ıslamo fobi kitabı - Sivas Kemal İbni Hümam Vakfı
Transkript
ıslamo fobi kitabı - Sivas Kemal İbni Hümam Vakfı
Sempozyum Koordinatörü : Yrd. Doç.Dr. Osman ALACAHAN Yrd. Doç Dr. Betül DUMAN Sekreterya : Abdusselam BULUT Osman KAVAKLIOĞLU Abdullah ALTUNKES Şaban TUTÇU Mustafa YALÇINKAYA İSLAMOFOBİ KOLEKTİF BİR KORKUNUN ANATOMİSİ ISBN 975-605-59321. Baskı: Temmuz 2012 Grafik Tasarım: TAVOOS Baskı: Ankamat Matbaacılık İvedik / Ankara SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI Osmanpaşa Cad. Kavukçu İşhanı Kat: 3 No: 308 Merkez Sivas Tel: 0346 221 41 50 Faks: 0346 226 40 64 www.sivasibnihumam.vakfi.org SEMPOZYUM TEBLİĞLERİ 30 NİSAN – 1 MAYIS 2010 SİVAS, TSO KONFERANS SALONU içindekiler 6 AÇILIŞ KONUŞMALARI TEMEL KARAMOLLAOĞLU 145 Bir Kimlik Politikası Olarak İslamofobi PROF. DR. MEHMET EVKURAN 13 İslama Fobya İle Mücadele PROF. DR. OYA AKGÖNENÇ 161 İslamofobi Politikası YAQUP ZAKİ 21 Batı’da Hz. Muhammed (S) Üzerinden İslamofobi’nin Yansımaları İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri PROF. DR. BAYRAM ALİ ÇETİNKAYA 177 Avrupanın Din Korkusu: Avrupa Kamuoyunun Gündemine Dinin Geri Dönüşü ve Bunun Türkiye’nin AB Üyelik Sürecine Olası Etkileri GÜLİSE GÖKÇE 63 Balkanlarda İslamofobi YRD.DOÇ.DR. RAHMAN ADEMİ 195 Batı’nın Ateist Literatüründe İslam Düşmanlığı AYTUNÇ ALTINDAL Avrupa Medyasının ve Kamuoyunun İslam Algısı ORHAN GÖKÇE 203 İslamofobiyi Besleyen Unsurlardan Biri Olarak “İslam Şeriatı” Algısı PROF. DR. ABDULLAH KAHRAMAN İslamofobinin Tarihsel Temellerine Bir Bakış: Oryantalizm ya da Batı ve Öteki MEHMET YÜKSEL 217 İslam Karşıtlığında (İslamofobi) ‘Cihad’ Algısının Rolü PROF. DR. HÜSEYİN YILMAZ İslâmofobi Bağlamında Bir Özeleştiri MUSTAFA ÇAĞRICI 231 Hollanda’da Müslüman Karşıtlığının Kaynakları Üzerine YRD.DOÇ.DR.BETÜL DUMAN - YRD.DOÇ.DR.OSMAN ALACAHAN “İslamofobi” vesilesiyle Türkiye’nin fobilerine bakmak FERHAT KENTEL 251 Amerikan Medyasının İslam Algısı VAHAP GÖKSU VE RUKİYE SAYGILI 77 95 109 115 131 İslami Terörizm Nitelemesine İtiraz PROF. DR. ZAKİR AVŞAR Açılış Konuşması Bilim Kurulu* Prof. Dr. Adnan ASLAN Prof. Dr. Adem Esen Prof. Dr. Ali Erkul Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş Prof. Dr. Çağrı Erhan Prof. Dr. Durmuş Boztuğ Prof. Dr. Erol GÖKA Yrd. Doç. Dr. Fazıl Yozgat Prof Dr. Halis Çetin Yrd. Doç. Dr. İbrahim SUBAŞI Prof. Dr. İsmail COŞKUN Prof Dr. Metin Bozkuş Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. N. Talat Arslan Prof. Dr. Raşit Küçük Prof .Dr. Recep Toparlı Prof. Dr. Tanel Demirel Prof. Dr.Yaşar Düzenli 29 Mayıs Ü. Ulus. İslam ve Din Bi. F. İstanbul Sebahattin Zaim Ü. Rektörü C.Ü. Sosyoloji Bölüm Bşk. Gümüşhane Ü. İletişim F. Dekanı Ankara Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Tunceli Ü. Rektörü Selçuk Ü. Meram Tıp F. Cumhuriyet Ü. İİBF Kamu Yön. Cumhuriyet Ü. İİBF Kamu Yön. Marmara Ü. Hukuk Fakültesi İ.Ü. Edebiyat F. Sosyoloji Bölümü C.Ü. İlahiyat F. Dekanı Selçuk Ü. Sosyoloji Bölümü Cumhuriyet Ü. İİBF Kamu Yön. Marmara Ü. İlahiyat F. Dekanı C.Ü. Rektör Yard. Çankaya Ü. Siyaset Bilimi İstanbul Ü. İlahiyat F. * İsimler Alfabetik sıraya göre listelenmiştir. Açılış Konuşması TEMEL KARAMOLLAOĞLU KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI MÜTEVELLİ HEYET BAŞKANI Muhterem Misafirlerimiz, Kıymetli katılımcılar Hepinizi saygıyla ve sevgiyle selamlıyorum; bu çalışmalarımızın ve sempozyumun hayırlara vesile olmasını Cenabı Allahtan niyaz ediyorum. Bugün burada dünya gündeminde önemli bir yer işgal eden, dünya barışını adeta tehdit eden bir konu üzerinde görüşmek, fikir teatisinde bulunmak üzere bir araya gelmiş bulunuyoruz. Bu toplantıya katılan kıymetli fikir adamlarımız, bilim adamlarımız ve düşünürlerimiz bu konuda fikirlerini dile getirecekler ve neticede, bu menfi gidişatı durdurmak için nelerin yapılması icap ettiği konusunda da bir takım fikirler oluşacaktır. Böylece genel olarak birtakım politikaların oluşmasına da öncülük edilmiş olacağını ümit ediyorum. Konumuz İslamafobi, daha doğrusu “ Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Olarak Islamafobi”. Aslında kelime olarak ‘Fobi’ korku manasına geliyor, fakat bu korku ‘Islamafobi’ terkibi ile korku yerine ‘İslam Düşmanlığı’nı ifade etmek için kullanılıyor. 7 8 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İzin verirseniz, bu konulara girmeden önce, buraya gelen misafirlerimize vakfımızla ilgili birtakım bilgileri arz etmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Vakfımız 1990 yılında kuruldu, yani bendenizin Sivas Belediye başkanlığını üstlenmesinden bir sene sonra. Genel olarak ‘Kemal İbn-i Hümam’ ismi dikkat çekiyor. Bu ismin nereden çıktığına gelince; ben şahsen Kemal İbn-i Humam ismini 1990’na kadar hiç duymamıştım. O tarihlerde Kuveyt’teki bir toplantıda beni Sivas Belediye Başkanı olarak tanıttıklarında, Ebu Gudde olarak bilinin meşhur bir âlim, ‘Yani Kemaleddin İbn-i Humam Es-Sivasi’nin memleketindensiniz’ dedi. Kemaleddin İbn-i Hümam’ın kim olduğunu ve nereli olduğunu o zaman öğrendim. Takriben 500 sene önce yaşamış, eserleriyle İslam âleminde önemli bir yer işgal eden, fikirlerinden bugün dahi istifade edilen bir ilim adamı. Utanmıştım! Bu önemli zatın bütün Sivaslılar tarafindan tanınması ve benim gibi utanç yaşamamaları için kuracağımız yeni vakfa bu zatın ismini vermenin uygun olacağını düşündüm. Yaşadığım bu hadiseyi de dikkate alarak, Sivaslı ilim adamlarının, sanatkârların ve devlet adamlarının halkımıza tanıtılmasını vakıf çalışmalarında ilk hedef olarak ele aldık. Bu sebeple de ilk sempozyumumuz, Kemal İbn-i Humam’in Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri üzerinde organize edilmişti. İçinde bulunduğumuz dönemde de, tarihte iz bırakacak ilim adamları ve sanatkârlar yetiştirmek için gençlere ve öğrencilere yönelik çalışmalara öncelik verdik. Bu maksatla son yıllarda 500’e yakın öğrenciye burs veriyoruz. Her sene bu rakam değişebiliyor, ama bu hizmeti önemsiyoruz ve sürdürmekte kararlıyız. Buna ilaveten Sivas’ta 250 kişilik bir erkek öğrenci yurdumuz var. Bu sene 50 kişilik bir kız öğrenci yurdunu da hizmete açmış bulunuyoruz. Ayrıca orta öğrenime yönelik bir dershanemiz ve mahallelerde geçlere yönelik kültür sitelerimiz var. Bu çalışmalara ilaveten, muhtaç insanlara ve ailelere yönelik bir takım projelere de imza attık. Bu kapsamda, Orta Anadolu’daki ilk huzur evlerinden birisi olan ve Sivas Belediyesi tarafından inşa edilen ‘İhramcızade Huzur Evi’nin tefrişini Vakıf olarak biz üslendik ve yaptık. Vakfımız geniş kaynaklara sahip olan bir vakıf değil. Bu yönden, bizim fiilen yapmaya çalıştığımız, imkânı olan insanlarla irtibat kurarak, muhtaçların ihtiyaçlarının giderilmesine yönelik bir mekanizma oluşturmaktan ibarettir. Açılış Konuşması Geçmişte gençlerin evlenmeleri ve sünnet düğünleri de bizim gündemimizdeydi; son zamanlarda bu hizmetleri yapanların adedi arttığı için biz bu konulardan elimizi çektik. Bunların yerine ağırlığı gençlere, yurtlara, eğitime ve mutad hale getirdiğimiz sempozyumlara verdik. Bu güne kadar birçok bir sempozyum organize ettik ve sunulan tebliğleri kitap halinde yayınladık. Bunlar arasında ‘Şemsi Sivasi’nin Hayatı ve Eserleri’, daha sonra ‘İlim ve Kültür Tarihinde Sivasiler’i konu alan ayrı bir sempozyum, ‘21.yüzyıla girerken Dünya ve Türkiye gündeminde İslam’. ‘Eğitimde Verimlilik’ ve gençlere okuma alışkanlığını kazandırmanın yollarını araştırmak için ‘Kültürümüzde Kitap’ konulu sempozyumları zikretmemiz mümkün. Son iki kitabımızı katılımcılarımıza hediye olarak takdim edeceğiz. Arzu edenlere diğer sempozyumların kitaplarını da takdim edebiliriz. Sempozyum konusuna dönersek; dünyanın hızla ilerlediği ve teknolojinin hayatın ayrılmaz bir parçası haline geldiği, endüstrinin ve sanayileşmenin insan hayatını rahatlattığı bir dönemde, dünyada barış ve huzur ortamının biran öce oluşmasını beklerken, son zamanlarda karşılaştığımız ekonomik problemlere ilave olarak başka bir problemle de karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Bugün Batıda, ‘yabancıların’, yani göçmenlerin, ‘kendi kültürel ve sosyal hayatlarını tehdit ettiğini’ düşünen bir anlayış ortaya çıktı: “Xenofobi” yani (yabancı düşmanlığı). Maalesef ‘İslamafobi’ bu anlayışın başını çekiyor. Çünkü Müslümanlar Amerika’da ve Avrupa’da, sosyal ve ekonomik hayatta, hatta siyasette, etkili olmaya başladılar. Yaşadıkları ülkelere göçmen olarak giden bu insanlar, bugün içinde yaşadıkları toplumlarda ciddi mesafeler kat ettiler, yatırımlar yaptılar, iş sahibi oldular. Bu göçmenlerin orada büyüyen çocukları, bulundukları toplumların içinde kültürel hayattan siyasete kadar her sahada rol almaya ve etkili olmaya başladılar. Bu gelişmeler, insanları memnun edeceğine, bazı kesimleri maalesef rahatsız etti ve endişelendirdi. Biz böyle bir sempozyumu organize etmeye, Norveç’te meydana gelen ve 77 kişinin hayatını kaybetmesine sebep olan hadise üzerine karar verdik. Düşünün ki, bu asırda bir genç böyle bir katliamı ‘bilerek yaptığını, bunu kendi ülkesinde yaşayan insanların maruz kaldıkları tehdidi anlamaları için yaptığını, aslında bu katliamı yapmakla önemli bir vazifeyi yerine getirdiğini ve bu sebeple suçsuz olduğunu’ fütursuzca ifade edebiliyor. Katliam kadar dehşet verici ifadeler. İste bu dehşet hissi bizleri böyle bir sempozyumu düzenlemeye sevk etti. Böylece bilim adamlarımızın, fikir adamlarımızın ve araştırmacılarımızın bu konudaki düşüncelerini gündeme getirmelerini, ‘İslamofobi’nin toplum psikolojisi ve sosyolojik yönden ele alınmasının gerekliliğini vur- 9 10 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu gulamak istedik. İslamofobi neden ve nasıl böyle bir boyut kazandı, sosyolojik yönden nasıl algılanmalı, neden insanlar böyle bir psikolojiye sürükleniyor, Batı ülkelerinde refah seviyesi bu kadar yükselmişken böyle bir vahşete neden teşebbüs edilebiliyor. İncelenmesi gereken diğer bir husus da, tarihi süreç içerisinde İslamofobi nasıl bir değişim geçirdi. Çünkü bazı kaynaklara göre İslamofobi kelime olarak son 30 yıl içinde gündeme gelen ve üzerinde konuşulan bir konu olmakla beraber, ifade ettiği mana itibari ile asırlar önce gündeme getirilmiş ve yaşanmış bir olgudur. Acaba bu olgunun arkasında siyasi bazı hesaplar var mı? Yani, ‘İslamofobi’ birtakım hedeflere ulaşabilmek için birileri tarafından kullanılıyor mu? Bunların araştırılması, üzerinde hassasiyetle düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim. Tarihe kısa bir göz attığımızda, 1400-1500 yıl önce, Peygamber Efendimizin dünyayı teşrifleri ve akabinde Kudüs’ün fethi ile Hıristiyan âleminde İslama ve Müslümanlara karşı bir reaksiyon doğduğunu biliyoruz. Bu reaksiyonun ‘Haçlı Seferleri’ ile doruğa çıktığını ve bu husumetin doğurduğu savaşların asırlar boyu devam ettiğini de biliyoruz. Haçlı seferlerinin Kilise tarafından düzenlendiğini ve İslama karşı organize bir savaş olarak yürütülmüş olduğunu da biliyoruz. Yine biliyoruz ki, kitleler İslamın ne olduğunu bilmeden, sadece kilisenin ve bazı krallıkların kışkırtması ve ganimet vaatleri ile bu savaşlara katılmışlardı. O dönemde, Peygamber efendimiz ve İslam hakkında birçok yalan ve iftiralar düzenlenerek kitleler kışkırtılmıştı. Daha sonra saldırılar farklı şekiller almıştı. Hâlbuki İslam, Batıda karanlık bir dönem olan ‘Ortaçağ’ın kapanmasında ve Rönesans’ın (aydınlanma döneminin) başlamasında, Batılı fikir ve bilim adamlarının yetişmesinde çok büyük katkılar sağlamış olan bir inanç sistemidir. Son zamanlarda yapılan birtakım araştırmalar ve yapılan yayınlar bunu belgeleriyle ortaya koymuş bulunuyor. Özellikle, 1200 yıllık dönemdeki bu gelişmeleri gündeme getiren, şahsen çok yakından tanıdığım, bir bilim adamı olan Prof. Dr. Salim al-Hassani var. Kendisi Makine profesörü ve Manchester Üniversitesinde bölüm başkanlığı yapmış bir bilim adamı. Kendisi bu konuda ‘1001 Inventions’ (1001 Buluş) isimli bir kitap yazdı ve geçen sene İstanbul’da bir de sergi açtı. Ebette Prof Fuat Sezgin zaten bu konunun en önde gelen uzmanı olarak biliniyor ve bu konuda birçok kitabı var. Maalesef İslam Âlimlerinden etkilenen birçok insan, özellikle bilim adamları, kaynaklarını çoğu zaman gizlemişlerdir. Memnuniyetle görüyoruz ki, son zamanlarda, bazı bitaraf bilim adamları bu ilimlerin, bu keşiflerin o dönemde Müslümanlar tarafından başlatıldığını itiraf ediyorlar. Açılış Konuşması İncelenmesi gereken bir husus da, kendisinden olmayanları, yani “Ötekileri” topyekûn yok etme haleti-ruhiyesi veya politikasıdır. Bir bahane her zaman bulunuyor, ‘bunlar medeni değiller, vahşiler, bizi tehdit ediyorlar, vs’ gibi. Amerika’nın keşfinden sonra Kızılderililere karşı, Avustralya’nın keşfinden sonra Aborijinlilere karşı yürütülen katliamlar, kelimenin tam manası ile hem birer soykırımdır hem de hasta bir ruh halinin işaretidir. Fakat içinde yaşadığımız dünyada, özellikle 11 Eylül 2001 hadiselerinden sonra, dünyanın en güçlü devleti olarak kabul edilen Amerika Birleşik Devletlerinin Başkanının ağzından bu asrın haçlı seferlerinin başlatılmış olduğunu duymak ister istemez insanda şok etkisi yapıyor ve endişe meydana getiriyor. Ve bu sene başında, Libya’ya NATO’ saldırısı öncesinde, Fransız İçişleri Bakanının ağzından, bu saldırının Haçlı Seferlerinin devamı olacağını dünya’ya ilan etmesi, aslında bu sapık haleti ruhiyenin ayrı bir işaretidir ve katliama teşebbüsten farklı yorumlanmamalıdır. Bunu siyasiler söylüyor; siyaset icraata yön verdiği için biz bu sözü önemsemek ve dikkate almak mecburiyetindeyiz. Sadece Norveç’te yapılan katliam değil, Almanya’daki dönerci katliamı olarak isimlendirilen hadiseler de araştırıldığında, arka planda Alman gizli istihbarat sevisinin elemanlarının bulunduğu bir şebeke ortaya çıkıyor. Sayın Başbakan da bu hususu açıkça dile getirmişti. Bu hadiselerin ne manaya geldiğini anlamak bizim için büyük önem arz ediyor. İçinde yaşadığımız asırda huzur ve barış istiyorsak, bu vahşetin altında yatan sebepleri ve düşünceleri iyi incelememiz, tedbirler almamız, yok eğer bu bir hastalıksa, tedavi edebilmek için birtakım önerilerde bulunmamız gerekmektedir. Yok, bu siyasi bir proje ise, bu sefer ona göre tedbir almamız icap eder diye düşünüyorum. Bundan dolayı bu sempozyuma katılarak fikirlerini bizlerle paylaşacak olan tebliğcileri gönülden kutluyorum, kendilerine teşekkür ediyorum. Yarın devam edecek olan ve konuların derinlemesine inceleneceği oturumlara iştirak edecek bütün katılımcıları da şimdiden gönülden selamlıyorum. Bu çalışmaların hayra vesile olmasını Cenabı Haktan tekrar niyaz ediyor, hepinize hoş geldiniz diyor, saygılarımı sunuyorum. 11 12 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İslamafobia’nın Zihni Arkaplanı İslamafobia’nın Zihni Arkaplanı Avrupa’nın Hıristiyan kimliği ve İslam ALİ BULAÇ Sözlerime başlamadan önce hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bu tebliğde bugün olumsuz etkilerini Avrupa’nın genelinde gözlemlemekte olduğumuz “İslam korkusu”nun zihni arka planını ortaya çıkarmaya çalışacağım. Hatırlanacağı üzere Papa 12 Eylül 2006’da Almanya Regensburg’ta önemli bir konuşma yapmıştı. Konuşma, 11 Eylül olaylarının 5. yıl dönümünün hemen ertesinde yapılıyor ve yine İslamiyet bir “şiddet dini” olarak tanımlanıyordu. Bazı çevreler, bu konuşmayı fırsat bilip, İslamiyet’in kendisinin değilse bile, modern yorumu olan Yeni Selefeliğin ve bu arada 20. yüzyılda Müslüman düşüncesini etkilemiş bulunan Seyyid Kutup ve Mevdudi gibi müelliflerin “şiddet ve terör” üzerinde besleyici etkiler yaptığını öne sürdüler. Önce bir durum tespiti yapalım: Israrla bazı merkezler aksini iddia etse de, Seyyid Kutup-Mevdudi ve radikalizm arasında zorunlu bir bağ kurulamaz. Bu fikri pompalayan merkezlerin kastı başka. Onlar bilinçli, sistemli ve ısrarlı bir biçimde Selefilik ile terör arasında illiyet bağı kurmaya çalışıyorlar. Ancak eğer bu önerme doğru olsaydı, Ahmet ibn Hanbel ve Ebu Hanife’den İslamcı şair Mehmet 13 14 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Avrupa’nın Hıristiyan kimliği ve İslam Akif’e kadar sayısız bilgin ve mütefekkiri terörist saymak lazım gelirdi. İşgal edilen toprakların savunulması, sömürgeciliğe karşı mücadele eğer “terör” sayılıyorsa, Afrika’dan Kafkaslara kadar bu meşru mücadelelere katılan bütün Sufi tarikat ve hareketler de aynı sınıfa girer. Papa’nın yaptığı konuşmaya ilk tepki Türkiye’den dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’ndan geldi. Devletin en üst düzeydeki “Din bürokratı/memuru” sıfatıyla Bardakoğlu, açık bir dille “Papa’nın Müslümanlardan özür dilemesi gerektiğini” söylelişti. Elbette bu, kendi başına örgütler kurup şiddet hareketlerine başvuranların kendilerini “Selefiler” şeklinde tanımlamadıkları anlamına gelmez. Ama bunlar yanında Selefilikle terör arasında hiçbir ilişki kurulamayacağını savunanlar da var. Tıpkı kendilerini “Müslüman” diye takdim edenlerin gözlerini kırpmadan şiddete başvurmaları gibi. Kaldı ki yakından ve dikkatlice bakıldığında yekpare/homojen bir Selefelikten de söz etmek hayli güç. Mesela Mısır Selefileri ile Suud kaynaklı Selefilik arasında önemli farklar var. Bazıları, rejimi “laik” olan bir ülkenin bu düzeyde “hemen tepki göstermesi”ni yadırgadılar. Ancak olaylar zincirinin birbirini izleyen halkalarını yakından takip edenler, söz konusu tepkinin deyim yerindeyse bir “ön alma, inisiyatif kazanma” teşebbüsü olduğunu ve bunda da Türkiye’nin başarı kazandığını tespit etmekte gecikmediler. Çünkü Diyanet İşleri Başkanı’nın hemen arkasından –hatta biraz da ondan cesaret almış olarakdiğer İslam ülkeleri, özellikle Arap ülkeleri tepkilerini bir bir dilemeye getirdiler. Söz konusu tepkilerde öne çıkan husus tıpkı Bardakoğlu’nun talebine uygun olarak “Papa’nın özür dilemesi” noktasında toplandı. Demek oluyor ki, “mensubiyet” temel belirleyici değildir. Terörün ortaya çıkışında başka faktörler belirleyici olmaktadır, asıl bunlar üzerinde durmak lazım. Birilerinin Müslüman kimliğiyle şiddete başvurması İslamiyet’in bir şiddet ve terör dini olduğu anlamına gelmez. Daha dikkatli olması beklenen Papa, her nedense bunun pek farkında değilmiş gibi tamamen aktüel ve politik bir genellemeye eşlik ederek İslamiyet’i şiddetle bir arada tutmuş, Hz. Peygamber’in “kılıç”tan başka insanlığa bir şey getirmediğini söylemişti. “İslam ve şiddet/terör” söylemindeki şifreyi çözmek lazım. Sorun, İslamiyet’in şiddeti öngördüğü veya Müslümanların terörü tek ifade biçimi olarak seçtikleri sorunu değildir, sorun Müslümanlara şiddet ve terörün empoze edilmesi, başka ifade biçimlerine başvurmalarının önüne geçilmesidir. “İslam şiddeti öngörüyor veya Müslümanlar terör yapıyor” dendiğinde, aslında zımnen “Ey Müslümanlar terör yapın” denmek isteniyor. Tıpkı Huntington’ın “Medeniyetler savaşı çıkacak” demesinin aslında “Medeniyetler savaşı çıksın” demek istemesi gibi. Bu durumda sorumlu mevkideki insanların, kanaat önderleri ve İslam bilginlerinin ısrarla “İslam ile terör arasında hiçbir ilişki yoktur” demelerinden ve diyalogu öne çıkarmalarından daha makul ne olabilir? Diyalog, çatışma zeminini engeller. İlişkiler tümüyle koparılırsa, savaş notaları verilmiş olur, bu da “İslam terörü” söylemi üzerinden askeri ve politik operasyonlar yürüten küresel güçlerin işine gelir. İslam dünyasına karşı büyük bir komplonun önüne geçmenin en doğru yolu, “diyalog kapılarının açık tutulması”dır. Bu arada ilgi çekici bir başka nokta da gözden kaçmadı: 10. Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer, hiç yeri ve zamanı değilken, bir vesile ile yaptığı konuşmada “Tarikat ve cemaatlere bağlı okul ve dershanelerde dogma ve boş inançlar öğretildiği”nden dem vurdu. Burada iki husus önemliydi: 1) Dogma”nın ne olduğu, hangi dinin inanç sistemine ait olduğu konusu. Akademik çevreler pek kabul etmeye yanaşmasa da, “dogma” Hıristiyanlığa aittir, yanılmaz olduğuna inanılan Kilise’nin başı olan ve hem din hem Tanrı adına konuşma yetkisi bulunan papa tarafından vaz’edilir. Dogma reddedilemez, eleştirilemez, aksi dogma ile yürürlükten kaldırılamaz; akılcı bir açıklaması yapılması mecburiyeti de yoktur. “Nass” ise İslamiyet’e aittir, Kur’an’dan bir ayet veya bir hadise tekabül eder. İslamiyet’te hiç kimse Allah ve din adına konuşma yetkisine sahip değildir, kendi şahsi görüşlerini dile getirir ancak. Ayet ve hadisler, “nass” olmaları hasebiyle tefsire, tevile, içtihada açıktırlar; birden fazla yorumları mümkündür ve akli izahları yapılabilir, hatta mesela Mutezile kelamcılarına göre aklı tatmin edici mahiyette olmadıkça açıklamalar makbul değildir. “Dogma” ile “nass” arasındaki bu yalın fark bile Papa’nın konuşmasında ima ettiği bütün iddiaların ne kadar “sağlam temelden yoksun” olduğunu, asıl Hıristiyanlığa ayna tutması gerektiğini göstermeye yetiyor. 2) Büyük tepkilere yol açan Papa’nın konuşması ile Cumhurbaşkanı Sezer’in konuşması eş zamanlı oldu. Sezer, dini hassasiyetleri ile öne çıkan sözde tarikat ve cemaat okullarında “dini düşüncelerin telkin edildiği, bu din elbette İslamiyet’tir ve telkin edilen İslamiyet adına dogma ve boş inançların öğretildiği”ni ima etmekteydi. Sanki uzak mesafeden Papa’nın 15 16 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İslamiyet’e yönelttiği eleştiriler, Türkiye Cumhurbaşkanı tarafından teyid ediliyor gibiydi. Papa’nın konuşmasının yapıldığı sıralarda Avrupa’da ortalıkta dolaşan bir kehaneti de hatırlamak lazım. İslam dininde kehanet yoktur, bütün kehanetler -hangi niyet ve amaçla yapılmış olurlarsa olsunlar- dinen haramdır; fal, astroloji, medyumluk, ruh çağırma, büyü, burçlar üzerinden gelecek okuma vs. Hıristiyanlıkta kehanetler merkezî yer tutar. Mesela Yuhanna İncili’nin Vahyler Kitabı kehanetlerle doludur ve Armagedon savaşının patlak vermesiyle “144 bin kişinin göğe yükselip Tanrı’nın sağında oturacakları ve aşağıda vuku bulacak savaşta atın gemini örtecek kadar kanın akacağı” yolundaki kehanet buna dayanır. Neoconların dış politikasının bir bölümünün temel parametrelerini Vahy Kitabı’nda (Bap: 1-22) bulabilirsiniz. Bazı kehanetler Eski ve Yeni Ahid’e dayandırılır. 21. yüzyılın ilk yıllarından başlamak üzere İspanya’nın güneyinden Rusya’nın kuzeyindeki steplere kadar fısıltı halinde kulaktan kulağa yayılan bir kehanete göre, Katolik Kilisesi büyük hadiselerin arifesinde yaşıyor. Aziz Manikhin’in ve bu çerçevedeki kehanetlere bakılırsa, Papa 16. Benedict “sondan ikinci papa”dır. Bundan sonra sadece bir papa gelecek ve Kilise çöküp “bayrağı Müslümanlara kaptıracak!” Üstelik bu kehanete göre şimdiki papa da görevinde çok kalmayacak. Birçok Hıristiyan, Kilise üzerine odaklanmış bulunan bu kehanetin gerçekleşmesinden korkuyor. Pekiyi, acaba Papa’nın Almanya’daki konuşmasının bu kehanetle ilgisi var mıydı? İlgisi düşünülebilirdi elbette; çünkü İslam “bir tehdit” olarak işaret edilmişti. Hakikatte Müslümanların tehdit oluşturdukları bir safsatadır. Fakat hakikat değeri olmayan kehanetin “araçsal ve politik bir değeri”nin olmadığını kimse iddia edemez. Herhalde Papa’yı böyle konuşmaya sevk eden bazı saikler olmalıydı. Papa, öteden beri “Avrupa’nın Tanrı’ya olan inancını kaybettiğini” vurguluyor, Avrupa’nın Hıristiyan kimliğinin pekişip öne çıkmasını arzu ediyor. Papa ve birçok Hıristiyan’a göre, haklı olarak dine, Tanrı’ya ve ahlaki değerlere aldırışsız davranan Avrupa’nın varlığını devam ettirmesi mümkün değildir, en azından biyolojik olarak nesillerini devam ettiremez. Gün geçtikçe kiliselerden istifalar artıyor. Kardinal Joseph Ratzinger iken “Cicero Dergisi”nin Haziran 2004 sayısında yayınlanan konuşmasında Papa –ki Ratzinger 19 Nisan 2005’te papalığa seçildi ve 16. Benedikt adını aldı- Avrupa’nın Hıristiyan kimliği ve İslam Avrupa’nın ‘hasta’ olduğunu, dindarlığıyla birlikte kendine olan saygısını da kaybettiğini söylüyordu. Tarihte zorla Hıristiyanlaştırılan kuzeyli kavimler, kadim pagan kültürlerini yeni/modern seküler formlara sokarak adeta Hıristiyanlıktan intikam alıyorlar. Papa, Avrupa’nın önünde tek bir seçenek görüyor: Yeniden Hıristiyanlığa dönmek. Bu doğal bir çağrı, ama İslamiyet’i ve Müslümanları ötekileştirmeye kalkışarak yapmaya çalışması, düşündürücü bir konu. (Today’s Zaman, 3 Ocak 2012.) Papa ve Katolik Kilisesi, eğer Avrupa’ya Hıristiyan kimliğini hatırlatacaksa, Amerikalı Neonconlar gibi bunu “ötekileştirebilecekleri bir öteki” bularak yapmamalılar. “Şeytanlaştırılacak öteki”ye karşı alınacak tutum Avrupa’ya Hıristiyanlık zemininde bir iç bütünlük sağlayabilir, ama küresel barışı da tehdit eder. Görünen o ki Kilise yanlış adım atarsa “ötekileştirilme”ye müsait iki figür var: Biri Avrupa’daki laikler (ateistler, eşcinseller, liberaller, sosyalistler vd.), diğeri Müslümanlar. Kilise’nin laikleri ötekileştirmeye kalkışması hayli riskli, hatta şimdilik imkansız bir teşebbüs gibi. Ama Müslümanları hedef tahtasına koymak mümkün. Zaten küresel dolaşımda bir “İslam tehdidi” var, bunu Amerika’da Neoconlar askerî, ekonomik, dinî ve politik operasyonlarının “meşruiyet gerekçesi” olarak yeterince kullandılar. Yeni papanın böyle bir teşebbüste bulunabileceğini sanmıyoruz. 16. Benedikt’in seleflerinden farklı bir papa olduğu muhakkak. Sadece fikirlerinde veya teolojiyi yorumlama biçiminde değil, üslubunda ve tarzında da diğerlerinden farklı. Çok iyi eğitim aldığı açık; Alman oluşunun kararlığını –belki de cesaretini demek lazım- üzerinde taşıyor; Kilise için çizdiği hedefleri gerçekleştirme konusunda berrak fikirlere sahip. Belli ki yapacağı şeyler üzerinde uzun uzadıya düşünmüş. Batı’da ve genel olarak dünyada gelişen konjonktürün kendi lehine işlemekte olduğu kanaatini taşıyor; öyle olmasa da şartları kendi lehine çevirmek için elinden geleni yapabilecek kadar kararlı. İki önemli hedefinin olduğunu söylemek mümkün, bu iki hedef görev sırasında asli misyonunu teşkil etmektedir: 1) Yukarıda belirtildiği üzere Avrupa’yı tekrar Hıristiyan özüyle buluşturmak, yeni Avrupa’nın –eğer yaşama kabiliyeti olursa AB’nin- iç bütünlüğünü Hıristiyanlık temelinde gerçekleştirmek. Papa konuşmalarında şu hususların altını çizmektedir: a) Avrupa Tanrı inancıyla bağını koparmış bulunmaktadır; yüksek düzeyde ekonomik, teknolojik ve maddi güce sahipse de bir uygarlığın Tanrı’ya aldırışsız olarak yaşaması mümkün değildir, 17 18 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu b) Avrupa ahlaki açıdan –özellikle sınır tanımaz cinsel özgürlük kullanımıyla- çözülme aşamasına gelmiş, aile derin bir sarsıntı geçirmiştir; kontrolsüz cinsellik ve aile zafiyetinin toplumsal hayatı mümkün olmaktan çıkardığının önemli göstergesi, Avrupa’nın kendi nüfusunu üretemez hale gelmiş olmasıdır. c) Genel olarak dünya derin bir nihilizme doğru sürükleniyor; Batı, dünyaya nihilizmden başka bir şey sunamamaktadır. Söz konusu kaygıları bugün Avrupa’nın önemli düşünürlerinden olan Jürgen Habermas’ın da paylaşıyor. Habermas, Batı sekülerliğinin çökmüş bir proje olduğunu düşünüyor. Sekülarizmin felsefi temeli 19. yüzyıl pozitivizmiydi, pozitivizm çöktü ve artık değer üretemiyor. Batı yerine neyi ikame edecek? Temel soru budur! 2) Papa’nın ikinci hedefi, bütün dünyada, özellikle ezilen milyarlarca yoksul, dışlanmış ve mağdur insanın artık Hıristiyanlığa umut bağlamadığını düşünmektedir. Kitleler nezdinde Hıristiyanlık büyük itibar kaybına uğruyor. Milyarlarca dolarların dolaşımda olduğu misyonerlik faaliyetine rağmen dikkate değer bir gelişme kaydedilmiyor. Papa’nın gözlemlerine göre, dünya nüfusunun yüzde 80’ninde Hıristiyanlık güç ve itibar kaybediyor; İslamiyet gibi Hıristiyanlık baskı altında değil, her türlü mali ve diplomatik desteğe sahip, buna rağmen yayılma gösteremiyor. Bir başka husus, Avrupa içinde de Amerika’nın izlediği politikalara karşı yeşeren, ancak henüz sesini yükseltmeyen bir muhalefet var. Bu muhalefet hem Amerika’nın ve İsrail’in yaptıklarını onaylamıyor hem de belli belirsiz Müslümanlara sempati duymaya başlıyor. Sadece Avrupa’da değil, Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar her yerde İslam bir ilgi ve cazibe merkezi haline geliyor. Papa, belki giderek artan bu küresel sempatiyi not ediyor. Artık o çok klasik, bildik ve tabii artık kimseye inandırıcı gelmeyen sevimsizleştirme, bir “ötekileştirme ameliyesi” olarak “İslamiyet’in şiddetle ve terörle özdeşleştirilmesi”, bir öcü gibi gösterilmesi eskisi gibi iş görmüyor. Bu açıdan, gençliğinde Nazi gençlik örgütleriyle ilişkisi olduğu öne sürülen Papa’nın konuşmasının Bush’un ‘’İslamofaşistler, çağımızda Naziler gibi tehdit oluşturuyorlar’’ demesinin hemen arkasından yapılmış olması tesadüfi değildir. Mevcut durum Vatikan için de söz konusu. Katolikler bile artık Katolik Kilisesini eskisi kadar umursamıyorlar, büyük bir bölümü “nominal Hıristiyan” durumda, bu dinin gündelik hayat üzerinde belirgin bir etki- Avrupa’nın Hıristiyan kimliği ve İslam si kalmamış; kiliseler müdavim bulmakta zorluk çekiyor, kiliseler birçok yerde boş kaldıklarından satışa çıkarılıyorlar. Belki de artık Katolik Kilisesi iddia edildiği gibi 1 milyar değil, 700 veya 800 milyon müntesibi olan bir kilise durumuna düşmüş bulunuyor. Buna mukabil Müslümanlık yayılmakta, küreselleşmenin dayatmaları karşısında savunmasız kalan milyonlarca insan İslam’a umut bağlamaktadır. Pek de uzak olmayan bir gelecekte Latin Amerika halklarının umut bağladığı sosyalizm ve özgürlükçü teolojinin İslam’ın itiraz edip vaat ettikleriyle buluşması mümkündür. Bugünden bunun dip dalga hükmündeki belirtilerini hissetmek mümkün. Papa, “güçlü bir hamle” yaparak bu gidişi durdurmak istiyor da olabilir. Dolayısıyla konuşmasında kullandığı temel argümanların araçsallaştırılmış politik enstrümanlar olduğunu söylemek mümkün. Ancak Papa’nın konuşmasının bir başka boyutu daha vardır, bunun da üzerinde durmak gerekir. İslam, aydınlanma ve akıl Teokrasi ve mutlakiyetçi yönetimler modern demokrasilerin temeli olmuştur. Bir şeye ihtiyaç hissediliyorsa istenir. Teokrasinin yerine ikame edilen laikliğin ve mutlakiyetçi yönetimlerin yerini alan demokrasilerin gerisinde hem bir dünya görüşü hem de siyaseti mümkün kılan bir zihniyet devrimi yatmaktadır, Avrupa bu devrimi Aydınlanma’ya borçludur. Aydınlanmanın ortaya çıkışını sağlayan iklim Kilise’nin iktidar alanını sadece sosyo-politik alana yayması değil, bunu zihinler ve ruhlar üzerinde de kurmaya yeltenmesidir. Peter Berger, haklı olarak Ortaçağ’da Kilise hakimiyetinin politik iktidarla sınırlı olduğunu söyler, halk eski pagan inançları ve gelenekleriyle iç içe yaşamaya devam etti. Kilise Ortaçağ’da dini halkın gündelik hayatında içselleştirilecek seviyelerde yer alması için çok gayret göstermedi, daha çok iktidar ve toprak üzerinde hakimiyet kurmaya önem verdi. Berger daha ilginç bir şey de söyler: Avrupa, bugün tarihinde hiç olmadığı kadar dindardır, bunu da modernliğin avantaj ve imkanlarına borçludur. Bu bize şunu ilham etmektedir: Bugünün çatışması “din ile modernlik” arasında değil, “din ile sekülerlik” arasındadır. Benim de yıllar öncesinden işaret ettiğim “dinle uzlaşmaz olan modernlik”ten kastım, sekülerliğin mutlak egemenliği altına giren; başta ekonomi ve teknolojiyi peşinden sürükleyip mümkün olmayan bir dünya cenneti vaadiyle yeryüzünü ce- 19 20 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu henneme çevirmekte olan modernliktir. (Bkz. A. Bulaç, Din ve Modernizm, Yeni Akademi yayınları, İstanbul, 2006.) Modernliğin yaşama kabiliyeti, seküler olanla arasına mesafe koymasına, dinin daha çok kendini ifade edip hayatı şekillendirme kabiliyetini göstermesine bağlıdır. Kuzeyli kavimlerin süren pagan inançlarının seküler form altında sürmesi, Fransız devrimiyle Kilise’ye karşı mücadele edenlerin husumetlerinin, dinin ve Tanrı inancının kendisine yönelip bugüne kadar öyle gelmesi, modern dünyayı büyük bir tehlikenin eşiğine getirmiştir. Bölgesel savaşlar, dizginlenemez silahlanma, çığırından çıkmış ve artık uyuşturucu fonksiyonunu gören tüketim (alış veriş tutkusu), eğlence sektörü, medya, cinsellik ve elektroniğe bağımlı hale gelen müzik ve kitlesel narkoz fonksiyonunu gören futbol, magazin dünyası ile giderek derinleşmekte olan eşitsizlikler hiç de bir cennet içinde olmadığımızın göstergeleridir. Dünya her 10 insandan 1’si için refah, 9’u için giderek cehenneme dönüşmektedir. Burjuvazinin ortaya çıkışı iktidar mücadelesinin entelektüel alana sıçramasına da sebep oldu. Burjuvazi için, sahip olduğu iktisadi gelir üstünlüğünün politik ve hukuki imtiyazlara mesnet teşkil etmesinin tek yolu, Aristokrasi ile ittifak halindeki Kilise’nin ideolojik/dini hakimiyetine son vermekti. Böyle yaptı ve 1789’da mücadeleyi kazandı. Söz konusu tarihsel mücadelenin entelektüel boyutu bugün de devam ediyor. Ve söz konusu entelektüel boyutu tamamlayan politik unsurlar var. Papa’nın konuşması Müslümanları rencide etti, ama Avrupa entelektüel hayatı üzerinde söz sahibi bazı kesimleri de rahatsız etti. Çünkü eğer Kilise, Avrupa’ya Hıristiyan kimliğini hatırlatmak üzere İslamiyet’i ve Müslümanları ötekileştiriyorsa, bunun iki önemi anlamı var: 1) Kilise, Avrupa’nın ABD’nin yanında yer almasını istemektedir. Kilise ile ABD arasındaki ilişkiler sır değildir. Bundan önceki Papa (16 Jean Paul), Soğuk Savaş döneminin atmosferine uygun olarak Komünizmin ve Sovyet Bloku’nun çökmesinde önemli rol oynamıştı. Brezilye Topraksızlar Hareketi (MST)’nin ve Özgürlük Teolojinin önemli isimlerinden Katolik Leonardo Boff’a göre, Bush’un yeniden seçilmesinde Katolik Kilisesi önemli rol oynadı. Bunun, İslamiyet’in “tehdit” olarak yeni bir tanımsal çerçeveye oturtulmasıyla, yani ABD’nin küresel politikalarıyla ilgisi var. Boff şöyle diyor: “Biz özgür ve yoksul Hıristiyanlar olarak İslam’a düşmanlığımız yok. Yoksul Müslümanlar bizim kardeşlerimizdir. Şimdi petrolleri için kardeşlerimizin toprakları işgal ediliyor” (Yarın Dergisi, Nisan-2006.) Avrupa’nın Hıristiyan kimliği ve İslam 2) Papa, Hıristiyanlığın teolojik temel varsayımlarını Yunan felsefesiyle mezcetmesinden sonra akılcı bir çerçeveye oturtulduğunu söylerken, dolaylı yoldan Batı’nın laik kesimlerinin artık sahnedeki yerlerinin gözden geçirilmesini ima ediyor. Papa’ya göre bu büyük kapışmada politik/dini alanda olduğu kadar felsefi ve entelektüel alanda da sözcülüğü Kilise üstlenecektir. İslamiyet’i “akılla irtibatlandırmayan” Papa’nın neden Aydınlanma’nın Avrupa’da ve Kilise dogmalarına karşı ortaya çıktığı sorusunun cevabını vermelidir. Aydınlanma İslam’a karşı değil, Müslümanların yardımı ve inkar edilmez katkısıyla Hıristiyan dogmalarına karşı zafer kazandı. Ben Aydınlanma’da Müslümanların oynadığı rolün abartılmasından yana değilim. Katkılar ne olursa olsun, sonuçta bu başarıyı sağlayan Avrupa’dır. Ama Abbasilere gelinceye kadar, neden Thales’ten Aristo’ya kadar Yunan filozoflarının felsefe kitaplarının bilimsel ve entelektüel büyük bir uyanışa ilham kaynağı olmadıkları sorusunun cevabı da önemlidir. Bu kitaplar gizli değildi, iyi bir Hıristiyan olan Jüstinyen (525-565) “çoktanrıcılığı ve paganizmi yayıyorlar” diye Atina okulunu kapatmış, Eflatun ve Aristo’nun kitaplarını yasaklamıştı. Atina’dan sonra Yunan felsefesi Suriye, Irak, Antakya, Harran, Edessa (Urfa) Nisibis (Nusaybin) ve Re’sul-ayn (Ceylanpınar)’da okutuluyordu. Özellikle Bizans’ın baskı ve işkencelerinden kaçanlara İran kapılarını açtı; l Husrev Cundişapur Okulunda felsefe ve ilimlerin okutulmasını sağladı (M. 555). Nasturiler, Süryaniler, Melkiler bu metinleri biliyor, ilahiyat tartışmalarında kullanıyorlardı. Müslümanlar bugün adına Yakındoğu dediğimiz bölgenin fütuhatını Amr ibn As’ın M. 641’de İskenderiye’ye girmesiyle tamamlamış oldular. İskenderiye, 7. yüzyılda Yunan felsefesinin okutulduğu önemli merkezlerden biriydi. Sonraları Hind’den İran’a, Babil’den Mısır ve Yunan’a kadar bütün kadim felsefe, kültür ve ilim mirasının merkezi olacak Bağdat Abbasi halifesi El Mansur tarafından 762’de kuruldu; Beytü’l-Hikme de 830’da faaliyete geçti. Yunan felsefesi ve ilimlerinin tercüme işine Me’mun (813-833), Mu’tasım (833-842), Vasık (842-847) büyük önem verdiler. Bu basit bilgileri şunun için veriyorum: Müslümanlar kitapları Atina okulunun varisleri olan yerlerden topladılar, Bizanslılardan savaş tazminatı olarak Bağdat’a getirttiler ve tercüme ettiler; sadece tercüme etmekle kalmadılar, yeniden yorumladılar. Bu kitaplar gizli değildi, yeraltından 21 22 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu bulunup çıkarılmadılar. Söz konusu merkezlerde okutuluyordu. Burada dikkat çekici nokta şudur: Tarihte iki büyük evrensel medeniyete rastlıyoruz: İslam ve Batı. Thales’ten (ki MÖ. 546’da 64 yaşında idi) Aristo’ya (MÖ. 384-348) kadar nice uzun bir zaman geçti, Yunanistan’da büyük bir maddi medeniyet kurulmadı. Roma’nın büyük bir medeniyet olduğu söylenemez; hukuk ve idare üzerine oturan bir imparatorluktu. Büyük bir medeniyeti 7 ve 8. yüzyıllardan itibaren ilk defa Müslümanlar kurdu. Bu, Yunan felsefesi ve ilimlerinin –ve diğer havzalardan devralınan mirasın- Müslümanları beklediği anlamına gelir. 8. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar da Yunan felsefesi ve ilimleri Müslümanların yorumladığı, kullanışlı hale getirip geliştirdiği şekilde okutuldu, 17. yüzyıla kadar üniversitelerde İbn Sina’nın ve diğer Müslüman bilginler okutuluyordu; yeni disiplinlerin gelişmesi ve bu disiplinlerin sayısız kurumun ‘bilimsel arka planı’ oldu ki, Avrupa bu mirası Endülüs üzerinden bu işlenmiş, geliştirilmiş ve bir medeniyetin maddi formlarına temel teşkil edecek biçimleriyle aldı; kendisi de yeni bir işleme tabi tuttu, geliştirdi ve bugünkü maddi uygarlığı ortaya çıkardı. (Daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, İslam Düşüncesinde Din-Felsefe, Vahy-Akıl İlişkisi, 5. Bsk. İstanbul-2006.) Eğer Müslümanlar, Yunan felsefesini yeni bir kavramsal çerçeveye oturtmasalardı, geliştirip yeni sentezlerde kullanmasalardı söz konusu kitaplar belki bugün de 2.500 yıllık derin uykularında uyuyor olacaklardı. Başka bir ifadeyle Müslümanların Yunan felsefesi ve tabiat bilimlerini yeni bir okumaya tabi tutmaları Aydınlanmanın doğuşunu hazırlayan belirleyici faktördür. Papa sözkonusu konuşmasında, İncil’in Yunan felsefesindeki rasyonalizmle buluşmasından sonra Batı Hıristiyanlığı’nın doğduğunu, bu yüzden Avrupa’nın manevi mirasının Yunan ve Hıristiyanlığa dayandığını söylemektedir ki, bu kritiğe muhtaç bir görüştür. Çünkü Aydınlanma, İslam’dan aldığı destek ve yardımla Hıristiyanlığa karşı tarih sahnesindeki yerini aldı. Bazı yazarlar, dinlerin metinlerinden ve tarihte yaşananlardan hareketle İslam ve Hıristiyanlık hakkında herhangi bir hükme varılmayacağını söylüyorlar. Onlara göre, herkes metinlerden ve tarihten hareketle işine gelen seçmelerde bulunabilir. Bu, hem bu konuda yeterince donanıma sahip olmayanlar için “uygun bir kaçış” yoludur hem de modern bir hurafe olan göreciliği mutlaklaştırmadır. Tam aksine, hem metinler hem tarihsel tecrübe bize çok şeyler söylemektedir. Avrupa’nın Hıristiyan kimliği ve İslam Ben, zaman zaman kendimi 610 yılında ilk defa Kureyşli hemşehrilerini toplayan Hz. Peygamber (s.a.)’in ilk muhatapları arasında düşünür ve şöyle sorarım: “Eğer ben de o ilk tebliğe muhatap olan insanlar içinde olsaydım, napardım?” Eminim ki ilk anda hepimiz “Tabii ki iman ederdim” dersiniz. Fakat bu o kadar kolay değildir. Düşünün yüzyıllarca bir inanca alışmış insanları bir anda “Muhammed” isminde biri topluyor ve “Eğer size bu dağın arkasında bir düşman ordusu olduğunu söylesem, bana inanır mısınız?” diye soruyor. Hepsi “İnanırız” diyorlar. “O zaman şuna da inanın: -Allah birdir, O’ndan başka ilah yoktur, sizin tapmakta olduğunuz ilahlarınız hiçbir şeydir. Bana Vahy meleği geldi, ben Allah’ın elçisiyim!” Burada dikkat edilecek husus şudur: Allah’ın Elçisi olduğunu iddia eden zat, herhangi bir mucize (olağanüstü bir hadise) göstermiyor. Bütün zihin ve ruh dünyaları altüst olan insanlar Vahy meleğini görmüyor. Evet, Mekke’nin bilinen bu insanı doğru ve güvenilir bir zattır. Ama söylediklerinin doğruluğunun değeri nedir? Sadece söz söylüyor. Şimdi soralım: Bu durum karşısında Mekkeliler, neye müracaat edip Vahy aldığını iddia eden zatın söylediklerinin doğru ve hakikat olduğunu teslim edeceklerdi? Siz kendinizi o ilk muhatapların yerine koyun ve bu soruyu kendinize tevcih edin. Hemen kabul edip inançlarınızı, dünya görüşünüzü ve elbette arkasından yaşama tarzınızı değiştirecek miydiniz? Bu o kadar kolay mı? Neye müracaat etmeleri gerekirdi ki, Hz. Peygamber’in doğruyu söyleyip söylemediği hakkında işe yarar bir fikre sahip olsunlar? Hiç şüphesiz, akıllarına ve vicdanlarına müracaat etmekten başka ellerinde bir referans çerçevesi yoktu. Peygamberin söyledikleri üzerinde düşünecekler, mukayeseler yapacaklar, tartışacaklar, kritik edecekler ve bir kanaate varacaklardı. Onlara bu konuda yol gösterecek olacak sadece iki meleke vardı: “Akıl ve vicdan!”. Ancak akılları ve vicdanları Elçi’nin doğruyu söyleyip söylemediğine hükmedecekti. Nitekim, akıl ve vicdanlarına müracaat etme başarısını gösterenler iman etti, başaramayanlar diretti. Bu, bizi İslamiyet’in sadece “akıl sahipleri”ni muhatap aldığını, mesajını selim aklın kabulüne sunduğunu ve hüküm ihtiva eden nasslarının kabul görmesi için insanı sürgit akletmeye, düşünmeye, muhakeme kurmaya davet ettiğini ve dolayısıyla Papa’nın iddia ettiğinin aksine aklın tabiatı ile Allah inancı arasında önemli bir bağ olduğunu göstermektedir. Bunu yaparken, sıklıkla “atalardan ve geçmişten gelen şeylere teslimiyet dere- 23 24 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu cesinde bağlı ve bağımlı kalınmaması”nı da vurgulamaktadır ki, bunun sebebi “olabilir ki geçmişteki insanlar yeterince düşünmemişler, akıllarını kullanmamışlardır.” “Akıl” kelimesinin bir anlamı da “deve yuları”dır ki, bir şeyi bir şeye bağlayan araçtır; bu anlam çerçevesinde epistemolojik olarak akıl insanı Allah’a bağlayan bir melekedir. İslam’ın tarihte başardığı en büyük çaba, insana aklını iade etmesi oldu. İnsan Vahyin yol göstericiliğinde aklını kullandı, bilgi üretti; deney yaptı; akli formu Mükaşefe süreci veya Kalb Gözü’nün hazırlayıcı etkinliği konumuna çıkardı ve hatta Meşşai ve Sufi bilginler Vahy getiren Cebrail aleyhisselamın Aklu’l-Fa’al olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. En yüksek bilgi kişinin kendini bilmesidir. Dini şiddetin akli temeli Meseleyi soğukkanlı ele aldığımız çerçevede Papa’nın söyledikleriyle ilgili son bir noktaya gelmiş bulunuyoruz: Papa, İslam’da “Tanrı’nın doğası ile aklın doğası arasında bir bağ olmadığını” iddia ederek, Bizans İmparatoru üzerinden “Hz. Muhammed (s.a.) ve dolayısıyla Müslümanların akıl dışı şiddete, yani İslamiyet’i kılıçla benimsetme yoluna başvurduklarını” ima etmektedir. Papa’ya göre Müslümanların Tanrısı öylesine soyuttur ki, akılla kavranması mümkün değildir; öyle olunca İslamiyet irrasyonal/akıl-dışı bir inanç kategorisine girer, bundan hareketle de Müslümanlar kolayca akli temeli olmayan şiddete başvurabiliyorlar. Belli ki, Papa, İslam imanının esasını teşkil eden tenzihin mahiyeti hakkında doğru bir fikre sahip değildir. Hıristiyanlığın tanrıyı İsa’ya indirgemesi aslında Tanrı fikrini aklileştirmiyor, tam aksine bütün varlıklardan münezzeh olan Tanrı’nın nasıl olur da insan biçimine sokulduğu, hulul ile bedenlendiği sorusunu gündeme getiriyor ki, asıl aklın doğası ile Tanrı arasında bu çerçevede bir irtibat kurulmadığı ortaya çıkıyor. Hıristiyanlığın teolojik tarihi ve farklı teolojik doktrinler arasındaki çatışmalar bunun kanıtıdır. Fakat bu iddianın bir hakikat değeri taşıyıp taşımadığını anlamak için tarihsel tecrübenin önümüze koyruğu somut verilere de bakmak gerekir. Şu soruları sorabiliriz: -Eğer iddia edildiği gibi İslamiyet, öğretisi itibariyle akıl dışı şiddete başvuruyor ve kendini kılıçla yayıyorsa, Viyana’dan Çin Seddine, Mağripten Yemen’e kadar, Müslümanların kılıçlarını başarıyla oynattıkları yerlerde ve zamanlarda –ki başkalarının kılıçlarının işe yaramadığı dönem- Avrupa’nın Hıristiyan kimliği ve İslam lerdi bunlar- Hıristiyanlar, Yahudiler, Sabiiler, Şemsiler, Mecusier, Yezidiler, Budistler, Animistler ve diğer inanç sahipleri nasıl oluyor da bugüne kadar gelebilmiş; fiziki varlıkları yanında inançlarını, ibadethanelerini, gelenek-görenek ve kültürel varlıklarını bugüne taşıyabilmişlerdir? -Ve yine bununla bağlantılı olarak, Batı Hıristiyanlığının girdiği her yerde neden Müslümanlar ve Yahudiler başta olmak üzere hiçbir farklı din grubu varlığını koruyabilmiş değildir? Müslümanların idaresinde Hıristiyanların ve diğer din mensuplarının varlıklarını koruyarak bugüne geldikleri konusu bir iddia değil, somut bir gerçekliktir. “İslamiyet’i ve Müslümanları rencide eden Papa’nın söylediklerinin Hıristiyan öğretilerine aykırı” olduğunu söyleyen Mısır Kıpti Ortodox Kilisesi Papazı Shenouda “73 milyonluk Mısır nüfusunun yaklaşık yüzde 10’unu teşkil ettiklerini” ve hiç de baskı altında olmadan “Doğu Ortodox Kilisesi’nin geleneklerini takip ettikleri”ni söylemektedir ki, bu aynı zamanda bugünkü İslam dünyasının realitesi açısından önemlidir. Konuyla ilgili son olarak Papa’dan “özür” bekleyenlerin teolojiyle ilgili unuttukları önemli bir nokta var: Papa “özür dileyemez”; çünkü inanca göre “yanılmaz, yanıltılmaz, hatasız (layuhti) bir varlık”tır. “Özür dilese” temel vasfını kaybetmiş olur. Bu dahi, Katolik Hıristiyanlığı’nın “aklın doğası”yla irtibatı hakkında bize bir fikir vermeye yeter. Papa aslında beşerdir, şaşar; insandır, yanılır, unutur, fikir değiştirir, inkişaf eder, bazı görüşlerinden vazgeçer. Kardinal Rotzinger, Papa 16. Benedikt olunca bizim gibi insan olmaktan çıkmış değildir. Tarihte Kilise babaları bu yanılmazlıkları dolayısıyla dünyanın yuvarlak olduğu anlaşıldıktan sonra da ısrarla ve inatla “düz olduğu”nu söylediler ve buna karşı çıkanları ateşe attılar. Bu şiddetin akli temeli neydi acaba? Müslümanlar tarihte gayrı Müslimlere İslam hukukunun tanıdığı geniş çerçevede yaşama hak ve özgürlüğünü tanımakla beraber, bugün özellikle Türkiye’de gayrı Müslimlerin bazı sorunları olduğu muhakkaktır. Papa için bunun araçsal bir değeri vardır. 2005 yılında Fener Patriği Bartholomeos, Papa’yı Türkiye’ye davet ettiğinde, onun politik ağırlığından yararlanarak sorunlarına çözüm bulunabileceği ümidini taşıyordu. Kilise’nin “ekümenik” vasfı kabul edilmediğinden bir ara formül olarak davet Cumhurbaşkanı Sezer tarafından yapıldı. Pekiyi, Papa bu ziyaretten ne umuyor veya başka bir deyişle genel stratejisi içinde bunu nereye yerleştiriyordu? 25 26 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu 30 Eylül 2006 nüshasında İnternational Herald Tribüne gazetesi, “Türkiye’yi ziyaret edecek olan Papa’nın amacının Müslümanlar ile diyalog değil Ortodokslarla tekrar birleşme çabası olduğunu” yazdı. Papa’nın Eylül ayında yaptığı konuşma sırasında Bizans Kralı’ndan alıntı yapması üstü kapalı bir mesajdı. Hiç kimse nezaket gereği bile olsa, evini ziyaret edeceği kimseyi birkaç gün öncesinden rencide edici konuşma yapmaz. Pazartesi günü değindiğim üzere Papa, Avrupa’yı Hıristiyan kimliği etrafında birleştirmek, Batı’ya dini bir iç bütünlük kazandırmak istiyor. Hıristiyanlığın, kilisenin ve genel olarak Avrupa’nın içine girdiği derin zaaf tehlikeli sinyaller vermeye başladı. Papa’nın değerlendirmesine göre, diğer kiliseleri himayesi altına almak, sorunlarının çözümünde ‘koruyucu’ rol oynamak bu alanda atılabilecek uygun bir adım olacaktır. Bu ziyaretten ‘olumlu sonuç’ alınacak olursa, Süryaniler, Ermeniler, Nasturiler için de benzer bir strateji izlenebilir. Pekiyi, Papa’yı diğer kiliseler ve mezhepler gözünde “hami” rolüne sokmayı gerektiren bir durum var mı? Ortodoks Kilisesi ve diğer dini azınlıkların kendilerine göre sorunları vardır. Bütün dünya ve en başta 250 milyon Ortodoks, Fener Patriğini “ekümenik” kabul ediyor. Daha önemlisi Katolik Kilisesi de Patriğin bu sıfatını teyid etmiş bulunmaktadır ki, 1054 bölünmesinin ve 1204’te düzenlenen kanlı seferin sebebi buydu. Türkiye, kendi Osmanlı geleneğinin dışına çıkarak bütün dünyayı karşısına almakta, yersiz vehimler yüzünden Ortodokslar’ın dinlerine müdahale etmektedir. Kilise’yi rahatsız eden ikinci önemli sorun Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasına izin verilmemesidir. Adalet ve hakkaniyete göre konuşmak icap ederse, bu konuda Kilise yerden göğe kadar haklıdır. Ne dinimiz ne Osmanlı tecrübemiz, gayrı Müslimlere bu muameleyi reva görmektedir. Patrik ve Ortadoks Kilisesi, yaşadığı devletin Sezar’ına bağlıdır, ama bu, Sezar’ın kilisenin teolojik doktrinine ve eğitim müfredatına karışabileceği anlamına gelmez; Roma imparatorları ve Osmanlı sultanları bile buna teşebbüs etmemişlerdir. Bunun gibi cemaat vakıflarına uygulanan muamele de çeşitli sıkıntılara yol açıyor, bu sorunun da hakkaniyet esaslarına göre çözülmesi gerekir. Fener Patriği, Papa’dan ‘yardım ve destek” umarak onu davet etmiştir. Bu, Türkiye’nin kendi gayrı müslim yurttaşlarını dışarıya muhtaç bırakması sonucunu doğruna dramatik bir durumdur. Eğer gayrı Müslimler Avrupa’nın Hıristiyan kimliği ve İslam mağduriyetleri giderilmiş yurttaşlar olarak sistem içinde yerlerini alabilselerdi, Fener Patrik’i biraz da “Ortodoks ezikliğe” sebep olan bu daveti yapmazdı. Çünkü Vatikan kadar Ortodoks Kilisesi de, hem Hıristiyanlığın formüle edilmiş teolojisi ve doktrini, hem de Hıristiyanlar üzerinde söz sahibi olma konularında iddia sahibidir. Papa, Protestanlarla kalıcı ve uzun vadeli bir “birleşme ve bütünleşme” olmayacağını biliyor; bu sadece doktrin açısından değil, siyasi ve diplomatik güç bakımından da öyledir. Protestanlar, özellikle Amerika’daki Evanjelikler ‘altın çağları’nı yaşıyorlar. Ama Ortodokslar aynı imkan ve avantajlara sahip değiller, özellikle dini ve manevi merkezleri İstanbul’da adeta köşeye kıstırılmış durumdadırlar. Bu, onların istismar edilmelerine sebep olmaktadır. Kürt ve Alevi meselelerinde olduğu gibi bu meselede de Türkiye, sorunlarının çözülmesine imkan ve fırsat tanımadığı yurttaşlarını “dışarıdan medet umar” hale getiriyor, bu da iç sorunların Türkiye aleyhine kullanılmasına zemin hazırlıyor. Sorunlarımızı başkalarının istismarına fırsat vermeden sahih İslami referanslarımıza ve tarihi tecrübemize başvurarak çözebiliriz. Breivik’in “iyi”si ile “kötü”sü Belli politik merkezlerden sürekli bir biçimde pompalanan “İslam korkusu”nun hangi vahim ve yıkıcı boyutlara ulaşabileceğinin en korkunç göstergesi Norveçli Anders Behring Breivik’in Temmuz-2011 77 kişiyi öldürdüğü terör eylemi oldu. Bu kitlesel kıyımda ilgimi çeken önemli noktalardan biri, bu eylemi yapmaya karar verirken başvurduğu “meşruiyet çerçevesi” oldu. Hepimiz, yapıp ettiklerimiz dolayısıyla hem kendi içimizde mantıksal bir tutarlılık arar, hem fiillerimizin meşru olmasına dikkat ederiz. İç dünyasında meşruiyet krizi yaşayan bir insan herhangi bir eylemde bulunamaz, önce insanın kendini yaptığı şey konusunda inandırması lazım. Yani “Ben bu fiili ‘iyi’ olduğu için yapıyorum” der, demek zorundadır. Kültürel algılara göre “iyi” farklı muhtevalara sahip olabilir. Mesela salt fayda iyi kabul edilebilir. İslam bakış açısından “iyi”nin muhtevasını hasene/ihsan/hüsn, salih amel, hayır, ma’ruf, birr gibi kavramlar oluşturur. Fayda kategorilerden biridir, faydadan önce hayır, barış, güzellik, iyilik gibi maddi ve maddi olmayan fiiller gelir. Breivik, yaptığı fiilin “gaddarca” olduğunu teslim ediyor. Ancak iki saat içinde 76 kişinin hayatını söndüren bu eylemin “gerekli/zaruri” oldu- 27 28 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu ğunu da söylüyor. Fiil Breivik’in vicdanında “olumlu-olumsuz (pozitifnegatif)” iki kaçınılmaz unsurun yarattığı çatışmaya işaret etmektedir. “Olumlu-olumlu”, “olumsuz-olumsuz” ve “olumlu-olumsuz” olmak üzere üç çatışma olayından üçüncüsü Breivik’in yaşadığı ikilemdir. “Olumsuz unsur”, masum insanların öldürülmesidir, Breivik bunun objektif şartlar müvacehesinde “gaddarca” olduğunu kabul ediyor. Ama ortada “ulvi bir dava” var, o da Avrupa kamuoyunun uyandırılması –veya Norveç toplumunun değiştirilmesi-. Bu da zorunludur, yani “olumlu”dur. Avrupa derin bir gaflet uykusu içinde mışıl mışıl uyumaktadır, gelmekte olan büyük bir tehlikeyi görmemektedir. İslam, Avrupa’yı işgal ediyor, Avrupa’nın asli “beyaz-Hristiyan kimliği” yok oluyor. Avrupa’yı tehdit eden nüfusları ve kamusal görünürlülükleri artmakta olan Müslümanlardır. Marxistler (aslında solcular/sosyalistler) çokkültürlülüğü, göçmenleri savunup yabancılara karşı toleransı ve bazı hakları savunarak bu tehlikeli sürece hizmet ediyorlar. Ne yapsan boşuna, Avrupa kamuoyu uyanamıyor, aymazlık içinde uçuruma doğru gidiyor. Avrupa’yı uyandırmak lazım ve bu sözle, retorikle, yazılı, görsel dil ve söylemle olmayacağına göre, geriye “şok etkisi yaratma” seçeneği kalıyor. Breivik, öldürmeyi düşündüğü kişileri nefret ettiği Müslümanlardan seçebilirdi, ama bu onun 2083 yılına kadar başlatmayı planladığı tarihi sürecin amacına hizmet etmezdi. İlk adım ters, çapraz, şaşırtıcı olmalı ki şok etkisi yapsın. Bu da olsa olsa kendi yurttaş veya hemşehrilerinden kişileri açık, acımasızca ve gaddarca öldürmekle olabilirdi ancak. Breivik, önceden soğuk kanlı biçimde planını kuruyor, bilgilendiriyor, notlarını yayınlıyor ve özellikle adada son derece sakin bir biçimde tam 90 dakika boyunca gencecik çocukları katlediyor. Breivik’in takvimine göre Avrupa içinde başlayacak kanlı mücadele 2070 yılına kadar sürecek. Bu tarihte kendi taraftarları savaşı kazanacak ve arkasından “Yeni Haçlı Savaşı”nı başlatıp İslam dünyasına karşı zafer kazanacaklardır ki, bu 2083’e işaret etmektedir. Yakın vadede Breivik’in programında 45 bin kişi öldürülecek, 1 milyon kişi yaralanacaktır. Belli ki Breivik’i böylesine çılgın bir fikre sürükleyen amil, onun güdülerini şekillendiren İslamofobia’dır. (Daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, İslam’dan Korkmalı mıyız? –fanatizim, fundamentalizm, İslamofobia-, İstanbul-2009.) İslam kelamı açısından Breivik’in fiili tartışmasız kötülüktür. Ancak varlık aleminde mutlak kötülük yoktur, kötülük insanın “iyi olanı yan- Avrupa’nın Hıristiyan kimliği ve İslam lış kullanımı”nın ürünüdür. Breivikin ‘iyi’si Avrupa’nın düşmanı olan İslam’a karşı korunup dünya üzerinde hakimiyet kurmasıdır; ama gaflet içinde olduğundan zihinsel ve ruhsal olarak uyandırılması için şoka uğratılması lazım. Evet bu acı vericidir, gaddarcadır (kötü), ama gereklidir (nihai sonuçları itibariyle iyi). İyi gerekçenin yanlış kullanımıyla ortaya çıkan kötülük tarihte her zaman olmuş, ama çağımızda terör, askeri işgal, sömürü, totalitarizm, haksızlıklar ve zulümler hep bu çerçevede vuku bulmaktadırlar. Bush ve Amerikan yönetimi de, “Irak’a özgürlük ve demokrasi getirme iyiliği” adına bu ülkeyi işgal edip 1 milyonun üstünde insanı katletmediler mi? “Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten sana ne gelirse o da sendendendir.“. (4/Nisa, 79)” 29 30 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İslama Fobya İle Mücadele İslama Fobya İle Mücadele PROF. DR. OYA AKGÖNENÇ İslamafobya (IF) “İslam korkusu” olarak bilinen akım, bugün artık Küresel bir kavramdır. islamafobya, iç ve dış politikalarda kullanılan bir düşmanlık metodu, uluslar arası arenada yeni bir akım haline gelmiş bulunmaktadır. İslamafobya İslamı, tam ve doğru olarak anlamadan veya yanlış bilgilere dayanarak yaratılan bir ruh halinin sonucudur. Bu korku, hem bir dine, hem de o dinin mensuplarına karşıdır. Esasında bu tutum İslam’ın doğuşu ile birlikte onun gücüne karşı başlamış olan bir gelişmedir. Son yıllarda bu kavramın tekrarı, ön plana geçmesi, özellikle Batılı politikacıların çalışmaları ile gerçekleşmiştir. 11 eylül 2001 den sonra, hem ABD’de ve hem de batı dünyasında çok daha yaygın ve belirgin hale gelmiştir. İslam Fobisi ve ona karşı oluşturulan politikalar, dünya politikalarının merkezine oturmuştur. İslam Fobisinin, ilk büyük askeri ve siyasi ifadesi, 1096-1099 yılları arasında düzenlenen birinci haçlı seferiyle olmuş ve Avrupalılar, OrtaDoğuya, “kutsal toprakları kurtarmak” bahane ve amacı ile gelip, oradaki zenginlikleri ele geçirmeye başlamışlardır. 31 32 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu “Allah sevgi istiyor” sloganı ile başlatılan bu din savaşları 9 büyük sefer şeklinde 1272 yılına kadar devam etmiştir. Ortadoğu’da büyük yıkımlara sebep olmuştur. Daha sonra birkaç tane daha küçük çaplı, artçı seferler yapılmıştır. Bu seferlerde başı çeken ülkeler Fransa, İngiltere ve Almanya olmuş, diğerleri de onlara katılmıştır. Günümüzde de “islamafobya’da” başı çeken yine aynı kökenlere ait insanlardır. Bu saldırgan gruplara karşı, onları durduran ve geri püskürten güçler de her zaman olmuştur. Mesela: • 1071’den itibaren Anadoluda Selçuk Türkleri ve • 1299’lardan itibaren de Batı anadoluda imparatorluk kurup, genişlemeye başlayan Osmanlı Türkleri, 1453’de İstanbulu fethederek Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Kuzey Afrikayı içine alan sınırları Viyanaya kadar dayanan bir cihan imparatorluğu kurmayı başarmışlardır. • Diğer taraftan Arap Müslüman güçler 8. yüzyıldan itibaren İspanya’yı alarak, orada Endülüs medeniyetini kurmuşlar ve 15. yüzyıla kadar oralara hakim olmuşlar. • Müslümanlar, Sicilya ve güney İtalya üstünden Avrupaya geçerek uzun yıllar bu toprakları da etkiler ve kontrolleri altında tutmuşlar. • Aynı yıllarda Asya’da Hint yarım adasında da Türk-Muğul imparatorluğu kurulmuş ve böylece İslam imparatorlukları Endonezya ve Malezya’ya kadar yayılmıştır. • Diğer taraftan Afrikada da Mali, Sudan, Nijerya ve Nijer gibi birçok ülkelerde İslam sultanlıkları kurulmuştur. İslam, sadece askeri ve idari yönden değil, her türlü ilim, bilim, tıp, mimar,, astronomi, mühendislik, felsefe, edebiyat ve tasavvuf konularında da çok büyük eserler bırakmış, medeniyetin gelişmesinde büyük katkıda bulunmuştur. Yeni çağlara gelindiğinde, Avrupada bir Doğu-Batı sentezinin başladığı görülmüş ve Avrupa Rönesans ve Reform dönemlerini yaşamıştır. Avrupada bu dönemleri keşifleri ve icatları takip etmiş ve Avrupa tekrar harekete geçerek genişlemeye ve zenginleşmeye başlamıştır. Aynı dönemde yani yeni çağlar içinde, İslam aleminde iç çatışmalar başlamış, Müslüman ülkeler kendi aralarında savaşarak zayıflamışlardır. İsraf edilen askeri ve ekonomik güç sebebiyle İslam dünyasında entelektüel dinamizmin yavaşlamış ve statüko güç merkezine hakim olmaya başlamıştır. İslami öğreti ve kaidelerin doğru anlamı ile uygulanması durmuştur. İslama Fobya İle Mücadele En mühimi de, diğer medeniyetlerin etkileri, İslam medeniyeti üzerinde hissedilmeye başlamıştır. Müslüman ülkelerde idari, ekonomik ve askeri güçün zayıflaması ile yenilgiler başlamış, sonuçta birçok Müslüman ülke Avrupa devletlerinin sömürgesi haline gelmiştir. Bu yeni döneminde, Avrupanın tutumu sosyal Darvinizm diye tarif edilebilen, “beyaz adamın üstünlüğü” teorisi ile özetlenebilir. Avrupalılar, kendi gibi olmayan her şeye karşı bir korku sergilemişler ve reddetmişlerdir. Bu “kendi gibi olmayandan nefret etmek” olgusu zaman zaman din ve ırk düşmanlığına dönüşmüştür. Ne yazık ki 20 yüzyılın sonunda bu saldırganlık ve “red ediş” tutumu Müslümanlara ve İslam dinine yöneltilerek, dünyada yeni bir korku akımı yani “İslamafobya” başlatılmıştır. Günümüzdeki İslamafobyanın gelişmesi ve tezahürü: Küresel hale gelen İslamafobyanın gnümüzdeki sebepleri şöyle özetlenebilir: 1. Dünya genelinde hakim hale gelen Seküler düşünce ve Laiklik anlayışı, adeta dinle bir hesaplaşma ve dini geri plana itme durumuna girmiştir. 2. Küresel bazda değişen politik dengeler, ideolojilere ve islama karşı bakış açılarını değiştirmiştir. 3. Ekonomik ve Mali güç merkezlerinin Batı’dan (Avrupa ve Amerika’dan) başka yerlere ve özellikle de Doğu’ya kaymasının getirdiği sarsıntı etkili olmuştur. 4. Enerji ve zenginlik kaynaklarının tekrar İslam topraklarında toplanmış olması büyük bir hırs ve kıskançlık yaratmıştır. İslamafobya küreselleşirken, aynı zamanda çeşitlilik göstermeye başlamıştır. Tek tip veya tek çeşit değildir. Tek gruba ait değildir. Bugün, seküler veya Hindu, Hindistan da; Budist, Taynland’da; Kominist Çin’de Ortadoks Srıbistanda, Katolik Hırvatistanda, Yahudi İsrailde, İslamafobya görülmektedir. Sebepleri farklı tezahir etse bile, hepsinin ortak paydası, İslam korkusu ve İslam düşmanlığıdır. İslamafobya sadece dini olmayıp, diğer faktörleri de içermektedir. Mesela, a) Refah durumu: Hindistanda, daha fakir olan Müslüman Hindistanlılar, ekonomik olarak rahatça, onlara karşı tepkiler ve islamafobya artmaya başlamıştır. Bu refaha endeksli “ötekileşme” ile birleşen İslamafobyadır. 33 34 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu b) Etnik ve sosyal avantajların el değiştirmesi veya mevcut zenginliklerin kıskanılması ile harekete geçen islamafobya. Bunun için “etnik milliyetçilik” unsuru da katılarak daha saldırgan ve güçlü bir tez yaratılmaktadır. Bosna-Hersekte Sırp-Boşnak, Hırvat-Boşnak, mücadelesi; Kosovada, Makedon-Arnavut çatışmaları; Filistinde Yahudi yerleşimcilerle, Filistin halkının mücadelesi hep bu kategori içinde kendini gösteren olaylardır. Müslümanlar karşısında “etnik milliyetçilikle” güçlendirilmiş islamafobya bulunmaktadır. c) En önemlisi de islamafobyanın kademeli ve değişik seviyelerde olmasıdır. Mesela Kişisel, toplumsal, kurumlar bazında, idari birimler veya siyasi otorite bazında olabilir. Bunlar tek tek olduğu kadar, birkaçı veya hepsi beraber de tezahür edebilir. Günümüzde islamafobyanın sebepleri: 1. Batı genelde karşısında güçlü bir ideolojik “düşman” aramaktadır. Batının bütünlüğü için şarttır. Batı (Avrupa ve Amerika) ikinci dünya savaşında ideolojik Faşizm ile savaşmıştır. Daha sonra 1990’a kadar da ideolojik Komünizm ile mücadele etmiştir. Şimdi ise bir düşmana, bir “ötekine” ihtiyaç vardır ve batı İslam’ı “öteki” olarak seçmiştir. 2. Müslüman dünyasına bakıldığında oralarda üç büyük zenginlik göze çarpmaktadır: Birincisi, insan ve genç nüfus zenginliği. Gittikçe yaşlanan ve daha az doğurgan hale gelen batı için son derece önemli bir kaynak. İkincisi, yer altı kaynakları; petrol, doğalgaz, uranium, kıymetli taşlar ve diğer zenginlikler ve su kaynakları büyük bir çoğunlukla Müslüman ülkelerin elindedir. Bu durum, adeta her türlü saldırgan politikaya davetiye çıkaracak kadar cazip ve kışkırtıcı bir durum. Üçüncüsü de, hala manevi değerlerin muhafaza edilebildiği ve uygulandığı bir medeniyete sahip olunulması. Adeta, Batının kaybettiği birçok medeniyet ki, alınıp götürülemeyeceğine göre daha çok onu da yok etme, isteği şeklini almaktadır. Bu üç zenginlik islamafonyanın özü mayası en kışkırtıcı faktörleridir. 3. Yeni koloni ve sömürge edinme istek ve çabaları: Batı, Müslüman ülkelerdeki bu zenginlikleri ele geçirmek ve onlardan en azami şekilde yararlanmak istemektedir. Günümüzün siyasi şartları içinde eskiden olduğu gibi kolayca yapabilme imkanına sahip değildir. Mutlaka, geçerli bir sebep ile çıkarılacak çatışmaya ihtiyacı vardır.dolayısı ile “dünyada gelişmekte olan İslam korkusu” ileri sürerek ve bu kalkan İslama Fobya İle Mücadele ardına saklanarak, hem çatışma ortamı yaratmaya çalışmakta ve hem de kendi halklarını “psikolojik olarak” eğitmekte ve hazırlamaktadır. Kısacası, batı 3. kolonileşme hareketine başlamaya çalışmaktadır. Birincisi 18 ve 19 yüzyıllarda; ikincisi 20. yüzyılda Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı topraklarının paylaşılması ile gerçekleştirilen ve üçüncüsü de günümüzde, özellikle komünizmin çöküşünden sonra başlayan dönemdir. İşte islamafobyanın bu döneme rast gelmesi de kattiyyen bir tesadüf değildir.buna batının tabiri ile “new surge” veya “ yeni saldırı programı” da denebilir. Bu üç istikametten ve üç büyük iti ile hareket eden batı aynı zamanda yeni metodlar da kullanmaktadır. Bunlardan en popüler altı tanesi şunlardır: 1. Eski usul sömürge idareleri sona ermiştir ama geride bırakılan ve batı kültür ve kafası ile yetişmiş “yerli elitler ve idareciler” batı çıkarlarını kollayarak ve onların istediği yönde ülkeleri yöneterek görevlerini yerine getirmektedirler. 2. Modern işbirlikçiler, ülkelerin çeşitli alanlarında yer almaktadır: özellikle Medya, İş Dünyası, akademisyen ve siyasetçiler arasından çıkmaktadır. Batıdan çok “Batıcı” olan veya “Batı yanlısı olmayan hiçbir şeyi kabul etmeyen” modern red’çiler bu boşluğu doldurmaktadır. Bunlar ya eğitimle ya ekonomik çıkar yolu ile veya başka siyasi ve ikbal vaadleri işbirliğine razı olmuş kişilerdir. 3. Batı ile uyum içinde çalışan ama kendi halkına karşı tamamen diktatörce davranan devlet reislerinin iş başına geçirilmesi ile başarılmaktadır. Eski İran Şah’ı buna en güzel örnektir. 4. Üsteki şekillerde ele geçiremedikleri yerleri de modern terminolojiye uyan, ve BM’ylerde karar çıkartmaya yarayan sebepler ihdas ederek askeri ve ekonomik olarak resmen işgal altına alma metodu uygulanmıştır. 2001 Afganistan ve 2003 Irak gibi. 5. Uluslar arası kuruluşların yardım ve katkıları ile huhkuki sebepler bulunarak, çoğunluk oyu sağlayarak, “insanlık için bir şeyler yapılıyormuş” havası verilerek istenilen sonuçların elde edilmesine çalışılmaktadır. Nato’un Afganistanda kullanımından, Irak’ta Saddamın devrilmesine kadar birçok şey bu yeni metodlarla başarılmış bulunmaktadır. 6. Masum ve son derece hukuki statülere sahip, Sivil Toplum Kuruluşları(STK)lar 20-21 yüzyılın çoğulcu ve halkçı demokrasileri içinde en rahat bir şekilde hareket sağlayan kuruluş ve birimler. 35 36 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Müslüman ülkelere sızma ve etkileme çabaları da en çok şu alanlarlda gerçekleştirilmektedir. • Eğitim alanı; • Ekonomik alan; • Siyasi ve uluslar arası kararlar ve hukuk yolları; • İdari yollar ve • Son olarak da askeri yollar. Kısacası, mücadele “Sert Güç: yani askeri güç” ten “Yumuşak Güç’e yani diğer kanalara” (from Hard Power: military to Soft Power: others) kaymış bulunmaktadır. “Düşmanlığı” bile, Batı daha ucuza çıkartma yollarını bulmuştur. İSLAMAFOBYA ile Mücadele Nasıl Yapılabilir: 1. Tıp’ta olduğu gibi zehir, pan-zehir ile tedavi edilebilir. Batının kullandığı metodlar kullanılarak onların gücü kendilerine çevrilebilir. Bilgili olmak, iyi hazırlanmak gerekmektedir. Yani kısacası onların “Aynadaki yansımaları” gibi cevap verilmelidir. Teknolojide bu çok daha kolay yapılabilir. 2. Kademeli ve değişik seviyelerde olan İslamafobya’nın, yine kademeli olarak düzeltilmesi veya karşılanması. Kişilerle kişiler, gruplarla da gruplar mücadele etmeli. Her kademe birbirinden bağımsız ama eş zamanlı hareket ederek, etkisini en yükseğe çıkartabilir. 3. İslam karştları belli alanlarda veya hepsinde birden İslama karşı mücadele etmektedirler. Müslümanlarda aynı alanlarda cevap vermelidirler: a. Kadınlarla ilgili alanlar: İslamda kadınların sürekli haklarının yendiği, ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördükleri, hususu işlenmektedir. Bazı kadın Müslüman yazarlar da buna alet olmaktadırlar. b. İnsan hakları ve ifade özgürlüğü ile ilgili alan c. Medya alanı: Daha liberal eğilimde olan medya mensupları, Batılıların ilk hedefidir. Birincisi, Batının üstünlüğüm dile getirerek, Batının istediği ortamı yaratırlar. d. Sivil toplum Kuruluşları yolu ile: Birçok Müslüman ülkede, o ülkenin esas kültür ve inançlarına pek uymayan ama dışarıdan yardım alan İslama Fobya İle Mücadele birçok STK (Sivil Toplum Kuruluşu) tolumun değiştirilmesine çok etkin rol oynayabilmektedirler. e. Aydınlar yolu ile: Kendi kültür ve dinlerine yabancı, onul ayıki ile bilmeyen aydınlar, yazarlar, toplum liderleri yolu ile: bir Salman Rushti, kendi dinine ve toplumuna, yabancıların yapamayacağı kadar zarar vermiştir. Aynen, Hırsi Ali isimli Afrikalı kadın yazarın durumu da aynıdır. Bunların, İslamafobya grubunun elinde istenilen bir silahtır. 4. İletişim gücü ile: Müslüman ülkelerde Medya her türlü kanal ve çeşiti ile güçlendirilmeli ve özellikle Siber haberleşme üstünde dikkatle durulmalıdır. 5. Laik kesime doğru yaklaşımla: Laik geçinen bir çok kişinin aslında kendi dinlerini tam doğru bilmedikleri saptanmış durumdadır. Doğru İslam değerlerinin çok geniş kitlelerce tanınmasının sağlanması en önemli ve etkili faktörlerden biridir. 6. Müslümanlar arasından açı, samimi ve şeffaf, yüksek seviyeli tartışmalar ve fakir teatileri yapılmalıdır. Müslümanları ilgilendiren birçok konu masaya yatırılmalı ve sakin bir atmosfer içinde, çözümcü bir yaklaşımla konular ele alınmalıdır. Bu tartışma gruplarında sadece din ulemaları değil, diğer bilim dallarından da kişiler bulunmalıdır. Problemler, toplum ve zamanın durumuna göre doğru İslami kurallara uygun şekilde çözümlenmelidir. Bazı konular çok hassas olsa bile tartışılmalıdır; mesela, Afganistanda Taliban kız okullarını yakması ve onların eğitimini yasaklaması hangi esasa dayandığı ve ne kadar doğru olduğu tartışılmalıdır. Dinin ilk emrinin “oku” ve öğren olduğu bir durumda, toplumun yarısının zorla cahil bırakılmasının sonuçları tartışılmaya değer. Bu toplantılarda konulara sadık kalmak, ana problemler üstünde durmak gerekir. Genelde birçok toplantıda, konuşmacılar “detaylar” üstünde takılıp kalırlar. Teferruat tümü ile konuşulur ama esas unutulur. Müslümanların doğru tartışma ve çalışma metodları ile olayların köküne inerek çözüm üretmeleri şartın da ötesinde zir zaruret haline gelmiş bulunmaktadır. Yoksa İslamafobya ile mücadele çok geri kalınabilir. 7. Müslüman ülkeler arasında dayanışma ve birlikte çalışma fikri yaygınlaştırılmalı ve uygulamaya konmalıdır. D-8 hareketi bütün bu üstte 37 38 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Batı’da Hz. Muhammed (S) Üzerinden İslamofobi’nin Yansımaları sayılan hususları gerçekleştirmeyi hedefleyen bir projedir. Bu sebepledir ki batının hemen dikkatini çekmiş ve hemen önü kesilmeye çalışılmıştır. 8. Müslüman aydınların daha iyi yetiştirilmesi gerekmektedir. Birçok aydın veya politikacı veya medya mensubu gerektiği kadar cesur ve “prensipler uğruna savaşacak” cesarette değildir. İşini, mevkiini, gelirini, sosyal konumunu tehlikeye sokmamak için birçok zaman gerektiği gibi fikirlerini veya doğruları savunamaz. Bunlar bilmeden, sessiz ve hareketsiz kalarak İslamafobya akımına güç sağlamış olurlar. En süratli şekilde bu durgun kesimin daha olumlu ve etkili olacak şekilde yetiştirilmesi gerekmektedir. 9. Gelişen siyasi akımların bir kısmı içlerinde İslamafobya barındırmaktadır. Bunun en güzel örneği “sözde Ermeni soykırımı” iddialarının, tarihi gerçekleri bilen bilmeyen birçok yabancı parlamento tarafından kabul edilmesi olayıdır. Parlamentolar yargı yeri olmadığı tarih fakülteleri ile birlikte çalışmasa ve tarihi gerçekleri de bilmedikleri halde, bu kararları almaları çok büyük ölçüde, siyaset kılıfına veya “insan hakları” zırhı arkasına sakladıkları İslam düşmanlığının bir ifadesidir. Bunlara karşı, fert olarak, toplum olarak, Müslüman devletler olarak her seviyede aynı şiddetle karşı çıkarak mücadele edilmelidir. Allahu Teala, Hazret-i Peygamber ve Kur-an’ı Kerim bizlere en doğru esasları: birlik, sabır azim ve doğru çalışmayı öğretmiş ve bunu sonuna kadar yürütmeyi bir görev olarak vermişti. Mücadele ne kadar zor ve uzun olursa olsun, İslam zafere ulaşacaktır. Allah’a emanet olun. Batı’da Hz. Muhammed (S) Üzerinden İslamofobi’nin Yansımaları İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri PROF. DR. BAYRAM ALİ ÇETİNKAYA İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ. Özgürlükler; tüm dinler, inançlar ve ideolojiler için olmalıdır. Dinler ve ideolojiler, en iyinin hayata geçirilmesi, dünyanın yaşanabilir hale gelmesi, barış ve tahammülün varlık alanına taşınması için olmalıdır. Aksi takdirde savaş ve çatışma yarışını, kışkırtma alanı olarak insanlara sunmak zorunda kalacaklardır. Batı tarihi, özellikle üçüncü bin yılı, İslâm’ın değer ve kutsallarına fiilî, sözlü ve görsel (matbu) saldırılar ve kışkırtmalarla doludur. Bu bağlamda İslâm’ın peygamberi ve kutsallarına saygı gösteren Batılı entelektüellerin (John L. Esposito, Karen Armstrong1vb dışında) sayısı yok denecek kadar azdır. 1 Bkz. John I. Esposito, Güçlenen İslâm’ın Yankıları, çev: Erol Çatalbaş, İstanbul 1989; John I. Esposito, Değişim Sürecinde İslâm, çev: A.Y. Aydoğan, A. Ünlü, İstanbul 1991; Karen Armstrong, Hz. Muhammed İslâm Peygamberinin Biyografisi (Muhammad, A Biography of theProphet), çev: S. 39 40 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Fikir ve düşünce özgürlüğü çerçevesinde, inançlara ve onların değerlerine saldıranlar, bulundukları tarafın değişmesiyle, bu söylemlerinde değişiklikler içerisine girebiliyor ve paradokslara düşebiliyorlar. 1. “Öteki”nin Düşünce ve Basın Özgürlüğü Öncelikle, bir dönem gösterime girmiş, Hz. İsa’ya hakaret eden ve Hıristiyan değerlerini aşağılayan “Günaha Çağrı” adlı bir filmin, Batı coğrafyasında uyandırdığı yankı ve tepkiyi hatırlamak gerekir. Filmin sinemalarda gösteriminin başlamasıyla, bu yaşlı kıtada yer yerinden oynamış, gösteriler yapılmış, sinema salonlarına saldırılarda bulunulmuştur. Vatikan dolayısıyla Papalık ayağa kalkmıştır. Nihayetinde genel olarak filme gösterilen tepki ve reaksiyon, masum, makul ve haklı bulunmuştur. Tabii ki, filmin gösterilmesinin meşru olduğu; fikir ve düşünce özgürlüğü çerçevesinde görülmemiş ve bu kapsamda ele alınmamıştır. Dolayısıyla Batı kamuoyunu, siyaset çevresi ve entelektüelleri; kendi kutsal ve inançları söz konusu olduğunda çok duyarlı bir tavır sergileyerek, herhangi bir saldırıya kesinlikle müsaade etmemektedirler. Yine, yakın zamanda çekimi yapılan ve gösterilen İsa’nın Çilesi (Istırabı) isimli film, Yahudilerin Hz. İsa’ya yönelik acımasız işkence ve eziyetlerini, gereğinden fazla abartılı bir şekilde işlemekteydi. Ancak başlangıçta filmin gösterimi için, ABD’de sinema bulunamadı. Bununla birlikte film, birçok Yahudi örgüt ve kuruluş tarafından haklı olarak şiddetle eleştirildi ve kınandı. Dolayısıyla bu filmle ilgili ileri sürülen eleştiriler de gösteriyor ki, hakaret içeren ve gerçekçi olmayan görüntüler, eğer İslâm’ın dışındaki bir din için olduğu takdirde, filme yöneltilen tenkitler makul ve meşrudur. Ancak İslâm’a ve onun değerlerine yapılan yazılı ve görsel sataşma, saldırı ve iftiralara karşı ortaya konan tepkiler, Batı’da düşünce ve fikir özgürlüğü çerçevesinde ele alınmamaktadır. Garaudy, Yahudilerin İkinci Dünya Savaşı’nda uğradığı soykırımın gereğinden fazla abartıldığını ve bu dönemdeki Hitler Almanya’sıyla Yahudiler arasındaki ticarî faaliyetlere ve bazı gizli anlaşmalara dikkat çeken bir kitap kaleme aldı. O, kitapta; bu soykırımda, Yahudilerin bildirdiğinin aksine altı milyon insanın öldürülmediğini, bu sayının çok daha az olduğunu, birtakım tarihi olay ve belgelerle ortaya koyuyor. Ancak Yeniçeri, İstanbul 2005. Armstrong’un bu kitabı, Batı’da Hz. Muhammed hakkında yazılan en olumlu eserdir. Eserin, 11 Eylül sonrası Batı’da gördüğü ilgi önemlidir. Çünkü kitap üç milyon civarında bir satış rakamına ulaşmıştır. İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri Garaudy’nin bir özelliği de var ki, o da İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin ölüm cenderesinde bulunan bir kısım Yahudiye yardım etmiş ve onların hayatta kalmalarını sağlamış olmasıdır. Ne yazık ki, İsrail, Mitler ve Terör (LesMythesFondateurs de la PolitiqueIsraélienne2) olarak isimlendirdiği bu eserini, fikir ve düşünce özgürlüğünün şampiyonluğunu yapan Fransa’da yayımlayacak bir yayınevi bulamadı. Zirâ, Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi, Fransa’da da Yahudi soykırımının aksini iddia etmek veya küçümseyici göstermek, cezaî müeyyidesi olan bir suç niteliğindeydi. Nihayetinde Garaudy, kendi imkânlarıyla kitabını yayımladı. Ancak bugün Hz. Peygamber’i terörist gösteren ve aşağılayan karikatürlerin yayımlanmasına, düşünce ve basın özgürlüğü kapsamında fırsat veren, göz yuman, hatta –abartılı söylemezsek– neredeyse alkışlayan Fransa, kendi ülkesinin Müslüman bir aydınına, aynı hakları tanımadı ve onu büyük bir para cezasına çarptırdı. Bir başka örnek, AİHM’nin son olarak, başörtüsü konusunda aldığı karar, kurumun adalet mekanizmasına, olay ve olgunun değişmesiyle hükmün de nasıl değişebileceğini gösteren dikkat çekici bir örnektir. Diğer taraftan Yahudi bir öğrencinin Cumartesi’nin (şabat) kutsal günleri olduğu; o gün yapılan sınava girmek istememesi için mahkemeye yaptığı müracaat, kurumun en yüksek Yahudi din otoritesinin görüşünü esas alarak verdiği karar… Tabii ki, bu karar, din ve inanca saygının en güzel örneklerinden biridir ve takdir edilmelidir. Ancak adaleti bulamayanların son sığınağı(!) olan bir mahkemenin, başka dinlere de (İslâm’a) ve onun mensuplarına da özgürlüklerden yararlanma fırsatını ve hakkını vermesi gerekir. Yine aynı Batı, senaryo ve aktörler değiştiğinde, özgürlüğü Salman Rüşdi ve benzeri olaylarda da göstermiştir. Bu çerçevede, Batı’daki fikir ve siyaset eylemcilerinin, Salman Rüşdi’nin Hz. Peygamber ve İslâm’a hakaret içeren eserinin yayımlanmasına, dağıtılmasına, tanıtım ve propagandasının yapılmasına ne kadar geniş bir imkan ve ortam hazırladıkları düşündürücüdür. 2. Batı ve Tarihî-İdeolojik Takıntılar Acaba tüm olanları, Batı’nın tarihî ve ideolojik damarlarının bir uzantısı şeklinde mi okumak gerekir? Yoksa yaşananları, kendinden gelişen sıradan vakıalar şeklinde mi görmek gerekir? 2 RogerGaraudy, İsrail, Mitler ve Terör, çev: Cemal Aydın, İstanbul 1996. 41 42 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İkincisini, ihtimal dâhilinde değerlendirmek mümkün gözükmemektedir. Zirâ birkaç ülkede (Danimarka ve Norveç) başlayan/başlatılan kışkırtma ve tâciz, akabinde muhafazakâr ve dindar tebâsı ağırlıklı olan, aynı zamanda İslâm ülkeleriyle tarihî karşılaşmaları olan ülkelerde (İspanya ve İtalya) harekete geçiriliyor. Şu halde bir cinnet ve hedonist kampanya şekline büründürülen bu hamlelerin hedef noktası, Hz. Peygamber’in terörist ve kan dökücü ambalajıyla sunulmasının bir gerçekliği var mıdır? Bu sorunun cevabını, Hz. Peygamber’in söz, eylem ve uygulamalarında aramak lazımdır. Nitekim Sevgi Peygamberi’ne gönderilen Kadîm Kelam, onun misyonunu “(Ey Muhammed!) Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”3 sözleriyle bütün kâinata ilan eder. Bu evrensel hitabın muhatabı Allah’ın Sevgili’sinin sevgi sözleri ise, gerçekten her biri insanlık için birer evrensel ilkeler manzumesi şeklinde tezahür etmektedir. Tarih boyunca, Batı’da, Peygamberimiz ve İslâm dini şartlı, belirli ön yargılarla ve iftiralarla anlatılmıştır ve bu durum devam etmektedir. Tabii ki bunun birtakım dinî ve siyasî sebepleri vardır.4 Mesela; Hz. Muhammed, sürekli kılıç ve savaş peygamberi, İslam da savaş ve kılıç dini olarak sunulur. Diğer taraftan bir İslâm ülkesi atom bombası ürettiğinde bu silah “İslam atom bombası” olur5; ancak bir Hıristiyan veya Yahudi ülke bu silahı imal ettiğinde bunun adı “Hıristiyan veya Yahudi Atom bombası” olmaz. Yani olumsuzluklar ve yanlışlıklar veya böyle olmaya müsait haller, İslâm’a fatura edilir. Ancak başarı ve üstünlükler söz 3 Enbiya, 107. 