukukun siyasallaşmasına neden olarak yargı bağımsızlığı kavramını yargı bağımlılığına dönüştürmüştür. 1960 askeri darbesini izleyen 1961 anayasası ile Anayasa Mahkemesi kurulmuş ve kısmen yargı bağımsızlığı sağlanmaya çalışılmıştır. Böylece Türkiye tarihinde ilk kez yasama organının verdiği kararları denetleyebilen bir mahkeme kurulmuştur. Ancak bu mahkemenin ilk hakimleri bile dönemin ‘’hukuksuzluk mirası’’ olan olağanüstü hal mahkemelerinde görev yapanlar arasından atanmıştır. Bu durum daha önce var olan rejim bekçiliğinin açık bir sonucu olup yargı bağımsızlığı kavramına anlamını kazandırabilecek en önemli mercii olan Anayasa Mahkemesi’nin demokrasi ve adalet kavramından ne anladığını açıkça işaret etmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin siyasi parti kapatma konusunda verdiği kararların AİHM tarafından AİHS’ne aykırı bulunması kendisine hak ve özgürlükleri koruma misyonu yüklemiş bir mahkemenin erken dönemin izlerini ne kadar taşıdığını açıkça göstermektedir. Bu durumun “hukukun siyasileşmesi” kavramını en kısa açıklayan örnek olduğu söylenebilir. mayıs-haziran 2014 13 KAPAK HUKUK Yargıç ve savcıların mesleğe kabul edilebilme ve atamaları da dahil olmak üzere onları ilgilendiren pek çok konuda karar mercii olan HSYK’ nın hükümet ve idareye bağımlı olması ne egemenliğin halka dayanması ile açıklanabilir, ne de demokratik meşruiyetle. Yargı bağımsızlığına yönelik atılacak adımları belirlerken yargı bağımlılığı ve “hukukun siyasileşmesi” kültürümüzün tarihi nedenleri üzerinden örnekler vererek açıklamak daha sağlıklı sonuçlar elde etmemizi sağlayacaktır. Yukarıda değindiğimiz üzere bu bağımlılık Cumhuriyet’in ilk yıllarına ve meşruiyetten uzak yasal dayanaklara sahip İstiklal Mahkemeleri’ne dayanmaktadır. Bu mahkemeler rejim bekçiliği kaygısıyla hareket etmiştir ve verdiği kararlar hukuki nitelikten yoksun siyasi kararlar olmuştur. 1950-1980 arasındaki döneme baktığımızda hukukun siyasileşmesi konusunda özel yetkili mahkemelerin oynadığı rolü görmekteyiz. Bu mah- 14 mayıs-haziran 2014 kemelerde sivil yargıçların yerine askeri yargıçların görev yapması yargı bağımlılığının ne boyutta olduğunu göstermektedir. 1961 anayasasının hukuk devletinin gereği olan idarenin her türlü eylemine karşı yargı yolunun açık oluşu 1982 anayasasında tekrar düzenlenip bir takım kısıtlamalar getirilmiştir. Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemlere, Yüksek Askeri Şura kararlarına, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına karşı yargı yoluna gidilemeyeceği anayasal nitelik kazanmıştır. Bu durum hukukun siyasileşmesine hizmet etmekle beraber 1961 anayasası ile nispeten hukuki bir kimlik kazanmış anayasayı tekrar geriye götürmüştür. Bu süreçte düşünce özgürlüğü ve devlete karşı işlenen suçlar adı altında mahkemelerin verdiği kararlar hukukun siyasallaşması kavramının diğer bir boyutunu oluşturmuştur. Bu durum ideolojik bir devlet olmanın çarpık sonuçlarından biridir. Resmi düşünce, resmi tarih gibi kavramların oluşturulduğu Türkiye gibi ülkelerde düşünce suçu işlemek gibi kendine has suçların olması hukukun siyasetin ortaya çıkardığı anlamsızlıklara kılıf olmaktan öteye gidemediğini göstermektedir. Benzer şekilde sınırları, rengi, konusu belirsiz olan ve idarenin her türlü suçlamasına dayanak oluşturan Terörle Mücadele Kanunu bize Cumhuriyet’in ilk zamanlarında yürürlüğe sokulan Takrir-i Sükun Yasası’nı hatırlatmaktadır. Bu durum bize yargının siyasi kaygılarla işletilen bir çeşit devlet erki özelliklerini taşıdığını göstermektedir. Yapısal olarak bağımsızlığı sağlanamamış yargı sisteminin üyelerinden tarafsız kararlar vermeleri ne derece beklenebilir? Yargıçların tarafsızlığı, görev süreleri, görevden alınamamaları, mesleki kariyerlerinin devamı gibi güvencelerin sağlanabilmesine bağlıdır. Bunların Türkiye’deki mevcut uygulamalarının da sorunsuz olduğu söylenemez. 90larla birlikte ‘’siyasal İslam’’ın yükselişini izlemeye başladık. Bu çerçevede gerek 90larda gerekse darbe dönemlerinde Anayasa Mahkemesi, rejim bekçiliği adına birçok partiyi ‘’laiklik’’ karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği iddiasıyla kapatmıştı. Bu kapatma davalarından nasibini en çok alan partiler ise ‘’Milli Görüş’’ partileri olarak dikkati çekmektedir. Çünkü bu partiler birçok devlet bürokratına göre devletin alışılagelmiş ve Atatürkçü yapısını tehdit ediyordu. Gerek Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet Partisi’nin gerekse ardılları olan Refah ve Fazilet Partileri aynı sebepten kapatıldı. ‘’Siyasal İslam’’ın partilerinin yükselişiyle birlikte ‘’devletçi’’ reflekse sahip özellikle CHP gibi partiler Anayasa Mahkemesi’ni tutunacak bir dal, iktidardaki partileri denetleyici bir kurum olarak gördüler ve sık sık Anayasa Mahkemesi’ne başvurdular. Anayasa Mahkemesi’nin rejim koruyuculuğu, vesayetçiliği devam ederken şimdi muhalefet partileri tarafından ona muhalefet partisi kimliği de atfedildi. 2000 yılında Anayasa Mahkemesi Başkanı olan Ahmet Necdet Sezer’in, Ecevit’in büyük gayretleri sonucunda cumhurbaşkanı adayı olarak meclise sunulması ve seçilmesi hadisesi Anayasa Mahkemesi’ne biçilen rolü açık biçimde ortaya koymaktaydı. Keza Sezer Cumhurbaşkanı olduktan sonra onayladığı ve veto ettiği yasalarla muhafazakar kesimi oldukça rahatsız etmiştir. 2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Milli Görüş geleneğinden ayrılan isimler tarafından kurulmasına ve çok hızlı bir şekilde ilk seçimde iktidarı ele geçirmesine tanıklık ettik. AKP iktidara geldiğinde toplumun çeşitli kesimlerinde kaygılar artmış ve 2008 yılında AKP hakkında ‘’laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği’’ iddiasıyla kapatma davası açılmış ancak parti kapatmak yerine hazine yardımının 1/2 oranında kesilmesi yönünde karar verilmiş, yani bir nevi partiye ‘’yaptıklarına dikkat et’’ mesajı Anayasa Mahkemesi tarafından verilmiştir. 2010 yılında yapılan referandumla yargı alanında önemli düzenlemeler yapılmıştır. 1982 Anayasası ile düzenlenen yargı ve idari konularda çeşitli düzenlemeler yapılarak, uzun süredir devam eden alışılagelmiş uygulamalarda değişikliğe gidilmiştir. Bu düzenleme HSYK’nın üye sayısını arttırmakla kalmamış, sadece yüksek mahkemelerden (Yargımayıs-haziran 2014 15 KAPAK HUKUK Resmi düşünce, resmi tarih gibi kavramların oluşturulduğu Türkiye gibi ülkelerde düşünce suçu işlemek gibi kendine has suçların olması hukukun siyasetin ortaya çıkardığı anlamsızlıklara kılıf olmaktan öteye gidemediği görülmektedir. tay ve Danıştay) üye seçilmesi yerine birinci sınıfa ayrılmış adli ve idari yargı hakim ve savcıları arasından da üye seçilmesini mümkün kılmıştır. Ayrıca kurula bağlı genel sekreterlik oluşturulması ve daha önce Adalet Bakanlığı’na bağlı çalışan müfettişlerin yürüttüğü bazı görevlerin kurula bağlı müfettişlerce yürütülmesinin öngörülmesinin bu değişikliğin olumlu yönleri olduğu söylenebilir. Ancak yargıç ve savcıların mesleğe kabul edilebilme ve atamaları da dahil olmak üzere onları ilgilendiren pek çok konuda karar mercii olan HSYK’nın hükümet ve idareye bağımlı olması ne egemenliğin halka dayanması ile açıklanabilir, ne de demokratik meşruiyetle. Nitekim 2010 değişikliğiyle HSYK başkanı olan Adalet Bakanı’nın yetkileri nispeten daha azken 2014 değişikliğiyle tekrar bu yetkiler arttırılmıştır. Bu değişikliklerle siyasal iktidar 17 Aralık operasyonları sonrası içinde bulunduğu zor durum nedeniyle iktidarını korumaya yönelik bir dizi pragmatik karar almıştır. Amaç yargı içindeki paralel yapıyı ortadan kaldırmak gibi görünse de bunun sonucunda yeni paralel yapılar ortaya çıkacağı aşikardır. Bu durumu siyasal iktidarın yargı üzerindeki etkinliğini sağlamlaştırmak olarak yorumlamak yerinde olacaktır. Atamaların, görevlendirmelerin vb. kritik kararların alındığı 1.ve 2. Dairelere, Adalet Bakanı ve Cumhurbaşkanın atamasıyla gelen üyelerin çoğunlukta olması kürsüden ve yüksek yargı organları arasından seçimle gelen üyeleri işlevsiz kılmaktadır. Bu durum “mahkemelerin bağımsızlığı” ve “hakimlik teminatı” ilkelerini hiçe saymaktadır. Başka bir deyişle kurul siyasi iktidarın emrinde, bağımsız bir yapı olmaktan ziyade sıradan bir kamu kurumuna dönüşmüştür. 16 mayıs-haziran 2014 Öte yandan kurul üyeleri hakkında suç soruşturması ile disiplin soruşturma ve kovuşturma işlemlerini yürütmek ve bu konuda gerekli kararları verme yetkisinin siyasi bir kişilik olan bakana verilmesi, görevlerini bağımsız bir şekilde yapmak durumunda bulunan kurul üyeleri üzerindeki yaptırım gücünün yasal dayanağını oluşturmuştur. Dolayısıyla kurulun bağımsız düşünme ve karar alma gücü elinden alınmıştır ve yargı üzerindeki siyasal gücü arttırmıştır. Sonuç olarak, ülkemizde yargı bağımsızlığı üzerindeki en büyük engel yasal çerçevenin yetersizliği ve demokratik hukuk standartlarının yeterince hukukumuzda yer bulamamasından kaynaklanmaktır. Anayasal ve yasal çerçevenin yetersizliğine bir de Anayasa Mahkemesinin ve diğer idare mahkeme yargıçlarının geleneksel adalet anlayışı olan devleti ve hükümeti koruma refleksi ve yargıçların mesleki kaygıları eklenince ortaya daha ciddi yargı bağımlılığı sonucu çıkmaktadır. Yukarıda anlatılanlar neticesinde, Türkiye’nin henüz demokratik bir hukuk devleti standartlarına sahip olduğunu söylememiz mümkün olmuyor. Anayasal devletlerde yargının varlık sebebi statükoyu onaylamak değil, hiçbir grup arasında ayrım yapmadan bütün yurttaşlara eşit mesafede durmak, siyasal tarafsızlığı gözetmek ve demokratik hukuk devleti ilkelerine uygun davranmaktır. Bu ilkeler devletin asli hedefleri olmalı, günü kurtarmak odaklı çıkartılan yasalardan ziyade tüm Türkiye’nin ihtiyacı olan yeni bir anayasa oluşturulmalı ve onu koruyan yapılar etkin ve tarafsız hale getirilmelidir. Ancak ve ancak o zaman ihtiyaç duyduğumuz hukuk devletine sahip olabiliriz. TÜRKİYE’NİN SİYASİ SİSTEM ARAYIŞLARI Kuvvetler ayrılığı kuramı ilk kez Montesquieu tarafından ortaya atılmıştır. Kanunların Ruhu isimli eserinde ilk kez bunu dile getirerek her devlette üç çeşit kuvvetin olduğunu ve bu üç kuvvetin yani; yasama, yürütme ve yargı kuvvetinin birbirinden ayrılması gerektiğini savunmuştur. Hükümet sistemlerini tanımlarken öncelikle bu sistemlerin hangi kriterlere göre tasnif edildiklerinden bahsetmek doğru olacaktır. Hükümet sistemleri “kuvvetler ayrılığı” ve “kuvvetler birliği” teorilerine göre sınıflandırılmışlardır. Kuvvetler birliği sistemleri, yasama ve yürütme kuvvetlerinin aynı elde birleştiği hükümet sistemleridir. Eğer yasama ve yürütme kuvvetleri yürütme organında birleşirse mutlak monarşi veya diktatörlükler meydana gelir. Bu iki kuvvet yasama organında birleşir ise meclis hükümeti sistemi meydana gelir. Türkiye’de 1920-1923 arasında meclis hükümeti sistemi uygulanmıştı ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na göre DOSYA HUKUK Süreç Analiz Araştırma Ekibi yasama ve yürütme yetkileri mecliste toplanmıştı. Devlet üzerine yapılan incelemelerin Aristotales’e (M.Ö. 384-322) kadar uzanmasına rağmen kuvvetler ayrılığı kuramı ilk kez Montesquieu tarafından ortaya atılmıştır.1 Kanunların Ruhu isimli eserinde ilk kez bunu dile getirerek her devlette üç çeşit kuvvetin olduğunu ve bu üç kuvvetin yani; yasama, yürütme ve yargı kuvvetinin birbirinden ayrılması gerektiğini savunmuştur. Kuvvetler ayrılığı kuramı iktidarın paylaştırılmasıyla birlikte sınırlı bir iktidar yaratmayı hedeflemektedir. Kuvvetler ayrılığı sistemleri kendi içinde “sert kuvvetler ayrılığı sistemi” ve “yumuşak kuvvetler ayrılığı sistemi” olmak üzere ikiye ayrılır. Sert kuvvetler ayrılığı, yasama ve yürütme organının birbirinde sert/mutlak bir şekilde ayrılmasından meydana gelir ki bu tür sistemlere başkanlık sistemi adı verilmektedir. Başkanlık sistemine örnek olarak ABD’yi verebiliriz. Yasama ve yürütmenin birbirinden yumuşak bir şekilde ayrıldığı sisteme de yumuşak kuvvetler ayrılığı, yani parlamenter sistem adı verilmektedir. Bu sistemde yasama ve yürütme organları tam olarak birbirinden bağımsız değillerdir, iç içe geçmiş ve karşılıklı işbirliği içindedirler. Bu sisteme örnek olarak, başta İngiltere olmak üzere Almanya, İtalya, İspanya, Hollanda, İsveç ve Türkiye gibi mayıs-haziran 2014 17 DOSYA HUKUK ülkeleri sayabiliriz. Bu teorinin ilk uygulamasına İngiltere’de rastlanılmış ve ampirik yollarla uygulamaya geçirilmiştir. Bu uygulama İngiltere Kralının, Lordlar Kamarası’nın ve Avam Kamarası’nın arasındaki güç mücadeleleri sonucunda ortaya çıkmıştır. XVII. yüzyılın ortasında Büyük Britanya’da, XIX. yüzyıl boyunca Fransa ve Avrupa monarşilerinde uygulanmaya başlanan parlamenter sistem XX. yüzyılda otoriter ve totaliter rejimler karşısında zafer kazanmıştır.2 Hükümet sistemlerinin tanımlanması, sınıflandırılması sorunu günümüzün en çok tartışılan konuların başında gelir, bunun nedeni olarak, bu sistemin belirlenmesi iktidarı ve iktidarın gücünü nasıl kullandığını da belirler. Ve günümüzde bu sistemler genel hatları ile üç şekilde sınıflandırılmıştır. Bunlar; parlamenter, başkanlık ve yarı-başkanlık sistemleridir. Fakat bu sistemlerin değerlendirilmesinde günümüzün en ciddi problemi, bu sistemlerin ‘tektipleştirilmesidir’. Nitekim bu sistemler kendi içerisinde de değerlendirilirken farklılıklar yaratabilir. Bir örnek vermek gerekirse; Finlandiya’daki ve Fransa’daki hükümet sistemleri yarı başkanlık olmasına rağmen, her iki devletteki uygulamalar oldukça farklıdır. Bu sebeple sistemler aynı isimle anılabilir fakat uygulamalar, iktidarın güç alanı, gücünü kullanması ve kuvvetler arasındaki ilişki değişebilir. Bir diğer önemli faktör ise, ülkelerin sistemlerini değerlendirirken, ‘sistemin kendisi’ üzerine odaklanıp, ülkenin ekonomik, kültürel, sosyal ve özellikle 18 mayıs-haziran 2014 de siyasal, tarihsel faktörlerini gözden kaçırmaktır. Sistemleri değerlendirirken ülkenin mevcut siyasi durumunun ve tarihsel sürecinin ve en önemlisi de toplumunun sisteme uygunluğu ve benimsemesi çok önemlidir. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde ‘başkanlık sistemi’ çok başarılı bir şekilde çok uzun süredir uygulanabilmesine rağmen, Latin Amerika ülkelerinde başkanlık sistemine geçiş süreçleri yazıktır ki darbeler ile sonuçlanmıştır. Bu durum ülkenin siyasi gelenekleri, kültürü, tarihi ve hükümet sisteminin topluma uygunluğu gibi meselelerin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Son olarak ise ülkedeki ‘siyasi kültür’ sistemin değerlendirilmesinde oldukça önemli bir faktördür. ‘Demokratik’ bir yapı oluşturma perspektifinden bakacak olursak devletlerin sistem değişikliği ile tam olarak demokrasiyi sağlayacağının bir garantisinin olmadığı konusudur. Nitekim bazı üniter yapılı devletlerin federal devletlerle karşılaştırılırsa daha demokratik oluğunu görebiliyoruz. Buradaki temel nokta ülkedeki rejim veya sistem değil yetki dağılımı ve yetkinin yerel yönetimlere devredilebilme noktalarıdır. Örneğin birçok ülkenin hükümet sistemleri aynı olmasına rağmen, yapılan uygulamalar ve yetkinin devredilebilirliği noktalarında değişiklik gösterdiği için ülkeler arasında derin farklar ortaya çıkmıştır. Nitekim ABD ve Britanya’da hükümet sistemleri farklı olmasına rağmen uygulamaları ve ‘yetki devri’ konusunda genel manada demokratik bir eğilim göstermişlerdir. Mehmet Yavuz PARLAMENTER SİSTEM XVII. yüzyılın ortasında Büyük Britanya’da, XIX. yüzyıl boyunca Fransa ve Avrupa monarşilerinde uygulanmaya başlanan parlamenter sistem XX. yüzyılda otoriter ve totaliter rejimler karşısında zafer kazanmıştır. Leon D. Epstein parlamenter sistemi “yürütme iktidarının yasama iktidarından kaynaklandığı ve ona karşı sorumlu olduğu anayasal demokrasi tipi” olarak tanımlamıştır. Parlamenter sistemde yürütme yetkisi devlet başkanı ve bakanlar kurulu arasında paylaştırılmış ikili (düalist) bir yapıya sahiptir. Yürütmedeki bu çift başlılığın devlet başkanına sembolik yetkiler verilerek kaldırılması hedeflenmiştir. Devlet başkanı sembolik yetkiye sahip olmasının en önemli sonucu ise siyasi ve cezai olarak sorumsuz olmasıdır. Parlamenter sistemlerde devlet başkanı doğrudan halk tarafından seçilmemekte, halkın seçtiği parlamento tarafından seçilmektedir. Siyasi ve hukuki sorumsuzluğu bulunan devlet başkanına icrai birçok yetkinin verilmesi parlamenter sistemin özüne aykırıdır. Devlet başkanı sorumsuz olduğu için DOSYA HUKUK [email protected] üst bir konumdadır ve yasama ve yürütme arasında hakem konumunda olup organlar arasındaki ilişkileri ılımlaştırıcı ve uzlaştırıcı bir özelliği vardır. Eğer devlet başkanına verilen yetkiler artırılırsa devlet başkanı siyasi mücadelelerdeki hakemlik konumunu yitirip bu mücadelenin bir tarafı haline gelir ve Bakanlar Kurulu ile siyasi politikaları uyuşmadığı takdirde sistemde tıkanıklıklara sebep olur ve bu tıkanıklıklar da hükümet krizlerine yol açar. Yürütmenin diğer kanadı ise asıl yetki ve sorumluluğa sahip Bakanlar Kurulu’dur. Başbakan başkanlığındaki Bakanlar Kurulu hem kolektif olarak hem de bireysel olarak siyasi sorumluluğa sahiptir. Gensoru ve güvensizlik önergesi ile parlamento bakanlar kurulunu denetler ve hükümeti veya bakanları düşürebilir. Buna karşılık yürütmenin de meclisi fesih yetkisi vardır. Yani fesih ve sorumluluk parlamenter rejimde yürütme ve yasama organlarının karşılıklı baskı araçlarıdır.3 Böylelikle organlar birbirlerini denetler ve dengeleyerek karşılıklı işbirliği içinde olurlar. Bu işbirliği özelliğinden dolayı parlamenter rejimde, başkanlık sisteminde meydana gelen tıkanıklara fazla rastlanılmaz çünkü başkanlık sisteminde organlar arası bir denetleme ve sorumluluk mekanizması olmadığından işbirliğinden söz edilemez. Parlamenter sistemde yasama ve yürütme birbirinden tamamen mayıs-haziran 2014 19 DOSYA HUKUK Türkiye’nin şu an ihtiyaç duyduğu şey sistem değişikliği değil, hala yürürlükte olan darbe ve ordunun merkezi rolü düşünülerek yapılmış olan 1982 anayasasını kaldırıp yerine toplumu merkez alan demokratik bir anayasayı yürürlüğe koyabilmektir. ayrılmamaktadır çünkü yürütme yasama içinden çıkmaktadır, aynı kişi hem yasama organında hem de yürütme organında görev alabilir ve bakanlar kurulu da aynı zamanda yasama faaliyetlerine katılabilir. Parlamenter sistem ile başkanlık sistemini birbirinden ayıran bir diğer faktör ise yürütmenin göreve geliş şeklidir. Başkanlık sisteminde halk doğrudan başkanını seçerken parlamenter sistemde yürütmeyi halkın seçtiği parlamento üyeleri belirlemektedir. Parlamenter sistem ile başkanlık sistemi arasındaki bir diğer önemli nokta ise, parlamenter sistemin kutuplaşma riskini azaltmasıdır. Başkanlık sisteminde “kazanan her şeyi kazanmakta (winner takes all)” ve “kaybeden de her şeyi kaybetmektedir (loser loses all)”. Bu sebeple başkanlık sisteminde kaybedenler sistemden dışlanmakta ve bu da kutuplaşmaya yol açmaktadır. Ancak parlamenter sistemde hükümet her şeyi kazanmaz çünkü parlamentoya karşı sorumlu olduğu için onun güvenine ihtiyacı vardır. Muhalefet partisi parlamento üyeleri olarak hükümeti denetleme ve kanun yapma sürecine katılırlar. Parlamentarizmin Kökleri ve İngiltere İngiliz parlamentarizmine baktığımız zaman bunun ilk aşaması olarak 1215 yılında Magna Carta ile birlikte kralın yetkileri sınırlandırılarak kral ile soylular arasında bir denge sağlanmaya çalışılmıştır. Kralın yetkileri, bu belge dâhilinde bir hukuki çerçevede sınırlandırmıştır. Bu sınırlandırma ülkeyi parçalanmadan ve mutlak monarşiye kaymaktan kurtarmıştır. 