direnen filistin
Transkript
FHKC gerici Arap rejimlerini kınadı Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) 22 Ocak’ta, son haftalara damgasını vuran halk isyanları ile ilgili bir açıklama yaparak “meydanlarda ve alanlarda toplanan ve ayaklanan, kendi meşru haklarını ve onurunu geri almak isteyen Arap eylemcilere karşı kanlı saldırılar düzenleyen, şuurunu, aklını ve onurunu kaybetmiş bulunan Arap rejimlerini şiddetle kınadığını” duyurdu. Açıklamada “Utanç verici bir sessizliğin sürdüğü bu ortamda, basiretini kaybetmiş bu kör iktidarların işlediği, yüzlerce kişinin öldürüldüğü, binlercesinin yaralandığı kanlı vahşet hemen durdurulmalıdır. Dünya kamuoyunu, Arap özgürlük hareketlerini, hukuk kurumlarını, insan onurunu savunan bütün tarafları işlenen bu katilamları durdurmak için derhal harekete geçmeye davet ediyoruz” denildi. FHKC, “Arap halklarının Tunus’ta ve Mısır’da olduğu gibi, adalet için, onurlu ve özgürce bir yaşam için başlattıklar bu yürüyüşlerle, acımasız, katil iktidarlara rağmen amaçlarına ulaşacaklarına inanıyoruz” dedi. İsrail’i kınıyoruz direnen filistin Barış Derneği’nin katkılarıyla hazırlanan Filistin’le dayanışma bültenidir. ABD-İsrail-Türkiye üçlüsünden bölge halklarına fayda yok! Halk ayaklanmaları bölgeyi kasıp kavururken birileri de kendi çıkarının peşinde koşuyor. Kimisi güvenlik, kimisi enerji, kimisi prestij peşinde. Ayaklanan Arap halkları ise bu arayışlara şimdilik prim vermiyor. Tüm Arap dünyasını saran halk ayaklanmaları ile birlikte dünyanın gözü oluşacak yeni statükonun ipuçlarını aramaya odaklandı. İyi haber, henüz kimsenin böyle kesin bir ipucuna ulaşamamış olması. Filistin halkının özgürlük mücadelesinden, emperyalizmin enerji güvenliğine, Arap emekçilerinin ekonomik mücadelesinden, İsrail’in “var olma” savaşına kadar tüm başlıklar, Arap halklarının günlerdir doldurduğu sokaklardan gelecek yeni sinyallere bağlı gözüküyor. Ve iyi haber, buradan henüz emperyalistler için bir umut ışığı parlamış değil. Şüphe ve korku Katar’daki şeriat üniversitesinin rektörü ve Müslüman Kardeşler’in fiili liderlerinden birisi sayılan Yusuf El Karadavi, 18 Şubat’ta Tahrir Meydanı’nda yapılan kutlamalarda şöyle diyordu: “Tarihle kavga etmeyin. Zamanı geldiğinde onu durduramazsınız. Arap dünyası değişmekte.” Bu gelişmelerin önce İsrail’i vuracağı kesin, ama ABD’nin yeni statükoyu sevip sevmeyeceği, hatta Türkiye’nin Osmanlı hayallerinin bu gelişmeler karşısında ne hale geleceği hiç belli değil. The Nation dergisinde Matthew Duss, İsrail hükümetinin bir üyesinin kendisine Mısır olayları üzerine “zehirli hilal”in büyümesin- den söz ettiğini söylüyor. Zehirli hilali İran, Irak, Türkiye, Suriye ve Lübnan oluşturuyor. Duss belirtmiyor ama; belli ki İsrail hükümeti ayaklanan Arap halklarının bu hilali büyüteceğinden korkuyor. Gerçek bir korku olduğunu kim inkâr edebilir? Aynı yerde bir başka muhafazakâr İsraillinin, Shalem Center’dan Martin Kramer’in, “sadece statükonun sürdürülebilir olduğuna inanmıyoruz, ABD’nin işinin onu sürdürmek olduğunu düşünüyoruz” dediği aktarılıyor. New York Times’da Geoffrey Wheatcroft tam da bundan şikayet ediyor. “Amerika’nın Çözülen Gücü” başlıklı yazısında, İncil’e gönderme yaparak, güç olmanın git denilince gidilmesini sağlamaktan geçtiğini belirtiyor. Ve ne kendisinden Filistin topraklarında yeni yerleşimler kurmaktan vazgeçmesi için yalvardığında Netanyahu’nun, ne de yönetimden hemen çekilmesini rica ettiğinde Mübarek’in, Obama’nın sözünü dinlemediğini aktarıyor. Görünen o ki ABD, İsrailli muhafazakârları da kendi ülkesindeki yazarları da bu gidişatı durdurabileceğine ikna edemiyor. Ama Mübarek gidiyor, Obama söylediği zaman değil, halk evine dönmediği zaman. Bu durumda Filistin halkının ve İsrail’deki barış yanlısı ilericilerin Arap ayaklanmasının yolunu izlemekten başka çaresi kalmıyor. Devamý 4. sayfada Şubat 2011 Bu sayıda... Uzun bir aradan sonra yeniden merhaba. Direnen Filistin’in yeni sayısı, Ortadoğu’da heyecan yaratan ve heyecan yaratmaya devam eden halk ayaklanmalarının ortasında çıkıyor. Ayaklanmaların ne yöne evrileceği, bu ayaklanmaları kendi lehine çevirmeye çalışan birçok aktör ve emperyalizm tarafından da bilinmiyor. Ancak herkes artık Ortadoğu’nun eskisi gibi olamayacağında hemfikir. Bu durum, Filistin meselesinde de böyle. Filistin mücadelesinin İsrail savaş makinasına karşı en büyük dayanağı olan Ortadoğu halklarının kalkışması, Direnen Filistin’in sesinin de daha gür çıkması anlamına gelecektir. Yeni dönemde Direnen Filistin aylık periyotta, internet gazetesi olarak çıkacak. Her ayın yirmisinde yeni sayısına ulaşabileceğiniz Direnen Filistin’in daha çok kişiye ulaşması için bize, gazetemizi almak isteyen dostlarımızın e-posta adreslerini yollayınız. Tabi ki, eleştiri, öneri ve katkılarınızla beraber… Bu sayımız, aynı zamanda Filistin ‘barış’ süreci olarak adlandırılan görüşmeler açısından da kritik bir dönüm noktasında çıkıyor. El Cezire’de yayınlanan Filistin belgeleri, El-Fetih’in ihanetini açığa çıkarırken, barış görüşmeleri sürecini de kökten sorguluyor. Bu konuyu biz de derinlemesine ele aldık ve Kudüs - Inpal Hotel’de ABD, İsrail ve El-Fetih arasında yapılan üçlü görüşmenin tutanağı olan ihanet belgesinin Türkçe çevirisini gazetenin ekinde yayınlıyoruz. Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının Mısır, Filistin, İsrail, Türkiye ve ABD açısından yansımaları, Lübnan da Hariri hükümetinin devrilmesiyle başlayan süreç, İsrail siyasetini oluşturan parti ve aktörler ve İsrail’de işgale karşı çıkanlar yine bu sayının konuları arasında. Filistin’deki direniş edebiyatının en önemli yazarlarından, İsrail tarafından haince öldürülen Ghassan Kanafani ile Filistin’in Çocuklarını ve İsrailli muhalif yönetmen Eyal Sivan’ın kamerasından Yafa Portakalının hikâyesini de yeni sayımızda bulabilirsiniz. Dostlukla, Barış Derneği direnen filistin Filistin’de barış süreci sona mı eriyor? Ocak ayının sonunda açıklanan Filistin belgeleri, El Fetih yönetiminin Filistinlileri temsil meşruiyetini ve 18 ya da 20 yıldır devam eden barış sürecinin anlamını sorgulatıyor. Geçen ocak ayının sonlarına doğru El Cezire’de yayınlanmaya başlayan Filistin belgeleri, ABD’nin öncülüğüyle yürütülen, İsrail ve Filistin barış görüşmeleri sürecinde, bilinen ama kapalı kapılar ardında kalan El Fetih ve Filistin Özerk Yönetimi’nin (FÖY) ihanetini açığa çıkardı. El-Cezire, 1999-2010 yılları arasında oluşturulmuş e-posta, harita, özel görüşme ve toplantılara ait tutanaklar, bilgi notları ve power point sunumları gibi toplam 1700 belgenin bir kısmını İngiliz Guardian gazetesiyle de paylaşarak yayınladı. Yayınlanan belgeler, gerçek olup olmamalarından çok, görüşmelerde Filistin’li temsilcilerin kullandıkları üslup, El Fetih yönetiminin temsil meşruiyeti, iki devletli çözümün olabilirliği, mülteci Filistinlilerin hakları ve 18 ya da 20 yıldır devam eden barış sürecinin anlamı üzerinden tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor. Belgeler, Filistin Özerk Yönetimi’nin ABD ve İsrail’le işbirliği konusunda hiçbir sınır tanımadığını gösteriyor. Öyle ki, Gazze katliamında ve işgalinde, Fetih’in askeri kanadı El-Aksa Şehitleri Tugayı liderlerinden Hasan El Medhun’un öldürülmesinde bile El-Fetih’in İsrail’le işbirliği yaptığına ve rakip direniş örgütlerine dönük İsrail operasyonlarına istihbarat sağladığına işaret ediyor. 15 Haziran 2008’de Kudüs’teki Inbal Hotel’de yapılan ABD-İsrail-Filistin Özerk Yönetimi görüşme tutanağında, Filistin tarafı İsrail’in Kudüs’teki neredeyse bütün yerleşimleri ilhak etmesini öneriyor ve Mescid-i Aksa ve çevresini, yani Harem-i Şerif’i uluslararası bir komitenin denetimine vermeyi de kabul ediyor. Batı Şeria’daki yerleşimler konusunda daha sıkı pazarlığa giren Filistin heyeti, en sonunda buradaki İsrail yerleşimlerinin gelecekteki Filistin Devleti içinde varlıklarını sürdürmesini öneriyor. Belgeler ayrıca FÖY’ün Filistinli yedi milyon mülteciyi de gözden çıkardığını gösteriyor. Bizzat Abbas’ın bu kadar mültecinin geri dönmesinin mantıksız olduğunu söylediği ve İsrail ile 10 yıl süre boyunca sadece 100.000 mültecinin geri dönüşü konusunda anlaşıldığı belirtiliyor. Bütün bunlar karşılığında İsrail’in hiç taviz vermediği, hatta ‘İsrail sınırları’ içerisinde yer alan Arap köylerinin Filistin’e devredilmesini bile önerdiği görülüyor. Bu görüşmelerde önerilenler dışında, görüşmelere katılan Filistinli yöneticilerin kullandıkları dil ve üslup, görüşmelerin eşit tarafların müzakeresi olmaktan çok, üst ast ilişkisi şeklinde yürüdüğünü gösteriyor. Barış sürecinin başlangıcı İsrail ve Filistin tarafı arasındaki doğrudan ilk görüşmeler 1991 Madrid konferansı ile başlamıştır. 