İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ

Transkript

İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ
ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Sayı: 57 Yıl : 14/2013
İZZETPAŞA VAKFI ADINA
SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
NİHAT ERİŞ
Genel Yayın Yönetmeni
NAZIM PAYAM
İdari Sorumluluk
ÖMER KAZAZOĞLU
Yazı İşleri
KEMAL BATMAZ
Tashih
MAHMUT BAHAR
Röportaj
TANER NAMLI
Dizgi-Tasarım-Kapak-Web
AYDIN KARABULUT
Hukuk Danışmanı
Av. Şuay ALPAY
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Sadık K. TURAL
Yavuz Bülent BAKİLER
Prof. Dr. Ahmet BURAN
Doç.Dr. Mustafa YAĞBASAN
Dr. M. Naci ONUR
Uzm.Necati KANTER
A. Faruk GÜLER
Abone ve Reklam
Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ
Posta Çeki Hesap No:1285029
Yönetim Yeri
İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI
EK BİNA NO:16/4
ELAZIĞ
Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114)
Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65
Baskı
TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi
Tel. 0312 354 91 31
Yenimahalle / ANKARA
Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 25 TL
Yurt Dışı: 40 Avro
Yıllık Kurum Abone: 70 TL
Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.
Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü
değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu
yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı
anılmaksızın alıntı yapılamaz.
e-posta (e-mail)
[email protected]
www.bizimkulliye.com
ISSN:1302-3500
57
2 Bizim Külliye’den
Payam
3 Nazım
Beş Şehir'in sırrı
Durman
6 Nurettin
Mevsimin ışıltıları
Fazlıoğlu
7 İhsan
röp. Vefa Taşdelen
Akbaş
14 A.röp.Vahap
Kemal Batmaz
Kayahan Özgül
19 M.Kitabın
alın yazısı
Alver
25 Köksal
İsim-şehir
Kazazoğlu
Sabah sözleri
27 Ömer
Yıldız
28 Kalender
Keşif
Vefa Taşdelen
29 Kitap ve hikmet üzerine
Aydoğdu
37 Cengiz
Gökler bile dışımızda değil
Nâmık Açıkgöz
kütüphaneler ve
40 Şehirler,
müzeler
Kurtoğlu
42 Mehmet
Şehir kütüphaneleri
Nurullah Alkaç
46 Kütüphane
Taner Tatar
48 Şehirde tükenen kelimeler
Seval Koçoğlu
53 Şairin/şiirin
gayriresmi tarihi
Bayraktar
54 Levent
Felsefe ile bakmak
Doğan
56 D.Şehir,Mehmet
medeniyet ve kitap
Kanter
58 Beyhan
Fethedilmeyen İstanbul: Pera
Pervin (Azerbaycan)
İmdat Avşar
61 çev.
Turbo Tima
Ahmet Eker
64 Uygun
Baksı'da müze
ve Nekre
65 Leyla
İki ayrı
Rıdvan Canım
aşkı
66 Mevlânâ'nın
Şems'in yurdu: Tebriz
Dursun
77 Yusuf
Zamanı geldi
Oğuz Başaran
78 Bekir
Mustafa Miyasoğlu'nun ardından
Ünlü
80 Şemsettin
röp. A. Faruk Güler
Naci Onur
83 M.Şehrimizde
yeni kitaplar
Koloğlu
84 Orhan
Harput
Adıbeş
85 Mahir
Bizim şehir
Uludağ
88 Ahmet
Eylül ve yaz
Dağ
91 Gıyasettin
Harput'a adanmış bir ömür...
Özdamar
93 Naim
21. Hazar şiir akşamlarının ardından
Öztürk
95 Yeliz
Kitap-vitrin
Muhterem Okurlar,
Okuru da yazarı da bulunduğu atmosferin dışında
bambaşka şeylerle meşgul olmayı tercih ettiklerinden
yaz dönemine tesadüf eden dosya konuları dergi mutfağındakileri hep sıkıntıya sokmuştur. Mutfağındakiler
yine de durumu muhataplara sezdirmeden yetersiz
güçle kulaç atmayı sürdürürler. Fakat dosya konumuzu “Şehir ve Kitap” seçmemizden midir, yazarlarımızın,
şairlerimizin dirayetinden midir, bu kez öyle olmadı. İstenilenden âlâ bir sayı ile sizlere ulaştık.
Şehir, bir kitabın yazılışına nasıl tesir eder, kütüphanenin bir şehre katkısı nedir, kitapların niceliği mi,
niteliği mi önemlidir, yazı medeniyeti, mevcut medeniyetleri nasıl yönlendirmiştir? İhsan Fazlıoğlu “Kitap,
hâfızadır; bu nedenle iddiası olan kültürler, medeniyetler, bu hâfızayı, elden geldiğince çoğaltmaya çalışmışlardır. Hacimce büyük ve çeşitçe zengin kütüphaneler, tarihte üretilmiş bilginin elde tutulması anlamına
geliyor” dedikten sonra neden “Kitabı bırak, okumaya
bak!” deme gereği duymuştur? Bütün bu soruların cevaplarını “Şehir ve Kitap” dosyamızda bulabileceğinize
inanıyoruz.
Gelecek sayımızın dosya konusu : “Edebiyat ve
Değişim”
Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet
olunuz.
Bizim Külliye
Beş Şehir'in sırrı
NAZIM PAYAM
A
nadolu’nun kadim şehirleri,
Beş Şehir arasında olmayışın ıstırabını
niçin duyarlar? Kimlikli
şehirlerimizin
yazıyla
müşerref evladı, yazdığını
neden onun bir devamı
olarak gösterir hemşerilerine? İmrenilen
tarih mi, kültür mü, mazisi yazılan şehirler
mi? Ya insan hâllerini görmezden gelen eserlerin bıraktığı bıkkınlık? Sahi, Beş Şehir’le
şerefyap olmuş Ankara, Erzurum, Konya,
Bursa ve İstanbul’un ortak yanları nelerdir?
Yazıya geçirilmeleri bir tesadüf mü yoksa? Her
neyse; Beş Şehir’in dünden bugüne taşımaya
durduğu asalet uyumunu da yadsıyamayız.
Belki de başat olan; yazarın metinlerinde
hüznü bir örtü gibi kullanması; dili, üslubu...
Düzyazının notası ancak böyle olur dedirten
zarifliğin o muntazam iç disiplini.
Bilemiyorum şimdi? Sorular cevapları da
Şehirde ağlayana
elbet bir taş duvar
bulunur. Oysa şehir,
insanına yakışan
tecrübeden doğmuş
bir sanat mucizesine,
bir kitaba gömülerek
ağlamaktır. Yaraya
göre değişmek ve
yüreği beş duyusuyla
sızıya yönlendirmek
ancak böyle olur;
milletin güzeli, kişiye
güzel kader ancak
böyle doğar.
3
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
içerse, hâlâ sırrını çözmüş değilim. Beş Şehir’i
‘70’li yıllarda okumuştum. Bildiğim; hangi ruh
püskürmesiyle yazılmış ise, okurunu da o renk
ve tona çarçabuk sahiplendirmesiydi.
Şehrin yansıttığı şey, insandır. Şehirde büyük
yapılar, sanat eserleri, doğal hayat, olaylar, olgular insanla yenilenir. Zaman, yeni nesillere
ihtiyaç duyan şehre ne yaparsa bir benzerini de
şehirliye yapar. Şehir ve insan ilişkisi anne-çocuk
ilişkisidir. Bazı edipler bunu umursamıyor, yerlinin şehir muhabbetini, mazi muhabbetini
bugünün mücadelesinde anmak istemiyorlar.
Hurdacı dükkânı gibi algılıyorlar maziyi. Kendileri nasıl besleniyorsa herkesin öyle, ayaküstü
beslendiğini zannediyorlar. Modernliği, yeri
yurdu belirsiz gezginde umuyor, her tarafa yayvan kıvraklığı döşüyorlar. Kalıcı huzurun izini
sürmek, Huzur’un romanını yazmak nedense
akıllarına gelmiyor.
Bazı edipler ise hayata, bir ölünün mesafesinden bakıyor, telaşın, koşuşturmanın bütün
yollarını kapatıp şehirliyi sürü olarak dondurmaya çalışıyorlar. Bunlarda insan, korkulanla
var. Yazdıkları, okuru kendilerine bağımlı
kılma iksiridir. Okur, bunlar tarafından histeri
nöbetiyle takip edilir. Yanılgının, yanlışın
çığlığını kim duyurursa onu, ‘günah çocuğu’
olarak tanımlamakta sakınmıyorlar. Toplumun
ihtiyaçla hayalinden; taleple reddinden salgın
bir hastalıkmış gibi kaçınıyor, acıyı, yokluğu,
ezikliği insan gerçeğiyle çözmeye yanaşmıyorlar.
Sinelerine çekip sevgi bahşettikleri ise yalnızca
kendilerine teslim olanlar.
Şehirde ağlayana elbet bir taş duvar bulunur.
Oysa şehir, insanına yakışan tecrübeden doğmuş
bir sanat mucizesine, bir kitaba gömülerek
ağlamaktır. Yaraya göre değişmek ve yüreği
beş duyusuyla sızıya yönlendirmek ancak böyle
olur; milletin güzeli, kişiye güzel kader ancak
böyle doğar.
Doğan, ölecekten doğar
Bizde edebî birikim vardı. Klasik şiirimiz
kalıbını bulmuş ve medeniyetini ifade etme
kemalindeydi. Hele mesnevilerimiz: Âlemi
sığdırırdı içine. Mesela XVI. asırda İstanbul’un
görünüşünden vecde gelen şair Nüvîsî, koca şehri
şeker-şerbet içecek sanırsınız:“Bi-hamdi’ llâh
şükür minnet Hudâya / Bu nazmoldı müyesser
ben gedâya…” Fakat ne yazık ki ıstırabımızı
derinleştiren, zevklerimizi değiştiren yeni
oluşumlar eski edebi türlerimizle uyuşmazlık
içindeydiler. Tedavülden kalkması gerekenlerse yerine, “bizim” diyebileceğimiz pek bir
şey koydurmadı. Dışarıdan devşirdiğimiz
tiyatroymuş, eleştiriymiş, anıymış, romanmış,
denemeymiş; nice emek, kılığına girdiği yeni
edebî tür yüzünden saman alevine karıştı. Samimiyetimizi, coşkumuzu, öfkemizi kıvamında
yansıtamadık. Tanzimat sonrası şu kadar yıl, aşk
ve nefret aşısını aynı enjektörden aldık. Yatağını
bulamayan düşüncemiz, havanda su dövdü.
Sayıları az da olsa yeni ile uzlaşmayı başaran
nadir edebiyat adamlarıydı tesellimiz.
Evet! Yazarımız, şiirden düzyazı çıkaran
nadirlerden biriydi: Sanatına temkinliydi.
Dağarcığını yivleyen kelimeyi kökboyasıyla
sınardı. Geceler, alevle tütsülediği cümleye sarılır, sabah, tütsülediğinin nakşına
bürünürdü. Yazacağının yolunu kalıcı terci-
4
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Kanallar değişiyordu. Su kesilmişti. Mutfağa, kilere,
sandığa siyah perde çekilmişti. Açtık; bilmeye, bilinmeye
muhtaçtık! Yeniden doğuşun ‘kültür devrimi’ kargaşasıydı
yaşanan. Koparılan, yasaklanan, saklanılan değerlerimizi
hatırlatan ‘üzüntü’ye şükreder olmuştuk.
hler, nasırlaşmış sorunlar belirlerdi. İçinde
konaklayacağı yeni mülke talepleri olan bir
canlı mesafesinden bakardı. Kaderin iyisine de
kötüsüne de kendisini dahil ederdi. Ömrünün
eseriyle nikâhlanacağına emindi. İbadetini
gelinlik kızların dokuduğu seccade üzerinde
yapar, sırrını seccade üzerinde açardı. Bu merasimdendir ki o, çınarın yamasız gövdesinden
yontulmuş masasına eğildiğinde, kaleme aldığı
her paragraf ya bitmiş bir hayatın özeti ya da bir
şehre giriş olurdu.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, kendisine bir
mazi, bir şehir ve bir kalem arayan sakinine
fotoğrafını fevkalade başarıyla göstermesi
bundandır. Ve yine bundandır ki günümüz okuru, şehrengizlerin konusuna, temasına, diline
hâlâ yazarımızın becerisinden, yazarımızın kültür mihenginden bakıyor, Beş Şehir’in damakta
bıraktığı tadı arıyor.
Tabii, yazar için bu, bir niyet ve nasip işi.
Tanpınar’a nasip bir başka güzellik de ‘oluş
çağlarında Yahya Kemal’in balı ile beslenenler arasında’ bulunmasıydı. ‘Mesut bir tesadüf ’
ona yeteneğinin ustası ve zevkinin kılavuzunu
göstermişti. Artık Tanpınar’a düşen hocasıyla
yetinmeyip rastladığı yüzlerde hocasının
hatlarını, hocasının bakışını yakalamak,
hocasının maksadı üzere kendisiyle yüzleşmek,
sancılı mizacını yazarak sakinleştirmekti. Öyle
de yaptı.
Beş Şehir yazılmasaydı ne feci ihmal olurdu!
Şu an onun yokluğunu akla getirmek yahut
varlığını hafife almak bile ürpertiyle dolduruyor
içimizi!
Eğer Beş Şehir yazılmasaydı cetlerimizin
“Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh
ve iman”dan habersiz kalacaktık. Akabinde
mazi ve manzara yaralı ruhlardan sızan irinle
sıvanacak, taş ve toprak arasında insanı çıldırtan
berbat kokuyla yoğrulmuş rotasız bir yığın olmaktan kurtulamayacaktık. Daha da kötüsü;
“Ruhumuzun en sanatkâr tarafı muhakkak ki
sizin hülyanızla” beslenmemiş olacaktı.
Kanallar değişiyordu. Su kesilmişti.
Mutfağa, kilere, sandığa siyah perde çekilmişti.
Açtık; bilmeye, bilinmeye muhtaçtık! Yeniden
doğuşun ‘kültür devrimi’ kargaşasıydı yaşanan.
Koparılan, yasaklanan, saklanılan değerlerimizi
hatırlatan ‘üzüntü’ye şükreder olmuştuk. Tam
o saatlerde idi; Yahya Kemal konferanslarına,
gazete ve dergi sayfalarına serdiği “Aziz
İstanbul”uyla çağımız şehrengizler yolunu açtı.
Ardında, Tanpınar ve Beş Şehir…
Yahya Kemal, ‘beş yüz seneden beri
İstanbul’u ve Boğaziçi’ni beşeriyetin hayaline
nakşeden’ Türklüğü kazımak isteyenlere bunu
başaramayacaklarının işareti olarak nasıl tarihi
ve sanat eserlerimizi gösteriyorsa Tanpınar da Beş
Şehir’i ile, nice kalemşorun yana yakıla kabullenmeye durduğu “fukaralık nizamı”nı bozmak, “sükût suikastı”nı jurnallemek, şehrinin
imarı, inancı ve tarihi olmuş insanımıza özlenen “şehir mefhumunu” yeniden kalıba döktürmekte direniyordu.
Beş Şehir bu terkibe göre düzenlendi.
Hayat tecrübemize kimlik veren Bizans’ı,
Selçuklu’yu, Osmanlı’yı, çiçeği burnunda devleti bir kilim deseni gibi yekpare ördü. Şehrini
arayana, şehriyle bütünleşemeyen mahrumlara
içinde bulunduğu, içinde sarsılacağı musikiyi
sundu. Hafıza mızrabı, mazide bırakılanların
teline dokundukça gün, ay, yıl arasında sahipsizlikten göçene, unutulana, adsıza hayıflandı.
Sarayda, konakta, han odalarında kaybolanın
türküsünü söyledi. Bahçesinde hâlâ güller
parıldayan harabelerin talihine yandı. Fakat
zihinlerde yeni arzular uyandırmayı asla ihmal etmedi.■
5
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
MEVSİMİN IŞILTILARI
Kalbim biraz gayret etsen
Ses verecek karşı yamacın
Mahzun bakışlı menekşeleri
Kederin dolaştığı yerlerde
Mahcup tebessümlerle
Karşılasınlar seni hiç olmazsa
Böyle bir yüzle dolaştığında
Bilemezler mi diyorsun sırrının
Derininde yuvalanmış yüzünü.
Kalbim biraz kendine dokun
Kederim ol kaderime dokun
Bilemedim mesela ne gibi
Güzelleşecek belki sonunda
Merhabayla geçtim yanından
Kendine kalabalık olurken bir
Dedim bu kıyılarda telaşsız
Bu kaldırımlarda bir heves
Güzelleşsin diye herkes.
Geçtim geldim içime bir hayli
Havasını sevdiğim gecenin de
Başka yüzü varmış biliyor musun?
NURETTİN DURMAN
6
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
İHSAN FAZLIOĞLU
ile şehir ve kitap üzerine
Kitap, pazarlar ile dolaşıma girdi; saraylarda
ağırlandı; başta, bilginlerin evleri olmak
üzere, camiler, medreseler ve rasathanelerde
dinlenildi. Bu ve öteki nedenlerle,
medeniyetlerin olmaz ise olmazları arasına
girdi. Kılıç, medeniyetleri kurdu; kalem,
yaşattı; kitap sürdürdü... denilebilir.
VEFA TAŞDELEN
Kitabı bırak, okumaya bak! (İ.F)
Uzun süredir, doğu ve batı kültürünün
klasik eserleri ile meşgulsünüz. Bu okuma serüveniniz esnasında, kitapların ve kütüphanelerin oluşumu ile kültür ve medeniyetlerin
oluşumu arasında nasıl bir ilişkiyle karşılaştınız? Medeniyetin oluşumunda kitabın ve
kütüphanenin nasıl bir yeri var?
Kitap, kitâbe(t) sözcüğünün de işaret ettiği üzere, köken itibariyle yazıt ile ilgilidir. Bu
nedenle, soru, yazının icadına değin geri gider.
Başta Sümerler olmak üzere, 17 farklı kavmin
gelip geçtiği Mezopotamya’da, çivi yazısıyla yazılmış tabletler için ‘kütüphaneler’ kurulmuştu.
Benzer durum, Mısır papirüs kütüphaneleri için
de geçerlidir. Buralarda, tablet ya da papirüs
örnektir; her türlü malzemeye yazılan ‘kitaplar’
için depolar bulunmaktaydı. Elbette, ‘kütüphane’ sözcüğünün mefhumu farklıydı; ancak, bir
çekirdek misali ileride olacağı şeyi kuvve hâlinde
içeriyordu.
İnsanî eylemler, amaçları dikkate alınarak
belirlenir. Yazının ve yazılı malzemelerin amacı
İhsan Fazlıoğlu, Prof. Dr., İMÜ, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü
1966 yılında Ankara’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi (1989). Ürdün
Üniversitesi’nde (Amman) ve Arap Bilim Tarihi
Enstitüsü’nde (Halep) bilim ve matematik tarihi üzerinde araştırmalar yaptı (1990-1992). Yüksek lisans
çalışmasını İ.Ü. Bilim Tarihi Bölümü’nde (1993);
doktorasını, İ.Ü. Felsefe Bölümü’nde tamamladı
(1998). Oklahoma Üniversitesi’nde (ABD) sahasıyla
ilgili araştırmalar yaptı (2001-2002). 2005 yılında doçent oldu. Mc Gill Üniversitesi, İslam Araştırmaları
Enstitüsü’nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu,
proje danışmanlığı yaptı ve kıdemli araştırmacı olarak çalıştı (2008-2011). Halen İstanbul Medeniyet
Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü’nde
öğretim üyesidir.
Fazlıoğlu, felsefe-bilim tarihi ile matematik tarihi
ve felsefesi üzerine yoğunlaşmakta, özellikle bu yapıların İslam-Anadolu Selçuklu-Osmanlı-Türk medeniyet tarihi içerisindeki gelişmelerini yazma kaynaklara
dayanarak incelemekte ve yayınlar yapmaktadır.
7
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
“Kitaplı şehir” hak-hukukun olduğu şehirdir; olmadığı
da “Kitapsız şehir”. Kitap, Müslüman zihni için o kadar
önemlidir ki, vahiy gelmiş dinleri, ötekilerden ayırmak
için “Ehl-i kitap” denilir; yani “Bir kitaba mensup olanlar”.
Bir anlam-değer dünyasına mensubiyeti, kitap üzerinden
dillendirmek son derece dikkat çekicidir.
neydi? Mevcut bilgi üretimini kayda geçirmek,
istiflemek, korumak ve aktarmak. Öyleyse yazılı
malzeme, kültürler için bireysel belleği (hâfıza)
aşan ve bireyin ölümüne bağlı olmayan bir dışbellek oluşturdu; ve sürekli başvuruldu. Koruma, öncelikle dinî konularda ortaya çıktı ama en
etkili kâtip ve hâsib sınıfının gereksinimiydi. En
genel anlamıyla, devletlerin gereksinimleri için
üretilen bilgi, muhafaza edildi ve aktarıldı. Başka bir etmen öğretimdir; muhafaza edilen bilginin, nesiller arası aktarımı için oldukça fazla
yazılı metin üretildi.
Bunun dışındaki yüksek bilginin üretimi,
kayda geçirilmesi ve aktarımı, ehliyet ve niyet konularında her zaman tartışma yarattı.
Platon’un diyaloglarında işaret edilen bu durum,
Eski Mısır’a kadar geri gider... Astrolog, simyacı
vb. öbekler bu nedenle şifreli metinler kaleme
aldılar. Tartışma, İslâm temeddününde de farklı
gerekçelerle sürdü; sonuç itibariyle, belirli alanlardaki bilgiler farklı üst-sırlı dillerle kayda geçirildiler.
Şimdiye değin söylenilenler, hakikî anlamıyla
kütüphaneye işaret etmezler; çünkü mefhum
olarak ortada henüz kitâb yoktur. Kaynaklarda, “İskenderiye Kütüphanesi’nde 400 bin cilt
kitap mevcuttu” denilişi, bir şehir efsanesidir;
burada kast edilen, papirüs, rulo, tablet ve diğer
yazı malzemeleridir ve demek istenilen, 400 bin
parça malzemedir. Daha sonra, bu deyiş, bir vecize hâlinde gelmiş, bir kütüphanede fazla kitap
bulunduğuna işaret etmek için “400 bin cilt kitabı var” denilmiştir; deyiş, büyük oranda İslâm
Medeniyeti’nde yaygınlaşmıştır ve esas itibariyle, İskenderiye örneğinde, kendinden önceki
kültürlere bir meydan okumadır.
Kitap, yazma biçimiyle, İslâm temeddününün bir icadıdır; ve medeniyet ile felsefe-bilim
tarihinde bir kırılma noktasıdır. Çin’in ipeğe
dayalı kâğıt üretimini ucuz malzemelerle yapan
Uygur ustalarının, Abbasî yöneticileri tarafından
istihdamı ile yeterli kâğıt (ki, Çince’dir) üretimi
gerçekleşmiş; bu alt yapı sayesinde, Bağdâd’daki
Beytu’l-Hikme’de, bildiğimiz çeviri hareketi gerçekleştirilebilmiştir. Bu nedenle, kitâb, tarihte,
bilgisayar ile mukayese edilebilir. Artık bilgi daha
güvenilir ve taşınabilir bir dış-belleğe kavuşmuştur; böylece, tarihteki yatay ve dikey yolculuğu
daha sağlıklı bir biçimde gerçekleştirilmiştir.
Sorunuzun yanıtı şu olabilir: Kitap, hâfızadır;
bu nedenle iddiası olan kültürler, medeniyetler,
bu hâfızayı, elden geldiğince çoğaltmaya çalışmışlardır. Hacimce büyük ve çeşitçe zengin kütüphaneler, tarihte üretilmiş bilginin elde tutulması anlamına geliyordu. Kitap, bir tür fetihti;
bilginin fethi... Dolayısıyla, bizatihi kitabın kendisi değil, muhafaza ettiği bilgi, medeniyetlerin
oluşması, gelişmesi ve katkıda bulunması için
olmaz ise olmaz bir koşuldu. İki kapak arasında
saklı olanın çözümlenmesi ve anlaşılır kılınması,
özellikle zihinlere aktarımı, bir kültürün mesafe
kat etmesi demekti.
Elbette, kitap, kendi evrenini, uzayını yarattı. Kâğıt, mürekkep, yazı malzemeleri, cilt, hat,
süsleme sanatları ve öteki çok çeşitli unsurlar.
Kitap, pazarlar ile dolaşıma girdi; saraylarda
ağırlandı; başta, bilginlerin evleri olmak üzere,
camiler, medreseler ve rasathanelerde dinlenildi.
Bu ve öteki nedenlerle, medeniyetlerin olmaz ise
olmazları arasına girdi. Kılıç, medeniyetleri kurdu; kalem, yaşattı; kitap sürdürdü... denilebilir.
Kadim şehirler, felsefenin, düşüncenin,
kültür ve medeniyetin filizlenme noktaları...
Atina, İskenderiye, Bağdat, Kâhire, Kurtuba,
Semerkant, Buhara, İstanbul gibi merkezler,
8
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
yazı kültürünün geliştiği, okunduğu, okunmakla kalmayıp çoğaldığı merkezler. Bu açıdan bakıldığında, kitap ve şehir arasındaki
ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her şeyden önce, bilgi, kültür, üst bir
üretimdir ve maddî ile manevî güvenliğin
olduğu, boş vaktin bulunduğu şehirde ortaya
çıkar. Öyleyse, doğal olarak, bilginin hâfızasının
da şehirde mütedavil olması oldukça olağan bir
durum. Medine-i Münevvere, “Aydınlanmış Şehir” demektir; aydınlatan da, bilgidir; sıfatının
ilâhî olması, bilginin değerini yükseltir; mahiyetini değiştirmez. Bu nedenle, yazı ve ona ilişkin her şey, son derece önem kazanmıştır İslâm
şehrinde. Nübüvvet’ten sonraki makam ilim’dir;
ilmin bu kadar değerli olduğu yerde, onun
hâfızasının da, kıyâsla, aynı şekilde olması kaçınılmazdı. Dikkatinizi çekerim, önemli olan kitabın bizatihi sureti değil, vazifesi, dolayısıyla amacı... Unutmayalım ki, bizzat Peygamber, kendini
“İlim Şehri”ne benzetmiş; kapısı olarak da, Hz.
Alî’yi işaret etmiştir. Bu nedenle, köyde, dağda,
bayırda tespit etseniz de, bilgiyi sunacağınız yer
şehirdi; hâlen de böyledir; orada kayda geçer,
orada çoğaltılır; orada müfredata girerdi.
İslâm tarihi boyunca, bir şehrin kayda değer
olması, yüksek İslâm kültürünü temsil etme
oranına bağlıydı. Mehmed Fenârî, Bursa’da, XIV.
yüzyılın sonunda, Osmanlı ilmiye teşkilâtını
kurmaya başladığında yaptığı ilk iş, kitap sayısını çoğaltmaktı. Bu gerekçeyle, Cuma gününün
yanısıra, öğrencilerin sırf kitap istinsah etmesi,
çoğaltması için de Salı gününü tatil etti. Daha
sonra bu bir gelenek halini aldı; medrese tatil,
ama kitap çoğaltmak için; amaç, Sultan Yıldırım Bâyezid’in siyasî idealine uygun olarak,
Bursa’nın yüksek İslâm kültürünü en yüksek
derecede temsil edecek bir seviyeye gelmesi...
Kitap, klasik dönemde, iddianızın göstergesiydi;
özellikle siyasi teklifinizin ciddiyeti, ülkenizde
bulunan âlim, kütüphane ve kitap sayısıyla ölçülürdü... Sizde yoksa başkasına ne verebilirdiniz
ki? Fas elçisi, 1589’da ziyaret ettiği İstanbul’u
tasvir ederken, en çok, kitaptan bahseder: “Çok
yeri dolaştım; bu kadar çok kitabı bir arada yalnızca bu Şehir’de, İstanbul’da gördüm”. Çarşı-pazarın kitap kaynaması, bir ülkenin siyasi
gücüne işaretti. Kısaca, halk dilinde, hak-hukuk
bilmeyen insan için “Kitapsız adam denir” ya;
aynı durum, şehir için de geçerlidir; “Kitaplı şehir” hak-hukukun olduğu şehirdir; olmadığı da
“Kitapsız şehir”. Kitap, Müslüman zihni için o
kadar önemlidir ki, vahiy gelmiş dinleri, ötekilerden ayırmak için “Ehl-i kitap” denilir; yani
“Bir kitaba mensup olanlar”. Bir anlam-değer
dünyasına mensubiyeti, kitap üzerinden dillendirmek son derece dikkat çekicidir.
İnsanlık tarihindeki trajik olaylardan
biri de, kütüphanelerin yakılmasıdır.
Kütüphanelerin yakılması, nasıl bir ruh
halinin eseri olabilir?
Öncelikle, bir ayrım yapalım. Bir eylemin
bilgisine sahip olmayan bir insanın, o eylemde
belirli bir kastı olmaz; Moğollar gibi... Camiyi,
saray; minberi, taht sanan bir kişiden, kitabın
ve kütüphanenin ne olduğunu bilmesini bekleyemeyiz. Kısaca, kuralı şöyle koyabiliriz: Kişi,
doğru ve yanlışı, idraki oranında tahkik edebilir;
bu nedenle, tenkitte, kast dışında, kişinin idrak
oranı göz önünde bulundurulmalıdır. Burayı geçelim...
İkinci tür kitap yakma nedir? Herhalde,
ısınmak için değil! İnsanlar, kitap yakmazlar, o
kitapların içerdiği ve temsil ettiği anlam-değer
dünyasını yakarlar. Bu nedenle, yakılan, bizatihi kitap değil koruduğu bellektir; sahip olduğu
iddialardır. Bu, gayet doğaldır. Çatışan iki farklı anlam-değer dünyası, birbirine ait olan her
şeyi, tüm simgeleri yok eder. Unutmayalım ki,
klasik dönemde bilgi, mahallî yapılarla, anlamdeğer dünyasıyla çok iç içedir. Bu meyanda,
ilk kültür emperyalizmi denilebilecek eylemi,
Büyük İskender yapmıştır. Pers devletini ele
geçirince, etrafında bulunan bilginler -ki, biri,
hocası Aristoteles’in yeğeniydi-, önemli buldukları bilgileri Yunanca’ya çevirmiş; asıllarını yok
etmişlerdir. Bu, pek çok kaynakta vardır; özellikle Kutbuddin Şirâzî, Şerh hikmet el-işrâk adlı
eserinde, bu vakıayı, felsefe tarihi açısından inceler.
Şimdiye değin verdiğimiz bilgiler birer
tespittir. Ve bu, bugün de böyledir; yarın da öyle
olacaktır! ABD’nin soğuk savaş döneminde,
Sovyet kaynaklı; Sovyetler’in de ABD kaynaklı
kitaplara yaptıkları ortadır. Irak Savaşı’nda, kü-
9
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
tüphanelere yapılanlar bilinmektedir. Türkiye’de
de farklı açılardan benzer olaylar yaşanmıştır. Elbette, insanlık tarihinin şu merhalesinde her şey
inceldiği gibi, bu konudaki yok etme teknikleri
de incelmiştir. Tarihte, insanın doğasından
kaynaklanan olgu ve olaylara bakılmalıdır;
ahvâle değil. İnsan, kendi dünyasını korumak
için başka dünyaları yakar, yıkar; bu, başka
dünyanın tecessüm ettiği şey kitap, bilgisayar,
bina ya da devlet olabilir; fark etmez. Hâsılı,
insan kendini trajik bir varlık kabul ettiği sürece,
bu tür trajik eylemler de yapacaktır...
Bağdat Kütüphanesi (“kütüphane”yi aynı
zamanda birikim anlamında da kullanıyorum), İslâm kültürü açısından büyük bir oluşumdu. Yok olmasının, İslâm kültüründeki
bu oluşum sürecine ciddi boyutlarda zarar
verdiği söylenilebilir mi? Gerileyişin başlangıcı olarak görülebilir mi? Bu kütüphâne, ne
kadar özgün bir kütüphanedir? Yoksa Ernest
Renan’ın dediği gibi, İslâm kültürü içindeki İslâm dışı unsurların oluşturduğu bir
kütüphâne midir?
Öncelikle bir tashih... Kendimize ait konuları, Batılıların dediklerini dikkate alarak tartışmamalıyız. Hele hele, XIX. yüzyıl oryantalistlerinin
‘kültürel terörüne’ azamî dikkat etmeliyiz. Ağzı
olan konuşmuş... Bir deli, kuyuya taş atıyor; biz
de çıkarmaya çalışıyoruz. Bir tabip, kocakarı teşhisini tahlil etmeye uğraşmaz; kendi muayenesini yapar. Dolayısıyla, Renan gibilere ayrılacak
vaktimiz olmamalı.
İkinci olarak, gerileme-ilerleme gibi kavram
çiftleriyle tarihi okuyamayız. Tarihî olayların
pek çok değişkeni bulunmaktadır; indirgemeci
olmamalıyız. İslâm Ülkesi’nde, Moğollar, yalnızca Bağdâd’ı yıkmadılar. Ayrıca, Moğollar
geldiğinde, Bağdâd’da Beytu’l-Hikme de yoktu
ve Bağdâd rakipsiz bir şehir değildi; başka bir deyişle, Bağdâd, İslâm temeddününün sıklet merkezi değildi. Bu nedenle, “Bağdâd gitti, her şey
bitti” düşünüşü bırakılmalıdır.
Hemen Bağdâd’ın düşüşünden sonra
kurulan Merağa matematik-astronomi okulunun kütüphanesine bakıldığında -ki, yukarıda
işaret ettiğimiz vecizeyi kullanarak 400 bin ciltlik bir kütüphanesinden bahsedilir, ancak doğru
değildir-, ciddi bir yekûnla karşılaşılır. Sonuç
itibariyle, yalnızca Bağdat’ın düşüşü değil, tüm
Moğol istilâsı, İslâm Dünyasının Doğu’sunu –
ki, İslâm dünyasının Batı’sı da var-, sarsmış ve
sendeletmiştir; ama kısa sürede toparlanılmıştır.
Öte yandan, Moğol istilâsı, İslâm dünyasında,
farklı ilmî-fikrî terkiplerin de ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Şerden, bazen rahmet hâsıl
olur..., olmuştur da...
Biraz da, Endülüs kütüphanelerinden
bahsedelim isterseniz. Oradaki birikimin,
külliyatın, Batı’ya aktarımı konusu da dikkate alındığında, neler söylenilebilir? Bağdat kütüphanesi ile Batı medeniyetinden alınan katkı, Endülüs kütüphanesi ile yeniden
Batı’ya mı aktarılmıştır?
Öncelikle, İslâm medeniyeti, Batı’dan bir şey
almamıştır; Mezopotamya, Eski Mısır gibi kadim kültür havzaları yanısıra, Hint ve İran ile
Eski Yunan ve Helenistik kültürünü tevarüs ve
temellük etmiştir. Temellük önemlidir, çünkü
İslâm Medeniyeti’nde, hâlâ her şeyi tercüme
hareketiyle başlatanlar var. Tercüme hareketi, bir
şey başlatmamıştır; tersine tercümelere, zaten
başlamış bir harekete destek için kalkışılmıştır.
İkinci olarak, o dönemde, Batı diye bir şey
yoktur; tersine Birûnî gibi İslâm bilginleri, mantık biliminin ilkelerini göz önünde bulundurarak, Çin ve Hint ile İslâm-öncesi Asya’yı, Doğu;
İslâm ve Akdeniz kültür havzasını, Batı diye
kabul ederler. Modern ve Çağdaş kavramlarla,
tarihî olgu ve olayları incelememeliyiz. Bu tür
alma ve verme olguları, modern ulus devlet kavramlarıyla okunuyor. İslâm bilginleri için nazarî
ilim, insanlığın ortak malıdır. Taşköprülüzâde
ne diyor: Nazarî ilimlerin kavmi, dini, olmaz...
Evet! Kadim miras tevarüs ve temellük edildi;
çevrildi ve her şeyden önce kadim birikim, ‘kitap’
haline getirildi. Bu nokta, son derece önemlidir;
Müslümanlar tespit ettikleri tüm kadim mirası
kitaplaştırmışlardır; kitaba dökmüşlerdir. “İslâm
Medeniyeti, bir yazma/yazı medeniyetidir” derken, kast edilen budur. Zamanımıza gelen İslâm
öncesi, örnek olarak, astronomi eserleri kaç tanedir; hepsini bir masaya sığdırabilirsiniz. Ama
İslâm Ülkesi’nde kaleme alınmış irili ufaklı astronomi kitapları için birkaç oda gerek. Niçin?
10
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Çünkü kâğıt, dolayısıyla İslâm Medeniyeti’nde
icat edilen kitap, bilgiyi çoğalttı, özellikle Büyük
Selçuklu ve Osmanlı döneminde öğretim kurumlarıyla, toplumsallaştırdı.
Süreç içinde ve pek çok değişik nedenlerle,
Avrupa, İslâm birikimini uzun bir zaman diliminde, kendi ölçütleri içinde, çevirdi. Hemen
söyleyelim, Avrupa’da da çeviri etkinliğine belirli
bir bilinç eşlik eder; bu bilinç çevirilerle başlamadı; tersine bu çevirileri olanaklı kıldı. Aktarım da, yalnızca Endülüs’ten yapılmadı; bunun
yanısıra, Sicilya, Trabzon ve İstanbul da birer
merkezdiler. Seyyahların ve Avrupalı bilginlerin
özel girişimlerini hiç saymıyorum.
Diyeceğim şu ki, derdi olan, bilgiye kayıtsız kalmaz; çünkü bilgi, kendine kayıtsız kalana acımaz. Kadim dönemde, bilginin büyük
bir bölümü de, ‘haricî hâfıza’da yani kitaptadır.
İslâm’ın da, Avrupa’nın da yaptığı, iddialarına
paralel olarak, bu birikimi temellük etmektir.
Bugün, İslâm kültür geleneği içinde, özgün bir kütüphane oluşumundan, özgün bir
külliyât oluşumundan söz edebilir miyiz?
Bu tür sorulara, benzetmeyle verdiğim bir
yanıt var: Dil, önce konuşulur, sonra dilbilgisi (gramer) yazılır. Bizim zihin yapımızı, daha
çok, ‘medeniyet’ kavramı belirlediğinden dolayı,
tarihî olanda kalıyor, hareket içre olanı anlayamıyoruz; bu nedenle, medeniyet yerine, usul-i
dîn ve usûl-i fıkh’ın, ‘temeddün’ kavramını
tercih ediyorum. Ne demek bu? İslâm Hayat
Görüşü’nü, hareket, dolayısıyla değişim içre modellemek ve idrak etmek... Bu çerçevede, İslâm
temeddünü ölü değildir; hareket halindedir ve
her konuda üretimi devam etmektedir. Üretimin
özgünlüğü zamansaldır ve gereksinimlere bağlıdır; önemli olan, pek çok farklı, hatta birbirleriyle çelişik fikrin geliştirilmiş olmasıdır. Kişisel
kanım, İslâm Hayat Görüşü, tarihî yürüyüşünü
devam ettirdiğinden, üretimi de sürmektedir. Bu
bir ırmağa benzer; kaynağı sürekli olduğu sürece, bazı mevsimler, suyun azalması olasıdır; ama
kurumadığı sürece çoğalma olanağı her zaman
vardır.
Aynı soruyu Batı kültürü açısından sorayım: Orada durum nedir?
Entelektüel/zihnî faaliyetlerde, siyasî tabanlı
Doğu – Batı ayrımı, pek de açıklayıcı görünmüyor. Nereden başlar, nerede biterler; ne zaman
başladılar; ne kadar sürecekler? Hem, Hak ile
Bâtıl’ın sabit coğrafyası olmaz; Doğu’da da olabilir, Batı’da da... Zihnimizi, bu tür kavramlarla
kayıtlamamalıyız. Sorunuzdaki külliyatı ve kütüphaneyi, bilgi birikimi olarak anlarsak eğer,
elbette, Dünya’nın her yerinde, ülkeler, sahip
oldukları iddia ve olanaklara paralel olarak üretimlerini sürdürmektedirler. Tersi durumda, tarihten düşerler.
“Sözlü kültür” ve “yazılı kültür” diye bir
ayrım yapabilir miyiz? Eğer böyle bir ayrım
yapılabileceksek, doğu kültürünü “sözlü kültür” sınıflandırmasında değerlendirebilir
miyiz? Bunun, Batı’lı anlamda bir felsefe geleneğinin oluşmamasına, ama daha farklı bir
tefekkür biçiminin ortaya çıkmasına neden
olduğu söylenilebilir mi?
Bu sorunuzdaki Doğu ve Batı kavramları
için de, yukarıda söylediklerim geçerlidir. Eğer
Doğu’dan, İslâm’ı anlıyorsak, “İslâm kültürü,
sözlü kültürdür” yargısı, tamamen bir şehir efsanesidir. Yukarıda da işaret ettiğim üzere, “İslâm
Medeniyeti, bir yazma, bir yazı medeniyetidir”
ve kendinden önceki ulaşabildiği tüm ilmî mirası temellük ederek kitaba dökmüştür, kitaplaştırmıştır. Biraz önce de işaret etmiştim: İslâm
Medeniyeti’nde üretilen eserlerin miktarı, kendinden öncekilerle mukayese bile edilmez. Elbette bu durumun pek çok nedeni vardır; kâğıt,
öğretim vs...
Yazı’nın, bizim için ne anlama geldiğini idrak için gereğinden fazla konuşmamıza gerek
yoktur. Çünkü yazı, bizde, Varlık’ın tecellilerinden biri olarak kabul görmüştür: el-vucûd elhattî/kitâbî... Daha ne diyebiliriz ki? Kitâbet’i/
Yazı’yı, Varlık’ın bir tecellisi olarak gören bir medeniyeti anlamak için yalnızca sözlü kültür içinde boşa konuşmak yetmez; biraz kitap okunmalı! Kalkaşendî’nin Subh el-aşâ’sı, İbn Haldûn’un
el-Mukaddime’si... belki de Taşköprülüzâde’nin
Miftâl el-saâde ve misbâh el-siyâde’nin birinci
cildi... Özellikle yazınsal varlık’a ait bilim dalları, içerikleri ve kaleme alınan eserler kısmını
okumak konu için iyi bir başlangıç olabilir.
11
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
İkinci olarak, sözlü ve yazılı kültür, birbiri
yerine ikame edilecek iki ayrı sözcük değildir;
birlikte varolan sözcüklerdir. Miktarı artabilir
ya da eksilebilir ama her yerde birlikte vardırlar.
Olmaları da gerekir... Çünkü her yazılı kültür,
belirli oranlarda sözlü kültüre dökülür; tersi de
doğrudur; sözlü kültür de yazıyla kayıt altına alınır; böylece birbirini besleyerek birbirlerini varkılarlar ve zenginleştirirler.
Sorunuzun ikinci bölümündeki, “Batı’lı
anlamda felsefe geleneği” teriminden ne anlamalıyız? Ve ayrıca, bizdeki “farklı bir tefekkür
biçimi” nedir? Bunlar, benim bildiğim konular
değil açıkçası... Felsefe-Bilim’in tarihi ve problematiği ile ilgilenen biri olarak, Mezopotamya - Mısır - Anadolu - Eski Yunan - Helenistik
Dönem - İslâm - Ortaçağ Avrupa - Modern
Avrupa ve Çağdaş Dünya... sürekliliği içinde
olup bitenler, üç aşağı, beş yukarı aynı kümede
tanımlanabilirler. Kasıt eğer, XVII. yüzyıldan
itibaren, Batı Avrupa’da gelişen, özellikle de
Immanuel Kant’tan sonraki bilişsel (kognitif )
yapının tahlili anlamındaki felsefe ise, bu felsefenin/tefekkürün bizatihi kendi değil belirli bir
zaman ve zemindeki tecellisi ile ilgilidir. Bizde,
her zaman bir felsefe/tefekkür/düşünce geleneği
olmuştur; hiç bir zaman kesintiye uğramadı ve
halen de devam etmektedir. Ancak, bunun görünümleri farklı olabilir. Çoğunlukla söylediğim
bir şey vardır: Bilgi, esas itibariyle, iç-mahsusun
(tecrübiyât) ya da dış mahsusun (vicdâniyat),
makul hâle getirilmesidir. Bu nedenle, modern
dönemde, Batı Avrupa’da ortaya çıkan, özellikle
önce dış, sonra iç-mahsusa ilişkin çeşitli âlet ve
teorilerle, elimizdeki verilerin farklılaşması ve
başkalaşmasıdır; bu da doğal olarak makulleştirme sürecini dönüştürmüştür. Başka bir deyişle,
malumat değişince, marifet ve dahi bunun da
üzerine yükselen ilim/bilgi de başkalaşmıştır.
Kitap ve zihin arasında nasıl bir ilişki
kurulabilir?
Nietzsche,
“beslenme
biçimleri”nden, “beslenme kaynakları”ndan
söz eder bir kitabında. Kitap, bir beslenme
kültürü müdür gerçekten, bir mutfak mıdır?
Bizim için uygun olan, bünyemiz için iyi olan
mutfak ve beslenme biçimi nasıl olmalı? Kendimize özgü bir zihin mutfağından söz edebi-
lir miyiz?
Daha önce de dile getirildiği gibi, insan eylemlerinde, niyet ve amaç önemlidir.
Taşköprülüzâde’nin ifade ettiği üzere, “bilgi aklın kulluğu” ise, amaç bilgi edinmektir, bilgilenmektir. Bu nedenle, insan aklı bilgiyle beslenir...
Kitap, bilginin muhafaza edildiği bir araçtır;
ondan önce tabletti, papirüstü, parşömendi vb.
Bu nedenle, bir kitap romantizmine gerek yok
diye düşünüyorum. Ancak, Nietzsche’nin kastı
“okumak” ise evet, aklın en önemli beslenme
eylemlerinden biri, okumaktır. Kişisel olarak,
aklın beslenmesini, beş türlü eyleme ilişkin görüyorum: Birincisi Doğa, –ki, o da bir okuma
türüdür; ikincisi, Tekhne yani insanın yapıp ettikleri; üçüncüsü, yazılı metin; dördüncüsü ise
anlatım ki, eğitimden başlar, sohbete kadar sürer... Ve belki, son olarak, insanın nefis muhasebesi... Hepsi de, aklın beslenme kaynaklarıdır
kanaatime göre...
Son olarak, genel anlamda İslâm ülkelerindeki, özel anlamda, Türkiye’deki kitap okuma
ve kitap üretme tutumunu nasıl buluyorsunuz? Entelektüel bir olgunluktan/yeterlilikten
söz edebilir miyiz?
Her şeyden önce, tekrar anımsatalım: Âletler
–ki, kitap da bir âlettir- insanın bir niyeti ve
amacını gerçekleştirmek üzere icat edilirler. Yazılı malzeme, bilginin muhafazası ve aktarımı içindir. Elbette, her âlet kendi çevresini, uzayını da
yaratır ve kendine ilişkin binlerce insanî değer
ortaya çıkarır; bu değerler, kültürden, ilmî, siyasî
ve iktisâdi, hatta şahsî yapılara kadar sirayet eder.
Tarih boyunca, bu, böyle olmuştur...
Matbaanın kullanımı sonucunda ortaya çıkan basılı kitap, ticari kapitalizmin arzularıyla
birleşince, ortaya müthiş bir ticarî meta çıkmıştır; yazma eser de, daha önceleri böyle idi; ancak, büyük oranda gereksinimlere bağlıydı. Örnek olarak, kendi kitabını istinsah edebilirdin;
ancak, kendi kitabını basamazdın, çünkü tek
bir kitap basılmazdı. Bu durum, üniversitelerin
yükselmesi, akademik kariyerlerin netleşmesi,
dergilerin yayımlanması, muhtelif kurumların
basılı metnin gücünden yararlanmaya çalışması
gibi etkenlerle dev bir iktisadi sektör halini aldı.
Dolayısıyla, kitap, bilginin korunması ve aktarı-
12
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
mını üstlenen bir araç olmaktan çıktı, ticari bir
meta oldu... Hatta XX. yüzyılda, psikolojik bir
meta haline geldi bile denilebilir. İbn Haldûn,
Mukaddime’sinde “Bir alanda, fazla kitap bulunmasının zararları” diye bir başlık açar ki, o
dönemde kitap ne kadardır?... Ancak, dediği
şudur İbn Haldûn’un, belirli bir konudaki kitaplar, büyük oranda kendilerini tekrar ederler;
bu nedenle, hepsini okumaya kalkmak vakit alıcıdır. Bu nedenle, söz konusu olumsuz durumdan kurtulmak için, İslâm dünyasında, özellikle
öğretim hayatı için her açıdan sıkı ders metinleri
yazılmıştır. Ancak matbaa ile bu kaygı ortadan
kalkmıştır. Artık, diyelim ki, bir kişi Felsefe Tarihi sahasında, ya da ‘bir’ alanda ‘bin’ eseri okumak gibi bir sıkıntı yaşıyor; klasik gelenek şöyle
düşünüyor, en azından başlangıç aşamasında,
felsefe tarihine ilişkin temel bilgileri almak için
‘bir’ eseri ‘bin’ kere okumak daha doğrudur.
Günümüzde, artık basılı kitap, yazma kitabın kaderiyle karşı karşıyadır. Bilgisayara bağlı
kitap, dijital ve internet yayıncılığı, hızla, basılı
kitabı ortadan kaldıracaktır. Bugün, nasıl yazma
kütüphaneleri varsa, yakın bir gelecekte de, basma kütüphaneleri olacak; ama kullanılmak üzere değil, bazı âlimlerin eskiyi araştırmak üzere
kullandığı kütüphaneler şeklinde... Elbette direnilecek, basılı kitabın erdemlerinden bahsedilecek, iktisadi çıkarları zedelenenler itiraz edecek
vs. ama sonuç itibariyle durum değişmeyecek...
Örnek olarak, Felsefe-Bilim tarihi alanında,
neredeyse tüm ilmî dergiler, internet üzerinden
yayınlanıyorlar; basılmıyorlar. Belki bilgisayarda
okumak benim için zor; ama çocuklarım için
kolay; torunlarım için –belki de- “bir zamanlar
kitap diye bir şey vardı”ya dönüşecek...
Bunları dikkate alarak şöyle ifade edelim:
Mehmet Genç üstadımız, şöyle der: “Mütevazı
bir ilmî çalışma, en az üç milyonluk bir kütüphane ile başlar.” Türkiye’de böyle bir kütüphane
var mı? Ben bilmiyorum... İslâm Ülkeleri’nde?
Belki!.. Artık öteki ülkelerle karşılaştırmayı siz
yapabilirsiniz. Kafanızı malumat vererek şişirmek istemem.
Mesele, basit bir malzeme sorunu değildir
öyleyse... Bilgi sorunudur. Nübüvvet’ten sonra
ilmin geldiği bir dine mensubuz ama pek fazla
kimse bu makama talip olmak istemiyor; siyaset
ya da basit bir gazete yazarı olabilecek kadar malumat -füruş olmak daha cazibeli. Bilgi’ye değer
verirsek, önemsersek, hakkını teslim edersek, gerekli cehd ü gayreti gösterirsek, bilgiyi muhafaza
eden malzemeyi de üretir ve sahipleniriz. Şuna
inanmıyorum: İstanbul’da öyle bir kütüphane
kuralım ki, içinde yirmi beş milyon kitap bulunsun. Okumadıktan, araştırmadıktan sonra o
kütüphane sadece bir Kitap Müzesi olarak kalır;
başka hiç bir şey olmaz.
Üniversite
yıllarımdan
anımsıyorum:
Okuduğum Üniversite’nin genel kütüphanesine
gitmiş, fiş doldurarak bir kitap istemiştim;
memur yanlış kitabı getirince kendisini uyardım.
Ne oldu? Fırça ve tahkir... Hemen oradan çıktım ve profesör oluncaya değin hizmet verdiğim
o üniversitenin genel kütüphanesine bir daha
hiç uğramadım; hâlâ da uğramam. Ne yaptım?
