- Kızılbaş
Transkript
- Kızılbaş
kızılbaş ağustost 2012 sayı 17 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! * ‘KOMŞULARIMIZ DEĞİL, BU İNSANLARI İLK KEZ GÖRDÜM’ * BDP ile Kızılbaş Şafii ortak sorun üzerine söyleşi! * Kürt Ulusal Hareketi ve Geçmişle Yüzleşmenin Dayanılmaz Ağırlığı kızılbaş veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak [email protected] tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta [email protected] tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 ağustost 2012 sayı: 17 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg 6 sayı 25 € - 12 sayı 50 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindekiler: Sayfa: 4 - Kamuoyuna .............................................. Sakine Polat Sayfa: 5 - Yargıtay’ın Cemevi Kararı - Sürgülü davulcu Alevilere saldırıyı savundu: ‘Olay benim davam değil, İslam davası’ Sayfa: 6 - ‘KOMŞULARIMIZ DEĞİL, BU İNSANLARI İLK KEZ GÖRDÜM’ Sayfa: 7 - Alevi aileye hapis şoku Sayfa: 8 - Basın ve kamuoyuna Sayfa: 8 - İHD’den Sürgü raporu: Saldırıların devamı gelebilir Sayfa: 9 - Suçlu kim ve kimler? ........................ Ali ERDOĞAN Sayfa: 10 - TOPLUMSAL ÇÜRÜMÜŞLÜK VE YOZLAŞMA .............................................................Süleyman Depre Sayfa: 11 - SÖYLENCELERİN BİZE BIRAKTIKLARI: ............................................................................. Ali Usta Sayfa: 12 - Alevilik İslamiyet İçerisindedir ........... Murat Küçük Sayfa: 15 - EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜ ZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TAN RISI HIZIR - (4) .............................. Adnan Cangüder Sayfa: 18 - TÜRKİYE SÜNNİ-İSLAM CUMHURİYETİ Mİ? .......................................... Dr. Hüseyin Demirtaş Sayfa: 20 - “O ALİ BİZİM ALİ” ................... Süleyman Doğan Sayfa: 23 - 4ê Gulane - Roca Xoviriardena Tertelê ‘38i ......................................................................... X. Çelker Sayfa: 25 - Wehdetname .............................................. Edîp Xarabî Sayfa: 26 - MIROV HEVALÊ QIJIKÊ BE NIKULÊ MIROV TIM DI GÛ DE YE.. Mehdi Tanrıkulu Sayfa: 27 - BDP adına yaptığımız söyleşiyi bire bir yayınlıyoruz ............................................ Hatice Çevik Sayfa: 34 - Kürt Ulusal Hareketi ve Geçmişle Yüzleşmenin Dayanılmaz Ağırlığı ............... GARBIS ALTINOĞLU Sayfa: 48 - Halkımıza ve Dünya Kamuoyuna Sayfa: 49 - Pontos’taki Düzmece İstiklal Mahkemeleri ve Yargılamaları ........................................ Sait Çetinoğlu Sayfa: 56 - DİL, TARİH, COĞRAFYA ve ERMENİLER ................................................... Sarkis HATSPANIAN Sayfa: 58 - Dersim’in kayıp kızlarının izi okul kayıtlarından çıktı Sayfa: 59 - Değerli dostlar! Sayfa: 60 - Suriye’de yaşananlara ve mezhep gerilimine Hatay’dan bakmak ................................. Hamide Yiğit Sayfa: 62 - TÜRKİYELİ GÜRCÜLER PLATFORMU Gürcüler Anadilde Eğitim İstiyor Sayfa: 62 - “Davutoğlu’nu tutuklama hakkımız var” Sayfa: 63 - Dersim 38 Fotoğraf Sergisi kızılbaş - sayfa 4 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kamuoyuna Sakine POLAT [email protected] Solculuk, Devrimcilik, Komünistlik, Kürt-Yurtseverliği, Kızılbaşlık-Alevilik, adına CHP ile kolkola girip aynı safta yer almak işbirlikçilik değil midir? CHP; ırkçı, inkarcı, asimilasyoncu, katliamcı ve soykırımcı faşist bir parti değil midir? CHP ile ittifak içinde olanların CHP’ne marabalıklarından vazgeçip insanlaşmalarını, demokratikleşmelerimi öneriyoruz!... Malatya’da bir KIZILBAŞ evinin taşlanmasına yönelik gösterilen tepkilerenasıl bakmalıyız? Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde ve Avrupa’da yapılan protesto gösteri ve yürüyüşlerinde dile getirilen eleştiriler ve verilen tepkiler AKP şahsında İslam düşmanlığı üzerinde yoğunlaştırıldı. Bütün bu protesto miting ve gösterilere CHP öncülük etti. İstanbul Taksimmeydanındaki miting CHP pankartı altında yapıldı. Protesto yürüyüşüne Pir Sultan Abdal Kültür Derneği İstanbul Şubeleri,Alevi kurumları, Köy dernekleri, AKA-DER, CHP, HDK, ESP, Partizan, DHF,SDP, Mücadele Birliği, TKP, ÖDP, Halkevleri gibi çok sayıda kurum katıldı. (Kaynak:Alevi haber ajansı - 31 Temmuz 2012) Ayrıca Taksim mitingi Yol TV’de canlı olarak yayınlandı. CHP; 1915’teki Ermeni, Süryani, Elen, Pontus Soykırımından, Rum tehcirine. Koçgiri soykırımından, Şeyh Said katliamına. Dersim soykırımından, kanlı Maraş, Çorum, Madımak, Gazi Mahallesi ve Malatya Sürgü ile devam eden inkar, asimilasyon, katliam ve soykırımların birinci dereceden sorumlusudur!... CHP; İttihat ve Terakki Partisi ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın kendisidir. (Adı değiştirilmiş olsa da kuramı ile işleyiş aynıdır!) Ey Müslümanlar! Sizin adınıza ve size zarar getiren bu CHP-Devlet-AKPOrdu siyasetine karşı çıkmayacak mısınız? Ey Müslümanlar! Karşılıklı saygı ve dayanışmaya ihtiyaç var. CHP-Devlet-AKP-Ordu ittihatçı ittifakı inanç guruplarımızı karşı karşıya getirip var olan sorunlarımızı derinleştirerek topluluklarımız üzerinde siyasetlerini yürütmeye ve hakim kılmaya çalışıyorlar!.. Ey Kürt-Yurtseverleri! CHP ile girişilen en ufak bir ittifak Kürt milli çıkarlarına ağır zararlar verecektir. CHPKÜRT KARDEŞLİĞİNDEN UZAK DURULAMALIDIR. Demokratikleşmenin; demokrasinin önünün açılmasının ancak toplumun temel dinamiklerini oluşturan Müslümanların; Kürtlerin, Kızılbaş-Alevilerin uzun vadeli ittifakıyla mümkün olabileceği kanısındayız... Ey Kızılbaş-Aleviler! CHP ve onun ittifakçılarıyla Kızılbaş-Alevilerin, hiç bir sorununun çözülmesinin mümkün olmayacağı kesindir. 100 yılı aşkın bir süreden beri T.C. hükümetlerinin en basit insani bir sorunumuzu bile çözememiş olmaları bunun en açık bir örneğidir. CHP DEVLET PARTİSİDİR !!!. Önerimiz; Başta Kızılbaş-Alevileri olmak üzere kendi siyasal örgütlenmelerini CHP ve müritlerinden bağımsız olarak üretip siyasal alana çıkmalarıdır. 03.08.2012 Mustafa Kemal Atatürk 1936 yılındaki Meclis açılışındaki konuşmasında: ‘Dahili iç işlerimizde mühim bir safha varsa o da Dersim meselesidir. Dahilde bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş salahiyetler verilmelidir.’ kızılbaş - sayfa 5 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yargıtay'ın Cemevi Kararı Yargıtay: "Cami ve mescit dışındaki bir yer ibadethane kabul edilemez." Yargıtay cemevlerinin ibadethane sayılıp sayılmayacağına ilişkin, kararını açıkladı: davayı, ''Cemevleri yüzyıllardır Alevilerin ibadet yeri olarak toplumca bilinmiş ve kabul görmüştür." diyerek reddetmişti. ''Cami ve mescit dışında bir yer ibadethane kabul edilemez..'' Yargıtay 7. Hukuk Dairesi, kapatma davasını reddeden yerel mahkemenin kararını oy çokluğu ile bozdu. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, tüzüğündeki ''cemevlerini ibadet yeri olarak'' nitelendiren ifadeler nedeniyle Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği hakkında kapatma davası açmıştı. Daire, ilgili yasa ve düzenlemeler karşısında cami ve mescit dışında bir yerin ibadethane olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığına karar verdi. Kaynak: http://www.trthaber.com Ankara 16. Asliye Hukuk Mahkemesi ise Sürgülü davulcu Alevilere saldırıyı savundu: 'Olay benim davam değil, İslam davası' Malatya Sürgü'deki Alevi aileye yönelik gerici saldırının aktörlerinden davulcu Mustafa Evşi, olayları başlatanın saldırılan aile olduğunu iddia ederken, Alevilerin "davula, ezana, bayrağa küfretmeleri" nedeniyle "duyan mahallelinin" geldiğini savundu. demedik mi’ dedi. Ailenin erkeklerinden biri taş attı, bacağıma geldi. Biri kemeriyle vurdu, kolum yaralandı. Sırtıma da darbe aldım. Döndüm, gittim. Şikâyetçi oldum, darp raporu aldım. ‘Davulcu arkadaşlarımı topladım’ diyorlar. Bu doğru değil, Ben şikâyetimi yaptım, bir daha o evin önünde bulunmadım.” Radikal gazetesinden Ayça Örer'in haberi şöyle: Malatya Sürgü'de yaşanan olayların aktörlerinden biri olan ramazan davulcusu Mustafa Evşi, yaşananlarda kendisinin bir suçu olmadığını söylüyor. 