4 Bu önyargı, nefret ve iftiraların dinî ve siyasî sebepleri için bkz. Bkz. Edward W. Said, OrientalismWestern Conceptions of the Orient, IV.edition, England 1995; MaximeRodinson, Hazreti Muhammed, çev: Atilla Tokatlı, İstanbul 1980; John I. Esposito, Güçlenen İslâm’ın Yankıları, çev: Erol Çatalbaş, İstanbul 1989; Samuel P. Huntington, “TheClash of Civilizations?” ForeignAffairs, 72; 3, Summer 1993; S. P. Huntington ve diğerleri, Medeniyetler Çatışması, derleyen: Murat Yılmaz, II. baskı, Ankara 1997; OlivierRoy, Siyasal İslâm’ın İflası, çev: Cüneyt Akalın, II. baskı, İstanbul 1995; HaraldMüler, KültürlerinUzlaşması, çev: Ali Çimen, İstanbul 2001; Ahmet Davudoğlu, “Batı’daki İslâm Çalışmaları Üzerine”, Marife, sayı: 2, Kış 2002; Şinasi Gündüz, Küresel Sorunlar ve Din, Ankara 2005; MahmoodMamdani, İyi Müslüman Kötü Müslüman (Amerika, Soğuk Savaş ve Terörün Kökenleri), çev: Sevinç Altınçekiç, İstanbul 2005; Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi, çev: O. Özel, H. Koyukan, K. Emiroğlu, Ankara 1998, 181-215; K. Armstrong, Muhammad, a Western AtttempttoUnderstandIslam, London 1991, San Fransisco 1992; Bilal Sambur, “Küresel Köyde İslâm”, İslâmiyât c. VI, sayı: 2, 2003, 77-86. Ortaçağda Hıristiyanların İslam ve Müslüman imajları için bkz. Şaban Ali Düzgün, “Bir Şiddetin Anatomisi: Latin Batı’nın Haçlı Terörü”, Dinî Araştırmalar, c. 7, sayı: 20, Eylül-Aralık 2004, 85 (40 nolu dipnot) 5 Bilindiği üzere, bir dönem Pakistan’ın ürettiği atom bombası için böyle bir retorik kullanıldı. İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri konusu olduğunda, olay mümkün olduğunca İslâm’dan ve Müslümanlardan yalıtılmış bir halde insanî alana çekilerek sunulur. 3. Terörün/Teröristin Dini Olmaz Bunun gibi İslâm dinini referans alarak acımasız terör ve bombalama fiillerini gerçekleştirenlerin eylemlerini, bilinçaltında küllenmiş amaç ve niyetlerinin bir sonucu olarak “İslâmî/İslâmcı terör” olarak tanımlamak ve sunmak hem İslâm’a hem de milyonlarca Müslümana yapılan en büyük haksızlık ve zulümdür. “Çünkü, böyle olaylar İslâm ile özdeşleştirilirse, İsrail’in, dinî içerikli siyasî hedeflerini gerçekleştirmek için Filistinlilere karşı yaptığı saldırıları “Yahudi terörü”, ABD’nin 11 Eylül’den hemen sonra ‘Haçlı seferlerini başlatacağı” dil sürçmesiyle Irak’ta yaptıklarını ve bunu yapan iktidarların da büyük ölçüde Evanjelik Hıristiyan söylemi6 ile hareket etmesini de “Hıristiyan terörü” olarak nitelemek mümkündür.”7 Dolayısıyla terörü gerçekleştirenler, her dinin mensupları içerisinden çıkabilir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de bunun örnekleri görülmektedir: “Oklahoma City’de (ABD) içinde çocuk yuvası da bulunan bir devlet binasını havaya uçurup (19 Nisan 1995) 168 kişinin ölümüne sebep olan TimothyMcVeigh ‘Hıristiyan’ idi ve eylemini de ‘inançları uğruna’ yapmıştı. Filistin’in el-Halil kentindeki İbrahim Camii’ni basarak cemaati kurşuna dizen (25 Şubat 1994) Dr. BaruchGoldstein da inançlı bir Musevi’ydi; tıpkı Başbakan İzak Rabin’i öldüren (4 Kasım 1995) genç Yigal Amir gibi.”8 Amerikalı yazar Robert Spencer, İslâm’ın Batı’yı tehdit ettiği ve Müslüman askerlerin batıyı doğru yürüdüğünü haber vermekte ve Müslümanların ortaya koyduğu dinsel şiddetin, bu zamana kadar söylendiği gibi İslâm’ın yanlış yorumu olmadığını; aksine şiddet ve terörün İslâm’ın teolojik merkezi olduğunu ileri sürmektedir. Müslümanların kendi inancının dışındakileri öldürmeyi emreden teolojileri ile Batı’nın üzerine yürüdüğünü ileri süren Spencer, Müslümanlara karşı ‘nihaî savaş’ta zafer kazanmak için bazı önerilerde bulunmaktadır: İslâm öğretilerinin batıya karşı doğrudan bir tehdit oluşturduğunu doğrulamak için ‘vurdum duymazlığa son veri6 Bkz. İsmail Vural, Evanjelizm (Beyaz Saray’ın Gizli Dini), İstanbul 2003; GraceHallsell, Tanrıyı Kıyamete Zorlamak, çev: M. Acar, H. Özmen, II. baskı, Ankara 2003 ; Erhan Başyurt “Dindar Seçmen Bush’a Neden Yöneldi?”, Aksiyon, sayı: 518, (11 Temmuz) 2005; HeatherHendershot, İsa Aşkına Dünyayı Sarsmak Evanjelizm, çev: G. Ayas, B. Çağlayan, İstanbul 2006. 7 Ahmet Hikmet Eroğlu, “Farklı İnancı Tehdit Olarak Algılamanın Sonucu: Engizisyon Terörü”, Dinî Araştırmalar, c. 7, sayı: 20, Eylül-Aralık 2004, 99. 8 Fehmi Koru, “Tarihî Misyon”, Yenişafak, (10 Temmuz) 2005, 12. 43 44 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu lerek radikal İslâm tehdidinin doğası ile kavranmalıdır.’ İşbirliği yapılan devletlerin İslâm hukuku uygulayanlarıyla uluslararası ilişkilere son verilmelidir. Birleşik Devletler’dekicamiler, vatana ihanet gerektiren İslâm öğretilerinin engellenmesi için denetlenmelidir. Müslüman göçmenler ‘anayasada sıralanan Amerikan idealleri doğrultusunda’ asimile edilmelidir. Amerikan vatandaşı olmak isteyen herhangi bir Müslüman ‘hoşgörü, düşünce özgürlüğü, cumhuriyet idaresi ve seküler hukuk gibi Batı ideallerini’ kabul etmelidir. Birleşik Devletler’de ve diğer ülkelerde ılımlı İslâm anlayışı cesaretlendirilmelidir. Ilımlı Müslümanların, ‘şiddetin çoğalıp yaygınlaşmasında Kur’ân’ın rolünün olduğunu kabul etmeleri’ için çaba gösterilmelidir. Müslümanlar Kur’ân’ın ‘ahlâkî, tarihî ve bilimsel açıdan çok önemli hatalar içeren insanî bir metin’ olarak görmeye ikna edilmelidir. İslâm, ‘kapsamlı ve evrensel bir reforma’ tâbi tutulmalıdır. Ilımlı Müslümanlar şer’î hukukun Birleşmiş Milletlerin 1948 tarihli insan hakları evrensel beyannamesini ihlal ettiğini ilan etmeleri için ikna ve teşvik edilmelidir.9 Nihayetinden şu husus anlaşılmaktadır ki; İslâmofibi’nin siyasî, içtimâî, askerî, iktisadîve felsefî sebepleri bulunmaktadır. 4. İslamofobi’ninFelsefî Kökenleri VIII ve IX. yüzyıllar, İslâm karşıtı teolojik polemiklerin yoğunlaştığı bir dönemdir. Bede (ö.735), Yuhanna (Yahya)ed-Dımeşkî (JohannesDamascenus) (ö.749) ve öğrencisi Theodore EbûKurre (ö.825) gibi Hıristiyan teologları, eserlerinde İslâm, Kur’ân ve Hz. Muhammed’in (s) isminden bahseden ilk Batılı düşünürlerdir. Eserlerini Arapça, Yunanca ve Süryanice yazan EbûKurre, Abbasî Halifesi Me’mûn’un sarayında Müslüman kelamcılarla birçok tartışmanın içinde bulunmuştur.Farklı bir öneme sahip olan Yuhannaed-Dımeşkî, Ortaçağlar boyunca hâkim olacak teolojik İslâm algısının ilk önemli temsilcisidir. Doğu Hıristiyan teolojisi üzerine önemli eserler yazan Dımeşkî, Emevî sultanının sarayında malî işlerinden sorumlu bir memurdur. 720 yılında Kudüs’te inzivaya çekilen Dımeşkî, burada kaleme aldığı eserlerinde İslâm dininden “İsmâiloğularınınsapıklığı” şeklinde bahsedecektir. Arapların İsmâil soyundan geldiğine inanan bu Hıristiyan düşünürü için İslâm yeni bir vahiy değil, Hıristiyanlığın içinden çıkmış heretik/ sapkın bir mezheptir. Yine Dımeşkî’nin düşüncesine göre, Hz. Muhammed 9 Hakan Olgun, “Protestan Teolojide Şiddet Güdüleri ve İslâm Terörü Algısı”, Dinî Araştırmalar, c.7, s. 20, Eylül-Aralık 2004, 17 (naklen; Spencer, OnwardMuslim Soldiers: How JihadStillThreatensAmericaandthe West, Washington, Regnery, 2003, 5, 290-299, 302-304). İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri bir “Sahte peygamberdir; şans eseri Eski ve Yeni Ahit’i görmüş, bir Aryan din adamıyla (burada Hıristiyan din adamı Bahîra’ya atıf yapılıyor) karşılaştığını iddia etmiş ve böylece kendi sapık mezhebini kurmuştur. Dımeşkî, İslâm’ı aynı zamanda “deccalinhabercisi” olarak nitelendirir. Bu algılama ve imaj, Ortaçağ boyunca sürecek ve bugüne kadar uzanacaktır.10 XII. yüzyılın iki önemli Hıristiyan düşünürü Clairvauxlu St. Bernard ve RaymondLull, Müslümanların sadece kılıç zoruyla değil, aynı zamanda ikna yoluyla Hıristiyanlaştırılmasını öneriyorlardı. İkinci Haçlı Seferi’nin düzenlenmesinde önemli bir rol oynayan St. Bernard, Müslümanlar arasında misyonerlik çalışmalarının yetersizliğindenşikâyet etmekte ve şu tavsiyelerde bulunmaktaydı: “Hıristiyan inancının onlara kendiliğinden gelmesini mi bekliyoruz? Kimin şans eseri imana geldiği görülmüş? Eğer biz onlara anlatmazsak, nasıl imana gelecekler?”11 Ortaçağ boyunca öne çıkan bir olgu, Hz. Muhammed hakkında oluşmaya başlayan Avrupa literatürüdür. Her ne kadar Yuhannaed-Dımaşkî İslâm Peygamberi’ne doğrudan atıfta bulunan ilk Hıristiyan düşünürüyse de, Haçlı seferlerinin başladığı ve Kur’ân’ınLatince’yeçevrildiği XI. XII. yüzyıllarda Hz. Muhammed hakkında müstakil bir kitaplar yazılmaya başlanacaktır. Burada özellikle MainzliEmbricco’nun (ö.1077) VitaMahumeti, Compigne’liWalter’ın 1137-1135 yılları arasında kaleme aldığı Otia de Machomete ve NogentliGuibert’in XII. yüzyılın başında yazdığı GestaDeiperFrancos adlı kitapları hatırlanabilir. Bu çalışmaların hepsi, tarihî kaynaklardan çok, Bizans kökenli söylenti ve hikâyelere dayanan ve önceden belirlenmiş bir Hz. Peygamber imajını doğrulamak için yazılmış kitaplardır.12 Ortaçağda Hz. Muhammed’i tamamen şeytanî bir sahtekâr olarak gösterilmesi sıradan bir olgudur. Konuya ihtiyatla yaklaşan Hıristiyan düşünürlerin daha büyük kısmı bu konuda hüküm vermezken, bazı Romalı Katolik İslâm uzmanları, Hz. Muhammed’i dindar bir ‘dahi’ olarak düşünmektedirler. Diğerleri daha da ileri gitmiş ve bir bakıma onun gerçek bir peygamber olup olmadığını tartışmışlardır. Sözgelişi St. Thomas Aquinas’ı(ö. 1274) ele alırsak, o, yol gösterici peygamberlikten bahsetmekte ve bunun zorunlu olarak yanılmaz ve kusursuz olmadığını ima etmektedir.13 10 11 12 13 İbrahim Kalın, İslâm ve Batı, II. baskı, İstanbul 2007, 41-42. Kalın, İslâm ve Batı, 69. Kalın, İslâm ve Batı, 72. MakximRodinson, “Oryantalizmin Doğuşu”, çev: Ahmet Turan Yüksel, Dinî Araştırmalar, c.7, s. 20, Eylül-Aralık 2004, 186. 45 46 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Ortaçağ dinî düşüncesine damgasını vuran ve “Batı’nın Gazâlîsi” olarak görülen St. Thomas Aquinas, SummaTheologia adlı eserinde İbnSîna ve İbnRüşd’e iki yüzden fazla yerde isim vererek atıfta bulunur.14 Thomas Aquinas: Muhammed Eski ve Yeni Ahit’teki İfadeleri Almış, Kendisine Mal Etmiştir Hıristiyan yazarların ilk dönemlerde Yahudilere ve “kafirler”e karşı Hıristiyanlığı savunmak için apolojiler yazdıkları görülür. Klasik apoloji diye adlandırılan bu dönemin zirve ismi olarak Origien (ö.254?) gösterilir. Ortaçağ’da Yahudilerin ve kafirlerin yanı sıra, Müslümanlara karşı da apolojiler kaleme alınmıştır. Dönemin öne çıkan isimleri, Doğu’da Yahya edDımeşkî veAbdulmesih el-Kindî (ö. 866); Batı’da ise Thomas Aquinas’tır. Daha sonraki yüzyıllarda Hıristiyan apolojiler, Protestanlığa, pozitivizme, evrim teorisine ve din karşıtı akımlara karşı da Hıristiyanlığı savunma vazifesini yerine getirmişlerdir. Papa VI. Innocent’in (ö.1362), ‘Onun öğretisi Kutsal Kitap dışındaki bütün öğretilerden daha üstündür.” diyerek düşüncelerini övdüğü St. Thomas Aquinas, SummaContraGentiles (Kâfirlere Karşı) eseriyle apoloji tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur. Onun, SummaContraGentiles’i, Dominikien Tarikatı’nın başkanlığını da yapmış olan Raymond of Penafort’un (ö. 1275) talebine bir cevap olarak yazdığı yönünde eski bir söylenti bulunmaktadır. Bunu göre Raymond, misyonerlerin, Müslümanların Hıristiyanlaştırılması için gerekli olan aklî silahlarla donatılması için genç meslektaşı Thomas Aquinas’tan bir eser kaleme almasını arzulamıştır. Bu rivayetin doğruluğu sorgulanmakta ve SummaContraGentiles’in gerçekten İslâm ve Müslümanlara karşı yazılmış bir eser olup olmadığı yönünde tartışmalar varlığını sürdürmektedir.15 Aquinas, İslâm’ı bir ‘mezhep’; Muhammed’i ise şehevî vaatlerle insanları yoldan çıkaran bir kişi olarak tasavvur etmektedir. Ona göre Muhammed, kendisini destekleyecek hiçbir mucize gerçekleşmediği gibi önceki kitaplarda onun geleceğine ilişkin herhangi bir haber ve işaret de bulunmamaktadır. Bununla birlikte Aquinas, İslâm’ı sadece aptalların inandığı, şiddet ve şehvetten ibaret bir öğreti olarak düşünür. “(Muhammed) bedenin bizi sürüklemeye çalıştığı şehevî zevklere dayalı vaatlerle insanları yoldan çıkarmıştır. Onun öğretisi, vaatlerine uygun 14 Kalın, İslâm ve Batı, 45-46. 15 Muhammet Tarakçı, “St. Thomas Aquinas ve İslâm”, Marife, s: 3, 2007, 208. İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri kurallar içermekteydi; şehevî arzuları dizginleyecek hiçbir engel koymamıştı. Tahmin edilebileceği gibi, şehvete düşkün insanlar kendisine itaat etti. Doktrinini gerçekliği ile ilgili olarak (Muhammed’in) getirdiği deliller, sadece çok düşük bir algılayışa sahip insanların anlayabilecekleri şeylerdir. Nitekim öğrettiği gerçekler pek çok masal ve büyük hatalarla doluydu. Olağanüstü bir tarzda gerçekleşmiş ve ilâhî ilham aldığını ispat edecek hiçbir mucize gösterememiştir… Bilakis, Muhammed, ordularının gücü ile gönderildiğini söylemiştir (ki bu, eşkıya ve zorba hükümdarlarda da eksik olmayan bir özelliktir). Dahası, akıllı insanlar, yani ilâhî ve insanî şeyler hakkında bilgi sahibi olan kişiler, başlangıcından itibaren kendisine inanmıştır. Ona inananlar ilâhî şeyler hakkında tamamen bilgisiz vahşi insanlar ve bedevîlerdir. (Muhammed) bu cahil ve vahşi insanlarla şiddet uygulayarak insanları kendine bağlamıştır. Önceki peygamberlerin ilâhî beyanları da kendisinden hiç bahsetmemektedir. Tam tersine (Muhammed), Eski ve Yeni Ahit’teki ifadelerin neredeyse tamamını almış ve kendisine mal etmiştir; onun şeriatını inceleyen herkes bu gerçeği görebilir. Yalanının ortaya çıkmaması için kendisine inananların Eski ve Yeni Ahit’i okumalarını yasaklaması onun adına zekice bir karardı. Bundan dolayı, onun sözlerine iman eden kişilerin aptalca bir inanca sahip oldukları ortadadır.” Müslümanlara karşı Hıristiyanlığı savunmak amacıyla kaleme aldığı beş ciltlik Summa Contra Gentiles’te Aquinas’ın, İslâm hakkında verdiği bilgi yukarıdaki ifadelerinde görünmektedir. Yine Müslümanlara karşı yazdığı Reason fort the Faithagainst Muslim Objections… adlı eserinde de, Hıristiyanların, Mesih’in, yaşayan Tanrı’nın Oğlu olduğuna inandıklarını açıklayan Aquinas, bu inanç sebebiyle kendilerini eleştiren Müslümanları aptallıkla itham eder ve küçümser. Ona göre Müslümanlar, zihnî ve manevî şeyleri değil, bedensel şeyleri düşünmeye eğilimlidirler ve bu eğilimleri sebebiyle, Mesih’in Tanrı’nın Oğlu olması gibi manevî şeyleri anlamaları mümkün değildir.16 St. Thomas Aquinasiçin, Putperestlerin, Yahudilerin ve Heretiklerinki olmak üzere üç tür inançsızlık bulunmaktadır. Onun tanımlamasına göre İslâm, inançsızlık türleri içerisinde bir bakıma en günahsızıdır; çünkü Müslümanlar İncil’i hiçbir zaman kabul etmemişlerdir. Ona göre puta tapanlar, Hıristiyan olmaya zorlanmamalıdır. Bir insan en yüksek iyinin mutluluğunu yaşamak için zorlanamaz. Bu sebeple birçok pagan zümre 16 Tarakçı, “St. Thomas Aquinas ve İslâm”, 209-21 47 48 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu üzerinde hükümran olan Hıristiyan yöneticiler, onların Tanrı’ya kulluk etme yöntemlerini hoşgörüyle karşılamalıdır.17 İslam’ın güç ve şiddete aslî rol verdiği ithamı yeri geldiğinde Hıristiyanların İslâm karşısında benimsedikleri tavır için teorik meşruiyet ve mazeret işlevini görmüştür: Genellikle kabul edildiği üzere misyoner çaba, silahla desteklenmedikçe umutsuzdu ve probleme etkili gerçek çözüm, Müslümanların öldürülmesi ya da dinlerinin değiştirilmesi suretiyle İslâm’ın ortadan kaldırılmasıydı. İslâm’ın peygamberini ya yalancı ya da peygamberlikle hiçbir ilgisi bulunmayan bir kimse olarak nitelendiriliyordu. Ya yanlışı öğreten uğursuz bir peygamber ya da peygamberliğin aslî ve zorunlu özelliklerine sahip olmayan bir insandı. St. Thomas Aquinas tarafından tamamlandığı üzere bu özellikler üç taneydi: Tutkulardan arınmışlık, mucizeler gösterme ve peygamberin peygamberliği dolayısıyla söylediği şeyin değişmez, mutlak doğruluğu. Fakat Ortaçağ Avrupası’nı gözünde İslâm’ın peygamberi doğru olan hiçbir şeyi önceden haber vermemiş, hiçbir mucize göstermemişti; hayatı da erdemli bir model değildi. En kötü haliyle düşünüldüğünde o, “hilekâr bir meczup, ya da bir büyücü”ydü, en iyi haliyle, güç elde etmek için peygamberi nitelikleri ileri süren bir dolandırıcı, güce sahip olduğunda bir müstebit, dinî iddia ve argümanları kendi ahlâkî düşkünlüğünü meşru göstermek üzere kullanan düşük ve ikiyüzlü bir kimse idi.18 St. John: Arapça Bilen İlk Hıristiyan Teolog İslâm’ın iddialarına muhalefet edip de reddedenler bile, büyük bölümü itibariyle, ondan kendine özgü özel bir teolojik statüyü esirgememişlerdir. Kur’ân, peygamberin bütün dünyayı gölgeleyen muhteşem sureti, Halifelerin gücü ve Müslüman coğrafyanın gelişen kuvveti görmezden gelinemezdi. İslâm’a, Hıristiyan düşüncesinin çatısı içinde, teolojik bir statü vermeye, ona bir varlık sebebi kazandırmaya yönelik bir girişim; Emevîler döneminde Suriye’de yaşayan Grekçe kadar Arapça’ya da hâkim olan ve İslâm’ın anlamına ilişkin derin bir biçimde düşünen ilk Hıristiyan teolog olan St. John’a kadar geri gitmekteydi. Onun “ton itibariyle serinkanlı ve iyi niyetli bir niteliğe sahip olan” polemik yazıları, İslâm’ın Hıristiyan kaynağına vurgu yapmıştır. Doğu’da olduğu kadar Batı’da da onu takip 17 Albert Hourani, Avrupa ve Orta doğu, çev: Ahmet Aydoğan, Fahrettin Altun, İstanbul 2001, 26. 18 Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 48. İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri eden daha sonraki düşünürler İslâm’da “Hıristiyanlık gerçeğine sathi ve üstünkörü olmakla beraber geçerli bir delil” bulmuşlardır.19 Roger Bacon: Muhammed, Sahte Peygamber ve Deccaldir Roger Bacon (1214-1294) gibi skolastik düşünürler, Fârâbî ve İbnSînâ’nın aslında Hıristiyan olduğunu, gizlice vaftiz olduklarını ve sadece Müslümanların şiddetinden emin olmak için kendilerini zâhirde Müslüman olarak gösterdiklerini iddia edecektir. Zira Bacon’a göre, Fârâbî ve İbnSînâ gibi birinci sınıf filozofların, İslâm gibi sapık ve irrasyonel bir dine mensup olması imkânsızdı.20 Bu dönemde Avrupa’da Arapça kaynakları okuyup değerlendirebilecek nitelikli ve donanımlı insan sayısı çok yetersizdi. Bu durumdan şikâyetçi olan ünlü skolastik filozofu Roger Bacon, XI. Louis’in Mısır sultanının gönderdiği Arapça mektubu tercüme edip Arapça cevap yazabilecek tek bir kişi bulamadığından şikâyet eder. Nitekim Arapça, bir Avrupa üniversitesinde ilk olarak Paris’te College de France’de 1587 gibi geç bir tarihte okutulmaya başlanacaktır. Bu kitapların sunduğu Hz. Muhammed imajı, Ortaçağdan günümüze kadar Avrupa’nın İslâm Peygamberi algısını şekillendirmiştir. Bu literatürde Hz. Peygamber, insanları büyü yoluyla kandıran, kendisi de psikolojik olarak hasta, şehvet düşkünü olduğu için çok kadınla evlenen ve takipçilerini de buna teşvik eden, düşmanlarına karşı merhametsiz, Hıristiyanlığı ortadan kaldırmak isteyen bir sahte peygamber ve nihayet “deccal” (anti-Christ) olarak tavsir edilir. Bütün bu kitapların ortak amacı ve iddiası bir hususu ispatlamaktadır: Hz. Muhammed gibi biri, Tanrı’nın elçisi olamaz. İslâm ve Hıristiyan peygamberleri arasında yapılan mukayeseler Hz. Muhammed’i Hz. İsa’nın tam zıddı bir şahsiyet olarak ortaya koyar.21 Pascal: Muhammed Otoritesi Olmayan, Sıradan ve Gülünç Biriydi Hıristiyanlığın XVII. yüzyıldaki en hararetli müdafii olan Pascal (16231662), ünlü LesPensees adlı eserinin “ContreMahomet” başlıklı bölümünde, Hz. Muhammed’in sahte bir peygamber olduğu iddiasını güçlü bir şekilde seslendirir. Akabinde “insan ve tarih-üstü İsa’nın Muhammed gibi “dünyevî” biriyle karşılaştırılamayacağını söyler.22 19 20 21 22 Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 48-49. Kalın, İslâm ve Batı, 48. Kalın, İslâm ve Batı, 72-73. Kalın, İslâm ve Batı, 73. 49 50 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Kilise dışındaki düşünce dünyasında da benzer algılama biçimlerinin hâkim olduğu görülmektedir. XVII. yüzyılın önde gelen düşünürlerinden Pascal (ö.1662), Hıristiyan inancının dönemindeki en önemli savunucularından biriydi. LesPensees adlı eserinin bir bölümünü Hz. Muhammed’e ayıran Pascal burada, Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında ilgi çekici mukayeseler yapar. Pascal, Hz. Muhammed’in sahte peygamber olduğu iddiasını tekrar ettikten sonra, Hz. İsa’nın ilahî otoriteyle konuştuğu, mucizeler gösterdiğini, gelişinin önceden haber verildiği ve yaptığı şeylerin insan ve tarih üstü olduğunu söyler.23 Pascal’a göre İslâm peygamberi, İsa Mesih’in zıddıdır. Mesih’in insanları öldürülüyorken Muhammed öldürüyordu. O bağlılarını okumaktan men ediyor; halbukiMesih’in havarileri onların okumalarını buyuruyordu. Muhammed, insanî bakımdan zafer kazanmıştı, halbuki Mesih mahvı perişan olmuştu; ve gerçekte o başarılı olduğundan dolayı Mesih için fani olmak elzemdi. Yaptığı hiçbir şey insanî bir açıklamadan fazlasına gereksinim duymuyordu; “Onun yaptığını herkes yapabilirdi, çünkü onun hiçbir mucizesi yoktu, hiçbir şeyi önceden haber vermiyordu.” O, “ otoritesi olmayan, sıradan ve gülünç biriydi.” On yedinci yüzyılın sonlarına doğru bir kere daha peygamberin hayatını yazarken Pridaeaux, kitabına “İslâm peygamberinin hayatında eksiksiz bir biçimde açığa çıkmış olan hilekârın doğası” ismini uygun görmektedir. Pascal gibi onun da amacı “İslâm ile Hıristiyanlık arasındaki zıtlığı işaret etmek”tir: Birinin bütünüyle insanî, diğerinin tanrısal bir kaynağa sahip olduğunu göstermek ve insanlığın tanrısal olandan ne kadar uzak düştüğünü göstererek Hıristiyanlığı zamanının moda olan deizmine karşı savunmaktır.24 George Sandys Döneminin en büyük “hümanist”i kabul edilen ve İslâm dünyası hakkındaki en erken seyahatnamelerden birini kaleme alan George Sandys, (ö.1644) 1610 yılında Başlayan Bir Seyahatin Rivayeti adını taşıyan bu kitabında, Pascal’ıtakip eder. O, İslâm dini, Kur’ân ve Hz. Muhammed hakkında olumsuz düşünceler taşır. Fakat aynı zamanda İbnSînâ gibi Müslüman filozoflara övgülerde bulunan Sandys’e göre, Müslüman filozoflar 23 Kalın, İslâm ve Batı, 96-97. 24 Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 52. İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri aslında ölüm korkusundan dolayı zâhiren Müslüman görünmüş, kendi samimî inançlarında ise İslâm’dan uzak durmuşlardır.25 Peter Bayle Hz. Peygamber (s) ile ilgili algılama biçimindeki ilk önemli değişiklik, XVII. yüzyılda Peter Bayle (ö.1706) ünlü DictionnaireHistorique et Critique (1697) (Tarihsel ve Eleştirel Sözlük) adlı eserine genel okuyucuyla buluşacaktır. “Aydınlanma’nın cephaneliği” olarak adlandırılan bu eser, Fransız ansiklopedistlerinin, Diderot ve Voltaire gibi aydınlanma düşünürlerinin temel referans kaynaklarından biri olma özelliğini taşır. Bayle, “Sözlük”te Hz. Muhammed’e “Mahomet” başlığı altında 25 sayfa gibi uzun bir bölüm tahsis eder. Buna karşılıkİbnRüşd’e yedi, Kindî’ye yarım sayfalık yer ayırır. Her ne kadar Bayle, İslâm dini ve onun peygamberi hakkında bilinen, alışıldık yorumları yaparsa da, Müslüman toplumlar hakkında çoğunlukla seyahatnamelere dayalı önemli gözlemlerde bulunur. Örneğin, Müslüman kültürün “normalliği”ni vurgulamak için Türk kadınlarının iffet ve namus konusundaki hassasiyetlerini hatırlatır ve bunları Avrupa’daki ahlâkî gevşemeyle mukayese eder.26 Machiavelli: Türkler Bu Yıl İtalya’ya Kadar Gelecekler Mi? XV. yüzyılda CusalıNicholas’ın çağdaşı olan Dionysios: “Ey Rabb’im! Türkler Roma’yı ele geçirecek mi?” diye haykıracak, ünlü siyaset risalesi Prens’in yazarı Machiavelli ise Mandragola adlı eserindeki karakterlerden birine şunu söyleyecektir: “Sence Türkler bu yıl İtalya’ya kadar gelecekler mi?”27 Martin Luther: Son Nefesini Verene Kadar Türklere ve Türklerin Tanrı’sına Karşı Çarpışırım Protestanlığın kurucusu Martin Luther, Türklere karış düşman tavrıyla bilinmekteydi. Luther’in pek çok eserinde ve mektuplarında “… Türklere karşı…” ifadesinin apokaliptik bir nitelik kazandığını görülür. Luther, “Son nefesini verene kadar Türklere ve Türklerin Tanrı’sına karşı çarpışırım” diyecek kadar kin ve nefret içindedir. Fakat aynı Luther Türkler hakkındaki bir başka görüşünden dolayı Katolik Kilisesi tarafından bir kez daha zındık ve sapık ilan edilecektir. Luther’e göre, Avrupalıların Türklere karşı savaşması, Tanrı’nın insanların günahlarına karşı verdiği cezayı 25 Kalın, İslâm ve Batı, 97. 26 Kalın, İslâm ve Batı, 97. 27 Kalın, İslâm ve Batı, 100. 51 52 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu reddetmek anlamına geliyordu. Bundan dolayıTürklere karşı savaşmak, sadece askerî açıdan boşuna bir çaba değildi; aynı zamanda Tanrı’nın öfkesine karşı çıkmaktı.28 Luther için İslâm, Ortaçağ’da Deccal’in hizmetindeki bir şiddet hareketi olarak düşünülüyordu. İslâm’ın akla kapalı olduğu ve bu sebeple dönüştürülemeyeceği varsayılıyordu. O dönemdeki anlayışlara göre, İslâm’a ancak kılıçla karşı konabilirdi ki bunun imkânından söz etmek de her zaman imkân dahilinde değildi. Fakat zamanla yaşanan değişiklikler neticesinde İslâm’ın gerçek Deccal olmadığı, gerçek Deccal’ın başka bir yerde olduğu düşünülmeye başlandı. Artık Papa ve Türkler “İsâ’nın ve Kutsal Kilisenin iki temel düşmanı” olarak algılanmaktaydı. Türkler Deccal’ın bedeni ise, Papa onun başıydı.29 İsveçli Protestan P. Vinet ise İslâm’ı bir tür Katoliklik olarak tasvir edebiliyordu. Ona göre İslâm’ın peygamberi kendisini, tıpkı Papa’nın yaptığı gibi, bir Kilise başkanı olarak gösteren bir Hıristiyan mürtediydi. Katolik tarafından da, İslâm’ı bir tür Protestanlık şeklinde değerlendirmek mümkündü. Bundan hareketle William Rainolds, Calvino-Turcisnus gibi anlamlı bir başlığı taşıyan meşhur eserinde, iki sahte doktrin arasındaki paralellikleri şu şekilde çizer: “Muhammedanizmin temel ilkeleri Kalvinizminkinden çok daha iyidir. Her ikisi de Hıristiyan inancını yok etmenin peşindedir; her ikisi de Mesih’in tanrısallığını inkâr etmektedir, Kalvin’in sözde İncil’i, İslâm’ın Kur’ân’ndan daha kötü ve berbat olması bir tarafa, pek çok bakımdan ondan daha çok tiksinti uyandırıcı, daha günahkar ve şeytanîdir.”30 XVI-XVIII. yüzyıllarda Avrupa’daki Türk imajı somut bir şekil alarak zengin bir literatür oluşur. Ortaçağlarda “Sarasin”; Endülüs’te “Moor” kelimeleriyle ifade edilen Müslümanlar, XVI. yüzyıldan sonra giderek “Türk” tipiyle özdeşleştirilir. Türklerin, yani Osmanlıların Balkanlar’ın içlerine ve Güney Doğu Avrupa’nın sınırlarına kadar ilerlemesi, kıyametin bir işareti olarak değerlendirilir. Edebiyattan resme, siyasî metinlerden halk şarkılarına kadar çok geniş bir kültür yelpazesinde Türk imajı köklü ve kalıcı bir yer edinir.31 28 29 30 31 Kalın, İslâm ve Batı, 102. Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 27. Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 51. Kalın, İslâm ve Batı, 102. İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri William Muir: Muhammed Piskopattır Hz. Muhammed’in başarıları ve İslâm’ın hızla yayılmasını açıklamasının nasıl olacağı hususunda çok sayıda Ortaçağ ve Rönesans düşünürü bunun için kendilerince makul bir çözüm bulacaktır: Muhammed, en az dinî sapkınlık ve putperestlik kadar menfur bir şey olan büyüye başvurmuş, izleyicilerini büyü yoluyla kandırmıştır. Bu inançla hareket eden kimi Avrupalılar, Hz. Muhammed’in psikolojik hayatı hakkında olur olmaz spekülasyonlarda bulunacaklar ve bu yönelim, modern dönemlere kadar sürecektir. İngiliz Krallığı’nın Hindistan’daki görevlilerinden ve daha sonra Edinburgh Üniversitesi rektörü olan oryantalist William Muir (1819-1905), Life of Mahomet (Muhammed’in Hayatı) adlı son derece tartışmalı ve saldırgan kitabında Hz. Muhammed’e “piskopat” diyecek ve Hindistan Müslümanların büyük tepkisine muhatap olacaktır. Muir’in bu suçlaması, daha önceki Hz. Muhammed tasvirleriyle önemli paralellikler gösterir. Bize ulaşan kaynaklarda Hz. Muhammed’in cesedinin domuzlar (bir başka rivayette köpekler) tarafından yendiği, ölmeden önce ruhunu kurtarmak için gizlice vaftiz olduğu ve Hıristiyanlığı kabul ettiği şeklindeki efsaneler çarpıcı detaylarla aktarılır.32 Peygamber ve halifelere dair yazdığı kitapları hala bütünüyle aşılamamış olan Sir William Muir, peygamberi şeytanın oyuncağı, oluşturduğu toplumu ise kısır ve çorak bir toplum olarak kabul ediyordu. Ona göre İslâm durağandı; ruhanî ve maddî olanı karıştırmakla gerçek özgürlüğü yitirmişti; mutlak monarşi ve denetimsiz bir askerlik ruhsatı arasındaki orta yoldan habersizdi; en iyi haliyle bile oluşturduğu medeniyet, aile hayatına hiçbir biçimde nüfuz etmediğinden, ne istikrarlı ne de kalıcı olabilirdi. İslâm’ın öğretisinde kimi doğrular bulunmakla birlikte bunlar bile hakikate ulaşmada engel teşkil ediyordu. Muir’e göre, İslâm’da, daha önceki vahiylerden ödünç alınmış birçok doğru mevcuttur. Bununla birlikte dünyanın henüz tanıdığı Muhammed’in kılıcı ve Kur’ân, medeniyetin, özgürlüğün ve hakikatin en azılı düşmanlardır.33 Leibniz: Türkler Aklıdışı Davranış Sergileyen Asyalılardır Ortaçağın olumsuz Müslüman imgesinin tesirinde olan Leibniz, akıldışı durumları anlatmak için sıkça kullandığı “fatumMuhametunum” 32 Kalın, İslâm ve Batı, 73. 33 Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 62. 53 54 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu (Muhammet yazgıcılığı) kavramını Türklerle somutlaştırmıştır. Bu amaca yönelik olarak, söz konusu kavramın akıldışını açıklamak için “Türkler, veba salgınının kasıp kavurduğu yerden sakınmazlar” önyargısını sıkça tekrarlamıştır. Veba gibi ağır bir salgın hastalığın kasıp kavurduğu bir yerden uzak durmamak, doğaldır ki akıldışı bir davranıştır. Leibniz’e göre Türkler, bu akıldışı davranışı sergileyen Asyalı ve Müslüman topluluklardan biridir. Söz konusu akıldışılık, Türklerin yazgı anlayışlarının bir neticesidir. Leibniz, “özellikle Türk askerlerinin sağlarını sollarını düşünmeden kendilerini tehlikeye attıklarının öne sürüldüğünü” söyler ve şu görüşleri ekler: “ Bana kalırsa, bu tutumda söz konusu yanlış akıldan çok, uyuşturucunun payı daha yüksektir. Bu bir yana, Türklerin kararlığı günümüzde kendisini yalanlarla cezalandırılmaktadır.” İnsan yaşamında irade dışı gelişmeler sonucunda ortaya çıkan durumlar ya da rastlantıların yorumlanışı konusundaki düşüncelerini izah etmek için Leibniz şu örneği verir: “Polonya’da doğmuş iki çocuğu, ikizleri düşünelim. Biri Tatarlarca zorla alınarak, Türklere satılsın. Hıristiyanlıktan koparılarak, dinsizliğe (tanrısızlığa) düşürülsün ve umutsuzluktan ölsün. Öbürü herhangi bir rastlantıyla kurtulsun; iyi ellere düşsün ve uygun bir eğitim alsın; dinin güvenli hakikatine inandırılsın; bu dinin öğütlediği erdemleri uygulasın ve iyi bir Hıristiyan’ın görüşlerine sahip olarak ölsün. Bu durumda, birincisinin felaketinden yakınılacak ve söz konusu küçük rastlantının bu çocuğun yazgısını ebediyen belirlediği şaşılacaktır.”34 Türkler ve Müslümanlarla ilgili olumsuz ve tahkir edici bir tavır içinden bulunan Leibniz için, “Türkler nedenlerle ilgilenmezler; buna karşın, Hıristiyanlar ve bütün öbür kavrayışlılar, sonucu nedenden türetirler.” Ona göre, “Söylendiği gibi, Türkler, insan ne yaparsa yapsın ya da hiçbir şey yapmasın, yazılanın başa geleceği gerekçesiyle veba ya da öbür felaketlerden kaçmaya çalışmanın boş bir çaba olduğu kanısındadırlar.” Ona göre “akıl, kuşkusuz vebadan ölecek olanın, vebanın nedenlerinden sakınamayacağını öğretir.”35 Leibniz’e göre İslâm, doğal bir teoloji biçimi olmasından dolayı yayılmış, Peygamberin takipçileri onu Hıristiyanlığın götürülmemiş olduğu Asya ve Afrika’nın uzak ırklarının arasına dahi taşıyabilmiş ve buralarda 34 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 16-17. 35 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 19. İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri Tanrı’nın birliğinin ve ruhların ölümsüzlüğünün hakiki doktrinine karşı olan boş inançları yok etmiştir.36 Rousseau Rousseau, erken İslâm’da teolojik ve politik sistemler arasındaki yakın birliğini övmüştür. Rousseau, bu hususa, Araplar Barbarlara boyun eğdikten sonra değinmişse de, Hıristiyanlıktaki iki güç arasındaki ayrımı konu edinmemiştir.37 Condorcet Condorcet daha da lütufkardır. İslâm peygamberinin karakteri, dinmeyen bir coşkuyu, dirayet ve feraseti, bir şair ve savaşçının niteliklerini bir araya getirmiştir. Ona göre İslâm peygamberinin hedef ve amacı öncelikli olarak siyasî idi. Arap kabilelerini tek bir çatı altında toplamaktı. Kurduğu devlette, her ne kadar dinî istibdadın yükselmesiyle daha sonra ortadan kalkacaksa da, bir süre düşünce özgürlüğü vardı ve Grek bilimleri yeniden canlanmıştı.38 Voltaire: Yıkmaktan Başka Bir İş Yapmayan ve Sanatların Düşmanı Olan Bu Halkı Sevmem 18. yüzyıl Fransa’sında Doğu’ya, İslâm’a ve Türk’e bakışı büyük ölçüde biçimlendiren düşünür/yazarların başında hiç kuşkusuz Voltaire gelir. Zihnindeki bir takım kurguların ve önyargıların etkisinde olan Voltaire’e göre, Türkler, 18. yüzyılda henüz “Avrupa’ya özgü olan frengi hastalığını” tanıyan; köle ticareti yapan, kibar insanlardır. Yazar eserinde kurguladığı III. Ahmet figüründe, Türkleri “vezirlerinin kafalarını vuran, taht kavgası içinde olan”; gayrimüslim tutsakları ‘köpek gavur’ diye adlandırılan; ‘güzel bir içoğlanı ile denize giren Fransız papaza, bir Hıristiyan bir Müslüman ile denize girdi diye sopa atan, kürek cezasına çaptıran; ‘camiide göğsü açık, güzel bir Türk kadınına, yere düşürdüğü ciçek demetini vermekte geciken Hıristiyan’a, imamın kızması üzerine kürek cezası veren’ bir topluluktur. Voltaire’indüşüncesine göre, Osmanlı yönetimi, ‘beyleri paşaları, kadıları, imparatorluğun her yanına sürgün etmiş’, ‘sürgünü’ sürekli yine36 Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 54. 37 Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 54-55. 38 Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 55. 55 56 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu lenen bir uygulama durumuna getirmiştir. Sürgünün yanı sıra, ‘kellesini kesme’ de sıradanlaşmıştır.39 Türk ve Müslüman imajına düşmanca tavır içindeki Voltaire, şu ifadeleri onun içinde bulunduğu ruh halini tasvir eder: “Koşun peşinden şu Müslümanların/Kaldırın aradan engeli/Yerle bir edin şu küstah sünnetlileri /Mücadele tutkusuydu dolu/Alın ayaklar altına türbanları/Bitirin artık şu yaşamı/Osmanlıların sarayındaki.” Aynı yıl Prenses Talmont’a Türkler hakkında şöyle yazar: “Yıkmaktan başka bir iş yapmayan ve sanatların düşmanı olan bu halkı sevmem.” Alman Kralı II. Friedrich’e şöyle seslenir: “Tüm içten gelen duygularla bu barbar Türkler Ksenophon’un, Sokrat’ın, Platon’un, Sophokles’in, Euripides’in ülkesinden kovulmasını diliyorum.” Voltaire, Gelenekler ve Ulusların Zihniyeti/Mentalitesi adlı eserinde Türklere ilişkin şunları söyler: “Türklerin kurmuş olduğu bir kenti kimse bilmez. Onlar, Antikite’nin en güzel yapılarını yıkıma terk ettiler ve şimdi bu yıkıntılar üzerinde hüküm sürüyorlar.”40 İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri İslâm’ın diğer dinlere göre ‘daha bağlayıcı’ olduğu, ‘insan doğasına aykırı’ şeyleri içerdiği vurgulanır. Buna karşın, ödül olarak ‘duyusal/tensel şehvetin’ önerildiği, İslâm sözcüğünün ‘boyun eğme’, ‘Kur’ân’ın ‘okuma’ anlamına geldiğini belirtilir. Kur’ân’ın özünün ‘vermek’, ‘affetmek’, ‘iyilik yapmak’, ‘cahillerle tartışmamak’ gibi olumlu özellikler olduğu, bunların yanı sıra, ‘Doğu beğenisine uygun olarak çok sayıda tutarsızlık’ ‘anakronizm’ ve ‘muhteşem bir Tanrı tasviri’ içerdiği de dile getirilir.42 Voltaire, Fanatizm ya da Muhammed Peygamberadlı bir oyun yazdı. Peygamber burada, insanoğlunun duygu ve inançlarını kendi “kötü emellerine” hizmet etmek için kullanan teokratik tiranın timsali olarak tasvir edilir.43 Voltaire meşhur oyunu, Le Fanatismeou Mohamet le Prophete’de İslâm Peygamberini, dünyayı sarsan bir sahtekâr olarak, “ayağına kapanmış ereni değiştirmek amacında” kendi hedeflerinin ve fiillerinin farkında olan birisi olarak niteler: Tanrı ben ki seni beşerlerin felaketlerine kullandım, Sen ki benim korkunç gayelerim tapılası aracısın, Sana karşı geldim ama senden hala korkuyorum, Evren bana taparken ben kendimi mahkum edilmiş hissediyorum. Bana verilen özelliklere boşuna karşı çıkıyorum. Ölümlüleri kandırdım, kendimi kandıramam.44 Oryantalist söylemde çoğu kez, İslâm denilmez. İslâm yerine, aşağılayıcı ve dışlayıcı vurgusu belirgin olan, İslâm’ı bir kişinin doktrini veya ideolojisine indirgeyen “Muhammetçilik” kavramını kullanır. Voltaire’in, Muhammet (1742) dramasıyla kaleme aldığı Felsefe Sözlüğü’ne (1765) yazdığı, “Muhammetçilik” maddesinde İslâm yerine indirgemeci ve küçümseyici bir kavram olan “Muhammetçilik” kavramını kullanması Batının kollektif bilincine ve oryantalist söylemine ortam ve fırsat hazırlamıştır.41 Ansiklopedi’nin Muhammetçilik maddesinin girişinde, Hz. Muhammet’in kısaca özgeçmişine değinilen yerde Voltaire, onun “üstün yeteneklerinden”, ‘sanattan ve yöntemden yoksun’ olmasına karşın, “canlı ve güçlü hitabet”inden, “yüksek cinsel güce” sahip olduğundan ve “her bakından İskender’e benzediğinden” bahseder. Muhammetçilik maddesinde ‘çok kadınla evlilik’ gibi Doğu’nun tenselliğe ve cinselliğe düşkünlüğüne gönderme yapan anlatımın yanı sıra, 39 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 31. 40 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 34. 41 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 34-35. Diderot’nun Encyclopediesinde de, İslâm’ın zaferini“bilinçli bir sahtekar” olarak nitelendirdiği Hz. Muhammed’e atfeder. Diderot’a göre Muhammed, takipçilerininsaflıklarını öğrendikten ve coşkuyu hep hazır olduklarını gördükten sonra kendini, peygamber ilan edebileceğini anlamış, vahiy alıyor gibi yapmış, konuşmuştu.45 Kant: Araplar Doğu’nun İspanyolu İranlılar ise Asya’nın Fransızlarıdır Kant en genel anlamıyla ve ayrımsız bir biçimde insanı öne çıkardığı durumlarda son derece evrenselci, ırkların ayırıcı yönlerini irdelediği yerlerdeyse güncel söyleyişle ırkçı sayılabilecek ölçüde ayırıcı ve ayrımcı bir tavır içindedir.46 42 43 44 45 46 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 37. Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 28. Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 53-54. Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 54. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 45. 57 58 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Avrupalı aklı da üstün akıl olarak gören Kant, düşünsel köklerin ortaklığını, söz konusu birliğin güvencesi saymış; üstün akla ahlâksal bir görev yüklemiştir.47 Alman kültür tarihinde Araplara ve Farslara/İranlılara ilişkin görece ve yerleşik olumlu bakışa sahip olan Kant’a göre, “Araplar Doğu’nun İspanyolu İranlılar ise Asya’nın Fransızlarıdır.” Kant’ın gözünde; İranlılar iyi şairlerdir, kibardır ve beğenileri oldukça incedir. İslâm’ın sıkı izleyicileri değildir ve neşeli ruh yapılarına uygun bir şekilde Kur’ân’ın daha yumuşak sevecen yorumlanmasına ve uygulanmasına izin verirler.48 Doğulularda cinsellik ya da kadın erkek ilişkisi konusunda Kant açık ve olumsuz bir bakış içindedir. Ona göre Doğulunun cinsel güdüyle bağlantılandırılabilecek ‘ahlâksal güzele’ ilişkin herhangi bir kavramı yoktur. Bu sebeple, Doğulu duyusal hazzın değerini de azaltır. “Harem”, için ‘haram’ kavramını kullanan Kant, Doğulu için sürekli bir huzursuzluk kaynağıdır. O da birçok Alman yazar ve düşünür gibi, ‘harem” ve ‘haram” kavramları arasındaki ayrımı yapamaz; doğru yanlış, birinin yerine öbürünü kullanır. Kant’a göre Doğulu erkeklerin haremi vardır; Doğulu erkekler istediği zaman istediği kadınla ilişkiye girer. Dolayısıyla keyfiliğin egemen olduğu böyle bir cinsellik anlayışında da ahlâksal boyut olamaz.49 Ruslarla Türkleri birlikte değerlendiren Kant’a göre, “ikisi de büyük ölçüde Asyalı olan Rusya ve Avrupalı Türkiye, Frenkistan’ın üstünde olduklarını sanırlar. Biri Slav öbürü Arap kökenli olan bu iki halk, bir zamanlar başka hiçbir halkın başaramayacağı ölçüde Avrupa’nın büyük bir bölümünü hâkimiyetleri altına almış ve oralarda özgürlük ortamını yok etmişler ve bu sebeple de oralarda yaşayan insanların yurttaş olmalarını önlemişlerdir.50 Ayırımcı ve ötekileştirici bir tavır içindeki Kant’a göre, “Avrupalı Türkiye ulusları, doğal gelişim için gerekli niteliklerden yoksundurlar; hiçbir zaman belli bir ulus özyapısı (karakteri) edinebilmek için 47 48 49 50 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 49, Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 52. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 55. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 63. İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri gerekli olan doğal yeteneğe sahip olmamışlardır ve bundan sonra da olmayacaklardır.”51 Kadın ve erkeğin baskın özelliklerini böyle niteleyen Kant, Çerkez ve Gürcü kızlarının tüm Avrupalılarca güzel bulunduğunu söyler. O, bu konuda “Türklerle Arapların ve İranlıların beğenilerini benzer” olduğunu düşünür. Kant’a göre, “Türkler, Araplar ve İranlılar, halklarını bu güzellikle, asil kanlarla birleştirmeye çok meraklıdır ve İran ırkı da bunu başarmıştır.” Kant, Türkleri, Arapları ve İranlıları güzel bulmaz. Bu ırklar,Kant’a göre, güzelleşmek için başka ırklarla birleşmeye gereksinme duymakta ve bu doğrultuda çaba göstermektedirler.52 Kant’a göre, “Muhammed’in cenneti, din bilginleri ve mistikleri erime ölçüsünde bütünleştirir.” Söz konusu cennetin yaratıkları, canavarları akla dayatırlar. Bu yüzden aklı düşlere feda etmektense, ona hiç sahip olmamak yeğlenmelidir. Ahlâksal yasa bilincinin gösterdiği gibi, akıl kendisi için edimsel ve gerçek olabilmelidir. İslâm ve Hz. Muhammed hakkında müspet bir tavır içinde bulunmayan Kant’a göre, Muhammet’in cennet tasarımı ve sunumu, nesnel tanımlamalara dayanmaz. Oysa saf akıl, nesnel tanımlamalara dayanır. Bu nedenle, İslâm’ın cennet tasarımı saf aklın doğal durumunu bozucu özelliktedir.53 Kant, İslâm’a yüksek bir yer vermeyi düşünmemiştir. O İslâm’ın Peygamberini, cennetinin şehevî ve ahlâkî tavrının da kibirli bir tavır olduğuna inanıyordu. Kant için Muhammed, inancını mucizelerle değil zaferlerle pekiştirmenin arayışı içindeki bir insandır.54 Herder: Asyalı Barbarların Avrupa’da Ne İşi Var? Herder, İnsanlığın Oluşum Tarihinin Felsefesi adlı eserinde, Doğu “en hoyrat despotizmin egemen olduğu yerdir.”55 İfadelerini kullanmaktadır. Türkler üzerinden İslâm ve Müslümanlara saldıran ve öfkesini boşaltan Herder’e göre, “Türkistanlı olan Türkler; üç yüzyıldan fazla bir süredir Avrupa’da bulunmalarına karşın, hâlâ Avrupa’ya yabancıdırlar. Kendi51 52 53 54 55 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 64. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 66. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 75. Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 79. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 78. 59 60 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu sine ve dünyaya yük olmaya başlayan bin yıllık Doğu İmparatorluğu’na (Bizans’a) son verdiler; bilmeden ve istemeden sanatları Batı’ya, Avrupa’ya sürdüler. Yaptıkları saldırılar yoluyla, Avrupalı devletleri denetim altına aldılar ve yüzyıllar boyunca, kahramanca korudular ve bulundukları yörede bir başka yabancı gücün salt egemenliğini önlediler. Avrupa’nın en güzel ülkelerini çölleştirdiler; bir zamanların akıllı Yunan halkını sadakatsiz ve aşağılık barbarlar durumuna soktular. Bu yüzden, yaptıkları kötülükler, iyiliklerden çok fazla oldu. Ne çok sanat yapıtı bu cahillerce yok edildi, birçoğu da bir daha yerine konulamayacak biçimde bu cahiller yüzünden yok olup gitti. İçinde yaşayan bütün Avrupalılar için kocaman bir zindan olun Türk İmparatorluğu, zamanı gelince çökecektir. Binlerce yıldan beri hâlâ Asyalı barbarlar olmak isteyen bu yabancıların Avrupa’da ne işi var?”56 Herder’e göre Türkler, “aldırışsız, koltuğuna kaykılıp oturan, can sıkıntısı yüzüne vurmuş, en ciddi konuların tartışıldığı anda bile esneyen insanlardır.”57 Hegel: Doğulu Şeyler Felsefe Tarihinden Atılmalıdır Doğu ve İslâm’a ait –düşünce de dahil– hiçbir şeye tahammül edemeyen Hegel’e göre, “tin/düşün Doğu’dan doğar; ama Doğu’da dizginleştirilemez; çünkü Doğu’da irade ve bilinç özgür değildir. Öz bilinç ancak Batı’da özgürleşir. Doğu’da ışık dışı, Batı’da içi aydınlatır. Doğulular, insanın insan olduğu için özgür olduğunu bilemezler. Bu nedenle, Doğu’ya özgü şeyler felsefeden silinip atılmalıdır.”58 Hegel, ‘Doğu-düşün/tin’ ilişkisi çerçevesinde Doğu insanının bireyleşme(me), kişileşme(me) sorununu ele alır. Doğulular, Hegel’e göre, ‘kolay kişileşemezler’; çünkü düşünsel etkinlikleri henüz tam anlamıyla dünyasallaşmamıştır. Nihayetinde Hegel’e göre, “Doğulu şeyler felsefe tarihinden atılmalıdır.” Hegel; Doğulunun düşünüş ve davranışına ilişkin yargılarını ve ön yargılarını daha da ileri boyutlara taşır: Doğulular ‘özyapısal ölçüler geliştiremezler; çünkü öznesel özgürlükten yoksundurlar.’ Ayrıca, Doğulularda ‘vicdan ve moral de yoktur’. Doğuluların bilgi dedikleri, tözsel ya da genele ilişkin bilgi değildir; bu sebeple, felsefî bilgi olarak değerlendiri- 56 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 97-98. 57 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 99. 58 Onur Bilge Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, İstanbul 2010, (Önsöz, XXI). İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri lemez. Yani Doğu ve Doğu’ya özgü düşünüş tarzları ve düşünce ürünleri, felsefî öz ve nitelikten yoksun olduğundan, felsefeden çıkarılmalıdır.59 Batı düşünce ve değerleri önceleyen ve onları yegane hakikat olarak görme eğiliminde olan Hegel’e için, asıl felsefe Batı’dan başlar; öz bilincin özgürlüğü ancak Batı’da ortaya çıkar. Doğu’nun parıltısında birey yitip gider; ışık, Batı’da kendi içinde çakan ve o andan itibaren kendi dünyasını yaratan şimşeğe dönüşür. Özgürlüğü sadece Batı insana özgü bir olgu olarak kabul eden Hegel düşüncesinde “Doğu’da tek bir kişi özgürdür. Yunanistan’da bazıları özgürdür! Alman ülkesinde herkes özgürdür. Yunanistan’da bazıları özgürdür! Alman ülkesinde insan, insan olduğu için özgürdür. Bu şematik ve çizgisel özgürlük anlayışına göre, özgürlük veya uygarlık Doğu’dan Batı’ya gidildikçe gelişir ve güçlenir.”60“Doğulular, düşünün ve insanın böyle oluşundan dolayı bir başına özgür olduğunu henüz bilmezler; bilmedikleri için de kendileri de özgür değildir. Bildikleri sadece şudur: Bir kişi özgürdür; bu yüzden de böyle bir özgürlük, sadece keyfilik, vahşilik, tutkuların sönüklüğü ya da yumuşaklığı ve sıradanlığını içerir; yine böyle bir özgürlük sadece doğal bir durum ya da keyfiliktir. Bu tek kişi bu yüzden sadece bir despottur ve özgür bir adam değildir.”61 Doğu ve Müslümanlara tarihte var olma hakkını bile verme niyetinde olan Hegel için, “Doğu’da ışık içi değil, dışı aydınlatır. Tarihte büyük ölçüde tarihten yoksundur; çünkü Doğu’da tarih, görkemli çöküşün yinelenmesinden ibarettir.”62 Araplardan kaynaklanan ve sınırsız ve belirsiz genelliğe, bir başka anlatımla, soyut ve her şeyi kapsayan teke bağımlılaşmaya dayanmayı Muhammedanizm olarak isimlendiren Hegel düşüncesi, bu dinin insana inancını mutlaklaştırmaktan başka bir seçenek bırakmadığını iddia eder. Bu yüzden de Hegel’egöre, Muhammedanizmde ‘en büyük kazanım, inancı uğruna ölmektir.’ Bir başka ifadeyle ‘cihattır.’ Arap tini/düşünü oldukça yalındır. Biçimsizlik burada yurdundadır; çünkü ‘çöllerde oluşturulabilecek veya biçimlendirilebilecek bir şey yoktur’. 59 60 61 62 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 106-107. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 108. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 112. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 116. 61 62 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Çoğu Batılı filozof ve düşünür gibi Hegel de, İslâm ile kılıç ve savaşı özdeşleştirme çabası içerisindedir. Ona göre, Muhammedanizmin bir başka özelliği ‘hızlı ve korkunç fetihçilik ve yayılmacılıktır’. Arap fetihçiliği, Hz. Muhammet döneminden başlamıştır. Bu ‘korkunç fetihler’, hem Doğu’ya, hem de Batı’ya yönelmiştir. Muhammetçilerde ‘soyutluk egemendir; çünkü amaçları soyut hizmeti gerçekleştirmektir.’ Muhammetçiler, Müslümanlar, ‘büyük bir coşkuyla bu soyut hizmet için uğraşırlar.’ Bu izahların ardından Hegel, sonuç önermesini haykırır: ‘Bu büyük coşku, fanatizmdir’63“Muhammetçi Doğu’nun coşkusu soyuttur, soyut olduğu için de her şeyi kapsayıcı, hiçbir şeyin durduramadığı ve kendisini hiçbir şeyle sınırlamayan, hiçbir şey gereksinmeyen bir coşkudur.”64 Zihninde yerleştirdiği ve var oluş hakkı tanıdığı İslâm coğrafyasının durumu, Hegel için, yaşadığı zamanda ideal bir konumdadır: “Şimdilerde Asya ve Afrika’ya geri kovulan ve Hıristiyan güçlerin kıskançlığından ötürü, yalnızca Avrupa’nın bir köşesinde kendisine göz yumulan İslâm, artık dünya tarihinin zemininden çıkıp yok olmuştur ve Doğu rahatlığına ve sükûnetine geri dönmüştür.65 Marx ve Engels: Doğu’nun Barbarları Osmanlılar/Türklerdir Batı entelijansiyasının “barbarlık ve Doğu” şeklinde yaptığı kodlama ve formatlamayı devam ettiren Marx ve Engels’e göre, “Osmanlı topraklardaki ‘her türlü uygarlığın gerçek dayanağı kentlerdeki Yunan ve Slav burjuvazisidir. Bütün Türkler Avrupa’dan uzaklaştırılsa bile ticaret ve uygarlık bundan zarar görmez. Türkler, uygarlığın önünde engel oluşturduklarından, ortadan kaldırılmalıdır.” Marx ve Engels’in düşüncesine göre, Bizans/Yunan “Batı uygarlığı”, Osmanlı/Türk ise “Doğu barbarlığı” ile özdeştir. Bunun yanı sıra Marx, İstanbul’u “Doğu ile Batı arasında altın bir köprü” olarak kabul eder. Ona göre, “Batı uygarlığı, aynı güneş gibi, bu köprüden geçmeden dünya etrafından dönemez. Dünya etrafında dönemediği gibi, Rusya’yla savaşmaksızın bu köprüyü geçemez.”66 63 64 65 66 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 120-121. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 122-123. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 124. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, (Önsöz, XXIII). İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri Engels: Türkler Ortadan Kaldırılmalıdır Türkler ve Osmanlıları birbirleri yerine kullanan Engels, Osmanlı İmparatorluğu’nun var olan durumunun korunmasını, ‘ölü bir atın leşinin tümüyle çürümeden önce, içinde bulunduğu çürüme sürecinin belli bir aşamasında durdurulmak’ istenmesine benzetir.Benzetmeyi şu düşünceler takip eder: “Şimdiki Avrupa güçler dengesi sistemi ve statüko korunduğu sürece, Türkiye çürümektedir ve giderek daha fazla çürüyecektir. Ayrıca, Türkiye kokuşmakta olan her maddenin çevresine hidrokarbon ve güzel kokulu gazlar salması gibi, bütün kongrelere, tutanaklara ve ültimatomlara karşın, her yıl diplomatik güçlükler ve uluslararası kargaşalar konusunda payına düşeni yapacaktır.”67 Engels’e göre, “Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunduğu bütün gücün odak noktası, Asya Türkiye’sidir. Dört yüz yıldan beri Türklerin esas olarak yaşadığı Küçük Asya ve Ermenistan, Viyana surlarını tehdit eden ordulardan başlayarak, Kulevça’daDiebitç tarafından pek de becerikli olmayan manevralarla dağıtılan orduları oluşturan askerlerin toplandığı kaynaktır.”68 “Gerçek şu ki, Türkler ortadan kaldırılmalıdır”69 diyen Engels’e göre, İsviçreli çobanlar, Avrupa’nın en az uygarlaşmış topluluğunu oluşturmalarına karşın, ‘Türkler gibi kafa ve kulak kesmezler.’70 Marx: Yabancılar Müslüman Ülkesinde Seyahat Edemez ve Ticaret Yapamazlar Müslümanları ötekiler ve “düşman” şeklinde konumlandıran Marx’a göre, “Kur’ân ve ona dayalı Müslüman yargısı, çeşitli halkların coğrafya ve etnografyasını, inananlar ve inanmayanlar biçiminde yalın ve rahat bir ikili ayrıma indirger. İnanmayan, ‘harbi’, bir başka deyişle, düşmandır. İslâm, inanmayanlar topluluğunu küçümser. Müslümanlarla inanmayanlar arasında sürekli bir düşmanlık durumu yaratır. Berberi devletlerin (Fas, Tunus ve Cezayir) haydut gemileri bu anlamda İslâm’ın kutsal filosuydu. Durum böyle olunca, Babıâli’nin imparatorluğunda Hıristiyanların varlığı Kur’ân’la nasıl bağdaşabilir?”71 67 68 69 70 71 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 152. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 154. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 171. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 179. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 305. 63 64 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri İslâm’ın kitabına referanslarla düşmanlık ve saldırganlığını ifade eden Marx için, “Kur’ân her yabancıyı düşman olarak açıkladığı için, hiç kimse gerekli güvenlik önlemlerini almaksızın, bir Müslüman ülkesinde ortaya çıkmaya cesaret edemez. Böyle bir halkla ticaret yapma rizikosunu göze alan Avrupalı ticaret erbabı, ilk başlarda kendileri için olağandışı koşullar ve ayrıcalıklar sağlamayı denediler ve daha sonra da bunları kendi uluslarını kapsayacak biçimde genişlettiler. Kapitülasyonların kökeni de buradadır.”72 Nietzsche; İskender, Sezar, Muhammed ve Napolyon’u mukayese eder: “Kutsal yalanın Konfüçyüs’e, Mani yasasına, Muhammed’e ve Hıristiyan kilisesine özgü” olduğunu vurgular.77 Nihayetinde Nietzsche, İslâm’ın ilke ve prensiplerini eksik, yetersiz ve karşılığı olmayan yasalar olarak nitelendirir: “Muhammedin Yasası, egemen sınıfların kötürüm bir ürünüdür.”78 Müslüman ve Dogu’ya yönelik tahkir ve aşağılamalarında sınır tanımayan Marx’a göre, “en yoksul Mağribi bile yürürken ya da dururken doğal, hoş ve saygın tutumunu koruma ve giysilere sarınma sanatında en büyük Avrupalı komedyeni geride bırakır.”73 Aslında İslâm ve Müslümanlara karşı müspet bir tavır içinde olduğu düşünülen Goethe de, ‘öteki’leştirmeyi tahkir ve küçük görme refleksleriyle gerçekleştirir: “Bir insan eğlenceli bir kış akşamı Türk kılığında maskeli bir baloya gidebilir. Fakat bu insan bir yıl boyunca bu kılıkta ortalıkta dolaşsa, o insana ne gözle bakarız?” Nietzsche: Muhammed’in Yasası, Egemen Sınıfların Kötürüm Bir Ürünüdür Kan ve ıstırabı, sadece Müslüman coğrafyaya getirmekle kalmayan Haçlı Seferleri, aynı zamanda Hıristiyan şehirleri de talan eden (1204’de Konstantin’de olduğu gibi) bir anlayış içirişinde zulmü yaymıştır. Ancak Goethe gibi şair bu zulüm ve kan seferlerinin iyi bir yönüne keşfeder: “Haçlı seferlerinin en iyi yönü, Türkleri sürekli zayıflatması ve onların Avrupa’nın efendisi olmalarını önlemiş olmasıdır.”79 Düşünsel anlamda Avrupa insanın Asyalıya karşı üstünlük ve faziletlerinin peşinde olan Nietzsche’ye göre, “Avrupalıların Asyalılara karşı üstünlükleri, okul yoluyla öğretilen yetenektedir/yeterliliktedir. Bu yeteneğe göre, Avrupalılar, inandıkları şeyin nedenlerini açıklayabilirler. Asyalılarsa böyle bir yetenekten yoksundur. Avrupa tutarlı ve eleştirel düşünme okuluna yönelmiştir. Buna karşın, Asya henüz hakikat ile uydurmayı birbirinden ayırmayı bilmez. Kanılarının öz gözlemlerden ve düzenli düşünmeden mi, yoksu fantezilerden mi kaynaklandığının bilincinde değildir. Okuldaki akıl, Avrupa’yı Avrupa yapmıştır. Avrupa Ortaçağda Asya’nın bir parçası ve önemsiz bir eki olma yolundaydı; bir başka deyişle, Yunanlılara borçlu olduğu bilimsel kavrayışı yitirme yolundaydı.”74 Bir kültür kavramı olarak kullanılan Avrupa, Nietzsche’ye göre, ‘ortak geçmişleri Yunanlılarda, Romalılarda, Yahudilerde ve Hıristiyanlıkta bulunan halklar ve halk parçacıklarından oluşur.75 ‘Seçilmiş ve üstün’ Batı(lı) vurgusuyla Nietzsce, ayrılacaklı bir toplum ve insan grubu olduğunun hazzını yaşar: “Biz iyi Avrupalılarız; zengin, birikmiş Avrupa düşününün bir sonucu olan Avrupa’nın mirasçılarıyız.”76 72 73 74 75 76 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 308. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 441. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 495. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 499. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 512. Goethe: Haçlı Seferlerinin İyi Yönü: Türklerin Zayıflamasıdır FriedrichSchiller: Dinsiz Doğu, Haç’a Saygı Duymuyor Doğu’yu dinsiz olarak gören Schiller için Doğu ve Osmanlı yok edici, kan ve şiddetin yegane temsilcisidir: “Malta çevrilmiştir; yıldırım yüklü gemilerin oluşturduğu bir kemer Malta’yı kuşatmakta ve adayı giderek daha fazla sıkmaktadır. Dinsiz Doğu, Haç’a saygı duymayan bütün inançsız/kafir halklarını bu adanın üzerine dökmektedir.” “ Sipahi atını tarlaya sürüyor; öbürü yakıyor; Yeniçeri kuşatıyor; lağımcı toprağı eşiyor…”80 Victor Hugo: Asya’nın Sultanları Zalimdir Hürriyet ve hümanizmin önde gelen düşünürlerinden Victor Hugo, Özgürlük adlı şiirinin sonlarında Osmanlı, İslam ve Hz. Muhammed üze- 77 78 79 80 Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 518. Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, 519. Onur Bilge Kula, Batı Edebiyatında Oryantalizm, İstanbul 2011, 434. Kula, Batı Edebiyatında Oryantalizm, 457-458. 65 66 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu rinden ‘düşmanını bulmanın” ve ona haksız yere saldırmanın huzur ve zevkiyle şunları söyler: İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri Frenklerin soyuna ölüm, krallarına ölüm! Gelin, hepimiz toplanın buraya sipahiler/timar sahipleri Zalimlerin sırtını sıvazlamak mı, geçti! Bahis yalanı gibi! Atın kendinizi savaş karmaşasına ellerinizde hançerler ve silahlar, Afrika’nın, Asya’nın sultanları sizlere zalim denir, değil mi? Süsünüz, boynuz/kornolar, sarıklar ve altın eyerli atlar Ne kadar yumuşak hükmediyorsunuz, zincirleriniz ne kadar hafif, Osman, Ertuğrul’un oğlu, soyunuz ve önderimizdir! Bu cellatları tanıyan biri için! Sen, gururunla, sen vahşi bakışınla benze ona! Paşalarınıza ilerlemeyen siz alçaklar, övün, Başımız savaş isteğiyle yanıp yakıla! Etiyopyalı hadımları, Alacağımız seni, gök mavisi kubbeli kent, Kendi seçimleriyle değil, başkası tarafından sakat bırakılanları! Setinah, derler tatlım, barbarlar sana, Övün, haremde dolaşan kambur dilsizleri, Vahşi dillerinde Atina!82 Efendisine gerdanlarını/boyunlarını sessizce uzatan, Victor Hugo: Muhammet’in Kanlı Öğretisine Tanrı ve İnsan düşmandır. Ve gürültüsüz ve eziyetsiz yere yatan Kadın köleleri! Sultan’ın sarayı yeşim ve porfir taşlarıyla parılmaktadır, Erguvanı ve altını ve amberi ve mercanı ayaklar altına almaktadır, Yüz kadın bile ondan bir kezlik gülümseme koparamamaktadır. Majesteleri küçümseyen tavırlarla halka aklına düşeni buyurmaktadır. Sultanın konutunda yanan meşaleler artmaktadır. Zamanımızda Hz. Muhammed’i kan ve terörün temsilcisi olarak nitelendiren Batılı düşünür ve entelektüellerin, kendilerinin beslendiği fikirlerin kaynak ve köklerini gösteren/ispatlayan Victor Hugo’nun şu ifadeleri önem arz etmektedir: Ey, kardeş Muhammet, ona bir damla merhamet göster! Muhammet’in kanlı öğretisine Tanrı ve insan düşmandır, Bakışı, gökyüzünün sevecen ışığına kapalıdır. Gecenin rüzgârının ateşlediği yangın kısa sürede Kanlı kafataslarıyla çevrilmiştir sultanın tacı, Dört yanı sarmaktadır. Elbette ki bu yüzden güvenli gelmiyordur ona tahtı; Bahtiyar halkın yaşamı, vezirler için sadece bir oyuncaktır, Belki de bu denli acımasız değildir. Zehirli dumanlar yüzüne ölüm savurmaktadır. Bahtsız adam! Hep korkuyla çevrilidir, Bahtiyar halk, korkuyla demir boyunduruğun altına sığınmaktadır…81 Tatsız dünya yaşamını lanetlemektedir. “El-mugavirlerin savaş çığlığı, …….. Demir, uyan! Ve feryatlarımızsın ey Hıristiyan Avrupa! Savaş, savaş ve Muhammet! İleri! Köpeklerdir yaklaşan, İyice duy! Bizim için vuruşmadı mı geçmiş zamanda Ganimet için insanlara uykuda saldıran! Kutsal Louis ve yiğit şövalyeler ordusu? Görüyor musunuz, utanmazları atları dörtnala koşturan? Seç artık, kimin ayakları altına serilecek dünya, Peygamberin halkı, vurun hepsini, ezin, Kurtarıcının ve Haç’ın mı, Ömer’in ve kılıcın mı, Beyinleri şaraptan esrikleşmiş duman salan, Sarığın mı, kutsal ışığın mı yoksa?83 Erkekler, sadece tek bir kadını olan, 81 Kula, Batı Edebiyatında Oryantalizm, 504. 82 Kula, Batı Edebiyatında Oryantalizm, 526-527. 83 Kula, Batı Edebiyatında Oryantalizm, 527 vd. 67 68 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Auguste Comte: İslâm, Yönetenlerin Dinidir Hıristiyanlık gibi İslâm’ı da insanlığın eğitiminde zorunlu bir aşama olarak dikkate alan Auguste Comte’a göre, her iki din de monoteizme ve feodalizme ilişkin iki ilkeyle aynı aşamaya, “orta” döneme aittirler. Hıristiyanlık yönetilenlerin dinidir ve itaat disiplini vazetmiştir; buna karşılık İslâm, yönetenlerin dinidir ve emir disiplinini vazetmiştir. Kimi bakımlardan İslâm insan ilerlemesine Hıristiyanlıktan daha uygundur. Ne bir teokrasiye, ne de karmaşık akide ve doktrinlere sahiptir ve dolayısıyla bir insanın kendisini ondan özgür kılması daha kolaydır ve tebaalarına, –sözgelimi Greklere– yoksun oldukları bir toplumsal disiplin kazandırmıştır. Fakat nihaî aşamada ne İslâm ne de kadim düşmanı Katolik Hıristiyanlık, evrensel bir din olabilirdi: Bunların arasındaki uzun çatışmalar, hareket kabiliyetlerinin tamamen yok olmasıyla, her iki tarafın da tükenmesiyle sonuçlanmıştır. Bu durum nihaî bilimsel düşünce, endüstriyel faaliyet ve pozitif din çağının gelişini mümkün hale getirmiştir.84 Ernest Renan: Müslüman Bir Bilim Adamı Gibi Bir Şey Asla Olmamıştır Bir grup Hıristiyan, İslâm’ı Müslümanlara saldırmak için kullansa da, İslâm artık daha çok, insan ilerlemesinin önünü tıkayan, akıldışı ve geleneksel güçlere saldırmak amacıyla ilerleme taraftarlarınca kullanılmaktadır. Sözgelimi 1883’te Ernest Renan, İslâm ve bilim üzerine meşhur bir konferans vermiş ve burada bu ikisinin birbirleriyle bağdaşmadığını savunmuştur: “Doğu’da veya Afrika’da bulunmuş olan herhangi bir kimse, Müslümanların dar görüşlü ruhuyla, bilime gözünü kulağını mutlak bir biçimde kapatmasını sağlayarak herhangi bir şey öğrenme ya da yeni bir fikre kendisini açma imkanından yoksun bırakan, kafasını kuşatan ve gözlerini kapatan bu tür demir halkayla karşılayacak ve irkilecektir.”85 İslâm’ı açık bir dille eleştiren Renan, İslâm’ın diğer dinlerden daha fazla insanları bu demir halkanın içinde hapsettiğine ileri sürüyordu. Bununla beraber, yazdıklarında çeşitli “Semitik” inançların reddine ve “eleştirel ruhtan bağımsız bir biçimde gelişmiş olan dini geleneklere inanmanın imkânsızlığına” dair açık bir ima bulunmaktaydı.86 84 Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 93. 85 Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 28-29. 86 Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 29. İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri İslam ile Müslümanın, akıl ve üretmeyle beraber olamayacağını ideolojik bir önyargıyla savunan Renan’a göre, tarihin itici gücü ırk ruhudur ve temel ayrım, dinî topluluklar arasında değil, aksine kendine ırklar arasındadır. Hıristiyanlık ve İslâm her biri kendine özgü mantaliteye sahip olan iki farklı ırkın ürünüdürler. İslâm semitik zihin durumunun karakteristik ürünüydü. O aklın kullanılmasına engel olan, bilimin gelişmesini engelleyen bir dindi. Yüksek ideallerle insan kalbine ruh verme amacının ötesine geçmelerine, insan düşüncesine ve hareketine hükmetmelerine izin verildiğinde bütün dinlerin bunu yaptıkları doğru olmakla birlikte İslâm bunu, özel bir tarzda yapmaktaydı. Onun toplumu “ilerlemeye karşıt fikir, sözde bir vahye dayanan aklın dayattığı bir devlet ve toplumu yöneten bir dogma” üzerine kurulmuştur. Müslüman bir bilim adamı gibi bir şey asla olmamıştır. Bilim gerçekten üretilmiştir ve İslâm toplumunda hoşgörü ile karşılanmıştır, ancak bilim adamları ve filozoflar gerçekten Müslüman değillerdi. İslâm düşüncesinin ihtişamlı çağı Abbasî dönemindeydi. Ancak Abbasî halifelerinin kendileri pek de inançlı kimseler değillerdi. Saraylarının ve imparatorluklarının kültürü tam olarak Müslüman olmamış olan ve kabul etmeye zorlandıkları dine karşı derin bir başkaldırı ve nefret içinde olan insanlar tarafından üretilmiş, bir “yeniden canlandırılmış” Sasanî kültürüydü. “Arap” felsefesi ve bilim ancak dil itibariyle Araplara özgüydü. “Arap” felsefesi ve bilimi ancak dil itibariyle Araplara özgüydü ve ruh itibariyle “Greko-Sasanî” idi.87 Schlegel: İslâm, “İnançsız Bir Peygamber” Tarafından Vazedilen “Boş Bir Kibir ve Anlamsız Bir Gurur” Diniydi İslâm’ı ve onun peygamberi Hz. Muhammed’i yok sayan bir anlayışın temsilcisi olan Scehlegel, Philosophy of History isimli eserinde büründüğü dil, tarihi “akımlar”ın dili de olsa, aslen geleneksel bir görüşü seslendirmiştir. Ona göre İslâm, “inançsız bir peygamber” tarafından vazedilen “boş bir kibir ve anlamsız bir gurur” diniydi. Bütün insanların akılla ulaşabileceği “doğal din” dolayısıyla olumlu bir içeriğe sahip olan İslâm, bütün kurtuluş unsurlarını –uzlaşma, merhamet, sevgi, saadet–göz ardı etmiştir. Bu sebeple bir medeniyet ortaya koyamamıştır. Yönetim sistemi insanlığı sefih, korkunç bir devletin otoritesine boyun eğdiren İslâm, “ruhanî ve 87 Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 98. 69 70 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu maddî otoritenin Hıristiyan karşıtı bir karışımından ibarettir ve yakıp yok edici coşkuyla, fethettiği ülkelerdeki antikitenin bütün kalıntısını ve daha yüksek bir uygarlığın her türlü kırıntısını ortadan kaldırmıştır.”88 Newman: Selçuklu Türkleri “İnsan Irkları Arasındaki Büyük Bir Mesih Düşmanı Oldular” Batı’lı aklın sürekli olarak bağ ve ilişki kurduğu Türkler ve barbarlık söylemi, Newman’ın dilinde de gerçekleşir. Lectures on the History of Turks isimli eserinde, hilafet ve Türkler arasında ilişki kuran Newman’a göre “hilafet, vicdan, tutku ve hissiyatı örgütlemeye ve muktedir ortak bir aklî ilke üzerine bina edilmiştir. Fakat aynı şey halifeliği devralan Türkler için söz konusu değildir. Türkler, yiğitlik, güvenirlilik, doğruluk, adalet hissi, itidal ve nezaket gibi sahici erdemlere sahip olmalarına rağmen esas itibariyle barbardılar. Manevî hayattan, aklî ilkelerden ve entelektüel disiplinden yoksun olan Türkler, İslâm’a hiçbir şey eklemedikleri gibi, Hıristiyanlığa da yardımları dokumamıştır. Barbar erdemleri hakikatin hizmetine sunabilirlerdi: On birinci yüzyılda doğuya ya da batıya yönelmek, Tanrı’ya da ya da şeytana karşı gelmek hususunda bir tercih yapmak zorundaydılar. Yanlış seçim yaptılar ve o sebeple Selçuklu Türkleri “insan ırkları arasındaki büyük bir Mesih düşmanı oldular.”89 Sonuç olarak Batılı filozof ve düşünürlerin Doğu, İslâm ve Hz. Muhammed ile ilgili önyargı, itham ve iddiaları, günümüzde yaşananların fikrî ve eylemsel köklerini bize göstermektedir/sunmaktadır. Batılı entelijansiyanın daha donanımlı, ön yargısız ve objektif değerlendirmeler yerine saldırgan, suçlayıcı ve tanımlayıcı tavır ve üslup içerisinde bulunması dikkat çekici ve kaygılandırıcıdır. Kaygıların yersiz olmadığını bize gösteren çok sayıda örnekle karşılaşmak mümkündür. Bunlardan bazı örnekler verilecektir: Gerçek faillerinin kimler ve hangi güçlerin olduğu hâlâ meçhul olan 11 Eylül faciasından sonra, Amerika ve Avrupa’da, bu korkunç eylem, barış (selam) dini olan İslâm’a ve mensuplarına mal edilerek İslâm ve Müslüman aleyhtarlığı için bir malzeme olarak kullanılmaktadır.90Bu durumun yansımalarını/tezâhürlerini aşağıdaki örneklerde görmek mümkündür: 88 Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 60. 89 Hourani, Avrupa ve Orta doğu, 61. 90 Bkz. Gündüz, Küresel Sorunlar ve Din, 9-25; Mamdani, İyi Müslüman Kötü Müslüman (Amerika, Soğuk Savaş ve Terörün Kökenleri), çev: Sevinç Altınçekiç, İstanbul 2005; LeonardSwid- İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri Yakın zamanda ABD’de İslâm ve Müslüman imajını ortaya koyan dikkat çekici aktüel bir olay gerçekleşti. “2003 yılında “Ne zaman ABD askerlerine bir saldırı olursa, en yakın camiye koşmalı ve karşılaştığınız ilk beş Müslümanı öldürmeliyiz’ çağrısını yapan bir mektubu yayınlayan Tuscan gazetesine, Ali W. Elleithee ve Veliyüddin S. Abdürrahim isimli iki kişi tarafından dava açılmıştı. Müslüman olan bu iki davacı, mektubun bir “Saldırı ve duygusal acıya sebep olan kasıtlı bir davranış” olduğu iddiasıyla mahkemeye başvurmuştu. Bu iddia, bir alt mahkeme tarafından reddedilirken davacılar, bir üst mahkeme olan Arizona Yüksek Mahkemesi’ne başvurmuşlardı. Arizona Yüksek Mahkemesi, Irak’ta Amerikan askerlerini öldürdüklerinden dolayı misilleme yapmaları için halkı Müslümanları öldürmeye çağıran bir mektubu yayınlayan gazetenin bundan sorumlu tutulamayacağı kararını verdi. Mahkemede yapılan oylamada 0’a karşı 5 oy ile kabul edilen kararda TusconCitizen gazetesinin, ABD Anayasası’nın Birinci Karar Değişikliği tarafından korunduğuna ve Aralık 2003 yılında yayınladığı bu mektup yüzünden suçlanamayacağına hükmedildi. Mahkeme, gazetenin editörüne gönderilen mektubun “Politik söylemlerin korunması için genel kural olan 1. Karar Değişikliği’nin dışında olmadığına’ karar verdiğini açıklarken davayı, Pima Bölgesi Yüksek Mahkemesi’ne geri gönderdi ve kararın değiştirilmeden uygulanmasını istedi.”91 Bu çerçevede kasıtlı ve bilinçli olarak Batı’da gündemde tutulan “İslamcı teröristler”, “kan içici köktenci Müslümanlar”, “terör dini”, “katil Muhammed” gibi sloganlarının önü alınamamaktadır. Bunlara iki örnek: Hollanda’da Yaşayan Müslümanlar Kur’ân’ın Yarısını Yırtıp Atmalılar a)“…Hollanda’da, göçmen karışıtı görüşleriyle tanınan milletvekili GeertWilders, İslâmiyet’e, Kur’ân’a ve Hz. Muhammed’e akıl almaz hakaretlerde bulundu. Wilders, Müslümanların zararlı söylemler içeren Kur’ân-ı Kerim’in bu bölümlerini yırtıp atması gerektiğini söyledi. Bir Hollanda gazetesine demeç veren Wilders, Hz. Muhammed hayatta olsaydı ve Hollanda’da yaşasaydı onu Hollanda’dan kovacağını da belirtti. “Bir İslâm tsunamisi ile karşı karşıyayız” diyen Wilders, başörtüsünün yasaklanmaler, “Yahudi-Hıristiyan-Müslüman Diyalogu 11 Eylül’den Sonra Mutlak Bir İhtiyaç”, çev: A. Dursun Karaca, İslâmiyât c. V, sayı: 3, 2002, 87-98; Ahmed Demirhan (derleyen), ABD, Terör ve İslam: 11 Eylül Üzerine, Ankara 2001; GregBankoff, “Regions of Risk: Western Discourses on TerrorismandtheSignificance of Islam”, Studies in ConflictandTerrorism, 2003 (26), 413-428 (“Risk Bölgeleri: Batının Terör Üzerine Görüşleri ve İslâm’ın Yeri”, çev: Şahin Gürsoy-Hakkı Karaşahin, Dinî Araştırmalar, c. 7, sayı: 20, Eylül-Aralık 2004, 377-386). 91 Bkz. Yeni Şafak, 3 Temmuz 2005, 11. 71 72 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu sını, Hollanda’da göçmen kabul edilmesini ve yeni camiler yapılmasına izin verilmemesini de savundu. Kur’ân’ı okuduğunu belirten Wilders, “Eğer Müslümanlar Hollanda’da yaşamak istiyorlarsa, Kur’ân’ın yarısını yırtıp atmalılar, çünkü Kur’ân’da korkunç şeyler söylendiğini biliyorum” ifadesini kullandı.”92 Kur’ân Şiddeti Teşvik Ediyor b) “…Danimarka’da Kur’ân-ı Kerim için, ‘şiddeti teşvik’ gerekçesiyle suç duyurusunda bulunuldu. Danimarka’da Türkçe yayımlanan “Haber” gazetesinin, Politiken gazetesinden aktardığı habere göre, ‘Danimarka’nın İslamlaştırılmasına Son (Stop Islamisering af Danmark) “ adlı örgüt, Danimarka polisine Kur’ân hakkında suç duyurusunda bulundu. Suç duyurusunda, Kur’ân’ı Kerim’in şiddeti öven ve şiddeti teşvik eden bölümler içerdiği ve bunun Danimarka anayasasına aykırı olduğu iddia edildi. Dernek başkanı AndersGravers, şikayet dilekçesinin bir kopyasının el Cezire televizyonuna ve Danimarka’daki Müslüman ülke elçiliklerine gönderildiğini de bildirdi. Danimarka anayasasında bulunan ‘şiddet kullanan, kullanmasını teşvik eden dernekler yasa yoluyla kapatılır’ maddesinin Danimarka’daki camileri de kapsadığını öne süren dernek, Adalet Bakanı’ndan da, Kur’ân’daki şiddete teşvik eden bölümlerin Danimarka’da okunmasını yasaklamasını talep etti.”93 Papa’nın Konuşması: Muhammed’in Tebliğ Ettiği İnanç, Kılıç Zoruyla Yayılmasını Emreder Papa XVI. Benediktus’un 12 Eylül 2006 günü Regensburg Üniversitesi’nde yaptığıkonuşmadır. Papa’nın konuşması ve yol açtığı tepkiler, İslâm dünyasıyla Batı arasındaki ilişkilerin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Şiddet ve terörizmin İslâm’la neredeyse özdeşleştirildiği günümüzde, böyle bir konuşmanın Katolik Kilisesi’nin ruhanî liderinin gelmesi hem şaşırtıcı hem de üzüntü vericidir. Papa’nın konuşmasında İslâm’a yaptığı atıfları kısaca hatırlayalım. Birincisi, son Bizans imparatorlarından Manuel II. Paleologus’Tan naklettiği şu söz: “Muhammed yeni ne getirmiş, bana göster. Burada sadece şer ve gayri insanî şeylerin olduğunu görüyoruz. Muhammed’in tebliğ ettiği inancın kılıç zoruyla yayılmasını emretmesi bunlardan sadece biri”. Bu 92 Bkz.Yeni Şafak, 15 Şubat 2007, 8. 93 Bkz. Yeni Şafak, 25 Şubat 2007, 6. İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri iddiayı aktardıktan sonra Papa şu yorumu yapıyor. “İmparator daha sonra inancı zorlama yoluyla yaymanın neden akıl karşıtı bir şey olduğunu açıklamaya devam eder. Şiddet Tanrı’nın ve insanın tabiatına aykırıdır. Papa’ya göre, “Avrupa coğrafya değil, ortak bir inanç üzerine kurulu” bir idealdir. Papa, Türkiye’nin AB üyeliğine de bu temel üzerinden karşı çıkar. Türkiye gibi Müslüman bir ülkenin Avrapa’nın din ve maneviyat haritasında yeni yok. Öte yandan Avrupa’yı Avrupa yapan bilimsel araştırma ruhunun Doğu’dan değil, Yunan’dan geldiğini söyleyen Papa, Yunan rasyonalitesiyle Hıristiyan inancının tarihî buluşmasını, Batı medeniyetini ortaya çıkaran asıl mucize olarak görüyor. Papa’ya göre, Hıristiyanlık Yunan’ın değil de Doğu’nun felsefî etkisi altında kalsaydı, Avrupa medeniyetinin temellerinden biri eksik kalırdı.94 Papa XVI. Benediktus’la ölümüne kadar periyodik olarak görüşen İtalyan gazeteci OriannaFallaci gibi seslere kulak verecek olursak, Avrupa çok kültürlülük ve arada yaşama gibi sloganlar altında Avrupalılık iddiasından vazgeçmek üzere. Öfke ve Gurur kitabının yazarı Fallaci’ye göre bu, Avrupa’nın sonu demek. “Çok çok, ama çok öfkeliyim!” diyen Fallaci’ye göre, Avrupa’nın sonu demek. “Çok çok, ama çok öfkeliyim!” diyen Fallaci, Avrupa’nın ayağa kalkmasını, Batı’yı savunmasını istiyor ve ekliyor: “ (11 Eylül, Madrid ve Londra’daki) Terörist eylemleri yapanların ve onlara göz yuman solcu aydınların yüzüne tükürüyorum.” Fallaci bu ırkçılık travmasında yalnız değildir. 2002 yılında öldürülen Hollandalı siyasetçi Pim Foytun, Fallaci kampının tipik örneklerinden biriydi. Homoseksüel olduğunu açıkça ilan eden Foytun, İslâm ve Müslüman göçmenin Hollanda’ya girmesine izin vermem” diyor ve ekliyordu: “Ben, İslâm’a karşı soğuk savaşın sürdürülmesinden yanayım”. Fayton 2002 yılında, Hollanda seçimlerine bir hafta kala çevreci bir aktivist tarafından öldürüldüğünde, bu olay Hollanda’da bir şok etkisi yarattı.95 Özetle, Batı’da, özellikle ABD’deki yazılı ve görsel medyanın İslâm, Müslümanlar ve Hz. Muhammed konularında manipülasyona ne kadar açık olduğunu ve bunlarla ilgili haberlerin kimler tarafından nasıl şekillenip ambalajlandığını, Edward Said bir araştırma ve inceleme ürünü olan önemli eserinde (Haberler Ağında İslâm) tüm çıplaklığıyla ortaya 94 Kalın, İslâm ve Batı, 150-151. 95 Kalın, İslâm ve Batı, 151-152. 73 74 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu koymaktadır.96 Müslümanlar olarak şunun da farkındayız ki, kasıtlı olarak gündemde yer bulan yukarıdaki benzeri sloganlar dünyada başka hiçbir din ve mensubu için kullanılmamaktadır. Konu, düşünülmesi ve üzerinde dikkatle durulması gereken bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. 96 Bkz. Edward Said, Haberler Ağında İslâm, çev: Alev Alatlı, İstanbul 1984; ayrıca Batı’daki İslâm ve Müslüman imajları için bkz. Rodinson, Hazreti Muhammed, 195-202; OlivierRoy, Küreselleşen İslâm, çev: Haldun Bayrı, İstanbul 2003; Bernard Lewis, İslâm’ın Siyasal Dili, çev: Fatih Taşar, Kayseri 1992; Cemal Tosun, “Küreselleşme, Din ve (İslamcı!) Terör”, Dinî Araştırmalar, c. 7, sayı: 20, Eylül-Aralık 2004, 13-18; Recep Kılıç, “Din ve Terör Özel Sayısı Hakkında”, Dinî Araştırmalar, c. 7, sayı: 20, Eylül-Aralık 2004, 7-8; Nahide Bozkurt, “Terör ve Şiddet Bağlamında Kullanılan Rivayetlerin Yorumlanması Üzerine…”, Dinî Araştırmalar, c. 7, sayı: 20, Eylül-Aralık 2004, 131139; A. RashiedOmar, “IslamandViolance”, EcumenicalReview, v. 55, issue 2, April 2003 (“İslâm ve Şiddet”, çev: Yusuf Gökalp, Dinî Araştırmalar, c. 7, sayı: 20, Eylül-Aralık, 355-360). İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri 5 SAYFA ÖZCAN HIDIR 1 75 76 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu 5 SAYFA ÖZCAN HIDIR 2 İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri 5 SAYFA ÖZCAN HIDIR 3 77 78 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu 5 SAYFA ÖZCAN HIDIR 4 İslamofobi’nin Felsefî Kökenleri 5 SAYFA ÖZCAN HIDIR 5 79 80 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Balkanlarda İslamofobi 5 SAYFA ÖZCAN HIDIR 6 Balkanlarda İslamofobi YRD.DOÇ.DR. RAHMAN ADEMİ ÇANKIRI KARATEKİN ÜNİVERSİTESİ Balkanlarda ve hatta Avrupa’daki islamofobinin esas sebebi kuşkusuz Türklerdir. Arap Müslümanları hakkında son zamanlarda bu hususta suni bir şekilde yaratılan imaj, islamofobi algısının sadece daha da yaygınlaşmasını sağladı. Özellikle son senelerde sanki Müslümanlar Filistin, Irak, Afganistan, Kafkaslar, balkanlar ve yaşadıkları diğer yerlerde huzuru bozmuş, kimselerle geçinmeyerek insanları öldürüyormuş gibi yanıltma faaliyetleri yürütülmektedir. Ne var ki bütün bunlar batılıların zihninde var olan “barbar Müslüman” algısının bir tezahürü olup, sahip oldukları ve insanlığı birkaç defa toptan yok edebilecek silahları sayesinde Müslüman ülkelere “demokrasi” götürmeye kararlı görünmektedirler. Öte taraftan dünya barışı ve işbirliğini geliştirmesi gereken başta Birleşmiş Milletler gibi uluslar arası kurum ve kuruluşlar da, aslında dünyayı kana bulayan güçlerle işbirliği halinde ve hakikaten dünya medeniyetine muazzam katkısı olan ve onların işbirlikçisi olmayan bir dinin mensuplarının neredeyse tamamını şeytanlaştıran faaliyetlere adeta göz yummaktadırlar. Batılılar, Hz. Peygamber’in gerek “Medine Vesikası”, gerekse “Veda Haccı”ndaki konuşması insan hakları evrensel kaynaklar ve değerler arasına katmazlar. Onun vefatı sonrasında yapılan ilk serbest seçim sonucu Hz. Ebu Bekir’in halife olarak seçilmesi de günümüz demokrasi anlayışı bakımından herhangi bir kaynak veya örnek teşkil etmez. Aksi- 81 82 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu ne 16. asırda ki Protestan düşüncesinin mimarları olan ve esasında Kilise Babalarının otoritesine karşı çıkan Martin Luter, Ulrich Zwiling ve John Calvin’in bu konudaki faaliyet ve düşünceleri dikkate alınır. Müslümanlar 754 senesindeki Talas Savaşı sonrasında Uygur Türklerinden aldıkları matbaa ve kağıt üretme teknolojisini, Hindistan’dan aldıkları “o” rakamını Matematik ilmine dahil edip dünya bilim dünyasına sunmuşlardı. Ancak Avrupalı tarih yazıcılığında bütün bunlara yer yoktur. Şaka gibi bir şey! Bin seneden fazla süren ve Müslümanların dünya sahnesinde hakim oldukları bir dönem basitçe atlatılmaktadır. Avrupalılar matematik gelişmeleri içinde Euklid’ten başlayarak doğrudan Avrupa matematiğinin başlangıcına geçebiliyorlar.1 Dünya ilmine önemli katkıları olan İslam alimlerinin çoğuna, mesela İbn-ı Sina’ya Avicena, İbn-ı Rüşt’e Averroes, El-Heysem’e Alhazen, Abdullah el –Barani’ye de Albagetius ismini vererek bize göre bilinçli bir karartma gerçekleştirilmiştir. Bu insanların isimlerini değiştirerek, Müslümanların bilimle olan alakalarını kesmeye, bilim ile İslam’ın yan yana gelmesine müsaade etmemişler. Bu hususu basit bir dil zorluğundan kaynaklandığını düşünmek abestir. Müslüman terörist olarak algılanan Usame bin Laden, Molla Ömer, El-Kaide, Taliban, Hamas v.b. kişi ve örgütleri pekâlâ düzgün veya orijinalinden küçük bir dil sürçmesi sayılabilecek şekilde ifade edebilmektedirler. Böylece insanlık tarihine katkısı olmayan geri bir topluluğu “şeytanlaştırmak” daha da kolaylaştırılmış oldu. Bu şeytanlaştırma sayesinde batılılar, Müslümanlara karlı işledikleri tüm suç ve günahları gerekçelendirmiş oluyorlar. Danimarkalı bir gazetenin Hz. Peygamberi terörist olarak karikatürize etmesi hadisesini bu açıdan değerlendirmek lazımdır. Balkan Müslümanlarının önemli düşünür ve siyasetçisi olan Aliya İzetbegoviç’in mensup olduğu “Genç Müslümanlar” teşkilatı da aynı zihin algılaması çerçevesinde değerlendirilmiş, hiçbir şekilde silaha başvurmadığı halde terör örgütü damgasıyla damgalanmıştır. Halbuki merhum Aliya’nın hayat çizgisini az-çok takip edenler bilir ki ne kendisi ne de mensup olduğu toplum tarihin hiçbir döneminde terör veya şiddete başvurmuş değildir. Söz konusu teşkilatı da Yugoslavya’nın o zamanki mevzuatı çerçevesinde tesçil etmeye çalışmışlar ancak II. Dünya Savaşı’nın başlaması sebebiyle bu teşebbüs 1 Aliya İzetbegoviç, “İslam Deklarasyonu ve İslami Yeniden Doğuşunun Sorunları”, Tercüme Rahman Ademi, Fide Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2007s. 23. Balkanlarda İslamofobi gerçekleşememiştir.2 En zor şartlarda olsa bile meşru müdafaa hakkını ahlaki değerlerden sapmadan yerine getirmişlerdir.3 Balkanlardaki İslam anlayışı de Avrupa’nın bir tezahürü sayılmaktadır. Avrupa medeniyetine alternatif sunabilecek yerli, Avrupalı Müslümanların varlığı batılıları telaşlandırmış olmalıdır. Batılıların haçlı seferleri esnasında Müslümanları ve onların medeniyetlerin yok ederek alternatif bir düşünceye fırsat tanımayıp boğmaya çalışmışlardır. Halbuki Osmanlı idaresi altındaki gayr-ı Müslimler, kendi dindaşları olan toprak sahiplerinden çok daha fazla memnun olmuşlardı. Nasıl olmasınlar ki, Osmanlı öncesi bir Sırp köylüsü, dindaşı ve ırkdaşı olan toprak sahibi için haftada 2 gün angarya çalışmak zorunda iken, yeni efendisi olan “barbar”, ve “korkunç” Türkler için senede sadece 3 gün çalışmak zorundaydı.4 Her ne kadar IX. asrın ortalarında ve Türklerden de evvel bölgede, papa I. Nikola’yı rahatsız edecek kadar bir Müslüman varlığı söz konusu olsa bile5 esas sebep İslam dini ve kültürünü balkanlarda kalıcı kılan Osmanlılardır. Daha doğrusu, islamofobinin beslendiği asıl kaynak gerçeklerle bağdaşmayan ve hatta insaftan uzak “Türkler, Hıristiyanlık namına ne varsa hepsini yok edecekler” kanaatidir.6 Geçmiş zamanlarda Avrupalılar için türk kelimesi dinsiz, barbar ve hatta şeytan manasına gelmekteydi. Bu hususu kitaptan resime kadar birçok esere yansıtmışlardır. Türkler “Korkunç Türk”, “Hain Türk”, “Dinsiz Türk” gibi anılmaktaydılar.7 Aynı durum balkanlar için de söz konusudur. Sadece tarihçiler değil, devlet adamları dahi Türk düşmanlığı yapmışlardır. Öyle ki 1935 senesinde Yugoslavya Kralı olan Aleksandar kısa bir risalesinde şunları söylemiştir: “Türk beş asır boyunca eziyor, zulüm yapıyor, hakaret yapıyor ve yok ediyordu”.8 Balkanların birçok bölgesinde 400 seneden fazla hakim güç olan ve bu sürenin büyük bir kısmında tartışmasız güç olan Osmanlılar sözü edilen yok etme planını gerçekleştirememiş olması aklın kabul edebileceği 2 Aliya İzetbegoviç, Sjeçanja(Anılar, Otobiyografi), Oko Yay, Sarajevo 2005, s.32. 