“Öyle şahsî bir kütüphane kuracağım ki, alanım çerçevesinde bir daha bu tür kütüphanelere
gereksinim duymayacağım” diye karar aldım.
Öyle de yaptım. Ama bu, çözüm değil! Kütüphanelerimiz az; içlerindeki kitaplar da az; üstelik
okuyucuyu onlara ulaştırmamak için tüm “tedbirler” de alınmış durumda. Raf sistemi yok.
1990’da, Ammân’daki Ürdün Üniversitesi’ne
gittiğimde, ilk raf sistemli kütüphaneyle karşılaşmıştım da bir hafta, alanımla ilgili kitapları
incelemiştim. İSAM’ın kütüphanesi bu açıdan
büyük bir boşluğu doldurmuştu; ancak yeni
kitaplarla sürekli takviye edilmediğinden, tarihî
bir hâle gelmeye başladı. Gerçi artık pek çok
üniversite, internet üzerinden kitaplara erişimi
sağlıyor; ama ne kadar işlevsel o tartışılır.
Sonuç itibariyle, bin yıl daha bekleriz bu
kafayla gidersek. Çünkü sorun, yalnızca malzemeye sahip olmak değil; bir amaca sahip olmak; bu amacın gerektirdiği malzeme, gereksinim doğrultusunda edinilirse, hem süreklilik
ortaya çıkar, hem de ona ulaşım yolları, elden
geldiğince verimli inşa edilebilir; gerisi boş bir
hikâye.
Tüm dediklerimizin özeti nedir? Kanımca
şudur: Sorun, daha derin, bilgiye talip olma
sorunu... Şu deyişi unutmamalıyız: Malumat
olmadan marifet, marifet olmadan ilim, ilim
olmadan irfan sahibi olunmaz. Kısaca: Derdimiz ne bizim? Kişi olarak, millet olarak?■
13
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
A. VAHAP AKBAŞ
ile şehir ve kitap üzerine
"...günümüz edebiyatının baskın mekânı şehir,
baskın konusu şehir hayatıdır. Bu da kanımca
en çok romanda görülüyor. Dolayısıyla
şehirlinin kendisini en çok romanda
bulduğunu, ona meyyal olduğunu
düşünüyorum."
KEMAL BATMAZ
A. VAHAP AKBAŞ
1954’te Batman’da doğdu. Batman
Lisesi’ni (1971) ve İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü’nü (1977) bitirdi. Çorlu’da 19771985 yılları arasında öğretmen, 1985-1993
yılları arasında da Milli Eğitim Şube Müdürü olarak görev yaptı. Çorlu Mehmet
Akif Ersoy Anadolu Lisesi’nde öğretmenlik
yaparken 2001 yılında emekli oldu. Özel
öğretim kurumlarında çalıştı.
İlk yazısı Hisar dergisinde (1978) yayımlandı. Şiir ve yazıları başta Mavera,
Hisar, Düş Çınarı, Bizim Külliye, Ay vakti
olmak üzere çeşitli dergilerle Yeni Devir,
Zaman ve Türkiye gazetelerinde yer aldı.
1984-1985 yıllarında Yeni Devir gazetesinin Kültür-Sanat sayfasını yönetti, belirtilen yıllarda aynı gazetede günlük yazılar
yazdı. Çorlu’da Nisan Bulutu dergisini çıkarıp yönetti (1993-1994).
1982’de “Efgan” adlı kitabıyla Türkiye
Yazarlar Birliği’nce “yılın şairi” seçildi.
“Alevler ve Güller” ile Sedat Yenigün Roman Armağanını (1984) aldı.
Şiirlerinizde daha çok “dağ” unsurunu
kullanmışsınız. Oysa biz sizi “şehir ve şiir” üzerine
konuşturmak istiyoruz. ‘Dağ’dan mı yola çıkalım
şehre… Neden bu kadar “dağ” kullanıyorsunuz
şiirlerinizde?
Bu soru daha önce de sorulduğu için, bütün şiirlerimde kaç defa “dağ” kelimesini kullandığımı merak
etmiş, üşenmemiş saymıştım. Doksan-yüz arasında bir
sayı çıkmıştı yanılmıyorsam. Bu kullanımların hepsinde dağ, şiirin temel unsuru olmasa, hatta çoğunlukla
benzetme, büyüklük, çokluk ifade etmek gibi amaçlarla kullanılmış olsa bile dağın şiirimde önemli bir yer
tuttuğu kesin. Ve sorulmasa belki bunu fark etmeyecektim. Yine sorularda, yazı ve yorumlarda şiirlerimdeki baskın temanın hüzün olduğu ifade edilmişti. Bunlar, şairin dönüp eserine bu dikkatler ışığında yeniden
bakmasına sebep oluyor.
Dağı sevdiğim bir gerçek. Bunun en önemli sebebi
de sanırım dağda doğmuş olmamdır. Raman Dağı’nda,
Türkiye’deki ilk petrol kuyusunun yakınlarında dünyaya gelmişim. Dedelerimin yaşadığı, babamın çocukluk
gençlik yıllarının geçtiği köy de yüksek dağların arasında bir yerdi. Hemen her yaz, tatilimin büyük bir
kısmını bu köyde ya da bir yanı Raman Dağı’nın di-
14
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Geçmişte şehrin kültürü, tabiat güzellikleri; mimarî,
musiki, tarih gibi medeniyet unsurları şairleri beslerdi.
Şehirlere çokça güzelleme yazılır, şehrin tarihi
mekânları, tabiî güzellikleri resmedilirdi. Bugün ise
sanatçıya daha çok şehrin değişen sosyolojik ve
mimarî yapısı, bunların yarattığı karmaşa, sakat ilişkiler,
bunalımlar, yabancılaşma, yozlaşma; yine bunlara bağlı
olarak kaybedilmiş değerlere özlem vs. ilham veriyor.
ğer yanı yine dağların, dik kayalıkların sardığı
Hasankeyf ’te geçirdim. Çocukluk, ilk gençlik
anılarımda dağ, onun için önemli bir yer tutar. Çocukluğun, şair ve yazarların tükenmez
hazinesi olduğunu hatırlarsak sanırım bu husus
daha iyi anlaşılır. Büyük şehirde dağı özlemem,
bir şiirimde hülyamı kanatan üç şeyden birinin
dağ olduğunu söylemem; başka bir şiirde “açmışım gözlerimi dağ, yürümüşüm dağ” dememin de altında zannederim bu duygu ve tecrübelerin etkisi vardır.
Dağ sevgisi, dağ özlemi metropollerde bana
kendini daha fazla hissettiriyor. Metropol,
dağları da yutan bir dev. Dağ heybettir oysa,
yüceliktir, güzelliktir, bozulmamışlıktır/ doğallıktır, vahiy makamıdır, tecelligâhtır, korku ve
esrardır yerine göre. Dağ daha pek çok şeydir!
Bunun içindir ki yalnız bu fakirin değil, hemen
bütün şairlerimizin en önemli ilham kaynaklarından biridir.
Peki, “Bir şehir tarif ediniz.” dersek bize
neler anlatırsınız? Kendinizi bir şehir içerisinde nereye konuşlandırabilirsiniz? Şehirde
sanatınızı besleyen unsurlar nelerdir?
Bilindiği gibi medine, şehir demektir. Medeniyet ve medine kelimeleri de birbiri ile alakalıdır. Dolayısıyla benim fikrimdeki ve gönlümdeki şehrin anahtar kavramları medeniyet
ve medenîliktir. Hacı Bayram-ı Veli’den ilhamla
söyleyeyim: sürekli oluş ve her yönüyle gelişim
içinde olan; oluşup gelişirken yaşayanlarını da
olgunlaştıran bir şehir… Sufiler gönlü bir şehre benzetirler. Yaratan’ın tecelli ettiği yer olan
gönül gibi şehrin paklığı, güzelliği esas alınmalı
değil mi? İnsan ki eşrefü’l mahlûkattır, kurduğu, yaşadığı mekân da ona göre olmamalı mı?
Çağdaş şehirlerimiz ne yazık ki medeniyetimizden neşet etmiş şehirler değil. Bin bir emekle ve özenle kurulmuş şehirlerimiz şimdi yaralı.
Bu şehirlerin içinde bize dair unsurlar gittikçe
eriyor, onarılıp korunsalar bile yayılan hantal
yapının içinde görkemleri fark edilmez oluyor;
tarih şuuru uyandırma, devam fikri oluşturma
misyonları yok oluyor. Böyle bir şehirde, fikrinin mayasını Anadolu’da almış, İslâm medeniyetine gönül vermiş; güzelliğe, doğallığa,
insaniliğe, medeniliğe inanmış biri olarak bir
yere konuşlanmak çok zor. En baştan itibaren
büyük şehirde beni en çok yoklayan şey yabancılık ve yalnızlık oldu. Bizim kuşağın büyük bir
kısmının bu duyguları yoğun bir şekilde yaşadığını düşünüyorum. Büyük şehrin savurduğu,
dağıttığı çok insan tanıdım. Yetmişli yılların
başından itibaren kaleme alınmış roman ve
hikâyelerde bu savrulmuşluğu, şehrin karmaşası içinde kaybolmuşluğu, yabancılık ve yalnızlığı görmek mümkündür. Esasında bugün,
artık hemen hiçbir şehirlinin kolayca kendini
bir yere konuşlandıramadığı düşüncesindeyim.
Bu, yalnızca şehirlerin yapısıyla alakalı bir şey
de değil. Evet, şehirler hızla ve hantal bir şekilde büyüyor. Bu, ulaşımdan insan ilişkilerine
kadar birçok sorunu beraberinde getiriyor; ama
zannımca asıl sorun bunlardan çok dayatılan ritimdedir. İnsana fıtrî olmayan bir hayat ritmi
dayatılmaktadır. Şehrin kalabalık ve hantallığından kaynaklanan sorunlar bir yana, tüketme
15
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
ihtirası, çok ve çabuk kazanma arzusu, telefon,
internet vs. bağımlılığı gibi hususlar insanı neredeyse bir otomobil yarışı hızında yaşamaya
zorluyor. Bu şüphesiz tefekkürü ve idraki dumura uğratıyor. Ruhunu çok gerilerde bırakarak koşuşturan şehirli, şehrini ve oradaki konumunu nasıl idrak etsin?
Bütün bunlarla beraber, büyük şehir bana
öyle geliyor ki en çok sanatkârları uyarıyor,
kışkırtıyor. Geçmişte şehrin kültürü, tabiat güzellikleri; mimarî, musiki, tarih gibi medeniyet
unsurları şairleri beslerdi. Şehirlere çokça güzelleme yazılır, şehrin tarihi mekânları, tabiî güzellikleri resmedilirdi. Bugün ise sanatçıya daha
çok şehrin değişen sosyolojik ve mimarî yapısı,
bunların yarattığı karmaşa, sakat ilişkiler, bunalımlar, yabancılaşma, yozlaşma; yine bunlara
bağlı olarak kaybedilmiş değerlere özlem vs. ilham veriyor.
Son dönem şiirimize şehirlilik hâkim. Benim şiirim de genel yapısıyla şehirli bir şiirdir.
Çocukluğa, diğer yaşanmışlıklara, tabiata da
hep şehirden baktım. Bu bakış aslında bir kaçış, bir sığınmadır denebilir. Bu duygu aslında
birçok şairde vardır. Necip Fazıl “Şehirlerin Dışından” şiirinde bizi, dünyayı “şehirlerin dışından” seyretmeye çağırır. Çünkü “kat kat çıkmış
evler, o cam gözlü devler” görülmesi gereken
âlemi gizlemektedir. Şehirler insanı köleleştirmekte, Allah’ı unutturmaktadır. Şiiri, bir hayat
görüşünün, bir inancın paralelinde götürmeye
çalışınca, şehir, yukarıda da değindiğim gibi,
yabancılaşmanın, bozulmanın gerçekleştiği yer
oluyor. İnsanın bir bütünden kopup, büyük
kalabalıklar içinde insan tekine dönüştüğü, bunun doğurduğu yalnızlık ve sarsılmışlığın derin
bir şekilde yaşandığı yer… Tanpınar, “Biz şehir
mefhumunu kaybettik. İçimizde fukaralığın nizamı kuruldu” diye yakınır. “Şehir, bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek
bir hayattır” der. Beni, kaybettiğimiz bu terbiye
ve müşterek hayat her zaman çok ilgilendirdi.
Bir şair, roman ve hikâye yazarı olarak “hayıtını ve üslubunu kaybetmiş” şehrin, yaşadığım ya da tanıklık ettiğim bu hallerine uzak
durmam mümkün değildi. Ancak bunlarla
kendimi sınırlamamak gerektiğini düşündüm
hep. Sanatçı, bir medeniyet mensubu olduğunun, o medeniyeti yaşatma geliştirme misyonu
taşıdığının bilincinde olmalıdır. Bu bağlamda
yaşadığım şehrin kültür ve medeniyet merkezi
olmasının sağladığı imkânlar da şiir ve yazılarımı büyük ölçüde beslemiştir.
Taşra ve anakent karşılaştırmasına girersek sizce hangisi bir sanatçı için daha elverişlidir? Günümüz anakentlerinde sanatçılar
kendi atmosferini nasıl oluşturuyorlar?
Anakentler, sanatçıların yoğun olarak yaşadığı; kurum, kuruluş ve mekânların fazla olduğu, sanat etkinliklerinin sıklıkla yapıldığı,
entelektüel ilişkilerin daha kolay kurulabildiği;
yayıncı, kitapçı, dağıtımcı ve ajansların toplandığı yerlerdir. Kültür-sanat endüstrisinin kalbi
buralarda atar. Buralardan geniş kitlelere erişebilmek daha kolaydır. Bu çerçevede daha birçok
imkândan söz edilebilir. Tabii ki bütün bunlar
sanatçılar için elverişli bir ortam oluşturur. Büyük kültür merkezlerinde oluşmuş bir gelenekten, geçmişten gelip sinmiş bir ruhtan da söz
edilebilir. Hayatının merkezine sanatı oturtanlar bunu hissederler. Pasajlara, sahaflara, başka
bazı mahfillere sinmiş bir ruh diyeyim buna.
Ancak bu her şeyin büyük şehirlerde başlayıp
bittiği anlamına gelmez. Hemen her zaman,
kabiliyeti, belli bir hedefi olan sanatkârlar kendilerini, bu işin adeta borsası durumunda olan
büyük şehirlere atmaya çalışmakla beraber taşra
denilen yerlerde de yetişmiş büyük sanatkârlar
az değildir. Uzak ve küçük de olsa ilim ve irfana, sanata yataklık yapmış şehirlerimiz çoktur.
Günümüzde durumun daha farklı olduğunu düşünüyorum. Kolaylaşan ulaşım, iletişim,
her tarafa yayılan teknolojik imkânlar taşra
kavramını coğrafî bir terim olmaktan çıkarıyor adeta. Artık taşralılığın zihinsel bir kavram
olduğunu düşünüyorum. En uzaktaki bir Anadolu şehrinden hatta kasabasından, değil Türkiye’deki, dünyanın her yerindeki sanatçılarla
kolaylıkla ilişki kurulabilir. Yazılar, fotoğraflar,
hatta kitaplar en uzak yerlere bir tıklamayla birkaç saniyede ulaştırılabiliyor. Artık her yerde
kitap, dergi basılabiliyor. Şehirlerin büyük bir
kısmı kendilerini kültür sanat vasıtasıyla tanıt-
16
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
mayı hedeflediği için hemen her şehirde artık
sanat ve edebiyata daha fazla imkân hazırlanıyor, daha çok etkinlik yapılıyor. Böyle olunca
büyük şehirlerde yaşayan yazarlar “taşra” dergilerine; “taşra”da yaşayanlar büyük şehirlerde çıkan dergilere yazabiliyor. Nerede çıkarsa çıksın
bir yayın her yere ulaştırılabiliyor. Bütün mesele zannımca zihni uyanık, ufku geniş olabilmektir. Yoksa bir kişi, büyük şehrin göbeğinde
yıllarca yaşayıp üretmeye çalışsa da fazla bir şey
değişmez.
Atmosfer oluşturma, daha çok mizaçla, dünya ve sanat görüşüyle ve imkânlarla ilgilidir. Biraz önce büyük şehirlerin kültür ve sanat adına
sunduğu imkânlardan bahsettik. Bu imkânlar
şüphesiz iletişimi ve bir sanat atmosferi oluşturmayı da kolaylaştırıyor. Dernekler, vakıflar,
sanatçı kuruluşları sanatçıları bir araya getirebiliyor. Belediyeler sürekli kültür sanat etkinlikleri gerçekleştiriyor. Bazı yayınevlerinde, kitapçılarda periyodik sohbetler yapılıyor. Bunlar da
sanatçıların bir araya gelmesine vesile oluyor.
Hayat ve sanat telakkilerinin uyumu, müştereklerin çokluğu, mizaç ve zevkler, ortak hedefler,
beklentiler şüphesiz bu ortamların canlı, bereketli olmasında etkili oluyor.
Türk edebiyatı dönemlerini ele alacak
olursak hangi dönem daha çok şehirliye dönüktür? Edebiyatımızda anakent temalı pastoral şiir gerçekleşebilmiş midir?
Doğrusu Türk edebiyatının dönemlere ayrılması mevzuu bana hep sorunlu gibi gözükmüştür. Yine de bu bölümlemelerden hareket
edersek, “halk edebiyatı” diye adlandırılan alanın dışındaki hemen bütün verimlerin şehirliye
dönük olduğunu söyleyebilirim. Şifahî eserler
ya da âşıklar marifetiyle ortaya konmuş şiirler
çoğunlukla büyük şehirlerin dışında, halkın
duygu ve düşüncelerinin tezahürü olarak hayat
bulmuştur. Bunların dışındakilerin oluştuğu
yer ise şehirdir ve muhatabı büyük ekseriyetle
okuryazar insandır. Yer yer ve dönem dönem
sırf okuryazarlığın da yetersiz kaldığı, seçkin
muhatapları hedefleyen bir edebiyatla karşı karşıya kalıyoruz. Tabiî ki bu muhatap şehirlidir.
Klasik edebiyatımız, şüphesiz tam bir şehir
edebiyatıdır. Büyük medeniyet merkezlerinde
genellikle yönetici zümrelerin etrafında ve himayesinde neşv ü nema bulmuştur. Mensupları
iyi öğrenimli, donanımlı kişilerdir. Gelişmiş bir
medeniyetin bütün zenginlik ve inceliklerine,
haddeden geçmiş diline maliktirler. Oturmuş
bir geleneğe yaslanırlar. Bu durumda edebiyatçı, bu donanım, bu zenginlik ve incelikle, tabiatıyla yine bu kültüre aşina, bu incelmiş söyleyişi kavrayabilme kabiliyetine sahip şehirliye
seslenecektir.
Tanzimat Dönemi edebiyatı ve Edebiyat-ı
Cedide de bütünüyle şehirliye yöneliktir. Mensuplarının çoğu kalem dairelerinde yetişmiş,
yabancı lisan öğrenmiş; bir kısmı paşa ya da
paşazadedir. Tanzimat döneminin ilk temsilcileri siyasetle edebiyatı atbaşı sürdürdükleri ve
edebiyatı daha çok bir dönüştürme aracı olarak
kullandıkları için; sonrakiler ise sanat yapmış
olmayı önceledikleri için hep şehri, şehir insanını konu edinmiş, şehirliye seslenmeyi yeğlemişlerdir. Bu dönemlerde şehir dışındaki hayat,
bir iki zayıf deneme hariç, bütünüyle edebiyatın dışındadır. Hatta denebilir ki İstanbul
dışındaki bütün hayat edebiyatçının ilgi alanı
dışındadır.
Edebiyatçıların İstanbul dışındaki şehirlere, kasaba ve köy hayatına yönelmeleri
Meşrutiyet’ten sonra mümkün olur. Cumhuriyetle bu yöneliş ivme kazanır. Ancak büyük
şehirlerde yoğunlaşan nüfus zamanla edebiyatçıyı da bu yoğunluğun içine çekti diye düşünüyorum. Anakent temalı bir pastoral şiirden
bahsetmek çok zor. Şehir daha çok köy ve kır
hayatının, bakir tabiatın muhalif mefhumu
oldu denebilir şairler için. Şehir, insanı cüceleştiren bir yer olarak görülür. Başta da değindiğimiz gibi, dağ, köy, kır, şehrin kasvetinden
kurtulmak, arınmak için kaçılan yerlerdir şair
nazarında. Necip Fazıl’ın mısraları bunu en güzel şekilde ifade ediyor:
Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, şöyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle!
17
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!
Şehri anlatan bir edebi tür var mı? Günümüz
şehirlisi daha çok hangi türde kendini bulmaya
çalışıyor, hangi edebî türe meyyal?
Aklıma hemen şehrengizler geliyor. Klasik edebiyatımızdaki şehrengizler, bir şehrin
genel durumu hakkında genel bilgilerin verildiği, güzelliklerinin övüldüğü ve güzellerinin
vasfedildiği ilgi çekici bir türdür. 16. Yüzyılda
Mesihî ve Zatî tarafından ilk örneklerinin verildiğini biliyoruz. Sevilen ve çokça örnek verilen
bu tür, başka bazı türler gibi zamanla ömrünü
tamamladı. O şimdi artık bir edebiyat tarihi
malzemesi. Ama biraz şiirselliğinden, biraz da
tema benzerliğinden, adı şehirlerle alakalı bazı
çağdaş kitaplarda yaşatılıyor. Bu son cümleyi
bana Mustafa Armağan’ın Bursa Şehrengizi’nin
kurdurttuğunu söylemeliyim.
Şehri anlatan bir edebî tür olarak, son yıllarda yaygınlaşma eğilimi gösteren “şehir
kitapları”ndan da söz etmek gerekir her halde. Tanpınar’ın Beş Şehir’i ile başladığını söyleyebileceğimiz bu kitaplar gittikçe müstakil
bir tür olarak anılmaya başlandı. Mitat Enç’in
Gaziantep’i anlattığı Uzunçarşı’nın Uluları,
Ahmet Turan Alkan’ın Sivas’ı anlattığı Altıncı
Şehir ve benzer bazı çalışmaların gördüğü ilgi
bu tarz kitapların çoğalmasına yol açtı. Artık
yalnız şehir yazıları yazan yazarlar var. Belediyeler şehir kültürü dergileri çıkararak yazarları
şehirler hakkında yazmaya yönlendiriyor. Bu
konuda ilmî toplantılar yapılıyor. Dergiler şehir
kitapları dosyaları hazırlıyor. Bazı kurumların
şehir kitapları kütüphaneleri var. Şehir kitapları
şüphesiz yeni bir edebiyat dalı sayılır. Şimdilik
sayıları belki pek fazla değil ama Ahmet Turan
Alkan’ın da ifade ettiği gibi gelecek vaad ediyor.
Seyahat kitapları da şehirlerin hafızasını
kayda geçirmekte önemlidir. Seyyahların gözlem ve tespitleri büyük ölçüde şehirlerle ilgilidir. Bugün şehirler hakkında yazanların vazgeçilmez kaynaklarından biri seyahatnamelerdir.
Bir şehir hakkında eser hazırlayan herkes Evliya
Çelebi’ye, İbni Batuta’ya başvurmak zorunda
hisseder kendini.
Gelişen mekân algısı, dikkatleri şehirlere
yoğunlaştırıyor. Daha önce ifade ettik: günümüz edebiyatının baskın mekânı şehir, baskın
konusu şehir hayatıdır. Bu da kanımca en çok
romanda görülüyor. Dolayısıyla şehirlinin kendisini en çok romanda bulduğunu, ona meyyal
olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde daha çok
roman yazıldığını, çevrildiğini, baskı sayılarının yüksek olduğunu gözlemliyoruz. Bu da ona
gösterilen alakaya işaret ediyor.
Sizin de dergilerde şehir yazıları yazdığınıza tanık oluyoruz. Deneme kitaplarınızda
şehre dair çok yazı var. Seyahat izlenimleriniz de “Seferî Yazılar” başlığıyla kitaplaştı.
Bunu şehre ve gezmeye olan ilginizin bir göstergesi olarak mı anlamalı?Seferî Yazılar’da
hangi şehirler var? Buralara nasıl bakıyorsunuz?
Medeniyet ve medenîlik kavramlarıyla şehir
arasındaki ilişkiye daha önce değindik. Bu ilişkiyi önemseyen, edebiyata ve sanata edebiyat
bağlamında yaklaşan biri olarak elbette şehri
önemsiyorum. Her şair, hikâyeci ya da romancı
gibi şehirler hakkında düşünüyor, gözlemler yapıyorum. Şehri düşünmek, gözlemek, yazmak
... Bunlar hoşuma gidiyor. Bir hafızayı kayda
geçirmenin keyfini yaşatıyor bana. Bir sorumluluğu yerine getirmenin huzurunu… Seyahati de seviyorum. Seyahat arzusu fıtrî bir şey
gibi geliyor bana. İnsan tabiatında var olan bir
duygu. Hoşuma giden bir söz var. Derler ki:
“Dünya bir kitaptır, seyahat etmeyenler onun
hep aynı sayfasını okurlar.” Gezmek, yeni sayfalar okumaktır. Özge diyarlara pervaz vurmak,
özge güzellikler temaşa etmektir. Seferî Yazılar
bu his ve düşüncelerle kaleme alındı. Ülke dışına yaptığım bazı seyahatlerdeki gözlem ve izlenimleri içeriyor. Şüphesiz bildiğimiz anlamda
birer şehir yazısı değil bunlar. Yine de gezdiğim
şehirlere bir ayna tutabildiğimi düşünüyorum.
Bu şehirlerin bazıları şunlardır: Almatı, Aşkabad, Merv, Mekke ve Medine, Strasburg, Zürih, Köln, Üsküp, Salzburg…■
18
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Kitabın alın yazısı
M. KAYAHAN ÖZGÜL
Büyük kısmı yarım ay
biçiminde tasarlanan
bu küçük pencerelere
takılan rengârenk
camlara gün ışığı
vurdu mu, giriş bir renk
cümbüşü ile dolar;
gökkuşağının ortasında
yüzmeye başladığınızı
hissedersiniz. Cildinin
ortası delinerek
ilk yaprağına mini
mini bir kapı açılan
kitaplarda da aynı hissi
yaşadığınız ve kapağı
çevirince renk renk
kelimelerin uçuştuğu
bir mahfilde öylece
kalakaldığınız olur.
Y
üce Mevlâm kitapları kapılara nasıl
da benzer yaratmış. Kitabın çift kanatlı bir kapıdan ne şekilce ne de ruhça farkı var; açıp girdiğinizde her ikisi de sizi bir
başka âleme taşıyıveriyor. Kapılar vardır; ince
ince oyulmuş ahşabında, zerrin yaldızında tezhipli, şemseli bir kitabın müzeyyen nakışlarını
bulursunuz. Kapılar vardır; zamanın hoyrat eli
delik deşik etmesin diye yağlıboya ile kapatıldığında, okkalı bir kitabın lâke cildi gibi pırıl
pırıl parladığını düşünürsünüz. Bazen, cümle
kapısına ulaşmak için, daha mütevazı bir kapıdan geçmeniz gerekir. İster soğuktan korunmak
için olsun isterse sahibinin mahviyetkâr tavrından, bu çifte kapıda şömiz kitapların korunaklı
ve kendini gizleyen ruhunu hissedersiniz. Bazen
kara demir kilidi sımsıkı kapalı veya halkalarına
koca bir kilit geçirilmiş kapılara tesadüf edersiniz de aklınıza kilitli kitaplar gelir. Muhtemeldir
ki, o battal kalın cildinin iki kanadı kilitle birbirine kenetlenmiş esrarengiz kitaplardan birini
elime alma şansına hiç erişemediğim için, bana
böyle kapılar kitaplardan çok, minik ve göstermelik bir kilidi olan hatıra defterlerini hatırlatır. Bazen bir kapı görürsünüz; kararmış, kağşamış, şişmiş, rezelerinden oynamıştır; güç hâl ile
kapatılabildiği bellidir. Onda, şirazesi kaymış
kitapları andıran bir şeyler yakalarsınız. Hat19
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
ta damı çökmüş,
kapısı sökülmüş
hazin viranelerde
bile, kapağı kopuk
bir kitaba duyduğunuz merhameti
hissettiğiniz olur.
Definelerin
hep
harabelerde yatıyor
olması gibi, kapaksız kitaplarda da
kim bilir ne gizli
değerlerin saklandığını düşünerek
kendinizi ve yaralı
kitabı teselli edersiniz. Biliyorum, iyice garipseyeceksiniz; fakat yeri geldi de söylüyorum: İşaret parmağım da kitapları kapılara benzetiyor. Garipseyeceğinizi söylemiştim. Apartman kapılarında, alt alta dizilmiş zillerin yanı
başındaki kutucuklarda aşina bir isim ararken,
işaret parmağımın da kitaplardaki “içindekiler”
yahut “indeks” bölümünden alıştığı hareketleri
hatırlayarak gezindiğini fark ediyorum.
Siz hiç yarım kalmış bir kapı gördünüz
mü? Ben bir müzayedede gördüm. Çift kanatlı bir kapıydı. Bir kanadı mükemmel bir
kündekârȋ ile ince ince işlenmiş; fakat ikinci kanadı ‒kim bilir hangi musibet mâni
olmuş da‒ tamamlanamamıştı. Her acıyı tanır
zannettiğim kalbimin o yarım kapı karşısında
nasıl paramparça olduğunu dilim dönmez ki
anlatayım. Müzayede kataloglarını saklamak
gibi garip bir âdetim varsa da o günün
kataloğunu yok ederek kapının fotoğrafıyla
beraber, zihnimdeki görüntüsünü de kovmaya
çalıştım; ama ne çare? İşte, üzerinden yıllar geçmesine rağmen, o malul kapının hayali olanca
tazeliğiyle hâlâ karşımda duruyor. Tesadüf bu
ya, aynı sene içinde düzenlenen bir başka müzayedede karşıma hattatı göçüp gittiği için yarıda
kalmış bir Kur’an çıktı. Hayatı boyunca edindiği hiçbir Kur’ân’ı satın almadığı gibi, metaa
dönüştürülerek alınıp satılmasına da bir türlü
alışamayan ben, o yarım eseri ciddi bir meblâğ
karşılığında aldım. Şimdi düşünüyorum da bir
kere daha zihnim kapılarla kitapları eşlemiş ve
yarım kapının açtığı yarayı, yarıda kalmış bir
Kur’ân ile sağaltmaya çalışmışım. Bu eşlemede yalnız olmadığımdan eminim. Kitaplara ve
kapılara o nihayetsiz tünelleri açan kurtçuklar dahi birbirine benzer; damak lezzetleri bile
müşterektir.
Şimdi yazarken fark ettim ki, kitaplara benzediğini düşündüğüm, zihnimde öylece eşlediğim kapıların hiçbiri zamane işi değil... Ruhuma yakın bulduğum kitaplar gibi, aynı yakınlığı
hissettiğim kapılar da devr-i kadîmden kalmış
olanlar... Asri kapılara bir türlü ısınamadım;
metalik soğukluğuna, ziline basmaya, otomatının sesine, diyafonunun varlığına, gözetleme
deliğine, asansörüne, şifresine, kamerasına bir
türlü kanım kaynamadı. Sizi içeri/ içine davet
etmek istemeyen kitaplar misali... Sanki ha deyip de girerseniz, olağanüstü bir cevhere ortak
çıkacakmışsınız gibi... Oysa bu meymenetsiz
kapılar bin naz ile size açıldığında, göreceğiniz
manzara hep aynı... Cümlesinde de eşiği geçtiniz mi kasvetli, hepsi bir örnek “antre”lere
kadem basmak zorundasınız. Yakın zamanlara
kadar, bir metnin ilk cümlesi onun başarısının
anahtarı sayılırdı. Romancılar, o ilk cümlenin
sıcak merhabasını, cazibesini, misafirperverliğini yakaladıklarında, okuru da ele geçireceklerini
bildiklerinden, daktilo karşısında cazip bir başlangıç cümlesi bulmaya çalışarak ömür çürütürler; buruşturup çöpe attıkları kâğıtların çoğunu
da o siftah cümlesine kurban ederlerdi. Nihayette, kitabın kapağını çeviren okur da çaldığı
kapıda istiskal edilmeyeceğini bu ilk cümleden
anlardı. Çelik kapıların ardında oturan zamane
yazarlarının giriş cümleleri ise, antrelerine benziyor; soğukluk ve yavanlıkta çoğu birbirinin
eşi...
Bir de eski kapıları düşünün; onları niye sevdiğimi şıpınişi anlayacaksınız. İster tokmağını
gümbür gümbür çalın, ister yumruk-tekme girişin, eski kapılar hep zarafetle açılır; sizi kucaklamağa, buyur etmeğe amadedir, bu bir... İkincisi, açılan her kapının ardında, aydınlık ve güleç
bir avlu bulunur ki, hiçbiri diğerine benzemez;
tırabzanları bile, taşlığı bile bambaşkadır. Eski
zaman kitaplarını da işte bu farklı ve görklü girişleriyle sevmeye başlarsınız. Hanede olduğu
gibi, kitapta da en gösterişli yer giriş kapısıdır;
20
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
önceleri hattatlar, sonraları matbaacılar bütün
hünerlerini burada göstermeye çalışırlar. Her
kitabın avlusuna bu dibace/ mukaddeme kapısından geçilir. Adı üstünde... Kitaba kademinizi
oradan atacaksınızdır; çünkü o cümle kapısıdır.
“Cümle” kapısı hem kelime’nin, cümle’nin kapısıdır hem cemile’nin... Söz ve güzellik orada
başlar. Eşiği geçtiniz mi bambaşka bir âleme gireceğiniz peşinen haber verilmekte...
Aslını ararsanız, böyle girift nakışlarla tezyin
edilmiş ve açık bir kapıyı andıran başlıklara başka yerlerden de aşinayız. Ceddimiz, öte’ye yol
olduğunu düşündüğü her geçidi aynı tarzda kapı
nakışlarıyla donatır. Dikkatle ve ibretle baktığınızda, kapı suretindeki süslemelerin sadece
kitaplarda değil, seccadelerde ve şâhidelerde de
aynen stilize edildiğini fark edeceksiniz. Öteye
geçit nerede ise, alâmeti de hep benzer bir tezyinatta olacaktır. Hayal etmeye çalışın. Bir kitabın kapağını besmeleyle çevirdiğinizde karşınıza
iki kanatlı murassâ bir kapı çıkıyor. “Fettâhü’lebvâb”ın açtığı sağdaki kapıdan “Fâtiha”ya girip yedi ayet ilerlediğinizde yol sola kıvrılıyor
ve böylece “Bakara”nın kapısına ulaşıyorsunuz
(Garip bir biçimde, zihnim bu manzarayı Ayasofya’daki Sultan I. Mahmud Kütüphanesi’ne
ısrarla birleştiriyor. Çift kanatlı kapısı ve “Yâ
Fettah” yazılı kapı kulpları sebebiyle olabilir
mi?) Seccadenin alınlığına kapanarak veya bir
şâhidenin altından yol bularak ulaşmaya çalıştığımız da hep aynı geçit değil mi?
Alınlık deyince söylemeden geçemeyeceğim;
ben kapıların en çok alınlıklarını severim. Bir
güzelin fesinden sarkıp alnını bezeyen penezler,
oyalar, boncuklar gibi, kapıların üstünü süsleyen de alınlıklardır. Alınlıklardaki nakışlar, oymalar, küçük heykeller kapıyı bir bayram takına
çevirir ve altından geçenlere izzet kadar, şeref
kadar güzellik de saçar. Nasıl ki, insanın kaderi
alnında yazılı ise, binaların kaderinin de kapı
alınlıklarında gizli olduğunu düşünürüm. Kapısının üstünde “Dolmabahçe Sarayı” mı “Adliye
Sarayı” mı yoksa “Saray Düğün Evi” mi yazdığı, bir binanın kaderini temelinden değiştirir.
Şimdilerde aynı değişikliği kapı plaketlerinden
de takip edebilirsiniz. Bir kapı plaketinin sarı
metal ışıltısında “Fatma-Mehmet Başeğmez” yazısını okuduysanız, Mehmet Bey’in evde eşine munisçe baş eğişini de fark edersiniz. Oysa
“Fatoş&Memoş” levhası size evin içyüzüne dair
bambaşka şeyler söyleyecektir. “Fatma Başeğmez” plaketi ise, bir kaybın ve eksiklenmenin hüznünü taşır. Dahası, sökülmüş bir kapı
levhasının boş vida yuvaları bile, bir süre önce
içeride yaşananlar hakkında üstünkörü bir fikir
edinmenizi sağlar.
İsimliğin, evlerinde yaşadıkları hayatın
açıklamasını yaptığına inananları hemen fark
edersiniz; zira onlar plakete adlarını yazdırırken
başına “Yük. Müh.”, “Em. Alb.” gibi açıklamalar
ekleyerek içerideki hayat hakkında olumlu bir
fikir edinmeniz için uğraşırlar. Bana öyle geliyor ki, “Prof. Dr.” olduğunu kapısının üzerindeki levha ile gözünüze sokan biri, kitabının kapağında da unvanını mutlaka tekrarlayacaktır.
Sebep? Evinin niteliği kadar kitabının değerini
de “nâm ü şân-ı vâlâları”nın belirlediğini düşünüyor olması... Kapı alınlıklarının asri karşılığı
bu sarı plaketler ise, zannımca kitaptaki karşılığı da kapak yazılarıdır. Mademki, plakette bir
kapıdan geçince karşılaşacaklarımızın ilk emarelerini yakalayabiliyoruz, o hâlde içindekilere
ve bir yazarlık serencamına dair işaretleri de
kitabın daha isminden itibaren okumaya başlıyor olabilir miyiz? Bir başka deyişle, başlık
da kitaba dâhil değil midir? Alınlığın kapıdan
ziyade binaya, başlığın da kapaktan çok kitaba
dâhil olduğunu düşünmek mümkün... Kapı ve
kapak methalin eşiğini belirlerken, alınlık ve
başlık içeriyi/ içeriği haber verir gibidir. Kader
ya alındadır ya da alınlıkta... Yaşanacak olan ya
baştadır ya da başlıkta...
Belki de altından geçenleri ve içeride olanı
belirleyişi sebebiyledir ki, alınlığın bir aydınlatma görevi vardır. Batı dillerinde “alınlık” muka-
21
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
bili olarak “illumination” kelimesini kullanışları
da bu rolü pekiştiriyor. Kelime, Latincenin “illuminare” fiilinden doğar ve aydınlatmak manasına gelir. Daha derinlere dalınca, bu fiilin
kökünde nûr’u karşılayan “lumen” ve “luminis”
kelimelerine de tesadüf edilecektir. Batılı düşünce, Delphos’taki Apollon Mâbedi’nin kapı
üstündeki “Gnothi sauton” (bil kendini) yazısından beri, alınlıkları bir manevi aydınlanma vesilesi olarak görür. Altından geçenlerin aklını ve
ruhunu şekillendirmekteki etkileri tecrübe ile
sabit görülmüş olmalı ki, sonraları Latinler de
bu mottoyu tercüme edip korniş üstlerine “Nosce te ipsum” yazmaya devam ederler. Ne gariptir;
ben ecdadımın hiçbir yapısının alınlığında “men
arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” (kendini bilen
Rabbını bilir) hadisine tesadüf etmedim. Belki
de bu hadis sahih midir gayr-ı sahih mi tartışmalarıyla vakit öldürürken, cümledeki hikmete
zihin yormaya ve hayata geçirmeye vakit bulamamışlardır.
Rivayet ederler ki, Molla Câmî Mevlânâ’yı
ziyaret için altı kere Konya’ya gelmiş, ancak
huzura girememiştir. Yedinci gelişinde ruhsat
verilince, başındaki dolağı meydana doğru fırlatarak,
Kâbetü’l-uşşâk bâşed în makam
Her ki nâkıs âmed incâ şod tamam[1]
deyiverdiği anlatılır. Asırlardır dergâha girenler,
önce kapının alınlığındaki bu levhayı okurlar
da sonra içeri sağ ayaklarını atarlar.
Böyle bir aydınlanıştan sonra, girdiği gibi
çıkmak artık mümkün değildir; içlerinin ışıdığını çıkanların yüzünden bile anlarsınız. Aynı
hâli Nurıosmaniye Kütüphanesi’nde de hisse1. Süleyman Nazȋf’e atfedilen tercümesi:
Ȃşıkanın Kâbesidir bu makam
Kim ki nâkıs gelse bund’olur tamam
derim. Binanın hümayun kapısının alınlığında
“Utlubü’l-ilme mine’l-mehdi ile’l-lâhdi” (beşikten
mezara kadar ilim talep edin) hadisini okuyup
da içeri bezgin, bıkkın girmek ne mümkün?
Sırtım dikleşir, adımlarım sıklaşır, koltuğumun
altındaki kitaplara daha bir yapışırım ve ilk aydınlanmayı kapıdan geçerken yaşarım. O anda
benim için, bina ile kitabın olduğu kadar, kapı
ile yazının da kaynaştığı bir bilgilenme gerçekleşmektedir artık.
Evet, “illumination” kelimesi aydınlatma’yı
karşılar; kendini bir “voyant” olmaya adayan
Arthur Rimbaud’nun Les Illuminations’u yahut kabalacı meraklarıyla boğuşan Walter
Benjamin’in Illuminations’u gibi majör eserlerde derinden derine hissedilen de bu mistik
aydınlanmadır. Lâkin “illumination” ile kökdaş
olan “limunaris”in de pencere demek olduğu göz
ardı edilmemeli. Bir kapı alınlığındaki yazıyla
aydınlandığımız doğru ise de bazen alınlığın
bulunduğu yere bir pencere açılarak mahfelin
aydınlatıldığı da olur. Burada artık manevi aydınlanmanın yerini, tamamen maddi bir ışıtma
alıverir. Büyük kısmı yarım ay biçiminde tasarlanan bu küçük pencerelere takılan rengârenk
camlara gün ışığı vurdu mu, giriş bir renk cümbüşü ile dolar; gökkuşağının ortasında yüzmeye
başladığınızı hissedersiniz. Cildinin ortası delinerek ilk yaprağına mini mini bir kapı açılan
kitaplarda da aynı hissi yaşadığınız ve kapağı
çevirince renk renk kelimelerin uçuştuğu bir
mahfilde öylece kalakaldığınız olur.
Unutmayalım, “illumination”un bir manası
da süsleme’dir. Hani bazı kapıların alınlığında
gözleriniz bir kitabe arar da ağır bir tezyinattan başka şey bulamaz ya, işte orada süsün levha gibi okunması gerekir. Sözün gelişi, bir kapı
üstünde gözünüze çalınan Osmanlı devlet armasında kudret, nizam, adalet, saltanat, şecaat,
on iki burç, sultanın tuğrası, kara ve deniz kuvvetlerinin gücü gibi pek çok değer “okunabilir”.
Böyle bir armayı bina kapıları dışında görebileceğiniz yerlerin handiyse tamamı yine çeşme
gibi, nişantaşı gibi sabit-kadem mekânlar iken,
bunun önemli bir istisnası cilt kapaklarıdır. Binayı okumaya alınlığındaki armadan başlamak
gibi, kitabı okumaya da cildindeki armadan
başlanır. Zamane okumalarının “ex libris”ten
22
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Nasıl ki, ziyarete gelen önce binanın alınlığı altından
geçerse, bir kitabı ziyaret eden de önce dış ve iç kapaktan
geçmek zorundadır. Kitap da ziyaret mi edilir, demeyin.
Evet, kitaplar “ziyaret yerleri” gibi, aile büyüğümüz gibi,
kapı komşumuz gibi ziyaret edilirler.
başlaması gibi...
Bazen, alınlık süslemeleri armalar kadar
yüksek sesle konuşmazlar; fısıltılarını çözmek
için gayret gerekir. O yüksek kapılara benzemez
bir kapı görürsünüz; alnında hiçbir ziynet bulamayışınızda vakur bir sadelik yakalarsınız. Kimi
zaman, alçacık bir alınlıkta sadece küçük bir
motife gözünüzün iliştiği olur; ya bir hayat ağacı ya kırılmış bir nar ya da bir çark-ı felek... Zamanın soldurduğu taş zeminin üstünde o motifler yepyeni dururlar; çünkü içeri her giren eliyle
şöyle bir sıvazlamadan altından geçmemektedir.
Her dokunuş aslında bir okumadır. Aklınız bir
kere daha kitaplara kayar. Hani bazı kitaplar
vardır; size muhtevasından bahsederler de boş
boş bakarsınız, okumadığınızdan eminsinizdir.
Derken biri kitabı kucağınıza bırakır ve siz daha
ona dokunur dokunmaz zihniniz aydınlanıverir; içinde ne olduğunu hatırlayıp bülbül gibi
şakımağa başlarsınız ya... Alınlıktaki motiflere
dokunmak da işte aynen öyle bir okumaktır.
Kimi kapılar vardır, yüksek alınlığının altından at üstünde azametle, başınız göklerde geçersiniz; kimi kapılar vardır, alçacık oluşu sizi de
eğilmeye zorlar. Niye bütün dergâhların, hücrelerin kapısı hep böyle alçaktır? Çünkü kibrinizi
ve azametinizi kapının diğer yanında bırakmayı
bilmeden öyle dimdik girmeye çalışırsanız, alnınızın ortasına öyle bir taştan yumruk yersiniz
ki, “alınlık” kelimesinin alınla bir başka ilişkisi
daha olduğunu acı acı öğrenirsiniz. Rica edenin
boynu bükük gerektir. Müracaat kapısına dimdik gidildiğinde, alınlık bir “başvuru” mevkiine
dönüşür. Necatigil’in deyişiyle,
Eğildiğimdendi
Alçak kapılardan demin benim geçişim
Kitaplar karşısında yaşadığımız hâl de bundan pek farklı değildir. Kitap vardır, pek fiyakalıdır; kucağınızda bütün cazibesiyle oturur
ama söyleyeceği hiçbir şey yoktur. Okumaya
başladığınızda yavaş yavaş oturuşunuz değişir,
sırtınız düzelir, başınız yavaş yavaş doğrulmaya
başlar ve sonunda o kadar dikleşirsiniz ki, artık
kitap çok aşağılarda kalmıştır ve mağrur başınız
satırları göremeyecek kadar yukarılardadır.
Kitap vardır; fersude cildine, sararıp eprimiş
sahifelerine bakıp da küçümseyerek elinize alırsınız. Yapraklarını çevirdikçe omuzlarınız düşer,
boynunuz bükülür, satırlara burnunuzu dayayarak okumak ihtiyacını duyarsınız ve öyle bir
an gelir ki, aczinizi, hiçliğinizi tâ derununuzda
hissedersiniz. Artık yapacağınız tek şey kalmıştır; kitabı öpüp alnınıza koyarak hem onu tebcil
etmek hem de fırsattan istifade alnınızı öptürmek... İşte “illumination” kelimesinin sonuncu
anlamı olan “ilhâm”ın belirdiği yer de tam olarak burasıdır.
Doğrudur, alınlık ilham verir. Kimi alınlıklar
levhasıyla, tezyinatıyla; kimi alınlıklarsa altında
koruduğu kapının sakinleriyle ilham vericidir.
Aslında, ziyaret edip de ilham alınmak istenen
genellikle alınlık değil, onun altından geçilerek
girilen yerdekidir; lâkin içerinin ilhamından ilk
ışıklar da alınlığa vurmuştur. Nasıl ki, ziyarete gelen önce binanın alınlığı altından geçerse,
bir kitabı ziyaret eden de önce dış ve iç kapaktan geçmek zorundadır. Kitap da ziyaret mi
edilir, demeyin. Evet, kitaplar “ziyaret yerleri”
gibi, aile büyüğümüz gibi, kapı komşumuz gibi
ziyaret edilirler. Sözün gelişi Nâbî, hac yolunda uğradığı Konya’da, Sadreddin-i Konevi’nin
kütüphanesinde saklanan İbni Arabî hattı
Fütûhât-ı Mekkiyye’yi ziyaret eder. Şair, otuz
dört ciltlik kitabın saklandığı dolabın önünde
hissettiklerini Tuhfetü’l-harameyn’de ifade ederken, “Bi-hamdillâhi teâlâ ol nüsah-ı şerîfe(...)nin
abîr-i gîsû-yı hûrân-ı behişte râcih olan gubarla-
23
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
rı tûtiyâ-yı çeşm-i iftihar kılındı” diye yazar[2].
Gelibolu’da, Yazıcı-zâde Mehmed’in türbesinde
saklanan müellif hattı Muhammediyye’yi
ziyaret de âdettendir ve Müverrih Âlî’den
Evliyâ Çelebi’ye kadar pek çok ziyaretçiye el
öptürmüştür. Ankara’daki Millî Kütüphane’de,
Niyazî-i Mısrî’ye ait bir mecmuanın sonuna
isimsiz bir el tarafından konan notta, “Şu imzâyı şerif hazret-i Mısrî efendimizin mübarek hatt-ı
şerifleri olmağla ziyaret oluna” yazıyor[3]. Uzun
süren bir unutulmuşluğun ardından, metnin son ziyaretçisi aziz dostum Mustafa Tatcı
oldu[4]. Ali Emîri Efendi de kütüphanesini süsleyen nadir ve değerli yazmaları meraklısına bin
naz ile çıkardığında, “Tedkik edin”, “Gözden geçirin” gibi klasik cümleler yerine, “Ziyaret buyurun efendim” diye uzatırmış. Son zamanlarında,
en çok ziyaret edilen kitabının Dîvânü Lûgati’tTürk olduğu şüphesiz...
Yıllar önce, Beşir Ayvazoğlu’nun Nuri
Arlasez’le röportajında okumuştum. Belki de
cumhuriyetin son “şeyhü’s-sahhâfîn”i diye anılması gereken Raif Yelkenci, koca bir dünya sığdırdığı o küçücük dükkânında Nuri Bey’e yazma bir Kur’an uzatırken yine “Ziyaret buyurun”
demiş. Bunca yılımın eski ve nadir kitap kovalamakla geçtiğine değil de bir satıcıdan bile bu hitabı duyamadığıma yanarım. Demek ki, o güzel
insanlar varaktan kanatları olan o güzel kuşların
sırtına binip gideli çok olmuş. Bunca yıldır gıpta
sınırları dâhilinde tutayım diye gemlemeye uğraştığım hasedimin şahlandığı anlardan biri de
işte bu... İtiraf zamanı gelmiştir; Ayvazoğlu’nun
pek çok meziyeti yanında, doğru yerde bulunup
doğru kişilerle tanışmasını da çekemiyorum.
Ne demiştim; kitaplar, kapısını çalıp arada
bir yoklamanızı bekleyen aile büyükleriniz gibidir. Okurların kitaba olan ihtiyacı gibi, kitapların da okur tarafından ziyaret edilmeğe ihtiyacı
vardır. İhmal ettikleriniz için için söylenirlerken,
gözden çıkarıp tamamen unuttuklarınızın
sesi de yüksek çıkar; yalnız bırakıldıkları için
duydukları öfkeyi de hatırlanışın verdiği mem-
nuniyeti de açıkça ifade ederler. Rahmetli Süheyl Ünver Hoca, kütüphaneciliğimizin büyük
ismi Adnan Ötüken’den dinlediklerini, her zamanki titizliğiyle kaydetmiş[5]. Ötüken, Amerikan kütüphanelerinde incelemeler yapmak
üzere Chicago’ya gider. Ziyaret ettiği kütüphanelerden birinde, önüne Türkçe bir yazma koyarlar. Ötüken, daha cildi açar açmaz, kitabın
alınlığında şu beyitle karşılaşır:
Merhabâ hoş geldiniz özlerdi bu can sizleri
Kıldın ihyâ Hazret-i Îsâ gibi can bizleri
Yazma, belki de asırlar sonra bir vatandaşını
görmenin heyecanıyla konuşmakta; Ötüken ise,
ebedî sürgününü çeken bir büyüğünü ziyaret
etmenin keyfiyle utancı iç içe geçmiş, gözyaşları
dökmektedir.