1648 yılında Otuz Yıl Savaşları’nı bitiren Vestfalya Antlaşması’ndan sonra feodal sistemler yerini ulus devletlere bırakmaya başlamıştır. Bu süreçte parlamenter sistem yavaş yavaş uygulanmaya başlan- 20 mayıs-haziran 2014 mış, zamanla bu monarşiler yerlerini cumhuriyet ve demokrasiye bırakmıştır. İngiltere’nin köklü bir geçmişi olan geleneksel monarşisi zamanla yerini cumhuriyetçi bir monarşiye bırakmıştır. Zamanla kralın yetkileri sembolikleşmiş ve parlamentonun önemi ve etkisi giderek artmıştır. İngiltere’de kral “hüküm sürer ama hükmetmez” anlayışı hakimdir ve genelde Avam Kamarası’nda en fazla milletvekiline sahip partinin lideri olarak başbakan en önemli aktördür, en etkin kişidir. İngiliz parlamenter sisteminde yasama ve yürütme birbirinden tamamen bağımsız değillerdir. İki meclisli yapı vardır; Avam Kamarası, üyeleri seçimle işbaşına gelir ve asıl yetkili ve etkili meclistir. Lordlar Kamarası ise, seçimle değil atanarak işbaşına gelirler. Bu ikinci meclis piskoposlar, başpiskoposlar, soylular, deneyimli kişiler ve politikacılardan oluşur. Daha çok sembolik yetkileri vardır ve sınırlı etkiye sahiptirler. İngiltere’de iki partili bir sistem vardır ve bu partiler güçlü ve disiplinli partilerdir; ancak aynı zamanda parti içi demokrasi de vardır. Türkiye’de Parlamenter Sistem Türkiye’deki parlamenter sistemin tarihçesine bakacak olursak; 1921 Anayasası ile birlikte katı bir kuvvetler birliği benimsenmiş ve yasama ve yürütmenin bütün yetkileri mecliste toplanmıştır. Meclis hükümeti sistemi olarak adlandırılan bu sistem 1924 yılındaki yeni anayasa ile tam anlamıyla uygulanmasa da en azından teorik olarak parlamenter sisteme kaymıştır. Ancak yasama, yargı ve yürütme tam olarak birbirinden ayrılmamıştır. 1961 anayasası ile “Westminister tipi” bir parlamenter hükümet sistemi benimsenmiştir. Yasama, yürütme ve yargı birbirinden ayrılmıştır, yasama ve yürütme organlarının birbirini dengeleyeceği mekanizmalar kurulmuştur. 1960 anayasası ile getirilen seçim sistemi Türkiye’de tek bir partinin iktidara gelmesine engel olmak için nispi temsil sistemi getirmiştir. Getirilen bu seçim sistemiyle beraber siyasi istikrarsızlıklar baş göstermiştir. 1982 Anayasası ile bu istikrarsızlıklara son vermek için güçlü bir yürütme oluşturulmaya çalışılmıştır. Seçim sistemine %10 barajı getirilmiştir ve böylelikle koalisyon hükümetlerinin kurulması engellenmeye çalışılmıştır. Cumhurbaşkanına verilen yetkiler darbe ve başta Kenan Evren olmak üzere askerlerin etkisi çerçevesinde artırılmıştır ki bu yetki genişliği parlamenter sistemle uyuşmamaktadır. Bu yetkilerle birlikte cumhurbaşkanı ile başbakan arasında güç mücadeleleri yaşanmaya başlamış ve bu yetkilerin yapısı zaman zaman istikrarsızlıkların oluşmasına kaynaklık etmiştir. 2007 yılında yapılan son düzenlemelerle birlikte cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi parlamenter sistemi yarı-başkanlık sistemine kaydırmıştır. Cumhurbaşkanına verilen yetkilerin artırılmasına rağmen herhangi bir sorumluluğu yoktur, cumhurbaşkanının geniş yetkilere sahip olup sorumsuz olması ise parlamenter sistemin özüne ters bir durumdur. Bunlardan biri 8. Cumhurbaşkanı olan Ahmet Necdet Sezer’in dönemin başbakanı Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığını fırlatmasıyla baş göstermiş ve ülke ciddi bir ekonomik krize girmiştir. Başbakan ve cumhurbaşkanının politikalarının uyuşmaması ülkeyi istikrarsızlaştırmıştır. Bunun yansımalarını dış politikada da görebiliriz. Cumhurbaşkanı ve başbakanın farklı dış politika perspektifine sahip olmaları devletin dış politikasında istikrarsızlığa sebep olmuştur. Buna örnek olarak ise Sovyetlerin dağılması ve Orta Asya’da kurulan Türk Cumhuriyetleri’yle kurulacak ilişkiler meselesini verebiliriz. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal sıkı ilişkiler kurmak istemiş, bu fırsatın iyi değerlendirilmesini savunmuş ancak dönemin başbakanı Süleyman Demirel bu politikaya sıcak bakmamıştır. Sürekli hükümet ve bakanların değişmesiyle birlikte dış politikada istikrar sağlanamamıştır. 1982 Anayasası’yla birlikte koalisyon hükümetlerine mahkum olmamak için getirilen %10 seçim barajının da demokrasiyle bağdaşırlığı temsil sorunları bakımından oldukça tartışmalıdır. Türkiye’ye hangi sistemin uygun olacağı tartışmalarına bakmadan önce ülkemizin siyasi kültürünün gelişmesi, STK’ların ülkedeki muhalefet kültürüne katkıda bulunması gerekiyor. Günümüzde parlamenter sistemin eleştirileri yapılarak başkanlık sistemine geçmek isteyenlerin kaçırdığı bir nokta Türkiye’de parlamenter sistemin henüz tam anlamıyla uygulanamıyor oluşudur. Tam anlamıyla uygulanamayan bir parlamenter sistemin eleştirisini yapmak çok doğru değildir. Öncelikle yapılması gereken parlamenter sistemin özüne dönmek ve siyasi figürlerin politikalarını sisteme mal etmekten kaçınmak olmalıdır. mayıs-haziran 2014 21 Mine Baysan DOSYA HUKUK [email protected] BAŞKANLIK SİSTEMİ Latin Amerika ülkelerinde başkanlık sistemine geçiş süreçleri yazıktır ki darbeler ile sonuçlanmıştır. Bu durum ülkenin siyasi gelenekleri, kültürü, tarihi ve hükümet sisteminin topluma uygunluğu gibi meselelerin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Başkanlık sistemi, kısaca yasama-yürütme-yargı erkleri arasında kesin bir kuvvetler ayrılığının olduğu, halk tarafından seçilen başkanın yürütmenin ve devletin başkanı olduğu bir sistemdir. Başkanlık sistemini daha iyi anlayabilmek için başlıca özelliklerini sıralamakta fayda var; Başkanlık sisteminde başkanın, halk tarafından seçildiği için güçlü bir meşruiyeti vardır. Bu yüzden yürütme organı başkanın dominasyonu altındadır. Bakanlar başkanın politikalarının belirleyicisi değil, uygulayıcısıdırlar. Amerika’daki örneğinde görüldü- 22 mayıs-haziran 2014 ğü gibi bakanlar, başkanın sekreteri gibi çalışırlar. Bu sistemde başkan, yasama organının üyesi olamaz ve yasa tasarısı sunamaz. Fakat başkanın yasama kararını veto hakkı vardır. Bu veto kararı, yasama organının belirlenen çoğunlukla karar alması durumunda aşılabilir. Başkanın yasama organını feshetme yetkisi ve yasama organına karşı bir siyasal sorumluluğu yoktur. Yani başkanın görevine siyasi nedenlerle son verilemez. Feshedilme korkusu yaşamayan hükümetler, politikalarını daha rahat bir şekilde hayata geçirebilirler. Fakat bu, aynı zamanda hükümetin antidemokratik uygulamaları programlarına almalarından çekinmemesine yol açabilir. Parlamenter sistemde güvenoyu yoklamasıyla liderler kolayca görevinden alınabilirken başkanlık sisteminde güvensizlik oyu ile hükümeti düşürmek mümkün değildir. Hükümet üyeleri, başkan tarafından seçilir ve azledilir. Hükümet üyeleri, yasama organının içinden seçilebilir ancak seçildikleri takdirde yasama organı üyeliklerini devam ettiremezler. Başkan, belirli bir görev süresine sahiptir ve bu süre dolmadan azledilmesi pek mümkün değildir. Bu bakımdan her an görevden alınma korkusu yaşayan bir başbakana göre, başkanın istikrar sağlayabilmesi daha olasıdır. erkleri çatışma halinde olmaktadır. Böyle bir ortamda istikrardan söz etmek imkansızdır ve bu durum da askeri darbelere yol açabilir. Başkanlık sisteminin en iyi, belki de tek iyi işlediği ülke ABD’dir. Başkanlık sistemini benimseyen ülkelere Latin Amerika ve Afrika’da sıkça rastlamak mümkündür. İran, Afganistan, Endonezya, Güney Kore, Ermenistan ve Kazakistan da başkanlık sistemini benimsemiştir. Demokrasi ve istikrar bağlamında başkanlık sistemini daha iyi anlayabilmek için onun çoğunlukçu ve çoğulcu demokrasi ile arasındaki mesafeyi ya da ilişkiyi incelemekte fayda var. Başarılı bir başkanlık sistemi örneğini temsil eden ABD, bu iki demokrasi tipinin bir ara uygulamasını hayata geçirmektedir. Yürütme erkinin seçimle meşruiyetini pekiştiren bir başkanın elinde toplanması ve başkanın kabine üyelerini genellikle kendi partisinden seçmesi, sistemin çoğunlukçu modele yakın olduğunu göstermektedir. Başkanın yürütme erkini tek başına temsil etmesi ve seçimle gelen bir meşruiyetinin olması, çoğulcu sistemin bir gereği olan koalisyon kurma zorunluluğu olmadığını gösterir. Fakat başkanlık sisteminde tüm bunlar, başkanın sınırsız yetkilerinin olduğunu ve denetlenmediğini göstermez. Yasama ve yürütme erkleri arasında keskin bir ayrım olsa da başkanın, kararlarını uygulayabilmek için meclisle dengeyi sağlayabilmiş olması gerekir. Bunu gerekli kılan şey ise başkanlık sisteminin kendine has fren ve denge mekanizmasıdır. Bu me- Başkanlık sisteminin başkanın halk tarafından seçilmesi ve keskin bir erkler ayrılığı gerektirmesi hasebiyle demokratik ve istikrar sağlayan bir sistem olduğunu savunanların yanında, sistemin diktatörlüğe evrilmeye meyilli olduğunu ve askeri darbelere zemin hazırladığını savunanlar hayli fazladır. Özellikle Latin Amerika ülkelerine baktığımızda başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerin istikrara kavuşamamış olması dikkat çekicidir. ABD’de başarıyla uygulanan sistemin, uygulandığı diğer ülkelerde pek başarılı olamamasının sebebi, ülkelerin farklı politik kültürleridir. Uzlaşma kültürü olmayan ülkelerde başkanlık sisteminin olmazsa olmazı fren ve denetim (check and balances) mekanizmaları işleyememekte, yasama ve yürütme mayıs-haziran 2014 23 DOSYA HUKUK Başkanlık sisteminin başkanın halk tarafından seçilmesi ve keskin bir erkler ayrılığı gerektirmesi hasebiyle demokratik ve istikrar sağlayan bir sistem olduğunu savunanların yanında, sistemin diktatörlüğe evrilmeye meyilli olduğunu ve askeri darbelere zemin hazırladığını savunanlar hayli fazladır. kanizma hükümetin hesap verebilir (accountability) ve şeffaf olmasını (transparency) gerektirmesi hasebiyle demokrasiye katkı sağlar. Bunların yanında ABD’de nispi temsil sistemiyle eyaletlerden seçilmiş milletvekillerinden oluşan Temsilciler Meclisi ve federe devletlerin temsilini sağlayan Senato’nun oluşturduğu 2 meclisli bir sistem vardır. Meclislerin birbirinden üstün olmaması ve federe devletlerin temsili, çoğulcu demokrasi modelini yansıtmaktadır. Meclis ve başkanın karşılıklı fesih yetkilerinin olmaması, hükümetin politikalarını daha rahat hayata geçirebilmelerini sağlamaktadır. Başkanlık sisteminde başkanın yetkileri kısıtlı olmasına rağmen, aslında başkanın karizması ve sahip olduğu güçle bu yetkileri esnetebilmesi ve genişletebilmesi olasıdır. Yasama ve yürütme organının teoride birbirleri üzerinde üstünlük kurmaması gerekirken, yürütmenin başı olan başkan, meclisten güçlü olabilmektedir. Başkan, gönderdiği mesajlarla meclisi yönlendirebilmekte, baskı altında tutabilmektedir. Politikalarını gerçekleştirebilmeleri için başkanların yetkilerinin arttırılması, otoriterleşmeye neden olabilirken, başkanın yetkilerinin çok kısıtlı tutulması ülkenin siyasal istikrarını sarsabilir. Bu yüzden başkanlık sistemini uygulamak isteyen bir ülkenin politik kültürünü göz önünde bulundurması ve ona göre bir model belirlemesi gerekir. 24 mayıs-haziran 2014 Peki başkanlık sistemi, Türkiye’nin politik kültürüne uygun bir sistem midir? Sistemin Türkiye’de uygulanması halinde ülkeyi getireceği nokta ne olur? AKP’nin başkanlık sistemi getirme arzusu, uzun zamandır tartışılmaktadır. Hükümet, başkanlık sisteminin ülkenin güçlenmesine ve istikrarına katkı sağlayacağını savunurken, sisteme karşı olanlar sistemin ülkeyi diktatörlüğe götüreceği kaygılarını dile getirmektedirler. Başbakan Erdoğan başkanlık sistemini, ‘’Bürokratik oligarşinin belini başkanlık sistemi çok daha rahat kırar. Olay orada çok farklı şekilde gelişir. Karar alma, çok daha seri noktaya gelebilir’’ diyerek savunmuştur. Bekir Bozdağ, “Başkanlık sisteminde seçime giderken vatandaş kimin başkan olacağını, kimin ülkeyi yöneteceğini bilerek oy verir. Vatandaşı sandıkta sürpriz beklemez. Dolayısıyla seçimden sonra milletin iradesi dışında birinin ülkeyi yönetme ihtimali yoktur” diyerek başkanlık sisteminin milli iradeyi daha iyi yansıttığına vurgu yapmıştır. Burhan Kuzu, “Parlamenter modelin Türkiye’deki birinci çıkmazı koalisyon endişesidir. Türkiye Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan’ın dönemlerinde kalkındı, koalisyon dönemlerinde hep düştü.” diyerek başkanlık sisteminin, koalisyonları engellemesi yönüyle istikrar sağlayacağını vurgulamıştır. Başkanlık sisteminin zayıf koalisyon hükümetlerini engellemesi bakımından istikrara katkıda bulunduğu söylenebilir. Fakat bu sistemde, toplumun farklı kesimlerinin seslerini duyurabilmesi oldukça zordur. Çoğunluk usulüyle seçilen başkan, kendi tabanına hitap etmekte, temsil edilemeyen kitlenin tepkisi engellenememektedir. Ülkemizde halihazırda güçlü bir Erdoğan hükümetinin kendi tabanı dışındaki insanları tatmin edememesi Gezi protestolarına neden olmuş, ülkenin istikrarı sarsılmış, ekonomi zarar görmüştür. Bu noktada istikrarın sağlanmasındaki temel unsur, farklı kesimlerin temsilinin sağlanması olarak da görülebilir. Türkiye’de tek başına iktidar olan partilerin otoriter eğilimleri, disiplinli parti geleneği, yargı bağımsızlığının sağlanamamış olması, başkanlık sisteminin ülkenin mevcut koşullarına pek de uygun olmadığını gösteriyor. Ali Beştaş YARI-BAŞKANLIK SİSTEMİ ‘Yarı-başkanlık’ kavramının nereden geldiğine bakacak olursak, yine önemli bir siyaset bilimci Giovanni Sartori’ye göre başkanlık otoritesinin ikiye bölünmesi isteğinden gelmiştir. Halk tarafından seçilen güçlü bir devlet başkanının da yer aldığı yürütme kuvvetinin bölünmesi yani ‘yarı’ya indirilmesi üzerine temellenmiştir. Yarı-başkanlık sistemini ele aldığım makalemde sistemin teknik yönlerini, aksaklıklarını, uygulamalarını, dünyadaki örneklerini ortaya koyup bu örneklerin mukayesesini yaparak sistemin ülkemiz açısından değerlendirmesini yapmaya çalışacağım. Yarı başkanlık sistemi ile ilgili olarak ünlü Fransız siyaset bilimci Murice DUVERGER bu sistemin üç temel esasa dayandığını vurgulamıştır. Bunlar; - Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından doğrudan ve genel oyla seçilmesi - Cumhurbaşkanı’nın anayasal haklar ile oldukça güçlü yetkilere sahip olması - Parlamentonun güvenine dayanan bir başbakanın ve bakanlar kurulunun varlığının söz konusu olması. DOSYA HUKUK [email protected] ‘Yarı-başkanlık’ kavramının nereden geldiğine bakacak olursak, yine önemli bir siyaset bilimci Giovanni Sartori’ye göre başkanlık otoritesinin ikiye bölünmesi isteğinden gelmiştir. Halk tarafından seçilen güçlü bir devlet başkanının da yer aldığı yürütme kuvvetinin bölünmesi yani ‘yarı’ya indirilmesi üzerine temellenmiştir. Yarı başkanlık sistemi kendi içerisinde ‘pure’ bir sistem olmadığını önemli bir şekilde vurgulamak gerekir ki, bu konuda kendi içerisinde sınıflandırmalar veya tipolojiler söz konusudur. Bunlar cumhurbaşkanı yetkilerinin oldukça geniş olduğu, parlamentonun güçlü olduğu veya ikisi arasındaki güç dengesinin söz konusu olduğu sınıflandırmalar olarak kategorize edilebilir. mayıs-haziran 2014 25 DOSYA HUKUK Yarı-başkanlık sisteminin genel teknik özelliklerine bakacak olursak sistem, yasama ve yürütmenin karşılıklı uzlaşmasına dayanan bir rejimdir. Bu sistem. parlamenter rejimlerde genel olarak ortaya çıkan ’yürütmenin istikrarsızlığı’ ve başkanlık sisteminde görülen ‘immobilizm- yani yürütme ve yasamanın kilitlenmesi’ sorununa çözüm ihtiyacı sonucu ortaya çıkmıştır. Bu sistemin parlamenter sistemlere benzer en önemli yanı ise hükümetin parlamentoya karşı sorumlu olmasıdır. Buna karşılık yarı-başkanlık rejiminde cumhurbaşkanı halk tarafından seçilerek hükümet yetkilerinin en büyük ortağı olur. Cumhurbaşkanın bu yetkilerinden ötürü, yasama ve yürütme arasında ‘kilitlenme’ olduğunda yaşanan bu kilitlenmeye ‘cohabitation’ denir. ‘Uzlaşma’ sağlanamadığında cumhurbaşkanın meclisi feshetme yetkisi bulunmaktadır. Bu rejimin bir diğer en önemli konusu ‘meşruiyet’tir. Devlet başkanın doğrudan halk tarafından seçilmesi, hukuken sahip olduğu yetkilerin anlam ifade etmesini sağlayacak ve meşruluğunu artıracaktır. Ayrıca yarı-başkanlık sistemi, başkanlık ve parlamenter sistemlerinin bazı unsurlarını barındırarak melez bir yapı olarak adlandırılan ‘hybrid’ bir karaktere sahip olduğu da söylenebilir. 