'Evli ailesinin ezana, bayrağa, oruca laf söylediklerini mahalleli duydu galeyana geldi' diyen Evşi, "Bu benim davam değil, İslam davası. Gerekirse, taşınma, ev bulma paralarını biz verelim ama o aile buradan gitsin" diyor. Evşin “Bu dediklerimi mutlaka yazın” diyerek bizi evine misafir ediyor. Evşi 25 yaşında, bir yıl önce evlenmiş, yeni bebeği olmuş. Babası Hacı Mevlüt iki yıl önce marangozluk yaptığı inşaattan düşerek hayatını kaybetmiş. Normalde hızarcılıktan para kazanan Evşi geçim sıkıntısı iyice artınca, bu yıl ilk kez ramazan davulculuğu işine talip olmuş. Sürgü’nün 1986 depreminden sonra yapılan yardım konutlarında oturuyor. Evli ailesiyle aynı mahalleyi paylaşıyor. Evşi hayatında ilk kez yaptığı davulculuk işinin bu noktaya gelmesini şöyle anlatıyor: “İlk günler aşağı mahallede davul çalarken, yine bir başka Alevi aile şikâyetçi oldu. Taş attı. Ben de onlara ‘Şikâyetiniz varsa belediyeye söyleyin, bu tarafa gelmeyeyim, burada da davul isteyenler var’ dedim. Olay öylece yatıştı.” Şikâyetçi oldum Evli ailesiyle yaşadığı sıkıntı ramazanın dördüncü beşinci gününe rastlıyor. Evşi şöyle devam ediyor: “İlk gün uyardılar, ikinci gün sıcaktan dışarıda yatmışlar. Vallahi ben kapılarının önünde çalmadım. Hele pencerelerine tokmakla vurmak gibi bir hareket hiç yapmadım. Zaten 4 kilometrelik bir alanı gezmem gerekiyor, her evin önünde 1 dakika dursam ancak bitiriyorum. Burası açık alan, ben aşağıdan davulu çalsam sesi oraya misliyle gidiyor. Aşağıdan duymuşlar, uyanmışlar. Sokaklarına vardığımda Hasan Evli, el feneriyle kalktı geldi, küfretti. Ağırıma gitti, ‘Küfretme’ dedim. Daha önce sorun yaşadığım aileye söylediğimi onlara da söyledim, özür diledim. Oğulları Servet bana küfretmeye devam etti. ‘Sana burada davul çalmayacaksın Hepsi bizim buralı Cuma gecesi yaşanan olaylar cumartesi günü kahvede konuşulmuş. Evşi bunu doğruluyor ve belde halkının Evli ailesinin sözlerine kızdığını, evin önüne gitmeye karar verdiklerini, Jandarma Karakolu’nun da bu söylentileri duyarak evin önünde önlem aldığını anlatıyor: O gece orada bulunanların hepsi, bu ilçenin, köyün halkı. Dışarıdan kimse gelmedi. Evli ailesinin sözlerine sinirlendiler. Bu benim davam değil, İslam davası. Bugün birisi ezana, bayrağa dil uzatsa kızmaz mısınız? İnsanlar da bunu duydu kızdı. Ben o gece davula çıkmadım. Evli ailesi de kalabalığa karşı hazırlıklıydı. Kamera getirip çekmişler. Toplumu kışkırtıp, herkesin içinde o kelimeleri seçtiler. Davula, ezana, bayrağa küfrettiler, bu ilçede duyulunca olaylar bu hale geldi.” O günden sonra davul çalmayan ve Evşi, Evli ailesinin beldeden gitmesi gerektiğini söylüyor: “Gerekirse, taşınma, ev bulma paralarını biz verelim ama gitsinler. Kalırlarsa hiç çarşıya pazara gitmeyecekler mi? Bu kadar iftiradan sonra insanların yüzüne nasıl bakacaklar? Mecbur gidecekler, mecbur.”Bu arada davul şimdi Sürgü Belediyesi’ne emanetinde duruyor. kızılbaş - sayfa 6 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ‘KOMŞULARIMIZ DEĞİL, BU İNSANLARI İLK KEZ GÖRDÜM’ Daha önce böyle bir sorun yaşamadıklarını kaydeden Hasan Evli, “Hiç yaşamadık. Bazen arkadaşlar ‘niye camiye gelmiyorsun, oruç tutmuyorsun’ diye soruyorlardı. Ama hiç tartışmadık” dedi. Hasan Evli, “Bu olayı buradaki Sünni komşularımız yapmadı. Bunlar dışarıdan geldi ya da getirildi. Arkalarında başkaları var. Burada kimse 500-600 kişiyi toplayamaz. Zaten komşularımızla da bir sorunumuz yok. Bu insanları da ilk kez gördüm” dedi. Belediye Başkanının “Ben kimseyi tutamam, buradan göçün” dediğini hatırlatan Hasan Evli, şunları söyledi: “Beni kimse buradan göç ettiremez. AKP’li milletvekili geldi, ‘Anlatılanlar yalan, çocuklar arasında yaşanan bir tartışma sadece’ diye açıklama yaptı. Çektiğimiz görüntüleri izlettim, ‘Kusura bakma bize öyle anlatmadılar’ dedi, çekti gitti.” “Benim yerim burası değil ise neresi” diyen Hasan Evli, şöyle devam etti: “Askerlik yapıyorum, vergimi veriyorum, oyumu kullanıyorum. Bunla- Geçin gidin ya. Bunu kınıyorum. Arkadaşları uyarıyorum, onlara uymayın. Razı değilim bu olaylar büyüsün, insanların canı yansın.” ‘OLAY ÖNCEDEN PLANLANDI’ Fidan Evli da olayın planlı olduğu görüşünde. Evli, evlerine saldırı düzenleyen güruhun, tekbirler eşliğinde “Burası size mezar olacak, pis Kürtler, pis Aleviler, bu gece bu olay burada bitecek” diye tehditler savurduklarını kaydetti. evi taşlanan hasan evli rı yapınca Türk vatandaşı oluyorum, başka şeylere gelince ya Alevisin, ya Kürt’sün, ya da PKK’lisin diyorlar. Belediye Başkanı’nın “buradan gidin” açıklamısına tepki gösteren Evli, şunları söyledi: “Gideceğimiz yerin buradan farklı olduğunu düşünmüyoruz. Burada bu tür insanlarla mücadele etmezsek, gideceğimiz yerde de bu tür insanlar olacak. Oradan sonra nereye gideceğiz? Bu saldırı bize yönelik bir saldırı değil. Burada yaşanan tüm Kürt-Alevi ailelere yönelik bir saldırı. Biz çıksak da kalanlara aynısının yapılmayacağının garantisini kimse veremez.” Aydın’ın Didim İlçesi’ndeki bir apartmanda Alevi iki ailenin evinin kapısı işaretlenip, boyayla ’Aleviler’e Ölüm, Aleviler’i Yakın’ yazılması endişe yarattı, 05 Mayıs 2012 Cumartesi ÇORUMDA SU İÇEN İKİ ALEVİ VATANDAŞIMIZI CADDE ORTASINDA LİNÇ ETMEK İSTEDİLER. kızılbaş - sayfa 7 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Edinilen bilgiye göre davulcu Efşi, “suç işlemeye tahrik” suçlamasıyla tutuklandı. Serbest bırakılan 22 kişi hakkında ise “mala zarar verme” suçundan soruşturma yürütülüyor. Evli ailesinden baba Hasan ve oğlu Şeyho Evli’nin ise davulcuya darp ettikleri iddiasıyla 1 yıldan 3 yıla kadar hapis öngören “kasten yaralama” suçundan soruşturuldukları ve 29 Temmuz’da jandarmada ifadelerinin alındığı belirtildi. Sürgü’deki olaylarla ilgili jandarma raporunda Alevi aile suçlandı. Saldırganlar serbest bırakılırken davulcu tutuklandı. Saldırıya uğrayan aile fertlerine de saldırganlar kadar hapis isteniyor Malatya’nın Doğanşehir ilçesine bağlı Sürgü beldesinde Alevi bir ailenin evinin taşlanması ve beldeden göç etmeleri için tehdit edilmeleri olayı ile ilgili soruşturmada saldırganları kışkırttığı iddia edilen Ramazan davulcusu “suça tahrik” ettiği iddiasıyla tutuklanırken jandarmadan ilginç bir açıklama geldi. Malatya İl Jandarma Komutanlığı rutin olarak açıklanan Basın Bülteni’nde Sürgü’deki olaylara diğer asayiş olaylarının ardından “Kamu Barışına Karşı Suçlar” başlığı altında yer verildi. Bültende olayla ilgili saldırıya uğrayan Alevi ailesinin suçlanması dikkat çekti. Bültende, “28 Temmuz 2012 günü saat 02.00 sıralarında, ramazan davulcusu M.E.’nin (Mustafa Efşi), H.E. (Hasan Evli) ve oğlu S.E. (Şeyho Evli) tarafından darp edilmesi olayı sonrası, 29 Temmuz 2012 günü saat 01.30 sıralarında, ramazan davulcusu M.E.’nin beraberindeki yaklaşık 100 kişilik kalabalık bir grupla H.E. ve ailesinin ikamet ettiği evin bulunduğu bölgeye gelerek, burada davul çaldıkları, İstiklal Marşı söyledikleri ve tekbir getirerek slogan attıkları” iddia edildi. Kalabalığın evi taşlamasını ev sahibi S.E’nin grubu tahrik etmesine bağlayan Jandarma bülteninde “Kalabalık gruba karşı ev sahibi S.E.’nin bağırarak grubu tahrik etmesi sonucu gruptan kimliği tespit edilemeyen bir veya birkaç kişi tarafından H.E.nin evine taş atılması neticesinde; evin pencere camları kırılmıştır” denildi. Açıklamada, Cumhuriyet savcısının talimatı doğrultusunda olaya karışan ve eve taş atan 23 şahsın tespit edildiği, şahısların ifadelerinin alınmasına müteakip Başsavcılığa sevk edildikleri ve mahkemenin davulcu M.E’yi tutukladığı, diğer şahısların ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldıkları bildirildi. Murat Kayacan Görmez, Adıyaman’da çocukların Alevilere ait evlerin kapılarına işaret koymalarıyla ilgili “Valiyi aradım, ‘Eğer ciddi bir sorun varsa geleceğim o çarpının önünde ben nöbet tutacağım’ dedim” diye konuştu. Görmez, Ramazan’da sahurda davul çalınması konusunda da, “Davulun saatin, zilin olmadığı dönemlerde bir anlamı vardı. Bugün çok da gereği yok” dedi. Ali Imren birebir katılıyorum, saatlerini kurup kalksınlar o kadar meraklılar ise ayrıca cep telefonlarına davul sesi yükleyip bunu da zil sesi yapıp o şekild de uyanabilirlar. Olay yeri inceleme raporunda evin camlarının ve çatıdaki tuğlaların kırıldığı, prefabrik evin bazı bölümlerinde çökme olduğu belirtildi. Raporda, evin duvarında 3’er adet sıralı 2 grup halinde deliğin olduğu, Hasan Evli’nin bu deliklerin eve açılan ateşle oluştuğunu söylediği belirtildikten sonra “Delikler üzerinde gözle yapılan incelemede deliklerin, çivilerin duvar üzerinde tutturulması için açılmış matkap deliği olabileceği kanaatine varıldı” ifadesi yer aldı. Görüntü kaydı yok Evli ailesinin avukatı Ali Hamurcu ise “Olay sırasında jandarma havaya ateş açmış. Müvekkillerim, saldırgan grup içerisinden de ateş edildiğini iddia ediyor. Ama jandarma tüm mermi kovanlarını topluyor ve olay yeri inceleme raporunda bu mermilere ilişkin bilgi yer almıyor. Ayrıca iki gece süren bu olaylarla ilgili jandarmanın görüntü kaydı yapmaması da dikkat çekici” dedi. Kaynak: http://www.muhalifgazete.com kızılbaş - sayfa 8 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 BASINA VE KAMUOYUNA Sincan F Tipi Hapishanesinde Ramazan Dayatması Ankara 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda müebbet hapse mahkûm ağabeyim Halil Gündoğan’ı ziyaretim sırasında cezaevlerinde Ramazan Orucu nedeni ile yemek saatlerinin 17.30’dan 19.30’a değiştirildiği ve bu nedenle mağdur olduklarını söylemiştir. Laik bir ülkede oruç tutmayan vatandaşa yönelik haksız bir uygulama olduğunu düşünerek 23.07.2012 tarihinde itiraz dilekçesi verdiğini ve verdiği dilekçe nedeniyle üç ay iletişim (mektup, telefon, faks, telgraf yasağı) cezası verildiğini yine benzer nedenlerden ötürü sık sık “açık görüş yasağı” vb. cezaların uygulandığını iletmiştir. Ayrıca hapishane idaresi tarafından psikologa çıkmaya zorlanmıştır. Bunun üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na yetkililer hakkında “görevi kötüye kullanmak, yaşam tarzını dayatmak” gerekçeleriyle suç duyurusunda bulunmuş fakat İnfaz Hâkimliği tarafından itirazlar reddedilmiştir. Cezaevi müdürü Celalettin Konca döneminde baskıların daha da arttığını ve müdürün “her şey benim inisiyatifimdedir, cezaevini istediğim gibi yönetirim, ben cezayı veririm sizde itiraz edin” diyerek hapishanede tam bir keyfi yönetim uyguladığını dile getirmiştir. Kendisine iletmem üzerine Tunceli (Dersim) Milletvekili Hüseyin Aygün bu sorun nedeniyle hapishaneye gitti ve Halil Gündoğan ile görüşme yaptı. Halil’in anlatımları ve izlenimlerini bir soru önergesi olarak Adalet Bakanlığına sundu. Milletvekili Hüseyin Aygün’ünün Adalet Bakanı Sadullah Ergin’den yazılı olarak yanıtlanmasını istediği sorular: “TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA Aşağıdaki sorularımın Adalet Bakanı Sayın Sadullah ERGİN tarafından yazılı olarak cevaplandırılmasını saygılarımla arz ederim. Hüseyin AYGÜN (Tunceli Milletvekili) 1. Cezaevlerinde Ramazan ayı boyunca kahvaltı ve öğle yemeği verilmekte midir? 