3 Aliya İzetbegoviç, Sjeçanja,s.185. 4 Erhan Afyoncu, 1000 Soruda Osmanlı İmparatorluğu,Bugün Gazetesi Yayınları, İstanbul 2010, c.5., s. 215-216. 5 Rahman Ademi, Bosna Hersek’te Türk-İslam Kültürünün Yerleşmesi (16. YY. Sonuna Kadar), Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1998, s. 10. 6 Ahmed Alibaşiç,”İmidz Osmanlija u historijskim udzbenicima u Bosni i Hercegovini”, Muallim, Yıl VIII, Sayı 32, Sarajevo, Aralık 2007, s. 58. 7 Erhan Afyoncu, c. 5, s. 177. 8 İstorija Jugoslavije kroz reci Blazenopoçivşeg kralja Aleksandra, Ştamparija Sveti Sava, Pirot 1935, s. 6 83 84 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu bir durum olamaz.. Anlıyoruz ki İslam karşıtı davranışların merkezinde Türklerin olması, esasında topyekun İslam düşmanlığını örtbas etmek veya gerekçelendirmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Bölge Müslümanlarına en fazla zarar veren Sırpların Ortodoks olmaları dolayısıyla Katolik olan Avusturya ile pek geçinemediklerini biliyoruz. 1878 senesindeki Berlin kongresi hemen sonrasında Avusturya ordusunun Bosna ve Hersek bölgesini işgal ettiğinde, Müslümanlarla birlikte Sırplar da baskıya maruz kalmıştır. Ancak buna rağmen, Sırpların Müslümanlara olan düşmanlıkları Avusturyalılara olandan çok olmalıdır ki Müslümanlara karşı daha evvel aynı Avusturya ordusuyla beraber hareket etmiştir.9 Önemle vurgulamak isteriz ki bölgede yaşayan gayr-ı Müslimlerin Müslüman-türklere olan düşmanlığı devam etmek zorundadır. Bunun sebebi düşmanlık beslemeleri için gerçek bir nedenin bulunmamasıdır. Böylece Osmanlı’nın bölgeden ayrılmasından itibaren başlayarak günümüze kadar üretilen Türklerin o kötü imajını devamlı surette beslemek zorundalar. Bunun en açık kanıtı ise bölgedeki tarih ders kitapların içeriğidir. Halbuki asırlar boyunca balkanlarda hüküm süren Osmanlı idaresi, istimalet usulünü uygulayarak, bölge insanının rahat, huzur ve refaha kavuşmasını sağlamıştır.10 Söz konusu düşmanlığın kaynağı da şu şekilde izah edilebilir. Sırplar kısa süreliğine de olsa balkanlarda 1346-1355 yılları arasında bir imparatorluk kurmuşlardı. Bu imparatorluk aslında İmparator Duşan’ın vefatıyla dağılmış ise de 1389 senesindeki Kosova Savaşı Sırpların yenilmesi ile sonuçlanmış ve böylece onların devlet olma umudu de sona ermiştir. Türkler sadece Sırpları yenen güç olarak değil, aynı zamanda başka bir dinin, İslamın sembolü olduklarından Sırp Ortodoks Kilisesi, Türklerden intikam alma arzusunu İslam dinini ve onun bölgedeki takipçilerini de kapsamaya başladı. Boşnaklar ve Arnavutlar Türklerle aynı dini paylaşıyor ve bu sebeple Türkler gittikten sonraki dönemde, Kilise tarafından itinayla gündemde tutulan türk düşmanlığı bu iki halka yönelmiştir. Hem Kilise hem de halk geleneğinde varlığını devam ettiren bu intikam duygusu ilk fırsatta kendini gösterecekti. 1804 senesinde baş9 Omer Novljanin ve Ahmed Hadzinesimoviç, Odbrana Bosne 1736-1739, dvije Bosanske hronike, Tercüme ve hazırlık, Fehim Nametak ve Lamija hadziosmanoviç, İslamska pedagoska Akademija, Zenica 1994, s. 18. 10 Halil İnalcık, Devlet-i Aliye, Osmanlı imparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I, Klasik dönem (1302-1606), Siyasal, kurumsal ve Ekonomik Gelişim, Türkiye İş Bankası Yayınları, 29. Baskı, İstanbul 2009, s. 235; Gül Akyılmaz, “Osmanlı D evleti’nde Yönetici Sınıf-Reaya Ayrımı”, s. 12, http://www.hukuk.gazi.edu.tr/editor/dergi/8_11.pdf. Balkanlarda İslamofobi latılan I. Sırp İsyanı sırasında Müslümanlar soykırıma uğramışlardır. Sırp İsyanı lideri olan Karacorce’nin vakanüvisi olan Konstantin Nenadoviç şunları kaydetmiştir: “Kızgın Sırplar bundan sonra da Türkleri boğazlıyorlardı. Onları nerede buldularsa çocuk, kadın demeden katlettiler.”11 İsyanın olduğu bölgede Boşnak ve Arnavut Müslümanlardan başka türk bulunmamaktaydı. Biraz evvel ifade ettiğimiz gibi bu ifade ve davranışlar günümüzde de tüm şiddetiyle devam etmektedir. Sırp Kilisesi de öncülük görevini devam ettirmektedir. Yeni seçilen Sırp patriği İriney, 27 Ocak 2010 yılında, Kosova’daki Sırplarla alakalı bir soruya, medyaya yaptığı ilk basın açıklamasında şunları söylemiştir: “ Onlar (Sırplar) kendi ülkelerinde azınlık oldular. Diğer taraftan bizler İslam’ın felsefesi ve psikolojisinin ne olduğunu az-çok biliyoruz. Onlar (Müslümanlar) azınlıkta oldukları zamanlarda iyi davranmayı, doğru olmayı biliyorlar. Eşit sayıda oldukları zamanda ise başlarını kaldırırlar. Üstün ve güçlü oldukları zaman ise (diğerlerini) ya göçe veya kendilerine katılmalarını zorlarlar. İslam’ın felsefesi budur. Bundan dolayı Kosova’da güvenli olmayan bir hayat yaşayan o insanlar (sırplar) zor durumdadır.12 20 Aralık 2011 tarihinde Bosna Hersek’teki Sırpların Sosyal Demokratlar Birliği Genel sekreteri olan Rajko Vasiç’in demeci yayınlandı. Bu demecinde Vasiç şunları söylemiştir:”Bosna Hersek Hıristiyan toprağıdır. Yanı demek istediğim toprak devlet değildir. İslam buraya Osmanlı işgali sonucu geldi ve kaldı. Vurgulamak isterim ki İslamın buraya kalıcı olması kuvvete ve Hıristiyanların hoşgörüsüne bağlı olmuştur.”13 Her iki ifadeyi yorumlamak hakikaten zordur. Müslümanlar ve İslam söz konusu olduğunda Sırp Kilisesi ile Sırp siyasetçileri arasındaki uyum dikkat çekicidir. Yukarıda zikrettiğimiz din adamı ve siyasetçilerin ifadelerini esas olarak besleyen tarih yazıcılığıdır. Bölgedeki tarih ders kitapları tamamıyla sorunlu ve türk düşmanlığıyla doldurulmuştur. Sırp tarih yazıcılığında II Petar Petroviç Njegoş’un “Gorski Vijenac” (Ormanın Tacı) adlı eserinin etkisi açıkça görülmektedir. Mesela Osmanlıların Sırbistan’ı fethetmeleri “İstanbul’dan Viyana’ya kadarki bölgeyi yakıp yıkan ve harap eden güç” 11 Rasim Deliç, Arimija republike Bosne i Hercegovine, Nastanak, Razvoj i Odbrana zemlje, Vijeçe boşnyaçkih intelektualaca, Sarajevo 2007, s. 69. 12 Novi Horizonti, Mart 2010, Zenica, s. 58. 13 http://www.rijaset.ba/index.php?option=com_content&task=view&id=12506&Itemid= 1 (Bosna Hersek Diyanet İşleri Başkanlığı resmi sitesi. 85 86 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu olarak tasvir edilmektedir. Ona göre Osmanlı dönemi 400 yıllık karanlık ve esaret dolu bir zamandan ibarettir.14 Sırbistan İçişleri Bakanı İliya Garaşanin, devletlerinin geleceği ile alâkalı olarak 1844 yılında Knez Aleksandar Karacorceviç’e “Naçertanije” adı altında gizli bir tasarı sunmuştur. Bu tasarının özelliklerinden birinin, Balkanlarda hâlâ devam eden ve XX. asrın sonunda çok sayıda masum insanın özellikle de Müslüman’ın öldürülmesi ile sonuçlanan istikrarsızlığın kaynağı olarak görülmesidir. Burada açıkça, Sırp devletinin stratejisinin toprak kazanmaya yönelik olması gerektiği ifade edilmektedir. Tabii olarak o sıradaki hedef Osmanlı toprakları ve o topraklarda yaşayan Müslüman nüfus olmuştur.15 Günümüzde bölgenin bazı tarihçileri de açıkça ifade ettiği gibi bağımsızlık hareketleri aslında Türklerden-Müslümanlardan kurtuluş manasına gelmekteydi.16 Hakikaten de Evliya Çelebi’nin anlattığı 17. asır Belgrad’ı ile günümüz Belgrad’ı arasındaki fark durumu açıkça ortaya koymaktadır. O zamanki 98.000 nüfuslu şehirde üç mahallede Kıpti, üç mahallede rum, üç mahallede ise sırp ve Bulgar yaşamıştır. Bir mahallede Ermeniler ile az sayıda Yahudi de vardı. Geri kalan tüm mahalleler Müslüman sakinleriyle doludur. Zira şehirde o esnada 217 cami ile çok sayıda mescit, sekiz de medrese mevcuttu.17 Bugün Belgrat’ta Osmanlı döneminden kalma sadece bir tane cami kaldı, ihtiyaç olduğu halde şehirde yeni bir caminin yapılmasına hala izin verilmiş değildir. Belgrat’taki Türkçe kelimeler bile tartışma konusu yapılmıştır. Politika gazetesinin 6 eylül 1963 tarihli nüshasında yayınlanan bir makale dolayısıyla bir polemik yayınlanmıştır. Mühendis olan Slobodan Stojanoviç “Türkçe isimleri neden hala yaygınlaşıp kullanılıyor?” diyerek Osmanlı döneminden kalma ve Türkçe isim taşıyan tüm kavşak, cadde, sokak ve benzeri eserlerin isimlerinin değiştirilmesi teklif etmiştir. Onun yazısına yine Sırp olan Risto Grdiç şu şekilde cevap vermiştir: “Dilimize o derecede yakışan Kalemegdan, Dorçol (Dörtyol) Teraziye v.b. isimlerinden neden nefret edelim ki? Kuruluşundan itibaren Belgrat onurlu bir şekilde doğu ve batı arasında durarak aralarında bir bağ gibi 14 Milenko Vukiçeviç, Srpski narod, crkva i sveştenstvo u turskom carstvu od 1459-1557 godine, Beograd 1986, s. 2. 15 Petar Şimuniç, Naçertanije,Tajni spisi Srpske nacionalne i vanjske politike (Tasarı, Sırpların Milli ve Dış Politikasının Gizli Yazıları), 2. Basım, Globus, Zagreb 1992, s. 93. 16 Polina Cokova, “Vestnik ‘Zornica’ za polozenieto na Blgarite v Makedonija (1876-1888)”, Makedonski Pregled, Makedonskiot Naucen İnstitut, Godina xxx, Sofya 2007, s. 43;Miloş Jagodiç, Naseljavanje Knezevine Srbije 1861-1880, İstorijski İnstitut, Beograd 2004, s. 25. 17 Evliya Çelebi, Seyahatname, c.5-6, s.261-263. Balkanlarda İslamofobi varlığını devam ettirmektedir… Türkler buraya 500 sene boyunca hakim oldular ve muhakkak ki kendi izlerini bırakmışlardır. O izlerden dolayı ve kendi kaderimizden utanmıyoruz. Bugün bilim adamlarımızdan oluşan ekipler Türk arşivlerinde araştırmalar yaparak, o döneme ait birçok olayı aydınlatmamıza yardımcı olacak malzeme bulmaya gayret etmektedirler. Bu emekler belki birçok hadiseyi daha iyi görmemizi sağlayacaktır. O dönemde Sırpça Bab-ı Ali’de diplomatik bir dil olarak kabul görmüştü. Mostar, Saraybosna, Poçitely, Foça, Travnik’te sahip olduğumuz güzellikleri kim yok edebilir ki? Ruhumuza o denli yakın olan sevdalinka18dan kim vazgeçer ki? Yakın zamanlarda Türklerden çok daha kötü zalim ve işgalcimiz oldu. Türlü türlü naziler, faşistler ve onların işbirlikçilerin yaptıkları kötülükler, Türklerin yaptıkları her türlü zulmü çoktan aşmıştır. Yine de bu çağdaş yeniçerilerin kötülükleri dolayısıyla ait oldukları halklara mal etmeye kimsenin aklına gelmemektedir. Bana öyle geliyor ki, geçmişte bize isabet eden sıkıntıları sadece Türklere mal ederek aşırıya gittiğimizi düşünüyorum.”19 12 ağustos 2009 tarihli Vreme gazetesinin 15. sayfasında Üsküp şehir meydanında inşa edilmesi düşünülen Burmalı camii ile alakalı Branko Dimitrievski adlı bir vatandaşın yaptığı değerlendirmeyi sunmak istiyorum: “Üsküp’ü tasvir eden tarihçi Prokopiy, Yustiniyan ve onun varisleri tarafından inşa edilen muhteşem mabetleri saymak kolay değildir. Ta ki Türklerin bu bölgelere gelmesine kadar. Askerle beraber İslam da giriyor, aynı şiddet, baskı, terör ve var olan dini eserleri yıkarak. Yerlerine İslam’a ait dini binaların inşası için en çok kilise ve manastırlar yıktırılmaktaydı.” “Hoca düz Cetinye’de böğüruyor Her şey şeytanın izinden gitmeye başladı Toprak Muhammed gibi kokuşmuş!” Bu satırların yazarı olan II. Petar Petroviç Njegoş’un, Sırpça yazan en büyük şair olarak ilan edilmiş, eseri ise balkanların bu mıntıkalarında en meşhur ve en etkili metin olarak tanınmıştır. Karadağ’da yüksek bir tepede onun bir anıtı inşa edilmiş, şiirini sadece Ortodoks çocukları değil, bu satırların yazarı dahi, ilkokul ve liselerde okuyan Müslüman öğrenciler 18 Boşnak Müslümanların söylediği ve içinde çok fazla Türkçe kelime olan bir halk türküsü çeşidi. (R.A) 19 Glasnik İslamske zajednice u jugoslaviji, br. 9-10, Sarajevo 1963, s. 45. 87 88 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu de ezberlemek zorundaydı.20 Benzer bir durum birçok balkan ülkesinde hala mevcuttur. Mesela nüfusun %90’dan fazla Müslüman olan Kosova’da bir ders kitabında şu ibareler var: “Ünlü yazar ve milliyetçimiz Pyeter Bogdani (1625-1689), Priştine’deki bir kilisede defnedildi. Osmanlı askerleri ise cesedini mezardan çıkararak yola attılar”21 Bu hususta en çarpıcı örneklerinden biri meşhur Bulgar profesörü Vera Mutafçieva’nın iddiaları sayılabilir. Ona göre “Osmanlıların hedefi, Bulgar tarihini yok etmekti. Bunu gerçekleştirmek amacıyla da üreticileri ve halkı yok etmeye başladılar. 1490 yılından evvel Bulgaristan nüfusu 890 155 kişi iken sadece bir asır içinde 680 000 kişi yok edilmiştir. Bu demografik faciadan sonra Bulgarlar hâlâ toparlanabilmiş değildir. Diğer taraftan ikinci büyük kalıcı musibet ‘kan vergisidir’ (gençlerin alınıp sarayda eğitim görmesi, devşirme). Bu şekilde erkeklerin % 20’si yok olmuş, kadınlar ise Türk haremlerinde kaybolmuşlardır. Bulgarların İslâmlaştırılması ile daha da ağır bir biçimde nüfus kaybına uğramışlardır. Sadece XVII. asırdan evvel Bulgarların % 25’i İslâmlaştırılmıştır ve bu İslâmlaştırmalar, Şeriat’a aykırı olarak yapılmaktaydı. Zira Şeriat’a göre ancak Ehl-i Kitab olmayanlar İslâmlaştırılabilir. Bu itibarla Osmanlı idarecileri, İslâm kurallarına aykırı olarak asimilasyon yani İslâmlaştırma politikası uyguladılar ancak bu İslâmlaştırma faaliyetleri de bütün gayr-ı Müslimleri kapsamamıştır. Bunun iki sebebi vardır: 1. Maddî kayıplar (cizye vergisinin az kişi tarafından ödenmesinden dolayı) 2.Asker sayısının çokluğu. Bundan dolayı üretici kesimin sayısında ciddî düşüşü ekonominin kaldırması mümkün olmazdı. Bu uygulamaların hedefi yerlileri İslâmlaştırmak değil, tersine Müslümanları yüceltmekti. Bunun için de ikinci sınıf muamelesi görecek vatandaşların varlığına ihtiyaç vardı”.22 Ancak yazarın kendisinin aynı makalede yaptığı başka değerlendirmeleri daha da ilginçtir. Yine ona göre “Osmanlılar, Şeriat kurallarına uygun bir şekilde gayr-ı Müslimlerin cemaatlerini tanıyarak onlara ayrı bir hukuk uygulamaktaydı. Hıristiyanla20 Dzemaludin Latiç, “Muslimani i krşçani na balkanu”, Glasnik br7-9, Juli-Septembar, godina 95, Sarajevo 1995, s. 259. 21 Mazllom kumnova ve Munish Hyseni, Leximi-7, Priştine 2004, s. 32. 22 Vera Mutafçieva, “Blgarskoto opştestvo pod Osmanska vlast do vzrazdanieto i do istoçnata upros”, (Osmanlı İdaresi Altında ve Doğu Buhranına Kadar Bulgar Ahâlisi), İstoria na Blgaria, Hristo Botev, Sofya 1994, s. 163, 194-198, 201. Balkanlarda İslamofobi rın, Müslümanlardan ayrı olarak muamele görmesi millete dönüşmelerini kolaylaştırmıştır. Bununla hedeflenen şey, Müslümanların üstünlüklerini sağlamaktı.”23 Yukarıdaki iddialara şu şekilde cevap verilebilir. Kuşkusuz ki Osmanlı Devleti zamanın en ileri ve en güçlü devletlerden biriydi. Bu devletin okulunda okumak, sonra da memuriyet almak birçok insanın hayal edebileceği bir şeydi. Bu durum bugünkü Amerika’nın Harvard, Yale önde gelen üniversitelerinden birinde eğitim görmek gibi de algılanabilir. Zamanın Hıristiyanları da, Osmanlı devletine kendi rızaları ile çocuklarını vermiş ve parlak gelecekleri için Müslüman olmalarını sakınca görmemiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Aksi bir durum söz konusu olmuş olsaydı, Hıristiyan milletinden geldiğini bilecek yaşta Osmanlıya gelmiş devletin yüksek memurlarının, en azından bir kısmı, Osmanlı Devleti aleyhine davranmaları gerekirdi. Tersine, bu insanların çoğu idarede çok başarılı olmuşlar ve devlete çok faydalı hizmetlerde bulunmuşlardır.24 Benzer durum ve çelişkiler, hemen hemen bütün bölge tarihçileri için geçerlidir. Bulgaristan’ın en büyük tarihçilerinden olan ilim adamları bile bu çelişkilerden kurtulabilmiş değillerdir. Bulgarların en önemli tarihçilerinden olan Nikolay Todorov’un Türkçeye de çevrilen “Bulgaristan tarihi” adlı küçük kitabında 1453 yılında Sofya’yı ziyaret eden yabancı biri hem kentlerde hem de köylerde Türklerin sayısı oldukça az olduğunu ifade eder. Aynı konu ile alakalı 1534 senesi ile alakalı bilgi veren bir başkası ise sadece Sofya ile ilgili bilgi verip kentte Türklerin çoğunlukta olduklarını söyler.25 Bu konuda Todorov’un verdiği başka malumatta ise 1520-1530 ile 1571-1580 yılları arasında Bulgaristan’daki nüfus durumuyla alakalı dört büyük şehri esas alarak bir tablo ortaya koymuştur. Buradaki tabloya göre Müslüman nüfus kat kat artmakla beraber Sofya dışındaki gayrı müslim nufus de artmıştır.26 Bu zaman zarfında iddia ettikleri katliâmlar ve zorla İslâmlaştırma faaliyetleri sayesinde27 Bulgar vatandaşların toptan yok olmaları gerekmez miydi? Halbuki bahsedilen dönemlerin kayıtlarına göre Bulgaristan’da Müslümanların sayısı zaten Bulgarlardan dört kat daha fazla idi. (Bulgarların sayısı 300.000, Türk yahut Müslümanların sayısı 1.200.000)28 23 Mutafçieva, s. 165-166. 24 Şener, s. 94-95. 25 Nikolay Todorov, Bulgaristan Tarihi,Çev. Veysel Ataman, Öncü Kitabevi yayınları, İstanbul 1979, s. 48-49. 26 Todorov, s. 48. 27 Todorov, s. 46-47. 28 H. Kemal Karpat, “Balkanlar”, TDVİA, c. V, İstanbul 1994, s. 30. 89 90 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İslamofobi’nin sonuçları arasında kuşkusuz göç ve soykırım vardır. Eskiden olduğu gibi yakın zamanda da birçok aile yaşadıkları bölgeden göç etmek zorunda kalmıştır. Mesela Belgrat Müslümanları da baskılara dayanamayarak Osmanlı topraklarına göç etmişlerdir.29 1989 senesinde baskılara dayanamayan Bulgaristan Müslümanlarının Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmaları hafızalarda henüz taze bir hadise sayılır. Bölgedeki ilk soykırım meşhur Viyana kuşatmasından hemen sonra, 1683-1689 yılları arasında gerçekleşmiştir. Bu esnada Macaristan, Slavonya, Lika, Dalmaçya, Krbava ve Boka Kotorska’da yaşayan Müslümanlar göç etmek zorunda kalmışlardır. Göç edemeyenler yok edilmiş veya Katolikleştirilmiştir. Sadece insanlar değil, İslam kültürüne ait tüm eserler tamamen yok edilmiştir.30 Birinci ve ikinci Sırp isyanı sonrasında da benzer bir durum meydana gelmiştir. Belgrat’ı ele geçiren isyancılar, kilisenin de desteği ile şehrdeki Türkleri katliama tabi tuttular.”Sırplar kadın erkek, yaşlı çocuk, yaralı demeden tüm Türkleri boğazlıyorlardı. Bu katliam günlerce sürdü. Kurtulanlar sadece dinini değiştirmeye razı olanlar olmuştur.31 Sadece II. Dünya Savaşı esnasında, bir kitapta zikredilen isimleri ile birlikte 8000’den fazla Müslümanın soykırıma uğradığı anlaşılmaktadır.32 20 Aralık 1941 tarihinde, Yugoslavya krallığı taraftarı olan Sırp Çentik Genelkurmay Başkanlığı’nın Karadağ komutanı olan kurmay Albay Corce Laşiç ve Yüzbaşı Pavle Yurişiç’e bir emir göndermiştir. Bu emrin 5. maddesinde Bosna Hersek ve Sancak bölgelerinin Müslüman nüfustan temizlenmesi öngörülmüştür. Onların yerine Karadağlıları iskân etmelidir. Aynı emirnamenin Karadağ ile ilgili kısımda çok önemli bir emir daha vardır. Bu emre göre “Çakor tarafından Metohiya (Kosova) tarafına, kendileri tarafından Sancak bölgesinden kaçmaya zorlanan Müslümanların önü kesilmesi ve temizlenmesi” istenmiştir.33 Türklerden kurtulan Sırplar bölgelerinde onları hatırlatacak olan tarihi ve kültürel eserleri de yok etmişlerdir. Belgrat Paşalığı’nda 6002den fazla cami varken, bugün sadece bir tane kaldı. Uzice kasabasında 30 adet cami vardı, bugün bir tane dahi 29 Aliya İzetbegoviç 1925-2003., Prvi Predsjednik nezavisne Bosne i Hercegovine, Hazırlayanlar. Ziyah Gafiç ve Ayet Arifi, Sarajevo 2007, s. 4. 30 Muharem Omerdiç, prilozi izuçavanja genocida nad bosnjacima,el-Kalem, Sarajevo 1999, s. 6. 31 A.g.e., s. 6-7. 32 Vladimir Dedijer ve Antun Miletiç, Genocid nad muslimanima 1941-1945, Zbornik dokumenata i svjedocenja, Svjetlost Sarajevo 1990, s. Xxxı. 33 Vladimir Dediyer ve Antun Miletiç, s. 27-28. Balkanlarda İslamofobi yok. 1998-99 yılları arasında Sırplar, Kosova’ya saldırıları esnasında yine çok sayıda cami yakıp yıkmışlardır.34 Kuşkusuz 1992-95 yılları arasında Bosna Hersek Müslümanlarına karşı yürütülen soykırım faaliyetleri, bölgedeki islamofobinin, daha doğrusu bölgedeki İslam’dan nefret duygusunun zirve noktasını oluşturur. Bu tespit kuşkusuz daha evvelki zamanlarda gerçekleştirilen katliam ve soykırımın ağırlığını hafifletecek değildir. Teknolojik imkanlardan dolayı dünyanın gözü önünde olması, vakalardan hemen hemen herkesin haberdar olması dolayısıyla bu ifadeyi kullanmayı uygun gördük. Sırpların Müslümanlara karşı olan düşmanlığı, yukarıda izah etmeye çalıştığımız Sırp Kilisesi’nin tutumuyla açıklanabilir. Hırvatların Müslümanlara karşı olan tavrı ise “Hırvatistan’ın (İslam’a karşı) Avrupa’nın savunma duvarı” olduğu savıdır. Bunun sonucunda sadece Bosna Hersek’te yıkılan cami, mektep, medrese, mezarlık ve Müslümanlara ait diğer kültür eserlerin sayısı çok fazladır. 600 cami tamamen yıkılmış, bir o kadar da tahrip edilmiştir. Kuşkusuz camilerin yıkımı, Müslümanların varlığına işaret ettiğinden dolayı gerçekleştirilmiş planlı bir harekâttı. Yıkmadan evvel bazı camileri Sırplar kesimhane (Donyi Vakuf), Müslüman kadınların tecavüze uğradıkları yerler (Brçko), ve işkence yeri olarak (Diviç, Modriça, Zvornik) kullanmışlardır. Camileri bazen yatakhane, bazen meyhane ve hatta umumi tuvalet olarak kullanmışlardır.35 Savaş sonrasında yapılan araştırmalara göre ortaya çıkmıştır ki, 1992-95 yılları arasında Bosna Hersek’te yıkılan cami sayısı 1.185 olmuştur. Bunun yanında 335 İslam kültürüne ait eserler de yok edilmiştir. Bu saldırı esnasında öldürülen Müslüman sayısı hala belli değildir. 150.000 ile 200.000 arasında değişmektedir.36 Balkanlardaki islamofobi veya İslam’dan nefret duygusunun uluslar arası alanda ulaştığı seviye bakımından bazı verilere bir göz atmakta fayda vardır. 1 Ocak 1992 1 Eylül 1993 tarihleri arasında Birleşmiş Milletler Venezüella daimi temsilcisi Büyükelçi Diego Enrique ARİİA SALİCETTİ, Mart 1993 yılında Güvenlik Konseyi Başkanı, Nisan 1993 yılında ise, Bağlantısızlar Grubu BM Güvenlik Konseyi koordinatörü idi. Temmuz 1995 34 Barbaria Serbe ndaj monumenteve İslame ne Kosove (Shkurt’98-Qershor ’99), Dituria İslame, Prishtine 2000. 35 Muharem Omerdiç, “Poruşeni i oşteçeni vjerski objekti İslamske zajednice u Republici Bosni i Hercegovini”, GlasnikRijaseta İslamske zajednice u Republici Bosni i Hercegovini”, br. 4-6, April-Juni 1995, Sarajevo 1995, s. 149. 36 Hronologija Opsade 1992-1996, FAMA International tim, 1992-2004, Sarajevo 2005, s. 1318. 91 92 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu yılında gerçekleştirilen soykırımın engellenebilir miydi? Sorusuna verdiği cevapta şunları söylemiştir: “Kesinlikle evet. Bana göre Srebrenitsa halkını korumayı başaramadıkları için soykırımı yapan Sırp ordusu ile beraber suçlu olarak birkaç grup daha vardır. Her şeyden evvel işgali başlatan Yugoslavya birleşik Devleti hükümetindeki liderlerdir. Daha sonra Avrupa Birliği; BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri ve BM Genel Sekreterliği. Bu dörtlünün BM belgesine uymadıklarından dolayı birkaç bin kişi öldürüldü ve binlerce çocuk yetim kaldı. Bosna Müslümanlarının trajedisi hakkındaki gerçek kuşkusuzdur: Srebrenitsa ve diğer bütün zararları uluslar arası toplum ve özellikle onun Avrupalı parçası engellemeliydi. Zira Avrupa, o sırada kaçınılması çok kolay olan temel sorumluluklarını yerine getirmedi ancak Yugoslavya’nın bölünmesine karar verdi. Onların bölgelerinde Müslüman bir devletin ortaya çıkması dolayısıyla eylemlerini hatalı bir şekilde gerçekleştiriyorlardı. BM Genel Sekreteri Bosna Hersek temsilcisi AKASHİ’nin de dediği gibi, uluslar arası toplum “güçlü eylemsizlik” (forceful passivity) siyasetini uyguluyordu.”37 Balkanlardaki islamofobinin diğer bir özelliği daha vardır. Resmi tarih söylemine ve güçlü propagandasına maruz kalan Müslümanlar dahi zaman zaman İslamı veya Müslümanları, daha doğrusu kendilerini kötülemişlerdir. Mesela merhum Muhammed Hacıyahiç, “Bosna Hersek’te İslam ve Müslümanlar” adlı eserinde devşirme hadisesini “kanlı haraç” olarak zikretmiştir.38 Bugünkü tarih kitapları hala aynı konuları eski biçimde işlemeye devam etmektedir. Bosna Hersek’teki ilkokul 7. sınıflarda okutulan tarih ders kitabında Sırbistan Hıristiyanlığın son kalesi olarak tasvir edilmiştir.39 İslamofobinin bölgede İslam karşıtlığı ve hatta nefreti, Hıristiyanların Müslümanlara karşı bir intikam ifadesi olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz. Osmanlı idaresinin son demlerinde bölgedeyöneticilik yapan Tahsin Uzer bu fenomeni şu şekilde açıklamıştır: “ Bununla beraber kültürde görülen fikri gelişmeler, Türkler karşı olan intikam duygularını körüklemiş ve için için kaynar hale getirmişti”40 Bu intikam duyguları sadece Osman37 Smail Çekiç, Agresija na republiku Bosnu i Hercegovinu i genocid nad bosnjacima, univerzitetski informativni glasnik, specijalno izdanje br. 5, Juli 2011, Univerzitet u Sarajevu, Sarajevo 2011, s. 60. 38 Hadzijahiç Muhammed, İslam i muslimani u BiH, Sarajevo 1977, s. 45. 39 Ahmed Alibaşiç, s. 58. 40 Tahsin Uzer, Makedonya Eşkıyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi, TTK Yayınları, Ankara 1999, s. 64. Balkanlarda İslamofobi lı idaresine karşı değil esas olarak Müslüman sivil halka yönelik olmuştur. Makedonya’da devamlı olarak Müslüman kanı döken Bulgarlardı 41 Bunu bölgedeki tarih kitaplarında açık bir şekilde tespit edilebilir. Mesela 20 Temmuz 1903 tarihinde Makedonyalı isyancılar Manastır – Resne yolu üzerindeki tüm bey konaklarını, telgraf direkleri ve köprüleri yakıp yıktı. Bir bölük de Dolenci adındaki Türk köyüne saldırdı.42 Daha evvel ise, 15 Şubat 1793 tarihinde Karadağ bölgesinde ise Kuçi kabilesi intikam amacıyla 60 türk evi yakmış on türkü de kesmişler. Bu mektupların sahibi olan papaz bu katliamdan çok memnun olduğunu belirtmiştir.43 “İntikam” bu şekilde alınmış oldu. Bölgedeki tarih yazımı de Osmanlı veya daha doğrusu Türk düşmanlığı ile doludur. Bu maksada yönelik devlet idarecileri de kullanılmıştır. 1935 senesinde Sırp kralı Aleksandar Türkleri ve Osmanlı dönemini anlatırken şu kelimeleri kullanmıştır “Türk beş asır boyunca acımasızca eziyor, zulüm, hakaret, aşağılama ve yok ediyordu”.44 20. asrın sonunda ise bölgede yine benzer bir “intikam” alma seferberliği başlamış oldu. Srebrenitsa soykırım emrini veren Sırp komutan Ratko Mladiç şehre girdiğinde “Türklerden Kosova meydan muharebesinin intikamının alındığını” söylemişti.45 Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz ki, balkanlarda azınlıkta kalan Müslümanlar, islamofobinin en şiddetli tezahürleri ile karşılaşmış ve hala karşılaşmaya devam etmektedir. Balkan Müslümanlarının hayatını kolaylaştırmak için birkaç tedbir alınabilir: 1. Tarih kitaplarındaki Osmanlı karşıtı ve dolayısıyla da İslam düşmanlığı içeriklerinin ortadan kaldırılması için daha fazla çaba sarf etmek. Bu hususta Yunanistan ile başlatılan görüşmelerin tekrar başlaması, Kosova gibi diğer balkan ülkeleriyle de bir an evvel görüşmelere başlanmalıdır. 2. Balkan Müslümanlarının islamofobi fenomeninin ağır şekilleri ile karşılaşmaları için daha sıkı işbirliğine gitmelidirler. Türkiye’mizin böl41 Tahsin Uzer, s. 77-79. 42 Hristo Silyanov, Osloboditelnite borbi na Makedonija(Makedonya’nın Kurtuluş Savaşları), Kultura Skopje, 2003, s. 333-334., 43 Jevto m. Miloviç, Petar I Petroviç Njegoş, Pisma i drugi dokumenti, Knjiga I (1780-1820), Titograd 1987, s. 54. 44 İtorija Jugoslavije kroz reçi Blazenopoçivseg kralja Aleksandra, Ştamparija Sveti Sava, Pirot 1935, s.6. 45 “Dnevni Avaz” gazetesinin internet sayfası, 26.12.2011 93 94 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Avrupa Medyasının ve Kamuoyunun İslam Algısı gede ve dünyadaki ağırlığı ölçüsünde de bu sürece dahil olup yardımcı olmalıdır. Ülkemizin Sancak Müslümanlarının sıkıntılarını gidermeye yönelik sarfettiği çaba takdire şayandır. 3. Ülkemizdeki akademik çevrelerinde balkan Müslümanlarının tarihi, sosyal, ekonomik ve siyasal sorunlarına çözüm olabilecek tartışmaların yaygınlaşmasını sağlamalıdır. Avrupa Medyasının ve Kamuoyunun İslam Algısı1 ORHAN GÖKÇE Giriş Dünyanın iki kutuplu sistemden tek kutuplu sisteme geçişiyle birlikte ortaya çıkan düşman-öteki arayışı düşünsel boyutta İslam ile bulunmuş gibi gözükmektedir. Çünkü 1945’lerden sonra ideolojik boyuta transfer edilerek düşman-öteki olarak tanımlanan komünizmin ortadan kalkması, dünyayı yeni bir düşman-öteki arayışına itmiş ve bu arayış çok geçmeden komünizmin yerine İslam’ın ikame edilmesiyle son bulmuştur. Hal böyle olunca bir yandan düşman-öteki tanımlaması tekrar kültürel boyuta kaymış ve diğer yandan dünya da düşünsel boyutta tekrar birinci dünya savaşı öncesi konumunu geri dönmüştür. Özellikle 11 Eylül, İslam ile Batı arasındaki ilişkide yeni bir dönemin simgesi olmuştur. Zira 11 Eylül, Batı’da İslam’dan intikam almak için sabırsızlıkla bekleyen bir grup insan tarafından adeta İslam-Batı çatışması kehanetinin gerçekleşmesinin kanıtı gibi algılanmış ve yorumlanmıştır. 1 Bu çalışma, yazarın 5.11. 2011 tarihinde Almanya’nın Würzburg kentinde Siyaset Akademisinin 4-6 Kasım 2011 tarihlerinde düzenlediği ‘Fremde im Eigenen Land?’ konulu toplantıda “Das İslam-Bild in deutschen öffentlichen und veröffetlichen Meinung” (Alman Medya ve Kamuoyunun İslam Algısı) konusunda yapmış olduğu konuşmanın genişletilmiş formudur. 95 96 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Buna bağlı olarak da Batı’da İslamofobi ya da İslam karşıtlığının tırmandırılması gerekmiştir. Bu amaç uğruna filmler, kitaplar ve benzer yayınlar ard arda gelmiştir. Nitekim bugün özelde Avrupa’da genelde de Batı’da İslam düşmanlığı artarak yaygınlaşmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ve İslam ülkelerinde yapılan çok sayıda araştırma, Batı’da başta toplumun tüm katmanlarında olmak üzere medyada ve kamuoyunda İslam düşmanlığı eğilimin çok ciddi boyutlara ulaştığına işaret etmektedir (bkz. Hafez, 2002 ve 2009; Halm, 2006; Schiffer, 2005; Glück, 2008; Poole, 2002; Deltombe, 2005). İslam imajı, gerçekten de Avrupa’da kaygı verici boyuta ulaşmıştır. Bu gelişmelerde 11 Eylül terör olayları, Hollandalı yapımcı Theo van Gogh’un öldürülmesi gibi olaylar tetikleyici işlev görmüştürler kuşkusuz. Ama artan İslamofobi’yi yalnızca bu olaylarla ilişkili açıklamak dar bir bakışı açısı olur. Çünkü İslam düşmanlığının güncel boyutları olduğu kadar, tarihi ve kültürel boyutları da vardır. Bizce önemli olan da, bu düşmanlığın tarihi ve kültürel kökenleridir. Çünkü bu sayede algı ve imaj, zihinlerde yerleşik bir hal alırlar ve yalnızca güncelleştirilmeyi beklerler. Toplumun kolektif bilincinde yerleşmiş olan imajlar, en küçük olaylarda bile refleksif olarak ortaya çıkarlar. Bunların ortaya çıkmasında da medya önemli bir etkendir. Bir toplumun tarihi ve kültürel mirasları ve buna bağlı olarak imajlar, klişeler, ön yargılar, başta medya olmak üzere, toplumun diğer kurumları ve aktörleri tarafından yeniden üretilmektedir. Bu açıdan İslamofobi’nin yaygınlaşmasında medyanın önemli bir işlev gördüğü ve katkı sağladığı hususunda yaygın bir görüş birliği mevcuttur. Bu çalışmanın ana konusunu da, Avrupa medyasının İslam algısı sorusu oluşturmaktadır. Daha açık ifade etmek gerekirse, Avrupa medyasının İslam’ı hangi perspektiften hangi anlam bağlantıları ve hangi söylemler ve simgelerle ilişkili olarak kurgulayıp sunduğu sorusunun analizi, bu çalışmanın başlıca hedefidir. 1. Avrupa Medyasında İslam Avrupa medyası, 1980’lerin başına kadar İslam konusuna uzak durmuş, neredeyse hiç gündemine almamıştır. Bu tablo, Said’in (1981) ve Hafez’in (2009) işaret ettiği gibi, İran devrimi ile biraz değişmiş, 11 Eylül olayları ile de medya algısında radikal bir dönüşüm söz konusu olmuştur. Bugün Avrupa medyasında, İslam ile ilgili herhangi bir konunun yer almadığı haber programı neredeyse yoktur. Avrupa Medyasının ve Kamuoyunun İslam Algısı Avrupa medyasının İslam ile ilgili oldukça olumsuz bir resim ortaya koyduğu, bu alanda yapılan birçok araştırma tarafından ortaya konmuştur (bkz. Temsilen Hafez, 2002; Halm, 2006). Araştırmalar, Avrupa medyasının, hem Ortadoğu’da olup bitenleri, hem de Avrupa’da yaşayan Müslüman Türk ve diğer göçmenlerin karıştıkları her türlü olayları, İslam ile ya da daha açık terör ile ilişkilendirerek sunduğuna işaret etmektedir. Burada algıya sunulan İslam resmi, otoriter, militan, gerici, barbar, şiddet üreten ve destekleyen, Batı’ya meydan okuyan ve Batı’yı tehdit eden bir dinsel ideoloji şeklindedir (Hafez, 2009; Halm, 2006; Schiffer, 2004 ve 2005; Schneiders, 2009). Medyanın ne söyleyeceğimizi değil, ne hakkında düşüneceğimizin çerçevesini belirlediğini göz önünde bulundurursak (Gökçe, 1988; Schulz, 1976), medyanın kamuoyunun ve halkın İslam konusunda ne düşünecekleri ve İslam kelimesini duyunca neyi çağrıştıracaklarını önemli ölçüde yönlendirdiğini söyleyebiliriz. Örneğin Alman medyasında İslam algısına yönelik yapılan çok sayıda araştırma, Alman medyasının 11 Eylül öncesinde tüm haberlerinin yüzde 50’inde İslam’ı şiddet ya da terör olayları ile ilişkili olarak gündeme getirdiği; 11 Eylül sonrası ise bu oranın yüzde 80’lerin üzerine çıktığını ortaya koymaktadır (Halm, 2006; Hafez ve Richter, 2007; Schiffer, 2005). 2. Avrupa Medyasının İslam’ı Konulaştırma Stratejisi Medya, İslam’ı kamuoyunda kurumsallaşmış konularla ilişkilendirerek işlemektedir. Kurumsallaşmış konular, kamusal alana yerleşmiş olan ve böylece çağrışım alanları belirli olan konulardır. Örneğin, İslami terör(?), paralel toplum, uyum, çatışma, işsizlik, terör, tehdit, dinlerarası diyalog, şiddet, Ortadoğu, medeniyetler çatışması, Türkiye’nin AB üyeliği, cami inşası, Türkiye tartışması bu türden konulardır. Medya çalışmaları, medyanın genelde güncel olay ve konuları bu genel, kamuoyunda yerleşik olan bu türden konularla ilişkilendirerek işlemeyi ve sunmayı bir strateji olarak benimsediğini ortaya koymaktadır (Schulz, 1976). Avrupa medyası İslam’ı konulaştırırken böyle bir stratejiyi çok sık kullanmaktadır. Bu bağlamda Avrupa medyasında İslam, öncelikle terörizm, uluslar arası çatışma, köktendincilik, kadınlara yönelik baskı ve şiddet, Müslüman olmayanlara yönelik hoşgörüsüzlük, eğitimsizlik, insan hakları ihlali ve uyum sorunları gibi konularla ilişkilendirilerek gündeme gelmektedir (Hafez ve Richter, 2007; Halm, 2006). Medyanın bu konuları 97 98 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu gündeme taşırken uyguladığı bir diğer strateji de, tüm bu ve benzer konuların İslamlaştırılması’dır. Bir yandan konuların siyasal İslam boyutunda tartışılması, diğer yandan sürekli olumsuzluğa vurgu, kamuoyunda ve halkta Müslümanlar ile terörizm arasında bir bağ kurulmasına yol açmaktadır. Medya, İslam ile terörizmin aynı şey olduğu bağını doğrudan kurmamaktadır; ama söylenmeden geçilen ama sürekli güçlenmesi için yapısal olarak sunulan çağrışımlar ister istemez böyle bir algıyı oluşturmaktadır (Hafez, 2009:111). Medya, İslam’ın siyasal boyutu üzerine odaklanmaktadır. Başka bir deyişle medyada İslam, siyasi bir perspektiften ele alınıp sunulmaktadır. Bunun da temel nedeni siyasal İslam ile köktendincilik arasında çok daha kolay bağ kurulabilmesidir (Akdemir, 2009). İslam ile köktendincilik arasında bilinçli olarak oluşturulan bağ, ortalama bir izleyici ya da okuyucu da, İslam ile köktendinciliğin eşdeğer, aynı şey olduğu algısını oluşturur. Bir sonraki aşama ise, köktendincilik ile terörizm ve aşırı hareketler arasında ilişki kurulmasıdır. Sonuçta normal bir okuyucu ya da izleyicinin zihninde İslam ile terörizm aynı şeymiş gibi kalır. Buna bağlı olarak da, yaşanan her şiddet olayı, kanıtlansın ya da kanıtlanmasın, İslam’ı ve İslamcı teröristi çağrıştırır. Bunun en bariz örneği; Oslo’da yaşanan olaydır. Her ne kadar çok geçmeden sorumlu bulunmuş ve İslam ile hiç alakası olmadığı ortaya çıkmış ise de, olaydan hemen sonra medyanın “olası şüphelinin İslamcı bir terörist olabileceği” yönündeki varsayımı, İslam’ın batı ile çatıştığı tezini bir kez daha gündeme taşımıştır. Peki, sorumlunun kısa sürede yakalanmış ve İslam ile hiçbir ilgisinin bulunmadığının ortaya çıkmış olması, ilk anda oluşturulan algıyı değiştirmiş midir? Kuşkusuz hayır. Medya, olayın ilk ve sıcak anında faille ilgili bir resim sunmuş ve böylece duygusal tepkileri harekete geçirmiştir. Duygusal olarak tepki oluştuktan sonra gelen düzeltmelerin hiçbir anlamı ve önemi olmaz. Yani, bu önceden kurgulanıp sunulan algı çerçevesi artık pek değişmez. Norveç ve diğer Avrupa ülke vatandaşlarının zihinlerine köktendinci İslamcı terörist yerleştirilmiştir. Böylece de aslında hiç alakası olmasa da, bu olay zihinlerde İslam’dan kaynaklanan bir olaymış gibi iz bırakmıştır ve oluşturulan bu algının izlerini zihinlerden tamamen kazımak nerdeyse hiç mümkün değildir. Artık İslam ile şiddet aynı bağlama yerleştirilmiştir ve her küçük olayda dahi önce bu algılama biçimi devreye girecektir. Avrupa Medyasının ve Kamuoyunun İslam Algısı Avrupa medyasında İslam’ın her vesileyle doğrudan ya da dolaylı olarak terör olayları ile ilişkilendirilerek sunulması, Hıristiyan Batı’nın kadim hasımı olan İslam’ın Batıyı iyiden iyiye tehdit etmeye başladığı algısını aktivite etmektedir (Hafez, 2009:106). Özellikle de İslam, Ortadoğu, Türkiye ile ilgili haberlere eşlik eden resimler ve görüntüler, bu algıyı adeta dayatmaktadır. Bu bağlamda medyada servis edilen görüntü ve resimlerde; etrafa saldırmaya hazır, gözlerinde ateş saçan öfkeli, kızgın, köktendinci halk yığınları; Batılı misyonerlere ve temsili kurumlara kanlı saldırılar, intikam yeminleri, kaçırma ve rehin alma olayları, peçeli kadınlar ve çocuklar, camiler ve ezan sesleri, dua eden kalabalıklar görülmektedir (Said, 1981; Halm, 2006). Bu süreçte İslam bir din olarak değil, Batı karşıtı, Batıya meydan okuyan bir ideoloji olarak kurgulanıp sunulmaktadır (Tutal, 2006). Hal böyle olunca, İslam Batıların kafasındaki klişelere ve stereotiplere uygun bir biçimde yeniden üretilmektedir. Başka bir deyişle medya, tarihsel olarak zihinlerde mevcut olan kültürel karşıtlığın, yani iki kutuplu dünyanın “Batı karşıtı İslam” ve “İslam karşıtı Batı” yeniden inşa edilmesine hizmet etmektedir. Daha açık ifade etmek gerekirse, medya Samuel Huntington’un (1993) “medeniyetler çatışması” tezini iletişimsel olarak kurgulamakta, İslami bir tehdit ve tehlike olarak pazarlamaktadır. Avrupa medyasının İslam algısında, her ne kadar eğilim belli ise de, yine de konjonktürel olarak bazı değişimler olduğu gözlemlenmektedir. Terör olayları azaldığı zaman, medyada İslam düşmanlığı biraz arka plana düşmektedir. Ancak bu saptama, bu eğilimin tamamen yok olduğu anlamına gelmemelidir. Aksine düşman-öteki imajı her zaman zihinlerde canlı tutulmaktadır. Bu canlılık, İslam’ın kişiselleştirilmesi suretiyle gerçekleştirilmektedir. Örneğin İran’da kadınların kamusal alanda nasıl giyindikleri değil de, özel alanda nasıl giyindikleri ve nasıl yaşadıkları ya da yaşamak istedikleri, kadınların siyasete girme talebi, Afganistan’da kadınların konumu gibi konular gündeme getirilerek, kadınlar üzerinden İslam’ın modern bir din olmadığı, modernlik ile çatışma halinde olduğu algısı sürekli pompalanmaktadır. Avrupa medyasında İslam imajı, medyanın ideolojik olarak kendisini konumlandırma biçimine göre de kısmen farklılık göstermektedir. Medyanın bu yöndeki tutumunun büyük ölçüde olaylara bağlı olduğunun da özellikle altını çizmek gerekmektedir. Örneğin, muhafazakâr medyaya 99 100 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu göre İslam genelde barbarlığın temsilcisi rolünde algılanıp sunulmaktadır. Ancak bu durum, gündemdeki konuya göre bazen değişiklik gösterebilmektedir. Örneğin, karikatür krizinde muhafazakâr medyanın tutumu farklılık arz etmiştir (Gökçe, 2006b). Muhafazakâr medya, karikatür krizinde daha hassas bir yaklaşım sergilemiş, toplumların dini simgelerine saldırının pek hoş karşılanamayacağına vurgu yapmıştır. Bu hassaslık örneğin diğer yelpazedeki medya organlarında pek söz konusu olmamış, hatta onlar “ifade özgürlüğü” kapsamında karikatüriste ve onu yayınlayan medya organlarına açıktan desteklerini sunmaktan geri durmamışlardır. Bunun da temel nedeni, klasik sağ-sol denklemi açısından solda yer alan medya organlarına göre İslam’ın ortaçağ teokrasisini temsil etmesidir. Aktüel ve beklenmedik olaylarda sıkça uzman olarak şarkiyatçıların görüşüne başvurulmaktadır. Edward Said’in de (1981) vurguladığı gibi, şarkiyatçılar İslam’a adeta savaş açanların başında gelmektedirler. Şarkiyatçılar ile birlikte medyanın çizdiği İslam resmi, irrasyonel, uzlaşmacı değil, şiddet üreten, köktendinci karaktere sahip bir dindir. Tehlikeli ve ürkütücü olan, az sayıda uzman görüşünü finansa edebilen medya organlarının görüşlerinin birçok medya organı tarafından referans gösterilerek üstlenilmesi ve yayınlanmasıdır. Kuşkusuz, İslam’ın bu şekilde algılanmasına ve sunulmasına karşı çıkan çok sayıda basın mensubu ve düşünür de vardır. Ancak onların sesleri ve gerekçeleri, kamuoyunun genel algısına ters düştüğü için kaybolup gitmektedir. Kamuoyunun genel algısı, İslam’ın tehdit ve tehlike olduğudur. Bu algıya uygun düşmeyen görüş ve düşüncelerin kamuoyunda kendisine yer bulması ve alternatif bir kamuoyu oluşturması şu anda pek mümkün gözükmemektedir. 3. Avrupa Medyasında İslam-Türkiye İlişkisi Tüm dünyada olduğu gibi Avrupa’da da medya, olağanüstü (savaş, saldırı, ayaklanmalar, intihar vb.) olaylar dışında güncel olaylar merkezli (resmi ziyaretler, buluşmalar, açıklamalar, demeçler vb.) çalışmaktadır (Gökçe vd., 2004). Avrupa’daki siyasi aktörlerin, İslam ile ilgili açıklamaları, göçmen işçilere ilişkin açıklamaları, Türkiye-AB ilişkilerine ilişkin açıklamaları medya tarafından dikkate alınmakta, söylemler medyaya başka konuları hikâyeleştirme imkânı sunduğu ölçüde gündemde tutulmakta, aksi takdirde medyanın ilgisi kaybolmaktadır. Medyanın tüm açıklamaları, Doğu-Batı karşıtlığı denklemine ya da bağlamına yerleştirerek işlemesi, İslam tehdidine süreklilik kazandırmaktadır. Avrupa Medyasının ve Kamuoyunun İslam Algısı Avrupa medyasının kendi ülkeleri dışından siyasi aktörler kategorisinde yer verdiği şahsiyetlerin başında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan gelmektedir. Başbakan Erdoğan açıklamalarıyla oldukça yoğun bir ilgi görmektedir. Özellikle Başbakanın İsrail (Mavi Marmara baskını), uyum, AB’ye üyelik sürecinde bazı AB üyesi ülkelerinin tavırları ve Kıbrıs konularındaki açıklamaları, hemen hemen başat AB üyesi ülkelerin medyalarında yer bulmaktadır. Başbakan Erdoğan, Türkiye’de iktidara gelen İslamcı bir partinin lideri olarak otoriter bir kişilik profili ile sunulmaktadır. Avrupa medyasının Başbakan Erdoğan ile ilişkisi, sempatik bir ilişki değildir. Avrupa medyası, özgüveni yüksek, Batıyı eleştiren tavrı nedeniyle Başbakan Erdoğan’a pek olumlu yaklaşmamaktadır. Resmi ziyaret ve diğer vesilelerle Başbakan Erdoğan’ın yapmış olduğu her açıklama, Avrupa medyasını çok ciddi rahatsız etmektedir. Bu nedenle de, Başbakan Erdoğan’ın gündeme geldiği her vesilede Türkiye ile siyasal İslam arasında da bilinçli olarak bir bağ oluşturulmaktadır. Hafez ve Richter’in (2007) belirttikleri gibi, Türkiye ana haber konusu olmasa da haberde Türkiye’nin giderek muhafazakârlaştığı ve otoriterleştiği (basın mensuplarının tutuklanması vb.) gibi ifadeler yer bulmaktadır. Bu habere eşlik eden görüntülerde de cami, ezan sesi, ibadet eden kitleler, örtünmüş genç kızların görünmesi, Türkiye’nin de köktendinciliğe doğru kayış gösterdiği dolaylı ya da ima yoluyla da olsa konulaştırılmakta ve Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine gönderme yapılmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın özellikle İsrail’e yönelik demeç ve açıklamalarının Batı medyasında ilgi görmesinin nedenini açıklamak kolaydır. Başbakan’ın tutumu ve konuşmaları, başta Türkiye’de olmak üzere Ortadoğu ülkelerinde tırmanışa geçen Yahudi düşmanlığının bayraktarlığını üstlenmiş gösterilmektedir. Böylece Başbakan Erdoğan, başta Amerika olmak üzere Avrupa’nın başat devletleri tarafından sindirilen, eller kolları bağlanan, aşağılanan kitlenin sesi olmaktadır. Bu durumdan Avrupa medyası hiç hoşnut değildir. “Avrupa’nın hasta adamı ne zamandan beri bize kafa tutar olmuştur?” gibi söylemler altında Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları konulaştırılmaktadır. Bu eğilim son zamanlarda Avrupa medyasında sıkça görülür olmuştur. Medya, bu şekilde İsrail’i de Batı dünyasının “dost”u, İslam ve geri kalanları da “düşman”ı olarak kurgulamaktadır. Türkiye’de bu ikisi arasında, ne tam Batıya ait, ne de tam Doğuya ait bir yere yerleştirilmektedir. Ama Başbakan’ın Filistin konusunda ısrarı, İsrail’e yönelik eleştirel tavrı, Avrupa medyası için Türkiye’yi, Doğu’ya kayan ve kendi- 101 102 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu ni Batı karşıtı konumlandıran bir ülke olarak göstermek için yeterlidir. Böylece Türkiye’nin öncelikli hedefinin İsrail olduğu kurgulanmaktadır. Bu süreçte Batılı liderlerin sessizliği de eleştiri konusu olmaktadır. Çünkü İslam’ın asıl hedefi İsrail’dir ve İsrail’in korunması tarihsel perspektiften de Batılıların ulvi görevleri arasındadır. Bu süreçte dolaylı da olsa medya, Türkiye’nin, İslam dünyasında ve Batı’da da İsrail karşıtlığının bayrağını üstlenmiş olması nedeniyle cezalandırılması gerektiği talebini gündeme getirmektedir. İslam’ın sıkça ilişkilendirildiği bir diğer konu da, Batı’da alınan yoğun güvenlik tedbirleridir. Avrupa’da ve Batı’da özgürlükleri kısıtlanması, herkesin neredeyse gözlem altında tutulması, İslami teröre dayandırılmaktadır. Medyanın İslam’ı, terör, şiddet, barbarlık çağrışımlarına imkân veren imaj, klişe, stereotipik söylemlere bağlantılı sunması, zaten İslam ve hatta kendi toplumsal konularında dahi fazla bilgi sahibi olmayan ortalama vatandaş nezdinde İslam tehlikesinin abartılı bir korkuya dönüşmesine zemin hazırlamaktadır. Klişelerin, stereotiplerin ve düşman kurgusunun, genelde savaşa, operasyona, kuşatmaya yönelik eylemleri meşru göstermek için kullanıldığı önceden belirtilmişti. İslam düşmanlığı da böyle bir amaç için çok uygun bir yapı sunmaktadır. Birçok Avrupa ülkesi, çoğu zaman halkın dikkatini gerçek sorunlardan uzaklaştırmak, kendi sorunlarının üstünü örtmek, ortaya çıkması olası olan meşruiyet sorunu doğmadan boğmak ve birçok işlerin sorgulanmasını engellemek amacıyla İslam tehdidini gerekçe olarak kullanmaktadır. Siyasi aktörler de, görünürde oluşan kamuoyu algısı ile mücadele edermiş gibi görüntü vermekte, ama gerçekte bu durumu dolaylı olarak desteklemektedir. Hal böyle olmasaydı, Avrupa’da aşırı sağcı akımların güçlenmesi mümkün olabilir miydi? Avrupa Medyasının ve Kamuoyunun İslam Algısı ile çalışmaktadır. Bu strateji, bir yandan söylenenlerin gerçekliği hakkındaki endişeleri ortadan kaldırmakta; diğer yandan hislerin ve duyguların daha hızlı harekete geçmesini sağlamaktadır. Bu şekilde hem kamuoyu yapımcılarına hem de vatandaşa belli bir eylem ya da davranış biçimi empoze edilmektedir. Bu durumda bu oluşturulan atmosfere, iklime karşı gelen kendini yalnızlaştırma riski ile karşı karşıya bulmaktadır. Başka bir deyişle medya, oluşturduğu algı ortamı ile karşıtlarını susturmakta ve böylece sanki herkesin desteklediği sanal bir uzlaşı ortamı algısı oluşturarak hem kamuoyu üzerinde, hem de vatandaş üzerinde tek yönlü bir gerçeklik oluşturmaktadır. Bu da Batı Karşıtı İslam ve İslam karşıtı Batı (Tutal, 2006) algısıdır. Bu kültürel karşıtlık tarihsel olarak Avrupalı halkın zihninde zaten mevcuttur. Medya, bu zihinlerde uyumaya terk edilen stereotip yüklü algıyı güncellemeden başka bir iş yapmamaktadır aslında. 4. Avrupa Kamuoyunda İslam ve Müslüman Algısı Avrupa’da yükselen bir İslamofobi olduğu gerçeğini artık kimse yalanlamıyor ve de yalanlama ihtiyacı dahi hissetmiyor. Gerçi, İslamofobi’nin yalanlanacak bir yanı da kalmamıştır. Avrupa’da son yıllarda birbiri ardına yapılan birçok araştırma, Avrupa halklarının nezdinde de İslam düşmanlığının kaygı verici ölçüde arttığını ortaya koymuştur. Bu araştırmalar, Avrupa ülkelerinde 11 Eylül’den önce de İslam düşmanlığının mevcut olduğunu, ancak bu kadar yaygın ve tehlikeli bir boyutta olmadığını belirttikten sonra, günümüzde bu düşmanlığın, Antisemitizme eşdeğer bir konuma ulaştığına vurgu yapmaktadır (Noelle ve Petersen, 2006; Leibold ve Kühnel, 2006, 2007; Leibold, 2009). Almanya Bielefeld Üniversitesi Disiplinerlerarası Pan-Avrupa Çalışma Enstitüsü koordinasyonunda Ekim-Aralık 2008 yılında Avrupa Birliğine üye sekiz ülkede vatandaşların İslam’a ve Müslümanlara bakış açısını saptama amacıyla gerçekleştirilen araştırma ilginç veriler ortaya koymaktadır. Araştırmanın sonuçlarına göre (Zick ve Küpper, 2009): Edward Said, Amerika’da medyanın resmi söylemler dışına pek çıkmadığını belirtmektedir (1981). Avrupa’da da durum çok farklı değildir. Siyaset-Medya-Ekonomi, sıkı bir işbirliği içersindedir. Bu nedenle, medyanın söyleminin, siyasi ve ekonomik aktörlerin söylemi; siyasi ve ekonomik aktörlerin söyleminin de, medyanın söylemi olmasının önünde hiçbir engel yoktur. İngiltere’de ortaya çıkan son dinleme skandalı da bu üç mekanizmanın nasıl iç içe geçtiğini gözler önüne sermektedir. Dolayısıyla Avrupa’da da medyanın resmi söylemin dışına pek çıktığı söylenemez. ii) Avrupalıların çoğu, kendi ülkesinde aşırı derecede Müslüman göçmen olduğu görüşündedir; Avrupa medyası, İslam’ı konulaştırırken oldukça kısa cümleler, somut ve anlaşılması kolay gerekçelere yer vermekte ve daha çok görsel malzeme iii) Avrupalıların büyük çoğunluğu, Müslümanların kadınlar üzerinde baskı uyguladığı ve kadınları dışladığı inancındadır; i) Avrupalıların çoğu, İslam’ın hoşgörüsüz bir din olduğu inancındadır; 103 104 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu iv) Avrupalılar arasında, Müslümanların İslami Terörizmi desteklediği kanaati yaygındır. v) Avrupalılar, İslam karşıtlığını açıktan dillendirmekten çekinmemektedirler. Avrupa halkı arasında yaygın olarak dillendirilen bu görüşlerin ülkelere göre dağılımı ana hatlarıyla özetlenmektedir (konu ile ilgili kapsamlı bilgi için bkz. Gökçe ve Gökçe, 2011). i) “İslam, hoşgörüsüz bir dindir” konusu: Avrupalının genelde yüzde 54,4’ü “İslam’ın hoşgörüsüz bir din olduğu” inancındadır. Almanların ise yüzde 52,2’si bu görüşü paylaşmaktadır. Yine Almanya’da yapılan bir başka araştırma, halkın yüzde 83’ü İslam’ın fanatik, yüzde 62’si de çağdışı; yüzde 71’i hoşgörüsüz ve yüzde 60’ı da baskıcı bir din olduğuna inandığını göstermektedir (bkz. Bielefeldt, 2009). Bu veriler, Avrupalıların İslam’a karşı oldukça önyargılı bir tutum içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Düşündürücü olan, bu önyargılı tutumun gün geçtikçe artış eğilimi göstermesidir (Leibold, 2009). Bielefeldt (2009), İslam sözcüğü ile ne çağrıştırıldığı sorusuna ilişkin olarak “köktendincilik”, “şiddet eğilimli” ve “kadınlar üzerinde baskı” yanıtını vermektedir (2009:171). Bu bulgular, medya algısı ile vatandaş algısının büyük ölçüde örtüştüğünü göstermektedir. Avrupalı normal bir vatandaş, medya tarafından sunulan gerçekliği yeniden üretmekte ve İslam’ı, medyanın gözünden “tehdit” olarak algılayıp değerlendirmektedir. Tehdit algısı, medyanın güncelleştirdiği bir durumdur; ancak bu algı zihinlerin derinliklerinde yatan stereotip ve önyargıdan bağımsız oluşmuş değildir. Bu açıdan Avrupa halkının toplumsal hafızasında İslam’ın, farklı bir din olduğu, tehlikeyi temsil ettiği ya da simgelediği kurgusu zaten mevcuttur. Medya, zihinlerde mevcut olan bu temsilleri yeniden canlandırmaktadır. Bunun açık göstergesi, Avrupalıların İslam’a ilişkin tutumlarıdır. Örneğin İslam’ın, farklı, bilinenin dışında kalan bir din olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 83’ün üzerindedir. İslam’ın Batı kültürüyle uyumlu olduğunu düşünen Almanların oranı yüzde 16,6’dır. Buna karşılık Fransız ve Portekizlerin yüzde 50’si, İngiliz ve Hollandalıların da yüzde 30’u İslam’ın Batı kültürü ile uyumlu olduğu inancındadır (Zick ve Küpper, 2009:2). Aslında bu veriler, Avrupalının İslam’ı ve Müslümanları tanımadıklarının kanıtıdır denilebilir. Avrupalılar, İslam’ı Avrupa Medyasının ve Kamuoyunun İslam Algısı ve Müslümanları, medyanın kendilerine İslam ve Müslümanlar hakkında verdikleri bilgilerin imkân verdiği kadar tanımaktadır. ii) Müslüman göçmenlerin sayılarının çokluğu konusu: Avrupalıların yaklaşık yarısı (yüzde 45’i) kendi ülkesinde “aşırı derecede Müslüman göçmen bulunduğu” görüşünü paylaşmaktadır. Bu durum ülkeler bazında şöyle bir dağılım göstermektedir. İtalyanların yüzde 50’si, Polonyalıların yüzde 47’si, Hollandalıların yarısından fazlası (yüzde 52), Macarların yüzde 60’ı ülkelerinde Müslüman göçmen sayısının fazla olduğundan yakınmaktadırlar. İtalya’da genel nüfusun yaklaşık yüzde 2’si kadarının; Polonya’da ve Macaristan’da yüzde biri bulmayan bir oranda Müslüman göçmen bulunmasına rağmen bu ülke vatandaşları arasında rahatsız olanların oranın yüksek olması ilginçtir. Almanya ve Fransa’da yaşayan göçmenlerin oranı toplam nüfusa göre yüzde 5 civarındadır. Buna rağmen Almanya’da durumdan rahatsızlık duyanların oranı yüzde 46, Fransa’da ise yüzde 36’dır. Avrupa medyasının, haberlerine eşlik eden görüntülerde çok çocuklu ailelere, kitleler halinde ibadet edenlere yer vermesi ve haberlerinde olumsuz, şiddet içerikli haberlere aşırı vurgu yapması, Avrupa’da olması gerekenden fazla sayıda Müslüman göçmen bulunduğu, bunların neredeyse hepsinin bir suça bulaştığı ve böylece kriminal olduğu algısına yol açmış gibi gözükmektedir. Anlaşılan medya, birleştirici ve bütünleştirici yönde değil de, ayrıştırıcı yönde işlev görmüştür. Bunun doğal bir sonucu olarak da Avrupalılar, birçok sorunun kaynağı olarak Müslüman göçmenleri görmektedir. iii) Kadınların baskı altında tutulduğu ve dışlandığı konusu: Avrupalıların çok büyük bir bölümü (yüzde 78’i), İslam’ın kadınları eşit görmediği ve bu nedenle Müslümanların kadınlara baskı uyguladıkları, toplumsal yaşamdan dışladıkları inancını taşımaktadır. Almanların yüzde 76’sı “kadına ilişkin İslami düşüncelerin Batı kültürü ile uyuşmadığı” görüşünü paylaşmaktadır. Bu oran Avrupa’nın diğer ülkelerinde de çok farklı bir görünüm sergilememektedir. Portekiz ve Polonyalıların yüzde 72’si İslam’ın kadınları eşit kabul etmediği görüşünü desteklerken, bu oran diğer ülkelerde yüzde 75 civarındadır. Avrupalılar, Müslümanları, ülkelerinde bulunan göçmen işçiler ve bunların kendi medyalarında sunuluş biçimleri üzerinden algıladıkları 105 106 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu çok açıktır. Kadın konusu Avrupa medyası ve Avrupalılar açısından kritik bir öneme haizdir. Çünkü modernite, merkezine kadını yerleştirmiştir. Bu açıdan bir ülkenin modern olup olmadığı, kadın sorunsalı üzerinden kararlaştırılmaktadır. İslam’da kadına değer verilmediği klişesinin yaygınlaşması, İslam’ın, modern ve rasyonel bir din olmadığı algısını, ilkel bir din olduğu stereotipini ve İslam ile Müslümanların hoşgörüsüz olduğunu meşru göstermek için kullanılmaktadır. Özellikle İslam’ın ve Müslümanların hoşgörüsüzlük önyargısını daha da güçlendirmek için, Müslümanların eşcinsellere karşı hiç hoşgörülü yaklaşmadıkları, onları kabul etmedikleri de belirtilmektedir. Araştırma, Avrupalıların Müslümanlar söz konusu olduğunda çifte standartlı davrandıklarına vurgu yapmaktadır. Örneğin Avrupalıların yüzde 62’si kadınların anne ve ev kadını olarak rollerini daha ciddiye almaları gerektiği, yüzde 42’si de eşcinsellere eşit haklar verilmesine karşı oldukları ve eşcinselliğin ahlaksızlık olduğu görüşündedir. Bu oran Almanya’da yüzde 53; Polonya da yüzde 87; Macaristan’da yüzde 88 (Zick ve Küpper, 2009:3). Bu veriler, Avrupalıların, yalnızca İslam ve Müslümanlara karşı önyargılı ve dışlayıcı bir tutum içinde olmadıklarına, aynı şekilde Yahudilere, Siyahîlere, yabancı göçmenlere ve diğer bazı gruplara karşı reddedici bir tutum içerisinde olduklarına işaret etmektedir. Örneğin Avrupalıların yüzde 41’i, “Yahudilerin Nazi döneminde kurban olmalarını bugün menfaat sağlamak için kullanmaktadırlar” ve yüzde 31’i de “siyahlar ile beyazlar arasında doğal bir hiyerarşi vardır” görüşüne katıldıklarını ifade etmişlerdir (Zick ve Küpper, 2009:3-4). Bu saptamalar, Avrupalılar arasında önyargının çok yaygın olduğunu göstermektedir. Özellikle İslam, Müslümanlar ve diğer bazı gruplara ilişkin düşmanca ve dışlayıcı tutum, Macaristan ve Polonya’da çok daha belirgindir. Önyargılı olma durumu eğitim ve gelir gibi faktörler açısından değerlendirildiğinde, bunlar arasında çok fazla bir fark bulunmadığına da işaret edilmektedir. Eğitimsiz ve düşük gelirli insanlarda, yaşam ve yaşlanma ile birlikte önyargıların artış ve davranışlara yansıma eğilimi gösterdiği belirtilmektedir. Buna karşılık eğitimli ve yüksek gelirli insanların diğerlerine kıyasla belki daha fazla önyargıya sahip oldukları, ancak bu grubun önyargıları dillendirme ve kullanma konusunda çok daha profesyonel davranmasını bildikleri için, sanki onların daha az önyargılı oldukları yönünde yanlış bir algı oluştuğu vurgulanmaktadır. Sonuçları açısından değerlendirildiğinde ise, eğitimli insanların tutumlarının, eğitimsizlere kıyasla çok daha Avrupa Medyasının ve Kamuoyunun İslam Algısı etkili olduğu da ayrıca belirtilmektedir (Zick ve Küpper, 2009:4; Gökçe, 1988, 2006b). iv) Avrupalıların gözüyle Müslümanların İslami teröre bakışı: Her dört Avrupalıdan biri (yüzde 22), “Müslümanların büyük çoğunluğunun İslami terörizmi haklı gördükleri ve bu nedenle destekledikleri” görüşüne katıldığını ifade etmiştir. Hatta Avrupalıların birçoğu (yüzde 40), Avrupa’da yaşayan Müslüman göçmenler arasında çok sayıda terörist olduğu inancındadır (Leibold ve Kühnel, 2006; Noelle ve Petersen, 2006). Avrupalıların bu görüşe nasıl ulaştıklarını da sorgulayan araştırmalar; Avrupalıların endişe, şüphe ya da algılarının hiçbir şekilde deneyime dayanmadığına, tarihsel olarak toplumsal hafızada yer edinmiş olan önyargı ve stereotiplerin güncel resim ve görüntüler aracılığıyla yeniden üretilmesi ve canlandırılması sonucu etkin kılındığına işaret etmektedir (Zick ve Küpper, 2009:4). Bunun sonucunda da Avrupa’da “tehdit algısı” ve “yabancılaşma korkusu” giderek yaygınlaşmaktadır (EUMC, 2006:60; Lau, 2010). Bu resim ya da algı, tarihsel olarak sunulan “İslam’ın kılıç dini, Müslüman toplulukların, monolitik, vahşi ve güçle harekete geçirilen topluluklar olduğu” kurgusuna dayanmaktadır. Buna ek olarak bu algı biçimi İslam’ın, inatçı bir şekilde akıl dışı, modernliğe karşı, sapkın, katı, dindar ve geleneksel olan bir inanç şeklindeki miras ile de sürekli beslenmektedir. Bu miras, aktüel olaylarla ve resimlerle de sürekli güncelleştirilip kalıcı kılındığı için Avrupalıların gözünde şu anda İslam, bir yandan şiddet ve militanlıkla, öte yandan hoşgörüsüzlük ve tiranlıkla özdeşleşmiş geleneksel bir dindir (Kalin, 2004: 158). Bu saptama aslında, Avrupalıların İslam algısının, İslam’ınkinden çok Batı’nın kendisini algılayışının bir sonucu olduğuna işaret etmektedir. Başka bir deyişle Avrupalı, İslam’ı ve Müslümanları kendi zihnindeki yerleşik olan stereotipler, klişeler ve önyargılar çerçevesinde algılamakta ya da ona uyumlu hale getirerek görmek istemektedir. v) Avrupa’da İslam ve Müslüman düşmanlığının açıktan ifade edilmesi konusu: Avrupalıların, her vesile ve ortamda İslam ve Müslüman düşmanlığını açıktan ifade etmekten, Müslümanlara karşı aşağılayıcı ve düşmanca tavır içinde olduklarını göstermekten artık geri durmadıkları belirtilmektedir (Leibold, 2009; Hafez, 2009). Bu gelişme aynı zamanda kaygı verici olarak da nitelendirilmektedir (Schneiders, 2009). Çünkü Avrupa’da yaklaşık 3 107 108 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Milyonu Türk olmak üzere 15 Milyonun üzerinde Müslüman yaşamaktadır. Müslümanlara ve İslam’a karşı önyargıların ve düşmanca tavrın giderek açıktan dillendirilmesi, toplumların kaynaşmasına değil, ayrışmasına yol açmaktadır. Önyargıların açıktan ifadesi, bir yandan uyum sürecini olumsuz etkilerken, diğer yandan giyim-kuşamıyla, davranışıyla, konuşmasıyla, kısaca, yaşam biçimi ve eğitimiyle yaşadığı ülkenin vatandaşında hiçbir farkı olmayan, hatta daha iyi yetişmiş olan Müslüman gençler aşağılanmaya, dışlanmaya, hor görülmeye aşırı tepki vermektedir. Nitekim eğitimli Müslüman gençler arasında şiddet eğilimi çok daha yaygındır (Gökçe, 2006a). Hal böyle olunca, Avrupalıların şikâyetçi olduğu “Paralel Toplum Oluşumu” aslında yalnızca Müslümanların tutumlarından kaynaklanan bir olgu değil, Avrupalıların Müslümanlara ve İslam’a karşı son yıllarda takındıkları tavrın bir sonucu olarak da karşımıza çıkmaktadır. Noelle-Neumann (1980), insanların kamuoyunda dışlanmaktan korkmadığı, endişe duymadığı zaman genele aykırılık teşkil eden kanaatlerini, tutumlarını, düşüncelerini ve tavırlarını açıktan gösterme eğiliminde olduklarını belirtmektedir. Bu saptamadan hareketle Avrupa kamuoyunun artık İslam ve Müslüman düşmanlığını hoş gördüğünü, cezalandırmadığını, hatta tam tersine körüklediğini söylersek herhalde pek yanılmamış sayılırız. Çünkü Avrupa kamuoyunda hâkim olan hava, önyargılı kişileri cezalandırmaktan ziyade bu kişileri özellikle bu yönde davranmaya teşvik edici bir görüntü sergilemektedir (Halm, 2008). Avrupa Medyasının ve Kamuoyunun İslam Algısı Son Söz Özet olarak; 11 Eylül sonrası dünyada İslam Batı medyası açısından sarsıcı haber demektir. İslam, hem siyasette hem de medyada, Avrupa’ya yabancı, farklı bir din olarak algılanmaktadır. Buna bağlı olarak da “Müslümanlar, farklı ve bizden değil” klişesi çok sık duyulur olmuştur. 11 Eylül öncesinde de Avrupa medyasında İslam ile Tehdit arasında bir bağ oluşturulmuştu. Bu bağın oluşumunda da İran devriminin önemli bir rolü vardı. Ama İslamofobi eğilimi o kadar belirleyici ve yönlendirici değildi. Her ne kadar İslam ile Terör arasında bir ilişki kurulmuş ise de, “her Müslüman bir teröristtir” klişesi henüz oluşturulmuş değildi. 11 Eylül ile birlikte bu tablo değişmiş, artık her Müslüman bir terörist muamelesine maruz kalmıştır. Aynı şekilde Müslüman ülkeler de, uluslar arası terörizmin çıkış ve güçlenme merkezleri olarak kurgulanıp sunulmuş ve sunulmaktadır (Akdemir, 2009). Türkiye’de bu oluşturulan ilişkiye kenardan bulaştırılmaktadır. Özet olarak; Avrupalılar arasında, İslam ve Müslüman düşmanlığı giderek artış eğilimi göstermektedir. Avrupalı vatandaşların çoğunluğu, İslam’ı ve Müslümanları zihinlerinde yerleşmiş olan ya da kolektif bilinçaltında yerleşik olan klişe, önyargı ve stereotip perspektifinden görüp değerlendirmektedir. 11 Eylül sonrası dünyasında Avrupa medyasında ve kamuoyunda İslam düşmanlığı çok hızlı bir artış eğilimi göstermekte ve buna bağlı olarak da İslam korkusu yaygınlaşmaktadır. Bu süreçte, Afganistan ve Irak’a müdahale sürecini meşru kılmak için İslam düşmanlığını gerekçe gösteren çok sayıda kitabın kamuoyunun dikkatine sunulmuş olması, film vs. yapılmış olması önemli bir etkendir. Aynı şekilde İran’a yönelik yaptırımların meşru gösterilmesi amacıyla sıkça, köktendinci İslam’a gönderme yapılmaktadır. Dolayısıyla İslam düşmanlığı yalnızca medya ile sınırlı bir olgu değildir. Bu sürece toplumun tüm katmanları dâhildir. Bunların başında da siyaset kurumu gelmektedir, dini kurumlar gelmektedir, eğitim kurumları gelmektedir. Hepsi tek bir ağızdan, Avrupa ve Batıyı İslam’ın kapitülasyonuna karşı uyarmaktadır. Hal böyle olunca normal, sıradan vatandaşların kendilerini korku sarmalında hapsolmuş hissetmeleri kadar doğal bir şey olamaz (daha geniş bilgi için bkz. Gökçe ve Gökçe, 2011). Şu bir gerçektir ki, Avrupalılar artık Müslümanları kendi ülkelerinde istememektedir. Onlar, tehdit, kapitülasyon endişesi ve korkusu içerisindedir. Bu korku ve endişe, kamuoyu ve kamuoyu yapımcıları (medya, siyasi ve diğer aktörler) tarafından da özellikle desteklenmekte, teşvik edilmektedir. Duyulan bu endişeler ve korkular, algılanan tehdidin artmasına yol açmakta ve bu durum da Müslümanların sosyal yaşamadan dışlanmasına, reddedilmesine sebebiyet vermektedir. Kısaca şu anda mevcut olan tablo tam bir kısır döngüyü çağrıştırmakta ve pek az kişi bu kısır döngünün aşılması için çaba ve gayret göstermektedir. Burada medyanın tek başına imajları, klişeleri, stereotipleri, önyargıları, düşman tasavvurlarını oluşturduğu gibi bir yorumun oluşması mümkündür. Kuşkusuz böyle bir algının oluşma ihtimali olsa da, burada bu kastedilmemiştir. Medya aslında olmayan bir şeyi kısa sürede oluşturamaz. Medya, toplumsal hafızalarda ya da bilinçaltında yerleşik olan anlam ve söylem yapılarını güncellemekte, onlara yeni boyutlar eklemektedir. Bu açıdan her şeyi medyaya yüklemek kadar sakıncalı bir şey olamaz. Bu durumda medyanın algısına da zemin oluşturan arka planın ne olduğu sorusu ortaya çıkmaktadır. Bu sorunun cevabı, birçok şeyi daha 109 110 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu kolay anlamamızı sağlayacaktır. Ama bu konuya geçmeden önce, Avrupa halkının İslam’ı nasıl algıladığı sorusu üzerinde durulmaktadır. Bunun da temel nedeni, medya gerçekliği ile halkın gerçekliğini karşılaştırama arzusudur. Her ne kadar halkın gerçeklik algısı ile medyanın gerçeklik kurgusu arasında çok fazla bir fark olmayacağı varsayılsa da, yine her ikisini karşılaştırmakta yarar görülmektedir. Bu karşılaştırma, varsayıldığı gibi, medya algısı ile halkın algısının örtüştüğünü ortaya koyarsa, o zaman tehlike çanları ciddi olarak çalıyor demektir. KAYNAKÇA Akdemir, E. (2009): “11 Eylül 2011, 11 Mart 2004 ve 7 Temmuz 2005 Terörist Saldırılarının Ardından Islam’ın Avrupa’da Algılanışı”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, C. 8, No. 1, ss. 1-26. Bielefeldt, H. (2009): “Das Islambild in Deutschland. Zum öffentlichen Umgang mit der Angst vor dem Islam”, T. G. Schneiders (ed.): Islamfeindlichkeit, Wiesbaden, ss. 167-200. Deltombe, T. (2005): L’Islam imaginaire. La construction m”diatique de I’Islamophobie en Franc. 1975-2005, Paris. European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia (EUMC), (2006): Msulims in the European Union, Discrimination and Islamophobia, Wien. Glück, A. (2008): Terror im Kopf. Terrorismusberichterstattung in der deutschen und arabischen Elitenpresse, Berlin. Avrupa Medyasının ve Kamuoyunun İslam Algısı Gökçe, G. & Gökçe, O. (2011): Avrupa’da İslam ve Türk İmajı, Ankara: Birleşik Kitabevi. Hafez, K. & C. Richter (2007): “Das Islambild von ARD und ZDF”, Aus Politik und Zeitgeschichte 26-27, ss. 40-46. Hafez, K. (2000): The West and Islam in the Mass Media, Cornerstones for a New International Culture of Communication in the 21st Century, Center for European Integration Stıdies, Rhenische Freidrich WilhelmsUniversitaet Bonn, C 61. Hafez, K. (2002): Die politische Dimension der Auslandsberichterstattung, Bd. 2: Das Nahost-und Islambild der deutschen überregionalen Presse, Baden-Baden. Hafez, K. (2009): “Mediengesellschaft – Wissensgesellschaft? Gesellschaftliche Entstehungsbedingungen des Islambildes deutscher Medien”, T. G. Schneiders (ed.): Islamfeindlichkeit, Wiesbaden, ss. 99-118. Halm, D. & M. Sauer (2004): das Zusammenleben Deutschen und Türken. Entwicklung einer Paralellgesellschaft? WSI-Mitteilungen 10/2004. Halm, D. (2006): Zur Wahrnehmung des Islams und zur soziokulturellen Teilhabe der Muslime in Deutschland, Essen. Halm, D. (2008): Der Islam als Diskursfeld. Bilder des Islams in Deutschalnd, Wiesbaden. Huntington, S. (1993): “The Clash of Civilizations” Foreign Affairs 72. Gökçe, O. (1984): Linguistische Untersuchungen zur Darstellung der Auslánder in Sendungen der ‘Hessenschau’, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Giessen. Kalin, I. (2004): “Roots of Misconception: Euro-American Perceptions of Islam Before and After September 11”, J. E. B. Lumbard (ed.): Islam, Fundamentalism, and the Betrayal of Tradition: Essays by Western Muslim Scholars, ss. 143-187. Gökçe, O. (1988): Das Bild der Türken in der Deutschen Presse, Beiträge zur Philologie Band 64, Giessen. Lau, J. (2010): Das Islambild in den Medien, Frankfurt (GoetheUniversiatet) Gökçe, O. (2004): “Terörizm Çağında Düşman İmajları”, O. Gökçe/U. Demiray (ed): Terörün Görüntüleri-Görüntülerin Terörü, Konya: Çizgi Kitabevi, ss. 85-105. Leibold, J. & S. Kühnel (2006): “Islamophobie. Differenzierung tut not”, W. Heitmeyer (ed.): Deutsche Zustaende, Bd. 4, Frankfurt a. M. Gökçe, O. (2006a): “Almanya’da Uyum ve Dışlanma Arasında Türk Gençleri”, Türk Yurdu, Nisan, Cilt: 26, S. 224, ss. 9-17. Gökçe, O. (2006b): “Alman Kamuoyunda Türk İmajı”, O. Gökçe/U. Demiray/E. Sözen (ed.): Türkiye’nin ABD ve AB Denklemi, Konya: Çizgi Kitabevi. Leibold, J. (2009): “Fremdenfeindlichkeit und Islamophobie. Fakten zum gegenwaertigen Verhaetnis genereller und spezifischer Vorurteie”, T. G. Schneiders (ed.): Islamfeindlichkeit, Wiesbaden, ss. 145-154. Noelle, E. & T. Petersen (2006): “Eine fremde, bedrohliche Welt”, FAZ, 17 Mai. 111 112 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İslamofobiyi Besleyen Unsurlardan Biri Olarak “İslam Şeriatı” Algısı Noelle-Neumann, E. (1980): Die Schweigespirale.Öffenteiche MeinungUnsure Soziale Haut, Münhen. Poole, E. (2002): Reporting Islam. Media Representations of Britsh Muslims, London. Pörksen, B. (2000): Die Konstruktion von Fiendbildern. Zum Sprachgebrauch in neonazistischen Medien, Wiesbaden. Said, E. W. (1981): Medyada İslam, Gazeteciler ve Uzmanlar Dünyaya Bakışımızı Nasıl Belirliyor? (Çev. A. Babacan), İstanbul. Said, E. W. (1982): Oryantalizm (Doğubilim). Sömürgeciliğin Keşif Kolu. (Çev. N.,Uzel.) İstanbul: Pınar Yayınevi. Schiffer, S. (2004): Die Darstellung des Islams in der Presse. Diss., Erlangen-Nürnberg. Schiffer, S. (2005): “Der Islam in deutschen Medien”, Aus Politik und Zeitgeschichte, 20/2005, 17 Mai, ss.23-30. Schneiders, T. G. (2009): Islamfeindlichkeit. Wenn die Grenzen der Kritik verschwimmen, Wiesbaden, ss.9-18. Schulz, W. (1976): Die Konstruktion der Realitaet in den Nachrichtenmedien. Analyse der aktullen Berichterstattung, Freiburg-München. Tutal, N. (2006): Söylemler ve Temsiller, Fransızlar Türkleri Nasıl Anımsıyor ya da Fransız İmgeleminde Türkiye, Ankara: Phoenix Yayınevi Zick, A. & B. Küpper (2009): Meinungen zum Islam und Muslimen in Deutschland und Europa, Universitaete Bielefeld, (www. Uni-bielefeld. de/ikg/zick). Orhan Gökçe (Prof. Dr.) Konya doğumlu olan Orhan Gökçe, Almanya Justus-Liebig-Üniversitesinde eğitim gördü. 1982’den itibaren aynı Üniversite’nin Şarkiyat Enstitüsünde ve 1989’dan sonra da Berlin Güzel Sanatlar Yüksek Okulu (şimdi, Berlin Sanat Üniversitesi) İletişim Bölümünde “Almanya’da Türk ve Türkiye Algısı”, “Alman Basınında Türkiye’nin Ötekiliği ve Kimliği”, “Kültürlerarasılık”, “Almanya’da Türk Gençliği”, “Medya ve Önyargı” konularında dersler vermiştir. 1991 yılından beri Selçuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünde görev yapmaktadır. Orhan Gökçe’nin “Das Bild der Türken in Deutschland” (Alman Basınında Türk İmajı), “İletişim Bilimine Giriş”, “İçerik Analizi”, Avrupa’da İslam ve Türk İmajı (Gülise Gökçe ile birlikte) konularında kitapları ve “Medya ve Terör” (Uğur Demiray ile birlikte), “Türkiye’nin ABD ve AB Denklemi” (Edibe Sözen ile birlikte) “Türkiye’de Seçmen Davranışı”, “Medya ve Düşman Kurgusu”, “11 Eylül Sonrası Dünya ve Türkiye” vb. konularında yayınlanmış çok sayıda makalesi mevcuttur. İslamofobiyi Besleyen Unsurlardan Biri Olarak “İslam Şeriatı” Algısı PROF. DR. ABDULLAH KAHRAMAN CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ İslamofobi, kısaca “İslam korkusu” olarak tanımlanabilir. Buna İslam’dan korkutma, İslam’ı bir tehlike ve özgürlüklerin önünde engel olarak görme, gösterme ve Müslümanları potansiyel terörist olarak algılama gibi düşünceler de eklenebilir. O zaman şu soruları sormak gerekir: Adı bile “barış, esenlik, güvenlik” gibi anlamlara gelen İslam’dan neden korkulur? Bu korkuyu üreten ve yayan kimdir? Böyle bir algıyı insanların kafasına sokmanın amacı ve hedefi nedir? Her şeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki, İslamofobi’nin tek bir boyutu ve sebebi yoktur. Aksine konunun dini, kültürel, sosyal, tarihi, psikolojik, sosyolojik ve hepsinden daha önemli ideolojik boyutu vardır. Bunların her biri üzerinde ayrı ayrı durmak gerekli olsa da biz sadece birkaç noktaya işaretle yetineceğiz. Tarihi gerçekler dikkate alınıp objektif bakıldığında müslümanların tarihi, savaş gibi olağanüstü durumlar hariç –ki, savaşta da Müslümanlar hep bir hukuktan hareket etmişlerdir– insanları korkutacak olaylara sahne olmamıştır. Hatta dünya tarihinde esirlere uygulanacak hukukî düzenlemeleri ortaya koyan Müslümanlar olmuştur. Bu bakımından İslam tarihi insanların yüzünü güldürecek ve onları barış içinde yaşatacak uygulamalarıyla Batının tarihiyle mukayese edilemeye- 113 114 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu cek kadar olumlu örneklerle doludur. Kur’ân’ın savaşla ilgili âyetlerinin de özel bağlamları vardır. Bir bütün olarak Kur’ân’da yer alan hükümler dikkate alındığında savaş ve ceza ile ilgili âyetler inanç, ahlak, nasihat, ibadet ve barışla ilgili olanların yanında çok az bir kısmı oluşturur. Bundan dolayı İslam’da barış mı yoksa savaş mı esastır? Sorusuna çok rahat bir şekilde barış esastır cevabı verilebilir. O zaman korkuyu İslam’ın teorik esaslarına bağlamak çok anlamlı gözükmemektedir. Geriye Batıda sunulan din algısı ve Müslüman imajı kalmaktadır. Aslına bakılırsa Batılı insan sadece İslam Dininden değil, genel olarak dinden ve dia adamından korkmaktadır. Zihin kodlarında dine karşı bir mesafe ve ürkeklik yatmaktadır. Bunun temel sebebi, tarih boyu hristiyanlıkla ve papazlarla savaş halinde olup özgürlüğü de onların koydukları sınırlamalardan veya sömürülerden kurtulma olarak yorumlamalarıdır. Bu anlamda batılı insan ruhban sınıfının olumsuz tavırlarına karşı aydınlanma ve rönesans ile zafer kazanmıştır. İslamofobi bir anlamda zihinlerde var olan din ve dindar korkusunun İslam’a ve Müslümanlara yansıtılmasıdır. Bunu besleyen ana sebep ise medya yoluyla Batı’da anlatılan İslam Dini ve Müslüman tipi imajıdır. Müslümanların kendi dinlerini anlatan kitapları Batı dillerinde yazmamaları, bu alandaki yayın piyasasına hakim olamayışları, İslam’ın oryantalistler veya İslam karşıtı yazarlar tarafından anlatılmasına yol açmıştır. Bu eserlerin bilimsel kaygı ile yazılanları bile İslam adına ciddi şüpheler ve kaygılar üretmektedir. Bu konuda oryantalistlerin büyük rolü olmuştur. Mesela batılı yazarların dilinde bir “rahmet peygamberi” imajı bulmak çok zordur. Onlara göre Hz. Peygamber, din üzerinden imparatorluk kurmuş bir Arap kralı, çok kadınla evlenen şehvet düşkünü ve insanları kılıçtan geçiren bir savaş ve şiddet adamıdır. Batılı insan çocukluktan itibaren bu duygularla büyümektedir. Böyle yetişen sinemasında, televizyonunda, tiyatrosunda bunu konu alan film ve gösteriler izleyen bir insanın bu korku dağını aşması çok zor olmalıdır. Batılı insanın zihnine yerleştirdiği Müslüman imajı da bu din algısına bağlı olarak gelişmektedir. Ona göre Müslüman, görgüsüz, bilgisiz, akıl seviyesi yetersiz, temizlikten anlamayan, bilime kapalı bir tiptir. Bütün bu vb. olumsuz söylemler İslamofobi’ye kaynak teşkil etmektedir. Bazı Müslümanların olumsuz, gerçek İslam’ı yansıtmayan davranışları, din anlayışları ve pratikleri de bu korkunun oluşmasında önemli bir role sahiptir. İslamofobiyi Besleyen Unsurlardan Biri Olarak “İslam Şeriatı” Algısı İslamofobia söyleminin oluşmasında şeriatın rolü nedir? Etrafında oluşturulan korku çemberini yıkmayı başaran bazı Batılılar İslam’ın barış, Hz. Peygamber’in ise rahmet, merhamet ve barış insanı olduğunu çoğu kere kendi imkânlarıyla görebilmektedirler. Bu yüzden Müslüman olan, Müslüman olmasa bile makul ve hoşgörülü düşünebilen insanlar ve yazarlar vardır. Bu sefer de İslam’ın bütünlüğü parçalanarak ana yapı içerisinden bazı hükümler adeta cımbızla çekilerek İslam adına bir vitrin oluşturulmakta ve adına da “şeriat” denilmektedir. Artık İslam Şeriat adı verilen bu yapı üzerinden tanımlanmakta, şeriat ise çok kadınla evlilik, el kesme, kadına şiddet ve çok kadınla evliliğe indirgenmektedir. Medyada yer alan İslam’ın vitrininde sürekli bu hüküm ve konulara yer verilmektedir. Bunun Türkiye uzantıları da vardır. İslamofobi’ye Zemin Hazırlayan Şeriat Algısı ve Neden Şeriat? Biz şeriatı kendi meselemiz olarak ve kendi ilmi mahfillerimizde tartışmaktayız ve tartışabiliriz. Çünkü şeriat anlayışımızda bir sorun varsa bu öncelikle bizi ilgilendirir. Ancak bazı Müslüman grupların söylem ve eylemiyle ortaya çıkan ve batı kaynaklı medyada abartılı bir şekilde sunulan rahmet ve merhamet yönü bulunmayan, katı, sert, şiddeti esas alan, özgürlük alanı bırakmayan, kadını dört duvar arasına hapseden, ona şiddeti meşru gören, el kesen, recmeden, kısası öngören bir şeriat algısının ve anlayışının bulunduğu gerçektir. Batı medyası ve onun etkisiyle hareket eden yayın organları hemen her gün böyle bir şeriat portresi sunmaktadırlar. Dünyadaki terör hareketleriyle de şeriat her zaman ilişkilendirilerek, şeriat yanlısı Müslümanlar terörist olarak adlandırılmaktadır. Şimdi de İslam korkusunu kimin ve neden yaydığı sorusuna cevap arayalım. İslamofobi’nin kaynağı genel olarak Batı olduğuna ve bu korkunun da 11 Eylül gibi kompleks tarafları bulunan olaylardan sonra arttığı söylendiğine göre korkuyu yayan adres aşağı yukarı belli demektir. Geriye neden böyle bir korku oluşturulduğu veya var olan korkunun bu forma döküldüğü ve buna zaman zaman ivme kazandırıldığını irdelemek kalmaktadır. En kestirme ifadesiyle, meselenin ideolojik tarafının diğer yönlerine baskın geldiğini söyleyebiliriz. Çünkü tarih boyu Hristiyan, Yahudi ve Müslümanlar arasında bir hakimiyet savaşı yaşandığı bilinmektedir. Bunun toprağa yansımış şekline sıcak savaş adı verilse de esas olanı psikolojiktir. Dolayısıyla Batı her zaman ideolojik olarak İslam’la kavgalı olmayı kendi selameti açısından tercih etmiştir. Çünkü Hristiyanlığın 115 116 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu giderek zayıfladığı, kan kaybettiği ve onun yarattığı ve insan fıtratında mündemiç bulunan din ihtiyacının İslam tarafından doldurulduğu görüldükçe İslamofobi gibi çareler adeta can simidi haline gelmektedir. Batı, kendi bekasını adeta İslam’ı ya silmekte, ya sulandırmakta veya istediği şekle çevirmekte bulmuştur. Bunun için Modernist İslam, Layt İslam, Amerika İslamı gibi kavramlardan da bahsedilmiştir. Müslümanlar da buradan hareketle Radikal Müslüman, Ilımlı Müslüman, Aydın Müslüman, Solcu Müslüman, Sağcı Müslüman, Gerici Müslüman, İlerici Müslüman, Çağdaş Müslüman gibi ayrımlara tabi tutulmuştur. Bütün bunlar bir bütün olarak yok etme imkânına sahip olmadığı İslam’ı böl-parçala-yut formülüne göre etkisiz hale getirme amacı taşımaktadır. Bazı Müslüman ülkelerde terör hareketlerine el altından destek verilip eylemi yapanlar üzerinden İslam ve Müslüman tanımı yapıp imaj oluşturmayı başka türlü izah etmek mümkün müdür? Meselenin bir başka boyutu da şudur: Son yıllarda batı globallaşma veya küreselleşme diye bir ideoloji ve söylem icat etmiştir. İlk bakışta masum gibi gözüken bu söylemin ideolojik unsurlar içerdiği artık gözden kaçmamaktadır. Globallaşmanın önündeki en önemli engel İslam ve özellikle de şeriat olmaktadır. Çünkü şeriat ahkâm ve ölçü demektir. Bu hükümler insan hayatını tanzim eden kalıp ve ölçüler içerdiği için Müslümanlara bir hayat tarzı sunmaktadır. Bu hayat tarzı gerek felsefe, gerek pratik ve gerekse hedef bakımından Batılı standartlarla esaslı noktalarda çatışmaktadır. İşte bu sebeple önce İslam özellikle de şeriatı olan İslam globalleşmenin önünde engel olarak görülmektedir. Çünkü batı şeriatın önemini çok iyi bilmektedir. Sadece İslam’da değil, Mesela Yahudilikteki güç de aslında şeriattan gelmektedir. Nitekim Hz. Musa (Ona selam olsun), İsrail oğullarına vasiyette bulunarak şöyle der: “Allah’ın bana indirmiş olduğu Tevrat’ın şeriatını koruyun ve onun emirlerine göre davranın. Böylece yüce Allah dualarınızı işitir; fiyatlarınızı düşürür, ülkenize bolluk bahşeder, malvarlığınızı ve evladınızı çoğaltır, düşmanlarınızın kötülüğünden sizi korur. Güncel olaylar ve devrin felaketleri karşısında korkuya kapıldığınızda hep birlikte ve samimiyetle Allah’a dua edin, ondan bağışlanmanızı dileyerek namaz kılın ve oruç tutun, gizli ve açık şekilde sadaka verin. Korku içerisinde ve tevbe ederek istekte bulunun. Ta ki O, korktuğunuz şeyi uzaklaştırsın ve endişelendiğiniz şeyi def etsin, dünyadaki sıkıntı ve felaketleri ve zamanınızın olaylarını sizden bertaraf etsin”1. 