26 mayıs-haziran 2014 Yarı-Başkanlık Sisteminin Olduğu Ülkeler Bu sisteme sahip en önemli örnek Fransa’dır. Günümüzde bu sistemden bahsedildiğinde akla gelen ilk ülke Fransa’dır. Diğer örnekler ise; Finlandiya, Polonya, Rusya, Portekiz, Tunus, Cezayir, Romanya ve daha birçok ülke bu hükümet sistemi doğrultusunda yönetiliyorlar. Yarı-Başkanlık sisteminin en aşikar örneği olan Fransa’da bu sistemin tarihi gelişimine ve Fransa’nın neden bu sisteme ihtiyaç duyduğu üzerinde ayrıntılı durmak gerekir. Fransa Fransa’nın 1789 Devrimi her ne kadar egemenliğin kullanımı anlamında demokratik bir açılım yaratsa da Fransa’nın XIX. Yüzyılı, ihtilallar, diktatörlükler ve Cumhuriyet rejimlerine geri dönüşlerle karmaşık bir süreç içinde geçmiştir. Ve bu karmaşık süreçlerde Fransa’da, meclis iktidarı, kişi iktidarı ve parlamenter iktidar gibi, zaman zaman değişik rejimler denenmiştir. Ve IV. Cumhuriyet’in bu istikrarsız yapısı çok parçalı bir parlamento ortaya çıkarmış ve Fransa’da 1958’e kadar geçen sürede istikrarsız bir yönetim oluşmuş ve de istikrar arayışları meydana gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, hükümet bunalımları sonucunda Cezayir’deki Fransız generaller 1958 yılında ayaklanmıştır. Ve bir hükümet darbesi gerçekleşmiştir. Bu istikrarsızlık ortamı sonucunda Fransa millet meclisinin isyancılara dayanamaması üzerine General De Gaulle başbakanlığa getirilmiş ve daha sonra bir anayasa hazırlanarak V. Cumhuriyet kurulmuştur. Böylece Fransa yarı-başkanlık hükümet sistemi ile yönetilmeye başlamıştır. Fransa’da Cumhurbaşkanı sistem gereği halk tarafından seçilip, seçim iki turda olur ve Cumhurbaşkanı oldukça geniş yetkilere sahiptir. Cumhurbaşkanı hem devlet başkanı hem de hükümetin başıdır ve başbakanı atama yetkisine sahiptir; fakat şunu da eklemek gerekir ki, başbakanı azletme yetkisine sahip değildir.4 Ve Cumhurbaşkanı bakanlar kuruluna başkanlık ederek, hükümetin faaliyetlerini yönetir. Son olarak, Fransa’nın tarihsel sürecine baktığımız zaman, bir istikrar arayışından dolayı yarı-başkanlık sisteminin tercih edildiğini söyleyebiliriz. Bir diğer önemli örnek Polonya… Polonya Polonya’nın anayasa hukuku açısından çok önemli bir yeri vardır. Çünkü Polonyalılar 1791’de Fransızlarla hemen hemen aynı günlerde yazılı anayasalarını yürürlüğe sokarak Avrupa’da bir ilki gerçekleştirmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği etkisine giren Polonya, 1980-81 dönemlerinde iç bunalım yaşamış ve ülke içinde askeri müdahaleler yaşanmıştır. Bu müdahalelerden sonra Polonya iç siyaseti çalkantılı bir döneme girmiş ve 1992 yılına kadar Stanilist Anayasa ile devam etmiştir. 1992’de geçiş anayasası hazırlanmış ve sonuç olarak da uzun çalışmaların ardından 1997 yılında bugün yürürlükte olan anayasa kabul edilmiştir. Bu şekilde Polonya rejimini belirlemiştir. Polonya’da Cumhurbaşkanı yarı-başkanlık sisteminin bir gereği olarak, doğrudan, eşit ve genel oy ilkeleri ile seçilir. Görüldüğü gibi Polonya’da da iç karışıklık, istikrarsızlık gibi faktörlerden dolayı yarı başkanlık sistemi oluşturulmuştur. Türkiye ve Yarı-Başkanlık Sistemi Türkiye’de yarı başkanlık tartışmaları 2007’de yapılan değişiklik ve 2014 cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi süreçleri ile birlikte iyice alevlenmiş ve yarı başkanlık sistemine geçilmesi yönünde kamuoyunda tartışmalar başlamıştır. 1982 darbe anayasası ile birlikte asker bir cumhurbaşkanı olan Kenan Evren, bu makamın yetkilerini artırmış ve cumhurbaşkanı, klasik parlamenter sistemde bir cumhurbaşkanın sahip olduğu yetkilerden çok daha geniş yetkilere sahip olmuştur. Buna ek olarak 2007 yılında anayasaya cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesi şartı getirilmiş ve bu değişiklik ile birlikte yarı başkanlık sistemine iyice yaklaşılmıştır. Klasik parlamenter sistemlerde cumhurbaşkanın yetkileri sembolik iken Türkiye’deki cumhurbaşkanının geniş yetkilere sahip olması, halk tarafından seçilmesi zaten bu sisteme sahip olunduğu tartışmalarını doğurmuştur. Sonuç olarak daha önce de belirttiğimiz gibi tarihsel süreçlere baktığımız zaman, bu sisteme geçişin en önemli sebebi, istikrar arama ve iç karışıkları engellemek olmuştur. Türkiye’nin mevcut sistemi klasik parlamenter sistem olmamakla birlikte kesin bir yarı başkanlık sistemi de değildir. Türkiye’nin şu an ihtiyaç duyduğu şey sistem değişikliği değil, hala yürürlükte olan darbe ve ordunun merkezi rolü düşünülerek yapılmış olan 1982 anayasasını kaldırıp yerine toplumu merkez alan demokratik bir anayasayı yürürlüğe koyabilmektir. KAYNAKÇA 1 2 3 4 Mehmet Turhan, Hükümet Sistemleri ve 1982 Anayasası, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Diyarbakır, 1989, s. 4 İbrahim Ö. Kaboğlu, Anayasa Hukuku Dersleri, Legal Kitapevi, İstanbul, 2011, s. 131 Kaboğlu, a.g.e., s. 136 http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/fransada-cumhurbaskaninin-yetkileri mayıs-haziran 2014 27 Çeviren: Cemal Taşpınar DOSYA HUKUK [email protected] Ergun Özbudun: Başkanlık Sistemi ve Parlamentarizm 1982 Anayasası’nın devlet başkanını asli görevlerle donattığı için Türkiye klasik bir parlamenter sisteme sahip olmaktan uzaktır. 2007 Değişikliyle sistem YarıBaşkanlığa doğru bir adım daha yaklaştırılmıştır. Türkiye anayasa yapım sürecinin ortasındayken, başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine geçiş tartışmaları yeniden alevlendi. Bu özet, değişikliğe iki nedenden dolayı dikkat çekiyor: (1) İlk olarak, 1982 Anayasası, başkanlığı asli görevlerle donattığı için Türkiye şu anda klasik parlamenterizme sahip değildir. Bu durum yarı başkanlık ile parlamentarizm arasında bir ‘’hibrit’’ (melez) sistem olarak tanımlanabilir. 2007 Anayasa değişikliği (düzenleme) ile hükümet sistemi yarı başkanlık sistemine bir adım daha yaklaştırıldı. İkincil olarak da, başkanlık ya da yarı başkanlık sistemi taraftarları, parlamenter sistemi sürekli olarak krizlere ve kilitlenmeye 28 mayıs-haziran 2014 yatkın olarak tanımlamasına rağmen, hükümet istikrarsızlığı, etkisizlik ve durağanlık parlamenter sistemin kaçınılmaz kaderi değildir. Aslında, yarı başkanlık sistemi krizlere ve kilitlenmelere karşı, özellikle başkan ve parlamento çoğunluğu muhalif partilerdense, daha savunmasızdır. Türkiye’de başkanlık ve parlamentarizm üzerine yapılan son tartışmalar büyük ölçüde yapay ve tutarsız görünmektedir. Türkiye, problemlerini çözebilmek ve demokratik standartlarını yükseltebilmek için kesinlikle yeni bir anayasaya ihtiyaç duymaktadır. Başkanlık ve parlamentarizm tartışmaları bu tartışılması öncelikli konulardan biri değildir ve bu, dikkati, daha önemli sorunlardan başka bir tarafa çekmemelidir. Türkiye 1982’de askeri yönetim tarafından yapılan Anayasasını yeni sivil bir anayasa ile değiştirme sürecinin ortasındayken; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 6 Haziran 2012 tarihinde bir televizyon programında başkanlık ve yarı başkanlık sistemi müzakereye açılmalıdır demesi tartışılmalı konuya yeni bir boyut kattı. Aslında bu yeni bir tartışma değildir. Eski başbakanlar Turgut Özal ve Süleyman Demirel de 1980ler ve 1990larda bu yönde değişimi savunmuşlardı. Bu öneriler ısrarlı bir şekilde sür- rak hareket etme kabiliyetine sahiptir. Bu nedenle devlet başkanının parlamenter sistemde rolü esasen sembolik ve törenseldir. 1982 Anayasası cumhurbaşkanını asli yetkilerle donatarak önemli ölçüde bu sembolik temsil yolundan sapmıştır. Anayasa’nın en uzun maddesi olan 104. madde, cumhurbaşkanının yetkilerini belirtmektedir ve cumhurbaşkanına yasama, yürütme ve yargı alanında yetki vermektedir. Tasdik imzası ve bakanlar kurulunun parlamentoya karşı siyasi sorumluluğu prensipleri var olmasına rağmen Anayasa cumhurbaşkanına belirli alanlarda, konuları açıkça belirtmeksizin, tek başına davranma yetkisi vermektedir (Madde 105). Cumhurbaşkanı 104. Maddede belirtilen her yasama yılının açılış konuşmasını yapmak, yasaları onaylamak, başbakanı atamak, TBMM adına Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başkomutanlığını yapmak gibi, doğası gereği seremonik bazı yetkilere sahip olmakla beraber diğer pek çoğu da asli ve takdiri siyasi yetkileri kapsamaktadır. Aslında, 1982 Anayasa’sı ile kurulan hükümet sistemi parlamenter model olmaktan uzaktır. Bu sistemin temel özellikleri: Bakanlar Kurulu’nun parlamentoya karşı sorumluluğu ve özü itibariyle, anayasal monarşi ya da cumhurbaşkanlığı olarak, sembolik devlet başkanlığının mevcudiyetidir. Yürütme gücü bu sistemde cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu arasında paylaşılmasına rağmen otoritenin esas kaynağı ve politika geliştirme gücü açıkça bakanlar kurulundadır. Devlet başkanı siyasi olarak sorumsuzdur ve cezai sorumluluğu parlamenter cumhuriyetlerde bile vatan hainliği ile sınırlandırılmıştır. Özellikle bu konuda cumhurbaşkanının yargı ve yüksek öğretim sisteminde sahip olduğu yetkiler kayda değerdir. Cumhurbaşkanı Anayasa Mahkemesi’nin hakimlerini, Danıştay’ın üyelerinin dörtte birini, Yargıtay başsavcısı ve yardımcısını, Askeri Yargıtay’ın ve Askeri Yüksek İdari Mahkemesi’nin hakimlerini, ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun üyelerini atamakla yetkilendirilmiştir. Benzer şekilde cumhurbaşkanı, üniversite rektörlerini ve Yüksek Öğretim Kurulu’nun üyelerini atamakla yetkilendirilmiştir. Diğer birçok durumda cumhurbaşkanın yetkisi diğer kurumlar -ilgili yüksek mahkeme ya da YÖK gibi- tarafından seçilen adaylardan birini seçmekle sınırlandırılmıştır; ancak bu durumda cumhurbaşkanlığının yetkisi yine de aslidir. Bu, aslında, devlet başkanının, kamu hukukunun iktidar ve sorumluluğun birlikteliği prensibi açısından bakıldığında önemli siyasi yetkilerden mahrum bırakıldığı anlamına geliyor. “Onaylama imzası” prensibinden dolayı devlet başkanı tek başına hareket etme otoritesine sahip değildir. Diğer bir deyişle siyasi ve cezai sorumluluğu olan başbakan ve bakanlar tarafından imzalanan işlerle ilgili olarak “onaylama imzası” bağlamında devlet başkanı ola- Nitekim 1982 Anayasası ile kurulan hükümet sistemi bu bakımdan parlamenter sistem olmaktan uzaktır. Bu nedenle bu sistem parlamenterizm ile yarı başkanlık sistemi arasında “hibrit” (melez) bir sistem ya da Fransızca bir terimle ifade etmek gerekirse “Yumuşatılmış Parlamenterizm’’ olarak tanımlanabilir. Bu tarz bir seçiminin arkasında açıkça, Askeri Konseyin(MGK) güçlü başkanlık yaratarak seçilen parlamento ve bakanlar kurulu üzerinde üst dürülmedi ve 2007 yılında yapılan önemli Anayasa Düzenlemesi haricinde, 1982 Anayasa’sı ile kurulan düzen özü itibariyle yürürlükte kaldı. mayıs-haziran 2014 29 DOSYA HUKUK Parlamenter sisteminin sık sık krizlere ve kilitlenmelere yol açtığı eleştirilerine karşın olayın özünde parlamenter sistemin, başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerine göre bu krizleri daha çabuk ve sorunsuz çözecek mekanizmalara sahip olduğunu belirtmekte fayda vardır. bir denetim mekanizması kurma arzusu bulunmaktadır. Geçici Konsey ve Devlet Başkanı olan General Kenan Evren son derece güçlü şekilde, onun ve meslektaşlarının seçilmiş politikacılara olan güvensizliğinin açık ifadesi olarak, “tarafsız bir hakem” olarak hareket edecek bir cumhurbaşkanlığını savunmuştur. Evren cumhurbaşkanlığına seçilmesini garantiye almak için Anayasa referandumu ile cumhurbaşkanlık seçimini birleştirmiştir. Böylece, Anayasa için verilecek “Evet” oyu aynı zamanda Kenan Evren’in 7 yıl sürecek cumhurbaşkanlığına verilecek ‘’Evet’’ oyu anlamı taşımaktaydı. Muhtemelen, Askeri Konsey, Evren’in görev süresinden sonra da başka bir askeri figürün ya da en azından Askeriye tarafından kabul edilebilecek sivil bir figürün seçileceğini ve böylece cumhurbaşkanın üst rolünün yakın gelecekte devam edeceğini umuyordu. Fakat bu plan başarılı olmadı. Evren’in döneminin sonuna geldikten sonra, TBMM tarafından seçilen üç cumhurbaşkanı da sivildi (Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer). Bununla birlikte, hükümet sistemi başkan ve kabine arasında çatışma yaratabilecek büyük bir potansiyele sahipti ve bu çatışmalar dört cumhurbaşkanlık dönemi boyunca canlı şekilde yaşanıldı. Cumhurbaşkanlarının asli ‘’politika yapma’’ yetkisine sahip olmamasına rağmen, Anayasa onları, hükümet kararnamelerini imzalamayı reddetme, yasaları meclise tekrar gözden geçirme için geri yollama, Anayasa Mahkemesine yasaların iptal talebi için başvurmak, Anayasal değişiklikleri referanduma götürmek gibi önemli yetkilerle donatmıştır. 30 mayıs-haziran 2014 2007 yılında Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin sonuna geldiğimizde, Türkiye ciddi bir Anayasal krizle karşı karşıya kaldı. Anayasa’nın 102. maddesinin yürürlükte bulunduğu bu dönemde, cumhurbaşkanlık seçiminin ilk iki turu için meclisin üçte ikisinin yani meclisin nitelikli çoğunluğunun, üçüncü ve dördüncü turda ise meclisin salt çoğunluğunun oyu gerekmekteydi. İktidar partisi AKP ilk iki turda adayını (Abdullah Gül) seçecek yeterli çoğunluğa sahip değildi ancak üçüncü turda seçecek yeterli çoğunluğa sahipti. Ancak, askeri ve tüm ‘’seküler kuruluşlar’’ Gül’ün adaylığına,”Seküler Cumhuriyet”i tehlikeye sokacağı korkusuyla şiddetle karşı çıktılar Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi son derece meşruluğu ve demokratikliği şüpheli şekilde cumhurbaşkanlık seçimi sürecini durdurdu. AKP çoğunluğu bu tavra küçük bir muhalefet partisi olan ANAP desteğiyle cumhurbaşkanın halk tarafından en fazla 2 defa 5 yıl için popüler destekle seçilmesini düzenleyen Anayasa’nın 102. maddesini değiştirerek cevap verdi. Anayasa değişikliği yasası görev süresi dolan Cumhurbaşkanı Sezer tarafından referanduma sunuldu ve %69 oranla onaylandı. Ancak, değişiklik yürürlüğe girmeden önce, yeni seçilen Büyük Millet Meclisi önceki yasalar usulünce Gül’ü Cumhurbaşkanlığına seçti. Böylece, 2007 Anayasa değişikliği ile hükümet sistemi yarı başkanlık sistemine bir adım daha yaklaştırıldı. Aslında, yarı başkanlık, anayasal olarak önemli asli yetkilerle donatılan ve popüler oy ile seçilen cumhurbaşkanı ile parlamentoya karşı sorumlu bakanlar kurulundan oluşur. Diğer bir deyişle, yarı başkanlık parlamenterizm ile başkanlık sisteminin belirli özelliklerini birleştirmektedir; ama başkanlık sisteminin aksine güçler ayrılığı yasama ve yürütme arasında olmaktan ziyade daha çok yürütmenin kendi içindedir. Bu ayrılıkta parlamentonun güvenine bağlı olan Bakanlar Kurulu ve popüler oyla seçilmiş Cumhurbaşkanı arasında gerçekleşmektedir. Bu konu yarı başkanlığın en problemli özelliğini barındırmaktadır. Bir yandan eğer cumhurbaşkanı ve parlamento çoğunluğu aynı partiden ya da siyasi eğilimdense, sistemin uyum içinde çalışması beklenir. Diğer bir yandansa eğer cumhurbaşkanı ve parlamento çoğunluğu karşıt siyasi eğilimlere bağlılarsa sistem yürütme içinde sürekli bir çatışma potansiyeline sahiptir. Bu krizden muhtemel çıkış yolu ise cumhurbaşkanın, yerine daha anlaşmacı bir parlamento çoğunluğunun kurulması umuduyla, parlamentoyu feshetmesidir. Ancak böyle bir sonucun garantisi yok. Diğer çözüm de, V. Fransa Cumhuriyeti’ndeki “uyumluluk” döneminde gözlemlenen, cumhurbaşkanının karşıt parlamento çoğunluğu karşısında daha pasif bir role çekilmesidir. Türkiye’de yapılan son değişikliklerle popüler oyla seçilmiş, geniş ve asli yetkilere sahip bir cumhurbaşkanlığı ile parlamentoya karşı sorumlu kabinenin mevcut olduğu sistemden, yarı başkanlık sistemine “değişim”i öneren müdafilerin gerçekte neyi savunduğu net değildir. Son değişikler halihazırda bu tarz bir sistemin önemli gerekliliklerini karşılamaktadır. Sistemin taraftarları cumhurbaşkanına ekstra yetki verilmesini öneriyorsa da şimdiye dek bunların ne olması gerektiğini netleştirmediler. Bazı AKP temsilcileri başbakanın cumhurbaşkanı tarafından atanması çağrısında bulundular. Ancak, bu zaten son düzenlemelerle birlikte cumhurbaşka- nına verilen yetkilerdendir. Elbette bu yetki keyfi değildir. Cumhurbaşkanı, parlamentodan güvenoyu alması muhtemel birini atamak zorundadır; bu tüm yarı başkanlık sistemlerinin en önemli özelliklerinden biridir. Eğer parlamentonun güvenoyu vermesi zorunluluğu yürürlükten kaldırılırsa bu sistem artık yarı başkanlık sistemi olamaz; maskeli bir başkanlık sistemi olur. Muhtemel ek yetkilerden biri cumhurbaşkanına meclisi yeni seçimlere gidilmesi için feshetme yetkisinin verilmesidir. Ancak, var olan Anayasa (Madde 116) halihazırda cumhurbaşkanına bu yetkiyi, yeni hükümetin 45 gün içinde kurulamaması gibi belirli durumlarda kullanmak üzere vermektedir. Bu koşullu yetkiye rağmen, cumhurbaşkanı, atadığı insanların mecliste güvenoyu alamayarak meclisin feshedilmesine neden olacak koşulları yaratabilir ve böylece 45 gün koşulunu sağlayabilir. Diğer bir olasılık da anayasaya cumhurbaşkanın Fransa’daki gibi bakanlar kuruluna başkanlık etmesiyle alakalı bir hükmün eklenmesidir. Bu da çok önemli bir değişikliği ifade etmiyor çünkü son düzenlemelerle birlikte, cumhurbaşkanı bu tür toplantılara ne zaman gerek duyarsa başkanlık yapabilir. Sıkıyönemayıs-haziran 2014 31 DOSYA HUKUK Türkiye’de yapılan parlamenter sistem ile başkanlık sistemi tartışmaları bağlamından koparılmış, iyi düşünülmemiş tartışmalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Öncelikle Türkiye’nin neye ihtiyacı olduğuna bakmak gerekmektedir yeni bir sistem mi yeni sivil bir anayasa mı? Sorunların temelinde yatan şey hala günümüz siyasi koşullarını düzenleyecek ve yön verecek; üzerine anlaşılmış bir sivil anayasanın yapılamamış olmasıdır. tim, olağanüstü hal ve geçici yasalar yapma gibi belirli konularda cumhurbaşkanının bakanlar kuruluna başkanlık etmesi zorunludur. Başkanlık ya da yarı başkanlık sistemi destekçileri parlamenterizmi sürekli krizlere ve kilitlenmelere eğilimli olarak tanımlamaktadır. Eleştiriler muhtemelen 1970lerin ve 90ların başarısız koalisyonlarından dolayı akılda yer etmiştir. Ancak, hükümet istikrarsızlığı, etkisizlik ve hareketsizlik parlamenter sistemlerin kaçınılmaz kaderi değildir. Birçok parlamenter rejime sahip devlet tek parti hükümetleriyle ya da oldukça uyumlu koalisyon hükümetleriyle etkin bir şekilde çalışmaktadır. Türkiye 196571 ile 83-91 arasında ve 2002’den beri efektif tek parti yönetimine sahiptir. Aslında, parlamenter sistem sürekli kilitlenmelerden kaçınacak mekanizmaları da içerir. Eğer parlamento çoğunluğu hükümetin değişmesini, çoğunluk partisinden istifalar, koalisyonun dağılması gibi nedenlerden dolayı destekliyorsa, güvensizlik oyu ve parlamentoyu dağıtma yetkisi gibi iki mekanizmayı çalıştırarak krizlere son verebilir ve yeni parlamentonun çoğunluğunu yansıtan bir hükümet kurulmasına yardımcı olabilir. 