2. Cezaevlerinde akşam yemek saatlerinin iftara göre ayarlandığı doğru mudur? 3.Oruç tutmayanlar için akşam yemeği hangi saatte verilmektedir? Ya da iftar saati öncesi yemek verilmekte midir? 4. Bu uygulama için itiraz dilekçesi yazan hükümlü Halil Gündoğan’ın üç ay iletişim yasağı aldığı doğru mudur? Sizce bu ceza adil midir? 5.İtiraz dilekçesi yazan hükümlü Halil Gündoğan’ın bu davranışından dolayı psikologa çıkmaya zorlandığı doğru mudur? 6. Bu uygulama Türkiye’deki bütün cezaevlerinde mi uygulanmaktadır? Yoksa cezaevi müdürlerinin inisiyatifine mi bırakılmıştır?” Saygılarımla. 09.08.201. Kazım Gündoğan (Halil Gündoğan’ın kardeşi) İletişim: 0533 513 61 18. E-mail: [email protected] İHD’den Sürgü raporu: Saldırıların devamı gelebilir Alevi aileye linç girişimiyle ilgili rapor hazırlayan İHD Malatya şubesi, “bu tür olayların tekrar yaşanmaması için önlem alınması gerektiğini” belirtti. İnsan Hakları Derneği (İHD) Malatya Şubesi, Sürgü beldesinde meydana gelen olayla ilgili hazırladığı raporda, “önlem alınmaması durumunda, ortamın benzer ya da daha ağır sonuçlar doğurabilecek potansiyel olaylara gebe olduğunu” ifade etti. Raporu, İHD Malatya Şube Başkanı Servet Akbudak, Şube Sekreteri Ramazan Kuzu, Şube Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Ali Hamamcı, Şube Yönetim Kurulu Üyesi Suphi Güvenç, üye Nihal Pekaslan yazdı. Malatya’nın Doğanşehir İlçesi’ne bağlı Sürgü Beldesi’nde linç girişimine maruz kalan aile, olayın ertesi günü, 29 Temmuz’da İHD Malatya Şubesi’ne başvurdu. “Davulcu pencereyi kırdı” Olayı anlatan Hasan Evli, Perşembe sabaha karşı 01:30’da davulcu Mustafa Evşi’nin evlerinin duvar ve pencerelerine vurduğunu, pencerenin kırılma sesiyle uyanıp dışarı çıktıklarını söyledi. “Davulcuya bunu yapmaması gerektiğini, kendilerini rahatsız etmemesini, Alevî olduklarını dolayısıyla yapılan davranışın hakaret ve aşağılama olduğunu söyledik. Tartışma çıktı. Evşi ve çevrede bulunan birkaç kişi bizi tehdit etti, mahalleyi, kasabayı terk edin dediler. Bu arada jandarma geldi, kalabalığı dağıttı.” “Ertesi gece davulcu ve yanındaki 50 kişilik grup tekrar gelerek bize hakaret ettiler, dini değerlere karşı geldiğimizi söylediler. İkinci geceyi de korku ve dehşet içinde geçirdik.” “28 Temmuz’da 500’ü aşkın kalabalık bir grup tekrar tekbir ve slogan sesleriyle evimize yöneldi. Küfür ve hakaretler ettiler. ‘Sürgü Kürtlere mezar olacak’, ‘Sürgü Alevîlere mezar olacak’ diye slogan attılar. Evi taşladılar. Jandarma onları durdurmak için havaya ateş açtı.” “Madımak gibi yakarız” Saldırganlar hakkında yasal işlem yapılıp yapılmadığını bilmediğini söyleyen Evli, davulcuya karşı herhangi bir şiddete başvurmadıklarını özellikle belirtti. “Hala endişeliyiz. O gün evimizin önünde toplananlar, beldeyi terk etmememiz durumunda Madımak’ta olduğu gibi yakacaklarına dair bize mesaj gönderiyor. Devletten can güvenliğimizi sağlamasını talep ediyoruz. Bize yönelik kışkırtmalar devam ediyor.” Jandarma: Kışkırtanlar vardı İHD Malatya Şubesi de evin camlarının kırılmış olduğunu duvarlarda taş izleri bulunduğunu ifade etti. Evi koruyan jandarma tarafından yapılan açıklamada da olayın büyümesinde kışkırtıcı mahiyete hareket edenlerin olduğu doğrulandı. Belde Belediye Başkanı Faruk Taşdemir “olayın büyümesi ve bir linçe dönüşmesinde kışkırtıcı unsurların varlığına kendisinin de tanık olduğunu” ifade etti. Davulcu: “Galeyana gelmekte haklılar” İHD, davulcu Evşi ile de görüştü. Evşi ise aile tarafından tehdit edildiğini; taşlandığını; mahalle sakinlerinin araya girdiğini söyledi. Karakola şikayette bulunduğunu da ekledi. “Olay esnasında evin gençlerinden biri ‘davulumuzun ve ezanımızın susturulması’ ile ilgili bir şeyler söyledi. Hassasiyet bunun üzerine gelişti. Belde halkı bu nedenle galeyana gelmekte haklıydı.” Raporda, olayın, farklı kimlik, inanç ve değerlere karşı gelişen tahammülsüzlüğün bir sonucu olarak ortaya çıktığı ifade edildi. “Aynı aileye yönelik daha öncede de benzer olaylar yaşandı. Belli gruplar kışkırtıcı rol üstleniyor. Olay esnasında çekilen video kayıtlarının incelenmesi halinde bu kişiler tespit edilebilir. Bu tür olayların tekrar yaşanmaması için önlem alınmalı.” 1 Ağustos 2012 (bianet) kızılbaş - sayfa 9 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Suçlu kim ve kimler? Ali ER DOĞA N Bu olay ne ilk ve ne de son olacaktır. Olay Malatya’nın Doğanşehir ilçesinin Sürgü beldesinde geçer. Ramazan davulcusu davulu çalarken, Alevi bir vatandaş, davulcuya “hastamız var, burda davulu çalma” der. Davulcu, kendisine ve inanışına hakaret edilmiştir anlayışiyla, gider camidekilere söyler. İkinci gün örgütlenerek 500 kişiyle aynı evin önüne gelir davulu çalmaya başlar. Ses gelmeyince tokmağıyla evin camını kırar. Maksat evin sakinleri dışarıya çıksın diye. Evin sahibi dışarıya çıkar çıkmaz, saldırıya uğrar. Dövülür. İkinci bir Madımak olayını yaratmaya çalışırlar. Kalabalık, önce istiklal marşını okur. Sonra, “Sürgü Alevilere mezar olacak, Allahü ekber” diye ev taş yağmuruna tutulur. Bu olay bir münferit olay değildir. Devletin, siyasi ve dini ideolojisinin gereği olarak bahaneler yaratarak, tek ırk, tek dil, tek din inanış felsefesini hayata geçirmek için, bunun öncesi de var: Maraş, Gazi, Sivas, Çorum, Malatya, Elbistan,... ve Kırıkhan olaylarını meydana getirmediler mi? Daha dün diyebileceğimiz, Köyde bir tek Sünni olmamasına karşın, Alevi köyüne imam atadılar. İmam her gün ezan okudu. Bu yetmiyormuş gibi, yakın kasabada arabalarla adan getirmiş Alevi köyünde Cuma namazını kıldırmışlar. Didim, Çorum, Adıyaman’da, Alevilerin evlerine küfürler ve işaretler yazdılar. Keza İzmir’de de aynı şeyi yaptılar. Yetkililer hep münferit dedi. Kimseye ceza verilmadi. Oysaki cezasız suç, yeni suçlar üretiyor. Olayların üstünü örtmek için, çeşitli gerekçeler yarattılar. Genellikle “halkımız tahrik edilmiştir” denilerek suç işleyenler cezalandırılmamışlardır. Eksik soruşturma yaptılar. Piyon olarak kullanılan zavallıların üzerine gidilmiş. Kimi delil yetersizliğinden Salı verilmiş, ya da cezaları ertelenmiş. Kuvvetli delili olanlar “Madımak” olayından olduğu gibi dava sürüncemede bırakılarak zaman aşımına uğratılmıştır. 34 insan kameralar önünde canlı, canlı yakılmıştı. Başbakan Erdoğan, mahkeme kararını yorumlarken “vatana ve millete hayırlı olsun” demişti. Oysaki, insanlık suçu, zaman aşımını içermiyordu. Evrensel demokratik hakları çiğniyen ve mevcut yasalarını da ihlal eden, Türkiye Cumhuriyeti’n mahkemeleri verdiği kararlar AİHM’inde hep bozuluyor. Mevcut yasaları çiğniyen Türkiye birinciliği kimseye bırakmıyor. Verilen para cezaları, işçinin, emekçinin ve dar gelirlinin verdiği vergilerle oluşan genel bütçeden ödendiği için, hükümet duymazdan geliyor. Sürgü olayına dönersek; aile ikinci gün belediye başkanına gider yardım ister. Belediye başkanı: “Can güvenliğinizi sağlıyamam. Beldeyi terk edin” der. Halkın oylarıyla seçilen başkan devleti temsil etmiyor mu? Olaya el koyan jandarma, olay anında çekilen vidoyu kontrol etmeden bir rapor hazırlıyor. Basından öğrendiğimiz kadariyle: Davulcu suçlu olduğu kadar da ev sahibide suçlu imiş. Halkı tahrik ettiği için. Ve olaya katılan birkaç kişiyide mala zarar verdikleri için soruşturma yapılması için bildirimde bulunmuş. Anlıyacağınız, Jandarma Alevileri mal gibi görüyor. Sağ duyulu bir insan demiyorki, halkın Alevinin evinin önünde ne işi vardı? Bu Alevi vatandaş mı halkı çağırmış, sonra da tahrik mı etmiş? Sizlere bir anektod aktarayım: Bir zamanlar Libya’da bulunmuştum. Orada meydana gelen bir trafik kazasında, sürekli yabancı şoför suçlu bulunur. Gerkçesi: “Siz ülkemize gelmeseydiniz, yol açık olacaktı ve kaza meydana gelmeyecekti” deniliyordu. Sürgü’deki ailede, Alevi