1993 yılında Beyaz Saray’da İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) birbirini tanıması ve İsak Rabin ile Yaser Arafat’ın “Geçici Özerk Hükümet İlkeleri Bildirisi’ni imzalamasıyla barış süreci denilen süreç de başlamıştır. Aslında, ABD’nin Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte, Ortadoğu’da değişen dengeleri yeniden tasarlamak için başlattığı müdahalenin ilk adımı olmuştur Filistin’deki barış süreci. İsrail devletinin Ortadoğu’da tanınması ve meşrulaşmasına yol açan görüşmelerin Filistinliler açısından olumlu bir yanının olduğundan bahsetmek ise mümkün gözükmemektedir. 1948’de başlayan işgalin yarattığı temel meseleler -yahudi yerleşimleri, Filistinli mülteciler, sınırlar, Filistin Devleti ve Kudüs’ün durumu gibi- çözülmek bir yana İsrail’in oldu bittileriyle ilerlemektedir. Bunlar, barış görüşmeleri boyunca İsrail’in işgal siyasetinin etkin bir enstrümanı olarak kullanılmaktadır. Obama ile yeniden ABD’de yönetime geldikten sonra Obama’nın öncelikli konularından biri de, İsrail ile Filistin arasındaki barış görüşmelerini yeniden başlatılması olmuştur. Uzun bir görüşme trafiğinin sonucunda ve İsrail’in Kasım 2009’da yerleşim inşaatlarına ilişkin kısmi bir dondurma kararı alması üzerine, Mahmut Abbas Haziran 2010’da yeniden görüşme masasına oturdu. Ancak, İsrail’in yerleşim yerlerine ilişkin kısıtlamaları Eylül’de kaldırması üzerine, süreç yeniden durdu. Abbas bu dönemde, İsrail ile barış görüşmelerinin yeniden başlamaması durumunda dünya devletlerine yönelip Filistin devletinin tanınması girişiminde bulanacaklarını açıkladı. Yine bu dönemde, Güney Amerika’dan birçok devlet, Rusya ve Güney Kıbrıs 1967 sınırlarıyla ve Doğu Kudüs’ün başkenti olması üzerinden Filistin devletini tanırken, Ocak ayının sonunda Abbas, İsrail’in işbirliği olmadan Filistin devletinin ilanı gibi bir seçenek olmadığını söyleyip çark etmiş ve yeniden görüşme masasını işaret etmişti. İşte, El Cezire’de yayınlanan Filistin belgeleri de bu esnada ortaya saçıldı. Belgelerdeki gerçekler Filistinlilerden çok dünyayı şaşırtmış gözüküyor. El-Fetih’in ve görüşmelere katılan yöneticilerinin Filistinlileri temsil yetkisine sahip olmadığı, mültecilerin geri dönüş hakkı üzerine kendileri hariç kimsenin söz söyleme hakkının olmadığı ve bu görüşmeler müddetince FKÖ’ye dâhil olan diğer örgütlere bilgi verilmediği, Filistinli mültecilerin örgütleri, İsrail’de yaşayan Filistinlilerin örgütleri ve diğer direniş örgütlerince dile getirildi. Mahmut Abbas ve El Fetih’in artık varlıklarını, ABD ve İsrail’le işbirliğine girmeden ve istenildiğinde barış görüşmeleri masası denilen o masaya oturup kalkmadan anlamlandıramayacağı görülmektedir. ‘18 yıllık barış süreci sona mı eriyor?’ türünden tartışmaların artık hiçbir anlamı kalmamıştır. ‘Barış süreci’ diye adlandırılan Filistin Direnişini tasfiye sürecininse sona ermesi gerektiği artık aşikâr hale gelmiştir. n Belgelerden... El Fetih’den Livni’ye büyük destek 2008 yılında yapılan görüşmelere İsrail Dışişleri Bakanı olarak katılan, bugün muhalefetteki Kadima partisine mensup Tzipi Livni’nin görüşmeler sırasında hiçbir konuda taviz vermediği görülmektedir. Belgelere göre Şubat 2009’daki seçimlerden sonra Livni’nin partisi Kadima hükümet dışında kalınca, FÖY yetkilileri defalarca Washington’a giderek Lieberman yerine Livni’yi desteklemeleri çağrısı yapmışlar. Hatta görüşmelerde Filistin heyetinin başkanı olan Ahmed Kurey, oy kullanabilecek olsa, oyunu Livni’ye vereceğini söylemiş. El Medhun suikasti 1 Ekim 2005’te o zamanki İsrail Savunma Bakanı Şaul Mofaz ve Filistin Özerk Yönetimi İçişleri Bakanı Nasır Yusuf arasında geçen görüşmenin, Gazze’de yaşayan ve hâlâ İsrail’e karşı direniş saflarında olan El Fetih’in askeri kanat liderlerinden Hasan El 2 Medhun’un öldürülmesiyle ilgili kısmının dökümü şöyle: Mofaz: [...] Hasan Medhun, biz onun adresini biliyoruz. Raşid ebu Şabak [Gazze Önleyici Güvenlik Örgütü şefi] da biliyor. Niye onu öldürmüyorsunuz? Hamas seçimler nedeniyle [Kassam füzeleri] attı ve bu size bir tehdit ve Ebu Mazen’e [Mahmud Abbas] bir uyarı. Yusuf: Raşid’e talimatları verdik, bakalım. Mofaz: Konuştuğumuzdan beri bir operasyon planlıyor ve bu dört hafta önceydi ve Karni ya da Erez’i [Gazze-İsrail sınır geçiş noktaları] vurmayı planladığını biliyoruz. O Hamas değil, onu öldürebilirsiniz. Yusuf: Çalışıyoruz, bu kolay bir ülke değil, kapasitemiz sınırlı ve siz hiçbir şey önermediniz. Mofaz: Gazze Şeridi’nde hiçbir şey başarılamamış olmasını anlıyorum. Bu görüşmeden bir ay sonra Medhun, Gazze’de arabasında giderken bir İsrail helikopterinden atılan roketle öldürüldü. direnen filistin İsrail’in gözü Mısır’da çözüme’ zorlamak ve ABD’nin bölgedeki sıkışmışlığını aşmak için İsrail iç siyasetini ‘tasarlamaya’ yönelik adımlar atıldı. ‘Baş tehdit’ olan şii İran’a karşı, emperyalizmin kontrolünde bir sünni islamcı odak yaratılması fikri, İsrail iç siyasetinde de karşılığını yarattı. Fakat elbette ABD çıkarları ile İsrail çıkarları arasındaki açıları göz ardı etmemek gerekiyor. Çünkü “istikrarlı ve güçlü islamcı müttefikler”in ABD açısından zaman zaman İsrail’i de Filistin sorununda kimi adımlar atmaya zorlamak gibi bir ‘kullanım değeri’ var ve İsrail de bunun gayet farkında. Mısır’daki gelişmelerden İsrail adına “fırsatlar yakalama” çabası, birden fazla ağızdan dile getiriliyor. Bu “fırsatların” başında, Filistin sorununu kilitleyen ve böylece tüm bölgede emperyalizmin işini zorlaştıran İsrail iç siyasetindeki “pürüzleri” temizlemek geliyor. Mısır’daki halk ayaklanması sadece bölge halklarının coşkusuyla değil, ABD’nin tereddütleri ve İsrail’in yoğun kaygılarıyla da karşılandı. İsrail’in Filistin işgalinde ve ABD’nin Ortadoğu politikalarında en önemli bölgesel müttefiklerinden biri, Suudi Arabistan ile birlikte Mısır’dı. İsrail-Arap savaşının ardından İsrail ile barış anlaşması imzalayan ve onu tanıyan ilk Arap devleti, Mısır oldu (1979). Bölgenin en önemli ve büyük devletlerinden biri olan Mısır’ın İsrail ile işbirliği, bölgede İsrail’in ve ABD’nin elini güçlendiren başlıca faktörlerden biri. Bu nedenle de Mısır’daki gelişmeler, İsrail-Filistin sorununu birebir etkileyecek dinamikler içeriyor. İsrail’in Mısır konusundaki tavrını ABD’nin yaklaşımını göz önüne almadan değerlendirmek mümkün değil. Mısır’daki halk ayaklanması konusunda hazırlıksız yakalanan ve dengelerin kendi aleyhine değişmesinden endişelenen ABD, bilindiği gibi ilk günlerde Mübarek’e desteğini geri çekmedi. Niha- yet, sürecin geri döndürülemez olduğunu anlayınca Mübareksiz bir Mısır’a ikna oldu. Aslında ABD politikasındaki bu tereddüdün arka planı, Mısır meselesini aşıyor. Bir yanda, Ortadoğu’da daha istikrarlı işbirlikçi rejimler kurmak ve şii İran’ın artan bölgesel nüfuzunu dengelemek için sünni islamcı örgütleri iktidara ortak etme politikası, öte yanda bunun kontrol dışı bir ‘radikal islamcılığa’ yol açacağı kaygıları var. İkinci ve rezervli yaklaşım önemini korusa da, ABD’nin Ortadoğu politikasında ilk eksen öne çıkmış durumda. Nitekim ilk andaki kararsızlığın ardından, Mübarek’in “yedeklenmesi” çabaları ve Müslüman Kardeşler’le masaya oturulması tercihi bunu gösterdi. Genelde İsrail siyasetinin bir bütün olarak ‘islamcıları devre dışı bırakmak’ üzerine kurulu olduğu düşünülüyor. Oysa ABD’nin stratejik tercihleri, İsrail iç siyasetinde de karşılığını bulmuş durumda. Bu bağlamda, sadece Obama yönetiminde değil, henüz Bush döneminde de İsrail’i ‘iki devletli bir Yerleşim yerleri meselesi Bugün tartışılan İsrail’in yerleşim bölgeleri, İsrail’in Birleşmiş Milletler’in (BM) 1967 yılında kabul ettiği sınırları ihlal ederek kurduğu mahalleler ve yerleşimlerdir. Ancak, İsrail yerleşimleri Filistin’e yahudi göçünden itibaren İsrail’in işgal siyasetinin önemli bir parçası olagelmiştir. 1948’de İsrail devletinin kurulması ve işgalin başlaması ile iki yıl içinde yaklaşık 700 bin Filistinli yerinden yurdundan edilmiştir. Bu sebeple yerleşim yerleri meselesi aslında 1948 ile başlamıştır. İsrail yerleşimleri, stratejik bölgeleri ve su kaynaklarını tutmak, işgale zemin hazırlamak, Filistinli nüfusu bölmek ve Filistin devletinin kurulabilme ihtimalini ortadan kaldırmak için kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. FÖY’ün son görüşmelerde sadece Doğu Kudüs’te bulunan ve 120 bin kişinin yaşadığı yerleşim bölgelerini kabul ettiği görülmektedir. Filistinli mülteciler Filistinli mülteciler, İsrail Devletinin kurulduğu 1948 yılından itibaren, İsrail tarafından yurtlarından, evlerinden ve toprağından sürülen Filistinlilerdir. Filistin İkamet ve Mülteci Hakları Kaynak Merkezi BADIL’ın verileriyle 2008 sonu itibariyle dünya genelindeki 10,6 milyon Filistinlinin 7,1 milyonu zorla yerinden edilen kişilerdir. Bunların 6,6 milyonu Filistinli mülteci ve 427 bini ülke içinde yerinden edilen kişilerdir. Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı uluslararası hukuk ve tarihsel içtihatta tanınmıştır ve BM tarafından defalarca teyit edilmiştir. 1948 yılının Aralık ayında İsrail’i “son çatışmalardan dolayı yerinden edilenlerin” yurtlarına geri dönmelerini sağlayıp zararlarını tazmin etmeye çağıran 194 No’lu karar BM Genel Kurulu tarafından kabul edilmiştir. 1948 Evresel İnsan Hakları Beyannamesi, her ne sebeple olursa olsun evlerinden ayrılanların evlerine mutlak geri dönme hakkının olduğunu söyler. kaynak: www.boykotisrail.org 3 “Her şey kontrol altında”! Bu uzunca girişin ardından, ayaklanmanın ilk günlerinden itibaren İsrail’in yorumlarına baktığımızda, islami bir iktidardan duyulan kaygı ile Ortadoğu siyasetinin emperyalist çıkarlar ekseninde yeniden düzenlenmesi ikileminin izlerini görmek mümkün. İlk günlerde, ABD gibi İsrail’in de bu ayaklanmanın bu ölçüde büyüyeceğini öngörmedikleri anlaşılıyor. İsrail siyasetinde ‘Mısır uzmanı’ olarak bilinen, Knesset üyesi İşçi Partili eski bakanlardan Ben Eliezer, üst düzey bir Mısırlı yetkiliyle telefonda görüştüğünü ve “her şeyin kontrol altında olduğunu” söyledi. Kahire Tunus’a benzemezdi, Mübarek’in eli güçlüydü. Fakat bu açıklamadan sadece birkaç gün sonra, Mısır’da geri dönüşü olmayan bir sürecin başladığı anlaşıldı. ABD’nin de Mübarek’e desteğini geri çekme işaretleri vermesiyle birlikte, ABD’deki güçlü İsrail yanlısı örgütler/lobiler, Kongre üyelerini Mübarek’e destek için Beyaz Saray’a baskı uygulamaları konusunda harekete geçirdi. Harekete geçen isimlerden biri de, İsrail’in Müslüman Kardeşler konusundaki kaygılarına oynayarak ABD üzerinde basınç oluşturmak isteyen Mübarek’ti. Ben Eliezer’i arayan Mübarek, ABD’nin “demokrasi baskısının” radikal İslamcıların iktidara gelmesiyle sonuçlanacağı konusunda uyardı. Ben Eliezer’in aktardığına göre Mübarek, ABD’nin “demokrasi” politikasını eleştirdi ve bu politikanın, İran’da işe yaramadığı gibi, Filistin’de de Hamas’ı iktidara getirdiğini söyledi. İsrail’in Mübarek sonrasına dair kaygılarının hafifletebilecek gelişmelerden biri, Mübarek’in yerine, Wikileaks’te açığa çıkan belgelerde “İsrail’in adamı” olduğu tescillenen, Mübarek’in de sağ kollarından Ömer Süleyman’ın iktidarı devralmasıydı. Fakat Mısır’daki ayaklanmayı “Mübareksiz Mübarek dönemi”yle kadükleştirme girişimi, Tahrir Meydanı’nı terk etmeyen halkın direnciyle başarısızlığa uğradı. İsrail’in İslamcılarla dansı Mısır’daki süreç, bilindiği gibi, ordunun yönetime el koymasıyla sonuçlandı. Önümüzdeki aylarda yapılacak başkanlık seçimlerinde ve sonrasında, Mısır’da taşları yeniden yerine oturtmaya dönük olarak direnen filistin 1. Sayfanın devamý Ya Türkiye Tüm olan biten içinde en komik pozisyonda olanın Türkiye olduğu kesin. Türkiye kendisine bu süreçte de yer arıyor. Önce ABD’nin yolundan giderek Mübarek’e karşı tavır koyarken, sonra Gül’ün ağzından İran halkının haklarından söz ederken sadece rol arıyor. Bu rol Türkiye’ye yine ABD sözcüleri ya da bölgenin Amerikancıları tarafından veriliyor: Model olmak. Ancak ne alelacele Türkiye’ye koşup kendini anlatmak isteyen Müslüman Kardeşler’in sözcüsünün ağzından ne de hemen her gün başka bir gazete ya da televizyonda zuhur eden “uzmanlar”ın açıklamalarından bu “model”in ne olduğu anlaşılamıyor. Kimisi için model AKP’dir. İslâmcı geçmişi ve şimdiki söylemiyle, sonuna kadar kapitalist serbest pazarcılığıyla ve elbette ABD’nin adamı olma vasfıyla AKP. Bu vasıf zaman zaman “one minute” ya da “acemi elçi” çıkışlarıyla pekiştiği için ayaklanan halkları idare edeceği düşünülüyor. Bilinmeyen, Türkiye’de AKP modelinin şimdiye kadar işlemesinin asıl nedeninin ayaklanan halkın eksikliği olduğudur. Kimileri de, yönetimi, ele geçirince kısa zamanda sivillere geri veren faşist 12 Eylül diktasını, Mısır ordusuna model olarak gösteriyor. 12 Eylül’ün halka, aydınlara saldırısını önemsemeyen ve verili durumdaki Arap ayaklanmasının böyle bir şiddet karşısında nasıl tavır geliştireceğini hiç düşünmeyen bu önermenin de ayaklarının yere basmadığı kesin. Geriye Davutoğlu’nun Avrupa Konseyi Başkanı şapkasıyla, diktatörünü deviren Tunus halkına akıl vermeye gitmesi kalıyor. Bu konuda Lübnan hükümet krizindeki aracılık “başarısı”nı hatırlamak yeterli. Sonuçta Türkiye’nin AKP iktidarı eliyle ayaklanan Arap halkına vereceği hiçbir pozitif katkının bulunmadığının altının çizilmesi gerekiyor. Ya tehlike Asıl önemli tehlike son gelişmelerle dağılan bölge statükosunun ardından, önceki dönemde bozulan ABD-İsrail-Türkiye üçgeni içindeki ilişkilerin düzelmesi ihtimalinden kaynaklanıyor. İslamcı yayınların çok beğenerek aktardıkları konferansında Profesör Michael Desch bu üç ülkenin ilişkisini “karmaşık üçgen” olarak tanımlamıştı. Ama çeşitli uzmanların beklentileri hayata geçer ve bazılarınca İkinci Arap Uyanışı olarak nitelenmeye başlayan süreç bu üçlüyü bölgedeki hayati çıkarları gereği birbirine bağlarsa ortaya çıkacak üçgenin bir “şeytan üçgeni” olacağı şimdiden söylenmelidir. İyi haber, şimdilik ABD-İsrail-Türkiye ilişkilerinin pazarlık havasında devam ediyor olmasıdır. Bölge halklarına düşense bu pazarlık çıkışlarından kolay kahramanlar yaratmaktan kaçınması olacaktır. Sahi, ayaklanan kitlelerin elinde hiç Tayyip resmi gördünüz mü? n tarafların pazarlıkları sürüyor. Bu pazarlıklarda önemli taraflardan biri de, Müslüman Kardeşler olacak. İsrail açısından en önemli tartışma başlıklarından biri de bu: İslamcıların iktidara ortak edilmesi, Filistin sorununda başlıca müttefiki olan Mısır’ın kaybedilmesine yol açacak mı? Mısır’daki toplumsal hareketin anti-emperyalist ve halkçı uçlarını törpüleyerek ‘istikrarı’ yeniden kurma çabasındaki Mısır ordusu, en başta ABD’nin ve İsrail’in kaygılarını hafifletmeye dönük açıklamalar yapıyor. Nitekim ordu yayınladığı 4 numaralı bildiride, eski anlaşmalara bağlı kalacağını duyurdu. Burada kastedilenin, en başta İsrail ile imzalanan anlaşmalar olduğu herkesçe biliniyor. Buna rağmen, İsrail’de endişe sona ermiş değil. İsrail’in eski Mısır büyükelçilerinden Zvi Mazel’e göre, İsrail için sıkıntılı bir dönem başladı. Mısır’ın artık ‘dost’ kalamayacağını söyleyen Mazel, Müslüman Kardeşler’in etkisinin artmasının İsrail için düşmanca olaylara sebep olabileceğini söyledi. Öte yandan İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak hem Mısır’daki değişime yönelik ‘endişeler’ini ifade ederken, hem de umutlu olduğunu söyledi: “Tüm sorunlara rağmen yeni fırsatlar yakalamaya çalışmalıyız” dedi. Mısır’daki gelişmelerden İsrail adına ‘fırsatlar yakalama’ çabası, birden fazla ağızdan dile getiriliyor. Bu fırsatların başında, Filistin sorununu kilitleyen ve böylece tüm bölgede emperyalizmin işini zorlaştıran İsrail iç siyasetindeki ‘pürüzleri’ temizlemek geliyor. Son seçimlerden çıkan, aşırı sağcı Likud önderliğindeki hükümetin kazanının kaynadığı herkesçe biliniyor. Mübarek rejiminin çöküşü, aynı zamanda İsrail’deki ‘çözümsüzlük siyasetinin’ de tıkanması ve emperyalist yol haritasında mesafe katedilmesi anlamına gelecek. Müslüman Kardeşler’in ayaklanma boyunca izlediği ‘itidalli’ ve dengeli tavra ek olarak, Hamas’ın Mısır’daki toplumsal hareketin ardından verdiği, “Sünni islamcı bir iktidardan korkmayın, biz şiilere benzemeyiz” mesajını da düşündüğümüzde, İsrail’e dönük Hamas ile masaya oturma ve bölgede İran karşısında -Mısır dahil- sünni islamcı bir odağı kabullenme basıncının artacağını tahmin etmek mümkün. Nitekim İsrail basınındaki pek çok ‘merkez sağ ve sol’ gazetede, İsrail’in bu tek çözüm yolunu kabullenmekten başka şansının kalmadığı vurgulanıyor. n Mısır, İsrail için neden önemli? müttefiki haline gelmesinin de başlangıcıydı. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), barış görüşmelerine davet edilmemişti. Ortadoğu “Barış Süreci” başladığında, Mısır en önemli Arap aktör ve arabulucu olarak öne çıktı. İsrail’in Filistin aleyhine pek çok adımında ekonomik, siyasi ya da askeri olarak ona destek oldu. 2006 yılında Hamas’ın Gazze’de iktidara gelmesi üzerine İsrail’in Gazze Şeridi’ne ambargo giMısır’daki halk ayaklanması sadece bölge halklarının coşkusuyla değil, ABD’nin rişimine destek oldu. Gazze tereddütleri ve İsrail’in yoğun kaygılarıyla da karşılandı. ile Mısır arasındaki Refah sınır kapısını geçişlere kapayarak, Gazze’ye insan ve mal giriş 1979’da Mısır ile İsrail arasındaki savaşa son veren anlaşmanın imzalanması çıkışını neredeyse tamamen engelledi. ve Mısır’ın Soğuk Savaş’ın son on yılın- Gazze nüfusu büyük ölçüde BM yardımda bağlantısız tavrını terk ederek açıkça larına bağımlı hale geldi. 2008-2009 ABD yanlısı bir eksene kaymasıyla birlikte, yıllarında Gazze’yi yerle bir eden İsrail Mısır, bölgede İsrail ve ABD’nin en yakın saldırısının ardından, Mısır Refah üzemüttefiki oldu. Filistin Özerk Yönetimi ile rinden geçişleri engellemeye devam etti. İsrail arasındaki görüşmelerde arabulu- Gazze’nin yeniden inşası, büyük ölçüde imkansızlaştı. culuğu üstlendi. Gazzeliler bunun üzerine Mısır ile 1967 yılında İsrail ile Mısır-ÜrdünSuriye arasında çıkan 6 Gün Savaşları, Gazze arasında yer altı tünelleri açtılar. İsrail’in o dönemde Mısır toprağı olan Gazze’nin nefes boruları olarak adlandıGazze’yi ve Sina’yı işgaliyle sonuçlan- rılan bu tünellerden, gündelik tüketim için dı. 1978 yılında ABD Başkanı Jimmy gerekli gıdalar, ilaçlar, inşaat malzemeleCarter’ın davetiyle Mısır ve İsrail Camp ri taşınıyor. Mısır, bu tünelleri kapamaya, David görüşmelerine başladı. Görüşmeler yeraltına çelikten duvarlar örmeye devam ardından imzalanan anlaşma, ilk kez bir ediyor. Kısacası Mısır, İsrail’in Filistin’i kuşatma Arap devletinin İsrail’i tanıması anlamına geldi. Bu dönem, aynı zamanda Mısır’ın politikasına verdiği aktif destek nedeniyle bölgede İsrail ve ABD’nin başlıca Arap İsrail için önemli bir müttefik. 4 direnen filistin Mısır’daki halk ayaklanmasının Filistin’deki yankıları Filistin Özerk Yönetimi’nden dayanışmaya yasak! Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesiyle sonuçlanan halk ayaklanması, tüm bölge halklarının gözünü Arap dünyasının merkezi kabul edilen Mısır’a çevirdi. Filistin de bunlardan biri. Üstelik Filistin halkında öfke uyandıran, Mübarek yönetiminin İsrail ve ABD ile ittifakı düşünüldüğünde, Mısır’da yaşananlar Filistin halkı açısından sadece bir dayanışma konusu olmanın ötesine geçiyor. Mısır’daki her tür politik gelişmenin, Filistin davası açısından önemli sonuçlar vermesi olası. Mısır’daki halk ayaklanmasının hemen öncesinde, İsrail ve ABD ile yapılan ihanet müzakereleri basına sızan Filistin yönetimi, köşeye sıkışmış durumdaydı. Bu meşruiyet krizi, Mısır’daki halk ayaklanmasıyla beraber Filistin yönetiminin kaygılarını tırmandırdı. Filistin halkının Mısırlı kardeşleriyle dayanışma eylemleri, Filistin yönetiminin engelleme girişimleriyle karşılaştı. 3 Şubat günü Ramallah’taki bir dayanışma eylemine, Filistin Yönetimine bağlı güvenlik güçleri müdahale etti. Bu müdahalenin yanı sıra, dayanışma komiteleri kurulmasını önleme amaçlı tutuklamalar gerçekleştirildi. Bu baskılara rağmen 5 Şubat günü Ramallah’ta kitlesel bir dayanışma eylemi düzenlendi. Bu dayanışma eylemlerinin yanı sıra, başta da dediğimiz gibi, Mısır’daki gelişmelerin bölgedeki dengeleri ve Filistin meselesini nasıl etkileyeceği, önemli gündemlerden biri. Bu konuda Filistinli örgütlerin değerlendirme ve beklentilerinde kimi farklılıklar söz konusu. FHKC: Filistin halkı ve ilericiler kazanacak Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Mısır’daki halk ayaklanmasını, İsrail ve ABD’nin bölgedeki nüfuzunun zayıflatılması, Oslo anlaşmalarının ve Camp David sürecinin geçersiz ilan edilmesi ve Filistin mücadelesinde ilerici ve laik güçlerin öne çıkması için bir dönüm noktası olarak yorumladı. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi 11 Şubat günü yaptığı açıklamada, Hüsnü Mübarek’in görevi terk etmesini, halk devriminin taleplerinin karşılanması ve Mısır ve tüm Arap halklarının özgürlük, demokrasi, toplumsal adalet ve birlik yolunda ilerlemesi için önemli bir adım olarak selamladı. FHKC Siyasi Büro üyesi Ebu Ahmed Fuat ise yaptığı açıklamada, devrimin aynı zamanda ABD ve İsrail egemenliğine karşı bir ayaklanma olduğuna işaret etti: “Mısır halkı, ülkelerinin ABD emperyalizmi ve İsrail siyonizminin küçük ortağı haline getirildiğini ve Mısır’ı ve Arap ulusunu çökerten tüm musibetlerin ardında bu ortaklığın olduğunu biliyordu. Bizler biliyoruz ki, Mısır devrimi, Filistin meselesini topyekun kurtuluş yoluna geri döndürme doğrultusunda büyük bir adımdır.” FHKC, devrimci Mısır halkına, bu alçaltıcı ABD-İsrail koalisyonundan çıkılması için Camp David dönemini sona erdirmesi ve Mısır’ın Arap halkları nezdindeki tarihsel rolünü yeniden diriltmesi çağrısında bulundu. Filistin halkına ve örgütlerine de seslenen FHKC, Mısır devrimine dayanarak, Oslo anlaşmalarını geçersiz ilan etmenin acil bir ulusal görev olduğunu söyledi. FHKC’nin önemli ve dikkate değer değerlendirmelerinden biri de, Mısır devriminin Filistin’deki ilerici kesimleri güçlendireceği ve sağcı eğilimleri zayıflatacağı oldu. Siyasi Büro üyesi Jamil Majdalavi 8 Şubat günü yaptığı bir değerlendirmede, Mısır devriminin Ortadoğu’da emperyalizme karşı mücadelede halkın ve devrimlerin rolünü bir kez daha hatırlattığını vurguladı. Bunun, Filistin iç siyase- 5 tinde dengeyi, El Fetih ya da Hamas gibi sağcı hareketlerin aleyhine ve ilerici güçlerin lehine değiştireceğini savundu. Hamas’tan “ılımlı İslam” açılımı Mübarek’in görevden ayrılması üzerine yaptığı açıklamada Hamas, Mısır’ın yeni liderlerine derhal Gazze ambargosunu kaldırmaları ve Refah sınırını açarak Gazze’nin yeniden inşası için insanların giriş çıkışlarına izin vermeleri çağrısında bulundu. İsrail ve Mısır’la sınırı olan Gazze’ye giriş çıkışlarda, Hamas’ın iktidara gelişinden itibaren katı sınırlamalar koyulmuştu. Hamas, Mısır halkının Mübarek tiranlığına karşı eylemlerine destek açıklamaları yaparken, Mısır’daki halk ayaklanmasına ilişkin siyasi yorumlarında ilginç vurgular dikkati çekti. Mısır’da islamcı bir iktidara dönük kaygılara yanıt verme arayışında olan Hamas, sünni islamcılığın Batı ile ilişkilerinin “düşmanca” olmadığını vurguladı. Hamas’a bağlı internet sitesi Palestinian Information Center’da çıkan iki yorum, Mısır’da ve tüm Ortadoğu’da İslamcı hareketlerin iktidarı paylaşmasının emperyalizm açısından getirilerinin tartışıldığı bir dönemde oldukça dikkati çekti. 5 Şubat tarihli, “Haydut Arap Rejimleri” başlıklı bir yorumda, Batının islamcıları iktidardan uzak tutmak adına diktatörlük rejimlerini desteklediği; fakat bu mantığın müslümanlar arasında nefreti derinleştirmek dışında bir işe yaramadığı söylendi. Bu dar görüşlülüğün ise, daha fazla istikrarsızlık, daha fazla aşırılık ve Batı açısından bu önemli bölgede daha fazla stratejik kayıp anlamına geldiği vurgulandı. Yazıdaki en önemli vurgulardan biri de, sünni islamcıların Arap ülkelerinde iktidara gelmesiyle ekonomik ya da politik alanlardaki meşru Batı çıkarlarına karşı çözümsüz bir düşmanlığın tırmanacağını gösterir hiçbir kanıtın olmadığıydı! Şii İran ile sünni islamcılık arasındaki farka gönderme yapan yazıda, islamcıların tek istediğinin “iade-i itibar” ve saygı çerçevesinde muhatap alınmak olduğu savunuldu. Hamas’ın bu yorumu, sadece Mısır iç siyasetine yönelik değil, Filistin ve tüm Ortadoğu’da meşruiyet krizindeki rejimlerin islamcıların iktidara ortak edilerek çözülmesi önerilerine oynadığını gösteriyor. Bu tür dönüşümün sadece Arap rejimlerini istikrara kavuşturmak açısından değil, aynı zamanda şii İran’ı dengeleyecek bir karşı sünni odak yaratılması açısından da önemli bir stratejik kazanım olacağı savunuluyor. Mısır’daki ayaklanmayla birlikte Hamas dahil islamcı hareketler ABD ve hatta İsrail’e verdikleri mesajlarda, bu kartları masaya sürüyor. ABD ve İsrail ile bu tür bir iktidar pazarlığının islamcı hareketler açısından, iktidara ortak olmanın yanı sıra halk nezdinde bir meşruiyet kaybına yol açıp açmayacağını zaman gösterecek. Fakat Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin “sağın güç kaybedeceğine” yönelik yorumunun ardında, bu tür bir öngörünün de yattığı anlaşılıyor. n direnen filistin Lübnan Lahey’i bekliyor ABD’nin arkasında durmaya devam ettiği Lahey’deki mahkemenin alacağı kararın, Lübnan’ın siyasi geleceği için kritik önemde olduğu herkesin üzerinde uzlaştığı bir nokta. Ancak Hizbullah’ın belirlediği bir başbakan ve birlik hükümetinin ABD ile ilişkileri nasıl yürüteceği konusunda kafalar hala karışık. Yeni Lübnan hükümetinin ABD ile ilişkileri. Lübnan siyaseti, Hizbullah’ın adayı ülkenin en zengin işadamlarından biri olan Sünni politikacı Necip Mikati’nin başbakan olmasıyla yeni bir evreye girdi. Mikati, Hizbullah dışındaki çevrelerin desteğini almış olsa da, başbakanlığını başını Hizbullah’ın çektiği 8 Mart hareketine borçlu. 