Bazen kitabın, aile büyüklerinizden çok daha
yakınınız olduğunu hissedersiniz. Evet, biraz
garip, biraz hastalıklı bir muhabbetle de olsa,
içten içe kitaba sevdalandığınızı itiraf zorunda
kalırsınız. Kitabının alınlığına “Esirrü izâ nazartü ilâ kitabî keennî âşık ve hüve’l-habîb” (kitabıma her nazar edişimde, sanki ben âşık o da
maşukummuş gibi sevinirim) yazan âşığı kendinize yakın bulduğunuzu söylemek o kadar da
kolay değildir. Maşukasının kapısından uzak
duramayan âşık gibi, siz de kitaplarınızla yaşamak istediğinizi söyleyiverseniz, bu çağda garip
karşılanacağınızı pek rânâ bilirsiniz. Cüretkâr
âşıkların, sevgilisinin kapısına aşkını kazıması
gibi, siz de kitaplara olan sevdanızı yine kitap
kap(ı)larına, alınlıklara yazmaya kalkışırsınız.
Kastamonulu Lâtîfî’nin, göğsünü gere gere tezkiresinin başına yazdığı gazelde
Ol kişi buldu cihân içinde yâr-i bî-halel
Ey Lâtîfî her kimin yanında yâridir kitâb[6]
deyişine imrenip de kitaplarınızın alnına
bir şeyler karaladığınız hiç olmadı mı? Varsayın
ki, Sivas işi çakınızın kemik sapını sıkı sıkıya
kavrayarak yârin kapısına bir “Âh mine’l-aşk”
kazımışsınız veya püskürtme boyayla grafiti
yazmışsınız. Ha kapı ha kitap... Ha o alınlık ha
bu alınlık... Ha o aşk ha bu aşk...■
2. Menderes Coşkun, Manzum Ve Mensur Osmanlı Hac
Seyahatnameleri Ve Nâbî’nin Tuhfetü’l-harameyn’i,
Ank., 2002, s. 173-174.
3. Mecmȗa, Yz. A. 853, v. 17.
4. Burc-ı Belâda Bir Merd-i Hudâ: Niyâzî-i Mısrî, İst.,
2010, s. 134.
5. Kırkambar, Ank., 1972, s. 87.
6. Tezkire-i Lâtȋfȋ, İst., 1314, s. 15.
24
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
İsim-şehir
KÖKSAL ALVER
Ş
ehirler isimlerle dolu. Şehrin her yanında
kişiler. Siyasetçiler, sanatçılar, yazarlar,
edebiyatçılar, ilim adamları, şehitler,
komutanlar, ustalar, hacılar, hocalar, efendiler,
beyler. Sokaklarda, mahallelerde, parklarda,
kültür merkezlerinde, kütüphanelerde, okullarda,
kampüslerde, amfilerde, salonlarda. Alt ve üst
geçitlerde, cadde ve bulvarlarda, meydanlarda,
yollarda, stadyumlarda, hava alanlarında, garlarda.
Çeşmelerde, hanlarda, hamamlarda, camilerde,
medreselerde, aş evlerinde, imaretlerde. Şehirler
baştan ayağa isimlerle dolu, isimlerle kuşatılmış,
isimlerle anlam bulmuş. Neden şehirler isimlere
bu kadar ihtiram göstermekte? Neden şehir bunca
ismi alnına yazdırmakta ve baş tacı etmekte?
Şehir bir yönüyle insandır da ondan mı? İnsan
bir açıdan şehre benzer diye mi? Şehir ve isim iç
içe, yan yana, karşı karşıya!
Şehirlerin bunca insanı baş tacı yapmasının
değişik sebepleri olabilir. Ancak bunun basit
ve sıradan değil anlamlı ve derinlikli bir eylem
olduğunu düşünüyorum. Rastgele yahut bilinçli
bir şekilde verilmiş olsalar bile! İsimler aynı
zamanda birer sembol, imge ve gösterge oldukları
için kimin isminin nereye verildiği önem arzeder.
Bir isimden kıyametler kopabilir. Bunun değişik
örneklerini bulmak mümkündür. Yakın zamanlarda İstanbul Fatih’te Abdülezel Paşa’nın adını
taşıyan caddeye Kadir Has ismini veren belediye,
yazarlar ve ilim adamları tarafından eleştirilmişti.
İlber Ortaylı bunu ‘vahim bir değişiklik’ şeklinde
nitelendirmişti. Buna benzer örnekler hangi şehirde yoktur ki? İsimler taşıdıkları anlam ve sembolik değerlerle kimi dönemleri açıklamakta birer
ipucu olabilmektedir.
Galiba önce şu sorulmalı: şehir mekânlarına
isim verme kimin yetkisinde? Bir okulun, caddenin, sokağın, meydanın, parkın adına kim karar
veriyor? Bu kararı verirken kimlere soruyor yahut
hangi hususlara dikkat ediyor? İsim verilirken o
kişinin özellikleri, o mekânın konumu, yeri ve
özellikleri dikkate alınıyor mu? O kişinin isminin
oraya verilmesinin bir anlamı olabiliyor mu? Ve
dahası neden isim verme geleneği ve siyaseti vardır? Hatta neden bu isim verme mühim bir siyasi
refleks ve atak olarak görülmektedir? Bütün bunlar isimlerin boş ve anlamsız olmadığını aksine
dolu, manalı ve sembolik kıymete haiz olduğunu
belli etmektedir.
İsim vermede etkili olan kurumlar arasında
din, kültür, siyaset, sanat, hukuk, bölge özellikleri
sayılabilir. İsimlerin anlamları, yan anlamları,
ardılları araştırıldığında nasıl bir duygu ve
düşünce dünyasının yansımaları oldukları
rahatlıkla görülebilir. Siyasi yelpaze, ideoloji, kültürel kodlar, kültürel değişme, toplumsal
25
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
farklılaşma şehirlere verilen isimlerde müthiş bir
dalgalanmaya ve çeşitlenmeye neden olmaktadır.
Böylece şehirler bir ülkenin bütün renklerini,
tonlarını, yüzlerini, tercihlerini sembolize eden
isimlerle dolabilmektedir. Birbirinin tam zıddı
olan isimler kimi zaman yan yana olabilmektedir.
Uçlarda yer alanları, isimlendirme siyaseti, bir
yerde toplayabilmektedir.
Kuşku yok ki, isimler, şehirlerin hafızası. Bir
hatırlama eylemi isimler. Hafıza ve hatırlamanın
insan hayatındaki yeri belli. İnsan yaşadıklarını,
düşlerini, ideallerini şehirlere kazıma derdinde.
Kendi giderken dahi arkada bıraktıklarını merak etmekte. Yahut gidenleri şehirlerde yaşatma
derdinde. İsimlerin birer hafıza ve hatırlama işlevi gördüğü muhakkak. İsimlerin aynı zamanda birileri için bir yer, zemin, konum, mevki ve
muhit işareti olduğu da muhakkak. Dolayısıyla
şehirlerin birer isim cennetine dönmesi manidardır. O isimlerde kişi kendini aramakta aslında. O
isimlerin sembolik haritasında kendi çizgilerini
görmekte insan. Bunun için isim verme siyaseti,
çok katmanlı, anlamlı ve manidar bir eylem olarak öne çıkmaktadır. Siyaset, isim verme eylemi
bir hayli önemsemektedir.
İsimlerin şehirlerdeki baskın yeri kimi ilintiler
kurmaya vesile olmaktadır. Sokaklara, caddelere,
mahallelere, hatta semtlere verilen onca isim.
Kiminde bir âlim yahut bir siyasetçi, kiminde bir
yazar yahut asker. O sokaktan geçmiş ve bazen
o semte uğramamış bir isim orada. O isim oraya rastgele mi verilmiştir? Yoksa orası ile o kişi
arasında bir bağ mı vardır? Mesela siyasetçi, edebiyatçı, âlim o sokakta yaşadığı için mi ismi verilmiştir? Yoksa bir siyasi eğilimin göstergesi olsun
diye mi? Ne ki, zihin, isimle mekân arasında uygunluk olup olmadığını düşünmeden edemiyor.
Şehirler başka dünyaların insanlarına da
yer vermekte. Başka dünyaların, inançların,
kültürlerin, siyasetlerin figürleri şehirlerde
görülmektedir. Şöyle hızlı bir tarama ile sayısız
örnek bulmak mümkün olacaktır. Pakistanlı Cinnah, Ankara’da, Amerikalı Kennedy İstanbul’da,
Mısırlı Hasan El-Benna ve Seyyid Kutup ile Pakistanlı Ziya ül-Hak Sultanbeyli’de bir caddenin
adıdır. Olof Palme ise Kulu’da bir bulvarın adıdır.
Kuluların İsveç’te çalışmakta oluşlarının bunda
etkisi vardır mutlaka. Sokaklar, parklar, kültür
merkezleri, camiler de buna dâhil edilebilir. Arjantin Caddesi, Tunus caddesi, Cezayir caddesi,
Kosova mahallesi, Bosna-Hersek mahallesi, Japon pazarı, Aliya İzzetbegoviç parkı gibi sayısı ismin şehrin nasıl bir hafızayı barındırdığını
belgelemektedir. Gerek kişi isimlerini gerek ülke
isimlerini bağrında taşıyan şehirlerimiz, bir yönüyle bütün bir dünya haritasının çizgilerini de
taşıyabilmektedir. Şehrin hafızasında yer bulan
isimler, şehirlinin düşünce dünyasına zenginlikler
katabilmektedir. Şehirler, isimlerle bütün bir yeryüzünü alnında taşımakta. Şehir, isim isim bütün
coğrafyaları, o coğrafyaların simalarını ölümsüz
kılmakta. Bu yüzden bir şehir bazen bir yeryüzü
olabilmektedir.
Şehirler içinde taşıdıkları isimleri ölümsüzleştirmeyi dener. Genelde topluma mal olmuş,
öncüler, edebiyatçılar, siyasetçiler, tüccarlar,
sanatkârlar, siyasetçiler, askerler, eğitimciler, sporcular, gazeteciler ölümlerinden sonra mekânlarda
yaşamayı sürdürür. Kendileri bu dünyadan göçmüştür, ancak isimleri kalmıştır. İsimleri şehrin
duvarlarına ve taşlarına kazınmıştır.
İsim-şehir üzerine düşünürken zihin
ister istemez isimlerin uygunluğunu da
sorgulamaktadır. İsim verme siyasetinin
daha bilinçli, daha etkili olması gerektiğini
düşünmektedir. İsim vermek etkili ve derinlikli
bir siyaset olduğu için bunun üzerinde gerektiği
gibi düşünmeli. Muhammed İkbal’in isminin
verildiği bir park hatırlıyorum. Büyük bir düşünür
ve estetikçi olan İkbal’in parkının düzeni ve hele
kapısı içler acısıdır. Son derece biçimsiz demir
kapı her gördüğümde beni düşündürür. İkbal’in
adı ile o kapıyı bir türlü örtüştüremez zihnim.
Aynı şey bir âlim olan Ali Ulvi Kurucu’nun adının bir caddeye verilmesinde de geçerlidir. Cadde
kentsel dönüşümle rant kazanan bir bölge olmuştur. Geleneksel hayatı çökerten ve yerine yeni hayatları ikame eden caddenin isminin bir âlimin
ismini taşıması bana açık çelişkileri hatırlatmaktadır.
Şehir, bir yönüyle isimlerle mücehhezdir. Şehir
insandır çünkü. Şehri donatan isimleri tespit
etmek, not etmek, onların üzerine düşünmek
şehir-insan-siyaset-kültür ilişkisine ilişkin insana
farklı şeyler hatırlatabilmektedir. Şehirler bir de
isimler üzerinden baksak neler görürüz acaba?■
26
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
SABAH SÖZLERİ
Gün sona erişmişse sabah hüzün çıkarır
Kalabalıklar içinden
Söz gölge oyunlarında değildir
Gideni söylemez geleni sözden alır
O an yağmur yağar güneş yerine
Gece yalnız kalır bilirsin sorgulamaz
Kimliğini sorar bencil aşkların
İnce bir eski zaman güzelini yâdına yazar
Geçtiği sokaklarda gündüzü çizer taş duvarlara
Ve zaman onda tüy gibi kalır
Şehir saat olmalı hikâyenin bu yerinde
Günlüğünde nihavent bekleyişler bulunmalı
Adının bir yerinde birkaç harf eksilmeli
Şehnaz sesler vurmalı pencerene
Yeniden güvercinler geçmeli kubbelerinden
Aşina güvercinler yağmura gamzeler bırakmalı
Gurbeti senden öğrenmeli yanık türküler
Ayak seslerinle uyanmalı yol boyu seher kuşları
Yağmur ve güneşi şehre sen anlatmalısın
ÖMER KAZAZOĞLU
27
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
KEŞİF
güzel bir dünya buldu
kayıp kirli adamlar
güzeldi yenidünya
ama kızıldı tenleri
keskin çelikleri
çiçekli battaniyeleri
yoktu ateşli silahları
mülkiyet gibi dertleri
yeterince medeni değildi
göçebe çekik gözleri
bakir topraklara haç
değerli taşlara renk için
kan gerekliydi biraz
akıttı soluk adamlar
sonra keşişler geldi
yanağını dönmeyen
elinde kutsal kitap
uzat yanağını diyen
kutsal medeni keşişler
sonrası kısa hikâye
köleler efendiler
KALENDER YILDIZ
28
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Kitap ve hikmet üzerine
VEFA TAŞDELEN
“İnsan büyük bir şeydir ve içinde her şey yazılıdır; fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz ki
içindeki ilmi okuyabilsin.”
Mevlâna,*
Kendin, evren ve
dünyan üzerinde
düşünmen gerekir.
Ancak bununla birlikte
kitap sana açık hale
gelmeye başlar. Buna
göre hikmet kitabın
anahtarıdır. Bu anahtar
olamadan kitabın
sayfaları açılmayacak,
okunsa bile okunmuş,
ezberlenmiş olsa
bile anlaşılmış
olmayacaktır.
Dolayısıyla kitap,
hikmet sahibi kişilere
hitap eder öncelikle,
onların idraki için açık
hale gelir.
Giriş
İnsanlığın pek çok açıdan sorunla karşılaştığı
günümüzde, “kitap” ve “hikmet” üzerine yeniden
ve her zamankinden daha çok düşünmeye ihtiyacımız var. Kuşkusuz, tarih içinde bu konuda değerli çalışmalar yapılmıştır, önemli görüşler ortaya
konulmuştur. “Gök kubbe altında söylenmemiş söz
yoktur” sözünden hareketle söylersek, hikmet konusunda da söylenebilecek sözler söylenmiştir. Ancak
biz, ilk defa söylemiş olmak için değil, hatırlamak
için de söyleriz, yeniden söylemek için de söyleriz,
öğrenmek ve öğretmek için de söyleriz, özümsemek
için de söyleriz. Zira herkes varoluşu kendi varlığında yeniden keşfeder, yeniden tecrübe eder, daha
öncekilerin söyledikleri sözleri ve davranışları, bu
sefer kendisine ait söz ve davranışlar olarak keşfeder,
tecrübe eder. Daha önce söylenen sözlerin, bizim de
sözlerimiz olabilmesi için, hatırlanması, yaşanması, tecrübe edilmesi ve yeniden söylenmesi gerekir.
Hikmet konusundaki durum da böyledir. Hikmet,
kişide karşılığı olan bir şeydir. Daha öncekilerin
hikmeti onlara aittir. Onlara ait hikmetin benim de
hikmetim olabilmesi için, o noktaya benim de gelebilmem, onların geçtiği yolu benim de geçmem,
onların yaşadığını benim de yaşamam, onların gör* Fîhi Mâfih, Çev. Meliha Ülker Tarıkahya, Milli Eğitim
Basımevi, İstanbul, 1985, s. 79.
29
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
düğünü benim de görmem, ama bütün bunları
kendi varoluş koşullarım içinden başarabilmem
gerekir. Onların bilmiş olması, benim de bildiğim anlamına gelmez. Onların söylemiş olması
benim de söylemiş olduğum anlamına gelmez,
onların keşfetmiş olması benim de keşfetmiş
olduğum anlamına gelmez. Şimdi ve burada
yaşayan bir kişi olarak, hikmetle olan ilgim, daha
öncelilerin hikmetle ilgili tutum ve görüşlerini
bilsem de, hikmetin karşılığını kendimde inşa
etmem, kendimi ona duyarlı hale getirmem şeklinde olabilir. Aslında bu felsefe için de böyledir.
Başkasının felsefesini bilmem, başkasının felsefe
anlayışını anlamam, onu benim felsefem, benim
görüşüm haline getirmez. Ben hikmeti ve felsefeyi, ancak, onların bendeki karşılığını inşa ederek
ve inşa ettiğim ölçüde, kendi felsefem ve hikmetim haline getirebilirim. Bunun için geçmişte
söylenenleri hatırlayıp onları kendi bilincimizden süzerek, kendi varoluş koşullarımız içinde
yeniden keşfederek, kendi varoluşumuzda yeniden tecrübe ederek, kendi anlama ve yorumlama
biçimimizle yeniden söylememiz gerekir.
Hikmetin pek çok boyutu, pek çok açısı, pek
çok konturu vardır. Bunlardan en çok öne çıkanı, kavaramın dini ve felsefi boyutudur. Bu nitelik, “kitap ve hikmet” şeklinde dini kaynaklarda
sıkça tekrarlanan ifade biçiminde ortaya çıkar.
Aşağıdaki yazıda hikmet kavramının fesle ilgisi
kurulduktan sonra “kitap ve hikmet” konusu ele
alınacaktır. Bunu yaparken takip edeceğimiz sorular şunlardır: Hikmet nedir, felsefe ile ilişkisi
nedir, dini literatürde nasıl bir anlamı vardır?
“Kitap ve hikmet” ifadesinde geçen “hikmet”, kitaptan ayrı bir şey midir, kitapla ilgisi nedir? Kitap ve hikmet farklı şeyler midir? Hikmet, bir tür
bilgi midir, bir tür anlama yöntemi midir? Kitabı
anlayabilmek için gerekli olan bir tür “ön-bilgi”,
bir tür “ön-anlama” mıdır? Hikmetteki bilginin
niteliği nedir? Genel bir bilgi midir, özel bir bilgi
midir, elde edilme yöntemi nedir? Deney ve gözlem bilgisi midir? Yaşantı bilgisi midir? Verilen
bir bilgi midir? Sezgi bilgisi midir? Akıl bilgisi
midir? İslam kültüründeki bilgi ve felsefe anlayışı
açısından ne ifade eder? Hikmete, İslam düşüncesinin felsefe kültürüne özgün bir katkısı olarak
bakılabilir mi? Bir bilme tarzı olarak özellikleri
nelerdir? Modern epistemolojiye sunabileceği
özgün bir katkı var mıdır? Aşağıdaki yazı, bu ve
benzeri soruların kılavuzladığı bir anlama denemesi olacaktır.[1]
Felsefe ve hikmet
“Hikmet”, İslam düşüncesinin özgün kavramlarından biridir. Felsefi bir arka plana sahip
olması; dini literatür yanında filozofların ve
sûfîlerin de kelimeye farklı anlamlar yükleyerek
kullanmaları, bu şekilde kendilerine özgü kılmaları, aynı zamanda gündelik dilde sıkça kullanılan bir sözcük olması, anlam alanının daha da
genişlemesine, derinleşmesine ve zengin bir yapıda ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu zengin
anlam yapısı içinde, hikmet, hem Allaha, hem
peygamberlere, hem de insanlara ait bir nitelik
olarak görülür. Pek çok ayette Allah’ın “hikmet
sahibi” olduğu hususuna dikkat çekilir, peygamberlere de “kitap ve hikmet” verildiği hususu
üzerinde durulur. Bunun yanında, hikmet, bir
bağış olarak insanların da sahip olduğu bir şeydir. Ancak bu farklı hikmet biçimlerinin yine de
aynı şey olduğunu, Allah’ın hikmet sahibi olmasıyla peygamberlerin hikmet sahibi olmasının,
peygamberlerin hikmet sahibi olması ile insanların hikmet sahibi olmasının ayını şey olduğunu
düşünmemek gerekir. Hatta hikmetin, her bir
insanda farklı bir şekilde tecelli ettiğini, her bir
insanda o insanın kendi öznelliği içinde ortaya
çıktığını söylemek doğru olur.
İlk çağ felsefesinde de hikmet (sophia) kavramı vardır. Ancak buradaki hikmet, aşkın bir
özellik sunmaz. Kişinin çeşitli şekillerde elde ettiği teorik bilgiyi ifade eder daha çok. Theoria,
aklın bilgisidir. Aristoteles ve diğerlerinde tekil,
rastlantısal ve empirik değil, tümel bilgidir, tümelin bilgisidir. Denilebilirse, varlığın özüne
ilişkin kavrayıcı bir bilgidir. İlk nedenler ve varlığın nihai amaçları üzerine bir bilgidir. Varlığın
ve varoluşun anlamı üzerine bir bilgidir. Bu yönüyle metafizik bilgidir. Daha sonra gerek Hıristiyan ve gerekse İslam düşüncesinde, hikmet
kavramı aşkın bir içerim kazanmaya başlamıştır.
Bu aşkınlıkla bir tür ilahi bir bilgiye, bir tür ilahi bir sevgiye, bir tür ilahi bir bağışa dönüşme-
1. Burada, “Hikmet ve Felsefe”, “Kitap ve Hikmet” alt
başlıklarından oluşan bu makalenin “Hikmet ve Felsefe”
bölümü yayınlanacaktır.
30
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
ye başlamıştır. Thomas Aquinas, bu durumu,
“bütün hikmet Tanrı’da gelir” sözüyle açıklar ve
onu insani bir kazanım değil ilahi bir bağış olarak görür.”[2] Bu şekilde, hikmeti ilahi bir bağış
olarak gören İslami duyarlıkla birleşir.[3] Dolayısıyla, semavi dinlerle birlikte hikmet (wisdom)
kavramına metafizik, aşkın, semavi bir anlam
girmeye başlamıştır. Bununla birlikte, rasyonel
bilginin övülmesiyle kavramın Grek felsefesindeki anlamının korunduğu, felsefi içeriğinin
muhafaza edildiği görülür. Bu durumda, insan
bilgisi, denilebilirse, semavi bilgi ile sentezlenmiştir. Hikmet bu aşılı bilginin ifadesidir. O,
ilk çağdaki teorik bilgiden farklı olarak, semavi
bilgi ve duyarlığı da tanımaya başlamış, aşkın,
sonsuz ve öte bir evrenin varlığını da kabul etmiş olur. Dolayısıyla, semavi dinlerle birlikte ortaya çıkan hikmette, öte bilinci, dünyayla sınırlı
kalmama bilinci vardır. Aşkın olana bağlılık da,
merhamet ve şefkat ahlakı, sorumluluk ve koruyuculuk ahlakı olarak ortaya çıkmıştır. Olup
bitenler karşısında aşkın bir sorumluluk hissetmesi, hikmetle olan bir şeydir. İman temelinde
ortaya çıkan etik tutum, temelinde hikmet olan
bir şeydir. İnsanın kendisiyle, toplumla, canlı
ve cansız varlıklarla, evrenle ve nihayet Tanrı ile
kurduğu ilişki, hikmetle olan bir ilişkidir. Hikmetin ilkçağdan felsefesinden, hatta mitolojiden
beri beri katlanarak gelen bu anlamına daha sonra, insanın doğa ve tinsel dünya hakkındaki her
türlü bilgisi de eklenmiştir. Sözgelimi, kavramın
Almancadaki tanımlarından biri olan Wissenschaft, doğa ve insan bilimlerini kapsayan bilim
anlamıyla, hikmetteki bu genişlemeye işaret eder.
Hikmetin, “nedenini bilme” anlamı, bu bilimsel
yapıyı da içerecek yapıdadır. Bu durumda “nedeni bilmek”, bir hikmettir. Kişi bunu, isterse
yaratılış nedenini bilmek olarak da anlayabilir ve
2. Saint Thomas Aquinas, Summa Contra Gentiles, by
anton C. Pegis, F. R. S. C., p. 209. Ayrıca bkz. Mehmet
Önal, Wisdom (Hİkma) and Philosophy in Islamic
Thought (As a Framework For Inquiry), Yayımlanmamış
doktora Tezi, University of Wales, Lampeter, 1998., 4.
3. Bkz. “O, hikmeti dilediğine verir. Ve kendisine
hikmet verilmiş olana çok büyük bir hayır verilmiş
demektir. Gönlünü ve aklını çalıştıranlardan başkası
düşünüp anlayamaz.” Bakara, 269 - “Ey Rabbim!
Bana bir hikmet bahşet ve beni salih kimseler
arasına kat ” (Şuara 4).
bu şekilde pozitif bilgiye metafizik bir temel de
kazandırılmış olur. Peki, bu durumda ne olur?
Bir hikmet biçimi olarak anlaşılan pozitif bilgi,
insan onuru, değeri ve yararı sınırlanmış olur.
Hikmetle metafizik bir içerim kazanan pozitif
bilgi hiç bir şekilde insana aykırı kullanılamaz.
Muhammet İkbal’in, akılla gönlün, bilimle aşkın
ittifakından söz etmesinin anlamlarından biri de
bu olabilir.[4]
Sekizinci Yüzyıldan itibaren Bağdat’ta Beytül
Hikme ile büyük bir kültür hamlesi başlamıştır.
Grekçeden Arapçaya çevirilerde, felsefe, kendi
özgün kullanımının yanında “hikmet”le de karşılanmıştır. Beytül Hikme, belirli bir mekan olmaktan ziyade bilginin toplandığı, derlendiği,
çevrildiği, yorumlandığı, kritiğinin yapıldığı bir
kültür hareketinin adı olmuştur. Başta Yunanca,
Farsça ve Sanskritçeden olmak üzere Arapçaya
çeviriler yapılmış, bu tercümeler etrafında giderek telif bir kültür ortaya çıkmıştır. Beytül Hikme
deneyimi, hikmete felsefe, felsefeye de hikmet
boyutunu eklemiştir. Bu gelenek içinde, tıp,
matematik, geometri, astronomi, kimya, müzik,
hitabet, tarih, sosyoloji, şiir ve din bilimlerinde
ortaya konulan başarı, “hikmet”e yönelik bir
çaba olarak kendini göstermiştir. İslam zihninin
hikmet kavramına olan aşinalığı ve pozitif bakışı,
felsefeyi özümseyebilme bakımından bir zemin
ve ön-anlama oluşturmuştur. Ancak bu ön anlama, temel bir anlamadır da. Zira İslam felsefesinin özgünlüğü, yalnız hikmeti anlama şeklinde
değil, onu yaşama ve yeniden üretme şeklinde de
kendini göstermiştir. Bu nedenle Kindi, Farabi,
İbn Sina, Sühreverdi, İbn Rüşt, İbn Haldun, İbn
Arabi gibi filozoflar sadece basit bir tekrar içinde
olmamışlar, özgün bir tutum da sergileyebilmişlerdir.
Peki, bir bilgelik sevgisi ve aklın bir etkinliği
olarak ortaya çıkan felsefe ile, yine böyle bir sevgi ve yaşayışın ürünü olarak ortaya çıkan hikmet
arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Öncelikle
söylemek gerekir ki, her ikisinde de ilk nedenler ve nihai amaçlar üzerine bir bakış, insanın
yeryüzündeki yeri ve anlamına yönelik bir ilgi
4. Bkz. Muhammed İkbal, Şarktan Haber, çev. Ali Nihat
Tarlan, Ahmet Said Matbaası, İstanbul, 1963, s. 55,
Esrar-ı Hodi, çev. Ali Nihat Tarlan, Sufi Yayınları, 2010,
s. 69.
31
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
söz konusudur. Dil ve gerçeklik sorunu ile ilgili, bilgi ve hakikat sorunu ile ilgili bir sorgulayış söz konusudur. Felsefe, daha başlangıcından
beri, bir şeye kendisi olma niteliğini kazandıran
özler, ilk nedenler ve nihai amaçlar üzerinde bir
etkinlik olarak ortaya çıkmıştır. Bu nitelik onu
“basit bilme”den ayırmış, giderek varlığa ve varoluşa ilişkin kavrayıcı bir bakışa dönüştürmüştür.
Hikmette de aynı bütüncül bakış söz konusudur.
O da varlığı tek tek nesneler olarak kavramayı
değil, “hikmeti dedir” sorusunun kılavuzluğunda bir ilke etrafından anlaşılır kılmaya çalışmıştır. Bu durumda felsefedeki “nedir” sorusu,
hikmette “hikmeti nedir” şekline dönüşerek varlığın ve bilginin aşkın ve manevi tözle olan ontolojik bağını belirgin kılar. Bu bakış, “nereden
geldik nere gidiyoruz, bu dünyadaki yerimiz ve
anlamımız nedir?” sorusunu cevaplamak açısından da temel teşkil eder. Bu şekilde felsefe aklın bir eylemi olarak gözükürken, hikmette aklı
da aşan bir yönelim, denilebilirse “metafizik bir
bağlanış” söz konusu olur. Bu metafizik bağlanış, Garaudy’nin 20. Yüzyıl Biyografisi adlı felsefi
vasiyetnamesinde naklettiği İbn Sarjur’un felsefe
tanımında “Tanrı sevgisi” olarak dile gelir: “Felsefe, bilgelik aşkıdır. Fakat gerçek bilgelik Allah’a
aittir. O halde Allah aşkı gerçek felsefedir.”
Felsefede “bu nedir” diye sorduğumda, soruyu başkasına sormam; “bu benim ne işime yarar?”
diye sormam, kendim için, bilmek ve kavramak
için sorarım. Burada bilmek istediğim konu ile
kendi varoluşum arasında bir bağ oluşur. Onu
bilmek isteyen benim kendi varlığımdır. Bilme
ve kavrama isteği benim varlığımın ürettiği bir
şeydir. Merak, hayret, hayranlık, bütün bunlar
beni karşı karşıya geldiğim “bu şeyi” tanımaya ve
kavramaya yöneltir. Bu nedenle felsefenin kaynağı nesnede değil, merak eden ve soruyu soran
bilinçtedir. Onun nereden baktığı, nasıl baktığı,
niçin baktığı önemlidir. Kendi varlığındaki soruya cevap bulmak, kendi merakını gidermek için
sormaktadır. Soru kimdeyse cevap da ondadır,
onun açısından anlamlıdır. Bu nedenle onu bir
başkası adına, bir başkasının yerine soramam,
kendi adıma sorarım, verdiğim cevap öncelikle
benim açımdan anlam taşır. Dolayısıyla felsefe
başkası için, başkasına göstermek ve öğretmek
için yapılan bir etkinlik değildir. Sorduğum her
soru, içimdeki merakın bir ürünüdür, verdiğim
her cevap yalnız benim içimdeki soruyu cevaplar,
her bir cevap beni tatmin eder.
Hikmete de, her an kendini yineleyen eşsiz
benzersiz yaratılış karşısında sürekli kendini yineleyen bir hayret, hayranlık, şaşıp kalma ve
bütün bunların bir ifadesi olarak “nedir” sorusu
ile yol alma durumu söz konusudur. Şöyle sorar:
Bu varlık nedir, bu insan nedir, bu hayat nedir?
Bütün bunları algılayan ve hisseden bir bilinç
olarak benim anlamım ne, bu varoluşun hikmeti
nedir? Nereden geldik nereye gidiyoruz? Neden
biz ve neden şimdi ve buradayız? Varolan, varlıktan pay alan bütün bu şeylerin varoluş nedeni
nedir? Bu oluş ve bozuluş nedir? Bu zaman ve
fanilik nedir? Hikmet, boşlukta dönüp duran
bir oluşa yönelik soru sormaz. O, hep belirli bir
zihinselliğin ürünü olarak varlığa yaklaşır. “Hikmeti nedir?” diye sorarken aşkın bilinçteki varlık
tasarımına yönelir. Ama felsefenin böyle açık bir
koşulu yoktur. Felsefe, “nedir” diye sorarken, nedeni oluşturan zihinselliği koşul olarak görmez;
ancak bu onu büsbütün göz ardı ettiği anlamına
da gelmez. Aksine felsefe, “arke” sorunu, “ilk
neden” anlayışı, “idea” kavramı gibi yaklaşımlarıyla daha ilk çağdan beri varlıktaki zihinselliğe yönelik bir çaba olarak kendini göstermiştir.
Bu zihinsellik, Herakleitos’la belirgin hale gelen logos kavramında daha da açıktır. Varlıktaki
zihinsellik, başlangıcından günümüze idealist
felsefenin temel yönelimini oluşturur.
Hikmetteki zihinsellik, daha açık, özel ve belirleyici bir konumdadır.“Hikmeti nedir?” sorusunda, aşkın tasarım ve zihinsellik amaçlanır. Aslında hikmete hikmet olma özelliğini kazanırdan
da bu bağlılık durumudur. Varlıktaki zihinsellik,
hikmette tanımlayıcı bir karakter olarak ortaya
çıkar. Anlaşılmak istenen, olup bitenin anlamı,
bir başka deyişle niçin o şekilde olup bittiği,
aşkın istencin neden o şekilde tecelli ettiğidir.
Dolayısıyla hikmet, belirsiz bir yerden değil, varlıktaki zihinsellikten gelir. Hikmette varlıktaki
zihinselliği hissetme, onunla temasa geçme durumu söz konusudur. Bu nedenle hikmet dediğim
her bir anda, varlığın özünü oluşturan aşkınlığı
anlarım. Bu bilginin bana gelme kanalı, verilme
biçimi önemlidir. Hikmet sevgisi, burada her
an tazelenen eşsiz yaratılışı sevmektir; Varlığı ve
32
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Mutlak İstenci sevmektir. Dolayısıyla, hikmette,
“Hkmetini anlamak istiyorum, Mutlak İstencin
bana görünüşünü, benim için görünüşünü ve benim açımdan kendini sergilemesini anlamak istiyorum” diyen bir iradenin izharı söz konusudur.
Bu yönüyle hikmet, aşkın bir bağlanıştır, böyle
bir sıçramayı ifade eder. İdealist filozofların çoğu,
eninde sonunda Varlıktaki benliği ve zihinselliği
algılamak, oradaki anlamı anlamak ve ona katılmak isteyen bir tutum sergilerler.
Hikmette rasyonel bir tutum sergilenebileceği
gibi, temelinde sevgi ve hayranlık bulunan estetik bir tutum da sergilenebilir. Bu nedenle “hikmeti nedir” sorusuna, kimi durumda bir varlık
duygusu ve varoluşa tanıklık neşesi de eşlik eder.
Yunus’un, her an bir çiçek gibi açan ilahi iradenin
izharı karşısında duyduğu varoluş sevincinde,[5]
Mevlâna’nın varoluşta bulduğu yenilikte, tazelikte, aşkına olana tanıklıkta bu metafizik hayranlık yaşanır.[6] Andaki ilahi iradenin tecellisi,
onda sadece bir varoluş bilinci ve aşkın bir bağlılık olarak ortaya çıkmaz, estetik bir bilinç olarak
da ortaya çıkar. Bu noktada hikmet ile felsefenin
ruh halleri de farklılaşmaya başlar. Felsefe, kendi
yolu üzerinde ve kendi yöntemiyle, hiç bitmeyen
irdeleme arzusunu sürdürürken, hikmet bir sevgi
ve hayranlık içinde andaki tecellide dinginleşir.
Bu dinginleşme kısmen de olsa felsefede de söz
konusudur, ancak o varlığını arayış ve sorgulama isteğine borçludur. Önemli ve öncelikli olan
belirli bir bakış açısından aklın kavrama etkinliğini sürdürmesi, bunu kavramsal düzeyde, bir
dil ve literatür kullanarak yapmasıdır. Hikmet de
bir kişiye görünür, kendisine yüzünü gösterdiği
kişinin hikmeti olarak geçer. Onun hikmeti başkalarının hikmeti değildir. Onun başkalarının da
hikmeti olabilmesi için, hikmete çıkan yollardan
oların da geçmesi gerekir; oraya uzun ve basit
bir sıçrama ile ulaşamaz. Bu felsefede de böyle5. “Bu dünya bir gelindür yeşil kırmızı donanmış /
Kişi yeni geline bakubanı toyamaz” (Yunus Emre,
Divan, Haz. Faruk Timurtaş, Tercüman Yayınları,
İstanbul, 1972, s. 81.)
6. “Her gün bir yerden göçmek ne iyi/ Bulanmadan,
donmadan akmak ne hoş./ Her gün bir yere
konmak ne güzel,/ Bulanmadan, donmadan akmak
ne hoş./ Dün de beraber gitti cancağızım,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım. / Ne kadar söz varsa
düne ait, / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”
dir. Felsefe, belirli bir kişinin felsefesidir. Onun
aklının ve bilincinin etkinliğidir. Bir filozofa ait
felsefenin bizim de felsefemiz olabilmesi için onu
adım adım izlememiz, adım adım kavramamız
ve en önemlisi de ona adım adım katılmamız gerekir. Dolayısıyla biz hikmetten ve felsefeden,
ancak onların bize kendilerinden uygun bir dille
söz etmeleriyle haberdar olabiliriz. Hem hikmet,
hem de felsefe bu açıdan bakıldığında bireysel
bir temelde ortaya çıkar, bireysel bir özle kendini
sergiler. Bir kişinin idrakine ve bakış açısına bağlı
olarak görünür.
Bu bireysel yönüyle felsefe her zaman bir seçkinliği gerektirmiştir. O, Antik Yunan’da soylu
ve zengin kişilerin bir uğraşı alanıydı daha çok.
“Ruhlardaki soyluluğu” öne çıkarıp bu dünyaya ait işlerden olan efendilik ve köleliği önemsemeyen Sokrates, her ne kadar soylu, seçin ve
zengin biri sayılmasa da, Platon ve özellikle de
Aristoteles için aynı şey söylenemez. Soylu ve
paralı gençleri, peşlerinden koşturan sofistler,
verdikleri dersler karşılığında ancak zengin kişilerin ödeyebilecekleri türden paralar alıyorlardı.
Antik yunanda, sadece felsefe değil, edebiyat, sanat, tiyatro, siyaset, retorik gibi entelektüel uğraş
gerektiren diğer bütün alanlar da seçkin ve soyluların elindeydi. Kuşkusuz bu seçkinliğin başında “özgür olmak” geliyordu. Platon, köle eğitimi
almış olanların felsefe yapamayacaklarına işaret
ederken, felsefenin ortaya çıkmasındaki bir koşula, bir ruh haline de işaret ediyordu. Roma’daki felsefe, edebiyat, hukuk, tiyatro ve hitabet de
soyluların, zenginlerin ve yöneticilerin elindeydi;
insanlığın ezeli ve ebedi sorunlarıyla ilgilenmek,
onların kavrayış ve ilgi alanı içinde görülüyordu.
Dolayısıyla, felsefede ve beraberinde diğer entelektüel uğraşlarda, sınıfsal bir ayrım söz konusuydu. Ancak burada, yine de kişide bizzat karşılığı olan bir etkinlik söz konusudur. Köle filozof
Epiktetos’un, “Felsefe yapıyorum deme, kendimi
kurtarıyorum de” uyarısında da gizli olduğu üzere, kişi felsefe ile uğraşırken, kendisi ile de uğraşır. Felsefedeki sorulara cevap ararken kendisinde
bulunan sorulara da cevap arar. Evreni anlamaya
çalışırken kendisini de anlamaya çalışır. Toplumsal düzen ve adaleti kurgulamaya çalışırken
çalışırken, kendisini, içinde yer aldığı toplumsal
düzen ve adaleti de düzenlemeye çalışır. Sanatı,
33
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
güzelliği ve düşünceyi anlamaya çalışırken, kendi
varlığını oluşturan aklı, gönlü ve ruhu da anlamaya çalışır. Ahlakı ve erdemi anlamaya çalışırken, kendi insanlığını da anlamaya çalışır. Bu
açıdan bakıldığında, felsefe hiç de pratik ilgilerden arınmış değildir. Kişi, felsefe ile, bizzat kendi
içinde, kendi dünyasında olan bir şeyi anlamaya
çalışır. Felsefenin seçkin sınıfa ait görülmesi, aslında gizli ve açık, hayatın onlara ait görülmesi
gibi bir anlama da ifade eder. Sıradan insanlar,
ancak onlara hizmet etmede bir anlama ve yere
sahip olabilirler. Oyun onların oyunu değildir,
hayat onların hayatı değildir, trajedi onların
trajedisi değildir. Onlar, kendi hayatlarının bile
başrol oyuncusu değillerdir. Efendi ve efendiye
hizmet, onların tüm hayatını tanımlar. Her şey
bir soyluluk, seçkinlik ve üstünlük anlayışı içinde
ortaya çıkar.
İslam literatürü, hikmeti bir bağış, lütuf ve
ihsan olarak görür. Kuran’da, hikmetten “verilen”
bir şey olarak söz edilir ve “kendisine hikmet verilen kişiye çok şey verilmiştir” denir. Bu verilme,
içinde çeşitli yiyeceklerin olduğu bir sepetin birden verilmesi gibi bir şey değildir. Ona kavuşmak
için bir çabanın, isteğin ve gayretin de olması gerekir. Dolayısıyla, kapasite ve potansiyel yanında
bu kapasiteyi işler hale getirebilmek, onu beslemek, beklemek, onun için çabalamak da gerekir.
Bu nedenle hikmet herkese aynı şekilde ve aynı
ölçüde verilmez. Herkes, diğerlerinden farklı
olarak kendi yolundan yürür ve kendi hikmetine kavuşur. Bu veriliş biçiminde kişinin gayreti, duyarlığı da etkindir. Öte yandan hikmetin
tümüyle verilmesi diye bir şey söz konusu da değildir. Zira onun tamamı hakkında insan bilincinin bir kavrayışı ve öngörüsü olamaz. Allahın
hikmet sahibi olması, peygamberlerin hikmet
sahibi olması, nihayetinde insanların hikmet sahibi olması, aynı şey değildir. İnsan, ancak kendi
kavrayış gücü oranında ve yine kendine açık olan
yönleriyle onu bilebilir. Dilin ve algılama yetisinin sınırları içinde bilebilir. Bazı yönler açık ve
anlaşılabilir bir niteliktedir. Bu açık alanda, insan nedenleri anlayabilir, sonuçları kavrayabilir.
Bir hadiseyi açıklayabilir. Bilim, daha çok olgusal
dünyanın, nedenlere bağlı bir şekilde nasıl oluştuğunu açıklarken, kavranılabilir alana yönelir.
Ama niçin ve nedir gibi sorular ortaya çıkınca,
işin hikmeti de söz konusu olur. Bu bir bakıma
metafiziğin temelinde olan “ilk nedenler” ve
“nihai amaçlar” gibi, metafizik sınırlar içinde
kalan, insanın nesnel bilmenin kurallarına bağlı
olarak bilemeyeceği bir bilme çeşididir. Hikmetin felsefe ile buluştuğu nokta da burasıdır. Bu
nokta tamamen felsefenin de alandır. Nedir ve
niçin gibi sorularla, varoluşun anlamına sondaj
vurma çabası, öteden beri felsefenin en sık çalışma alanlarından biridir. Bunu daha felsefenin
kaynağında, “sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez” diyen Sokrates’te görürüz. Felsefenin
bir yönüyle İslam kültüründe hikmet olarak ifade bulması, felsefe kültürünün İslam kültürüne,
İslam kültürünün de felsefe kültürüne uygunluğunu gösterir.
Hikmet, her ne kadar felsefenin karşılığı
olarak kullanılmış olsa da, felsefe gibi seçkin ve
entelektüel bir sınıfın değil, hemen her sınıftan,
her milletten, her meslekten ve her yaştan kişinin
kullandığı, kullanabileceği, kendisiyle kendisini
ifade edebileceği bir kavramdır. Bu yönüyle sağduyunun sesi gibidir. Sağduyu, onun “verilen” bir
nitelik olma özelliği ile bağdaşır. Bu durumda,
hikmet bir bilgi ve düşünce olmaktan çok, bilgi ve düşünceyi üretme yetisidir, “fıtrat”tır. Kişi,
bu yeti sayesinde duygu, düşünce ve deneyimlerini ifade edebilir. Bu anlamda felsefi bilgideki
“uzmanlaşma” ve “filozofluk durumu”, hikmette
yoktur. Ona sahip olmak için seçkin ve soylu bir
kişi olmaya gerek yoktur, özgür bir kişi olmaya
da gerek yoktur. Ancak belirli tür bir arılığa, saflaşmaya ve yaşantıya gerek vardır. O daha çok,
belirli bir şekilde yaşarken, belli bir duyarlılık sonucu elde edilen, kişiye “saf yaşantı”nın bir karşılığı olarak gelen bir niteliktir. Öncelikli amaç bir
varoluş biçimi, bir ahlak ve doğrultu ortaya koyabilmektir. Bu saf yaşantının ürünü olarak hikmet gelir, kalbe dolar. Başta İbn Arabi, Mevlana
ve Yunus Emre gibi sûfîlerin “gönlü arındırma”,
“bir ayna gibi parlatma” ve onu “hikmete duyarlı hale getirme” anlayışı, hikmeti öncelikle bir
“duyarlılık” haline getirir. Bu nedenle de “verilen” bir şeydir. Kişi bu arınmanın ve duyarlılığın
bir ürünü olarak hikmete kavuşur. Halis yaşantı,
hikmetten gelir ve hikmeti oluşturur.
Buradan hareketle söyleyecek olursak, hikmetin ortaya çıkışı, daha çok bir bağış ve bağlanışla
34
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
ilgili olduğu için, sosyal ve sınıfsal bir ayrıcalık
gerektirmez. Özgür ve soylu bir kişi hikmet sahibi olabileceği gibi, özgür ve soylu olamayan bir
kişi de hikmet sahibi olabilir. Burada bireyin sosyal sınıf ve statüsü değil, hikmete olan duyarlığı
ve yatkınlığı dile gelir. Sözgelimi bir kişinin hikmet sahibi olabilmesi için soylu, zengin bir kişi
olması gerekmez. Hikmet kişiyi seçer ve bulur.
İnsanlar gündelik deneyimlerini, duygu ve düşüncelerini “hikmetini anladım”, “her şeyin bir
hikmeti vardır” sözlerinde de olduğu gibi hikmet
sözcüğü ile ifade ederler. Bu durumda, hikmet,
bir yanıyla entelektüel yaşantı ve deneyimi ifade
ederken, bir yanıyla da pratik yaşantıdaki zihinsel aydınlanmayı dile getirir; bu şekilde sadece
özsel bilgiyi değil, erdemli yaşantıyı da ifade
eder. Bu nedenle hikmet temelli toplumların
tefekkür ve düşünce gelenekleri praxis ile kaynaşmış durumdadır. Pratik hayattan kopuk, salt
bilmeye yönelik düşünce gelenekleri yoktur. Bu
kültür içinde, kişi bilerek yaşar, yaşayarak bilir.
Bilgi ve düşünce hayattan çıkar, hayatı besler,
yine hayata döner. Varoluş sırrı üzerine tefekkür, hikmetin beslenme kaynaklarından biridir.
Kişi varlığın yaratılış hikmeti üzerine düşünerek,
kendisi, içinde yaşadığı evren ve bütün bunların
tanrısal irade ile ilgili bağıntıları konusunda derin bir kavrayışa erişir. Evreni estetik olarak algılayan bir bilincin, onu bilgi ve düşünce olarak da
kavraması beklenir. Bu anlamda hikmet bir yönüyle doğa bilimi, bir yönüyle toplum bilimi, bir
yönüyle felsefe, bir yönüyle, sanat, bir yönüyle
teknoloji, ama hepsinden önce ahlaktır. Bir duyarlık, bir sezgi, bir varlık ve varoluş bilincidir.
Muhammed İkbal’in aklın ve gönlün, bilimin ve
aklın birleştirilmesi görüşü, bu bilinçten gelen
bir çağrıdır. Bu kavrayışın, yalnız insanın içinde
kalması hikmeti oluşturmaz. Onun söze dökülmesi, yazıya geçirilmesi, başkalarına ulaştırılması
da gerekir. Ancak bu yazılı ve sözlü ifade biçiminde düşünce berraklaşır, görünür hale gelir.
Dolayısıyla, sözün ve düşüncenin gerçek anlamda hikmet haline gelebilmesi için ifade edilmiş,
başkalarına ulaşmış, başkalarının idrakiyle karşılamış olması da gerekir. “Kalemle yazmak” da
öğretilen bir şey olarak, hikmetin zaman içinde
birikmesine, başkasına ulaşmasına ve süreklilik
göstermesine aracılık eder. “Okuma” eyleminin
konturlarından biri de kişinin kendisine ulaşan
hikmeti okuması, anlaması, kendi benliğinde
tecrübe etmesidir. Bu durumda hikmet, bir kişinin anladığıdır. Ama aynı zamanda başkalarına
ulaşarak oları dönüştüren ve onlarının idrakinde
çoğalandır da.
Bu nedenle, hikmet, esas olarak her bir kişiye
kendisini açması ve her bir kişinin bizzat görmesi
gereken bir şeydir. Toplu olarak gelmez, tümden
verilmez. Aşama aşama, peyderpey gelir. Belili
bir idrakte, belirli bir bilinçte ortaya çıkar, belli bir bilincin ürünüdür, belli bir bilince hitap
eder, o bilinç üzerinden insanlığa ulaşır. Burada hiç kimse bir başkasının yerine görmez, bir
başkasının yerine bilmez, bir başkasının yerine
düşünmez. Aynı şekilde bu felsefede de böyledir.
Felsefede de herkes kendi sorusunu sınar, kendi cevabını verir. Hiçbir filozof bir başkası adına
cevap vermez, kendi adına cevap verir. Hiç kimsenin cevabı bir başkasının cevabının yerine geçmez. Soruyu bir kişinin cevaplamış olması, onu
diğerleri adına da cevaplanmış kılmaz, soruyu
ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla felsefe ve hikmet,
her bir anda, her bir yaratılışta, her bir kişinin
bakışında kendini tazeleyen, yineleyen bir şey
olduğundan, tüketilip ortadan kaldırılamaz. O
hep orada, insanı hayrete düşürmeye, sormaya
ve soruşturmaya devam eder. İnsan o kadar sorar
soruşturur, cevap verir, kitap yazar ama soruyu
yine de bitiremez. Bu tüketilmeyen kaynak karşısında ancak şunu söyleyebilir: “Hikmetinden
sual olunmaz.” Bu ifade sormanın soruşturmanın yolunu kesen değil, açan niteliktedir. O, bir
yandan insan zihni açısından “bilinebilir” olanı
sormayı ve soruşturmayı önerirken bir yandan da
yaratılıştaki sır unsuruna, gaip olana saygıyı ifade
eder; sorunun her bir açılışı, ifşası karşısında duyulan hayranlığı dile getirir.
“Hikmetinden sual olunmaz” derken, insanın bilgi ve bilme yetisinin sınırlarına işaret edilir, yaratılışın insan idrakine kapalı “sır” öğesine
işaret edilir. Buna göre yaratılış, bütün olarak
insanın kavrayabileceği bir nitelik göstermez.
Hikmetinden sual olunmaz sözü, bir yandan
hikmetin tam ve kesin olarak nihai anlamda bilinemeyeceğini, onun her bir anda, her bir bakışta
varlığın yeniden tazeleneceğini, farklı bir aşamaya geçeceğini, bu nedenle yeniden keşfedilmesi
35
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
gerektiğini anlatır, hem de hikmetin tam olarak
insana kendisini açmayacağını, bitmez tükenmez
bir öz olarak sürekli bir şekilde kendini kavramak
isteyen gözlerin önünde bulunacağını ifade eder.
Ama hiçbir zaman onun sorulmaması gerektiği
anlamına gelmez. “Sual olunmaz” demek, sual
etme, soru sorma, sorgulama anlamına gelmez.