1 İhvan-ı Safâ, Resâilü ihvâni’s-safâ ve hullânu’l-vefâ, Beyrut 2006, I, 156. İslamofobiyi Besleyen Unsurlardan Biri Olarak “İslam Şeriatı” Algısı Hristiyanlığın savrulması ise şeriatının yokluğundandır. Halbuki Kur’ân Hristiyanların da bir şeriatı olduğuna işaret eder. Mesela, “İncil ehli o kitapta Allah’ın indirdiği ile hükmetsin…”2 der. Buradan hristiyanlığın da bir şeriatı olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu şeriat insan eli değen Hristiyanlıktan çıkarılmıştır. Zira şeriat olmayınca dini beşer tasarrufuna açmak çok daha kolaydır. Batı’nın İslam projesi de ılımlı yani şeriatsız İslam’dır. Bunun yolu da cezalar ekseninde karalama kampanyaları yapmaktır. Gerçekte Şeriat Korkulacak Bir Şey midir? Batının fobi haline getirerek takdim ettiği şekliyle bir şeriat algısının doğru olmadığı ve alternatif şeriat yorumlarının bulunduğu Müslüman âlim ve düşünürler tarafından her zaman dile getirilmektedir. Buna göre şeriatın, tümüyle adalet, hakkaniyet, rahmet, merhamet ve maslahat olduğu ifade edilmektedir3. Özellikle fikir alanında yoğun temasın ve bir anlamda hesaplaşmanın yaşandığı II. Meşrutiyet döneminde bu şekildeki savunmalar daha net ve şiddetli olmuştur. Bu devrede ortaya çıkan Batıcılılar, Türkçüler ve İslamcılar gibi fikir akımlarının karşılıklı tartışmalarında da şeriat hep odakta olmuştur. İktisat, siyaset, teknoloji gibi alanlarda üstünlüğünü kanıtlayarak hakimiyet peşinde olan Batı, Müslümanların geri kalışının faturasını şeriata kesmiş veya kestirmiştir. Bu sebeple Osmanlı toplumunda oluşan mezkur fikir akımları şeriatı bu gözle değerlendirerek çeşitli yaklaşımlar ortaya koymuşlardır. Batıcılar ilerlemenin yegane yolunun batılı değerleri benimsemekle mümkün olacağını savunurken Türkçüler bazı noktalarda onlara katılmakla birlikte bazı noktalarda onlardan ayrılmışlardır. Mesela Ziya Gökalp şeriatı bütünüyle reddetmek yerine, örf ve maslahat temelli bir yeni bir fıkıh usulünden bahsetmiştir4. İslamcılar ise, ictihad kurumunun aktif hale getirilmesi halinde mevcut İslamî hükümlerin yeterliliğini ve bu haliyle şeriatın Batılı değerlerden üstün olduğunu savunmuşlardır. Namık Kemal, İsmail Hakkı İzmirli Hamdi Yazır, A. Hamdi Akseki gibi İslamcılar bu konularda kitap ve makaleler yazmışlardır. Bu yazı ve makalelerde Batının ve onun takipçilerinin şeriatta yer alıp da çağdışı ilan ettikleri tüm hükümleri kendi bütünlükleri içerisinde değerlendirmiş ve İslam’ın çağa ve çağlara hitap edecek dinamizmini ortaya koymaya çalışmışlardır. 2 Mâide, 5/47. 3 Bk. Şeltut, Mahmud, el-İslâmu Akideten ve Şeriaten, Mısır 2001. 4 Bk. Şentürk, Recep, 117 118 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İlerleyen dönemlerde Müslüman âlim, düşünür ve yazarlar şeriat alanında bir tecdid projesinin peşine düşmüş bu alanda da farklı şeriat yorumları ortaya çıkmıştır. Mesela Mısır’daki Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh ve Reşit Rıza’nın dile getirdiği ıslahat ve tecdid projesi İslam dünyasında hala etkilidir5. Batılı söylemden daha yoğun olarak etkilenen ve bunları savunan Fazlurrahman, M. Abid Cabiri, Hasan Hanefi, Nasr Ebu Zeyd gibi çağdaş Müslüman yazarların dinamik şeriat anlayışları ise Batılı standartlara daha yakındır. Bu yüzden bu söylemin batı tarafından empoze edildiği yolunda şüpheler bulunmaktadır. Çünkü batı, İslam’ın içinden şeriatı çıkarma projesinde Müslümanların kendi içinden seçtiği kimseleri istihdam etmektedir. Bunlar “Sabit Din Dinamik Şeriat” anlayışını adeta sloganlaştırmışlardır6. Buradan da anlaşılacağı üzere, sabit bir şeriat vardır. O da, genel esasları Allah tarafından Kur’ân’da belirlenmiş olan ilkelerdir. Hüseyin Hatemi’nin deyimiyle bu “İlahi Tabii Hukuk”tur. Şatıbî gibi âlimlerin yaklaşımıyla ise bu, dinin, aklın, canın, malın ve neslin korunması şeklinde özetlenen beş tümel esastır. Şeriat adına en genel çerçeve budur. Diğer bütün şeriat hükümleri bunları gerçekleştirmek üzere konulmuş araçlardır. Aslında temel amaçlarda insanlığın ortak aklı ve tecrübesi yatmaktadır. İşte şeriat bu şekilde yorumlandığı zaman buna karşı çıkmak ve bunu fobi haline getirmek gereksizdir. Şeriatın Mahiyeti ve Din-Hukuk-Şeriat İlişkisi Şeriatın Mahiyeti Câbirî’nin tespitine göre Müslümanların algısında şeriat, siyasal ve toplumsal zulmü ortadan kaldıran, birey için özgürlüğü ve onuru gerçekleştiren, erdemli bir ahlak ve Salih bir amele imkân veren bir sistemdir7. Din-Hukuk (Şeriat) İlişkisi İslamî terminolojide hukuku daha yoğun olarak ifade eden orijinal kavramın şeriat olduğu bilinen bir husustur. Ancak din yanında şeriat 5 Ayrıntısı için bk. Reşid Rıza, el-Vahdetü’l-İslamiyye ve’l-uhuvvetü’d-diniyye, Mısır 1367. Kitabın Giriş ve notlar ilaveli Türkçesi Hayreddin Karaman tarafından Gerçek İslam’da Birlik adıyla yayımlanmıştır. 6 Bk. Güler, İlhamî, Sabit Din Dinamik Şeriat, Ankara 1999. 7 Cabiri, Abid, Vichetü nazar nahve binâi kadâyâ’l-fikri’l-arabî’l-arabî, Beyrut 1992, 73 (Çağdaş Arapİslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, trc. A. İhsan Pala-M. Şirin Çıkar, Ankara 2001, 68). İslamofobiyi Besleyen Unsurlardan Biri Olarak “İslam Şeriatı” Algısı kelimesinin kullanılması zaman zaman kavram karışıklığına yol açmış, din-şeriat ayrılığına da zemin hazırlamıştır. Hukukun, dinin değişen kısmını oluştursa da, dine dahil olduğu genel olarak kabul edilmiş bir husustur. Çünkü din, şeriat ve millet kelimeleri arasında fark itibari olup mahiyet bakımından değildir. Şeriat ve millet kullanımda Peygambere ve ümmete izafe edildiği halde din sadece Allah’a izafe edilebilir. Buna göre “falan peygamberin şeriatı, milleti demek doğru olduğu halde, filan peygamber’in dini denilemez8. Değişme özelliğine sahip hukukun ne kadarının değişeceği ve dine dahil olan hukûkî hükümlerin niteliğinin ne olduğu konusunda önemli fikir ayrılıkları bulunmaktadır. İslâm ulemasının çoğu, din ve hukukun (şeriatın) ayrılmaz olduğunu ve dinin bu iki unsurdan oluştuğu kanaatini taşırlar. Bu anlayışa göre, müslümanların bireysel ve toplumsal davranışlarını düzenleyen şeriat (hukuk) akideden kaynaklandığı için onun tamamlayıcı öğesidir9. Bunun yanında şeriat esasları (şerâi’) imani sabitelerden olduğu için tartışma ve sorgulama konusu yapılamaz ve değiştirilemez yani taabbüdîdir. İnkârı insanı küfre götürür10. Bu hususu çok net biçimde savunanlardan birisi ünlü İslâm hukukçusu Ebû İshak eş-Şatıbi (v.790)’dir. Onun tespitine göre şeriat mükellefin fiillerinin tamamını düzenler11. Bu konulardaki tartışmaların esasını İslâm âlimlerinin din ve şeriat kelimelerine yükledikleri anlamlar oluşturmaktadır. Kısaca ifade etmek gerekirse: İslâm’da ekonomi, siyaset ve hukukla ilgili olup ferdi ve sosyal hayatı düzenleyen hükümlere genel olarak şeriat denildiği bilinmektedir. Çünkü dînî edebiyatımızda ve ilmî kaynaklarımızda din, millet ve şeriat kelimeleri aynı mahiyeti farklı bakış açılarına göre ifade etmek için kullanılmıştır. Allah’ın peygamberleri ile gönderdiği bilgi ve talimat bütününe, bunlara iman ve itaat edilmesi gerekli bulunduğu için din, yazılı olduğu veya insanları belli bir çerçeve içinde topladığı için millet, fert ve toplumun hayat ve davranışlarında izleyeceği yol olduğu için şeriat denilmiştir. Buna göre şeriat din yerine kullanıldığı gibi, İslâm Şeriatı, İslâm Dinini ifade etmek için 8 Bk. Tehânevî, Keşşâfu ıstılâhâti’l-fünûn, Beyrut 1996, I, 1018. 9 Bk. Şeltut, Mahmud, el-İslâmu Akideten ve Şeriaten, 11. 10 Serahsî, Ebû Bekir Muhammed, Usûlü’s-Serahsî, Beyrut 1973, I, 73; İbn Hazm, Ahmed b. Sa’îd, el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm, Beyrut 1983, I, 76, II, 117. 11 Bk. Şâtıbî, Ebû İshak İbrâhim, el-Muvâfakât fî usûli’ş-şerî’a, Kâhire ts., I, 51, 78. 119 120 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu kullanılmıştır. Din terimini değişme kabul etmeyen inanç ve amel hükümlerine, şeriat terimini ise değişebilir din hükümlerine ve kurallarına tahsis edenler varsa da, böyle bir tahsisin İslâm ilim geleneğinde dayanağının olmadığı belirtilmiştir. O halde Şeriat, değişen ve değişmeyen, inanca ait olan ve amel ile ilgili bulunan bütün dini hükümlerin ve talimatın adıdır. Ancak geleneğimizde şeriat, dar manada ibadet ve hukuktan oluşan ameli hükümleri hatta sadece hukuku ifade etmek için de kullanılmıştır. Bir başka yoruma göre ise şeriat, evrensel ve ideal dinin, hukuk alanındaki temel ilkelerinin bütününü ifade eder. Bu anlamda şeriat, hukuk (adalet) devletinin temel (anayasal) ilkeleri anlamındadır. Buna göre şeriat ve din veya İslâm arasında mutlak ve kesin bir farktan değil, kapsam farkından söz edilebilir. Şeriat, İslâm hukukunun temel (anayasal) ilkeleri iken; İslâm, akait, ahlak, ibadet kurallarını kapsamaktadır. Şeriata biraz daha geniş anlam verilirse, ibadetin temel ve farz kuralları da bu kapsama girer. Buradan da anlaşılacağı üzere, İslâmî terminolojide dini ifade etmek için bazen Şeriat, bazen Din bazen de İslâm kelimeleri birbirinin yerine kullanılmaktadır. Ancak bu kavramların dinin içeriklerinden ve özelliklerinden her birini özel olarak ifade etmek için kullanıldığı da bir gerçektir. Dinin hukuktan tamamen bağımsız ve hiçbir şekilde hukukî öğe içermediği şeklindeki bir anlayışı ise temel kaynaklar bakımından doğru bulmak mümkün görülmemektedir. Bu tartışmalar bir kenara bırakılırsa, dinin sadece inanç, ibadet ve ahlaktan ibaret olmadığı, hukuka da, niteliği ve oranı tartışmalı olmakla birlikte, dinde yer verildiği sonucuna ulaşmak mümkündür. En azından bu anlayış Kur’an’ın bütünlüğüne daha uygundur. Yani İslâm’da hukuk, detay hükümler bakımından değilse bile temel prensipler açısından dinin inanç, ibadet ve ahlak gibi ana unsurlarından bağımsız değildir. Fıkıh-Şeriat İlişkisi Şeriatın din ile aynı anlamda kullanıldığı kanaatini taşıyan alimler, değişen hukûkî hükümleri ifade etmek için konuya fıkıh-şeriat ayırımı açısından bakmaktadırlar. Buna göre şeriat, herhangi bir peygamberin Allah tarafından insanlara getirdiği hükümlerdir. Şeriatın kapsamına aslî-itikadî hükümler ve fer’î-ameli hükümler girmektedir. Bundan dolayı Hanefi usulcüsü Serahsi (483), “Şerâ’i’den (şeriat hükümlerinden) bir şey inkâr İslamofobiyi Besleyen Unsurlardan Biri Olarak “İslam Şeriatı” Algısı eden kişi ‘lâilâhe illâ’llâh’ sözünü iptal etmiş olur” demiştir12. Burada şeriatın kesin olarak din yerinde kullanıldığı görülmektedir. Fıkıh ise ictihada dayalı olup temelde beşer çabasının ürünü olan hükümlerin genel adıdır. O halde günümüzde şeriata yüklenen dar anlam, İslâm alimlerinin terminolojisinde daha çok fıkıh kavramına karşılık gelmektedir. Daha net olarak ifade etmek gerekirse, itikadi ve ahlaki hükümleri ihtiva etmesi bakımından şeriat fıkıhtan ayrılmaktadır. Fıkıh ise nasslardan çıkarılan hükümler yanında reye (akla) ve ictihada dayalı hükümleri de içermesi bakımından şeriattan farklıdır. Bununla birlikte İslâm’da şeriatla fıkhın aynileştiği bir alan vardır ki, bunlar kesin nasslara dayalı hukukî hükümlerdir. Bu alandaki hükümlerin temel özelliği, maksat ve illet açısından yapılacak yaklaşımlar hariç, her türlü yorum ve değişime kapalı olmalarıdır. İşte dinin aslına dahil olduğu kabul edilen hukûkî hükümler de bunlardır. Dinin Sabit Hukukun Değişken Olduğu İslâmî kaynaklarda ve günümüzde din-hukuk ayırımına işaret ve kaynaklık edip dinin sabit ve evrensel, hukukun (şeriatın) ise değişken ve tarihsel olduğunu ifade eden bazı söylem ve yorumlar bulunmaktadır. Tamamına katılmadığımız bu söylem ve yorumları aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz: Allah için (O’nun nezdinde) bir tane din vardır (ed-din) ve bu din, bütün insanlık içindir. Allah ile insanlar arasındaki ilişkinin veya insanın Allah ile ve buna bağlı olarak –buradan doğan ahlaki değerler ve yükümlülükler toplamı olarak– diğer insanlarla ilişkisinin nasıl olması gerektiğini ortaya koyan bu ed-din Kur’an’da çeşitli şekillerde nitelendirilmiştir. Allah’ın dini, hak din, doğru din, düz yol bunlardan bazılarıdır. Allah, nübüvvet/vahiy tarihi boyunca bütün peygamberlere bu değişmez/evrensel dini tavsiye ve emretmiştir. Beyyine suresinin 5. âyeti dinin, iman, ibadet ve ahlak şeklinde üç temel unsurdan oluştuğunu açıkça ifade etmektedir. Dinin tamamlandığını ifade eden Maide suresinin 3. âyeti de müfessirlerce imani konuların tamamlanması şeklinde yorumlanmış, ferâiz ve ahkâmın tamamlanmış olduğunda ise ihtilaf bulunduğu ifade edilmiştir. Nitekim Taberi (310/922)’nin 12 Serahsî, Usûl, I, I, 73. 121 122 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu ifadesine göre, miras paylarını ifade eden ferâiz âyeti13 bu âyetten sonra nazil olmuştur14. Kur’an tarafından olumlu bir değer içeriği ile kullanılan ed-din, Allah’tan insana doğru ve insandan Allah’a doğru olmak üzere, karşılıklı bir ilişki olup; muhtevası, Allah’tan insana doğru emirler-nehiyler şeklinde ahlaki buyruklar toplamı; insandan Allah’a doğru ise, başta O’na iman olmak üzere, boyun eğme, teslimiyet, minnettarlık, saygı, itaat ve O’nun emirlerini yerine getirmedir. Kur’an’ın ve sahih sünnetin ilk üç asırdaki yorumu dikkate alındığında dinin tek, şeriatların ise muhtelif olduğu şeklindeki kabulün yaygın ve hakim olduğu anlaşılır. “O itikadi konularda, Nuh’a emrettiğini ve sana (ey Muhammed) vahiy aracılığı ile öğrettiğimizi ve aynı zamanda İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimizi sizin için uygun gördü: Sahih itikada sağlam bir şekilde sarılın ve o konuda bütünlüğünüzü bozmayın...”15 şeklindeki ayet dinin tek olduğuna işaret ederken, “...Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik.....”16 mealindeki âyet şeriatların birden çok olduğunu açıkça ifade etmektedir. Ünlü müfessir Kurtubi (.), bu âyeti yorumlarken “Sahih itikada sağlam bir şekilde sarılın (dini ayakta tutun)” ifadesinde yer alan ed-din’i, Allah’ın birliği, O’na itaat edilmesi, Peygamberlerine, kitaplarına, ceza gününe ve kişinin yerine getirilmesiyle müslüman olduğu her şeye iman, ahde vefa, doğruluk, emanete riayet... şeklinde yorumlayıp milletlerin ihtiyaç ve durumlarına mebni şeriatları neden bu kapsama dahil etmediğini ise şöyle açıklamaktadır: Çünkü şeriatlar muhtelif ve birbirinden farklıdır; din ise daimidir, devamlıdır, mahfuzdur, yerleşiktir, bünyesinde herhangi bir çelişkiye yer yoktur. Bunun ötesinde şeriatlar hikmet ve maslahatın gereği olarak ve Allah’ın iradesiyle milletlerin zamanlarına göre farklılaşmıştır17. İslamofobiyi Besleyen Unsurlardan Biri Olarak “İslam Şeriatı” Algısı şeriatına uymaktan nehyediyordu; zira resullerin şeriatları çok muhteliftir. Bundan dolayı, Allah Kur’an-ı Kerim’de “sizin her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı”18; “Senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki, ona, ‘Benden başka hiçbir ilah yoktur, ancak bana ibadet edin’, diye vahyetmiş olmayalım” (521/25); “Allah’ın yaradışı değiştirilmez, en doğru din budur” (30/30) buyurmuştur. Yani Allah’ın dini değiştirilemez. Nitekim din, tebdil, tahvil ve tağyir edilmemiştir. Şeriatlar ise tebdil ve tağyir edilmiştir. Zira birtakım şeyler bazı insanlar için helal iken, Allah onları diğer insanlara haram kılmıştır. Birçok emirler vardır ki, Allah onların yapılmasını bir kısım insanlara emrettiği halde diğer insanları, onları işlemekten nehyetmiştir. O halde, şeriatlar çok ve muhteliftir”19. Bu yaklaşıma göre, insanların birbiriyle ilişkilerini normatif olarak düzenleyen hukuk, dinin tanımında ve unsurları içinde yer almamaktadır. Ancak, hukuk genel olarak din ile irtibatlı olarak düşünülebilir ve dinin üç temel unsurundan her biriyle ayrı ayrı bağlantılandırılabilir. Buna göre, lafızları bakımından amaç olmayan hukûkî düzenlemeler, özellikle ahlaki hükümlerin değişik zaman ve zeminlerde gerçekleştirilmesine hizmet eden normatif düzenlemeler olmaları yönüyle belli ölçülerde değişmeye ve dolayısıyla insanın belirlemesine açıktır. Bu yönü itibariyle hukuk biçimsel olarak, temel yapısı ve mahiyeti itibariyle akıl üstü ve dogmatik olan dinin kapsamında yer almamaktadır. “Bilmiyor musun ki, Allah’ın Resulleri muhtelif dinlere mensup değillerdi. Hiçbiri kendi kavmine, kendisinden önce gelmiş olan resulun dinini terketmeyi emretmemiştir. Çünkü peygamberlerin dini birdir. Buna mukabil her resul kendi şeriatına davet ediyor, kendinden önceki resulun Ancak Ebû Hanife’nin din-hukuk ilişkisine dair ifadelerine dayandırılan bu yaklaşım bütünüyle doğru değildir. Ebû Hanife’nin ifadeleri bağlamından koparıldığı için yapılan yorumda hata yapılmıştır. Zira burada Ebû Hanife, şeriatın dine dahil olmadığı veya ondan ayrı olduğunu anlatma çabasında değildir. Zira Ona göre de kitaba inanmak Kur’ân’ın tamamına inanmaktır. Çünkü o, dini tarif ederken “din, iman, İslam ve şer’î hükümlerin (şeriatın) tamamına verilen bir isimdir”, demektedir. Kendi ifadeleri şöyledir: “İslam, Allah’ın emirlerine teslim olmak ve itaat etmek demektir. Lügat itibariyle iman ve İslam arasında fark vardır. Fakat İslamsız iman, imansız İslam olmaz. Onların ikisi de bir şeyin içi ve dışı gibidirler. Din ise, iman, İslam ve şeriatların hepsine birden verilen isimdir”20. 13 14 15 16 17 18 Mâide, 5/48. 19 Bk. Ebû Hanife, “el-Âlim ve’l-müte’allim”, 13-14 (İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, çeviren: Mustafa Öz, İstanbul 1981), 15-16; Güler, İlhami, Sabit Din Dinamik Şeriat, 23-32. 20 Bk. Ebû Hanife, “el-Fıkhu’l-ekber”, 62 (İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, çeviren: Mustafa Öz, İstanbul 1981), 70. Kendisine nisbet edilen bir risalede Ebu Hanife de din ve şeriat ayrımı yapmaktadır. Onun konuyla ilgili ilginç açıklaması şöyledir: Nisa, 4/176. Taberî, İbn Cerir, Câmiu’l-beyân, XIII, 146. Şura, 42/13. Maide, 5/48. Kurtubî, el-Câmi li ahkâmi’l-Kur’ân, XVI, 10-11. 123 124 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu O, kendi döneminde tartışmalı olan iman-amel ilişkisini anlatmak isterken iki meselenin altını çizmiştir. Bunlardan biri, dinin akaid kısmının yani “âmentü”nün evrensel ve değişmez, şeriatın ise yerel unsurları bakımından değişken olduğudur. Zira bütün peygamberler aynı amentüye inanıp ümmetlerine onu anlattıkları halde, bu inanç esasları üzerine bina edilen ve onların tabii uzantısı durumunda olan şeriatlarında değişmeler olmuştur. Bu yüzden Allah katında yegane din olan İslam, iman (akide) ve şeriattan oluşur. Ancak iman (akide) değişmezken şeriat değişebilir. Ebû Hanife’nin vurgulamak istediği ikinci husus ise, iman-amel ilişkisini netleştirmeye yöneliktir. Onun açıklamasına göre iman amelden önce gelir, zira insanlar önce inanır sonra namaz kılarlar, önce namaz kılıp sonra inanmazlar21. Anlatmak istediği budur. Yoksa inancınız aynı olsun, fakat ameli istediğiniz gibi yapın sonucuna varmış değildir. Şeriatı Cezalara İndirgeme Yanlışı Şeriatı cezalara ve onların tatbikine indirgemek asla doğru bir yaklaşım olamaz. İslam tarihi boyunca Müslüman devletler Kur’ân’da yer alan cezaların tatbikinde farklı yöntemler izlemişlerdir. Bunda müctehitlerin, müftülerin, hakimin ve kamu otoritesinin önemli rolü olmuştur22. Cabirî’nin yerinde tespitiyle, şeriat, sadece elin kesilmesi gibi hadlerin (kesin ve büyük cezaların) tatbikinden ibaret değildir. Siyasi hayatta “şurâ”, ekonomik ve sosyal hayatta “yoksulluğun neredeyse küfürle eş değer görülmesi”, düşünce hayatında “bilenlerle bilmeyenlerin bir tutulmaması”, hayatın her alanında “insanların, bir tarağın dişleri gibi eşit olması” gibi, tatbiki gerekli olan nice ilke ve normlar da vardır. Bu ilkelerin tatbiki, hadlerin, özelikle de hırsızlık cezasının tatbikinden önce gelmesi gerekir. Çünkü hırsızlığa neden olan nesnel sebeplerin ortadan kaldırılması, sorumluluğu sadece öznel sebeplere hasretmek için zorunlu bir şarttır. Hadler bizzat amaç olmayıp, toplum maslahatını tehdit eden sübjektif bireysel yıkıcı eğilimleri engellemeye yardımcı birer araçtır. Zira Hz. Peygamber şüpheli 21 Bk. Ebû Hanife, “el-Âlim ve’l-müte’allim”, 13-14 (İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, çeviren: Mustafa Öz, İstanbul 1981), 15-16. 22 Örnek olarak Osmanlı’da Şer’î cezaların nasıl uygulandığı hakkında bir değerlendirme için bk. Köse, Saffet, “Osmanlı’da Şer’î Cezalar”, İslamiyât, c, 2, sy, 4, ekim-aralık 1999, 23-32; Richard C. Repp, “Osmanlı Bağlamında Kanun ve Şeriat”, Sosyal ve Tarihi Bağlamı İçinde İslam Hukuku, Aziz Azme (çeviren: Fethi Gedikli), İstanbul 1992, 157-181; Uriel Heyd, “Eski Osmanlı Ceza Hukukunda Kanun ve Şeriat”, Türk Hukuk ve Kültür Tarihi Üzerine Makaleler (tercüme: Ferhat Koca), Ankara 2002, 45-65. İslamofobiyi Besleyen Unsurlardan Biri Olarak “İslam Şeriatı” Algısı durumlarda ve elden geldiğince hadlerin düşürülmesini önermiştir. Fakihler de cezanın tatbikinde sınırlayıcı şartlar getirmişlerdir. Günümüzde kişinin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal durumlar da şüphe kapsamına dahil edilip hırsıza el kesme dışında hapis vb. cezalar verilebilir23. Şeriat ve Batılı Değerler Arasında Genel Bir Mukayese İnanç ve ahlak temelli konular yanında İnsan, hayvan, çevre hakları, özel hayatın gizliliği, miras, azınlık hakları gibi hukuki konularda da, Müslümanların pratikleri açısından bazı problemler olsa da İslam hukukunun evrensel ölçekte hükümler içerdiği objektif bakabilen herkes tarafından kabul edilmektedir. Şeriat gibi batının geliştirdiği demokrasi de tartışılabilir ve tartışılmaktadır. Bir sistemin eleştirilecek yönlerinin olması onun bütünüyle reddedilmesini ve onun fobi haline getirilmesini gerekli kılmaz. Şeriatı bir bütün olarak İslam nizamı şeklinde anladığımız zaman, Müslümanların pratikleri bir yana, teorik olarak insanlığa sunduğu değerler açısından diğer sistemlerle mukayesesini yapma imkânı buluruz. Mesela, Batı’nın insan hakları, insani ilişkiler, evrene ve eşyaya bakışı, malın kazanılması, kullanılması, dağıtılması, sermaye birikimi ve sermayenin yönetimi gibi konulardaki yaklaşımları İslam’ın getirdiği esaslarla mukayese edildiğinde arada ciddi farkların olduğu görülür. Bu konularda İslam’ın sunduğu değerlerin insanlığın hayrına olacak neticeler doğuracağı çok rahat söylenebilir. Batı kaynaklı kapitalizmin olumsuzlukları karşısında en ciddi alternatifler İslam’da yer almaktadır. Sermayenin belli ellerde toplanmak yerine, tabana yayılması prensibi24 bunlardan biridir. Sonuç İslamofobiyi besleyen şeriat algısının doğru olmadığı, bu algı oluşturulurken belli bir şeriat yorumundan ve bazı Müslümanların pratiklerinden hareket edildiği anlaşılmaktadır. Halbuki Müslümanlar arasında da farklı şeriat yorumları bulunduğu bir gerçektir. Şeriatta cezaların en son aşama olduğu, şeriatı cezalara indirgemenin yanlışlığı, cezaların da bir takım oluşma, uygulama şartları, sebep hikmetleri bulunduğu dikkatten uzak tutulmaktadır. Şeriatın onlarca hikmetli hükmü varken bunlar arasında tartışma konusu yapılan ve fobiye dönüştürülenlerin bile anlamlı 23 Cabiri, Vichetü nazar nahve binâi kadâyâ’l-fikri’l-arabî’l-arabî, 74-75 (Yeniden Yapılanma, 69-72). 24 Haşr, 59/7. 125 126 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İslâmofobi Bağlamında Bir Özeleştiri bir ve alternatif yorumları bulunduğu ortada iken belli konular etrafında bir şeriat oluşturmak ve şeriatı bu şekilde sunmak haksız ve ideolojik bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. İslâmofobi Bağlamında Bir Özeleştiri MUSTAFA ÇAĞRICI Bu sempozyumda İslâmofobiyi çeşitli yönleriyle inceleyen önemli bildiriler sunuldu ve hepimiz, bilimsel birikim ürünü olan bu bildirilerden çok yararlandık. Şunu bilmeliyiz ki, Batı’da İslâmofobi’nin tarihi çok eskilere, İslâm’ın ilk yüzyılına kadar gider. Adeta bilgi hazinesi olan Türkiye Diyanet Vakfı’nın çıkardığı İslâm Ansiklopedisi’nin 30. cildinde yer alan “Muhammed” maddesinin 476-478. sayfalarına bakmak bile bu hususta yeterli bir fikir verebilecektir. Evet Batı’da islâmofobinin çok eskilere dayanan kültürel kökleri var. Ama bu gerçek, bizim müslümanlar olarak kendimizi de sorgulamamızı engellememelidir. Bu sebeple ben, bu sempozyuma bir özeleştiri ile katkıda bulunmak istiyorum. Üzülerek görüyoruz ki, dünyada islâmofobiyi besleyen, İslâm ve müslümanlara yapılan haksızlıkları meşrulaştırmak için en önemli malzeme olarak kullanılan, şu sıralarda yürek yakıcı boyutlara ulaşmış bulunan 127 128 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu şiddet olayları yaşanıyor. Bu nedenle İslâm toplumlarındaki bu şiddet gerçeğini konuşmamız gerekiyor. Evet, kabul etmeliyiz ki, bugün İslâm dünyasında bir şiddet kültürü oluşmuş durumda. Bunun nedenleri üzerine çok şey yazılıp söyleniyor, farklı fikirler ileri sürülüyor. Özellikle islâmofobiyi kışkırtanlar, İslâm dünyasındaki şiddet olgusunu İslâm dini ve kültürüne bağlıyorlar. Burada bu iddianın haksızlığını savunmaya girişmek niyetinde değilim. Ancak, müslümanlar olarak, birçok İslâm ülkesinde farklı şekillerde dışa vurulan şiddet kültürü karşısında bir özeleştiri yapmamız için, islamofobinin en önemli kaynağı olarak gösterilen şiddet konusunun İslâmî açıdan, kısa da olsa, bir analizini yapmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Şunu iyice bilmeliyiz ki, şiddet duyguda başlar, zihinde kurgulanır, söz ile dışa vurulur, telkin edilir ve nihayet eylem ile son noktasına ulaşır. Şu halde şiddet dört aşamalıdır: Duygusal şiddet, zihinsel şiddet, sözlü şiddet ve fiilî şiddet. 1. Şiddet eylemlerinin kaynağında –başka nedenlerin yanında– mutlaka bireyler ya da topluluklardaki kibir, böbürlenme, öfke, kin, nefret, aşağılama, kıskanma, menfaat hırsı gibi duyguların bulunduğunu görürüz. Bu sebeple İslâm ahlâkı kaynaklarında, şiddet eylemleri de dahil olmak üzere, bütün kötülüklerin temeli olduğu düşünülen öfke, kin, nefret gibi yıkıcı duyguların nedenleri, belirtileri, etkileri, bunlardan korunma ve kurtulmanın yolları gibi konulara oldukça geniş yer ayrılmıştır. Tasavvufun şiddetten arındırılmış ruhlar yetiştirmedeki o büyük başarısının arkasında “nefis terbiyesi” veya “nefis tezkiyesi” denilen böyle bir duygu eğitimi bulunmaktadır. Keza İslâm uygarlığının pek çok ırk, din ve kültürden toplulukları yüzyıllarca barış içinde bir arada yaşatması da, temelde böyle bir duygu eğitiminin geliştirdiği hoşgörü kültürü sayesinde olmuştur. 2. İslâm kültüründe bireylerin ve toplulukların zihinsel donanımlarını, bilgi birikimlerini başkalarına zarar verme niyeti taşıyan fikirler üretmek, kötülük ve şiddet projeleri geliştirmek için kullanmaları haram kabul edilmiş ve yasaklanmıştır. Bunun temel amacı zihinsel şiddeti önlemektir. Bizim ilim ve ahlâk tarihimizde akıl ve bilgiyi insanlığın hayrına kullanmak gerektiği üzerinde önemle durulmuştur. Ahlâk kitaplarımızın çoğunda bu çift boyutlu eğitimi birlikte vermeyi amaçlayan bir plan uygulandığı görülür. İslâm uygarlığının, bugün dahi özlemle andığımız, bütün insanları hatta canlı-cansız tabiatı şefkatle kucaklayan bir ahlâk zihniyeti geliş- İslâmofobi Bağlamında Bir Özeleştiri tirmiş ve bunu –kültürümüzün dış etkilerle dejenere edilmeye başlandığı geçen yüzyılın başına kadar– yaşatmış olmasının arkasında böyle bir zihin ve duygu eğitimi vardır. 3. Bütün dinlerde ve ahlâk kültürlerinde insanlara zarar verecek sözlerden dili korumak gerektiği bildirilir. İslâm ahlâkı kaynaklarında çoğunlukla “dilin afetleri” başlığı altında işlenen bölümlerde iftira, yalan, gıybet, söz taşıma, alay etme, suizan, sövüp sayma, lânetleme, kötü lakap takma, beddua, kırıcı şaka gibi tutumlar, insanlar arasında kırgınlıklara ve düşmanlıklara sebep olan, şiddet içerikli eylemler üreten konuşmalar ve yazılar üzerinde durulmuş, bunların haram olduğu bildirilmiştir. Hz. Peygamber “Ya hayırlı konuş ya da sus” buyurmuştur. Elbette insanlara hayırlı olacak şeyler konuşmak bir rahmettir. Ancak insanı diğer canlılardan ayıran en büyük ilâhî nimet olan konuşma yeteneğini sorumlu kullanmak gerektiği üzerine İslâm kültüründe zengin bir literatür oluşmuştur. Bu literatürde yer alan bilgiler, şiddet üretmeyen bir dil geliştirmenin gerekliliğini ortaya koyar. Günümüzde yazılı ve görsel medyanın şiddeti kışkırtan bir dil kullanmasının ürettiği zararların küresel boyutlara ulaştığı göz önüne alındığında, İslâm ahlâkında konuya bu denli önem verilmesinin nedeni daha iyi anlaşılır. Aslında bu durum insanlık tarihinde yeni de değildir. Meselâ bugün Batı’da yaygın olan islâmofobinin köklerinde, biraz önce de belirttiğim gibi, İslâm’ın ilk yüzyılında başlayan ve günümüze kadar süren, müslümanların kutsal değerlerini hedef alan aşağılama, nefret, iftira ve hakaretlerle dolu inanılmaz sayıda bir yazılı külliyat vardır. 4. Şiddetin son noktası fiilî şiddettir. İslâm dini şiddetin tam ortasında doğdu ve iki temel hedefinden biri putperestliği yıkarak doğru bir dinî inanç ve yaşayış geliştirmek, ikincisi de farklı biçimleriyle şiddeti ve çatışma kültürünü ortadan kaldırarak adalet ve merhamete dayalı bir toplumsal ahlâk oluşturmak oldu. Nitekim “câhiliye” kelimesinin o kültürdeki şiddet içerikli mânasına işaret eden çok sayıda bilimsel çalışma vardır. Bu alanda önemli eserler yazmış olan Japon bilim adamı Toshihiko Izutsu’ya göre İslâmiyet’in “câhiliye”ye karşı geliştirdiği temel kavram “hilim” ve onun dinî değerlerle zenginleştirilmiş boyutu olan “İslâm” kavramıdır. Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan başlıklı kitabında şöyle der: “Kur’an’da baştan sona hilim ruhu vardır. İnsanlar arası ilişkilerde ihsan ile, adaletle hareket 129 130 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İslâmofobi Bağlamında Bir Özeleştiri etmek, zulümden kaçınmak, şehvet ve ihtiraslarına gem vurmak, yersiz kibir ve gururdan sakınmak, bütün bunlar hilim ruhunun belirtileridir.” sum insanların canlarına, mallarına kastedilmesine ve intihar saldırılarına asla cevaz verilmemiştir. Ne var ki, günümüzde bile savaşsız ve şiddetsiz bir dünya çok uzaklarda görünüyor ve –güçlü devletler tarafından emperyalist niyetlerle sık sık kötüye kullanılsa da– şartların barışçı çözümlerle ortadan kaldırılmasını imkânsız kıldığı ağır ve açık haksızlıklara karşı bir “haklı savaş” veya “âdil savaş” teorisi benimsenmiş bulunuyor. Bu sebeple İslâm’ın temel kaynaklarında ve bunlardan beslenen İslâmî literatürde belirli durumlarda savaşmak, güç kullanmak, kaçınılmaz olarak meşru ve bazı hallerde gerekli görülmüştür. 3) Şiddet İslâm’a ve müslümanlara karşı da haksızlık ve zulümdür. Çünkü şiddet olayları İslâm’ın ve müslümanların imajını zedelemekte, müslümanlara çok ağır zararlar vermektedir. Şiddet olayları İslâm ve müslüman karşıtlığını, islamofobiyi beslemekte; müslümanların maddi ve zihinsel enerjilerini kendi ülkelerinin, toplumlarının, gelecek nesillerinin ve insanlığın hayrı için kullanmalarını engellemektedir. Ancak İslâmiyet, tarihi barış lehine dönüştürmeyi ve şiddetsiz bir kültür geliştirmeyi; bunun için de şiddetten arınmış gönüller, zihinler, diller ve eylemler üretmeyi hedefleyen bir öğreti ortaya koymuştur. Müslümanlar bu hedefi, kendi çok kültürlü, çok dinli ve çok ırklı medeniyetlerinde, eski çağların imkânları ölçüsünde başarmışlardır. Dikkat edilmesi gereken en önemli nokta şu: İslâm’ın güç kullanmaya dair dili, tarihî şartları dikkate alan ve onunla sınırlanan bir dildir. Ancak bunun ötesinde, İslâm’ın bir de mevcut şartları dönüştürmeyi; insanlığın kardeşliği, sevgi, adalet ve barış gibi mutlak değerleri hâkim kılmayı amaçlayan bir evrensel dili vardır. Kur’ân-ı Kerîm’i ve Peygamber efendimizin sünnetini derinlemesine ve bütünlüğü içinde okuduğumuzda bu dili kolaylıkla kavrarız. Bu dille anlatılan öğreti her türlü haksız, saldırgan, yıkıcı, yakıcı, bölücü, parçalayıcı, yok edici eylemleri kesinlikle yasaklar. Asıl yapmamız gereken şu: Ruh dinginliğine ulaşmış, kendisiyle barışık, sorumluluklarını kavramış, ödevlerini içleştirmiş, ülkesinde ve dünyada yaşanan olumsuz gelişmeler karşısında, duygusal ve sonuçta yıkıcı tepkiler vermek yerine; bu gelişmeleri akılla, bilgiyle, hikmet ve irfanla değerlendiren, analiz edip çözümler üreten şimdikinden farklı bir toplumsal zihniyet oluşturmak; bir yandan bu çalışmaları mümkün olan en iyi şekilde yürütürken diğer yandan –inananlar olarak– Kur’an’ın ifadesiyle “Allah’ın, işlerini iyi yapanların yanında olduğuna” inanmak, O’nun inâyetine güvenmek... İşte müslüman toplumların yapması gereken bu... Müslümanlar olarak, özelde şiddetin, genelde iç ve dış şartların dayattığı diğer sıkıntıların sarmalından kurtulmanın yegâne yolunun bu olduğunu artık görmek zorundayız. Nitekim Türkiye, yaklaşık yüzyıllık bir arayışın ardından bu gerçeğin farkına vardığı için bugün dünyada güven veren bir müslüman ülke olma yolunda ilerliyor. İslâmofobiyi kışkırtanlar da Türkiye üzerinden malzeme üretememe sıkıntısı çekmeye başladılar. 1) Şiddet masum insanların canını ve malını heder ettiği için mutlak bir zulümdür ve hem İslâmiyet hem insaniyet zulmü reddeder. Buna karşı ileri sürülecek her fikir de şiddet kadar haksızdır, geçersizdir. İslâm toplumlarında yaşanan her türlü şiddetin ana sebebi, kendi dinini ve tarihî tecrübesini dahi doğru “okuyamayacak” derecede vahim olan kültürel gerilik, zihinsel gelişmemişliktir. Şiddeti besleyen ahlâkî sorunların temelinde de bu gerilik var. Çünkü ahlâkın birinci şartı iyilik ve kötülüğün ne olduğunu bilmek, ikinci şartı duyguların ve tutkuların köleliğinden kurtulup aklın ve vicdanın buyruğuna girmektir. Şiddete sapanların temel sorununu bu iki noktada görüyorum. Bu sorunu aşamayan birçok “dindar” insan da şiddete sapıyor; masum insanları, hatta eşini, kardeşini ve daha başka yakınlarını dahi öldürüyor. Sonunda bu sorun kitlesel boyutlara kadar ulaşabiliyor. 2) Bugün yaşanan şekliyle şiddet “âdil ve haklı savaş” sayılamaz. Çünkü İslâm’da âdil savaşın şartları ve kuralları vardır; bu hususta zengin bir fıkıh literatürü oluşmuştur. Bu literatürde fiilen savaşa katılmayan ma- Son olarak, bilhassa uluslararası şiddet bağlamında şunu da görmeliyiz ki, haksızlık yaptıkları düşünülenlere karşı şiddet üretmek için öfke kabarması, fiziksel güç ve cesaret yetiyor; ama haksızlıkları aklî ve insanî Buraya kadar İslâm’da şiddetle ilgili teorik yapıyı kısaca özetlemeye çalıştım. Kabul etmeliyiz ki, şiddet nesnel bir olgudur ve her olgu gibi onun da içeriden ve dışarıdan nesnel sebepleri var. Bu sebepleri ortadan kaldırmadıkça şiddeti önlemenin imkânsızlığı ortada. Ancak şiddetin somut sebepleri üzerine söylenenlerin hiçbiri şiddeti meşrulaştırmaz; İslâm dünyasındaki şiddet eğilimlerini ve hareketlerini de haklı ve mazur gösteremez. Çünkü ilke olarak: 131 132 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu “İslamofobi” Vesilesiyle Türkiye’nin Fobilerine Bakmak yollarla önlemek için yüksek bir ahlâkî yetkinlik ve zihinsel birikim gerekiyor. Şiddet eylemcisinin öfkesi, fiziksel gücü ve cesareti ne kadar yüksek olursa olsun, son kazananlar aklî, bilimsel ve zihinsel gelişmesini gerçekleştirenler oluyor. Bundan yaklaşık dokuz yüzyıl önce yaşamış olan büyük âlimi Isfahanlı Râgıb, “Allah’ın insanlığa bahşettiği iki elçisi var; birincisi akıl, ikincisi Peygamber. Neden biricisi akıl? Çünkü Peygamber’i anlamak için akıl lâzım” diyor. Yukarıda “Kur’an’ın bir tarihsel dili bir de evrensel dili var” demiştim. Râgıb, tarihsel dilin yanında, bu evrensel dili de ancak akılla ve aklın ürünü olan bilgiyle, hikmetle keşfedebileceğimizi söylemek istiyor. İşte benim demek istediğim de bu... İslâmofobiyi etkisiz kılmak için İslâm’ın akıl, adalet ve rahmet dini olduğunu insanlığa göstermek zorundayız. Saygılarımla... “İslamofobi” Vesilesiyle Türkiye’nin Fobilerine Bakmak FERHAT KENTEL 1989’da Berlin Duvarı yıkılıp, sosyalist Doğu ve kapitalist Batı blokları arasında 45 yıl sürmüş olan soğuk savaş bitince, küresel dünyada egemen olan ekonomik kapitalist yapı ve bu yapının ABD gibi temel aktörleri, referans olma özelliklerini koruyabilmek için ihtiyaç duydukları “öteki”ni somut olarak Müslümanlarda, dolaylı olarak İslam’da buldular. Genel olarak kapitalizmin ehlileştirme süreçlerine daha az girmiş olan, “modern” dünya için hâlâ “kaotik” ve “isyankâr” bir konumda olan Müslümanlar ve onların temel referans dünyası olan İslam bir zamanların alternatif ütopya kaynağı olan komünizmin ve komünistlerin yerine geçti. Aynı zamanda, Müslümanlar olmasa bile İslam, en azından ideal olarak, modernist ikiliklerin (rasyonel-irrasyonel; akıl-kalp; insan-doğa; siyaset-din vb.) dışında kalmayı başarmış bir din olarak, kapitalizmin “modernite” ve “medeniyet” adına sınırsız “ilerleme” ve “fetih” zihniyetinin önünde ciddi bir engeldi. İşte İslam veya Müslümanların “düşman” ya da daha hafif bir tabirle, “hedef” olarak inşa edilmesi bir taşla iki kuş vurmak anlamına gelecekti. İslam’ın hedef olarak inşa edilmesi, bir yandan modernitenin 133 134 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu bileşeni olarak kapitalizmin her zaman ihtiyaç duyduğu “dikotomik” / “ikili” düşünceyi (“biz ve onlar”; “dost ve düşman”) besleyecek, diğer yandan, kapitalizmin önündeki en büyük engel olan İslam’a ya da genel olarak dinsel düşünceye karşı da küresel ölçekte “takıntılı bir korku”ya (fobi) dayalı bir “halkla ilişkiler” stratejisi eşliğinde savaş açılabilecekti. Bu bağlamda “inşa edilmiş” bir korku olarak ortaya çıkan “İslamofobi” yeni zamanların ürünü olsa da, öncelikle, İslam korkusunun aslında çok yeni ve özel bir durum olmadığını belirtmek gerekiyor. Kuşkusuz Batı’da, Arapların İspanya’yı fethinden beri ya da Osmanlı’nın Avrupa içlerine ilerleyişinden bu yana İslam’a veya Müslümanlara dair bir korkudan söz etmek mümkün olsa da, öncelikle burada “İslamofobi” kelimesinin içindeki “fobi” kısmına dikkat çekmekte yarar var. “Fobi” somut bir durum karşısında duyulan “korku” olmaktan ya da yani bir “gerçekliğe” tekabül etmekten ziyade, hayatı sürekli etkileyen ve bir “takıntıya”, bir “hayale” işaret eden bir duygu haline tekabül ediyor. “İslam” ve “fobi” kelimelerinin yan yana gelmesi ise aslında İslam’ın yaratmadığı, İslam’dan kaynaklanmayan bir korkuya, başka bir deyişle, “yaratılmış” ya da “icadedilmiş” ve bir takım insanlar tarafından içselleştirilmiş bir korkuya işaret ediyor. Genellikle İslam dairesinin dışında kalan insanların İslam hakkında duydukları icadedilmiş korkunun temelinde ise çok daha basit ve temel bir “öteki” korkusunun yeniden ve yeni biçimler altında üretilmiş olması yatıyor. Tüm insanlık tarihi boyunca, “başkaları”, “farklı olanlar” ya da “yabancılar” bilinmezlikleri nedeniyle hep bir korku ya da endişe kaynağı oldular. Bu genel durum göz önünde tutulduğunda, dünyada insanların sadece İslam’dan korkanlardan oluşmadığını görebiliriz. Somut korkular ve hayali korkular sayısız denilebilecek bir çokluğa sahip ve hayali / sahte korkuları sadece “yanlışlıkları” ispat edilip, ortadan kaldırabilecek kolay yöntemler mevcut değil. Korkular sadece bir din karşısında duyulan korkular da değil; yaşadığımız koşullardan, güç ilişkilerinden, kültürler arasındaki ilişkilerden kaynaklanan, kendimize duyduğumuz güven veya güvensizlik ölçüsünde başkaları hakkında korkular üretiyoruz. Ancak öte yandan, bu güven / güvensizliğe bağlı olarak, “korku” yaratan “ötekilere” ve onların inşa ediliş tarzlarına biraz daha yakından bakıldığında, meselenin sadece uzak duran ötekiler olmadığını, hatta tam tersine, yakınlaşmanın, dokunmanın önemli bir faktör olduğunu görebiliriz. “İslamofobi” söz konusu olduğunda kolaylıkla görülebileceği gibi, Müs- “İslamofobi” Vesilesiyle Türkiye’nin Fobilerine Bakmak lümanlar ya da İslam’ın günümüzde korku unsuru “düşmanlar” olarak inşa edilmeleri, artık bu unsurların çok uzakta olmayıp, “Batı” dünyasının içine girmelerine sıkı sıkıya bağlıdır. Başka bir deyişle, Müslümanlar artık uzaklarda duran, haklarında kolaylıkla nitelemeler yapılabilecek (ve test edilemeyecek) bir kitle değildir. Müslümanlar Batı’nın mahallelerinde yaşayan, işyerlerinde çalışan, şehirlerine yeni boyutlar katan ve belki de en önemlisi, “Batı”nın “unuttuğu” bir geçmişi hatırlatan, “eski”yi çağıran ve bu nedenle “eski”yi unutmayı ideolojik olarak inşa etmiş Batı modernitesinin, ulusal kimliklerinin kendinden emin olma halini ve “saflık” iddiasını sürekli olarak sorgulayan unsurlardır. Avrupa’da sadece “islamofobik” nitelikler göstermeyen ırkçı eğilimlere bakıldığında, Araplar, Türkler ve hatta Müslüman olmayan göçmen topluluklar, Çinliler, eski Yugoslavya kökenliler hakkında son yıllarda giderek keskinleşen sert ve olumsuz tepkiler, bizzat Doğu-Batı arasındaki sınırların müphemleşmesi ile doğrudan bağlantılıdır. Dolayısıyla, Müslümanlar (ve diğerleri) bir yandan farklı, diğer yandan da benzer ve tam da bu özellikleri nedeniyle tedirginlik yaratan “yabancı” insanlardır. Sosyolojik olarak yabancılar–ideolojik olarak ötekiler Zygmunt Bauman’a göre “biz” ve “onlar” ancak birlikte, birbirleriyle zıtlık içinde anlamlıdırlar. “Biz ancak biz olmayan ötekiler, ‘onlar’ varsa biz oluruz; ve onlar da hep birlikte, bir bütün olarak grup oluştururlar, bunun tek nedeni de onların aynı öznitelikleri paylaşmalarıdır. Onların hiçbiri ‘bizden biri’ değildir. Kavramların ikisi de kendi anlamlarını, çizdikleri ayrım çizgisinden üretir. Böyle bir bölünme olmaksızın, kendimizi ‘onlar’ karşısına koyma ihtimali olmaksızın, kendi kimliğimizi anlamlandırmakta zorluk çekeriz.”1 Ancak Bauman’a göre, “yabancılar” bu bölünmeyi müphemleştirir; ikili ayrımların netliğini; karşı karşıya oluşmuş kategorilerin “doğallığını” bozar ve aralarındaki sınırları kırılganlaştırır; bu hayali sınırların aşılabileceğini ve yeniden çizilebileceğini gösterir. Yabancılar gördüğümüz ve duyduğumuz insanlardır ve varlıklarını basit bir şekilde reddedemeyiz. Onlar ne yakın ne uzaktır. Ne tam olarak “bizden” ne de “onlardan”; ne tam olarak “dost” ne de “düşman”dır. Bu nedenle kafa karışıklığı ve en- 1 Zygmunt Bauman, “Yabancılar”, Sosyolojik Düşünmek, Ayrıntı yay., İstanbul, 2009, s. 65. 135 136 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu dişeye neden olurlar ve onlar karşısında nasıl davranacağımızı, onlarla ne yapacağımızı, onlardan ne bekleyebileceğimizi bilemeyiz.2 Bu bilinemezlik hali tedirgin eder ama her zaman krize neden olmaz. İnsan toplulukları bu tedirginlikle başa çıkmak için çeşitli yollar geliştirir. Örneğin, iç dayanışması, normları, değerleri güçlü olan küçük insan toplulukları “yabancıyı” olduğu gibi kabul edebilir, ona özel bir yer verebilir. Ya da ulus gibi daha büyük formasyonlar ise ideal-tipik olarak asimilasyon, entegrasyon, tanıma gibi yollar geliştirebilir. Ancak kriz durumlarında, yani topluluk, topluluğu oluşturan bireylerin aralarındaki bağların, değerlerin aşınması karşısında ve kendine güvenini kaybetmesi halinde, herhangi bir özelliğinden ötürü “günah keçisi” haline getirilen ve “yabancılaştırılan” insanlara karşı baskı, dışlama, tehcir, soykırım gibi yöntemlere başvurarak, bütünlüklerini korumaya çalışır. İşte toplumsallığın, toplumu bir arada tutan kurum, kültür ve ideolojilerin kriziyle ortaya çıkan bu durum, aslında içimizde, yakınımızda bir yerlerde yaşayan ama tam olarak “bizim” gibi olmayan, her daim mevcut olan, bizi değişime zorlayan, kendimizden şüpheye düşmeye sevk eden ve bu yüzden endişe kaynağı olan “yabancılar”la araya yeni sınırlar koyarak, yeniden, yeni bir “biz” (ve dolayısıyla “onlar”) yaratma çabası, korku duyan bütün toplumsal grupların başına gelen bir durumdur. Bu sayede, yeniden anlamlandırma ya da yeni bir anlam inşa çabası, kendine güvenini kaybetmiş, krizdeki insan topluluğuna yeni bir ideoloji üretir. Bu tespit ışığında, bu makalenin konusu olan ve somut ve özel bir durum olarak Batı’da olduğu kadar, Türkiye’de de söz konusu olan İslam korkusunu aslında çok daha genel bir çerçevede ele almanın mümkün olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, söz konusu korkuların toplumsal, kültürel ve siyasal bütün ilişkilerde, “biz” ve “ötekilerin” tanımlandığı bütün yapılarda karşımıza çıkan ve daha da önemlisi “biz” ya da “kendimiz” üzerine düşünmemizi sağlayan, sosyolojik olarak çok anlamlı bir olgu olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, ilk insanlardan, tarihin çok eski çağlarından beri ancak sosyal olarak var olabilen yani tek başına var olamayan, “başkalarına” ihtiyacı olan insanlar “biz” duygusunu kurarken, aynı zamanda, paradoksal bir şekilde “ötekileri” de yaratıyorlar. “Biz” ve “ötekiler” sosyolojik olarak birlikte var oluyorlar ve karşılıklı “kimlikler” inşa ediliyor. 2 A.g.e. “İslamofobi” Vesilesiyle Türkiye’nin Fobilerine Bakmak “Biz”in dışında her zaman var olan “başkaları” ya da “ötekiler”, izole bir biçimde yaşayan insan topluluklarında örneğin bizzat doğa olabilir. Eğer o topluluk başka insan topluluklarını tanımıyorsa, “başkaları” gökten yağan şimşekler, yıldırımlar, sel ya da deprem gibi doğal afetler, yırtıcı hayvanlar olabilir. Doğanın insan üzerinde yaratmış olduğu “negatif” sonuçlar karşısında “biz”i korumak için önlemler alınıp, “biz”in dışındaki unsurları felaket getiren, üstün, elle tutulamayan, denetlenemeyen, korku yaratan güçler olarak tanımlarız. Mitolojilerde, efsanelerde bu güçler “tekinsiz” varlıklar olarak bizim kendimizi tanımlamak ve iç dayanışmayı sürekli bir biçimde yeniden üretmek için başvurduğumuz “ötekiler” olarak işe yarar. Söz konusu “biz” duygusunun nasıl gerçekleştiğine baktığımızda ise, bunun “biz” ve “ötekileri” tanımlayan, mutabakata dayanan bir tür “sözleşme” eşliğinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Tam tersine, “biz”in tanımı güç ilişkileri sonucunda ortaya çıkar; sosyal grubun içinde daha güçlü, daha çok prestij, statü ve meşruiyet sahibi olanların daha çok damga vurduğu, onların izlerinin daha fazla yansıdığı bir tanımdır bu. Dolayısıyla hiçbir zaman zaten homojen olmayan sosyal grupların içindeki farklılıkların eritilerek, en azından bastırılarak, görünmez kılınarak, güçlü olan aktörlerin denetiminde bir “biz” tanımı ortaya çıkar. Çok eski tarihlere gitmeden, günümüzün İslamofobi meselesine gelirsek, söz konusu olanın “modern”, “postmodern” ya da “küresel” gibi kavramlarla anlamaya ve tanımlamaya çalıştığımız bugünkü insan topluluklarının meselesi olduğunu; ancak “eski”den gelen ve sosyolojik olarak her zaman var olan insan toplulukları içindeki ve arasındaki güce dayalı ilişkilerin bir türevi olduğunu da görebiliriz. Buna bağlı olarak bir dine gönderme yapan “İslamofobi”nin arka planında sadece bir başka dinin –Hristiyanlığın– olmadığını; bunun daha da ötesinde, çeşitli unsurları içererek, karmaşıklaşarak ortaya çıkmış “modernite”nin bugünkü güven kriziyle ilgili olduğunu belirtebiliriz. Dolayısıyla, kriz karşısında “düşman” ihtiyacına işlevsel bir cevap olarak ortaya çıkan, güçlü ve işlevsel bir korku olarak mevcut olan İslamofobi’nin beslendiği bugünkü modern-batı dünyasının karmaşık ve içiçe geçmiş bazı özelliklerini göz önünde tutmak gerekiyor. Modern toplumların bugünkü tezahürünün arkasında kapitalist ilişkiler, burjuvazinin ruhban ve aristokrat sınıflara karşı, işçi sınıfının burju- 137 138 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu vaziye karşı vermiş olduğu mücadeleler; hanedan savaşları, din savaşları, sekülerleşme, laiklik; ulus-devleti icadeden milliyetçilik, bu milliyetçilikten beslenen etnosentrizm; devletler arası ilişkiler ve tabii ki aydınlanma felsefesi ve tabii ki pozitivizm gibi ideolojik ve felsefi boyutlardan oluşan devasa ve nebula gibi bir paket bulunuyor. Bu paket homojen bir paket değil; modern dünyanın insan topluluğu sadece “Batılılar” ya da “Hıristiyanlar” şeklinde tanımlanabilecek bir “sosyal grup” değil; bu dünya, içinde güç ilişkileri barındırıyor ve güç ilişkileri her halükarda bazı aktörlerin başkalarına kıyasla daha güçlü olduğuna dair bir anlam içeriyor. Öte yandan, güçlülerin damgasını daha fazla taşıyan bir modernite küreselleştikçe, başka insan coğrafyalarını fethe yöneldikçe, yeni karşılaşmalar ortaya çıkıyor ve modernite karşısında geri kalan dünya da konumlanmak, onu taklit etmek ya da ona karşı direnmek zorunda kalıyor. Burada modernite veya onun ideolojisi olarak modernizmin başka insan topluluklarıyla karşılaşması ve o topluluklar üzerinde tahakküm ilişkisi kurmasına dair köşe taşı niteliğindeki sembolik bir tezahürü örnek verilebilir. 1870’lerden itibaren Paris, Hamburg, Anvers, Barcelona, Londra, Milano, Varşova ve New York gibi şehirlerde, sömürgelerden getirilen “egzotik halklar” fuarlarda sergilendi; “insanat bahçesi” niteliği taşıyan bu “sergilerin” her birini yüzbinlerce kişi ziyaret etti. 1878 ve 1889’da Paris’te düzenlenen “Dünya Fuarlarında” ise Eskimolardan Filipinlilere, Afrikalılardan Orta Asyalılara kadar uzanan bir coğrafyadan 400 farklı yerli halktan insan zorla getirildi ve “sahnelenerek”, kafeslenerek sergilendi. Paris’te 1931’te düzenlenen fuarı ise 6 ayda 34 milyon insan ziyaret etti. Fransız Komünist Partisi ya da bazı din adamları tarafından sömürgeciliğe ve bu tezahürlerine karşı getirilen eleştiriler ise ciddiye alınmadı.3 Bu fuarları olabildiği kadar gözümüzün önüne getirmeye çalışalım. Sömürgeci devletler tarafından Pasifik’ten, Endonezya’dan, Afrika’dan, Mozambik’ten, Hindi-Çin’den “insan eşantiyonları” getirilmiş ve Paris’in yakınlarındaki Vincennes ormanlarında oluşturulmuş fuardaki “pavyonlarda” sergileniyor. Ülkelerin sanayi ürünlerini sergiledikleri, turistik tanıtımlarını yaptıkları fuarlardaki (örneğin “İzmir Enternasyonal Fuarı” gibi) “Almanya Pavyonu”na, “Fransa Pavyonu”na benzer şekilde, 3 N. Bancel, P. Blanchard, S. Lemaire, “Ces zoos humains de la République coloniale”, Le Monde Diplomatique, Ağustos 2000. “İslamofobi” Vesilesiyle Türkiye’nin Fobilerine Bakmak “Mozambik Pavyonu”nda, “Endonezya Pavyonu”nda o sömürgelerden getirilmiş olan “yerli halklar” kafeslerde, tezgahlarda, “doğal ortamlarına” benzetilmiş yerlerini almış. Ve güneş şemsiyeleri, dantelli beyaz elbiseleriyle “modern” hanımefendiler; siyah smokinleri, fötr şapkalarıyla “modern” beyefendiler onları seyrediyorlar. Sergilenen Afrikalı, Asyalı yerlilerin (“yabanilerin”, “yaratıkların”) derilerinin renkleriyle, üstlerine iliştirilmiş saptan, yapraktan mamûl örtüleriyle “ne kadar ilginç” olduklarını izliyorlar. İzlenen manzara bir “hayvanat bahçesi”nde görülenden farklı değil; aslanlar, kaplanlar, zürafalar, maymunlar nasıl izleniyorsa, “insanat” da benzer şekilde izleniyor. “Hayvanlara yiyecek atmayınız” tabelalarının yerinde “Bengalli yerlilere yiyecek atmayınız; biz onları besliyoruz” tabelası var. “Pandamız önümüzdeki hafta doğuracak” duyurusunun yerinde “Mozambik pavyonunda önümüzdeki ay doğum var!” duyurusu var. “Şirin siyah yavruları” görmek için, o muhteşem güne tanıklık etmek için beyazlar akın akın ziyarete koşuyorlar... “İnsanat bahçelerinde” sergilenenler, “biz beyazlar” gibi olmayan, asla bizim gibi olmayan, bizim dışımızdaki “farklı mahlûklar”dır. Ve modern insan, bu karşılaşmada modernizmi inşa ediyor; “modern olmayan ötekilere” karşı net ayrımını, geri kalmışlığı, eskide kalanı, nereden geldiğini ve farkını görüyor; kendini ve ötekini tanımlıyor. Uzaktakiler için masum bir “merakı” tatmin etmeyi hedefler görünen bu insanat bahçeleri “eskinin ötekiliğini” ve “ötekinin eskiliğini” ideolojik olarak kurup, modern ve makbul olanın kimliğini inşa ediyor. Sömürgecilikten besleniyor, “Sosyal Darwinizm”e dayanıyor, ırkların hiyerarşisini kuruyor, “uygarlaşmanın” nimetlerini, beyaz ırkın doğal üstünlüğü ve diğerlerinin vahşiliğini ispat ediyor.4 Biz ve ötekiler arasına bu türden bir hiyerarşi koyan yaklaşım çerçevesinde bugünkü İslamofobi meselesini tekrar ele alırsak şu söylenebilir: Öncelikle, 1400 yıllık İslam eskidir; hatta genel olarak düşünürsek, dinler sürekli olarak “yeni”yi arayan modernizmin asla kabul edemeyeceği binlerce yıllık bir muhafaza ve devamlılık fikri taşırlar. Yani insan ile doğa, 4 Her ne kadar 20. yüzyılın başındaki “insanat bahçeleri” gibi kurumsallaşmış yapılar olmasa da, günümüzde “beyaz turistler” için, egzotik halkları artık bizzat yerinde görmek üzere, adeta “safari” mantığıyla geziler düzenleniyor. Bir örnek için bkz. http://www.chillhour.com/ modern-human-zoo 139 140 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu hayvanlar alemi, evren, ahiret ve bugünkü dünya arasında kurulmuş olan bir dengeye referans verirler. Tüm dinlerin temel mesajına göre, insan sadece yalnız bir birey, herşeyi başarmak zorunda olan bir insan değildir; insan bu dünyayla, evrenle ve ahiretle, başka insanlarla, başka yaratıklarla birlikte anlamlıdır. Bireyi çıkarları, başarısı, mücadelesiyle birlikte ele alan ve kuran modernizme karşı en az uyum sağlayan ya da başka bir deyişle en çok direnen ise fiilen İslam dini oldu. Kuşkusuz, bunun nedeni üzerine çeşitli spekülasyonlar yapılabilir; İslam’ın kendisinde otantik olarak varolan içeriği, tarihsel olarak en azından lafzı itibariyle protestanlaşmamış olması, Müslüman topluluklarının yaşadığı coğrafi konum, kültürel havza, bu toplulukların siyasal yapıları gibi nedenler burada örnek olarak tartışılabilir. Ancak somut olarak, modernitenin batıda çıkmış olması, bir güç olarak kapitalizmi, milliyetçiliği, dolayısıyla sadece yukarıda bahsettiğimiz anlamda “biz ve onlar” ayrımını değil, aynı zamanda “ilerici-gerici”, “rasyonel-irrasyonel”, “akıl-kalp” gibi ikili kategorizasyonları da üretmiş olması nedeniyle, bunun dışında kalmış olan Doğu ve özellikle Ortadoğu aslında fiilen modernitenin yaygınlaşmasının hem engeli hem de hedefidir. Dolayısıyla İslam korkusunu anlamak için, öncelikle tüm insan topluluklarına özgü olan ayrışmaları göz önünde tutmak gerekiyor. Bugünkü konjonktürdeki İslam fobisini anlamak için de modernitenin küreselleşme ile bağlantısını5, kapitalizmin küreselleşmesini ve yakın zamana kadar “uzakta olan İslam” ile modern dünyanın bugün giderek “içiçe girmesini” özellikle dikkate almak gerekiyor. Başka bir deyişle, İslam’a karşı bir düşmanlık bugün ortaya çıkıyor, ancak bunun içinde yaşadığımız dünya dengeleriyle birlikte yenilenerek üreyen bir biçim olduğu anlaşılıyor. Tersten söylersek, bu fobinin, tüm diğer fobiler gibi, tarihte, insan topluluklarının sosyolojik ilişkilerinde kökenleri var. Mesela, içinde bulunduğumuz coğrafyada kullanılan “1453’de İstanbul’u fethettik” söylemi Bizanslılar açısından; “1071’de Türkler Anadolu’ya girdiler ve fethettiler” söylemi o zamanlar Anadolu’da yaşamakta olan insanlar açısından; ya da “Viyana kapılarına dayandık” söylemi Viyanalılar açısından düşünüldüğü zaman, öbür tarafta “fetih”i olumlayan söylemlerinin üremesi bir yana, simetrik 5 Küreselleşmeyi modernitenin bir evresi olarak analiz eden bir yaklaşım için bkz. Anthony Giddens, The Consequences of Modernity, Cambridge, Polity Press, 1995. “İslamofobi” Vesilesiyle Türkiye’nin Fobilerine Bakmak olarak tam tersi söylemlerin, kutuplaşan söylemlerin üremesi kaçınılmazdır. Bir zamanlar Doğu’dan Batı’ya bir güç akımı olduysa, bugün Batı’dan Doğu’ya doğru da bir güç akımı oluyor ve dolayısıyla, “biz ve ötekiler” söylemlerinin inşasının güç ilişkileri içinde gerçekleştiğinin altını çizmemiz gerekiyor. Bu, her halükarda, bütün ilişkilerin güç ilişkileri içinde, kutuplaşılarak olacağı anlamına gelmiyor, ancak fiilen süren “güç ilişkileri” zaviyesinden bakıldığında, bu topraklarda “biz”in kuruluş tarzlarını da yeniden sorunsallaştırmamız gerekiyor Türkiye’de “İslamofobi” İçinde her zaman örgütleme özelliği olmayan, sosyal varlıklar olan bütün insan toplulukları için geçerli olan bir duyguyu içeren, sosyolojik kökenlere sahip “biz” ve “ötekiler” ayrımını sadece modernitenin neşet ettiği bir coğrafyada değil; içinde bulunduğumuz coğrafyada da görmek zor değil. Dolayısıyla, bir yandan örneğin, Batı’da İslamofobi’den bahsederken, Doğu’da ya da somut olarak Türkiye’de de “İslam korkusu”nu görmek mümkün. Türk modernleşme hareketine bağlı olarak, modernleşme dairesi içinde daha fazla asimile olmuş kesimler arasında Müslümanların uyandırdıkları duyguyu “korku” kelimesiyle tanımlayabiliriz. Seküler-milliyetçi devletin sürekli olarak işlediği “başörtüsü korkusu”nu ele alalım. Seküler-laik kesimlerde yeniden üretilen; örneğin “başörtülülerin bir gün herkesi başörtülü yapacaklarından”, “Orta Çağ’ın karanlığını üniversitelere sokacaklarından, o bilim yuvalarının, aydınlanmanın tapınaklarının işgal edileceğinden” duyulan korku Türkiye’deki “biz ve ötekiler” ikilemini yeniden üretme kapasitesine sahip bir korku olarak nitelendirilebilir. Buradaki korku için her ne kadar “İslamofobi” tanımı hemen ilk düzeyde akla gelmese de, dini tezahürler karşısında duyulan “takıntıları”, somut “başörtülü insanlar” hakkında üretilen soyut hayali korkuları Batı’dakine benzer bir şekilde ideolojik işlev gören bir “fobi” olarak tanımlamak mümkün görünüyor. “İslamofobi”nin sadece “modern Batı”ya özgü olan bir durum olmayıp, aynı zamanda özellikle otoriter modernleşmeci politikalar izlemiş bir ülke olan Türkiye’deki başka “fobi”lerle olan akrabalığı da dikkat çekicidir. Herşeyden önce, Türk modernleşme politikaları, “makbul vatandaş” inşasında, projeye uymayan çok farklı alanlardaki toplulukları hedef göstererek, bunları “kurucu dışarısı” olarak işlevselleştirdi. 141 142 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Bir “öz” inşası olarak, bütün ulusal kimlik inşalarında olduğu gibi, “Türk ulusal kimliği” de kendi “ötekilerini” inşa etti; “makbul” hale göre “farkları” işaret etti, “ötekine göre”, ötekiyle ilişkide oluştu ve “doğallaştırılmaya ” çalışıldı; ötekiler ise “kurucu dışarısı”6 olarak rol oynadı. Beyaz karşısında siyahı, erkek karşısında kadını kuran benzer egemen kimliklerde olduğu gibi Türk ulusal kimliği de “merkez”i, “esas” olanı kurdu; Türk karşısında Kürt’ü, Ermeni’yi, Çerkes’i ya da “laik” karşısında “dinci”yi (şeriatçıyı, gericiyi, yobazı) yani “dışarısını” işaretledi. Buna göre, birinciler “normal” insanlardır; diğerleri “kirli”, “hain”, “geri”, “eski” vb. olarak damgalanmıştır. Aynı şekilde kurucu dışarısı olarak işlev görenler yani işaretlenmiş olanlar “içerideki” için tehdit ve korku unsuru olarak varoldular, araçsallaştırıldılar. Ancak dışardakiler sadece öteki olarak işaretlenmekle kalmadılar; bir yandan işaretleyenlerin silahlarını (mesela milliyetçilikleri) kullanıp, merkezi sürekli bozup, yeniden yapılanmaya iterken, aynı zamanda merkezin ötekileştirici dili de kendilerine sirayet etti. Eğitimden askerliğe, medyadan siyasete kadar uzanan bu ötekileştirici dil, toplumsal hayatta bireylerin sürekli olarak başkaları karşısında duyduğu “fobilere” de kaynaklık ediyor. Toplumun her bir kesimi başka farklı kesimlerden korkuyor, gerçek olmayan konularda endişe duyuyor. Bu bağlamda düşündüğümüz zaman, ithal edilmiş modernist düşüncenin insanlara endoktrine ettiği en önemli kalıplardan birinin “ikili düşünmek” olduğu anlaşılıyor. Bu ikili düşüncenin temelinde kuşkusuz “ileri gitmekte olan” ve “geri kalmış” (gelenek, din ya da eskiye dair olan herşey) olmak üzere iki ayrı insanlık hikayesi var. Bunun en radikal örneğini Fransız Devrimi’nde bulmak mümkün. Fransız Devrimi “eski”den en çok nefret eden, hatta bu yüzden modernizme damgasını vuran bir devrimdir Fransız Jakobenlerinin iktidara geldikleri anda ilk yaptıkları eylemlerden biri takvimi değiştirmek oldu; yani “Fransa sıfırıncı yıl itibari ile başladı”; 1789’un adı “sıfırıncı yıl” oldu. Modern Fransız milliyetçiliğinin en önemli teorisyenlerinden Ernest Renan’a göre, yeni bir başlangıçla inşa olacak ulusun temelinde, bireylerinin birçok ortak özelliklerinin yanısıra, en önemli özelliklerden biri, geçmişten bugün işe yarayacak “bazı acıları hatırlamaları”; diğeri ise “birçok olgu ve olayı unutmuş olmalarıdır”. Her Fransız vatandaşının, örneğin geçmişte yaşanmış ve Protestanlara karşı yürütülmüş olan “St. Barthélemy gecesi” katliamını ve ayrıntılara girme6 Ernesto Laclau, “Subject of Politics, Politics of the Subject,” differences 7.1: 146-164, 1995. “İslamofobi” Vesilesiyle Türkiye’nin Fobilerine Bakmak den “Güney kırımları” adını verdiği, bir Protestan tarikatı olan “Catharlara” yönelik katliamları “unutmuş” olması gerekir.7 Türkiye Cumhuriyeti tarihi de başta “Harf İnkılabı” gibi politikalar olmak üzere, bilinçli bir şekilde geçmişin unutulması ve yeniden yazılması tarihidir. Geçmişi hakkında araştırma yapamayacak kadar uysallaşmış olan vatandaşların, aynı geçmişten gelen alternatif hafızalardan çıkan çeşitli sesler (örneğin “1915 olayları”) karşısında gösterdiği tepki de yukarıda sözünü ettiğimiz ve ikili düşüncenin bir ürünü olan “biz” ve karşısındaki “ötekiler” hakkında duyduğu fobi ve dolayısıyla nefrettir. Öte yandan, gene Fransız milliyetçiliğine referans vererek, “unutmanın” yanısıra, önemli unsurlardan bir başkası “uygarlaştırma” ya da “sivilizasyon” projesidir. “Aydınlanma”, insan hakları ve özgürlükler konusunda “aydın” olma koşuluna referans vermek için başvurulan Voltaire’in modern insanın yaratılma süreçlerine ilişkin olarak söyledikleri dikkat çekicidir. Voltaire modernleşme süreçlerine dahil edilmesi gereken kırsal kesim insanlarından bahsederken, bu kesimlerden ne kadar çok nefret ettiğini; onların “hayvanî, yabanî yaratıklar” olduğunu anlatır.8 Ve modernizmin “eski”den, gelenekselden, makbul projeye ya da resmi tarih anlatısına uymayanlardan duyduğu nefret Türk modernleşmesinde de mündemiçtir ve Voltaire’in zihniyetiyle paralellikler taşır. Modern dünyanın ötekine duyduğu ihtiyaç zaman içinde şekil değiştirdi. 1989’da Berlin Duvarı çöktüğü zaman, yeni bir tezahür ortaya çıktı ya da zaman içinde şekillenmeye başlayan bir süreç daha belirginleşti. Ulus-devlet artık yeni zamanların en temel referansı değil; bugün artık “küresel kapitalizm”den, nerdeyse sahibi olmayan bir kapitalizmden, çok uluslu şirketlerden, devletler arası ilişkilerden, kurumlardan bahsediyoruz ve tek tek ulusların hikayesine odaklanmaktan ziyade, küresel güç ilişkilerini, küresel düzeydeki güçlü aktörleri anlamaya çalışıyoruz. İşte bu ilişkiler bütününde, bu ilişkiler açısından ezber bozucu bir nitelik taşıyan, dolayısıyla küresel kapitalizmin ihtiyaç duyduğu en önemli “ötekilik” referansını “Müslümanlar” sağlıyor. Çünkü, Müslümanlar bir ölçüde olmuş olsa bile, İslam –en azından teoride– seküler-kapitalist dünyaya hâlâ adapte olacak şekilde reforme olamamış bir din niteliği sunuyor. Bir 7 Bkz. Ernest Renan’ın 11 Mart 1882’te Sorbonne’da yaptığı konferans: Qu’est-ce qu’une nation, Paris, 1882. 8 Voltaire’in “sivilize” olmamış insanlar hakkında söyledikleri için bkz. Zygmunt Bauman, Yasa Koyucular ile Yorumcular. Modernite, Postmodernite ve Entelektüeller Üzerine, Metis, 1996. 143 144 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu bakıma, bugünkü dünyada “Protestanlaşmış” Müslümanlar var ve onlar “zengin olup”, sermaye birikiminde önemli roller oynuyorlar ve bunu “sevap”la ilişkilendirip dinlerini yeniden yorumlayabiliyorlar. Bu şekilde yaşayan, kapitalizme entegre olmuş Müslümanlar olduğuna göre, bizzat Müslümanların sorun olmadığı, ancak İslam dininin kendisi reforme olmadığı, Protestanlaşmadığı için, kapitalist modernleşmenin karşısında potansiyel olarak en güçlü duran bir unsur olduğu, dolayısıyla ötekilik meselesinde İslamofobi’nin neden bugün gündeme geldiğini, en azından bunun bir takım izlerini anlamak mümkün görünüyor. İslamofobi’nin izleri net olarak “11 Eylül”le birlikte çıktı. 11 Eylül, tam olarak bu işlevselleşmiş fobinin yaratılma operasyonudur. 11 Eylül’ü kimin (CİA, El-Kaide vb.) yaptığı konusunda istihbarî bilgilere –en azından bizim– sahip olmadığımıza göre, fiilî ve somut sonuçlarına bakıldığı zaman, bugün 11 Eylül’ün dünyanın yeni ihtiyaç duyduğu “güvenlik” dili ve “ırkçılık” dilini yeniden üretebilmiş olan bir operasyon olarak araçsallaştığını görebiliyoruz. Başka bir deyişle, 11 Eylül’den sonra fiilen ortaya çıkmış olan durum yeni bir “Berlin Duvarı”nın, güvenlik dilinin inşasıdır. Bir zamanlar kapitalizme karşı korunma amacıyla inşa edilmiş duvar, nasıl “komünizme karşıtlığın”, duvarın öte yanında kalanların ayrı bir dünyadan olmalarının bir sembolü haline geldiyse, bugün İslamofobi komünizmin yerini almıştır ve duvarın öte yanına işaret etmektedir. Nitekim, 11 Eylül saldırıları ve akabinde gelişen İslamofobik ortamla birlikte, bir bakıma bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de şiddet dili ya da “gücün dili” bir “fırsat” oldu; somut bir şekilde, insanların gündelik hayatına sindi. Bugün Türkiye’de birçok kesim Çingenelerden, Kürtlerden, Alevilerden, Ermenilerden ya da her türlü ötekilerden ırkçı duygularla nefret ediyorsa9, bu, bir yanıyla, Türk modernleşmesinin ürettiği oto- 9 Yılmaz Esmer’in Türkiye ayağını yürüttüğü “2011 Dünya Değerler Araştırması”ndan elde edilen bulgular, “ötekiler” hakkındaki önyargılara ilişkin önemli veriler sunuyor. Farklı olarak görülen gruplardan insanları “komşu olarak istememenin bir hoşgörü göstergesi” olarak ele alındığı bu araştırmada Türkiye’de bazı grupların komşu olarak istenmeme oranları şöyle: “Eşcinseller: % 84, AİDS’liler: % 74, Nikahsız yaşayan çiftler: % 68, Tanrıya inanmayanlar: % 64, Şeriat yanlıları: % 54, Hristiyanlar: % 48, Başka bir dinden insanlar: % 39, Göçmenler, yabancı işçiler: % 39, Kızları şortla dolaşanlar: % 26, Sevmediği partiye oy verenler: % 17, Oruç tutmayanlar: % 20.” Raporda hoşgörü düzeyi ile ilgili olarak şu sonuç çıkıyor: “Türkiye’de hoşgörü düzeyleri bazı iniş çıkışlar gösterse de, daima dünya ortalamalarının çok altındadır. Başka ırktan, başka renkten, hattâ başka düşünceden komşu istemeyenlerin oranları hayli yüksektir.” “İslamofobi” Vesilesiyle Türkiye’nin Fobilerine Bakmak riter ve ötekileştirici dilden, diğer yanıyla, ırkçılık dilinin küresel düzeyde yeniden inşasından bağımsız değildir. 1980’lerle birlikte, özellikle Doğu’da, Ortadoğu’da ve kuşkusuz Türkiye’de İslam dini, İslamcı hareket, moderniteden başka bir medeniyet algısı, gelenekleri ve kültürleriyle alternatif varoluş hallerinin yaratıcı muhabbetiyle “yeni” ve “başka bir dünya” olabileceği tasavvur edilebilecekken, bugün bütün toplumsal kesimler bambaşka bir sosyo-psikolojik bir durumla karşı karşıya bulunuyor. Artık, “her taraf düşmanlarla çevrili ve bu düşmanlara karşı ancak güç kullanarak başa çıkabiliriz” mantığı toplumsal kesimleri, aktörleri ve onların hareketlerini derinden etkiliyor. Somutlaştırmak gerekirse, örneğin ABD’nin Irak’a yaptığı müdahaleden “herkes nefret ediyor” olsa da, bu müdahalenin verdiği “ders”, devletten, siyasal partilere, en güçsüz aktörlere kadar çok geniş kesimlerin söylemlerine sızıyor. Bu söylemler “güce özenmek”, “aynı güçlüler gibi davranarak hayatta kalmaya çalışmak ve düşmanların yenilebileceğini düşünmek” gibi parçalarla inşa oluyor. Bu söylemler, bir anlamda, “11 Eylülcülüğün”, ötekileştirmenin ve ırkçılığın “güvenlikçi dillerini” yeniden üretiyor. Gene bu güvenlikçi dil eşliğinde, örneğin “sınır ötesi operasyon yapmak”, “insansız hava araçları almak” gibi askeri çözüm ve diller gündemde normalleşiyor, sorgulanamaz gereklilikler olarak meşrulaşıyor. Kürt sorunu “terör” meselesine sıkışıyor ve çözümü için, devlet çıkarı “ABD yöntemleri” ya da küresel kapitalist-militarist güçlerin mantığı egemen oluyor. Sonuç olarak, küresel bir güç olarak ABD’nin ötekilik üreten yöntemleri başka coğrafyalarda da yeniden üretiliyor ve şu soruyu sormak meşru bir hale geliyor: İslamofobi gibi bir meseleye maruz kalan bir toplum ve onun devleti küresel hegemonik bir gücün (güçlerin) iktidar dilini gerek sınır ötesinde, gerekse sınırları içinde başkalarına karşı yeniden üretmek zorunda mıdır? Modernizmin vardığı safha itibariyle ortaya çıkan İslamofobik bir tavra karşı mücadele edilmek isteniyorsa, o tavrı farklı düzeylerde yeniden üreten “ötekine karşı güç dilini” ya da simetrik olarak kutupsal bir dili yeniden üretmek yerine, gerçekten alternatif bir dili yeniden düşünmek daha zihin açıcı olacaktır. Bu yönde, öncelikle, modern zihniyetin üretmiş olduğu ikili düşünce yapılarını aşmak önemli bir adım olacaktır. Örneğin, “eski” ve “yeni” arasında ortaya çıkmış kopukluğu gidermek bu aşmayı sağlayabilecektir. Bu, eski ve yeni arasında –zaten mümkün 145 146 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu olmayan– mutlak bir füzyon ya da içiçe geçişten ziyade, eskiyi sürekli referans tutabilmektir. Eskiyi düşünmek demek, kaybedilenleri ve kaybedilmekte olanları hatırlamak açısından anlamlıdır. Örneğin, eskiden var olan ahşap ya da taştan evler, konaklar bize içinde yaşadığımız coğrafya ve kültürel yapıların özgünlüğünü, “buraya dair” olanı hatırlatır. Hem toplumsal ilişkiler, hem kültürel, hem de bizatihi fiziksel yapılar tekdüze, birörnek olmaktan ziyade, insanların çeşitliliğini hatırlatır. Yapılar Kars’ta, Antakya’da, Safranbolu’da, Rumeli’de “farklı”ydı; Ermenilerin, Rumların, Müslümanların ya da Karadeniz, Güneydoğu, Ege bölgelerinin tarzları farklıydı ve bunların hepsi içinde bulundukları doğayla ve çevreyle uyumluydu. Oysa modern milliyetçiliğin içine düşmüş olan bütün toplumlar gibi Türkiye’de yurdun dört bir tarafı kuzeyden güneye, doğudan batıya adeta beton bir tarlayla örtüldü. Mütevazı hayat şartları, doğayla uyumlu fiziksel ve kültürel ürünler, aynılaştıran kibirli bir modernitenin ve onun ürettiği kibirli bir gücün diliyle yok edildiler. Ve “çağdaşlaşırken”, “kalkınırken”, eski ile olan bağlar koptu. İçinde taşıdığı çoğulluğu kaybedip, tek bir boyuta indirgendi. Modern insan ve onun bir türevi olarak Türk modernleşmesinin ürünü olan toplumun ortalama bireyleri –kültürel, dinsel, siyasal, sınıfsal aidiyetleri ne olursa olsun– farkında olmadan eskiyle olan bağlarını kopardı, düşünce ve hayat arasındaki uzlaşmayı kaybetti, kendine ve çevresine yabancılaşmış bir insan haline geldi; “total insan”10 olma halini unuttu. Bu ortalama birey ancak ikili bir mantıkla düşünebilen, ya “ileriye gidebilen” ya “geride kalan”; ya “güçlü” ya “güçsüz” olan; ya “daha iyi” ya da “daha kötü” olanlardan oluştuğu varsayılan ikilemler dünyasına sıkıştı. Kuşkusuz böyle bir durum, “en iyi, en makul biz olduğumuza göre” ve “ötekiler en kötü olduğuna göre”, “güçlü olmak” ve “diğerlerinin gücüne karşı savaşmak” gibi kaçınılmaz bir dil yarattı. Otoriter modernleşmenin gölgesi altında yaşanan son yüzyıla baktığımızda, bu dilin Türkiye’de yarattığı sonuçlar görülebilir. Sadece Müslüman dindar topluluklara karşı yürütülen islamofobik politikalar değil, toplumun Türk olmayan etnik unsurlarına, Müslüman ve Sünni olmayan dinsel cemaat ve mezheplere karşı yürütülen politikalar sürekli olarak toplumun bütünselliğini bozdu, eksiltti. Masum insanları kurban eden İstiklal Mahkemeleri; Türk’ten başka herkesin ancak köle olabileceğini ifade 10 “Total insan” konusunda bkz. Henri Lefebvre, Critique of Everyday Life, Vol. I, Verso, 1991. “İslamofobi” Vesilesiyle Türkiye’nin Fobilerine Bakmak edebilmiş Mahmut Esat Bozkurt gibi ırkçı “Adalet” Bakanları; görüntüdeki “köylü milletin efendisidir” söyleminin altında, şalvarlı köylülerin Kızılay’a, Çankaya’ya çıkmasına tahammül edemeyen zihniyet; Gayrimüslim topluluklara karşı 6-7 Eylül’de düzenlenen derin devlet operasyonu; “Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyaları; “Varlık Vergisi” uygulamaları; üniversite kapılarında başörtülü öğrencileri püskürtmek üzere icadedilen “ikna odaları” ve tabii ki Kürt sorunu bağlamında sayıları binleri bulan “faili meçhul cinayetler” gibi acımasız yöntemlerle Türkiye’nin insanları eksildi, bölündü ve kutuplaştı ve giderek gücün diliyle içiçe geçti. Sonuç ya da kibre karşı tevazu Bütün bunlar göz önünde tutulduğu zaman, Türkiye’de her biri ayrı travma yaşamış, ama aynı zamanda her biri kendini korumak için cemaatine kapanıp, başkalarından nefret eden tüm toplumsal kesimlerin geçmişle yüzleşmesi, hesaplaşması gerektiği anlaşılabiliyor. Ancak bu tür bir yüzleşmeyle, sadece “Batı”da olduğu varsayılan ve ikiye bölerek düşman üreten modernist güç dilinden kurtulup, “tevazu” dilini yeniden-üreterek, bir “iyileşme” yoluna girilmesi mümkün görünüyor. Tevazu ise asgari düzeyde, ait olunduğu düşünülen “ideal kimlikler” ve o kimliklerin beslendiği referanslarla mutlak bir örtüşmenin hiçbir zaman gerçek olamayacağını kabul etmekten geçiyor. Bu, herşeye hâkim olduğunu ve olacağını varsayan, kendini “tanrı” yerine koyan modern insanın sahip olduğu öğretinin tersine, örneğin İslam dairesi içinde olduğunu düşünen aktörlerin, sıradan insanların ve onların temsilcilerinin “ideal İslam”ı hiçbir zaman tam olarak temsil edemeyeceğini kabul etmek anlamına geliyor. Çünkü insanlar, eğer “kibir” eşliğinde kurulmuş kimliklerin yarattığı yabancılaşma bir kenara bırakılırsa, sıradanlıkları içinde, ancak bulundukları yerden, kapasiteleri ölçüsünde “yorum” yapabilirler. Ve tam da bu yorumlar sayesinde ve vesilesiyle insanlar “farklılaşırlar”. Burada gene İslam dairesi içinde yeni zamanlarda ortaya çıkan “sınıf” tartışmalarını hatırlamak yeterli olabilir. Bir yanda, bütün referanslarını İslam’dan alan ve emekçi sınıflar için adalet talebini öne çıkaranlar yer alırken, diğer yanda, gene bütün referanslarını İslam’dan alan, fakat zenginliğin, refah içinde sürdürülen bir hayatın ne kadar “meşru” olduğunu anlatanlar yer alıyorlar.11 11 Bu konuda, argümanlarını özellikle “sahabeden Ebuzer” figürüyle destekleyen, Müslüman bir entelektüel olan İhsan Eliaçık ile MÜSİAD eski başkanı Erol Yarar arasında geçen ve medyaya da yansıyan tartışmalar örnek verilebilir. 