olmasaydı davulcuyu uyarmayacaktı. Olayda meydana gelmeyecekti (!) Bu mantıkla evi taşlayan guruh “burayı terk edin” diye bağırıyorlarmış. Hükümet sözcüsü Bülent Arınç, “olay büyütüldüğü kadar değil, münferit bir olaydır” diyerek geçiştirmeye çalışıyor. Bakan Eğemen Bağış’da “Sürgü olayı, bir pravakasyondur” diyerek, suçu mağdur aileye yüklemeye çalışıyor. Ve Yargıtay’ın 7.Dairesi, Cemevleri ile ilgili kararında “ Cemevleri ibadet yeri değildir” diyerek 20 milyon Aleviyi görmezden geliyor. Ülkede bağımsız yargının olmadığını “sağır sultan” bile biliyor. Kısmen anlatmaya çalıştığım yapılan bu olayların tamamı bir hükümet politikasıdır. Tek ırk, tek dil ve tek din felsefesine uymayanların hali meydanda. Ya soykırıma uğrayacaklar, Ermeni, Keldani, Süryani’ler gibi. Ya da asimile olacaklar. Soykırım yapmak için, önce soykırımı yapacak kişilerin milli benliğini yok edersin. Türk ve Müslüman yapmak istiyorsan, Sen Türksün, Gerçek Müslüman sensin dersin sonra da kendi milli benliğini dayatırsın. Din dersini mecburi hale getirirsin. Köylerine cami yaptırırsın ve hoca atarsın. Ana dillerini yasaklarsın. Okullarda her gün Türk olduklarına dair and içirirsin. Bu bir soy kırımdır ve bir hükümet politikasıdır. Suçluyu aramamıza gerk yok. Suçlu meydanda.... türk milli kurulu kızılbaş - sayfa 10 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 TOPLUMSAL ÇÜRÜMÜŞLÜK VE YOZLAŞMA Sömürü sisteminin sürekliliği, yarattığı toplumsal yozlaşma ile doğru orantılıdır. Bu yozlaşmayı her alanda özel projelerle geliştirir. Sermayenin din,imanı, namusu,ahlakı yoktur. İnsani değerlerin tümü önemsizdir. önemsediği Tek şey Kar dır. Bunun için tüm değerler kullanılabilir, satılabilir, feda edilebilir. Yeter ki sermaye (Anapara) çoğalsın ve iktidarını pekiştirsin. Ancak, kitleleri kandırmak, kendisine bağımlı kılmak için; din,namus,ve ahlak adına kurumlar oluşturur. Yasalar çıkarır. Kendi çıkarı adına bu yasaları halka dayatır. Bu insani değerlerle parasal zenginlik kazanılmaz. Bu değerleri taşıyanlar “zengin” olamazlar. Yani, “ahlaklı ve namuslular sermayedar olamaz. Sermayedarlar ahlaklı olamaz. Kar= artı değer dir. Artı değer ise gasp edilmiş ve karşılığı ödenmemiş emek dir. Bunun birikimi sermayeyi oluşturur. İnsanlık tarihini incelediğimizde,tüm çatışmaların ve savaşların, tüm anlaşmazlıkların bu kar hırsından kaynaklandığını görmekteyiz. Doğal (ilkel komunal) toplum döneminde tüm beşeri ilişkiler yukarıda anlatılan (din-ahlakkültür) değerler üzerinden sürdürülmekte idi. Ne zaman ki; özel mülkiyet ortaya çıktı ve özel sermayenin sınıfsal tahakkümü kendisini dayatmaya başladı, işte o zaman ortak paylaşım ve bahsedilen insani değerleri yaşayan bireyler ve toplumların tepkileri de aynı dönemde baş gösterdi. Sermaye adına kurulan tüm sistemlerin (Kölecilik, Feodalizm, Kapitalizm) amacı ortak paylaşımı yok etmek üzerine şekillendi. Her dönemde emek üzerinde baskı aracına dönüştürüldü. Bu baskılar her coğrafya da insani değerlerin içini boşaltarak, bu değerleri sömürü sisteminin yedek gücüne dönüştürerek sömürü aracı olarak kullanmaya başladı. Tüm dinlerin ve inançların ilk ortaya çıkış amaçları, mazlum halkların ortak paylaşımı ve refah toplumunu yaratma ilkeleriyle, barışı ve dostluğu pekiştiren kurallar la doludur. Ancak sömürü sistemleri, kendi tahakkümlerini pekiştirmek için, bu kurumların tümünü ele geçirerek halklara karşı kullandılar ve kullanmaya devam etmektedirler. Günümüzde sistemin ele geçirdiği tüm alanlarda denetiminde olmayan dini kurum kalmamıştır. Yahudilik-Hristiyanlık- İslam ve diğer tüm dinler Devletlerle iç içe geç- çıkartılması gibi. KÜLTÜREL YOZLAŞMA S Ü L EY M A N D E P R E M miştir. Sözde Laik olduğunu söyleyen tüm devletler dinsel kurumları halkın ve cemmatlerin elinden almış kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmiştir. Oysa gerçek anlamda “ne devletin dini olur ne de dinlerin devleti olur.” Bu kuralın dışına çıkan sömürü sisteminin ortağıdır. Sermaye sisteminin varlık nedeni olan bu uygulamaları karşısında Emeğin, Dinlerin, İnanç ve kültürlerin gerçek sahiplerinin bu yozlaştırma sürecinde yapılarını incelemekte yarar vardır. İNANÇLARDA YOZLAŞMA Hz.İsa, Hz. Musa, Hz. Muhammed ve diğer tüm peygamberlerin din ve inanç adına ortaya çıktıkları dönemlerde ve tüm kutsal kitaplarda ele aldıkları insani değerler bugün dahi gerçek anlamda uygulansalar, sömürü, açlık ve savaşlar olmaz. Ne Firavun kalır, ne de İblis kalır. İster dinler arası savaşlar olsun ister aynı din içinde mezhep çatışmaları olsun tüm anlaşmazlıklar, dönemin çıkar çatışmalarından, halifelik, taht ve rant kavgasından çıkmıştır. Bu çatışmalar daha sonra Halklar ve ulus devletler arasında çıkarılmış, bölgesel istila hareketlerine dönüştürülmüştür. Sebebi sömürü sistemleri dir. Sömürü sisteminin varlığı bu tür çatışmaların sürekliliğine bağlıdır. Her zaman halkları meşgul edecek bir düşman yaratması gerekir. Örneğin, ABD Emperyalizmi, reel sosyalizmin çöküşünden sonra dünya halklarını soğuk savaş politikasıyla meşgul edeceği bir düşmanı kalmayınca, çareyi ikiz kuleleri patlatarak ardından kendi yarattığı El-Kaide yi düşman ilan ederek aynı kanaldan Ortadoğu ya müdahalesini de meşru göstermeye çalıştı. Aynı model tek tek ulus devletlerde de uygulanmaktadır. Ülkemizde Kürt özgürlük mücadelesinin karşısına sahte “Hizbullah” örgütü nün İnsanlık tarihi sürecinde, üzerinde yaşadığımız topraklar, özellikle Mezopotamya havzası, dünyayı top yekun etkileyen dinlerin ve kültürlerin çıkış merkezlerinden birisidir.Arap-Kürt-Acem kültürü, din ve bilim değerlerinin beşiği olan bu topraklar dünya halklarını derinden etkilemiştir. Mevlana, İbni-Haldun, İbn i Sina, Ömer Hayam, Karmatiler, Hace Bektaş ı Veli, Hallac ı Mansur, Nesimi, Fuzuli, Ahmed e Xani, Fekiye Teyra ve saymakla bitiremeyeceğimiz daha nice Din, Bilim ve Kültür dehası tarihimizin yüz aklarıdır. Günümüzde bunların hemen hepsi, ya ulusal kimliklerinden dolayı ya da paylaşımcı materyalist düşüncelerinden dolayı sistem tarafından görmezden gelinmekte ve yahut eserleri çarpıtılarak kapitalist yoz kültüre malzeme yapılmaktadır. Tekçi zihniyet bu değerleri yok sayacak kadar pervasızlaşmıştır. bu değerlerin yarattığı olgun insan ilişkileri ve halklar arası dostluklar yozlaştırılmıştır. Tarihin derinliklerindeki kültür ve bilim hazinelerinin deforme edilmesi yetmediği gibi günümüz bilim insanları, yazarları ve aydınları eserlerinden dolayı öldürülmekte veya tutuklanmaktadırlar. Basılmamış taslaklar basımdan alıkonmakta diğer eserler “ucube” denilerek yıkılmaktadır. Mizah sanatı suç sayılmakta ve soruşturmaya tabii tutulmaktadır. Devlet desteğindeki tiyatrolar ve sanat kurumları özelleştirilerek işlevsizleştirilmektedir. Basın-yayın kurumları zaptı-rapt altına alınmış durumda. Muhalif yayın ve haber yapanlar çeşitli yaptırımlara maruz bırakılmaktadırlar. Ulusal medya organları, paylaşımı,dostluğu ve dayanışmayı işlemek yerine,Kapitalizmin yoz kültürü ile izleyicinin beynini yıkamakta, tüm insani değerleri yozlaştırmakta ve kirletmektedir. TİCARİ YOZLAŞMA Gelişen kapitalist süreç, büyük balığın küçük balığı yuttuğu” ahlaksız bir zemine evrilmiştir. En küçük alışverişlerde bile “serbest piyasa ekonomisi” adına, bireyler arasında “kaça okutabilirsen” mantığı geliştirilmektedir. Bencil bireycilik teşvik edilmektedir. Eskiden kızılbaş - sayfa 11 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 karşılıklı güven ilişkisi çerçevesinde borçlanmalar yapılırken söz vermek yeterli iken, şimdi kan bağı dahil en yakın ilişkiler bile senetsiz ipoteksiz yada resmi taahüt verilmeden yapılamamaktadır. Dostluk ve dayanışma zemini yok edilmiştir. İnsanlar bankaların insafsızlığına terk edilmiştir. Bütün bunlar sömürü sistemini kalıcı kılmak adına, belirli projeler doğrultusunda uygulanmaktadır. Kendiliğinden gelişen şeyler değildir. Ortak yaşam ilişkileri ortadan kaldırılmaktadır. SİYASİ YOZLAŞMA Sistemin bu tür yozlaştırma faaliyetlerinin siyasi arenaya yansımaları oldukça belirgin bir hal almış durumdadır. Özellikle, ister iktidar, ister muhalefet olsun sistem partilerinin aralarındaki çelişki, ne sınıfsal, ne ideolojik açıdan farklılık arz etmemektedir. Tabelalarındaki parti isimlerinden başka farklılıkları kalmamıştır. Milliyetçilikte ve sömürünün devamında birbirleriyle yarışmaktadırlar. Hepsinin amacı iktidar partisi olmaktan başka bir şey değildir. Demokrasi, Özgürlük, halkların kardeşliği, emeğin hakkı gibi bir kaygıları bulunmamaktadır. SOL’DA YOZLAŞMA Genelde sol adına hareket eden çoğu örgütler ve partiler, 30 yıllık 12 Eylül tahribat sürecinden yenilenerek çıkmak yerine, daha bir kafa karışıklığı ve sistemi aşamayan bir kısır döngü içinde bocalamaktadırlar. Bu örgütler Ulusalcılık, Kemalizm ve sistem içi restorasyon (Revizyonizm) den yakalarını kurtaramamışlardır. Bu kaos’un yarattığı güvensiz ortamda diğer istisna örgütlerin de sınıfsal tabanla ve halk la buluşması