Aksine sual et, sor, sorgula, bilebileceğin kadar
bilmeye çalış, gücün yettiği kadar kavramaya
çalış, sorabileceğin kadar sormaya, gidebileceğin kadar gitmeye çalış, yürüyebileceğin kadar
yürümeye çalış anlamlarına gelir. Ama şöyle bir
uyarıda da bulunur: “Sonsuzca bilemezsin, sonsuzca yürüyemezsin, sonsuzca kavrayamazsın.
Bilme ve kavrama gücünün bir sınırı vardır. Bir
nokta gelip çatar, işte orada susmaktan başka çıkar yol bulamazsın. Varoluş hikmetinin yine de
nihai bir cevabı olamaz, sonu gelmez. Bu sonu
gelmemesinin nedeni, bir yandan yaratılışın her
an kendini daha öncekinden farklı bir şekilde
tazelemesi, dolayısıyla hikmetin ileri bir boyuta
taşınması, hem de ona bakan gözlerin sürekli
farklı bir varoluş konturuna geçmesidir. Hikmet
varlığı donmuş, olup bitmiş bir şey olarak görmez; yaşayan, süren bir varoluş olarak görür. Bu
nedenle, nihai bir biliş söz konusu olmayacaktır.
Hikmet, yaratılışı hayret ve hayranlık veren bir
açılım olarak görecek ve yaşayacaktır. Bu anlamda hikmet, donmuş, olup birmiş, sabit bir bilgi
değil, her an kendini tazeleyen bir diyalog, bir
canlılık, bir bakış ve ileri gidiştir.
Hikmetin hazır bilgi olmaması gerekir. Hazır
bilgiyi ifade eden sözcük, “kitap”tır. Bilgi, öğreti, mesaj, düstur, kitabın içindedir. Bu durumda
hikmet, bir “yeti”, bir “kapasite”, bir “potansiyel”
olarak ortaya çıkar. Bu haliyle daha çok insanın
bilme, anlama, kavrama kapasitesine işaret eder.
Kişi bu kapasite ile kitabı anlar, kitabın içindeki hikmeti anlar, ama aynı zamanda kitabın
dışındaki kitapları da anlar. Kozmos, bir ünite,
bir uyum ve armoni olarak bu kitaplardan biridir. Bir diğeri de insanın kendisidir. Buna göre
kişi hikmetle, bir yandan evren kitabını okuyup
anlarken diğer yandan da kendisini ve kendi
dünyasının kapılarını aralamaya çalışır. Bunun
en ileri şekli felsefe ve bilimdir. Zira insan, evren,
dünya ve kendisi hakkındaki rasyonel, tutarlı ve
derinlikli bilgisini, bu kapasite ile elde eder. Bu
açıdan bakıldığında hikmet yalnız felsefe değil,
insanın kendisine ve evrene ilişkin elde ettiği bilgi ve bilimlerdir de. Hikmet yalnız bilme değil,
bilgiden düşünceye, düşünceden eyleme, eylemden yeniden bilgi ve düşünceye geçebilme, teoriyi varoluşun canlı akışı ile bir seviyede tutabilme,
onu kendi varoluşu ile ilişkilendirebilme, hayatı,
mutluluğu ve sevinci yeniden üretebilme kapasitesidir. Bu açıdan bakıldığında en açık şekliyle
anlama ve yaşama gücüdür. Kişi onunla kendini
anlar, kendi dünyasını anlar, içinde yaşadığı evreni anlar. Bütün bunlar, bilimi, felsefeyi, sanatı
ve gündelik hayatı oluşturur. Hikmetin en ileri
aşaması ise, kitabı anlama gücüdür. Bu durumda
şu anlama gelir: biz sana kitabı verdik ama kitabı
anlama gücünü de verdik. Biz sana hayatı verdik,
ama hayatı anlayabilme gücünü de verdik. Biz
sana evreni verdik, ama evreni, anlayabilme gücünü de verdik. Biz sana irade gücü verdik, ama
kendini anlayabilme gücünü de verdik. Biz sana
yeryüzünü emanet ettik, ama emaneti koruyabilme gücünü de verdik. Eğer hikmetsiz kalırsan,
anlama gücünü etkin hale getirmezsen kendini
de anlayamazsın, kitabı da anlayamazsın, dünyayı da anlayamazsın, kendini de anlayamazsın,
evreni de anlayamazsın. Hikmet, en ileri şekilde
anlamanın yoludur. Hikmetin yolundan çıkarsan, hayatın yolundan da çıkarsın, kendinden
de uzaklaşır. Varlığın yolu, hikmetle aydınlanır,
hikmetle açılır. Varlıkla hikmet sayesinde bütünleşebilirsin, hikmet sayesinde sonsuzlaşabilirsin,
hikmet sayesinde özgürleşebilirsin. Hikmetsiz
kalırsan, insan olmanın yolundan da uzaklaşırsın, sonlu ve sınırlı bir varlık olarak özgürlüğünü
de yitirirsin. Kendini eğitmen ve olgun bir kişilik
haline gelebilmen için hikmet kapasiteni harekete geçirmen gerekir. Kendin, evren ve dünyan
üzerinde düşünmen gerekir. Ancak bununla birlikte kitap sana açık hale gelmeye başlar. Buna
göre hikmet kitabın anahtarıdır. Bu anahtar olamadan kitabın sayfaları açılmayacak, okunsa bile
okunmuş, ezberlenmiş olsa bile anlaşılmış olmayacaktır. Dolayısıyla kitap, hikmet sahibi kişilere
hitap eder öncelikle, onların idraki için açık hale
gelir. Hikmet, kitabın anlaşılma programıdır. O,
bu program olmadan aktif hale gelmez, özümsenmez, çözünmez.■
36
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Gökler bile dışımızda değil
CENGİZ AYDOĞDU
Y
akup Kadri Karaosmanoğlu, Zoraki
Diplomat adlı eserinde, o tadına doyulmaz Türkçesiyle, Arnavutluk’un başşehri Tiran’a dışişleri mensubu olarak tayin emrini
ilk aldığında “düştüğü ruh hâli”ni şöyle anlatır: “...
düştüğüm ruh hâli yalnız bir eksiklik kompleksinden
ibaretti. Kendi gözümde kendimi birden bire o kadar
küçülmüş o kadar şahsiyetsizleşmiş ve kendi mukadderatımı o kadar başkalarının emrine bağlanmış hissetmiştim ki, az kalsın, “Ben bu işten vazgeçtim” diye
haykıracaktım. Öyle ya; ara sıra en yüksek erkânıyla
hoş beş etmeğe gittiğim şu Hariciye Vekâlet’inde, adlarını sanlarını bile işitmediğim memurlar, bir araya
gelip benim hakkımda bir takım kararlar almışlar,
adımı, babamın adını, doğum tarihimi vesaire sicile
geçirmişler ve bana bu kayıtlara göre bir derece bir numara vermişlerdi; yarın öbür gün de, Haydi yola çık
diye emredeceklerdi.” Müthiş değil mi?
“Memuriyet” hayatını bu kadar etkileyici ve sarsıcı bir şekilde başka türlü anlatmak herhâlde biraz
zordur. Ruhun şad olsun Yakup Kadri...
.......
Ben dahi, Yakup Kadri’nin bahsettiği çeşitten
bir “emir”le yola çıkıp memleketin pek çok şehrini
dolaşan “muhacir memurîn” taifesinden bir mülkiyeliyim. Yakup Kadri’nin söz ettiği o “memurlar”ın
karar verdiği bir müddet için mecburi ikamete memur edilmemin başlangıcında o şehir, benim için
şehirler içinde herhangi bir şehirdir. Lakin zamanla
bu “herhangi bir şehir” anlayışı değişir, belirli bir
şehir hâline gelir. Şimdi size bu değişimin bendeki
yankılarını anlatacağım; önce durduğum yeri, sonra
gördüğüm şeyi...
...
Hayatın esrarlı bir mantığı vardır; önce sadece
yaşanır, sonra tasavvur edilir, daha sonra da hatıraların ve hayallerin o müthiş oyunu başlar; işte o zaman, biz o “tayin” edildiğimiz şehri sevip sevmediğimizi anlarız. Çünkü Dostoyevski’ni dediği gibi, “Bir
şehri sevmek, hatıraların ne işe yaradığını bilmektir.”
Atamayla gelen memurlar için herhangi bir şehri
sevmek ne ifade eder ki? Ayrıca bu ifadeyi nasıl ve ne
zaman anlarız? Belki yeni bir emirle başka bir şehirde ikamete memur edilince, belki de hiçbir zaman!
...
Taşranın bir kuralı olduğu söylenir; kaynaşabilirsin ama asla onlardan biri olamazsın. Tayin emri
ile dışardan gelen memurların çilesi, bu hüküm
çevresinde döner durur. Zaman zaman bir yanılsamayı yaşarız; çevremizde gördüğümüz birkaç dost
sayesinde taşradan biri olduğumuzu, oraya ait olduğumuzu düşünürüz. Lakin bir an gelir, anlarız ki
oraya ait değiliz. Bir cenaze, şehre ait bir merasim
veya geçmişin izi üzerinde yaşanan bir lahza, bir
hatırlama, bir şenlik, bir sevinç... Yani hayata dair
sıradan bir unsur, bizi şehre ait asıl dairenin dışına
atıverir. Fark ederiz ki, biz, bir “başka yerli”yizdir ve
bazı şeylerin dışındayızdır.
37
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Şehri, içinde yaşayanları beyan eden bir şey[1] diye
tarif ederler. Eğer bu ifade doğruysa, bir şehrin neyi
beyan ettiğini en iyi anlayanlar, en iyi “görenler”
herhâlde bir başka şehirden gelen “başka yerli”ler
olsa gerek... Yani bizler, şehirleri süsleyen, atamaya
tâbi memurlar... İnsanın yaşarken oluşturduğu çevre, yani “habitus”, deruni bir bahçenin dışa vurulması ise, bu bahçenin “farklı” güzelliğini ancak farklı olanlar fark edebilirler diye düşünüyorum. Şehrin
yerlileri beni bağışlasınlar ama “kanıksama” insana
ait bir vasıftır. Yerlinin kanıksadığı şeyi dışardan gelen fark eder.
...
‘Şekil, ruhsuz bir şeydir, her şey fikir ile olur’
diyenlere iştirak edemiyorum; bence şeklin de bir
ruhu vardır ve her ruh veya her fikir kendini bir şekil ile ifade eder.
Dile getirilemeyen hassasiyetler bizim millî
yükümüzdür; bir sır gibi taşırız. Bu sırlarımızı belki
bir minare ile göklere doğru haykırır, belki bir
kapı pervazı ile insanlara fısıldar, belki diktiğimiz
bir ağaç ile toprağa emanet ederiz. Şehirlerimiz,
ruhun muhtelif hareketleriyle icra olunan bir ayinin
mimari malzemeyle şekillendirilmiş hâli gibidir
aslında. Evlerimiz, caddelerimiz, sokaklarımız,
meydanlarımız hakikatte ruhun bedestenleridir:
Onlarda acılar, hüzünler ve hatıralar vardır.
Bu manada ev sahipliği bir mülkiyet biçimi
değil, bir hayat tarzı, bir kültür temellüküdür. Bu
açıdan bakınca bir şehrin yerlileri, her zaman biz
“muhacirlerden” bir adım önde bulunurlar. Şehrin
manzarasını şehirlilerin irfanı yapar çünkü. Ne var
ki içimizde olmayan şehri hiçbir yerde bulamayız.
Çünkü biz Türkler, 20. yüzyılda başımıza gelen
serencam yüzünden, hepimiz -kendi şehrimizde
yaşayanlarımız dâhil- bir şehrin sürgünüyüz; eski
şehirlerimizden yeni kentlerimize, mahallelerimizden semtlerimize, evlerimizden apartmanlarımıza
sürgün edilmiş bahtsızlarız.
Aslında hepimiz, “şimdiki zaman”ın sürgünüyüz;
belki de şimdiki zamanın mahkûmu; bütün saçmalığıyla “şimdi”, bizleri kendi dairesinde mahpus tutuyor. Şehirler arasında gezen muhacir memurların
“faik” farkları, -belki şansları- şehirlerin birbirine
benzeyen ve benzemeyen çehrelerini görebilmelerinden ibarettir.
Bazen Bütün Mana Bakış Açısında Birikir
“Sinema, çıplak göze demir elbise giydirmektir.”
diyor Tanpınar, demir elbise giydirip demirden bir
göz yapmak ve o gözün görebildiği, görüp gösterebildiği kadarıyla hayatı idrake çalışmak; seyirlik hayatlar hikâye etmek… Veya hayatı seyirlik hâle getirmek… İçimizden dışımızdan geçip giden her şeyi
temaşa etmek ve ettirmek oldukça eğlenceli ve bir o
kadar da çetin bir iş. Düşünüyorum da sinemacılar
garip insanlar. Bir nevi sihirbaz olan garip insanlar.
Bu demir gözü kullanarak ortaya son derece
“soft”, demir katılığından uzak, hayatın şiiriyetine
uygun hikâyeler çıkaran büyük Japon yönetmeni
Akiro Kurosawa’ya göre kamera kullanmanın sırrı,
durmasını bilmekte gizlidir. “Görmek, durduğumuz yer ile alakalı bir şeydir.” diyen Kurosawa,
Shakespeare’in meşhur eseri “Kral Lear”i Japon tarihine uyarlayarak çektiği “Ran” ismindeki müthiş
filmini “gökyüzünün bakış açısı” ile tasarladığını
söylüyor.
Gökyüzünün bakış açısına sahip olabilmek veya
olunsa bile o açıdan eşyaya tasarruf edebilmek mümkün müdür sualine cevap vermenin, hatta bu soruya
muhatap olabilmenin dahi müstesna bazı şartları –
herhâlde- vardır. Bu şartları bir araya getirip o bakış
açısını gözbebeğimize yerleştirseniz dahi, o noktada
görmek ve gördüğünü anlatabilmek apayrı bir efsanedir ki her fani, o efsaneye mevzu teşkil edecek
kıratta yaratılmamıştır. Nice mahiler vardır; derya
içredirler, deryayı bilmezler.
Ne zaman ki görmekten bahis açılsa, görme
işinin asıl faili, insanın dışına açılan kapıya, yani
“göz”e gözümüz takılıverir. Göz ki, söyleyemediklerimizi aşikâr eden, hissedemediklerimizi hisseden,
anlayamadıklarımızı anlayandır.
Semâya sığmayan esrâr-ı kibriyâ-yı garam
Nasıl da sığmış senin o sevda-penâh gözlerine[2]
diye methedilen göz, herhâlde, insanların yüzlerinde taşıdıkları, şu bir çift kafatası çukuru[3] olmasa
gerekir. O göz, göz değil gözistan[4] diye tavsif edilen,
çok başka âlemlere ve çok başka diyarlara açılan bir
göz olsa gerek. Bu muhteşem gözlerin sahiplerinden
biri olan Hz. Mevlana, “İnsan gözdür.” buyurmuş2. Muhittin Raif Bey
3. Atilla İlhan
4. Cemal Süreya
1. Tabir, Mustafa Armağan’a ait sanki.
38
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
tu. Burada bahsedilen göz, “ilahî hakikatlerin mahzeni” olan bir göz; her daim özge âlemler temaşa etmeye alışmış bir gözdür. Bu gözün sahipleri öyle boş
boş bakmazlar; Bu Niyazi’den de Mevla görünür[5]
derler ve Mevla’yı görecek gibi görür gibi bakarlar.
Onlardan Mevla görünür; peki, ya bizden “ne”
görünür? O muhteşem insanlar gökyüzünün bakış açısını, gökyüzüyle birlikte içlerinde taşıyabilir,
onunla da kalmayıp Bende sığar iki cihan / Ben bu
cihana sığmazam[6] diyebilirler.
Eğer Kurosawa gökyüzünün bakış açısından
bahsedebiliyorsa, şöyle veya böyle bu âlemin
kıyısına, en azından kıyıların göründüğü kayalıklara
gelebilmiş demektir; o kadarcık bir gönül –herhâldetaşıyordur.
Gökyüzünün bakış açısı, zannımca yeryüzüne
en munis gelen perspektiftir. Yeryüzünün hakkını
yemeyelim; onun dahi bir bakış açısı vardır ve her
halükârda gökyüzüne müteveccihtir; bu meyane
gönderilen insanoğlu ise,
Atılmışım iki la-yefhemin miyânesine
Zemine anlatamam, asumâne anlatamam[7]
mısralarında ifade edildiği üzere, yerin kabul
edebileceği ve göğün içine sığabilecek bir bakış açısı bulabilmenin sancısı ile dertli ve ikirciklidir. Bu
hâlinden ötürü kendisini yere ve göğe her zaman
kabul ettiremeyen insanoğlu, çareyi kendisine uygun mekânlar icat etmekte bulmuş, çadırlar kurup
evler yapmış, tatmin olmayıp göğe başkaldıran yapılar inşa eylemiş, yerden uzaklaştığı gibi göklerden
de korkup muhkem çatılar altına gizlenmiş, gizlendiğini sanmış. Hülasa yerle gök arasına gizlenmenin
adını “şehir” koymuş.
Evet, göğe yükselen binalar inşa etmişiz
ama, gökyüzüne bakmayı unutmuşuz. Behçet
Necatigil’in o meşhur radyo oyununda (Yıldızlara
5. Niyazi Mısrî’den;
“Ârife eşyâda esmâ görünür
Cümle esmâda müsemmâ görünür
Bu Niyâzî'den de Mevlâ görünür
Âdem isen ‘semme vechullâh'u bul
Kanda baksan ol güzel Allah'u bul” şeklinde devam
eder...
6. Nesimî
7. Muallim Naci’den ...
“Beyan-ı maksat için yâre tercümânım var
Belâya bak ki onu tercümâna anlatamam...” diye devam
eder...
Bakmak), “göğe bakma durakları” mevkiindeki
post-modern şehirlerden bahsetmesi herhâlde böyle bir hasretin ifadesidir. Belli ki Necatigil de tıpkı
Kurosawa gibi göğe bakmasını bilen insanların ruh
soyundan... O ruh soyundan gelen insanların yaptıkları şehirler, yerin ve göğün içinde, içinde yer ve
gök bulunan şehirler, ki o şehirlerde insan, yerin ve
göğün farkına vararak ve yerle gök tarafından fark
edilerek yaşar. Onların yaptıkları şehirlerin kalıntılarını, harabelerini bir sanat eserini seyreder gibi
seyrediyor, şayet bize intikal eden bir şehir köşesi,
sürpriz bir peyzaj varsa onu da korumaya alıp önünde mersiyeler yakıyoruz. Bizler bugün, bu manada
şehir fikrini kaybettik.
“Cedlerimiz, inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı.
Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı.” diyor Tanpınar. Biz perişan torunların
bir ruhu yok ki, onu maddeye “hakk” etmek gibi
endişeleri olsun. Eskiler mabet inşa eder gibi şehir
kuruyorlardı. Kendileri bile dahi yapılıyorlardı taş şu
toprak arasında[8].
Oysa biz, kendimize bir “mabut” yapar gibi, bizi
ezecek ve yönetecek bir “şey” arar gibi şehirler inşa
ediyor ve tabii ki arada kaybolup gidiyoruz. Kaybolmamak için tabiata sığınan piknikçilerimiz de yok
değil gerçi ama, onlar dahi açık havalara “hastane”ye
gider gibi; kırlara ve bahçelere -eğer kaldıysa- bir
açık hava müzesine gider gibi gidiyorlar.
Ne yaparsak yapalım, bugünkü şehirlerimizde
tabiatı ve tabiata bağlı olarak deveran eden zamanı
kaçırıyoruz. Ne yazımız yaz ne kışımız kış, çoğu zaman “baharı görmeden yaz gelip geçiyor”. Gece ve
gündüzü ise hiç saymıyorum, zira gece ve gündüz
farkının kalmadığı zamanların sakinleriyiz. ■
8. Hacı Bayram-ı Veli...
Şiirini tamamı;
“Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde
Bakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde
Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım taş u toprak âresinde
Şâgirtleri taş yonarlar yonup üstâda sunarlar
Allâh’ın adın anarlar ol taşın her pâresinde
Ol şârdan oklar atılır gelir canlara batılır
Ârifler sözü satılır ol şârın bâzâresinde
Bu sözü ârifler anlar câhiller bilmeyip tanlar
Hacı Bayram kendi banlar ol şârın minâresinde”
39
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Şehirler, kütüphaneler ve müzeler
NÂMIK AÇIKGÖZ
M
edeniyetin üç önemli temeli: şehir,
kitap ve müze!...
Medeniyet varsa, onun arkasında
mutlaka bir şehir; mutlaka büyük kütüphaneler
ve büyük müzeler vardır. Ve mutlaka bu şehirde
dünyanın en büyük kütüphanelerinden ve müzelerinden biri veya bir kaçı yer alır. Her medeniyete
merkezlik eden bir veya bir kaç şehir ve bu şehir
hakkında yazılmış kitaplar da vardır.
Medeniyetler, insanlık birikiminin sürekliliğine dayanırlar. Kendi coğrafyasına sıkışıp kalmış
toplumlar, ancak “folklor” veya en iyimser tabirle
“kültür” üretebilirler; medeniyet değil. Medeniyet
geniş, derin ve sürekli nefes demektir. Medeniyetlerin hacim genişliğini, sürekliliğini ve derinliğini
sağlayan şey ise kitaptır. Yazılı metni veya kitabı olmayan insanlık birikimi, medeniyet oluşturamaz;
olsa olsa sadece folklor veya kültür oluşturur.
Kitaplar ve kütüphaneler
Her ne kadar papirüse ilk yazı yazıldığında Mısır kralı “Bu yaprak kaybolduğunda, bilgilerimiz
de kaybolacak.” diyerek sözlü ve insana mâl olmuş
bilgiyi savunsa da, kitap toplumların geleceğe uzanan birikimlerinden en önemlisidir. Kitap yoksa
toplumların hafızaları da yoktur.
İlk kitap yazıldığında, kütüphaneci Aristark,
kitabı okuyucudan gizlemiş; eleştirmen Zoil de kitabı eleştirmiştir ama kitap var olduğu müddetçe,
insanlık yeryüzünü daha iyi kullanmayı başarabilmiştir.
Kitap, tek başına unutulma veya kaybolmanın
insafına terk edilmiştir. Her kitap yanında kütüphaneyi de getirir ki o kütüphaneler, medeniyetlerin
ana hâfızalarıdır.
Kitabı yazılan şehirler
Şehir
kitaplarını,
bir
şehri
bütün
yaşanmışlıklarıyla anlatan kitapları severim. Tabii
ki, söz bu mecraya dökülünce, Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın Beş Şehir’ini hatırlamamak olmaz.
Tanpınar, Beş Şehir’de İstanbul, Bursa, Ankara,
Erzurum ve Konya’yı anlatırken, kuru turistik
bilgiler vermez. Anlatılan her şehirdeki birikim,
tarihî yaşanmışlıklarıyla ve insan sıcaklığıyla verilir. Zaman zaman anlatılan ayrıntılarda, o şehirlerin büyüsü, duygusu, hüznü, sevinci gizlidir. Birer
medeniyet merkezi olan bu beş şehir, yansıttığı
medenî zenginlikleriyle ve müellifin duygularıyla
mezc edilerek anlatılır. Bu yüzden, Beş Şehir, Türk
edebiyatının en önemli şehir kitabıdır. Fakat ben
hâlâ, bu kitapta Edirne’nin niye anlatılmadığına
şaşarım. Edirne’nin yanında Manisa ve Kütahya da
olsa daha iyi olmaz mıydı?
Beş Şehir, Türk aydınının şehirlere bakışını değiştirmiş bir kitaptır. Şehirlerin, insanlar gibi nefes
alıp verdiğini, duygulandığını, hüzünlendiğini,
Türk aydınına Beş Şehir öğretmiştir.
1976’da üniversite tahsili için gittiğim
Ankara’yı, hep Tanpınar’ın gözüyle görmeye çalışmışımdır. Samanpazarı, Kale, Hacı Bayram...
Oraları gezerken yanımda hep Tanpınar vardı.
(İstanbul’da rehberim sadece Tanpınar değildi
elbet... Yahya Kemal, Samiha Ayverdi, Sait Faik,
Haldun Taner, Salah Birsel’le gezdim İstanbul’u.)
Türk edebiyatında, Beş Şehir kadar olmasa da,
Mitat Enç’in kaleme aldığı Uzun Çarşının Uluları
adlı kitap, Gaziantep’i anlatır ve dışarıdan bakıl-
40
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
dığında sakinliği insanı da sakinleştiren o şehrin,
aslında içinde nasıl dinamik bir kimliğe sahip
olduğunu; insanlarının ve hikâyelerinin demlenmiş kültürlerinin mülâyemetindeki etkisini dile
getirir. Anlatılan insan tipleri, esnaflar, sokaklar,
dükkânlar, bu şehrin nasıl nefes alıp verdiğini; o
vakur çehrenin arkasında ne derin ve etkili bir birikimin olduğunu yansıtır.
Ve Ahmet Turan Alkan’ın Altıncı Şehir’i... Yani
Sivas...
Ahmet Turan Alkan’ı 1978 yılı Kasım ayında
çıkarmaya başladığımız Divan dergisinin ilk sayısındaki “Şehir” yazısı ile tanımıştım. Şehirlere
dair umutsuzluklarımız da umutlarımız da benziyordu birbirine... Ben Altıncı Şehir başlığıyla
Elazığ-Harput’u yazmak istiyordum; Alkan erken
davrandı aynı adla Sivas’ı anlattı. Mimarisi, sokakları, mahalleleri, Çerkez’in kahvesi ve en önemlisi
insanıyla anlattı Sivas’ı... O içine sığmayan, o hemen kanatlanıp uçuverecekmiş gibi olan ama bir
türlü havalanamayan taşra şehriydi anlattığı. Biraz
medeniyet birikimi olan taşra şehirlerinin hepsinin
hikâyesiydi belki Sivas.
Ahmet Turan Alkan’ı, Amasya’yı anlattığı Yedinci Şehir ile Özkan Yalçın takip etti. Şehzadeler
şehri olan Amasya’nın tarihî birikimi, tabiatı ve
özellikle, şehrin insan profilini en güzel yansıtan
kahvehaneleriyle anlatılan şehir, kitaba kültürel
canlılığıyla yansıtılmıştır.
Bu halkaya en son, genç yazarlarımızdan Yücel
Bayar’ın, Samsun’u anlattığı Amisus- Mavi Şehrin
Öyküsü adlı kitabı eklendi. Yücel Bayar bu kitabında, şehrin tarihî dokusundan ziyade, insan dokusuna önem vermiştir. Anlatılan hikâyeler, Samsun
insanının geleneksel yapısını vermesi açısından
önemlidir. Tabii keşke sadece geçmişe ve folklora
dayanılmasaymış ve günümüz insanının (elbette
yazarın) olgu karşısındaki durumu ve düşünceleri
de işlenseymiş metne.
Türk şehirlerinin nitelikli anlatımlarının yanı
sıra, dünya şehirlerini okuduğum kitaplardan biri,
Cengiz Çandar’ın Benim Şehirlerim adlı kitabıdır.
Selanik, Kudüs, Paris, Roma gibi kadim şehirleri de
nevzuhur ama dünya konjonktüründe etkili şehirleri de Çandar’ın kitabından okudum. Üslubu çok
rahat ve hatta zaman zaman savruktu ama bu savrukluğu bile kitaba ayrı bir güzellik katıyordu. (Ben
o üsluba “hergele üslubu” demiştim. Çandar’ın da
böyle dediğimden haberi var.)
Benim Şehirlerim’i okuyuncaya kadar, “kozmopolit” kelimesini entelektüel bir hakaret olarak
kullanırdım. Fakat bu kitabı okuyunca anladım ki,
dünyanın gidişine yön veren şehirler, kozmopolit
şehirlerdir. Çünkü aynı şehirde bir arada yaşayan
kültürler, birbirlerini doğurganlaştırıyorlar. Çandar, gezip gördüğü veya yaşadığı şehirlerdeki bu
doğurganlığa da dikkat çekiyor kitabında.
Eski şehirlerin eski kitapları
Şehir kitapları geleneği bizde yeni değil. Şu
anda, Tanpınar’ın belirlediği format geçerliyse de,
eski kültürümüzde de şehir kitapları vardır. Ahmed
Fakih’in Kitabu Evsâf-ı Mesâcidi’ş-Şerife (13. yy.)’si;
gene 15. yüzyılda başlayan Şehrengizler (Edirne, İstanbul ve Bursa şehrengizleri); 16. Yüzyılda
Latifi’nin yazdığı Evsâf-ı İstanbul ve Feyzî’nin yazdığı Fezâ’il-i Kuds ve 17. yüzyılda Nâbî’nin yazdığı Tuhfetü’l-Haremeyn adlı eserler, şehir kitapları
geleneğinin arka planını oluşturur. Şehrengizler,
şehirlerdeki esnaf çıraklarını anlatırlar; şehirle ilgili
ayrıntıya pek girmezler. Bunlardan ancak o şehrin
esnaf yapısının ipuçları elde edilebilir. Ahmet Fakih, Nâbî ve Fevzî’nin eserleri, dinî mekânların
anlatıldığı eserlerdir.
Ve müzeler...
Kitaplar, düşüncenin kelimeye dökülmüş sonuçlarını korurlar; müzeler eşyaya dönüşmüşünü...
Büyük medeniyetlerin büyük müzeleri vardır; çünkü koruyacakları çok şeyleri vardır. Bazen öyle ki,
bütün şehir müzedir. Mesela Mardin... Mardin
tam bir müze-şehir özelliği gösterir. Ortadoğu’nun
bütün birikimleri, mahalle mahalle, sokak sokak,
ev ev korunmuş; taşa işlenmiştir Mardin’de. Bu
yüzden Mardin yaşayan bir müze-şehir olma özelliğini devam ettirirken, hafızaya sahip olmanın
önemini de hissettirir bizlere.
Medeniyet merkezlerindeki müzeler, o medeniyetin bütün maddî kültür unsurlarını barındırarak,
bir tür hafıza görevi de üstlenirler. Etnografik, arkeolojik, sanayî, tarımsal, teknolojik müzeler, sadece bir toplumun değil, bütün insanlık birikiminin
korunduğu kurumlardır.
Ve sonuç
Kitaplar, kütüphaneler ve müzeler... İnsanlığın
bütün birikimini barındıran eserler ve kurumlar...
Bir şehrin kütüphanesi ve müzesi yoksa hafızası da
yok demektir.
Dünyanın şanslı şehirleri, medeniyetlere beşiklik etmiş şehirlerdir ve en şanslı şehirler de hakkında kitap yazılan şehirlerdir.■
41
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Şehir kütüphaneleri
MEHMET KURTOĞLU
B
ir şehri bir mabet, bir mabedi bir
inanç, bir inancı bir kitap doğurur.
Çünkü bütün ilahî dinlerin kaynağı
kitaptır. Her resul bir kitap sahibidir, her nebi
bir kitabın peşinden gitmiştir. Şehirleri kuran irade aynı zamanda medeniyeti kuran iradedir. Bu
irade ilhamını kitaplardan ve kütüphanelerden
almıştır. Antik dönemlerden modern zamanlara
kadar kurulan her şehir bir felsefeye, bir inanca
dayanmıştır. Özellikle dünya medeniyetine ışık
tutan şehirler; kitap, kütüphane, ilim, irfan ile
içiçedir. En görkemli medeniyetler en görkemli
fikirlerden, en görkemli fikirler kitap ve kütüphanelerden doğmuştur. Yolu kütüphanelerden geçmeyen tek bir ilim ve fikir adamı yoktur. Örneğin İskenderiye Kütüphanesi kurulurken yalnızca
kitap toplanmamış, etrafa dağılmış, himayesiz
âlimler de bu şehre toplanmıştır.
Tarihe mal olmuş medeniyetlerin temeli kitap ve kütüphanelerde atılmıştır. Tarihin seyrini
değiştiren kitaplar, aynı zamanda medeniyetin de
seyrini değiştirmiştir. Her fikir bir diğerine kaynaklık eder, bu yüzden algıları değiştiren bir kitabın arkasında birçok kitap, daha doğrusu büyük
bir kütüphane vardır. Kütüphanelerin doğması,
medeniyet tarihi içinde belli bir sürecin geçmesini zorunlu kılmıştır. Bu süreç Antik çağlarda ağaç
yaprakları, ağaç kabukları, ağaç levhalar, beyazlatılmış ağaç levhaları, balmumu kaplı ağaç lev-
halarından sonra kil tablet, ostrakon, taşlar, madenler, keten bezi, fildişi, kemik, hayvan kabukları ve organları, diğer bazı maddeler ve papirüs’e
kadar değişik maddeler kullanılmıştır. Dünyanın
ilk kütüphanesini Asurlular kurmuştur. Bugün
Asurluları Ninova tabletlerinden/arşiv /kütüphanesinden tanıyoruz. Kâğıt, kitap ve kütüphane hiç kuşkusuz kadim Mısır’ın Papirüs’ünden
doğmuştur.[1] Papirüs’ten kitaba, kitaptan kütüphaneye geçiş sürecinde şehirler ve kütüphaneler
medeniyetin inşasında önemli rol oynamışlardır.
Şehirlerin kuruluş felsefesi, bilgi ve birikime
dayanır. Bu bilgi ve birikim medrese/okul/ekol/
kitap/kütüphanede saklıdır. Zira şehirler kütüphaneleri, kütüphaneler şehirleri kurarlar. Adları
kütüphanelerle özdeşleşmiş, medeniyet tarihine
mal olmuş öyle şehirler vardır ki, medeniyet tarihinde bir şehir olmanın ötesinde bir ekol/bir fikir
olarak yer alırlar. Örneğin İskenderiye Kütüphanesi, yalnızca bir şehir kütüphanesi olarak değil,
buradan doğan Yeni Eflatunculuk düşüncesiyle
meşhurdur ve düşünce tarihine yine bir anlayış
getirmiştir. İskenderiye Kütüphanesi önemli ve
özel kılan yalnızca oradaki kitapların sayısı değil,
aynı zamanda o kitapların ortaya çıkardığı bilgi
ve birikimdir. Hilmi Ziya Ülken İskenderiye Kü1. Bakınız, Prof.Dr. Nuray Yıldız, Eskiçağda Yazı
Malzemeleri ve Kitabın Oluşumu, Türk Tarih Kurumu
Yay. Ankara, 2000
42
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
tüphanesi için: “Yeni Eflatunculuk diye tanınan
büyük felsefe ve ilim hareketinin doğması tarihin
en mühim hadiselerinden biridir. Büyük teşkilatçı
ve hukukçu olan Romalılar ilim ve sanat sahasında
Yunanlılara nazaran barbar sayılabilirdi. Yunan’ın
hasbi ve mücerret fikir faaliyeti yerine Roma’da içtimai gaye için olan ameli ve müşahhas fikir işleri
kaim olmuştur. Roma hukuk ve tarih yazmıştır.
Fakat ilim ve felsefede Yunanlıların çırağı olmaktan hiçbir zaman kurtulamadı. Bundan dolayı,
eğer Yeni eflatunculuk hareketi ve onu canlandıran
İskenderiye Kütüphanesi olmamış olsaydı mücerret
fikir faaliyeti, kuvvetini ve sürekli akışını kaybedecekti” [2] diye yazar. Bu anlamda Antik Roma ve
Atina okullarına yalnızca bir üniversite/akademi
olarak değil, bir felsefe bir düşünce olarak bakmak gerekir. Ki bu şehirler akademileriyle ön plana çıkarken, arka planda bu akademileri ayakta
tutan bilgi yani kitap/kütüphane bulunmaktadır.
Medeniyetler doğudan batıya, batıdan doğuya güneşin doğup batması gibi dönüp durur. Bu
dönüşüm esnasında kültürlerin çatışmasından
bir kıvılcım oluşur. Bir yerde batan medeniyet,
böylece başka bir yerde doğar. Tarih boyunca medeniyetler hep bu minval üzere doğup batmıştır.
Mezopotamya medeniyetinden Yunan-Roma,
Yunan Roma‘dan İslam, Kurtuba-İslam medeniyetinden bugünkü Batı medeniyeti doğmuştur.
Tarihi Atina, Roma, İskenderiye, Antakya, Urfa,
Harran, Nusaybin, Cinduşapur, Bağdat, Kurtuba
şehirleri, aynı zamanda medeniyetin dönüşüm ve
doğuşuna kaynaklık etmiş ekol/okul şehirlerdir.
Bu şehirler, medeniyet tarihine ilim, irfan ve kültürleriyle damga vurmuşlardır. Birbirine ilim ve
kültürle bağlanmış, kitap yüklü kervanlarla ilim
ve irfan taşınmıştır.
Bu konuda Farabi; “İslamiyet’in zuhurundan
sonra ilim, İskenderiye’den Antakya’ya intikal etti
ve orada uzun müddet kaldı. Nihayet orada bakiye olarak yalnız bir muallim kalacak kadar faaliyet azalmıştı. Bu zattan iki adam ders gördü ve
onların sayesinde bazı kitaplar vücuda geldi. Onlardan biri Harran’da yerleşti, diğeri Merv’e gitti. Merv’e giden muallim, iki kişi yetiştirdi. Biri
İbrahim el Mervezi, diğeri Yuhanna bin Haylan
idi. Harran’a yerleşenden de rahip İsrail ve Kuveyri (Kuweiri) yetiştiler. Bunlardan her ikisi de
Bağdat’a gittiler, İsrail ihtida etti ve orada kaldı.
Fakat İbrahim el Mervezi, Bağdat’a gelerek bu şehirde yerleşti. Mervezi’den Matta bin Yunan ders
gördü. Evvelce Aristo mantığından yalnız Eşkâlül Hamliye’nin sonuna kadar öğretiliyordu. Ben
bu Yuhanna vasıtasıyla mantığın diğer kısmını
da okudum. Ve ‘Bürhan Kitabı’nın sonuna kadar olan bahisleri öğrendim”[3] diye yazmaktadır.
Farabi’nin hocası olan Yuhanna bin Haylan aynı
zamanda Harran okulunda da hocalık yapmıştır.
Daha sonra Bağdat’a göç etmiştir.[4] Görüldüğü
gibi eskiden şehirler yalnızca ticaret kervanlarıyla değil, ilim ve kültür kervanlarıyla da birbirine
bağlanmıyor, ilim aşkıyla hocalar ve talebeler şehirden şehre göç ediyorlardı. Bu göçlerin yoğunluklu olduğu devirlerde kültürel etkilemiş doruğa
çıkıyor ve kültür ve medeniyetin gelişimine katkı
sağlıyordu.
Mesela Bağdat’ta Halife Me’mun “Beytül Hikme” adını verdiği bir tercüme mektebi kurmuş,
başka ülke ve şehirlerden toplattığı kitaplarla
büyük bir kütüphane oluşturmuştur. Onun oluşturduğu kütüphane daha sonra İslam âleminde
büyük Endülüs Medeniyeti’nin doğmasına neden olmuştur. Zira Urfa ve Harran okulları aracılığıyla Yunancadan Süryanice ve Arapçaya tercüme edilen eserler, buraya taşınmış, buradan da
Endülüs’e geçmiştir. Bilindiği gibi İslam medeniyetinin en görkemli devirlerinden biri Kurtuba’da
yaşanmıştır. Kurtuba, Bağdat ve Mısır’da tercüme
edilenleri yeniden tashih ve yorumlayarak yeni
bir uyanış yaratmış, İslam âlimini büyük filozof
ve âlimlerinin çıkmasına vesile olmuştur. Bu okulun en büyüğü hiç kuşkusuz İbn Rüşd’tür.
Farabî, “El Medinetü’l Fâzıla” ve “Es Siyâsetü’l
Medeniye veya Mebâdi’ül Mevcûdât” adlı eserlerinde, Faziletli ve Cahil olmak üzere şehirleri ikiye
ayırır. Farabi, faziletli/erdemli şehirde bulunması
gereken vasıflar ile bir İnsanda/Müslüman’da bulunması gereken hasletlerin benzer olması gerektiğini savunur.[5] Bir insanda aranan erdem ve gü-
2. Hilmi Ziya Ülken, Uyanış Devirlerinde Tercümelerin
Rolü, sh. 23, İş Bankası Kültür Yay. İstanbul, 2009,
Bakınız, Roy Macleod, İskenderiye Kütüphanesi, Dost
yay. Ankara, 2004
3. H. Z. Ülken, age.sh.51
4. Mehmet Kurtoğlu, Kültür Şehri Urfa, sh.268, İl Kültür
ve Turizm Müdürlüğü Yay. Ankara, 2006
5. Farabî, El medinetü’l Fâzıla, Kültür bakanlığı Yay.
43
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
zellikler şehirde de olmalıdır. Farabi’nin öne sürdüğü faziletli/erdemli şehir, gerçekte İslam’ın ön
gördüğü, Medine’de Efendimizin yeniden inşa ettiği, İslam medeniyetinin ilk örneğini teşkil eden
şehir tipidir. Nasıl ki, bilgi/hikmet Müslüman’ın
yetik malı ise, erdemli şehirlerin de bilgi/hikmet
yitik malı olmalı ve onun peşine düşmelidir. Bu
arayış ister insan ister şehir olsun sonuç olarak
bilgi/kitap/kütüphane ile buluşmak zorundadır.
Kaynaklar İslam dünyasında üç büyük kütüphanenin olduğunu belirtir ve bunların; Bağdat’taki Abbasi Kütüphanesi, Kahire’deki Fatımi
Kütüphanesi ve Kurtuba’daki Endülüs Emevileri
Kütüphanesi olduğunu söyler. Bağdat Kütüphanesi yalnızca el Me’mun’un desteklemesiyle sınırlı
kalmamış, “ilim Çin’de bile olsa onu alınız” diyen
Peygamberimizin hadisi şerifi uyarınca başkaları
tarafından da desteklenmiştir. Me’mun’dan sonra
Mu’tazıd’ın Bağdat’ta yeni bir saray yaptırırken,
ilim ve edebiyatçıların çalışabileceği bir binayı saraya ilave ettiği, ayrıca bunların çalışmaları için
ihtiyaç duyulan bir kütüphane yaptığı söylenmektedir.[6]
İslam âleminde nerede bir medrese/okul varsa
orada mutlaka bir kütüphane vardır. İslam medeniyetin en ihtişamlı sahifelerinde şehirlerle birlikte kütüphaneler de zikredilmektedir. Emevi devletinin kurcusu Muaviye, Şam’da bir kütüphane
kurmuş, daha sonra torunu Halid bin Yezid bunu
genişletmiştir. Yine Mansur’un sarayında zengin
bir kütüphane meydana getirdiğini kaynaklardan
okumaktayız.[7] Özellikle de 794 yılında Harun
Reşit, kâğıt fabrikası kurmuş, telif, kitap ticareti
ve kütüphanelerin gelişmesine vesile olmuştur.
Onun döneminde şehirlerden şehirlere kitap taşıyan deve kervanlarından bahsedilmektedir. Yine
en göz alıcı olduğu söylenen Kahire’deki Fatımi
kütüphanesinde yalnızca kadim ilimler, yani Helenistik tabiat bilimi ve felsefesi üzerine on sekiz
bin kitap olduğu belirtilmektedir. 756 yılında
imparatorluğun en batısındaki topraklarda devletlerini kuran Endülüs Emevileri, en büyük gelişimini II. Hakem döneminde kaydeden bir küAnkara, 1990, Farabi, Es Siyâsetü’l Medeniye veya
Mebâdi’ül Mevcûdât, Büyüyen Ay Yay, İstanbul, 2012
6. Johannes Pedersen, İslam Dünyasında Kitabın Tarihi,
sh.126, Klasik Yay. İstanbul, 2012
7. Bakınız, Yrd. Doç.Dr. Mevlüt Koyuncu, Beyan Yay.
İstanbul, 1997
tüphane inşa etmişlerdir. Halife âlimleri etrafında
toplarken, Kurtuba’nın en büyük mescidi bir ilim
merkezi haline gelmiştir.[8]
İslam dünyasında yalnızca halife veya sultanlar kitap ve kütüphaneler kurmamıştır, ayrıca
ilim ehli büyük âlimler, sultana yakın ve varlıklı
kişiler de kitaplık ve kütüphaneler oluşturmuşlardır. Bu anlamda İslam âleminde vakıf kütüphaneleri oldukça dikkat çekmektedir. Özellikle Abbasiler döneminde iktidara yakın kişilerin, zengin
kişilerin de kütüphane kurdukları, bazılarının
kitaplarını vakfettiklerini bilinmektedir. Örneğin Büveyhi ailesinden Adudüddevle, Şiraz’da bir
kütüphane kurmuştur. “985 yılında kütüphaneyi
bizzat ziyaret eden Makdisî, orayı bahçeler, göller ve su yollarıyla çevrili bir binalar kompleksi
şeklinde tasvir etmiştir. İki kattan oluşan tepesi
kubbeli binalarda, yöneticisinin ifadesine göre,
toplam üç yüz altmış oda bulunmaktadır. Yeni
kitapların olduğu raflar, hemen bitişiklerinde
depoların bulunduğu geniş kemerli odalarda tutuluyordu. Odaların hepsi, insan boyundaki dolaplar ve süslü kapılarla donatılmıştı. Dolapların
içinde, o zamana kadar yazılmış hiçbir şeyin eksik
olmadığı kitaplar vardı. Her bölümün katalogu
ayrı ayrı bir rafın üzerine konmuştu.”[9]
İslam âleminde kahramanlıklarıyla tanıdığımız komutanlar, hiçbir zaman ilmi ihmal etmemiş, bir yandan savaş meydanlarında çarpışırken,
diğer yanda medrese, kitap ve kütüphanelerle iç
içe olmuşlardır. Hatta İslam’ın kılıcı olarak anılan Selahaddin Eyyubi ve Zengi gibi komutanların medrese kurmaya azami gayret gösterdiklerini
görüyoruz. Ayrıca İslam âlemindeki büyük camilerin mutlaka birer kütüphanesi olduğu bilinmektedir. “Moğol istilasından önce Merv’de üç yıl
kalan ve yazacağı eserleri için malzeme toplayan
yakut, bu şehirde kendi zamanında bazıları cami,
medrese ve hankahlarda bazıları da müstakil binalarda olmak üzere on kütüphane bulunduğunu
söyler. Yakut’a göre kütüphanelerden genellikle
rehin vermeden ödünç kitap alınabiliyordu ve
kendisi de 1219 yılında Moğol tehdidi yüzünden
bu şehirden ayrılıncaya kadar bundan oldukça
faydalanmıştır.”[10] Bugün dahi Kahire’de Ezher
8. J. Pedersen, age.sh.130
9. J. Pedersen, age.sh.133
10. İsmail E. Erünsal, Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri,
44
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Cami, Mekke, Medine, Tunus’taki Zeytune, Cezayir’deki Tilimsan ve Fas’taki Rabat camilerinde
kütüphane ve çok sayıda el yazma eserler vardır.
İslam dünyasında hemen hemen her şehirde
kitap kütüphane yanında şahıslar tarafından kurulan ve vakfedilen kitaplıklar ve kütüphaneler
olduğu bilinmektedir. İhtişamlı şehir kütüphanelerinin haricinde taşra şehirlerinde bu anlamda binlerce kitap vakfına rastlanmaktadır. Özel
olarak üzerinde durulması gereken kitap vakıflarının, Hicri ilk asırda Mekke-i Mükerreme’de bir
kütüphane kuran Abdülhakem el Cumehi ile başlamış olduğu söylenmektedir.[11] “Müslümanların
ilim ve ilim adamlarına olan sevgileri ve İslam’ın
eğitime teşvik etmesini; fıkıh âlimlerinin, kitap
gibi gayrimenkul mal veya mülkün vakfedileceği
esasına dayandırmış olduğu söylenmektedir. Bunun ilk şartı da vakfın gayrimenkul gibi ebedi olması değildir. Örfe dayanan ve istihsan’dan olduğu kabul edilen kitap vakfı, bu fıkıh âlimlerinin
verdiği cevazla birlikte, insanlara yararlı olması
ve hayırlı bir iş yapmanın verdiği sevinçle başlar. Müslümanlardan hayır ve ihsan sahibi kişilerin kitap vakfı geleneği böylelikle oluşmaya
başlamıştır.”[12]
Kültür ve medeniyete önem veren Osmanlı,
fethettiği şehirlerin yalnızca mimarisini değil,
kültür ve irfanına da önem vermiş, medreseler,
kütüphaneler kurmuştur. Örneğin İstanbul’u
fetheden Sultan II. Mehmed, imparatorluğunun başkenti olarak tasarladığı İstanbul’u aynı
zamanda bir kültür merkezine dönüştürmüş,
imar faaliyetini büyük cihad olarak adlandırmış
ve fetihten sonra ilk olarak şehirdeki mabetleri
cami ve medreseye dönüştürmüştür. Kaynakların yazdığına göre “fethi müteakip ilk yapılan
binalardan biri Beyazıd’daki Eski Saray’dır. II.
Mehmed’in Manisa’dan Edirne sarayına götürdüğü kitapların Eski Saray’ın tamamlanmasından
sonra İstanbul’da ilk kurulan kütüphane olan bu
saray kütüphanesi daha sonra Yeni Saray’a taşınmıştır. Osmanlı Padişahlarının ilme düşkünlüğü,
İmparatorluğun birçok yerinde kütüphanelerin
sh.61, Türk Tarih Kurumu Yay. Ankara 2008
11. Prof.Dr. Yahya Mahmut Cüneyd, İslam Âleminde
Vakıf Kütüphaneciliği, sh. 33, Kent Işıkları yay. İstanbul,
2009
12. Yahya Mahmut Cüneyd, age. sh.33
açılmasına vesile olmuştur. Örneğin I. Selim’in
Mısır seferi sırasında kitap toplamaya çalıştığı ve
bu arada kendi kütüphanesine ait kitabı da yolda kaybettiğini kaynaklardan öğrenmekteyiz.”[13]
Ayrıca büyük şair Fuzulî’nin kütüphane’de memur olarak çalıştığı sırada keşfedilerek İstanbul’a
getirildiği bilinmektedir. Osmanlı döneminde
Eyüp Külliyesi Kütüphanesi, Nuru Osmaniye
kütüphanesi, Ayasofya Medresesi Kütüphanesi,
Çandarlızâde İbrahim Paşa’nın Edirne’deki imaretinde kurulan kütüphane, Amasya Medresesi’nde
kurulan kütüphane ve daha birçok şehirdeki kütüphaneler, hem Osmanlının kitap ve kütüphane
sevgisini ortaya koymakta hem de şehir kütüphane ilişkisinde kütüphanelerin olmazsa olmaz olarak karşımıza çıktığını göstermektedir. Cumhuriyet döneminde ise yüz yirmi yedi kütüphaneden
toplanan kitaplarla Süleymaniye Kütüphanesi
meydana getirilmiştir.
Şehir kütüphane ilişkisini salt kuru bilgiler ışığında değerlendirmek doğru değildir. Şehirlerin
kuruluş felsefesini oluşturan derin ve köklü bir
kültürel arka plan vardır ve bu arka planı kitap/
kütüphane ve ilim adamları beslemektedir. Şehir
kütüphanelerini sahip oldukları kitap ve kütüphane sayısıyla değerlendirmek bize belki somut
bilgiler vermesi bağlamasında bir ipucu verebilir;
ama gerçekte bu kütüphanelerin şehrin oluşumunda ve ilim hayatında gördüğü işleve bakmak
gerekir. Farabi’nin Faziletli/Erdemli ve Cahil Şehirler diye tasnif ettiği ayrım üzerinden gidersek,
erdemli şehirlerin gerçekte bilgiyi içselleştirmiş,
cahil şehirler gibi zorunluluğun ve zorbalığın
bir araya getirdiği toplumlardan değil, ilmin ve
irfanın bir araya getirdiği toplumun inkişaf ettiği şehirler olarak algılamalıyız. Zira erdemli şehir; ancak bu kitap/kütüphane/bilgi ve irfan ile
buluştuğunda Faziletli/Erdemli olabilir. Ve bir
şehrin buna ulaşabilmesi için mutlaka kitap ve
kütüphaneye sahip olması, insanlarının yolu ise
kütüphanelerden geçmesi gerekmektedir…■
13. İsmail E. Erünsal, age.sh. 92,
45
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Kütüphane
NURULLAH ALKAÇ*
İ
lk örnekleri, Mezopotamya ve Mısır’da
kil tabletlerden oluşan kütüphaneler,
daha sonra uygarlığın diğer unsurlarıyla
birlikte, Antik Çağ Yunan ve Roma dünyasına
geçmiştir. Bu gelenek daha sonraki yüzyıllarda
Batı dünyasında kütüphanelerin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Böylece en eski kütüphanelerdeki kil tabletlerden, Antik Çağ kütüphanelerindeki papirüs ve parşömen rulolarından, günümüzün bilgisayarlarla donatılmış kütüphanelerine
kadar uzanan kütüphanelerin gelişme zincirinin
halkaları tamamlanmış oluyordu.