147 148 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İslami Terörizm Nitelemesine İtiraz Tek bir dine mensup olanlar arasında bile radikal bir şekilde kutuplaşan yorum farklılıkları dikkate alındığında, hiçbir kimliğin “homojen” olmadığını, dolayısıyla “ötekiler” olarak tanımlananların da aynı şekilde asla “homojen” olmadığını anlamak zor değildir. Bu anlaşıldığında, modernizmin “tanrıcılık” iddiasına karşı, yeryüzünde “teslim olunacak” hiçbir insan ürünü kurgu, ideoloji, kurum ya da kavram olmadığı da anlaşılır. Buna rağmen, yeryüzünde teslim olunacak kurumlar, kavramlar vb. üretildiği sürece, İslamofobi’nin yoluna devam edebilmesi için zemin güçleniyor; İslamofobi’nin simetrik diğer kutubu üretiliyor. Bu uçta kutup üretildiği zaman ise, içeriği değişse de, iktidar dilinin şablonu yeniden üretiliyor; “güçlü olan” sadece “daha güçlü” oluyor. Fiziksel, sembolik vb. güç sahipleri, beslendikleri ve kullandıkları korkularla güçlü komplolar üretebiliyorlar ve daha da önemli olarak, düşman olarak gördükleri kesimler ve gruplar tarafından tüketilebilecek “komplo dilleri” üretiyorlar. “Dünyaya hükmeden İlluminati’nin, Vatikan’ın, Yahudi lobisinin oyunları, Ermeni diasporası gibi adeta masalsı canavarların tezgahları” gibi, özellikle 11 Eylül’den sonra güçlenerek üretilen, “her şeye kadir” komplolar ve dilleri, sıradanlıkları ve bütünlükleri içinde yaşayan insanları “zavallı, pasif yaratıklar” haline dönüştürüyor; bu insanların dillerine de neredeyse başa çıkılmaz düşman imgesini yerleştiriyor. Oysa, insan “zavallı bir yaratık” değildir; farklı kültürlerde, farklı anlam dünyalarında yaşayan insanların da farklı potansiyelleri vardır. Kendi içindeki parçalardan, dolayısıyla kendinden nefret etmeyen bir toplumun iyileşmesi; İslamofobi’nin ve onun bütün küresel, ulusal ve yerel türevlerinin altını boşaltması mümkündür. Bu potansiyellerin hayata geçebilmesi ve alternatif üretebilmesi ise şizofrenik bir şekilde üreyen “gücün dili” yerine, parçalanmış benlikleri tekrar bütünleştirebilen, parçaları barıştırabilen, örneğin birbirinden ayrışmış “akıl” ve “kalbi” tekrar birleştirebilen yani “akleden kalbi” yeniden düşünebilen bir zihniyetin gelişmesine bağlıdır. İslami Terörizm Nitelemesine İtiraz PROF. DR. ZAKİR AVŞAR GİRİŞ Bazı kavramların tekrarının sıklaşması, telaffuzunun değişik ağız ve mekanlarda mütemadiyen yer alması bir süre sonra bu kavramların, nitelemelerin taşıdığı içerik veya mesajı artık reddedilemez, dokunulamaz, tartışılamaz, yalanlanamaz kılarken; bu kavramlarla nitelenen veya bu kavramların muhatabı, hedefi yığınlar bilinçli ve kasıtlı basmakalıpların kendilerine yamanmasına sessizce katlanmaktadırlar. İnsanlığın ortak problemlerinden birisi olan terör konusundaki batı kaynaklı yaklaşımlar, islamiyeti terörle bağdaştırma çabaları, ne yazık ki artık ölçüsüzlüğü kendilerince de farkedilmekte olan “islami terörizm” kavramının doğmasına yol açmıştır. Bu yanlış niteleme, öncelikle siyasetçiler arasında doğmuş, kabul görmüş, sonrasında da medya tarafından çoğaltılmış ve küreselleştirilmiştir. Ne var ki, siyasetçilerin bir kısmı bu yanlışı görmüşler, uyarıcı ve önleyici olmaya uğraşmışlar ama medya tarafından kavramın kullanılması ve taşınması sürdürülmüştür. Üstelik bu niteleme, sadece batılı kaynaklarda değil, islam toplumlarında da kullanılır olmuştur. 149 150 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İslami terörizm kavramı ile, islam dininin tüm mensupları zan altında bırakılmakta olup her müslümanın potansiyel bir tedhişçi gibi algılanmasına neden olacak bu tehlikeli nitelemeye karşı sessiz kalınması ise işin ilginç bir boyutunu oluşturmaktadır. Asaf Hüseyin’in vurguladığı gibi, “Kitle iletişim araçları konuyu sürekli olarak gündemde tutmakta, dilediklerince biçimlendirip, cilalamaktadırlar. İslamiyetle ilgili bilgi yetersizliği, zamanın darlığı ve işine geleni hatırlayan, işine gelmeyeni hatırlamayan hafızaları sebebiyle terör olaylarını değerlendirirken sürekli olarak hata yapmaktadırlar”1. Bu hatanın(!) bedelini ise tüm müslümanlar ödemektedir. Birbirlerine rakip insanlardan güçlü olanlar, düşmanın mücadelesinin yasal olmadığına yönelik propaganda ile haklı olduklarını birtakım kavramlar üzerinden inşa edecekler, karşı tarafta bunun neticesinde silahlı mücadelenin kaçınılmazlığını iddia eden bir inancın oluşması için söylem geliştirecektir. Ne var ki, gerek güçlünün, gerek teröre başvuran muhalifin hem kendisi hem de muhalifi için geliştirdiği söylem ve yakıştırmalar, tanımlamalar şüphesiz ki hep tartışılır/tartışılması gerekli konulardır. Teröre başvuran ve teröre karşı mücadele verenlerin bu uğraşlarından gerçek manada politik çıkarlarının bulunduğu da ortadadır. Bu nedenle de bu politik çıkar mücadelesi verilirken insanların, kitlelerin mukaddeslerinin rencide edilmemesi, sömürülmemesi, aşağılanmaması çok mühimdir. 1. Terörizm Nedir? En kısa şekilde belli amaçlara varmak için örgütlü ve sürekli şiddet kullanarak, bu suretle toplumu korku ve paniğe itmek olarak tanımlayacağımız terörizmle cinayeti ayıran fark; cinayette amaç bir kişiyi imha etmek, hayatına son vermek iken, terörizmde birini öldürmekten ziyade belirli mesajlar vermeyi, kitlelere korkuyu, paniği hakim kılmaktır2. Burada maksadımız, terörizm tanımlarını aktarmaktan ziyade, son derece subjektif ve hatta yanlı bir şekilde ortaya atılan islami terörizm nitelemesine itirazlarımızı sıralarken, terörizme ilişkin evrensel ve bilimsel yaklaşımları referans alacağımızı ifade etmektir. 1 Asaf Hüseyin; Ortadoğu ve Devlet ve Terör, Pınar yayınları, İstanbul, 1996, sf. 16. 2 B. Zakir Avşar; Kitle İletişim Araçları ve Terör, Kamer Yayınları, İstanbul, 1991. Sf.13. İslami Terörizm Nitelemesine İtiraz Bu çerçevede, terörizmin türlerine, oluşturulma biçimlerine göre tasniflerine de şöyle bir hızlıca değineceğiz. Bir görüşe göre terör aşağıdan ve yukarıdan olmak üzere, ikiye ayrılır. Terör, egemen sosyo-politik güç yapısına uyumlu olarak gerçekleştirilmişse “yukarıdan”, egemen güçlerin dışında bir yapıdan kaynaklanıyorsa (bu tür terörist faaliyetler genellikle mevcut otorite sistemini, özellikle devleti kontrol eden güçleri çökertmeyi hedefler) aşağıdan terör sözkonusudur. Ayrıca terörü, devlet terörü ve devlete karşı terör, kır terörü-şehir terörü, iç terör, uluslararası terör, ayrılıkçı terör gibi bir takım tasniflere de tabi tutmak mümkündür. Malumdur ki, devlet terörü, devlet yönetimini ellerinde bulunduranların ayrıcalıklarını ve etkinliklerini yitirmemek için buyrukları altında bulunan resmi kuruluşlar ve gruplar aracılığıyla şiddete başvurarak, karşıtlarını yok etmeyi, en azından onları sindirmeyi amaçladıkları durumlarda sözkonusudur. Devlete karşı terör ise, devlet dışı kişi veya yapılanmalardan devlet kurumlarına, üniformalı veya üniformasız devlet görevlilerine karşı şiddet uygulanmasıdır. Şiddet ile verilmek istenen asıl mesaj, eylemlere hedef olan kişilerden ziyade, bütün topluma veya toplumun belirli tabakalarına yöneliktir. İç terör ve uluslararası terör tasnifi üzerinde de birazcık durmak lazım gelirse şunları söyleyebiliriz: İç terör, bir devletin milli hudutları içinde cereyan eden dış kaynaklı hiçbir örgüt veya kurumlardan destek görmeden gerçekleştirilen, başka bir devletin veya şahsın zararını açıklamayan tedhiş hareketleri olarak, tanımlanabilir. Burada kuşkusuz ki, teröristin milliyeti söz konusudur. Yine ortaya konulan eylem, memleketin toplumunu veya fertlerini veya mevcut otoriteyi hedef almaktadır. Uluslararası terör ise, bir devletin milli hudutları içerisinde cereyan eden ve başka memleketlerin ya da memleketlere mensup fertlerin menfaatlerini hedef alan veya haleldar eden orfanize tedhiş hareketleridir. Uluslararası terörizmi ferdi şiddet olaylarından ayıran fark, mutlaka siyasi bir maksada yönelik olması, bir ülkenin toprağında şekillenerek bir başka ülkeye yönelmesidir. 151 152 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Elbette ki, bu terör tasnifleri dışında da başka sınıflandırmalar ve tanımlamalar bulunmaktadır. Bütün bunları burada aktarmayı gereksiz görmekle birlikte, yazımızı üzerine inşa etmeyi düşündüğümüz birkaç başka tanımı içeren bir tasnife daha değinmekte yarar olacaktır. Politik, bireysel ve kriminal terörizm olarak ayrılan bu tasnife göre; politik terörizmin kökeninde din faktörü olabileceği gibi, laik bir yapı özelliğini de gösterebilir. Laik kökenli terörizmde Marksist veya etnikçi terörist yapılanmalar zikredilebilir. Bireysel terörizmde ise, devletler muhaliflerini yoketme yoluna giderler. Devleti, aygıtlarını veya işbirlikçilerini ve imkanlarını bu yolda kullanabilirler. Kriminal terörizmde amaç ne siyasidir, ne bireyseldir. Tamamıyla kriminaldir. Bir takım grupların insanları kaçırıp sonra bunları birtakım maddi pazarlıklara konu etmesinde, fidye istemesinde olduğu gibi. Bireysel terör olarak belirttiğimiz yapı bir başka biçimde daha ayrıma tabi tutulmaktadır: Doğrudan doğruya terör ve dolaylı terör. Doğrudan doğruya terörde, hedef doğrudan krallar, başkanlar, başbakanlar, bakanlar, üst düzey yöneticiler olabilir. Dolaylı terörde ise, yönetimin itibarını kırmak amaçlanır. Devletin kendilerini koruyamadığını göstermek için, terör üst seviyedeki yöneticilere değil; yan unsurlara, halka yöneltilir. Binalar kundaklanır, bankalar soyulur, metroya bomba atılır, yollara mayın döşenir, insanlar kaçırılır... Bu ayrım daha ziyade taktik esaslara dayalıdır. 2. İslam ve Terörizm Müslümanların tarihte hristiyan Avrupa ile üç büyük olay ve zamanda buluşması olmuştur der Ali Bulaç: Bunlar, 8. Yüzyıl’ın başlarından itibaren İspanya ve Sicilya’nın fethi, 11. Yüzyıl’dan 13. Yüzyıl’ın sonlarına kadar süren Haçlı seferleri, ve 15. Yüzyıl’dan 20. Yüzyıl’a kadar Doğu Avrupa’da varlığını sürdüren Osmanlı Devleti ile Avrupa ilişkileridir. Ayrıca bunlara 19. Yüzyıl’da başlayıp bu yüzyılın son çeyreğine kadar var olan, günümüze kadar sürdüren etkilerini ilave tmek gerek3. İslami Terörizm Nitelemesine İtiraz karşı bir takım tanımlama ve araçlarla koruma gayretleri de sözkonusudur. İşte bu gayretkeşlik içinde İslam, kan, ölüm, fanatizm, şiddet ve baskı getiren bir din olarak takdim edilmiş, yayılmasını kılıçla temin ettiği ve günümüzde de islami uyanışın, şiddet ve baskı rejimlerini de beraberinde getireceği gibi suçlamalara hedef olmuştur. Elbette ki, 19. Yüzyıl’ın sonundan itibaren Filistin’de varlık göstermek isteyen Yahudilerin de bu saflara katılması, ayrıca komünist blokun dağılması ile birlikte Batı’nın yeni karşıt arayışı ile bu anlayışlar daha da bir güç kazanmıştır. Gayet tabi ki, burada Hristiyan dünyasının Ortaçağ karanlığındaki yüz kızartıcı, vahşet dolu geçmişini hafızalarda yeniden canlandırmanın günümüzde Müslüman toplumlara karşı dünyanın dört bir yanında girişmiş oldukları kıyımları sıralamanın pek bir yararı olmayacaktır. Yahudilere gelince İspanya’da ilk soykırım girişimi ile karşı karşıya kaldıklarında yine onlara sahip çıkan, kucak açan malumdur ki, Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Batının 11. Yüzyıl’dan itibaren sürekli olarak, müslümanlar barbar, kandökücü, kelle avcısı, vahşi, putperest, kafir, şehvet düşkünü gibi propagandalar yapmasına dair nedenler sıralanırken İspanya’nın müslümanlardan alınması ve islam dünyasının Haçlı orduları tarafından istila edilmesinin meşrulaştırılması vb. siyasal ve tarihi amaçlara dikkat çekilmektedir4. Bütün bunlar bir yana islam gerçekten bir terör dini midir? Gerçekten şiddet ve baskıyı yol edinmiş midir? Değişik bir soru olarak da İslam ne amaçla olursa olsun terörü onaylar mı? Bu sorularımıza hemen hayır cevabı verecekler çıkabileceği gibi, hepsine birden evet diyebilecekler de olabilecektir. Kuşkusuz ki, her iki cevabın da pratikte birbirinden fakrı yoktur. Peşinen evet veya hayır demeden, ama önyargılara karşı, bazı cümlelerimizin altını çizeceğim. Kuşkusuz ki, islam bilgini, tarihçi veya İslam tarihçisi değilim. Haddimi aşmayacağım ve kendi bilimsel disiplinim içinde kalmak kaydıyla islami referanslara ve tarihsel olaylara başvuracağım. Şüphesiz ki, yüzyıllardır süren bu ilişkide her iki kültürün birbirlerine karşı getirdikleri imajlar vardır. Toplumların kendilerini başka toplumlara Kur’anı Kerim, “Dinde zorlama yoktur” (Bakara/256) emriyle tüm müslümanları bağlar. Keza “Onlar sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar” (Zümer/18) ayeti ile islam dışı bütün öğreti ve görüşlerin kendilerini öz- 3 Ali Bulaç; İslam ve Fanatizm, Beyan Yayınları, İstanbul, 1993, sf. 21. 4 Bulaç, a.g.e., sf. 23. 153 154 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu gürce savunabilecekleri ve sağlıklı bir muhakeme ve mukayase ortamını emreder. Yine Hz. Muhammed’e hitaben: “Sen ancak hatırlatıcısın, onlara zor kullanacak değilsin” (Gaşiye/21-22) ve “Sen mümin olmaları için insanlara zor mu kullanacaksın” (Yunus/99) buyurulurken, “Bundan sonra herkes dilediğine tapar” (Zümer/16) ayeti ile de kimseyi inanç ve düşüncelerinden ötürü herhangi bir şekilde cebre, zorlamaya, baskıya tabi tutmamaları, incitmemeleri emredilmektedir. İslami Terörizm Nitelemesine İtiraz rel özerklik temelinde çoğulcu bir siyasi organizasyonun ortakları olarak yaşamaları teminat altına alınmıştır5. İslâm dinine göre insan, yaratılmış varlıkların en şereflisi /eşref-i mahlûkattır. Bundan dolayı insan şahsiyetine saygı duyulmasını emretmektedir. Bu, herkesin hem dinî hem ahlâkî vazifesidir. İsrâ sûresinin 70. ayetinde bu gerçek vurgulanmaktadır: “Andolsun ki biz insanoğlunu üstün bir izzet, şeref ve değere mazhar kılmışızdır.” Hz. Muhammed ise, savaş esnasında bile Müslümanlarla savaşmayan gayri müslim çocukların, kadınların, yaşlıların, yalnızca ibadetleriyle meşgul din adamlarının öldürülmesini yasakladığı gibi, bunlarla da yetinmemiş ibadethanelerinin yıkılmasını, hayvanların öldürülmesini ve ağaçların kesilmesini de yasaklamıştır. İslâm dininin bu ilahî prensipleri göz önünde tutulacak olursa ismi ne olursa olsun, terör, şiddet, bunalım ve anarşinin İslâm’la uzaktan yakından ilişkisi olmadığı açıkça görülecektir. İslâm’ın bu tür yıkıcı hareketlerle ilişkisi olmadığı bir yana, o, her türlü anarşi, fitne, fesat, bozgunculuk, eziyet, işkence ve zulmü kısacası terör ve tedhişi kesin bir biçimde Müslümanların gündeminden çıkarmıştır6. Bu kadar değerli ve üstün bir varlığın canına kıyılması Allah katında en affedilemez şeydir. Çünkü bir toplumda can emniyeti, çok önemlidir ve bütün cemiyeti ilgilendirir. Bu bakımdan cana kıyma, adam öldürme olayı ferdî, bireysel olmaktan çıkmış, bütün toplumu ilgilendiren bir sorun olmuştur. Dinin amacı, fert ve toplumu bozup dejenere etmek değil, aksine fert ve toplumu maddî ve manevî açıdan fıtratına uygun düzeye ulaştırıp yüceltmektir. Bütün emir ve yasakların, bellibaşlı dinî hükümlerin amacı, bireyi ve toplumu ilgilendiren insan hakları olarak niteleyebileceğimiz şu beş aslî ilkeyi teminat altına almaktır: Bu nedenle bütün insanlığın Rabbi olan yüce Allah, İslâm’ın kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’de kasden, haksız yere adam öldürmeyi haram kılmış, cezasının sonsuza kadar kalınacak cehennem olduğunu bildirmiştir. “Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır” (Nisa, 4/93). Yine yüce Allah, haksız yere bir kişiyi öldürmeyi bütün insanlığı öldürmek, bir kişiyi kurtarmayı da bütün insanlara hayat vermek olarak kabul etmiştir. “Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur” (Maide, 5/32). Görüldüğü gibi ayetler gayet kesin ve açıktır. Bilindiği üzere, Hazreti Peygamber’in uygulamaları da bu yönde olmuş, Medine Vesikası adıyla bilinen tarihi anlaşma ile, daha Medine’ye gelinince yerli ahali ile Yahudilerin hak ve ödevleri açıkça tanımlanarak ortak bir yaşama zemini oluşturulması amaçlanmıştır. Bu belge ile, müslüman olmayanlar kendi din ve düşüncelerinde, yaşama biçimleri ve ibadetlerinde özgür olacak, kimse onlara müdahale etmeyecek ve müslümanlarla dini, hukuki, kültü- a. Nefsin yani canın korunması, b. Aklın korunması, c. Dinin korunması, d. Neslin, namusun, ırzın korunması, e. Malın korunması7. Dinin korunmasını emrettiği bu değerlere yani temel insan haklarına pervasızca saldıran, çeşitli terör ve tedhiş eylemlerine katılarak toplumun huzurunu ve düzenini bozmaya kalkışanlara da İslâm Dini ağır cezalar öngörmüştür: “Allah ve Resûlüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır (Mâide, 5/ 33).” 5 Daha geniş bilgi için bakınız: Hatemi, Hüseyin; İnsan Hakları Öğretisi, İstanbul, 1989., Hukuk Devleti Öğretisi, İstanbul, 1989. 6 Bkz. Selim Özarslan; Terör ve Kelami Perspektiften İslamın Teröre Bakışı, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 11 Sayı: 2, Sayfa: 369-382, ELAZIĞ-2001 7 Şerafettin Gölcük; Din ve Toplum, Esra yayınları, İstanbul, 2000, s.158; Uludağ, Süleyman, İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, Ankara,1992, s. 5., aktaran: S. Özarslan, a.g.m. 155 156 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Burada birkaç örnekle, kaynağına inerek islam dininin diğer inançlara ilişkin emir ve tutumlarını zikrettik. Kuşkusuz ki, bunları artırmak mümkündür. Hal böyle olunca, islam dinini şiddet ve terörü meşru bir yöntem olarak gördüğü yolunda itham ve ilzam etmek elbette ki, bilimle, gerçekle bağdaşmayacaktır. İslam tarihinin hep Kur’an ve sünnet ışığında örneklerle dolu olduğunu elbette ki söylememiz de mümkün değildir. Özellikle Hazreti Peygamberin vefatını müteakip, şeçim, biat ve şuraya dayalı hilafet yönetiminin zaman içinde saltanata dönmesi, idarenin bir aile veya hanedanın kontrolüne girmesi, saltanatı ellerinde bulunduranların yönetimi kaybetmemek, güçlerini korumak amacıyla muhaliflerini acımasız yöntemlerle sindirmeleri, bastırmaları, bunu yaparken de aşırı şiddete girmeleri keza bu bağlamda bir çok din bilgininin, devlet adamının, şairin, hukuçunun hayatını kaybetmesi vakaları elbette ki inkar edilemez. Ancak, bunlar Bulaç’ın da vurguladığı gibi siyaseten katl dediğimiz olaylardır ki, temel özellikleri: a. Dini değil, siyasi amaçlıdır, b. Doğrudan doğruya hukuk ihlali olarak ele alınmalıdır8. Yöneticileri ve/veya halkı müslüman olan toplumlardaki bu neviden hukuk ihlallerinin nedenlerinin islamla bağlantılandırılması ancak düz mantıkla mümkündür. Burada olsa olsa “nedeni” o ülkenin yöneticilerinin veya halkının islamın evrensel barış, kardeşlik, zor ve şiddete karşı mesajlarını algılamadığını, içselleştiremediğine bağlamak lazımdır. İslamın emir ve yasakları dışına çıkan, siyasi beklentileri veya emelleri için kendi hukuklarını ortaya koyan sistemlerin, yönetimlerin, iktidarların sorumlusu elbette ki islam olamaz. Hen ne çeşit olursa olsun, hak ihlalini yasaklayan, insan haklarını üstün tutan, cürüm sahiplerini sorgulayan, yargılayan, kınayan cezalandıran ama kesinlikle hoşgörmeyen islam dinine karşı bu hoşgörüsüzlüğün temelinde kuşkusuz ki bilgisizlik kadar önyargılar ve yanıltmaktan kaynaklanan hesaplar yatmaktadır. İslamın temel kaynaklarının yukarıda zikrettiğimiz örnekleri bile, şiddetin, korku ve paniğe gidecek yolların, terör gibi masum insanları bile acımasızca kurban seçebilen eylemleri ne bir hak arama yöntemi olarak, 8 Bulaç, a.g.e., sf. 38-39. İslami Terörizm Nitelemesine İtiraz ne de insanları iman etmeye ikna etme yöntemi olarak asla tasvip etmeyeceği açıktır. Hayrettin Karaman, müslümanların teröre bulaştırılmalarını bilgisizliğe bağlamaktadır, bu bilgisizlik halini “az islam” olarak ifade ederken: “Müslümanların karıştığı ya da karıştırıldığı terör eylemlerinde ya Müslümanların dahli yoktur. Başkaları yapmış ve onlara fatura etmişlerdir ya da buna bir kısım Müslümanlar, “az İslam yüzünden” bilerek bilmeyerek alet olmuşlardır. Doğru anlaşılmamış, hazmedilmemiş, eğitimle kişiliğin içine yerleştirilmemiş Müslümanlıktır. Öyleyse biz terörün amillerini, kaynaklarını bulmak istiyorsak herhangi bir din, sistem ve ideoloji mensuplarının bütününü suçlayıcı bir tavırla yola çıkmamalıyız. Bu çıkar yol değildir. Terör olduğunda hemfikir olduğumuz bir eylemde dini bütün Müslüman’ın bulunması mümkün değildir. Insaf edelim. Bir buçuk milyar Müslüman’ın içinde kaç terörist var? Usame Bin Ladin Hanbeli ise onun Afganistan, Pakistan hatta Türkiye’den adamlarının her birinin mezhebi farklı. Selefiler de selefilere terör uyguluyor. İşte Suudi Arabistan’daki terör eylemleri. Terör eylemlerinde muhakkak büyük planın parçasını aramak lazım bu bir, Ikincisi de eksik İslam.” vurgusunu yapmaktadır9. Özellikle, terörde yöntem olarak seçilen bombalama, kundaklama, kaçırma, suikast, vb. eylemler ve masum bireyleri hedef alan saldırılar islama göre islamı da hedef almıştır. Çünkü, ne tür bir söylemle yola çıkarsa çıksın, teröristin hedefi kamu düzenini bozmak, insanları huzursuz etmek, dehşete düşürmek, paniğe itmektir. Oysa ki, terörün etkilediği tüm insanların suçlu, mücadele edilecek insanlar olması mümkün değildir. İçlerinde bir tane bile olsa masum insan bulunduğu takdirde, bunun hesabının yine Allah tarafından sorulacağı hem ayetlerle, hem peygamberin uygulamalarıyla sabittir. Ayrıca terörizme bulaşan insanların dini inançlarının islam olmasının uygulamayı “islami terörizm” olarak nitelendirmeyi gerektirecek kadar belirleyici olamaz. Zira, hristiyan ve yahudi olan teröristlerden bahsederken veya başka bir inanca sahip olanlardan nasıl ki dini inançlarına izafeten bir nitelemeye gitmiyorsak aynı saygı ve tutarlılığın islam dini için de gösterilmesi gerekmektedir. 9 Bkz.Hayrettin Karaman, www.hayrettinkaraman.net, Akşam Gazetesi ile röportaj, (Erişim tarihi: 21.10.2011). 157 158 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Açıkça katolik ve protestan çatışmalarına sahne olan İrlanda ve İngiltere arasındaki terör faaliyetlerinde militanların dini inançlarından kaynaklanan şiddete rağmen hiçbir şekilde dini bir nitelemeye gidilmemiş; hristiyan, katolik veya protestan teröristler gibi bir niteleme olmamıştır. Öte yandan şurası da çok önemlidir ki, teröristin veya örgütün kendisini bir dini sıfatla nitelendirmesi, dine dayalı bir isimle anması da terör eyleminin dini içerikli olduğunu, dinden kaynaklandığını göstermez. Teröristin amacı, bir tarafta korku ve panik yaratmak iken diğer tarafta da kendisine yandaşlar, taraftarlar temin etmektir. Sempati bulma çabası içinde olacağı unutulmamalıdır. Bu hem prestij hem de örgütün geleceği bakımından çok mühimdir. Kitlesi olan örgütün silahı, parası, insan kaynağı da vardır demektir. Kamuoyunun desteğini kazanabilmesi için örgütün gerek ismi, gerek eylemleri ve en önemlisi de söylemleri ile kitlelere yaklaşması gerekmektedir. Kendisini bir kitlenin ismiyle anılan kurtuluş ordusu olarak tanımlayan, adlandıran terör örgütünün amacı kuşku yok ki, bu pragmatik hedeflere yaklaşabilmek içindir. Diğer bir gerekçesi de o toplumun meşru güçlerine karşı alternatif olduğunu ilan etmesidir. İslam dünyasında, hemen her ülkede, pek çok ideolojik yapıyı benimsemiş terör örgütleri ortaya çıkmıştır. Her örgütün amacı da kuşkusuz ki, siyasal iktidarlara yönelik eylemler ve nihayetinde siyasal emellerin tahakkukudur. Yöntemlerse benzeşiklikler göstermektedir: Suikasd, silahlı saldırı, adam kaçırma, bombalama, mayın, soygun vs... Teknolojinin gelişmesiyle birlikte tüm dünyada olduğu gibi teröristlerin repertuarında da genişlemeler olmuş; ama sonuç değişmemiştir. Bütün terörist yapılanmalar, faaliyetlerini halk adına, devrim adına, özgürlük adına, din adına gerçekleştirdiklerini öne sürebilirler. Burada önce sempati, sonra taraftar ve maddi kaynak sağlamayı umarlar. Örgütlerin bu türden iddiaları, bizi, adına hareket ettikleri değerleri birebir temsil ettikleri gibi bir sonuca elbette ki götüremez. Ancak, batının kolaycılığı burada da devreye girmekte, birtakım kişi veya örgütlerin kendilerini takdim biçimini olduğu gibi kabullenmekte, islam ve terör kavramını yanyana getirmek için bu türden yaklaşımları, iddiaları bir bahane olarak kullanailmektedir. Gerek islam, gerek halk ve özgürlük adına olsun, her ne iddia ile ortaya çıkarsa çıksın terörist yöntemlere başvuran örgütlerin tutarlılıklarının, İslami Terörizm Nitelemesine İtiraz dayanaklarının sorgulanmasının gerek sorunun teşhisinde, gerek tedavisinde çok büyük yararlar sağlayacağı açık iken, islama karşı özellikle de vurgulanarak, rencide edici nitelemelere gidilmesi hiç doğru değildir. İslam dünya yüzünde mensupları itibariyle ikinci büyük dindir. İslam adına eylem yapanları onaylamayan müslümanların sayısının milyonlarca olduğu unutulmamalıdır. Hiçbir şekilde teröre/terörizme izin vermeyen bir dinin, yine terörizmin her çeşidine karşı olan milyonlarca mensubuna rağmen, terörle birlikte anılıyor olması, bir yerde teröristin amacına da hizmet değil midir? O zaman ortak payda olarak milyarı aşkın insanı birbirine bağlayan islamın birleştirici gücünün böyle niteleme sonucunda reddedilmesi ve terörizme doğru çok geniş bir alanın açılması mı murat edilmektedir? Bu tür soruların mutlaka sorulması gerekirken, Ortadoğu’da meydana gelen her olaydan, eylemden “islami” nitelemesiyle bahsetmenin, müslüman kimlikli insanların gerçekleştirdiği faaliyetlerin “islami terörizm” olarak anılmasının hatta 22 Temmuz 2011 günü Norveç’te meydana gelen, 91 kişinin öldürüldüğü ırkçı, faşist saldırılarda olduğu gibi, bir şiddet faaliyetinin aslı ve bütün yönleri araştırılmadan hemen dünyaya “islami terörizm” olarak takdiminin, terörizme karşı küresel bir anlayışın gelişmesine mani olduğu artık görülmelidir. Terör faaliyeti nerede, ne şekilde ve kimler tarafından, ne adına icra edilirse edilsin özüne bakmak gerekir. O da insanlığa karşı suç olmasıdır. 1994 yılı ortalarında Arjantin ve İngiltere’deki İsrail hedeflerine yapılan saldırıların akabinde bütün dünyada ve hatta ülkemizde teröristlerin dini inançlarından ötürü “İslami terörizm”, “İslamcı teröristler”, “İslami şiddet” gibi çok tehlikeli nitelemelere gidilmiş; öyle ki, bu nitelemelerin tehlikesine dikkat çekmek ve bu nitelemelerden vazgeçilmesi gerektiğini dile getirmek ABD Başkanı Bill Clinton’a düşmüştür. Zamanın İngiltere Başbakanı John Majer’i de bunun sakıncaları konusunda yine Clinton ikna etmiştir. Clinton’un ulusal güvenlik danışmanı Anthony Lake bu tür örgütleri “Dini Maske Takınan Bölgesel Örgütler” 10 tanımlamasını ortaya koymuştur. Bundan yıllar sonra, kelimelerin “siyasi silah” olarak kullanılabileceği gerçeğiyle yüzleşen Avrupa Birliği yetkilileri de islami terörizm, islami 10 Hürriyet Gazetesi, 31 Temmuz, 1994, sf. 12. 159 160 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu cihad, köktendinci gibi kavramların yerine yeni kavramlar bulunmasını tartışmaya açmışlardır11. Hatta ülkelerindeki müslümanları yabancılaştırdığı, radikallerin işine gelen bir iklim oluşturulduğu dolayısıyla, müslümanları incitmeyecek yeni kavramlar ve yeni iletişim stratejileriyle terörizme karşı bir mücadelenin önemi üzerinde durmaya başlamışlardır. Bu tanımlama çabaları iyi niyetli gibi görünse de yine de islam ve müslümanlar üzerindeki karalamayı, önyargıyı yeterince ortadan kaldırmaktan uzaktır. Medyanın bu ayrımcı dili ve ayrımcılığın net bir ifadesi olan nefret söylemini kullanma eğilimi kuşkusuz ki, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 1. Maddesinin birinci, ikinci maddelerine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Zira, nefret söylemi, bir kişi ya da grubu, ırkı, cinsiyeti, yaşı, etnisitesi, milliyeti, dini, cinsel yönelimi, cinsel kimliği, engelliliği, ahlaki ya da politik görüşleri, sosyoekenomik sınıfı, mesleği, ya da fiziksel görünüşü, zihinsel kapasitesi vb herhangi bir özelliği nedeniyle, küçük düşürmeye, yıldırmaya, onlara karşı şiddet ve önyargıyı kışkırtmaya niyet eden söylemleri içermektedir12. Kendilenini islami olarak niteleseler bile, terörist yöntemleri benimseyen örgütlerin, faaliyetlerini islami değil, politik içerikli olarak kabul etmek, hem radikalizmin kırılması, hem de bu tür nitelemeleri kendilerine layık gören örgütleri islama dahil etmeme, islamiliklerini kabullenmeme gibi bir netice verecektir. Fakat şurası görülmektedir ki, S. Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezinde bahsettiği üzere, İslam medeniyetine, Batı medeniyeti ile çatışma rolü biçilmiştir13 Bu süreçten itibaren tüm terör eylemleri Batılı terör uzmanları tarafından dünyaya İslami terör olarak yansıtılmıştır. İslam ve Müslümanlar bir güvenlik tehdidi olarak algılanmaya başlamıştır. 11 Zaman Gazetesi, 12 Nisan 2006. 12 Rafal Pankovski; How to Understand and Confront Hate Speech, 2007, aktaran; Sevilay Çelenk; Ayrımcılık ve Medya, Televizyon Haberciliğinde Etik (Ed: B. Çapli, H. Tuncel), AÜ İlef Yayını, Ankara, 2010., sf. 215. 13 Talip Küçükcan, “Avrupa İslamofobiye Teslim mi?”, Setav, 6 Aralık 2009 http://www.setav.org/ public/HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=5415&q=avrupa-islamofobiye-teslim-mi (Erişim Tarihi: 21.10.2011). İslami Terörizm Nitelemesine İtiraz Sonuç İslam, yeryüzünde mensuplarının sayısı itibariyle ikinci büyük dindir. İslamın kurallar bütünü, kaynakları ile dikkate alındığında şiddetin her türlüsü yasaklanmıştır. Asla hoş görülmemiştir. Terör eylemleri, kim tarafından ne amaçla, nerede, ne tür bir yöntemle gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin sonuçta korku ve panik yaratmayı arzulamaktadır. Şiddetin, dini, milliyeti olmaz. İnsanlara, barışı, sevgiyi öğütleyen bir din adına terör eylemi gerçekleştirmek elbette ki islami bir tavın olamaz. Terör örgütleri kendilerini islami isimlerle ansalar bile gerçekleştirdikleri eylemlerin, tutum ve davranışlarının islamiliği her zaman tartışılabilir. Yıllardan beri hep vurgulayageldiğimiz gibi, İslam dinini bir tehdit olarak algılayarak, dünya dengeleri bakımından veya ulusal çıkarlar bakımından karşı kutup olarak takdim etmek ancak radikalizmi ve mevcut tehdit unsurlarını güçlendirir. Milyonlarca müslümanı töhmet altında bırakan nitelemer, rencide edici ifadeler dinler arasında çatışmaya zemin hazırlar14. İslam adını kullanarak eylem yapan örgütlerin amacı bellidir: Güç kazanmak, taraftar toplamaktır, bu örgütlerin eylemlerini islami olarak nitelemek bir yerde, şiddete karşı geniş kitlelere adeta “Siz neden şiddete başvurmuyorsunuz, müslüman değil misiniz?” gibi, özendirici bir soru/yol olabilir. Gerçekte de, bir avuç fanatik teröristin yaptıklarının islamla bağdaştırılması son derece yanlıştır. 14 B. Zakir Avşar; İslami Terörizm Nitelemesine İtiraz, Yeni Forum Dergisi, Ekim 1994, 38-41. 161 162 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Bir Kimlik Politikası Olarak İslamofobi Bir Kimlik Politikası Olarak İslamofobi PROF. DR. MEHMET EVKURAN HİTİT ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Özet İslamofobi Haçlı seferlerine kadar geri götürülebilecek tarihsel bir problemdir. Diğer yandan Batı’nın kendini kurması ve Doğu’yu ötekileştirmesi amaçlarıyla ilgili politik bir problemdir. Batılı insanın kendi yaşam biçimini yeniden tanımlaması ve bir sınır algısı geliştirmesi bakımından da kültürel bir problemdir. İslamofobi sadece Batı’ya özgü bir problem değildir. İslam dünyasında yönetici elitin kendi toplumuna karşı tutumunu örgütleyen bir faktör olarak da iş görmüştür. Buna paralel olarak İslam dünyasında yeni olan şey, Müslümanlar arasında bir kesimin, İslamofobi üzerinden İslam’ı yeniden tanımlama eğilimi içine girmiş olmalarıdır. Günümüzde Batı’da İslam’ın Batı’lı değerlerle çelişen bir din olduğunu ileri süren ve Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanları da Truva Atı olarak niteleyen gittikçe güçlenen bir söylem göze çarpmaktadır. Buna karşılık İslam’da Batı’nın korkacağı hiçbir şey bulunmadığı tarzında aşırı romantik apolojiler geliştirilmektedir. Oysa Batı ile Doğu, daha özelde İslam ile Batı arasında kurulacak gerçek ve kalıcı barış ortamı, öncelikle sahici bir iletişime ihtiyaç duyar. Tarafların birbirlerini sindirmeye çalıştıkları bir süreçten olumlu bir sonuç çıkmaz. İslam sadece Batı için değil tüm dünyada sosyolojik, kültürel, politik, ekonomik bir gerçektir. Bu nedenle İslamofobi söylemi Batı’nın kimlik başta olmak üzere içsel sorunlarını ya da İslam 163 164 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu dünyası ile yaşadığı sorunları çözemez. Batı’da Haçlı ruhunu tahrik edecek olan şeyin İslam dünyasında da kendi karşıtını üreteceği söylemek kehanet değildir. Bildiride İslamofobi söyleminin tarihsel, kültürel ve teolojik kökenleri üzerinde durulacak, mevcut İslamofobi söyleminden beslenen aktörlerin konumları eleştirel bir değerlendirmeden geçirilecek, daha gerçekçi ve anlamlı bir Batı-Doğu diyalogu için çözüm önerileri geliştirilecektir. Anahtar Kavramlar: İslamofobi, Batı, kültür, değerler, kimlik, hafıza, diyalog. İslamofobi: Temeller ve Sınırlar Kavram iki sözcükten oluşuyor. İslam ve fobi (phobia). Fobi sözcüğü Yunan mitolojisinde dehşet ve korku Tanrısı Phobos’tan gelir. Batı literatüründe ise bir şeye karşı duyulan aşırı ve abartılmış korku duygusunu tanımlamak için kullanılır. Şu halde fobi, çığırından çıkmış, asılsız korkudur. Kapalı alan korkusu (claustrophobia), yükseklik korkusu (acrophobia), sosyal fobi (social phobia) vb. gibi İslamofobi de daha baştan bir tür patolojik durum olarak ele alınmalıdır. Ancak konuya dair Batılı literatür incelendiğinde görülmektedir ki, İslamofobi, İslam’ı korku, dehşet, şiddet ve terörle özdeşleştirmeyi sorunlaştırmayan aksine bunu haklı bulan ve gerekçeler uyduran bir yönelim olarak algılanmaktadır. Korku ve kaygı en temel insanî duygulardır. Bunlar insanın hayatta kalmasını sağlarlar. Ancak örgütlü hale gelen ve abartılan korku hayatı felç eder, insanın algı ve düşünce dünyasını yoksullaştırır. Korkunun toplumsallaşması, kurumsallaşması ve kimliklerin bir parçası haline gelmesi durumunda ise sorun büyük toplumsal ve kültürel çatışmalara yol açar. İslamofobi uzak ülkelerin ve yabancı insanların bir sorunu değildir. İslam dünyasındaki batılılaşmış yönetici elitin de hissetmiş olduğu temel duygudur. İslam, onların kendi politik tercihleri doğrultusunda toplumu homojenize etme amaçlarının önündeki en ciddî engeldir. Batı’nın öteki üretme alışkanlığına dikkat çeken düşünürler, son icadın bir hayalet olduğunu ve bunun muazzam, canlı, ürpertici, yakın, akıllı vs. bir canavar imajının sürekli canlı tutulduğunu belirtiyorlar. Bu açıdan bakıldığında İslamofobi problemi, yeni türden bir hauntology1 (hayalet bilimi) 1 Bu benzetmeyi kullanan Sayyid’tir. O, İslam’ın uyanışını, yeni milenyum başlarında Batı Uygarlığını yoklayan bir hayalete benzetir ve hayaletler ile Müslümanları kolayca birleştiren bir hauntology’den söz eder. S. Sayyid, Fundamentalizm Korkusu-Avrupa Merkezcilik ve İslamcılığın Doğuşu, s. 15 Bir Kimlik Politikası Olarak İslamofobi konusu olmayı hak etmektedir. O zaman İslamofobistleri de birer hayalet avcıları olarak görmek gerekecektir. Gerçekten de İslamofobi söyleminin Batı’da ulaştığı noktayı göz önünde bulundurduğumuzda bu benzetmenin hiç de yabana atılamayacağı görülür. İslamofobi konusunun bir problem olarak ele alınması daha baştan tartışmayı bir dizi köklü ve çetrefil sorunla başbaşa bırakır. Herkesin kendi ilgi ve uzmanlık alanına göre konuyu tartışmak isteyeceği kesin olmakla birlikte hangi düzleme öncelik tanınacağı kendiliğinden açık değildir. İslam-Hıristiyan dünyaları arasındaki ilişkiler sürecinin ve yeni karşılaşmanın sonucu olarak görenler, problemi Haçlı Seferlerine ve Kudüs’ün fethine kadar geri götürebilirler. Konuyu özünde İslam ve Yahudilik arasındaki bir problem olarak görenler de İslam’ın doğuşuna kadar gidebilir ve kendilerini haklı çıkaracak ve bugün de tartışmalarında yararlanabilecekleri çok sayıda bilgi ve belge toparlayabilirler. Diğer yandan modern Batılı insanın kutsal karşısındaki aymaz, küstah ve hedonist tutumunu temel bir sorun görenler için İslamofobi, Tanrı’nın kendini hissettirmesi, dahası intikamı olarak değerlendirilmektedir. Başka bir açıdan da ortada kutsalı ve dinleri doğrudan ilgilendiren bir durum yoktur. Sorun temelde bir güç, çıkar ve kimlik sorunudur. Bir zamanlar Batı’dan Doğu’ya doğru akan güç tersine dönmüş ve Batı’ya doğru akmaya başlamıştır. Ortaya çıkan siyasal, ekonomik ve kültürel eşitsizliklerin yol açtığı çatışmaların ve doğurduğu sıkıntıların bir sonucu ve özgül bir ifade tarzı olarak İslamofobi, içinde yaşadığımız dünyanın doğal bir parçası sayılmalıdır. Günümüzde bilgiyi, gücü ve zenginliği elinde tutan modern Batı’ya karşı, modern değerlere daima mesafeli durmuş olan İslam dünyasının hoşnutsuzluğunun ve itirazının yol açtığı bir semptomdur. Kısacası İslamofobiyi konuşmak İslam, Yahudilik, Hıristiyanlık, modernizm, gelenek, kutsal ve profan, kimlikler, çağdaşlaşma, elitizim, yabancılaşma vs. pek çok konunun aynı anda ve neredeyse eşit derecede müdahil olduğu kompleks bir yapıyı sorunsallaştırmaktır. Sadece tarihi ve farklı gelenekleri değil günümüzü de tartışmaya açmaktır. İslamofobiyi tartışırken Batı karşıtlığı kavramını da ele almamız gerekiyor. İlm-i istiğrab (occidentalism) adı verilen bu konu, Batı dışında da kocaman bir dünya ya da farklı ilginç dünyaların bulunduğunu fark edildikten sonra ortaya çıkan bir çalışma alanıdır. Buruma ve Margalit 2004 yılında yayınladıkları Occidentalism (Garbiyatçılık) başlığını taşıyan kitap- 165 166 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu ta düşmanlarının gözünde Batı imgesini ele almışlardır.2 Kitapta ilgi çeken yaklaşım Batı düşmanlığı kavramının öncelikle Batı dünyasının içindeki temellerini ortaya koymaya çalışmasıdır. Yahudi düşmanlığı ya da teknoloji ve kapitalizm karşıtlığı şeklinde kendini dışa vuran anlayışların çözümlenmesi, sorunun öncelikle Batı içinde ve Batı dünyasının içsel dinamiklerinde aranması gerektiğine işaret ediyor. Batı şehrinin şeytani özellikleri üzerine kışkırtıcı yorumlar yapılmıştır. Özellikle aydınlanma karşıtı olduğu bilinen Michel Fuocault, Nietzsche gibi filozofları bir kenarda tutacak olursak Hitler, Mussolini, Mao hatta Stalin gibi kitleleri yönlendiren politik liderlerin Batı toplumuna düşmanlıklarından beslenen bir damar vardır. Sözgelimi Hitler’in gözünde Berlin tam bir günah şehridir. Yahudiler tarafından kirletilmiştir. Alman ırkını bozmak üzere her türlü yozlaşmaya gömülmüş bir günah şehridir. Onun günahtan arındırılması gerekiyordu. Berlin’i ele geçirirken Yahudilere karşı tasfiye hareketini gerçekleştirirken ya da Paris’i bombalarken aslında Hitler’in aynı motivasyonla hareket ettiğine tanık olmak mümkündür. Batı karşıtlığı aslında Batı’nın kendi içerisinde bizzat kendi temellerinden yükselen düşman bir damarın ifadesi olarak zaman zaman depreşmektedir. Yakın zamanda Norveç’te gerçekleştirilen katliam aslında Batı’nın el altında tuttuğu diğer vahşi yüzünü bize gösteriyor. ‘Gerekirse çok vahşi olabiliriz. Evet, uygarız, insan haklarına saygılıyız. Fakat eğer istersek bu kadar vahşi olabiliriz. Vahşet ve terör konusunda Müslümanlar bizle rekabet etmeye kalkışmasın!’ şeklinde bir mesaj okumak mümkündür. Batı’nın bilinçaltında günahkârlığına, zalimliğine ve henüz hesabı görülmemiş/yüzleşilmemiş katliamlara dair hissettiği derin suçluluk duygusunun İslamofobi’nin irrasyonel kaynaklarından biri olduğunu düşünüyorum. Batı işlediği suçların maddîleştirilmiş bir ifadesi olarak bir düşman-hayalet yaratmıştır ve bu amansız düşmanla savaşarak arınacağını ummaktadır. Metodolojik Restleşmeleri Aşmak Maniheist yaklaşım, Doğu-Batı ilişkileri ile ilgili sorunların tartışıldığı zeminlerde her iki yakada sıkça rastlanan bir zihniyet problemidir. Doğuya ya da Batıya ontolojik birer sabit öz atfetmek, örneğin Doğuyu bilgelik, 2 Ian Buruma, Avıshai Margalit, Garbiyatçılık-Düşmanlarının Gözünde Batı, çev. Güven Turan, YKY Yayıncılık, İstanbul 2008 Bir Kimlik Politikası Olarak İslamofobi duygu, iman ile Batıyı ise bilgi, akılcılık ve zekâ ile özdeşleştirmek yaygın bir yaklaşım haline gelmiştir. Benzer biçimde Batı ilerleme, özgürlük ve bireycilik Doğu ise yerinde sayma, baskı ve cemaatçilik kavramlarıyla açıklanmaktadır. İslamofobi konusunda da bu düalist düşüncenin sıkça kullanıldığı görülmektedir. Daha konuya giriş yaparken bizi kapıda karşılayan ve yönlendiren bu metodolojik ve ideolojik tuzaktan kurtulmak gerekir. Bunun için de iyilik ve kötülüğü, akıl ve imanı, özgürlük ve otoriterliği Batı ve Doğu kavramlarının ontolojilerine bağlayarak açıklamaya çalışan yaklaşımların her türlüsünü reddetmekle işe başlanmalıdır. Akıl tutulması ancak böyle aşılabilir ve sorunlar gizemli görünümlerinden çekip çıkarılabilir. İslamofobi konusu günceldir ve kimliklerle olduğu kadar inançlarla da derinden ilgilidir. Bu türden duyarlı konuların gerçekçi ve dürüst bir yaklaşımla tartışılabilmesi, metodolojik açıklıkla sağlanabilir. Batı’da İslamofobi konusunda bilim çevrelerinde ve entelektüel camiada farklı yaklaşımlar görülmektedir. Klasik oryantalist ve sömürgeci refleksle konuyu ele alanlar için problem oldukça açık ve nettir. İslam, modern Batılı değerlerle uyuşmayan geri, çağdışı, uzlaşmaz, fanatik ve çatışmacı, özgürlük düşmanı, kadın karşıtı, diktatörlüğü yücelten bir dindir. Müslümanlar hiçbir şey yapmasalar bile İslam’ın bir din olarak bu olumsuz özellikleri başlı başına tehdit ve korku oluşturmak için yeterlidir. İslam ve Batı çatışması tözsel ve kaçınılmazdır. Zaten fanatik Müslümanların terörist eylemleri, İslam’ın Batı hakkında düşündüklerinin açığa çıkmasından ibarettir. Bu düşünce, XIX. Yüzyıl sonlarına doğru Fransız düşünür Ernest Renan’ın oryantalist bakışın tüm önyargılarını yansıtan kısa eserinde ileri yazdıklarının nerdeyse aynısıdır. Şu halde Batı dünyasında, en azından belirli bir kesim için İslam’a ve Müslümanlara bakışta bir şey değişmiş değildir. Ortaçağ’da alabildiğine teolojik bir görünüme ve söyleme sahip olan İslam karşıtlığı, modernizm ile birlikte revize edilmiş görülüyor. Kısa ve basit bir semantik revizyonla Hıristiyanlık ve modernizm sözcükleri değiş tokuş edilmiştir. Batı’nın düşünce ve algılama sistematiğine dikkat edildiğinde maniheist ve düalist yaklaşımlara fazlasıyla rastlanır. İslamofobi ise Batı’nın kendi dışındaki dünyayı, özellikle de bir türlü tam asimile edemediği İslam dünyasını algılarken başvurduğu kendince ekonomik değerlendirme biçimlerinden biridir. Olanca çeşitliliği ve zenginliği içinde büyük Müslüman coğrafyasını 167 168 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu tanımaya ve anlamaya çalışmak yerine yargılamaya ve indirgemeye dayalı bir basitleştirmeye başvurulmaktadır. Ve, “Bunların ılımlısı da fanatiği de bir ve aynıdır. Ortada anlayacak bir şey bulunmamaktadır. İslam her haliyle ve yorumuyla modern Batı dünyası için düşmandır.” demeye gelen bir söylem Batı toplumlarında yaygınlaştırılmaktadır. Öyle ki kimi gözlemcilere ve yorumculara göre Avrupa’da oluşmaya başlayan yeni hümanizm, meşruiyetini büyük oranda İslamofobiden almaktadır.3 İslamofobi söylemi, bu çerçevede Batı’nın kendisi gibi olmayanı yeniden tanımlayıp ötekileştirdiği propaganda niteliğindedir. Batı-merkezcilik paradigması Batı dışındaki dünyayı barbar, az gelişmiş, otoriter olarak görmüş ve göstermiştir. Buna karşılık asıl konuşulması gereken konuların başında gelen Batı sömürgeciliğinin dünyanın geri kalanı üzerinde yarattığı sorunlar, yoksunluklar, yoksulluklar da ustaca örtülmektedir. Batı sosyalbilim çalışmaları, bu arada tüm kötülük, şiddet, fanatizm, gerilik gibi unsurları da Batı için öteki olanın ontolojisi ile açıklama çabasındadırlar. Tüm bu karmaşa, manipülasyon ve çarpıtmalar içinde İslamofobiyi taraflarıyla birlikte açıkça ve dürüstçe tartışmak hayli zorlaşmaktadır. Yine de sayıları ve etkileri az da olsa, hem Batı’da hem de Doğu’da doğrulardan yana olan ve gerçeklerin ortaya çıkmasından çekinmeyen aydın ve entelektüellerin bulunduğuna inanmak için yeterli neden vardır. Bunlar arasındaki iletişim, dünyanın geleceği açısından daha büyük ve kalıcı önem taşımaktadır. Batı’da ortaya çıkan yeni imparatorluk ve yenidünya düzeninin efendileri açısından İslam, sadece muhalif bir değerler yumağı olması bakından değil, politik, kültürel ve ekonomik açıdan da en güçlü tehdit algılamasına sahiptir. Irak Savaşı sırasında ‘ağızlardan kaçıveren’ yeni Haçlı Seferi, kötülüğe karşı iyinin savaşı gibi teolojik nitelemeler, bazı çevrelerin gündeminde İslam’ın nasıl yer aldığı konusunda yeterli ipuçlarını sunmaktadır. Bu çerçevede İslamofobi söylemi ılımlı düşünen ve fanatizmden uzak pek çok Müslüman politikacı ve entelektüeli evcilleştirme ve angaje etme yöntemi olarak kullanılıyor. ‘Biz terörist değiliz, Batılı değerlerle hiçbir sorunumuz yoktur.’ tutumuna mahkûm edilmektedir. ‘Terörist olmadığını bana kanıtla!”, söylemi kullanılmakta, işin içine yaşam biçimlerin dâhil edilmesi ve değerlerin de provoke edilmesiyle birlikte ‘Bana zarar vermeyeceğini göster!’ ve daha ileri bir aşamada ‘Benim değerlerimle tam bir uyum içinde ol!’ 3 Vincent Geisser, İslamofobi, s. 26 Bir Kimlik Politikası Olarak İslamofobi stratejisi izleniyor. İslamofobi, yenidünya düzeninin efendilerine problem çıkaracak muhalif unsurları tasfiye eden ve aşırılıkları törpüleyen bir zımpara işlevi görmektedir. İslam dünyası boyun eğdiğinde ise geriye ciddiye alınacak hiçbir engel kalmayacaktır. İslam toplumları açısından İslamofobi sadece Batı ile aramızdaki ilişkiye dair bir sorun olarak görülemez. Konu İslam coğrafyasındaki toplumların içsel yapılarıyla yakından ilgilidir. En başta son iki yüz yıl boyunca toplumsal kurumları ve devlet imkânlarını yöneten ve politikaları üreten tutan Batıcı elit göz önünde bulundurulduğunda İslamofobi yerli bir problem olarak karşımıza çıkar. Toplumsal ilerleme ve kalkınmanın önünde İslam’ı ve ondan kaynaklanan kurum ve değerleri engel olarak gören ve bunları tasfiye etmeyi amaçlayan elitin, İslam’a dair besledikleri duygunun, temelde, “korku-fobi” olduğu bilinen bir gerçektir. Bu durum İslamofobiyi fazlasıyla yerli kılmaktadır. İslam’ın farklı yorumları arasındaki teolojik rekabetin tarihsel ve düşünsel olmaktan çıkarak sık sık politik alana sıçraması ve iktidar mücadelelerinde bir koz ya da gerekçe olarak kullanılması, İslam dünyasının olgusal bir gerçeğidir. Kadim dünyaya ait köklü ihtilafların çözümlenemeyerek modern dünyaya taşınmış olması İslamofobi tartışmalarına teolojik bir boyut daha katmaktadır. Çünkü her toplumda olduğu gibi İslam dünyasında da kendilerini hâkim kültürün ve inanç sisteminin dışında gören (heterodoks) gruplar olmuş ve bunlar kendi özgül durumlarına uygun düşecek politik hareketler içine girerek görünürleşmişlerdir. İslam’ın egemen yorumuna karşı olan ya da hiç olmazsa doğru bulmayan kesimlerin varlığı yeni değildir ve modern zamanlarla olan ilgisi dolaylıdır. Ancak bu kesimlerin kaygıları da İslamofobi gündemine dâhil olmalıdır. Ne ki bu özel konu şimdilik bu bildiride yapacağım tartışmanın sınırları dışında kalmaktadır. İslam dünyasında demokrasinin gelişmesine paralel olarak toplumun siyasete katılımı artmış ve değerler daha görünür hale gelmiştir. Eğitimin kitleselleşmesinin yanında kalitesinin de artmasının ve ekonomik zenginleşmenin topluma yayılmasıyla, nüfus tüm özellikleriyle ağırlığını hissettirmeye başlamıştır. Bu durum, İslam’a ait değerlerin bir şekilde toplumsal alana, ekonomiye, eğitime ve nihayet siyasete şu ya da bu biçimde yansıması sonucunu doğurmuştur. Egemen Batıcı laik kesimin toplum üzerindeki gücünün azalması da yaşanan sürecin en önem- 169 170 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu li sonuçlarından biridir. Oysa bu kesim daha başından bu yana Batılı devletlere dayanarak ve onlardan destek alarak yerli değerlere karşı bir mücadele içinde olmuş ve doğal olarak dönüştüremedikleri toplumsal kesimlerin, en hafif ifadeyle memnuniyetsizliğini üzerlerine çekmişlerdir. Yaşam ve nüfuz alanlarının daralmasıyla birlikte bir tür azınlık konumuna düşen bu kesimin hissettiklerini anlamaya çalışmanın yanında giderilmesi imkânsız korku ve kaygılarının nedenlerini de fark etmek gerekir. Laik ve seküler elitin toplumsal tabanını oluşturan sanat, kültür, STK, medya, siyaset vs. çevrelerinin sık sık yaşam biçimlerinin korunması konusundaki kaygılarını dile getirmeleri İslamofobinin bize ve içeriye bakan boyutunu oluşturmaktadır. İslamofobi tartışmalarında seküler-laisist çevrelerin katkıları önemli olmakla birlikte bu kesimin konuya olan ilgisinin, kaygı ve korku ibraz etmekten öteye geçmediği görülmektedir. İslamcı, muhafazakâr ve sağ kesim gerek Türkiye’de gerek diğer İslam ülkelerinde nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturmakta ve seçimlerde de bu oranın ezici ağırlığı fark edilmektedir. Dolayısıyla İslam’ı bir şekilde kendi kimliğinin ya da varoluşunun bir parçası sayan bu kesim açısından İslamofobi içsel, yakın ve yaşamsal önem taşıyan bir problemdir. İslamofobinin Başlangıcını Kestirmek İslamofobiyi genel anlamda İslam karşıtlığı olarak nitelemek, bunu da din, hak ve hakikat karşıtlığı şeklinde tanımlamak problemin sınırlarını tartışılması mümkün olmayan bir ontolojik zemine taşır. Buna göre insanın yaratılışında İblis’in takındığı tutuma kadar geri götürülebilecek izler bulunabilir. Ancak bu yaklaşım olayı çözmek yerine yeni karmaşık sorunlar ortaya çıkarır. Bunun yerine güncel ve tarihsel bağlantıları da kaçırmadan mümkün olduğunca sosyal ve kültürel bir çerçeve içinde kalmak gerekir. Nedenleri ve sonuçlarıyla birlikte tartışmak için İslamofobi sorununu güncelliği içinde temellendirmek ve tanımlamak, onu belirsizlikten kurtarmak zorunludur. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki, İslamofobinin sürmesinden yana olan Batılı ve Doğulu bazı çevreler konunun belirsizlik için kalmasını arzular gibi görünüyorlar. 11 Eylül saldırılarından sonra Batı’da İslam’a karşı yükselen korku ve nefretin yönetilmesinde ortaya çıkan farklı stratejiler, daha derinlerde uzmanca yürütülen bir profesyonel İslamofobinin varlığı konusundaki varsayımları desteklemektedir. Bir taraftan İslam’a değil de İslamcılığa ya da Bir Kimlik Politikası Olarak İslamofobi radikal İslamcılara karşı olduğunu ifade eden politikacılar ve entelektüeller diğer yandan daha radikal biçimde İslam’ı ve hatta dini hedef tahtasına yerleştiren basit ve bağnaz yaklaşımlar vardır. Bunlar içinde daha baskın olanı korku üzerinden propaganda yapan sert İslamofobistlerdir. Avrupa’da Müslümanlara ve dinî mekânlara yönelik saldırı ve hakaretler artmaktadır. Birçok Avrupa ülkesinde aşırı sağ ve milliyetçi hareketlerin ortak paydası İslam karşıtlığı olmuştur. Kendine özgü bir İslamofobi üretmeyi başaran ülkelerden olan Fransa’da açıkça İslam düşmanlığı ekseninde politik söylem geliştiren ve kendi tabanıyla İslamofobi aracılığıyla ilişkiler kuran aşırı sağcı Le Pen Partisi’nin oy oranı % 10’dur ve bu oran küçümsenmemelidir. Diğer yandan başörtüsü konusunda Fransız sosyalistlerinin takındığı yasakçı tavrın genişleyerek ülkedeki Müslüman varlığını tehdit olarak gören ve Cezayir’in Fransa’nın sömürgesi olduğu günleri özleyen bir anlayışla birleşmeye başladığı görülmektedir. Sömürgeci geçmişe sahip Avrupa ülkelerinde ise kolonyal İslamofobi ile yeni İslamofobi kolaylıkla birleşmektedir. Bu ülkelerde İslamofobi uzmanları, ortak bir nefreti örgütlerken modern Avrupalı kimliğine sirayet eden tüm saplantıları bir araya getirip sunmada zorluk çekmemektedirler. Her ne kadar 11 Eylül saldırılarının yarattığı dehşet İslamofobiye toplumsal derinlik ve yaygınlık kazandırmış ise de aslında Batı’da bu konuyla ilgili önceki yıllara ait kanıtlar bulmak hiç de zor değildir. Bu konuda atlanamayacak önemdeki tarihi belgelerden biri Runnymede Raporudur. 1997 yılında İngiltere’de Prof. Gordon Conway başkanlığında çeşitli dinlere mensup üyelerin oluşturduğu ve Runnymede Trust kuruluşu tarafından desteklenen grup bir rapor hazırladı. Aynı yıl yayınlanan raporu, “Islamofobia: A Challenge For All Us” (İslamofobi: Hepimize Karşı bir Meydan Okuma) başlığını taşıyordu. Bilimsel ve sosyolojik bir çalışmanın sonucu olarak hazırlanan bir rapor için bu başlığın seçilmesi başlı başına bir araştırma konusudur. Açık bir infial, korku üretme, kışkırtma, düşmanlaştırma, dışlama mesajı taşıyan raporda Batılı insanların İslam’dan niçin korktukları konusu ele alınmakta ve bu korkuyu oluşturan nedenler sıralanmaktadır. Konunun ele alınışı incelendiğinde Batılıların İslam’dan hangi nedenlerden dolayı korktuklarının tespit edilmesinden çok, korkmalarını gerektirecek nedenlerin sıralanmaya çalışıldığı görülmektedir. Rapor İslamofobiyi haklılaştırma amacındadır. Kısaca şu değerlendirmelere yer verilmektedir. 171 172 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu • İslam monolitik yapıda bir dindir ve değişime kapalıdır. • İslam, diğer kültürlerle ortak değerleri olmayan tam bir ‘öteki’dir. • İslam Batılı değerlerle uyuşmayan, irrasyonel, cinsiyet ayrımcısı bir dindir. • İslam şiddet ve terörizm içeren çatışmacı bir dindir. • İslam dinî inançları siyasal ve askerî amaçlar için kullanan manipülatif bir dindir. • Müslümanların Batı eleştirisi, geçerliliği olamayan bir mantık yapısına sahiptir. • İslam’da ana akım Sünnîliktir. Diğer yorumlar sapkın ilan edilir. • Tüm bu nedenlerden dolayı Batı’daki İslamofobi, doğal ve normal bir durumdur.4 İslamofobi ve Korku Yönetimi: İçimizdeki Düşman Tüm bu verilere bakarak basit anlamda ‘Batı cephesinde değişen bir şey yok’ diye mi düşüneceğiz? Bu yargı gerçeklerle örtüşmüyor. Günümüzde Batı ülkelerindeki nüfus yapısı göz önünde bulundurulduğunda İslamofobinin Batı için de kesinlikle bir iç problem olduğu görülür. Dolayısıyla konunun göçmen sorunlarına indirgenerek çözümlenmesi imkânsız görülmektedir. Gittikçe artan Müslüman nüfus Batı için kendisinden kaçılamayacak toplumsal bir gerçektir. 1950’li yıllarda Batı ülkelerinde 800 olan Müslüman nüfus günümüzde toplam 23 milyonu aşarak % 5’lik bir orana ulaşmıştır. Her yıl 1 milyonu aşan sayıda Müslüman Batı’ya göç etmektedir. 2050 yılında ise bu oranın % 20’yi bulacağı tahmin edilmektedir. İslamofobist söylem Avrupa’daki Müslüman varlığını ‘Truva Atı’na benzetmekte ve Batı’nın içine dâhil ettiği bu düşmanın zamanla Avrupa’yı ele geçireceği mesajını vermektedir. Avrupa ailesinin yapısal krizi, geç evlilikler ve az sayıda çocuk, ihtidalar vb., buna karşılık Müslümanlardaki erken evlilik, çok çocukluluk ve etkin olma çabalarının, Avrupa’nın kendi geleceği hakkında kaygı duymasına ve bu kaygıyı da İslamofobi üzerinden dışa vurmasına yol açtığı düşünülebilir. Hatta bazı yazarlar Avrupa’nın geleceğinden söz ederken kışkırtıcı bir üslupla Avrobistan (Aurobia) benzetmesini kullanmaktadırlar. 4 www.runnymedetrust.org sitesine bakılabilir. Bir Kimlik Politikası Olarak İslamofobi Elbette ortada tek bir Batı yoktur. Avrupa ülkeleri içinde farklı deneyimler ve yaklaşımlar olduğu gibi ABD de ayrıca incelenmelidir. ABD gibi çokkültürlü bir toplumsal yaşama deneyimine alışkın olmayan Avrupa’da İslamofobi, tarihsel ve politik kökenlere sahip bulunmaktadır. Tarih boyunca İslam coğrafyasıyla yakın ilişkiler içinde bulunan Avrupa dinsel gerilimi de yaşamaktadır. Hıristiyanlıkça kutsal sayılan pek çok mekânının İslam coğrafyasında bulunması bu gerilimi beslemektedir. Bu tartışma İslamofobi konusunda ABD ve Avrupalı aydınlar arasındaki yaklaşım farklılığının kökenlerine de işaret etmektedir. Graham Fuller, Avrupa’nın Müslümanlar hakkında duydukları kaygıların abartılı olduğunu ve biraz da kasıtlı olarak gündemde tutulduğu görüşündedir. Müslümanları anlamaya çalışan biri görecektir ki, kültürlerinin dayanıklılık gücü, taşıdıkları tarih bilinci ve toplumsal gururları nedeniyle Müslümanlar hazmedilmesi en zor kesimlerin başında gelmektedir.5 Ancak bu tespit asimilasyon odaklı bir okumanın ürünüdür ve daha baştan tehlikelidir. Elbette ABD’de yaşayan bir entelektüel ve hatta sade bir vatandaşın, soruna terör ve güvenlik açısından bakması anlaşılabilir bir durum ise de asimilasyon odaklı bakması pek rastlanır bir şey değildir. II. Dünya Savaşı sonrasında ucuz iş gücü olarak Avrupa’nın çeşitli ülkelerine çalışmak üzere giden Müslüman nüfus, bu ülkelerin kalkınmasında önemli katkılar sağlamışlardı. Çoğu bu ülkelere yerleşen ve vatandaşlık alan Müslüman aileler, Avrupa’nın ayrılmaz gerçeği haline gelmişlerdir. Şimdi üçüncü kuşak yetişmiştir ve bu gençlerin çoğu iş dünyası, sanat-kültür ve politikadaki başarılarına orantılı olarak seslerini de yükseltmektedir. Sorun kısaca şudur: Avrupalı devletlerin, vatandaşı olan Müslümanlardan beklediği şey tam olarak nedir? Öyle görünüyor ki bu konuda Avrupa’nın kafası karışıktır ve telaşlı bir kaygı içindedir. Bu kaygıyı gözlemleyen kimi düşünürler, Müslümanları Avrupa’nın yeni Yahudileri olarak göstermeye çalışan bir söylemin etkisini arttırdığını belirtmektedirler. Avrupa merkezcilik İslamofobiyi bilinçli olarak besleyen damarlardandır. Çokkültürlülük algısı zayıf Avrupa, toplumsal sorunları bir tür alınganlık duygusu içinde karşılama eğilimindedir. Örneğin Fransa’da Müslüman kız öğrencilerin okullara başörtüsü ile gitme talepleri konusunda başlayan tartışma, kısa zamanda bir hak ve özgürlük talebi konusu 5 Graham E. Fuller, İslamsız Dünya, s. 210 173 174 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu olmaktan çıkarılarak Fransa’nın ve Cumhuriyet değerlerinin korunması ya da bunlardan vazgeçilmesi şeklinde keskin ve kışkırtıcı bir üslupla yasakçı bir tutuma mahkûm edilmiştir.6 Diğer yandan daha entelektüel bakmaya çalışan sözümona kültürlü çevreler ise başörtüsünü, kadının sergilediği ‘gönüllü kulluk’ gibi nitelemelerle tanımlamakta, kızların, başörtüsünü aile baskısı değil de kendi istekleriyle takmalarını daha fanatik ve tehlikeli bulmaktadırlar. Öyle görünüyor ki, Fransa kendine özgü Huntingtonizmini üretmede daha başarılıdır ve diğer Avrupa ülkelerine de örnek olmaktadır. Avrupa’nın, şu ya da bu değerini tehdit altında görerek/göstererek Müslümanları keskin biçimde ötekileştirmesi tehlikeli bir oyundur ve şimdiden trajik sonuçlarını vermeye başlamıştır. Pek çok Avrupa ülkesinde Müslümanlar baskı ve kontrol altında tutulmaktadır. Yetmezmiş gibi aşırı sağcı ve fanatik grupların Müslümanlara yönelik saldırıları da artmaktadır. Bunda, politikacıların ve medyanın sorumsuzca hedef göstermesinin büyük payı vardır. İslamofobinin iç politikada giderek artan bir oranda kullanılmaya başlaması Avrupa’daki Müslümanların güvenliğini risk altına sokmaktadır. Avrupa’nın bir parçası olan Müslüman nüfusun huzurunun kaçması, bu ülkelerdeki toplumsal barışın da bozulmasına yol açması kaçınılmazdır. Tekrar Avrupa’nın Müslümanlardan beklediği şeyin ne olduğu sorusuna dönelim: İslamofobi konusunu daha çok güvenlik ve terörle mücadele sorunu olarak gören ve ülkelerindeki Müslümanları bir azınlık olarak algılayan politik yaklaşım şimdilik revaçtadır. Ancak bu, modern yurttaşlık kavramına açıkça ters düşmekte ve toplumsal sorunları akla uygun biçimde çözmeyi zorlaştırmaktadır. Avrupalı politikacılar İslamofobiyi bir baskı unsuru olarak kullanarak Müslüman nüfusu tam bir asimilasyona tâbi tutma kurnazlığını denemektedirler. Bu akıldışı politika, haksızlıktır, çatışmalara, nefrete ve tepkilere yol açması kaçınılmazdır. Avrupa merkezcilikten beslenen bu ideolojik tutum Müslümanların kendi kimliklerine karşı besledikleri gururu ve sada6 Konuyla ilgili yüzlerce örnekten biri Le Nouvel Observatuer editörü Jean Daniel’in yazdığı şu cümlelerdir: “Bu başörtüsü meselesi sunî mi? Sakın yanılmayın! Semboller açısından önemli. Dün ses çıkartmayan Fransız Müslümanlar, bugün bunun Cumhuriyetin imtihanı olduğunu söylüyorlar. Cumhuriyet direnecek veya pes edecek ve yerini başka bir şeye bırakmak zorunda kalacak. Kısacası mutlak surette, başörtüsünün okullarda ve kamu görevlerinde yasaklanmasından yanayım.” 15-21 Mayıs 2003. Aktaran Vincent Geisser, İslamofobi, s. 37 Bir Kimlik Politikası Olarak İslamofobi kati denemeye çalışmakta, Avrupalı olmak ile Müslüman olmak arasında tercihe zorlamaktadır. Kendi değerlerini, inancını ve kültürünü yaşama ve koruma konusunda kararlı Müslüman nüfus için tam asimilasyon gibi bir politik ve toplumsal hedef, kendini inkârla eşdeğerdir ve daha baştan imkânsızdır. Avrupalı yöneticilerin, başlı başına çatışma ve nefret nedeni olabilecek bu tür politikalar yerine Müslümanların eşit bir yurttaş olarak yaşadıkları ülkelerde toplumsal hayata katılmalarını ve katkıda bulunmalarını özendirici tedbirleri hayata sokmaları, izlenecek en doğru yoldur. Avrupa’nın medeni değerlerini kabul etmenin ve dürüst bir yurttaş olarak sosyal hayata katılmanın, pek çok Müslüman için kabul edilebilir bir şey olduğu fark edilmelidir. Var olan farklılıklar ise çatışmalara yol açmadan nesiller boyunca bir dengeye kavuşacaktır. Kıssa Üretme Yeteneği İslamofobiyi üreten ve onu sürekli olarak canlı tutan söylemsel yapı, Batı’da kültür endüstrisini elinde bulunduran çevrelerin düşünce alışkanlıkları kadar kendi toplumlarındaki itibarlarını koruma arzuları ile de ilgili görünüyor. Binbir Gece Masalları’ndan etkilenen ve Doğu hakkında fantastik düşünceler geliştiren Ortaçağ Avrupalısının travmalarıyla da ilişki kurulmuş oluyor. Sanat edebiyat çevrelerinde, medyada ve özellikle de sinema-film sektöründeki uzmanlar korku üretme rollerini başarıyla oynamaktadırlar. Batı’nın kıssa üretme yeteneği yani imaj yönetimindeki ustalığı kendi anlam arayışı ve hayatı kendi gözüyle sorgulama sınırını çoktan aşmış, dünyanın geri kalanında yaşayanların da belirli bir açıdan resmedilmesine dönüşmüştür. Böylece ötekinin akıldışılığı ve geriliği(!) üzerinden kendini yeniden üreten Batı, sömürge döneminden bu yana ona hissettirilmeye çalışılan suçluluk duygusundan da kurtulmuş olmaktadır. Sanki yaşananlar (terör saldırıları, İslamofaşizm, kadına yönelik dinî baskı vs.) Batı’nın ikinci dünya savaşı sonrasında Müslüman ülkelerin çoğunu kolonileştirmesini haklılaştıran gecikmiş birer kanıt olarak durmaktadır. Kıssa üretmenin kimlik inşasında ve kimliklerin yeniden üretiminde çok önemli etkisi vardır. Anlatılan hikâyeler bizi biz yapar. Yani dünyayı, çevreyi, dostu düşmanı tanımlar. Değerleri belirginleştirir, davranışları, hedefleri ve ilişkileri düzenler. İslamofobiyi üreten kıssalar, medyada çı- 175 176 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu kan haberler, devasa sinema sektöründeki terör filmleri, romanlar vs.dir bunların genel hikâye anlatımındaki işlevlerle örtüşen yanları şunlardır: • Kimliği pekiştirmek • Otoriteye bağlamak ve böylece otoritenin gücünü arttırmak (iktidar ile toplum arasında romantik-sevgi/korkuya dayalı bir ilişki kurmak) • Kitleleri kolay yönetilebilir kılmak (korku yönetimi de buna dâhildir.) • Ötekini operasyonel kılmak (Irak işgal edilmeden önce Batı medyasından oynanan oyun ve kitlelerin işgale psikolojik olarak hazırlanması süreci hatırlanmalıdır.) Zaman zaman Batı’da ‘Bizden neden nefret ediyorlar?’ sorusu gündeme getirilir. Özellikle ABD’de, Amerika karşıtlığını ölçmek ve nedenlerini anlamak amacıyla çalışmalar yapılmaktadır. Bu sorunun cevabını ortaya koymak için izlenen yöntemler ve açıklanan sonuçların, bilimsel çalışmalarla yürütüldüğü düşünülebilir. Ancak kıssa üretmedeki tüm karanlık niyetler İslamofobide kendini hissettirmektedir. Çok az sayıda araştırmacı bizden nefret ediyorlar. Çünkü onları aşağıladık, topraklarını işgal ettik, zenginliklerini yağmaladık şimdi de en mahrem varlıklarını dinlerini doğrudan hedef alıyoruz, itirafını dile getirmektedirler. Pek çoğu; ‘Bizden nefret ediyorlar. Çünkü demokrasimizi kıskanıyorlar, zengin, mutlu ve özgür oluşumuzu çekemiyorlar.’ türü bir söylem kullanmaktadırlar. Onlar açısından iyi-kötü savaşının çağımızdaki anlamı bu şekilde tanımlanmış, açığa çıkarılmış ve somutlaşmış olmaktadır. Fuller, İslamsız bir dünyada bile çatışma için yeterince fazla nedenin bulunduğuna dikkat çeker.7 Şu halde İslamofobi üzerinden Batı’nın kendini yeniden üretme ve tanımlama ya da dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda operasyonel kılma girişimleri, dürüst her entelektüel tarafından sorgulanması gereken bir sorundur. Bu yaklaşımın bilim çevrelerinde de karşılığı vardır ve bilimsel oryantalizm örneği olan bu çalışmalar eleştirel bakışla değerlendirilmelidir. Diğer yandan Müslümanların da ev ödevleri vardır. İslamofobi tartışmaları, Batı ile kurulacak daha adil, rasyonel ilişkiler kurmak için bir fırsattır. Kötülükten iyilik çıkarılabilir. Batı’da dürüst ve açık tartışmalara hazır âkil çevrelerle ilişkiler kurulmalıdır. İslam’ın şiddet yanlısı, kadın düşma7 Fuller, İslamsız Dünya, s. 156 vd. Bir Kimlik Politikası Olarak İslamofobi nı, özgürlüklerden nefret eden ve çağdaş değerlerle uzlaşmayan totaliter bir din olduğu iddiasını, saldırıya uğramışlık duygusuna kapılmadan açıkça sorgulamalıyız. Söylem ve uygulamalarıyla İslam’ın imajına zarar veren kesimlerin içine düştükleri yanlışlar açık yüreklilikle dile getirilmelidir. Bu süreç, içsel bir düşünüm ve sorgulamaya yol açarak mevcut İslam anlayışları ve uygulamaları üzerinde daha sağlıklı ve dengeli düşüncelerin ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilir. 177 178 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İslamofobi Politikası İslamofobi Politikası YAQUP ZAKİ İslamofobi İslam kadar eskidir ve Kureyş ile başlamıştır. Yoğunluğu zamana ve yere göre değişmektedir, ama İslam ve Müslüman düşmanlığı Avrupa da endemik ve yöreseldir. Hatta bugünlerde de salgın halindedir. Şimdi böyle bir salgın yaşıyoruz ve bu ilk değil, ve de kesinlikle son olmayacak. Hesaplarıma göre mevcut 170 yıl içinde beşinci salgın bu... Yunan bağımsızlık savaşı sırasında İslamofobi deprem dalgası İngiltere’yi süpürdü. Lord Byron Yunanlılar için ölmeye gitti; Yunan Komitesi Londra’da kuruldu ve en inanılmazı izah edilemez bir olay yaşandı: Bir İngiliz amirali iki ülke arasında süren savaş durumuna bakmadan ya da Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın iznini almadan Navarin körfezinde Türk donanmasına karşı Akdeniz’de İngiliz donanmasını suya indirdi.1 İkinci bir dalga 1857-1858 İsyanı sırasında İngiltere’yi kavramıştır. Üçüncüsü ise; Doğu Sorunu (Sırp ve Bulgar savaşı) sırasında Gladstone ve Liberal Parti tarafından meydana getirilmiştir. Ve dördüncüsü; I. Dünya Savaşı sırasında gerçek veya hayali Ermeni katliamlarıdır. Bundan sonra, İran devrimi 1 Byron’un bu denli küçümsenmiş ve horlanmış bir halk uğruna niçin savaşmaya gittiği hala bir muammadır. O, 1823’te Cephalonia (Kefalonya)’da iken dile getirdikleri o günden beri efsane halene gelmiştir: “ Beni, St. Paul’a ısındıran şeyin Yahudiler ve Grekler arasında bir fark olmadığını söylemesi olduğunu biliyor musunuz? Ve ben de gerçekten onunla aynı görüşteyim; her ikisinin de karakteri tamamen berbattır. Bu görüşler, Londra Grek Komitesi gibi Grek taraftarı birilerinin görüşü değildir. Ve Byron sadece şiirde romantiktir. Nesirde ve gerçek hayatta tamamen bir realisttir: Bütün işler anlaşılmaz bir gizem içerisinde kalır; ölüm isteği ile motive edilmekçe. 179 180 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu küresel güç dengelerini altüst edene kadar Alman fobisi, İslamofobiya’nın yerini alınca hafifledi. İslamfobisinin hafiflemesinin bir diğer nedeni ise 1979 yılına kadar Halifeliğin (Hilafet) yenilgisinden bu tarihe kadar İslam’ ın siyasi bir güç olarak gözden düşmesiydi. Halen İslamofobi, Soğuk Savaş savaşçılarının, savaş sonrasında komünizm yerine gereksiz yere hedef olarak yerleştirmesi nedeniyle bir hareketlilik yaşamaktadır. Thatcher İngiltere’sinde bir Anglo-merkezci Britanyalılık kasten bir dizi hegemonik çıkarları konuşlandırdı. Thatcher’ın kendisi oldukça açıktı. Ona göre: İslam, terkedilen komünizmin yerini alan düşmandır. Ötekilik tanımında İslam, özel önemi konusunda komünizmi reddettiğini varsayar. Bu atalarla ve soya çekimle ilgili bir husustur. Ayrıca sadece bir tek İslamofobi yoktur, çeşitli İslamofobiler vardır: Dini İslamofobi, siyasi İslamofobi ve kültürel İslamofobi. Soğuk Savaş döneminde, diğeri=öteki tanımı esas olarak ekonomik kriterlere dayanmaktaydı. Ama Müslüman ötekilik daha derinlere gider: Kültüreldir, siyasidir, dinidir. Bazen bu çeşitlilikte tür ayrımı yapmak zordur. Thatcher’ın küt ve kör anti-İslam beyanatı, İngiltere’nin dünyada üçüncü derecede güç durumuna gelmesi ve dünyada gittikçe güçlenen ve güç kazanan İslam’ın eşzamanlı gerçekliği ile Avrupa merkezci kültürel gelenek tarafından dış görünüşü yapılandırılan mutsuz bir aydın girişimiyle daha ustaca düzenlenmektedir. İslam bu kadar göz ardı edilerek onlara sürpriz yapılmıştır. Avrupa’da ahlaki ve kültürel çöküş bir anda meydana geldi. Sonuç muazzmadı. Ama dile getirilen ifadelerin; haçlı seferlerini anımsatan temelde, güvensiz aydınlar olmuştur; Douglas Hurd gibi siyasi haçlıları, haklı çıkaran kültürel haçlılar olmuştur. Bu aydınların kendilerine yabancı olan bir sistemi yermek için özgürce karaladıkları anti-İslamcı görsel ve yazılı bir tarih repartuarı mevcuttur. Tekrarlamak gerekirse: sadece bir İslamofobi yoktur. Bir çok çeşidi vardır. Şeytanın dediği gibi adımız lejyondur. Fransız İslamofobisinden oldukça ayırt edilen bir İngiliz İslamofobisi vardır. Bu da Müslümanların sadece başkası =öteki olarak algılanmadığı, buna karşılık, aşağı derecede başkası0 öteki olarak algılanan (Haçlı seferleri süresince olduğu gibi) tarihsel sömürge deneyiminden kaynaklanmaktadır. Franco döneminde durağanlaşan, fakat şimdi tekrar canlanan İspanyol İslamofobisi vardır. Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın müttefiki olduğu gerçeğinden habersiz insanlar tarafından benimsenen Alman İslamofobi Politikası İslamofobisi vardır. Yukarıda türevlerin herhangi biri ile ayırt edici şekilde birleşen son olarak uluslararası veya Siyonist İslamofobi vardır. Hatta kendilerinin dikkatini saptırmak için Müslümanları kullanmaları, onlar için tipik olacağından Yahudilerin Almanya’daki Türklere yönelik saldırı dalgasının arkasında olduğunu öğrenmek bana şaşırtıcı gelmemiştir. Hitler Mein Kampf (Kavgam, 2. baskı, 10. bölüm) da şöyle demiştir: “Yahudilerin kamuoyunun ilgisini kendilerinden uzaklaştırma ve başka yöne yönlendirme özelliği, bugün olup bitenleri anlamak için araştırılabilir bir konudur.” Son derece siyasi bir çağda yaşıyoruz. İslamofobi, bugün, buna göre siyasi bir konu varsayılır. Ne var ki bu, her zaman böyle değildir. Luther’ in en çok nefret ettiği iki şey arasında Müslümanlar ve Katolikler yer almaktadır: “inanılmaz”, dediği şeye, Şeytan’ın kötülüğü” demektedir. Lutherci ilahi şöyle başlamaktadır: Erhalt uns Herr be deinem Worst und steur des Babsts und Tirken Mord. (Rabbim bizi destekle, kelimelerinle, Ve Papa ve Türklere bela gönder.) Türkler ifadesiyle Müslümanları kastetmektedir. Yani Türk kelimesi, Müslüman anlamına gelmektedir; 16. Yüzyıldan 18. yüzyıla kadar yaygın olarak kullanılan “Türke dönmek,dönüşmek” terimi İslama dönmek ve Müslüman olmak anlamına kullanılmaktaydı. İslamofobinin bir örneği olarak Peregrine Worthsthorne’nun sözleri ile gelişmenin zor olduğunu düşünebilirsiniz: “Kartaca’nın yıkılması gibi İslam da yıkılmalıdır” (Körfez Savaşı sırasında söylenmiş). Ancak Charles Dickens’ın şu sözlerine ne demeli? … Keşke Hindistan’da başkomutan olsaydım... İlk yapacağım şey şu olurdu: Bu şark akınınıı hayret verici bir şekilde yok ederdim. Yeryüzünde bâki kalan en büyük zulmün kara lekesini üzerinde taşıyan [1857 Ayaklanmasına değinerek] bu ırkın kökünü kurutmak için elimden gelen her şeyi yapardım... Soylarını insan ırkından eksiltmek, topraklarını yerle bir etmek için elimden geleni yapardım.”2 2 The Letters of Charles Dickens,(Charles Dickens’ın Mektupları) ed. Graham Storey and Kathleen Tillotson, Oxford, 1995, s. 459. 181 182 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Çok geçmeden 5 Ekim 1857 de bu kimse kendisini tekrarlamıştır. Gelişme ve yayılma yürüyüşünü sürdüren İslam, kendisinde soykırım öfkesi doğurdu: Tekrar ve tekrar, bayanlara şunu demek isterim ki; daha iyi tanınmak için yeterince yetenekli, yeterince güzel ve yeterince akıllı olan bayanlara soruyorum; “dünyada bu erkekler için deli olacak ne görüyorsunuz? Kahve rengine bürünmeden önceki yüzleri görüyorsunuz, sarık-türban altında olmadan önceki sıradan ifadeleri görüyorsunuz. Şu köpeklere bakın – gözlerinin içlerine bakarken sizi hor gören ve bir talimat ile yarım saat içerisinde sizi parçalara ayırabilecek olan alçak, kalleş, katil, saldırgan hainlere….Keşke orada başkomutan olaydım. Güçlü bir anlatımla tüm anadil lehçelerine tercüme edilmesi gereken şu Oryantal Karakteri size şu kısa sözlerle göstermek istiyorum. “Ben eşi benzeri olmayan kendi ofisimin sahibiyim ve Cennetin sahibi Rabb’ın izni ile sahibi olduğuma inanıyorum, Şeytan’ın tayin ve tespiti ile değil. Size şunu iftiharla belirmek isterim ki benim niyetim Hindu (Hintlileri kastediyor) üst sınıfını, mümkün olan tüm gereksiz acımasızlıktan ve her türlü hızlı ve merhametli idam muamelelerinden uzak durarak ortadan kaldırılmasını arzuluyorum. Niyetim dünyayı rezilliklere boyayan soylarını insan ırkı arasından silip yok etmektir.”3 Tennyson da benzer şeyler söylemiştir, tek farkı tersten söylemiştir. Fakat kültürel olarak miyop olan kişiden ne beklenilebilir. Bu zat şöyle bir iddiada bulunmuştur: “Avrupa’nın 50 yıllık dönemi, Hitay’ın bir devrinden daha iyidir”. Edebi değeri olmayan şiiri ile ilgili bir şey yazmıyorum; bunu bir araya getirdiği şiirlerinde bulabilirsiniz”. 4 Dickens’ ın İslamofobi patlaması, İngiliz komutanlarca ifade edilene kıyasla daha hafif kalır. Tuğgeneral Nicholson şöyle söylemiştir “Delhi’de kadın ve çocuk katillerini canlı kazığa oturtup derilerini yüzmek ya da ateşe vermek için bir yasa teklifi verelim. Sadece bu vahşetin faillerini asma fikri saçma bir fikirdir. Dünyanın o kısmında olmak isterdim gerekliyse kendim yasaları uygulardım [ o sırada Penjab’da idi]. 5 Aslında bir yasa teklifi vermek gerekmiyordu. Nicholson Delhi’yi kuşatmak için Pencab’dan bir kuşatma treni gönderdi. Moğollar tarafından Bağdat’a olan saldırıya kıyasla bu ölçekte bir katliam yaşanmamıştır. Yine neyin meydana geldiğini en iyi şekilde İngiliz şahitlerin sözleri ile açıkla3 a.g.e., s. 472-3. 4 The Siege of Lucknow (Lucknow Kuşatması) adlı şiir. 5 Apud Kaye, History of the Sepoy War(Sipahi Savaşı Tarihi), London, 1880,Bk. VI, Ch. I. İslamofobi Politikası maktadır. Bu tanıklardan Saunders şöyle demektedir: “Saldırıdan birkaç gün sonra bulunan her yerli, askerler tarafından öldürülüyordu. Kadınların ve çocukların canları bağışlanıyordu. Şanslı olanlar vuruluyordu. Diğer bir şahit; Lieut Majendie Müslümanların canlı yakıldığını açıklıyordu: Alevler içerisinden korkunç yanan et kokuları yükseliyordu ve havayı kirletiyordu. – Yani bu olaylar,19. yüzyılda uygarlığın ve insanlığın yüz karasıydı. insanlar yakılıyordu ve ölüme terk ediliyordu. İngilizler ve Sihler bir araya gelip olayları sükunetle seyrediyordu. Ve hatta bazıları bu yapılanları reddediyordu. Bence bu adam suçlu bulunduğu her suç için en azından yeterince korkunç ve zalimce bir ölüm ile kefaret ödemiştir.6 Bütün bunlar, sofu Wilberforce’ın köle ticaretinin haksızlığı karşısında Parlamento’da konuştuktan çok geçmeden ve hemen sonra 1857’de oldu. Ve Bayan Fry, İngiliz hapishanelerin durumu karşısında bu vesile ile endişeleniyordu. Yahudiler Soykırım için Almanya’dan özür dilemesini isterken biz neden bu yaptıkları ve işledikleri cinayetlerden dolayı İngiltere’nin özür dilemesini istemiyoruz? Nicholson, emperyal hagiografi yıllıklarında yer alarak Keşmir kapısında düşmesine rağmen endişelenmesine gerek kalmamıştı,. Bir fatura ödemeden tüm teklifleri alınıp yerine getirilmişti – alınmak yok ama –: asma, canlı yakma ve kazığa oturtma. Birçok kişi “kazığa oturtmanın” sırttan diyaframa bir kazığın itilmesi olarak düşünerek yanlış anlama altında çürümekteydi. Bu kazığa oturtma türünün benzeri yok! Kazık rektumdan itilerek tüm hayati organlardan geçerek omuzdan çıkmaktadır. Ardından toprağa dik oturtulmaktadır. İngiliz bir görevliden gelen bir mektupta şöyle denilmektedir “Daha ne zamana kadar, kazıklar üzerinde insanlığı kıvrandırmak için kanunlara karşı geleceğiz?”.7 Kafa kesme yoluna başvurdular. Bunlardan başka canlı yakma ve sadece asılma diğer yöntemlerdi; Lawrence’ ın talimatı ile kazığa oturtma çağrısı ve silah kullanımı. Coopland’ın ölümsüz anlatımı “Gwalior’ dan bir Leydinin Kaçışı” kitabında, bir toptan nasıl ateş edildiğini açıklamaktadır. Bu savaştan sonra birçok tutuklu asılmıştır. Ve anlaşıldığı üzere asılmayı kafaya takmıyorlardı. Dördü mahkemeye çıkarıldı ve silahla öldürülme cezası aldı; bir gün tarifsiz bir yankı sesi olan bir silah sesiyle ürktük...Bir subay bunun çok mide bulandırıcı bir manzara olduğunu söyledi…Bir silah çok dolduruldu ve zavallı 6 Up among the Pandies, s. 187. 7 Apud E Thompson, The Other Side of the Medal, London, 1930, s. 43. 183 184 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu adam adeta atomlarına ayrıldı, Seyredenler kan ve et parçaları ile bulandı: zavallı adamın kafası bir seyircinin üzerine düştü ve onu yaraladı.8 55. isyancı alayından bahsedersek, emperyal şehitler listesinin diğer bir şekli, birçok Viktorya Tarihi kitabının kahramanı, Sir John Lawrence insanlığını aşağıdaki sözlerle açıklamaktadır: ... Bize karşı mücadele ettiler. Ve şimdiye değin zerrece merhameti hak etmediler. Fakat tam anlamı ile hepsini ölüme terk etmezdim. Böyle yaparsak her şeye gücü yeten’in nazarında haklı çıkacağımızı sanmıyorum. Evet, 120 kişi ölüme terk edilmek için büyük bir sayı. Ama asıl amacımız diğerlerini korkuya düşürecek bir örnek oluşturmaktır. Bence bu amaç, bu kimselerin 1/4 ilâ 1/3’ünün öldürülmesiyle etkin olarak kazanıldı. Ben, görülebilecek herhangi bir kötülüğe karşılık olarak –genel kötü karakter, karışıklık, mücadelede acımasızlığın ön plana çıkması halinde, yetkililere saygısız tavırlar sergileme gibi kötü durum sergileyenlere karşı– 26. ve benzerinden birkaç gün önceki zaman zarfında tümünü seçerdim. Eğer bunlar yeterli miktara ulaşamadıysa bunlara en eski ve en yaşlı askerleri de eklerdim [Protestan birisinin peşi sıra faydacı duyarlılığa dikkat etmek lazım.] Tüm bunlar, tamamı ile doğru olmasa da silah ile vurulur ya da öldürülürdü. Geriye kalanları bölümlere ayırırdım: Kimi on yıl hapsedilirdi, kimi yedi yıl, kimi beş yıl ve kimi üç yıl.9 Duyarsız duygular ile birlikte bu direktifin dindar tonları okumayı ürpertici hale getiriyordu. Lawrence Oudh’ daki durumdan söz ediyordu. Büyük bir savaş muhabiri kabul edilen Russell, Delhi’den yazarak şunları diyordu: Tüm bu intikam arayışları... Müslümanlara domuz derisinden giysi dikilmesi, infaz etmeden önce domuz yağına bulamak, ve vücutlarını yakmak ve Hinduları saygısızlık yapmaya zorlama gibi işkenceler utanç vericiydi. Sonuç olarak bu yaptıklarımız, bize geri dönecekti. Bunlar, hiç uygulama hakkımızın olmadığı ve Avrupa’nın yüzüne karşı yapmaya cesaret edemediğimiz ruhsal ve zihinsel işkencelerdir. 10 İçki içmekten sarhoş olup çıldırmış gibi olan askerlerin sistematik olmayan yağması için ödüllerin sistematik yağması başarılıdır. Saklı hazineyi ararken evlerin zeminlerini kazıyorlardı. Babür Medeniyetinin ihtişam8 S. 233, 9 Apud Kaye, Op. Cit., Bk. VII, Ch. 4. 10 Russel, My Diary in India in the Year 1858-9 (Benim Hindistan Günlüğüm 1858-9), II, s. 43 (Günlük kayıt girişi Mayıs, 1858). Russel İrlandalıydı. İslamofobi Politikası lı şehri Delhi’nin nüfusu azaltıldı. Yağmalar sonucu şehir sakinleri kırsal alanlara sürülürken şehrin geleceği ile ilgili teklifler müzakere edilir hale geldi. Kartaca-eko ya da daha doğrusu, ön-eko veya Peregrine Worthshome gibi yerlere benzer şekilde yerle bir edilmesi için bir istek de teklifler arasındaydı. Delhi taraftarlarına göre; Delhi, dünya mimarisinin en güzel örneklerini içerdiğinden böyle bir teklifin yerine getirilmesi mümkün görünmüyordu. Diğer bir teklif ise sadece camilerin yıkılmasıydı. Delhi Eylül de düştü. Bu durumda ancak Ocak 1858’de insanlar Delhi’ye yerleşmek üzere geri dönmeye başladı. İlk önce, sadece Hinduların dönmesine izin verildi. Lord Roberts şöyle dedi: “Bu işin amacı, Müslümanlara, Allah’ın izniyle, İngilizlerin Hindistan’ın efendisi olduğunu göstermektir.”11 Ghalib şöyle yazmıştır: “Bugün, her İngiliz askeri, kendini mutlak bir hükümdar olarak görmektedir. Terör, ev ve çarşı-pazar arasında insanlar üzerinde hüküm sürüyor. Şehir meydanı, infaz yeri haline gelmiş, evler hayalet yeri. Delhi’nin her zerresi Müslümanların kanına ağlıyor gibi duruyor.”