2005 yılında bir patlamada öldürülen Refik Hariri’nin oğlu Saad Hariri’nin başbakanlığının sonunu getiren, Hariri suikastını soruşturan Uluslararası Mahkeme oldu. Hizbullah’ı Hariri’nin başında bulunduğu birlik hükümetini düşürmeye iten gelişme, Lahey’deki mahkemenin Hariri suikastinin arkasında Hizbullah’ın olduğunu açıklamaya hazırlanması. Gizli olması gereken bu bilgi bir süre önce basına sızdırılmış ve Hizbullah tarafından bir İsrail-ABD komplosu olarak nitelenmişti. Hizbullah, bu haberlerden sonra Lübnan hükümetinin mahkemeye verdiği Lübnanlı üyeleri geri çekmesini istedi. Hariri buna yanaşmayınca Hizbullah kendi adımını attı ve kabineye verdiği 10 bakanı çekerek hükümeti düşürdü. Yeni Başbakan Mikati’nin önündeki en zorlu görevlerden biri, Hizbullah’ın desteği ile ABD’nin isteklerini buluşturmak olacak. Hariri sukastinden sorumlu tutulacağı söylenen Hizbullah’ın, Mikati hükümetinde bakanlarıyla yer alırken, mahkemede Lübnanlı üyelerin bulunmasına izin vermesi beklenmiyor. Öte yandan Lübnan hükümetinin, ABD ve Fransa başta olmak üzere uluslararası mahkemeyi destekleyen Batılılara sırtını dönmesi de zor görünüyor. Mahkemenin kararının açıklanmasının beklendiği bugünlerde hükümet krizi atlatılmış gibi görünse de, siyaset Lahey’e kilitlendiği için ülkede siyasi tansiyon hala yüksek. Hariri’yi Suriye öldürdü iddiası nasıl çürüdü? Lahey’deki mahkeme ile ilgili bir başka önemli nokta, mahkemenin Lübnan halkı nezdinde ilk aşamada sahip olduğu itibarı hızla yitirmiş olması. Her ne kadar Hariri yanlıları, mahkemenin meşruiyetini sonuna kadar savunuyor olsa da, daha önce kararsız kalan ya da mahkemeye güvenme eğiliminde olan kesimlerin eski güvenleri süreç içinde eridi. Hatırlanacağı üzere suikastin gerçekleştiği 2005 yılında, sıcağı sıcağına Hariri’yi öldürenlerin Suriye’ye bağlı güvenlik güçleri olduğu iddiası ortaya atılmış ve ABD başta olmak üzere emperyalist ülkeler ile uluslararası medya bu iddiayı uzun süre işlemişti. Bugünden geriye bakıldığında, Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığını sonlandırmaya dönük bir propaganda yürütüldüğü daha açık anlaşılıyor. Bu ortamda kurulan mahkeme de Suriye’ye yüklenmek için bir araç olarak kullanılmıştı. Kısa süre sonra, olay yerinden elde edilen deliller ve Suriye ile Lübnan’da bulunan Suriyeli istihbaratçıların telefon konuşmalarının suikasti Suriye’nin üzerine yıkmaya yetmeyeceği anlaşılınca, devreye gizli tanıklar sokuldu. İki gizli tanık Hüsam Tahir Hüsam ve Muhammed Zuhayir Sıddık mahkemenin imdadına yetiştiler. Ancak daha sonra gizli tanıkların ortaya çıkarak verdikleri kendi ifadeleri ve ortaya dökülen bazı bağlantıları “yalancı tanık” olarak, olayı Suriye’ye bağlamak için kullanıldıklarını gösterdi. Suriye’nin ardından bu kez İsrail karşısında Lübnan’daki en önemli direniş odağı olduğu düşünülen Hizbullah, Uluslararası Özel Mahkeme’nin hedef tahtasına yerleştirildi. İsrail kaynakları suikaste karışanlardan birinin Hizbullah istihbarat yetkilisi İmad Mugniye’nin akrabası olduğunu öne sürdü. Hizbullah’a karşı gösterilen kanıtların başında, örgütü suikaste bağladığı iddia edilen bir dizi telefon görüşmesi yer alıyor. Hizbullah ise İsrail’in olay gününe ait telefon kayıtlarıyla oynadığını ve bunun planlı bir komplo olduğunu öne sürüyor. 6 ABD’nin arkasında durmaya devam ettiği Lahey’deki mahkemenin alacağı kararın, Lübnan’ın siyasi geleceği için kritik önemde olduğu herkesin üzerinde uzlaştığı bir nokta. Ancak Hizbullah’ın belirlediği bir başbakan ve birlik hükümetinin ABD ile ilişkileri nasıl yürüteceği konusunda kafalar hala karışık. Hizbullah’la ABD’nin Lübnan’daki çıkarları arasındaki karşıtlıklar aşikar. Ancak buna rağmen, Hizbullah bir süredir Batı ile ilişkilerini dikkatli bir biçimde yürütmeye özen gösteriyor. Örneğin ABD’nin sadık müttefiklerinden Türkiye’nin Hizbullah’la ilişkilerini iyi tutma yönündeki çabaları, yaptığı bölge ziyaretleri bu ilişkinin hangi kanallarla yürütülüyor olabileceğine ilişkin bazı ipuçları veriyor. Öte yandan Mikati, uluslararası bağlantıları güçlü olan zengin bir işadamı. Birçoklarına göre başbakanlık koltuğuna Hariri’den daha çok yakışan bir isim. Mikati’den büyük bir baskı altında olmadığı sürece ABD karşıtı politikalar izlemesi beklenmiyor. Bu çerçevede ABD’nin Lübnan’daki “adamlarından” Velid Canpolat’ın hükümet krizi sürerken Hizbullah’a destek vermiş olması büyük önem taşıyor. Meclis aritmetiğinde Hariri’yi destekleyen milletvekilleri ile Hizbullah’ın işaret edeceği başbakan adayını destekleyecek milletvekillerinin sayısı kafa kafaya iken, Canpolat’ın tarafını belirlemesiyle ağırlık Hizbullah’a doğru kaydı. Canpolat bu kararın Lübnan’ın istikrarı için verilmiş bir karar olduğunu söylese de, bu açıklama inandırıcı bulunmadı. ABD, Hizbullah’ı terör örgütü olarak nitelendirse de, Hizbullah’ın desteklediği yeni hükümetle ABD arasında köprüler henüz atılmış değil. Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen ilk açıklamalarda, Hizbullah ülkede bir “yıldırma politikası” uygulanmakla suçlansa da, ilişkilerin geleceği açısından geri dönülemez bir noktaya girildiği yönünde herhangi bir mesaj verilmemeye çalışılması dikkat çekti. n direnen filistin İsrail siyasetinde ibre sağı gösteriyor İsrail’de 10 Şubat 2009’da yapılan en son seçimlerden merkez parti Kadima, birinci çıkmasına rağmen, seçimlerden oylarını arttırarak çıkan sağ partiler, İsrail parlamentosu Knesset’te çoğunluğu ele geçirerek, Benjamin Netanyahu liderliğindeki aşırı sağcı Likud ile koalisyon hükümetini kurdular. Shas (Şas), Habeyit Hayehudi (Yahudi Evi), United Torah Judaism (Birleşik Tevrat Yahudiliği) gibi birtakım dinci partilere bakanlıklar verilmiş olsa da, kabinenin çoğunluğu temel olarak üç ana partiden oluşuyor: Sayısal çoğunluğa göre Başbakan Benjamin Netanyahu liderliğindeki Likud, partisinden istifa ederek Ha’Atzmut (Bağımsızlık) adı altında yeni bir parti kuran Ehud Barak’ın eski liderliğindeki İşçi Partisi ve savaş çığırtkanlığını “vatanseverlik” zanneden Avigdor Lieberman’ın Yisrael Beitenu (İsrail Evimiz) partisi. On beş bakanlık ile koalisyonun başını çeken Likud, İsrail parlamentosunda ilk kez 1977’den 1981’e kadar hükümette yer aldı. Bu tarihten itibaren on beş sene boyunca koalisyon hükümetlerinde kalacak Likud’un o dönemki lideri Menachem Begin’in seçimlerden sonra “işgal altında toprak yoktur, o topraklar kurtarılmış topraklardır” şeklindeki sözleri, Likud’un Filistin işgalini devam ettirecek bir anlayışla bugünlere geleceğini gösteriyordu. Likud yönetimindeki İsrail, Batı Şeria’da bağımsız bir Filistin devletinin kurulması fikrine tamamen karşı çıkmış, işgalci ve yayılmacı politikaların arkasında durarak topraklarından edilen Filistinli mültecilerin geri dönüşlerini engellemişti. Batı Şeria, Gazze, Lübnan ve diğer bölge ülkelerine yapılan birçok saldırı ile Sabra ve Şatilla katliamı da Likud dönemlerinde gerçekleşmişti. Likud lideri ve İsrail Başbakanı Netanyahu, Akdeniz’den Ürdün’e kadar olan topraklarda tarihi ve dinsel bir kavram olan Eretz İsrail’in (Büyük İsrail) kurulmasını öngörmüş, İsrail’in varlığını tehdit edeceğini ileri sürerek bağımsız Filistin devletinin kurulmasına karşı çıkmış, Doğu Kudüs’ü Filistinlilere vermeye niyetinin olmadığını açıklayarak Kudüs’ün İsrail’in bölünmez başkenti olacağının altını çizmişti. Netanyahu İsrail’in güvenliğinin toprak vermekle değil, toprakları elde tutmakla sağlanabileceğini savunmuş, İsrailli sağcılar ve dinciler için tarihsel ve dinsel bir önem taşıyan Batı Şeria’da yeni yerleşim bölgeleri kuracağını, gerekirse İsrail askerlerini göndereceğini belirtmişti.1 Askeri kariyerine on yedi yaşında başlayan, İsrail ordusunun üst düzey birimlerinde görevler üstlenerek en çok madalya alan asker olmakla övünen Ehud Barak, siyasete Yitzhak Rabin döneminde içişleri bakanlığı yaparak başlamıştı. Bugünkü İsrail hükümetinde savunma bakanı olarak görev yapan Barak, Rabin suikastı sonrası parti içi muhalefetin lideri olarak parti liderliğini ele geçirmişti. 