32 mayıs-haziran 2014 Bunun tam tersine, ne başkanlık ne de yarı başkanlık sistemi bu tarz kilitlenmeleri çözecek mekanizmaları bulundurmamaktadır. Yukarıda bahsedildiği üzere, yarı başkanlık sistemi, özellikle cumhurbaşkanlık ve parlamento çoğunluğu karşıt partiler tarafından kontrol ediliyorsa krizlere ve kilitlenmelere karşı oldukça savunmasızdır. Başkanın ve parlamentonun ayrı ayrı, belirli bir dönem için seçildiği başkanlık sisteminde ise iki yapının birbirini sonlandırmak gibi bir yetkisi bulunmamaktadır ve bu yolla yürütmede istikrar ve maksimum uyum sağlanmaktadır. Başkan siyasi projelerini sürdürmek için gerekli olan yeni yasa yapımı ve yönetiminin bütçesi için yasamanın onayına ihtiyaç duymaktadır. Yine, eğer iki erk karşıt partiler tarafından kontrol ediliyorsa kilitlenmeyi bitirecek anayasal bir mekanizma bulunmamaktadır. Başkanlık sisteminin Türk destekçilerinin kafasında açıkça Amerika modeli bulunmaktadır. Ancak Amerikan modelinin başarısı anayasal düzenlemelerden dolayı değil Amerikan partilerinin ve parti sistemlerinin benzersiz yapısıyla alakalıdır. Amerikan siyasi partilerinin gevşek yapılanmış, ideolojik olmayan, disiplinsiz ve pragmatik doğası iki erkin farklı partiler tarafından kontrol edildiği zaman anlaşmaya varmalarını mümkün kılmaktadır. Bazı yazarlar Amerikan sisteminin anayasaları nedeniyle değil, anayasalarına rağmen etkin çalıştığını iddia ediyorlar. Açıkçası, bu sistem partilerin ideolojik çekişmesinin eskilere dayandığı ve partilerin oldukça güçlü organize ve disiplinli yapılar olarak karşımıza çıktığı yerlerde uygulanamaz. Sonuç olarak, Türkiye’de başkanlık ve parlamentarizm üzerine yapılan son tartışmalar büyük ölçüde yapay ve tutarsız görünmektedir. Türkiye, problemlerini çözebilmek ve demokratik standartlarını yükseltebilmek için kesinlikle yeni bir anayasaya ihtiyaç duymaktadır. Başkanlık ve parlamentarizm tartışmaları bu tartışılması öncelikli konulardan biri değildir ve bu tartışma daha önemli sorunlar vakiiyken dikkati dağıtmamalıdır. (Global Turkey in Europe, Prof.Dr.Ergun Özbudun, Policy Brief, Temmuz 2012) Türkiye’nin Siyasi Sistem Arayışları dOSYA TEK Soru İki Cevap Röportaj: Mehmet Yavuz & Meryem Solmaz Süreç Analiz olarak bu sayımızda Türkiye’nin mevcut siyasi sistemini analiz etmek ve olası bir siyasi sistem değişikliğinin Türkiye için getireceği avantajları veya dezavantajları inceleyip anlamak üzere İstanbul Şehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Serap Yazıcı ve Prof. Dr. Ergun Özbudun ile röportajımızı gerçekleştirdik. Atatürk’ün cumhurbaşkanı olarak yönettiği Türkiye en çok hangi sisteme yakındı? Günümüzdeki başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter rejim tartışmaları o zaman yapılsaydı Türkiye’yi hangi sisteme yakın bulurdunuz? Serap Yazıcı: 1921 Anayasası, Meclis Hükûmeti sistemini kabul etmişti. Gerçekten Anayasa, yasama-yürütme ilişkilerinde yasama organını yürütmeye karşı üstün kılacak hükümler içermekteydi. Bu bağlamda, yürütme organı monist, tek unsurlu bir yapıdan oluşmakta, yürütme yetkisini kullanacak olan bakanlar (Anayasa’nın deyimi ile icra vekilleri), Meclis tarafından kendi üyeleri arasından seçilmekteydi. Meclis, bakanları düşürme yetkisine sahip olduğu halde, icra vekilleri heyetinin meclisi fesih yetkisi bulunmamaktaydı. 1921 Anayasasında, 1923’te yapılan değişiklikle, devlet şeklinin cumhuriyet olduğunun kabulü ile birlikte, hükûmet sistemi üzerinde de kısmî bir değişiklik gerçekleşti. Bu bağlamda bir devlet başkanlığı makamı yaratılarak, yürütme organı cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulundan oluşan düalist bir yapıya sahip kılındı. Ayrıca, hükûmetin kuruluş prosedürü de kısmen değiştirilmiş oldu. Buna göre cumhurbaşkanı, meclis üyeleri içinden başbakanı seçecek, başbakan ise gene meclis üyeleri arasından bakanları belirleyecek; bakanlar kurulu listesini cumhurbaşkanına sunacaktı. Cumhurbaşkanı ise, bu listeyi meclisin onayına sunmaktaydı. Meclisin onay iradesini açıklamasıyla birlikte, hükûmet hukuken varlık kazanmaktaydı. 1923 Anayasa değişikliği, Türkiye’de meclis hükûmetinden pârlamentarizme geçiş yönünde mayıs-haziran 2014 33 dOSYA TEK Soru İki Cevap atılan ilk adım olarak değerlendirilebilir. Bu değişiklikle beraber, yaratılan cumhurbaşkanlığı makamına, modern Türkiye’nin kurucusu olan Atatürk seçilmiştir. 1924 Anayasasının yürürlüğe girmesi, parlâmentarizm yönündeki evrimi daha da ilerletmiş, bu Anayasa döneminde de Atatürk, hayatta kaldığı sürece meclis tarafından cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. Atatürk’ün vefatından sonra ise, cumhurbaşkanlığına ikinci adam olarak görülen İsmet İnönü seçilmiştir. Bu tablo, çok-partili siyasi düzene geçişten sonra, 1950 seçimlerinde demokrat partinin hükûmeti kuracak çoğunluğu elde etmesiyle değişmiştir. 1924 Anayasasının cumhurbaşkanının seçimini düzenleyen 31’inci maddesi, meclise bir seçim dönemi için cumhurbaşkanını seçme yetkisini tanıdığından, hükûmeti kuracak çoğunluğu elde eden parti aynı zamanda cumhurbaşkanını da seçebilmektedir. Böylece 1950’den 27 Mayıs askeri müdahalesine kadar Celal Bayar cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. Soruya geri dönecek olursak, Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye, tek-partili bir sisteme sahipti. Nihai hedefi ne olursa olsun, tek-parti hakimiyetine dayanan bir sistem, demokrasinin tanımı ile bağdaşmayacağından, bu dönemi bir otoritarizm örneği olarak değerlendirmek gerekir. Atatürk’ün ilk kez cumhurbaşkanlığına seçildiği 1923’ten hemen sonra 34 mayıs-haziran 2014 2. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1924 Anayasasını kabul etmişti. Bu Anayasa, daha önce vurguladığım gibi, Meclis hükûmeti ile parlâmentarizmin bazı özelliklerini birleştiren karma bir hükûmet modeli kabul etmekteydi. Bu model içinde Cumhurbaşkanlığı makamında olan Atatürk’ün yeni rejimin kurucu lideri olması, güçlü bir karizmaya sahip olması, kendisinin fiili bir başkan olarak hareket ettiği şeklinde yorumlanabilir. Ancak kanımca, Atatürk’ün konumu, ABD başkanlık sistemindeki bir başkandan daha da güçlüydü. Çünkü kendisi, ABD başkanından farklı olarak hem yasama, hem de yürütme sürecinin kontrolünü elinde bulundurmaktaydı. Lideri bulunduğu CHP’nin milletvekillerinin, onun iradesi dışında hareket etmesi mümkün değildi. 1982 Anayasası ise ki Evren Anayasası olarak da adlandırılıyor, Evren’in cumhurbaşkanlığı düşüncesiyle cumhurbaşkanlığına önemli yetkiler vermiştir ama parlamenter sistemden de tümüyle sapmamıştır. Ergun Özbudun: Şimdi başta da söylediğim gibi bu mukayese doğru bir mukayese değildir. Bir otoriter sistemle demokratik bir sistemi mukayese ediyoruz. 1924 Anayasasına baktığımızda orada cumhurbaşkanı hukuken hemen hemen yetkisiz bir devlet başkanı ama fiiliyata baktığınızda her şeye hakim. Çünkü bu tek parti sisteminin doğasından geliyor, parti lideri aynı zamanda siyasi sistemin de en belirleyici unsuru oluyor. Dolayısıyla böyle bir mukayese doğru değil. Biz bugüne bakalım. Bugünle mukayese yanıltıcı olur. O dönemde hukuken kabul edilmiş sistem bir meclis hükümetidir ama sistemin işleyişinin onunla alakası yok. Gerçi kağıt üzerinde meclis en üstün organ gibi gözüküyor. Ama meclis tek partili bir meclis. Milletvekili adaylarını da parti içinde üç kişilik bir yüksek komite seçiyor. Genel başkan olarak Atatürk, genel başkan vekili olarak İsmet İnönü ve genel sekreter. Dolayısıyla bu herhangi bir şekilde demokratik hükümet sistemlerine örnek olacak bir sistem değil. 2007 değişikliği ile birlikte Türkiye, yarı-başkanlığa bir adım daha yaklaştığı halde, bu sisteme özgü olan çatışmayı çözme yetkisini, yani parlâmentoyu fesih yetkisini cumhurbaşkanına sunmamıştır. Bu nedenle, 12’nci Cumhurbaşkanının seçiminden sonra Türkiye’nin ne tür bir sürece gireceğini tahmin etmek kolay değildir. esasına dayanır. Ne var ki bu sistemde, yürütmenin iki kanadı arasında çatışma yaşanması halinde, bu çatışmayı çözmenin anahtarı, parlâmentoyu fesih yetkisi dolayısıyla cumhurbaşkanına aittir. 27 Nisan e-Muhtırası sonrası yapılan anayasal değişiklikler ve referandum sonrası Türkiye politik sistemi nasıl değişikliklere uğradı? Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu politik rejimi nasıl değerlendiriyorsunuz? 2007 değişikliği ile birlikte Türkiye, yarı-başkanlığa bir adım daha yaklaştığı halde, bu sisteme özgü olan çatışmayı çözme yetkisini, yani parlâmentoyu fesih yetkisini cumhurbaşkanına sunmamıştır. Bu nedenle, 12’nci Cumhurbaşkanının seçiminden sonra Türkiye’nin ne tür bir sürece gireceğini tahmin etmek kolay değildir. Serap Yazıcı: 1982 Anayasası, daha once de belirttiğim gibi, melez bir hükûmet modelini benimsemiştir. Bu model içinde Cumhurbaşkanı, güçlü anayasal yetkileri aracılığıyla hükûmet ve parlâmento çoğunluğunu engelleyecek bir konumdadır. Bu yapı 2007’de cumhurbaşkanını seçme yetkisinin halka tanınmasını sağlayan anayasa değişikliğinin kabulü ile daha da belirginleşmiştir. Böylece, güçlü anayasal yetkileri olan, aynı zamanda halkın seçtiği cumhurbaşkanı, hükûmet ve parlâmento çoğunluğu karşısında daha da güçlü bir aktöre dönüşecektir. Bu ise, cumhurbaşkanıyla parlâmento çoğunluğunun farklı siyasi eğilimlerde olmaları halinde, devlet hayatının kilitlenebileceği izlenimini vermektedir. Cumhurbaşkanıyla parlâmento çoğunluğunun yahut bakanlar kurulunun çatışma içine girmesi, aslında yarı-başkanlık sistemine özgüdür. Çünkü yarı-başkanlık sistemleri, güçlü bir cumhurbaşkanlığı Öte yandan, Cumhurbaşkanını halkın seçmesi usulü, doğası gereği olarak siyasal süreci kutuplaştıran bir etkiye sahiptir. Zaten çeşitli faktörlerin etkisiyle kutuplaşmış olan Türkiye siyaseti, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla, daha da kutuplaşmış bir görüntü sergilemektedir. Öyle sanıyorum ki, partilerin cumhurbaşkanı adayları kesinleştikten ve adaylar miting meydanlarına çıktıktan sonra, bu kutuplaşmanın dozu daha da yükselecektir. Oysa, Türkiye’nin kutuplaşmaya değil, bir an önce ılımlılaşmaya ihtiyacı vardır. Siyasal aktörler arasındaki çekişme ve çatışmalar, seçmenlerde de çatışmacı ve kavgacı bir üslup yaratmaktadır. Bu ise Türkiye’yi öfkeli kalabalıklara mahkum etmektedir. Bu öfkeyi yatıştırmanın ve bu öfkeyle gelmesi muhtemel olan problemleri çözmenin en etkili araçlarından biri, siyasal aktörlerin üsluplarını yumuşatmaları olacaktır. mayıs-haziran 2014 35 dOSYA TEK Soru İki Cevap halkça seçiliyor. Önemli diyebileceğimiz yetkiler zaten 82 Anayasasının başından beri mevcut. Bunlara herhangi bir ilave olmadı fakat yine de mesela yarı-başkanlık sisteminin prototipi olarak 5.Fransız Cumhuriyeti’ni düşünecek olursak Türkiye’de cumhurbaşkanı Fransa cumhurbaşkanı kadar güçlü yetkilere sahip değil. Yani politika oluşturucu makam değil. Evet bazı önemli tayin yetkileri var, bazı önemli engelleme yetkileri var mesela bir kanunu tekrar görüşülmek üzere meclise iade etmek veya anayasa mahkemesinde iptal davaası açmak, kararnameleri imzalamamak eğer istiyorsa. Fakat dikkat ediyorsanız bunlar engelleyici yetkilerdir, politika yapıcı yetkiler değildir. Onun için bugün hala Türkiye’nin politik sistemi melez bir sistemdir. Yani bir yanıyla parlamenter rejim ilkelerine dayanan ama bir yanıyla da saf parlamentarizme dayanmayan güçlü bir cumhurbaşkanlığı makamı oluşturan, bugünkü tartışmalarda zaten bu melez nitelikten kaynaklanıyor. Ergun Özbudun: 1982 Anayasası klasik parlamenter sistemden sapan bir anayasadır. Çünkü klasik parlamenter hükümet modelinde devlet başkanı ister monark olsun ister cumhurbaşkanı olsun sembolik ve temsili yetkilerle donatılmış fakat siyaseti üretme konumunda olmayan bir devlet adamıdır. 1982 Anayasası ise ki Evren Anayasası olarak da adlandırılıyor, Evren’in cumhurbaşkanlığı düşüncesiyle cumhurbaşkanlığına önemli yetkiler vermiştir ama parlamenter sistemden de tümüyle sapmamıştır. Parlamenter sistemin temel kuralı olan bakanlar kurulunun meclise karşı sorumluluğu, karşı imza mecburiyeti ve cumhurbaşkanının bazı istisnalar dışında bütün işlemlerinin karşı imza yani başbakan ve ilgili bakanların imzasına tabi olması gibi parlamenter ilkeler muhafaza edilmiştir. Dolayısıyla 82 Anayasası’nın kurduğu sistem klasik parlamentarizmden bir ölçüde sapmakla birlikte yine de bir başkanlık veya yarı-başkanlık sistemi değildir. 2007 değişikliği ile birlikte system bir miktar daha yarı-başkanlık sitemine yaklaşmıştır. Çünkü yarıbaşkanlık sisteminin iki özelliği var. Biri başkanın halkça seçilmesi ikincisi başkanın önemli anayasal yetkilere sahip olması. 2007 değişikliğiyle bunlardan ilki gerçekleşti, bundan böyle cumhurbaşkanı 36 mayıs-haziran 2014 Türkiye’de özellikle Özal’dan beri neden başkanlık sistemine geçiş ile ilgili tartışmaların yükseldiğini düşünüyorsunuz? Serap Yazıcı: Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Tayyip Erdoğan gibi karizmatik gücü olan, seçmenleri peşinden sürükleme yeteneği olan liderler, başkanlık veya yarı-başkanlık sistemine geçmeyi de hayal ettiler. Bu liderlerin önemli ortak paydalarından biri, Türkiye’de ekonomik ve siyasi köklü dönüşümleri arzu etmeleri. Bu arzu özellikle merhum Özal ve Erdoğan yönünden daha da belirgin. Bu yüzden bu liderler, Bakanlar Kurulunu bu kurulda bakanların kendilerine karşı muhalif görüşler sergilemelerini, hedeflerine ulaşma bakımından bir tür engel gibi görüyor olabilirler. Bu, özellikle Sayın Erdoğan yönünden daha da güçlü bir varsayım. Dolayısıyla, yürütme cihazına tek başına hakim olma arzusu, başkanlık sistemini cazip kılan bir faktör. Ancak burada, önemli bir yanılgıya işaret etmek gerekir. Arkasında güçlü parlâmento çoğunluğu olan bir başbakan, hem yürütmeye, hem de yasamaya hakim olduğu halde, ABD modelindeki bir başkan, sadece yürütmeye hakimdir. Bu ise, başkanla yasa- Türkiye’de başkanlık sistemine geçildiği takdirde ABD’ye değil Latin Amerika’ya benzer bir tablonun doğma olasılığı daha güçlüdür. Gerçekten Türkiye’de partilerarasındaki ideolojik ayrılıklar, bu ayrılıkların kutuplaşma ve çatışmayı besleyen yapısı, başkanlık sistemiyle birleştiği takdirde, Latin Amerika’daki gibi bir tablonun doğması kaçınılmaz olabilir. ma çoğunluğunun birbirine muhalif olması halinde, kilitlenmeye yol açabilir. Başkanlık sisteminde bu kilitlenmeyi çözecek bir anahtar mevcut değildir. Bu nedenle ben, Türkiye’nin başkanlık sistemine geçişini isabetli bir tercih olarak görmüyorum. Ergun Özbudun: Bu tartışmalar yükseldi ama şu ana kadar da bir neticeye ulaşılamadı belki psikolojik boyuttan düşünelim. Özal da Demirel de uzun bir siyasi kariyerde ve başbakanlık mevkinden cumhurbaşkanı seçilmiş kişiler ve dolayısıyla politikada belirleyici bir rol oynamak istediler. Dolayısıyla Özal başkanlık sistemini savundu, Demirel bir yarı başkanlık sistemini savundu. Ama her iki dönemde de bu yeterli bir toplumsal destek ve siyasal bir destek bulamadı. Şuan da sayın Erdoğan’ın da aynı arzu içerisinde olduğu anlaşılıyor. Ama şu ana kadar da böyle bir system değişikliği gerçekleşmiş değil. Başkanlık sisteminin Türkiye’ye uygulanabilirliğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Serap Yazıcı: Daha önce de belirttiğim gibi, Türkiye’nin başkanlık sistemine geçişini doğru bulmuyorum. Bu görüşümün bugünki konjonktürle ilişkisi olmadığını, genel ve soyut olduğunu ifade etmek isterim. Ilk baskısı 2002’de yapılan Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Sistemleri Türkiye İçin Bir Değerlendirme başlıklı kitabımda da, bu görüşe karşı çıkmıştım. Her şeyden önce başkanlık sistemi, ABD anayasa yapıcılarının bir bakıma çaresizliklerinden doğan bir modeldir. Ingiltere’de mutlak monarşi, parlamenter monarşi yönünde evrim geçirirken, Birleşik Devletleri kuran güçler, bir monarşiye sahip olmadıklarından, parlâmenter monarşiye sahip olma imkanından da yoksundular. Bu yüzden Sartori’nin deyimiyle, halkın seçtiği bir kral yaratmaya mecbur kaldılar. Böylece başkanlık sistemi ortaya çıktı. ABD başkanlık sistemi, öylesine kendine özgü özelliklere sahiptir ki, bu özellikleri başka topraklara ithal ederek oradaki gibi nisbeten iyi işleyen bir sistem yaratmak, neredeyse imkansızdır. ABD’de iki parti sisteminin varlığı, bu partiler arasında derin ayrılıkların olmaması, kanun yapma sürecini kolaylaştıran güçlü bir sivil toplumun ve lobi şirketlerinin varlığı, başkanlık sisteminin en önemli problem olan yasama ve yürütme süreçlerinin kilitlenmesini önlemektedir. Buna rağmen ABD başkanları zaman zaman bütçelerinin Kongrede kabul edilmemesinden kaynaklanan sıkıntılar yaşamışlardır. Başkanlık bütçesinin kabul edilmemesi, devlet memurlarının maaşlarının ödenmemesi, kısacası devlet hayatının kilitlenmesi anlamına gelmektedir. Nitekim geçtiğimiz yıl Obama da bu sorunu yaşadı. mayıs-haziran 2014 37 dOSYA TEK Soru İki Cevap Başkanlık sistemini uygulayan Latin Amerika’ya baktığımızda ise, tablo hiç de imrendirici değildir. Latin Amerika’da başkanlar, yasama-yürütme süreçlerinin kilitlenmesi karşısında, bu kilitlenmeyi aşmak için yasamayı bypass eden, ülkeyi kararnamelerle yönetme yöntemine başvurmuşlardır. Bu ise, yönetimde kişiselleşme ve otoritarizme yol açmıştır. Türkiye’de başkanlık sistemine geçildiği takdirde ABD’ye değil Latin Amerika’ya benzer bir tablonun doğma olasılığı daha güçlüdür. Gerçekten Türkiye’de partiler-arasındaki ideolojik ayrılıklar, bu ayrılıkların kutuplaşma ve çatışmayı besleyen yapısı, başkanlık sistemiyle birleştiği takdirde, Latin Amerika’daki gibi bir tablonun doğması kaçınılmaz olabilir. Bu nedenle başkanlık sistemine geçmek yerine, demokratik muhalefeti daha güçlü ve etkili kılan çoğulcu demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü güçlendiren anayasal ve yasal reformlara yönelmek, beraberinde parlâmentarizmi muhafaza etmek, Türkiye için daha isabetli bir tercih olacaktır. Ergun Özbudun: Meslek hayatımın başından beri başkanlık sisteminin Türkiye için olumsuz sonuçlar doğuracağına inanıyorum. Bir defa başkanlık sistemi eğer Amerika’daki örneği ele alacak olursak tıkanmalara elverişli bir sistemdir. Yani başkan ve yasama organı ayrı seçimlerde ve sabit sürelerde seçilir. Bu dönemde ne başkan kongreyi feshedebilir ne de kongre başkanı düşürebilir. Dolayısıyla bunların zıt çoğunluklara mensup olduğu düşünülürse aralarında ciddi sürtüşmelerin ve politik tıkanmaların ortaya 38 mayıs-haziran 2014 çıkması ihtimali güçlüdür. Amerika’da bu nadiren oluyor. Çünkü Amerikan siyasi kültürü pragmatik ve uzlaşmacılık üzerine kuruludur. Partiler arasında derin ideolojik ihtilaflar yoktur. Ama Amerika’da bile başkanla kongrenin ihtilafı yüzünden sistemde bir takım aksaklıklar oluyor. Bir dönemde Clinton zamanında kongre başkanın bütçesini onaylamadığı için bir kaç ay federal memurların maaşı dahi verilemedi. Türkiye gibi çatışmacılığın hakim olduğu bir siyasal kültürde bu sakıncalar tabi misliyle mevcuttur. Dolayısıyla ben başkanlık sistemine hiç bir zaman taraf olmadım bugün de değilim. Yeni anayasanın yapılamadığı bir siyasi ortamda mevcut anayasa koşullarında başkanlık sistemini tartışmak sizce nasıl implikasyonlara sahiptir? Serap Yazıcı: Türkiye’nin en acil ihtiyacı hukukun üstünlüğü ve çoğulcu demokrasiyi güvence altına alacak köklü bir anayasa reformunu gerçekleştirmek, bu reformun gereği olan zihniyet değişikliğini teşvik edecek projeleri uygulamaya koymaktır. Doğrusunu isterseniz, bugün içinde bulunduğumuz ortamda ne yeni bir anayasa yapabilmenin, ne de kısmî anayasa değişiklikleriyle demokratik çoğulculuğu güvence altına alabilmenin koşulları mevcuttur. Bugün Türkiye’de toplumun önemli bir çoğunluğunun demokratik kurumların sağlıklı bir biçimde işleyebileceğine dair ümidi kalmamıştır. Her şeyden önemlisi, hukukun üstünlüğüne ve bunun en temel güvencesi olan yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığına duyulan güven, önemli ölçüde zaafa uğramış- tır. Böyle bir ortamda başkanlık sistemine geçip geçmemek yönünde tartışma yapmak, Bizans düşerken, meleklerin cinsiyetinin ne olduğunu tartışmak kadar abes görünmektedir. Ergun Özbudun: Adalet ve Kalkınma Partisi anayasa uzlaşma komisyonunda bu öneriyi getirdi fakat komisyondaki diğer üç partiden hiçbiri bu öneriye sıcak bakmadı. Dolayısıyla komisyon düzeyinde bir sonuç alınamadı. AKP’nin anayasayı sadece kendi oylarıyla değiştirecek bir çoğunluğa sahip olmaması nedeniyle bunu parlamentoda gerçekleştirmekte mümkün değil. Dolayısıyla bu tartışma devam ediyor ama şu anda öyle bir eğilim görülmüyor. Eğer önümüzdeki 2015 teki oluşacak parlamento anayasayı değiştirecek bir çoğunluk elde etmediği takdirde böyle bir sistemin gerçekleşme ihtimali görünmüyor. Türkiye’de parlamenter sistemin işleyişini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne tür zaafları olduğunu düşünüyorsunuz? Serap Yazıcı: Türkiye’de 1982 Anayasasıyla kurulan sistem, parlâmentarizmin tanımına tam olarak uymuyor. Cumhurbaşkanına tanınan yetkilerin genişliği, parlâmentarizmden önemli bir sapmayı ifade etmektedir. 