daha da zor olmaktadır. ALEVİLERDE YOZLAŞMA Bin yıllara dayanan Kızılbaş/Alevi kültürü tüm zamanlarda sömürü sistemlerinin baş çelişkisi olduğundan her dönem baskılara, imha ve inkar’a tabi tutulmuştur. Bu baskılardan kurtulmak için “Takkiyecilik” i geliştiren aleviler, yakın çağda bu takkiyecilik yüzünden, birçok yerde Alevilerin gerçek inanç ve kültürleri sistem dinleri tarafından baskı ve asimilasyon politikalarıyla beraber Aleviliğin yozlaşmasına sebep olmuştur. Günümüzde Aleviliği ulusal kimlik üzerinden tarif edenlerden tutun herhangi bir din e yedeklemeye kadar bir sürü sistem uydurması politikalar, günümüzde Alevilerin kafasını iyice karıştırmış durumdadır. SÖYLENCELERİN BİZE BIRAKTIKLARI: Ali Usta Peygamberlerin Şeyhi İbrahim Başlığı görünce Kurban masalı da hemen aklınıza gelmiştir. Kurban tapınması, insanlık kadar eski bir tapınma yöntemidir. Prof. Dr. Sedat Veyis Örnek: "İlkellerde ibadetin temel unsurlarından biri olan KURBAN, olağanüstü kudretin (Tanrıların) gönlünü hoş tutmak, onlarla barışık olmak, onlara teşekkür etmek ve onlardan isteklerde bulunmak için sunulan şeylerdir..." der. Orhan Hançerlioğlu da KURBAN için: "İlkellerde, elde edilen ilk ürün, ilk av doğaüstü gücün hakkıdır.." der. KURBAN, tanrı ya da tanrılara şükran hediyesi olarak sunulduğu gibi; aslında bazen de insanların, tanrı ya da tanrılarıyla olan pazarlıklarının malzemesidir. Ektiği ürün bol ve iyi mahsul verirse, ondan belirli bir miktarı ya da ilk ve en iyi olanları tanrılarının hakkıdır. Beslediği hayvanların ilk ya da en iyileri yine tanrılarının hakkıdır. SÜNNET de aslında bir tür kurbandır. Soyu bol ve iyi olsun diye insanın, üreme organının bir kısmını tapındığına kurban etmesidir. Bazen de tanrı ya da tanrılarıyla pazarlığa girişen insan, eğer bu dileği yerine gelirse ona kurban olarak birşeyler sunacağına dair tanrı ya da tanrılarına söz verir. Günümüzde de aslında halen öyle değil midir? Peki bizim kahramanımız İbrahim neden oğlunu kurban etmek kadar ileri gitmiş? Aslında kahramanımız değil, ilkel insanların çoğu, tanrılarıyla giriştikleri bu pazarlığı abartıp, çocuklarını kurban etmişler. Bu çocuk genelde ilk doğan çocuk ya da ilk doğan erkek olmuş. İbrahim`in bağlı bulunduğu Sabiilik dininde; sığır, kuzu, horoz, kuş kurban edildiği gibi, bir de tüyler ürpeten bir kurban çeşidi daha bulunuyordu. O da, ilk doğan çocuk. Kurban masalını hepimiz biliriz ve sonuçta ne olursa olsun, ister Allah, ister İbrahim`in vicdanı çocuğunu kesmekten vazgeçirsin; bilinen birşey var ki İbrahim, Sabiilik dinine karşı yeni bir din geliştirmeye calışmış ama ülkesinin kralı NEMRUD´a karşı giriştigi mücadeleyi kazanamayacağını anlamış ve Kenan`a (Şimdiki İsrail) giderek onları örgütlemiş. (Unutulmaması gerekir, şimdilerde politik görüş ya da ideoloji dediğimiz şeye, eskiden "din" denirdi) Yahudi Eğitim Dairesi`ne göre İbrahim`in yaşadığı dönem M.Ö. 2000-1500 yıllarıdır. Yine Yahudiler`in mitoloji kitabı Tevrat`a göre İbrahim; Nuh`un oğlu Sam`in, sekizinci göbekten torunu olan Terah`ın oğludur. Aynı zamanda Lut`un babası olan Haran`ın kardeşidir ve Harran´da yaşamıştır. Yahudiler`in mitoloji kitabı Tevrat`a göre İbrahim`in kurban etmek istediği oğlu İSHAK`tır. Kuran`a göreyse bu oğlu İSMAİL`dir. Aslında bir çelişki varmış gibi görülüyor ama her iki taraf da bunu bilerek böyle yapmıştır. Soylarını, İBRAHİM`e daha iyi dayandırmak için yaparlar bunu. Hindistan'daki Brahma Dini de İbrahim'in dinidir. Ariler'in Hindistan'a yerleşmesinden sonra oluşmuş olan bir dindir. Kürdçe Abram ismi Yahudiler'de Abraham, Araplar'da İbrahim, Hintliler'de Braham oluvermiş. İşte Peygamberlerin Şeyhi olarak bilinen Harranlı İbrahim'in başka halklar tarafından nasıl paylaşıldığına kısaca bir bakış. Ve, Kürtler'in kültürel ve tarihsel sömürüsüne değişik bir bakış.. kızılbaş - sayfa 12 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 A lev i l ik İslamiyet İçerisindedir Murat Küçük Tarihte ve günümüzde Aleviler hakkında süregelen temel tartışma Müslüman olup olmadıklarına ilişkindir. Çoğu Sünni ve Şii Ulema’nın bilinen fetvalarına son yıllarda Aleviler arasında yaygınlık kazandığını gözlemlediğimiz “Alevilik İslam dışıdır” iddiası eklenmekte. Bu iddianın savunucuları İslam öncesi çağlardan kalma inanç motiflerini Aleviliğin İslam dışı bir inanç olduğunu ispat amacıyla yorumlamaktadırlar. Kimi değerlendirmelerde cem ayinlerinin Şaman törenlerinin etkilerini taşıdığı, kimi değerlendirmelerde ise eski Anadolu halklarının bereket törenlerinin İslam perdesi altında sürdürülmüş hali olduğu belirtilmekte. Örneğin Hitit kaya kabartmalarında gözlemlediğimiz müzik aleti çalan ve dans eden insan figürleri delil olarak gösterilmekte. Çorum yakınlarındaki Hattuşa’da Hititlerin Oniki Tanrı’sını konu edinen kaya kabartmasının “oniki imam” inancının kaynağı olduğu öne sürülmekte. Ayrıca Hacı Bektaş Veli, Sarı Saltık, Baba Mansur gibi evliyalara ve hatta Hz. Ali’ye atfedilen doğaüstü özelliklerin eski çağ tanrılarının İslam perdesi altında cisimleşmesinden başka bir şey olmadığı bu nedenle de Alevilerin İslam sayılamayacağı vurgulanmakta. Tarih boyunca Müslümanlıklarını sorgulayan ulemaya karşı kendilerini savunan, türlü önyargı ve dışlanma ile karşı karşıya kalan Alevi Dedeleri ve Aşıklar, şimdi aynı iddiaları farklı zaviyeden de olsa kendi çocuklarından duymak zorunda. Dün Allah’a şirk koşmak olarak yorumlanan kültürel farklılıklar, bugün kimi Alevi yazarlar ve kanaat önderleri tarafından İslam dışılığın delili olarak önlerine konuluyor. Peki Aleviler gerçekten Müslüman değiller mi? İnançlarında yer alan İslam öncesi motifler onları İslam dairesinin dışına çıkartır mı? Hakkaniyetle yanıtlanması gereken soru budur. O halde sözü dönüp dolaştırmadan yanıtlarımızı sıralayalım. Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed’in (S.A) Allah’ın Elçisi olduğuna ve ahiret gününe gönülden inanarak sıdk ile kelime-i şehadet getiren herkes Müslüman’dır. Kuran’da farz kılınan namaz, oruç ve hac da İslam’ın şartlarındandır ancak nasıl yerine getirileceği konusunda Aleviler; Sünnilerden ve Şiilerden farklı bir yaklaşım içerisindedirler. Namaz Allah’a hüsnüniyet ile ibadettir. Kuran’da “salat” olarak geçer ki Allah’a dua ile ibadet etme anlamına gelir. Aleviler temiz niyetle yapılan her ibadetin Hakk katında makbul olduğuna inanır ve cemlerinde “cemal cemale halka namazı” kılarlar. “Oruç” nefsine hakim olmak, “zekat” toplumsal dayanışma, “hac” gönül kırmamaktır. Kabe’yi inkar etmez Aleviler. Velakin Allah’ın Kuran’da yer alan: “Ben Arş’a Kürs’e sığmadım, müminlerin kalbine sığdım” sözünü hatırda tutar, hakikatte her türlü mekandan münezzeh Cenab-ı Hakk’ın, manevi anlamda müminlerin kalbinde olduğuna inanırlar. O yüzden de “Gönül Beytullah’tır” denir. İnsan’a duyulan saygının özünde bu inanış yatar. Yunus Emre’nin: “Bir kez gönül yıktın ise Bu kıldığın namaz değil, Yetmiş iki millet gelse, Elin yüzün yumaz değil” Dizeleri hikmetini bu inanıştan alır. Peki yazımızın girişinde sözünü ettiğimiz Asya’nın derinliklerine veya Anadolu’nun pagan çağlarına uzanan inanç izlerini ne yapacağız? Bu izler Alevilerin Müslümanlığına halel getirir mi? Daha somut olarak sorarsak, evliyalara -güvercin donuna girip uçmak, duvar yürütmek, ateş üzerinde yürümek gibi- doğaüstü özellikler atfetmek Allah’a “şirk” koşmak mıdır? Hayır! Aslolan niyettir. Evliyalara yönelen Alevi o mucizelerin Allah’ın izniyle gerçekleştiğine inanıyorsa Müslümandır. Türbeyi ziyaret ederken orada yatan evliyaya Allah diye tapmıyorsa –ki tapmıyor- Müslümandır ve Müslümanlığına halel gelmez. Niye halel gelmez tekrar değineceğiz ve “Hakk’ı ademde bulma”, “Hakk’ı Ali’de görme” veya “mürşidini Hakk bilme” kavramlarını detaylıca ele alacağız. Ama daha önce, eski çağlardan kalma inanç izleri bahsine biraz daha yoğunlaşalım. Her toplum atadan dededen miras aldığı pek çok şeyi İslam’a taşımıştır. Şirk koşmadıkça Allah’ın rızasını kazanır hepsi. Eğer taşıdıkları İslam’ın özüne aykırı değil ise onu zenginleştiren birer güzellik olarak İslam tarihine, geleneğine ve kültürüne dahil olur. Biraz olsun tarih ve sosyal antropolojiyle ilgili her insan kültürler arasındaki etkileşimlerin doğallığını kabul eder ve aralarına kesin sınırlar koymaya kalkmaz. Eski manalarını yitirse de her dilde, kültürde ve ruhta yaşamaktadır geçmiş kuşaklardan devralınan kültür. Sünni Müslüman kardeşlerimizin de kültürel anlamda İslam’a taşıdıkları inanç motifleri vardır. İslam’ın özüne aykırı değilse İslam geleneğine dahil olur tümü. Ve eğer istenirse, sevgiden uzak bir yaklaşımla aynı motiflere bakarak, Sünni İslam da Şii İslam da “İslam dışı” olarak görüp gösterilebilir. Basit bir örnek! İslamiyet’in sembolü, ayın ilk hali “hilal”in tarihsel kökleri İslam öncesi Ortadoğu medeniyetlerine ulaşmaktadır. Mezopotamya’da Sümerlerde ayın kutsallığına inanılırdı. Bugün aynı coğrafyada Necef’in, Bağdat’ın camilerini süslüyor hilal. Ama