. O sırada, bir astsubay olan Roberts, kız kardeşine söyle yazmıştır: “Aklından bile geçirme, sevgili Harriet, bize karşı savaşan Sepoylara ya da paralı askerlere acıyorum, diye. Aksine birkaç tanesi benden daha amansızdı. Bir tutuklu getirildiğinde onun asılmasına karar veren ilk kişi benim.12 (Müslümanlar paranoya eğilimli olduğundan, Boer Savaşı sırasında Roberts’in davranışı, Hindistan’da yaptığı davranıştan, hiçbir şekilde farklı olmadığını ekleyelim.). diğer bir raporda şöyle denmektedir: “ Tüm geceyi Musjid (mescit) de nöbet tutarak geçirdim. Zamanımızın çoğu gün boyunca alınan tutukluların vurulması ya da asılmasıyla geçti… Birçok zavallı son nefesini burada verdi, öldü. Pek çoğu sakindi ve daha iyi sebebi olanlar için cesaret vericiydi.13 23 Eylül de Delhi’nin düşmesinden tam olarak bir hafta sonra Coopland şöyle yazmıştır: Merkez komutanı “kuşatma sırasında dört yüz ile beş yüz zavallıyı öldürtmüştür”… Dehşet manzaralarını görmüş ve sepoylara karşı kanıksanmış askerler zavallıların can verme anları için adlandırdıkları suçluların gemici dansı yapmasını izlemeyi sevdiklerinden cellada suçluları uzunca süre asılı tutmak 11 Lord Roberts, Letters Written During the Indian Mutiny (Hindistan Başkaldırısı Süresince Yazılmış Mektuplar), London 1923, 31 Aralık 1857 tarihli mektup. 12 a.g.e., 26 Şubat 1858 tarihli mektup. 13 Majendi, Op. Cit., s. 205. 185 186 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu için rüşvet vermişlerdir. Kaptan Garstin Nawab of Jujjur’ un asılmasından yeni gelmişti ve “ölmesinin uzun sürdüğünü” söylemiştir. 14 General Neill’ in talimatları belirgin olmasa da şöyleydi: “Bazı suçlu köyler yıkım için işaretlenmiştir ve içlerinde yaşayanlar katledilmiştir. Kendilerine iyi bir hesap veremeyen isyancı alaylarının tüm sepoyları idam edilecekti. Ayaklanma olan Futtehpore kasabasında saldırı oldu ve Pathan meydanı tüm sakinleri ile birlikte yıkıldı… Özellikle Futtehpore’de direnişçilerin tüm yetkilileri idam edilecekti… Tahsildar Müdür Yardımcısı tutuklanmış, asılmış ve kafası kesilmiş ve şehrin önemli (İslam) binalarından biri üzerine asılmıştır.15 Kadınlar ve çocuklar Cawnpore’da ilerlediğinden Neill’in alayı tarafından işkence gören köylerde kadınlar ve çocuklar öldürülmek için yakılıyordu. Bunu İngiliz kitaplarında göremezsiniz: Cawnpore katliamının sebebi Neil’in, Nana Sahib’in kızını canlı yaktığı bilgisinin Cawnpore’da duyulmasıdır. Nana Sahib, kadın ve çocukların başka yere güvenli tahliyesi için emirler vermişti. Neil’in, Allahabad’da, Müslüman katliamına şahitlik eden askerler tarafından bu teknelere saldırı gerçekleşmişti. İslamofobi Politikası tiyan kilisesi olarak kaldı. Daha sonra, İbrahim Bhawany, General Ziya’ya söyleyebilmem için rica etti (sanki söylenmeseydi bilmiyordu). Cevap vermedim. Neden Ziya’ya İslam şampiyonu olarak kalmasını sağlayacak bilgiyi vermeliydim ki? Humayun türbesinde Hodson tarafından Bahadır Şah’ın oğullarının yakalanışını ya da öldürülüşlerinin hikayesini anlatmam gerekmiyor. Bunun pek az kısmı, pek çok kişi tarafından biliniyor. Eminim bundan, gurur duyuyorlardır: Anglikan Yetkilileri tarafından, Lichfield Katedrali’nde Hodson hatırası için yapılan sanduka üzerindeki bir mermer kabartma üzerinde tasvir edilmiştir:18 Bahadır Şah’ın oğulları ilk olarak aşağılanmak için bellerine kadar soyuldu. Bedenleri üç gün Kotwali önünde chabutra (taş teras) da sergilendi; sonra nehre atıldılar. Hodson bir mektubunda karısına şöyle demektedir; “Yirmi dört saat içerisinde, Tatar Timur’un hanedanın asil üyelerini yok ettim. Ben zalim değilim, ama ben, bu zavallıları yeryüzünden silme fırsatı bulduğum için mutlu olduğumu ve sevindiğimi itiraf ediyorum. Onları asmaya niyetlendim. Fakat iş “onlar” ya da “biz” sorusuna geldiğinde müzakere etmek için vaktim yoktu. 19Birkaç gün sonra yirmi bir kraliyet prensesi asıldı. 1400 kişi Yamuna’ya yürüdü burada kafaları kesildi ve vücutları nehre atıldı. Bazı kadınlar aşağılanmadan kaçmak için kuyulara atladı, diğerleri kendilerine dönmelerinden önce kocaları tarafından öldürüldü. Soykırımın ardından kültürel soykırım geldi. Delhi, sonunda, yerle bir edilmemesine rağmen Babür hakimiyeti ve asaleti ile ilgili konuları içeren tüm mekanlar yerle bir edilmiş ve yıkılmıştı. Jami‘ Masjid (Mescid-i Cihan-nümâ) dar bir kaçıştı. İlk o, yıkılacaktı. Fakat o da Şih evleri kadar değerliydi ve bekletildi. Sonra şehrin hakimi Egerton’ın; her bir katına, bir Hristiyan şehidinin adının yazılacağı şekilde kiliseye çevrilmesi teklif edilmiştir.16 Son olarak Hindulara satıldı ve ondan beş yıl sonra bir İslam topluluğu tarafından geri alındı. Diğer camiler o kadar şanslı değildi. Şah Veliyullah’ın eğitim verdiği Ekberabadi Camii yıkıldı.17 Fatehpuri Camii, yirmi yıl boyunca iş yeri, dükkan ve ofis olarak kullanıldı. Augrangzebe’nin kızı tarafından inşa ettirilen Zinat al-Masajid (Mescidlerin Süsü) 1990’da Lord Curzon’un estetik olarak gözüne çarpıcı gelmediğinden fırın olarak kaldı. Bundan dolayı Lord Curzon’a minnettar olmalıyız: 50 yıllık bağımsızlıktan sonra Pakistan da üç İslami abide hala Hris- Bombay Telegraph’ a gönderdiği mektubunda Montgomery Martin şöyle demektedir: “Askerlerimiz şehre geldiğinde, tüm şehir halkı duvarlar içerisinde kuşatılmış halde bulundu. Ve sayısı tahmin edersiniz ki çok fazlaydı, bazı evlerde kırk ya da elli kişi saklanıyordu. Bunlar, af için iyi bilinen hafif kurallarımıza güvenen isyancılar değil, şehrin sakinleriydi. Hayal kırıklığına uğradıklarını söylemekten memnunum”. Kaye yazdı: “Her gün, sekiz ölü arabası, yollarda ve pazar yerinde asılı olan cesetleri almak için gün doğumundan gün batımına kadar tur atıp durdu.”20 Wilfred Scawen Blunt tarafından 6000 kişinin ortadan kaldırıldığı bilgisi verilmektedir. 1883 de ziyareti süresince, Loharo Lideri tarafından yapılan 14 Op. Cit., s. 269. 15 Kaye, Op. Cit., Bk. V, Ch. 2. 16 Kaynak, mermer musallalardır. Egerton, Camilerin “Hıristiyan Kiliseleri olarak kullanılmasını ve her birinin yerleri bin parçalı mermer üzerinde, Hıristiyan kurbanlardan birinin adı kaydedilmiş” olmasını istiyordu. 17 Akbarabadi Camii, Şah Cihan’ın eşi tarafından bulunmuş, sadece bir kayıp değildi; Dar’ülBeka idi. Bu medrese üstelik tamamen yıkıntı halindeydi. 18 Ceset, öldürüldüğü yer olan Lucknow’da olduğundan “Simgesel mezar= kenotaf”ı buradaydı.Lichfield, Hodson’un asıl memleketiydi. Ben,1969 yılında anıtı görmek için Lichfield’i ziyaret ettiğimde bu aileye mensup bulunan okul müdiresine; ölümüyle bir miras bıraktığını söyledim. Başka bir yorum gereksiz olabilir. 19 Biyografisini kardeşinden okuyun, Hodson of Hodson’s Horse, London, 1883. 20 Op., Cit., Bk. V. 187 188 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu bir açıklamada yaklaşık 26.000 kişinin 8 aylık sürede şehrin düşmesinin ardından askerlerce öldürüldüğü ya da asıldığı ya da silahlarla öldürüldüğü belirtilmektedir.21 Bu rakamların abartılı olması mümkün değildir. Greathed şöyle söyledi “İki İngiliz’in öldürülmüş olmasına karşılık beş yüz hainin hayatının yok edilmesi hatırlanacak bir missillemedir”. Yüzlerce Kur’ân yakıldı. İlim adamları asıldı.22 İslam karşıtı çılgınlığı İngiliz basını tarafından acımasız bir misilleme çağrısıyla basında yer buldu. Darağaçları ile hükmetme yaklaşımı sonraki yılda da devam etti. 18571858 yılındaki İslamofobik taşkınlıklar 1989 yılında fetvaya verilen medya tepkisini benzer bir şekilde günümüze değin gelmiştir. Körfez Savaşı sırasında doruk noktasına yükselmiştir. Öyle ki neredeyse bir haçlı seferi düzeyine vardırılmıştır. Alan genişlemesi yasaklanmıştır. Ancak Şark Meselesi ve Ermeni “soykırımı” gibi meseleleri kullanarak İslam’a karşı düşünülmeden gösterilen tepki nihayette bir ‘isyan’ üretti. “İsyan”dan sonraki İngiliz politikası; Müslümanları bir alt sınıfa çevirmek şeklinde oldu. Bu, olası en kolay yoldan yapıldı: Vakıf mallarının kamulaştırılması ile Müslüman eğitim sistemine zarar verdiler. Şu fikir geliştirilmişti: Hindistan, bir katipler ordusu tarafından yönetilmelidir. Ve Hindular, uysal bir karaktere sahip olduklarından bunu sorun yapmamışlardır. İslam için sonuçlar sadece siyasi değildi: Eğitim sisteminin baskı altında tutulması sonucu bir boşluk ortaya çıktı. İslam, tekrar ortaya çıktığında bu büyük zulümden sonra ortaya çıkan İslam ile asıl İslam aynı şey değildi. Bahadır Şah’ın mahkemesinin çok Sünni olduğu anlaşılmış olmalıdır (bu durum, Ghalib’ in mahkemede neden zorlandığını ve neden Zauq ve Mü’min’in tercih edildiğini açıklar). 1857’ den sonra Sünni olmak çok tehlikeliydi; hayatta kaldıkları sürece egemen sınıf Wahhabi ya da Şii oldu; yani İngilizler kolonilerinde din ile mücadele etmediklerini söylediklerinde doğruyu söylemiyorlardı. Tüm bunlardan ne çıkarabiliriz? İlki şudur, İslamofobi Avrupa da yer bulmuştur. Fakat periyodik olarak bulaşıcı olmuştur. Tahminde bulunma- 21 İnsanların, çok sayıda asılan hariç, yenilgiye uğramış hiçbir fotoğrafını bilmiyorum; bununla birlikte, o zamanlar 27 yaşında olan, Orlando Norie tarafından sulu boya ile yapılmış “bombardıman silahından çiçeklenmiş Asi sepoylar” vardır, Carlon Gallery tarafından tanıtılmış, Edinburgh, Cat. No. 4, 1998. (Sepoy, Farsça sipahi kelimesinden İngilizceye geçmiş olup paralı yerli asker anlamında kullanılır. Çev.) 22 H. H. Greathed, Letters written during the siege of Delhi, s. 15. İslamofobi Politikası ya cüret ediyorum ama 19. Yüzyılda bölünmüş olduğuna kıyasla Avrupa artık birleşmiş olduğundan bu sıralarda daha ölümcül bir hale gelebilir. Bu durum İngiltere’ye AT başkanlığını yürütürken Bosna Savaşı konusunda, İngiltere’nin, müdahaleye isteksiz duran Almanya’yı sürüklemeye çalışması durumu ile açıklanabilir. Bazıları, Muhammed’in (sav), Hristiyanların tarihte yüz yüze kaldıkları tek zorlu meydan okuma olduğunu söylerler. 1400 yıldır, olarak Akdeniz’ in iki karşılıklı yakasında İslam ve Hristiyanlık birbirine alternatif olarak karşılıklı antagonistik sistemler halinde karşılaşır. Bu anlaşmazlığın tarihi kökleri; Hristiyanlık ve İslam arasındaki düşmanlığın neden Hristiyanlık ve Hinduizm arasında ya da Hristiyanlık ve Budizm arasında olana göre daha derin olduğunu açıklar. Böyle süreçten geçen bir dinin bu bakış açısında olması beklenir. Dolayısıyla Hristiyanların, İslamı yanlış din olarak görmesinin şaşkınlığı Müslümanların ağzını hayretten açık bırakmaktadır. Hristiyanlık; İslam Bahaizm ya da Kadiyanizmi kabul etse bile İslamı kabul etmeyecektir. Hristiyanları, bizim kendi kendimize yaptıklarımızdan dolayı suçlayamayız. Hristiyanlık, kendisinden sonraki (post–Hristiyanlık) bir ifşayı olumsuzlamadan kabul edemez. Yahudilerin ekonomik ve siyasi güçleriyle kiliselerin din değiştirme için kampanyalar– seferler yapmasını durdurmasını sağlayana değin 2000 yıldan beri Hristiyanların, Yahudilerden istedikleri şeydir bu. Ortaçağa ait düşünceye göre Hristiyanlık sonrası her tür başarı yanlıştır ve bunu ifşa etmek sadece Şeytan’ın işidir: Muhammed, Hristiyanlık karşıtıydı ve Kur’an Şeytanî uydurmadır. Sadece iki varsayım İslam’ın başarısının sebebi olmuştur: Bu peygamber, ya ilahî amaca engel olmak için dünyaya gelen Şeytan’ın temsilcisiydi ya da bir şarlatan ve kurnaz bir sahtekârdı. Bu iki görüş tarih boyunca dönüşüm geçirerek gelişti. 7. Yüzyıldan 18. Yüzyıla değin İslâm Şeytan’ın işi olarak kabul edildi: 18. Yüzyıldan bugüne İslam bir sahtekârlık olarak görüldü. Aydınlanma sonrası metafiziksel açıklama artık savunulamaz bir hal aldı. Ve Peygamber, laikseküler bir şeytan haline dönüştü. Rüşdi’nin görüşü tarihî laik-seküler paradigmaya uyuyordu: “..üçkağıtçılığı çok yakın” diyordu “en kolayı ipucunu göstermek” için kendi Müslüman kökenine atıfta bulunuyordu. Dolayısıyla günümüzde İslamofobik kesimi beslemek için yazılan “Şeytan Ayetleri2 bu yaklaşım ile 18. Yüzyılda gösterilen Voltaire’ in 1742 yılındaki ünlü “Fanatizm veya Muhammed Peygamber” oyununa benzemekteydi. 189 190 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu 19. yüzyılda Laikler ve Misyonerler arasında kutsal olmayan bir ittifak görülür. Voltaire’in Büyük Frederick’e yazdığı mektubu, bu aydınlanma bakış açısını açıkça göstermektedir: Şu deve tüccarı olan kimse, kasabasında isyana yol açar. Kasabanın ayak takımı güruhunu, baş melek Cebrail ile konuştuğuna ikna edip inandırır. Cennete alındığını söyler ve böbürlenerek göklere yükseldiğini ve her sayfasında akl-ı selimi titreten, sindirimi zor kitabının bir bölümünün orada, bizzat kendisine teslim edildiğini ileri sürer. Bu kitaba göre; kendi ülkesini ateşe vermesi gerekir. Halkını kılıçtan geçirmeli, babalarının boynunu vurmalı ve kızlarının ırzlarına geçmelidir. Yenilgiye uğramış olana dini ile ölüm arasında bir seçim yapma hakkı vermektedir. Bu durumu, kimsenin mazur ve makul görmesi mümkün değildir. Kilise, Voltaire’nin saldıramayacağı kadar çok güçlüydü; ama İslâm’a saldırma kisvesi altında dine saldırmak onun için daha güvenliydi. Bu taktiği kullandığını yine büyük taktisyen olan Napolyon dile getirir. Napolyon şöyle demiştir: “O, Muhammed’in şahsında Yüce İsa’ya saldırmıştır”. Voltaire’nin mektubunun en önemli cümlesi şöyledir: “Her sayfasında akla hakaret eden bu anlaşılmaz kitap.” Kutsal kitabı (İncil) kodlanmış bir dille şimdilik hiçe sayıyor. Misyoner görüşe sahip olan Patricia Crowe ve Michael Cook gibi kimseler de Hagarism anlatım biçiminde Voltaire’i tekrarlar. Voltaire şöyle der: Kur’ân; “biraz anlaşılmaz”, “iskeletten uzak”, “anlaşılması güç”, “mantıksız”, “tekrarlarla dolu” bir kitaptır. Seküler hümanistler ve misyonerler de aynı terminolojiyi kullanır. Bu paradoks için bir açıklama vardır. Muir, Margoliouth, Rodwell, Lammens: İslam’a en çok düşmanca saldırıda bulunulan Müslüman ülkelerdeki yazarlardan pek çoğunun İngiliz kolonilerindeki şehirlerde yaşıyor olması bir tesadüf eseri değildir. Bu Misyonerler ve seküler kimseler arasındaki benzeşme hesapları, AIS (Anti İslam Sendromu) dediğimiz yapıyı üretir. Bu benzeşme Evangelist bir Hıristiyan ve emperyalist bir kimse olan Gladstone ile örneklendirilebilir; gerçekte, Britanya, İslâm’a karşı savaş açtığını deklare ettiğini söylemiş olabilir. Avam Kamarasında, Gladstone’nin Kur’ân’ı kaldırıp göstererek şöyle demiştir: “Müslümanlarda bu kitap oldukça onları asla yenemeyeceğiz”. Ve Gladstone aynı zamanda, Türkler üzerine “iğrenç ve barbarca hırsını” gürleyerek dile getirir. Türkler, der; “bazı ağza alınmayacak kadar yüz kızartıcı cehennemlik suçların günahkârıdırlar”. Sırpların ve Bulgarların özgürlüğü, der, Gladstone; haklı ve onur verici bir davadır. Burada beklenen Canterbury İslamofobi Politikası Başpiskoposu’nun 1990 yılında açıkladığı; Körfez Savaşı’nın sadece bir savaş olduğu fetvasıydı. Gladstone’nin belirttikleri Doğu Sorunu bağlamında dile getirildi, 1887-89 (Sırbistan, bu sıralarda Balkanlar’da Britanya’nın müttefikiydi; John Major, Gladstone yüzünden baskının doğru hattındaydı). Onun ve diğerlerinin söylediklerini okumak bize Britanya basınının Körfez Savaşı sırasında psikopatça atıp tutmalarını anlamamızda yardımcı olur. Sarajevo’da Bosnalı Müslüman Entellektüeller Forumunda son günlerde büyüyen İslamofobi’yi açıklamak için şu terimlerle bir broşür yayınlandı: Hıristiyan-İslam çatışmalarının yoğunluğuna bağlı olarak, bu tepki (İslam’a karşı) bir tanımlanabilir Anti -İslam sendromunu çaresiz geliştirildi. Anti-İslam sendromu tarihte kalmamıştı. Günümüzde hala yaşıyor ve büyüyor… fakat bazen farklı isimlerde ve farklı şekillerde. Taşınmasında transfer etme şartlarının uygun olduğu –aşağı yukarı– İslam destekçilerinin yaşadığı, (elbette Bosna-Hersek’i de kapsayan) diğer çok sayıda alana transfer edildi. Batı için “şeytan İmparatorluğu” olan, Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından güçlendi… Burada, Yeşil Tehdit olarak görünen, aslında diğer şekillerde, özellikle İran’da Humeyni devriminden sonra, azımsanamayacak sosyal farklılıklarla diğer İslami çevrelere dikkat çekici bir güç olarak nüfuz ettirildi.23 Bu rapor, üç faktör içinden sadece iki tanesini belirtir: Bu da; açık hedefini kaybeden Batı’nın, tüm askeri-endüstriyel komplekslerinden, İran devrimi ile ayrılan AIS’ın şu anki yükselişinin en yakın sebebi olarak İran Devrimini görür. İran Devrimi, Ortadoğu’da güçler arası uyumdan kaynaklanan dengeyi bozdu ve komünizmin yıkılışına yol açtı. Böylece, önceki Soğuk Savaş döneminde partneri olan İslâm bir gecede müttefiklikten uzaklaştı ve düşman olarak ilan ediliverdi. Kilroy-Silk, Müslümanlar için; “Gelişmemiş-gerici ve zararlı insanlardır, eğer bunu söylemek ırkçılıksa, şu halde ben böyle bir ırkçı olmaktan mutlu ve gururlu olmalıyım,” demiştir. Bir üçüncü faktör, Sarajevo konferansında gözden kaçmış olan Uluslararası Siyonizmdir; Merhametsiz ve acı nedir bilmeyen Rabin, son 23 Halid Causevic, Anti-İslamic Syndrome as a Factor of Destruction of Bosnia and Herzegovina(Bosna Hersek’in Yıkılışında anti-İslâm sendromu), Sarajevo 1944, s. 19-20.Biz, özgürlüğü, Dr. Causevic’in İngilizcesinde yer yer değiştirerek aldık. 191 192 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu zamanlarda, Yeşil Tehlikeye atfen bir kez dahi olsun konuşmamıştır. Dolayısıyla Batılıların ruhunda aynı atalarında olduğu gibi korkuların yükselişi söz konusudur. Ataları, Sarı Tehlikeyi 100 yıl önce yaşamıştır. Aslında, hemen hemen aynı dil, İslamofoblar tarafından kullanılmıştır: Cezayir’de gazetelerde ön görülen bir FIS zaferi, tümüyle daha gerçek ve doğrudan bir tehlike olarak gerçek dışı hayali Sarı Tehlikeden 6,000 mil daha yakın, Kuzey Afrika’nın sel gibi Avrupa’ya akan kalabalıklarının hayali tehlikesi Avrupa’nın bu hayali korkusunu artırdı. Daha önce söylediğimiz şeyi tekrar ediyoruz; Peygamberin formüle ettiği yegâne asıl ve gerçek din, Hıristiyanlığa meydan okuyor. Diğer taraftan Hristiyanlığın, 2,000 yıllık kendi başarılı tarihiyle yüzleşmesi gerekmektedir. Fakat sadece bu kadar da değildir: İslam, bir medeniyet kurmak için gelmiştir. İslam medeniyeti, kendisini, evrensel geçerliliğe dayandırarak temellendiriliyor. Batı medeniyeti için günümüzde belki de geçerli tek alternatiftir. Modern Batı medeniyetinin entelektüel temelini oluşturan liberalizmdir. Liberalizmin kökenleri sadece Aydınlanmada yatmaz, “bırakınız yapsınlar” kapitalizmi, Manchester ekonomisi ve Darvinizm’de yatar. Liberalizm, hangi insan doğasının çökmediğine bağlı olan bir antropolojide yatar. Bu durumda, bu temelde iyidir. Bu sebeple, kişi kendi planıyla ve iradesiyle baş başa bırakılır. Hem bu insanın kendisi için hem de diğerleri için neyin iyi olduğuna doğal olarak karar verme işlemi yine bu insanın kendi yöntemlerine bırakılır. Liberallerin, İslam’a aşırı nefret beslemelerinin asıl nedeni budur. Liberalizm, sorumluluk gözetmeden özgürlüğü destekler. Mutlak özgürlük henüz var olmamıştır. Çünkü haklarımız, diğer kişilerin hakları ile sınırlandırılmıştır. Bu duruma güzel bir örnek olarak konuşma özgürlüğünü verebiliriz. İşçi Partisi; Salman Rüşti’nin İslam’a hakaret özgürlüğü başta olmak üzere, katliamı sorgulamanın suç sayılması yönünde yasa çıkartmak istemekle, konuşma özgürlüğü ile ilgili kendi inanışını belirtmiştir. Bu durum, İslam ile Batının değerleri arasındaki açık farklılıktır. Yabani hayat serbesttir; medeniyet ise yasaklanmıştır. Rüşti gibi vahşi ve yabani hayatın özgürlüğünü isteyenler, vahşi hayatın cezalandırmasını da kabul etmeye razı olmalıdırlar. İslam, liberalizme taban tabana zıttır. Çünkü İslam mutlak varoluşu kabul eder. Mutlak inançlara alternatif bir seçenek, anarşiye yol açan ahlaki göreceliliktir. İslam medeniyeti anarşiye karşıdır; buyurur, itaat eder, disiplinlidir ve eşitlikçidir; devletin İslami ideali; Allah’ın İslamofobi Politikası rıdvan’ı şerefini kazanmak için bireysel olarak takvanın en yüksek derecesine erişmesine imkan sağlar. İslam, ölüleri ve yatanları reddetmesiyle liberalleri çileden çıkar; sadece hayatta kalanları tarafından Batının dayattığı üstünlüğüne meydan okur. Bu durum liberalleri öfkeye sürükler, onları sürekli olarak histerik açıklamalara yönelik provake eder. Öngörülen tepkilerini ve kışkırtmalarını kutuplaştırır. Bu histeri, onların ilk defa inkar etmelerine rağmen bir soyaçekimi dışa vurmaktadır. Bu durum; Viyana kapıları önünde yeniden atkuyruklarının dalgalanmasıyla, aksi bir durumdan hiç şüphelenilmemiş bir korkunun derinliğini ve güvensizliğini ortaya çıkarır. Bu tür histeriye kapılmışlara bir örnek Peregrine Worthsthorne iken bir başka örnek de Kilroy-Silk’dır. Son söyleneni açıklarsak: Batı liberalleri zararlı ve gözden düşmüş dekadandır. Ve bunu söylemek eğer ırkçılıksa, ben bu tür bir ırkçı olmaktan mutluluk duyarım, gurur duyarım. 193 194 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Avrupanın Din Korkusu: Avrupanın Din Korkusu: Avrupa Kamuoyunun Gündemine Dinin Geri Dönüşü ve Bunun Türkiye’nin AB Üyelik Sürecine Olası Etkileri GÜLİSE GÖKÇE Giriş Avrupa’da kamusal tartışmanın başlıca konuları arasında din yer almaktadır. Din olgusunun son yılların en hararetli tartışılan konusu olması, ister istemez Avrupa’da yeni bir dönemin başlama ya da oluşum içinde olup olmadığı sorusunu da beraberinde getirmektedir. Bu soruyu yalnız biz değil, uluslar arası alanda tanınmış düşünürler de sormaktadırlar. Örneğin José Casanova (2008) bu soruyu soranlar ve cevap arayanlar arasındadır. Casavona, Avrupa’da özellikle 11 Eylül saldırıları ve ardından Türkiye’nin AB’ye üyeliği ile iyice alevlenen tartışmanın, henüz, yeni bir oluşuma yol açmadığını ve dolayısıyla kendi deyimiyle “post-seküler Avrupa’dan (2008:70) söz etmek için erken olduğunu belirtmektedir. Ama aynı zamanda Casanova, bu tartışmanın Avrupalılık ruhunun önemli bir değişim sürecinden geçtiğinin de işaretleri olarak değerlendirmenin yerinde olacağına vurgu yapmaktadır (2008:71). 11 Eylül terör saldırılarının ve Doğu Bloğu’nun çöküşüne paralel olarak Batı’da kamuoyunun gündemine sokulan “medeniyetler çatışması” (Huntington, 1993) tezinin, Avrupa’da din olgusuna ilgiyi artırdığı, onun 195 196 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu üzerine yoğun ve ateşli bir tartışmayı başlattığı açıktır. Ancak Avrupa’da dine yönelişini, kamuoyunun dine ilgisini yalnızca bu iki olayla kaynaklı ya da ilişkili olarak görüp açıklamak, hiç kuşkusuz yetersiz ve yanlış olacaktır. Avrupa’da bu tartışmayı tetikleyen esas faktörün, Avrupalılık kimlik inşasının söylemsel olarak antitezini oluşturan İslam’ın Avrupa’ya yönelişi olduğu noktasında geniş bir uzlaşı mevcuttur (tartışma için bkz. Gökçe, 2006; Gökçe ve Gökçe, 2011). Casanova, Avrupalılık kimliğinin Hıristiyanlık üzerine inşa edilmiş olması, Avrupa’da uygulanan referandum sonucu hayata geçemeyen yeni Anayasa metnin de Hıristiyanlık mirasını temel referans noktası olarak almasının ve bir de buna ek olarak AB’ye, nüfusunun büyük çoğunluğunu Katoliklerin oluşturduğu Polonya’nın kabulünün Avrupalılık tartışmasına “dinsel” boyutun eklenmesini beraberinde getirdiğini ifade etmektedir (2008:71vd.). Ancak Avrupa’da Katolik Polonya değil, Müslüman Türkiye’nin AB’ye üyeliği esas korkunun kaynağıdır. Çünkü Müslüman bir Türkiye’nin üyeliği, Avrupalıların gözünde çok uzun bir tarihsel süreç içerisinde söylemsel olarak inşa edilen Avrupalılık kimliğini yeniden tartışmaya açma potansiyeline sahiptir. İşte tam bu nedenle Türkiye, Avrupalıları sorunlu kimlikleri ile yüzleşmeye zorladığı için, Avrupa’da kamuoyu yapımcıları Türkiye’ye ilişkin olarak Avrupa’da sorunmuş gibi bir algı ortamının oluşumu için çaba ve gayret sarf etmektedirler. Bu durumda yeni Avrupa Anayasasına yansımıştır. Çünkü Avrupa, henüz siyasi bir birlik oluşturmuş, ortak bir kimlik geliştirebilmiş değildir. Özellikle son yıllarda Avrupa’da yaşanan ekonomik sıkıntılar ve iyice su yüzüne çıkmış olan ekonomik kriz ve bunu önleme adına oluşturulan kurtarma paketleri zaten henüz yerleşmemiş olan Avrupalılık bilincinin meşruluğunun sorgulanmasına yol açmıştır. Bu durumda Avrupa kamuoyunda, ortak dini değerlere daha sık gönderme yapar olmuşlardır ve Avrupalıların kimlik ve Türkiye’nin üyeliğini tamamen “din” ekseninden tartışır olmuşlardır (Casanova, 2008:73). Bu süreçte “Biz kimiz ve kökenimiz nedir?”, “Bizim, yani Avrupalıların kültürel, fikri ve moral değerlerini oluşturan nedir?”, “Ortak kimliğimiz, neyin üzerine inşa olmuştur?”, “Bizi, yani Avrupalıları diğerlerinden ayıran temel unsur nedir?”, “Avrupalılık nedir?”, “Avrupa’nın kültürel sınırı nerede başlıyor, nerede bitiyor?”, “Bu sınır nasıl belirlenecektir?” vb. sorular çok sık gündeme gelmektedir. Avrupanın Din Korkusu: Aslında bu soruların hepsi, Türkiye’nin tam üyelik müzakere süreci ile gündeme gelmeye ve tartışılmaya başlamıştır. Bu Avrupa’da ilk zamanlar pek açıktan dillendirilmese de, son zamanlarda artık açıktan dillendirilmekte pek sıkıntı görülmemektedir. Bunun sonucunda Avrupa kendi geçmişiyle ve kimlik sorunu ile yüzleşmek yerine, Türkiye’yi bu süreçten “imtiyazlı ortaklık” vb. gibi tam olarak belli olmayan strateji ve politikalarla dışarıda tutarak geçiştirmeye çalışmaktadır. Avrupa, neden bu yola başvurmaktadır? Gerçekten Avrupa, tarihsel ve kültürel açıdan oldukça çalkantılı ve sıkıntılı bir süreç sonucu oluşturduğu kimliğinin sıkıntıya düşeceği ve böylece meşruiyetini kaybedebileceği endişesi mi taşımaktadır? Avrupa, tekrar eski savaşçı durumuna geri dönmekten mi korkmaktadır? Bu ve benzer sorular aşağıda bu çalışma kapsamında ele alınıp açıklanmaya ve aydınlatılmaya çalışılmaktadır. 1. Avrupa Kimliği ve Avrupalılık Söyleminin İdeolojik Arka Planı Bu bölümde “Avrupa’nın ne olduğu, Avrupalı düşünürlerin gözünde Avrupa’nın neyi ifade ettiği ve nasıl tanımlandığı ya da tanımlanması gerektiği” sorusu ana hatlarıyla ele alınıp açıklanmaya çalışılmaktadır. Bu girişimimizde bu yönde yapmış ve ilgili kamuoyu ile paylaştığımız çalışmalarımız rehber görevi görmektedir (Gökçe, 2006; Gökçe ve Gökçe, 2011). Genelde bir kimliğin oluşum sürecinin kaçınılmaz olarak “öteki”nin yaratılması ile paralellik arz ettiği noktasında tartışmalarda geniş bir uzlaşı söz konusudur. Delanty’nin “’öteki’ olmadan kimlik tanımı yapılamaz” (1995:13) söylemi tüm bu görüşleri özetler ve temsil eder niteliktedir. Demek ki, bir kimlik ancak farklılıklarla olan ilişkisi yoluyla oluşmaktadır. Farklılıklar olmadan kimliğin oluşması ve varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Bu açıdan her kimliğin oluşmasının ancak farklılıklarla mümkün olduğunu ve devamı sürdürebilir kılmak için de bu farklılıkları daima “öteki” olarak tanımladığını söylemek mümkündür (Connely, 1995:66). Daha açık ifade etmek gerekirse her kimlik, “öteki” içselleştirilerek inşa edilmektedir (Övet, 2007:95). Avrupa kavramı XIX. Yüzyıldaki entelektüel gelişmelerle beraber tarihsel bir kategori olarak anılmaya başlanmış ve buna paralel olarak da Avrupa kimliğinin kökenlerini belirleme girişimlerinde bulunulmuştur. Ancak tüm bu çabalara rağmen Avrupa kavramının içeriği ve sınırları henüz net olarak belirlenebilmiş sayılmaz. Bugün gelinen noktada, “Avrupa”nın 197 198 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu oldukça muğlâk bir söylem olduğu görüşü yaygındır. Bu muğlaklığın iki temel nedenden kaynaklandığı belirtilmektedir (Çırakman, 2001:29). Bunlardan ilki, Avrupa’nın kendi içinde farklılaşmış ve çok boyutlu olmasının yanı sıra, sorunun bizzat kendisinin kapsamlı ve karmaşık olması ve tarih boyunca birçok kez, birçok farklı bağlamda ele alınıp irdelendiği için yanıtların çok çeşitli ve değişken olmasıdır. Muğlaklığın diğer kaynağı ise, Avrupa Kimliği söyleminin çoğunlukla “Avrupa-olmayana” göre oluşturulmuş olmasıdır (Çırakman, 2001:30). Bu durumu Delanty (1995) şu şekilde dile getirmektedir: “Avrupa tarihini en erken zamanlardan bugüne dek tutarlı tek bir düşünce karakterize etmez ve Avrupa’nın tarihsel sınırları sürekli yerinden oynamıştır. Buna rağmen, tarihin bu büyük değişiminde, yine de sabit kalan bir şey tespit edilebilir ve bu da tarihin değil, düşman olanın birliğidir” (1995:2). Bu bağlamda Avrupa kimliğinin, Avrupa’nın tümü tarafından algılanan bir tehditle ortaya çıktığı ve yaygınlaştığı söylenebilir. Bu tehdidin ise genelde İslam, daha somutta ise Türkler olduğu noktasında yaygın bir kanaat mevcuttur (Ricci, 2005; Servantie, 2005; Marchetti, 2005). Bu anlamda İslam, Avrupa’nın “kurucu dışarısı” işlevini yerine getiren bir öğe konumundadır (Yeğenoğlu, 2005:90). Demek ki, Avrupa kendini, kendisine karşıt olarak kurguladığı ve konumlandırdığı “öteki”; başka bir deyişle, “Doğu” üzerinden ve aracılığıyla, yani onu dışlayarak tanımlamıştır. Edward Said açısından Batı ve Doğu coğrafi adlandırmalar değil, insan yapımı, yani kurgudur (1982:14). Başka bir deyişle, Avrupa coğrafi bir toprağın adı değil, aksine hayali bir coğrafyadır. Bu bağlamda Berl’in şu ifadeleri de oldukça açıklayıcı ve aydınlatıcıdır: “Avrupa’dan zaman ve mekân içinde var olmuş, elle tutulur bir ‘şey’miş gibi söz ederler. Aslında Avrupa diye bir ‘şey’ yoktur. Avrupa, örneğin, Mısır gibi elle tutulur bir kavram değildir. Avrupa üzerinde yaşayan insanların tarih boyunca kendileri için yaptıkları projeler bütününden, bir idealden başka bir şey değildir”(1999:11-12). Bu açıklamalar ve saptamalar ışığında Avrupa’nın jeopolitik bir bölgenin adı olmaktan ziyade bir fikir; farkı ve kimliği oluşturmaya yarayan söylemsel bir strateji olduğu çok rahatlıkla söylenebilir (Yeğenoğlu, 2005:90). Daha çok kısa süre öncesine kadar birbirleriyle hep mücadele ve çatışma içinde olan Avrupa’da birlik ve bütünlük düşüncesi, önce İslam daha sonra Türkler (Osmanlılar) tehdidi(!) altında oluşmuştur. Bu açıdan Av- Avrupanın Din Korkusu: rupalılık fikrinin tarihteki ilk tohumları Türkleri Avrupa’dan atma amacına dayanmaktaydı (Övet, 2007:95). Osmanlıyı ya da Türkleri Avrupa’dan atma amacı doğrultusunda kilisenin de olağanüstü katkılarıyla geliştirilen ve gösterilen ortak direnç neticesinde kültürel referansını Hıristiyanlıktan alan Avrupalılık söylemi doğmuştur. Yüzyıllar buyunca Avrupa’nın “öteki”sini oluşturan İslam ve onun temsilcisi Osmanlı ile amansız bir mücadele veren Avrupa, bugün kendini büyük bir paradoks ile karşıya bulmaktadır. Tarihçilerin, Kiliselerin, Felsefecilerin, Gezginlerin büyük çabaları sonucu “öteki”ne dönüştürdükleri ve böylece ebedi düşman olarak ilan ettikleri İslam ve başlıca temsilcileri Türkler artık Avrupa’nın vazgeçilmez parçası olduklarının bilincindedirler ve bunu da açıktan ilan etmişlerdir. Bu kuşkusuz Avrupalılar tarafından zorlama ile inşa edilen Avrupalılık söyleminin mevcut şekliye devam ettirilemeyeceği ve dolayısıyla sorgulanmaya açıldığı ile eşanlamlıdır. Bu açıdan Türkiye gerçeği, Avrupa’yı kendisiyle yüzleşmeye zorlamış ve bugüne kadar hiç sorgulamadığı ya da sorgulamaktan bilinçli olarak kaçındığı kimliğinin kurucu dışsal öğesini tartışmaya açmaya zorlamıştır. Buna bağlı olarak da son yıllarda ciddi anlamda ekonomik kriz ile karşı karşıya olan Avrupa, bir de buna ek olarak siyasi ve kültürel boyutta kimlik krizi ile karşı karşıyadır. Bu krizin, meşruluk krizine dönüşmesini engellemek açısından Avrupa, tüm tartışmayı hem Türkiye’nin AB üyeliği sürecine, hem de din olgusu üzerine yoğunlaştırmıştır. Görünürde Türkiye’yi gerçekte ise kendi kimliğini tartışan Avrupa, aslında kendi kimlik krizi ötelemek ya da başka bir alana kaydırmak istemektedir. Çünkü Yunan, Roma, Hıristiyanlık ve Aydınlanma mirasına dayandırılan Avrupa kimliği, Avrupalılarca paylaşılan ortak deneyim, tecrübeler ve benzerlikler yerine, Avrupa dışındakilerle farklılıklar üzerine inşa edilmiştir ve halen de edilmektedir (Erdenir, 2005:88). Avrupa’nın “öteki”si tarihsel açıdan genelde İslam, özelde de Türkler olmuştur. Ve bunlar her zaman olumsuz özellikler ile anlamlandırılmışlardır. Kuşkusuz kimlik açısından gerekli olarak görülen ötekileştirme sürecinin mutlaka olumsuzluklarla yüklü olması da gerekmez. Oysa Avrupa kimliğinin oluşumu ve algılanışına bakıldığında, Avrupalılık fikrinin farklıklarla birlikte yaşayabilen değil, tam aksine sürekli bir dışlamaya dayanan bir içeriğe sahip olduğu, başka bir deyişle Avrupa’ya ilişkin birliğin, her zaman bir dışlama ile kurulduğu görülmektedir. Bu noktada genelde İslam özelde de Türkler, Avrupa birliğini tersin- 199 200 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Avrupanın Din Korkusu: den kurmaya yarayan temel öğe olma özelliğini her zaman korumuştur (Yeğenoğlu, 2005:90; Erdenir,2005:126; Atalay, 2008:44). lak olarak farklı olduğundan ötekinin kültürünü “bir yandan övdüğü öte yandan eleştirdiği anlamına gelmektedir” (Tutal, 2003:170). Avrupa tarihine baktığımızda Avrupalılık fikrinin oluşumunda iki temel unsurun önemli rol oynadığı görülmektedir. Bunlardan ilki “sömürgecilik”; diğeri de “Hıristiyanlık”tır. Bu noktada Hıristiyanlık’a bir Avrupalılık hissiyatını veren şey genelde İslam, özelde de Türkler olmuştur. Başka bir deyişle, Hıristiyan ilkelere dayalı bir Avrupa fikrinin ve hissiyatının oluşumunda, Hıristiyanlık ve İslam arasındaki savaş temel belirleyici etken olmuştur. Asad’ın da belirttiği gibi, “tarihsel olarak Türklerin tehdit ettiği şey Avrupa değil, Hıristiyanlık olmuştur. O zamanlar Avrupa Hıristiyanlıktan farklılaşmamıştı”(2002:212). Todorov, “ötekinden söz etmenin kendinden söz etmek olduğuna, ötekinin yadsınmasının kendinin olumlanması anlamına” geldiğine işaret etmektedir (1980:8; Akt. Tutal, 2003:165). Demek ki ötekini övmek ya da yüceltmek, aslında ötekinin değil; benzerinin tanınması anlamına gelmektedir. Benzerinin tanınması ise, Avrupalıların Doğu’yu uygarlıklarının kaynak yeri olarak gördüklerine gönderme yapmaktadır (Tutal, 2003:170) Buradan da Avrupalılar’ın Türkiye’nin şanlı geçmişinden bahsederken aslında Türkiye’den değil, Türkiye’nin üzerinde bulunduğu mekânın geçmişle bağından söz ettikleri ortaya çıkmaktadır (Tutal, 2003:170). Çünkü Asad’ın da belirttiği gibi, Müslümanlar ve onların kültürleri, yaklaşımları ve yaşam biçimleri, Avrupa kültürünün özüne aykırıdır. Bu nedenle Müslümanlar Avrupa’da bulanabilirler, ancak Avrupa’da bulunmak Avrupalı anlamına gelmemektedir (2002:218). Avrupalı söyleminde Türkler, XI. Yüzyılda Anadolu’ya gelmişler ve Yunan kültürel unsurlarını yok etmişlerdir. Bu nedenle Türkler barbarlık kültürüne sahiptirler. Barbar kültürler ise, gelenek ve tarihsellikten yoksundurlar. Bu eksiklik onların Avrupa’nın parçasını olmalarının önünde en büyük engeldir (Tutal, 2003:171). Aydınlanma projesi ile birlikte Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki karşıtlık yerini, “uygar” ve “barbar” kültürel karşıtlığına bırakmıştır. Avrupa’nın gerçekleştirdiği denizaşırı sömürgecilik süreci, XVIII. Yüzyıldan itibaren uygarlık kavramının, Avrupa kimliğinin en temel unsuru olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. Uygarlık; aydınlanmanın değerlerini taşıyan, aklı, modernliği, değişimi ve düzeni temsil eden bir kavram olarak, Avrupa’ya ilişkin kültürel bir bakış açısını yansıtmaya başlamıştır. Avrupa’ya ait olan değerler, mutlak gerçekliği temsil ettikleri iddiasıyla evrenselleştirilerek, Avrupa, dünyanın geriye kalanının izlemesi gereken bir model olarak sunulmaya başlanmıştır (Erdenir, 2005:94). Aslında Yunan, Roma ve Hıristiyanlığa dayandırılan Avrupa kimliği, aydınlanma projesi ile birlikte sekülerleştirilmiştir. Zira aydınlanmanın bizzat kendisi, bu üç unsur ile yakından ilişkili olarak açıklanmaktadır. Sonuçta insanlığın kurtuluşuna dayanan Hıristiyanlık felsefesi ile insanların medenileştirilmesine dayanan aydınlanma felsefesi, Avrupa kimliği altında bir potada eritilerek bütünleştirilmiş olmaktadır. Böylelikle aklın, modernliğin ve değişimin temsilcisi Avrupa, tarihin ulaşması gereken gerçek ve son hedef olarak simgeleştirilmiş, ayrıcalıklı bir konuma oturtulmuş ve böylece O’na evrensel medenileştirme projesi rolü atfedilmiş, başka bir deyişle doğu kültürlerini insanlık adına medenileştirme rolü yüklenmiştir (Erdenir, 2005:96). Avrupa kimliğinin evrensellik iddiasıyla mutlaklaştırılması hiç kuşkusuz Avrupa’nın “ötekisi” konumundaki kimlikleri, yani benzer kategorinin dışında kalanı “küçümsediği” ya da kendi kültürlerinden mut- Demek ki; her ne kadar Avrupa fikrinde dinsel bir kimlik teriminin hakimiyeti görünürde söz konusu değilmiş gibi ise de, Avrupa kimliğinde Hıristiyanlığın hala en temel öğe olduğu (Casanova, 2008:65), Avrupa kimliği ve kültürünü şekillendirdiği ve Avrupa’ya ilişkin birlikteliği oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir. Avrupa’da, Türklerin farklı bir dine ve böylece farklı bir kültüre mensup oldukları, yani Hıristiyan olmadıkları ve bu nedenle Avrupa’nın bir parçası olamayacakları görüşü aslında zihinlere yerleşmiş bulunmaktadır; ancak pek açıktan dillendirilmez. Bu sterotipik, yani basmakalıp düşünceler, “Türklerin farklı bir kültüre ve yaşam biçimine sahip oldukları” ve “Avrupa ile aynı tarihi ve değerleri paylaşmadıkları” gibi söylemlere şeklinde ifade bulmaktadır. Bu tür söylemler de temelde kaynağını Hıristiyanlıktan almaktadır. Ama Avrupa kamuoyunda Türkiye’nin üyeliğine ilişkin tartışmalarda, Hıristiyanlık söyleminin bizzat kendisi değil, onun sekülerleşmiş şekilleri olan “kültürel fark”, “yaşam biçimi” gibi kavramlar sıkça gündeme gelmektedir. Bu da Avrupa ile Türkiye arasındaki asıl sorunun “dinsel” olduğu, ancak bu dillendirilemediği için sorunun, kültürel fark ve yaşam biçimlerinin bir- 201 202 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu birine uygun olup olmadığı sorusuna tercüme edilerek dillendirildiğine işaret etmektedir (Yeğenoğlu, 2005:97). Asad’ın “Avrupa’nın Türkiye’ye ilişkin kuşkusunda, uluslararası yasa geleneğiyle korunan ama seküler bir lisanla yeniden dile gelen şey Hıristiyan tarihtir” (2002:219) yönündeki açıklamaları da bu tezi destekler mahiyettedir. Avrupa’nın bu ana kadar uyguladığı genişleme politikası ve stratejisine bakılırsa, bu kuşkunun çok da yersiz olmadığı söylenebilir. Ama yine de dikkatli olmakta fayda vardır. Çünkü Avrupa tek bir bütünü veya sabit bir kimliği temsil etmemektedir. Bu nedenle, her ne kadar Avrupa kimliğinin bugün için tek ve sabit bir söylemi oluşturulmaya çalışılıyor ise de, bunun henüz netleşmediği çok rahatlıkla söylenebilir. Ancak yine de bu noktada Avrupa Birliği içerisinde farklı oluşumlar söz konusu olsa da, konu Türkiye olunca, Avrupa Birliği’nin farklı olduğu için Türkiye’yi dışlayan, kuşkuyla bakan bir Avrupa söylemini terk ettiğini söylemek de mümkün değildir. 2. Avrupa’da Türkiye Tartışması 17 Aralık Zirvesinde 3 Ekim 2005 tarihi, tam üyelik perspektifiyle müzakerelerin başlama tarihi olarak belirlenmiş ve 3 Ekim toplantısında da teyit edilmiş ise de, Avrupa, 17 Aralık ile 3 Ekim tarihleri arasında Türkiye’nin tam üyelik sürecini de ileride etkileyebilecek beklenmedik gelişmelerle karşı karşıya kalmıştır. Avrupa Birliği’nin kurucu üyelerinden olan Fransa ve Hollanda’da, AB Anayasa metnine ilişkin yapılan referandumlar sonucu ortaya çıkan “hayır”, hem Fransa ve Hollanda’da; hem de Avrupa Birliği’nde çok ciddi bir krizi ve “Avrupa’nın geleceğinin nasıl şekilleneceği sorusu üzerinde çok ciddi bir tartışma ve mücadele dönemini başlatmıştır (Keyman, 5 Haziran 2005). Her ne kadar Türk kamuoyunun belli bir kesimi, Fransa’da ve Hollanda’da yapılan AB Anayasası referandumların olumsuz sonuçlarının “Türkiye’yi çok da etkilemez” düşüncesini dillendirse de, Avrupa’da yükselen sesler, durumun pek de böyle olmadığı yönünde işaretler verir niteliktedir. The Guardian, Times, Le Monde (30 Mayıs 2005) gibi Avrupa’nın önde gelen basın organları yorumlarında, Fransa ve Hollanda’da ortaya çıkan “hayır” sonucunun, hem Avrupa’nın genişlemesine onay verilmediği, hem de Türkiye’nin üyeliğinin kabul göremediği anlamına geldiğine vurgu yapmaktadırlar. Avrupanın Din Korkusu: Fransa’da ve ardından Hollanda’da yaşanan bu olumsuz gelişmeler sonucu, Avrupa’da Türkiye’nin üyeliğine açıktan destek verenler dahi, Türkiye’ye karşı tavır alma eğilimine girmişler ve Türkiye’nin üyeliğinin yeni koşullar ile ilişkilendirileceğini ifade etmeye başlamışlardır. Başta Fransa olmak üzere, Türkiye’nin üyeliğine pek de sıcak bakmayan Avusturya, Hollanda ve son zamanlarda bu kervana eklemlenen Almanya, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik yerine başka formüller üretmekten geri durmamaktadırlar. Nitekim Fransa bu konuda anayasal bir düzenlemeye de gitmiştir. Türkiye AB’nin tüm isteklerini harfiyen yerine getirse dahi 10-15 yıldan önce gerçekleşmeyecek bir üyelik için Fransa’da şimdiden anayasaya referandum maddesinin eklenmesi Fransa’nın siyasi aktörlerinin, Türkiye’nin AB üyeliğine şüphe ile yaklaştıklarını ve Türkiye’nin önüne bir engel koyma çaba ve gayreti içerisinde olduklarını göstermektedir. Zira Klau’nun da belirttiği gibi, “Fransız halkının 10 veya 15 yıl sonra 75 milyonluk nüfusa sahip olan Türkiye’nin AB üyeliğine “Evet” diyeceğini düşünmek, bugünkü bakış açısıyla yalnızca bir hayal ürünüdür. Buna yalnızca Fransa’daki köklü İslam karşıtlığı değil, aynı zamanda 350 yıldır öncülük ya da önderlik saplantısı bulunan bir ulusun, AB içindeki mücadelelerde, ikinci sıradan üçüncü sıraya düşmesini kabul etme zorunluluğu da bir engel teşkil etmektedir. Fransa’da böyle bir bilinç değişimi için 10-15 yıl çok kısa bir süredir” (13 Ağustos 2005). Türkiye’nin AB ile yürüttüğü ya da yürütür göründüğü üyelik müzakerelerin tam üyelik ile sonuçlanıp sonuçlanmayacağı sorusu belirsizliğini korumaktadır. Gelinen noktada bunun daha da belirsizleştiğini söylemek mümkündür. Çünkü Avrupa, siyasi krize neden olan ekonomik krizin üstesinden gelmekten zorlanmakta ve AB üyesi birçok ülke, kendi halkına Avrupa Birliği’nin gerekliliğini anlatmakta zorlanmaktadır. Bu açıdan belki Avrupa Birliği, siyasi bir birlik olmaktan çıkıp, farklı bir şekil alabilir. AB, nasıl bir boyut kazanır ya da nasıl bir şekil kazanırsa kazansın, AB’ye üyelik hedefini her zaman korumalıdır. Ancak bu şekilde Türkiye, AB’nin kendini beğenmişliğini kırabilir, AB ile eşit bir partner olarak müzakere de yer alabilir. Türkiye’nin AB’ye üyelik hedefini koruması, AB’nin kendi kimliksel sorunu ile yüzleşmesine ve ayrıca pek söylemeye yanaşmadığı tüm eylem, düşünce, fikir ve davranışlarını inşa ettiği Hıristiyanlık gerçeğini de alenen kabul etmesine yol açabilir. 203 204 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Avrupa’da 17 Aralık sonrası başlayan ve AB Anayasası referandumlarından sonra artarak devam eden ve 3 Ekim toplantısına da damgasını vuran “Türkiye tartışması”, aslında Avrupa liderlerinin Türkiye’nin AB’ne üyeliğine ilişkin endişelerinden tam olarak kurtulmadıklarının işaretidir. Bu kararsızlık hala sürmektedir. Bunun da temel nedeni, her ne kadar açıktan dillendirilmese de, onların gözünde AB, bir medeniyet projesidir ve bu proje, üyeliğin siyasi kriterlerini işaretleyen Kopenhag kriterlerine indirgenemez oluşudur. Bu açıdan bu projeye, yalnızca buraya ait olan dâhil olmalı, ötekiler dışarıda kalmalıdır. Avrupa’da da siyasi elitlerin ve kamuoyunun büyük çoğunluğunun, Türkiye’nin üyeliği konusunda kafaları oldukça karışıktır. Hıristiyan dünya gözünde Türkiye ve Türkler yalnızca “dinsel öteki”yi değil aynı zamanda “kültürel ve siyasi öteki”yi temsil etmektedir. Bunda Türkiye ve Türklere karşı ezeli ve ebedi önyargıların rolü inkâr edilemez. Bu nedenle Avrupa’da bir yandan kuşku ve korkuyla mesafeli yaklaşılması gerekliliğine işaret edilerek “Türklerin Avrupalı gibi davranmadığı müddetçe” ya da tersinden okursak, “Türklerin İslami kimlikten vazgeçmediği müddetçe” Avrupa’da yeri olmadığı söylemi dillendirilmektedir. Diğer yandan da 11 Eylül sonrası Dünyada, eğer Avrupa evrensellik iddiasında bulunmak istiyorsa, o zaman öteden beri kültürel ve siyasi öteki olarak gördüğü Türklere ve Türkiye’ye kapılarını kapatmaktan ziyade sonuna kadar açmasının bir gereklilik olduğuna vurgu yapılmaktadır. İşte Avrupa esas çelişkiyi bu noktada yaşamakta ve daha çok pragmatik açıdan şimdilik Türkiye ile müzakere sürecini devam ettiriyor“muş” gibi bir görüntü vermeye çalışmaktadır. Aslında müzakereler çoktan tıkanmıştır. Bunun hem Avrupa, hem de Türkiye farkındadır ve sanki süreci zamana bırakmışlar gibi bir izlenim vermektedirler. Türk hükümeti, bugün itibariyle AB üyesi ülkelerin mevcut tutumundan da hareketle bu süreçte AB’nin istek ve beklentilerini karşılamanın, Türkiye–Avrupa ilişkilerinin geleceğine olumlu yansıyacağını pek düşünmediği gözlemlenmektedir. Hükümet, AB ile ilişkilerin giderek tek yönlü bir yolu andırdığı ve bu nedenle de müzakereleri sanki bekletmeye almış gibi bir izlenim vermektedir. Hükümet, bu tutumunda da pek haksız sayılmaz. Çünkü AB, 17 Aralık ve de 3 Ekim’de, “müzakerenin ucunun açık olacağı” ve “sonucunun önceden garanti edilemeyeceği” hususuna özenle vurgu yapmıştır. Dolayısıyla Türkiye; hem 17 Aralık’ta ve 3 Ekim’de, hem de Katılım Ortaklığı Belgesinde öne sürülen koşulları olduğu gibi kabul etse dahi, müzakere sürecinin belirlenen yol haritası içinde seyredip et- Avrupanın Din Korkusu: meyeceği ve müzakerelerin tam üyelik ile sonuçlanıp sonuçlanmayacağı oldukça belirsizdir. Bu belirsizliğin temelinde ise, AB içinde Türkiye’nin tam üyeliğinin hala kabul edilememesi ve bazı AB üyesi ülkeler tarafından hala sindirilememesi gerçeği yatmaktadır (Keyman, 10 Eylül 2005). Bu durumu 17 Aralık kararına eklenen bazı maddeler açıkça ortaya koymaktadır. AB’nin 17 Aralık kararına kattığı bazı “ek maddeler”, Türkiye’nin farklı olduğunu söyleyen söylemin izdüşümüdür. Bu bağlamda 17 Aralık karar metnini okurken Avrupa’nın Türkiye’ye bakışındaki “farklı olanı ötekileştirici ve dışlayıcı” içeriği göz ardı edilemez ve bu 17 Aralık kararının Türkiye’nin Avrupalılığının teyidi gibi görmek aceleci bir tutumdur, AB’nin Türkiye’yi dönüştürecek “temel aktör” konumuna sokulmaması ve AB’ye Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve kültürel sorunlarının çözümünde “abartılı bir önem” atfedilmemelidir (Keyman, 2005:95). Avrupa, Türkiye ile müzakerelerin tam üyelik perspektifiyle başlatılması kararını henüz içine sindirmiş, ya da kendi deyimleriyle hazmetmiş değildir. Bu nedenle Avrupa’da her gün din-şiddet ilişkisini ya da dinler arası diyaloğu konu edinen kongre ve konferansların sayısında müthiş bir artış söz konusudur. İslam’ı kendisine konu edinen kuruluş ve organizasyonların sayısı da mantar gibi çoğalmaktadır. Tüm bunlar, İslam’ı anlama çabasından ortaya çıkmış değildirler. Tam aksine bunlar İslam ile Avrupa’nın farkını ortaya koyma hedef ve gayesi ile kurulmaktadırlar. Başka bir deyişle, Avrupa’da dine ilgi, aslında İslam’ı ve dolayısıyla Türkiye’yi dışlama eğilimi ve arzusu temelinde ortaya çıkmaktadır. Aslında Avrupa’da yürütülen Türkiye tartışmasında Türkiye’ye karşı öne sürülen ve pazarlık konusu yapılan tüm koşullar, teferruattan ve mümkün olduğu ölçüde Türkiye ile müzakerelerin uzatılmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Çünkü Avrupa; kendisini nasıl algılayacağı, tanımlayacağı ve konumlandıracağı konusunda henüz bir karar vermiş değildir. Başka bir deyişle Avrupa geleceğinin nasıl şekilleneceği konusunda henüz bir uzlaşı ve fikir birlikteliğine ulamış değildir. Burada şunu da açıkça belirtmek gerekir ki, Avrupa, Avrupa’da Türkiye tartışması başlamadan önce kendi kimliğinin tarihsel ve kültürel olarak belirlediğini düşünmekte ve tek yapması gerekenin yayınlar, filmler vs. yoluyla bunun benimsetmesini sağlamak olduğunu düşünüyordu. Avrupa, Avrupa Birliğini “seküler Roma” olarak tanımlamış ve bunun inşasına koyulmuştu (Arslan, 2009:74). Ancak Avrupa’daki Türkiye tartışması ve Avrupa’da yaşanan ve dalga dalga neredeyse AB üyesi tüm ülkeleri sarmalayan ekonomik kriz, Avrupa’nın kendi içinde uzun süredir var olan ama ifade edilmekten kaçınılan farklı al- 205 206 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu gılama, tanımlama ve konumlandırma biçimini iyice su yüzüne çıkarmış ve meşruluk sorunu da beraberinde getirmiştir. Hatta denilebilir ki, Avrupa’da AB’nin bugünkü yapısı ve işleyişine yönelik ciddi tartışmalar da başlamış ve buna bağlı olarak da ideolojik bölünmeler ortaya çıkmıştır. Şu anda bir türlü engellenemeyen ekonomik kriz, Avrupa Birliği üyesi ülkeler ve toplumlar arasındaki ayrışmayı ve bölünmeyi daha da güçlendirmektedir. Öyle ki Habermas dahi, Humboldt Üniversitesinde verdiği bir tebliğde, Avrupa Birliği’nin bugünkü siyasi aktörler ile ayakta kalmasının mümkün olmayacağı kehanetinde bulunmuştur (2011). Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik süreci de bu gelişmelerden büyük çapta etkileneceği açıktır. Avrupa’nın kendi iç meselesini ve geleceğini, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da Türkiye üzerinden tartışmaya devam etmesi, ülkemizde Avrupa’ya karşı toplumsal tansiyonun yükselmesine yol açması ihtimalini beraberinde getirmektedir. Ayrıca AB’nin Türkiye’den üyelik için, başta azınlıklar konusundaki talep ve önerilerinin Türkiye’de gergin bir atmosfer oluşumunu tetiklemesi de muhtemeldir. Bunun şu anda, bir ara Avrupa Birliğini Türkiye’de laisistlerin uyguladığı baskıdan kurtulmak adına tek çare olarak gören siyasi iktidarın da, farkında olduğunu düşünüyoruz. Siyasi iktidarın AB’nin başat ülkeleri konumundaki Almanya ve Fransa’ya karşı ortaya koymuş olduğu tavır bunun açık göstergesidir. Bunun ötesinde ülkemizde yapılan kamuoyu araştırmaları da, Türk halkının Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda da eskisi gibi heyecan duymadığı ve buna bağlı olarak da pek fazla destek vermediğini ortaya koymaktadır. Yıllar itibariyle Türk halkının Türkiye’nin AB’ye destek oranı sürekli düşüş eğilimi göstermektedir. 2004 ve 2005 yıllarında destek oranı yüzde 60’larda seyrederken, bugün bu destek oranı yüzde 50’nin altında seyretmektedir (Gökçe, 2007, 2010). 3. Türkiye’nin AB’ye Bakışı Hükümetin, AB üyeliği politikasının hedefi, Avrupa’daki gelişmeler doğrultusunda biraz eksen kayması yaşamış gibidir. Hükümetten ziyade bir kısım medya personeli, kamuoyu yapımcısı, AB’yi Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarını çözüme kavuşturacak, böylece Türkiye’yi “dönüştürecek” baş ve temel aktör olarak görmektedirler ve bu nedenle siyasi iktidarı da bu konuda yeterince irade göstermediği gerekçesiyle eleştirmektedirler. Diğer bir kesim de, AB’nin dağılma sürecine girdiği ve bu nedenle Türkiye’nin AB ile ilişkilerini kesmeden Avrupa’nın dışındaki ülkelere yönelmesi, açılması gerektiğinin altını çizmektedirler. Kamuoyunda dillendirilen bu iki seçenek de pek gerçekçi Avrupanın Din Korkusu: gözükmemektedir. Avrupa Birliği dağılsa da, belirli kriterler ekseninde yeniden yapılanacaktır kuşkusuz. Bu nedenle “Avrupa Birliği parçalanıyor” gibi söylemlere çok itibar edip, Avrupa Birliği hedefini gözden kaçırmamak gerekir. Diğer yandan ise, Avrupa Birliğine hak etmediği anlam ve rol de atfedilmemelidir. Türkiye’nin AB’ye üyeliği karşılıklı bir nikâh gibi, her iki tarafın isteği ile gerçekleşecek bir husustur. AB’nin bugün ortaya koymuş olduğu kendinden menkul, dayatmacı, aşağılayıcı, karşılıklı hassasiyetleri dikkate almayan tavrı, zaten bu ilişkilerin tam üyelik açısından çok da gelecek vaat ettiğini göstermemektedir. Bu nedenle Türkiye AB ile müzakere sürecini, karşılıklı yarar, katkı ve saygı eksenine oturtmak zorundadır. Müzakere sürecinin başlarında bundan uzak bir görüntü sergilenmiş olsa da, hükümet şimdi buna özen göstermektedir ve her ne pahasına olursa olsun AB’ne üyelik dememektedir. Aslında Türkiye’nin AB’ne üyeliği, Türkiye için ne kadar önemliyse, Avrupa Birliği açısından da o derece, hatta daha da önemlidir. Çünkü Avrupa Birliğinin gerçekten bir medeniyet projesi olup olmadığı sorusunu, Türkiye düğümü çözecektir. Avrupa bugün hala tarihi mirasının tutsağıdır. Bu nedenle de bünyesinde barındırdığı yaklaşık 15 milyondan fazla Müslüman kimlikli başta Türkler olmak üzere diğer ülkelerden göçmenleri hala kabullenememiş, onlara normal vatandaş statüsü verememiştir. Aksine Avrupa’da Müslümanlar giderek teröristler ile eşanlamlı olarak görülmekte ve buna karşı da pek fazla bir önlem alınmamaktadır. Bu da, Avrupa’nın sözde karşı olduğu kültürel bloklaşmaya gerçekten özününde de karşı olup olmadığı sorusunu gündeme getirmektedir. Türkiye’nin üyeliği, bu sorunun yanıtını belirleyecektir kuşkusuz. Avrupa’nın, kendisini Hıristiyan kulübü olarak algıladığı müddetçe, kendisine atfettiği uluslararası güç olma özelliğini yakalaması mümkün olmayacaktır. Avrupa Birliği’nin uluslararası arenada alternatif bir güç oluşturma kapasitesi de, yine Türkiye’nin üyeliği ile çok yakından ilişkilidir. Bu açılardan Avrupa’nın bize, bizim onlara olduğundan çok daha fazla muhtaç olduğu algısı oluşmaktadır. Bu algı doğru da olsa, yanlış da olsa, doğru olan tek şey, Türkiye’nin de Avrupa Birliği ile ilişkilerini en üst seviyede yürütmesi ve AB ile tam üyeliği hedeflemesidir. Bunun da temel nedeni, yüzyıllardır iç içe geçmişliğin oluşturduğu karşılıklı bağımlılık ve etkileşim alanlarının son derece fazla olmasıdır. Hem Avrupa, hem de İslam dünyasının başlıca temsilcisi konumundaki Türkiye tarihsel olarak birbirine bağlanmıştır ve bu bağlılığı daha da güçlendirmekle yükümlüdürler. İlişkilerde zaman zaman yaşanan inişli-çıkışlı gelişmeler, 207 208 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Avrupanın Din Korkusu: moral bozucu nitelikte ya da hayal kırıcı olsa da, bu ilişkinin güçlendirilmesi insanlık adına bir görevdir. laylı olarak Türkiye’nin Hıristiyan Avrupa için bir tehdit oluşturduğu tezi sürekli gündemin ana maddesini oluşturmaktadır. Bugün AB nasıl geleceğini tartışıyor ise, bizim de geleceğimizi tartışma hakkımız ve gelecek tasavvuru planlaması yapma zorunluluğumuz vardır. Bu planda kuşkusuz hem ABD, hem de AB, hem İslam Ülkeleri, hem Türk Cumhuriyetleri, hem Rusya hem de diğerleri Türkiye açısından kabullenilmesi gereken dışsal bir veri olacaktır. Bunlar arasında AB ve ABD, hem siyasi, hem ekonomik açıdan diğerlerine kıyasla biraz daha önemli bir konuma sahiptir. Bu nedenle her ikisini dikkate almadan politikalar ve stratejiler geliştirmek Türkiye’ye çok fazla bir katkı sağlamayacaktır. Bugün Türkiye-AB arasındaki ilişki sanki soğumaya terk edilmiş gibi bir izlenim vermektedir. Bu bugünkü koşullarda belki mantıklı ve meşru olarak nitelendirilebilir. Ancak uzun vade de bunun Türkiye’nin konumuna engel teşkil edebileceğini de göz ardı etmemek gerekir. Bu nedenle her iki tarafın rızası ile oluşan soğuk-ilişki-görünümü bertaraf edilmeli diye düşünüyoruz. Buna ek olarak bir de Türkiye’nin uzun vadeli ve kapsamlı bir AB politikası ve stratejisi geliştirmesi de kaçınılmaz gözükmektedir. Avrupa’da Türkiye tartışması, Avrupa’nın siyasi boyutta parçalanmış bir yapıya, kültürel boyutta da bölünmüş bir kimliğe sahip olduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca tartışma, Avrupalıların Avrupalılık kimliğinin sınırlarının nasıl belirleneceği, bu kimliğin dine mi, evrensel insan haklarına mı, liberal değerlere mi, siyasi demokrasinin evrenselliğine mi, yoksa çok kültürlülüğe mi dayandığı sorusunu cevaplandırmaktan çok uzak olduğuna işaret etmektedir. Avrupalı elitler, ne tam olarak Papanın “Avrupa Hıristiyan kulübüdür” söylemine destek vermekte, ne de bunu tam olarak reddetmektedirler. Avrupalılar, ciddi bir çıkmazla karşı karşıya oldukları gibi kendi içinde çelişkiyle dolu bir gerçekliğin esiri konumundadırlar. Bu nedenle Türkiye, Avrupa’yı içinden çıkılmaz bir duruma sürüklemiştir. Avrupa’nın, kendi kimlik tartışmasını Türkiye üzerinden yürütme çabası ve gayreti de, Avrupa’ya maliyet-fayda analizi açısından bakıldığında beklediği faydayı sağlamamıştır. Aksine Türkiye, bu tartışma sürecinden daha karlı çıkmış gözükmektedir. Türkiye, bir yandan Avrupa’ya çifte standartlı olduğu ve işine göre davrandığını göstermiş ve buna bağlı olarak da kendisinin de durum ve şartlara göre davranacağını ilan etmiş; diğer yandan Avrupa’nın kendisine hiçbir şey dikte edemeyeceğini de tüm dost ve düşmana ilan etmiştir. Dolayısıyla Avrupa’daki Türkiye tartışmasının, Türkiye’yi daha güçlü kıldığı rahatlıkla söylenebilir. Avrupa ise, içinde düştüğü kimlik krizinden nasıl çıkacağı ile ilişkili olarak daha çok kafa yoracağa benzemektedir. Çünkü Türkiye gerçeği Avrupalıların Avrupa’yı, bir yandan Hıristiyan bir Avrupa olarak, diğer yandan da seküler bir Avrupa olarak tanımlamasını imkânsız kılmıştır. Buna karşılık Türkiye ise, Müslüman-demokrat bir Türkiye’ye evrimle yolunda hızla ilerlemektedir. Avrupa’nın esas korkusu da budur aslında. Çünkü Avrupa, bugünkü konumuna Türkiye’nin şimdi yaşadığı süreci arkasında bırakarak gelmiştir. Avrupa, Türkiye’nin bugün yaşadığı süreci 19. yüzyılda yaşamıştır. Bu nedenle de Avrupa, Türkiye’nin gelecekteki olası konumundan ve potansiyelinden oldukça endişe duymaktadır. O’nun endişesi, Türkiye’nin Avrupasız da pekâlâ tek başına bir güç olabileceği öngörüsüdür. Bu da Avrupa’yı korkutmakta ve ürkütmektedir. Zira Avrupa, bir yandan reel politik açıdan Türkiye’ye ihtiyacı olduğu bilincindedir; diğer yandan ise bu gerçeklik onu çaresizlik duygusuna ittiği için çok kızdırmakta ve hiddetlendirmektedir. Bu nedenle de Avrupa, beklenin ötesinde bir Türkiye tartışması yaşamaktadır. Bu tartışma nasıl sonuçlanır bilinmez. Ama ger- Son Söz Avrupa halkının ve elitlerinin; Müslüman-demokrat bir Türkiye’yi çok istekli olmasalar da, AB’nin sınırları içerisine dahil edip etmeyecekleri ucu açık bir soru gibi gözükmektedir. Avrupa’nın Türkiye’ye karşı takındığı olumsuz tavırda bugüne kadar “azınlık hakları ihlali”, “Güney Kıbrıs Rum kesiminin tanınması gerekliliği”, “Ekümenlik”, “Ermenistan” gibi söylemler resmi boyutta gerekçe olarak öne sürülmüştür. Ancak yapılan açıklamalar, Avrupa’nın ciddi bir paradoks ve buna bağlı olarak kimlik krizi ile karşı karşıya olduğuna işaret etmektedir. Zira Avrupa, bir yandan Avrupa Birliği’nin “seküler, materyalist ve ateist” (Arslan, 2009:74) bir kurum veya pakt olduğu iddiasındadır ve dış dünyada da bu şekilde algılanmasını istemektedir; diğer yandan ise Avrupa, Avrupa Birliğini tarihsel ve kültürel bağlamda Batı İttifakı’nı temsil ettiği inancındadır. Bu ittifak’ın karakteristiği ise, din’dir. Avrupa’nın gerçekte dışarıya karşı pek dillendirmediği ama tüm eylem ve tutumlarının ana kaynağını oluşturan ve bu bağlamda Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yaklaşımını da belirleyen temel faktör, Hıristiyan dinidir. Aslında Avrupa, varsayıldığından çok daha fazla din devletidir. Bu nedenle Avrupa kamuoyunda, görünürde Türkiye’nin Batı medeniyetinden olmadığı görüşü işlenirken, aslında do- 209 210 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu çek şudur ki, Avrupa kendi eksenini yeniden tanımlamak zorundadır. Bir yandan kimlik tanımı, diğer yandan giderek içinden çıkılmaz bir hal alan ekonomik kriz, Avrupalıların gözünde Avrupa Birliğinin küresel bir pakt olma özelliğini ve meşruluğunu bitirecek gibidir. Bunun da hem Batı’da ve/veya Avrupa’da, hem Ortadoğu’da, hem de Balkanlarda Türkiye’nin konumunu güçlendireceği açıktır. KAYNAKÇA Arslan, Hüsamettin (2009): Jöntürkler, Jönkürtler, Muhafazakarlar, İstanbul: Paradigma. Asad, T. (2002): “Muslims and European Identitiy: Can Euroupe Represent Islam?”. Anthony Pagden (ed.): The Idea of Europe: From Antiquity to The European Union, (Cambridge: Cambridge University Pres), s. 209-228. Avrupanın Din Korkusu: Gökçe, G. (2010): “Türkiye’de Kurumlara Güvenin Yapısal Özellikleri ve Gelişimi”, Türk Kamu Yönetiminin Yapısal ve İşlevsel Sorunları, 5. Kamu Yönetimi Sempozyumu, Bildiriler Kitabı, Konya, ss. 167-176. Gökçe, G. & Gökçe, O. (2011): Avrupa’da İslam ve Türk İmajı, Ankara: Birleşik Yayınevi. Habermas, J. (2011): “Die Krise der europaeischen Union im Lichte einer Konstitutionalisierung des Völkerrechts”. Vortrag, HumboldtUniversitaet zu Berlin, 16. Juni. Huntington, S. (1993): “The Clash of Civilizations” Foreign Affairs 72. Keyman E. F. (12 Şubat 2006): 11 Eylül Sonrası ve Medeniyetler, Radikal Gazetesi. Keyman, E. F. (10 Eylül 2005): “Türkiye-AB İlişkilerinin Bugünü ve Geleceği” Zaman Gazetesi. Keyman, E. F. (19.06.2005): “Nasıl Bir Dış Politika”, Radikal İki. Atalay, İ. (2008): “Avrupa’da Türklere karşı Önyargıların Tarihsel Gelişimi ve Bunların yazınsal Yapıtlarda Yansıması”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 11, Sayı 1, ss. 39-48. Keyman, E. F. (2002): “Globalleşme Oryantalizm ve Öteki Sorunu. 11 Eylül Sonrası Dünya ve Adalet”, Doğu-Batı, Yıl 4, Sayı 20, ss.11-32. Berl, E. (1999): Atilla’dan Timur’a Avrupa ve Asya, (Çev G. Devrim), İstanbul: Doğan Kitapçılık. Keyman, E. F. (2006): Değişen Dünya, Dönüşen Türkiye. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. Casanova, J. (2008): “Religion and Democracy in Europe”, Eds. Motzkin, G. And Fischer, Y., Religion and Democracy in Contemporary Europe, London, ss. 63-74. Keyman, E. F. (5 Haziran 2005): “Avrupa’nın Geleceği ve AKP”. Radikal Gazetesi. Connoly, W. E. (1995): Kimlik ve Farklılık, (Çev. F. Lekesizalın), İstanbul. Çırakman, A. (2001): “Avrupa Fikrinden Avrupa Merkezciliğe”, DoğuBatı, S: 14 2001/1, Ankara, ss. 28-46. Delanty, G. (1995): Inventing Europe: Idea, Identity, Reality. (London: Mac Millan Pres). Deltombe, T. (2005): L’Islam imaginaire. La construction m”diatique de I’Islamophobie en Franc. 1975-2005, Paris. Erdemir, F.H. Burak (2005): Avrupa Kimliği. Ankara: Ümit Yayıncılık. Gökçe, G. (2006): “Türkiye-AB İlişkileri: AB Üyelik Sürecinin Türk Kamu Yönetimi Üzerine Olası Etkileri”, O. Gökçe/U. Demiray/E. Sözen (ed.): Türkiye’nin ABD ve AB Denklemi, ss. 243-288. Gökçe, G. (2007): Güçlü ve Zayıf Devlet Tartışmalarında Bağlamında Türkiye, Konya: Çizgi Kitabevi. Keyman, E. Fuat (2005): Değişen Dünya Dönüşen Türkiye. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 98. Keyman, E.F.(2005): “Türkiye-AB İlişkileri; Kültürel Farklılık Ekonomik İstikrar, Demokratikleşme” Mercek Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası, Yıl 10, S. 38, Nisan, ss.93-96. Marchetti, S. (2005): “Avrupalıların Gözüyle Türkler”. O.Kumrular (ed): Dünyada Türk İmgesi. İstanbul: Kitap Yayınevi, ss. 9-12. Övet, T. (2007): “Avrupa ‘Öteki’si”, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı 11, ss. 94-103. Ricci, G.(2005): Türk Saplantısı. Yeniçağ Avrupası’nda Korku, Nefret ve Sevgi. (Çev. K. Atalay), İstanbul: Kitap Yayınevi. Said, E. W. (1982): Oryantalizm (Doğubilim). Sömürgeciliğin Keşif Kolu. (Çev. N.,Uzel), İstanbul: Pınar Yayınevi. Servantie, A.(2005): “Batılıların Gözünde Türk İmajının Geçirdiği Değişimler”. O. Kumrular(ed): Dünyada Türk İmgesi. İstanbul: Kitap Yayınevi, s. 27-85. 211 212 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Batı’nın Ateist Literatüründe İslam Düşmanlığı Sodhie, K.S. & R. Bergius (1953): Nationale Vorurteile, Berlin. Todorov, T. (1980): Prēface, in Edward Said, L. Orientalisme, L’Orient crēē par L’Occident, Sevil. Tutal, N. (2003): “Doğu ve Amerika Arasında Avrupa”. Doğu-Batı, Yıl 6, S. 23, ss. 163-174. Tutal, N. (2006): Söylemler ve Temsiller, Fransızlar Türkleri Nasıl Anımsıyor ya da Fransız İmgeleminde Türkiye, Ankara. Anlaşmalar ve Kanunlar 2005 Türkiye Katılım Ortaklığı Belgesi, www.abgs.gov.tr/uploads/files/ KOB-2005-pdf. Avrupa Komisyonu Türkiye 2005 İlerleme Raporu, Brüksel 9 Kasım 2005, Gayrıresmi Tercüme, www.abgs.gov.tr/uploads/files/ilerleme_ Raporu_2005_tr.pdf. Müzakere Çerçeve Belgesi, Gayıresmi Tercüme, www.abgs.gov.tr/uploads/files/muzakere-cerceve.pdf. Türkiye İçin Müzakere Çerçeve Belgesi ve İlgili Diğer Belgeler, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Ekim 2005, http://ekutup.dpt.gov.tr/ab/ müzakere/cerceve.pdf. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Katılım Sürecine İlişkin 2004 Yılı İlerleme Raporu ve Tavsiye Metni. Avrupa Birliği ile İlişkiler Genel Müdürlüğü, Ankara 2004. http://ekutup.dpt.gov.tr Gazeteler Le Monde (30 Mayıs 2005) Radikal Gazetesi (2 Haziran, 5 Haziran ve 3 Ağustos 2005) The Guardian (30 Mayıs 2005) Times (30 Mayıs 2005) Zaman Gazetesi (12 Aralık 2004 ve 10 Eylül 2005) Gülise Gökçe (Doç. Dr.) Ladik (Samsun) doğumlu, Selçuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü mezunu olan Gülise Gökçe, aynı Üniversite’de Master ve Doktora eğitimini tamamladı. “Toplumun Devlet Algısı”, “Devletin İdari Kapasitesi”, “Güçlü ve Zayıf Devletin Özellikleri”, “Devlete Güven”, “Avrupa’da İslam ve Türk İmajı” (Orhan Gökçe ile birlikte) konularında kitap ve makaleleri bulunan Gülise Gökçe, “Türk İdare Tarihi”, “Türk Siyasi Hayatı”, “Küreselleşme-Devlet-Toplum”, “Demokrasi Teorileri”, “Kamu Yönetimi” konularında dersler vermektedir. Batı’nın Ateist Literatüründe İslam Düşmanlığı AYTUNÇ ALTINDAL Giriş Batı Hıristiyan Alemi’nin (Christendome),1 İslam dinine karşı beslediği düşmanlık duygusu, bu dinin ortaya çıktığı 7. yüzyıla kadar iner. İlkin, kendisini yeryüzündeki Manevi alanın bir ve tek sahibi olarak gören Roma Kilisesi2 tarafından başlatılmış olan bu düşmanlık, daha sonra yaygınlaştırılmış ve özellikle de 18. yüzyıldan itibaren Protestan, Anglikan, Lutheran, Presbiteryen, Babtist, Metodist vd. Avrupa ve ABD kökenli Kiliseler tarafından da istismar aracı olarak kullanılmıştır. Özellikle de İslamiyet’in önlenemez bir hızla yayılması ve Avrupa’nın sömürmekte olduğu doğal kaynakları zengin olan ülkeler de kendisine inananları çoğaltması bu düşmanlık duygusunu daha da derinleştirmiş ve körüklemiştir. Nihayet, 20. yüzyılda ortaya çıkan Filistin-İsrail çatışması son 60 yıl içinde “ İslamaFobi” akımının daha değişik bir boyut kazanmasına yol açmıştır. 15. Yüzyıldan itibaren Osmanlı-Türk ümmetine karşı yürütülen İslamafobi, 1945’den sonra özellikle İslam dinine karşı şiddetli bir uluslar arası kampanya haline gelmiştir. Bu değişim de iki faktör rol oynamıştır. Birincisi, Siyonistler tarafından, ikincisi, ise ateistler tarafından şekillendirilmiştir. 1950’li yıllarda İslamafobi en düşük seviyeye inmişti, bunun yerini o dönemde (1950-1980) çok etkili olan Sovyet tezi, yan,, “Sınıflar Arası Müca- 213 214 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu dele” almıştı. Siyonistler, bu tezin İsrail’in varlığı için bir tehdit ve tehlike olduğunu fark ettikleri için 1963’den itibaren bu Sovyet tezini çürüterek bunun yerine “Dinler Arası Mücadele” tezini ikame etmeye çalışmışlardı. Ve sonunda da başardılar. 1985’ten itibaren Siyonistler’in yönlendirmesiyle dünyada bir Müslüman-Hıristiyan çatışması fikri yerleştirilmeye başlandı. Özellikle de ABD’li Evangelist grupların mitolojik ve okültik Armegeddon Savaşı’nı başlatabilme tezi Siyonistler tarafından çok iyi değerlendirildi ve Medeniyetler çatışması tezini de atlayarak MüslümanHıristiyan Çatışması Tezi haline getirildi. Bu teze uygun yerel savaşlar çıkartıldı ve Müslüman ülkelerde yaşayan Hıristiyan azınlıklar kışkırtılarak yeni kukla devletler oluşturulmaya çalışıldı. İlk başarı Sudan’ın bölünmesiyle sağlandı ve yeni bir Hıristiyan Devlet kuruldu. Sırada Mısır ve bazı diğer Afrika ve Asya ülkeleri var. Ateistler tarafından başlatılan ve yürütülen İslamafobi ise ilk kez 17. yüzyılda fakat sadece münferit olarak İslamiyeti hedef seçmeden, üç Monotheist (Tek tanrıcı) dini hedef alarak ortaya çıktı. Bilinen ilk Ateist Layiha gizli olarak basılmış ve dağıtıldıktan sonra imha edilmesi istenmiş olan “ Üç sahtekar” 3 adlı bildiri metnidir. Bu gizli yayında Musa, İsa Mesih ve Hz. Muhammed hedef alınmıştır (BKZ. Dipnot). 20. yüzyılın başından itibaren Ateistler, yine sadece yayınlamışlar ve çeşitli dar kapsamlı yayın organlarında görüşlerini ve eleştirilerini açıklamışlardı. Bunların tamamı yaklaşık 100 kitap kadardır ve toplam etki alanı ise tüm dünyada 150-160 bin kişiden fazla olmamıştır. Nedir ki, kendilerini deklare Ateist olarak takdim eden bazı yazarlar özellikle de 1995’den günümüze kadar (2011) yazdıkları hacimli kitaplar da Yahudilik ve Hıristiyanlık eleştirilerine İslamiyeti de eklemeyi ihmal etmemişlerdir. Bu tebliğin öznesi de son 10 yıl içinde Batı’da yayınlanmış ve toplam 4 milyon okuyucuya ulaştırılmış olan üç deklare Ateist’in İslam-Düşmanlığı yapmak amacıyla yazdıkları kitaplardır. Günümüz Ateistleri ve İslamafobi Bu Tebliğ’in öznesi olan üç deklare Ateist, Richard Dawkins4, Chistopher Hitchens5 ve Michel Onfray6’dır. Ateistler’in İslam-Düşmanlığı yapmak amacıyla ele aldıkları konuları dört ana başlık altında toplayabiliriz. (NOT: Bu tebliğ’de yer alan İslamiyet karşıtı sözler ve kavramlar yazara değil, başta söz konusu olan bu üç Batı’nın Ateist Literatüründe İslam Düşmanlığı Ateist ile diğer İslam karşıtı kişilere aittir. Bunu bilinmesinde yarar görüyorum. A.A.). a) Ateistler tarafından İslam-Düşmanlığı yapmak amacıyla hedefe konulan ilk kitap Kuran-ı Kerim’dir. b) Ateistler tarafından İslam-Düşmanlığı yapmak amacıyla hedefe konulan ilk kişi, Hz. Muhammed’tir. c) Ateistler tarafından İslam-Düşmanlığı yapmak amacıyla hedefe konulan ilk kutsal metinler, Hadisler’dir. d) Ateistler tarafından İslam-Düşmanlığı yapmak amacıyla hedefe konulan ilk Dinsel-Siyasal örgütlenme, Dar-ul Harb/ Dar-ül İslam’dır. Şimdi, zorunlu olarak kısacası bu dört başlık altında topladığımız İslam-Düşmanlığı unsurlarını açayım. Birinci Hedef: Kuran-ı Kerim Ateistler, derinleme bir inceleme yapmaksızın Kuran’dan cımbızla bazı Sureleri ve Ayetleri haklı çıkarmak amacıyla ve açıkça söylemek gerekir ki, Propaganda amacıyla, biraz da anlam ve önemlerini tahrif ederek kullanmaktadır. Ateistler tarafından çokça ve sıkça kullanılan bazı Sure ve Ayetleri aşağıda sıralanmıştır. Şunu da belirtmeden geçmeyeyim ki, bu saydığım surelerin dışında başka Sure ve Ayetler de vardır ancak yer ve zaman sıkışıklığı nedeniyle bunlara girmiyorum. (NOT: Ateistler sadece Cihad için yazılmış 250 ayet olduğunu öne sürüyorlar). Ateistler tarafından Karşı-Propaganda, Karalama ve İslam-Düşmanlığı yapmak amacıyla seçilmiş olan Sureler ve Ayetler şunlardır. (NOT: En sık ve çok kullanılanlar). 1) Al-i İmran (3:110): Kitaba inandıkları halde yoldan çıkanlar için ceza. Ateistlerin yorumu: Din değiştirmeye kalkarsanız cezanız, idamdır!. 2) Nisa (4:3): Üç, dört eş almak bahsi. Ateistlerin yorumu: İslam’da Polygami serbesttir. Kadın değersizdir. 3) Nisa (4:161): Yahudilere azap vardır. Ateistlerin yorumu. İslam, ırkçı ve faşist bir dindir. 4) Maide (5:33): Peygambere karşı gelmek. Ateistlerin yorumu. Düşünce özgürlüğü yoktur. 5) Maide (5:72): Allah’a ortak koşmak. Ateistlerin yorumu: Dine inanmamak suçtur, işkence ve idamla cezalandırılır!. 215 216 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu 6) Yunus (10:73): Uyarıldıkları halde inanmayanlar suda boğulacak. Ateistlerin yorumu: Vicdan özgürlüğü yoktur. 7) Ra’d (13:16): Fidye verenlerin varacağı yer, cehennem. Ateistlerin yorumu: İslamiyet’te riya vardır. 8) Kasas (28:58) Nankörlük etmek. Ateistlerin yorumu: İslamiyeti beğenmemek suçtur, cezası evinin yıkılmasıdır. 9) Mü’min (40-71-72): Peygamberi yalanlamak. Ateistlerin yorumu: Boynuna halka ve zincir vurularak suda boğulmak cezasına çarptırılmak! 10) Tevbe (9:19): Cihad edene armağan. Ateistlerin yorumu: El-Kaide, Hizbullah ve Taliban işte bu Sureler ve Ayetlerle kendilerine taraftar topluyorlar!. İkinci Hedef: Hz. Peygamber Ateistler, Hz Peygamber’e buraya aktaramayacağım ağır karalama ve hakaretler yağdırmaktadırlar. Bir konuda ise ağız birliği halindedirler. Onlara göre Hz. Muhammed’in hiç değilse anası, babası, kabilesi, milliyeti bellidir. Tüm hayatı belgelenmiştir. Her sözü, yanlış veya doğru kayıt altına alınmıştır ve bu nedenle her konuda ki görüşleri beğenilebilir veya beğenilmez, eleştirilir. Oysa başta Yahudi Peygamberi olmak üzere İsa Mesih hakkında onun gerçekten de yaşadığını ve mucizeler yarattığını kanıtlayan tek belge yoktur. Hz. Muhammed’in varlığı su götürmeyecek kadar gerçekken, İsa Mesih diye tanıtılan kişinin varlığı hiçbir şekilde gerçek değildir. Ancak Hz. Muhammed ile ilgili ağır ve haksız ithamlarını aktarmak istemiyorum. Üçüncü Hedef: Hadisler Ateistlere göre Şeriat’ın iki sütunundan biri olan Hadisler toplam altı cilt tutmaktadır ve bunların pek çoğu da “Yalan” dır. Sahih-i Buhari’ye çok az değinirken, Rıza Aslan’ın ve Malik Cebel’in kitaplarını öne sürerek, bunlardan yaptıkları alıntılarla İslam dininin hayatın tamamını denetim altında tutmak istediğini ve insanları Cihad ettirerek ölüme gönderdiğini, bu nedenle de bu uydurma (Tevatür) Hadisler aracılığıyla İslam dininin gerçekte Müslümanların sandıkları gibi bir “Müsamaha:Tolerance” ve “Barış” dini değil, tam tersine, bir “Ölümüne Tapıcılık” dini olduğunu öne sürmektedirler. Ateistlere göre sadece Kuran değil, Hadisler de insan- Batı’nın Ateist Literatüründe İslam Düşmanlığı ların hayatlarını bir hapishaneye çevirmektedir. Bu meyanda Ateistler en az 250 Hadis kaynak gösterebilmektedirler. Dördüncü Hedef: Dar-ül İslam Ateistlere göre: İslamiyet bir din değil bir ideolojidir ve Hz. Muhammed de gerçekte usta bir Stratejist ve Kurnaz bir Politikacıdır, Peygamber olmaktan çok. Ateistlere göre: İslamiyet tarihteki ilk örgütlü Faşizm’dir. Hıristiyanlık ve Yahudilik Vahşet ve Terör Dini’dir, fakat İslamiyet, Anayasası olan (Şeriat) Teokratik bir Faşist Devlet Modelinin tarihteki ilk örneğidir. Ateistlere göre: Dar-ül Harp ve Dar-ül İslam kavramları insanlığı bölen, kendisinden olmayanları öldürmeyi sevap sayan, (bu konuda Surelerden ve Hadislerden seçilmiş ayetler aktarırlar) onları iktisadi, kültürel ve toplumsal yoksulluğa iten bir İdeoloji’nin temel direkleridir. Dar-ül İslam’ı hayata geçirmiş ve uygulamış olanlar Osmanlılar’dır. Dolayısıyla, Osmanlılar ve Türkler, Hilafet aracılığıyla sadece Dar-ül İslam için geçerli “Değerler sistemi” (Axiology) ve “Atıflar” zinciri (Heuristic) oluşturmuşlar ve kendilerinden olmayan Yahudi ve Hıristiyanlara zulmetmişler, “ Zımmi vergileri aracılığıyla onları soyup, kendilerini zenginleştirmişlerdir”. Ateistlere göre: Dar-ül İslam, Hilafet ve Ummet kavramlarıyla bağlantılıdır. Bunların egemen oldukları yerlerde ne Sekülerleşme, ne Modernizm, ne Demokrasi, ne İnsan Hakları ne de Hukukun Üstünlüğü gibi “Yüksek Evrensel Değerler” bulunabilir. Örnek ülkeler, İran, Sudan, Suudi Arabistan, Mısır ve Libya’dır (artık değil!) . Dar-ül İslam’a bağlı Müslüman Ümmeti’ne Batı’nın bu Yüksek Değerlerine cebren ve hile ile sokmak Müslümanları saldırganlaştırmaktan öteye bir anlam taşımaz. Ateistlere göre: İslami Şeriat anlayışı ve Dar-ül Harb geleneği Hitler ve benzeri diktatörleri çok etkilemiştir. İslam, bizatihi Anti-Semitik bir dindir ve Hitler ve çetesi bu nedenle Müslümanlara gıbta etmişler ve onların yapamadıklarını yaparak 6 milyon Yahudi’yi yok etmişlerdir. İslami Faşizm, gerçekte, Hitler Almanya’sında Nazizm’e kaynaklık eden ana şartellerden biri olmuştur. İslamcı Anti-Semitizm ile Nazi Anti-Semitizm’i arasındaki tek fark birincisinin Kuran ve Hadislere dayandırarak Anti-Semitik oluşu ile ikincisinin Katolik doğmalarına bağlı kalarak Anti-Semitik oluşudur. Şu hiç unutulmamalıdır ki, Vatikan ve Papa XII Pius, Hitler’e hayranlık besliyorlardı. Bunun kanıtı da Hitler’in ölüm haberi gelince dünyadaki 217 218 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu tüm Katolik Kiliselerinde özel yas ilan edildi ve “Mass” (dini tören) düzenlenmesi emredildi. Ayrıca, Vatikan’ın ünlü yasak kitaplar “index”ine, pek çok felsefecinin kitabı konulmuşken, Hitler’in “Mein Kampf” (kavgam) kitabı alınmamıştır. Diğer bir deyişle Katpliklerin, Hitler’in Kavgam Kitabını okumaları serbesttir. (NOT: Hitler de Katolik’ti.) Ve son olarak Ateistlere göre: İslam dini, Modernizm ve Reforma izin vermeyen bir “Kabile” dinidir. Yerel değerler, ebediyen geçerli olmaları koşuluyla, Evrenselleştirilmişler ve günümüzden 1400 öncesinin Arabistanı’nın küçük yerleşim birimlerinde uygulanan “Kısasa-Kısas” sistemi, dar görüşlülük, Seçkinlik, Kibir (tıpkı Yahudilerde olduğu gibi) ve Zalimlik 21. yüzyılda da egemen olsun diye çabalamaktadır. Bu nedenle Müslümanların Çağdaş, Uygar ve Ateist bir Avrupa’da yerleri yoktur ve olmamalıdır. (Not: Bu bahiste atıflar Türkiye içindir). Sonuç: Ateistlerin İslam-Düşmanlığı konusunda bu Tebliğ bir ilktir. Dolayısıyla ayrıntılı değil çok ayrıntılı değil fakat metodolojik yaklaşım anlayışıyla kaleme alınmıştır. Ateistlerin İslam-Düşmanlığı sadece onların yazdıkları kitaplarda veya makalelerde kalmamakta gündelik basına, televizyonlara ve filmlere aktarılmaktadır. İslamiyeti, Faşizan bir Din olarak göstermek onu Nazizim gibi lanetlemesi bir ideoloji ile Aş-Değerde görmek, geçmişte kiliseler tarafından yapılırken, günümüzde artık Ateistler tarafından yapılmaktadır. Bu gelişmelere ilgisiz ve kayıtsız kalınırsa ne olur? Bunları birkaç ana başlık altında toplayarak bitiriyorum. a) Giderek Müslüman ülkelerde Ateist olduklarını düşünen yarım yamalak bilgilendirilmiş kişiler, Batı’nın Medya’daki ajanları ve “Hain Kontenjanı” aracılığıyla Batı Emperyalizmi tüm İslam coğrafyasında kendi “Göze görünmeyen Kiliselerini/ Invisible Church” kurmak için gerekli olan zemine kavuşurlar. Hiç unutulmasın ki, aklı karıştırılmış ve inanç sistematiği sarsılmış topluluklar Baskın Dinlere yenik düşerler. Örnek, bin yıllık geleneğe sahip olan Roma İmparatorluğu sadece 14 yıl içinde, hemen hemen hiçbir kentte çoğunluğu olmadığı halde, Kilise’nin egemenliği altına girmiştir. Tüm İslam coğrafyası böyle bir tehditle karşı karşıyadır. b) Ne yazpmalı? Bu sorunun yanıtı bellidir. Türkiye, İslam coğrafyasının en güzide ülkesidir. Türkiye’nin girişimiyle, sadece Ateistlerin değil, tüm Judeo-Christian alemin İslamı karalama ve iftira kampanyasına karşı, Batı’nın Ateist Literatüründe İslam Düşmanlığı Müslüman ülkelerin alim ve bilim adamlarından oluşan bir riyaset makamı kurulabilir. Bu kurul tüm dünyadaki karalama kampanyalarına karşı, zora başvurmadan, karalılıkla mücadele edebilir. Vakit geçmeden bu Kurul oluşturulmalıdır, kanısındayım. Notlar: 1) Christendome kavramı için bkz: Aytunç Altındal, “Devlet ve Kimlik”, Destek Yayınları, 2009 (İngilizce Tebliğ) 2) Roma Kilisesi’ni hiç hakkı olmadığı halde tüm dünyanın manevi koruyucusu ve Yargıcı yapan Roma İmparatoru Konstantin ve ondan sonra gelen Theodosius Augustos’un Konsüllüğü sırasında verilen haklar sayesinde Roma Kilisesi kendisini dünyanın Manevi alanını denetleyen ve yönlendiren tek ilahi güç merkezi olarak görmüş ve göstermiştir. Ve Papa da tüm ilahi gücü, Tanrı’nın Vekili olarak kendi tekeline alabilmiştir. Aslı Latince şu cevabı mektupta (Epistle) Papa III. Leo, İmparator Theodisius ve Valentinius’a şu şekilde şükranlarını sunmaktadır. “ Sizin hizmetkarlarınız olan bizler büyük ve tarafsız bir şükran duygusuyla doluyuz ; çünki artık bizim Kilisemizin üstünlüğü diğer tüm Kiliseler tarafından da kabul edilmiştir.” 