2007 değişiklikleriyle cumhurbaşkanını seçme yetkisinin halka tanınması, parlâmentarizmden daha da büyük bir sapmayı ifade etmektedir. Bu bakımdan, önemli sorunlardan biri, hükûmet sisteminin bu melez niteliğidir. Bu sorunu çözmek için, iki yöntem düşünülebilir. Bunlardan biri cumhurbaşkanına parlâmentoyu fesih yetkisi tanıyarak yarı-başkanlık sistemine geçmek, böylece güçlü cumhurbaşkanıyla bakanlar kurulu arasındaki çatışmanın sistemi kilitlemesini önlemek. İkinci yöntem, cumhurbaşkanının yetkilerini sembolik konularla sınırlamak, cumhurbaşkanını seçme yetkisini, evvelce olduğu gibi parlâmentoya tanımak. Böylece klasik parlâmentarizme dönüş yapmak. Benim tercihim, bu ikincisinden yana. Öte yandan, parlâmentarizmin sağlıklı olarak işleyebilmesi için, yatay ve dikey hesap verme me- 1994-2002 arasında rahmetli Ecevit’in başkanlığında üç partili koalisyon oldukça farklı ideolojik eğilimlere sahip oldukları halde ahenkli çalışmıştır. Mesela 2001 Anayasa değişiklikleri gibi oldukça önemli anayasa değişiklikleri bu dönemde ve üç partinin işbirliği ile gerçekleşmiştir. kanizmalarının güçlendirilmesi gerekir. Bu ise, bir yönüyle hukuk devleti mekanizmalarını güçlendirmeyi, hukuka güven duygusunu pekiştirmeyi, diğer yönüyle de demokratik muhalefeti etkili kılmayı gerektirir. Hukuk devleti mekanizmalarının güçlendirilmesi, yargının tarafsızlık ve bağımsızlığını garanti altına almayı ve tüm yasama yürütme işlemlerini, idarî eylem ve işlemleri yargı denetimine tâbi kılmayı gerektirir. Demokratik muhalefetin güçlendirilmesi ise, başta ifade hürriyeti olmak üzere bu hürriyetten mülhem olan basın hürriyetini, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını ve her türlü örgütlenme hürriyetini güçlendirmeyi gerektirir. Bundan başka, parlâmento içi muhalefetin, parlâmento çalışmaları sırasında daha etkili olmasını sağlayacak tedbirlere de ihtiyaç vardır. Bütün bu reformlar, tek başına cenneti vaad etmeyecektir. Ancak bu reformlarla birlikte, demokrasi ve hukuk devleti kültürü teşvik edileceğinden, zamanla siyasal ve sosyal sorunların daha barışçıl ve uzlaşmacı yöntemlerle çözülebileceği bir siyasal atmosfer doğabilecektir. Ergun Özbudun: O zaaflarda abartılıyor, başkanlık sistemi savunucuları tarafından. Koalisyonlar her zaman büyük bir felaket olarak gösteriliyor. Oysa mesela Avrupa deneyimine baktığımız zaman gayet iyi işleyen ahenkli koalisyonlar var. Türkiye’de bazı dönemlerde koalisyon hükümetleri başarılı olmuştur. Mesela 1994-2002 arasında rahmetli Ecevit’in başkanlığında üç partili koalisyon oldukça farklı ideolojik eğilimlere sahip oldukları halde ahenkli çalışmıştır. Mesela 2001 Anayasa değişikmayıs-haziran 2014 39 dOSYA TEK Soru İki Cevap likleri gibi oldukça önemli anayasa değişiklikleri bu dönemde ve üç partinin işbirliği ile gerçekleşmiştir. Avrupa Birliği yolundaki üç uyum paketi de yine bu dönemde çıkmıştır. Yani koalisyon hükümetlerine her zaman büyük bir felaket kaçınılması gereken biro lay telakki etmemek lazım. Tabi bunun yanında başarısız koalisyon hükümetleri de olmuştur. Ama bunlara bir ak ve kara zihniyeti ile bakmamak lazım. Tartışılan seçim sistemleri bağlamında hükümet sistemi tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tartışmalar arasında bir ilişki görüyor musunuz? Serap Yazıcı: Yüzde 10 ülke barajının yüksek olduğu, dünyada emsali bulunmadığı bir gerçek. Bu yüzden, bu barajın yüzde 5 gibi makul bir seviyeye indirilmesi, öteden beri tartışılıyor. geçtiğimiz haftalarda, hükûmetin, seçim sistemi değişikliğini masaya yatırdığı ve partinin yetkili organlarında bir süre tartışıldıktan sonra bu değişiklikten vazgeçildiği biliniyor. Aslını arasanız, seçim sistemi üzerinde özellikle çoğunlukçu model ile nisbî temsilin saf örneklerinden birine yönelecek köklü bir değişiklik yapmak, pek kolay görünmüyor. Bildiğiniz gibi nisbî temsil sistemi temsilde adaleti, çoğunluk sistemi ise yönetimde istikrarı teşvik etmektedir. Aynı anda hem temsilde adaleti, hem de yönetimde istikrarı teşvik edecek bir sistem yaratmak mümkün değildir. Anayasamızın 67’nci maddesinde, 1995’te yapılan bir değişiklikle, “Seçim kanunları, temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenir” hükmü kabul edilmiştir. Bu hüküm karşısında yasama organı nispi temsilin veya çoğunluk sistemlerinin saf örneklerinden birine yönelme imkânına sahip değildir. Bu tür saf örneklere dayanan bir seçim kanunu değişikliği, büyük ihtimalle Anayasa Mahkemesinin iptal engeline takılabilecektir. Nitekim AKP yetkilileri de bu olasılığı düşünerek, seçim sistemi değişikliğinden vazgeçmişlerdir. Sorunuzun diğer boyutuna gelince, seçim sistemi değişikliği ile başkanlık sistemi tercihi arasında elbette hükûmet yetkilileri bakımından geleceğe 40 mayıs-haziran 2014 dönük sonuçların birlikte tasarlanması şeklinde bir yaklaşım mevcuttu. Masaya yatırılan değişiklikler arasında yüzde 10 ülke barajının tamamen terk edilmesi, tek isim usulü sistemi veya seçim çevrelerinin şu ana kıyasla daha daraltılması seçenekleri yer alıyordu. Bunlardan özellikle tek isim usulü gerçek bir çoğunlukçu modeli ifade etmektedir. Bu model altında oyların nisbî çoğunluğunu kazanan bir parti, parlamentoda ezici bir çoğunluk elde edebilir. Böylece, bu seçenek kabul edildiği takdirde, AKP anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğu sağlayabilecekti. Bu ise herhangi bir partinin desteği olmadan başkanlık sistemine geçiş yönünde anayasayı değiştirme kudreti anlamına gelecekti. Şu anda seçim kanunu değişikliğinden vazgeçilmiş olmasını, buna bağlı olarak başkanlık sistemine geçiş projesinin hiç değilse bir süre için rafa kalkmış olmasını isabetli buluyorum. Ergun Özbudun: Ilişki muhakkak ki var. çünkü seçim sistemi değişiklikliğinin gündeme getirilmesinin altında yatan siyasi saik muhtemelen AKP’nin mutakip seçimlerde anayasayı değiştirecek bir çoğunluk sağlama arzusudur. Çümkü tartışılan her iki sistemde gerek tek isim usülü ki Türkiye’de yanlış olarak dar bölge deniliyor gerek o gerek daraltılmış bölge birinci partinin yada genel olarak büyük partinin yararına küçük partilerin zararına olan sistemler. Dolayısıyla böyle bir sistemle AKP’nin 3/5 lük çoğunluğu yakalama ihtimali olduğu düşünülmüştür. Ama onlarda netice itibariyle bunun sakıncalarının faydalarında daha fazla olacağı kanaatine varmış olacak ki bu arayıştan vazgeçtiler, o kesinleşti geçtiğimiz günlerde ve 2015 seçimleri mevcut seçim kanunuyla yapılacaktır. Zaten böyle bir değişiklik gerçekleşseydi de anayasa mahkemesi tarafından iptal edilme ihtimali vardı, kesindir diyemem tabi. Çünkü anayasamıza gore seçim kanunları temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak şekilde düzenlenir. Gerek tek isim usülü gerek aşarı derecede dar bölgeler temsilde adaletten uzaklaşan ve sadece yönetimde istikrara ağırlık veren sistemler dolayısıyla mevcut anayasa hükmüne uygunluğu tartışılabilir. Ama AKP bundan vazgeçtiğine gore mesele kapanmıştır. Murat Sofuoglu* SİYASET [email protected] ‘Demokratik İslam Kongresi’nin Anlamı İslam Hilafeti’nin doğrudan halefi olma ve bir cihanşümul Müslüman hilafet devleti kurma iddiasına sahip ve bu amaçla temelde Amerika başta olmak üzere Batılı güçler ve onların takipçisi olarak niteledikleri seküler Müslüman ülke devletleri rejimlerine –kafirlere- karşı cihat olarak isimlendirdikleri silahlı mücadeleyi esas almış olan El Kaide gibi bazı örgütlerin Müslüman coğrafyada temayüz ettiği nazarları celbetmektedir. Özellikle ABD ile El Kaide arasında süren çatışmanın Batı dünyası ile Müslüman Doğu arasında toplumlararası gerginlikleri de arttırdığı gözlemlenmekte ve geniş bir sosyal ve siyasal alana yayılma tehlikesi arzetmektedir. Bu bağlamda El Kaide’nin etkisini arttırdığı ve bir muammaya dönüşen Suriye ihtilafının barışçıl bir çözüme kavuşması bölge ve Arap Baharı dinamikleri mayıs-haziran 2014 41 SİYASET kadar çatışmalardan hem seküler-İslamcı veçhe hem de Alevi-Sünni gerginliği1 ciheti bakımından etkilenen ve Osmanlı hilafet sisteminin sıklet merkezi olan Türkiye için büyük önem taşımaktadır. Ancak bu önem yalnızca bu gerginliklere mahsus olmayıp özellikle Osmanlı dağılışında son noktaya kadar birlikte hareket etmiş olan Türk-Kürt barışı ve dostluğu bakımından da büyük ehemmiyet arzetmektedir. Özellikle Suriye’nin Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgesi olan Rojava (Kuzey Suriye)’da ortaya çıkan çok yönlü Türkiye’nin Rojava’da Kürtler ile El Kaide destekli İslamcı muhalif unsurlar arasındaki bir çatışmanın katalizatörü algılamasından hızla sıyrılması 30 yıllık çatışmaya son verme gücüne ve bin yıllık Türk-Kürt kardeşliğini yeni bir çerçeveye kavuşturma vizyonuna sahip olan ‘Çözüm Süreci’nin başarılı olması bakımından elzemdir. 42 mayıs-haziran 2014 çatışma dinamikleri ve Türkiye’nin Kürt popülasyonu tarafından bu dinamiklerde Türkiye’nin oynadığı rolle ilgili algılama yukarıda sayılan dahili gerginliklere 30 yıllık çatışma mazisi de düşünülürse son bir sene boyunca süren çatışmasızlık atmosferine rağmen hala sıcaklığını koruyan yeni bir gerginlik elementini –Türk-Kürt gerginliği- dahil edebilir. Türkiye’nin Rojava’da Kürtler ile El Kaide destekli İslamcı muhalif unsurlar arasındaki bir çatışmanın katalizatörü algılamasından hızla sıyrılması 30 yıllık çatışmaya son verme gücüne ve bin yıllık TürkKürt kardeşliğini yeni bir çerçeveye kavuşturma vizyonuna sahip olan ‘Çözüm Süreci’nin başarılı olması bakımından elzemdir. Kuşkusuz I. Dünya Savaşı sonunda Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı omuz omuza yürütüldüğü gibi tarihimizin bir bakıma kayıp sayfaları olan Musul Vilayeti (Irak Kürdistanı-Kuzey Irak)’nde Kürt lider ve grupların desteğinde ve özellikle Süleymaniyeli Şeyh Mahmut’un şahsında ve Halep Vilayeti (Rojava-Kuzey Suriye+Hatay-Kahramanmaraş-Şanlıurfa-Gaziantep)’nde de yine Halepli Kürt lider İbrahim Hananu liderliğinde ve şahsında aynı ortak mücadele verilmiştir.2 Bu ortak mücadelenin beraberce yürütülmesinde aynı müşterek inanca, İs- Nihai tahlilde Mezopotomya’nın kadim şehri Avrupa’nın ve Anadolu’nun Ortadoğu’ya açılan kapısı olan Diyarbakır’da gerçekleştirilen “Demokratik İslam Kongresi”nın tüm bu bahsi geçen tartışma konularının zengin bir konuşma platformunda değerlendirilebildiği ve hulasasının yapılabildiği bir çerçeveyi ürettiğini düşünüyoruz. lam’a muttali oluşun tesiri gözden kaçırılamaz. Suriye ve Irak’taki bahsi edilen bu ortak geçmişler düşünüldüğünde ve hilafetin kaldırılmasından beri ortaya çıkan büyük boşluğun siyasal İslamcı hareketler tarafından özellikle Arap Baharı’nın ortaya çıkarttığı koşullarda doldurulma çabaları ve buna karşı ortaya çıkan reaksiyonların Ortadoğu’yu bir ateş çemberine dönüştürdüğü bir zamanda Türkiye’nin kendi “Çözüm Süreci”nin kendi stratejik derinliği olan bölgesine, Rojava başta olmak üzere, yayması kaçınılmazdır. Aksi hal Türkiye’nin de kaçınılmaz bir şekilde mevcut çatışmaya sürüklenmesi sonucunu doğuracaktır. O halde özellikle Türkiye’nin İslamcılarına “Çözüm Süreci”ni Rojava’ya ve Irak Kürdistanı’na ve tüm bölgeye yayacak araçlara mümessil olmaları bakımından büyük görevler düşmektedir. Türkiye’nin İslamcılarının diğer şiddeti bir yol olarak benimsemeyen bölge İslamcı kanaat önderleri, liderleri, aydınları ve alimleri ile beraber bölgede nasıl bir ortak geleceğin inşa edilebileceğini herkesin fikrini hür ve eşit bir biçimde savunabileceği demokratik bir ortamda istişare zamanı çoktan gelmiştir. Bu tartışmada “Çözüm Süreci” ile ortaya çıkan Türk-Kürt ekseni anahtar bir işleve sahip olacaktır. Aynı zamanda tartışmanın Müslüman Ortadoğu’nun İslam geleneğinin hilafetin kaldırılması ile ortaya çıkan büyük boşluğu ortadan kaldırma iddiası ile ortaya çıkan siyasal İslamcı hareketlerin yapılarını, işlevlerini ve gelecek algıları ve fonksiyonlarını değerlendirmelerine imkan vereceği düşünülmektedir. Böylelikle İslam, siyasal İslam ve demokrasi arasında varsayılan ilişkilerin gerçekliğinin daha iyi anlaşılabildiği bir idrak noktasına ulaşılabileceği de umut edilmektedir. Ortaya çıkan tespitler ışığında Ortadoğu halklarının ortak yarınının nasıl bir yol haritasına sahip olabileceği ve demokratik kültür ve yönetim biçimlerinin bunda nasıl inşai bir rol oynayacağının pusulası ve formüllerinin keşfinin mümkün olabileceği düşünülmektedir. Nihai tahlilde Mezopotomya’nın kadim şehri Avrupa’nın ve Anadolu’nun Ortadoğu’ya açılan kapısı olan Diyarbakır’da gerçekleştirilen “Demokratik İslam Kongresi”nın tüm bu bahsi geçen tartışma konularının zengin bir konuşma platformunda değerlendirilebildiği ve hulasasının yapılabildiği bir çerçeveyi ürettiğini düşünüyoruz. Şimdi önemli olan Kongre’nin oluşturduğu yeni çerçeveyi Türkiye’nin batısına ve Ortadoğu coğrafyasının başka noktalarına yayabilecek ve farklı toplumlar, mezhepler ve inançlar arasında yeni onarıcı süreçler geliştirebilecek imkan ve kabiliyetlerin hızla üretilebilmesini sağlamaktır. Ortadoğu’daki halefiyet mücadelelerinin ulaştığı son nokta hakkıyla değerlendirilirse bu noktada ziyan edilecek bir saatin bile olmadığını hakikat yolcusu herkes teslim edecektir. * Murat Sofuoğlu Demokratik İslam Kongresi Çağırıcılarındandır. KAYNAKÇA 1 2 Türkiye’nin Suriye Politikası ve Bölge Alevileri Üzerine Etkileri, Süreç Analiz, 14 Eylül 2012: http://www.surecanaliz.org/sites/default/ files/tmp/dergi/turkiyenin_suriye_politikasi_ve_arap_alevileri_uzerine_etkileri.pdf Türkiye ve Kürt Realitesi, Murat Sofuoğlu, Süreç Analiz, 9 Ocak 2013: http://www.surecanaliz.org/sites/default/files/tmp/dergi/turkiye_ve_kurt_realitesi_.pdf mayıs-haziran 2014 43 Meryem Solmaz HUKUK [email protected] İnsan Haklarının İnsanla İmtihanı Bu noktada yapılması gereken bir ayrım şüphesiz ki “temel hak ve özgürlük” kavramıyla “insan hakları” kavramının birbirinden farklı manaları haiz olduğudur. Zira birincisine pozitif hukuk kuralları kaynaklık ederken, insan hakları kavramı hukuk normlarının yanı sıra din, ahlak ve örf/adetlerin ortaya koyduğu kuralları da kapsar İnsan hakları, her ne kadar bütün insanlık tarihini düşündüğümüzde, bir kavram olarak yeni sayılabilecek olsa da, günümüzde sık sık politik veya toplumsal olaylarla ilintili olarak gündeme gelen bir meseledir. Batı coğrafyasında işlevini önemli ölçüde yerine getirebilen bu kavram, İslam coğrafyasında pek cılız ve etkisiz kalmaktadır. Bu, acaba Müslümanların yeterli görülen derecede insan hakları kültüründen istifade etmediklerinden midir? Yoksa bu kavram sübjektif ve etnosentrik yapısıyla coğrafyamızın ihtiyaçlarını karşılayamamakta ve toplumlarımızın insan ve hak algısına ters mi düşmektedir? İsmet Özel, insan haklarını, globalizmin üç ayağından biri olarak görür ve bu kavramdan hayır umarak anca cehenneme gideriz der. Bu noktada yapılması gereken bir ayrım şüphesiz ki “temel hak ve özgürlük” kavramıyla “insan hakları” kavramının birbirinden farklı manaları haiz olduğudur. Zira bi- 44 mayıs-haziran 2014 rincisine pozitif hukuk kuralları kaynaklık ederken, insan hakları kavramı hukuk normlarının yanı sıra din, ahlak ve örf/adetlerin ortaya koyduğu kuralları da kapsar (Eren & Ok 76). Zaten insan hakları kavramının reddine ve eleştirisine zemin hazırlayan en önemli sebep, onun, kendisini düzenleyen ve belirleyen toplumun kültür ve kabullerinden müstağni olamayacağıdır. İnsan Haklarının Etnosentrik Yapısı Etnosentrizm, bir kişinin veya grubun kendi kültür ve değerlerini merkeze alması ve diğer kültürleri, kendi kültür değerleri açısından değerlendirmesi şeklinde tanımlanabilir. Bu haliyle etnosentrizmin alamet-i farikası, başka değer ve kültürleri “ben” veya “biz” merkezli bir perspektiften bakarak tanımlamak ve konumlandırmaktır. Birçok toplumun bu ilkel “hastalıkla” malul olduğu söylenebilir an- cak hem konu itibariyle hem de “modern zamanların haşmetli bânileri” olmaları