Eski Doğu’da hem kütüphane hem de arşiv
özel veya saray ve tapınak gibi resmî bir kuruma
bağlı olabiliyordu. Dicle, Fırat ve Nil nehirlerinin
sağladığı uygun koşullar sonucu yerleşik hayata
geçilmesi ve kentleşme, iletişim ihtiyacını doğurmuş ve piktografik yazıya doğru adım atılmıştır.
M.Ö. 3000-2500 yıllarında Mezopotamya’da çivi
ve Mısır’da hiyeroglif yazıları, piktografik yazının
gelişmesi ile biçimlenmiş, gelişmiş ve yazılı belgelerin gittikçe artmasına imkân tanımıştır. Bu
yazılı belgeler, artan ekonomik ve kültürel ilişkilerin sonucu olarak çoğalınca, onların korunup
saklanmalarını gerektiren arşiv ve kütüphanelerin
ortaya çıkması zorunlu olmuştur. Bu ilk belgeler
devletler arasındaki antlaşmalar, kanun ve buyruklar, yönetmelikler, yabancılara ilişkin kayıtlar,
rahipler ve hukukla ilgili listelerdir[1].
1. Nuray Yıldız, ‘‘Kalıntılar ve Edebî Kaynaklar Işığında
Asurlarda taş ve sıradan kil tabletlerine kazıtılmış yazıtların yanında; kil silindirler, kil prizmalar, kil kaplar, değerli madenler ve taşlar üzerine
yazılmış hükümdar yazıtları bulunuyordu. Kral
Asurbanipal’ın toprak altından çıkartılan kütüphanesi de bunlardan oluşuyordu[2]. 30.000 kadar
tabletten oluşan bu kütüphanede az sayıda resmî
belgelerin yanında daha çok bilimsel ve diğer konular yer alıyordu.
Hz. Peygamber’den (s.a.v.) önce Araplarda yazılı edebî gelenek hemen hemen hiç yoktu. Ancak
İslam dininin etkisiyle yazılı kaynaklar gelişti ve
Araplarda 300 yıl içerisinde İslam Kütüphaneleri,
İspanya’dan Hindistan’a, bir zamanlar Roma, Bizans ve Pers İmparatorluklarının sınırları içinde
yer alan topraklara yayıldı. İlk Arap kitapları
papirüs, parşömen ya da kavak kabukları üzerine
yazılmıştı. 751 yılında ise, kâğıt yapım sanatı
Çin’den Semerkant’a ulaştığında, kısa zamanda
tüm İslam dünyasına yayıldı. 794 yılına gelindiğinde de Bağdat’ta bir kâğıt fabrikası iş görüyordu. Aynı şekilde Semerkant, Şam, Suriye,
Trablus, Filistin, Tiberya ve Endülüs’te Valansiya
civarında Fativa’da da kâğıt fabrikaları yer alıyordu. Ama kâğıt endüstrisinin en fazla yayıldığı yer,
Antikçağ Kütüphaneleri (Mimarileri, İç Düzenleri, Çalışma
Sistemleri, Kitapların Yazımı ve Çoğaltılması’’, Arkeoloji ve
Sanat Yayınları, İstanbul, Mart-2003, s.8.
2. Eva Cancik-Kirschbaum, ‘‘Asurlular (Tarih-ToplumKültür)’’, çev. Aslı Yarbaş, İLYA Yayınları, 1. Baskı:
İzmir-2004.
46
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
ham maddesi olan ketenin bulunduğu Mısır’dı.
Sonuçta İslam dünyasında görülen kâğıt bolluğu, kitap fiyatlarının düşmesine imkân sağlamış
ve hemen her Arap şehrinde kitap dükkânları ve
pazarlarının ortaya çıkmasına imkân tanımıştır. Kitap ticareti sadece kitap satıcılarına değil,
aynı zamanda kopyacıları, düzelticileri ve metin
toplayıcılarını da etkileyen, kazançlı bir iş hâline
gelmişti. Halkın her sınıfından insanlar kitapları
seviyordu. Büyük devlet adamından kömürcüye varıncaya kadar her şahıs, kitapçının devamlı
müşterisiydi. Bugünkü insanın iktisadi, sosyal ve
fikri seviyesi nasıl, otomobil ve televizyonunla ölçülüyorsa, bir Arap’ın bu yönlerden seviyesi de
9. ve 13. asır arasında sahip bulunduğu kitapla
ölçülüyordu. Hatta nadir ve değerli kitaplardan
müteşekkil bir koleksiyona sahip bulunmayan bir
kimseyi zengin saymak yakışık almazdı.
Halife Harun-ür-Reşid’in vezirinin teşvikiyle Bağdat’ta kurduğu ‘‘Beyt-ül- Hikme (Hikmet
Evi)’’ den sonra İslam dünyasında kütüphaneler,
topraktan fışkıran mantarlar gibi birdenbire gelişir ve çoğalırlar. Bir seyyah, 891 yılında Dicle
kenarındaki başşehirde yüzden fazla umumi
kütüphane sayar. Irak’ın Necef gibi küçücük bir
kasabası 40.000 ciltlik bir kütüphaneye sahipti. Rey şehir kütüphanesinin mevcudunu tespit
etmek için on büyük kataloğa ihtiyaç duyuluyordu. Kahire’deki Halife El-Aziz’in ‘Fatimi
Kütüphanesi’nde 1.600.000 cilt kitap yer alıyordu[3].
Sabur ibn Ardasir tarafından 996 senesine
Bağdat’ta kurulan, mermer ve kireç taşından yapılmış bir binada, ağırlıklı olarak din kitapları
olsa da, filoloji, tıp, felsefe, astronomi, jeoloji vb.
alanlardan oluşan 10.400 cilt yer alıyordu.
Emevilerin başkenti Cordoba, Müslüman fetihleriyle, Avrupa’nın en kültürlü ve
Konstantinapol’den sonra kıtanın ikinci büyük
şehri olmuştu. Burada kitap pazarı ve Endülüs’teki 70 kütüphane, İslam dünyasından gelen
bilginlerin yanında, Hristiyan Avrupa ülkelerinden de gezginlerin ziyaret ettiği yerlerdi. Krallık
Kütüphanesi, büyük ölçüde Halife II. Hâkim
döneminde (961-976) genişleme imkânı bulmuş ve maaşlı yaklaşık 5 yüz çalışanıyla 400.000
cildi kendi bünyesinde barındırıyordu. Bunların yalnızca listelenebilmesi için 44 büyük kitap ve kütüphanenin yeni bir mekâna taşınabilmesi için de 6 ay gerekiyordu. Ancak 1031’de
İspanya’da Emevi Hanedanı son bulduğunda ve
Halifelik küçük krallıklar arasında paylaştırıldığında Saray Kütüphanesi de dağılmıştı. Kraliçe
Isabella da, 1499 yılında Granada’daki Plaza de
Bibarrambla’da 80.000 kitabın yakılmasına neden olmuştu. Bu yakımda ancak 2 binden az kitap kurtulmuş ve Escorial Sarayı’na konulmuştu.
İslam dünyasındaki bu kitap/kütüphane yakım ve
yıkım faaliyetleri, Haçlıların 12. yüzyılda Suriye
ve Filistin’e yaptıkları saldırılarda da görüldü.
Hristiyanların kitap yakma faaliyetlerinin yanında
Müslümanların mezhep farklılıklarından dolayı
kendi aralarında ortaya çıkardıkları çatışmalarda
da örnekleri görüldü. Nitekim Mutezililer ve
İsmaiililerin kurmuş oldukları kütüphaneler 12.
yüzyıldan sonra Sünnilerin egemenliğine girmesiyle saldırıların hedefi olmuştu. Bunlara bir de
13. yüzyılda Moğolların, 1258’de Bağdat’ı işgal
ettiklerinde, bir hafta içerisinde bu şehirdeki 36
halk kütüphanesini yerle bir edilmiş, resimli el
yazmalar ve kaligrafinin mükemmel örnekleri
yakacak olarak yakılmış, süslemeli deri ciltler de
Moğol istilacılarının ayaklarına ayakkabı olarak
kullanılmıştı. Ancak ilginç bir durum ise, Moğol
Hakanı Hülagü’nün, Azerbaycan’daki Urumiye
Gölü yakınlarındaki Maraga’da inşa ettirdiği gözlemevinin yanında kurduğu kütüphanede, Suriye, Mezopotamya ve İran fetihlerinde elde edilen
400,00 bin ciltlik bir koleksiyonun yer almasıydı.
Bu kitap tahribatları, İslam dünyasının gelişimi
üzerinde günümüze kadar gelen derin tahribatlara yol açtı[4].
Sonuç olarak şunu ifade etmek gerekir ki,
şehir-kitap-kütüphane kavramları kimi zaman
doğrudan kimi zaman da dolaylı olarak birbirleriyle bağlantılı olan kavramlardır. Şehirlerin kurulması, kültürün daha da kalıcı olmasına imkân
sağlamıştır. Şüphesiz bu kalıcılığın en önemli
unsurlarından biri de kitaplar, yani kütüphaneler
olmuştur. Burada değinilmeyen Osmanlı döneminde yabancılara satılan kitapların hikâyesi de
bir başka yazıda anlatılabilir. ■
3. Dr. Sigrid Hunke, ‘‘Kitaplara Karşı Büyük Alaka’’,
4. Fred Lerner, ‘‘Yazının İcadından Bilgisayar Çağına
Aktaran: Dursun Gürlek, ‘‘Çınaraltı Kitap Sohbetleri’’, Timaş
Yayınları, 8. Baskı: İstanbul, Haziran-2013, s.237-244.
Kütüphanelerin Hikâyesi’’, çev. Dilek Çenkciler, Bileşim
Yayınları, İstanbul, Ekim-2007, s.95-114.
47
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Şehirde tükenen kelimeler
TANER TATAR
Ş
ehir kaç tepe? Yedi, üç, bir, her biri
bedesten. Kapıda karşılayan doymak
bilmez bezirgân. Pazarda satılan ise
bizatihi insan… Çeşitli renklerle donanmış
tenlerdir sergilenen. Nesneler tükendi, ürünler kalmadı; şimdi raflarda ümitler, tezgâhta
hayaller, kasada sevgiler, bezirgânın dilinde
kelimeler!
Öbür dünyaya ilişkin
ebedilik hissiyatı da
yok olunca ya da en
azından azalınca bütün
bağlardan kopuk
“şimdi”nin dışında her
şey anlamsızlaşıyor.
“Ölüm Allah’ın emri,
ayrılık olmasaydı”
sözünde ifadesini
bulan, ayrılığın
tahammül mülkünü
yıkıcı etkisi, ölümden
kaçan insanın sanal
âlemde ayrılığı tercih
etmesiyle tersine
dönüyor.
Yusuf ’u kaybettim Kenan ilinde
Yusuf bulunur, Kenan bulunmaz Bu aklı fikr ile Leyla bulunmaz Bu ne yaredir ki çare bulunmaz Aşkın pazarında canlar satılır Satarım canımı alan bulunmaz Yunus öldü deyu sela verirler Ölen beden imiş, âşıklar ölmez
Her şeyi tüketen insan, ömrünü bitiriyor,
ömre bedel kelimeleri de tüketiyor. Hüsnü tabirler, artık küskün tabirler. Geçicilik, hayatın
tamamına sirayet etmekte, her şey kullanılıp
atılan bir nesne hâline dönüşmekte. Kullanılıp
atılan ürünler, madde ile insan arasındaki duy48
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Şimdi radyodan bir ses geliyor kulağıma “at gitsin at
gitsin, eskimişse at gitsin”. Bu atılan kim diye merak
ediyorum ve anlıyorum ki atılan güya sevilen, âşık
olunan kişi. Yine anlıyorum ki, esasında atılan kişi
değil, bizatihi sevginin kendisi.
gu dolu bağı koparıp insanı da maddeler dünyasında soğuk bir demir hâline getiriyor:
Kullan-at pet şişeyi yaptı,
Şişede karalar köpürtülerek aklandı,
Hayatın tadı diye, baloncuklar yutturuldu,
Çağ onu yuttu, hayattan hatıra kalmaz.
Kınalı eller yoğurdu,
Ocakta yanan ateş pişirdi,
Yâr için açılan goncalar,
Yârdan evvel onun dudaklarıyla buluştu.
Lâkin kırıldı testi,
Döküldü ab-ı hayat,
Çatlayan toprakta kökler salmaz.
İnsan, gönlü gibi suları da kirletti,
Dargın ırmaklar dara çekildi,
Kırıldı çağlayan yataklar,
Denizi seraba çevirdi.
Suyun olmadığı yerde testinin manası kalmaz.
“Susuzam bir kez bu sahrâda menüm’çün ara
su” sesi,
Su bulunsa şimdi,
Gönül suya kansa bil ki,
Kendisi gibi topraktan olma testi,
Fuzuli olmaz.
Kültürün her sahasına yönelik olarak ortaya
çıkan tüketicilik, kendisini sanatta da göstermektedir. Sanat hemen her dalı ile tüketime dayalı
olarak ortaya çıkmaktadır. Ruhun gıdası olarak
tarif edilen müzik, tüketicilikten payını almakta,
yeni çıkan şarkılar, henüz bebeklik aşamasında
iken öldürülmektedir. Bazıları doğuştan özürlü
bulunan parçalar ise, özrü ile parlamakta, para
kazandırmakta ama yok olmaktan kurtulamamaktadır. Geleneğin gücü ve birikimi ile oluşmuş
olan parçalar ise yıllara değil yüzyıllara damgasını
vurmaktadır. Nitekim Karacaoğlan’ın zülfü perişanı, hâlâ melul melul kalmaktadır. Bunu dinleyenler ise asırlardır onu, kerem edip hatırından
çıkarmamışlardır.
Tüketime yönelik olarak bir şeyler yapma çabasında, aranan ya da oluşturulmaya çalışılan bir
pazar söz konusudur. Bu pazarda yer kapma yarışı
oldukça şiddetli cereyan ettiğinden, yer sahipleri
kısa sürelerde mevkilerini başkalarına terk etmek
mecburiyetinde kalmaktadırlar. Dolayısıyla hızlı
bir dönüşüm gözlenir. Bu dönüşüme katılan her
yeni, bir diğerinin yok olmasına sebep olur. Ya da
bizatihi onu yok ederek koltuğuna oturur. Dolayısıyla, bu süreçte yapıcılıktan ziyade gözlenen
yıkıcılıktır.
Tüketime yönelik çabada pazar bulma
kadar önemli olan husus “pazarlama”dır. Pazarlama faaliyeti de büyük bir nispette geçicilik içerisindedir. Yine çoğunlukla göz boyama ve kısa
dönemde geçici dahi olsa vurgun yapma gayesi
taşınmaktadır. Akabinde ise kovulmaya ramak
kala, pürtelaş bir kaçış vardır. Ölümü müteakip
cesedin solgun yüzü yeniden boyanacak, ölüm
kokusunu giderici kokular sürülecek ve canlıların
canını alacaktır.
Eskiden beri dünya “üç günlük” ise de bu insanın sonu değildi. İnsan sonu gelmeyecek dördüncü güne hazırlık yapıyordu. Öbür dünyaya ilişkin
ebedilik hissiyatı da yok olunca ya da en azından
azalınca bütün bağlardan kopuk “şimdi”nin dışında her şey anlamsızlaşıyor. “Ölüm Allah’ın
emri, ayrılık olmasaydı” sözünde ifadesini bulan, ayrılığın tahammül mülkünü yıkıcı etkisi,
ölümden kaçan insanın sanal âlemde ayrılığı tercih etmesiyle tersine dönüyor. “Her bir dertten
ala yaman ayrılığı”, “benzetmek azdır ölüme” ve
“ayrılık ateşten bir ok”tur. Lakin birlikteliğin olmadığı yerde ayrılık da olmuyor. Selvi boylu yar-
49
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Âşık, kalpten seslenir sevgiliye; kalpteki ayrılık ateşi,
kelimelerden müteşekkil nadide zarflarla ulaşır
sevgiliye. En güzel kelimeler, en güzel için seçilir, en
güzel sıralama ile sunulur, sevilen; sevgilidir. Onun
olmadığı ülke sürgünler mekânıdır;
dan ayrılan âşığın gönlü gamla, yasla dolarken,
unutkanlıkla hayat sürenler için bir anlam ifade
etmiyor:
Ne üzülür ne sıkılır
Sadece birazcık düşünür
Hemen yeni bir âşık bulunur
Yerin çok çabuk doldurulur
Sevgilimi koluma takarım
Bebekte üç beş tur atarım
Olmadı bi(r) de sinema yaparım
Gördüğün gibi çok unutkanım
Sagınma ki oldur menem men
Bir cân ile zindedür iki ten
…
Mende olan âşikâr sensen
Men hod yohem ol ki var sensen
Dâim sana mendedür tecelli
Men gayrden olmuşum teselli
Ger men men isem nesen sen ey yâr
V’er sen sen isen neyem men-i zâr.
Kalıcılığı dolayısıyla, içerisinde hatıraların
gizli olduğu eşyalar kalıcılığını yitirdiğinden beri
insan, hatırasını kaybediyor. Gelinliğin kiraya
düşmesi, o mutlu günün tekrar yaşanmasını ortadan kaldırıyor. Büyük annelerimiz, hâlâ çeyiz
sandıklarından çıkardıkları gelinlikle, o mutlu
günü hüzünlü ya da buruk bir gülümseme ile
anarken, yeni nesil bu duygudan mahrum kalmakta. Bir zamanlar oyalı mendillerin oynamış
olduğu rol, kullanılıp atılan kâğıt mendiller dolayısıyla bugün sahipsiz kalmış. Madde bir zamanlar insanı maziye bağlarken, şimdi esiri hâline
getirdiği insanın elini kolunu bağlıyor. Önceleri
madde insanı takip ederken, şimdi insan maddeyi takip eder hâle gelmiş, sürükleniyor. Aşk, ten
kafesinde seyirlik nesneye dönüşüyor. Bir yanda
bedende aşkı yok edenler, öte yanda aşkta yok
olanlar, hayâ perdesini yırtmadan, Fuzuli misali
sırları inletenler:
Ol zahm eseri görindi mende
Biz bir ruhuz iki bedende
Bizde ikilik nişanı yohdur
Her bir tenin özge cânı yohdur
Davetin ancak birbirinden ayrı olanlar için
mümkün, sevenlerin ise zaten bir olduğu anlayışıyla, kendisini yârinde yok edenlere karşı; daveti,
ruha değil bedene yaparken, onuru yatakta ateşe
verenler, çılgınca feryat ederler:
Bak yüreğime bak
Ateşimi gör, içimi hisset
Hadi hazırım yeter ki
Onursuz olmasın aşk
Gel sokağıma gel
Penceremi aç yatağıma gel
Hadi hazırım yeter ki
Onursuz olmasın aşk
Her şeyin nesneleştiği ve maddi hâle geldiği
bir dünyada, en derin hislerin anlatılmaz efsunu
olan aşk yeniden tanımlanırken, gönülden gönle
gizli olan yol, aşikâr kılınmak istenir. Artık gönül dağının yağmuru diner, ne kirpiğin oku ne
sinedeki yara kalır; önemli olan dokunmak ve
okşanmaktır:
Aşk dokunmak ister gülüm
Sevilmek, okşanmak ister
Aşk sevdiğini yanında ister
50
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Kimi zaman dile gelip aşk
Dudaktan kalbe akmak ister
Madde âleminde yaşanan yok edicilik, manevi sahanın tamamında gözleniyor. İnsanın en
kıymetli hazineleri, mirasyedi nesil tarafından
pervasızca tüketilmekte, basitleştirilmekte ya da
geçiciliğe mahkûm edilmektedir. Ölümüne sevdalar ve ülküler, gündelik ve bazen de anlık değişimlerin akıbetine uğramakta, kullanılıp atılan
bir mendil gibi, bir kenara def edilmekte:
Bu sene iyi geçmedi söylemem lazım
Kader beni seçmedi ama görmemem lazım
Belki birden bire yeniden başlamam gerek
Eskiden taptığımı bugün taşlamam gerek
Yeni bir aşk yeni bir iş
Yine gülecek bir neden lazım
Yeni bir haber yeni bir kader
Bunlar için bana şans lazım
Yeni bir duruş yeni dokunuş
Tek tek keşfetmem lazım
Yeni bir hayat gerisi bayat
Kendime yeni bir ben lazım
rek
bir “yeni” eklenen ürünlere yöneliyor. Mümkün
olsa sadece annenin margarini değil bizatihi annenin kendisi de değiştirilecek. Öyle ya siz hâlâ
eski annenizi mi kucaklıyorsunuz! Ve çocukluk
yıllarımda duyduğum o ses: “Eskimiş çoraplarınızı atın, Jil geliyor!”.
Şimdi radyodan bir ses geliyor kulağıma “at
gitsin at gitsin, eskimişse at gitsin”. Bu atılan kim
diye merak ediyorum ve anlıyorum ki atılan güya
sevilen, âşık olunan kişi. Yine anlıyorum ki, esasında atılan kişi değil, bizatihi sevginin kendisi.
Sevgi âdeta eskicinin seyyar arabasına düşüyor.
Yakında dışarıdan şöyle bir ses gelirse hayret etmemek gerekir: “Sevgiler alırım, sevgiler satarım,
hayda eskici geldi, eskiciii!”.
Önemli olan ne derdiyle yaşamak ne de ona
derman aramaktır. “Lokman Hekim gelse yaram
azdırır.” diyen sanatçı ona yabancıdır. Zira unutmayı yol edinmiş bireyin “Nazlı yârin hayali karşımda durur.” sözüyle yüklenebileceği hiçbir anlam yoktur. Onun için önemli olan boş vermek
ve unutmaktır:
Her gece her gece dağıtıyorum
Aşkları acıları dertleri tasaları
Boş verdim önüme bakıyorum
Çıkarıp üzerimdeki sıkıntıları
Bir bir kirliye atıyorum.
Günler güzel geçmedi unutmam lazım
Asıp yüzümü kalmışım azcık kırıtmam lazım
Hep içime atmışım anlatmam gerek
Hepsini bir kazana atıp toptan kaynatmam ge-
Dostluk kavramı içerisinde baki olmayı barındırırken, yenilik peşinde koşan insan, eskinin
her şeyinden sıkıldığı için dostluğu da eskimişliğe
mahkûm ederek yeni arkadaşlıklar arama sevdasıyla büyük bir güvensizlik ortamında, anlık ilişkiler kuruyor. Küçük meselelerde, kullanıp atmaya alıştığı bütün diğer şeyler gibi, arkadaşını da
atabiliyor. Zamanın icaplarına uyayım endişesiyle asırlık çınarları devirmekten bir lahza çekinmeyip yerine iklimi belli olmayan körpecik fidanlar
dikiyor, lakin onun da gelişip serpilmesine sabredemeden kökünden söküp atıyor. Reklamlarda
ifadesini bulan şekliyle hâlâ annesinin margarinini kullanmaktan utanıyor, her seferinde -aslında
çok eski bir kelime olmasına rağmen- başına yeni
Özel bir ifadeyle:
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
bozuk paraların insanı, sivilcelerin.
Bir de dedemin anlattığı hikâye geliyor aklıma
ve derin bir ah çekiyorum. Yoksa güle âşık olan
bülbülün figanı da mı eskidi? Artık güle nağme
dizecek bülbüller de mi kalmayacak? İşte gül aşkının kanlı hikâyesi: Hocası talebesinden bir sarı
gül ister. Talebe gül bahçesine gider, lakin bakar
ki hiç sarı gül yok. Güllerin hepsi beyaz. Oracığa oturup, kara kara ne yapacağını düşünürken,
bir bülbül gelir ve derdini sorar. Derdi dinleyen
bülbül, çocuğa arkasını dönmesini söyler. “Ben
susunca gülünü al git.” der ve ötmeye başlar. Bir
müddet sonra bülbül susar. Çocuk döner bakar ki
gül sararmıştır. Gülü alır götürür hocasına. Hocası memnun olur, lakin bir de pembe gül ister.
Talebesi yine bahçeye gider, yine bülbül gelir ve
51
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
derdi dinleyen bülbül, yine arkanı dön der. Uzun
uzun öter. Ak gül pembeleşir, talebe pembe gülü
alır, hocasına götürür. Hocası, “Pembe gülü getiren kırmızıyı da getirir.” der. Çocuk yine bahçeye
gider, bülbüle derdini söyler. Bülbül derin bir ah
çeker. Çocuk yine arkasını döner. Bülbül öyle bir
figana başlar ki, çocuğun gözleri yaşa boğulur.
Bülbülün feryadı bitmez de bitmez. En nihayet
ses kesilir. Çocuk döner, bakar ki gül kan gibidir.
Ancak bülbül yerdedir. Görür ki bülbül tırnağını
bağrına takmış, bağrını yarıp güle kanını akıtmıştır. Yoksa şimdi bu gök kubbede bu sedayı aramak bir hayal midir?
Ağlayan biz miyiz, yoksa bülbüller mi? Matem gözyaşları, Âkif ’in kaleminden damlar tek
tek! Feryat Âkif ’in mi bizim mi?
“Oraya gitme demedim mi sana,
Seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi
ben’im?
Bir gün kızsan bana,
Alsan başını,
Yüz bin yıllık yere gitsen,
Dönüp kavuşacağın yer ben’im demedim mi?
“-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir
derdin?
0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat
kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin
yurdun”
“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün
bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların
dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim…
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili”
Ötme bülbül ötme şen değil bağım.
Sevgili mi, en sevgili mi? Yoksa zaten sevgili
en sevgili mi? Dile düşen sevgili, dildedir; göze
düşen, gözde; gönle düşen, gönülde. Dile düşen
dilden düşer: sözdedir; göze düşen gözden düşer:
gözdedir; gönle düşen, gönül tahtının sahibidir,
gönüldedir. Gönlü o yapar, gönül ondan gelir,
gönül onun ateşi ve ışığıdır. Beşerî güzelliklerin
abideleri elbette dile düşer, uslanmaz deli gönlün
hakikati aramasının çığlığı olur, dinmek bilmez
feryadı olur, ta ki gönül “ol”sun. “Ol” emrine
mazhar olan gönül hakikatin dilsiz, hâl lisanıdır. Lisan-ı hâlden anlayanlar hemhâl olanlardır.
Sevgiliyi diline dolayan onun hamalı, sevgilisini
gönlüne saran onun hemhâli; hamallar sevgilinin
mahkûmu, hemhâller ise yegâne sevgilinin meftunu.
Âşık, kalpten seslenir sevgiliye; kalpteki ayrılık ateşi, kelimelerden müteşekkil nadide zarflarla
ulaşır sevgiliye. En güzel kelimeler, en güzel için
seçilir, en güzel sıralama ile sunulur, sevilen; sevgilidir. Onun olmadığı ülke sürgünler mekânıdır;
sürgünden kurtuluş için Sezai Karakoç’un kelimeleri sevgilinin ayaklarına kapanır:
Neredesin ey güzel,
Güzele benzeyen değil,
Kendisi güzel.
O güzele, Âşık Sefil Selimî için bütün gidişler güzel:
“Yâr senin yoluna mayın dizseler,
Üstüne, aşkımla basar gelirim.
Parçalayıp yüzüm yüzüm yüzseler,
Derimi duvara asar gelirim.”
Ey şehri bedestene çevirip, beden pullayan
bezirgânbaşı,
Ol emrinin muhatabı Mevlana, bir meftun;
nasihati, hemhâller için:
52
Her dem yeniden doğarız
Bizden kim usanası
Gülü gül ile tartıp,
Gülümse ey medeniyet.
Bülbülüm allar seni.■
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
ŞAİRİN/ ŞİİRİN
GAYRİRESMİ TARİHİ
Şiirin müritlerine (hepimize)…
Kafası karışık mitolojik tanrılar
Gelip geçtiler onların da öyle bir devirdi işte.
Kocaa dağlar, kan kırmızı nehirler, kapkara gök
Korkudan öldük gittik…
Sonra yazı çıkageldi:
Unutmak sarhoşluğunu vaat ederken ne alımlıydı.
Rasyonalizmin beşiğini tıngır mıngır sallarken bile
Asmadı ya suratını mihnetimiz ondan.
Herkes payına düşeni aldı:
Kralsa kral, savaşsa savaş, kuraklıksa kuraklık
Tarihin çuvalında hepsi
Yüreğinin aklından zoru olanlarınsa
Belledikleri harfler bir iç kanama artık: Şiir.
Yankısız bir soruya evirilen şiir
Şairini dürter, parmağının ucuyla
“Sevgili sen nesin allaasen?”
“Dünya çalışırken ne tüketir, insan mı?”
“Şair kendine inanır mı?” diye
Sorar. Sorar.
SEVAL KOÇOĞLU
53
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Felsefe ile bakmak
LEVENT BAYRAKTAR*
F
elsefe özel bir insan başarısı ve etkinliğidir. Temelde felsefe de diğer bilgi
dalları ve türleri gibi bir bilgi türü ve
bir etkinliktir. Bu bakımdan felsefe de tıpkı bilim ve sanat gibi insanı varlıkla karşılaştırır ve
onu tanımayı sağlar. Burada felsefi bakışı bilimden ayıran husus; felsefe etkinliğinde nesnel ve
olgularla denetlenebilir bir bilginin olmayışıdır.
Felsefe ile bakmak sadece felsefenin konusuna yönelişi esnasında, olan ve olması gereken
bir şey değildir. Felsefe ile bakmak veya felsefi
bakış, bir mesleğe veya branşa ait olarak mutlaka kazandırılması gereken bir bakıştır. Neden?
Niçin? Nasıl? Bu soruların sorulması gerekmektedir.
Felsefe ile bakmak her toplum kesimine ama
özellikle de eğitimcilere ve siyasetçilere lazım
olan bir bakıştır. Çünkü bu mesleklerin malzemesi insandır. Eğitim işi, doğrudan, insanın insana yönelimi, onu değiştirmesi, geliştirmesi ve
Siyasete felsefe ile
bakıldığında bütün
kurumlarımıza
çekidüzen vermek
ve olan durumla
olması gereken
durumu kıyaslamak
mecburiyeti
doğacaktır.
Olması gerekenler
çoğunlukla mevcut
durumlar ile
örtüşmeyecek ve
hatta yer yer olan
ile olması gereken
arasında bir çelişki
tespit edilecektir.
*Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum
Bilimleri Fakültesi, Felsefe Bölümü.
54
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
dönüştürmesi hadisesidir. Hatta eğitim, iyi bir
rehberlik süreci eşliğinde, kişinin kendi potansiyellerini fark etmesi, açığa çıkarması ve ürüne
dönüştürmesi süreci olarak da tanımlanabilir.
Burada felsefi bakıştan beklenen, insanlardaki
farklı kabiliyet ve becerilerin fark edilmesi ve
doğru yöne yönlendirilmeleriyle kendilerini
gerçekleştirmelerinin sağlanmasıdır.
Eğitim gibi siyaset de doğrudan doğruya
etkisi hissedilen diğer bir kurumdur. Siyaset,
doğru veya yanlış karar ve uygulamalarıyla bir
toplumun veya bütün bir milletin mukadderatı
üzerinde olumlu ya da olumsuz etkileri olan temel bir kurum durumundadır.
Siyasette felsefi bakışın hakim kılınmasının
bütün toplumsal katmanlara ve kurumlara etkisi kaçınılmazdır. Burada felsefi bakışın kazandıracağı birçok olumlu yön bulunmaktadır.
Bu bağlamda, ilkin, milli varlığın, maddi ve
manevi kaynakların bir envanterinin çıkarılması ve tarih içerisinde millet olarak nereden
gelip nereye gidildiğinin ve kim olduğumuzun
bilincinde olunması gerekmektedir. Biz kimiz
sorusuna cevap verildikten sonra ister fert olarak ister toplum olarak, öyleyse şimdi neyi gerçekleştirmeliyiz sorusunu sorabiliriz.
Siyasete felsefe ile bakıldığında bütün kurumlarımıza çekidüzen vermek ve olan durumla olması gereken durumu kıyaslamak mecburiyeti doğacaktır. Olması gerekenler çoğunlukla
mevcut durumlar ile örtüşmeyecek ve hatta yer
yer olan ile olması gereken arasında bir çelişki
tespit edilecektir. Bundan yılmamak ve korkmamak gerekir. Zira bu çelişkinin farkında olmak, onu aşmak için ilk hareket noktası ve ilk
itici güçtür.
Böylece siyaset kurumuna felsefece bakmak;
siyasetin güdümünde olan bütün kurumlara da
bu pencereden bakmayı beraberinde getirecektir.
Felsefe içerisine girildiğinde ve şifreleri çözülerek, dili anlaşılmaya başlandığında sihirli
bir dünya sunar. Bu dünyada kavramlar, önermeler, çıkarımlar, akıl yürütmeler ve düşünce
sistemleri vardır.
Felsefe ile bakmak, bu bağlamda sadece,
olan ile olması gereken yani olgular ve idealler
arasındaki ilişkiyi ve çelişkiyi okumayı ve bunu
dönüştürmeyi öğretmez. Aynı zamanda birlikten çokluğa, çokluktan birliğe gitmeyi, birlikte çokluğu çoklukta birliği görmeyi; parçadan
bütüne bütünden parçaya geçmeyi; görünüş ve
gerçeklik arasındaki ilişkiyi çözümlemeyi ve anlamlandırmayı da öğretmeye çalışır.
Bu düşünme biçimleri ve alıştırmaları insanoğlunu pasif halden aktif hale geçirmek içindir. Çünkü felsefe bireysel olarak yürünebilecek bir yolda gerçekleşmektedir. Bu yolda bir
rehber ya da yol arkadaşınız varsa, yol, daha da
şendir.
Bu bakımdan filozofla seyyah benzeşirler:
Bir seyyahın yeni yerler keşfetmek, yeni insanlar tanımak ve yeni tecrübelere açık olmak gibi
özellikleri filozof için de anlamlı ve değerlidir.
Filozof Jaspers de bu durumu “felsefe yolda olmaktır” cümlesiyle ifade eder. Dolayısıyla felsefe ile bakmak, insana yolda olmaklık bilinci
verir. Böylece insan hiçbir yolu ve menzili hor
görmez. Çünkü her yol, bir yeri bir yere bağlamaktadır ve yolcu bu yol sayesinde bir yerden
gelip bir yere varmaktadır. Bu bilinç içerisinde
felsefe, insanı yürüdüğü, kat ettiği yolla birlikte
ele alır, tanımak ister.
İnsan ölümlü bir hayata doğmuştur. Önünde alternatif pek çok yollar bulunmaktadır.
Bu sınırlı insan ömrü içerisinde bütün yolları
yürümek ve seyahat etmek imkânı bulunmadığının bilinci içerisinde, hiç vakit kaybetmeden
insanoğlunun kendi yolunu bulmak ve bir an
evvel yola koyulmak gibi bir mecburiyeti bulunmaktadır.
Felsefe ile bakmak, bu yolu bulmakta bir
nebze olsun önümüzü aydınlatabilirse maksat
hâsıl olmuş demektir. ■
55
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Şehir, medeniyet ve kitap
D. MEHMET DOĞAN
Ş
ehirden konuşmak, bir anlamda tarihten
konuşmaktır. İki kelime eş anlamlı gibidir
âdeta. Tarihten konuşan şehirden konuşmak zorundadır. Şehirden söz eden de tarihten bahsetmeye mecburdur.
Bu içiçelik burada kalmaz. Şehirden konuşan
medeniyetten konuşur, kültürden konuşur. İnsandan konuşur, dünyadan konuşuyor, kâinattan konuşur.
Bütün insanlık maceramızı bu tılsımlı kelime ile
ifade edebiliriz.
İnsanoğlu şehirler kurdu ve dünyayı böylece şekillendirdi… Şehir insan olarak varlığımızın, dünyada var oluşumuzun remzi, sembolü.
“Şehir”le “medeniyet” kelimesi arasında bir yakınlık, bir müşabehet, bir içiçelik var.
Farsça şehir yerine Arapça medineyi koyarsak bu
yakınlık için şahit, delil, ispat aramaya gerek kalmaz.
Medeniyet “medine”de yani şehirde teşekkül eder.
Kent ne “şehir”in yerini tutar, ne “medine”nin.
Sanıldığı gibi Türkçe de değildir. Sogdcadır; farsça
üzerinden dilimize geçmiştir. Üstelik Azeri lehçesinde hâlâ “köy” karşılığı olarak kullanılır.
Medeniyetler şehirlerde teşekkül etti. Medeniyetler şehirlerle anıldı. Tarih boyunca medeniyet
merkezi olan şehirlerden her birinin adı anıldığında, tarihin, insanlık maceramızın muhtelif safhaları
hatırlanmış olur.
Bağdat, Şam, Kudüs… Atina, Roma, Kartaca…
Kütüphanemi
yeniden tanzim
ederken, uzun
süredir kitap yığınları
altında kalmış 6
ciltlik bir ansiklopedi
ile karşılaşmıştım.
“Türkiye
Ansiklopedisi’nin ilk
ciltleri 1956 yılında
yayımlanmıştı.
İçindeki bilgiler ise
en fazla 1955 yılına
kadar geliyordu.
Fotoğrafları tek
parti devrinin
sonu ile Demokrat
Parti iktidarının ilk
dönemine aitti.
56
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Her bir kelime, her bir isim tarihin derinliklerinden bugüne nice remizler taşır. Nice efsaneler, nice
hakikatler anlatır. Her medeniyet merkezi şehir,
geçmişten geleceğe akan bir nehirdir, yani değişen
sürekliliktir.
Bu akış dünya var oldukça hiç bir şeyin durağan
olamayacağını anlatır. İnsanoğlu bu akış içinde olup
biteni anlamağa ve bu dünyada varoluşunu anlamlandırmağa çalışır. Bunun için onun en esaslı yardımcısı kitaplardır.
Kütüphanemi yeniden tanzim ederken,
uzun süredir kitap yığınları altında kalmış 6 ciltlik bir ansiklopedi ile karşılaşmıştım. “Türkiye
Ansiklopedisi’nin ilk ciltleri 1956 yılında yayımlanmıştı. İçindeki bilgiler ise en fazla 1955 yılına kadar
geliyordu. Fotoğrafları tek parti devrinin sonu ile
Demokrat Parti iktidarının ilk dönemine aitti.
Şehirlerimizin altmış yıl öncesine bakmak doğrusu hiç de iç açıcı değil! Bizler ilk mektep kitaplarında Cumhuriyet’in tek parti döneminin eşi
menendi bulunmaz imar hamleleri ile anıldığını biliriz. Bu kitaplar, çok partili demokrasi döneminde
okumaya başladığımız halde, hâlâ tek parti mantığı
ile yazılıyorlardı. Bu mantık biraz keskinleştirilerek
şöyle ifade edilebilir: Tek parti yönetimi Türkiye’yi
yoktan var etmiştir! Dikkate değer ne varsa onundur!
Durum şu anda çocuklarımıza okutulan kitaplar da
pek farklı değil aslında.
Bizim mektep kitaplarımızda yer alan bilgiler
resimlerle de desteklenmişti. Cumhuriyet idaresi
memlekete neler yapmamıştı ki! Buğday siloları,
okul binaları, köprüler, yollar ve Çubuk barajı...
Evet, Ankara’ya içme suyu sağlamak üzere yapılmış
olan “Çubuk Barajı”nın o kitaplarda mutena bir
yeri vardı!
Kitaplarımızda resimleri bulunan ve övünülen
silolardan daha büyüklerinin şimdilerde ve gerektiğinde küçük kasabalarda bile kolaylıkla yapılıverdiğini, okul binası yapımının artık övünülemeyecek
nispette olağanlaştığını, o zamanın köprü ve yollarının şimdilerde şehirler arasından köyler arasına kaydığını ve resimlerinin hiçbir kitapta yer almasının
düşünülmediğini, Çubuk barajından daha kapasiteli göletlerin (120.000 M3 hacme sahip) köy işleri
teşkilatı tarafından bir çok yere kolaylıkla yapılıverdiğini bu kitaplar asla yazmayacaklardı.
Yarım asırlık ansiklopedide şehir yazıları farklı kâğıtlara basılmış bir kısmı renkli fotoğraflarla
desteklenmişti. Bu resimler 1910'ların resimleri ile
kıyaslandığında, şehirlerin fiziki çehrelerinin geçen zaman içinde ciddi bir değişikliğe uğramadığı
görülüyordu. Elbette yüzlerce yıl içinde oluşmuş
şehir çehreleri kolay kolay değişmez. Fakat çağdaşlık-modernlik-ilerleme vurgusu çok aşırı yapılan
Türkiye'nin 1950'ye devreden çehresi ve yaşama
şartları konusunda aynı şeyleri söylemek mümkün
değildi.
Bırakın köyleri, kasabaları, anlı şanlı vilayet merkezlerinin çoğunda elektrik sadece geceleri vardı.
İçme suyu alt yapısı ciddi bir gelişme kaydetmemişti. Kanalizasyon vs. de aynı durumdaydı. Nüfusu
yüz binin üzerinde olan (beşinci büyük şehir) Bursa
şehir merkezindeki asfalt yol miktarı bugün küçük
kasabalarındakinden çok daha azdır.
Son elli yıl içinde nüfusu yerinde sayan şehir
yok. Bir kısmı çok büyümüş, bir kısmı ise az. Mesela
Bursa, iki milyonu geçmiş. Çankırı ise elli binlerde...
Türkiye şehirlerinin gerçek değişim hamlelerinin en
erken 1950’lerde başladığını, 1960’larda ivme kazandığını, 80 sonrasında ve bilhassa 1990'dan sonra
önceki yapılanların katlandığını söyleyebiliriz.
1950'ye devreden şehirlerde tek parti yönetiminin yaptıklarını bir kaç cümle ile özetlemek istiyoruz:
Tek parti yönetimi şehirlere mutlaka heykel
yapmıştır. Halkevi yapmış veya başka bir binayı
“halkevi”ne çevirmiştir. Bunların dışında yapılan
şeyler şehirlere göre farklılık gösterir. Fakat bu yapım faaliyetleri şehirlerin çehresini görünür şekilde
değiştirmemiştir. Aksine bazı yıkım faaliyetleri ile
şehir çehreleri değiştirilmiştir. Yıkılanlar genellikle
eski vakıf yapılarıdır. Önemli bir kısmı medrese ve
camilerdir. Kayseri gibi, Mimar Sinan yapısı hamamların yıkıldığı şehirler de olmuştur. Yıkım kararlarını ise ne yazık ki, o şehirlerin aynı zamanda
belediye başkanı konumunda olan valiler vermiştir!
Bir seyahat dolayısıyla Erzurum valisini ziyaretimiz sırasında Vali Bey, değil Erzurum’un,
Türkiye’nin ve hatta dünyanın sayılı mimarî eserlerinden Çifte Minareli Medrese’nin 1930’larda Şehir
Meclisi tarafından, çökme tehlikesi olduğu gerekçesiyle, yıkılmasının kararlaştırıldığı bilgisini verdi.
Neyse ki bu tarihe geçecek faciadan dönülmüş!
2011’de Erzurum’da yapılacak üniversiteler arası kış
oyunları için sembol aranırken, ilk akla gelen onun
silueti olmuş!■
57
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Fethedilmeyen İstanbul: Pera
BEYHAN KANTER
B
eyoğlu, kozmopolit yapısı, insan kadrosu
ve mekânsal özellikleriyle Osmanlı’dan
beri Avrupai yaşam şekillerinin
benimsediği modern bir semt olma özelliği gösterir.
Bu yönüyle hem şiirlerde hem de diğer edebi
türlerde, mekânsal ayrışmanın ve modern yaşam
görüntülerinin merkezi olarak yer edinir. Zira
geleneksel yapının ötelendiği bir “referans mekânı”
olarak Pera, aynı zamanda Tanzimat’ın da modern
belleğidir. İlhan Berk’in “fethedilmeyen İstanbul”
şeklinde tanımladığı Pera’nın/Beyoğlu’nun kozmopolit yapısı, Pera’ya yüklenen anlamları ve buraya
ilişkin algıları da farklılaştırır. İlhan Berk, Pera kitabında ‘gezgin şair’ kimliğiyle Pera’nın geçmişini
ve kendi deneyimlediği zamanını, mekân-insan
ilişkisi çerçevesinde ele alır. Tarık Özcan’a göre,
İlhan Berk Pera’da İstanbul’un ve insanlarının mitolojisini kurmak ister. (Özcan 2009:135). Ahmet
Oktay da Berk’in Pera’yı tarihsel değil mitik açıdan
kavradığını ve anlattığını vurgulamaktadır. (Oktay
2002:213). İlhan Berk’in Pera’ya ilişkin bu tavrı,
özellikle sokaklara ve insanlara ilişkin metaforik betimlemelerinde açıkça görülmektedir.
İlhan Berk, Pera kitabında topografyasını çıkardığı Pera’yı hem fizyonomisi, hem kültürel kimliği
hem de sosyal dokusuyla anlatırken geçmişi kendi yaşadığı an’la buluşturur. Berk’in Pera’yı anlatırken kendi zamanıyla geçmişi buluşturması da
mekânlara yüklediği çoğul anlamlar ve “zamansal
sürekliliği” deşifre etmesi sayesinde açığa çıkar.
Pera’nın kültürel belleğini buraya iz bırakan/değen
paşalar, büyük elçiler, şairler, ressamlar, sıradan küçük insanlar, esnaflar ve azınlıklar aracılığıyla deşifre
eden İlhan Berk, ruh evrenine sirayet eden Pera’yı
fragmanlar halinde görüntülediği gibi özellikle Levantenlerin konumlandıkları bu semti Tanzimat’ın
ve Cumhuriyet’in birincil tanıklarından birisi olarak resmeder. Pera’yı bütün sokakları, bu sokaklarda
yaşayan sıradan insanları ve mekânlara ilişkin yaşam
pratikleri ile adeta görselliğiyle ön plana çıkan bir
belgesel niteliğinde kitabına taşır. Bununla birlikte
Pera, sadece gözlemlenen sıradan bir mekân olmaktan çıkarılıp “varsıl ve yoksul” sokaklarıyla, tarih yükü ve şimdiki zamanının modern görüntüleriyle ruhsal özellikleri de bünyesinde barındıran
“fetiş bir mekân”a dönüştürülür. Bu bağlamda
“Pera günün birinde yıkılırsa benim kitabıma göre
yeniden kurulabilsin” (Berk 2005:116) diyen İlhan
Berk, metaforik anlamlar yüklediği Pera’yı geniş
bir zaman dilimindeki görüntüleriyle en ince ayrıntılarına kadar kitabında adeta resmeder. Zira
“Pera’nın farklı kültürel yapıları barındıran sosyolojik potansiyeli, kenarda/azınlıkta kalanlar, yoksullar, ezilenler, yersiz yurtsuzlar ve tüketim kültürünü
benimseyenler, İlhan Berk’in Pera kitabında bütün
teferruatıyla yansıtılmaktadır” (Kanter 2013:103).
Bununla birlikte Pera kitabında iş ilanlarından tabelalara, duvar yazılarından, gazete kupürlerinden
otellerin mönü listelerine kadar pek çok ayrıntı yer
alır.
Pera kitabına/yolculuğuna bir taşbaskısının
uyandırdığı izlenimleri deşifre ederek başlayan
Berk, “alt alta üst üste çizgiler, oyuklar, çıkmalar,
taşmalar” (Pera s.9) arasından Pera’nın topografyasını çıkarır, geometrinin/çizgilerin dilini çözmeye uğraşır ve metaforik anlamlar yüklediği
mekânların şifrelerini çözerek yolunu bulmaya çalışır. Bu yolculukta, “son yüzyılın kalıntıları olan
58
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
kent nesneleri de, unutulmuş geçmişe uzanmak
için hiyeroglif ipuçları” (Morss 2010:57) sunarlar.
Pera’nın “başına buyruk bütün küçük arka sokakları” sosyal dokularıyla birlikte görüntülenirken bir
girdaba dönüşen sokakların yazgıları da insanların
sokaklarla kurdukları aidiyet çerçevesinde betimlenir. Bir harita-resmin şifresini kitabının merkezine
alan İlhan Berk, konakları, otelleri, kahveleri, meyhaneleri, pasajları da sokakların ruhunu/belleğini
yansıtan ‘referans mekânlar’ olarak betimlerken bu
mekânlardaki toplumsallığa ve insan manzaralarına
sadece gözlemlerine yönelik vurgularla değil aynı
zamanda tarihselliğe ilişkin ayrıntılar aracılığıyla
da işaret eder. Nitekim Lambo’nun meyhanesini
anlattığı satırlarda, buranın müdavimlerinden olan
Sait Faik’i, Cahit Sıtkı’yı, Ahmet Muhip Dıranas’ı,
Abidin Dino’yu, Orhan Veli’yi, Melih Cevdet’i ve
Oktay Rıfat’ı hatırlatarak mekâna tarihsel bir anlam
yüklerken kendi deyimiyle “mühürlenmiş zamanların” kapılarını aralar.
Pera’nın fizyonomisini özellikle Taksim üzerinden deşifre eden İlhan Berk, bir atardamar, bir ileri
karakol olarak nitelendirdiği Taksim’in Cumhuriyet atlaslarındaki görüntüsünü kültürel bellek ve tarihle bütünleştirirken adeta geçmişin izleri arasında
düşsel bir yolculuğa çıkar, Pera’nın geçmişine ve “tarih yükü”ne dokunur. Taksim’i Cumhuriyet’le birlikte görüntüleyen Berk, Cumhuriyet büyüklerini
de Taksim’le kurdukları aidiyet üzerinden hatırlatır.
“Bir iffet düşkünü imparatoriçe” olarak tanımladığı Pera’nın lokantalarını da özellikle
Tokatlıyan’ı Abdülhak Hamit ve Yahya Kemal’le;
Park Pastanesi’ni, burada “bütün bir geçmiş zamanı
yaşayan” Abdülhak Şinasi Hisar’ın deneyimledikleriyle/anılarıyla, Nisuaz’ı Çallı İbrahim, Abidin
Dino, Fikret Adil’le bütünleştirir. Yahya Kemal’i
“eprimiş, soluk” bir fotoğrafta gördüğü Park Otel’le
aynileştiren Berk, mekânın Yahya Kemal’e ve Falih
Rıfkı’ya ilişkin belleğini de böylelikle deşifre eder.
Berk, sadece ünlü müşterileriyle değil aynı zamanda ruhuyla da resmetmeye çalıştığı Park Otel’in yemek listesini de fiyat listesiyle birlikte duyurarak bu
oteli, bir bütün olarak kitabına aldığı gibi otel ve
ev arasındaki farklılıkları da otelin sunduğu yaşam
biçimleri aracılığıyla hatırlatır.