3) 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da kendilerini Ateist olarak lanse isteyen kişiler tarafından en çok kullanılan gizli-basım layihalar şunlardır: Jean Bodin’in “Collogium heptaplomeres” adlı kitabı. Bu gizli bir örgütün 7 kişilik üst konseyi tarafından yazıldığı sanılan bir tezdir. İkincisi, 1719’da ilk gizli-basımı yapıldığı saptanan “Le Traite des Trois Imposteurs” adlı Tz çalışmasıdır. Bu, Hague’da Charles Levier tarafından yayınlanmıştır, yazarı anonim bırakılmıştır. Üçüncüsü, ise “ Theophrastus redivius” adlı gizli-basım, anonim çalışmasıdır. Ek olarak David Hume, İsa Mesih diye birisinin gerçekte hiç varolmadığını öne sürmüş, Tom Paine de onun bu görüşünü ABD’de yaygınlaştırmıştır. Ünlü Napolyon da aynı kanıdaydı. 4) Richard Davkins, Mikro-Biyoloji Profesörüdür. “God Delusion” adlı kitabın ilkin bölümler halinde 1988’de basılmış 2007’ye kadar yaklaşık 1 milyon satmıştır. Dawkins, diğer Ateistler tarafından “Naif” olmakla eleştirilmiş ve karşı yayınlar yapılmıştır. Darwin’in Evrim Tezi’ni savunan Dawkins, televizyon ve dergilerde görüşlerini yaymıştır; halen Batı’da en çok tanınmış olan Ateist’dir. Aslen İngiliz’dir. 5) Christoper Hitchens, “God Is Not Great = Allah Büyük Değildir” adlı kitabın yazarıdır. Amerikalı olan Hitchens, ABD’de en tanınmış 100 Aydın 219 220 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İslamofobinin Tarihsel Temellerine Bir Bakış: arasındadır. Halen New York’da hocalık yapmaktadır. Kitabı 2008’de son şekliyle yayınlanmıştır. Çok satan kitaplar listesinde uzun süre kendisine yer bulmuştur. 6) Michel Onfray, Fransızdır ve Felsefecidir. Kitabı, “ Atheist Manifesto” ilkin 2005’de Paris’de sonra da 2008’de NewYork’da yayınlanmıştır. Önceki iki yazardan daha bilgili ve daha yetkin bir araştırmacıdır. İslamiyet konusunda en geniş bilgiye sahip olan Ateist olarak tanınmıştır. Ateist literatürü tanımak için elementer mahiyette olmak kaydıyla seçtiğim 6 kitap aşağıdadır. 1) “Atheism From The Reformation To The Enlightemment” Edit. Michail Hunter and David Wooton, 1992. 2) “ Difficile tolerance” Yues-Charles Zarka and Cynthia Fleury, PUF, 2004. (Özellikle İslam için). 3) Christian Delacampage: “ Islam et Occident” PUF, 2005. 4) Malek Chebel: “Manifesto for on Englightenel İslam: Seventy-Seven Proposals for Islamic Reform” Hachette 5) “ At The Origins of Atheism” by Michael J. Buckley, SJ. Yale, 1987. 6) “After God/The Future of Religion” by Don Cupitt, Phonix, 1997. İslamofobinin Tarihsel Temellerine Bir Bakış: Oryantalizm ya da Batı ve Öteki MEHMET YÜKSEL PROF. DR., GAZİ ÜNİVERSİTESİ İLETİŞİM FAKÜLTESİ Abstract: The Effigial “Hobby” hidden for ages and generations but nowadays made manifest to the world by the “Practising-Atheists” of the Western hemisphere such as Richard Dawkins, Christopher Hitchens, Mizhael Onfray and the other so-called irregileous “ Dignitaries “ (!) of the idential Eurocentric mind set and the Superiority Complicity. Key Words Deist, Theist, Secular Humanism, Atheist, Al-Koran, The Prophet, The Hadiths, İslamism. The Invisible Church and Faschism. As well; Euro centrism, Axiology, Heuristics. Giriş İslamofobi konusundaki tartışmalar, söylemler ve incelemeler, bugün sosyal bilimler alanında muazzam bir literatür oluşturur hale gelmiştir. Bu konudaki çalışmalar ve tartışmalar, her ne kadar 11 Eylül 2001’de ABD’deki ikiz kulelere yapılan terörist saldırılardan sonra artmış olsa da, aslında “öteki”ne karşı hoşgörüsüzlüğün ve önyargıların daha uzun bir geçmişi vardır. Günümüzde İslamofobi dahil, ötekilere karşı mevcut hoşgörüsüzlüğün, dışlamanın ve aşağılamanın özellikle medya sayesinde görünür ve bilinir hale geldiği, aynı zamanda da medya yüzünden yaygınlaşıp yoğunlaştığı söylenebilir. Başka deyişle, 11 Eylül saldırısının yarattığı korku, kuşku, endişe ve rahatsızlık hissi, zaten var olan hoşgörüsüzlüğün, ayrımcılığın ve ırkçı eğilimlerin yansımasına ve medya kanalıyla yaygınlaşmasına neden olmuştur. Böylece, Batı’nın İslam ve Araplar hakkında yüzyıllardır oluşturup inşa ettiği olumsuz tasavvur ve zihniyet, 11 Eylül 221 222 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu sonrasının şartlarında kitle iletişim araçları tarafından yeniden üretilir ve aktarılır bir hale gelmiştir. İslamofobinin Batı dünyasında giderek kökleşmesinde, Batı-Doğu ayrımı temelinde şekillenen iki kutuplu dünya düzeninin yıkılmasıyla, yani Sovyetler Birliği’nin dağılması ve “Doğu Bloku”nun çökmesi ile oluşan ortam önemli bir zemin teşkil etmiştir. Bu durum, Batı’nın kendi kimliğini “öteki”ne karşıtlık temelinde meşrulaştırması sürecinde ciddi bir kırılma yaratmıştır. Ayrıca, giderek yoğunlaşan uluslararası göçmen, mülteci ve sığınmacı akınıyla yüz yüze gelen Batı dünyasında, kendi kültürel kimliğine ve uygarlığına yönelik tehlike ve tehdit algısı, özellikle İslam ve Arap dünyasına yönelik tutum, davranış ve politikalarında etkin olmuştur. Sonuç olarak, İslam yalnızca bir din veya ideoloji olarak değil; aynı zamanda bir kültür ve medeniyet olarak da Batı’nın kendisine atfettiği “evrensel kimlik” karşısında bir antitez olarak kavramlaştırılmıştır. Kökenindeki Avrupamerkezci ve Oryantalist bakış açısı temelinde şekillenen bu kimlik tasavvur ve tahayyülü, günümüzde Müslümanlar, Müslüman gruplar ve toplumlar arasında kişisel, sosyal, kültürel ve ideolojik ayrımları yok sayan, adeta onları homojenleştirip totalleştiren İslamofobik bir zihin yapısına hayat vermiştir. Avrupa Kimliğinin Oluşumunda Öteki olarak “Doğu”nun ve “İslam”ın Yeri Batı’nın Doğu’ya bakışının temelinde “kimlik diyalektiği”, yani kimlik ile ötekiler arasındaki diyalektiğin bulunduğu söylenebilir. Bugün de sıkça sözü edilen Batı-Doğu karşıtlığı, modernlik–gelenek veya modern olan–geleneksel olan ayrımı bağlamında kutuplaştırılmış bir kültürel kimlik sorunu olarak şekillenmiştir. Kültürel kimlik olgusunu, “öteki” ile sıkı bir ilişki içinde ve ona karşı oluşan bir durum olarak kavramlaştırmak mümkündür. Buna göre, Batı, modernliği temsil ederken Doğu’nun nasibine düşen “gelenek”tir (Hentsch, 2008). Günümüzde Batı siyaset ve medya dünyasında Doğu ve özellikle İslam hakkındaki önyargıların ve İslamofobi’ye uzanan bakış açısının kaynağında, yüzyıllardır işlenegelen küçümsemenin, ötekileştirmenin bulunduğunu ifade edebiliriz. Bu çerçevede Batı, bilimsel, teknolojik, ekonomik, sosyal ve siyasal bakımlardan medeni ya da uygar olanı temsil ederken, Doğu geri kalan veya barbar olan ile özdeşleştirilir. Aşağıdaki alıntıda, bu anlayışın özlü bir şekilde ortaya konduğunu görebiliriz: Oryantalizm ya da Batı ve Öteki ...Biz Batılılar, kendi kendimizi tanımada ara sıra gösterdiğimiz bilinçlilik bir yana, dünyayı anlamıyoruz. Bizim anladığımız bizim içimizdeki dünya. Dünya biziz–işte bizim arzumuz. Ama kendimizin dünya olmadığını bilerek, ona bizim olduğumuz şey olmasını emrediyoruz. Biri hayali, diğeri maddi, bu iki dinamik–modernist amentü ve dünyayı kuşatan dur durak bilmeyen modernleştirme humması–hiç fark ettirmeden bizim kendi hırslarımızın ufkunu bizzat gezegenin boyutlarına uydurdu ve yanlışlıkla bu boyutları bilgimizin ufku saydı (Hentsch, 2008: 304). Yukarıda zikredilen anlayışın tarihsel temellerini feodal Avrupa’ya kadar götürmek mümkündür. Feodal toplumun düşünce tarzı, birlikte olmayı, birbirine benzemeyi, bir olmayı “iyi”, buna karşın çeşitliliği ya da farklılığı, “kötü” ile özdeşleştiren bir özelliğe sahipti. Böylesi bir kültürel ortam ve zihniyet dünyasında yaşayan Ortaçağın Hıristiyanları, Hıristiyan olmayanlarla, yani “öteki”ler ile ilişkilerini de bu anlayış ya da bakış temelinde kuruyorlardı. Bu anlayış çerçevesinde; bir yandan, toplum içindeki sapkınlar, Yahudiler ve cüzzamlılar gibi kesimler altinsan düzeyine indirilirken, diğer yandan ise toplumun dışında bulunan Müslümanlar, “Kafirler”e karşı düzenlenen “Haçlı Seferleri”nden nasibini alıyorlardı. Böylece, Müslümanlar “kafirler” olarak etiketlenip aşağılanıyorlardı. Nitekim 1095’te I. Haçlı Seferi’ni ilan eden Papa II. Urbanus’a göre, Müslümanlar şeytanın uşaklarıydı. Onun içindir ki Müslümanlar ile savaş, aslında Tanrı’nın düşmanları ve dostları arasındaki bir savaştı (Schnapper, 2005: 43-45). Aslında, bu dönemde Batı’nın iddia edildiği gibi homojen ya da bütünleşmiş bir yapısı söz konusu değildi. Avrupa, bazı ortak özelliklere (coğrafya, din vb.) sahip olmakla birlikte, birçok bakımdan parçalı bir görünüm de arz ediyordu: Köylüler–soylular, soylular–hükümdarlar, hükümdarlar–din adamları, papalar–imparatorlar çatışması gibi. Böyle bir durumda, kimlik inşaası, homojen bir “biz” duygusu ve bilincinden ziyade “öteki” olarak görülen başkalarına karşıtlık duygusu ve bilinci temelinden mümkün olabilirdi. Ortaçağ’da “biz”, iyi ve dürüst olanı temsil ederken, “diğerleri” ya da “ötekileri”, kötü ve istenmeyeni ifade ediyordu. Böyle bir durumda yapılacak ilk iş, hayali bir diğer kimliğinin yaratılmasıdır. Ancak bunun için kim seçilmelidir? Avrupa kimliğinin oluşturulmasında önemli rol oynayan yüksek mertebedeki Hıristiyan din adamları, bu yolda kullanılabilecek en uygun aday olarak İslam dinini seçmişler, İslamiyet’i “kötü 223 224 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu olan” ve “tehdit eden” ile özdeşleştirerek Avrupa’nın onun karşısında birleşmesini sağlamaya çalışmışlardır (Hobson, 2008: 116). Batı’nın Doğu’ya bakışı ve ilgisi, sadece bununla sınırlı kalmamıştır. Batı’nın Doğu’ya ilgisi, “Şarkiyatçılık” veya “Oryantalizm” olarak adlandırılan bir bilimsel etkinlik alanının üniversitelerde hayat bulmasıyla da devam etmiştir. İlk olarak 14. yüzyılın başlarında Viyana Kilise Konseyi tarafından doğu dillerinin ve kültürlerinin anlaşılmasını teşvik etmek üzere birçok üniversitede kürsüler kurulmuştur. Oryantalizm olarak bilinen böyle bir bilim dalının teşvikinde; ticaret, rekabet ve askeri çatışma gibi hususlar itici güç olmuştur. Bu, Avrupa’nın Orta Doğu ve Asya’ya yayılma sürecinden soyutlanarak anlaşılabilecek bir olgu da değildir. Vasco de Gama tarafından 1498 yılında Ümit Burnu’ndan Asya’ya gidiş yolunun keşfedilmesi, Oryantalizmin alanını büyük ölçüde genişletmiş olmakla birlikte, Avrupa’da detaylı oryantal toplum araştırmalarının yayınlanması, ancak 18. ve 19. yüzyıllarda gerçekleşebilmiştir (Turner, 2002: 67-68). Oryantalist çalışmaların da katkısıyla gelişen Batı Kimliği’nin ana özelliklerinin özlü bir anlatımını aşağıdaki alıntıdan görebiliriz: 1700 ila 1850 yılları arasında Avrupalı zihinler dünyayı iki karşı kampa ayırıyor ya da buna zorlanıyorlardı: Batı ve Doğu (ya da Batı ve Geri kalanlar). Bu yeni kavrama göre Batı, Doğu’dan üstün görülüyordu. İkinci sınıf Doğu’nun sahip olduğu sanılan değerleri, rasyonel (akılcı) Batı’nın değerlerine karşı bir tez olarak kabul ediliyordu. Özellikle Batı, eşsiz erdemlerle kutsanmış olarak hayal ediliyordu: akılcıydı, çalışkandı, üretken, fedakar, tutumlu, liberal demokratik, dürüst, otoriter ve olgun, gelişmiş, becerikli, hareketli, bağımsız, gelişime açık ve dinamikti. Doğu’ysa Batı’nın karşısındaki öteki’ydi: akılcı olmayan ve keyfi, tembel, üretmeyen, tahammüllü, cazip olduğu kadar egzotik ve karmaşık, despot, bozulmuş, çocuksu ve olgunlaşmamış, geri kalmış, pasif, bağımlı, durağan ve değişmeyen. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, Batı bir dizi gelişmeci özelliklerle tanımlanırken, Doğu yokluklarla tanımlanıyordu (Hobson, 2008: 23). Oryantalizm, Avrupamerkezcilik ve İslamofobia Edward Said, “Oryantalizm” adlı eserinde; Batılı modern kimliğin oluşum sürecinde Batı-dışı ötekinin rolünü, modern benliğin farklı olanı nasıl ötekileştirerek kurulduğunu çözümler. Said’e göre, Aydınlanma sonrası dönemde Avrupa kültürü, kendi gücünü ve kimliğini, “Doğu” olarak tanımlayıp nitelendirdiği kimliğe karşı konumlandırarak kurmuştur. Bu Oryantalizm ya da Batı ve Öteki bağlamda Oryantalizm, “Batı’nın Doğu’yu söylemsel düzeyde kurarak ve Batı–karşıtı geleneksel kimlik olarak üreterek kendi hegemonyasını dünya üzerinde kurma süreci ve dolayısıyla da farklı olanın ötekileştirilmesi” olarak tanımlanabilir (Keyman, 2002: 21). Said, “Şarkiyatçılık” ya da “Oryantalizm” derken birbiriyle bağlantılı olduğunu düşündüğü birden fazla şeyi kasteder: 1) Akademik bir etkinlik alanı olarak Şarkiyatçılık, “Şark” hakkında yazan, ders veren ya da Şark’ı araştıran kimsenin yaptığı işidir. 2) Şarkiyatçılık, “Şark” ile “Garp” arasında ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayanan bir düşünme üslubudur. Aralarında şairlerin, romancıların, felsefecilerin, siyaset kuramcılarının, iktisatçıların, yöneticilerin bulunduğu kimselerin, Doğu–Batı ayrımını başlangıç noktası olarak alarak Doğu’nun insanına, törelerine, aklına, yazgısına vb. ilişkin kuramları, destanları, romanları, kayıtları işleyip incelemeleridir. 3) Kabaca belirlenmiş bir başlangıç noktası olarak 18. yüzyıl sonu alınırsa “Şarkiyatçılık”, Şark hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri meşrulaştırarak, onu betimleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu yöneterek, uğraşan ortak kurum olarak tanımlanabilir. Böylece Oryantalizm, Şark’a egemen olmakta, Şark’ı yeniden yapılandırmakta, Şark üzerinde otorite kurmakta kullanılan bir Batı üslubu olarak incelenip çözümlenebilir (Said, 2001: 12-13). Doğu’yu kendisine bir uğraş alanı yapan ortak bir kurum olarak Oryantalizm, 18. yüzyıl sonlarına tekabül eden sömürge çağında Doğu’ya egemen olan ve onu yeniden yapılandıran bir gücü elinde bulundurur, bu anlamıyla Oryantalizm, kültürel düzeyde oluşturulan muazzam nitelikte sistematik bir mekanizma sunan, birey ötesi özelliğe sahip bir olguya işaret eder (Cliford, 2007: 139). Avrupa’da Şarkiyatçılık ile sömürgeciliğin eşzamanlı oluşumlar olduğunu ortaya koyan, Şarkiyatçı söylem ile sömürgeci söylemin birbirini tamamlayan ve destekleyen boyutlarını inceleyen Said, “Orientalism” adlı eserinde; kendini üstün gören bir kültürün başka bir kültürü eşdeğeri olarak anlayıp değerlendiremeyeceğini, üstelik bu kültürün, sömürgeciliğin askeri ve ekonomik amaçları ve kurumlarıyla beslenmesi halinde bunu hiç yapamayacağını ileri sürer. Said’e göre Şarkiyatçılık, Avrupa’nın yaşantısında özel bir yeri bulunan Doğu’yu tanımlama çabasıdır. Doğu, Batı’nın en büyük, en zengin ve en eski sömürgesidir. Dil ve uygarlığının kaynağı, kültürel rakibi, “öteki”nin en derin simgesidir. Bu çerçevede Şarkiyatçılık, Doğu’yu, Batı’nın kültürel ve ideolojik kurumları eliyle yarattığı sözcükler, imgeler ve doktrinlerle bezeli bir söylem yoluyla algılamaktır. Böylece 225 226 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Avrupa, bu söylem sayesinde Doğu’yu tarif ederek, ona ilişkin görüşleri onaylayarak, kağıt üzerinde onu inşa ederek, Doğu’ya egemen olarak sarsılmaz otoritesini kurmuştur (Parla, 1985: 11-12). Said’e göre Şarkiyatçılık, bir söylem olarak incelenmedikçe, Aydınlanma sonrasında Avrupa kültürünün, Şark’ı, siyasal, sosyolojik, askeri, ideolojik, bilimsel ve imgesel olarak çekip çevirebilmesini ve hatta yeniden üretebilmesini sağlayan o muazzam sistemli disiplinin anlaşılması imkansızdır (Said, 2001: 13). Bir söylem olarak Oryantalist çalışmalar, öyle bir etki ve izlenim yaratmıştır ki, “Doğu” ya da “Şark”ın, Oryantalist çalışmalardan bağımsız olarak ele alınıp incelenebilecek bir konu olabileceği düşünülmemiştir. Bu yaklaşımın egemen karakterinde; “Şarklı” mantıksız, ahlaksız, günahkar, çocuksu ve “fark”lıdır. Buna karşılık Avrupalı, aklı başında, erdemli, olgun, ve “normal”dir. Böylece Şark, Şarklı ve Şarklı’nın dünyası yaratılıyordu. Bu dünyanın, Batı’dan oldukça farklı, ancak düzenli, tutarlı ve istikrarlı bir yapıya sahip olduğu belirtiliyordu (Said, 2001: 49-50). Böylece, bir yandan “Batı” ile “Doğu” karşı karşıya getirilip farklı kutuplara yerleştiriliyordu; diğer yandan ise, bunun bütünleşik, tutarlı ve istikrarlı bir durum olduğu vurgulanarak, Batı–Doğu ilişkisine nispeten değişmez bir karakter atfedilmiş oluyordu. Batı, üstün ve egemen olanı temsil ederken Doğu’nun payına aşağı olan ve sömürülen düşüyordu. Sonuç olarak, Batı’nın Doğu üzerinde hegemonya kurmasının ve sömürü ilişkisini meşrulaştırmasının, Doğu’yu kendi kimlik inşa sürecinde bir “öteki” olarak kurgulamasının herhalde bundan daha iyi bir yolu olamazdı. Avrupamerkezci görüş, Batı’nın Doğu karşısında üstün olduğunu iddia eden bir dünya görüşüdür. Bu görüş, Batı ve Doğu’yu neredeyse her zaman ayrı ve farklı yapılar olarak düşünür. Buna göre, özerk ve “eski” Batı, modern dünyanın oluşumuna önderlik etmiş, Batı’nın eşsiz rasyonalitesi, demokratik ve ilerlemeci niteliklerinden dolayı uygarlığın zirvesine çıkmış, bütün dünyayı modernitenin aydınlık parlak dünyasıyla tanıştırmış, bundan dolayı da gerek geçmişte gerek günümüzde dünyanın merkezinde bulunmayı hak etmiştir. Bu görüşe karşı çıkan Hobson, MS. 500 –1800 yılları arasında, Uzakdoğu da dahil olmak üzere, Doğu’nun Batı’dan daha gelişmiş olduğunu, modern Batı medeniyetinin yükselişinde Doğu’nun önemli bir rolü bulunduğunu, Antik Mısır’a bakmadan Antik Yunan’ın anlaşılamayacağını ileri sürer. Buna göre, önce Doğulular, küresel bir ekonomi ve iletişim ağı yarattılar. MS. 500 tarihinden sonra Doğu’ya ait düşünceler, kurumlar, teknolojiler ve değerler “Oryantal Kü- Oryantalizm ya da Batı ve Öteki reselleşme” sayesinde Batı’ya yayıldı ve süreç içerisinde Batı tarafından özümsenip kendine mal edildi (Hobson, 2008: 18). Avrupamerkezcilik, Avrupa bakış açısı ve kültürü merkeze alınarak, hem Avrupa’yı hem de Dünya’yı yeniden kurgulayan ve inşa eden bir düşünce akımı olarak nitelendirilebilir. Bu düşünce akımının temel özelliği, kendi uygarlığının ve kültürünün üstünlüğüne duyulan sarsılmaz inançtır. Aslında Avrupamerkezcilik, kökekini Rönensans’tan alan ve 19. yüzyılda yaygınlık kazanan bir olgudur. Bu yönüyle de modern kapitalist dünyanın kültürünün ve ideolojisinin bir boyutudur (Amin, 1993: 25-27). Avrupamerkezcilik çerçevesinde belirginleşen bu egemen kültürcü bakış, başlangıcından itibaren süregelen, bütünlüğünü ve tekilliğini muhafaza eden bir “Ezeli Batı” kurgusuna başvurmuştur. Oldukça keyfi ve mitsel karakter taşıyan bu kurgu, aynı ölçüde keyfi bir “Başkaları” ya da “Doğulular” imajının yaratılmasına ihtiyaç duymuştur. Böylece, Antik Yunanistan, Roma, Hıristiyan Feodal Avrupa ve kapitalist Avrupa sıralamasını izleyen bir “Batı” kültürü veya uygarlığı kavramına ulaşılmıştır. Sonuçta Antik Yunan ve Hellenizm, asıl geliştiği kökeninden, yani “Doğu”dan koparılmış, Avrupa ve Hıristiyanlık temelinde geliştirilen ırkçı ve dinsel bir niteliğe kavuşturulmuştur. Avrupa’nın atası “Yunan Miti”nin, Avrupamerkezci kurguda önemli bir yeri vardır. Bu kurguda, Antik Yunan’ı Avrupa Rönensansı’ndan ayıran iki bin yıllık dönem, Antik Yunan düşüncesini aşmaktan uzak, uzun ve bulanık bir geçiş dönemi olarak görülmüştür. Bu bağlamda Arap-İslam felsefesine, Yunan felsefesinin mirasını Rönensans’a aktarmaktan öte bir değer tanınmamıştır. Halbuki Yunanlılar, Doğu dünyasının kültür alanı içinde yer aldıklarını bildikleri gibi, Mısırlılardan ve Fenikelilerden öğrendiklerini de inkar etmiyorlardı. Yani, Avrupamerkezci bakışın kendilerine atfettiği “Doğu karşıtı” özellikleri benimsemiş değillerdi. Aksine, mitsel de olsa, atalarından bazılarının Mısırlılardan geldiğine inanıyorlardı (Amin, 1993: 98-101). 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de ikiz kulelere yapılan saldırıdan sonra İslam, dünya çapında medyanın, toplantıların ve yayınların öncelikli bir konusu oldu. Bu çerçevede dinler, kültürler ve medeniyetler arası çelişkiler ve çatışmalardan söz edilmeye ve bu yönde eserler verilmeye başlandı. Medeniyetler ve kültürler arası etkileşim ve diyalogdan ziyade çatışma ve kutuplaşma söyleminin yoğunlaştığı böyle bir dönemde, en sık ve yaygın olarak kullanılan sözcüklerden birisi de “İslamofobi” oldu. İslamofobi 227 228 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu sözcüğü, her ne kadar 11 Eylül saldırısından sonra daha sık duyulur ve telaffuz edilir hale gelmiş olsa da, yakın geçmişini 1990’lı yılların başlarına, uzak geçmişini de Oryantalist yaklaşımın doğuşuna kadar götürebilmek mümkündür. Çünkü bu kavramın akla getirdiği ilk şey, Doğu–Batı ikilemi ya da dikotomisidir. Sheridan’a göre İslamofobi (Islamophobia) teriminin bilinen ilk basılı kullanımı, ABD’de çıkarılan bir dönemsel yayın olan “Runnymede Trust”un Şubat 1991 sayısında söz konusu olmuştur. 1997’den beri de “Oxford English Dictionary”de yer almaktadır. Bu terim, işlevsel olarak yabancı korkusunu ifade eden “Zenofobi”ye benzemekte; İslam’dan korkuya, dehşete ve nefrete gönderme yapmanın kısa yoldan elverişli bir aracını sunmaktadır. Aynı şekilde, birey olarak Müslümanlara karşı da korku, endişe ve antipatiye atıfta bulunmaktadır (Sheridan, 2006:317). Başka bir deyişle, İslamofobi terimi, İslam dinine ve Müslümanlara karşı duyulan güvensizlik, korku ve dışlamayı ifade etmektedir. Bu anlamıyla Yabancı düşmanlığını ifade eden Zenofobi teriminin bir alt kategorisi olduğu, bir etnik–dinsel grup olarak Araplardan, Müslümanlardan ve bunlarla ilgili meselelerden duyulan korku ya da endişeyi dile getirdiği söylenebilir. Son zamanlarda zenofobik kimseler, daha düne kadar barışcıl ilişkiler içinde oldukları Müslüman komşularından da uzak durmaya, onlarla ilişki ve etkileşimlerini sınırlandırmaya başlayarak İslamofobik bir tutum ve davranışlar gösterir hale gelmişlerdir. Müslüman göçmenlerin entegrasyon sorunları da kamusal alanda Müslümanlara yönelik bir modern, seküler anti–İslamik söylem ve pratiğin ortaya çıkmasında rol oynamıştır. Ancak bu durum, 11 Eylül 2001’den sonra ciddi bir ayrımcılık ve ırkçılık boyutuna varmıştır (Gardner, 2008: 120). Abu Sway’a göre, Islamofobinin tasvir ettiği fenomen, nadiren rastlanan bir şey olmadığı gibi, İslamiyetin kendisi kadar da eskidir. İslamofobi vakası, tıpkı anti-semitizm gibi bir vakadır. Her iki olgu da kökenlerini, milliyetçilik ve ulusal ilgiler tarafından yön verilen ve çokkültürlü bir dünyayı yaratmada hala bir engel oluşturan zenofobik Avrupamerkezcilikten almaktadır (Abu Sway, 2006: 22-23). Iqbal’a göre İslamofobi, bir dinsel hoşgörüsüzlük biçimidir. Bunun çeşitli tezahürlerine, yüzyıllar boyunca gözlemlenen savaşlar, çarpışmalar ve soykırımlarda rastlanabilir. İslamın, kısa bir zaman dilimi içinde hızla yayılması da onun bir din olarak diğer dinlere karşı bir tehlike ve tehdit olarak algılanmasında rol oynamıştır. Bu algı, Avrupa’da 14. yüzyıldan iti- Oryantalizm ya da Batı ve Öteki baren giderek güçlenmeye başladı (Iqbal, 2010: 575). Orhun (2009)’a göre ise, İslamofobi, çok sık bir şeklide, İslam’dan, Müslümanlardan duyulan bir kuşku ya da korku olarak tanımlanmaktadır. Bu oldukça dar bir tanımdır. Bunun yerine, “Müslümanlara ve İslam’a karşı hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık” şeklinde tanımlanmalı ve bu meseleye “insan hakları” bağlamında yaklaşılmalıdır. Müslümanlara karşı eskiden beri mevcut olan önyargıların ve ayrımcılığın, günümüzde nefret suçlarına kaynaklık edebilecek bir düzeye ulaştığı görülmektedir. Günümüzde İslamofobik tutum ve davranışlarla ateşlenen nefret söylemi, özellikle Müslümanlara karşı etiketleme ve dışlama duygularına yol açmakta; aynı zamanda insanların kimliğine, onların insan olarak değerlerine ve saygınlığına da bir saldırı teşkil etmektedir. İslam’a ve Müslümanlara karşı bir ırkçılık ve ayrımcılık düzeyine varan İslamofobinin, bazı Müslüman kimselerin veya grupların yaptıkları terörist hareketlere karşı duran muhalif kimseleri de yaralayıp incittiğini belirten, Schiffer (2011), İslam’ın neredeyse sırf İslam olarak saldırıya maruz kaldığına, Müslümanların da sırf Müslüman oldukları için hücuma uğradıklarına dikkat çekmektedir. Uluslararası Göç ve İslamofobi Günümüzde uluslararası göç, giderek yaygınlaşarak gerek sosyoekonomik, gerek siyasal açıdan belirgin bir niteliğe kavuşmuştur. Bu nitelikteki göç olgusu, ulusal güvenlik, küresel çatışma, uluslararası düzensizlik ve kimlik meseleleriyle ilişkili bir şekilde inceleme ve tartışma konusu haline gelmiştir. Bugün oldukça yüksek bir ivme kazanan uluslararası göç hareketleri, ülkeler ve toplumlar arasında etnik, dinsel ve kültürel bakımlardan farklılaşmalara yol açmakta veya böylesi farklılaşmaların temel kaynağı olarak görülmektedir. Böyle bir yaklaşım çerçevesinde, göçmenlerin egemen dile ve kültüre uyumlu kılmaya zorlanması, onlara karşı ırkçı, ayrımcı nitelikte şiddet boyutuna varan tutum ve davranışlar, yeni etnik–dinsel azınlıkların vücut bulmasına hayat vermektedir. Gittikçe yoğunlaşan göç sürecinde; çoğunlukla yoksul ülkelerden gelen vasıfsız göçmenler, sosyo-ekonomik bakımdan dezavantajlı konumda bulunan yerli nüfus ile rekabete neden olabilmektedir. Bu durum ise, “istenmeyen göç” olgusuna ve bununla bağlantılı göçmen korkusuna meydan vererek ırkçı, ayrımcı, ötekileştirici eğilimlerin ortaya çıkmasına veya gelişmesine yol açmaktadır. Ayrıca, modernleşme sürecinde ulus devletlerin homojenleşmiş veya homojenleştirilmiş bir toplumsal yapıya önem 229 230 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu ve öncelik vererek, milliyetçilik akımından beslenen bir “homojenlik miti” yaratmış olmaları da, ayrımcı veya ötekileştirici tutum ve davranışlar sergilenmesine, bu yönde politikalar izlenmesine zemin oluşturmaktadır (Castels ve Miler, 2008: 420-421). Bugün, Batı Avrupa’da yaklaşık 15-17 milyon civarında Müslüman nüfus yaşamaktadır. Her yıl, gerçekleşen yeni göçlerle birlikte yaklaşık 1.7 milyon yeni göçmen Avrupa Birliğine intikal etmektedir. Batı Avrupa’ya Müslüman göçü, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra yükselmeye başlamıştır. Bu dönem, Avrupa’nın savaş sonrası ekonomisini toparlayabilmek için göçmen işçilere büyük ölçüde ihtiyaç duyduğu bir dönemdi. Daha sonraki yıllarda Müslüman göçmen nüfustaki artış, siyasal İslam hareketlerinin yükselişiyle çakışmaya başladı. Bu süreçte; bir yandan Müslümanlara yönelik bir karşıtlık ve dışlayıcılık duygusu güçlenirken, diğer yandan İslam ile Radikalizm ya da köktencilik arasındaki sınırlar Avrupalıların gözünde bulanıklaşarak İslam’a ilişkin bir tehdit algısı oluştu. Bu gelişmelerle bağlantılı olarak Avrupalılar, kıtalarının İslamileşeceğini, İslam ile Avrupa medeniyetinin uyuşamayacağını dile getirmeye başladılar. Bu korkunun tipik bir yansımasını “Eurabia” teriminde de görmek mümkündür. Eurabia, Avrupa’daki düşük doğum oranları karşısında Müslüman toplumlardan ve Arap ülkelerinden gelen ve giderek artan göçler yüzünden birkaç kuşak sonra göçmenlerin çoğunluk haline geleceği endişesini ve Avrupa’nın radikal İslam tarafından kuşatılacağı korkusunu ifade etmek üzere başvurulan bir terimdir. Böyle bir korkunun yaygınlaşıp pekişmesinde, tedirgin kamuoyunun desteğini kazanmak için “Eurabia”nın bir korku tekniği olarak sağ kanat siyasal partilerce ve aşırı sağcı gruplarca kullanılması da etkili olmaktadır (Moreno, 2010: 74). Islamofobinin Avrupa’da güçlenip yerleşmesinde, Müslümanları ve İslam’ı fanatizmle eşleştirme eğilimi önemli bir yer tutmaktadır. Müslümanların kendi aralarındaki sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel ve ideolojik bakımlardan ayrılıkları veya farklılıkları yok sayılarak homojenleştirilip köktencilik ya da fundamentalizm ile özdeşleştirilmeleri, ötekileştirilen Müslüman göçmen nüfus üzerinde karşı bir tepkiye yol açmaktadır. Bütün Avrupa’da; bir yandan ciddi bir yüksek işsizlik oranlarıyla yüz yüze gelip oldukça elverişsiz koşullarda yaşam mücadelesi veren, diğer yandan sürekli ve yoğun bir şekilde dışlanma ya da ötekileşme duygusu yaşayan yoksul, işsiz Müslüman göçmenler köktenci hareketlere meyle- Oryantalizm ya da Batı ve Öteki debilmektedirler. Bu da karşı tarafı üzerinde ciddi etkilere ve karşı tepkilere neden olabilmektedir. Başka deyişle, karşılıklı bir etki–tepki sarmalı oluşmaktadır. Poynting ve Mason (2007), Britanya ve Avustralya’daki Müslüman karşıtlığını karşılaştırmalı olarak inceledikleri çalışmalarında, bunu bir tür ırkçılık olarak değerlendirerek, “The Rise of Anti–Müslim Racism” (Anti–Müslüman Irkçılığın Yükselişi) olarak nitelendirmektedirler. 11 Eylül 2001’den sonra İslamofobideki hızlı tırmanışı, bu iki ülkedeki mevcut ırkçılık kalıplarının bir gelişmesi olarak görmektedirler. Böylece Müslümanlar, Araplar ve Asyalı göçmenlere dönük mevcut karşıtlık, zamanla bir ırkçılığa dönüşmekte ve bu insanlar, ırkçı nefret eylemlerinin nesnesi haline getirilmektedir. Avrupa ülkelerinde bir etno–dinsel grup olan Müslümanların adeta yeni bir ırk gibi değerlendirilmesi, ırkçılığın yeni bir biçimini oluşturmaktadır. Önce, bu gruba mensup bazı kimselerin tutum ve davranışlarında hareketle tüm Müslümanlar hakkında bir dizi önyargı ve kalıp yargı yaratılmaktadır. Ardından, Müslümanlara ve onların kutsal saydıkları değerlere ve mekanlara yönelik birçok sözlü ve fizikî saldırı gerçekleştirilmektedir. Nitekim 1990’lı yıllarda çok sayıda sosyolog ve kültürel analist, deri rengine dayalı olarak ileri sürülen ırkçı fikirlerden “kültürel üstünlük” ve “ötekilik” kavramları temelinde yapılan bir ayrımcılığa ve ırkçılığa doğru bir değişme yaşandığını belirtmektedir (Sajid, 2005: 31-32). Balibar ve Wallerstein da bu yöndeki değişime şöyle işaret etmektedirler: ...Yeni–ırkçılık, “sömürgelikten kurtuluş” çağına, eski sömürgelerle eski metropoller arasındaki nüfus hareketlerinin tersine çevrilişi, insanlığın tek bir siyasal alan içinde parçalanışı çağına ait bir ırkçılıktır. Bizde göç karmaşığını merkez alan günümüz ırkçılığı ideolojik olarak, Fransa dışında, özellikle de Anglosakson ülkelerde çoktan beridir gelişmiş olan bir “ırksız ırkçılık” çerçevesi içinde yer alır: Baskın temanın biyolojik soyaçekim değil, kültürel farklılıkların aşılamazlığı olduğu bir ırkçılık; ilk bakışta bazı grup ya da halkların diğerlerine üstünlüğünü değil, “sadece” sınırların kaldırılmasının sakıncasını, hayat tarzlarının ve geleneklerin bağdaşmazlığını savunan böyle bir ırkçılık, haklılıkla, farkçı–ırkçılık olarak adlandırılabilir (Balibar ve Wallerstein, 2007: 32). SONUÇ Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere Batı dünyasında İslamofobi, İslam ve Arap dünyasından gelen göçmenlerin, sığınmacıların 231 232 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu ve mültecilerin oluşturduğu etno–dinsel grupları dışlama ve ötekileştirme olgusunu ifade etmektedir. Hiç kuşkusuz, İslamofobik eğilimin temelinde; geçmişten gelen ve halen de varlığını sürdüren Avrupamerkezci ve Oryantalist bakış açısı ve dünya görüşü önemli bir yer işgal etmektedir. Böyle bir zihin ve kültür ikliminde, sıkça medeniyetler savaşından söz edilmektedir. Oysa, uygarlık ya da medeniyetin baştan sona insanlığın sadece “Batı” diye bilinen bölgesine ve o bölgede yaşayanların yapıp ettiklerine dayandırılamayacağını düşünmek istememektedirler. Ayrıca, gerek insanlar ve toplumlar arasında gerekse kültürler ve uygarlıklar arasında her zaman karşılıklı ilişki, etkileşim ve alışverişler olmuştur. Batı dünyası, bu gerçeğe rağmen, medeniyetinin doğulu kökenlerini ve kaynaklarını yok sayma ve inkar etme yoluna saparak medeniyetler çarpışmasından söz edebilmektedir. Müslümanların, adeta yeni ırkçı denebilecek bir yaklaşımla dışlanıp ötekileştirilmesi, ayna etkisi yaparak, İslam dünyasında ve Müslümanlardan gelen karşı tepkilere meydan vermiştir. Müslümanlarda da geçmişten gelen, haçlı seferlerinden ve sömürgeleştirme politikalarından, Batı’nın aşağılayıcı, alçaltıcı, kötüleyici oryantalist eğilimlerinden kaynaklanan bir karşı tavır söz konusu olmuştur. Kendi yaşam biçimlerini, geleneksel toplum düzenlerini, geleneklerini ve değerlerini etkileyip dönüştüren Batı’yı bir tehdit olarak görmüşlerdir. Günümüz şartlarında göçmen, mülteci ve sığınmacı olarak bulundukları Batı dünyasında, 11 Eylül’den sonra yoğunlaşan dışlanmaları ve aşağılanmaları, eskiden beri mevcut olan korkularının ve endişelerinin kökleşmesine katkıda bulunmuştur. Tüm bunlar ise, İslamofobinin, bireyler ve gruplar üzerindeki toplam etkisinin abartılmasına ya da abartılı bir şekilde algılanmasına yol açmaktadır. Buna karşı takınılması gereken doğru tutum ise kanımca şu olmalıdır: “İnsan hakları temelinde bütün insanların eşdeğer ve onur sahibi varlıklar oldukları” ahlakî ve siyasal bir yaşam ilkesi haline getirilmelidir. Höşgörü, diyalog, müzakere ve uzlaşma gibi değerlerin gelişmesine zemin oluşturmak üzere insanlar, toplumlar ve kültürler arası iletişim ve etkileşim kanalları açık tutulmalıdır. KAYNAKÇA Abu Sway, Mustafa (2006). “Islamophobia: Meaning, Manifestations, Causes.” Palestine –Israel Journal, 12 (2-3): 12 –23. Oryantalizm ya da Batı ve Öteki Amir, Samin (1993). Avrupa Merkezcilik: Bir İdeolojinin Eleştirisi. Çev., Mehmet Sert. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Balibar, Etienne ve Immanuel Wallerstein (2007). Irk Ulus Sınıf: Belirsiz Kimlikler. Çev., Nazlı Ökten. İstanbul: Metis Yayınları. Castles, Stephen ve Mark J. Miller (2008). Göçler Çağı: Modern Dünyada Uluslararası Göç Hareketleri. Çev., Bülent Uğur Bal–İbrahim Akbulut. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Chahuan, Eugenio (2005). “An East–West Dichotomy: Islamophobia.” Palestine–Israel Journal of Politics, Economics Culture, 12 (2/3): 47-52. Clifford, James (2007). “Oryantalizm Üzerine.” Aytaç Yıldız (der.). Oryantalizm: Tartışma Metinleri. Ankara: Doğu Batı Yayınları: 134-159. Gardner, Rod, Yasemin Karakaşoğlu ve Sigrid Luchtanberg (2008). “Islamophobia in the Media: a response from multicultural education”. Intercultural Education, 19 (2): 119-136. Hentsch, Thierry (2008). Hayali Doğu: Batı’nın Akdenizli Doğu’ya Politik Bakışı. Çev., Aysel Bora. İstanbul: Metis Yayınları. Hobson, John M. (2008). Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri. Çev., Esra Ermert. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Iqbal, Zafar (2010). Understanding Islamophobia: Conceptualizing and Measuring the Construct.” European Journal of Social Sciences, 13 (4): 574590. Keyman, E. Fuat (2002). “Globalleşme, Oryantalizm ve Öteki Sorunu: 11 Eylül Sonrası Dünya ve Adalet.” Doğu Batı, 20: 11 –33. Moreno Leora (2010). “Fearing the Future: Islamophobia in Central Europe.” Genocide and Oppossion/TNP Autumn 2010: 73-80. Orhun, Ömür (2009). “Intolerance and discrimination against Muslims (Islamophbia).” Security and Human Rights, 3: 192-200. Parla, Jale (1985). Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik. İstanbul: İletişim Yayınları. Poyting, Scott ve Victoria Mason (2007). The resistible rise of Islamophobia: Anti-Muslim racism in the UK and Australia before 11 September 2001.” Journal of Sociology, 43(1): 61-86. Said, Edward (2001). Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları. Çev., Berna Ülner. İstanbul: Metis Yayınları. 233 234 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İslam Karşıtlığında (İslamofobi) ‘Cihad’ Algısının Rolü Sajid, Abduljalil (2005). “Islamophobia: A New Word for an Old Fear”. Palestine–Israel Journal, 12 (2-3): 31-40. Schiffer, Sabine ve Constantin Wogne.(2011). “Anti-Semitism and Islamophobia–new enemies, old patterns.” Race and Class, 52 (3): 77-84. Schnapper, Dominique (2005). Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki. Çev., Aşegül Sönmezay. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Sheridon Lorraine P.(2006). “Islamophobia pre-and post post –September nth, 2011.” Journal of Interpersonal Violance, 21(3): 317-336. Turner, Bryan S. (2002). Oryantalizm post-modernizm ve Globalizm. Çev., İbrahim Kapaklıkaya. İstanbul: Anka Yayınları. Zemni, Sami (2011). “The Shaping of Islam and Islamophobia in Belgium”. Race and Class, 53(1):28-44. İslam Karşıtlığında (İslamofobi) ‘Cihad’ Algısının Rolü PROF. DR. HÜSEYİN YILMAZ C. Ü. İLAHİYAT FAKÜLTESİ DİN EĞİTİMİ ANABİLİM DALI ÖĞRETİM ÜYESİ Giriş Son yıllarda Müslüman olmayan bazı çevreler tarafından İslam dinine ve Müslümanlara karşı tedirginlik ve korku duyulduğu görülmektedir. Kendi varlıklarının ve geleceklerinin tehdit altında olduğunu gerekçe göstererek oluşturdukları ve çoğu zaman cihad ayetleriyle temellendirmeye çalıştıkları korku ve endişe duygusu günümüzde İslâm karşıtlığı, İslâm Fundamentalizmi, İslamofobi ve İslâm korkusu gibi kavramlarla ifade edilmektedir. İslâm dini, insanlar ve toplumlar arasında barış, huzur ve güveni sağlamaya yönelik mesajlar içerdiği halde, İslâm ülkelerinde ya da dış dünyada Müslüman kimlikli bazı marjinal guruplar tarafından gerçekleştirilen şiddet içerikli eylemler, İslam’ın bir şiddet ve aşırılık dini olduğu şeklinde yanlış bir imajın yayılmasına ve İslam’ın terörizmle ilişkilendirilmesine neden olmaktadır.1 1 Nilüfer Narlı, “Çok Etnisiteli ve Çok Dinli Bir Dünyada Barışın Sürdürülmesine İslam’ın Katkısı: İhtimaller ve Zorluklar”, Dünya, İslâmiyet ve Demokrasi, Konrad-Adenauer Vakfı Yayınları, Ankara 1998, s. 132-133, 145. 235 236 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Kuran’da cihada izin veren ve bazı durumlarda cihadı teşvik eden ayetler delil gösterilerek İslam’ın şiddet ve terörizmle bağdaştırılmak istenmesi, İslam dininin ve Müslümanların dış dünyadaki imajını olumsuz şekilde etkilemektedir. Oysa İslâm dinince asla onaylanmayan şiddet ve terörizm, geçmişten günümüze pek çok toplumun çözmeye çalıştığı bir sorundur. Dolayısıyla bilgisizlik ya da siyasal amaçlarla gerçekleştirilen şiddet eylemlerini İslâm’la Kuran’la ilişkilendirmek doğru değildir. İslâm ve Müslümanlar geniş bir topluluk tarafından bir tehdit unsuru olarak algılanıp korku ve kaygıya neden oluyorsa, bunun nedenlerini araştırmak, daha çok bilgisizlikten ya da yanlış tanımadan kaynaklanan kaygı ve korkuları gidermeye çalışmak öncelikle Müslümanlara düşen bir görevdir. Ardından İslâm korkusunun yaşandığı ülke yetkililerinin de kendi yurttaşlarını doğru bilgilendirmeleri ve onlara güven telkin etmeleri gerekir. Çünkü ülkelerinde yoğunlukla yaşayan ve bütünün bir parçasını oluşturan Müslümanların tehdit olarak algılanması ve tarafların bu sebeple tedirgin bir hayat yaşaması, insan haklarının sıklıkla konuşulduğu günümüzde önemli bir sorundur. Bu sorun, ancak tarafların güç birliğiyle çözülebilir. İslâm Karşıtlığı (İslamofobi) İslam’dan ve Müslümanlardan duyulan kaygı ya da korku sonucunda oluşan tepkisel yaklaşıma İslâm karşıtlığı ya da İslamofobi denir. İslâm karşıtlığı (İslamofobi), öteden beri Müslümanlara yönelik sürdürülen kin, nefret ve önyargıya dayalı görüş ve tutumları ifade eden bir kavramdır.2 Tarihsel geçmişi İspanya’da Endülüs’ün Müslümanlar tarafından fethedilmesine kadar dayanan, Haçlı seferleri sırasında Kilise mensupları tarafından yapılan propagandalarda Hıristiyanlığa karşı tehdit algısı etrafında düşünsel zemini oluşturulan ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra farklı bir boyut kazanan İslâm karşıtlığının yüzyıllar içerisinde bazen azalarak bazen de artarak devam ettiği anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi başta Almanya, Fransa, Belçika ve Hollanda olmak üzere Avrupa ülkelerine ve Amerika’ya göç sürecinin başlamasından sonra Müslümanlarla Hıristiyanlar bir arada yaşamaya başladılar. Bu ülkeler2 Bkz: Reeber M., L’Islam, coll. “Essentiels Milan”, Milan 1995; S. Sayyid, Fundamentalizm Korkusu, Çev: Ebubekir Ceylan, Nuh Yılmaz, Vadi Yayınları, Ankara 2000, s. 52-198; Gardesse Camille, “Islamophobie: Essai de définition” http://www.hermes.jussieu.fr/repjeunes.php?id=2 (25.01.2007). İslam Karşıtlığında (İslamofobi) ‘Cihad’ Algısının Rolü de Müslüman göçmenlerle yerli halk arasında olumlu insani ilişkiler kurulmasına rağmen, zaman zaman sorunlar da yaşandı. Geçmişteki bazı olaylarla ilişkilendirilerek daha da abartılan bu sorunlar sürekli gündemde tutulmakta ve İslâm karşıtlığı/İslamofobi kışkırtılmaktadır. Son yıllarda Avrupa ülkelerinde yaşanan işsizlik, nüfus yaşlanması ve Müslüman yabancıların kalıcı vatandaşlık hakkı elde etmeleri gibi nedenlerle hız kazanan İslâm karşıtlığının, 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika’daki Dünya Ticaret Merkezi’ne (ikiz kulelere) yönelik saldırının ardından doruk noktasına ulaştığı görülmektedir. Müslümanlara karşı önyargı ve şüphelerin giderek bir paranoyaya dönüştüğü bu süreç, bilinçli İslâm karşıtlığı yapan güç odakları tarafından maniple edilmektedir. Bunun sonucunda Müslüman kimlikli bazı marjinal grupların düşünce ve eylemleri genelleştirilerek İslâm ve Müslümanlar terör, şiddet ve diğer olumsuzluklarla birlikte anılmaktadır.3 Avrupa’da İslâm karşıtlığı ile ilgili çarpıcı pek çok olaya rastlamak mümkündür. Örneğin Belçika’da yaşayan Père Samuel adlı rahip çıktığı televizyon programlarında ve mahkeme duruşmalarında açıkça İslâm’ı ve Müslümanları hedef göstererek söylediği; “Camiler nükleer santrallerden daha tehlikelidir.”, “...Çocuklarınızın İslam’ın kölesi olmasını istemiyorum…”, “Doğacak her Müslüman, Avrupa için birer bombadır.” şeklindeki sözleri nedeniyle yargılanmıştır.4 Benzer bir düşünceyi dile getiren Vlaams Blok, Müslümanların Avrupa’yı tekrar ele geçirmek istediğini ifade etmiştir.5 İster ayrımcılık ve hoşgörüsüzlük isterse bir çeşit şiddet olarak değerlendirilsin, İslâm karşıtlığı/İslamofobi, Müslüman göçmenlerin yaşadığı ülkelerde sosyal birliği tehdit ettiği gibi, zaman zaman cinayetle sonuçlanan insan hakları ihlallerine de yol açmaktadır. Bu sorunun daha çok İslâm’ın yeterince bilinmediği, doğru bilgilerle tanınmadığı ya da art niyetli yaklaşımlarla İslâm aleyhine propagandaların yürütüldüğü bölgelerde yaşandığı anlaşılmaktadır. 3 Konuyla ilgili geniş bilgi için bkz: “Bitmeyen 11 Eylül: Derinleşen Öteki ve Sıradanlaşan Irkçılık”, MAZLUMDER Avrupa’da Ayrımcılık Raporu, 2006; Kemal Ataman, “İslamofobi ve Avrupa’da Birlikte Yaşama Tecrübesi Üzerine”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 2, Bursa 2008. 4 Mehmet Zeki Aydın ve Müşerref Yardım, “Belçika’da İslamofobi”, Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm, Eski Yeni yayınları, Ankara 2007, s. 373-403. 5 Vérités Bruxelloises, Le Journal des Amis du Vlaams Blok, n.10, April 2002, s. 2. 237 238 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İslâm karşıtlığının Müslümanlara yansıması genellikle “kamu kuruluşlarında görev alamama, saygı görmeme, şüpheli gibi görülme, komşuluk ilişkilerinin dışında tutulma, basın yayın yoluyla hakarete uğrama, istediği şekilde eğitim alamama, serbest dolaşım hakkından mahrum bırakılma, sözlü ve fiziksel saldırıya uğrama, bazı bölgelerde baskı ve şiddet görme, sosyal hayattan dışlanma, az da olsa cinayete maruz kalma” şeklinde gerçekleşmektedir.6 İslâm karşıtlığının/İslamofobinin cihad ayetlerine dayandırılmasında hem Müslümanların hem de gayrimüslimlerin rolü vardır. Cihad ayetlerini bütüncül değil de parçacı bir yaklaşımla değerlendiren bazı Müslüman gruplar, inanmayanlara karşı sürekli savaş halinde olunması gerektiğini düşünmektedirler. Oysa Kuran’da zalimlerden başkasına düşmanlık gösterilemeyeceği7 açıkça ifade edilmektedir. Cihadla ilgili algı yanlışlığı gayrimüslimlerde de görülmektedir. Bazı gayrimüslim kişi ya da gruplar cihadın kendilerini tehdit eden önemli bir unsur olduğunu, dolayısıyla Müslümanların başka ülkelere yayılmasının ve dünya üzerindeki etkinliğinin önlenmesi gerektiğini ifade etmektedirler. İslâm Karşıtlığının Dayandırıldığı Gerekçeler İslâm karşıtlığının (İslâmofobi) nedenleri, sonuçları ve bu konudaki çözüm önerileri ile ilgili Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Merkezi (EUMC) tarafından bir rapor hazırlanmıştır. 2006’da yayınlanan bu raporda İslâm karşıtlığının Müslümanlara yönelik ayrımcılığı ve dışlamayı haklı göstermek amacıyla kullanıldığı belirtilmektedir. Söz konusu raporda İslâm karşıtlığının (İslamofobi) şu iddialara dayandırıldığı açıklanmaktadır:8 1. İslam dini değişime, gelişime ve ilerlemeye kapalı bir inançtır. 2. İslam’ın değerleri, demokrasi ve insan hakları ile uyuşmamaktadır. 6 Bkz: ENAR, Rapport Alternatif: La Situation du Racisme en Belgique vu par les Associations, Juin 2003. www.enar-eu.org/fr/national/belgium/Report%20Belgium%202002%20FR.pdf. (05.01.2007); Ural Manço ve Meryem Kanmaz, “Belgique: Intégration des Musulmans et Reconnaissance du Culte Islamique: Un Essai de Bilan”, Reconnaissance et Discrimination. Présence de l’Islam en Europe Occidentale et en Amérique du Nord, l’Harmattan, 2004 Paris, s.109-110; Mehmet Zeki Aydın ve Müşerref Yardım, “Belçika’da İslamofobi”, Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm, Eski Yeni yayınları, Ankara 2007, s. 377-401. 7 Bkz: Bakara 2/193; Mümtehine 60/8-9. 8 Geniş bilgi için bak. http://www.runnymedetrust.org/publications/pdfs/islamophobia. pdf (12.06.2006). İslam Karşıtlığında (İslamofobi) ‘Cihad’ Algısının Rolü 3. Başka din mensupları tarafından “farklı” ve “öteki” olarak görülen İslâm’ın diğer kültürlerle hiçbir ortak yönü yoktur. 4. İslâm dini tehdit edici, saldırgan, şiddet uygulayıcı, terörizme eğilimli ve medeniyetler çatışmasını teşvik edici unsurlar içermektedir. 5. İslam dini, inanç olmaktan öte siyasi ve askeri alanda kullanılan bir ideolojidir. 6. Müslümanlar, yaşadıkları ülkelerde kalıcı vatandaşlık hakkı elde edip ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda güç kazanmaya başladılar. Burada sayılan nedenler yanında, İslâm’ın cihad anlayışının zaman içerisinde bütün dünyayı işgal etmeye çalışan bir fetih hareketine dönüşebileceği endişesi, yabancı ülkelerde yaşayan Müslüman grupların kendi aralarında çatışmacı bir görünüm sergilemeleri, son yıllarda yaşanan işsizliğin gelecekte tehlikeli boyutlara ulaşabileceği ve Müslüman kimlikli olup İslâm’la ilgisi bulunmayan bazı kişilerin töre cinayeti, aile içi şiddet, gasp ve soygun gibi eylemlere karışmaları da İslâm karşıtlığında önemli rol oynamaktadır. Ayrıca dünyanın değişik bölgelerinde emperyalist emelleri olanların Müslümanları kendi gelecekleri açısından tehdit görmelerini de gözardı etmemek gerekir. Cihad algısının İslâm karşıtlığında/İslamofobide önemli rolü olduğunu biliyoruz. Öyleyse İslâm’ın cihad anlayışına değinerek konuyu işlemede yarar vardır. Cihadla İlgili Ayetler ve Cihad Algısı Cihad, kelime olarak güç ve gayret sarf etme, zahmet çekme, çaba harcama, bir işi başarmak için elden gelen bütün imkânları kullanma gibi anlamlara gelmektedir. “Ey iman edenler, Allah yolunda gereği gibi cihad edin.”9 ayetindeki cihad kavramı, dini yaşama konusunda gayret göstermenin yanında, gerektiğinde dış düşmanlarla savaşmayı da ifade etmektedir. Bu anlamıyla cihad, insanların bireysel ve sosyal ihtiyaçlarını özgürce karşılayabilmek amacıyla girişilen çabaların tamamını kapsamaktadır. Kuran-ı Kerim, fitne çıkararak insanların can, mal, din ve namus gibi değerlerine yapılan saldırıları savaşla önlemeyi de cihad, yani ‘hayırlı yolda çaba’ olarak nitelendirdiğine göre, cihadın gayesini; “Her türlü hayırlı iş için gayret gösterme, zulme engel olma, iç ve dış tehditler karşısında toplumun güvenliğini 9 Hac 22/78. 239 240 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu sağlama, insanların din ve dünya işlerini rahatlıkla yerine getirebilecekleri bir barış ortamını oluşturma” şeklinde özetlemek mümkündür. Buna göre savaş anlamındaki cihad, zulmü önlemek, düşmanlara karşı vatanı savunmak, toplumda barış ve huzuru sağlamak için yeri ve zamanı geldiğinde başvurulabilecek bir çözümdür. İslâm, isminin de gereği olarak barış dinidir ve kelime olarak İslam barış, güven, huzur, mutluluk gibi anlamlara gelmektedir. İslam’a göre insan hayatı kutsaldır ve hayatın korunması için emniyet, huzur, güven, özgürlük ve barış ortamının sağlanması gerekir. İnsana büyük bir değer veren bu inanç sisteminde haksız yere bir kişiyi öldürmek tüm insanlığı öldürmekle eşit tutulmakta; bir insanın canını kurtarmak bütün insanların hayatını kurtarmaya denk sayılmaktadır.10 Kuran-ı Kerim’de; “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.”11 buyrularak barışın önemine vurgu yapılmaktadır. İslam’ın barışçı bir din olduğu, Hz. Peygamber’in yaşantı ve uygulamalarından da anlaşılmaktadır. Barışçı bir kişiliğe sahip olan Hz. Peygamber, Müslümanlarla mücadele içerisinde bulunan müşriklerden daima barış teklifi beklemiş ve teklifin gelmesi halinde onlarla barış antlaşması yapmıştır.12 Hudeybiye antlaşması, bu konuda önemli bir örnektir: Hicretin altıncı yılında Kabe’yi ziyaret etmek ve umre yapmak üzere Mekke’ye doğru yola çıkan Müslümanlar, Kureyş’in kendilerini Mekke’ye sokmamak için silahlandığına dair haber alınca Hudeybiye bölgesine gidip orada konakladılar. Kureyş yetkilileriyle yapılan diplomatik faaliyetler, Müslümanların Mekke’yi ziyaret etmelerine imkân verecek şekilde sonuçlanmadığı gibi, Hz. Peygamber’in dile getirdiği Mekke’de umre yapma isteği de müşrikler tarafından kabul edilmedi. Sonunda Kureyş, barışa dayalı bir antlaşma yapmak üzere Süheyl b. Amr’ı Hz. Peygamber’e gönderdi. Müslümanlar için görünürde dezavantajlı hükümler içeren bu teklif, daha çok müşriklerin istekleri doğrultusunda imzalandı. O yıl Hz. Peygamber ve sahabeler, günlerce yol yürümelerine rağmen, umre yapmadan Medine’ye geri döndüler.13 10 Bkz: Nisa 4/93; Maide 5/32. 11 Bakara 2/208. 12 Bkz: M. Ali Kapar, Hz. Peygamber’in Müşriklerle Münasebeti, İlim Yayınları, İstanbul 1987, s. 207-233; Hüseyin Yılmaz, Kur’an’ın Işığında Müslim-Gayrimüslim Münasebetleri, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1997, s. 139-141. 13 Bkz: Ebû Muhammed Abdulmelik b. Hişam, Siretü’n-Nebeviyye, Mısır 1936, s. 321-333. İslam Karşıtlığında (İslamofobi) ‘Cihad’ Algısının Rolü Tarihte önemli bir yeri olan bu ve daha başka olaylardan da anlaşılacağı gibi, İslâm inancında haksız yere saldırganlık meşru sayılmamakta, Müslümanlar aleyhine bazı olumsuzluklar getirse bile, sorunların barış yoluyla çözülmesi istenmektedir. Ancak barış yolları denendikten sonra savaş kaçınılmaz hale gelirse, bu durum karşısında Müslümanların sabır ve fedakarlık göstererek cihad etmeleri istenmektedir. Konuyla ilgili bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin. Fakat zorunlu olarak onlarla karşılaşırsanız, o zaman sabredin. Bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.”14 İsmini barış kavramından alan bir dinin savaştan ve kılıçtan bahsetmesi, ilk bakışta bu dinin adıyla çelişkili bir görünüm arz edebilir. Savaş, temelde İslâm’ın benimsediği bir olgu değildir. “Ey inananlar, bütün varlığınızla barışa girin...”15 ayetinden de anlaşıldığı gibi, İslam’da asıl olan barıştır; savaş ise sadece mecbur kalındığında başvurulabilecek geçici bir çözümdür. Ancak İslâm’ın ilke olarak savaşa karşı olması, bu sosyal realite karşısında kayıtsız kalmayı gerektirmez.16 Kuran’ın cihadla ilgili ayetleri doğru anlaşılmadan gerçekçi bir cihad algısı geliştirmek ve İslâm’a yöneltilen iddiaları doğru bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir. Kuran-ı Kerim incelendiğinde, cihadla ilgili çok sayıda (40 civarında) ayetin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu ayetlerden savaş anlamındaki cihad ile ilgili olanlara değinmede konumuz açısından yarar vardır. “Şüphesiz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler var ya; işte onlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”17 “Yoksa siz, öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber müminler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğrayıp sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.”18 14 Buhari, Cihad 9; Müslim, Cihad 1362; Ebû Davûd, Cihad 89. 15 Bakara 2/ 208. 16 Bu konuda geniş bilgi için bkz: Afif A. Tabbara, İlmin Işığında İslamiyet, Terc: Mustafa Öz, 2. Baskı, Kalem Yayınları, İstanbul 1981, s. 412-418; Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi, Çev: O. Özel, H. Koyukan ve K. Emiroğlu, Ayraç Yayınları, Ankara 1998, s. 209; Yılmaz, Kur’an’ın Işığında Müslim-Gayrimüslim Münasebetleri, s. 164-198; Hüseyin Yılmaz, Din Eğitimi ve Sosyal Barış, İnsan Yayınları, İstanbul 2003. 17 Bakara 2/218. 18 Bakara 2/214. 241 242 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu “Yoksa siz Allah içinizden cihad edenleri ve sabredenleri ayır etmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?”19 “Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla (fitne çıkaranlarla) savaşınız. Şayet vazgeçerlerse, zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.”20 Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı gibi, cihadın amaçlarından biri fitneyi önlemektir. Fitne, toplumda görülen ayrımcılık, zulüm, işkence, kargaşa çıkarma, temel hak ve özgürlükleri kısıtlama, baskı ve şiddetle insanları inanmadıkları şekilde yaşamaya zorlama gibi insan hakları ihlallerini ifade eden bir kavramdır. Sayılan olumsuzluklarla mücadele etmek Müslümanlar için bir görevdir. Yoksa yeryüzünden fitnenin kaldırılması misyonu, farklı din ve inançtaki insanları zorla Müslüman yapmayı gerektirmez. Eğer fitne ortadan kalkmışsa, güvenliği tehdit ederek toplumun huzurunu bozan zalimlerin zulümleri engellenmişse, insanların mal, can, din, ırz ve namus emniyetleri sağlanmışsa artık savaşmanın bir anlamının kalmadığı Kuran’daki şu ayetlerden de anlaşılmaktadır: “Onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a tevekkül et. Çünkü O her şeyi işiten ve bilendir.”21 “Size dokunmazlar, barış önererek sizinle savaşmazlarsa, bilin ki Allah size onlar aleyhine olumsuz bir tavır alma hakkı vermemiştir.”22 “Eğer sizi rahatsız ederler, barışa yanaşmazlar ve yakanızı bırakmazlarsa onları bulduğunuz yerde öldürün. Artık onlara hâkim olmanız için Allah size tam yetki vermiştir.”23 “Allah size, sizinle din savaşı yapmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselerle iyilik ve fedakârlığa dayalı bir ilişki geliştirmenizi yasaklamaz: çünkü Allah fedakâr olanları pek sever. Allah size, yalnızca sizinle din savaşı yapan ve sizi yurtlarınızdan çıkaran veya sizin çıkarılmanıza destek verenlerle dostluk kurmanızı yasaklar: artık kim onlarla dostluk kurarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”24 19 20 21 22 23 24 Âli-İmran 3/142. Bakara 2/193. Enfal 8/61. Nisa 4/90. Nisa 4/ 91. Mümtehine 60/8-9. İslam Karşıtlığında (İslamofobi) ‘Cihad’ Algısının Rolü Savaşla ilgili ayetlerin dış anlamına bakılarak İslam’ın kafirleri kılıç zoruyla küfür ve şirkten vazgeçirip Allah’a inanmaları için savaşmayı emrettiği sonucu çıkartılamaz. Zira burada bahsedilen ve cihad diye nitelendirilen savaş anlayışı, vatanı koruma, hiçbir güç ve imkânı bulunmayan mazlumları, zalim ve fesatçılar karşısında savunma ve bulundukları sıkıntılı durumdan kurtulmaları için güçsüzlere yardım etme prensibine dayanmaktadır.25 İslâm’da cihadın bir gayesi de zulmü önlemektir. Bunun en açık örneğini Hz. Peygamber’in hayatında görmek mümkündür. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, Mekke’de ve Medine döneminin ilk yıllarında muhataplarına karşı daima barış yanlısı bir yol izlemiş26, insanları hikmet ve güzel öğütle27 dine davet etmeyi ilke edinmiştir. Fakat Hz. Peygamber’in bu hoşgörülü yaklaşımına rağmen Müşrikler, İslam’ı daha başlamadan yok etmek ve din olarak İslâm’ı seçenlerin Müslümanların özgürlüklerini engellemek için ellerinden geleni yapmışlardır. Hz. Peygamber, baskı ve hakaret içeren tavır ve eylemlere sabredip ashabına da sabırlı olmayı tavsiye ettiği halde, müşrikler tarafından girişilen işkence ve saldırılar dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Sonunda Müslümanlar önce Habeşistan’a, ardından da Medine’ye hicret etmek zorunda kalmışlardır. Medine’ye hicret, Müslümanların düşmanlardan kurtuluşu ve rahatlığı için yeterli olmamıştır. Çünkü müşriklerin tehdit ve saldırıları, hicretten sonra da devam etmiştir. Saldırı ve tehditte bulunanlar sadece Mekkeli müşriklerle sınırlı kalmamış, diğer kabile ve milletlerin de Müslümanlara düşman olmaları sağlanmıştır.28 Bu durum karşısında Allah (c.c.), Müslümanlara takınacakları tavrı cihada izin veren şu ayetle bildirmiştir: “Zulme uğrayanların savaşmalarına izin verildi. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir.”29 Hz. Peygamber’in önderliğinde gerek Mekkeli müşriklerle ve gerekse Medine’deki kabilelerle yapılan savaşlar, özellikle onların kendi düşmanca tutumlarından kaynaklanmıştır. Yani İslam Peygamberi, isteme- 25 Bkz: Muhammed b. Said el-Kahtani, İslam’a Göre Dost ve Düşman, Terc: Harun Ünal, İstanbul 1991, I, 280; Yılmaz, Kur’an’ın Işığında Müslim-Gayrimüslim Münasebetleri, s. 168-182. 26 Al-i İmran 3/ 159. 27 Nahl 16/ 125. 28 Bkz: Muhammed b. Ebi Bekr b. Kayyim el-Cevziyye, Zadu’l-Mead, Çev: Ş. Özen, H.A. Özdemir, A.V. Kurt, İklim Yayınları, İstanbul 1989, III, 106. 29 Hacc 22/ 39. 243 244 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu diği halde savaşmak zorunda bırakılmıştır. Bu gerçek şu ayetlerle ifade edilmektedir: “O Müslümanlar başka bir nedenle değil, sadece ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkartılmış kimselerdir...”30 “Ne zaman onlar bir antlaşma yaptılarsa, yine kendilerinden bir grup onu bozmadı mı?”31 Cihadın bir diğer amacı da savunmadır. Bu anlamdaki cihad, temeli Kuran ve sünnete dayanan ve Müslümanların dini görevleri arasında bulunan önemli bir ibadettir. Konuyla ilgili ayetler şöyledir: “Size ne oluyor da, ‘Ya Rab! Bizi şu zalim milletin elinden kurtar’ diye feryat eden biçare kadınları, erkekleri ve çocukları kurtarmak için savaşmıyorsunuz?”32 İslam Karşıtlığında (İslamofobi) ‘Cihad’ Algısının Rolü ekonomik önlemler aldığı bilinen bir gerçektir. Bu durum, günümüzde ‘silahlı barış’, ‘barış için silahlanma’ gibi kavramlarla ifade edilmektedir. Aslında arzu edilen, insanların ve toplumların silahlı güç kullanmaksızın sorunlarını ve ihtilaflarını konuşarak, tartışarak gidermeye çalışmalarıdır. Ancak yaşanan tecrübeler, bu düşüncenin şimdilik gerçekleşmesi güç bir ideal olduğunu göstermektedir. Günümüzde İslâm Karşıtlığının Temel Nedenleri Günümüzde Müslüman ve Müslüman olmayan toplumlarda görülen İslâm karşıtlığının/İslamofobinin nedenlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: 1. Kuran’ın cihad anlayışının inanmayanlar için tehdit oluşturduğu düşüncesi, “...(Allah’a) ortak koşanlar nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa, siz de onlarla topyekûn savaşın ve bilin ki Allah muttakiler (dini hakkıyla yaşayanlar) ile beraberdir.”33 2. Kuran’ın parçacı bir yaklaşımla yorumlanması ve böylece cihad ayetleriyle ilgili algılama yanlışlığına düşülmesi, “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez.”34 3. İslâm’ın cihad ilkesinin geçmişte ve günümüzde Müslümanların kendi aralarındaki siyasal çekişmelere alet edilmesi, Savunmayla ilgili olup İslâm karşıtlığının/İslamafobinin haklılığına delil gösterilen ayetlerden biri de Enfal Suresi’nin 60. ayetidir. Bu ayette şu ifadelere yer verilmektedir: 4. Müslüman olmayan toplumların, İslâm ve Müslümanlar hakkında yeterince bilgi sahibi olmamaları, “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz ama Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz...”35 İslâm’ın barış yanlısı bir din olması, Müslümanların savaş realitesini görmezden gelmelerini gerektirmez. Yani savunma ve düşman güçlerinin cesaretini kırma amacına yönelik silahlı güç bulundurmak, İslâm’ın barış yanlısı bir din olduğu gerçeğini değiştirmez. Yukarıdaki ayette geçen ‘Savaş için güç bulundurun.’ emri, düşmanı caydırıp ülke insanlarının emniyet ve güven içerisinde yaşamalarını sağlamak içindir. Dünya devletlerinin neredeyse tamamının bu anlayışla savunmaya yönelik siyasi, askeri ve 30 31 32 33 34 35 Hacc 22/ 40. Bakara 2/ 100. Nisa 4/ 75. Tevbe 9/ 36. Bakara 2/ 190. Enfal 8/60. 5. Nüfusu hızla artan Müslüman yabancıların yaşadıkları ülkelerde kalıcı vatandaşlık hakkı elde etmeye başlamaları, 6. Avrupa nüfusunun yaşlanması ve azalması sonucunda gelecekte Avrupalıların nüfusu hızla artan Müslümanlar karşısında azınlık durumuna düşme kaygısı, 7. Son yıllarda Amerika’da ve bazı Batı ülkelerinde yaşanan işsizlik sonucunda oluşan gelecek kaygısı, 8. Yabancı ülkelerde yaşayan Müslümanların ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda güç kazanmaları, 9. Müslüman kimlikli olup da Müslümanlıkla ilgisi bulunmayan bazı kişilerin bulundukları ülkelerde töre cinayeti, aile içi şiddet, gasp ve soygun gibi eylemlere karışmaları ve böylece olumsuz bir imaj sergilemeleri, 10. Dünyanın değişik bölgelerinde emperyalist emelleri olanların, günün birinde bu emellerinin Müslümanlar tarafından engelleneceğini düşünmeleri ve bundan korkmaları, 245 246 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu 11. Müslüman kimliğine sahip bazı kişi ya da grupların cehalet, kullanılmışlık veya siyasal amaçlarla gerçekleştirdikleri eylemlerine cihad ayetlerini delil göstermeleri, din adına işlendiği söylenen ancak dinin özüyle bağdaşmayan şiddet içerikli anlayış ve davranışların İslâm’a mal edilmesi, 12. Yabancı ülkelerde yaşayan Müslüman grupların kendi aralarında çatışmacı bir görünüm sergilemeleri, 13. Avrupa’da yükselen ırkçı radikalizm yanlılarının kendilerine en büyük tehdit olarak İslâm’ı ve Müslümanları göstermeleri, 14. İslâm’a ve Müslümanlara karşı bilinçli propaganda ve karalama faaliyetleri. Kuran-ı Kerim incelendiğinde, yukarıdaki fikirlerin çoğunun, özellikle birinci maddede cihadın zorla insanları Müslüman yapma düşüncesinin temelsiz olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. Çünkü düşünce ve anlayış tercihini insanın özgür iradesine bağlayan Kuran, bunu Allah’ın insanlara tanıdığı bir özgürlük alanı olarak değerlendirmektedir. Müminler dinde zorlama yapmama konusunda uyarılmakta36, hidayet ve kurtuluşun yalnızca Allah’ın iradesiyle gerçekleşebileceği hatırlatılmaktadır. İnsana doğru yolun gösterildiği ancak dileyenin, sonucuna katlanmak üzere dilediği yolu seçebileceği belirtilmektedir.37 İnsanları dine davet etme sırasında olumlu cevap vermeyen kişiler için üzülen Hz. Peygamber “Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?”38 ayetiyle teselli edilmektedir. Kişinin kendisi için istemediğini başkaları için de istememesi39 istenerek insanlar arası ilişkilerde empati kurmanın önemi vurgulanmaktadır. Dolayısıyla İslâm inancında zorlama ve şiddet değil, insan haklarına saygı ön plandadır. Sonuç Son yıllarda Müslüman olmayan ülkelerde kaygı, korku ve düşmanlığa varan bir İslâm karşıtlığının/İslamofobinin giderek yayılmaya başladığı, bu yayılmanın 11 Eylül 2001’de ABD’deki Dünya Ticaret Merkezi’ne yönelik saldırının ardından daha da hızlandığı görülmektedir. Söz konu- 36 37 38 39 Bakara 2/256. İnsan 76/3. Yunus 10/99. Buhârî, Îman 7. İslam Karşıtlığında (İslamofobi) ‘Cihad’ Algısının Rolü su olaydan sonra, özellikle Hıristiyanların yoğunlukla yaşadığı ülkelerde Müslümanları birer terörist gibi görme eğiliminin arttığı anlaşılmaktadır. Müslüman kişi ya da gruplar tarafından gerçekleştirilen şiddet içerikli eylemlerin siyasal amaçlı olduğu gerçeği göz ardı edilmekte ya da bilinçli olarak bu gerçek gizlenmeye çalışılmaktadır. Dolayısıyla günümüzde bazı Müslüman gurupların gerçekleştirdiği söylenen şiddet içerikli eylemlerin İslam’dan kaynaklandığı görüşü, temel dayanaklardan yoksun bir iddiadan ibarettir. Çünkü İslâm, isminin de bir gereği olarak barış yanlısı bir dindir. İslâm’ın temel prensiplerinden olan cihadın amacı, zulmü ve haksızlığı önlemek, hakkı ve adaleti tesis etmektir. Dolayısıyla cihadın amacı, insanları ve toplumları barış ve huzur içerisinde bir hayata kavuşturmaktır. Dünyanın değişik bölgelerinde Müslüman kimlikli radikal gruplar tarafından gerçekleştirilen şiddet eylemlerini cihad ayetlerine bağlamanın İslâm korkusu ve İslâm karşıtlığında elbette rolü vardır. Ancak İslâm korkusunun ve karşıtlığının temel nedeni, cihad ayetlerinden çok, İslâm’ın dünya ölçeğinde hızla yayılan bir din olması, nüfusu giderek artan Müslümanların Avrupa başta olmak üzere dünyanın değişik bölgelerine yerleşmeleri, Misyonerlik faaliyetleri ve emperyalist emeller karşısında en büyük engel olarak İslâm’ın ve Müslümanların görülmesidir. Empati kurduğumuzda, böylesi bir korkunun normal olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü İslâm insanlara baskıyı, sömürüyü ve emperyalizmi reddeden adil bir sistemden yanadır. Bu dine inananların etkinliği, elbette emperyalistler, yoksul ülkelerin doğal kaynaklarını sömürenler, kendi çıkarları uğruna kan dökmeyi meşru sayanlar, ırk ve kültür ayrımcılığı yapanlar, hukuku çarpıtanlar, insan haklarına saygıdan yoksun hayat sürenler için bir tehdittir. Müslümanlar olarak, sebebi ne olursa olsun, İslâm’la ilgili dış dünyada ve içerde oluşan şüphe ve kaygıları gidermek, öncelikle biz Müslümanlara düşen bir görevdir. Öyleyse İslâm’la ilgili oluşan şüphe ve kaygıları gidermeye çalışmamız ve İslâm dinini İnsanlığa doğru bir şekilde tanıtmamız gerekir. Böylece pek çok ülkede giderek yaygınlık kazanan İslâm karşıtlığının/İslamofobinin tamamen yok edilmese de, katlanılabilir bir düzeyde seyretmesi sağlanacaktır. Bu konuda şunlar önerilebilir: 1. İslâm ve diğer dinler yaşadığı sürece, İslâm karşıtlığının/İslamofobinin tamamen yok edilemeyeceği bilinmelidir. 247 248 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Hollanda’da Müslüman Karşıtlığının Kaynakları Üzerine 2. İslâm’ın dış dünyada doğru bir şekilde tanıtılması yani tebliğ edilmesi amacına yönelik siyasal ve eğitsel projeler geliştirilmeli ve bu amaca dönük olarak basın yayın çalışmalarına ağırlık verilmelidir. 3. Dış ülkelerde yaşayan her Müslüman, bulunduğu yörede İslâm’ın temsilcisi durumundadır. Dolayısıyla yurt dışına işçi ya da görevli olarak gidenler imkânlar ölçüsünde eğitilmeli ve böylece Müslümanlığın dış dünyada doğru olarak temsil edilmesine çalışılmalıdır. Kısacası İslâm’a uygun bir Müslüman imajı geliştirilmelidir. 4. Sağlıklı din eğitimiyle Müslüman toplumların İslâm hakkında doğru bilgilenmeleri sağlanmalı ve İslâm adına şiddete başvurmanın yanlışlığı anlatılmalıdır. 5. Zemini ve programı iyi hazırlanmış kültürlerarası diyalog çalışmalarıyla İslâm dış dünyaya doğru bir şekilde tanıtılmalıdır. Hollanda’da Müslüman Karşıtlığının Kaynakları Üzerine 6. İslam’ın şiddet ve terörizm ile birlikte anılmasının yanlışlığı ve cihadın meşruluğu her fırsatta anlatılmalıdır. YRD.DOÇ.DR.BETÜL DUMAN 7. İslâm karşıtlarının 11 Eylül saldırısında olduğu gibi, Müslümanları töhmet altında bırakmaya yönelik planlarını deşifre edici çalışmalar yapılmalıdır. YRD.DOÇ.DR.OSMAN ALACAHAN YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ İİBF ÖĞRETİM ÜYESİ 8. Kuran’ın cihad anlayışı, iç ve dış kamuoyuna doğru bir şekilde tanıtılmalıdır. 9. Dış dünyada İslâm aleyhine yapılan yayınlar, siyasal ve diplomatik girişimlerle, karşılıklı iyi niyetli görüşmelerle önlenmeye çalışılmalı, İslâm’ı doğru tanıtıcı programların yayınlanması için çaba harcanmalıdır. 10. Avrupa’da nüfus hareketleriyle oluşacak yeni duruma hazırlıklı olmak için uzun vadeli projeler geliştirilmelidir. 11. Yurt dışında yaşayan Müslüman gruplar arasında kardeşlik ve dayanışma duyguları geliştirilmeli, bazı hizmetlerde güç birliği yapılmalı, tefrika yerine birlikte hizmet edebilme kültürü güçlendirilmelidir. 12. Her yönüyle (eğitim, kültür, ahlak, hukuk, siyaset, ekonomi vs.) insanlığa örnek bir Müslüman toplum oluşturmalıyız. 1. Giriş İslamafobi Avrupa’da Müslüman topluluğa yönelen ırkçı, ayrımcı tutumları anlatmaktadır. Bu ayrımcılık fiziksel şiddet olarak, medyasiyaset ve entelektüel söylemlerde, dini pratik ve uygulamalara konulan engellerde ifadesini bulmaktadır. İslamofobi bir yönüyle Müslüman topluluğu türdeş varsayıp, batının karşısında konumlandırmaktadır. Bu kapsamda sosyal sermaye ve değerler bakımından İslam ve Batı kültürünün farklılığı birçok çalışmada vurgulanmaktadır. Örneğin Inglehart ve Norris Batı ve İslam toplumlarının sosyal tutumlarını analiz ettikleri çalışmalarında özellikle eşcinsellik, cinsiyet eşitliği, kürtaj ve boşanma gibi vakalara ilişkin tutumlardaki farklılaşmanın altını çizmektedirler. Huntington, Fukuyama gibi entelektüeller ise İslamın modernleşmeye ve sekülerleşmeye direndiği, demokrasi ile bağdaşmayan değerlere dayandığı savlarını küresel dolaşıma sokabilmektedirler. İslamafobi diğer yönüyle Müslümanları bir tehdit olarak inşa etmekte ve bu tehdidin en ucunda terörizm bulunmaktadır. 249 250 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Ancak Avrupa’da Müslümanların neredeyse tamamının göçmen olması ve sosyo-ekonomik statülerinin düşük olması nedeniyle İslamafobi aynı zamanda göçmen karşıtı söylemin bir parçasını oluşturmakta, Müslümanların entegrasyonlarındaki başarısızlık da bu söylemin inşasında geniş yer tutmaktadır (Cesari 2011: 20-21). Ki bu bildiri özellikle bu konuya temas etmeyi istemektedir. Avrupa’da yabancı düşmanlığı ya da göçmen karşıtlığı bünyelerinde kültürel olarak farklı nüfusun entegrasyonuna ilişkin sorunlar yaşamaları nedeniyle yaygındır. Yeni olan bunun neredeyse tümüyle Müslüman nüfusa yönelmiş olması ve İslamafobi bağlamına kaymış olmasıdır. Daha önce Müslüman nüfusun Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu emek açığını kapatan “geçici işçiler” olarak makbul görüldüğü belirtilmelidir. Ancak Müslüman nüfus kalıcılaştığı (ki bugün ikinci ve üçüncü kuşakları Avrupa’da yaşamaktadır) ve büyüdüğü oranda (ki bugün resmi olmayan Müslüman nüfusun 13 milyon dolayında olduğu ve bunun Avrupa nüfusunun %3,5’ine tekabül ettiği tahmin edilmektedir1) “sorun” olarak ele alınmaya başlanmıştır2. 11 Eylül 2001’de İkiz kulelere yapılan saldırının 1 Avrupa’daki Müslümanlar farklı ülkelerden gelmektedirler. Örneğin Hollanda’da Türkiye’den, Fas’tan ve Endonezya’dan gelen Müslümanlar yaşamaktadırlar. İngiltere’de Müslümanların yarısı İngiltere doğumlu olup, göç eden en geniş Müslüman grup Bangladeş ve Pakistan’dan gelmiştir. Bu da Avrupa’da yerleşik Müslümanların milliyetleri ve etnik kökenlerinin heterojen olduğunu göstermektedir. Örneğin Fas’tan gelenler Arap ya da Berber, Türkiye’den gelenler Türk ya da Kürt, Pakistanlılar Pencap ya da Kaşmiridir. Müslümanların önemli bir kısmı Sünni olup, Şii, Alevi azınlıklar da bulunmaktadır (EUCM 2006:26). 2 Bu sorunlar genel olarak şöyle özetlenebilir (EUMC 2006): Özellikle genç Müslümanlar sosyal hayat gelişimleri için oldukça sınırlı fırsatlara sahiptir. Bunların maruz kaldığı sosyal dışlanma ve ayrımcılık yabancılaşma ve umutsuzluk üretmektedir. 2002-2005 yılları arasında yapılan Müslüman göçmenlerin ekonomik ve sosyal yaşamda karşılaştıkları ırkçılık ve yabancı düşmanlığı deneyimlerinin sorgulandığı çalışmalarda İspanya, Hollanda, Portekiz ve İtalya’da Müslümanların Müslüman olmayanlardan daha fazla ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı mağduru olduğu tespit edilmektedir. Öte yandan Avrupa’nın Avusturya, Yunanistan, Almanya, Fransa, İrlanda gibi birçok ülkesinde ise Müslümanların ayrımcılık algılarının sadece Müslüman kimlikleri ile alakalı olmadığı ifade edilmektedir (EUMC 2006). Müslümanlar sıklıkla olumsuz damgalanmaya maruz kalmaktadır. Burada özellikle medyanın olumsuz ve seçici raporlama dili baskındır. Yine fiziksel ya da sözlü saldırı, taciz ve tehdit şeklinde ortaya çıkan önyargı ve nefretin mağduru olmaktadırlar. Nitekim Ayrımcılık deneyimine göre 2008 yılında Avrupa’daki Müslüman erkeklerin %34’ü, kadınların ise %26’sı Müslüman karşıtı ayrımcılık yaşamışlardır (EUA 2009). Müslümanların eğitim düzeyleri ortalamanın altında kalmakta, işsizlik oranları ise ortalamanın çok üzerindedir. Müslümanlar sıklıkla düşük nitelik gerektiren işlerde çalışmaktadırlar. Ayrıca, Müslümanlar çoğunlukla kötü konut bölgelerinde yaşamaktadırlar ve konut bölgeleri ayrışması Avrupa ülkelerinde gözlenmektedir (EUMC 2006: 11-13). Müslümanlara yönelik kamuoyu değişmeye başlamış ve olumsuz yaklaşım artmıştır. Bunda medyanın olduğu kadar siyasetin kutuplaştırıcı söyleminin etkisi vardır. Hollanda’da Müslüman Karşıtlığının Kaynakları Üzerine küresel düzlemde Müslüman karşıtlığı için dönüm noktası olduğu ifade edilebilir. Ancak her ülkenin kendi 11 Eylülünü yaşadığı ve faillerin Müslüman olmaları nedeniyle terörü önlemek için yapılan düzenleme ve uygulamaların Müslüman karşıtlığını güçlendirdiği hatta Müslümanları ötekileştirdiği söylenebilecektir. Her ne kadar madalyonun bir yüzünde yükselen İslamafobi ve Müslüman karşıtlığı olsa da diğer yüzünde ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı uygulanan yaptırımların İslamafobi için kurumsallaşmadığı belirtilmelidir. Nitekim Birleşik Krallıktaki İslamafobi araştırmasında Tahir Abbas Avrupa’daki düzenlemelerin çoğunlukla ırkı, Birleşik Krallıkta ise etnik olarak farklı olan dini grupları (Yahudiler ve Sihler vb.),temel aldığını veesas olarak İslamafobi karşısında hukuki korumanın Müslümanlar için sözkonusu olmadığını dile getirmektedir. Esasen genel olarak göçmen entegrasyon politikalarının bu sonuçta etkili olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bu konuda birkaç hususun altını çizmek gerekmektedir: Avrupa azınlıklarını başarılı şekilde entegre edememektedir. Göçmenlerin insani sermayeleri daha düşük, işsizlik oranları daha yüksek ve çoğunlukla kötü konut alanlarında yaşamaktadırlar. Bu da ev sahibi toplum ve göçmen arasında “fark” algısını artırmaktadır. Diğer yandan refah devleti üzerinde oluşan baskı ve ödentilerinden göçmenlere sağlanan imkanlar da göçmen karşıtı duyguya eklenmektedir. Bugün Orta ve Doğu Avrupa’da 8-10 milyon civarında Roman yaşamaktadır ki bu kesiminde benzer ayrımcılık ve dışlanma süreçlerini yaşadığı bilinmektedir (Geddes 2003: 6). Ancak sorunun sağ partiler dolayımıyla siyasal ve kamusal alana taşınması göçmen=Müslüman denkliği içinde ve İslam karşıtı duygu ile olmaktadır. Diğer bir ifadeyle yükselen söylem göçmen lafzının Müslümanla aynılaşması, etnikliğin din ile yer değiştirmesidir. Cesari’nin (2011) yerinde tespit ettiği gibi İslamafobi, yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı gibi diğer duygularla üst üste binmektedir. Müslüman toplulukların da kendi içine kapanma, kendi kültürel köklerini ve aidiyetlerini koruma noktasında bir tepkisellik geliştirmeleri de bu duyguyu beslemektedir. Din, gelenek, modernlik, laiklik gibi kamusal tartışmaların odağında Müslüman kadınlar yer almaktadır. Yakın dönemin sıcak tartışmalarından biri Müslüman olmayanların baskı ve tahakküm unsuru olarak gördükleri “başörtüsü” meselesidir. Belçika, Fransa, Almanya, İngiltere, Avusturya gibi bazı Avrupa ülkelerinde Müslüman kadınların yaşadığı ikinci sorun “zoraki evlilikler” ve “namus cinayetleridir” (EUMC 2006:10). Bununla birlikte cami/ibadethane yeri, din adamları meselesi de yaşanan sorunlar arasındadır. 251 252 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Bu bağlamda Avrupa toplumunun ayrıca iki yapısal sorunla baş etmek zorunda olduğu ifade edilebilir. Birincisi Müslüman göçmenlere medyada yöneltilen hoşgörüsüzlük, ayrımcılık ve hatta ötekileştirme; ikincisi ırkçılığı-göçmen karşıtlığını Müslüman karşıtlığına eklemleyen aşırı sağ siyasetin güçlenmesi ve bunun merkez siyasetin konumlanmasını ve söylemini de etkilemesi. Bu çerçevede yükselen İslamafobinin ve bunun siyasal alana tahvil edilmesinin entegrasyon politikası üzerinde etkileri olduğu muhakkaktır. Avrupa toplumu son dönemde batı dışı göçmenlere büyük zorluklar ve sınırlandırmalar getirmekte, kendi yaşlanan nüfusunu ve mevcut işgücünün nitelik kısıtını dikkate alarak özellikle yüksek nitelikli işgücünü göçmen olarak kabul etmekte ve entegrasyon politikalarında kimlik temelli çokkültürlülük politikalarından vazgeçilmektedir (Geddes 2003:5). 2. Hollanda’da İslamafobi ve Kaynakları Öncelikle ifade edilmelidir ki Hollanda3 ilk ülke olmasa da İslamafobi olarak adlandırılan olgunun en şiddetli görüldüğü Avrupa ülkelerinden biridir. Kamuoyu araştırmalarının ve raporların önümüze koyduğu tablo şöyledir: Amsterdam’da İslamda kadın hakkında tartışmalı bir filmi olan yönetmen Theo van Gogh’un 2004 yılında öldürülmesinden sonra yapılan ilk araştırmada Hollandalıların %80’i İslami radikallikle mücadele için ilave önlemlere ihtiyaç olduğunu ifade etmişlerdir. Militan imamların sınır dışı edilmesi (%60), terörist eylemlere dair hapis cezalarının arttırılması (%62), küçük yaştaki çocukların davranışlarından aileleri sorumlu tutma (%59), camilerdeki ibadetlerin ve vaazların daha yakın izlenmesi (%52), çoklu milliyet sahibi olmanın iptali (%48) bu talepler arasındadır. Yine katılımcıların yarısı Faslıların Hollanda toplumuna entegrasyonunun başarısız olduğu görüşündedirler (EUA 2009). 2005 Mayıs Pew Küresel Tutumlar Projesi Kamuoyu Araştırmasına göre Hollandalıların %65’i Müslümanların “kendilerini ayrı bir topluluk 3 16.3 milyon nüfuslu Hollanda’nın beşte biri başka yer doğumludur. Nüfusun %6’sını oluşturan bir milyon Müslümanın en geniş grubu Faslılar, ikincisi Türklerdir ve çoğunluğu Amsterdam, Rotterdam ve Utrecht’de yaşamaktadır (Fleras 2009: 150). 1945-60 döneminde çoğunlukla Endonezya, Güney Avrupa, Türkiye ve Fas’tan göçmen kabul eden Hollanda’da 1980 sonrası dönemde Yugoslavya ve Kuzey Afrika’dan, 1990lı yıllarda özellikle Bosna, Somali, İran, Pakistan ve Afganistan’dan mülteciler kabul edilmiştir (Maussen 2009). 2007 yılı istatistiklerine göre 116.819 göçmenin 74.644’ü Avrupa, 18.261’i Asya, 13.584’ü Amerika, 9.088’i ise Afrika kökenlidir. Hollanda’da Müslüman Karşıtlığının Kaynakları Üzerine olarak” gördükleri ve %60’ı ise Müslümanların “İslami kimlik duygularının güçlendiği” kanaatindedirler. (EUMC 2006: 35). 2006 Haziran Raporuna göre ise “modern bir toplumda yaşamak ve dindar bir Müslüman olmak arasında” çelişki görülmektedir (EUA 2009). 47 Avrupa ülkesinden veriler toplayan ECRI’nin (European Comission against Racism and Intolerance) 12 Şubat 2008 tarihinde açıklanan “Üçüncü Hollanda Raporu” İslamafobi konusunda dramatik bir artışa işaret etmektedir. ECRI Avrupa Raporunda Hollanda müslümanlarının basmakalıp yargılar, damgalama, bazen aşağılayıcı siyasal söylem, tutucu bir medya yaklaşımı ile karşı karşıya olduklarını belirtmektedir. Rapor ayrıca yakın zamanlarda Hollandalı siyasilerin Müslümanlara, İslam’a kültürel ve dini saldırılarının da gözlendiğini vurgulamaktadır. ECRI Raporuna göre, İslam şiddet dini olarak, Müslümanlar ise ülkeye tehdit olarak Hollanda’da damgalanmakta, Müslümanlar demokrasi ile bağdaşmayan gerici değerlerin taşıyıcısı olarak görülmektedir. Hollanda da 2000 yılından beri siyasal söylem özellikle İslam ile ilişkili olarak hayli kutuplaşmış durumdadır. Akademisyenler bunun nedenleri konusunda farklı görüşler ileri sürmektedirler. Bunlar, çokkültürlülük ve refah devleti konusunda fazla cömert olmaktan (Koopmans 2010: 1), kurumsal ve sosyal ırkçılığa, Hollanda sütun sisteminin sosyal bölünmeler yaratmasından azınlıklaştırma politikası ile göçmenlerin baskılanmasına kadar farklılık göstermektedir (Herbert 2011). David Herbert (2011) ise Hollandalılık ve İslam arasındaki çelişkiyi işleyip kamunun gündeminde tutan medyanın yarattığı olumsuzluğun temel bir rolü olduğunu iddia etmektedir. Hollanda’da Müslüman karşıtlığının kaynakları büyük ölçüde Avrupa ülkelerine paralellik göstermektedir. Bu çerçevede Müslüman karşıtlığının gelişiminde özellikle medyanın, entelektüeller ve siyasilerin önemli işlev gördüğü ifade edilebilecektir. Diğer yandan Hollanda özelinde iki konunun altı çizilmelidir. Birincisi sütun toplumunun varlığı ikincisi ise göçmen entegrasyonunda uygulanan çokkültürlülük politikasıdır ki biz bu çerçevede tartışmaya devam edeceğiz. 