hasebiyle Batı düşüncesinin etnosentrik yapısı üzerinde konuşmak gerekir. Bu bağlamda, misal olarak denebilir ki, var olan Doğu – Batı ayrımı coğrafi bir tasnifi ifade etmekten ziyade, Batı’nın merkezde olduğu bir siyasi harita çizmektedir. Dünyanın fiziki olarak küresel bir görünüşe sahip olmasına rağmen, Dünya üzerindeki çeşitli bölgeler, Batı’nın konumuna göre Uzak Doğu, Orta Doğu şeklinde isimlendirilmiştir. Şüphesiz ki bu isimlendirme, etnosentrik bir zihniyetin ürünüdür. Keza, Orta Çağın “karanlık çağ” olarak görülmesi ve buna karşı getirilen “aydınlanma” süreci, tamamen Batı düşüncesinin kendisini merkeze alarak oluşturduğu bir tarih algısını ifade etmektedir. Tam bu noktada zihne düşen soru şudur: Tarih ve coğrafya disiplinlerini bile bu denli etnosentrik bir zihniyetle temellendiren modern Batı düşüncesi, insan hakları gibi hukuki, siyasi ve sosyolojik bir kavramı, kendi kültüründen azade bir şekilde oluşturabilmiş midir? Galtung bu soruya, “sahip olduğumuz birinci ve ikinci kuşak insan hakları kesinlikle Batılıdır; Batı’da (ABD ve Fransa) bu hakları ortaya çıkaran yapının, kültürün, her şeyden önce de sürecin damgasını taşımaktadırlar” şeklinde cevap vermiştir (9). Bu isabetli tespit, insan hakları kavramının etnosentrik yapısını net bir şekilde gözler önüne sermektedir. Sancılı bir süreç sonucunda bu kavramın doğduğu muhakkaktır, zaten hali hazırda bu sürecin izlerini (Galtung’un deyimiyle damgasını) taşımaktadır. Bir diğer deyişle, “insan hakları Batı kültürünün belli bir mekânda ve belli bir tarihteki ihtiyaçlarının ürünüdür. Birey haklarından kimlik haklarına kadar insan hakları teorisinin her bir aşaması Batı siyasetindeki bir problemle ilişkilidir” (Öztürk 7). İşte Batı’nın etnosentrik ahlakı, aynı acı ve süreçlerden geçmeyen, daha farklı toplumsal imtihanlarla meşgul olan, “kendilerinden olmayan” toplumlara bu kavramı dayatmak suretiyle tezahür etmektedir. Öyle ki, insan haklarına veya onun herhangi bir veya birkaç ilkesine getirilebilecek bir eleştiri veya reddiye, bu eleştiriyi yapanları “insan haklarından nasibi olmayan zavallı” konumuna düşürecektir. Nitekim bu kavramla yeteri kadar hemhal olmamış devlet ve topluluklar hali hazırda bu nevi ithamlarla eleştiri oklarına maruz kalmaktadırlar. Sonuç olarak denebilir ki, insan hakları, bir kısım insanların, insanlık adına, insanların büyük bir kısmı üzerinde muktedir olmalarının bir aracıdır (6). Zira açıklandığı gibi, bu kavram belirli bir grubun değerleri üzerine inşa edilmiş ve diğer insanları yargılamada bir ölçüt olarak kabul edilmiştir. Batı’nın Sübjektifliği: Bir Zemin Sorgulaması Birinci bölümde ifade edildiği gibi, insan hakları kavramı tamamen Batı değerleri üzerine kurulmuş mayıs-haziran 2014 45 HUKUK Tam bu noktada zihne düşen soru şudur: Tarih ve coğrafya disiplinlerini bile bu denli etnosentrik bir zihniyetle temellendiren modern Batı düşüncesi, insan hakları gibi hukuki, siyasi ve sosyolojik bir kavramı, kendi kültüründen azade bir şekilde oluşturabilmiş midir? ve bu haliyle diğer toplum ve değerleri yargılama mevkiine çıkarılmıştır. Bu yargı kaçınılmaz olarak insanın zihnine, insanın değerlerinden soyutlanmış objektif bir insan hakları kavramının yaratılıp yaratılamayacağı sorusunu getirmektedir. Şüphesiz ki bizatihi bir değer olarak tasarlanan insan hakları kavramının objektif bir nazarla kurgulandığını söylemek pek isabetli bir iddia olmaz. Bu sübjektiflik sadece Batı için söz konusu olmayıp, mesela Çin gibi “yeni bir insan hakları” söylemi geliştirme çabası içerisinde olan iktidarlar için de geçerlidir. Doğal olarak, her hangi bir insan hakları söyleminin, söyleyen ve düzenleyenin değerlerinden bağımsız olarak tahayyül edilmesi pek mümkün değildir. Gelgelelim böyle bir imkânı tartışma lüzumu da söz konusu değildir. Zira günümüzde bilimin bile objektif olmadığı tartışılırken – kaldı ki objektifliğin elzem bir tavır olduğu fikri de pek isabetli sayılmaz –, insan hakları kavramında böyle bir objektiflik aramak çok yerinde olmayacaktır. Burada üzerinde durulması gereken problem, Batı’nın kaçınılmaz olarak sübjektif bir şekilde bu kavramı inşa ederken üzerinde bulunduğu zeminin, diğer toplumların mesela Müslümanların bulunduğu zemin ile çatışmasıdır. Doğal olarak evvela Batı’nın üzerinde bulunduğu zemini doğru anlamak gereklidir. Batı düşüncesinin temelinde yer alan hümanizm, kısaca “hakikatin bilinmesinde referans noktası olarak insan aklının merkeze alınması anlamına gelir” (Küçükalp ve Cevizci 142). Diğer bir deyişle hümanizm, insanı merkeze koyup tanrıyı devre dışı bırakma veya tanrıya tapmamak için insanı tanrı konumuna yerleştirme olarak tanımlanabilir. Doğal olarak böyle bir algı, insanın menfaatlerini, maslahatlarını ve tercihlerini merkeze alırken, bunu sınırlayacak tek unsuru da yine insan olarak belirler. İlahî aklı reddeden, insanın dünyevi menfaatlerini merkeze alan bir zihniyetin ürünü olarak insan hakları, başta İslam düşüncesi olmak üzere birçok düşünce sistemine aykırı bir çizgide gelişimini tamamlamaktadır. Şüphesiz ki bu kavram, herkesin kabul edip tanıyabileceği ortak hakları ihtiva ettiği gibi hiçbir suretle kabul edilemeyecek durum ve menfaatleri de hak olarak telakki etmektedir. Ancak meseleyi füruat üzerinden yürütmek yerine evvela ciddi bir zemin sorgulaması gerekmektedir. Zira temel farklılık ve sıkıntı, insan hakları manzumelerinin madde madde içeriklerinden ziyade, üzerinde inşa edildikleri zemindir. Hâsıl-ı kelam, tamamen hümanist bir zihniyetle yaratılan insan hakları kavramı günümüzde bir dayatmadan öteye gidememekte, egemen güçlerin kendi emperyalist gayelerine ulaşmakta kullandıkları “masum bir silah” olma görevi dışında bir işlev ifa edememektedir. Gayet ütopik ve retorik bir dille tabağımıza konulan insan hakları, riyakarlığı sebebiyle dünya sathında – Afrika hariç değil – mide ağrısından başka bir duruma vesile olamamaktadır. Öyle ki, insan hakları adeta insanın imtihanı haline dönüşmektedir. Âcizane kanaatimce, ciddi bir zihin ve zemin reformu yapılmaksızın düzenlenen ve İslam değerlerinden bigâne olan bir insan hakları telakkisi, yeryüzüne hayır getirmekten aciz olmaya devam edecektir. KAYNAKÇA Çüçen, A. Kadir. “Felsefî Açıdan İnsan Haklarının Evrenselliği Sorunsalı”. Kaygı 4 (2005): 80-91. Eren, Selim ve Üzeyir Ok. “İnsan Hakları ve Dindarlık: Bir Grup Lise Öğrencisinin Sivil Hakları Algılama Biçimleri Üzerine Bir Araştırma”. Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi 2 (2009): 75-96. Galtung, Johan. İnsan Hakları: Başka bir Açıdan Bakış. Çev. Müge Sözen. İstanbul: Metis Yayınları, 2013. Küçükalp, Kasım ve Ahmet Cevizci. Batı Düşüncesi. İstanbul: İsam Yayınları, 20 . Öztürk, Armağan. “Bir Siyaset Felsefesi Enstrümanı Olarak İnsan Hakları ya da İnsan Haklarının İnsanla Çelişkileri Üzerine Notlar”. İnsan Hakları Yıllığı 26 (2008): 1-14. 46 mayıs-haziran 2014 mayıs-haziran 2014 47 Gülsüm Karayiğit A4 [email protected] BİR DİŞİ ASLAN ‘’RABİA’T’ÜL ADEVİYYE’’ “Bir kalp bekçisi olmak üzere donatıldım. İçimdeki hiçbir şeyin dışarıya çıkmasına, dışarıdaki hiçbir şeyin içime girmesine izin vermem.” Aşktır vasıta-i vuslat-ı yar Aşktır rabıta-i kurb-ı Nigar Noktası bir kitabdır aşkın Zerresi afitabdır aşkın Gark olur katresinde kevn ü mekan Gizlenür zerresinde her dü cihan… Öyle bir sadık-ı aşık ki çıra gibi yanar mahbubuna, Öyle bir saliha ki masivaya sırtını dönmüş, şefaatine talip maşuğunun, Öyle bir mutemet dost ki gözyaşı ile örtülü… Rabia Binti İsmail Basra’nın dişi aslanı.. Ailenin dördüncü çocuğu olmasından ötürü, adını dördüncü manasına gelen Rabia koymuşlardı. Çok yoksul bir hayat sürdürüyordu Rabia’nın ailesi. Öyle ki evlerini aydınlatacak bir kandil yağına bile muhtaçlardı Rabia’nın doğduğu gece. Ama babası 48 mayıs-haziran 2014 İsmail Efendi son derece fakr sahibi bir muhteremdi, ant vermişti Allah’tan başka kimseden bir şey istememeye. Hanımı durmadan ağlıyor, dindiremiyordu gözyaşlarını... Dayanamamıştı, efendisinden komşuya gidip bir miktar kandil yağı istemesini rica etmişti. Hanımını üzmek istemiyordu. Ve hanımını kırmayıp söylediği komşuya gitmiş fakat kapıyı açan olmamış ve geri dönmüştü. Annesinin gözyaşları dinmek bilmiyordu Rabia’nın. İsmail Efendi tüm çaresizliğiyle başını dizlerine dayamış, uyuyakalmıştı. İşte bu esnada bir rüya gördü. Rahmet deryası Hz. Muhammet (s.a.v) girmişti rüyasına. Ona ümidini kaybetmemesini, sabırla beklemesini tembih ediyordu. ‘’Üzülme, Allah sana öyle hayırlı bir kız evlat verecek ki, ümmetimden seksen bin kişiye şefaat edecek. Yarın bir kağıda şöyle yaz: ’’Sen her gece peygamber efendimize yüz salavat ı şeri- fe, Cuma geceleri de dört yüz salavat getirirdin. Bu Cuma gecesi unuttun. Bunun kefareti olarak bu yazıyı sana getiren zata dört yüz altını helal parandan ver.’’ Sonra Basra valisi İsa Zadan’a git o yazıyı ver.‘’ Hz. Rabia’nın babası uyandığında efendimizi görmenin neşesi içinde ağlıyordu. Hemen kalktı denileni yaptı ve İsa Zadan’ın yanına gitti. Vali mektubu alınca Resulullah efendimizin kendisini hatırlamasının şükrü olarak binlerce altını fakirlere sadaka olarak dağıttı. İsmail Efendiye de mektupta yazılanı ve üstüne de ilave olarak binlerce altın sadaka verip bir ihtiyacı olduğu takdirde tekrar gelmesini tembih etti. İsmail Efendi altınları aldıktan sonra ihtiyaçlarını temin etti. Böylece bolluğa kavuştular ve kızlarına rahatça bakıp edep ve terbiye ile büyüttüler. Yetim RABİA… Hz. Rabia çocuk denilecek yaşta anne babasını kaybetti. Kız kardeşleri ile ayrı düşmüştü yolları, Rabia da zalim ve kötü bir ihtiyarın eline düşmüştü. Ona hizmetçilik yapmış ve bir müddet sonra da köle olarak altı gümüş karşılığında başka bir ihtiyara satılmıştı. Yetim ve öksüz Rabia burada da gündüzleri hizmetçilik yapıyor, en zor işleri bile sızlanmadan yerine getiriyordu. Gecelerini karanlık odasında tek ülfeti Rabbine bütün mestaneliğiyle dua ederek geçiriyor, ibadetlerini gereği gibi yerine getireme- diği için af diliyordu bezm-i cananda. Rabbi ona da müjdesini vermişti. Ona meleklerin bile kıskanacağı bir makamda olacağının müjdesi. Ev sakinleri Rabia’nın geceleri uyumadığını fark etmişlerdi. Bir gece kalkıp onu odasının penceresinden gözetlemişlerdi ve gördükleri karşısında şaşkınlık içinde gözyaşlarına boğulmuşlardı. Kapkaranlık bir odada olmasına rağmen Rabia başında yanan bir kandil ile ay gibi parlıyordu. Bu hal ihtiyarı öyle tesiri altına almıştı ki sabahı zor etti. Sabah olur olmaz onu yanına çağırdı. Gece onu gözetlediklerini itiraf edip ona nasıl etkilendiklerini anlattı. Artık serbest olduğunu söylemiş, dilerse burada kalmaya devam etmesini ve kendisinin ona hizmet edeceğini de eklemişti. Rabia gitmeyi tercih etti. Artık özgürlüğe yürüyor Rabia.. Küçük bir eve yerleşti. Bundan sonra Rabia için günler, başka zorlukları da peşine takmış özgürlüğüyle beraber gelmişlerdi. Rabiatül Adeviyye her an Rabbine adamıştı ömrünün geri kalanını. Yalnız onu tesbih ediyor, yalnız onu inkiyad ediyor, ondan başka dost bilmiyordu. Bir gün ve gecesinde bin rekat namaz kılıyordu. Bir gece namaz kılmak için seccadesini sermiş, namazını bitirdikten sonra şöyle bir duada bulunmuştu: ‘’Ya Rabbi, şu vakitte birçok kimse uyudu, mayıs-haziran 2014 49 birçoğu sevdiğine gitti, ben de sana geldim, çünkü benim sevdiğim sensin.’’ Sonra zikir başladı ve seccade üzerinde zikrini çekerken uyuya kaldı. Bir hırsız girmişti evine, biraz bakındı sağına soluna, eşyaların yok denecek kadar az ve eski olması fakir birinin eviymiş diye düşündürdü. Ama birkaç parça eşya almadan çıkmak da istemedi. Torbasına doldurduğu birkaç parça eşya ile tam evden çıkacakken bir de baktı ki kapı yok! Her yer duvardı. Aldıklarını oraya bıraktı ve tekrar döndüğünde kapı oradaydı. Tekrar torbasına doldurdu eşyaları fakat baktığında kapı yine yoktu. Bu işlemi tam üç kez tekrarladı. Ancak tam o sırada duvarlardan gelen ses onu irkiltti. ‘’Ey hırsız, seven uyudu ama sevilen ayakta!” Hırsız kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu. Rabia nefsine hiç hizmet etmezdi. Sık sık oruç tutup, kefenini hep yanında taşırdı, onun üzerinde secde ederdi. Öyle afaki konuşmalardan hoşlanmaz, neredeyse kimse konuştuğunu göremezdi. Tüm bu yaşadıklarından sonra ona ikinci Meryem sıfatını layık bulmuşlardı. Rabia son derece tevekkül ve sabır sahibi idi. Dünyaya hiçbir kıymet vermez Rabbinin rızasından başka bir şey düşünmez, gecesi ve gündüzünü, mahbubuna ayırırdı. Hayatı boyun- 50 mayıs-haziran 2014 ca türlü eziyetlere ve işkencelere maruz kalmasına rağmen, imanından dönmemiş gözlerine Rabbinden başka hayal girmemiştir. Kimi büyük yazarlar, âlimler Rabia’nın yaşamış olduğu hayatı yaşanılamaz bir hayat olduğunu dile dökmüşlerdir. Dünyanın aldatıcılığını çok iyi bilen Rabia, asla yanında dünya meselelerini konuşmaz ve konuşturtmazdı. ‘’Bu yüksek derecelere ne ile kavuştun?’’ dediklerinde, ‘’ Beni ilgilendirmeyen her şeyi terk edip ve ebedi olanın dostluğunu istemekle ‘’ buyurdu. İslam tasavvufu sufi şairlerin en önemli isimlerinden ve aynı zamanda ilk Zahidelerinden biriydi. İlahi öğretisi kendisinden sonra gelen sufi şairleri epey etkilemiştir. Süfyan-ı Sevri ve hasan-ı Basri ondan feyz alırlardı. Döneminin şeyhleri, mürşitleri Rabiatül Adeviyye’ yi ziyaret edip sohbet meclislerinden ve onun engin bilgilerinden yararlanmak istemişlerdir. XVIII. yüzyılda yaşamış olan Rabia 752’de Kudüs’ te vefat etmiştir. Vasiyeti üzerine Tur Dağına defnedilmiştir. Köle olarak başladığı hayatını özgür olarak bitirdiğinden o zamandan beri özgürlüğün simgesi olmuş ve bugün Mısır’da yine kendisi gibi özgür olmak isteyenler, bir meydana Rabiatül Adeviyye adını vererek onu unutturmamaya devam etmektedirler. Çeviren: Asena Elif Akgül EKONOMİ [email protected] Adam Smıth’le Hesaplaşmak Kitabında endüstrileşen ülkelerde ileri kapitalizmin faydaları hakkındaki daha eski varsayımları ve keskin bir şekilde artan servet eşitsizliği hakkındaki öngörüleri, adalet ve hakkaniyet temelli demokratik değerler üzerindeki derin ve zararlı etkileri çerçevesinde irdeliyor. Thomas Piketty 1989 yılında Berlin Duvarı yıkıldığında 18 yaşına girmişti. Bu yüzden on yıllar süren komünizmin erdemleri ve kusurları hakkındaki Fransız entellektüel tartışmanın işkencesinden kurtulmuş oldu. Piketty Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra, 1990’larının başında yakın bir arkadaşıyla Romanya’ya yaptığı bir geziyi hatırlıyor. Piketty “Bu gezide boş dükkanları ve sokakta hiçbir şey yapmadan takılan insanları gördükten sonra insanlardaki bu tembel antikapitalist retoriğe karşı bağışıklık kazandım. Bu durum benim için şunu netleştirdi: Özel mülkiyete ve pazar kurumlarına sadece ekonomik verimlilik için değil kişisel özgürlüğümüz için de ihtiyacımız var” diyor. Fakat onun komünizmle ilgili yaşadığı bu hayal kırıklığı, kapitalizmin “demir kurallar”ını açıklamaya çalışan Karl Marx’ın entellektüel mirasına sırtını çevirdiği anlamına gelmez. Marx gibi o da şiddetle başıboş kapitalizmin ürettiği ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin eleştirisini yapıyor ve daha da kötüleşmeye devam edeceğini söylüyor. Piketty “Benim bulunduğum nesil için Komünist Parti’nin herhangi mayıs-haziran 2014 51 EKONOMİ bir cezbedici yanı yoktu. Ben bunun için çok gençtim” diyor. Piketty bunları Paris Ekonomi Okulu’nun küçük ve havasız ofisindeki uzun bir röportajda anlatıyor: “Bu yüzden taze bir gözle kapitalizm ve eşitsizlik hakkındaki büyük meseleleri yeniden ele almak benim için daha kolay oldu. Çünkü ben bu dövüş için gerçekten çok gençtim. Kendimi kapitalist ya da komünist olarak tanımlamak zorunda değilim.” Körfez Savaşı ona “hükümetlerin istedikleri zaman servet dağılımını yeniden düzenlemek adına birçok şey yapabildiği” gerçeğini gösterdi. Saddam Hüseyin’e karşı Kuveyt ve Kuveyt petrolleri üzerinden elini çekmesi için hızlı bir müdahale yapılması, olağanüstü bir ortak siyasi irade gösterisiydi diye Piketty görüş beyan ediyor. 52 mayıs-haziran 2014 Onun yeni kitabı “XXI. Yüzyıl’da Sermaye” (Harvard Üniversitesi Yayınları) başlığını taşıyor. Piketty, 42 yaşında, en azından ekonomi dünyasında satış rekorları kıran bu kitabı yazdı. Kitabında endüstrileşen ülkelerde ileri kapitalizmin faydaları hakkındaki daha eski varsayımları ve keskin bir şekilde artan servet eşitsizliği hakkındaki öngörüleri, adalet ve hakkaniyet temelli demokratik değerler üzerindeki derin ve zararlı etkileri çerçevesinde irdeliyor. Dünya Bankası’nın resmî ekonomisti Branko Mılanovic onun eseri için “ekonomik düşüncede dönüm noktası olan kitaplardan biri” diyor. Nobel ödüllü ekonomist ve aynı zamanda New York Times’ın köşe yazarlarından biri olan Paul Krugman da şöyle yazdı: “Bu, yılın, belki de on yılın en önemli ekonomi kitabı olacak”. Zor konular içeren bir kitap için olağanüstü bir şekilde NY Times’ın en çok satanlar listesine girdi bile. “21. Yüzyıl’da Kapital” başlığı ile Marx’ın “Das Kapital” ini yankılayan Piketty selefleri Smith ve Marx tarafından yazılan ekonomi politiğin iktisat tarihine bir tür geri dönüş yapıyor. Bu batılı toplumları ve onlara dayanak oluşturan ekonomik kuralları anlamaya çalışan geniş bir çabadan başka bir şey değildir. Piketty kitabında, “servet bütün tekneleri yükseltir” düşüncesini çürüterek demokratik hükümetlere zengin ve fakir arasında artan boşluğu gösterme mücadelesine girişmiştir. Geçtiğimiz günlerde bu eşitsizlik teması hem Papa Francis hem de Başkan Obama’yı harekete geçirdi ve sonuçlarıyla ilgili uyarılarda bulunmalarına neden oldu. Piketty -pii-ket-ii olarak telaffuz edilir- geleneksel Fransa’yı altüst eden 1968 gösterilerinin bir parçası olan sol görüşlü bir ailenin içinde, siyasetin çok konuşulduğu bir evde büyüdü. Ailesi daha sonra keçi büyütmek için Güney Fransa’nın içlerinde olan Aude’e gitti. Ailesi hakkında konuşmak istemiyor. Ona göre kendi neslinin “kurucu deneyimleri” olan komünizmin çöküşü, Doğu Avrupa ekonomisinin gerileyişi ve 1991’de olan 1. Körfez Savaşı konuşulması gereken daha ilgili ve önemli konulardır. Bu olaylar onu ekonomik fikirlerin kötü sonuçlar doğurduğu bir dünyayı anlamaya yöneltti. Körfez Savaşı ona “hükümetlerin istedikleri zaman servet dağılımını yeniden düzenlemek adına birçok şey yapabildiği” gerçeğini gösterdi. Saddam Hüseyin’e karşı Kuveyt ve Kuveyt petrolleri üzerinden elini çekmesi için hızlı bir müdahale yapılması, olağanüstü bir ortak siyasi irade gösterisiydi diye Piketty görüş beyan ediyor :“Eğer petrolün geri döndürülmesi için birkaç ay içinde bir milyon asker gönderebiliyorsak, zannediyorum ki vergi cennetleri hakkında da bir şeyler yapabiliriz.” “İngiliz Kanal’ında seyrek nüfuslu bir vergi cenneti olan Guernsy ‘e asker göndermek ister misiniz?” diyerek Piketty konuşmasını yumuşak bir şekilde ve nadiren gülerek devam ettiriyor: “Biz bunu yapmak zorunda bile değiliz. Temel ticaret politikaları, ticari müeyyideler işi hemen görecektir.” 