Taksim’i sokaklarına sinen yaşanmışlıklarla
görüntüleyen Berk, “Taksim’in yeni yetme halkını”
saydığı gibi kadim ailelerini isimleriyle birlikte sıralar. Özellikle “yedek parça cumhuriyetinin tabelalar caddesi” olarak vurguladığı Abdülhak Hamit
Caddesi’nin ilk sakinlerini, “Bizans huysuzları, faytonlar, Yahudiler, Servet-i Fünun, şairler”; bugünkü
sakinlerini ise trafik, tamirciler, kornalar, kamyonlar, yedek parçacılar, bay gürültü ve Cumhuriyet
aracılığıyla tasnif eder. Bu tasnif, Taksim halkını
bütünüyle ve mekâna iz bırakan yaşanmışlıklar aracılığıyla resmetme arzusunun bir yansımasıdır. Bu
bağlamda Berk’in Taksim’e yüklediği değer, sadece
fiziksel görüntüyle ilintili değildir. Taksim’in kültürel belleği, toplumsal yaşam görüntülerinden verilen örneklerle okura duyurulur.
Pera sokaklarını, tabelalar, levhalar, ilanlar ve
insan manzaralarıyla bütünleyen Berk, bir gözlem
kulesine benzettiği Eftalikus Kahvesi’ni de tarih
ve anılar merkezi olarak vurgular. Nitekim Berk’e
göre, Abidin Dino, Sait Faik, Asaf Halet Çelebi buraya bunun için gelir. İlhan Berk’e göre Eftalikus
Kahvesi, en çok da yalnızlığın tadını burada çıkaran
Sait Faik’in yurdudur. Zira Pera’nın “tarihte, insanda eşyada bir suretini çıkarmak” (Berk 1994:125)
isteyen Berk, özellikle bir devre damgasını vuran
edebiyatçıları da mekânla kurdukları ilişkiler ve
mekâna sinen anıları çerçevesinde hatırlatır.
İlhan Berk, en ince ayrıntısına, en küçük sokağından en kenarda kalmış oteline kadar kitabına
sığdırmaya çalıştığı, uzak ve yakın geçmişine odaklandığı Pera’nın sokaklarına insani vasıflar yükleyerek sokakların ruhunu sadece “geometri dili”yle
değil aynı zamanda burada yaşayanların mekâna
etkisi aracılığıyla da dillendirir. Nitekim şair, düşsel yolculuğunda sokakların sesini dinler, geçmişlerini çözmeye çalışır. Berk, Tarlabaşı sokaklarını
da Pera’nın pek çok sokağı gibi tarihle yıkanmış
olarak betimlediği gibi şifrelerini çözmeye çalıştığı
sokakları kişileştirir. Sakızağacı Sokağı’nı “peçeli bir
güzele” benzeten Berk, Sakızağacı Sokağı’nın insanlara kucak açtığına vurgu yapar. Pera’nın sokaklarını dinsel kodlara göre de sınıflandıran İlhan Berk,
yoksul Keldanilerin sokağı olarak nitelendirdiği
Sakızağacı’nı ayrıntılarıyla anlattığı Keldani ayiniyle bütünler, Süryani Kadim Meryemana Kilisesi’ni
de aynı göndergeler aracılığıyla betimler. Bu betimleyiş sırasında sokakların dinlerle kurduğu aidiyet,
sadece mabetler üzerinden değil aynı zamanda burada yaşayan insanların dinlerine ilişkin yaşamsal
59
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
pratikleri aracılığıyla da yansıtılır. Bununla birlikte İlhan Berk, Pera’nın ruhunu, dilini ve belleğini
kitabında resmederken özellikle Bizans kokusunu,
‘Levanten ruhunu’ ve azınlıkların yaşamsal izlerini
duyumsar. Nitekim özellikle kiliseleri betimleyen
Berk, Hıristiyan Bizans dokusu sinen sokakları da
silik birer anı şeklinde hatırlanan sakinleriyle birlikte kitabına alır.
Pera’nın sokaklarını, caddelerini yaşayanlarıyla
birlikte resmeden İlhan Berk, sokaklar ve insanlar
arasındaki irtibatı da yaşanmışlıklar çerçevesinde
dile getirirken şair refleksiyle bütünleştirdiği sinematografik üsluptan ve gözlem gücünden istifade
eder. Nitekim Berk’in “büyük, küçük Ziba sokaklarından boşanan sarhoşlar, serseriler, çulsuzlar, yerdenbitmeler, çapulcular, uçkursuzlar, bücürler, şizofrenler, bobstiller, haytalar bu sokaklara uyku dirlik
tanımazlar” (Pera s.50) şeklindeki betimlemesi,
sokaklardaki yaşam pratiklerini ve Pera’nın insan
tipolojilerini ve kültürel kodlarını kitabına alma arzusunun bir göstergesidir.
Kitabında uzun uzadıya anlattığı Tarlabaşı sokaklarını bir labirente benzeten İlhan Berk’e göre,
Tarlabaşı sokaklarının sakinlerinin gözüne uyku
girmez. Zira Pera’yı bir kâşif edasıyla adımlayan
Berk’e göre, sokaklar insanlarını, insanlar da sokaklarını düşünmeden edemez. Bu, sokak ve insan arasındaki değişmez yazgıdır. Sokaklara insani vasıflar
yükleyen Berk, Tarlabaşı’ndaki “kurt, it, kopuk yatağı” olarak nitelendirdiği Kalyoncukulluğu Sokağı’nı
bencillikle itham ederken Tarlabaşı’nı sadece yitilen
bir yer olarak tanımlar. Pera’nın temsil ettiği hayatları, sokaklara kazandırılan kimliklerle birlikte
duyuran İlhan Berk, bu sokakların öykülerini irdeler, yaşam manzaralarını görüntüler, “çizgi dışı
topografyası”na odaklanır ve geçmişlerine karışır.
Modern yaşamın simge mekânlarından olan
pasajlar da İlhan Berk’in Pera atlasından nasiplerini
alırlar. Nitekim Berk, renkleri, kokuları, sesleriyle
vurguladığı pasajları da metaforik bir düzlemde
betimlerken kitabının bir bölümünde “Pasajlar ya
da Gizemli Dünyalar Onun Üzerinedir” başlığıyla
“Levanten ruhun kapalı kutuları” (Pera s.90) olarak
tanımladığı pasajların geçmiş atmosferine ve burada yaşamış olan Levantenlerin anılarına odaklanır. Özellikle Hristaki (Çiçek) Pasajı, Berk’in düş
evreninde sadece fiziksel görünüşüyle değil aynı
zamanda azınlık ruhuyla da betimlenir. Hristaki
Pasajı’nın belleğini ve bu pasajın geçmişte kalan
sakinlerinin söylemlerini, şiirsel form içinde eriterek dile getiren Berk, adeta pasajın ve anılar belleğinde yer edinen pasaj sakinlerinin sözcülüğünü
üstlenir. Bununla birlikte Berk’e göre, Levanten
ruhun türlü kılıklara girip dolaştığı Aynalı Pasaj
da bugünkü dünyadan kendini yalıtarak pasajların
yapısına uygun olarak kapalı kutu olma özelliğini
sürdürmüştür. “Bizans ruhunun son durağı olan”
(Pera s.92) Krepen Pasajı’nı, “anıların dev belleği” (Pera s.93) olan Rumeli Pasajı’nı, “üç kollu üç
ağızlı bir labirente” benzeyen Alyon Pasajı’nı Berk,
Pera’nın ruhunu oluşturan mekânlar olarak resmeder. Bununla birlikte Berk, Hacopulo Pasajı’nın
azınlıklardan oluşan sakinlerini de şiirsel bir formda kitabına alırken pasajların Levanten dünyasına
odaklanır.
İlhan Berk, Pera kitabında, Pera’nın fizyonomisini, sosyal dokusunu, belleğini geçmiş ve bugün
arasında kurduğu bağ aracılığıyla dile getirirken
mekân insan arasındaki ilişkiye de yaşanmışlıklar ve
toplumun mekânın yazgısına sirayet eden etkileri
bağlamında odaklanır. Pera’yı sokaklarından, insanlarına, evlerinden otellerine, kahvelerinden lokantalarına, meyhanelerinden pasajlarına, kiliselerinden havralarına kadar bütün teferruatıyla kitabına
sığdıran Berk, düşsel bir yolculuğu fragmanlar halinde okura duyumsatır. Pera’nın yazgısını, buraya
iz bırakanları hatırlatarak yansıtan Berk, geçmişin
mekânlarını kitabı aracılığıyla adeta yeniden inşa
eder ve geçmişin bugünle birlikteliğini “anılar belleği” aracılığıyla kurar. Bu inşa ediş arzusuyla geçmişe
uzanma, geçmişin mekânları ve “anılar belleği” aracılığıyla kurgulanan zamansal bir birlikteliğe işaret
eder.■
Kaynaklar
Berk, İlhan (1990) Pera, Adam Yayınları, İstanbul
Berk, İlhan (1994) İnferno, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Kanter, Beyhan (2013) Şiirsel Kimlikten Mekânsal Sınırlara İkinci Yeni Şairlerinin Mekan Algısı, Okurakademi Yayınları,
İstanbul.
Morss Susan Buck (2010) Görmenin Diyalektiği, (Çev. Ferit
Burak Aydar) Metis Yayınları, İstanbul.
Oktay, Ahmet (2002) Metropol ve İmgelem, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
Özcan, Tarık (2009) Aykırı ve Şair İlhan Berk, Popüler
Yayınları, İstanbul.
60
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Turbo Tima
PERVİN (AZERBAYCAN)
çev. İmdat AVŞAR
S
amir de bir araba sevdalısı... Eh, sadece Samir mi? Nerde çalışırlarsa çalışsınlar, ne
iş yaparlarsa yapsınlar hiç önemli değil; nerdeyse bütün gençler, bu demir parçasına
fanatizmle bağlı. Birbirine kaynakla iliştirilen bir yığın demir ve o demirler içine yerleştirilen elektronik sistemlerden ibaret olan bu metal yığınının etiketindeki sıfırları görünce
insanın başı dönüyor. Buna rağmen Samir ile arkadaşlarına, bir araya geldiklerinde, arabadan
başka bir mevzu konuşmadıkları için kızıyorum. Bilgisayar başında oturup ciddi ciddi ilmi
araştırmalarla meşgul olduğumda, yan odadaki ateşli tartışmalar arasından sızarak, duvarları
geçip kulağıma ulaşan “Opel”, “Nissan”, “dört çarpı dört”, “beygir gücü”, “silindir hacmi” ve
buna benzer sözleri işitmekten, iyiden iyiye yoruluyorum…
Bir gün dayanamayıp, Samir ve arkadaşlarının ateşli konuşmalarına müdahale ettim:
– Bu anlamsız sohbetlerden sıkılmadınız mı? Bu araba meselesini daha ne kadar tartışacaksınız?
– Ne yapalım? Araba almaya gücümüz yetmiyor, biz de arabalardan bahsediyoruz, yasak mı?
– Arabanın yedek parçalarına kadar saymak yerine, araba almaya çalışmak daha iyi olmaz
mı?
– Eh! Senin romantizmin de bizi öldürecek! Sen bu ülkede alın teriyle helâl kazanç sağlayan
ve para biriktirip de araba alan bir adam gördün mü?
– Hımmm...
– Ne hımmm? Elbette görmedin. Hiç kimse de görmemiştir. Ne yapalım yani, bu isteğimize
kavuşmak için, biz de rüşvetçi mi olalım? Baş mı keselim? İnsanları mı aldatalım?
– Tamam Samir... Yine başlama. Çalışmak istemiyorsunuz, suçu bütün ülkenin sırtına yüklüyorsunuz. En iyisi sen, bu “derin” mevzunuz hakkında bana da biraz bilgi ver...
...Samir arkadaşlarıyla birleşip araba motorlarının silindir hacminden, beygir gücünden, turbo hızlandırıcı özelliklerinden, hidrolik multi direksiyonlarından daha ne bileyim, benim kavramakta zorlandığım pek çok şeyden bahsetti ve o kadar çok konuştu ki, doğrusu bu
“araba hastalığı” bana da sirayet etti. Acaba, insanlara da, bu noktainazardan yaklaşmak; yani
insanları da içten yanmalı motorlar gibi hacmine, gücüne göre kategorilere ayırmak mümkün
müdür, diye düşündüm.
Bu sorular zihnimi meşgul etmeye başlayınca, çalıştığım kurumdaki insanları düşünmeye ve
onları bu bakımdan tasnif ederek, gruplamaya başladım. Mesela, muhasebe bölümünde çalışan
61
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Ceylan... O, herhangi bir işi çok geç kavradığından, dizel motorları anımsatıyor. Kapıcı Elhan
dayı da her zaman istiap haddi beş ton olan kamyon motoru gibi büyük bir gürültüyle çalışıyor.
Hele Dilara? Ne kadar acele ettirirlerse ettirsinler
umurunda değil, onun motoru da hatchback gibi
sessiz çalışıyor. Ve nihayet O… Bizim kurumda,
turbo jet sistemli yarış arabalarının motoruna sahip yegâne adam... Yeni Teymur. Onun adının
Teymur olduğunu çok sonradan öğrendim. Çünkü herkes ona Tima diyordu. Bu konudaki düşüncelerimi arkadaşlarla paylaşınca, kızların biri:
Bundan sonra ona “Turbo Tima” diyelim diye
çok güzel bir öneride bulundu... Gerçekten de,
bu lakap tam da onun boyuna biçilmiş kaftandı.
Çünkü onu bir yerde, sakince dururken görmek
müşkül meseleydi. Birkaç saniye önce ikinci kattaki plan ve maliye şubesinin önünde ateşli ateşli
konuşan Tima’yı, iki dakika sonra yedinci kattaki
istatistik şubesinde çalışan kızlarla çay içerken görenler, bu duruma hiç şaşırmıyorlardı. Yahut da
büfede ucu bucağı görünmeyen kakao kuyruğunda sıra bekleyen Tima’yı, üç dakika sonra muhasebe bölümünün kaprisli hanımlarına naneli sormuk şekeri ikram ederken görmek mümkündü.
Bizim kurumda çalışanlar için, Turbo Tima’nın
bu hızda hareket etmesinde şaşılacak bir şey yoktu. Aksine, birisi onu sakince yerinde oturuyor
görseydi, belki hastalanmış yahut motoru arıza
vermiş, diye endişelenirdi. Bizim kurumun bahçesindeki bankomatın yanına konmuş olan bank
ise, Turbo Tima için hem bir “durak” hem de
yakıt ikmali yaptığı bir istasyondu. Her ayın on
beşinde, yani çalışanların maaşlarını aldığı gün
ise, onun “turbo motoru” biraz daha hızlı ve hatta
rölantisi yüksek olarak çalışırdı...
– Tamilla Hanım, maaşlar bankaya yatmış ha!
Seriye Hala, sen yorulma, kartını ver, maaşını çekip getireyim...
– Allah sana dert vermesin, ay Teymur. Ayaklarımın ağrısından inip çıkamıyorum. Bu lanet
olası asansöre binince de kalbim sıkışıyor...
– Ay kız, bu nedir böyle? İki yevmiyeni yazmamışlar mı? Git yevmiye defterini tutan kızın
saçlarından asıl, bir bak, niye doğru yazmamış...
– Doğru söylüyorsun. O benim arkamdan,
çoktandır entrika çeviriyor. Allah canını almasın,
yazıktır!
– Bereketli olsun, Dürdane Hanııım! Biliyoruuuum! Kulağıma çalındı, kızına çeyiz parası
biriktiriyorsun... Allah mutlu, bahtiyar eylesin.
– Sağ ol, oğlum. O günler gelsin, seni de evlendirelim, inşallah. Bu kadar güzel, gökçek kız
var burada, birini seçip de hoş baht etmiyorsun,
ben sana ne diyeyim şimdi...
– Eeeehhh! Bana kim gelir...
– Kızlar, öğle yemeğine gitmiyor musunuz?
Vaktiniz varsa, Zernure Hanımın maaşına bir bakın. Doğru hesaplanmış mı?
– Timurcuk, bu kadınların maaşındaki eksik
kuruşları hesaplamaktan sen de yoruldun. Sonunda seni başmuhasip yapacaklar, belki o zaman sakinleşirsin...
– Bekle! Yeşil ışık yansın, öyle geç. Ne kadar sabırsızsın! Niye acele ediyorsun, bankomatı
tepiklemeyeceksin ki... Şimdi kartını tak. Bekle,
paralar hazırlanıyor. Evet. Şimdi paranı al. Allah
bereket versin...
– Çok sağ olun. Buyurun bu da sizin!
– Yoook! Vallahi, almam. 107 manat dediğin
ne ki, o paradan bana da birkaç kuruş veresin!
Ben size bunun için yardım etmedim ki. Sen
daha yenisin burada, beni tanımıyorsun...
– Aman Allah! Yoruldum. Ayaklarım beni taşımayı reddediyor... Araba olsam, kesin motorum
hararet yapardı ama ben, canımı dişime takıp dayanıyorum... Ha ha ha!
***
Turbo Tima’yı her gördüğümde, “İnsan ve
Cemiyet” adlı kitabı hatırlıyordum. Daha doğrusu o kitaptan aklımda kalan tek cümleyi: “İnsanı emek şekillendirir.” Çünkü ona dikkatle
baktığımda, onun zahiri görünüşünün de sırf
bu gerilimli faaliyeti neticesinde şekillendiğini
sanıyorum. Parmakları uzamış, incelmiş, merdivenleri inip çıkmaktan bacak kasları şişmiş. Elinden çok para gelip geçtiği için avucunun derisi
aşınmış. Paralara çok bakmaktansa gözleri fırıl
fırıl dönüyor. Birçokları, Turbo Tima’nın sağa
sola koşuştururken de bankomattan çalışanların
maaşlarını çekerken de kendi kendine konuştuğunu söylüyorlardı. Bir gün, tesadüfen asansöre
birlikte bindik. Bankomata para yüklemek için
gelen zırhlı araba, bizim kurumun bahçesine gel-
62
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
diği için Turbo Tima çok heyecanlı görünüyordu.
Galiba benim de asansörde olduğumun farkında
değildi. Külüstür asansör yavaş yavaş dokuzuncu
kata çıkana kadar Turbo Tima’nın diliyle dişi arasındaki konuşmalarını dinlemek zorunda kaldım:
– Mesai bitimine az kaldı... Vagıf Beye de
söz... Acaba yerinde mi? Eeehh... Çok geciktim...
Parayı da getirip bankomata yüklemediler ki...
Ufff... Sıkıldım... Geç kalıyorum... Aşağıda çok
oyalandım...
Dokuzuncu katta, asansörden indiğimde, sanki kulaklıkları kulağımdan çıkardılar, rahatladım.
***
Geçen hafta garip bir hâdise meydana geldi.
Bütün gün gergin ve ara vermeden çalıştığım için
çok yorulmuştum. Akşam işten çıktığımda, hesabımdaki bakiyeyi yoklamak ve bir miktar para
çekmek istedim ama birdenbire olduğum yerde donup kaldım. Hiçbir şey anlayamıyordum.
Çünkü ne zaman kartımı bankomata soksam,
parmaklarım nerdeyse beynimden evvel düşünüp dört rakamlı şifreyi giriyordu. Ya şimdi? Ne
olmuştu? Evet, şaşılacak bir şey yoktu. Garip de
olsa, şifremi unutmuştum.
Kafamdaki düşünceleri eleyip bu kargaşanın
içinden bana gerekli olan dört rakamı ayırmaya
çalışsam da, olmuyordu. Zihnimi var gücümle
yoklasam da, hafızamın derinliklerinden, o dört
rakamlı şifreyi bulup çıkaramıyordum…
Birden, elimi nezaketle kenara çeken biri
şifremi yazıp kenara çekildi. Hayretten donup
kalmış bakışlarım arasında, şifre kabul olundu.
Bana lazım olan parayı çekip yanımda duran
Turbo Tima’ya doğru döndüğümde hayretim bir
kat daha arttı. Turbo Tima, âdeta jet motorunu
çalıştırmış, bahçenin hayli uzağındaki yaşlı bir
kadının koluna girmiş, onu bankomata doğru
getiriyordu.
Bir kenara çekilip hiç acele etmeden bankomata doğru gelen Turbo Tima ve yaşlı kadını
seyrettim. Hafızamın derinliklerinden, onunla ilgili görüntüler bir bir gözlerimin önünden geçti:
Bankomat etrafındaki kalabalık, herkese yardım
eden jet motorlu Turbo Tima, insanların ona güveni, sevgisi… O anda, Turbo Tima’nın, sadece
benim değil, bu bankomattan para çeken herkesin şifresini ezbere bildiğini düşündüm... Neden
olmasın ki? Herkes, ona güveniyor, banka kartını
da, şifresini de veriyordu.
O gece Turbo Tima’yı rüyamda gördüm: Ağır
bankomatı sırtlamış, yukarı çıkarıyordu. Sırtında
bankomat ile tüm bölümleri geziyor, kartları bir
bir alıp bankomata takıyor ve çalışanların maaşlarını, oturdukları odada ellerine sayıyordu. Eski
Türk filmlerinde, sırtlarında güğümlerle su satan
adamlara benziyordu. Hatta bankomat asansöre
sığmadığından, yukarı katlara da sırtında çıkarıyor, hiç yorulmuyor, usanmıyor, bıkmıyordu...
Birden, birisi onun cılız bedenine yüklediği bu
ağır yükü almak istiyor, Turbo Tima ise ona bağırıyordu ki, ben uyandım. Rüya ile gerçeklik
arasında kalmıştım. Yatağımın içinde, yastığımı
kucaklayıp bir hayli düşündüm. Ama bu uykulu
düşüncelerimin çoğunu unuttum. Bu rüyayı ise
sabahleyin hayra yorarım diye, yeniden daldım…
Ertesi gün, muhasebe bölümündeki kızlarla
çay içerken onlardan biri acı haberi verdi:
– Bizim kurum ile maaşlarımızı aldığımız
banka arasında, bir anlaşmazlık olmuş. Sözleşme
iptal edilmiş, maaşlarımız için yeni bir banka ile
anlaşılıncaya kadar, maaşlarımız kurum veznesinden, nakit olarak ödenecekmiş...
Ertesi gün akşamüzeri, bizim kurumun bahçesindeki bankomatı söküp götürdüler.
Eve döndüğümde, düşüncelerim karmakarışıktı. Turbo Tima’yı düşünüyordum. Sabah
işe geldiğinde bankomatı yerinde görmeyince,
acaba ne yapacaktı? Şüphesiz deliye dönecek,
sinirlenecek, hemen muhasebe bölümüne çıkacak
ve bundan sonra maaşları, veznedar Koca Latife
Hanımın ödeyeceğini öğrenecekti… Rüyamdaki
sahneler, yani onun bankomatı sırtına atıp
çingene kadınların çocuğunu taşıdığı gibi
taşıması; ama çingene kadınlardan farklı olarak,
onun çalışanlara para dağıtma sahnesi gözlerimin
önüne geliyordu... Lanet sana, kör şeytan! Turbo Tima bundan sonra ne yapacaktı? Bankomat
bizim bahçeden kaldırıldığına göre o, doksan kiloluk Latife Hanımı sırtına alarak bölümleri tek
tek gezdirip çalışanların maaşlarını mı dağıtacaktı? Ne olursa olsun, bu yeni senaryoya göre, onun
işi evvelkinden daha rahat olacaktı. Çünkü Latife Hanım ne kadar kilolu olsa da bankomattan
daha hafifti… Tam bu sırada, beni deli bir gülme
tuttu. Ama sabahleyin, en sevdiği varlığı kaybetmiş Turbo Tima’yı görünce kederleneceğimi çok
63
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
iyi biliyordum...
Sabahleyin işe geldiğimde, bankomatın boş
kalan yerinde, iki tane gül gördüm. Bu gülleri ya
Turbo Tima kendisi koymuştu ya da bizim kurumun veledizinaları, ona sataşmak için böyle bir
şey yapmışlardı. O anda, Turbo Tima’yı bulup
ona baş sağlığı dilemek ve zavallıyı teskin etmek
istedim. Fakat ne kadar arasam da, bulamadım.
İlginç olan şuydu ki, çalışanların hepsi onu tanısa da hiç kimse onun hangi bölümde çalıştığını bilmiyordu. İki gün sonra kapıcı Elhan dayı,
akşam işten çıktığında, Turbo Tima’yı postanenin önündeki bankomatın çevresinde dolaşırken
gördüğünü ve polisin onu kaba bir dille oradan
kovduğunu söyledi...
***
Bir gün, bazı belgeleri bakanlığa göndermek
için haberleşme ve iletişim şubesine gittim. Boş
bilgisayarlardan birinin başına geçip iletişim adresimi açtığımda, arka tarafımdan, sanki tanıdık
bir ses eşittim: “Ufff... Sıkıldım... Çok sıcak...
Geriye dönüp baktığımda gözlerime inanamadım. Evet, Turbo Tima’ydı... Odanın yukarı tarafında, sırtı bana dönük şekilde, bir bilgisayarın
başında idi. Dalgın olduğumdan, odaya ilk girdiğimde onu fark etmemiştim. Gayriihtiyari ayağa
kalkıp ayaklarımın ucuna basarak sessizce ona
yaklaştım. Bilgisayarda bir siteye girmiş, etkileşimli bir strateji oyunu oynuyordu. Ekrana dikkatle bakınca, hangi oyunu oynadığını anladım.
“Otel” denen bu oyunu Samir ve arkadaşları da
oynuyorlardı. Turbo Tima o an, bilgisayar ortamında, büyük bir otelin yöneticisiydi... Gözlerim onun bileklerine ilişti. Bilekleri kalınlaşmış,
kolları adale bağlamıştı. Hiç kimseye aldırmadan
kendi kendine konuşuyordu yine:
“Hemen yukarı kata çıkmam lazım, 408 numaralı odanın suyu akmıyor... Gidip bir bakayım... Usta çağırmak gerekecek galiba... Vayyy...
Şimdi turistler de gelecek... Boş yere oyalandım...
Geç kalıyorum... Öfff! Bu sıcaklar da bir yandan... Eurovision Şarkı Yarışmasına kadar bu
oteli yedi yıldızlı bir otele çevirmeliyim... Evet...
Otele gelen turistler de memnun kalmalılar...
Otel girişini yeniden düzenletmeliyim... Bankaya
da telefon edeyim ki, otelin girişine acilen uluslararası işlem yapılabilen bir bankomat koysunlar...
Evet, bankomat...■
BAKSI'DA MÜZE
Baksı'da bir anıt eser var şimdi
Ve bir insan özü hasbilik kokan
Görünse de eser taştan kurşuni
Sanatkâr ruh katmış ona ruhundan
Heyula şehirden bıkan insanlar
Huzuru bazan da dağlarda arar
Tefekkürle sırra kapı aralar
Cana can katandır her zaman vatan
Sürmeli, bu eller kadim yerleşik
Sahip çıkılmayan yurt delik deşik
Adı müze ama sevgiye eşik
Çok asır anılır eser bırakan
UYGUN AHMET EKER
64
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
İKİ AYRI
Nasıl mı diyorsun?
Yüreğini dağlara vura vura
Belki her gün ölüyorsun
Ve bilinmez hayallerin kuytusunda
Bir tutam umut beklerken
Fark edersin tükendiğini bu yolda
Her şeye rağmen yüreğimin sesiysen
Uzat ellerini sana muhtacım
Nasılları, niçinleri düşünmeden
Yitirilmiş yıllara aldırmadan
Gözlerimde sevgi, dudaklarımda
sevgi, ellerimde sevgi
Süpürür mü yılların isini? Yener mi sevgi her şeyi?
Senin dudaklarından sızar ancak
Masum neşe kelebeklerim, Dün olmadı, bugün olmaz
Desen ki yarın da olmayacak Açar kollarımı seni sonsuzda beklerim.
LEYLA ve NEKRE
65
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Mevlânâ'nın aşkı
Şems'in yurdu: Tebriz
RIDVAN CANIM
Derk edebilmirem feleğin işin
Su kesmiş yolunu sönmez ateşin
İkiye bölünmüş bir ürek düşün
Gözleri yollarda galmışam Tebriz
Yene bulut kimi dolmuşam Tebriz
Afig Agdamî
T
ebriz’le ilk buluşmamız geceye rastlar. Tebriz’e gündüz girmeyi çok
isterdim oysa. Her şeyde bir hayır
mı aramalıyız! Öyle olsun. Bir dostun tavsiyesi
üzerine şehrin merkezindeki “Sina Hotel”e zor
zahmet atıyoruz kendimizi. Bu sıcak temmuz
akşamında sıcak bir karşılama! Sabah ola hayrola.
İran’ın dördüncü büyük kenti Tebriz. Ve
Doğu Azerbaycan eyaletinin de başkenti. Bu
başkentliğin pratik karşılığını Tebriz’de bulunduğum süre içinde pek anlayamadım ya neyse.
Kuzeyde Eynalı Dağı ile güneyindeki volkanik
Sehent Dağı arasında, Kömür veya Mehran
Çayı ile Acı Çay’ın birleştiği dağlar arasındaki
Tebriz ovasında kurulmuş Tebriz şehri. Nüfusu
1 milyon 600 bin civarında. Hazar’a yaklaşık
70 km. uzaklıkta ama aradaki dağlar Tebriz’de
karasal iklimi hâkim kılmış hep. Tıpkı Bakü
gibi, Erzurum gibi rüzgârlı bir şehir Tebriz.
Deprem kuşağı üzerinde kurulmuş, tıpkı Erzurum gibi. Havasıydı, suyuydu, hatta insanıydı
derken çevresindeki çok sayıda kaplıca ile biraz
daha benziyor Erzurum’a. Aslında insanlar şe-
hirlerinde ılıca, kaplıca, her neyse, olduğuna niye
sevinirler bilmem ki! Bir yerde bunlar varsa orada
fay kırıkları var demek değil midir bu. Fay hatları
da depremin izlediği yol değil midir? Demek ki
o kadar da ince düşünmeye gerek yokmuş! Tebriz ismi ile ilgili bir sürü söylenti var. Hangisinin
doğru olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini
Tebrizliler bile pek bilmiyor. Farsça bir kelime
olan ve “ateş” anlamına gelen “teb” kelimesi ile
yine “akmak, akıtmak, dökmek” anlamlarına gelen “riz” sözcüklerinin yan yana gelişi ile Tebriz
adı oluşmuş. Hâlâ ne alâkası var diyorsanız, bu
biraz önce anlattığım “kaplıca” hikâyesini de iyi
dinlemediğiniz anlamına gelebilir!
Aher, Bostanabad, Benab, Serab, Şebuster,
Keliber, Meraga, Merend, Miyane, Heris ve
Heştrud, bölgenin en önemli şehirleri arasında
sayılabilir. Eyaletin merkezi olan Tebriz, asırlardır
Orta Asya’dan gelip Ön Asya’ya, güneyden gelip
kuzeye giden yolların kavşağında kurulmuş bir
tarih, ticaret ve kültür şehri.
Birkaç yıl önce gittiğim Azerbaycan’ın başkenti Bakü ile ilgili izlenimlerimi yazarken; “Ey
Bakü, ikiz kardeşin Tebriz’le buluşmamız ne za-
66
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
man olur bilemiyorum.” diyerek bitirmiştim sözlerimi. Şimdi burada önce onu hatırladım. Demek ki nasip bugüne imiş. Tebriz için bazıları;
‘Batı Azerbaycan’ın, bazıları “Şarkî” yani ‘Doğu
Azerbaycan’ın başkenti diyor. Enteresandır ben
de “Güney Azerbaycan” olarak biliyordum bugüne kadar! Henüz anlayabilmiş de değilim doğrusu. Ama gerçek olan bir şey var ki Tebriz katıksız
bir Türk şehri. Azerî Türkçesinin en hasını konuşuyor Tebrizliler.
Tebriz’in Tahran’a uzaklığı yaklaşık 620,
Türkiye’ye uzaklığı ise 320 km. Arkeolojik kazılar, bu şehrin 5000 yıllık bir geçmişinin bulunduğunu söylüyor. Tebriz’in Müslümanlar
tarafından fethi ise hicri 642 yılında gerçekleşmiş. Neredeyse bütün doğu dünyasının mamur
şehirlerini yerle bir eden Moğol işgalinin yıkmadığı birkaç şehirden biri olarak da bilinir Tebriz.
Tebriz’i kimler korudu, bir zamanların önüne geçilemez bu belâsından Tebriz canını nasıl kurtardı, bilemiyoruz. Moğol işgalinden sonra Safeviler
devrinde Tebriz’in bir süre için İran’ın başkenti
olduğunu da hatırlatalım. Burayı Safevilerin başkenti yapan da yabancı değil! Bizim Şah İsmail!
Tabiri caizse çocuk denilecek yaşta Tebriz’den
dünyayı sallamış bu çocuk şah. Ta Yavuz’la olan
şu meşhur Çaldıran karşılaşmasına kadar!
Biraz önce de söyledim. Tebriz tarih boyunca büyük depremler yaşamış bir felâketler şehri
aslında. Dolayısıyla zaman içinde birçok tarihî
eser, şehirde yaşanan sarsıntılar sonucunda yıkılmış ve de kaybolup gitmiş öylece. Safeviler
döneminden sonra gelen Kaçarlar döneminde
de yine başşehir olmuş Tebriz. Bu yüzden de söz
konusu yıllar içinde sık sık Osmanlı ve Rus ordularının akınlarına maruz kalmış bir acılar şehri
diyebiliriz Tebriz’e.
Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum ama ben
Tebriz’i diğer İran şehirlerine nispetle biraz “aykırı” buldum. Bunu, İran’ın diğer şehirlerini gezip dolaşıp yeniden Tebriz’e döndüğümde daha
bariz olarak bir kez daha fark ettim. Açayım bu
sözümü: Bir babanın birkaç oğlu olur da bunlardan bir tanesi öbür kardeşlerine hiç benzemez
ya. Hırçın olur, huysuz olur, lâf dinlemez, söz
anlamaz yani kısacası sürüp giden aile düzenine “uyumsuz” veya “aykırı” bir “tip” olur ya, işte
Tebriz de bana öyle geldi biraz. Daha doğrusu
ben bunu hissettim. Tebriz, öyle kolay kolay kendini ele verecek, kendini teslim edecek cinsten bir
şehir değil anlayacağınız. Alttan alta “isyankâr”
bir ruhu var. Onun için olsa gerek ki İran’da
Tebriz’e “ilklerin şehri” adını vermişler. Bir kere
sahip olduğu coğrafi konumu dolayısıyla, asırlardır İran’ın Batı’ya açılan kapısı olmuş Tebriz.
Bu yüzden de birçok modern yapı bu şehirde
inşa edilmiş, Batılı anlamda birçok etkinlik de
yine önce Tebriz’de görülmüş. Çoğu Tebrizli, bu
yüzden İran’ın modernleşmesinin öncüsü olarak
görür şehirlerini. Tebriz neden “ilkler şehri”dir
bir bakalım:
İran’da ilk matbaa 1811 yılında Tebriz’de kurulmuş. İran’ın modern anlamda eğitim veren
ilkokulu 1888 yılında Tebriz’de, kurucusu Hasan
Roşdiye adıyla açılmış. Şu anda Millî Kütüphane olarak görev yapıyormuş. İran’ın ilk “İşitme
Engelliler Okulu”, Cabbar Bahçıvan tarafından
1924 yılında Tebriz’de kurulmuş. Yine İran’ın ilk
67
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Hoy şehrinde yapılan Şems-i Tebrizî anma töreninden
“Özel Dâhi Çocuklar Okulu” 1926 yılında Almanlar tarafından Tebriz’de eğitim-öğretime başlamış. İran’da ilk “Ana Okulu” 1923 yılında bu
şehirde, ilk belediye teşkilatı, şehir meclisi ve belediye sarayı da yine Tebriz’de kurulmuş. İran’ın
yine modern anlamda ilk polis teşkilatı Tebriz’de
kurulurken, İran’ın ilk “Ticaret odası”, ilk “Madeni Para Darphanesi”, ilk “Genel Kütüphane”si,
ilk “Sinema Salonu (1900 yılında)” da Tebriz’de
kurulmuş, ayrıca 1921 yılında Tahran’ın da ilk
sinema salonunu bir Tebrizli açmış.
İran’ın ilk “tiyatro”su ve “tiyatro grubu” da
yine Tebriz’de sahne almış. İran’ın ilk modern
fabrikası Tebriz’de açılırken, 1900'lü yıllardaki telefon sistemine kavuşan ilk İran şehri yine Tebriz
olmuş. İran’da ilk “Öğrenci Yurdu” Tebriz’de açılmış ve de İran’ın ilk “Kadın Derneği” Tebriz’de
kurulmuş. Sakın başka var mı demeyin, insaf
derim. Hangimizin yaşadığı şehir, bulunduğu ülkenin bu kadar “ilk”ine sahip… İşte Tebriz bunu
için “farklı” bir şehir olma hakkını elde etmiyor
mu sizce de.
Tebriz’in son yüz yıllık siyasi tarihi de İran’ın
geleceği açısından önemli “çıkış”lara sahne olmuş. Büyük Tebriz Terminali yakınlarındaki
“Meşrutiyet Parkı”na yolunuz düşerse veya yolunuzu Tebriz’in bu şehre en hâkim tepesine özellikle düşürürseniz, işte o tepede şahlanmış atının
üzerinde Tebrizli bir kahramanın heykelini göreceksiniz. Anıtın üzerinde şu yazılar var: “Serdâr-ı
Millî Settar Han”… Tebriz, 1906 yılındaki anayasal hareketlenmede siyasî hareketin merkezi
durumunda olurken, 1950’li yıllarda İran petrollerinin millîleştirilmesi sırasında ve son olarak
1978 yılından itibaren yaşanan İslam Devrimi
sürecinde de hep önemli hep ön planda bir şehir
olmuş.
Yıllardır üniversitede Osmanlı Edebiyatı
dersleri okutuyorum. Sayısız İranlı şair tanıdım. Şirazlı Hâfız’ı ve Sa’dî’yi, Nişaburlu Ömer
Hayyam’ı, Feridüddin Attar’ı tanıdım. Meselâ
bir Şems-i Tebrizî’yi tanıdım. Mevlânâ’nın aşk
derecesinde bağlandığı yüce şahsiyet. Bundan
büyük mutluluk olabilir mi? İşte şimdi onun
yurdunda, asırlar önce onun dolaştığı Tebriz çarşılarındayım. Ondan biraz sonra bahsedeceğim
tabii. Hemen şuracıkta, meşhur Hoy şehrinde
doğmuş Şems.
Şems... Şems... Tebrizli Şems…
“Beden bakımından ondan uzağız amma; cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz;
İster O’nu gör, ister beni...
Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben”
Mevlânâ Celâleddin Rûmî
Hicretin 642. senesinde bir cumartesi günü.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin yüzündeki nur
bakanların gözlerini kamaştırmakta. Etrafını saran talebeleri arasında atının üzerinde olduğu
hâlde ilerlemektedir. Birdenbire önüne kalenderi kıyafetinde bir derviş çıkar. İleri atılarak
Mevlânâ’nın atını durdurur. Dervişin gözleri
alev alev parlamaktadır. Şunu sorar: “Ey madde
ve mânâ altınlarının sarrafı! Muhammed Mustafa mı büyüktür, Bayezid-i Bistâmî mi?” Mevlânâ
bu soruyla irkilir ve “Bu nasıl sualdir, elbette
Muhammed Mustafa, bütün enbiya ve evliyanın
serveridir.” der. Derviş; “Evet ama Hz. Muhammed; “Yâ Rabbi, seni tenzih ederim, biz seni lâyıkı
ile bilemedik.” buyurdu. Bayezid ise; “Kendimi
noksan sıfatlardan tenzih ederim, cübbemin içinde Hak’tan gayrı varlık yok.” dedi. Mevlânâ şöyle
cevap verdi: “Bayezid bir Hak tecellisine mazhar
olunca kabının darlığından taştı. Hz. Muhammed hangi mertebeye varsa evvelki makamlardan
istiğfar ediyor, “Ey bizim düşünce ve idrakimizden
mukaddes olan Allah, biz seni layık ile bilemedik.”
diyordu.
Yabancı derviş bir çığlık attı, Mevlânâ atından aşağıya indi. Ortalığı bir telaş ve uğultu
kapladı. Birbirlerine bir anda büyük bir cezbeyle
bağlanan bu iki zat beraberce Gevhertaş Mahalle-
68
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
si’ndeki medreseye geldiler. Bir hücreye girdiler.
Bir rivayete göre kırk gün, bir rivayete göre de üç
ay boyunca kimseyi içeri almadılar.
İşte o derviş, Tebrizli Şems’ten başkası değildi.
Mevlânâ bir zaman önce Şems’i Şam çarşısında
görmüş ama yüzü kapalı olduğu için bir görüp
bir kaybetmişti. Mevlânâ ile Şems’in Konya’da
buluştukları yere; “iki denizin kavuştuğu yer” anlamında “Merace’l-Bahreyn” derler.
Bugün Konya’da, eski adıyla Güllük mevkiinde Şems Parkı olarak bilinen alanın içinde eski
bir cami ve türbe vardır. Yılın her günü ziyaretçilerle dolup taşan Mevlânâ Türbesi’ne yaklaşık on
dakikalık mesafedeki bu mekânı bilen ve ziyaret
edenlerin sayısı ise parmakla gösterilecek kadar
azdır. Sözünü ettiğimiz türbe, Mevlânâ’yı hakikatin sırlarına ulaştıran bir zatın adını taşır. Tahmin
ettiğiniz gibi Şems-i Tebrizî’dir bu...
Ariflerden olduğu bilinen Melikdad oğlu Ali
adlı birinin oğlu olan Muhammed Şemseddin,
1164 senesinde, biraz önce de söyledim, Tebriz
yakınlarındaki Hoy’da dünyaya gelmiş.
Henüz çocukluk ve ilk gençlik yıllarında bile
akranlarından çok farklı olduğunu göstermiş,
anne babasını, yakınlarını, hocalarını hayrete
düşüren davranışlar ortaya koymuştu. Zamanın
ölçülerini aşan bu zat, çocukluk dönemine ait bir
hatırasını şöyle anlatır: “Henüz ergenlik çağına
girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı otuz kırk
gün hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim.
Günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün
babam bana çıkıştı: “Oğlum”, dedi “Ben senin
bu halinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu
nereye varacak?” Ben de ona şu cevabı verdim:
“Baba, seninle benim babalık ve evlatlık ilişkimiz
neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla bir de kaz yumurtası koyarlar. Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman, bunlar
hep birlikte analarının ardına düşerler, bir göl
kenarına gelirler. Kaz yumurtasından çıkan civciv hemen kendisini suya atar, bunu gören ana
tavuk, eyvah yavrum boğulacak, der. Çırpınmaya başlar. Hâlbuki kaz yavrusu, neşe içinde suda
yüzmektedir. İşte, seninle benim aramdaki fark
da böyledir.”
Asla sıradan bir derviş değildi Şems. Tıpkı
Mevlânâ gibi zahir ve bâtın ilimlerinde yüksek
derecelere ermiş, üstün vasıflarla bezenmiş, gün
olmuş müderrislik yapmış, gün gelmiş Mevlânâ
gibi seçkin bir insanı aşk ateşiyle pişirip ona mana
âleminin pencerelerini açmış. Tebriz’de kendisine manevi kemalinden dolayı “Kâmil-i Tebrizî”,
durmadan gezdiği, yolları tayy ettiği için de,
“Uçan Şemseddin” anlamına gelen “Şemseddin-i
Perende” derlermiş.
Şems, tasavvuf yolundaki arayışları sırasında
bir rüya görür. Rüyasında kendisine bir velinin
arkadaş edileceği bildirilir. Aynı rüya üst üste iki
gece tekrarlanır ve o velinin Rum ülkesinde, yani
Anadolu’da olduğu söylenir. Yüreğini bir ateş sarmıştır. Bir an evvel O’nu aramak üzere yollara
düşmek ister, fakat daha zamanının gelmediği,
“işlerin vakitlere bağlı olduğu bildirilir.” Şems
ilahi tecellilerle mest olduğu, tam manasıyla istiğraka daldığı, müşahedenin güzelliğine beşer
kuvvetiyle tahammül gösteremediği zamanlarda
“gizli velilerinden birini bana göster” diyerek niyaz eder ve sabırsızlanır, üzerindeki o yoğun
hâlleri dağıtmak için başka işlerle oyalanır, hatta
parasız pulsuz inşaat işlerinde bile çalışırmış. Nihayet bir gün; “Mademki ısrar ve arzu ediyorsun,
o hâlde şükrana olarak ne vereceksin?” diye bir
ilham gelir. O da; “Başımı!” cevabını verir. Bu
cevaba karşılık olarak; “Bütün kâinatta Mevlânâyı Rûmî Hazretlerinden başka, senin şerefli
arkadaşın yoktur.” haberi gelir.
Artık yolculuk zamanı gelip çatmıştır. Rum
ülkesine gitmek, o sevgili ile görüşmek ve yolunda başını feda etmek üzere yola çıkar. Uzun
bir yolculuğun ardından Şems, hicri 642, miladi
1244 yılının Ekim ayında Konya’ya gelir. Zamanın tüccarları gibi kaldığı han odasının anahtarını boynuna asıp çarşıda dolaşmaya başlar. Aşk ve
ilmin tüccarı olduğunu ima edercesine!
Şems’in Mevlânâ ile olan karşılaşmalarını
yazımızın girişinde aktarmıştık. İşte o medrese
hücresinde iki âşık, hiç dışarı çıkmadan,
yanlarına kimsenin girmesine izin verilmeden
aylarca sürecek sohbetlere dalacaktır. Mevlânâ,
bunca zaman kitapların arasında aradığı ve
aslında Şeyhi Seyyid Burhaneddin’in yıllarca
önceden müjdelediği sevgilisine, gönül dostuna
kavuşmuş, o andan itibaren de bütün hayatı değişmiştir.
Geçen zaman içinde Mevlânâ ve Şemsi
Tebrizî’ye gönül verenler onların sohbetlerinden
69
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
almaları gerekeni fazlasıyla alırken, bu
sofradan mahrum kalanlar, aradıklarını Şems’te
bulamadıklarını öne sürüp kıskançlık içinde
fitne tohumları ekmeye başlarlar. Esasen Şems
bunların farkındadır. Derin üzüntülerin içine düşmekten başka yapacak bir şeyi yoktur ne
yazık ki. Derken bir gece aniden Konya’yı terk
ederek kayıplara karışır. On altı ay boyunca
Şems’den hiçbir haber alınamaz. Bu ayrılık süresince Mevlânâ, tekrar eski hâline gelmek, halka
ve derslerine dönmek şöyle dursun, kimseyle görüşmez, konuşmaz, medresesini büsbütün bırakır, büyük bir hüzün içinde yalnızlığa çekilir ve
nihayet hasta düşer. Ama bir gün Şam’dan gelen
mektupla yeniden can bulur sanki. Şems ikinci
kez Konya’ya gelmiştir. Birkaç ay süren sohbetler, görüşmeler neticesinde yine fitneler, yine
düşmanlıklar baş gösterir. Bunun üzerine Şems,
tekrar kayıplara karışır...
Mevlânâ için yine ayrılık başlamıştır, coşkun
bir aşk ve cezbe hâlinde aylarca gözyaşı döker, gazeller söyler, her gelenden onu sorar, yalan haber
getirenlere bile üstünde ne varsa verir, doğru haberi verene canını teslim edeceğini söyleyerek...
Bu arada fesat ve dedikodu çıkaranların çoğu, bu
yolla Mevlânâ’yı kendilerine döndüremeyeceklerini anlamışlardır. Bazıları da Şems’in kıymetini
anlayarak pişmanlık içinde özür dilerler. Birkaç
ay sonra Şems-i Tebrizî’nin Şam’da olduğu haberi
gelince Mevlânâ, hâlini anlatan mektuplar gönderir, yalvarır, dualar eder. Nihayet üçüncü mektuba aylar süren bekleyişten sonra karşılık gelir.
Şems de aynı coşkunlukla ona cevap gönderir.
Bunun üzerine Mevlânâ, oğlu Sultan Veled’i
Şam’a gönderip Şems’in yeniden Konya’ya dönmesini sağlayacaktır. Şems ve Sultan Veled, uzun
bir yolculuktan sonra, Konya’ya yakın Zincirli
Hanı’na geldiklerinde babasına müjdelemek için
şehre bir derviş gönderir. Mevlânâ bu müjdeyi
duyunca üstünde ne varsa çıkarıp dervişe verir.
Konya halkına haber salıp emirlerden, bilginlerden, her kim gelirse, onu karşılamak isteyenlerin
toplanmasını ister. Kendisi de ata binerek bütün
Konya ileri gelenleri ve ahalisiyle birlikte Şems’i
şehre getirir.
Bu defa da altı ay boyunca medresedeki bir
hücrede baş başa kalırlar. Selahaddin Zerkub
ve Sultan Veled’den başkası yanlarına giremez.
Mevlânâ’nın Şems’e bağlılığı bu son gelişte daha
da artmıştır. Öylesine kaynaşmışlardır ki, artık
ayrılık mümkün görünmez. Şems, himmet ve
teveccühleriyle Mevlânâ’yı daha da olgunlaştırmış aşk ateşiyle pişirip Hakk’a vuslatı sağlamıştır. Önceleri Şems’e muhalefet edenler de gelip
birer birer özür dilerler. Onun rahat edebilmesi
ve hizmetinin görülmesi için evde evlatlık olarak
yetiştirilmiş Kimya adındaki genç ve güzel bir kız
Şems’e nikâh edilir. Ancak bu sefer de müritler
arasında kıskançlık baş gösterir. Mevlânâ’nın diğer oğlu Alaeddin Çelebi bile edebi aşan birkaç
davranışıyla kıskançlığını dile getirir. Bu arada
Şems’i sevmeyenler de her fırsatta muhalefete,
hakaret, iftira ve düşmanlık dolu hareketlere yönelirler. Şems ve Mevlânâ, sohbet ve irşadın son
merhalelerini, en güzel dönemlerini yaşarken onlar da dışarıda kaynamaya, taşkınlık etmeye başlarlar. Artık Mevlânâ, istenen mertebeye gelmiş
Şems’in irşat vazifesi tamamlanmış, daha önce
kendisine bildirilen hüküm gereğince “başını
feda etme” zamanı da gelmiştir. Bu arada Şems’in
hanımı Kimya Hatun da rahatsızlanıp vefat etmiştir. Bu haberin şehre yayılmasından sonra
onu ne pahasına olursa olsun Konya’dan uzaklaştırmak ve Mevlânâ’yı ondan ayırmak isteyenler
bir plan kurup bu iş için yedi kişi seçerler.
1247 yılının Aralık ayında, aralarında
Mevlânâ’nın oğlu Alaeddin Çelebi’nin de olduğu
rivayet edilen bu yedi kişi medresenin avlusunda pusuya yatarlar. Bir derviş kapıdan seslenerek
Şems Hazretlerini dışarı çağırır. Şems derhal yerinden kalkıp çıkarken Mevlânâ’ya: “Görüyor
musun, beni dönüşü olmayan bir davetle dışarıya çağırıyorlar!” diyerek vedalaşır ve çıkar. Sonra, bir “Allah!” feryadı yankılanır gecede... Kapı
açıldığında ise ortalıkta kimseler yoktur. Sadece
birkaç damla kan lekesi görülür yerde... Başka da
bir iz bulunamaz. Bu son ayrılıktır. Şu mısralar
kalır geriye Mevlânâ’dan.
Kulağını ver, dinle,
bak asesbaşı ne diyor:
bu mahallede bizden bir gönül eri kayboldu,
diyor,
derken ansızın biri yolda izini buldu, diyor.
Belirtilerini görün işte, diyor.
70
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Ne zamandır onu aradık, yandık yakıldık.
Ne zamandır onu arayanlar her yanda dövündüler.
Ne üst kodular, ne baş.
Hocend’e dair şu malumatı hayli dikkat çekici.
Diyor ki Babür, “Hatırat”ında, “Andican’dan garba doğru yirmi beş yıgaç mesafede bir kasabadır.
Hocend ile Semerkand’in arası da yirmi beş yıgaçtır. Eski şehirlerdendir. Şeyh Muslihiddin ve
Âşıkların kanı hiç eskimiyor, unutulmuyor.