sadece Bağdat’ın değil bütün İslam dünyasının camilerini süslüyor. Buna bakarak o camileri İslam dışı mı ilan edeceğiz şimdi? Elbette ki hayır. Bir başka örnek. Hz. İbrahim’in inşa ettiği Kabe İslamiyet öncesi çağlarda çok tanrılı Arap kavimlerinin ortak tapınağıydı. Her kavim sırayla bakımını üstlenirdi. Mekke fetholunduğunda Hz. Ali, Hz. Muhammed’in (S.A) mübarek omuzlarına basıp yukarı çıkmış, orada bulunan putları kırarak Kabe’nin kızılbaş - sayfa 13 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İslam aleminin en kutsal mekanı olması yolunda ilk adımı atmıştır. Hz. İbrahim’den bu yana Kabe’ye yönelişteki niyet kişinin İslam olup olmadığını belirler. Bir insan Kabe’ye orada bir zamanlar varolmuş putlara ilahlık atfederek yönelirse Allah’a şirk koşmuş olur ve İslam dışıdır. Allah’a inanarak yöneliyorsa hacceder, Müslümandır. O halde aynı kural Müslümanların kutsal saydığı diğer mekanlar için de geçerli sayılmalıdır. Aynı şekilde Hz. İbrahim’den günümüze ulaşan Kurban geleneği de insanlık tarihinin kökleri çok tanrılı devirlere uzanan bir adetidir. Çok daha önceleri insanlar tanrılara kurbanlar adıyorlardı. Bugün Sünni veya Alevi, bütün Müslümanlar kurban kesiyorlar ve kimsenin aklına onun eski çağlardaki manası gelmiyor. Görülüyor ki binlerce yıl önce Mezopotamya kültürlerinde varolan tanrılara kurban adama geleneği, tek tanrılı dönemde Allah’a kurban adama olarak devam etmiş. Demek ki çok tanrılı dönemlerin geleneği İslamiyet’e dahil olmuş. Şimdi buna bakarak kurban geleneği İslam dışıdır diyebilir miyiz. Elbette hayır. İslam’ın ruhuna uygun bir geleneğe dönüşmüş çünkü. Sonuç olarak hilal, Kabe ve kurban gibi pek çok sembol, mekan ve geleneğin İslam öncesi Ortadoğu kültürlerinde tarihsel kökenleri bulunabilir. Eski çağ halklarının inançları birbirlerini etkileyerek dini gelenekleri yaratmış ve bu gelenekler sonraki kuşaklara devredilerek İslam uygarlığını zenginleştirmişlerdir. Aynı olgu İslam dünyası içinde doğup gelişmiş Alevilik için de geçerlidir. Türk olsun, Arap olsun, Kürt olsun, Arnavut olsun Alevi toplulukların İslam inancında, İslam öncesi inanç motifleri vardır ve bu motifler İslam’ın özüne aykırı olmadıkça o toplumları İslam dışı kılmaz. Alevilik içerisinde Hitit uygarlığından, Şaman inancından, Zerdüşt inancından ve daha başka inançlardan izler bulunabilir. Ama biliyoruz ki Hitit törenleriyle Şaman adetleriyle aynı anlamı ve amacı paylaşmıyor Alevi cemleri. Aleviler o cemlerde Allah’a ibadet ediyorlar. Bu izleri birer zenginlik olarak selamlar ve bu konularda bilimsel, kültürel, arkeolojik çalışmaları destekleriz. Ama bu izlere bakarak kimi Alevilerin kendi kendilerini “İslam dışı” nitelemesi doğru değil. Ne demişti yıllar evvel Toroslar’ın Türkmen Ozan’ı Musa Eroğlu: “Benim Müslümanlığımı kimsenin sorgulamaya hakkı yok! Benim Allah’ım Peygamber’im var, benim Ehl-i Beyt’im var. Ama bir yandan da Şaman gibi yaşıyorum, Zerdüşt gibi yaşıyorum, Brahman gibi yaşıyorum! Bu da benim zenginliğimdir. Her petekten bal almışız. Delil örneğine dönelim! Ateş bizde kutsaldır, güneş kutsaldır. ‘Ay Ali, Gün Muhammed’ diyoruz. O halde biraz Zerdüşt’üz biz. Dağlarda ulu ağaçları, kayaları, suları kutsal biliyoruz biraz Budist’iz, Brahman’ız biz! Zenginiz biz. Elbette Müslümanız ama bu zenginliğimizle inanıyoruz Tanrı’ya. Edip Harabi’ler, Seyyid Nesimi’ler deyişlerinde, teşbihlerinde zaman zaman en iğneli sözleri söylemişler Tanrı’ya. Ama sonunda ‘yine Sensin’ demişler. Yine Sensin, yine Sensin! Bu sevgiyi bu aşkı silemezsin aşığın yüreğinden.” (Cem, Ocak 1999) O halde hangi akılla ve hangi hakla Hakk-Muhammed-Ali yolunu İslam dışı ilan edebiliriz. Aleviler İslamiyeti “kendi yürekleriyle” sevmiş, tarihten taşıyıp getirdikleriyle kaynaştırmışlar. Sadece Aleviler mi? Cümle Müslüman halklar kendi yürekleriyle sevmiş. Arap Yarımadası’nda farklı, Pakistan’da farklı, Arnavutluk’ta farklı, Afrika’da farklı renklere bürünmüş İslam. O coğrafyalarda binlerce yıldan bu yana varolmuş edebiyatla, sanat ve müzikle farklı ekollere, seslere, görünümlere kavuşmuş. Dinin özüne aykırı olmadıkça İslam kültürünün bir parçasıdır hepsi de. İslam dünyasının, olanakları yeterince fark edilmeyen zenginliğidir bu. Ve eğer İslam dünyasında çoğulcu, demokratik bir kültür gelişecekse bu farklılıkların kabulü ve farklı inanç anlayışları arasında diyaloğun inşası ile gerçekleşecek. Tarihten günümüze kültürler arası etkileşimin güzelliğini göremeyen köktendinci İslamcılar işte bu zenginliğe savaş açıyorlar. Katı bir mantıkla tasavvufu İslam dışı ilan ediyorlar örneğin. Onlara göre Mevlana da “İslam dışı” ve her türlü sufi ekol ya Yunan fitnesi ya Yahudi komplosu! Ve böyle düşünerek farklı kültürlerde çiçeklenen hikmeti İslam’a cem eden tasavvuf erlerine karşı şiddete başvuruyorlar. Hepsi şiddet yanlısı demek istemiyorum ve şiddete başvurmadıkları sürece fundamentalist dindarların da diledikleri gibi inanmaya hakları olduğunu düşünüyorum. Ancak kimi köktendinciler işte bu mantıkla tasavvufu “küfür” ve “şirk” olarak gördüklerinden Afganistan’da Pakistan’da, İran’da saçını uzatıyor, şarap içiyor, dans edip ilahiler söylüyor diye masum dervişlerin kanına giriyor, gündüz vakti insan avına çıkıyorlar. Daha uzak coğrafyalarda, Afrika kültürüyle kaynaşmış İslamiyet’in kültürel anıtlarına topla tüfekle saldırıp yerle bir ediyorlar. UNESCO’nun dünya kültür mirası listesinde yer alan Mali’nin “Evliyalar şehri” Timbuktu halkı namlunun ucunda! Tıpkı Alevilerin türbeleri, dilek ağaçları gibi Siyah Afrika’nın yerel kültürlerine de tahammülleri yok. Mum yakmak “haram”! Türbelere gidip evliyalara niyaz etmek “şirk”! Köktendinci İslamcılar’a göre bütün türbeler yakılıp yıkılmalı. Tarihte defalarca Kerbela’yı dümdüz etmişler. Ya onların inandığı gibi “Müslüman” olacaksın ya da “katli vacip”sin. Eminim Afrika’da veya Pakistan’da bu “köktendinci”, “Vahhabi”, “Salafist” İslamcılığa tepki duyan “biz Müslüman değiliz” deyip işin içinden çıktığını düşünenler vardır. Tıpkı Sivas’ta insan yakan yobazlara kızıp “biz İslam değiliz” diyenler olduğu gibi. Ancak bu tepkisel tutum sadece tarihsel ve sosyolojik bakımdan değil politik olarak da yanlış. Köktendincilere bakıp İslam’dan vazgeçmek yerine, onların İslam adına sergiledikleri vandalizme karşı durmalı; “İslam sadece sizin algı ve inancınızla sınırlı değil. Farklılıklarımıza bakıp bizi İslam dışı ilan etmeye, Allah adına hesap sormaya, şiddete başvurarak kültürel farklılıklarımızı yok etmeye hakkınız yok” diyebilmeliyiz. Afganistan’dan Anadolu’ya, Arnavutluk’tan Cezayir’e, Suriye kıyılarından Yemen Dağları’na İslam dünyasının “farklı” renklerini oluşturuyoruz. Yüreğimizle sevme ve inanma hakkımızı hep birlikte savunmalıyız. Ama bunu yapabilmek için farklılığımızı bilinçle yaşamalıyız. Aleviler, Aleviliğin sahip olduğu senkretizmin, yani farklı kültürlerden yaratılan bağdaştırmacılığın İslamiyet’e getirdiği felsefi derinliğin farkına varabilmeli ki “İslam dışı” gibi gereksiz uçlara savrulmadan, o farklılığı Alevi olmayan Müslümanlara da anlatabilsin. kızılbaş - sayfa 14 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “Biz sizin sünnete uygun yaşama isteğinize saygı duyuyoruz. Sizde bizim inancımıza saygı duyun ve farklılıkları bir tehdit unsuru olarak görmekten vazgeçin. İslamiyeti tek bir kalıba sokmayın. Aleviliği nifak olarak tanımlayıp komplo teorileriyle açıklamaya kalkışmayın” diyebilsin. Emin olun samimiyetle, barış ve sevgi dolu bir dille bunu yapabildiğimizde toplumsal barışı zehirleyen pek çok şeyin değiştiğini göreceğiz. Ramazanda oruç tutmayanlara yönelik terör çok daha az insan tarafından savunulacak o zaman. Şimdi yazının girişinde değindiğimiz evliyalara mucize atfetme ve onları doğaüstü meziyetlerle donatmanın şirk olup olmadığı bahsi üzerinde biraz daha durabiliriz. Sünni ve Şii din bilginlerinin bilinen yargısı, Aleviler arasında Hz. Ali sevgisinin şirk derecesine ulaştığı, böylelikle İslam dairesinin dışına çıktıkları şeklindedir. Camiye gitmeyişleri, namaz kılmayışları, hacca gitmeyişleri, ilk üç halifenin hilafetini sorgulamaları ve sünnete uymayışları eleştirilmekle beraber, oluşmuş yargının asıl sebebi Ali’ye duyulan muhabbetin ölçüsü etrafında dönüp dolaşmaktadır. Ali sevgisinde “mübalağa” Alevileri İslam dairesinin dışına çıkartır mı? Hayır! O nefeslerin hangi aşk hali ile söylendiği önemlidir ve bunu anlamak için yüzeysel olmayan bir bakış gereklidir. Allah, Adem’i kendi nurundan yaratmıştır. Bu söz Kuran-ı Kerim’de sabittir. Seyyid Nesimi’nin Enel Hakk deyişinin kaynağı da budur. Hakk’ı Adem’de, Adem’i Hakk’ta gören İslam anlayışının doğal bir yansımasıdır Ali’de Hakk’ı görmek. Hakk’ı insanda gören felsefi derinliğin Allah’ın birliği inancına hilaf olmadığını Alevi aşıklar binlerce nefes ve beyitle yüzlerce yıl boyunca söyleyip durmuşlardır. Sırr-ı enel Hakk söylerem Alemde pinhan gelmişem Hem Hakk direm Hakk bendedir Hem hatm-i insan gelmişem (Seyyid Nesimi) Savundukları nokta hep bu olmuş. Evrende baktığın her yerde, her şeyde ve insanın cemalinde Tanrı’yı görebilirsin. Allah-Muhammed-Ali’nin her daim birlikte söylenmesi de insanı Hakk’ta, Hakk’ı insanda bulan, ikisini birbirinden ayrı görmeyen Alevi İslam inancının ifadesidir. Allah’a “şirk” koşmak değil, Allah’ın varlığını canında hissetmek, tevhidi gönlünde bulmaktır. Bu da insanı İslam dışı etmez. “Sana şah damarından yakınım” demiyor mu Cenab-ı Hakk Kelamullah’ında. Ondan feyz ile: “Kendi özünde buldu bulan Bulmadı taşrada kalan” Dememiş mi Muhyiddin Abdal. Özünde bulmak, Hakk ile bir olmak. Aleviler, nefsini terbiye ederek Hakk’a erişmenin mümkün olduğuna inanırlar. Aslında bu mesele sadece Alevileri değil, Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Şia dostlarımızı da yakından ilgilendiriyor çünkü sadece Aleviler arasında değil, Hazreti Muhammed’in Sünnet-i Seniyye’sine bağlı Mevlevi, Halveti, Kadiri, Nakşi, Rufai gibi pek çok tarikatte de tarikat ulularının doğaüstü mucizeler gerçekleştirdiğine inanılır. Veli, kutub, gavs olarak bilinen bu şahsiyetler keramet ehlidirler ve Allahın isim ve sıfatlarının onlarda zuhur ettiğine inanılır. Bu inanış tarih boyunca Müslümanlar arasında bitip tükenmeyen tartışmalara sebeb olmuştur. Tartışmalar günümüzde de sürmektedir. Fundamentalist İslamcılar, tarikat ehlinin açıkça Allah’a şirk koştuğunu öne sürüp çeşitli ayet ve hadislerle delil getirir, onların dinden çıktıklarını iddia ederler. Buna karşılık tarikat ehli Sünni Müslümanlar inanç ve geleneklerinin Allah’ın varlığı ve birliği konusuyla tezat teşkil etmediğini savunur ve görüşlerine yine ayet ve hadislerle delil getirirler. Tartışmaların evveliyatı yüzlerce yıl öncesine gider ancak sosyolojik ve kültürel olarak bu tarikatların İslam dairesi içinde olduğu aşikardır. Sünni Müslümanlar dahi Kuran ayetleri ve hadislerle tartışırken aralarında bu denli uç noktalara savrulabiliyorlarsa, meselenin hayli tevil götürdüğü kabul edilmeli. Demek ki Kuran’ı ve hadisleri yorumlayanlar tarih boyunca ilimlerine, fikirlerine ve meşreblerine göre ayrı ayrı algılar yaratmışlardır. Bu durum Kuran-ı Kerim’e kelimesi kelimesine uyduklarını düşünen ve öyle yaşayan kimi “köktenci” Müslümanları Allah adına şiddete başvuracak denli rahatsız etse de sonuçta bu katı tutum onların dar görüşlülüğünün sonucudur. Ayrıca şunu hiç unutmamalı! Kendisini Sünni İslam’a karşı muhalif bir mevzide konumlamış ve tarih boyunca onu eleştirmiş olması dahi Aleviliğin İslam olarak kabul edilmesi için yeterli bir nedendir. İtirazı, kavgası, küskünlüğü İslam içerisindedir çünkü. Köktendinci Sünni Müslümanların veya köktendincilere tepki duyan kimi Alevilerin onu “İslam dışı” ilan etmeleri bu hakikati değiştirmez. O kültür dünyasının bir parçasıdır ve hem sosyal hem de tarihsel olarak İslamiyet’in içerisindedir. Vatikan’daki Papayla değil Şam’daki Emevi Hanedanı’yla çatışmıştır. Kavgası da sevdası da İslam içindedir. İslam halifelerine kafa tutarken, dinin onların elinde siyasal bir iktidar aracı haline gelmesine itiraz edilmiştir. Bunu yaparken İslamiyetin gerçek değerlerinin temsilcisi ve savunucusu olduğu iddia edilmiştir. Papa’dan söz açılmışken, Hıristiyanlık tarihinin de kendi içinde farklı inananları Hıristiyanlık dışı ilan etmenin örnekleriyle dolu olduğunu belirtelim. Hakikatı kendi bildiği ve inandığı ile sınırlı gören köktendincilik dünyanın her yerinde aynı sonuçta. Hıristiyanlığın en güçlü kurumu Katolik Kilise, Protestanları yüzlerce yıl boyunca Hıristiyan kabul etmemiş. O halde “Protestan”lar Hıristiyan değil midir? Elbette ki Hıristiyandır. Bu sonu gelmez tartışmalar geride kalmış farklı mezhepten Hıristiyanlar, kanlı mezhep savaşlarının ardından bir arada yaşamayı öğrenmişlerdir. Neden İslam dünyasındaki farklı mezhepler arasında da karşılıklı meşruiyet ve uzlaşı kültürü gelişmesin? Sonuç olarak İslam uygarlığı adına müzikte, edebiyatta, sanatta yaratılan ve yaratılmış pek çok güzellik tarikat ehli Müslümanların ruh ve fikir dünyalarının ürünüdür. Aleviler bu dünyanın ayrılmaz bir parçasıdırlar. O halde Aleviliğin İslam dışı olduğunu iddia etmek niye? İslam sadece Sünnilerin veya Şiilerin anladığı İslam mıdır? Aleviler de İslam dünyasının bir parçasıdırlar ve İslamiyeti kendi algılamalarıyla yaşamışlardır. Bugün İslam dünyasının önündeki asıl mesele Aleviliği, Sünniliği, Şiiliği farklılıklarıyla, düşünsel birikim ve zenginlikleriyle barış içerisinde yan yana yaşatacak çoğulculuğu ve uzlaşma kültürünü yaygınlaştırabilmektir. İslam coğrafyasında yaşayan halklar için asıl “bahar” işte o zaman gelecek. kızılbaş - sayfa 15- sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TANRISI HIZIR - (4) ANTAKYA`da (Hatay) Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…! Yunus EMRE Hızır Türbeleri Listesi: Hz. Hızır Aleyhisselam ve Hasan Sincari, Küçük Dalyan, Antakya, Hz. Hızır Aleyhisselam, Odabaşı Beldesi, Antakya Hz. Hıdır Aleyhisselam, Affan Mahallesi, Antakya Hz. Hızır Aleyhisselam, Dörtayak Mahallesi, Antakya Hz. Hızır Aleyhisselam, Balıkçı Pazarı, Antakya Hz. Hıdır Aleyhisselam, Harbiye (Karye), Antakya Hz. Hızır Aleyhisselam, Çağlayan Mahallesi, Antakya Hz. Hıdır Aleyhisselam, Yukarı Döver, Antakya Hz. Hızır Aleyhisselam, Yeşilpınar Be-desi, Antakya Hz. Hızır Aleyhisselam ve Şıh Dahir, Aşağı Okçular Köyü, Samandağ Hz. Hızır Aleyhisselam, Dursunlu Beldesi, Antakya Hz. Hızır Aleyhisselam, Dursunlu Beldesi, Antakya Hz. Hıdır Aleyhisselam ve Nebi yunus, Çekmece Beldesi, Antakya Hz. Hızır Aleyhisselam, Hz. Yunus, Hz. Miktad, Çekmece Beldesi, Antakya Hz. Hızır Aleyhisselam, Mengüllü Köyü / Koçaran Köyü, Samandağ Hz. Hızır Aleyhisselam, Orhanlı Köyü, Antakya Hz. Hızır Aleyhisselam, Büyükçat Köyü, Samandağ Hz. Hızır Aleyhisselam, Ataköy Köyü, Antakya Hz. Hızır Aleyhisselam, Tomruksuyu Köyü, Samandağ, Hz. Hızır Aleyhisselam, Fidanlık Köyü, Samandağ Hz. Hızır Aleyhisselam, Şıh Rislen, Şıh Hasan, Kuşalanı Beldesi, Samandağ Hz. Hızır Aleyhisselam, Kuşalanı Bel ADNAN CANGÜDER desi, Samandağ Seyidna El Hıdır, Nebi Yunus, Melik Cafer Tayyar, Tekebaşı Köyü, Samandağ Hz. Hıdır Aleyhisselam, Deniz Mahallesi, Samandağ, Hz. Hıdır Aleyhisselam, Deniz Mahallesi, Samandağ Hz. Hıdır Aleyhisselam, Kılıçtutan Beldesi, Altınözü Hz. Hıdır Aleyhisselam, Hz. Miktad, Turfanda Köyü, Antakya Hz. Hıdır Aleyhisselam, (on iki makam var), Çatbaşı, Şenköy, Antakya Hz. Hızır Aleyhisselam, Akıllı Köyü, Antakya Hz. Hıdır Aleyhisselam, Güzelburç Beldesi, Antakya, Hz. Hıdır Aleyhisselam, Ekinci Beldesi, Antakya, Seyidna El Hıdır, Nebi Yunus, Şıh Mustafa, Hz. Miktad, Şıh Hasan Davut, Elazı, Antakya, Hz. Hıdır Aleyhisselam ve Nebi Yunus, Üçgedik, Antakya, Seyidna El Hıdır, Karaali Beldesi, Antakya Hz. Hıdır Aleyhisselam, Şıh Hasan, Şıh Musa, Serinyol, Antakya, Hz. Hıdır Aleyhisselam, Gülsel Mahallesi, Karaağaç, İskenderun Hz. Hızır Aleyhisselam, Gökmeydan Köyü, Arsuz, İskenderun, Hz. Hıdır Aleyhisselam, Gümüşgöze Köyü, Antakya Hz. Hıdır Aleyhisselam, Anayazı Köyü, Antakya Hz. Hızır Aleyhisselam, Üçgedik Köyü, Antakya Hz. Hızır Aleyhisselam, Çekmece Beldesi, Antakya Hz. Hızır Aleyhisselam, Miktat Yemin, Cafer Tayyar, Şıh Muhammed Tavil, Muhammed El Arabi, Çekmece Beldesi, Antakya Hz. Hıdır Aleyhisselam, Şıh Mehmet Libydre, şıh Yusuf Garip, nebi Yahya, Nebi Taha, Cafer Tayyar, Şıh Abdurrezak, Sultan Habibi Naccar, Çiğdede Mahallesi, Samandağ Hz. Hıdır Aleyhisselam, Hatunköy, İskenderun Hz. Hıdır Aleyhisselam, Harran Köyü, Reyhanlı Hz. Hızır Aleyhisselam (Hıdır Kayası), Meydan Köyü, Samandağ Kıbtıl May Hıdrıl Hay (Hıdır Suyu), Gözene Köyü, Samandağ Yedi Enbiya (Yedi Zuhur Hıdır), Hıdır Aleyhisselam, Hıdır Teht Sindyani, Şıh Muhammed İzhur, Şıh Muhammed Elbıydri, Şıh Abdurrezak, şıh Hasan Meczun Sincari, Şıh Muhammed Linguari, + 2, Fidanlı Köyü, Samandağ Yedi Enbiya, (On sekiz Makam Var) Hıdır Aleyhisselam, Cafer Tayyar, Hz. Miktad, Nebi Yunus, Yukarı Döver Köyü, Antakya Yedi Enbiya, Hıdır Aleyhisselam, Cafer Kerim, Cafer Sadık, Cafer İzikir, Nebi Ğizrail, Nebi Yunus, Habibi Naccar, Kuşalanı Köyü, Samandağ Dokuz Enbiya, El Hıdır, Nebi Süleyman, Nebi Taha, Habibi Naccar, Miktad Yemin, Cağfer Tayyar, Şıh Ali Sivari, Şıh Abdullah El Miğaviri, şıh Muhammed Libaydri, Tekebaşı Köyü, Samandağ kızılbaş - sayfa 16 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 4 Hızırdan istemler ve beklentiler 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 Sağlık-şifa arayışları, Yeşillik-neşv u nema, Bereket, bolluk Uğur-şans, Mucize- keramet Talih ve kısmet arayış ve bek lentileri. Evlat (çocuk) Kavuşma (gurbet, askerlik gibi) Mutluluk Ve yaşamdaki diger beklentil er.. 5 Hıdırellez ve hıdırellez günü Günü Halk Arasındaki İnançsal Düşünceler, Eylemler, İstemler Ve Beklentiler Hıdrellez günü, bugün kullanmakta olduğumuz Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs, bizde eski olan ve Rumi tabir edilen Jülyen takviminde ise 23 Nisan gününe rastlamaktadır. İlk çağlara bakıldığında, Mezopotamya, Anadolu, İran, Yunanistan ve hatta bütün Doğu Akdeniz çevresindeki ülkelerde bazı Tanrılar adına, bahar veya yazın gelişiyle ilgili bir takım törenlerin yapıldığı gözlenmektedir. Bu törenlerin en eskilerinden birinin, M.