18 yaşında ve zirvede bir öğrenci olarak, Fransız elitlerine karşı bir yaklaşımı olmayan Piketty, École Normale Supérieure’e kabul edildi. Ödül kazanan, servetin yeniden dağıtılması teorisi üzerine olan doktora çalışmasını 22 yaşında tamamladı. Massachusets Teknoloji Enstitüsüne ekonomi öğretmeye gitti fakat iki yıl sonra Amerika’daki ekonomi çalışmaları onu hayal kırıklığına uğrattığı için Fransa’ya döndü. 1. Dünya Savaşı, Büyük Bunalım ve 2. Dünya Savaşı özellikle Avrupa’da özel sermayenin dev birikimlerini yok etmiştir. Fransızların “les trentes glorieusses” dediği sıçrama savaştan sonra aşağı yukarı 30 yıl süren hızlı ekonomik büyüme ve azalan eşitsizliğe tekabül eder. “Doktora çalışmam daha çok saf ekonomi teorisi hakkındaydı. Çünkü benim için yapılması en kolay şey buydu, MIT’de ekonomi teorisi yapan genç bir asistan profesör olarak ücretli çalışıyordum. Bunu yaparken genç ve başarılı olduğum için işim kolaylaşıyordu. Ama ben hızla fark ettim ki gelir ve servet hakkındaki tarihsel verileri toplamak için daha fazla çaba gerekiyordu. Bunu yapmaya başladım. Akademik ekonomi daha çok ekonometri ve istatistiksel ara değer bulma tekniklerine odaklanır. Daha büyük sorular sormaya ve hatta düşünmeye yeltenemezsiniz.” Amerikalı ekonomistler daha çok cevaplayabilecekleri sorularla kendilerini sınırlar. Ama bu sorular çoğu zaman ilgi çekici değildir diyen Piketty “Gerçek bir kitap yazmak herkesin sorabileceği soruları gündeme getirmek anlamına gelir. Benim seçtiğim kendi sorularım değildi. Ben öncü bir tavırla önemli konuları ele almak zorundaydım. Bundan kaçamazdım” diye ekliyor. Piketty üniversitelerin ekonomi departmanlarının dar bakışlılığından nefret ediyor. Bu yüzden ekonomi kadar tarih de içeren geniş çaplı bir kitap yazarak genel okuyucunun da ilgisini çekme amacını güttü. Edebiyattan da çekinmedi ve Jane Austen ve Balzac’ın realist romanlarındaki toplum tanımlamalarından ilhamlar aldı. Bu hikayelerde servete ulaşmanın en iyi yolu zekice yapılmış bir evliliktir. Herkes miras bırakılan toprak ve gelirin iyi bir yaşam için tek yol olduğunu biliyordu. Çünkü tek başına mayıs-haziran 2014 53 EKONOMİ iş gücü yeterli geliri üretemeyecektir. Piketty bu varsayımın nasıl değişmiş olduğuna hayret ediyor. Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nden Emmanuel Saez ile işbirliği halinde Fransa üzerindeki çalışmasını Amerika’yı da ekleyerek genişlettiğinde şunu görüyor: 20. Yüzyıl’ın başlarındaki örneklerde en üst basamaktaki dağılımın yüzde 10’u kira gelirleri, kâr gelirleri ve faiz gelirlerinden ibaretti. Bu dağıtım vaziyeti 1970’lerden 1990’ların başına doğru değişmeye başladı. 1990’ların sonunda bu konu üstünde çalışmaya başladığında “Uzun ve kalıcı olmayan bir sürecin içinde olduğumuzu, önceki dengenin yönergelerine yavaştan geri dönüyor olduğumuzu fark etmem bayağı zamanımı aldı. Bunu tam anlamıyla netleştirmenin bir yolu yoktu, var olan 20 yılın verilerinin eklenmesi savaş sonrası (I.Körfez Savaşı) dönemi anlamakta büyük bir fark yaratıyordu” diyor. Modern bilgisayarların gücü tarafından desteklenen bulgular, servetin birikimine dair ve gelişmiş endüstri ülkelerindeki ekonomik büyümeye dair yüzlerce yılın istatistiğine dayandırılmıştır. Daha basit ifade etmek gerekirse sermaye gelirinin büyüme 54 mayıs-haziran 2014 oranı çoğu zaman ekonominin büyüme oranından fazladır. Bu aynı zamanda, nadir olarak ortalama ekonomik aktivitelerden daha hızlı artan maaş gelirlerinin nispeten düşeceği anlamına gelir. Nüfus ve ekonomi yavaşça büyürken, eşitsizlik çok daha hızlı bir şekilde artar. Eşitsizliğin azaldığı savaş sonrası ekonomilerinin bu farkının nedeni tarihi yıkımlardır. 1. Dünya Savaşı, Büyük Bunalım ve 2. Dünya Savaşı özellikle Avrupa’da özel sermayenin dev birikimlerini yok etmiştir. Fransızların “les trentes glorieusses” dediği sıçrama savaştan sonra aşağı yukarı 30 yıl süren hızlı ekonomik büyüme ve azalan eşitsizliğe tekabül eder. Amerikan eğrisi tabi ki daha az şekil değiştirmiştir çünkü savaş başka yerdeydi. Normalden daha yüksek bir nüfus oranı ve ekonomik büyüme, servet üzerindeki vergilerin arttırılmasıyla birlikte, eşitsizliği azaltmaya yardım etti. Fakat 1950 ve 1960’ların eşitsizliğin kendi kendine durağanlaşacağını ve azalacağını söyleyen profesyonel ve siyasi varsayımlarının da bir yanılsama olduğu kanıtlandı. Ekonomik büyüme oranlarının yılda yüzde 1,5 ve sermayeden gelen kârın yılda yüzde 4-5 olduğu geleneksel modele geri döndük. Böylelikle, eşitsizlik, Reagan ve Thacter’ın zenginlere vergi kesintileri teorisi yardımıyla, hızlı adımlarla kendini göstermeye başlamıştı. Yani “yukarıdan aşağıya dizayn edilen”(trickle-down) ekonomi teorisi doğru olabilirdi ” Piketty rahatlıkla “ancak bunun yanlış olduğu ortaya çıktı” diyor. Fakat Kolombiya Üniversitesi ekonomisti Joseph E.Stiglitz gibi, aşırı eşitsizliğin bizim demokratik kurumlarımıza karşı bir tehdit olacağını Piketty ileri sürüyor. Demokrasi sadece ‘Bir vatandaş bir oy’ demek değildir, demokrasi bir fırsat eşitliği teminatıdır da diyor. Piketty’nin çalışması hem marksizmle hem de ‘laissez-faire’(bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler) ekonomileriyle mücadele ediyor. Piketty uyum ve adaletin galip gelmesi için ikisi de saf ekonomik güçlere güveniyor diyor. Marx, sermaye üzerinden sağlanan kazanç oranının, sistemdeki çelişkiler yüzünden, neredeyse sıfıra düşeceğini, bunun çöküş ve devrim getireceğini varsayıyordu. Piketty bunun aksini söylüyor: “Sermayeden gelen kazanç oranı sonsuza kadar büyüme oranından büyük olabilir. Bu vaziyet insanlık tarihi boyunca varlığını göstermiştir ve bunun gelecekte de böyle devam edeceğine inanmamızı sağlayan iyi nedenler mevcuttur.” “Gelirde son derece yüksek bir eşitsizlik söz konusuysa bir demokratik sistemin çalışması çok zordur. Çünkü bu eşitsizlik siyaseti de etkileyerek bilgi ve enformasyonun üretimine yansır. 20. Yüzyıldan çıkarılması gereken en büyük derslerden biri de 19. yüzyılın eşitsizliğinin daha fazla büyümesine ihtiyacımız olmadığıdır” diyor. Fakat o kapitalist dünyanın tekrar başa geldiği sonucuna varıyor. 2012’de Amerikan toplumunun en zengini olan yüzde 1’i milli gelirin yüzde 22.5’ini toparladı. Bu 1928’den beri en yüksek seviyedir. Amerika’nın şu anki en zengin yüzde 10’luk kesimi, Yaldızlı Çağ’ın sonu olan 1913 ile karşılaştırılırsa pastanın daha büyük bir dilimine sahiptir. Ve bu milli servetin yüzde 70’ine karşılık gelmektedir. Bu servetin yarısı da zirvedeki yüzde 1’lik kesime aittir. 11,13 ve 16 yaşlarında 3 kız çocuğu olan Piketty bir devrimci değil. Herhangi bir partiye üye veya herhangi bir siyasetçiye hizmet eden bir ekonomi danışmanı da değil. O kendisini yalnızca verileri takip eden bir pragmatist olarak tanımlıyor. Fakat çalışmalarının siyasi olduğunu kabul ediyor ve şu günlerde rağbet gören büyük ücret düzenlemelerini son derece eleştiriyor. “İhtiyacınızın 10 milyon dolarlık kıdem tazminatı alacak insanlar olduğu düşüncesi saf bir ideolojidir.” Piketty’e göre eşitsizlik, artan vergilendirme ve diğer önlemlerle bireysel girişimi ve servet üretimini arttırdığı sürece ve böylece toplumdaki herkesi daha iyi hale getirdiği ölçüde kabul edilebilirdir. Piketty “Ortak çıkar gözetildiği sürece benim eşitsizlikle ilgili hiçbir problemim yok” diyor. Beraber çalıştığı Saze onun büyük bir mükemmeliyetçilikle büyük bir sabırsızlığı bir araya getirdiğini söylüyor. Çünkü her şeyin hem en iyi hem de en hızlı şekilde yapılmasını istiyor diyor ve sonra ekliyor : “Thomas Piketty ekonomi hakkında inanılmaz bir sezgiye sahiptir.” Piketty kitabının son bölümünde siyasi fikirlerinden bahsediyor. Servet üzerindeki artan oranlı küresel verginin (borç hariç), verimsiz hükümetlerin elinde tutulmasından ziyade daha az sermayeye sahip olanlara yeniden dağıtılmasıyla ilerlemenin iyi olacağını savunuyor. Biz yalnızca vergi bütçesinin adaletli ve kullanışlı paylaşılmasını istiyoruz diyor. “Net servet, ödeme kabiliyeti konusunda tek başına gelirden daha iyi bir göstergedir. Ben nüfusun daha az servete sahip dörtte üçünü hatta yarısını oluşturan insanlardan alınan mülk vergisinin azaltılmasını öne sürüyorum” diyor. Bir yıl önce yayınlanan kitap pek çok eleştiriye sahip. Özellikle Piketty’nin siyasi reçeteleri siyasî toyluk olarak adlandırılıyor. Ayrıca eleştirmenler sermayedeki bazı artışların tamamen mirasla değil, yaşlanan nüfus ve savaş sonrası emeklilik planlarının da katkısıyla oluştuğuna dikkat çekiyorlar. Piketty daha fazla eleştiri geleceğinden emin ve bunu memnuniyetle karşılayacağını söylüyor: “Ben kesinlikle tartışmayı sabırsızlıkla bekliyorum.” (NYT, Steven Erlanger, Taking On Adam Smith (and Karl Marx), 19 Nisan 2014) mayıs-haziran 2014 55 Deniz Akgüner EKONOMİ [email protected] Uluslararası Piyasalarda 2014 Yazına Girerken Siyasi tartışmalar bir yana, Türkiye’deki koridor faiz bandı sistemi yüzde 8’in altına neredeyse hiç düşürülmezken Amerika, Avrupa ve Japonya’da uzun yıllardır faizin yüzde 1’in altında seyretmesinin en büyük göstergesi, bizimki gibi gelişmekte olan ekonomilerle gelişmiş kabul edilen ülkelerin ekonomileri arasındaki piyasa güvenilirliği farkıdır. Dünya piyaslarını finansal fırsatlar için değerlendirdiğimizde, daha önceki aylara göre sakin seyreden Mayıs’ta en dikkat çekici gelişme FED’in yüzde dört (4%) oranında uzun dönem faiz beklentisine 56 mayıs-haziran 2014 rağmen piyasanın Amerikan bonolarını çok düşük faizle fiyatlaması oldu. Hisse senetlerinin 2014’te nötr ve negatif seyretmesi de çok olumlu bir 2013 geçiren Amerikan ekonomisinde büyümenin duraca- ğı veya en azından yavaşlayacağı ve bunu müteakiben faizlerin düşük tutulması gerekeceği inancını kuvvetlendirdi. Son zamanlarda alevlenen Enflasyon ve Faiz arasındaki ilişkiye ışık tutması açısından da bu fenomeni ele alabiliriz. Siyasi tartışmalar bir yana, Türkiye’deki koridor faiz bandı sistemi yüzde 8’in altına neredeyse hiç düşürülmezken Amerika, Avrupa ve Japonya’da uzun yıllardır faizin yüzde 1’in altında seyretmesinin en büyük göstergesi, bizimki gibi gelişmekte olan ekonomilerle gelişmiş kabul edilen ülkelerin ekonomileri arasındaki piyasa güvenilirliği farkıdır. GDP (Gayri Safi Milli Hasıla), coğrafi konum ve yatırım imkanları gibi kriterlerde bize daha yakın Avrupa ülkeleriyle de bir kıyas yaptığımızda, iflasın eşiğinden dönmüş ve bizden ciddi derecede küçük olan Yunan ekonomisinde bile hazine bonolarının önerdiği faiz Türkiye’nin yeniden altına inmiştir (the Economist dergisinden bütün dünyadaki haftalık bono faizlerini takip edebilirsiniz). Bu AB kurtarma planının bir etkisidir ve AB’ye ihtiyacı olmadığını dünyaya anlatmaya çalışan Türkiye’ye olan piyasa güveninin ne kadar düşük olduğunu vurgulaması yönünden manidardır. 1) Gezi protestolarından Maden facialarına kadar hemen her toplumsal olayda hükümetin ve bürokrasinin her kademesinin gösterdiği korkunç ve gelişmiş dünyada asla affedilmeyecek insan hakları ve ahlak zaafiyetleri, 2) Adaletsiz Yargılamalar, 3) Basın ve Bilgi Özgürlüğünün kısıtlanması ve 4) Dünyadaki de facto durum ve genel geçer eğilimlerle tamamen çelişen bir dizi dış politika hataları sonucunda Türkiye güven veren ekonomi olma özelliğini şu anda tamamen yitirmiştir. Buna itiraz olarak denebilir ki son 50 yılda ne zaman Türkiye güçlü bir ekonomi olarak kabul edildi, ve bu da bence çok parti dönemimizin gerçek utanç tablosudur. Yine finansal olarak meseleyi ele aldığımızda, Yüzde 9 ve üzeri faizin ne anlama geldiği açıktır. Türkiye gelişmiş rakipleri yüzde 1’le borçlanabilirken modern dünyada devlet ekonomisinin en büyük dinamiği olan tahvil arzlarına kafadan yüzde 8 dezavantajla başlamaktadır. Eğer merkez bankası ben gelişmiş dünyayla eşit şartlarla mücadele etmek istiyorum deyip faizi yüzde 1’lere çekmeye kalksa, Türk ekonomisinin bugün her ekonomi gibi bağımlı ve hatta bizim durumumuzda muhtaç olduğu yabancı sermaye aniden kendini Türkiye’den çeker ve ekonomimiz kendini savaş yıllarındakine benzer bir sefaletin içinde bulur. Fakat faizi bu kadar yüksek oranda tutmanın daha önceki yazılarımızda açıkladığımız gibi çok acı bir reçetesi vardır. Yüzde 9’lardan başlayan her tahvil ihalesi büyük ekonomilere nazaran yüzde 8 daha fazla para arzı yapacağımızın bir beyanıdır ve bu kaçınılmaz enflasyondur. Böyle bir durumda aradaki farkın kapanması için, Türkiye’deki ekonomik faaliyetlerin, rakiplerden yılda en az yüzde 8 daha fazla kar yaratabilmesi gerekir ki böyle bir teknolojik ve finansal üstünlük küresel dünyada hiçbir ekonomide yoktur. Sonuç olarak Türk lirasının değer kazanabilmesi ve Türkiye’deki kişi başına milli gelirin gelişmiş ve mutlu dünyayla rekabet edebilir hale gelmesi, yetenekli insanların Türkiye’de çalışmak isteyebilmesi için dünya dinamiklerine duyarlı, çağı yakalayabilen bir politik ve ekonomik zihniyet şarttır. İnsan hayatının değeri, iyi ahlak, adalet, dürüstlük, hukuk ve fırsat eşitliği gibi çok temel konulara çöküş dönemi Osmanlı saray geleneklerini ve 19.yüzyıl diktatörlüklerini andıran havalarda yaklaşmak, bütün dünyanın Türkiye’yi izole etmesi ve küresel ekonomik pastanın dışında bırakmasına yol açar. Tüm dünyanın çok endişeli bakışlarını üzerimize çekmeyi başardığımız bugünleri de içine alan önümüzdeki 1-2 yıllık dönem, Türk halkının demokrasiyi ve mutluluğu mu yoksa Ortadoğu’nun ortaçağ sefaletini mi hak ettiğini ispatlaması yönünden çok önemli bir sınav olacaktır. mayıs-haziran 2014 57 Gülmelek Alev Nufüs Sureti [email protected] Milli Kalkınma Partisi’nin Kuruluş İdeolojisi Partisini ekonomik, siyasi ve ahlaki prensiplerden oluşan üçayağa oturtmuş olan Demirağ, ekonomik anlamda liberalizmi ve ferdi teşebbüsü benimserken, siyasi prensiplerini Milliyetçilik, Demokrasi ve Parlementarizm olarak belirtmektedir. Bir önceki sayıdaki yazının devamıdır... Parti Temmuz ayında kurulmuştur, ancak basın ve kamuoyunda eğlenceyle takip edilmiştir. İç ve dış basın, demokratikleşme hareketinin başlangıcı olduğunu düşündüğü için MKP’ye ilgi göstermiştir, ancak daha önce de belirttiğimiz gibi siyaset deneyimi olmayan üyelerden oluşuyor olması ve bu üyeler arasında da çıkar çatışmalarının yaşanıyor olmasının verdiği tecrübesizlikle eleştirilmiş ve DP’nin gölgesinde kalmıştır. Nuri Demirağ, liberalizmin gelişmesinin sağlanabilmesi için bir muhalefetin var olması gerektiğine inandığından kurduğunu iddia ettiği MKP’nin iktidarı hedeflemediğini de dile getirmiştir. Partisini ekonomik, siyasi ve ahlaki prensiplerden oluşan üçayağa oturtmuş olan Demirağ, ekonomik anlamda 58 mayıs-haziran 2014 liberalizmi ve ferdi teşebbüsü benimserken, siyasi prensiplerini Milliyetçilik, Demokrasi ve Parlementarizm olarak belirtmektedir. Ahlaki olarak da - kurduğu bütün kurum ve organizasyonlarda uyulmasını beklediği- altı prensip sıralar: “Nuri Demirağ Mektebinin Şakirdlerine, İşretten, oyundan (Kumar), iffetsizlikten, eğrilikten, tembellikten, zulümkârlıktan Sakınınız! Bu altı kanatta yazılı altı nevi fenalığı havada, denizde ve karada yapmayacağımıza, yapanları gücümün yettiği, dilimin döndüğü kadar uğraşarak yaptırmamaya çalışacağıma, namusum, vicdanım, şerefim, varlığım, benliğim, hulasa vatanım ve öz Türklüğüm namına and içiyorum. Ömrüm boyunca bu sayılı fenalıklardan herhangi birini işlersem ve başkalarının fenalıklarını da usanmadan asla fütur getirmeden telkin ve men’e çalışmazsam gökler başıma yıkılsın, yerler beni yutsun, ırmaklar ve denizler beni boğsun. Hasılı her türlü felaket beni yok etsin2.” Bu ahlaki kuralları belirlerken aslında Demirağ, partisinin ve kurduğu her kurumun nasıl üyelerden ve öğrencilerden oluşmadığını dile getirerek, bu örgütlenmeler dışında kalanları ötekileştirmektedir. Bu söylemlere bakılırsa Demirağ’ın da tek tip insan yaratmayı amaçladığı ve bunu oluşturduğu eğitim kurumları aracılığıyla gerçekleştirmeyi hedeflediğini görmekteyiz. Siyasal ve ekonomik anlamda demokrasinin kurulması gerektiğini ileri sürerken, bireysel anlamda tek boyutlu cemaat bireyleri yaratarak kendisiyle çelişmektedir. Milli Kalkınma Partisi Kuruluyor... İsmet İnönü’nün çok partili hayata geçilmesi gerektiğini ifade eden nutkundan hemen sonra parti kurmak için Valilik’e dilekçe gönderen Demirağ’ın talebi, parti tüzüğünde Ayan Meclisi kurulması, kuvvetler birliği ilkesinin reddi, cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi gibi Anayasaya aykırı hükümler bulunduğu gerekçesiyle, İçişleri Bakanlığı’na gönderilmiştir3. Bunun üzerine 5 Eylül 1945’te Başbakan Şükrü Saraçoğlu MKP’nin kurulmasına izin verdiğini, tek dereceli seçim, üniversite özerkliği gibi taleplere hükümetin karşı çıkmadığını belirtmiştir4. İçişleri Bakanlığı’nın belirttiği değişiklikler de yapıldıktan sonra hükümet de 22 Eylül’de resmi izni verince 27 Ekim’de törenle MKP açılmıştır. İstanbul merkez olmak üzere, İzmir, Adana, Eskişehir, Edirne, Kütahya, Elazığ, Ayvalık, Gölcük, Beykoz, Ortaköy, Rami, Çatalca, Kartal, Babaeski, Vize, Pınarhisar, Hayrabolu, Çorlu, Karaman ve Bolvadin, Çanakkale’de Bayramiç, Ayvacık, Lapseki, Ecebat’ta, Giresun, Bursa ve Ankara’da örgütlenmiştir5. MKP’nin ilk katıldığı seçim ise 26 Mayıs 1946 yılında gerçekleştirilen yerel seçimlerdir. DP seçimlere katılmayacağını daha önce belirttiğinden tek muhalefet partisi olarak MKP bu seçimlerde boy göstermiştir. Yerel seçimler için başlattığı seçim propagandasında MKP’nin halkın, gençlerin ve köylünün partisi olduğu söyleniyor ve CHP karşıtlığı içinde olan kesimlerin desteğinin alınması hedefleniyordu. Partinin asıl kazanmak istediği bölge İstanbul’du. Bu nedenle İstanbul’a yönelik vaatlerde bulunuyordu (Sarayburnu ile Üsküdar arasına köprü yapmak gibi). Muhalif gazeteler ise seçimler boyunca MKP’yi işaret etmemelerine rağmen CHP belediyelerinin olumsuz yönlerine işaret ederek vatandaşların seçimlere iştirak etmelerini telkin ediyorlardı6. MKP, seçim günü seçimlere fesat karıştırıldığını ve hükümetin taraf tuttuğunu ileri sürerek İstanbul’daki seçimlerden çekildiğini açıklamıştır. İstanbul dışında İzmir, Adana, Urfa, Hatay ve Çanakkale’de seçimlere katılan MKP, Urfa’da, Adana’nın Osmaniye ilçesinde ve Hatay’ın Ürdün bucağında seçimleri kazanmıştır ve Kırıkkale’de 22 kişilik belediye meclisine 6 MKP adayı girmiştir7. 