Hoca Kemal Hocendlidirler. Meyvası fevkalade
Âşıkların kanı nasılsa hep öyle kalıyor.
güzel olur. Narı meşhurdur.” Babür, uzunca anlaHep öyle taze, öyle sıcak.
tır Hocend’i ama biz kısa keselim. İşte Hocendî
burada doğmuş. Tam adı Kemaleddin Mesud
Bu eski bir kan davasıdır deme sakın
Hocendî. Rivayetlere bakılırsa genç yaşta Hac
Atma kulağının arkasına sen şu lafı :
yolculuğuna çıkmış, bu kutlu görevini yerine
Kan bir kere eskidi mi kararır, kurur ama,
getirip vatanına dönerken yolu Tebriz’e düşmüş.
aşıkların kanı durmayacak, gönüllerinden bi- Böylece yolun son durağı olmuş Tebriz onun
teviye akacak.
için. Vefatı 1401 yılındadır. Sufi şairler arasında
olduğu biliniyor, hatta şeyh olduğu söyleniyor,
Bu bucağa sığınan senin bakışındır.
ama hangi tarikatın bağlısı ya da halifesiydi, orası
O büyük sağnağı sunan senin nergis gözlerin.
meçhul.
Sarhoşa gelen de onlar, gönüller çalan da onlar,
Bugün yatmakta olduğu Tebriz’in Ferahbahş
adamı canevinden vuran da onlar
Mahallesi’ndeki kabrini ziyarete gittiğimizde
çevrede hummalı bir restorasyon çalışmasına
O’nun ardından aylarca süren bir bekleyişin şahit olduk. Gelecekte kazanacağı görünümün
içine düşer Mevlânâ. Diyar diyar gezip Tebrizli çok çok iyi olacağı muhakkak, ama şu hâliyle KeŞems’i aramaya başlar. Ama O’nu maddi anlam- mal Hocendî ve çevresinin hâl-i pür melâli bizi
da olmasa da manevi olarak kendisinde buldu- biraz rahatsız etmedi değil yani. İran’da bu tür
ğunu; “Beden bakımından ondan uzağız amma; mekânların âdeta bir gülistana dönüştürülmüş
cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz; İster O’nu gör, olmasına alıştığımız için bu dağınıklık bizi tedirister beni... Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben” gin etmiş olmalı. İyi olur inşallah.
mısralarıyla dile getirecektir. Bu Leyla ile MecBurada Kemal Hocendi’nin hemen yanı banun aşkının hazin sonuna benzer!...
şında yatmakta olan bir büyük şahsiyet daha
var. Bir nakkaş. Doğunun o çağlarda yetiştirdiği
en büyük minyatür sanatkârlarından birisi bu.
Doğu şiirinin büyük ustalarından kemâl
Hocendî’nin adaşı, Kemaleddin Bihzad Heratî.
hocendî tebriz’de yatıyor.
Evet, Kemal Hocendî’den yaklaşık bir asır sonra
Tebriz benim canım gibidir.
yaşamış olan meşhur Bihzad. Osmanlı şairlerinin
Onun zikri her zaman benim dilimdedir.
Cerendab ve Kecil’in suyunu içmedikçe şiirlerine kadar ulaşmış olan Bihzad. Ya da bizkanlı gözyaşları (Surhâb) benim gözümden akacaktır. deki imlasıyla Behzat. İşte size bir örnek, hem de
Rubai / Kemal Hocendî Bahayi Muhammed Efendi’den.
Hucend ya da Hocend nere, Tebriz nere demeyin efendim, hayat yolculuğunda hangi istasyonda ne kadar kalacağını kim bilebilir ki! Necip Fazıl da “Büyük Randevu” adlı şiirinde öyle
demiyor muydu; “Büyük randevu bilsem nerede, saat kaçta / Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta”. İşte Kemal Hocendî için de bu böyle
olmuş. Hocend, Maveraünnehir bölgesinde,
bugün Kırgızistan sınırları içinde kalmış bir kasaba. Babür Şah’ın hatıraları arasında yer verdiği
“Güzel tasvir edersin hal ü hatt-ı dilberi amma
Füsun u fitneye geldikde ey Bihzad neylersin ?”
Evet, şimdi biri Heratlı, biri Hucendli bu iki
büyük zat, iki Kemaleddin bu dergâhın haziresinde yan yana yatmaktalar. Mevlam kabirlerini
nurlandırsın ikisinin de.
Babür Şah’ın hatıraları arasında yer verdiği
Hocendî’den Orta Asya şuara tezkiresi yazarlarından Devletşah da uzun uzadıya bahseder. Ve
71
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
der ki Babür: “Herkesin mercii, zamanın büyük
adamlarının en ileri geleni, makbulü bir adamdır. Şiir söylediğinden ismi şairler arasında zikrolunur. Yoksa velilerden ve mürşitlerdendir. Şairlik
onun en aşağı mertebesidir. Yahut şairlik mertebesi onunla yükselir. Şeyhin doğduğu ve yetiştiği
yer Hocend’dir.
Kendisi o diyarın büyüklerindendir. Suver-i
Ekâlim adlı eserde Hocend’e “dünyanın gelini”
demişlerdir. Gönül açıcı bir vilayettir. Bu memlekette yetişen meyveleri hediye olarak başka memleketlere götürürler. Şeyh, hacca gitmek üzere
Hocend’den çıkmış, Beytullah’ı ziyaretten sonra
Azerbaycan’a gelmiş, havası, suyu hoşuna gittiğinden burada kalmıştır. Celayir Sultanları zamanında şeyhin büyük bir şöhreti vardı. Bu memleketin büyüklerinin pek çoğu kendisine mürit
olmuşlardı. Meclisi fazılların mercii idi. Toktamış Han Tebriz’i fethettikten sonra şeyhi, Han’ın
zevcesinin emriyle Deşt-i Kıpçak’ta Saray şehrine götürdüler. Şeyh dört yıl kadar burada kaldı.
Sonra çıkıp Tebriz’e gitti. Sultan Hüseyin bin
Sultan Üveys-i Celâyir, Şeyh için çok güzel bir
yurt temin etti ve onun için vakıflar yaptı. Şeyh,
Hâce Hâfız hakkında büyük bir hürmet beslerdi ve yüzünü görmediği halde Hâce Hâfız’ın da
Şeyh’e karşı samimi bir muhabbet ve itikadı vardı. Gazellerini okumaktan haz duyardı.
Hikâye ederler ki Miranşah bin Emir
Timur’un devleti zamanında tekkesini işletmesi
ve dervişlere ziyafet çekmesi yüzünden borçlanmıştı. Bir gün Miranşah, Şeyh’i görmeye gitti.
Oturdukları vakit padişahın köleleri şeyhin bahçesinde koşup oynamaya ve erik, şeftali ağaçlarını
yağma etmeye başladılar. Şeyh gülerek çocuklara;
“Ey Moğollar, bahçede yağmacılık yapmayın, biçare Kemal borç içindedir. Bu bağın meyvelerinin kıymetini borçlarına karşılık göstermiştir.
Sakın bostanı yağma etmeyin, sonra biçare Kemal borçlularının elinden canını kurtaramaz.”
dedi. Miranşah bunu işitince, “Şeyhin borcu mu
var?” diye sordu. Şeyh de “Evet, on bin dinar…”
cevabını verdi. Miranşah hemen emretti, on bin
dinar getirip Şeyh’e verdiler. Şeyh de bununla
borçlarını ödedi. Şeyh’in sultan ve hâkimlerin
yanında çok itibarı vardı. Onun latifeleri pek
çok ve meşhurdur. Şeyh yedi yüz doksan ikide
Tebriz’de ölmüştür. Mezarı büyük ve küçüğün
ziyaretgâhıdır.” Evet, Devletşah da bunları söylüyor Tebriz’in bu Hocendli misafiri için.
Klasik İran şiirinin zirve şahsiyetlerinden birisi Kemal Hocendî. Ve her şeyden önce bir gazel
şairi. İran şiirinin unutulmazlarından olan Sa’di-i
Şirazî ve Hümam Tebrizî’nin izinde olduğu söylenir. Ünlü şair Hâfız-ı Şirazî’nin de çağdaşıdır.
Anadolu şairlerinin de model isimlerindendir
ayrıca. Divan’ı yaklaşık sekiz bin beyit civarında.
Nasip olur da bir daha gelebilirsek eğer, onu
bu kez gül bahçeleri içinde bulabilmek hayaliyle
vedalaşıyoruz Hocendî ile. Hoşça kalın Tebriz’in
aziz misafirleri. Evet, Tebriz’in eteklerine kurulduğu Eynal ve Zeynal dağların zirvesinde, İlhanlı
mimari üslubuyla yapılmış iki türbede rivayete
göre Hz. Ali’nin iki oğlu yatarmış. Uzaktan selam
ve dualarımızı göndermekle yetiniyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse o zirveye bu sıcakta ve
hele de bu zaman kıtlığında çıkmayı gözümüze
kestiremiyoruz. İnşallah bir başka zamana. Şehriyâr, makbere-i şu’arâ’da yatıyor
Heydar Baba ildırımlar çakanda
Seller sular şakkıldayıp akanda
Kızlar ona saf bağlayıp bakanda
Selam olsun şevketüze ilüze
Menim de bir adım gelsün dilüze
Şehriyâr
Tebriz bir şairler şehri. Tebriz şiirin ana vatanı.
Dünyada Tebriz’den başka yetiştirdiği şairler için
özel bir “Şairler Mezarlığı”na sahip başka bir şehir
var mıdır acaba? Tebriz´i çevreleyen tepelerin en
yükseğinde, şehrin her yanından görülebilen bir
anıt dikkati çekiyor. Tebriz’in yetiştirdiği şairler
adına yapılmış bu anıt. Tepeye de “Şuara Tepesi»
denilmiş. Makbere-i Şu’arâ. Hemen hepsinin
kabri de orada. Kimler yok ki. Hümam Tebrizî,
Hakanî-i Şirvanî, Zülfikar Şirvanî, Mücidüddin
Bilikânî, Katran-ı Tebrizî, Magribî Tebrizî, Ahmed Esedî Tûsî, Şapur-ı Nişaburî, Şemseddin
Şecasî, Mevlânâ Lisanî Şirazî, Mevlânâ Şekibî-i
Tebrizî, Mevlânâ Mânî Şirazî ve Zahireddin
Faryabî. Buraya en son defnedilen şair ise Azeri
Türkçesinin büyük ustası «Şehriyâr» olmuş. Denilir ki, Şehname’nin büyük şairi Firdevsî Farsçanın; Türkçenin büyük şairi Şehriyâr ise Azeri
72
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
dilinin gelişip zenginleşmesinin ve
o zenginlikle yaşıyor olmasının güvencesi olmuşlar bu
topraklarda.
Şehriyâr’ı tanır mısınız,
mutlaka tanırsınız da nasıl
bilirsiniz Şehriyâr’ı, ne kadar
tanırsınız? Şairin tam künyesi şöyle; Seyyid Ebulkâsım
Muhammed Hüseyin Behzat
Tebrizî.
“Şehriyâr bir Tebriz evladıdır. O; «Gül açdıgca
solan dünyaya; “Beli oğul!
Bizler hamı hemderdik
/ Güller ekdik amma tikanlar derdik” mısralarını
yazdıran hayata, şahlık rejimine;
“Çengizlerin, fir'onların gesrine, söyle meğer az gonupsan, uçupsan / Göre göre
zalımlığın âhırın, sen de onlar geden yolu tutupsan.» sözlerini söyleten hayata, yirmi iki yıl aynı
elbiseyi giydiren, siyasî usulsüzlükler toprağında
kendisini bîkes bırakan, hiç tükenmeyen
umudunun yeniden filizlendiği demlerde ise
«Gül ekmede goca bağban! Bükülse bel ne gemin?
/ Dalınca rehmet ohurlar bu gülleri ekene.” sesini
yükselten hayata, Tebriz’de gözlerini açmıştır...
Evet, İran’daki meşrutiyet hareketi devrine
rastlayan çocukluk yılları, belki ülkedeki kargaşa atmosferinden ziyan görmemek için Tebriz’in
meşhur vekillerinden olan babası Hacı Mir Ağa
Hoşgenabi’nin arzusuyla ata toprağı Hoşgenab
Köyü’nde ve Haydarbaba manzarasında geçmişse de orta öğrenimi yine Tebriz'de devam
etmiştir. Tahran'da Tıp Fakültesinde okurken
ve bitirmesine çok kısa bir zaman kalmışken
yaşadığı talihsiz bir gönül hikâyesi, «küçük sineklerin takılıp kaldığı, büyük sineklerin delip
geçtiği» hukuk sisteminin kördüğümcülerinden
bir büyüğün -ki, polis teşkilatının yüksek memurlarından bir Pehlevî olan bu zat, daha sonra
bu gönül hikâyesinin kahramanı Süreyya ile evlenmiştir- Şehriyâr'ı Nişabur'a sürgün etmesiyle
son bulmuş, Şehriyâr'ın gönlünde ise Tahran acı
hatıraların mekanı olmuştur.
Babasını kaybetmesi Şehriyâr'ın hayatının
dönüm noktalarından biri olur. Buhran ve bu-
nalım dolu günlerin başlangıcı anlamına
gelir bu hâdise. Neredeyse bütün sevdiklerinden ve dostlarından uzaklaşır.
Tasavvufa meyleder. Üstüne üstlük
bu acılı yıllarda annesi Kövkeb
Hanım’ı da toprağa verir. 1953 yılı
ortalarında vatanı Tebriz’e döner.
Şehriyâr Tebriz'e yerleştikten sonra
akrabalarından, ilkokul öğretmeni
ve kendisinden 35 yaş küçük
Azize adlı bir hanımla evlenir. Şairin bu evliliğinden
dört çocuğu olmuştur.
Artık iyice Tebriz’e
yerleşen
ve
sonraları
Tahran’a gitme konusunda bir türlü ikna edilemeyen
Şehriyâr, ancak 1970 yılında çok değer verdiği dostu Rüstem
Aliyev'in Bakü'den Tahran'a gelip; «Şehriyâr'ı görüp öleyim” temennisini
ilettiklerinde Tahran'a gitmeyi kabul edecektir.
Tahran misafirliği Şehriyâr'ın hayatında yeni bir
acının adıdır: Eşi Azize Hanım burada vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir.”
Şehriyâr, ömrünün son yıllarında yaşlılığın
verdiği zaafiyetle sık sık hastalanmış ve 18 Eylül
1988’de vefat ettiğinde, Tebriz’in ünlü şairler
mezarlığında, Makberetü'ş-Şuara'da toprağa verilmiştir.
“Heyder baba, yolum senden kec oldu,
Ömrüm keçdi, gelemmedim, gec oldu,
Heç bilmedim, gözellerin nec'oldu,
Bilmez idim döngeler var, dönüm var,
İtginlik var, ayrılıg var, ölüm var...»
Öldüğü gün Şehriyâr'ın hatırasına hürmeten
Tebriz'de hiçbir dükkân açılmaz. Bütün Tebriz
halkı matem alâmeti olarak karalar giyer. İran
edebiyatındaki yeri dolayısıyla devlet tarafından
birinci dereceli “Maarif Nişanı” ile taltif edilir,
Tebriz Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin en
büyük amfisine ve Tebriz’deki okullardan birine
onun adı verilir. Ayrıca daha sağlığında 16 Mart
günü “Şehriyâr Günü” olarak kabul edilmiş, ölümünden sonra da evi müze hâline getirilmiştir.
Şairin ölüm günü, O'nun anısına, İran'da “Millî
73
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Şiir Günü” olarak kutlanmaktadır.
“Heyder Baba dünya yalan dünyadı
Süleyman’dan, Nuh’dan kalan dünyadı
Oğul doğup derde salan dünyadı
Her kimseye her ne verip alıpdı
Eflâtun’dan bir kuru ad kalıpdı”
dizelerinin büyük şairi Şehriyâr, 1929 yılında
ön sözünü dönemin ünlü şairlerinden Bahtiyar,
Nafisî ve Muhammed Tagrî Bahar'ın yazdığı ilk
şiir kitabını neşreder.
Onu “Şehriyâr” olarak asıl şöhrete kavuşturan şiiri ise bildiğiniz gibi “Heyder Baba’ya
Selâm” adını taşır. Bütün Türk dünyasının
dilinden düşürmediği ve 76 dile çevrilen
meşhur bir manzumedir bu. Merak edenler için
yeri gelmişken söyleyelim ki “Heyder Baba”,
Şehriyâr’ın köyünün üstünde kurulu olduğu
dağın ismidir.
Şehriyâr, anadili Türkçeden başka mükemmel
derecede Farsça ve Arapça, iyi derecede Fransızca
bilirdi. Gençliğinden beri musiki ile yakından il-
gilenmiştir. Çok güzel tar çalan Şehriyâr'a İran'ın
meşhur musikişinaslarından Ebulhasan Seba,
Dervişan’dan kalma kıymetli bir tar hediye etmişti. Şehriyâr, İran'ın ünlü hanende ve sazendelerinden Ebulhasan Han İkbal, Kamer, Kerimağa Safi
ile dost olmuş, Ebulhasan Seba dâhil birçoğuna
ölümleri vesilesiyle Farsça ve Türkçe mersiyeler
yazmıştır. Şehriyâr'ın en büyük zevklerinden birisinin de güzel hattıyla yazdığı Kur’an ayetlerini
dostlarına hediye etmek olduğu söylenir.
Tebriz’de, merhum Şehriyâr’ın bugün edebiyat müzesi hâline getirilmiş evine de uğradık.
Ömrünü geçirdiği evinin bütün odalarında ondan hatıralar var. Yazı takımlarından tutun da
gündelik olarak bir evde kullanılacak ne varsa.
Salonda camekânlar içinde geride kalan göz nuru
eserleri, basılmış kitapları. Gazetelerde ve dergilerde yıllar boyu kendisiyle ilgili olarak yapılan
haberler, fotoğraflar, hakkında yazılan yazılar.
Duvarları süsleyen kişisel eşyaları, hatıraları.
Hâliyle tarihe mal olmuş bir büyük edebî şahsiyetin bir ömür haşır neşir olduğu eşyalarıyla,
kitaplarıyla sıcağı sıcağına karşılaşmak, birlikte
olmak beni fazlasıyla duygulandırıyor. Tebriz’e
gelenlerin görmeden geçemeyecekleri yerlerden
74
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
biri olmalı burası.
Evet, “Şehriyâr bir Tebriz evladıdır. Tebriz kadar «güngörmüş», Tebriz kadar sebatkâr, Tebriz
kadar Müslümandır...” Acılar içinde bir ömür
geçiren bu aziz ruhun kabrinde rahat ve huzur
içinde olması için dualarımızı bırakıp ayrılıyoruz
hatıralarından. Hoşça kal Türkçenin bu topraklarda öldükten sonra bile yükselen sesi. Hoş kal
Tebriz’in derviş yürekli şairi.
O anda, bir başka Tebriz evlâdı, büyük şair,
Hümam Tebrizî’nin Makbere-i Şu’arâ’daki kabri
başına nakşedilmiş şu mısraları geliyor dilimin
ucuna:
Hâne-i imrûz behiştest ki Rıdvân încâst
Vakt perverden-i cânest ki cânân încâst
Nîst mârâ ser-be-sitân u reyâhîn imrûz
Nergis mest ü gül ü serv-i hırâmân încâst
çarşı -pazar tebriz
“İnsan bir yere varmak için değil,
seyahat etmek için seyahat eder.”
Goethe
Erzurum’a yolu düşenler bilirler, şehrin en
önemli yerlerinden biridir Tebriz Kapı. Şimdilerde sadece adı kalmış bu kapının karşılığını
aradım Tebriz’de. Erzurum Kapı yok ama başka
kapıları var Tebriz’in. İstanbul Kapı, Gecil Kapı,
Bâgmîşe Kapısı… Surhâb Kapısı en tanınmış
olanı. Bizim “Nargile” dediğimiz şeye Tebrizliler
“Kalyan” diyor. Surhâb Kapı’da bir kalyan kahvesine giriyoruz. Kalyan çekemiyoruz ama büyük
bardaklarla içtiğimiz çayın sayısını unutuyoruz.
Bu kahvelerde sigara içmek yasak. Çok sıkı bir
yasak olmasa da sigara içeni pek görmedik.
Aslında dikkati çeken bir şey var burada: Sokaklarda sigara içen hemen hemen yok gibi. Bir
zamanların Tebriz’ini daha yakından görmek ve
hatta yaşamak isterseniz Makbere-i Şu’ara ziyaretinden sonra yolunuzu buraya, kadim Tebriz’in
kalbine düşürmelisiniz. Eski Tebriz’in eski insanlarını da tanıma fırsatı bulmanız mümkün buralardaki köhne dükkânlarda. Kalyan çeken gençlere diyorum ki: “Gençler bize müsaade, gece
olmadan görmemiz gereken çok şey var Tebriz’de.
Onun için bize Tebriz’in gündüzleri lâzım. Birisi
hemen atılıyor, Ağa, bize de İstanbul’un geceleri
lâzım!... Kahvede bir kahkaha tufanı kopuyor. Bu
zekice ve de içinde muzırca manalar barındıran
hazır cevap karşısında gülmeyip ne yaparsınız!?
İmam Humeyni Caddesi, Tebriz’i doğudan
batıya iki parçaya bölen bir ana cadde. Bu caddenin bir ucunda Tahran’a giden ana yol, diğer
ucunda ise Tebriz’in meşhur demiryolu istasyonu
bulunuyor. 1960’lardan itibaren Tebriz, İran’ın
büyük endüstri merkezlerinden biri hâline gelmeye başlamış. Özellikle “Ak Devrim”le birlikte
şehirde yeni imar faaliyetlerine girişilmiş, yeni ve
geniş bulvarlar açılmış, yine yalnız İran’ın değil
aynı zamanda Orta Doğu’nun en büyük ve en
donanımlı istasyon binası Tebriz’de inşa edilmiş,
böylece bir yandan yeni yapılan demir yollarıyla
Türkiye üzerinden Avrupa’ya, diğer taraftan da
Orta Doğu’nun diğer ülkelerine bağlantı sağlanmış. Son yıllarda giderek büyük binalar, gökdelenler, iş merkezleri yapılmış ve yapılmaya hızla
devam ediliyor Tebriz’de.
Hemen her binanın çatısında bir çanak anten
göze çarpıyor. Hemen hemen her Tebrizli Türk
televizyonlarını seyrediyor. Bazılarının söylediği
gibi Türkiye’den yapılan televizyon yayınlarına
getirilmiş bir yasaklamayı ben görmedim. Hatta
gençlerin bu yayınlara olan ilgisi tahminlerin ötesinde denilebilir. Türkiye’de olduğu gibi İran’da
da bilhassa gençler arasında cep telefonu salgını
had safhada.
Tebriz şehri “nahiye” adı verilen altı yönetim
bölgesine ayrılmış. Meselâ bunlardan 1.bölge
Tebriz Üniversitesi’ne ayrılmış olup bütün fakülteleriyle bir kampüs oluşturulmuş. Ayrıca askeri
garnizon, sular idaresi, radyo ve televizyon tesisleri de bu bölge içinde. Tebriz’in kuzey ve güney taraflarını içine alan 2, 3 ve 5. bölgeler, daha ziyade
orta ve düşük gelirli halkın oturduğu mahalleler.
Uluslararası Tebriz hava alanını da içine alan
4.bölge, şehrin batısında istasyon binasına doğru
oldukça geniş bir alana yayılmış.. 6.bölge merkez.
Valilikle beraber çok sayıda devlet dairesini, ticaret merkezlerini ve bu arada büyük Tebriz kapalı
çarşısını da içine alan bir bölge burası.
Tebriz’e çok uzak olmayan meşhur Meraga
ve Merend şehirleri, Tebriz’in sebze ve meyve
ihtiyacını karşılayan önemli merkezler arasında.
Tebriz’in, eskiden beri el sanatlarında ve bilhassa
75
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
halıcılıkta büyük şöhret kazanmış bir şehir olduğunu söylemiştim. Halıcılığın yanı sıra kilim,
seccade, iğne işleri gibi küçük sanat dalları da gelişmiş burada. Tarih boyunca Tebriz’in bir kültür
ve sanat şehri olduğunu söylemeye bilmem gerek
var mı?
İran’a gidersek ne yer ne içeriz diye meraklanmaya gerek yok. Yemekleriyle damak tadımız uyuşuyor aslında... En meşhur yemekleri
cilo veya celo kebap. Tebriz köftesini de ihmal
etmeyin bence. Yanında mutlaka yağsız pirinçle
yapılmış tepeleme bir tabak dolusu pirinç pilavı
ile beraber. Üzerinde safran ve tereyağı mutlaka
bulunmalı.
Fakat hepsini bitirmeniz mümkün değil!...
Ama illâ ki Abguş!... Canınız çorba isterse eğer
“sub” demeniz gerekir garsonlara. Sub, şu İngilizcedeki “Soup”un İran’daki kardeşi. Çorba, etin
suyuna diyorlar. Tebriz’in kızıl alabalığı, balı ve
kaymağı da meşhur. İran’da somun ekmek yok.
Yemeklerde lavaş veya sengek -fırında çakıl taşları
üzerinde pişirilmiş lavaşa benzer ekmek- veriliyor.
İran’da en güzel yemeklerin de Tebriz’de pişirildiğini üzerine basa basa söylüyor Tebrizliler.
Açıktan alkol satışı yok İran’da. Çayı da Erzurumlular gibi “kıtlama” içiyor Tebrizliler.
Tabirimi hoş görün. Tebrizliler de bunu
olumsuz manada anlamasınlar lütfen, Tebriz bir
tarih mezarlığı aslında.. Tarih müzesi mi demek
lazım, bilmiyorum. Şehir merkezinde, bugün bir
toprak yığınından ibaret “Rub’-ı Reşîdî Kalesi” ve
yine Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ın yaptırdığı, ancak bugün ortada adından başka bir şey kalmayan Hasan Padişah Mescidi’ni ise üstad Evliya
Çelebi anlata anlata bitiremiyor.
Tebriz’deki tarihî yapıların en önemlilerinden
biri de Sultan Celâyir tarafından yaptırılmış olan
20.000 odalı muhteşem saraymış, ne yazık ki bu
muhteşem eserden de günümüze ancak “Devlethane” veya “Hane-i ikbal” diye bilinen bir kısmı ulaşabilmiş. Ol saltanatın yeller eser şimdi
yerinde!... Kimler gelip kimler geçmemiş -ya da
geçememiş- ki bu kadim şehirden. Meselâ meşhur hükümdar Gazan Han, Tebriz’de, eski ismiyle Şam şimdiki adıyla Kara Malik Mahallesinde
yatıyor Tebrizî. Ama ondan da bir eser kalmamış
ne yazık ki.
Yine Tebriz’in o meşhur eski kapılarından
birinde efsanevî kumandan Efrasyab’ın kesik başının bulunduğu ve bu nedenle de bu kapının
“Dervâze-i Sar” adını aldığı söyleniyor. Harzemşahların son hükümdarı, büyük kumandan Celaleddin Harzemşah da Tebriz’in fatihlerinden biri.
Tebriz’in bir başka fatihi meşhur Safevî Hükümdarı Şah İsmail. Annesi Alemşah Begüm’ü, haksız cinayetlerine karşı çıktığı için bu şehirde cellatlarına boğdurmuş. Kabri Erdebil’de Şeyh Safî
türbesinde… Şah İsmail’in oğlu Şah Tahmasp
bu şehirde doğmuş. Yine meşhur Akkoyunlu
Hükümdarı Uzun Hasan, Tebriz’de oğlu Sultan
Yakup ile birlikte kendi yaptırdığı Nasrıyye Medresesi haziresinde metfun. Karakoyunlu Hükümdarı, aslen Mardinli olan ve “Hakîkî” mahlasıyla şiirler yazan meşhur Cihanşah’ın da Tebriz’de
metfun olduğunu bilir miydiniz? Yavuz Sultan
Selim de Çaldıran zaferinden sonra Tebriz’e gelenler arasında bildiğiniz gibi.
Efendim, Tebriz’de daha daha nereleri gezip
görelim derseniz Antik Kırk Kız Köprüsü’ne, Üstad ve Şakird Mescidi’ne, Kızıl Kümbed’e, Şeyh
Şehabeddin Türbesi’ne, Gülşen-i Râz adlı eserin
meşhur yazarı, büyük sûfîlerden Şeyh Muhammed Şebüsterî’nin türbesine gidebilirsiniz. Eğer
hâlâ; Tebriz’de gezecek başka yer kalmadı, ama
zamanımız da var diyorsanız, şehre yaklaşık 4050 km. uzaklıkta, Sehend Dağı’nın eteklerinde
kurulmuş bulunan Kendovan kasabasına gidebilirsiniz. Burası tabiri caizse İran’ın Kapadokya’sı.
Mağara evleri ve balıyla meşhur, dünya kültür
mirası listesi içinde yer alan Kendovan’ı -vaktiniz
varsa- mutlaka görün, derim.
Tebriz’e yeniden dönmek üzere ayrılıyoruz.
Niyetimiz akşam uçağıyla Şiraz’a uçmak ama düşündüğümüz olmuyor. Çünkü fiyatlarının ucuz
oluşu nedeniyle burada çok önceden bilet almak
gerektiğini çok geç öğreniyoruz. Türkiye’den de
seferlerin bulunduğu uluslararası bir havaalanı
var Tebriz’in. Ülkenin bütün şehirlerine otobüs
bulabilirsiniz buradan. Trenle başkent Tahran’a
geçmek de mümkün. Otobüsler ve trenlerin de
İran’da son derece temiz ve rahat olduğunu bilesiniz. Ve de Türkiye’ye nispetle çok çok ucuz
olduğunu da belirtmiş olayım. İran’a gelir gelmez
cep telefonlarınız için İran-Cell’den bir hazır kart
telefon hattı alırsanız Türkiye ile haberleşme sıkıntınız da olmayacaktır.■
76
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
ZAMANI GELDİ
Gönlümde yeşeren gonca güllere,
Elveda demenin zamanı geldi.
Elimden kuş gibi uçan yıllara,
Elveda demenin zamanı geldi.
Dikenli bir yoldu önümde hayat,
Ruhum incinse de etmedim feryat.
Bir kerecik olsun demeden “heyhat”,
Elveda demenin zamanı geldi.
Daim çiçek açtı dilimde şükür,
Hırsımı hor gördüm, nefsimi hakir.
Canımla can olan dostlara bir bir,
Elveda demenin zamanı geldi.
Yaş döktü gözlerim hep için için,
Hoş gördüm âlemi Yaradan için.
Kalbinizde dostlar bana yer açın,
Elveda demenin zamanı geldi.
Ey kara kışlarım, ey ilkbaharım,
Ey sıcak gülüşüm, ey âh ü zârım,
Ey canımın içi hatıralarım,
Elveda demenin zamanı geldi.
Acıları bal eyledim dilime,
Kemlik göstermedim nazlı gülüme,
Son biletim verilince elime,
Elveda demenin zamanı geldi.
YUSUF DURSUN
77
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Mustafa Miyasoğlu'nun ardından
BEKİR OĞUZBAŞARAN
E
debiyatımızın renkli şahsiyetlerinden birini daha ebediyete uğurladık. Altı-yedi aydan beri asrın menhus hastalığına yakalandığı anlaşılan Mustafa
Miyasoğlu, İstanbul Bağcılar’daki Metropol
Hastanesi’nde bir Ağustos Perşembe günü öğle
vakti, saat 13.00 sularında emaneti sahibine
teslim etti. Son demlerinde oğullarından biri
yanında idi. Çok rahat bir ölüm olduğunu
söylüyorlar. Allah gani gani rahmet eylesin.
Mekânı, makamı cennet olsun.
Merhum Miyasoğlu, bendenizin elli beş
yıllık dostu, arkadaşı, gönüldaşı idi. Kayseriliydi. Aynı memleketin evladı idik… Doğum
tarihini önceleri 1947 diye yazardı, daha sonra
1946 diye yazmaya başlamıştı. Kendisine bunun sebebini sormamıştım. Yaşıttık, taydaştık,
akrandık. Vefat ettiğinde 67 yaşında bulunuyordu. Belki uzun değil ama dolu dolu bir
hayat yaşamıştı. Ardında otuzdan fazla eser,
Miyasoğlu ailesini
Tanzimat Devrinin
meşhur hâce-i evveli
(İlk öğretmeni), yazı
makinesi Ahmet
Mithat Efendi
ailesine benzetirim.
Onlar da yazan,
yayınlayan, dağıtan;
ilme, irfana, İslâm
ve medeniyete,
insanlığa ömür boyu
hizmet eden bir
aileymiş.
78
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
hayrülhalef üç tane aslan gibi erkek evlat bıraktı. Mehmet, Emre ve Eren, babalarına son
derece itaatkâr ve bağlıydılar. Tabiî annelerine
de. Babalarının manevî vârisi olacaklarından
da eminim. Üçü de ehl-i kalem ve ehl-i kelâm
gençlerdir. Nilüfer Yenge de öyle. Hepsine cân
ü gönülden baş sağlığı diliyorum. Allah kendilerine sabr-ı cemil, hayırlı ve uzun ömürler
versin.
Bendeniz, Miyasoğlu ailesini Tanzimat
Devrinin meşhur hâce-i evveli (İlk öğretmeni), yazı makinesi Ahmet Mithat Efendi ailesine benzetirim. Onlar da yazan, yayınlayan,
dağıtan; ilme, irfana, İslâm ve medeniyete, insanlığa ömür boyu hizmet eden bir aileymiş.
Edebiyat tarihleri ve biyografi kitapları böyle
yazıyor. Miyasoğlu ailesinin de -mâlum- Konak Yayınları var.
Okuyucularımız mazur görsünler, acımız
çok taze, o bakımdan söze nereden başlayacağımı, nasıl sürdüreceğimi, nasıl sona erdireceğimi ben de bilmiyorum. Bugün Ağustos’un
on dördü. İki haftadır, hangi mekânda olursam olayım, kimlerle beraber bulunursam bulunayım, bir manevî sancı içinde kıvranıyor,
elime kalemi bir türlü alamıyorum. Nihayet
bugün kendimi toparlayarak şu naçiz satırları
dökmeye başladım.
Takdir edersiniz ki, hiç de kolay değil, bir
insanın elli beş yıllık arkadaşını kaybetmesi.
On iki yaşından beri tanışır, bilişir, konuşur,
hâlleşirdik rahmetliyle.
İkimiz de Kayseriliydik. İkimiz de fakir aile
çocuğu idik. İkimiz de Kayseri Askerî Anatamir Fabrikası Çırak Okulu’nda okumuş,
oradan mezun olmuştuk. Adı geçen okulu
bitirenlerden biri de merhum tiyatrocu, şair,
yazar, gençlik kitapları müellifi, eski sendikacı
Hasan Nail Canat’tı.
Ben, Çırak Okulu’na 1957’de on iki yaşında ikinci dönem öğrencisi olarak girmiştim.
Miyasoğlu ve Canat benden bir sınıf arkadan
geldiler. Bu okulların amacı, askerî fabrikalara kalifiye işçi, eleman yetiştirmekti. Bu okula
ellişer kişiden beş dönem öğrenci alındı. Daha
sonra Kara Kuvvetleri, Genel Kurmay, sanırım
maksat hâsıl olduğu için kapattı. Kayseri’de
sanayinin gelişmesinde bu ve benzeri okul mezunlarının önemli bir rolü olmuştur. Kayseri’de
Tayyare Fabrikası’nın ve Devlet Demir Yolları
İşletmesi’nin de birer çırak okulu vardı. Mustafa ve ben motorcu idik. Hemen hemen aynı
atölyelerde, aynı servislerde çalıştık. Üç yıllık
okulun üç yıl da mecburi hizmeti vardı. Onların hepsini tamamladık. Okulda öğleye kadar
ders görür, öğleden sonra tulum giyip fabrikada çalışırdık. İkimiz de uzun yıllar beden işçisi
olarak çalıştıktan sonra fikir işçisi olarak yolumuza deva ettik.
Bakanlık, okulumuzun denkliğini kabul
etmediği için, orada sanki üç yıl ortaokul okumamış, endüstri meslek liselerinin orta kısmına denk hatta daha üstün bir eğitim ve öğretim görmemişiz gibi, Millî Eğitim’in, sonraları
kısmen düzelteceği, yanlış bir kararı yüzünden
dışarıdan ortaokulu bitirme sınavlarına girmek
ve bütün derslerini vermek zorunda kaldık.
Peşinden Kayseri Akşam Lisesi’ne kaydolmuştuk. Üç yıllık lise müfredatı akşam liselerinde
dört yıla yayılmıştı. Dört yıl boyunca gündüz
fabrikada işçi olarak çalışıp akşam okulda ders
görerek orayı da bitirdik.
Bendeniz
1965’te
İstanbul
Hukuk
Fakültesi’ni kazandım. Bir yıl okuduktan
sonra Edebiyat Fakültesi Türkoloji Gece
Bölümü’ne geçtim. 1966’da orada Mustafa’yla
beraber okumaya başladık. Mustafa 1973’te
okulu bitirip Şehremini Lisesi Edebiyat
Öğretmenliği’ne atandı. Ben biraz daha oyalanıp 1975’te mezun oldum. Develi İmam-Hatip Lisesi’ne tayinim çıktı. Miyasoğlu, İzmit
İmam-Hatip Lisesi’nde de yıllarca Edebiyat
öğretmenliği yaptı.
Uzun yıllar Mimarsinan Üniversitesi’nde
Türk Dili Okutmanlığı’nda bulundu. Beş yıl
kadar Pakistan’da Türkçe ve Türk Edebiyatı
okuttu. Zügüdar adlı özgün gezi kitabı o yılların mahsulü ve hatırasıdır.
Miyasoğlu, anlatmakla bitirilecek bir adam
değildir. Yukarıda özetin özeti olarak verdiğim
resmî hayat ının dışında sözlerimi şöyle bitirmek
istiyorum: “Altmış yedi yıllık bir romandır Mustafa Miyasoğlu.”
Yattığı yer, “Cennet bahçelerinden bir bahçe”
olsun. Hepimizin başı sağ olsun… ■
79
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
ŞEMSETTİN ÜNLÜ
ile Yukarışehir üzerine
Tarih ile roman ilişkisi nasıl olmalıdır sorusuna
cevabım roman yazarının tarihi değiştirme gibi
bir hakkı söz konusu olamaz. Yani tarih ne
diyorsa ben onu yazıya aktarmalıyım. Çünkü
o yaşayanların kendilerini savunma hakkı söz
konusu değil.
A. FARUK GÜLER
Bu toprakların yetiştirdiği önemli bir
yazarsınız. Eserlerinizde Elazığ’ın izlerini
görmekteyiz. Özellikle Yukarışehir romanında
Harput’u dolayısıyla Elazığ’ı okumaktayız. Bu
tür eserler hem edebiyatımız hem de şehrimiz
için nadide eserler.
Yukarışehir romanından bahsetmek benim de
severek yaptığım bir şey. Bu kitapla ilgili sorular genellikle “Neden kitabın adı Yukarışehir.”şeklinde.
Bizim zamanımızda kimse Harput demezdi,
herkes Yukarışehir olarak adını ifade ederdi. Orası
Yukarışehir’di, Bugünkü Elazığ’a Mezre derlerdi.
Ben de romanı yazarken adı ne olsun diye hiç
düşünmedim. Romana ad vermek önemlidir, düşünürsünüz günlerce fakat bu eserimde ben hiç
düşünmedim hemen Yukarışehir adını koydum.
Hem Doğu’da hem Batı’da Yukarışehir’de yaşananlar az yaşanmış bir olaydır. Başka şehirlerde bir
örneği daha var mı bilemiyorum. Diğer şehirlerde
daha çok depremler var, işgaller var.
Yukarışehir romanını kaleme alma sebebiniz nedir?
İlkokul birinci sınıfı ben Harput’ta okudum.
Harput’un girişinde şu an restore edilmiş olan
bina bizim konaktı. Harput’u o dönemde yaşadım. O zamanlar Harput’ta hayat henüz ölü değildi. Çarşıda dükkânlar vardı, iki fırın vardı, iki
hamam vardı, hamamlardan birisi hiç yanmaz
oldu, öteki arada bir yanmaya başladı. Sarahatun
Camii’nin arkasında büyük çarşının ara sokaklarında yemeniciler çarşısı, saraçlar çarşısı, bakırcılar
çarşısı vardı. Bunların izlerini gördüm ve yaşadım.
Daha sonra bunlar da indiler aşağı mezreye, aşağıda da bu çarşılar kuruldu, neticede bir iniş başlayınca gerisi kendiliğinden geliyor. Maalesef bu
iniş sonrasında evlerden geriye kalanları, ağaçları
hep kireç ocaklarında yaktılar. Günlerce sürdü,
yaklaşık iki yıl sürdü sanırım. Bir kısım aileler de
evlerinin kapılarını, kıyamadıklarını aşağıdaki evlerine taşıdılar. Bu süreçte bir de baktık ki Harput
yok olmuş. Bağlarda kalanlar bir tek kaldılar, bir
de merkezde birkaç ev. Bende şiir bir tutkudur.
İlk dönemlerimden beri şiir yazarım. Tüm bunları
yaşamak beraberinde bunun romanını da yazmayı
getirdi.
Yazdığınız roman var olduğu sürece
Harput’u yaşatacaktır. Bu noktadan hareketle
bir sanat eserinin insana faydası ne olmalıdır?
Bunu duymak beni mutlu ediyor, teşekkür
ediyorum. Harput, canlı olduğu zamanlarda müziğiyle, dokumasıyla, ipekçiliğiyle, dericiliğiyle
öne çıkmış bir merkez. Cıvıl cıvıl bir şehir. “Harput neden böyle oldu?” sorusunu çok sık duyuyorum. Elbette bunun birçok sebebi var. Bir tanesi,
tehcir kanunu nedeniyle göç eden Ermeni aileler.
Birçok sanatkâr, usta, malumunuz Ermeni aileler
içerisinde yer almakta. Tehcir kanunu neticesinde
80
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Soldan sağa: Mustafa Yalçın, Ömer Kazazoğlu, Necati Kanter, Şemsettin Ünlü, Nazım Payam
göç eden ailelerle ilgili bu sözlerim yanlış anlaşılmasın Harput’ta hiçbir zaman ermeni soykırımı
olmamıştır. Giden yaklaşık yüz elli kişi vardır fakat hiçbir şekilde soykırım söz konusu değildir.
Dedemden, babamdan hiçbir şekilde duymamışımdır.
Roman yayınlandığı dönemde eserle ilgili
size ulaşan eleştiriler neler oldu?
Bu eser hakkında yazılan yazıları toplasam
mutlulukla söyleyeyim hacimli bir kitap olur.
Eleştirmenlerin çok güzel yazıları oldu. Semih
Gümüş, Mehmet Erdoğan, Pertev Naili Boratav
gibi isimler eser hakkında oldukça güzel sözler
söylediler. Boratav o zaman Fransa’da yaşıyordu,
bana bir mektup göndermişti. Kendi el yazısıyla
yazdığı mektubu benim için aldığım ödüllerden
daha kıymetlidir. Mektubunda diyordu ki: “Biliyorum bu romanın arkasından yeni eserlerin geleceğini ve bekliyorum.” diye güzel şeyler yazmıştı. Gerek dergilerde yer alan yazılar gerekse bana
söylenen ifadeler, hep olumlu yönde oldu. Daha
sonra Toprak Kurşun Geçirmez adlı eserim yayınlandı ki o daha çok geniş Osmanlı İmparatorluğu
coğrafyasında geçiyor.
Harput’u, Elazığ’ı tekrar yazmak isteseniz
bugün anlatacağınız şeyler neler olabilir?
Bir kuşak içerisinde şehir adeta on beş kat büyür mü? Var mı böyle bir olay? Hızlı bir değişim
söz konusu. Belirli bir kültüre sahip olan bu şehir üstelik bir de o kültürü korumaya çalışmakta.
Siz de dergi olarak gerçek anlamıyla bu değişimin
içerisinde çok zor ve bir o kadar güzel işler yapmaktasınız. Bunlar göz ardı edilemez elbette. Bu
değişime dikkat edilebilir sanırım.
Elazığ’da geçmişten bugüne kültürel bir gelişme görüyor musunuz? Yani saygı ve sevgi gitgide zayıflıyor. Onun yerini sanat doldurabilir
mi? Dayanışma sağlayabilir mi?
Elazığ’a çok sık gelemiyorum ancak Ankara’da
Elazığ derneğinin toplantılarına katılıyorum. O
toplantılarda böyle bir zayıflama göremiyorum.
Çok değerli insanlar var gerek il dışında gerekse
Elazığ’a geldiğimde tanıştıklarım arasında. Sizler
bu kültürün örneğisiniz. Sevginin, saygının, bağlı
olduğunuz kültürün özelliklerini taşıdığınızı görüyorum. Ancak aynı zamanda bir deformasyon
da söz konusu. Bütün toplumda görülen bozulmanın yansımalarını Elazığ’da da görmek mümkün. Bir kargaşa, itiş kakış, saygı noksanlığı insanların ortaklaşa kullandıkları mekânlarda maalesef
yaygın. Tek tek insanlarla karşı karşıya geldiğinizde eski kültürün izlerini taşıdıklarını, o kültürü
korumuş olduklarını görüyorsunuz. Ancak toplu
mekânlarda bunu görebilmek mümkün değil.
Eserlerinizi nasıl kaleme alıyorsunuz yahut
bu süreç nasıl işliyor?
1980 yılında bir boşluk oluştu hayatımda,
emekli de olunca tabi, işte o boşluk içerisindeyken günde 6-7 saat çalışarak romanımı hazırladım. Yukarışehir romanımın yazılıp bitmesi aşağı
yukarı beş yıl sürdü. Ben kolay yazan bir insan da
değilimdir. Güç yazarım, değiştiririm. Bu şekilde
uzun soluklu bir çalışmanın ürünü oldu eserlerim. Yukarışehir ile bitmedi tabii. Yukarışehir’in
yok olma nedenlerinden biri de 93 Harbi idi. 93
Harbi’nin de yazılması gerektiğini düşündüm.
81
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Bu harbe babamın dedesi 200 gönüllüyle birlikte
katılmış. Sunguroğlu’nun kitabında bu bilgi yer
almaktadır. Onların öyküsü ne olabilir sorusu
da zihnimde yer alıyordu. O 200 kişiden geriye
34’ü dönmüş. Bu da büyük bir dramdır. 93 Harbi
tam anlamıyla Osmanlının sonu olmuş, sonunu
hazırlamıştır. Bu savaş Anadolu insanının bilincine işlemiştir. O dönemlerde konuştuklarında
93 Harbi’nden önce doğdu yahut sonra dünyaya
geldi gibi söylemler bulunmakta ve bu da insanımızın bilinç dünyasına nasıl yerleştiğinin bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Halk bu savaşla, çöküşün gerçekleştiğinin de farkına varıyor.
Tarihimize baktığımızda anlatılacak o kadar çok hikâye var ki… Bunları kaleme almalı, filmini çekmeliyiz diye düşünüyorum. Sizin
yaptığınız da bu aslında.
Haklısınız, ben de bu durumdan oldukça
şikâyetçiyim. Tarih ile roman ilişkisi nasıl olmalıdır sorusuna cevabım roman yazarının tarihi değiştirme gibi bir hakkı söz konusu olamaz. Yani
tarih ne diyorsa ben onu yazıya aktarmalıyım.
Çünkü o yaşayanların kendilerini savunma hakkı söz konusu değil. Halkın ilgisini çekmek için,
roman okunsun diye değiştirir de ilginç hale getirmeye kalkarsan bu haksızlık olur. Yapılmaması gerekir. Benim roman anlayışım budur. Eğer tarihi
konu ediniyorsam gerçeği ele almalıyım.
Günümüzde yazarların büyük çoğunluğu
İstanbul’da. Doğumlarıyla, eğitimleriyle İstanbullu değiller. İstanbul’a yerleşmişler, yazarlığı orada
yapıyorlar. Daha sonra ikinci bölge Adana, sırasıyla İzmir, Trabzon ve Diyarbakır gelmekte. Hâlbuki
Doğu Anadolu bu vatanın en çok anlatılması
gereken bir parçasıdır. Orada yaşananlar çok
daha romantik diyelim. Kemal Bilbaşar’ın Kemal
Tahir’in bu bölgeyi anlatan eserleri var. Kemal Tahir, tarihi doğru yorumlamıyor bence. Büyük ve
iyi bir romancı ancak tarihi kendi bildiğiyle tahrif
ediyor, bu da doğru bir davranış değil tabii.
Günümüz insanı Kurtuluş Savaşı mücadelesini batılı yazarların bakış açısıyla, batılı
askerlerin tutmuş oldukları günlüklerle öğrenmekte. Kendisine yabancılaşan bireyin yine
kendi tarihini bir başkasından dinleme sevdası
da söz konusu. Televizyon kültürü de bunda
hayli etkili. Yanlı, değiştirilmiş, tahrif edilmiş
tarihimizi televizyonlarda batılı gözle seyrediyoruz.
Belki de bu bir süreçtir. Her toplumun yaşa-
ması gereken bir süreç. Tabiki tarihi tahrif etmek
hiç de hoş değil. Mutlaka gerçeği yazmak lazım
diye düşünüyorum. Turgut Özakman var örneğin. Şu Çılgın Türkler’i yazdı. Ancak sadece olayın bir yönünü yazmak olmaz. Çılgınca bir savaştır Kurtuluş Savaşı, o yönüyle anlatmak hakkıdır
ama bu çılgınlıklar içerisinde nice trajediler yaşanmıştır. Aynı dönemlerde ben de İsmet Paşa’nın
Ağır Topları adlı eserimi yazmıştım. Ancak benim
eserimde her ayrıntısı işlenmiştir. Tasavvur edin,
Kurtuluş Savaşı yapılırken 26 iç isyan vardır. Eserde onları anlatmak gerekli çünkü orda da bir trajedi bulunmakta. Türk toplumuna zarar vermez
bu durum, ancak sanatın amacı eserde o acıların
da anlatılmasıdır.
Sizin gibi güçlü kalemlerin yeni eserlerini
merakla bekliyoruz. İlerleyen süreçte herhangi
bir çalışmanız söz konusu mu?
Az önce de söylediğim gibi roman yazmak benim için hayli meşgul edici bir çalışma temposu
getiriyor. Bilemiyorum ne olur… İsterseniz şu an
iki kitaptan bahsedeyim. İlki Bin Beyaz Karanfil.
Ben roman yazmaya başladıktan sonra şiir yayınlamadım. Yazdığım şiirleri hep sakladım. Daha
sonra onları dönüştürüp tekrar tekrar onardım.
2012’ye kadar olan şiirlerimi bir kitapta topladım.
Şiir kitabıma bir önsöz yazdım, önemlidir benim
için. Yaklaşık 45 şiir oldu, Bin Beyaz Karanfil
adıyla Manas Yayınları’ndan çıktı. Bir de Kurbağa
Avcıları adıyla bir öykü kitabım var, dokuz öyküden oluşmakta. Şimdiye kadar dergilerde hiç öykü
yayınlamadım. Şiirlerimde yayınlanmış olanlar
var fakat öykülerim daha önce hiç yayınlanmadı.
Öyküde güzel bir yan var, sanal öğeler katabiliyorsunuz anlatıya. Romanda yapılamayacak bir
özelliği öyküde yapabiliyorsunuz ve öyküye çok
yakışıyor.
Bir konuşmanız esnasında dediniz ki: “ben
bu dili annemden öğrendim”. Bu cümlenizden
hareketle anadil veya son iki yüz yılda Türkçe
roman dilini yakalayabilmiş midir?
Annelerimizin bize ilk öğrettiği şey, dilimiz.