2.a Siyasi Liderler ve Partilerin Rolü Bilindiği üzere Avrupa’da göçmen nüfus artışının baskısı, AB’nin ulus ötesi niteliğinin ulusal sınırları zayıflatması ile birleşerek ülkelerde milliyetçi söylemleri ve kimliklere özcü yaklaşımları güçlendirmektedir. Ki bu 253 254 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Hollanda’da Müslüman Karşıtlığının Kaynakları Üzerine yabancı düşmanlığı ve korkusu olarak adlandırılmaktadır. Göçmen karşıtı duygu da kültürel farklılıkları olan nüfusun entegre edilmesi sorunu ile ilişkili olarak birçok Avrupa ülkesinde yaygındır. Göçmenlik Avrupa’nın gündemi olduğundan beri radikal sağ partiler ırkçı ve göçmen karşıtı bir söylemi harekete geçirmekte bazı başarılar kaydetmişlerdir. Ancak özellikle son yıllarda bu Müslüman karşıtı olmaya başlamış ve aşırı sağcı partiler kamuoyunun değişen tutumlarından yararlanmayı büyük ölçüde başardıkları gibi kutuplaştırıcı söylemleri ile kamuoyunun bu yönde şekillenmesini de desteklemişlerdir. İngiltere’nin Odham, Bradford gibi kuzey şehirlerinde yaşanan ayaklanma, İngiliz Ulusal Partisi tarafından rahatlıkla uluslar arası terörizmle ilişkilendirilerek sunulabilmiş, anti-Müslüman bir kampanya bu temel üzerine sürdürülebilmiştir. Keza yine Le Pen ve Milliyetçi Cephesi Müslümanlara yönelik korkuyu terörizm korkusu ile ilişkilendirerek Fransız siyasetinde oldukça önemli bir yer edinebilmiştir. yolla entegre ettiği iddiasında idi. Fransa, Almanya, Avusturya gibi ülkelerde sağ kanat siyasal liderler Müslüman göçmen ve İslam ve kendi değerlerinin uyumsuzluğu konularını kamusal ve siyasal alanda son 15 yıldır dile getirirlerken, Hollanda en azından kültürel çeşitlilik ve İslam tartışmasını barışçıl ve ılımlı bir bağlamda yapmakta idi. Ancak 2000 yılında Paul Scheffer’in “Çokkültürlü trajedi” başlığıyla yayınladığı gazete yazısı bu konuda bir dönüm noktası oldu. Scheffer’ın Hollanda’nın birçok soruna gözünü kapattığını iddia ettiği yazısı eski mahallelerde yerliler ile yeni göçmenler arasındaki gerilimi, Hollanda toplumunda etnik ayrışma düzeyinin artmasını, göçmen nüfusun düşük sosyo-ekonomik statüsünü, muhafazakâr İslamın artan gücünü bu sorunlar arasında sıraladı. 2000 yılından beri kamuoyu U dönüşü yaptı ve göçmen entegrasyon modeli batı Avrupa’nın en kötüsü olarak tanımlanmaya başlandı. Ancak bu göçmenlik karşıtlığı İslam karşıtlığı duygusuna dönüştürüldü. Ancak Avrupa’daki değişen siyasal iklimin en dramatik biçimi Hollanda’da gözlenmiş, Müslüman karşıtlığı ile göçmen karşıtı duygu örtüştürülmüştür. İslam karşıtlığını siyasal söylemine ve parti programına koyan Geert Wilders liderliğindeki Hollanda Özgürlük Partisi seçmenin %16sının oyunu almayı başarmıştır. Başörtü takan kadınlardan vergi alınması, Kuran’ın yasaklanması, Müslüman ülkelerden göçün yasaklanması gibi politikalar Hollanda Özgürlük Partisi programında yer almaktadır. Wilders 2011 seçim kampanyasını “Hollanda’nın İslamcılaştırılmasına son vermek” üzerine şekillendirmiş ve çokkültürlülük modelini bu çerçevede eleştirmiştir. Hollanda siyasetinde ve kamuoyunda meydana gelen ikinci büyük değişim, popülist bir ayaklanmayı örgütleyen yeni bir siyasal elitin ortaya çıkışı iledir. Hollanda siyasetinde 2002 yılında Hollanda siyasal kurumlarına güvenin kaybolduğunu ve sokaktan gelen sese bu kurumların cevap vermediğini dillendiren yaygın popülist bir hareket şekillendi. Bu hareketin büyük ölçüde dikkat çektiği göçmenlerin entegrasyonu meselesi ulusal ve uluslar arası düzeyde meydana gelen diğer olaylarla daha da sıcaklaştı (Scholten 2010). Uygulamaya geçirilmemekle birlikte siyasal kamusal tartışma İslam’ın yasaklanması, ikinci kuşak Müslüman Faslıların sınır dışı edilmesi, ya da cinsiyet ayrımına dayalı camilerin yasaklanması gibi noktalara taşınmıştır. Bunun son 11 Eylül saldırısı, Londra ve Madrid bombalamaları, Irak ve Afganistan işgalleri gibi uluslar arası olayların faillerinin Müslüman olması ve üstelik bunların o ülke doğumlu göçmenler olması ile ilişkisi bulunmakla birlikte ulusal bağlamda da bazı olayların altını çizmek gerekmektedir. Birincisi Hollanda göçmen politikasının 1990’lı yıllardan itibaren sorgulanmaya başlanmasıdır. O zamana kadar eşcinsellere eşit muamele, refah devleti reformu gibi birçok alanda kendini öncü-örnek ve rehber ülke olarak kabul eden Hollanda göçmen politikası bakımından da bu iddiayı taşımaktaydı: Kültürel ve dini çeşitliliği hoşgörü ve ayrımcı olmayan bir Pim Fortuyn’un liderliğini üstlendiği bu hareket söylemini iki temelde kurdu: birincisi Hollanda’nın içe dönük bir siyasal elitle ve sıradan insanın ihtiyaçları ve sorunlarını bilmeyen bürokratik bir aygıtla yönetildiğidir. İkincisi Hollanda çokkültürlülüğünün başarısız olduğu ve İslam hakkında politik düzeltmeye ihtiyaç olduğudur. Fortuyn’a göre İslam gerici bir dindi ve 1997 yılında Hollanda toplumunun İslamileşmesinden bahsederken, hoşgörü, açık zihinlik, eşcinseller ve kadınların eşit muamelesi gibi değerleri yok ettiği iddiasındaydı. Fortuyn’un popülaritesi ve siyasal başarısı Hollanda siyasetine yeni siyasal elitlerin işbaşı yapmasını getirdi ve 2002 Mayıs ayında suikastı ile Partisinden (List Pim Fortuyn, LPF) birçok milletvekili Meclise girmeyi başardı. Sağ kanadın siyasal yelpazede etkinliğini artırması çokkültürlülük üzerine polemikleri de besledi. Bugün göçmen entegrasyonuna ilişkin kamuoyu bu siyasetçilerce belirlenmekte ve bu elitler İslam’ın göçmen entegrasyonunda başlıca sorun 255 256 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu olduğu, batı medeniyetine asli bir tehdit oluşturduğu kanaatini yaymaktadırlar. Birçok yerel siyasetçi de bu sürece katkı sağladı. Örneğin Yaşanabilir Rotterdam’dan (Leefbaar Rotterdam) Marianna van den Anker’in “Müslümanların Avrupalı kadını kötü ve namussuz olarak gördüğü”, “eşcinsellikten nefreti”, “namus cinayetini”, “kadın sünnetini” ve “bekaret kültünü” beslediği medyaya da yansıyan eleştirilerdir. Siyasal sürecin değişiminde üçüncü bir olay Hollanda siyasal yaşamında şiddetin ve suikastların artmasıdır. Pim Fortuyn’un suikastı ile başlayan olaylar, kanaat önderlerine yönelen ölüm tehditleri ve şiddet saldırıları ile devam etmektedir. 2004 yılı Kasım ayında film yapımcısı Theo van Gogh’un Submission adlı Müslüman kadınların fiziksel taciz ve aile içi şiddete uğramasını anlatan bir filmi nedeniyle Müslüman Faslı bir radikal tarafından öldürülmesi, bunu takip eden İslami okulların ve camilerin kundaklanması ülkenin ruhunu kaybettiği ve sivil bir savaşın eşiğinde olduğu duygusunu yarattı. Bu da kamuoyunda “çokkültürlü trajedi”, “İslami terörizm”, “Müslümanların entegrasyondaki başarısızlıklar” gibi meselelerle ilişkilendirildi. Bugün İslam’ı eleştiren Hollandalı siyasetçiler sürekli ölüm tehditleri aldıklarından dolayı kişisel koruma talep etmektedirler. Siyasal olarak dikkat çekilmesi gereken sorun alanlarından biri de din adamları meselesi olmuştur. Müslüman imamlar sorunu siyasetin kutuplaştığı ve kamuoyunda olumsuz Müslüman imajı ve İslam –demokrasi karşıtlığının kurulduğu alanlardan biri oldu. Almere kasabasında bir imamın kadınlarla el sıkışmaması ilk skandal olarak görülmektedir (Maussen 2009). Diğer bir olay 2001 yılında NOVA kanalına Faslı bir imamın (El Moumni) “homoseksüellik bulaşıcı bir hastalıktır ve Hollandalı gençler arasında yayılması Hollanda’nın sonu olur” mesajlı mülakatında, eşcinsleri ile birleşmemeleri nedeniyle Avrupalıları domuzdan ve köpekten daha aşağılık diye nitelendirmesidir. Birçok örgüt eşcinsel ayrımcılık yapıldığı yönünde resmi şikayette bulunmuş ve imamın yargılamasında (2002 Nisan) hakim bu sözleri düşünce ve ifade hürriyeti kapsamında değerlendirmiştir. Böylece İslam, din ve vicdan özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü, eşcinsel önyargı ve şiddet temaları etrafında medyada bir dizi tartışma alevlendi (Maussen 2009). Paralel yürüyen bir tartışmada ise cami cemaatlerinin birinci kuşak, Hollandaca bilmeyen, eğitimsiz kişilerce yönetilmesi, dışarıdan gelen imamların Hollanda toplumuna yabancı olması idi. Bütün bunları siyasal söylemine eklemleyen sağcı siyasetçiler oldu. Hollanda’da Müslüman Karşıtlığının Kaynakları Üzerine Siyasal ve medya söylemindeki değişiklik esasen entelektüellerin söylemleri ile beslenmiştir. Avrupa’da örneğin İtalya’da Oriana Fallaci’nin Öfke ve Gurur adlı kitabı Müslümanlara saldırmakta ve İtalyan Hıristiyan toplumunu yok ettiğine vurgu yapmaktadır. 1,5 milyon satan bu kitap sağ kanat siyasi hareketlerde de kullanılmaktadır (Maussen 2009). Benzer bir örneği Hollanda’dan vermek de mümkün olup, birçok entelektüel ve yazar İslam karşıtı düşüncenin oluşmasına katkı sağlamıştır. Önde gelen felsefe profesörü Herman Phillipse’nin İslamın şiddet yanlısı kabilevi bir kültür olduğu, modernlik ve demokrasi ile bağdaşmadığı iddiaları kamuoyunda etkili olmuştur. Benzer şekilde etnisite alanında uzman profesör Paul Cliteur dinin şiddete neden olduğu, tek çözümün sekülerleşme olduğu tespiti de fazlasıyla ilgi görmüştür. Hollanda’da çokkültürlülüğün sorgulanması da solcu bir entelektüel olan Paul Scheffer ile yine 2000 yılında başlamıştır. Scheffer Hollanda’nın politikalarının çalışmadığı ve bunun göçmenlerin kötü sosyo-ekonomik koşulları, mahallelerde artan gerilim ve İslamın daha muhafazakâr kollarının artan etkisinden anlaşılabileceğini iddia etmiştir (Maussen 2009). 11Eylül sonrası dönemde ise birçok etkili entelektüel çokkültürlülüğün aşırıya gittiği, Hollanda kimliğini ve kültürünü korumak gerektiği konusunda kamuoyunu belirlemeyi başarmıştır. Öyle ki, 2002 yılında Liberaller, Hıristiyan Demokratlar ve Pim Fortuyn Partisinin koalisyonunda yer aldığı Hollanda Hükümeti asimilasyon çizgisine yakın yeni entegrasyon politikasına yön vermiştir (Scholten 2010). 2.b. Dikey Bölünme (Sütun toplumu) ve Entegrasyon Politikası olarak Çokkültürlülük Hollanda özelinde göçmenlere ve özellikle Müslümanlara yönelen hoşgörüsüzlüğün altında yatan sebep kısmen toplumun sütun yapısı üzerinde inşa edilmesi ise daha önemli sebep Hollanda’nın çokkültürlülük politikalarının politik-dini dikey ayrışmanın yani sütunlaştırma geleneksel politikasının devamı olması ve fikren benzetilerek düzenlenmesidir. Sütunlaştırma özellikle 1900-1960 yılları arasında Hollanda toplumunun temel niteliğidir. Sütunlaşma toplumun dini ve seküler bloklara ve alt kültürlere bölünmesi olup, Katolik, Protestan, Liberal ve Sosyalist olmak üzere dört sütun vardır4 (Schrover 2010: 332). Bu dikey bölünmüş çoğul4 1945-60 arasında bugünkü Endonezya’dan 300.000 göçmen gelmiş ve bunlar kendi sütunlarını oluş- 257 258 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu cu model sosyal hareketlilik, politik çatışma ve uzlaşmanın inşası amaçlı kullanılıyordu ki bu 1917 Anayasasının dayandığı mutabakattı. Neticede 1960’lara kadar Hollanda toplumu ideolojik temelde yüksek düzeyli sosyal ve kurumsal ayrışmayla nitelenmekteydi ve bu model Hollanda’nın modernliğe özgün geçiş modeli olarak siyasetçilerce kabul gördü. Sütunlar siyasal gücün, sosyal örgütlenmenin ve bireysel davranışın birbirlerini belirleyip beslediği bir sosyal yapıdır ki bireyler kendilerini herşeyden önce bu sütunla ve dayandığı ideoloji ile tanımlamaktadır. Bu yönüyle bireyin birincil sadakati ve aidiyeti sütuna yönelmektedir. Sütun modelinin diğer bir özelliği elitlerin mutabakatına dayalı olmasıdır. Bu durum siyasal istikrarı sağlamaktadır; şöyle ki her bir sütunun elitleri doğrudan bir karşılaşmaya gitmeden farklılıkları yönetebiliyorlardı (Lijphart 1968;).Sütun toplumu siyasal istikrarı ve denetimi sütunlar arası geçişi/geçirgenliği asgaride tutması ile sağlayabilmektedir. Dolayısıyla sütunlar arasındaki sosyal sınırların korunması, sütunları temsil eden elitlerin farklılıklarını vurgulaması ve kendi tabanlarının diğerleri ile sınırlı ve hatta hiç etkileşime girmemesi ile sağlanabilmektedir. Sütun toplumunun diğer bir niteliği ise her bir sütunun kendi paralel kurumlarını ve örgütlenmelerini oluşturmasının teşvik edilmesidir. Bir politika olarak sütunlaşma grupların siyasi parti, özel okul, ibadet ya da örgütlenmeleri için devlet finansmanına başvurabilmeleri anlamına gelmektedir (Schrover 2010:333). Her bir cemaatin önderleri elitleri arasında işlevsel bir mutabakat oluşmuş ve tabanlar birbirinden ayrıştırılmıştır. Bu modelden ilham alan çokkültürlülük uygulamalarında da göçmenler devlet tarafından fonlanan kurumlar aracılığı ile hem grup bütünlüklerini hem de kültürlerini yaşatmaktadırlar. Paralel kurumlar radyo, TV istasyonlarından sendikalara, sağlık, eğitim ve spor kurumlarına kadar uzanmaktadır (Fleras 2009:152). Esasen toplumun dikey olarak ayrıştırılması başlangıçta istikrarlı bir toplumsal yapının oluşmasına hizmet etmişse de kendi hayat tarzları, Hollanda’da Müslüman Karşıtlığının Kaynakları Üzerine kurumları, konut bölgesi ayrışması ile şekillenen paralel toplumlar aynı zamanda kesimlerin birbirleri ile gündelik hayatta temas ve etkileşim kurmadan yaşamalarını ve kesimler arası sosyal mesafenin artmasını da beraberinde getirmiştir. Sütunlaştırma işlevsel olarak farklılaşmış toplumda kesimler arasında da farklılaşma ve sosyal mesafe yaratmaktır ki sosyal dışlayıcılığın ve grup içi dayanışmanın gelişmesi ve göçmenlerin kendi içlerine kapanmaları kaçınılmazdır. Hollanda’nın entegrasyon politikasının dayandığı kategorikleştirme insanların kendini nasıl tanımladığı ve bir diğerince nasıl tanımlandığını etkilemekle kalmamış, göçmen kültürünün toplum algısında “fosilleşmesine ve donmasına” da yol açmıştır. Devletin önce sütunlaştırma devamında çokkültürlülük sürecinde göçmen örgütlenmelerine tepeden müdahalesi hem Hollanda hem de göçmen kültürü hakkında özcü fikirlerin güçlenmesini ve kültürel donmayı üretmiştir. Kültürlerin değişime açık olmadan statik olarak kodlayan bu yaklaşım entegrasyonu da imkansız hale getirmektedir (Schrover, 2010:329). Hollanda’da göçmenlerin yüksek düzeyde örgütlendikleri bilinmektedir. Göçmenlerin örgütlerinin niteliği, sayısı ve büyüklüğü göçmenlerin kendilerini “farklı” olarak tanımladığının ve bu örgütlerin Devlet tarafından muhataplığı ise onların “kolektif” bir kimlik olarak görüldüğünün göstergesidir. Hollanda’da fazlasıyla müdahaleci olan devletin göçmen örgütleri ile ilişkisi teşvik etmek, sübvansiyon sağlamak yönünde olmaktadır ki bu da farklılıklarını fetişleştirmelerine yol açmaktadır. Sütunlaştırma politikasında temel sütunları oluşturanlar toplumun asli mensupları olarak görülürken, diğer gruplar için aynı durum geçerli değildir. Diğer bir ifadeyle göçmenler sütun dışında tutulmuştur (Schrover 2010: 333). Ülkenin asli unsurları ile göçmen arasındaki ayrışmanın derinleşmesi, gündelik hayat karşılaşmalarının dahi oluşmaması kesimlerin birbirleri hakkında muhayyel ve varolan tarihi önyargılara dayalı algılamalar oluşturmasına neden olmuştur. 2.c. Entegrasyon Politikası ve Çokkültürlülük turmadan toplumda yerlerini alsınlar diye 1950 yılında devlet sübvansiyonu verilen şemsiye bir örgüt kurmuşlardır. 1960’lı yıllarda İtalya, İspanya ve Portekiz’den misafir işçi statüsünde göçmenler gelmişlerdir. Katolik olan göçmenler Hollanda sütunları içinde yerlerini almışlardır ve 1960 yılına kadar da kendi Katolik Kiliselerini kurmamışlardır. Ancak 1969 İkinci Vatikan Konsülü, dini inançlarını kaybetmeleri endişesi ve göçmenlerin geçiciliğini dikkate alarak azınlık dillerinde kiliseler kurulmasına izin vermiş ve böylece İtalyan, İspanyol ve Portekiz dillerinde Katolik Kiliseleri Hollanda’da kurulmuştur (Schrover 2010: 344). Hollanda’da göçmenler tarihsel sütun toplumunun dışında tutulmuş ve farklı entegrasyon politikalarına tabi olmuşlardır. Bu nedenle Etzinger (2006) Hollanda göçmen entegrasyon politikasının her on yılda bir değiştiğini, süreksizlikle malül olduğunu ifade etmektedir. Bu kapsamda tek 259 260 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu bir entegrasyon politikasından değil de entegrasyon politikalarından bahsetmek daha doğru gözükmektedir. Scholten’a (2010) göre Hollanda da azınlık politikası 1980lerde çokkültürlü iken, 1990lı yıllarda daha evrensel ve sosyo-ekonomik katılımı dikkate alan bir nitelik kazanmış, 2000 sonrasında ise Sosyal ve Kültürel Planlama Ofisi tarafından 2003 yılında yapılan araştırmada kültürler arası mesafenin uygulanan entegrasyon politikalarına rağmen oldukça fazla olduğu tespit edilmiş ve “Yeni Tarz Entegrasyon Politikası” adı verilen uygulama ile asimilasyonist bir çizgiye erişmiştir. Çok genel bir değerlendirme olarak şunu ifade etmek olanaklıdır: Esasen entegrasyon politikasındaki istikrarsızlık ve çokkültürlülüğün sütun toplumuna benzetilerek işletilmesi ve paralel yaşamı teşvik etmesi sosyal kaynaşma temelinin zayıflamasına ve İslamafobinin daha güçlü hissedilmesine yol açmıştır. Göçmenlere yönelik sıkıntı 1980 sonrası dönemde ortaya çıkmıştır. Bu tarihten önce hem sömürgelerden hem de işçi statüsünde göçmenlerin varlığı geçici olarak düşünülmüştür. Ki bu göçmenlerin “misafir işçi” statüsünde tasnif edilmesinden de anlaşılabilecektir. Hollanda’da geçici oldukları kabul edilen bu gruplara yönelik entegrasyon politikası da ekonomik hayata katılımın sağlanması ve sosyo-kültürel alanda ise kimliklerin korunmasını hedeflemiştir. Bu süreçte Hollanda’nın bir göçmen ülkesi olmadığı ve olmayacağı kabulü de etkili olmuştur (Scholten 2010). Ancak sonraki süreçte göçmenlerin kalıcılaşması, göçmen profilinin değişmesi farklı entegrasyon modellerini düşünmeyi de beraberinde getirmiştir. Entegrasyon politikasında ikinci aşama olan 1970-80 dönemi, misafir işçilerin dezavantajlı azınlık olarak görüldüğü bir dönemdir. Bu dönemde azınlık politikası geliştirilmiş, bunda azınlıkların bir arada olmasının onların sosyo-kültürel pozisyonlarının sosyo-ekonomik pozisyonları üzerinde de iyileşmeye neden olacağı varsayımı etkili olmuştur. 1979 ile birlikte göçmenler çokkültürlülük politikalarının özneleri olmuştur. Bir göçmen entegrasyon modeli olarak kültürel ve dini çoğulculuğa yer açmak için üretilen bir kurumsal yapılanma olan çokkültürlülük tarihsel sütunlaştırma politikası üzerinde temellenmektedir (Lijphart 1968). Göçmenler bu süreçte “etnik azınlık” olarak tasniflenmiştir. Bu politika her kültürün eşit ve değerli olduğu kabulü ile grup olarak tanınmayı kabul Hollanda’da Müslüman Karşıtlığının Kaynakları Üzerine etmiştir. Bu yönüyle Holanda’da uygulanan çokkültürlülük modeli etnikliğin bireysel değil kamusal kimliğini kurmakta ve bireyleri algılanan kültürel benzerlik temelinde gruplar halinde davranmaya ve örgütlenmeye zorlamaktadır. Bu nedenle de kurumsal tanınma farklılıklara aşırı vurgu yapmakta ve grup türdeşliği varsayımı da temsili bir organın oluşmasına yol açmaktadır. Nitekim Hollanda’da göçmenler kendi örgütlerini kurmaya teşvik edilmiştir. Kurumsallaşma bir grup kendisini nasıl tanımlayıp sunuyorsa o şekliyle ve türdeş varsayılarak meşruiyetinin tanınmasına dayanmaktadır. Grubun kurumsallaşması ve mali destek öznesi olabilmesi yani tanınması bir yandan kendi farklılığının altını çizmesine diğer yandan grup bütünlüğünü korumak için iç çeşitliliğini bastırmasına yol açmaktadır. Ayrıca devletin kurumsal temsile ve sübvansiyona dayalı sistemi örgütlerin birbirleri ile rekabetini de getirmektedir. Vurgulanacak bir husus bir yandan göçmenler azınlık hakları ile donatılırken, diğer yandan göçmen politikasında konut bölgelerinin, okullarının ayrışması olumlanmış, göçmenlerin kendi iç gruplarına yönelmeleri ve grup içi bağlayıcı sermaye oluşumuna yatırım yapmış, kendi grubu dışındakine yönelen bir sosyal sermaye üretilmesi gözardı edilmiştir. Her ne kadar göçmenlerin entegrasyonunu sağlamak amacıyla uygulamaya konsa da 1990’lı yıllarda çokkültürcü entegrasyon politikasının olumsuz sonuçları görmezden gelinememiştir: Hollanda Avrupa kökenli olmayan vatandaşların Avrupa içinde en yüksek işsizlik oranına sahip olduğu ülkedir. Yerlilerle karşılaştırıldığında işsizlik 3 katı oranında daha yüksektir. Refah bağımlılık oranı yüksek olduğu gibi, okul bırakma oranları da yerlilerin 2,5 katıdır. (Joppke, 2007:6). Bununla birlikte konut bölgesi ve mahalle ayrışması yoğundur. Bunu okulların ayrışması izlemiştir. Görülmüştür ki uygulanan entegrasyon politikası yarışan sadakatleri çatıştırma, etnik gruplar arasındaki farklılığı derinleştirme sonucu üretmiştir. Kesimler arasında sosyal ve kültürel mesafe artmıştır5. Bu kapsamda farklılığı reddetmeden entegrasyon politikasını yeniden düşünmek gereği doğmuştur. 1994’te sağın iktidara gelmesiyle göçmenlik ve entegrasyon meselesi Hollanda siyasetinin en temel politik gündemi olmaya başlamıştır (Fle5 Hollanda’da 2004 yılından itibaren Müslüman ve Müslüman olmayan nüfusun kaynaşmasını sağlamak bakımından Amsterdam belediyesi “Biz- Amsterdam Halkı” adında bir eylem planı hazırlamıştır. Şehir Meclisi bu plan için 2,5 milyon Avro ayırmış olup, ikinci dünya savaşı anma törenleri bağlamında dinler arası kutlamalar, “Komşunla öğle yemeği yemek” adı altında camilerde açık günler ve toplantılar bu kapsamda uygulamaya konulan topluluk kaynaşması eylemleridir (EUMC 2006: 95) 261 262 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu ras 2009: 156). Göçmenlerin kültürel farklılıklarına saygıyı önceleyen bir politikadan sosyo-ekonomik katılıma doğru yönelen bir entegrasyon politikasının gerektiği gündeme oturmuştur. Bu çerçevede, grup hakları yerine bireysel entegrasyonun hedeflenmesi ve devletin azınlıklarla ilişkisini düzenleyen refah rejiminin gözden geçirilmesi istenmiştir. Yeni entegrasyon politikasında göçmenlerin iyi vatandaş olmaları önemsenmiş ve 12 aylık entegrasyon dersi, Hollandaca öğrenmek, sivil eğitim, iş piyasasına hazırlık vb. kurslar bu kapsamda uygulamaya geçirilmiştir. Kamusal tartışmalarda göçmenlerin “grup” olarak kültürel çeşitliliğini tanımanın ve korumanın geri plana itildiği ve şu iddiaların güç kazandığı görülmüştür: a) Her kültür eşit derecede değerli değildir: barbar ve anakronik olanları vardır. b) Toplum varlığını sürdürmek için belli derecede türdeşlik ve entegrasyona ihtiyaç duymaktadır. c) İslamcılaşma dikkate alındığında çokkültürlülük ve demokrasi birbirine uyum sağlamamaktadır (Fleras 2009: 158). 2002 Pim Fortuyn ve 2004 Theo van Gough’un öldürülmeleri ve bu bağlamda çokkültürlülüğün sorgulanması neticesinde göçmenlerin sosyoekonomik katılımı sorunu yerini Hollanda toplumuna sosyo-kültürel adaptasyon meselesine bırakmıştır. Göçmenlerin sorumluluk ve yükümlülükleri zorunlu programlar ve yaptırımlar çerçevesinde yeniden tanımlanmış ve ev sahibi toplumla ortak değerleri ve normları paylaşmaya ki Hollandaca konuşmak bu kapsamdadır ve çeşitlilik içinde birlik sağlamaya odaklanmıştır. Bu değişiklikte önemli olan entegrasyon politikasının Hollanda toplumunun milli kimliğinin ve sosyal kaynaşmasının sağlanması ile doğrudan ilişkilendirilmesidir (Scholten 2010). Bazı yazarlar Hollanda entegrasyon politikasının geldiği bu noktayı yeniden asimilasyon olarak tanımlamaktadırlar. 2007-2011 yılları arasında ise 56 politikayı kapsamakta olan Entegrasyon Memorandumu açıklanmıştır. Konut, Topluluk ve Entegrasyon Bakanlığı bu planı gerçekleştirmek üzere kurulmuş olmakla birlikte yerel yönetimler entegrasyondan sorumlu asli idareler olarak değerlendirilmiştir. Entegrasyon politikası yeni gelenleri ve 2007 1 Ocak tarihinden önce Hollanda’da ikamet edenleri de kapsayacak şekilde Sivil Entegrasyon Sınavına tabi tutmaktadır ki zorunlu dil ve kültür testinden oluşmaktadır (Hammerberg 2009). Entegrasyonun birinci hedefi sosyal mesafenin azaltılmasıdır (Scientific Council for Government Policy 2007). İkinci hedefi konut ve mahal- Hollanda’da Müslüman Karşıtlığının Kaynakları Üzerine le ayrışmasının önlenmesidir6. Üçüncü tedbir alanı konut piyasasındaki ayrışmanın bir sonucu olarak yaşanan okullardaki ayrışmadır7. 3. Sonuç Avrupalı olmayan göçmenlerle yerli nüfus arasında her zaman gerilim olması anlaşılır bir durumdur. Ancak Avrupa toplumu bu gerilimleri keskinleştirmekte ve bunu İslam ve Müslüman karşıtlığına rahatlıkla taşıyabilmektedir. Hollanda İslamafobinin güçlü şekilde hissedildiği bir Avrupa ülkesidir. Hollanda’da göçmen ve Müslüman karşıtı sağ siyasetin güçlenip, merkez siyasetin konumlanması ve söylemi üzerinde de etki yaratması kadar medyanın ve entelektüellerin Müslüman karşıtlığını kuran ve derinleştiren söylemleri ve bunlara bağlı olarak kamuoyunun değişen algısı bu sonuçta belirleyici olmuştur. Hollanda’da bugün camilerin yasaklanması, Müslüman okullara aktarılan kamu mali desteğinin sınırlandırılması, Müslüman okulların yönetimlerinin tümüyle Hollanda milliyetine mensuplarca oluşturulması ve bazı İslami sembollerin yasaklanması konusunda bir siyasal-kamusal tartışma sürmektedir. Müslümanlara yönelik özellikle din ve vicdan özgürlüğü bağlamında ele alınabilecek düzenlemeler daraltılmaktadır. Nitekim Mayıs 2011 tarihinde Hollanda’da ister Müslüman ister Yahudi helal kesim, Hollanda değerleri ile bağdaşmadığı belirtilerek yasaklanmış, aynı yasak helal et isimlendirmesi ile satışına da getirilmiştir. 6 Konut piyasasında etnik ayrışma dört büyük Hollanda şehri için önemli bir noktaya ulaşmıştır. Bu nedenle Hükümet göçmenlerin yoğun olduğu, aile gelirlerinin düşük olduğu, suçların, işsizliğin ve okul bırakmaların yüksek olduğu 40 mahalle tespit etmiştir. İlave mali destek, karma konut bölgesinin teşviki, yaşam standartlarının yükseltilmesi, istihdam ve eğitimin teşviki gibi politikalar bu mahallelere yönlendirilmiştir. Kentsel Alanlarda Özel Tedbirler Yasası kabul edilmiş ve bu Yasa belediyeleri konut piyasasındaki yeni gelenler için ilave koşullar koymaya hizmet etmiştir. Ki Rotterdam bu yasayı uygulayan tek belediye durumundadır (Hammerberg 2009). Daha önce şehrin belli bir bölgesinde konut tahsis edilebilmesi için göçmenlerden istenen asgari ücretin %120’si düzeyinde gelire sahip olma şartı, 2005 Yılında uygulamaya konulan Genel Eşit Muamele Yasası ile “sosyal güvenlikten değil emekten gelir kıstasına bağlanmıştır. 7 Tüm ilk ve ortaokulların %10’u zenci okullar olarak adlandırılan okullardır. Ki eğitimcilerin %70’i batılı olmayan göçmenlerdendir. Dört büyük şehirdeki okulların %50’si bu kategoridedir. Anayasa ebeveynlerin çocuklarını okutacağı okulu seçme hakkını vermesinden dolayı, birçok beyaz aile “beyaz okulları” seçmektedir. Bu “beyaz kaçış” olgusu olarak tanımlanmaktadır ve fiilen okulların ayrışmasına yol açmaktadır. Ulusal Etnik Azınlıklar Danışma Komitesi eğitimdeki ayrışmanın hızla arttığı ve azınlık ailelerinin çocuklarının en kötü okullara katıldıkları sorununa dikkat çekmektedir. Beyaz kaçış olgusuna ilişkin olarak Hükümet yapısal bir mücadele başlatmasa da belediyelerin eğitsel dezavantajla mücadelede okullarla işbirliğine gitmesi yönünde teşvik etmektedir (Hammerberg 2009). 263 264 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Hollanda’ya özgülenebilecek kaynaklardan biri Hollanda’nın sütun toplumu modeli üzerinde, ideolojik ve kültürel olarak farklı tabanların birbirinden ayrıştırılmasına dayalı olarak inşa edilmesi iken, ikincisi bunun devamı olarak uygulamaya konulan çokkültürlülük politikasının sütun toplumu ana yaklaşımını korumasıdır. Bu kapsamda Hollanda’nın entegrasyon politikasının damgalayıcı, sosyal mesafe yaratıcı bir nitelik taşıması, farklılıkların aşırı vurgulanması ve paralel yaşamları teşvik etmesi temel bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Kaynaklar EUMC (European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia), Muslims in the European Union: Discrimination and Islamophobia, EUMC, 2006. European Union Agency for Fundamental Rights (EUA): Data in Focus Report: Muslims (2009) Scientific Council for Government Policy (2001). The Netherlands as an Immigration Society. The Hague, SDU. Scientific Council for Government Policy (2007). Identification with the Netherlands, Amsterdam University Press. Justus Uitermark, Ugo Rossi ve Henk van Houtum, ‘Reinventing Multiculturalism: Urban Citizenship and the Negotiation of Ethnic Diversity in Amsterdam’, International Journal of Urban and Regional Research 29:3 (September 2005) 622-640, 624; Christopher G.A. Bryant, ‘Depillarisation in the Netherlands’, The British Journal of Sociology 32:1 (March 1981) 56-74. David O. Moberg, ‘Religion and Society in the Netherlands and in America’, American Quarterly 13:2 Part 1 (1961) 172-178. Paul Dekker ve Peter Ester, ‘Depillarization, Deconfessionalization, and De-Ideologization: Empirical Trends in Dutch Society 1958-1992’, Review of Religious Research 37:4 (June 1996) 325- 341. Peter Scholten, CONSTRUCTING DUTCH IMMIGRANT POLICY: Research-policy relations and immigrant integration policy-making in the Netherlands, Paper for PSA conference Edinburgh 2010. Marcel Maussen, The Netherlands Anti-Muslim sentiments and mobi- Hollanda’da Müslüman Karşıtlığının Kaynakları Üzerine lization in the Netherlands. Discourse,policies and violence Institute for Migration and Ethnic Studies (IMES) http://www.libertysecurity.org/IMG/pdf_Challenge_Project_report.pdf Entzinger, H. (2006). Changing the rules while the game is on; From multiculturalism to assimilation in the Netherlands. Migration, Citizenship, Ethnos: Incorporation regimes in Germany, Western Europe and North America. M. Bodemann and G. Yurkadul. New York, Palgrave MacMillan. Lijphart, A. (1968). The politics of accommodation: pluralism and democracy in the Netherlands. Berkeley, University of California Press David Herbert, ‘Paradise Lost? Media Process, Islamophobia and the Collapse of Multiculturalism in the Netherlands’. Media Spaces, Religion Networks and Social Change konulu sempozyumda sunulan bildiri, Open University, Londra, 27-28 Haziran Haziran 2011 Thomas Hammerberg, Commissioner For Human Rights, 21-25 Eylül 2008 Hollanda Ziyareti, For the attention of the Committee of Ministers and the Parliamentary Assembly, Commission For Human Rights, 2009 Marlou Schrover, Pillarization, Multiculturalism and Cultural Freezing: Dutch Migration History and the Enforcement of Essentialist Ideas,BMGN-LHCR, v: 125:2-3, s. 329-354, 2010 Cesari Jocelyne, 2011, Islamophobia in the West: A Comparison between Europe and the United States, John Esposito (Der.), Islamophobia and Challenges of Pluralism in the 21st Century içinde, Georgetown University, s.18-41 Augie Fleras, 2009, The Politics of Multiculturalism, Palgrave Macmillan Andrew Geddes, 2003, The Politics of Migration and Immigration in Europe, London: Sage Publication. Christian Joppke, “Beyond National Models: Civic Integration Policies for Immigrants in Western Europe”, West European Politics, 30/1, January 2007, s.1-22. 265 266 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Amerikan Medyasının İslam Algısı Amerikan Medyasının İslam Algısı VAHAP GÖKSU VE RUKİYE SAYGILI Giriş Batı dünyasının ve/veya ittifakının son yıllarda gündem maddelerinden başında İslam gelmektedir. Özellikle çift kutuplu dünyanın yıkılıp, yerini tek kutuplu bir dünya sistemine terk etmesi ile birlikte İslam, Batının ötekisi olarak kurgulanmaya başlamış ve bu kurgu süreci 11 Eylül olayları sonrası tamamlanmıştır. Artık Batı dünyasının ötekisi, açıktan dillendirilsin veya dillendirilmesin İslam’dır. Bu durum, Batı dünyasının bilimsel kamuoyunun gündeminin ilk sıralarına da İslam’ın yerleşmesi için yeterli olmuştur. Buna bağlı olarak da bugün Batı bilim dünyasının ilgi odağında İslam ve İslam ile ilişkili konular yer almaktadır. Başta Amerika’da olmak üzere Batı dünyasında yapılan çok sayıda araştırma, Batı’da muazzam bir İslam karşıtlığının/İslamofobinin varlığını ve bu sürece Batı medyasının önemli katkı sağladığını ortaya koymaktadır (konu ile ilgili kapsamlı bilgi için bkz. Gökçe ve Gökçe, 2011). Amerika ve Avrupa’da giderek artan ölçüde hissedilen bu İslam karşıtlığı, bizzat Batı dünyasının önde gelen birçok lider ve kurumunu da yeterince rahatsız et- 267 268 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu miştir. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler eski genel sekreteri Kofi Annan’ın, İngiliz Konsilinin, Avrupa Yahudi Merkez Kuruluşunun Başkanının, tanınmış bilim insanı ve düşünür ve yazarların, Almanya Cumhurbaşkanlarının ve pek çok kişi ve kuruluşunun açıklamalarını ve uyarılarını burada zikredebiliriz (Gökçe ve Gökçe, 2011:67). Amerika ve Avrupa’da özellikle 11 Eylül olayları sonrası söylemsel bir nitelik kazanan İslamofobi’nin oluşumunda birçok faktörün etkin ve belirleyici rol oynadığı ve bu faktörler arasında da medyanın bulunduğu genel kabul gören bir görüştür. Bu nedenle biz, bu çalışma kapsamında Amerika örneğinde medyanın İslam kurgusunu analiz etmeye çalışacağız. Başka bir deyişle, amacımız Amerikan medyasının nasıl bir İslam imajı kurgulayıp sunduğu sorusuna kısmen de olsa cevap bulmaktır. Ancak böyle bir analizden, genel olarak varsayılan İslamofobi-medya ilişkisi konusunda önemli ipuçları ve/veya bulgular elde edilebileceğini düşünüyoruz. 1. Amerika’da İslam İmajı: Mevcut Durum ve Nedenleri Edward Said (1981/2007), Amerikan medyasında özellikle “çarpıtılmış” bir İslam imajının hâkim ve yaygın olduğu gerçeğinin altını çizmektedir. Said bu sonuca, şu tespitler neticesinde ulaşmaktadır (2007:28vd.): i) Amerika ve Avrupa’da İslam’ın kamusal algısı oldukça olumsuz bir görünüm sergilemektedir. Çünkü Batı dünyasının siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal alanlarının önde gelen aktörleri, kamuoyu yapımcıları ve normal insanları arasında İslam karşıtlığı eğilimi giderek artmaktadır. ii) İslam, korkutucu ve tehdit edici çağrışımlarla ilişkili olarak gündeme getirilmektedir. Nitekim hem medyada, hem de kamuoyunda hâkim olan İslam imajının boyutları “hoşgörüsüz”, “barbar”, “şiddet sever”, “yayılmacı”, “ötekileştirici” vb. özelliklerdir. iii) İslam ile ilişkili olarak olumsuz bir algı ortamın oluşumunda son yıllarda Batı dünyasının simgelerine yönelik artan saldırı ve terör olayları tek başına sorumlu değildir. Öyle ki Edward Said, İslam ile ilgili olumsuz algı ortamının oluşumunda İsrail olgusunun medyadan ve terör olaylarından çok daha fazla etkin olduğunu, her aktüel olayın İslam-İsrail çatışmasını konulaştırmak için kullanıldığını belirtmektedir. Son yıllarda Amerika ve Avrupa’da yapılan çok sayıdaki araştırma, Edward Said’in İslam’ın kamusal algısına ilişkin görüşlerini destekle- Amerikan Medyasının İslam Algısı miştir. İsrail olgusuna ilişkin yorumu haricindeki görüş ve düşüncesi birçok araştırma tarafından da desteklenmiştir. Araştırmalar, özellikle Ortadoğu kaynaklı ve destekli başta Amerikan simgelerine yönelik saldırı, suikast ve terör olaylarının ve bu olayların medyada yansıtılmasının Amerika ve Avrupa’da baş gösteren İslamofobi olgusunu açıklamak için yeterli olmayacağına özellikle vurgu yapmaktadırlar (Gökçe ve Gökçe, 2011:67). Araştırmalara ortak olan nokta, terör olaylarının ve özellikle de 11 Eylül saldırısının Amerika ve Avrupa’da zaten mevcut olan olumsuz tutumları yalnızca güçlendirdiğidir. Bu açıdan 11 Eylül’ün, iddia edildiği gibi yeni bir çağ açtığı tezine de kuşkuyla yaklaşılması gerekliliği ortaya çıkmaktadır (Gökçe ve Gökçe 2011:76). 11 Eylül, Amerika’nın uzun süredir beklediği, daha fazla güvenlik endeksli dış politika anlayışını hayata geçirmesi için, fırsatı sunması açısından tarihi bir olaydır. Amerika, çok önceleri Ortadoğu’yu yeniden inşa etmeyi planlamıştı (Gökçe ve Akgün, 2006:21); ancak bunun için beklediği fırsatı bulamamıştı. İşte tam bu noktada 11 Eylül terör saldırısı, Amerika’ya Batı’lıların zihninde mevcut olan ancak uyumaya terk edilmiş olan İslam tehdidini yeniden güncelleştirme fırsatı sunmuştur. Batı dünyasının kolektif bilicinde mevcut olan İslam karşıtlığı, çeşitli aktüel olaylardan hareketle yeniden uyandırılmak zorundadır. Günümüzde bu işlevi de yerine getiren en önemli araç, medyadır kuşkusuz. 2. Meydanının İşlevi Burada medyanın işlevi konusu, çalışmamızın amacı ile sınırlı tutularak ele alınacaktır. Medya ve işlevi, zaten bir makaleye sığdırılamayacak kadar geniş ve kapsamlı bir konudur. Günümüzde medyaya, demokratik sistemlerde meşrulaştırıcı bir işlev yüklenmektedir. Başka bir deyişle medya, yöneten ile yönetilenler arasında temel bağı sağlayan en temel mekanizmadır. Bu bağlamda medya, toplumsal (toplumsallaştırma ve eğlendirme), siyasal, ekonomik ve bilgilendirme olmak üzere dört temel işlev yerine getirmektedir (Gökçe, 2003:174vd.). Giderek karmaşıklaşan ve farklılaşan toplumlarda, medya merkezi bir konuma ulaşmıştır. Her şeyi kurgulayan, yöneten ve yönlendiren bizzat medyadır. Bu açıdan medya artık, yalnızca olup biteni aktarmakla ve/ veya yansıtmakla yetinmemekte, aksine kendisi olaylara anlam kazan- 269 270 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu dırma, hikayeler yazma sürecine aktif katılmaktadır (Gökçe, 2004:87). Bu da şu anlama gelmektedir: Medya, aktüel olayları başka amaçlar, başka anlamları çağrıştırmak için kullanmaktadır. Konumuz açısından bunun anlamı şudur. Medya, basit kavga, dövüş gibi olayları başka konularla ve özellikle de insanların zihninde yerleşik olan ve olumsuz çağrışımlarla yüklü olan anlamlar ile ilişkilendirerek işlemekte ve böylece tehlike, tehdit gibi algı ortamlarının oluşumuna yol açmaktadır. Çalışmamızın temel tezini de bu husus oluşturmaktadır. Daha açık ifade etmek gerekirse, tezimiz şudur: Medya, aktüel suikast, şiddet, saldırı olaylarını bağlamından kopararak başka, yani Amerikalıların kolektif bilincinde mevcut olan anlam dünyası ile birleştirerek olumsuz bir İslam imajı kurgulayıp sunmaktadır. Bu tez doğrultusunda çalışmanın ana hedefini de şu şekilde belirlemek mümkündür: Amerikan medyası İslam’ı hangi perspektiften, hangi anlam ve boyutlarıyla (simge ve söylemlerle) kurgulayıp sunmaktadır. Aşağıda bu soruya cevap aranmaktadır. 3. Çalışmanın Amacı ve Kapsamı Çalışmanın genel amacı, Amerikan medyasının İslam’ı hangi perspektiften, hangi anlam ve boyutlarıyla (simge ve söylemlerle) kurgulayıp sunduğu sorusunun analizidir. Bu ana soru ancak birkaç aşama üzerinden, yani birkaç kısmi soruya bölünmesi ve bunların cevaplandırılması sonucu doyurucu bir biçimde açıklanabilir. Bu bağlamda ana sorudan şu kısmi sorular çıkarılabilir: 1. Amerikan Medyası, İslam’ı hangi olay ve eylemlerle ilişkili olarak gündeme getirmektedir? 2. Amerikan Medyası, İslam’ı hangi perspektiften, hangi anlam boyutları ile ilişkilendirerek ya da hangi çerçeveye oturtarak (örneğin, Medeniyetler Çatışması, Radikal İslam, Doğu-Batı ayrımı vs.) sunmaktadır? 3. Amerikan Medyası’nda İslam söz konusu olduğunda hangi mevcut klişeler, stereotipler, simgelere (Terör, hoşgörüsüz, baskıcı, despot vs.) yer verilmektedir? Bu çalışma kapsamında öncelikle bu üç soruya cevap aranmaya çalışılmaktadır. Bu üç sorunun cevabından çalışmamızın ana sorusunun açıklanabileceği düşünülmektedir. Amerikan Medyasının İslam Algısı 4. Çalışmanın Yöntemi, Evreni ve Örneklemi Çalışmamızın konusu, Amerikan medyasının İslam’ı kurgulama ve sunuş biçimine ilişkin haber içeriklerinin analizidir. Malum, medya kavramı çok kapsamlı ve bir o kadar da muğlak bir kavramdır. Bu nedenle, burada medya kavramının nasıl kullanıldığı yani medyadan hangi aracın ya da organın anlaşıldığı sorusuna (araştırmanın evreni) açıklık kazandırmak gerekmektedir. Buna bağlı olarak da hemen ardından araştırmamızda medya dünyasını temsil edecek medya organları ve bunların hangi yayınlarının neden ve nasıl seçildiği ve/veya seçilmediği (örneklem) sorusuna ilişkin bilgi verilmek bir araştırmadan beklenen asgari hususlardır. Medya kavramı; görsel, işitsel, yazılı ve sosyal medya olmak üzere birçok aracı ve organı içermektedir. Bu çalışma kapsamında Amerikan medyası söz konusu olduğu için ulaşılabilirlik ve erişebilirlik kriterleri dikkate alınarak medya türü belirlenmeye çalışılmıştır. Bu iki kriter açısından bizim için yazılı medya, yani gazeteler anlamlı ve mantıklı bir seçim olarak gözükmektedir. Başka bir ifadeyle, burada gazeteler temel alınmaktadır. Demek ki araştırmanın evreni gazetelerden oluşmaktadır. Amerika’da çok sayıda gazete bulunmaktadır. Gazetelerin hepsini ya da tamamını gözetmek mümkün değildir. Araştırmanın evrenin belirlenmesi süreci; önce tüm gazetelerin listelenmesini, çeşitli faktörleri(tiraj, erişebilirlik vs.) göre sınıflandırılmasını ve bunların arasından tesadüfü olarak seçmeyi zorunlu kılmaktadır. Burada böyle bir yol izlenmemiştir, zaten kısıtlı zaman ve finans faktörleri dikkate alındığında izlenmesi de zaten mümkün değildir. Bunun yerine burada Amerikan kamuoyunda dikkate alınan ve diğer gazeteler tarafından kaynak olarak gösterilen iki gazete seçilerek alınmıştır. Bu nedenle aşağıdaki bulgu ve ardından yorumlarımız öncelikle bu iki gazete için geçerlidir. Ancak şu da bir gerçektir ki; bu iki gazete Amerikan gazetelerindeki eğilimi kısmen göstermektedir. Bu açıdan, bulgularımız genel geçer eğilimlerden ziyade olası yönelişleri işaret etmektedir. Bu iki gazetenin 10 Ağustos-10 Kasım 2011 tarihleri arasında içerisinde İslam kelimesinin geçtiği tüm yayınlar analizimizde dikkate alınmıştır. (Örneklem) Gazete metinlerinin analizinde ise içerik analizi yöntemi benimsenmiştir. Gökçe, sayıları belirli ölçeği geçen çalışmalarda içerik analizinin en uygun yöntem olduğuna işaret 271 272 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu etmektedir (2006:47). Bu öneri doğrultusunda burada, içerik analizi yönteminden faydalanılmaktadır. Ancak bu çalışma iki yazılı basın organı üzerinden odaklandığından içerik analizi yönteminin öngördüğü tüm aşamaları harfiyen uygulamak zaten söz konusu olamamaktadır. Bu nedenle çalışmada sistematik bir içerik analizi uygulamasından ziyade, içerik analizi yönteminden faydalanma söz konusudur. 5. Bulgular ve Yorumlar Yapılan içerik analizi sonucunda aşağıdaki bulgular elde edilmiş ve çıkarımlar yapılmıştır. 5.1. Amerikan Gazetelerinin İslam’a İlgisi Araştırma süresi boyunca, yani 10 Ağustos-10 Kasım 2011 tarihleri arasında iki gazetede İslam ile ilgili toplam yayın sayısı 247’dir. Bu sayının burada dikkate alınan gazetelere göre dağılımına gelince; Toplam 247 yayının 142’sini Washington Post; geri kalan 105’i ise New York Times yapmıştır. Buna göre, Washington Post gazetesi, İslam ile ilgili her gün asgari bir yayın yapmıştır. Washington Post gazetesine kıyasla New York Times’in yayın sayısı biraz azdır ama bu sayı da göz ardı edilemeyecek orandadır. Bir konunun kamuoyu açısından önemli olarak değerlendirilip değerlendirilmediği sorusu, genelde haberlerin gazetenin hangi sayfasından, hangi hacimle verildiği kriterleri üzerinden belirlenmektedir. Bu açıdan bakıldığında, haberlerin büyük çoğunluğunun gazetelerin ilk sayfasından, özel belirlenmiş başlıklarla ve hacim olarak da hiç öyle küçümsenmeyecek ölçekte verildiği görülmektedir. Buradan da, Amerikan kamuoyu açısından İslam konusunun önemli bir konu olduğu sonucunu çıkarırsak herhalde pek yanılmamış oluruz diye düşünüyoruz. 5.2. Amerikan Medyasının İslam’ı Ele Alış ve Sunuş Biçimi Yukarıda da belirtildiği üzere önemli olan, bir konun nasıl ele alınıp sunulduğu sorusudur. Medyanın, en temel görevi toplumu olup bitenler hakkında bilgilendirmektir. Bu nedenle medya, başta İslam olmak üzere birçok konuyu gündeme getirecektir; bundan doğal hiçbir şey olamaz. Ancak medyanın bu işlevi yerine getirirken nasıl bir strateji izlediği önemlidir. Çünkü medyanın konuyu ele alış biçimi, konunun nasıl algılanması gerektiği ya da medyanın nasıl algılanmasını istediği yönde önemli ip uç- Amerikan Medyasının İslam Algısı ları vermektedir (Gökçe vd., 2004:186vd.). Bu nedenle burada Amerikan medyasının İslam konusunu hangi bağlamda ele alıp işlediği üzerinde durulmaktadır. Haberlerin içerik analizi, İslam’ın özellikle kamuoyunda mevcut olan bazı konular çerçevesinde ele alındığını göstermektedir. Bu konular şunlardır: • 11 Eylül terör olayı • Arap Baharı • İslam – kadın ilişkisi Bu araştırma kapsamında göz önünde bulundurulan iki gazete de, haberlerinin neredeyse yarısında İslam konusunu 11 Eylül terör olayı perspektifinden kurgulayıp sunmuşlardır. Bu konulaştırma stratejisinde araştırma süresinin 11 Eylül’ün 10. yıl anma törenlerine denk düşmesi olabilir. İslam, 11 Eylül terör olayı bağlamında ele alınıp sunulduğu zaman, İslam hakkında söz konusu olan imaj, olumsuzdur. Aynı şekilde “kadın hakları” konusu ile ilişkili olarak gündeme getirildiği zaman da aynı durum söz konusudur. Buna karşılık diğer konu ekseninde İslam daha çok olumlu bir şekilde kurgulanıp sunulmaktadır. Aşağıda her bir konu bağlamında İslam’ın hangi simgelerle ilişkilendirildiği konusu üzerinde ayrı ayrı durulmaya çalışılmaktadır. i) 11 Eylül Terör Olayı ve İslam 11 Eylül terör olayları, başta Amerika olmak üzere Batı dünyasını topyekun şoke eden bir olay, hatta bir travmadır da denilebilir. Çünkü 11 Eylül, kapitalizmin simgesi olan İkiz Kuleleri ve dünyanın güvenlik simgesi olan Pentagonu hedef almıştır (Akgün, 2004:406). Böylece 11 Eylül terör olayları Batının zihninde yer edinmiş olan “üstünlük” ve “dokunulmazlık” duygu ve hislerini ya da algı kalıplarını sarsmıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak 11 Eylül, Amerikalıların ve Avrupalıların zihninde İslam’a ilişkin var olan ve uyumaya terk edilmiş olan “tehdit”, “istila”, “cihat”, “radikal”, “terör”, “şiddet eğilimli”, “hoşgörüsüz”, “fanatik”, “gayri medeni” gibi stereotipik ve önyargı yüklü çağrışımları, klişeleri yeniden canlandırılması için bir vesile oluşturmuştur. İslam ile ilişkili olarak sıkça dile getirilen söylemler ve simgeler ve bunların gazetelere göre dağılımı aşağıda çıkartılmıştır. 273 274 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Amerikan Medyasının İslam Algısı Simgeler Washington Post New York Times 11 Eylül 22 20 Terörizm/İslami Terörizm 21 19 Radikal İslam 11 10 İslamofobia 9 8 Hoşgörüsüz 15 10 Şeriat 9 6 El Kaide/Taliban/Terörist 13 9 Kadınların Eşitsizliği 4 2 Cihat 5 3 Dinler arası çatışma 4 1 Peçe/başörtüsü 4 4 Muhammed kült bir lider 2 - Despot/Baskıcı/Sapkın/Gayri medeni 16 12 Pedofili artıyor 2 - Poligami 2 - HIV artıyor - 1 Recm 1 - Püriten İslam 1 - Monolitik 1 - 142 105 Toplam Tablonun da açıkça gösterdiği gibi, Amerikan medyasının İslam algısı oldukça olumsuzdur. Medyada İslam, “barbar”, “acımasız”, “despot”, “şiddet üreten”, “istilacı”, “hoşgörüsüz”, “gayri medeni”, “terör” ile ilişkilendirilerek, bilinenin dışına pek çıkılmamaktadır. Şöyle ki, medyada İslam ile şiddet ve terör ile doğrudan bir paralellik kurulmaktadır. Buna bağlı olarak da Müslüman=Terörist algısı oluşmaktadır. Bu bağlar kurulduktan sonra, İslam ve Müslümanlara ilişkin olumsuz tüm sıfatları atfetmek mümkün olmaktadır (bkz. Gökçe ve Gökçe, 2011:58). Bu kurgu ve sunum sonucunda İslam hakkında pek fazla bilgi sahibi olmayan normal bir okuyucunun İslam ile terörizmi aynı şey gibi algılaması ihtimali çok yüksek olacaktır. Amerikan medyasında İslam ile ilişkili olarak söz konusu olan söylem ve simgelere bakıldığında, medyanın İslam ile terörü, şiddeti ve hoşgörüsüzlüğü, despotizmi ilişkilendirdiği açıktır. Bu açıktan ya da dolaylı olarak kurulan ilişki, eskiden beri Amerika ve Avrupa’nın kadim hasımı olan İslam’ın yeniden Batı medeniyetini iyiden iyiye tehdit ettiği algısını aktivite etmektedir (Hafez, 2009:102; akt. Gökçe ve Gökçe, 2011:59). Kısaca Amerikan medyasında 11 Eylül ile ilişkili olarak İslam’ın, bir din olarak değil, Amerika ve Avrupa karşıtı bir ideoloji olarak kurgulanıp sunulduğu açıkça gözlemlenmektedir. Çizilen bu İslam resminin boyutları da, tablonun ortaya koyduğu gibi, akıl dışı, hoşgörüsüz, şiddet üreten, köktendinci, baskıcı, despotiktir. ii) Arap Baharı Tunus, Mısır gibi ülkelerde yaşanan ayaklanmalar, yani bir diğer adıyla Arap Baharı da Amerikan medyasının gündeminde yer alan konular arasındadır. İlginçtir, Arap baharı’nın söz konusu olduğu haber metinlerinde İslam ve Müslümanlar ile ilgili kurgu ve sunum biçimi olumsuzluktan olumluya doğru bir kayış göstermektedir. Medya, Arap baharı konusunda geleneksel çizgisini terk ederek Müslümanları olumlu bir perspektiften konulaştırmaktadır. Kurgu ve sunumdaki değişikliği aşağıdaki tabloda açıkça ortaya koymaktadır. Arap Baharı ile İlişkili Söylemler Söylemler Washington Post New York Times Modernist İslamcılar 6 9 Ilımlı İslam/Yeni İslam 7 15 Demokrasi ile uyumlu İslam 4 7 Kadınlara oy hakkı 1 1 İslam’ın anlamı barış 2 1 İslam ile Yahudilik ve Hıristiyanlık arasında paralellik 2 6 Türkiye Paralelliği 4 6 İslam’ın günah keçisi olması 4 1 Toplam 30 46 275 276 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Amerikan Medyasının İslam Algısı Arap Baharını başlatan Müslümanlar, Amerikan medyasında “modernist İslamcılar” olarak nitelendirilmektedir. Çünkü bunlar, İslamcı olmakla birlikte İslam’ın baskıcı ve despot yapısına karşı ayaklanmışlardır. Bu açıdan bunlar radikal İslam’ı reddetmektedirler. Arap Baharı, özellikle Müslüman Kardeşler grubu tarafından desteklenmektedirler. Ancak bunlar Yeni Ilımlı İslam’ın temsilcileridir. Bu noktada Amerikan medyasında Türkiye ile paralellik kurulmakta ve korkulacak bir durum olmadığı belirtilmektedir. Hal böyle olunca İslam, korku ve tehdit perspektifinden değil, demokrasi ve barış açılarından ele alınıp sunulabilir. Nitekim Amerikan medyası da tam bunu yapmaktadır. Bir yandan iddiaların aksine demokrasi ile İslam’ın uyumlu bir din olduğu; diğer yandan bu görüşle bağlantılı olarak İslam’ın diğer iki din ile benzerlik taşıdığı ve anlamının barış olduğuna vurgu yapılmaktadır. Bu söylem, ister istemez İslam’ın “günah keçisi” olarak kullanıldığı düşüncesini de beraberinde getirmektedir. iii) İslam – Kadın İlişkisi Gökçe ve Gökçe’ye göre eğer İslam’a ilişkin, Batı karşıtı, hoşgörüsüz, gayri medeni, irrasyonel bir din olduğu algısı oluşturulmak isteniyorsa, o zaman İslam’ın sıkça Kadına bakışı gündeme getirilmektedir. Bunun da temel nedeni, Batı dünyasında modernliğin veya geri kalmışlığın kadınlar sorunsalı üzerinden tanımlanmasıdır (2011:71). Simgeler Washington Post New York Times Kadınların Eşitsizliği 4 2 Peçe/başörtüsü 4 4 Poligami 2 - Recm 1 - Toplam 11 6 Tablodan da anlaşıldığı üzere; Amerikan medyası da bu geleneği bozmamaktadır. Amerikan medyası da, İslam’ın kadınları eşit vatandaş statüsünde görmediği; kadınlar üzerinde baskı kurduğu; kadınların modern yaşam ve giyim tarzına uygun olmadıkları klişe ve streotiplerini üretmektedir. Bu steorotipler ve klişeler, İslam hakkında oluşturulmaya çalışılan “İslam’ın rasyonel değil, ilkel bir din olduğu” ve “İslam’ın rasyonel dünyayı tehdit ettiği” algıları için gerekçe olarak kullanılmaktadır. Bu açıdan İslam ile terörizm arasında bağ kurulduğu her durum ve ortamda İslam- Kadın İlişkisi konusu da gündeme gelmektedir. Buna karşılık İslam hakkında olumlu bir resim çizilmeye çalışıldığı durumlarda, bu konu hemen hemen hiç gündeme gelmemektedir. Örneğin Arap baharı konusu kapsamında klasik İslam-kadın ilişkisi konusundan bilinçli olarak kaçınıldığı izlenimi mevcuttur. Sonuç 11 Eylül olayları ile adeta çok büyük ve ciddi bir travma yaşayan Amerikalılar ve Avrupalılarda, medyanın İslam’ı, terör, şiddet, barbarlık, hoşgörüsüz, gayri medeni çağrışımlarına yol açacak türden önyargı yüklü, sterotipik söylemler ve simgelerle bağlantılı sunması, İslam’ın abartılı bir korkuya ve/veya İslamofobiye dönüşmesine fırsat ve zemin sunmaktadır. Kuşkusuz bunun mutlak suretle böyle olması gerekmez. Ancak birçok insanın İslam dini hakkında fazla bilgi sahibi olmadığı ve bunların Müslümanları terör olayları ya da Amerikalıların işgali üzerinden tanıdıklarını göz önünde bulundurursak, İslam’a ilişkin oluşacak olası algının, çizilen çerçeveden çok uzak olmayacağı varsayılabilir. Bu resim, kuşkusuz yalnızca medyanın bir eseri değildir. Bu resmin oluşmasında medyanın yanı sıra birçok kurum ve aktörün katkısı vardır. Bunların başında da siyasi aktörler gelmektedir. Özellikle siyasi aktörler, Ortadoğu’ya yönelik politika, strateji ve eylemlerine meşruluk kazandırmak için, köktendinci İslam’a aşırı derecede gönderme ve vurgu yapmaktadırlar. Bu da İslam algısını olumsuz yönde etkilemektedir. Medya-siyaset de iç içe olduğu için, biri diğerini daima beslemekte ve desteklemektedir. Dolayısıyla bir İslam karşıtlığı sarmalı oluşmakta ve bu sarmal diğer kurumları da olumsuz yönde etkilemektedir. Ayrıca son yıllarda İslamofobi konusunda çok sayıda kitap yayınlanmış, filmlerin çekilmiş olması da İslamofobinin giderek daha tehlikeli bir boyut kazanmasına yardımcı olmuştur. Artık Amerika’da da, Avrupa’daki ölçekte olmasa da, bir İslamofobi gerçekliğinden söz etmek mümkündür. Küçük çaplı çalışmamız da bu eğilimi ortaya koymaktadır. KAYNAKÇA Akgün, B. (2004): “Küresel Terör: Mit mi, Gerçek mi?”, O. Gökçe/U. Demiray (ed.), Terörün Görüntüleri, Görüntülerin Terörü, Konya, Çizgi Yayınları, ss. 399-429 277 278 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Kapanış Konuşması Gökçe, O. (2003): İletişim Bilimine Giriş, 5. Bası, Ankara,Turhan Kitabevi. Gökçe, O. (2006): İçerik Analizi. Kuramsal ve Pratik Bilgiler, Ankara, Siyasal Kitabevi. Gökçe, G. ve Gökçe, O. (2011): Avrupa Medyası ve Kamuoyunda İslam, Türk ve Türkiye İmajı, Eski Korkular-Yeni Kabuslar ve Modeller, Ankara, Birleşik Yayınevi. Gökçe, O. vd. (2004): “ 11 Eylül Terör Eyleminin Türk Basınında Algılanış ve İşleniş Biçimi”, O. Gökçe/U. Demiray (ed.): Terörün Görüntüleri, Görüntülerin Terörü…, Konya, Konya, Çizgi Yayınları, ss. 185-246. Gökçe, O. ve B. Akgün (2006): “11 Eylül’ün Türkiye-ABD ve TürkiyeAB İlişkilerine Etkisi”, O. Gökçe/U. Demiray/E. Sözen (ed.): Türkiye’nin ABD ve AB Denklemi, ss.15-76. Hafez, K. (2009): “Mediengesellschaft – Wissensgesellschaft? Gesellschaftliche Entstehungsbedingungen des Islambildes deutscher Medien”, T. G. Schneiders (ed.): Islamfeindlichkeit, Wiesbaden, ss. 99-118. Said, E. W. (1981/2007): Medyada İslam, Gazeteciler ve Uzmanlar Dünyaya Bakışımızı Nasıl Belirliyor? (Çev. A. Babacan), İstanbul, Metis Yayınları. Vahap Göksu (Arş. Gör.) 1982 Konya doğumlu olan Vahap Göksu, lisans öğrenimini Selçuk Üniversitesi İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümünde tamamlamıştır. Aynı bölümde 2008 yılından beridir araştırma görevlisi olan Göksu, “siyasal kimlikler”, “medya ve kamuoyu”, “siyasal katılma” gibi konular üzerine çalışmaktadır. Rukiye Saygılı (Arş. Gör.) 1986 yılında Konya’da doğmuştur. Selçuk Üniversitesi İ.İ.B.F Uluslararası İlişkiler Bölümünden 2009 yılında lisans derecesini almıştır. 2010 yılından itibaren aynı üniversitenin Kamu Yönetimi Bölümünde araştırma görevlisi olarak çalışmakta olan Saygılı, “medya ve imaj”, “siyasal iletişim” gibi alanlarda araştırmalarını sürdürmektedir. Kapanış Konuşması TEMEL KARAMOLLAOĞLU KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI MÜTEVELLİ HEYET BAŞKANI Hepinizi saygıyla selamlarken, hem bu sempozyuma tebliğleriyle katkıda bulunan hem de bu tebliğleri dinlemek için gelen bütün hemşerilerime teşekkür ediyorum. Çok güzel bir sempozyum gerçekleştirdiğimiz kanaatindeyim. Sempozyum esnasında konuların çok güzel bir şekilde tasnif edilmiş ve birbirinden ayrılmış olduğunu, tebliğcilerin birbirlerinin sahasına girmeden konularını çok farklı yönlerden ele alarak takdim ettiklerine şahit olduk. Bu husus da sempozyumu zenginleştirmiş oldu. Biraz önce bir kardeşimiz bu sempozyumun sadece Türkçe yayınlanmasının yeterli olmayacağını, aslında bu konunun Batılılar tarafından da bilinmesinde fayda olduğunu, onun içinde mümkünse bunun diğer lisanlarda da yayınlanmasının faydalı olacağını söyledi. Bu teklife gönülden katılıyorum. İnşallah imkânlarımız nispetinde, başta İngilizce olmak üzere, Almanca ve Fransızcaya da bunu tercüme ettirerek güzel bir adım atmış oluruz. Böylece bu sempozyumda gündeme getirilenleri, bizim kadar, İslamofobia endişesini taşıyan kesimlerin öğrenmesinde fayda vardır diye düşünüyorum. Tabii ki erbabı konuyla yakından ilgilenecektir. Burada bir iki hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Tebliğlerle gündeme getirilen hususları öğrendikten sonra akla gelen ilk soru ‘peki ne 279 280 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu yapmalıyız’ sorusu. Dikkatimizi çeken birinci husus, Batıda Islamofobia endişesini taşıyan veya İslam düşmanlığını kendisi için bir meşgale olarak gören kesimlerin var olduğunu görmemiz. Bunların bir kısmı entelektüeller, bir kısmı ilim adamları ve bir kısmı da diğer din mensupları. Entelektüel olarak ortada gazetelerde yazılar yazan fikir üreten kesimler var, siyasiler var, kilise mensupları var, havra mensupları var, ateistler var; bunların büyük bir kısmı konuya dogmatik olarak yaklaşıyor. Benim şahsi kanaatim şu ki, bizim burada gündeme getirdiğimiz hususlar bunların büyük bir kısmının umurunda bile değil, dinlemek istemiyorlar. Çünkü kendilerinde bir ön yargı oluşmuş. İslamla mücadele etmeyi kendileri için bir vazife olarak görüyorlar, okumuyorlar ve gerçekleri araştırmak da istemiyorlar. İşin kötü tarafı, siz onlara diyorsunuz ki ‘bu söylediğiniz doğru değil’. Umurlarında bile olmadığını görüyorsunuz. O zaman bu tip insanlarla vakit geçirmenin o kadar da çok büyük faydası yoktur diye düşünüyorum. Burada Profesör Yakup beyin söylediklerine kulak vermemiz gerekir kanaatindeyim. Kendisi İskoçyalı bir Müslüman, İngiltere den geliyor. Bu konu da çok detaylı bilgiye sahip. Şahısları tek tek tanıyor; tanıdığı için de isim vererek bazı kişiler hakkındaki kanaatlerini açıkça dile getirebiliyor. Burada takdimini oldukça kısa yapmak mecburiyetinde kaldı. Zaten konuşmacılarımızın büyük bir kısmı da takdimlerini özetlediler. Öyle ümit ediyorum ki, bu kitap basıldığında hacimli bir kitap olacak herhalde. Ama konuyla ilgilenenler için önemli bir doküman olacağı kesin. Tabii ki burada takdimciler arasında ayrım yapmayı doğru bulmuyorum, fakat bazı noktalara dikkat çekmeden de geçemeyeceğim. Mesela İlhami beyin tebliği tamamen psikolojik yönden oldu. Bu insanlar nasıl davranıyorlar, nerden başlıyorlar, esas başlangıç noktaları nedir? Bu noktadan meseleye yaklaştığımızda, önümüze bambaşka bir manzara çıkıyor. Affınıza sığınarak konuşmamı bir iki kelimeyle uzatacağım. Bir hususa açıklık getirme ihtiyacı duyuyorum. Hıristiyanlık denilince, İncil denilince bizdeki anlam ile batıdaki anlamın birbirinden oldukça farklı olduğuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Biz İncili Cenab-i Hakkin Hz İsa’ya indirdiği bir kitap olarak biliriz. Halbuki Hıristiyanlar İncil’i Hz. İsa’yı görmemiş olan birkaç kişinin ilhamla yazdıkları kitaplar olarak kabul ederler. Gerçeklerin bilinmesinde ve öğretilmesinde fayda hatta zaruret var. Bugün birçok gerçek toplumdan saklanıyor. Açış konuşmamda da ifade ettiğim gibi bilimlerin kurucuları Müslümanlardır. Bu konuların okullarda ders olarak okutulmasının gerekli olduğu kanaatindeyim. Bunun sağlanabilmesi için de özellikle ve öncelikle üniversitelerde bilimler tarihi kürsülerinin açılması gerekmektedir. Konunun 1600’lerden başlatılarak Kapanış Konuşması değil, yunan filozoflarının eserlerine kadar inerek, ama özellikle 7. ve 8. asırlardan sonra Müslüman bilim adamlarının çalışmalarını ve katkılarını kapsayacak tarzda ele alınması gerekiyor. İlim sahasında kimlerin neler yaptığını öğrenmek herkesin hakkidir, özellikle de Müslümanların. Kanaatime göre, ilmi mütalaalarda hiç kimse Müslümanlar kadar geniş bir ufka sahip olamaz. Kilise ve maalesef diğer dinlerde insan zihni kendi inanç felsefeleri itibari ile kısıtlanıyor, hadiseleri ve olayları sorgulamalarına izin verilmiyor. Ama bizim inancımızda Cenab-ı Hak, Esmaü’lHüsnası ile, sonsuz kudrete ve güce sahip olduğu için, Kuran’ı Kerim bizi tefekküre davet ediyor. Tefekkür ederken sonsuzluğu dikkate alarak düşünmek, yani bir konunun içine her yönüyle girmemiz mümkün gözüküyor. Bundan dolayıdır ki Müslümanlar bilime başkalarının tahmin ettiğinden çok daha fazla katkıda bulunmuştur. Ama ne yazık ki bizim çocuklarımız bunu bilmezler. Bizim çocuklarımız Edison’u bilir, Einstein’ı bilir, Newton’u bilir ama bu bilimlerin kökü nereye dayanıyor dediğiniz zaman bilmezler. Sanki bilimin batılılar tarafından keşfedilmiş, ortaya konulmuş olduğu zannedilir. Maalesef bu durum bizim üniversitelerimizdeki hocalarımız için de geçerlidir. Bu sebeple Üniversitelerimizde ‘Bilimler Tarihi’nin bir kürsü haline getirtmesini zaruri görüyoruz. Aynı zamanda bu kitapların ortaokullarda ve liselerde öğrencilerin seviyesine göre hazırlanarak okutulmasında fayda görüyoruz. O zaman gençlerimize öz güven gelir. Maalesef bizim insanımız bunu bilmez, bizde bilmiyoruz. Ama emin olunuz ki, matematikten fiziğe ve kimyaya, astronomiden biyolojiye ve tıbba, coğrafyadan sosyal konulara kadar Müslümanların katkısının olmadığı bir bilim dalı yoktur. Müsaadenizle konuşmamı toparlıyorum. Tekrar bütün katılımcılara teşekkürlerimi arz ediyorum. hakikaten güzel bir sempozyum oldu. Belki dinleyici olarak gelenlerin adedi biraz daha fazla olsa daha da memnun olurduk. Ama sempozyumun değeri katılımın az olmasından dolayı eksilmedi. İnşallah en geç iki ay içersinde tebliğleri kitap halinde yayınlamamız mümkün olur. İngilizcesi için bir tarih veremiyorum, çünkü tercümelerin ne kadar süreceğini bilemiyorum. Ama sempozyum tebliğlerini en azından İngilizce olarak yayınlamakta kararlıyız. İnşallah gerekli kaynakları bulacağız. Cenab-ı Hak yar ve yardımcımız olsun. Sivas’a uzak yerlerden gelerek bizimle beraber olan tüm katılımcılara ve tebliğcilere tekrar teşekkür ediyorum. İnşallah emekleri zayi olmaz. Sempozyuma siyasi bir hava vermekten kaçındığımız için, arkadaşlarımız, telgraf gönderen şahısların telgraf metinlerini değil isimlerini okumakla yetindiler. Ancak kanaatime göre, Sayın Başbakan, konumu 281 282 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI itibariyle, farklı değerlendirilmeli ve mesajı okunmalı idi. Müsaadenizle Sayın Başbakan’ın mesajını okumak istiyorum: “Sayın Temel Karamollaoğlu, Kemal İbn-i Hümam Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı. ‘Kolektif Bir Korkunun Anatomisi’ sempozyumuna nazik davetleriniz için teşekkür ederim. Bilgi ve deneyimlerin paylaşılacağı akademik bir platform olacak bu sempozyumun başarıyla gerçekleşmesini diliyor, hazırlanmasına emek verenleri tebrik ediyorum. Sizleri ve tüm katılımcıları en içten dileklerimle selamlıyorum. Recep Tayip ERDOĞAN” Ben de tekrar hepinize teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum. SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI ANA GAYEMİZ Cenab-ı Hakk’ın rızasına nail olmak. Bunun için bu hedefi gözeten insanlardan oluşan bir toplum meydana getirebilmek. Birbirlerine karşı sevgi ve saygı besleyen, birbirlerinin hakkına riayet eden, hakkı üstün tutan, vefakâr, sadık, fedakâr ve gayretli, çalışkan bir toplum meydana getirmek. MİSYONUMUZ Milli ve manevi değerleri eğitim, kültür ve sosyal faaliyetler yoluyla topluma kazandırmak. VİZYONUMUZ Kurumsallaşmasını tamamlamış, eğitim, kültür ve sosyal sahalarda her türlü faaliyeti gösteren, verimli çalışan, yeterli akara sahip, öncü, örnek ve yüksek itibar sahibi bir vakıf olmak. DEĞERLERİMİZ Ahlâki ve manevi değerlere bağlılık Faydalı olmak Liyakat ve ehliyet Gönüllülük Adalet Vefa ve sadakat Hoşgörü Doğruluk 283 284 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu Şeffaflık ve hesap verme sorumluluğu Güvenilirlik Kurumsal 1990 yılında dönemin Belediye Başkanı Temel KARAMOLLAOĞLU öncülüğünde hayırseverlerin katılımıyla kurulan vakfımız; kuruluşundan bugüne, toplumun hizmetine kazandırdığı kurumları ve toplumsal dayanışma ile yardımlaşma alanlarında yaptığı hizmetlerle faaliyetlerini sürdürmektedir. Vakfımız bugün; Şemsi Sivasi Yüksek Öğrenim Yurdu, Recep Ayan ve Selimiye Kültür Siteleri ile Yenişehir Dershanesi kurumlarında sürdürdüğü faaliyetlerle gençlerimizin Milli ve Manevi değerlerimize bağlı olarak yetişmelerine katkı sağlamaya çalışmaktadır. Vakfımız; toplumsal dayanışma ve yardımlaşma alanında kuruluşundan bu yana yürüttüğü titiz çalışmalarla hayırseverlerin takdirini kazanmıştır. İhtiyaç sahibi ailelere yiyecek, giyecek, yakacak ve ev eşyası gibi yapılan ayni yardımların beraberinde, nakdi yardımlarla da destek olmaya çalışmaktadır. Hayırseverler ile muhtaçları buluşturan vakfımız; yardım faaliyetlerini ihtiyaç sahiplerinin onurunu zedeleyici durum ve davranışlardan kaçınarak büyük bir özenle yürütmektedir. Yerinde yapılan araştırma ve tespitler neticesinde vakfımıza emanet edilen hayırların gerçek muhtaçlara ulaşması sağlanmaktadır. Burs imkânlarının kısıtlı olduğu Sivas’ta vakfımız kuruluşundan bu yana binlerce öğrenciye verdiği burslarla eğitim desteği sağlamaktadır. Vakfımıza yapılan müracaatlar arasından tespit edilen öğrencilere bursları aylık olarak ulaştırılmaktadır. Aile kurumunu güçlendirmek, gençleri evliliğe teşvik etmek amacıyla düzenlenen toplu düğün merasimleri ve evlenenlere yapılan maddi yardımlarla yuva kurmak isteyen ihtiyaç sahibi gençler desteklenmektedir. Ayrıca Sünnet Düğünü heyecanını çocuklarına yaşatamayan ailelere yapılan Sünnet Şölenleri ve giysi yardımları ile bu mutluluk yaşatılmaya çalışılmaktadır. Vakfımız düzenlediği ve kitaplaştırdığı Sempozyumlarla; toplumsal sorunların Bilim Adamları tarafından müzakere edilerek çözüme kavuşturulmasına katkılar sağlamaktadır. Bugüne kadar düzenlediğimiz Sempozyumlar bilim camiasında ve kamuoyunda büyük beğeni toplamaktadır. Belirli gün ve gecelerde düzenlenen Konferans, Panel, Seminer şeklindeki programlar ve öğrencilerimizin yeteneklerini sergilediği pek çok salon programı vakfımızın diğer bir faaliyet alanıdır. Bütün bu çalışmaların beraberinde vakfımız Sivas’ta gençlerin yetişmesine destek olan sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerine katkı sağlamakta veya bu kurumlarla ortak faaliyetler yürütmektedir. İ.H.Toprak Huzurevi, Selimiye Kız Öğrenci Yurdu, Salih Aşık Erkek Öğrenci Yurdu ve Özürlüler SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI Kültür Sitesi’nin kuruluşunda ve sonrasındaki faaliyetlerinde vakfımızın önemli katkıları olmuştur. Şemsi Sivasi Yüksek Öğrenim Erkek Öğrenci Yurdu Yüksek öğrenim öğrencilerinin barınma sorununun giderilmesine vakfımız 1994 yılında hizmete giren Şemsi Sİvasi Yurdu ile önemli bir katkı sağlamıştır. Hayırseverlerin destekleriyle Sivas’ın seçkin mahallelerinden Yenişehir mevkiinde bahçesi ve spor alanlarıyla 5000 m2 alana kurulan yurdumuz 1000’er m2’’ lik 6 kat ve iki bloktan oluşmaktadır. Öğrenci yurdumuza Sivas’ın manevi şahsiyetlerinden Şemsi Sivasi Hazretleri’nin ismi verilerek, isminin yaşatılması sağlanmaktadır. Yurdumuzda üç öğün yemek, 24 saat sıcak su, yerden ısıtmalı 3’er kişilik odalar, çamaşırhane, kütüphane, etüt odaları, teknik bölümler için laboratuvarlar ve bilgisayar odası gibi pek çok hizmeti titizlikle gençlerin hizmeti sunmaktayız. Hizmet kalitesi fiziki şartlarda ve uygulamalarda sürekli yenilikler yapılarak arttırılmaktadır. Şehirlerarası Terminal ve Merkez Otobüs durağı yanında yer alması ile kolay ulaşılır olması da öğrenci yurdumuzun önemli özelliklerindendir. Yurdumuz, temel barınma hizmetleri ve fiziki şartlar açısından öğrencilerin öncelikli tercihleri arasındadır. Gençlerin kendilerini yetiştirmelerine yönelik eğitim, kültür, spor ve sosyal içerikli pek çok faaliyetler uzman eğitimciler ve öğrencilerimiz tarafından organize edilmektedir. Yurdumuzda sürekli olarak haftalık sohbetler ve aylık seminerler düzenlenmektedir. Kültür Seminerleri ve yıl sonunda düzenlen kitap okuma kampları da öğrencilerimizin yetişmelerine ciddi katkılar sağlamaktadır. Gençlerimizin değişen dünya şartlarında söz sahibi olabilmeleri için her yıl Bilgisayar ve Yabancı Dil kursları düzenlenmektedir. ALES ve KPSS sınavları için de çalışma grupları oluşturularak gençlerin mesleğe hızlı geçişleri ve alan uzmanlığı teşvik edilmektedir. Bu çalışmalar sonucunda bugüne kadar pek çok öğrencimiz Yüksek Lisans ve Doktora çalışması yapmış bir kısmı üniversitelerde öğretim görevlisi olarak yer almıştır. Yurdumuzda basketbol, voleybol ve futbol alanlarının beraberinde satranç ve masa tenisi de öğrencilerimizin hizmetine sunulmuştur. Düzenlenen turnuva ve müsabakalarla hem kaynaşma sağlanmakta hem de gençlerimizin spor yapması teşvik edilmektedir. Gezi ve pikniklerde kurumumuzun geleneksel faaliyetlerindendir. Sivas çevresine yapılan küçük gezilerin beraberinde İstanbul ve Çanakkale gezileri her yıl organize edilerek gençlerimize tarih şuuru yerinde verilmeye çalışılmaktadır. Mezun öğrencilerimizle ilişkilerimizi sürdürmeye büyük özen göstermekteyiz. Yaz aylarında düzenlediğimiz Mezunlar Buluşması programı 285 286 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu ile artık iş hayatı içerisinde yer alan mezunlarımızın vakfımızla ilişkileri sürdürülmektedir. Yenişehir Dershanesi İlköğretim öğrencileri için 2005 yılında Yenişehir Etüt – Eğitim Merkezi olarak faaliyetlerine başlayan kurumumuz; sınavlarda göstermiş olduğu üst üste başarılar neticesinde oluşan talebe cevap verebilmek için, 2008 yılında Yenişehir Dershanesi’ne dönüştürülmüştür. 360 öğrenci kapasiteli Yenişehir Dershanesi, ilköğretim 3. sınıftan, SBS ÖSS ve KPSS hazırlığa kadar her yaş grubuna hizmet vermektedir. Modern 1000 m2 kapalı alanı ve kaliteli kaynak kitaplar, testler ve denemelerle desteklenen yoğun eğitim programı ile öğrencilerin ve velilerin büyük beğenisini kazanmaktadır. Her geçen gün çocuk yetiştirmenin ve geleceği planlamanın zorlaştığı günümüzde; vakıf kuruluşu olmanın bilinci ile dershanemizde öğrencilerimizi sınavlara hazırlarken ahlâki ve manevi gelişimlerine katkı sağlayıcı pek çok sosyal, kültürel ve sportif faaliyetler de düzenlenmektedir. Uzman psikolog ve eğitimcilerin katılımı ile düzenlediğimiz Motivasyon ve Bilgilendirme amaçlı öğrenci seminerleriyle, öğrencilerimize değişen sınav sistemleri ve ders çalışma teknikleri anlatılmaktadır. Öğrencilerimizin özgüven kazanmaları için kendi yeteneklerini sergiledikleri tiyatro, şiir gecesi, müzik dinletisi ve bilgi yarışması gibi birçok faaliyetler yapılmaktadır. Öğrencilerimizin hazırladığı birçok salon programı medyada yer almış, vakfımızın ve dershanemizin yeni ailelerle tanışmasına vesile olmuştur. Öğrenci başarısında bilinçli velinin önemli bir etkendir. Veli Bilinçlendirme Seminerleri düzenlenerek sağlıklı bir toplum olma yolunda önemli katkılar sağlanmaktadır. Yıl içerisinde düzenli olarak devam eden ve büyük beğeni gören seminerlerimize sadece kurumuz öğrenci velileri değil dışardan da birçok aile katılmaktadır. Dershanemiz, çocuklarının güvenli ve modern bir ortamda milli, manevi ve ahlâki değerler kazanmasını isteyen ailelerin talebine cevap vermektedir. Başarılı olup da maddi imkanı olmayan pek çok öğrenciye eğitim hizmeti sunmaktadır. Kültür Siteleri Vakfımız Sivas halkına iki kültür sitesi ile hizmet sunmaktadır. Recep Ayan Kültür Sitesi 1990 yılında 4 Eylül Mahallesi’nde, Selimiye Kültür Sitesi 1991 yılında Yenidoğan Mahallesi’nde hizmete başlamıştır. Türkiye’de ilk olma özelliği ile Kültür Sitelerimiz sosyal hizmet veren pek çok kamu kuruluşuna ve sivil kuruluşa örnek olmuştur. SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI Her iki kültür sitemizde benzer fiziki özellikler taşımaktadır. Zemin katı spor salonu olarak hizmet veren kurumlarımızın üst katında ise Kütüphane, Derslikler, Kantin ve İdari kısımlar yer almaktadır. Her iki sitemizin de bitişiğinde camii, spor sahaları ve çocuk parkları olduğundan faaliyet çeşitliliği için ideal bir ortam oluşmaktadır. Kurumlarımız; Vakfımızın amaçları doğrultusunda bugüne kadar aralıksız hizmetler vererek pek çok insanımızın kendini geliştirmesine vesile olmuştur. Sitelerimiz; fiziki şartlarında yapılan yenilikler ve çağın gereklerine göre sürekli geliştirilen faaliyetleri ile bugün de çevre insanı için cazibe merkezi konumundadır. Kültür Sitelerimizde sürdürülmekte olan faaliyetlerimizden bazıları şu şekildedir: KUR’AN KURSLARI Diyanet İşleri’nin onayı ve yetkin hocalarla, yaz ve kış grupları şeklinde her seviyeden ve yaş grubundan bay ve bayanlara eğitim veren kurslarımız Vakfımızın titizlikle yürüttüğü faaliyetlerindendir. ANA-ÇOCUK SAĞLIĞI SEMİNERLERİ Sağlıklı bir toplum olabilme yolunda temel sağlık bilgilerinin uzmanlar tarafından aktarıldığı seminerler anne ve anne adaylarının yoğun ilgisi ile bir yıl boyunca sürekli olarak devam ettirilmektedir. OKUL DERSLERİNE YÖNELİK DERS ÇALIŞTIRMA PROGRAMLARI İlköğretim ve lise öğrencilerinin okul saatleri dışındaki zamanlarında, üniversite öğrencisi ağabey ve ablalar nezaretinde ders çalışmaları ve temel dini bilgileri almaları sağlanmaktadır. SPORTİF FAALİYETLER Binaların zemin katındaki spor salonlarımızda özellikle Uzakdoğu sporlarına yönelik kurslarımız düzenli bir şekilde sürdürülmektedir. Ayrıca Masa tenisi ve satranç oynama imkanı da olan sitelerimizde kaynaşma amaçlı pek çok müsabaka ve turnuvalar da düzenlenmektedir. HAFTALIK SOHBETLER – AYLIK SEMİNERLER Sitelerimizin temel faaliyetlerinden olan haftalık sohbetler ve aylık seminerler, her yaş grubundan bay ve bayanlara yönelik olarak organize edilmektedir. Haftalık sohbetlerde İlmihal Bilgileri, İnanç ve İbadet esasları, Siyer, Ahlâk gibi konular; aylık seminerlerde ise daha çok aktüel konular anlatılmaktadır. YAZ OKULU Yaz Tatillerinde öğrencilere yönelik Temel Dini Bilgiler dersleri düzenlenmektedir. İl genelinden öğrencilerin katıldığı Yaz Okulu programında 287 288 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu sportif faaliyetler, piknikler, yarışmalar, turnuvalar gibi pek çok sosyal etkinlik yer almaktadır. SOSYAL YARDIMLAR SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI SEMPOZYUMLAR Alanında söz sahibi kişilerin katılımı ile, toplumun sorunlarının bilimsel ortamlarda müzakere edilerek, çözümlerin üretildiği ve sunulan tebliğlerin kitap haline getirilerek bilim camiası ve kamuoyunun hizmetine sunulduğu sempozyumlarımız vakfımızın geleneksel çalışmalarındandır. ÖĞRENCİ BURSLARI Burs imkanının çok olmadığı Sivas’ta, vakfımız her yıl yüzlerce öğrenciye burs vermektedir. Her eğitim döneminin başında burs komisyonumuza yapılan belgeli müracaatlar titizlikle incelendikten sonra belirlenen öğrencilere okulun devam ettiği aylarda nakit olarak burs ödenmektedir. Öğrenci Bursları vakfımızın öncelikli sosyal yardım faaliyetlerinden olup bugüne kadar sayıları on bine yaklaşan ihtiyaç sahibi öğrenci ile hayırseverlerle buluşturulmuştur. KEMAL İBN-İ HÜMAM’IN HAYATI ESERLERİ VE İLMİ KİŞİLİĞİ (1991) Vakfımıza adını koyduğumuz Kemaleddin İbn-i Hümam’ın hayatı, ilmi kişiliği ve eserlerinin; sunulan tebliğlerle tüm kamuoyuna tanıtıldığı sempozyumla pek çok Sivaslı’nın ve ülke insanının bilmediği bir değerin tanınmasına katkı sağlanmıştır. 25 - 26 Mayıs 1991’de yapılan sempozyum sonucunda oluşturulan kitap konuyla ilgilenenler için en önemli kaynaklar arasında yer almaktadır. AYNİ VE NAKDİ YARDIMLAR İlgili komisyonun bizzat yerine giderek yaptığı araştırmalar ve tespitler neticesinde karar verilen ailelere; yiyecek, giyecek, ev eşyası, yakacak gibi ayni yardımlar ve nakdi yardımlar ulaştırılmaktadır. Bu çalışmalarda ihtiyaç sahiplerinin onurunu zedeleyici tutum ve davranışlardan özenle kaçınılmaktadır. EĞİTİM VE VERİMLİLİK (1992) İnsanlığın temel meselesi olan ve beşikten mezara kadar hayatımızın bir parçası olan eğitim konusunun; Eğitim ve İslam, Din Eğitimi, Ahlâk Eğitimi, Meslek Eğitimi gibi başlıklarla müzakere edildiği 15 – 17 Mayıs 1992 tarihindeki sempozyuma bir çok eğitimci ve akademisyen katılarak tebliğ sunmuştur. EĞİTİM YARDIMLARI Vakfımız kurumlarında; vakıf kuruluşu olmanın gerektirdiği hassasiyetler sürekli gözetilmektedir. Yurt ve Dershanemizde pek çok ihtiyaç sahibi öğrenciye düşük ücretle veya ücretsiz hizmet verilmektedir. Başörtüsü yasağı ve Katsayı eşitsizliği nedeni ile ülkemizde okuma fırsatı bulamayarak yurt dışında eğitim veya özel eğitim almak zorunda kalan öğrencilere maddi destek olunmaktadır. Zaman zaman açılan Ücretsiz Meslek Edindirme Kursları ile de gençlerin eğitimine ve meslek edinmelerine katkı sağlanmaktadır. MİSAFİRHANE HİZMETİ Hastalık, cenaze ve resmi işler gibi vesilelerle şehir dışından ve ilçelerden Sivas’a gelip kalacak yeri olmayanlar vakfımız tarafından misafir edilip, işlerini takip etmelerinde yardımcı olunmaktadır. TOPLU DÜĞÜN VE SÜNNETLER Aile kurumunu güçlendirmek için evlenen gençlere destek olmak vakfımızın çalışmalarındandır. Bu amaçla toplu düğün merasimleri düzenlenmekte ve evlenen çiftlere ayni ve nakdi yardımlar yapılmaktadır. Sünnet Şölenleri ve giysi yardımları ile de çocuklarımıza ve ailelerine Sünnet Düğünü mutluluğu yaşatılmaktadır. ŞEMSİ SİVASİ’NİN HAYATI ESERLERİ VE TASAVVUFİ YÖNÜ (1993) 23 Mayıs 1993 yılında düzenlenen sempozyumla; Sivas’ın önemli bir değeri olan Şemseddin Sivasi’nin Hayatı, Eserleri ve İlmi kişiliği sunulan tebliğlerle ortaya konulmuştur. Bu sempozyum aradan geçen yıllara rağmen konu ile ilgilenenler için en önemli kaynaktır. 21.YY’A GİRERKEN DÜNYA VE TÜRKİYE GÜNDEMİNDE İSLAM (1995) 19 – 21 Mayıs 1995 tarihlerinde düzenlenen ve 21. yy ‘ a girmeden İslam’ın Türkiye ve Dünya gündemindeki yerinin konuşulduğu sempozyum, günümüzde bile tartışılmaya devam eden pek çok konuyu gündeme getirerek kamuoyunun ve ilim aleminin dikkatini çekmiştir. KÜLTÜRÜMÜZ VE KİTAP (2007) Uzunca bir süre ara verdiğimiz sempozyumlara 4 – 6 Mayıs 2007’de düzenlediğimiz Kültürümüz ve Kitap Sempozyumu ile yeniden başladık. Toplumun niçin okumadığı, gençlere okuma alışkanlığının nasıl kazandırılacağı gibi pek çok sorunun gündeme geldiği sempozyuma şehir içi ve şehir dışından pek çok araştırmacı, yazar, yayıncı ve akademisyen katılarak tebliğ sunmuştur. 289 290 İslamofobi: Kolektif Bir Korkunun Anatomisi Sempozyumu İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER ULUSAL SEMPOZYUMU (2010) 30 Nisan - 1 Mayıs 2010 tarihlerinde gerçekleştirilen sempozyumda çok sayıda bilim adamımız tebliğleri ile Sivas’ın manevi önderlerinden Şemseddin Sivasi ve onun ailesinden gelen çok sayıda mutasavvıf-şair ayrıntılarıyla ele alınmıştır. Marmara Üniversite Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu’nun konseri ile başlayan sempozyum iki gün sürdü.
Benzer belgeler
Dosyayı indirmek için tıklayınız
biz bu konulardan elimizi çektik. Bunların yerine ağırlığı gençlere, yurtlara, eğitime ve mutad hale getirdiğimiz sempozyumlara verdik.
Bu güne kadar birçok bir sempozyum organize ettik ve sunulan ...
mayıs 2014
manası ile hem birer soykırımdır hem de hasta bir ruh halinin işaretidir.
Fakat içinde yaşadığımız dünyada, özellikle 11 Eylül 2001 hadiselerinden sonra, dünyanın en güçlü devleti olarak kabul edil...
Oryantalizm (Doğubilim)
gulamak istedik. İslamofobi neden ve nasıl böyle bir boyut kazandı, sosyolojik yönden nasıl algılanmalı, neden insanlar böyle bir psikolojiye sürükleniyor, Batı ülkelerinde refah seviyesi bu kadar ...