1968’de kurulan İşçi partisinin program ve bazı bildirilerine göre, barış müzakereleri üç prensibe dayanmalıydı: Batı Şeria’nın geniş ve yoğun yerleşim yerleri İsrail’in bir parçası olacak; Kudüs, içinde bulunan tüm Yahudi yerleşimleriyle beraber İsrail’in vazgeçilmez başkenti olacak; Kudüs’te bulunan ve kutsal sayılan dini sit alanları İsrail’in bir parçası olacak; İşçi partisi Batı Şeria’daki yerleşim inşaatlarını durduracak ve izinsiz yerleşim yerleri boşaltılacaktı. Ehud Barak, Haziran 2007’de halen devam eden Gazze kuşatmasını başlatmış, kuşatma halkın yiyecek, su gibi en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamamasına sebep olan toplu bir ceza sistemine dönüşmüş, yüzlerce ton bomba Gazze sokaklarına bırakılmıştı. Saldırılarda çocuklar dahil 1300’e yakın insan ölmüş 5300’ü de yaralanmıştı. Saldırılarda okullar, hastaneler, BM tesisleri ve tıbbi ekipler hedef alınmıştı. Son günlerde Barak’la birlikte Tarım Bakanı Shalom Simhon, Savunma Bakanı Yardımcısı Matan Vilnai, Sanayi, Ticaret ve Çalışma Bakan Yardımcısı Orit Noket ve milletvekili Einat Wilf’in İşçi Partisi’nden istifa ederek Ha’Atzmut (Bağımsızlık) adı altında bir parti kurması, Barak’ın ismini çokça duymamızın sebeplerinden biri olsa da, bu istifaların nelere yol açacağı üzerine yapılan yorumlar daha çok dikkat çekiyor. Zaman zaman koalisyondan çekilmekle Likud’u tehdit eden İşçi Partisi’nden ayrılan Barak’ın hamlesinin Likud önderliğindeki koalisyonu güçlendireceği ve İsrail siyasi haritasını daha da sağa çekeceği iddia ediliyor. Gazeteci Gideon Levy, kurulacak yeni partinin de şu an kabinede bulunan dinci milliyetçi partiler kervanına katılacağını söylüyor. Barak’ın bu hamleyi Likud’a katılarak koltuğunu sağlamlaştırmak için yaptığı diğer yorumlar arasında. Adını son dönemlerde Türkiye’den özür dilenmeyeceği yönünde demeçler vererek duyduğumuz Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’in Yisrael Beitenu Partisi, 2009 seçimlerinden sonra üçüncü büyük parti olarak Knesset’te yer aldı. 1978’de Moldova’dan İsrail’e göç eden Lieberman ilk olarak bütün Arapların Filistin topraklarından sürülmesini isteyen ve daha sonra ırkçılık yaptığı gerekçesiyle kapanan Kach adlı partide görev yaptı. 1988’de Netanyahu ile birlikte Likud’a katılan Lieberman, Netanyahu’nun parti başına geçmesi ve 1996 seçimlerini kazanmasına yardımcı oldu. 1997’de bir yolsuzluk soruşturmasından sonra gözden düşerek 1999’da bugünkü ırkçı partisini kurdu. Her İsraillinin sadakat yemini etmesi, Hamas’la görüşen milletvekillerinin ihanetle yargılanması gibi dâhiyane önerileri bulunan Lieberman, İsrail Parlamentosu’nun Filistinlilere yönelik siyonist baskı ve katliamları teşhir eden insan hakları örgütleri hakkında soruşturma açılmasını öngören yasa tasarısının onaylanmasını bir kazanım olarak nitelendiriyor. 2009 öncesi koalisyon hükümetinde de yer alan Yisrael Beytenu, Filistinlilerle yapılan müzakereler sonrası hükümetten istifa etmişti. Yisrael Beitenu’nun parti programı içinde, İsrail’e Yahudi göçünü devam ettirmek, toprak ilhak edip yerleşim yerleri kurmak gibi Siyonizmin temel prensipleri yer alıyor. Parti, ayrıca, Filistin idaresi altında yaşamak isteyenlerin İsrail vatandaşlığının iptal edilmesini, adına “toprak takası” dediği, Arap çoğunluğunun bulunduğu birtakım küçük yerleşim yerlerini Filistin yetkisine veren, karşılığında Yahudi bölgeleri ile Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü İsrail tarafından ilhak eden bir “barış” projesi öneriyor. n 1 Koç Malike Bileydi, İsrail Devletinin Kuruluşu ve Bölgesel Etkileri, Günizi Yayıncılık, İstanbul 2006. Tel Aviv’de onbinler McCarthycilik’e, ırkçılığa ve faşizme karşı yürüdü Yahudilerden ve Araplardan oluşan binlerce kişi 15 Ocak’ta Tel Aviv’de sokaklardaydı. Aralarında siyasi partilerin ve insan hakları örgütleri üyelerinin olduğu topluluk, Knesset’in yeni bir komisyon kurarak insan hakları için mücadele eden örgütlerin gelirlerini soruşturmaya çalışmasını protesto etti. “Demokrasi için (henüz mümkünken) gösteri” adını taşıyan protestoda, Tel Aviv’in Meir Parkı yakınlarında bulunan Likud Genel Merkezi’nden Tel Aviv Sanat Müzesi bölgesine kadar bir yürüyüş gerçekleştirdi. Yürüyüşe Hadaş, Kadima ve Meretz’in parlamento üyelerinin yanı sıra Barış Şimdi (Peace Now) adlı örgütle, diğer insan hakları örgütleri katıldı. Gruplar burada konuşma yaptılar. Protestocular demokrasi ve konuşma özgürlüğünü destekleyen, ırkçılık ve faşizmi lanetleyen sloganlar attılar. Eylemde “Yahudiler ve Araplar Faşizme Karşı Birlikte”, “Tehlike-Demokrasinin Sonu Yakın!” ifadelerinin yer al- dığı pankartlarla birlikte yer yer kızıl bayraklar taşıdılar. Eyleme katılan parlamento mensupları şunlardı: Dov Khenin (Hadaş), Afo Agbarie (Hadaş) Meir Sheetrit (Kadima), Hanna Swaid (Hadaş), Nitzan Horowitz (Meretz), Muhammed Barakeh (Hadaş, Barış ve Eşitlik için Demokratik Cephe-İsrail Komünist Partisi genel başkanı). Horowitz, Başbakan Netanyahu ile o günlerde Dışişleri Bakanlığı yapan Ehud Barak’a yüklenerek, onları “Lieberman’ın tahriklerini desteklemek ve Knesset’teki ırkçı yasayı cesaretlendirmekle” suçladı. Horowitz, “Bugün İşçi Partisi’ne İsrail tarihinin en ırkçı hükümetinin partneri olduklarını ve derhal hükümeti terketmeleri gerektiğini söylüyoruz” diye konuştu. Barış Şimdi Genel Sekreteri Yariy Oppenheimer ise “İsrali sadece İran tehdidinden değil, ‘Lieberman tehdidi’nden de muzdarip” dedi. Hadaş Genel Sekreteri Barakeh ise şöyle konuştu: 7 “Demokrasi açısından tehlikeli bir dört yol kavşağındayız. Demokrasi çöküyor ancak Lieberman’dan dolayı değil onun başbakandan aldığı destekten dolayı. Demokrasi için kaygılanan Yahudiler ve Araplar, bu kez başarısız olamazlar. Halkın gücünü görmek isteyenler Tunus’a baksın.” Sheetrit de Liberman’ın insan hakları örgütlerinin mali kaynaklarının soruşturulması önerisini kınadı. Khenin ise, burada yaptığı konuşmada, şunları söyledi: “Buradaki binlerce insan olarak biz, demokrasinin onu yıkanlardan sakınılması gerektiğini düşünüyoruz. İnsan hakları ve demokrasiye destek için; ırkçılık, faşizm, McCarthycilik ve demokratik değerlerinin gelecekte zedelenmesine karşı açıkça sözümüzü söylüyoruz. Demokratik haklar, ifade özgürlüğü, Yahudiler ve Arapların eşit haklara sahip olması, işgalin son bulması için mücadele etmeye devam edeceğiz.” n direnen filistin Geçen aydan kısa haberler... Ehud Barak İşçi Partisi’nden istifa etti İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak 17 Ocak’ta, İşçi Partisi’nin içindeki iç çekişmelerin dayanılmaz hale geldiğini belirterek, lideri bulunduğu partiden istifa etti. İsrail Parlamentosu “Knessette”de “Özgürlük” adı verilen yeni bir grup kuran Barak, yeni oluşumun merkezde duracağını, siyonist ve demokratik olacağını belirtti. Vanessa Paradis İsrail konserini iptal etti Fransız Şarkıcı Vanesa Paradis, eşi ünlü sinema oyuncusu Johnny Depp ile birlikte gelmesinin beklendiği 10 Şubat’ta düzenlenmesi planlanan İsrail’deki konserini “kişisel nedenlerden” ötürü iptal etti. Ancak, Paradis’in İsrail’e boykot çağrısı yapan örgütlerin çağrısıyla böyle bir karar aldığı iddia ediliyor. Fransız Dışişleri Bakanına Gazze’de yumurtalı saldırı Gazze’yi ziyaret eden Fransa Dışişleri Bakanı Michele Alliot-Marie 21 Ocak’ta Gazze’nin kuzeyinde bulunan Eritz kontrol kapısının çıkışında ve Kudüs Hastanesi çıkışında yumurtalı ve ayakkabılı protestoya uğradı. Protestoların nedeni, Hamas tarafından kaçırılan ve esir tutulan İsrail askeri Gilat Shalit ile ilgili olarak Fransız Bakanın savaş suçu işlendiğini söylemesi. Kıbrıs’ta Filistin sorunu ile ilgili uluslararası bir toplantı düzenlendi. Kıbrıs’ta AKEL’in çağrısıyla 25-26 Şubat tarihlerinde “Filistin sorunu ve Sol Hareketin Kahraman Filistin Halkının Mücadelesi ile Dayanışması” konulu uluslararası bir toplantı düzenlendi. Filistin Komünist Partisi, Filistin Halk Partisi, Demokratik Cephe, Filistin Kurtuluş Örgütü, Yunanistan Komünist Partisi, Lübnan Komünist Partisi, Türkiye Komünist Partisi, Küba Komünist Partisi, Dünya Barış Konseyi, Dünya Demokratik Gençlik Federasyonu ve Dünya Sendikalar Federasyonunun da katılımcı olduğu toplantıda, son dönemde ayaklanmalara sahne olan Mısır, Tunus, Sudan ve Fas’dan temsilciler de sunum yaptılar. İsrail’in Mavi Marmara raporu açıklandı 2010 yılında yaşanan Mavi Marmara baskını ile ilgili olarak İsrail tarafından oluşturulan Turkel Komisyonu Ocak ayının sonunda raporunu yayınladı. Komisyon, hem baskının hem de Gazze’ye uygulanan ambargonun uluslararası yasalara uygun olduğunu açıkladı. Komisyon, İsrail ile Hamas ve diğer Gazze merkezli örgütler arasında yaşanan mücadeleyi ‘uluslararası çapta silahlı çatış- ma’ olarak tanımladı ve yardım gruplarının, uygulanan deniz ablukasını Gazzeli yerleşimcilere karşı yasadışı bir cezalandırma olduğunu savunan görüşünü reddetti. Raporun açıklanmasının ardından konu ile ilgili olarak Türkiye tarafından oluşturulan Ulusal Araştırma ve İnceleme Komisyonu da bir açıklama yaptı. Açıklama da, İsrail’in Gazze ablukasının yasal dayanaktan ve meşruiyetten yoksun olduğu, bu nedenle İsrail saldırısının da aynı şekilde hukuka aykırı olduğu belirtildi. İsrail deniz ablukasının yasal kabul edilmesi için gerekli olan çeşitli koşulları yerine getirmediği, uluslararası hukukun “orantılılık”, “gereklilik” ve “makul olma” koşullarını karşılamadığı, ablukanın güvenlik ihtiyacının ötesinde askeri amaçla kullanılması mümkün olmayan günlük tüketim maddelerini dahi yasakladığı söylendi. İsrail’in raporu, komisyonun iki yabancı gözlemcisi Kanadalı Tuğgeneral Ken Watkin ve Kuzey İrlandalı Lord David Trimble tarafından da imzalandı. İsrail hükümetinin oluşturduğu iç soruşturma komisyonunun, Mayıs 2010’da Gazze Özgürlük Filosu’na İsrail komandolarınca yapılan baskınla ilgili hazırladığı 300 sayfalık araştırma raporunun İngilizce kopyası, baskını inceleyen Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi’nin bilirkişi heyetine de gönderilecek. BM’nin oluşturduğu ve Yeni Zelanda Başbakanı Geoffrey Palmer’in başkanlığını yaptığı heyette, İsrail ve Türkiye’den temsilciler yer alıyor. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Philip Crowley ise konu ile ilgili olarak “İsrail’in bu çabasına destek vermekteyiz. Bunun bağımsız bir rapor olduğunu, İsrail tarafından yapılan soruşturmanın inandırıcı, tarafsız ve şeffaf olduğunu ve BM Genel Sekreteri üzerinden devam eden daha geniş sürece katkı sağlayacağını düşünüyoruz” dedi. Türkiye’den ABD’nin açıklamalarına karşılık bir açıklama yapılmadı. El Fetih seçim kararı aldı, Filistin Kabinesi istifa etti El Cezire’nin açıkladığı Filistin Belgeleri’nin yalan olduğunu iddia eden Saeb Erekat sonradan bu belgelerin kendi ofisinden çıktığını itiraf etmek zorunda kaldı. Ve istifa etti. Bunun üzerine Filistin Özerk Yönetimi (FÖY) de Eylülden önce seçimlere gidileceğini açıkladı. Ortadoğu’daki isyan havası ve İsraille görüşmelerin açığa çıkması FÖY’ün durumu kurtarmaya dönük adımlar attığını, reform çağrılarına yanıt veren bir görüntü vermeye çalıştığını gösteriyor. Bu çerçevede, Başbakan Selam Feyyad başkanlığındaki Filistin kabinesi de istifa etti. Ancak Feyyad, Mahmud Abbas tarafından yeni hükümetin kurulması için yeniden görevlendirildi. Feyyad’ın diğer partilerle de görüşerek, daha geniş tabanlı bir hükümet kurması bekleniyor. Selam Feyyad 2007 yılından bu yana Batı Şeria’daki Filistin Özerk Yönetimi’nin başbakanı. 8 Hamas, ulusal bir uzlaşı sağlanmadan yapılan seçimlerin hiçbir değerinin olmayacağını, tek yanlı alınan bir kararla yapılacak seçimin sonuçlarını da geçersiz sayacaklarını belirtti. FHKC ise, krizden ve ayrışmadan ulusal ve demokratik bir şekilde çıkmak için, barış görüşmeleri sürecinin Oslo Antlaşması’ndan itibaren bütünüyle yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini, yeni bir ulusal diyalog süreci ile, diaspora ve sürgündekileri de kapsayan yeni seçimlerle, yeni bir ulusal meclis çağrısı yaptı. Mısır halkının mücadelesine işaret eden FHKC, Filistinlileri umudunu kaybetmemeye çağırdı. Mısır, İran savaş gemilerine Süveyş kanalından geçiş izni verdi Mısır resmi haber ajansı MENA’da yer alan haberlere göre Hüsnü Mübarek’in istifaya zorlanmasının ardından ülkede yönetimini üstlenmiş olan Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi, iki İran savaş gemisinin Süveyş Kanalı’ndan Akdeniz’e geçişine izin verdi. Mısır Dışişleri Bakanlığı’na dayanılarak verilen haberde “İran gemilerinin geçen Perşembe günü izin için başvurdukları ve Konsey’in Tahran’la yapılmış anlaşmalar doğrultusunda başvuruya onay verdiği” ifade edildi. İran’ın yarı resmi Fars haber ajansı, gemilerin geçişiyle ilgili 26 Ocak tarihli haberinde, “donanma öğrencilerinin 1 yıllık eğitim seferine çıktıklarını, Aden Körfezi ve Kızıl Deniz üzerinden Süveyş Kanalı’nı geçerek Akdeniz’e çıkacaklarını” bildirmişti. İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, Kudüs’te düzenlenen Büyük Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanlar Konferansı’nda yaptığı konuşmada, İran savaş gemilerinin yönünün Suriye olduğunu ifade ederek bunu “provokasyon” olarak nitelendirdi. Lieberman yıllardır böyle bir olayın olmadığını da belirterek, “Bu provokasyon, İranlıların kendilerine güvenlerinin ve artan küstahlıklarının bir göstergesidir. Uluslararası toplumun, İsrail’in bölgede durumu dalgalandırmayı amaçlayan bu provokasyonlara karşı sürekli sessiz kalmayacağını anlaması gerekir” ifadelerini kullandı. Konuyla ilgili yaptığı açıklamada “uluslararası yasalara göre, savaş gemilerinin diğer ülkelere gezi düzenleyebileceğini” belirten İran’ın Şam Büyükelçisi Ahmet Musevi, “İsrail tarafı uluslararası yasaları kendi çıkarlarına göre yorumlamakta ve gerçeği saptırmaktadır’’ diye konuştu. Musevi, savaş gemilerinin Suriye’ye geleceğini ve birkaç gün demir atacağını da söyledi. İran donanmasına ait gemiler, geçen yıl ekim ayından bu yana Hint Okyanusu ve Kızıldeniz’de çeşitli limanları ziyaret etmişler ancak Şah rejiminin devrildiği 1979’dan bu yana İran, Akdeniz’e herhangi bir savaş gemisi yollamamıştı. direnen filistin Filistin’in çocukları O Filistin’in hikâyesini yazdı, sonra da kendisi bu hikâye tarafından yazıldı. …Ben gerçek Filistin’i arıyorum; anılardan, tavus kuşu tüylerinden, bir evlattan, kurşunların merdivenlere bıraktığı izlerden fazlası olan Filistin’i. Sadece kendi kendime diyordum ki: Halit için Filistin nedir? O, vazoyu veya resmi, merdivenleri, Halisa’yı ya da Haldun’u bilmiyor. Ama yine de onun için Filistin, bir insanın uğruna silah kuşanıp ölmesine değer bir şey. Bizim için, senin ve benim için Filistin sadece, anıların tozların altına gömülmüş bir şeyi aramak demek… Halit için vatan, gelecek demek… 1 Yıl 1967. Ghassan Kanafani, Arapların İsrail’e yenilmesinden sonra yazdı Hayfa’ya Dönüş ve 1948’de yurtları işgal edilen, yurtlarından sürülüp sürgünde yaşamaya mecbur kalan Filistinli çocukların hikâyelerini. Halit de onlardan biri. 1964’te Filistin Kurtuluş Örgütü’nü, 1967’de Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ni kuran ve işgalci İsrail’e karşı direniş mücadelesini alevlendiren çocuklardan biri. 31 yaşında bu öyküyü yazan ve FHKC’nin kurucularından olan Ghassan Kanafani de onlardan biri. 1972 yılında İsrail tarafından aracına bomba konularak öldürülen Ghassan Kanafani’nin öykülerinden oluşan Filistin’in Çocukları adlı kitap 2010 yılında Otonom Yayıncılık tarafından yayınlandı. Hikâyeleri 1936-1967 yılları arasında geçen öyküler, direnişin büyümesinden önceki dönemde Filistinlilerin yaşamını, acımasızca ve bütün şiddetiyle anlatıyor. Bu şiddeti sağlayan ise gerçeğin yalın bir şekilde ortaya serilmesi veyahut gerçekle yüzleşebilme cesareti. 20. yüzyılda başlayan Filistin’e Yahudi göçü, 1948’de İngilizlerin çekilmesi, Arap İsrail savaşı ve İsrail devletinin önünün açılmasıyla sonuçlanmıştı. 1948, Filistinlilerin evlerinden, yurtlarından çıkarılmasıyla başlayan bir işgalin de tarihi oldu. 700 bin kadar Filistinli yaşadıkları evlerini, topraklarını bırakmak zorunda kaldı ve mülteci haline geldi. 1948 yılının Filistinliler için yarattığı tahribat ve yıkım, etkilerini uzun yıllar hissettirmiştir. Filistin’in Çocukları, bu sürecin oluşturduğu hayal kırıklığı ve umutsuzluğa karşı esaslı bir mücadele veren, bir yandan da geçmişin acılarının etkisinden kurtulamamış bir kuşağın yerine geçen ve geleceğe bakan bir kuşağı selamlamaktadır. Çocuklarını savaştan uzak tutmaya çalışan anne, baba ya da diğer aile büyükleri öykülerde acımasızca eleştirilmektedir. Daha önce İngiliz sömürgeciliğine karşı ciddi bir direniş gösteren bu kuşak, tüfeği çocuğun eline vermek istememektedir. ... Ah, talihsiz Ebu’l-Abd, şimdi eskiden olduğu gibi savaşa girebileceğini mi sanıyorsun? Bugün seninle dövüşenleri, on iki yıl önce dövüştüğün İngilizler mi sanıyorsun… Zavallı Ebu’l-Abd, durmadan yeni nesilleri gönderdiklerini ve yaşlıların evlerine geri döndüklerini bilmez misin? Yaşlanan sadece biziz… Ancak çocuk vazgeçmez, savaşa tüfeksiz de olsa katılır. Çocuk, babası ve tüfek, Ceddin’deki kaleye giderler. Çatışmanın sonunda tüfek çocuğun eline geçer geçmesine ama… …Mansur ağacın dibine yığılmış babasına baktı. Midesine bastırdığı çamurlu elinin parmakları arasından kan fışkırıyordu. Gözleri kapalıydı ve tüfeğe kenetlenmiş öteki eli odun gibi cansız görünüyordu. …öfkeli yağmurun karanlığının ardında ve gözyaşlarının arasında ağaç, adam ve tüfek. Ancak Mansur’a göre bunlar birlikte değildi. Sadece sessiz ceset vardı… Zaten çocuğun savaşın dışında kalması pek mümkün değildir. Çünkü savaş cephede karşı karşıya vuruşmanın ötesindedir, savaş zamanıdır, düşmanlıklar zamanıdır ve çocuk kampta yaşamaktadır. …bir evde yaşayan, farklı nesillerden on sekiz kişiydik ve bu, hangi dönemde olursa olsun gere- Ghassan Kanafani ğinden fazlaydı. Hiçbirimiz iş bulamıyorduk ve belki duymuşsunuzdur, açlık her günkü kaygımızdı. İşte düşmanlıklar zamanı diye adlandırdığımız şey bu. Bilirsiniz, arada kesinlikle fark yoktur. Önce ekmeğimiz için savaşıyor, sonra da aramızda nasıl bölüşeceğiz diye birbirimizle savaşıyorduk. Ardından tekrar savaşıyorduk… Filistin’in Çocukları’nın öyküleri, gerçeğin, mülteci kampında çocuklara oyuncak dağıtılarak gizlenmesine izin vermez. İsrailli komutan, bütün bir köyü eline makineli tüfek verdiği şortlu bir Yahudi kız çocuğuna öldürtürken ve o köyden bir tane Filistinli çocuğu olanları anlatsın diye sağ bırakırken, o gün, onlar daha çocuktur. n 1 İtalik alıntılar kitaptaki öykülerden alınmıştır. da en yoğun olduğu zaman dilimi olmuştur. 