21 Temmuz 1946 genel seçimlerine de katılmış, ancak Nuri Demirağ adaylığını koymamıştır. Bu seçimlerdeki rekabet daha çok CHP ve DP arasında gerçekleşmiş, iki parti de MKP’yi hedef alacak şekilde davranmamıştır. MKP ile 1950 seçimlerinden de olumlu sonuç elde edemeyen Demirağ 1954 seçimlerine DP listesinden İstanbul milletvekili seçilmiştir. Böylece MKP ilk kez mecliste temsil edilebilmiştir. DP listesinden bağımsız milletvekili olarak adaylığını koyması ise,“DP ile anti demokratik kanunların lağvı, yerine demokratik kanunların ikamesi, Anayasa tadilatı, Ayan Meclisinin teşkili, İstinaf Mahkemeleri teşkilatı, sanayicilerden doğrudan doğruya alınan imalat muamele vergisinin kaldırılması, şahsi teşebbüse geniş ölçüde yer verilmesi konularında mutabık kalmalarından kaynaklanmaktadır8.” Ancak, Demirağ, meclise girdikten sonra kendisine verilen vaatlerin tutulmadığını görünce muhalefete geçerek DP’yi de eleştirmeye başlamıştır9. Parti Nizamnamesinden... Partinin kuruluş amacı, geleneklere sırt çevirmeden, zamanın gerektirdiği ilerlemeleri kaydetmek ve halkın layık olduğu refahı sağlamak olarak belirlenmiştir. Ahlak ve vazifeye büyük önem verilmiştir. Parti programı bulunmayan MKP’nin nizamnamesinde 38 madde bulunmaktadır ve parti programı niteliğindedir. Nizamnamenin ilk maddesi kimlerin bu partiye üye olabileceğine ilişkindir. 22 yaşını doldurmuş her vatandaşın partiye üye olabileceğini belirten ilgili maddeye göre, “muhtelif kanaatlere bürünerek mütereddi haleti ruhiye taşıyanlar, sözü ile işi arasında tezat bulunanlar, parti umdelerine aykırı hareket edenler, memleket zararına kötü şan ve şöhretle tanınanlar, görevlerini kötüye kullanan memurlarla çıkar ilişkisi zannı altında bulunanların partiye alınabilmeleri için “haysiyet divanı huzurunda nefis terbiyesinden geçmeleri gerekmektedir10.”” Tek bir ahlaki anlayışa sahip bireylerin partiye katılabileceğinin altını çizen ilk madde partinin güvenilir kişilerden meydana geldiğinin kamuoyuna inandırılması için yazılmıştır. Nizamnamenin devamında ise, askerlerin, hâkimlerin ve diğer memurların tarafsız olması, dolayısıyla herhangi bir siyasal partiye üye olmaması gerektiği, en uygun yönetim şeklinin Cumhuriyet olduğu, seçim sisteminin tek dereceli olması, mayıs-haziran 2014 59 Nufüs Sureti bağımsız bir seçim kurulunun oluşturulması, cumhurbaşkanının 5 yıl süre için halk tarafından seçilmesi, ikinci bir meclis olarak Ayan Meclisi’nin kurulması, dil konusunda herhangi bir zorlamaya gidilmemesi gerektiği, kendi haline bırakıldığında değişikliklerin kendiliğinden meydana gelebileceği, ahlak ve milli değerlerin öğretildiği milli bir eğitimin oluşturulması, ekonomik anlamda medeni dünyaya (Batı kastediliyor) ulaşabilmek için sanayi ve ticarette serbest rekabet esasının uygulanması, Türk parasının değerini artırılması, milli emanet olarak kabul edilen kişisel servetlerin israf edilmesine meydan verilmemesi, herkesin varlığı oranında vergi ödemesi, sanayide, kurumlarda, maden ve orman işletmelerinde ve bütün ekonomik alanlarda işçilerin mesailerinde sağladıkları azami verime karşılık onların sosyal rahatlığını sağlamak için dünyanın belli başlı ülkelerindeki işçi kuruluşlarının örnek alınarak hakları teminat altına alınması gerektiği, isteğe bağlı askerliğin gerekliliği belirtilmektedir11. Partinin dış politika hedefleri nizamnamede yer almamaktadır. Demirağ, İslam BirliğiŞark Federasyonu önermektedir. Ona göre, Türkiye sadece İslam toplumlarıyla bütünleşebilir, çünkü din, kültür, anane ve tarihin hem ileride kurulabilecek Avrupa Birliği’ne girmede güçlük yaratacaktır, keza, NATO’ya zor kabul edilmiştir12. Toplumda gerekli desteği bulamayan MKP’nin bir yayın organı olmamıştır ve Demirağ gazetecilerle partililere sık sık kuzu ziyafeti verdiği için partisi “Kuzu Partisi” adıyla meşhur olmuştur. Henüz MKP kurulmadan önce, siyasi faaliyetlerine müsaade edilmeyen Demirağ Birleşmiş Milletler Sekreterliğine, “Türkiye Cumhuriyeti, halen demokrasiye geçmemiştir. İkinci bir partiye müsaade etmediğinden, Birleşmiş Milletlere alınmaması gerekir” şeklinde yazdığı mektup sonucunda Birleşmiş Milletlerden gelen yazı üzerine İnönü Celal Bayar’ın parti kurmasına müsaade etmiştir13. 1 Kasım 1945’te İsmet İnönü meclisin açılış konuşmasında çok partili hayata geçişin yani bir muhalefet partisinin kurulmasının zorunlu olduğunu belirterek MKP’nin varlığını göz ardı etmiştir. Bu nedenle de DP için staj partisi işlevi gördüğü de düşünülmektedir. Öte yandan, zaten kurucular arasındaki çekişmelerle zayıflayan partinin merkezinin İstanbul’da bulunması ve iletişim araçlarının o dönemde sınırlı olması siyasetin merkezi olan Ankara ile iletişimin zayıf olmasına neden olmuştur. Milliyetçi ve İslamcı bir bakış açısı belirlemesine rağmen, dinci kesim de köylüler de DP’yi desteklemiştir, çünkü Demirağ, sanayici olarak kendi yaşadığı problemler doğrultusunda siyasal çözümler aramış, diğer toplumsal grupları göz ardı etmiştir. Şehirlerde egemen kitle olan esnaflar, serbest meslek sahipleri, emekliler başlangıçta bu partiye ilgi duymuşlar ve Anadolu’daki parti örgütlerini kurmuşlardır, ancak merkezle güçlü bir iletişim bağı olmadığından kendiliklerinde dağılmışlardır14. Kurulduğundan itibaren gerekli itibarı sağlayamayan MKP, Demirağ’ın 1957’deki ölümünün ardından genel kurul toplantısını yapamamasından ötürü 22 Mayıs 1958’de münfesih sayılmış ve 1961’de de Milli Birlik Komitesi tarafından kapatılmıştır. KAYNAKÇA 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 60 B. Zakir Avşar, Elif Emre Kaya, a.g.e., s. 120. [www.nuridemirag.com/ahlak.asp], Mayıs 2013. Orhan Özacun, Orhan Özacun, “Siyaset Tarihimizde Milli Kalkınma Partisi”, ss. 205-233, [http://ataturkilkeleri.istanbul.edu.tr/wp-content/ uploads/2013/03/ydta-02-ozacun.pdf], Mayıs 2013, s. 210. Çağatay Benhür, “1945-1946 Yıllarında Türkiye’de Politik Gelişmelere Genel Bakış”, [http://journal.qu.edu.az/article_pdf/1006_61.pdf], Mayıs 2013, s. 33. Orhan Özacun, a.g.e.,ss. 212, 213. Yasin Kayış, “1946 Belediye Seçimleri ve Basın”, ÇTTAD, Cilt: 7, Sayı: 16-17, 2008, ss. 397-419, [http://web.deu.edu.tr/ataturkilkeleri/ai/ uploaded_files/file/dergi%2016-17/22_yasin_kayis.pdf], Mayıs 2013, s. 410. Orhan Özacun, a.g.e., s. 213. B. Zakir Avşar, Elif Emre Kaya, “Çok Partili Hayata Geçiş Sırasında İlk Muhalefet Partisi: Milli Kalkınma Partisi”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 13, Sayı: 2, 2012, ss. 113-132,[http://iibfdergi.cumhuriyet.edu.tr/archive/okpartilihayatageisonrasndalkmuhalefetpartisimillikalknmapartisi.pdf, Mayıs 2013, s. 124. Mustafa Müjdeci, “Türk Basınında Milli Kalkınma Partisi”, [http://asosindex.com/journal-article-abstract?id=7263#.UbAinUCSJqU], Mayıs 2013, s. 7. Orhan Özacun, a.g.e., s. 218. A.g.e.,ss. 218-224. B. Zakir Avşar, Elif Emre Kaya, a.g.e., s. 120. Hasip Uras, “Nuri Demirağ”, Türkyolu Dergisi, Mayıs 2007, [www.nuridemirag.com/haberler.asp?ID=2], Mayıs 2013. Orhan Özacun, a.g.e., s. 232. mayıs-haziran 2014 Gülsünay Uysal SIĞ [email protected] Ölü Çocuklar Doğuracağız Berkin hepimizin çocukluğunu gömdüğü bir törenle uğurlandı. 16 kiloydu can verirken. 269 gün mücadele verdi. Yaşanacak güzel bir dünya buldu şimdi kendine. Burası çok kirliydi. Yaşama umudunuzu kaybetmeyin. Düşünün ki yaşadığınız ülkede her yıl 633 çocuk ölüyor. Bu ölümlerin sebepleri de önlenebilir sebepler olarak kayıtlara geçiyor. Yok hayır siz yine de yaşayın, direnin, yaşamayı başaran çocukların hatrına olsun bu direnç. Gündem Çocuk Derneği, Türkiye’de Çocuğun Yaşam Hakkı 2013 Raporu’nu açıkladı. Belirttiğim gibi rapor 2013’te 633 çocuğun önlenebilir sebepler yüzünden hayatını kaybettiğini söylüyor. BİBER GAZINDAN 8 ÇOCUK Ayrıca 2006-2014 yılları arasında 8 çocuk biber gazı nedeniyle hayatını kaybetti, biber gazından mağdur olan çocuk sayısı ise 146. 1 Ocak 2013 – 31 Aralık 2013 tarihleri arasında ölümle sonuçlanan yaşam hakkı ihlallerine yer verilen rapora göre geçen sene: - 6 yaşındaki Efe Boz gibi sağlık, bakım, eğitim gibi kamu hizmeti alırken en az 21 çocuk - 13 yaşındaki Uğur Kaymaz gibi yargısız infaz sebebiyle en az 4 çocuk - 14 yaşındaki Ceylan Önkol gibi kara mayınları ve askeri mühimmat sebebiyle en az 5 çocuk - 15 yaşındaki Berkin Elvan gibi toplumsal olaylar sırasında en az 3 çocuk - 9 yaşındaki Mert Aydın gibi şiddet sebebiyle en az 41 çocuk - 13 yaşındaki Ahmet Yıldız gibi iş cinayetleri sebebiyle en az 89 çocuk - 3,5 yaşındaki Pamir Dikdik gibi kentsel ve kırsal alanda en az 101 çocuk yaşamını kaybetti. YAŞANMAZ VATAN Cemil Meriç, ‘Vatanlarını yaşanmaz bulanlar vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır’ der. Sanırım artık bu söz karşılığını yitirdi. Efe’nin1 annesinin yerine koyun kendinizi. 6 yaşındaydı, okulun tuvaletinde üzerine lavabo düştü ve yaşamını yitirdi. Evet yaşanmaz bir ülke bu ülke ve ben değilim bu ülkeyi yaşanmazlaştıran, hiç kusura bakmasın Sayın Meriç. Bu ölümde 6 (?) kusurlu buldu adaletimiz. Sizce Efe’nin katili kim? Hadi tüm anneler size soruyorum şimdi: Nasıl göndereceksiniz göz bebeğinizi, canınızı, evladınızı okula! Neyin eğitimi pardon? Ne disiplini? Eğitimli bir evladınız olsun diye canını riske atar mısınız onun? Peki ne yapacaksınız? Evet bu ülkede yaşanmaz. Ama içiniz rahat etsin siz değilsiniz bu ülkeyi yaşanmaz kılan. Bu ülkeyi yaşanmaz kılan okullara, eğitim yuvalarımıza yatırım yapmak için bizden alınan vergileri gerektiği mayıs-haziran 2014 61 çalışırken can veriyorsunuz, iş vereniniz hastaneye götürüp araba çarptı bu çocuğa diyor.5 Bu ülke her geçen gün daha fazla yaşanmaz evet. Unutursak kalbimiz kurusun dedik ve Ahmet Yıldız’ın adını da unutmamıştık, çocukken ölen, önlenebilir sebeplerden can veren çocuklar listesinde okurken. Ve Berkin, Taksim Gezi Parkı protestoları sırasında, 16 Haziran günü, polis tarafından atılan göz yaşartıcı gaz kapsülünün başına isabet etmesi üzerine 269 gün komada kaldı ve sonra hayatını kaybetti.6 Berkin hepimizin çocukluğunu gömdüğü bir törenle uğurlandı. 16 kiloydu can verirken. 269 gün mücadele verdi. Yaşanacak güzel bir dünya buldu şimdi kendine. Burası çok kirliydi. şekilde değerlendirmeyen, mülkiyet sahipliğinde sınırları aşanlar. Doğusunda yaşıyorsanız ülkenin, işler daha da vahim. 12 yaşındaki oğlunuz 13 kurşunla öldürülüp, kamuoyuna ‘2 terörist öldürüldü’ diye duyurulabilir. Ardından kusurluyu ancak Avrupa İnsan hakları Mahkemesi ilane der. Bizim adaletimiz ise o 4 polise beraat vermişti. Bizim adaletimiz? Bizim hangi adaletimiz? Uğur da böyle öldü.2 Ceylan da onun yaşındaydı, çobanlık yaparken parçalandı bedeni havan mermisiyle. Takipsizlik verildi.3 Mert Aydın, 9 yaşındaydı, Kars’ta kayboldu, cesedi çöplükte bulundu. Vali Eyüp Tepe, “Spekülatif şeylere gerek yok. Bizler de en az sizin kadar bu konuyla alakalı duyarlı olmaya çalışıyoruz. Acınızı anlıyoruz. Benim de 3 tane oğlum var. En az sizin kadar ben de o acıyı duyabilecek durumdayım.” Dedi.4 Bazen acı duymaktan daha ağır sorumlulukların altına girebilmeyi taahhüt ederiz hayatta. Bazı görevler böyledir. Karşılığında da sorumluluğumuzu yerine getirmemiz gerekir. Diğer yandan presleme makinasının arasına kafası sıkışan da sizin evladınız olabilir bu ülkede. Can ucuz burada çünkü. Günlüğü 18 lira olan bir işte ÇIĞLIK ATMASIN ÇOCUKLAR, GÖREVİNİ YAPSIN YETKİLİLER Burası çok kirli ve temizlemek için yetkililer hiçbir şey yapmıyor. Çözümler aciz ve absürd. Son günlerde kayıp çocuk sayısı ve çocuk ölümleri artınca Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam bir öneride bulunmuş. Bunca çocuk aşkına kınamamak olmaz. Diyor ki; Çocuklara çığlık atmasını öğretin.7 Ben çocuğuma çığlık atmasını öğretirim, peki siz vazifenizi yerinize getirecek misiniz? Yoksa ekmek almaya giden çocuğa gaz kapsülü mü atacak sevgili güvenlik güçlerimiz? Ben çocuğuma çığlık atmasını öğretirim ama siz daha iyi bir çözüm bulamaz mısınız? Aile ve Sosyal Politikalar Bakanımızın önerisi bu yönde, yok mu arttıran? Vatan yaşamaz halde ama bırakıp gitmek yakışmaz direnmek varken birlikte. Sadece çocuklar için, kızlı erkekli evlerde, güvene güvene, gözümüzü kırpmadan barınmasına imkan yaratabileceğimiz evlatlarımız için direneceğiz. Direnmezsek ölü çocuklar doğuracağız, diri diri öldürecekler çocuklarımızı. Ölüm çocuğa hiç yakışmaz oysa… Hala ölmemiş tüm çocukların 23 Nisan bayramı kutlu olsun! KAYNAKÇA 1 2 3 4 5 6 7 62 http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24844445.asp http://www.radikal.com.tr/turkiye/aihm_ugur_kaymaz_davasinda_turkiye_yi_mahkum_etti-1178423 http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/4-yil-oldu-ceylanin-katilleri-hala-bulunmadi-haberi-80287 http://www.cnnturk.com/haber/turkiye/mert-ayd-n-n-otopsi-raporu-oke-etti http://www.ntvmsnbc.com/id/25429085/ http://tr.wikipedia.org/wiki/Berkin_Elvan http://t24.com.tr/haber/aile-bakani-cocuklariniza-ciglik-atmayi-ogretin,257259 mayıs-haziran 2014 Şükran Beklim A4-ANTRAKT [email protected] GÖRÜNMEYEN ORDULAR / GERİLLA TARİHİ Max BOOT 4000 yıldır varlığını dünyanın birçok coğrafyasında sürdüren gerilla savaşlarını derinlemesine bir araştırmayla inceleyen akademisyen Max Boot, yüzyıllar boyunca süren mücadelelerin başarılı sonuçlarını, başarısız çıkarımlarını ve tarihe yön veren etkilerini Görünmeyen Ordular’da gözler önüne seriyor. Roma-Yahudi Savaşlarından Büyük İskender’e, Mezopotamya’nın kanlı nehirlerinden Çin’in uçsuz bucaksız bozkırlarına, İngiltere ile İrlanda arasındaki güç savaşlarından Haiti’nin özgürlük mücadelesine, Garibaldi’den Arabistanlı Lawrence’a, Kızıl Ordu ile Mücahitlerin yüzleşmesinden El Kaide’nin günümüzdeki etkilerine dek, okudukça kimin iyi, kimin kötü taraf olduğunu sorgulayacağınız bu kitapta bugüne kadar yazılmış savaş tarihi kitaplarında yer almayan birçok yeni bilgiye ve farklı bakış açılarına ulaşacaksınız. Yaşanan tüm düşük yoğunluklu çatışmaların dünyanın şekillenmesinde ne kadar etkili olduğuna ise şaşırarak tanıklık edeceksiniz… MARKALAR VE MARKALAŞMA Rita CLIFTON Bir şirketin markası ya da markaları onun en kıymetli malvarlığıdır. Bazı şirketlerde marka, şirketin piyasa değerinin yüzde 70’ine bedeldir. Financial Times’ın “marka guru’su”, Daily Telegraph’ın da “markalara yol gösteren marka” diye niteledikleri Rita Clifton yönetiminde bir ekip tarafından hazırlanan Markalar ve Markalaşma, her tür kurum ve kuruluşun markasını, kendi merkezi organizasyon prensibi olarak görmesi gerektiğini, her karar ve adıma markanın yön vermesi gerektiği görüşünü savunuyor. Büyük markalar iddia edildiği gibi zararlı mıdır? Markalaşmada en iyi örnekler Marka konumlandırması, marka stratejisi ve markanın korunması Görsel ve sözel kimlik Marka iletişimi Markaların geleceği ve markalaşmada yeni eğilimler Alanında uzman yazarların kaleme aldığı Markalar ve Markalaşma, markaların rolünü ve önemini; başarılı bir markanın nasıl yaratıldığını ve nasıl korunduğunu daha iyi anlamanızı sağlayacak. mayıs-haziran 2014 63 A4-ANTRAKT AŞK VE ANLATI ŞİİRLERİ William SHAKESPEARE William Shakespeare (1564-1616): Oyunlarında insanlık durumlarını dile getiriş gücüyle yaklaşık 400 yıldır bütün dünya okur ve seyircilerini etkilemeyi sürdüren efsanevi yazarın Aşk ve Anlatı Şiirleri’yle oyunları arasında söz, duygu, ruh, ihtiras, inanç bakımından çeşitli yakınlıklar bulunmaktadır. Bu şiirlerde de lirik cazibe, heyecanlı olaylar, sürükleyici yaşantılar, billur özdeyişler vardır, şairin anlatı ustalığına ve imge yaratıcılığına hayran olmamak, mekân, görüntü, doğa ve nesne betimlemelerini başarılı bulmamak mümkün değildir. “Venüs ile Adonis” güzellik tanrıçasının isteksiz bir genci baştan çıkarmak uğrundaki ısrarlı çabalarının küçük bir mitolojik destanı, “Lükres’in İğfali” kocasına sadık soylu bir kadına şehvetten gözü dönmüş bir prensin tecavüzünün öyküsü, “Anka ile Kumru” felsefi ve vicdani gücü ağır basan bir “saf” şiir, “Bir Âşıkın Yakınması” sevgiye güvendiği için bir çapkının tuzağına düşen bir kadının haklı şikâyetidir. Aşk ve Anlatı Şiirleri’nde Shakespeare’in yazdığı sanılan “Coşkulu Yolcu” ve “Ölsem mi?” adlı şiirler de yer almaktadır. 64 mayıs-haziran 2014 OSMANLI İSTANBUL’UNUN TOPLUMSAL TARİHİ Ebru BOYAR –Kate FLEET İstanbul, en parlak devrinde sınırları Fas’tan Ukrayna’ya, İran kıyılarından Macaristan’a uzanan Osmanlı İmparatorluğu’na 470 yıl boyunca başkentlik etti. Payitaht, Osmanlı coğrafyasının sanat ve düşün merkezi olduğu gibi, dünyanın dört bir yanından tüccarları kendine çeken bir ticaret üssü ve imparatorluğun siyasi motoruydu. Şehrin sakinleri, güç ve gösterişin ihtişamı içinde, bu başkentin şiddetiyle kuşatılmış olarak ve imparatorluğun çok çeşitli kaynaklarının aktığı Dersaadet’in devasa refah ağlarına yaslanmak suretiyle hayatlarını sürdürüyorlardı. Değerli iki Osmanlı tarihçisi Ebru Boyar ve Kate Fleet’in birlikte kaleme aldıkları Osmanlı İstanbul’unun Toplumsal Tarihi, bu uzun süreç boyunca canlı, şiddet dolu, dinamik ve kozmopolit imparatorluk başkentinin toplumsal bir portresini sunuyor.
Benzer belgeler
ÖAD - Analiz - Başkanlık Sistemi ve Türkiye
ğer en önemli ikinci parti de kendini başka bir mezheple özdeşleştirenlerin oyunu yoğun bir biçimde
alıyorsa bu vaziyetin gelişme ihtimali olan hiçbir
şekilde arzu edilemeyecek bir Alevi-Sünni gerg...
Türkiye`nin Gelecek Siyasi Sistem Tercihi
ğer en önemli ikinci parti de kendini başka bir mezheple özdeşleştirenlerin oyunu yoğun bir biçimde
alıyorsa bu vaziyetin gelişme ihtimali olan hiçbir
şekilde arzu edilemeyecek bir Alevi-Sünni gerg...