Şunu belirteyim, tereddütsüz bizim annelerimiz,
Harput’un anaları, bize öyle güzel bir dil öğrettiler ki, öyle kıvrak bir dil ki, hiç kuşku yok büyük
bir yetkinliğe sahip. Bu dil, roman dili olarak çok
uygun bir dil. Roman dünyasında bir kadını konuşturacaksanız bunu ben kendi annemde kolayca bulabiliyorum ve romanın akışı içerisinde hiç
yadırganmıyor. ■
82
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Şehrimizde yeni kitaplar
M. NACİ ONUR
G
eçmişten bugüne kadar kitap, insan
hayatında çok önemli bir iz bırakmış ve yer işgal etmiştir. İnsanın
duygu, düşünce ve hayal birikimlerini sözle ifade ettikten sonra, bunları nesillere intikal ettirmek maksadıyla kalıcı hâle getirmek gerektiğinde kitaplaştırma amaçlanır. Bu bakımdan kitaplar, insanların bilgi hazineleridir. Birer banka
gibidirler. Manevi ihtiyaçlarımızı tatmin etmek
istediğimizde, bu bankalara müracaat ederiz.
Kitaplar; sadece roman, şiir, hikâye gibi edebî
kıymeti haiz eserler değillerdir. Günümüzde;
güzel sanatların her dalında, resim, heykel, karikatür, sinema, müzik, kültürel veriler, antika
eşyaların fotoğrafları, çeşitli fotoğraflar, minyatürler vs. ortaya konan çalışmaların toplandığı
değerli eserler de kitaplaştırılmıştır.
Matbaanın olmadığı dönemlerde çeşitli bilgiler; elle, harfler marifetiyle divit, kalem ve
mürekkeple kâğıtlara aktarılır, bu kâğıtlar bir
araya getirilerek ciltlenirdi. Hatta Kur’an da elle
yazılır ve çoğaltılırdı. Bu işlemin adına kopyalama, eski deyimle ‘istinsah etme’ denilmektedir.
O zamanlar bu işi yapan kişiler, yani hattatlar,
geçimlerini bu yolla temin etmekteydiler. Zira
matbaa yoktu.
Bir istatistik yapılmış olsa, ülkemizde en
fazla kitabın basıldığı yerin İstanbul olduğu sonucu çıkar diye düşünüyorum. Zira ülkemizde
teknoloji en iyi tarzda, ilk defa bu şehirde uygulandığı gibi, yazar ve çizerlerin yoğunluğunun
da burada olduğu gerçeği bu sonucu verebilir.
Şehrimizde de kültürel faaliyetlerin yoğunluğu yanında, bu faaliyetlerin hemen hepsinin içinde yer alan yazar ve şairlerimizin iki
mekânda toplandıklarını görüyoruz. En yoğunu ve faaliyetlerin organizasyonunu yapan ve
sekizinci yılını dolduran Manas Yayıncılıktır.
Diğeri ise Elazığ’da üç ayda bir yayınlanan,
İstanbul’da yayınlanan dergilerden farksız ve on
dördüncü yılını idrak eden Bizim Külliye dergisidir. Her iki kurumda toplanan kültür insanları, çok güzel ve kalıcı faaliyetlere imza atarken,
çoğu buralara mensup bu sanatkâr kişiler, 2013
yılında yeni kitaplarını da yayınladılar. Sadece
9 eseri Manas Yayıncılık yayınladı.
Bunlar Necati Kanter’in Bizim Şehrin
Divaneleri, Dr. M. Naci Onur’un Harput-
83
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Bir istatistik yapılmış olsa, ülkemizde en fazla
kitabın basıldığı yerin İstanbul olduğu sonucu çıkar
diye düşünüyorum. Zira ülkemizde teknoloji en iyi
tarzda, ilk defa bu şehirde uygulandığı gibi, yazar ve
çizerlerin yoğunluğunun da burada olduğu gerçeği
bu sonucu verebilir.
lu Divan Şairleri, Yrd. Doç. Dr. Mustafa
Şenel’in Elazığ İli Yer Adları, Doç.Dr. Tarık
Özcan’ın Kördüğüm, Şemsettin Ünlü’nün
Bin Beyaz Karanfil, Süleyman Kaan
Yalçın’ın Azerbaycan Fuzuli Araştırmacılığı,
Doç. Dr. Zülfi Güler’in Harput Ağzı, Yrd.
Doç. Dr. Abdulkadir Kıyak’ın Elazığ İli Ziyaret Yerleri’dir.
Bu eserlerin yanı sıra gerek Elazığ’da
gerekse dışındaki hemşerilerimizin de yine
2013 yılında yayınladıkları kitaplar oldu.
Şerif Akdemir’in Çiçekten Harman Olmaz,
Nurettin Uytun’un Keyfiyet Berkemal, Nevzat Ülger’in Osmanlı’nın İktisat Mantığı,
Ziya Çarsancaklı’nın Gülşen-i Şuara, Levent Genç’in Tam Bir Fıkra Öğrencilerim,
Lütfi Parlak’ın Su’dan Gelen Hz.Musa, Orhan Gökçe’nin Yaşam İzleri isimli eserleri.
Ayrıca Bizim Külliye dergisinin genel yayın
yönetmeni Nazım Payam da Ses ve Yaz’ı
aynı yıl Ötüken yayınları arasında neşretti.
Kültür şehri Elazığ’da edip ve şairlerin
çokluğu dikkat çekiyor. Yılın ilk altı ayında 17 adet kitabın yayınlanması ve Manas Yayıncılık kurumunun bu miktarın 9
adedini üstlenmesi, bunun da mimarının
yayıncılığın koordinatörü Şener Bulut olması oldukça önemlidir. Bu nev’i kitap
neşriyatının şehrimizde olmasının temelini
Harput’un kadim ilim ve irfan ocaklarının
geçmişte var oluşuna dayandırabiliriz. Her
geçen yıl basılan kitapların daha fazla oluşu, bu tezimizi doğruluyor.
Gelecek yıllarda şehrimizde basılacak
kitapların sayısının giderek artacağını ve
okuyucu bulacağını temenni ediyoruz.■
HARPUT
Gölgesine sığınanı
Tepmeyen tek şehir oydu
Seven, içten olmayanı
Yapmayan tek şehir oydu
Konmuş aşkın kulesine
Sevginin bileşkesine
Kendisinden başkasına
Bakmayan tek şehir oydu
Mozaik içli duygudan
Arınmış her tür kaygıdan
Sevgiden, aşktan, saygıdan
Sapmayan tek şehir oydu
Bağrında ovalı, dağlı
Zengin, fakir, soylu, köylü
Sımsıkı hayata bağlı
Kopmayan tek şehir oydu
ORHAN KOLOĞLU
84
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Bizim şehir*
MAHİR ADIBEŞ
"... insanların akıl,
davranış geçişleri
arasında, biz her
ne kadar tek tip
(mertebe) görsek
de aklın üstünde
ve altında olmak
üzere iki kısmı
var. Bu iki kısım
bizimle farklılık
yaşadığı gibi
kendi aralarında
da çok uyumlu
gözükmüyor."
B
izim şehir türlü türlüdür!...
İnsanlar var çeşit, çeşit…Çoluğuçocuğu, yaşlısı-genci, memuru-işçisi, akıllısı-delisi, hırlısı-hırsızı, yollusu- yolsuzu, serserisi diye uzatabiliriz... Köpekler var tip
tip… Sokak köpekleri-evcil köpekler, kangaltazı-zağar-fino-kaniş… Kedilerimiz var, evlerimizi paylaştığımız. Vazgeçemediğimiz atlarımız var; yağız-al-kır-doru, saf kan, beygir,
binek, küheylan... Eşekler var; yük taşımaktan
sırtları yara olmuş. Tavuk, horoz, kuş derken
uzar gider bizim şehirde yaşayanları sayması.
Çoğu zaman şehirde bu kadar canlıyla beraber
yaşadığımızı fark bile etmeyiz, tıpkı aramızda
yaşayan, bizden biri olup ama bizim gibi düşünüp tepki vermeyen, kural tanımayan insanların farkına varmadığımız gibi. Bunlara
topyekûn “deli” deriz. Görmemezliğe gelip
ya da bazen şaka olsun diye alay ederek, onları
* Necati Kanter’in “Bizim Şehrin Divaneleri” adlı hikâye kitabı için.
85
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
kızdırıp gülüp geçeriz…
Kim kimi idare ediyor bilinmez, onlar mı
bizi yoksa biz mi onları…
Necati Kanter Hocam bizim dostları yazmış, beni unutmuş, üzgün!... “O kitapta bir eksik var, seni yazmayı unuttum,” dedi, üç gündür gülüyorum. Teselli etmek için, “Canın sağ
olsun bir dahaki sefer…” dedim. O da gülmeye
başladı. Bu gün (18 Haziran 2013) kitap postadan çıkıp geldi. Şöyle bir bakıp gülümsedim,
beni yazmayı unutmayı bırak her sayfada beni
yazmış!…
Necati Kanter’in Bizim Şehrin Divaneleri” adlı hikâye kitabını inceden inceye okudum. Bu hikâyeler daha önce Bizim Külliye
Dergisi’nde neşredildiğinden çoğunu biliyorum. Yalnız burada benim “inceden inceye”
sözüm laf olsun diye değil. Bu kitap hakkında
söylenecek sözüm olsun diye böyle okuyorum.
Elbette Hoca kendi üslubuyla ve hassasiyetiyle
hikâyeyi yazıyor! Bu konuda hem gözlemlerini hem de hayalini belli oranlarda kullanıyor.
Düşünüyor, araştırıyor, unuttuğum bir şey kalmasın derken asıldan da uzaklaşmamak için
dimağını dinç ve taze tutmak zorunda olmanın sorumluluğunu taşıyor.
Hikâye olarak yazılanlar; yaşayan, var olan
bir canlı, sokağımızda bizden biri…
İşte bu tip belgesel hikâyeler yazma
malzeme, konu, kurgu olarak avantajlı olsa da
merkezde kalma, hayal, yaratıcılık açısından
zordur. Yani hikâye soyut sanata benzemez.
Yapılabilir mi yapılır ama sonuçta yazdığınız
(o) olmayabilir. Eğer “O”na bağlı kalacaksanız
ve bu hikâye olacaksa çevreyi yani “Bizim Şehri” unutamaz, göz ardı edemezsiniz. Onun için
diyorum ki bu zaman diliminde dimağınızı
sürekli taze tutmak zorundasınız. Burada yazarın hayalleri, yaratılıcılığı yaşanmış hayatın
önüne geçemez. Çünkü ortada herkesin bildiği
bir hayat var ama anlatılan o hayat değil, yazarın zihin süzgecinde yoğurduğu var olan fakat
başkasının ve yaşayanın yaşadığı sürece farkında olmadığı hayat.
Şahane bir hikâye kitabı, “Bizim Şehrin
Divaneleri”. Türk edebiyatında benzerini
hatırlamıyorum. Dünya edebiyatında, “Bir
Delinin Hatıra Defteri” Gogol’un sahneye de
uyarlanan hikâyesini hatırlıyorum. “Buzlar
Çözülmeden” (Deli Çavuş; “Ama bütün memleket bana deli diyor.” Kaymakam; “Ona bakarsan
bir sürü zırdeliye akıllı diyen milyonlarca insan
yaşıyor bu dünyada.) Bu cümlelerin sahibi Cevat Fehmi Başkut’un beyaz perdeye de Kemal
Sunal tarafından aktarılan tiyatrosu; tamamen
kurgu.
Mutlaka bu konuda yazılmış başka edebiyat
eserleri de vardır fakat “Bizim Şehrin Divaneleri” isimden de anlaşılacağı gibi bu şehirde
herkesle yaşayan insanlar bunlar; ister “deli”
deyin ister “divane”. İsterseniz bizim şehri böyle kabul edin. “Kılık kıyafetlerinin düşkün oluşu, bakışlarındaki tedirginlikleri ve olağan dışı
davranışları ile şehrimizin en sevimli insanlarıydı onlar.” Sokağın bu insanlarındaki o “bakışlarındaki tedirginlikleri” kaç kişi görebildi, kaç
kişinin dikkatini çekti düşünen var mı hiç?...
Necati Kanter’in “Bizim Şehrin Divaneleri”
adlı hikâye kitabı “manas” yayınları arasında
çıkmış. Mükemmel bir kültür hizmeti... Bu
kitaptaki “Bizim Şehir” belli, Elazığ! Yalnız
bu kitapta bir özellik var divaneleri kitaptan
çıkardığınız zaman bütünüyle Elazığ kültürü
(Gazi Caddesi, Kapalı Çarşı, türküleri, gazelleri, kasketi, şalvarı, yiyecekleri, yardımlaşması,
insan ilişkileri, konuşması, yaşantısı gibi.) bu
kitapta yer alıyor. Yani bu kitap Elazığ’ı esaslı
bir şekilde kültür bütünlüğü içerisinde ele almış. Eğer bu oyunda her bölümü ayrı bir kişi
(!) değil de bütün bölümlerde hep beraber yer
alsalardı bu eser bir roman olarak karşımıza çıkabilirdi.
Necati Kanter, bu şehrin sakinlerini zaten
yadırgamıyor, “Onlar bulunduğu mekânın çocuğudur.” diyerek yaklaşıyor. “Delilik, velilik
ya da dâhilik arasında ince bir bağ olduğunu
söyleyenler vardır.” Sözleriyle de bu ayrımın
kolay yapılamayacağını daha doğrusu böyle
bir ayrımın yapılmayacağını anlatıyor. Bunu,
“Delilerle veliler arasında bir ruh akrabalığı olduğu söylenir.” sözleriyle de pekiştiriyor. Yani
yazar burada iki tane giriş yazarak bizi akrabalarımıza yakınlaştırdıktan sonra hikâyelerine
başlamış. Bu iki girişle de ileride bu konuya
86
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
eğilecek olanlara ışık tutsun diye olmalı bence
de iyi bir yaklaşım. Yazar aslında çok önemli
bir konuya da dikkat çekmiş bu kitapla. Türk
Edebiyatı’nda delilere, divanelere bu kadar yer
verilmesine rağmen bu konuda yeterince ayrıcalıklı yazılmamışlardır.
Necati Kanter, her davranışı bir bütünün
parçaları gibi algılamış. Hikâyelerinde o kadar merhametli, hoşgörülü, duygusal, sevecen
yaklaşmış ki bu farklı düşünüp, davranan insanlarla iletişim kurmak sanırsınız ki bu kadar
kolay! Tabi, onları anlamaya ya da kendinize
benzetmeye çalışırsanız iş zor, yok eğer olduğu gibi kabullenirseniz mesele daha anlaşılır ve
kolay…
Bu kitaptan anlıyoruz ki; insanların akıl,
davranış geçişleri arasında, biz her ne kadar
tek tip (mertebe) görsek de aklın üstünde ve
altında olmak üzere iki kısmı var. Bu iki kısım
bizimle farklılık yaşadığı gibi kendi aralarında da çok uyumlu gözükmüyor. Hatta bu üç
mertebe bir kişide zaman zaman görülebilir.
Şehbenderzade Ahmet Hilmi bu konuda görüşünü şiirle ortaya şöyle koyuyor: “Erenlerin
çoktur yolu/Cümlesine dedik deli/Ko desinler bize
deli/Usludan yeğdir delimiz.” Edebiyatta bunlar
daha çok mantık ölçüsünde değerlendirildiği
gibi şiir, mani, türkü, hikâye, aşk söylemlerinde (delikanlı, delioğlan, deli âşık, deli divane,
kitap delisi gibi) benzetme açısından da kullanılmıştır.
Deli Musto, Nüzhet Dede, Fehmi Baba,
Rüviyeti Baba, Mehti Metin, Şavaklı Hacı
Veli, Apbo Molla, Cevdet Baba, Recep Gakgo,
Dono, Yusuf Efendi, Aliye Bacı, Küçük Hanım, Fethiye Sultan, Münir Baba ve diğerleri... Şimdi isimleri burada geçince bir an durup
düşünelim! Birçoğu tanıdık. Şehrimizde bir
dönem bunlar da vardı. Kimine deli dedik kimine ermiş, içinde şair, müzisyen olan bile vardı. Aralarında Alevi, Sünni, Hıristiyan olduğu
gibi inanmayanlar da vardı. Bizim şehir bunları hiç ayrı tutmadı. Dono, Ermeni asıllı bir
vatandaşımız, “Benim Allah’ım ne kilisede ne de
camide…” derken bu deli bizim akıl tutsaklarına ne güzel tasavvuf dersi vermiş. Nüzhet Dede
şiirleriyle edebiyatın içinde:
“Bu mülkün sahibi kimdir düşünmez mi ah-
maklar
Çekil artık yeter ey kahbeler, kancıklar, alçaklar”
“Bizim Şehrin Divaneleri”, yazıldığı yerin
kültürüyle haşir neşir olup Türkçeyi Elazığ
ağzıyla çok güzel kullanan bir kitap. Kitap
müzikal seslere sahip hikâyeleri içeriyor. Hele
Türkçeye kazandırmaya çalıştığı yörenin ağzında var olan kelimeleri zenginliğimiz değil
de nedir? “Tuman (don), üsküre (bakır tas), teşt
(büyük bakır leğen), çedene (yabani fıstık), gıdık (çenenin altı), seko (palto), dib (pancar), çağa
(çocuk), fistan (entari), hırik (eski ayakkabı), poto
(kısa boylu), gıldırlanmak (yuvarlanmak), fosso
(içi boş), süyünk (toprak damın saçağı).” Bu kelimeler anlatıma bir değer ve zenginlik katıyor.
Buradaki kişiler yaklaşımla, bütün şehirlerde olsa da ilk defa Necati Kanter’in uzun bir
gözlem ve özverili çalışmasıyla ortaya çıktı.
“Bizim Şehrin Divaneleri” Türk edebiyatında
ilk ve sanırım şehir kültürü açısından “divaneler” irdelendiğinde de dünya edebiyatında tek
örnek sayılabilir. Belki deliler hakkında çok
eser yazılmış olsa bile bu kadar şahane şehir
kültürüne katkısı olan bir esere bir daha rastlamak zor. Yazar çok kişinin aklına gelmeyen
bir yönü ele almış. Belki nesneleri yazmak, bu
ruhu, bedeni, şekli olan adamları yazmaktan
daha kolay olsa gerek. Elazığ halk kültürünün
renkli simaları haline gelen bu insanları Necati
Kanter, “Bizim Şehrin Divaneleri” adlı hikâye
kitabında ölümsüzleştirmiş. Şimdi şehrimizin
sesini daha doğru işitip ve daha doğru okuyup
anlayabiliriz. Şehrimizin rengârenk desenleri,
güzellikleri, hüznü, acıları, kahkahaları, kokuları varmışta biz farkında değilmişiz. Bu şehir,
sizin gibi düşünüp davranmayan canlılarla beraber yaşadığınız şehir!...
Necati Kanter, Münir Baba hikâyesini Zekeriya Bican’a ait iki beyitle bitirmiş dilerseniz
biz de onunla son verelim.
“Aslında ne hısımdı ne akrabaydı toplumda
onlar
Bir yerde hısımdan, akrabadan daha yakındılar
Aliye Bacılar, Deli Cevdetler, Münir Babalar
Şimdi bu güzel şehrin tablosunda donup
kaldılar”■
87
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Eylül ve yaz
AHMET ULUDAĞ
“S
en de insanlık âleminin gelmiş
geçmiş zincirinde bir halkasın.”
Dünyanın bugün geldiği noktayı düşününce insanın aklı, havsalası almıyor.
1900 yılında 2 milyar bile değilken 2000 yılında 6 milyar, 2010 yılında 7 milyar… Sonrası
için senaryolar muhtelif, rakamlar da… Dünya
bu sıkleti çeker mi, çekmez mi, bilinmez. Lâkin
çevre ile ilgili meseleler hiç de iç açıcı değil. Ya
hars/kültür? “Globalleşme” dedikleri tüketime
ayarlı anlayışın sonucunda ortaya çıkan hareketlilik başımızı döndürüyor. Dünyaya hâkim
olan medeniyet anlayışının kültürü de hepimizi sarıp sarmalıyor. Her şey birbirine benziyor
gitgide. Dünyanın küçüldüğü manasına gelen
“globalleşme” kelimesini, ben “yuvarlaklaşma”
olarak algılıyorum yani şekilsizleşme, omurgasını kaybetme… Harsımız, harslarımız yok artık, hepimiz yuvarlaklaşmanın birer parçasıyız,
karşı çıkarken bile…
Eski fotoğraflar, eski filmler ayrı bir tat
verir oldu. Farklılığımızı, ağız tadımızı gö-
Şehrin Eylül
tarafında pişen
Nazım Payam,
yaz tarafında
ince şehirli
zevkinin tadına
varmaktadır,
ama yine de
gönlünde o Eylül
tarafının ona
verdiği hazlar
yer almakta. Ben
böyle okudum,
kitabı/kitapları…
88
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
rebiliyoruz. Bir de o günleri hiç yaşamamışlar var ki, onlara ne bırakacağız? “Tower”ler,
“residence”ler, “SUV”lar… Makineler, ekranlar, telefonlar… Yeşili olmayan, tabiattan uzak,
gri sokaklı şehirler… Dünyada ilk defa şehirde
yaşayanların sayısı, köyde yaşayanları aştı, bir
süre önce. Hızla, köyler kasabalara, kasabalar
şehirlere, şehirler büyükşehirlere, büyükşehirler birleşik şehirlere, yerleşim koridorlarına
dönüşüyor, insanlar da bu akımın içerisinde
yuvarlanıp gidiyor. Böyle bir ortamda, daha
dün olmadan, dünde kalan şehirlerin güzünü,
yazını; baharını, kışını yaşayanların not ettiklerini gün yüzüne çıkarmalarını dört gözle bekler
oldum. Bu bekleyişe bu yıl Nazım Payam yeni
kitabı, “Ses ve Yaz” ile ara vermeme sebep oldu
(Ötüken Yayınları, 160 sayfa).
Mahalle bakkalına, kitapçı dükkânına meftun ben (ara sıra, daha doğrusu sık sık şeytana
uyup onları atlayıp alışveriş yapsam da), bir
kitapçıya sipariş vererek İzmir’de kitaba sahip
oldum. Böyle anlatıyorum, çünkü Iğdır’da bu
meseleyi çözememiştim, belki de ben becerememiştim. Benim kitabevi meftunluğum,
maalesef, kitap seçilecek ve alınacak sürenin
ötesine hiç geçmemiştir, diyebilirim. Oysa
Nazım Payam için kitabevleri “insana şehirli
olma zevkini aşılayan, yaşadığı şehre yakışan”
mekânlardan biridir. Kitabevi sohbetlerinde
doldurmuştur dağarcığını biraz da… Belki de
çokça… Ama kesinlikle (ve hatta başka “okur
yeteneklerle” beraber) yazarlık serüvenine adım
attığı, “Fırat/Hazar Şiir Akşamları” ve “Bizim
Külliye” gibi iki kültür hazinesinin temellendiği yerdir. Bahsettiğim “Şehir ve Kitapevleri”
başlıklı yazının yanı sıra kitabın tamamında
yazarın okuma, düşünme, yazma serüvenine
ait doğrudan ve dolaylı anlatımlara rastlamak,
çıkarımlar yapmak mümkün. Bunlar arasında
kitabın ilk yazısı, doğrudan yazarlığa adım atışını anlatan bir yazıdır.
Okurken, kendi çocukluğumu, ergenliğimi birçok yerinde bulduğum bu yazılarla ilgili
yazarken, konuyu dağıtmamaya çalışıyorum.
Nasıl unuturum, Muhittin Amcayı ve onun
ödünç kitap merkezini, “Kitap Bank” (sevgim
beni, bu Türkçeye uymayan isimlendirmeyi
hoş görmeye yönlendiriyor), “al götür oku ge-
tir”; mahalledeki çocuk kütüphanesini, Çukur
Çarşıdaki resimli roman ağırlıklı kitap pazarını… Bak, yine dağıldım… Okuma zevkini aşılayan mekânların benzerliği Anadolu şehirlerinin, insanının benzerliğinin de resmidir. Bu ilk
yazıda şöyle diyor Nazım Bey: “… tezkirelerin
uzantısı biyografi ve otobiyografilere düşkünlüğüm “Mukaddime” (Dede Korkut’un Mukaddimesi) ile başladı”.
Ses ve Yaz’ı hem yazarın hem de Elazığ’ın
otobiyografisi sınıfına sokabiliriz. Yukarıdaki
cümleme dönersem, Anadolu’nun otobiyografisi… Bir yazının, kitabın türünün ne olduğu,
edebiyat uzmanları için ehemmiyeti haizdir;
ama bir okur, bir aydın için çok da önem taşımayabilir (Bu konuda Emin Ma’luf ’un (Amin
Maloof ) hatıralarının Türkçe tercümesinde
roman olarak lânse edilmesine itirazımı saklı
tutuyorum). Benim için de “Ses ve Yaz”ın türü
hiç mühim değil. Denemeler deyin, hatırat deyin, otobiyografi deyin… Hepsinden bir parça,
hepsinden bir tat var. Parça parça yazılarda bir
bütünlük var.
Okurken ben de kitapları çizerim, yazarım
sayfa kenarlarına, tıpkı Nazım Hoca gibi…
Kitapta çizdiğim işaretlediğim yerleri paylaşmak isterdim. Bütün dikkatime rağmen fazlaca
çizmişim. Esasen bu kitabın her sayfasında altı
çizilecek, hak verdiğim veya beni başka ufuklara götüren birkaç cümle var. Meselâ, şehir
ve çevre üzerine yazdıkları. İyi okumak lâzım.
Şehirler inşa ediyoruz ama şehirli gibi yaşamayı öğrendiğimiz tartışılır. Şehrin ince zevkinin
farkında mıyız, şehrin Eylül tarafında olmasak
bile… Şehirler ile çevre ile okurluk mukayesesi bir de “tabiat” kelimesiyle taçlandırılsaydı,
bütün bir Türk dünyası o yazıyı kavrayabilirdi
diye düşünüyorum.
Gelenekler, mekânlar ve isimler… Şiirler,
türküler, mâzi olmuş âdetler, sokaklar… Kitaplar, sadece bir cümle ile bahsedilen ama
bunu da okumam lâzımmış diye düşündüren.
Çoğunlukla da mütefekkirler, şairler ve yazarlar… Süleyman Bektaş özel yeri olan özel bir
isim. Süleyman Bektaş’la ilgili yazıyı okuyunca
içim burkuldu. Bu nasıl bir dünya ki, dedim…
Ama biliyoruz hayat düz ve eşit değil, hepimiz
için. Zeki, ince zevkli, nevi şahsına münhasır
89
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
insanların anlaşıldığı kanaatinde değilim. Nazım Hocanın alıntıladığı Bektaş şiirini okuyun
mutlaka. Onun yazarlık ve şairlik yolculuğunda bir köşe taşı… S. Bektaş’ı da yâd etmeliyim,
dualarımda yeri olmalı… Sadece şahsından
dolayı değil, onun gibi nice adsız, bilinmeyen,
kaybolmuş münevver ve mütefekkir adına…
“Bunda benim ne menfaatim olur değil hakikat nedir” diyebilenler adına… Ya da Nazım
Bey gibi “Zevki hakikatte arayacağımıza “taraf ” olduğumuzu” idrak edebilenler adına…
Sanat ve sanatkâr kitapta sık sık anlatılmış.
Bazen nasıl olması gerektiği, bazen de olmaması gereken şekliyle… “Bütün renkler koyu kırmızı libasa büründürüldü.” “Köyler, ilkin köy
romancılarıyla ıssızlaştırıldı. Köylüler, ilkin
köy romancılarıyla ötekileştirildi.” “Sanatçıyı
korkutan günübirlik politik güdülere, biçimsizliğe karışmaktır.” Eleştiri üzerine olan yazı
ise kelimenin tam manasıyla, etrafını câmi, ağyarını mâni… Tarlasındaki andızı yakarken tutuşan Hasan Emminin söndürüldükten sonra
kırıklar içinde götürüldüğü doktora söylediği
şu söz ne güzel açıklar eleştiride olması gereken çizgiyi: “beni kürekle söndürdüler.” Aynı
yazıdaki şu paragraf birçoğumuzun fikirlerinin
tercümanı değil midir? “Vardığımız muhaliflik
kavşağında Süleymaniye dilencilerinin taktikleri, söz erbabının üslûbundan daha tutarlı, daha inandırıcı. Bugünlerde, taraf tutmak,
taraf olmak veya “öteki”lerden şüphelenerek
düşünmeye başlamak birincil meziyetimiz oluverdi. Terbiye edilmekten çok doldurulmaktan
hoşlandık. İltifatta yetersizler karşısında sinsileştik. Kendimizi kusursuz saydık, analizden
sakındık.” Adaşı için şu yazdıkları, onun aydın
tavrını, yazdıklarını sadece yazmadığını, aynı
zamanda yaşadığını gösterir: “Nazım da büyük
şairdi. …. Fakat büyük şairimizin bir büyük
yanılgısı vardı; kabullenemeyeceği manzaralardan topyekûn kabullendiği despot bir sistem
çıkarmak.”
Fikir dünyamızın ıssızlığı da dile getirilir:
“Arayış yoktu, sunulmuşları kabul veya ret vardı. Adrese teslim müritler, mensubu olduğu
ideolojinin nasıl bir sistem geliştirdiğini, niçin
mücadele ettiklerini pek düşünmezlerdi.” Belki
de yaşadığımız “Tebaadan vatandaşlığa geçme-
nin taksitlere bölünmüş faturasıydı”
Kitap bazen bana şiirlere yazılmış derkenarlar havası verdi. Kendisi de şair olan Nazım Payam’ın şiir zevki için de mükemmel
dememek mümkün değil. Onun şairlerle ilgili
görüşü ise apayrı bir anlayış. “Roman inandırmaya dayanır, şiir inanmışlığa. Bundandır ki
toplumlar büyük değişim talepleriyle, yeni bir
ülküyle karşılaştıklarında ilkin bunların temsilcileri olarak gördükleri şairlerin mısralarına
eğilirler. ….. farklı güçleri rahatsız edebilir. ….
kendi ülkelerinde dışlanmış, sürgün edilmiş,
hücreye konulmuş yahut öldürülmüşlerdir.”
Ama şiirin de ötesinde görür benim şiirimsi
dediğim yazılarını: “Şiir, şairin nasıl bir sancı
ürünü ise benim düzyazılarım da öyle, o sancının, o içe dönüklüğün, alışkanlıkların ürünü.”
Ben de öyle olduğuna katılıyorum.
Şimdi yazımın başlığına dönmek istiyorum:
Yazımın başlığını “Eylül ve Yaz” koymamın
sebebini Nazım Payam’ı takip edenler kolayca anlayacaklardır, yazarın 2008 yılında çıkan
“Şehrin Eylül Tarafı” isimli kitabını hatırlayacaklardır. “Ses ve Yaz”daki yazıların bir kısmı
daha önceki kitapta vardı. Ancak yazıların
çoğunu yazarın yeniden ele alıp geliştirdiğini
görüyoruz. Şehrin eylül tarafını yazar şöyle anlatıyor” Aşk Ateşi Mazi İster” başlıklı denemesinde:
“Geç de olsa anladım; şehrimizin Eylül
tarafındaydık biz. Kolay para kazanmaktan,
zevkten, yaşadıklarımızın inceliklerini yakalamaktan uzak, sarı solgun tarafında… Çocukluğum şehrin eylül tarafında kaldı.
“Ama şimdi nakledilmeyen, anlatılmayan
yalnızca hatırladığım, hayatımızın kuytu noktalarına serpilmiş küçük renklerden ne kadar
mutlu olurduk.”
Şehrin Eylül tarafı böyle ise Yaz köşesinden
nasıl bir ses geliyordu? “Yaz! Ah yaz! Her şairin,
şehrin, mevsimin bir tonu var. Fakat başakları
olgunlaştıran yazda “Güvercin bakışlı sessizlik
bile” bir başka ahenk çınlatır.”
Şehrin Eylül tarafında pişen Nazım Payam,
yaz tarafında ince şehirli zevkinin tadına varmaktadır, ama yine de gönlünde o Eylül tarafının ona verdiği hazlar yer almakta. Ben böyle
okudum, kitabı/kitapları…■
90
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
"Harput'a adanmış bir ömür"
İshak Sunguroğlu
GIYASETTİN DAĞ
H
akkında kitap ve ya şiir yazılmamış şehirleri, gerçek manada “şehir” saymayanlar vardır. Derler ki şehirler onu
anlatan şairleri, yazarları varsa şehirdir. Harput’u
anlatan yüzlerce şairden, binlerce şiirden bölüm
bölüm bahsetmek elbette mümkündür. Bu bahis
belki başka bir yazının, başka bir çalışmanın konusudur. Ancak şehirleri şehir yapan, onları ölümsüz kılan çalışmalar, biraz da –belki daha fazla- o
yazarların o şehirde yaşadıkları ve hissettikleridir.
Bursa’yı Tanğınar’dan; Antep’i Mithat Enç’ten;
Sıvas’ı Ahmet Turan Alkan’dan; Kayseri’yi Emir
Kalkan’dan; Elazığ’ı Nazım Payam’dan okuduğumuzda elbette bu şehirleri şehir yapan tabloyu biraz daha doldurmuş oluruz.
Merhum İshak Sunguroğlu’nun 88 yıllık ömrünün 30 yılını hasrederek hazırladığı ve yayınladığı “Harput Yollarında” adlı dört ciltlik kitabı da
bu eserlerden biridir. Kim bilir ömrü vefa etse idi,
üzerinde çalıştığı beşinci cildi ile Harput’a dair bizim bilmediğimiz daha nelere yer verecekti.
İshak Sunguroğlu, 1888 yılında Harput’ta
dünyaya geldi. Fakat iş yaşamı nedeniyle uzun süre
Harput’tan uzak kaldı. Sunguroğlu, Harput’a gel91
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
Merhum İshak Sunguroğlu’nun 88 yıllık ömrünün 30 yılını
hasrederek hazırladığı ve yayınladığı “Harput Yollarında”
adlı dört ciltlik kitabı da bu eserlerden biridir. Kim
bilir ömrü vefa etse idi, üzerinde çalıştığı beşinci cildi
ile Harput’a dair bizim bilmediğimiz daha nelere yer
verecekti.
diğinde baba ocağını, çocukluğunun geçtiği sokakları, yıkık ve virane halindeki evleri gözyaşları ile gezerken bu eseri yazmaya karar verdiğini
beyan etmektedir. Onun bu kitabı hazırlamasındaki en önemli amacı, 1900’lü yılların başından
itibaren hızla harabeye dönüşen ve 1945–1950
yıllarında yok olmaya başlayan Harput’taki abide insanları, kültür ve medeniyeti, sosyal hayatı
kayıt altına almak, gelecek nesillere, araştırmacılara en doğru bir şekilde ulaştırmaktır.
Bugün hâlâ Harput ve Elazığ denilince akla
gelen ilk kaynak İshak Sunguroğlu’nun “Harput
Yollarında” adlı çalışmasıdır. Bunun en önemli
sebebi ise onun bir tarihçi olmamasına rağmen
eserini son derece bilimsel, kaynaklara dayalı ve
belgeli hazırlamasıdır. Yine önemli bir unsur;
atalarının mezarlarının bulunduğu, çocukluğunda sokaklarında oynadığı, mekteplerinde
eğitim aldığı bu kadim kente olan bağlılığı ve
hasretidir.
Sunguroğlu 1948 yılında yazmaya başladığı eserinin ilk cildini 1958 yayınlamıştır. Kitabında tarihi süreç içerisinde Harput’un ismini
araştırmakla başlayan Sunguroğlu büyük bir
ciddiyetle Harput’un dört bin yıllık tarihini
ortaya koymuş, Harput’un bu uzun sürecini
bütün safahatıyla ele almıştır.
Merhumun eseri sadece bir siyasi tarih değildir. Yazarımız, eserinde Harput’un binlerce
yıllık tarihini dillendirmekle kalmamış, buranın yaşamını, inanç ve geleneklerini, yetiştirdiği yüzlerce âlim mutasavvıf, asker ve devlet
adamalarını, yerleşim özelliklerine ve teknik
detaylarına varıncaya kadar mimarisini, ekonomik yaşantısını, düğün, bayram ve evlilik
gelenekleri gibi örf ve ananeleri tüm yönleri
ile ortaya koymuştur.
Bugün Harput denilince hiç şüphesiz akla
gelen konuların başında Harput Mahalli Müziği gelmektedir. Yazar Sunguroğlu eserinde
o günlerde ülkedeki bazı yasaklardan dolayı
yok olmaya yüz tutmuş ve kaybolma tehlikesi ile karşı karşıya kalan Harput Musikisinin
nadide örneklerini Merhum Vasfi Akyol’un
notalarıyla kitabının üçüncü cildinde yer vermiştir.
Eserinde Harput’un hemen hiçbir eksik tarafını bırakmamış olan Sunguroğlu,
Harput’un o dönemde yaşayan ve daha önceden yaşayıp da iz bırakan meczuplarına dahi
kitabında bir bölüm ayırarak tanıtmış ve hayatları hakkında bilgiler vermiştir. Hatta bu
meczupların şiirlerinden örnekleri de o sayfalar arasında bulmanız mümkün.
Sunguroğlu’nun eserini okuyup değerlendirdikten sonra şu tespiti rahatlıkla yapabiliriz: Eğer bir gün Harput -Allah esirgesinyıkılıp yok olsa, bütün izleri silinse bile bu
esere bakılarak onu yeniden inşa edip gelenek
ve görenekleri canlandırılabiliriz.
“Harput Yollarında” daha önceden Ankara Elazığ Vakfı tarafından değişik zamanlarda
yayınlanmıştı. Şimdilerde yeniden yayınlanacağına dair çalışmaların olduğunu duymak
bizleri gerçekten sevindirdi. Eğer gerçekleşirse
bu çalışma Harput’a ve Elazığ’a yapılmış çok
önemli bir katkıdır.
Bu vesileyle Yazar Merhum İshak
Sunguroğlu’nu rahmet ve minnetle anıyorum.■
92
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
21. Hazar Şiir Akşamlarının ardından
NAİM ÖZDAMAR
S
anatın herhangi bir dalı ile hayatı ifade
etmeye çalışanlar için estetiğin önemi
büyüktür. Eşyada, sözde, plastikte taşta,
ebruda aradığımız estetiği; şehirlerin hem fiziki
hâlinde hem de ruhlarında görmek, yakalamak
koklamak, duymak ve tatmak isteriz.
Dostlar, 21. düzenlenen Elazığ Hazar Şiir
Akşamlarına şair ve yazar sıfatımızla bizi de
panelist olarak davet etme lütfunda bulundular.
Hem okumak hem de bazı eserlerden not alabilmek amacı ile otobüs yolculuğunu tercih ederek
bu on dokuz saatlik yolculuğa katlandık.
Elazığ'a girince içimiz âdeta burkuldu. Tarih
ve sanat arayan gözlerimiz, ana caddelerde dört
beş katlı çirkin betonarmeler ile tepelerde ve eteklerde birbirleriyle yarışırcasına yükselen «site»lerin
çirkin, özensiz ve de sanattan uzak manzaraları ile
karşı karşıya geldi. Batı Anadolu'nun büyük ve
orta ölçekli kentlerinin huzuru hiçe sayan çirkin
şehirleşmesi buraya da bulaşmış, diye düşündüm.
Gerçekten yenilenmiş Elazığ, ilk görüldüğü anda
gönlümüzde ümit bırakmadı. Ta Harput'u görünceye kadar… Betonlaşma kanseri her ne kadar Harput'un da tenine dokunmuşsa da özgün
tarihî yapıları özenle korunmaya çalışılmış. Neredeyse Harput ve Elazığ ayrı iklimlerin iki şehri…
Birisi tarih, sanat kokarken diğeri sadece ve sadece beton yığını…
Ancak Elazığ insanı, Harputlu kalmış. Hoşgörü, cana yakınlık, sevecenlik ve Türk'ün ilk
özelliklerinden olan misafirperverlik... Bu meziyetlerin hepsi Hazar şiir etkinliklerine katılanlara
yansırken, şehrin insanına ve tarihin imbiklerinden süzülüp gelen insani hasletlerine âşık olmamak imkânsız. Halk ve yönetim bu özellikleri o
kadar güzel paylaşmakta ki...
En insani duygularla yün başlıklı bir ihtiyara
derdini dinlemek için sarılan ve şiirin Elazığ için
93
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
ne derece önemli olduğunun idrakiyle, Elazığ'ı
Türk dünyasının şiir başkenti yapmak ideali ile
güzeller güzeli bir vali gördüm: Sayın Muammer
Erol.
Cana yakın, enerji yüklü ve şehrine sahip çıktığı her hareketinde aşikâr Belediye Başkanı Sayın
M. Süleyman Selmanoğlu.
Elazığ'a kazandırdığı Nurettin Ardıçoğlu
Kültür Merkezi'nde hak ederek oturan ve Elazığ'a
müdürlük değil hizmetkârlık yapan İl Kültür ve
Turizm Müdürü Sayın Tahsin Öztürk.
Elazığ denince Fikret Memişoğlu, Niyazi
Yıldırım Gençosmanoğlu, Göktürk Mehmet
Uytun'dan sonra ilk akla gelen bu merhum şairlerimizin halefi Sayın Ahmet Tevfik Ozan.
Validen başlayarak kamuda araç kullanan
memurlara kadar tüm görevliler Hazar Şiir
Akşamları'nın aksaksız geçmesi için seferber oldular.
Şiir festivali şairlerin karşılanması ile başladı.
Batı Kitabevi ise Elazığ’da yer alan belki de üç
büyük şehrimizde dahi çok az sayıda bulunan bir
kültür yuvası. Sahibi Mehmet Hanefi Batı, kampanyalarla her Elazığlıya bir kitap okutma amacında. Sayın Vali ve Belediye Başkanının Hazar
Şiir Akşamları’na katılan şairlere «hoş geldiniz»i
bu kitabevinde düzenlendi.
21 Haziran Cuma günü Sayın Vali Muammer Erol başta olmak üzere tüm sanatseverlerin
katıldığı,»Kartpostallarla Eski İstanbul», «Yahya
Kemal'in Fotoğrafları ve El Yazıları» sergileri ile
« Eski İstanbul ve Elazığ» resim sergileri açıldı.
Aynı gün Prof. Dr. Mustafa Koç'un nefis anlatımıyla «İstanbul Konferansı»nı dinledik.
Etkinliğin en güzel yanlarından birisi olan mehteran bölüğü arkasındaki «şairler
yürüyüşü”ne başta Sayın Vali Muammer Erol ve
birçok güzide simanın yanı sıra pek çok Elazığlı
da eşlik etti.
Tarihî Öğretmenevi binası önünde 21. Hazar
Şiir Akşamları’nın açılışı yapıldı.
Elazığ'ın diğer bir beğenilesi yönü ise müziğe,
Türk müziğine olan yeteneği ve tutkusu. Elazığ
Devlet Klasik Türk Müziği Korosunun İstanbul ve
Yahya Kemal güfteleri ağırlıklı konseri ise nefisti.
Sayın Ahmet Tevfik Ozan'ın yönettiği «Şiir
Akşamları Paneli»nde konuşmacı olarak Osman
Aytekin, Remzi Zengin, Alim Gerçel ve Zübeyde
Gökbulut ile beraberdik. Şiir akşamlarının bugününü ve daha da ileri gitmesi ve verimli olmaları
için neler yapılması gerektiğini tartıştık.
«Edebiyat İstanbul» panelini Bahtiyar Aslan
yönetirken Atilla Şentürk, Süleyman Erguner,
Almas Binnatova, Abdülkadir Emeksiz, İsa Kocakaplan konulara tam hâkimiyetleri ve belagatleriyle alkış aldılar.
Hazar Şiir Akşamları Hazar Gölü kıyısında
düzenlenen muhteşem ses ve görselliklere sahip
final gecesi ile son buldu. Yahya Kemal şiirlerini
yorumlayan iki liseli gencin ses tonları ve yorumlama becerileri de harika idi.
Mükemmel hazırlanmış gecede iki noktayı
eleştirmeden geçmeyeceğim. Nurullah Genç gibi
usta bir şair ve yorumcunun ardından, yaşına
hürmeten kötü bir şiir ve yorum getiren Elazığlı
yaşlı şairin çıkarılması uygun olmadı. Güzelim
İstanbul ağzıyla sürüp giden şiirlerin, sadece dinleyene tebessüm ettirdiği için Erciş ağızlı bir şiirle
noktalanması hoş değildi.
21.Hazar Şiir Akşamları’na emek veren ve
katılan her bir kişi ayrı ayrı övgüye layıktır. Ancak etkinlikler boyunca farklılıkları ile göze çarpan Sayın Vali Muammer Erol, Belediye Başkanı Süleyman Selmanoğlu, İl Kültür Ve Turizm
Müdürü Tahsin Öztürk, Ahmet Tevfik Ozan ve
katılımcılardan Sayın Prof. Dr. Süleyman Erguner,
Prof. Dr. Ahmet Atilla Şentürk, Prof. Dr. Mustafa
Koç, Bahtiyar Aslan, Prof. Dr. Almas Binnatova,
Yahya Akengin, Nurullah Genç, Kazakistan'dan
Maksut Hanzhakir, Makedonya'dan Leyla
Emin Şerif, Kırgızistan'dan Kunduz Avashova,
Özbek Jarborov Turamırza, İstanbul'dan Yavuz Zarifoğlu, Gagauzeli'nden Güllü Karanfil,
Kıbrıs'tan Emel Kaya, İstanbul’dan Ekrem Kaftan
ve Antalya’dan Cansın Erol, Nevşehir'den Osman
Aytekin, Tokat'tan Remzi Zengin, Kayseri'den
Alim Gerçel, Kırşehir'den Zübeyde Gökbulut,
Sarıkaya'dan Kelami Akdemir ve Ali Akbaş'ı anmadan geçemeyeceğim.
Hiçbir şehre nasip olmayacak kadar şair, yazar ve
aydına sahip olan şanslı Elazığ; siluetini beğenmediysem de insanına vuruldum desem yalan olmaz.
Çünkü insanında şiir gördüm, sanat gördüm,
Türklüğün her hasletini gördüm ve kısaca insanlık gördüm.
Elazığ, seni ne kadar kıskandım bilemezsin.■
94
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
YELİZ ÖZTÜRK
Birleyerek Oluşmak
Felsefe ve Tasavvuf Üzerine konuşmalar
Yayına Hazırlayanlar
Doç. Dr. Levent Bayraktar
Doç. Dr. Fulya Bayraktar
Prof. Dr. Kenan Gürsoy ile yapılmış olan
bir dizi sohbetten oluşan bu eser, on iki başlık
altında çağın problemlerini, kültürel, entelektüel, manevi buhranları, insanın özne olmaklığına dair sıkıntıları ele almakta ve bunlar
karşısında kendi düşünce geleneklerimizden
hareketle çözüme yönelik imkânlar bulunabileceğine işaret etmektedir. Bu bağlamda tasavvufla bütünleşen bir tefekkürün ufukları, tasavvufla ilişkin olduğu düşünülen kavramların
felsefi bir dikkatle yeniden işlenebileceği ve
böylece oluşabilecek bir dilin anlamı ve değeri
de ele alınmıştır. Bu çabada felsefe ve tasavvufun kavramları, yaklaşımları ve çoğu zaman
da sohbet içerisinde açılan insani ve etik alanın
hususiyetleri yol gösterici olmuştur.
“Bir bilmek, bir görmek ve bir sevmek”
ifadesi ile özetlenebilecek olan bu tefekkürün
95
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3
temelleri “birlik” ideası (fikri) üzerine inşa
edilmiştir.
İsteme adresi: Aktif Düşünce Yayıncılık
Üç Güzeller Masalı
Nâzım H.Polat
Üç Güzeller Masalı’nda, Prof. Dr. Nâzım
H. Polat’ın çeşitli konularda kaleme aldığı,
farklı dergilerde farklı zamanlarda yayımlanan
deneme ve serbest yazıları bir araya getirildi.
Akademik sınırların olabildiğince dışına
çıkarak aydın kimliğiyle hissettiklerini kâğıda
döken Polat, esere giren yazılarında birbirinden
çok farklı konulara odaklanıyor. Bu eserde,
Türkçenin güzellik ve inceliklerinden,
unutulmaya yüz tutmuş -hep hatırlanasısimalara; hocaya vefadan, yaşanılan şehre
vefaya uzanan geniş kültür ikliminde usta bir
kalemin “ferdî duyarlılık” gezintisi kimi zaman
sessizce, kimi zaman en yüksek perdeden ancak
hep ‘samimiyet'le dile geliyor.
İsteme Adresi: Kurgan Edebiyat
Ruhumu Kuşatan Şehirler
Mehmet Kurtoğlu
“Benim için yeni bir şehre girmek, yeni bir
hayata göz açmak gibiydi.”, “Ve ben her şehri, bir âşık edasıyla büyük bir arzuyla gezdim.”
“Şehirlerin ruhlarını kaybettiği ve birbirine
benzediği bir zaman diliminde, henüz hafızasını kaybetmemiş, modernizme direnerek
ayakta kalabilmiş birkaç kadim şehri dolaşırken görüp yaşadıklarımdan dolayı kendimi
şanslı görüyorum. Çünkü henüz modernizme
teslim olmamış, ruhunu kaybetmemiş, binlerce yıllık birikimiyle dipdiri ayakta duran bu
şehirlerin son tanığı olduğumu düşündüm her
zaman.” Diyen Mehmet Kurtoğlu, bu kitabında Anadolu’nun bir ucundan diyer bir ucuna
gezdiği gördüğü şehirleri gezi-deneme tarzında kaleme almış ve şehirleri anlatırken ruhunu
katmış adeta.
İsteme adresi: Çizgi Kitapevi
Şiirsel Kimlikten Mekânsal sınırlara
İkinci Yeni Şairlerinin Mekân Algısı
Beyhan Kanter
Şiiri toplumsal olandan uzaklaştırdıkları,
anlamsız ve soyut bir noktaya getirdikleri ve
apolitik bir söyleyişe yöneldikleri iddialarıyla sıklıkla eleştirilere maruz kalan İkinci Yeni
Şairleri, her ne kadar bireyselliği öncelemiş
olsalar da şiirlerinin tamamıyla toplumsaldan uzak olduğu söylenemez. İçinde yaşadığı
toplumla uzlaşamayan bireyin iç bunaltılarını
yansıtırken toplumsala dokunmak zorunda kalan ve toplumsala başkaldıran İkinci Yeniciler,
şiirlerinde bireyi özellikle «mekân aidiyeti» ve
«zorunluluk» üzerinden değerlendirirler. Bu
bağlamda İkinci Yeni şiirinde, mekân belirleyici bir unsur olduğu gibi şiirlerin ana damarı da
mekân-insan ilişkisi yönünde atar.
İsteme Adresi: Metamorfoz Yayıncılık
Sudan Gelen
Bir Hz. Musa Romanı
Lütfi Parlak
Tabutu alan kadın, çocuklarını evde bıraktığı için hayli telaşlıydı: “Ya ağlarlarsa, ya
sesleri duyulursa, ya başlarına bir şey gelirse...”
diye endişeleniyordu. Gerilmiş yaydan, çekilmiş kılıçtan daha gergin olduğu için başı dik,
gözleri ilerideydi. İki arada bir derede kaldığından sıkıntıdan patlamak üzereydi. Arada
ağzını açıp derin derin soluyordu. Öyle ya...
Ya çocuğun öldürülmesini bekleyecekti, ya da
göz göre göre canından bir parça olan yavrusunu tabuta koyup suya verecekti. (...) Nihayet
yerden aldığı kapaklı tabutu kucaklayıp evine
getirdi. Koklayıp okşadı, ağlaya sızlaya alnına
şefkat öpücükleri kondurdu. Sonra da cesaretini toplayarak bebeği yerleştirdiği ziftli tabutun
delikli kapağını üzerine bağladı. Güneş tesir
etmesin diye topladığı ağaç yapraklarını gölgelik ederek hepsini birbirine iliştirdi. Ardından
Allah’a havale edip Nil’e bırakıverdi.
Sudan Gelen, Hz. Musa’nın hayat öyküsüdür.
İsteme Adresi: İz Yayıncılık■
96
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 3