1969’da Hayfa’ya Dönüş kitabı yayınlanmıştır. Siyasi ve silahlı mücadelenin şiddetlendiği, 8 Temmuz 1972 yılında İsrail tarafından yeğeni ile bindiği arabasına konan bombanın patlamasıyla haince öldürülmüştür. O Filistin’in hikâyesini yazdı, sonra da kendisi bu hikâye tarafından yazıldı.1 Kanafani, Filistin’in yeniden özgürleşmesini sağlayacak yeni kuşağın hikâyesini yazarken, bu kuşağın bir mensubu olarak mücadelenin en önsaflarında yer aldı ve hayatını feda etti. Onun için siyaset ve edebiyat, hayatının iç içe geçmiş parçalarıydı. Kanafani, kimi zaman söyleyeceklerini öyküden başka bir yolla söyleyemediği için yazdığını dile getirmekteydi. Bu konudaki ustalığı, öykülerini Filistin direnişinin en etkili silahlarından biri haline getirmiştir. Ghassan Kanafani, 1948 yılında 12 yaşındayken büyüdüğü ve yaşadığı kent Akka, siyonistlerin eline geçince ailesi ile Şam’a kaçmak zorunda kaldı. Hayatının bundan sonraki kısmını kamplarda ve sürgünde geçiren Kanafani 16 yaşında mülteci kampında BM Yardım Okulu’nda öğretmenlik yapmaya başladı. Öğretmenlik ve Şam Üniversitesi Arap Edebiyatı bölümündeki öğrencilik yılları onun politikayla daha yoğun bir şekilde ilgilenmesinin yolunu açtı. O yıllarda kısa hikâyeler de yazmaya başladı. Öğrencilik yıllarında siyasette aktif rol alması, onun Dr. George Habaş’la yakınlaşmasına ve Arap Ulusal Hareketi’nin içinde yer almasına yol açtı. Üniversiteden sonra Kuveyt’e ailesinin yanına giden Kanafani, 1960 yılında George Habaş’ın çağrısıyla Beyrut’a geldi ve al-Hurriyya (Bağımsızlık) adında yeni bir siyasi dergi çıkartmaya başladılar. 1961 yılında, o yıllarda Filistinli mültecilerin durumunu incelemek için Beyrut’ta bulunan Danimarkalı öğretmen Anni Hoover ile tanıştı ve evlendi. 1962 yılında, Güneşteki Adamlar kitabını yazdı ve bu kitap yayınlandıktan sonra Arap edebiyat dünyasında büyük bir ün kazandı. Bu kitap 1986 yılında Alan Yayıncılık tarafından Türkiye’de de yayınlanmıştır. FKÖ ve FHKC’nin kurulduğu, Filistin’in ele geçirilmesi için silahlı mücadelenin yeniden başladığı dönem, Kanafani’nin siyasi faaliyetlerinin ve edebiyat çalışmalarının 1 9 Yazar arkadaşı Fadıl el-Nakıp, Kanafani için söylemiştir. direnen filistin Portakalın hikâyesi, Filistin’in hikâyesi İsrail tüm Filistin değerlerini kendine mal ederek Filistin topraklarının tarihini yeniden yazmaya çalışıyor. “Yafa: Portakalın Otomatiği” belgeseli, topraklarından koparılıp uzaklaştırılan Filistinlilerin tarihin sayfalarından da sökülüp atıldığını anlatıyor. Filistin topraklarının ve Filistinlilerin 1948 öncesi tarihini yok sayan İsrailliler, bir zamanlar Filistinlilere ait olan portakal bahçeleriyle ünlü Tel Aviv yakınlarındaki liman kenti Yafa’nın portakallarını sahiplenerek bu portakalları bir İsrail markası olarak dünyaya tanıtıyor. Belgeselde yer alan birçok ismin tarihin arka sayfalarında kalan belgelerle gün ışığına çıkardığı Yafa portakalının dünyada İsrail markası olarak tanınmasının hikâyesi, belgesel boyunca İsrail’in işgal tarihiyle paralel gidiyor. Filistinlilerin bahçecilik yaparak hayatını kazandığı Yafa’da portakal neredeyse o bölgenin biricik geçim kaynağı. İsraillilerin yavaş yavaş topraklarına konduğu kentlerden biri olan Yafa’dan dışlanan Filistinliler önce İsraillilerin kamulaştırdığı portakal bahçelerinde işçi olarak çalışıyorlar. Daha sonra artan İsrailli nüfus Filistinlilerin çalışma alanlarından da çekilmesine neden oluyor. Bir anda yaşadıkları kente yabancı olan ve geçimlerini sağladıkları portakal bahçelerinden uzaklaşan Filistinlilerin tarihin sayfalarından silinmesi de aynı işgal dönemine denk gelir. İsrail devleti, onlar gelene kadar boş ve işlenmemiş toprakların kendileriyle birlikte hayat bulduğu propagandasını yaparak oryantalist İsrail toprakları mitini güçlendirir ve portakalı da bu mitinin parçası haline getirir. İsrail’in Yafa portakalını propaganda aracı olarak kullandığı bir afiş. Afişin arka fonundaki develer oryantalist İsrail mitini güçlendirmek için kullanılıyor. “Yafa: Portakalın Otomatiği” belgeseli Documentarist ve DEPO işbirliğiyle düzenlenen Saturdox/Belgesel Buluşmaları kapsamında 22 Ocak 2011 tarihinde gösterildi. 2009 Doc Film Festivali, Milano, En İyi Belgeselci Birincilik Ödülü ve 2010, Solelune, Palermo, Kurgu Dalında Birincilik Ödülü alan belgesel, İsrail, Fransa, Belçika, Almanya ortak yapımı. Geçen yıl 22-27 Haziran’da düzenlenen İstanbul Belgesel Günleri’nin onur konuğu olarak Türkiye’ye gelen yönetmen Eyal Sivan İsrail devleti politikalarına karşı çıkan muhalif bir isim. Hayfa’da doğan Sivan, 1983 yılında Paris’e yerleşti ve “Geçerken”, “Izkor: Belleğin Köleleri”, “Rota 181: Filistin İsrail’de Bir Yolculuktan Fragmanlar” isimli belgeseller çekti. Naci El-Ali Uluslararası Filistin konulu karikatür yarışması düzenlendi Filistin Halkıyla Dayanışma Derneği ve mizah dergisi Homur tarafından düzenlenen 2010 Naci El-Ali Uluslararası Filistin konulu karikatür yarışması 27 Kasım 2010 tarihinde sonuçlandı. 41 ülkeden 458 katılımın olduğu karikatür yarışmasının sonuçları FHKC Polit Büro üyesi Leyla Halid’ın katıldığı basın toplantısıyla açıklandı. Leyla Halid “Naci El-Ali adına karikatür yarışmasının düzenlenmesi Filistin halkına büyük bir destektir. Ben bunu direniş olarak görüyorum. Filistin’i işgal eden güçlere karşı direniş değişik şekillerde sürüyor: Karikatür, şiir, hikaye ve silah. Böyle bir yarışmanın düzenlenmesi Filistin direnişine yeni bir halka oldu” dedi. Filistin Halkıyla Dayanışma Derneği yöneticileri, verilecek ödüllerin maddi değeri olmadığını ancak Filistin özgürlük mücadelesine katkı sunanlar bakımından oldukça büyük manevi değeri olduğunu söyledi. FHDD yöneticileri ödüllerden birinin “Kudüs toprağı” olduğunu belirtti. Yarışmada Naci el-Ali Büyük Ödülü, Gazze’den Omayya Joha’ya, Hanzala İntifada Ödülü, Ürdün’den Omar Abdallat’a, Hanzala Özgürlük Ödülü Türkiye’den Necmettin Asma’ya, Hanzala Toprak Ödülü, Ürdün’den Muhammed Ebu Afefa’ya, Hanzala İnsan Hakları Ödülü, Endonezya’dan Jitet Koestana’ya verildi. Yarışmada 18 çocuk katılımcı da karikatür yarışmasına katıldı. Türkiye’den Burhan Demircan ve Volkan Aydoğan’a da Hanzala Taş General ödülü verildi. İstiklal Cad. Gazeteci Erol Dernek Sok. Hanif Han. No:11 Kat:4 Da:5 Beyoğlu - İSTANBUL (İstanbul Yeni Melek Gösteri Merkezi Yanı) Tel: +90 (212) 252 13 76 www.barisdernegi.org [email protected]
Benzer belgeler
Yahudi Yerleşimleri: Postmodern Bir İşgal
birbirini tanıması ve İsak Rabin ile Yaser
Arafat’ın “Geçici Özerk Hükümet İlkeleri
Bildirisi’ni imzalamasıyla barış süreci denilen süreç de başlamıştır. Aslında, ABD’nin
Sovyetler Birliği’nin çözü...
direnen filistin
Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının Mısır, Filistin, İsrail, Türkiye ve ABD açısından yansımaları,
Lübnan da Hariri hükümetinin devrilmesiyle başlayan
süreç, İsrail siyasetini oluşturan parti ve ak...
İsrail-Filistin Sorununa Yönelik AB Politikaları
ardından, Mübarek’in “yedeklenmesi” çabaları ve Müslüman Kardeşler’le masaya
oturulması tercihi bunu gösterdi.
Genelde İsrail siyasetinin bir bütün olarak ‘islamcıları devre dışı bırakmak’ üzerine
...
Milenyum Sonrası Türkiye-İsrail İlişkilerinin Değişen Görünümü
siyasal/toplumsal çatışma unsuru, Türkiye-İsrail İlişkileri’nin tarihine yabancı
bir husus da değildir. Nitekim Türkiye’nin 29 Kasım 1947 tarihinde BM Genel
Kurulu’nda yapılan ve Filistin topraklar...