Ö. III. binin sonlarında Mezopotamya’da “Ur” şehrinde yapıldığını anlatan belgeler mevcuttur. Söz konusu tören, kış mevsiminin sonunda, Mezopotamya ovasını sulayarak etrafını yeşilliğe boğan Fırat ve Dicle’nin canlandırıcı gücünü temsil eden “Tammuz” ilahiyeti adına yapılıyordu. “Dumuzi” diye de bilinen bu ilahiyetin, baharın gelişiyle yeniden canlanması ve etrafına bolluk, bereket saçmasını kutlamak için büyük törenlerin yapıldığını belgelerden anlıyoruz.''Tammuz” kültürünün İbraniler kanalıyla Suriye ve Mısır üzerinden eski Yunanistan’a ve Anadolu’ya geçtiği de bilinmektedir. Bu son iki yerde “Tammuz” adı Yunancada “Adonis”e çevrilmiş olup, aynı ilahiyet bu isimle anılmış ve kültü kutlanmıştır. Adonis kültürünün Anadolu’ya girişinden daha önce de, burada Mezopotamya’dakilere benzer bahar törenleri yapıldığını tarihi kayıtlar göstermektedir. Boğazköy’den gitme olup, halen Louvre Müzesi’nde bulunan tabletlerde Hititlerdeki “Purilli” bahar törenlerinden bahsedilmektedir.Bunlar, bitki ve yeşillik Tanrısı “Telipinu” için icra edilmekteydi. Tabletlerdeki kayıtlara göre, bu törenler esnasında özel mihraplar hazırlanıp, ocaklarda ateş yakılmakta, mabetlere yeşil ağaçlar dikilip, kurban edilen koyunların postları asılmakta ve “Telipinu”ya buğday, şarap ve koç etleri sunulmaktaydı. Öte yandan Sasani’ler devri İran’ında benzer Tanrılara yine benzer törenlerin yapıldığı görülüyor.Zerdüşt’lükteki ikincil ilahiyetler arasında özellikle ikisi “Tammuz” gibi, hem su, hem de yeşillik unsuruyla sıkı sıkıya bağlı bulunmaktadır. Bunlar “Haurvatat” ve “Amoratat” idi. Bahar mevsiminin başlangıcında İran’da yapılan merasimler bunlarla ilgiliydi. İran’da ve Orta Asya Türklerinde halen Nevruz 21 Mart’ta yeni yıl olarak törenlerle kutlanmaktadır. Örneğin Uno Harva adlı araştırmacı Yakutlar’da çok eski tarihlerden beri bahar törenleri yapıldığını yazıyor. Onlar bunu Gök Tanrı adına yapıyorlardı. Yeryüzü yeşillendiği zaman, topluca yeşil ağaçların altına gidilip at veya öküz kurban edilir. Sonra daire halinde toplanılıp kımız içilirdi. Ayrıca ortaya yakılan ateşin üzerinden atlanırdı. Yakutlar’da bu merasimler her yıl Nisan ayında uygulanıyordu. Hıdırellez kutlamalarının yapıldığı yerler genellikle günün anlamına uygun olarak sulak, yeşillik bölgelerdir. Geleneğe uygun olarak Anadolunun bir çok bölgesinde Hıdırlık denilen mesire yerleri vardır. Bu bölgelerde mezarlık, yatır vb. gibi çevre halkınca kutsal kabul edilen, adak adanan veya bez, çaput bağlamak gibi bazı geleneklerin sergilendiği yerler de görülmektedir Hıdırellezin bu gibi yerlerde kutlanması bahar ve yaz mevsimiyle ilgili olduğu kadar, Hızır`ın su ve yeşillik unsuruyla bağlantısını da sergilemektedir. Bu yüzden Hıdırellez günü Hızırın bu gibi yerlerde dolaştığına inanılmaktadır. O gün herkesin içinde, buralarda Hızıra rastlamak, onun İlyasla buluştuğunu görmek inancı ve ümidi vardır. Diğer yandan hıdırellez`in kutlanması için bu yerlerin seçilmesinde belirtilen sebeplerin olduğu kadar, Anadolu ve mezopotamya halkları arasında eskiden var olan tabiat kültlerinin, özellikle ağaç ve su kültünün rolünü de hatırlamak gereklidir. İslam öncesi devirlerde çeşitli zümreler arasında çok önemli bir yeri olan ağaç ve su kültünün eski kökenin unutulmasına rağmen halen Anadolu’da güçlü bir şekilde yaşadığını, hıdırellez gibi vesilelerle İslamileştirilmiş bir şekilde devam ettiğini gösteren deliller mevcuttur. Yaz bayramı olarakda kabul edilen hıdırellez tek tanrılı dinlerden önce ilkçag anadoluda,mezopotamyada ve orta asya inanc kültürlerinde görülmekte ve buda bize hızır inancının çok tanrılı inanclardan geldiğini göstermektedir. Tek tanrılı dinlerde hıdırellez günü törenleri ve eglenceleri hakkında hiç bir bilgi yoktur. Buda bize yine aynı şekilde hıdırellez etkinliğinin tek tanrılı dinlerden önce geldiğini gösterir. Hıdırellez Hicri takvim sisteminden tamamen farklı bir takvimi yansıtmaktadır. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece, Güneşin Ülker burcuna girdiği bir zaman parçası olup, bu tarihten itibaren 7-8 Kasım’a kadar artık Ülker burcunu güneşin batışından sonra görmek mümkün değildir. Bu tarihten sonra ise, hıdırellez’e kadar, güneş battıktan kısa bir süre sonra görülür. Bu suretle yılın astronomik olarak ve tabiata uygun bir şekilde yaz ve kış olarak iki ana mevsime bölündüğü görülür. Yani 8 Kasım gerçek anlamda ve bütün özellikleriyle kışın başlangıç tarihi olduğu gibi, 6 Mayıs’a denk gelen hıdırellez de gerçek anlamda yazın başlangıç tarihi olmaktadır. Devamen tek tanrılı dinlere göre ise al hazır ilyanın lakabıdır. Zamanla al hazır ilyas yani dünyayı yeşillendiren peygamber hızır ilyas olmus buda zamanla halk ağzında hıdırelleze dönüşmüş ve zamanla hızır ilyas kelimesi yerine sadece hızır kelimesi kullanılmıştır. Hıdırellez kelimesinin Hızır ve İlyas peygamberin isimlerinin birleşmesinden oluşması nedeniyle,Hızır ve İlyas iki ayrı kişi olarak görülür.Tek tanrılı dinlerde hıdırellez törenleri bayramı ritüeli bulunmaz ve kitaplarında yazmaz. Buda bize aslında hıdırellez bayramının dinsel değilde geleneksel kızılbaş - sayfa 17 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ve kültürel olarak bir doğa bayramı olduğunu, çok tanrılı ve çok tanrıçalı dönemlerden günümüze geldiğini gösterir. İlyas hızıra tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışı sonrasında eklenmiş ve hıdırellez adı hızır ve ilyasın zaman icinde halk ağzında konuşulması sonucu değişmiştir. Bir yerde hızırı kabul etme ve kutsama görevi ilyasin hızırın yanına verilmesi ile başlamıştır diyebiliriz. Buda bize neden yetiş ya hızır denildiğini ama neden yetiş ya ilyas denilmediğini açıklar. Her şeyden önce hızır ilyasdan çok daha eski ve kutsıdır. Ilyasın ortaya çıkışı sadece tek tanrılı dinlerle olurken hızır tek tanrılı dinlerden çok daha öncede vardır . Hızır inancı anadolu ve mezopotamya halklarının yaşayan tanrısıdır. Asla tek tanrılı dinlerin ibadet mekanlarına girmez yani kilise, camii ,sinagog ve havra gibi ibadet yerlerine girmez orada bulunmaz ve inanan halkların neznindede asla kabul görmez. Hıdırellezde ateş yakılıp üzerinden atlanılması ve ateşin yakarak temizleme yok etme inancı kendisini hızır inancında da taşır. Ayrıca ateşten atlama ile şifa ve şans getiriliceğine inanılır.Suyun kutsallığı kendisini ilyasta bulmuş ve ateş ve su kutsiyeti değişik isimler altında peygamberler üstü kutsallık derecesinde hızır yada hıdırellez adında günümüze ulaşmıştır.Sulu sulak ağaçlı ve yeşillik yerlere gidilerek hızır bayramı kutlanır ve hızırla karşılaşma beklenir. Kırsal yerlerde hıdırellez kutlaması halen yapılmaktadır. 1980 sonrası uygulanan türk islam sentezi politikasına bağlı sunni hanefi inancının baskısına karşı azalmakla birilikte yinede hızır inancı ve hıdırellez kültü devam etmektedir. Zaman olarak farklı coğrafyada olsada doğanın yaşama geçmesi ve yaz ile kış mevsimlerinin aynı zaman dilimine denk getirilmesi ilginctir. 6 mayıstan 8 kasıma kadar yaz günleri 186 gün olup hızır günleri olarakta anılır. 8 kasımdan 6 mayısa kadar olan günler ise 179 gün olup kasım yani kış günleri olarak anılır. Hıdırellez; Anadolu’da ve Anadolu dışındaki geleneklerde şifa ve sağlık talebine yönelik inanç ve adetlerle; bereket ve bolluk talebine, uğura yönelik inanç ve adetlerle törenler yapılarak doğadaki kır alanlarında, yeşillik ve su kenarlarında kutlamalarla bahar bayramı olarak kabul görmeye devam etmektedir. Halklar arasındaki hıdırellez günü yapılan yada yapılmayan davranış ve inanışlar Hıdırellez günü ve gecesi havada hiç bulut bulunmaz. Hıdırellez günü güneş doğmadan yataktan kalkmayanın işleri ters gider, veya hastalanır. Hıdırellez günü işe gidilmez, uğursuzluk olur. Hıdırellez günü demir tutmak uğursuzluk getirir. Hıdırellez’de meyve vermeyen ağaçlar balta ile korkutulursa meyve verir. Hıdırellez’de ev işi gören hamile kadınların çocukları sakat doğar. Genç kız ve erkekler akşam yatmadan önce tuzlu yiyecekler yer ve su içmezler. İnanışa göre o gece rüyalarında görecekleri erkek ya da kızla evlenirler Hıdırellez gecesi bir gül ağacının dibine gidilir. Niyete göre taşlardan ev, araba, çocuk resimleri çizilir.Ya da bir kağıda çizilen şekiller ağacın dibine gömülür,yüzük konulduğu da olur. Sabah güneş doğmadan gül ağacının dibinden yüzük ya da kağıt alınır. Ne dilenirse kabul olunacağına inanılır. Bunun için özel olarak gül ekenler bile bulunmaktadır Hıdırellez sabahı tuzlu çörek yapılıp açıkta bir yere konulur. Çöreği alıp giden kuş takip edilir. Nereye giderse evin kızının oraya gelin gideceğine inanılır Bir kabın içerisine 41 çeşit ot atılır. Çevredeki genç kızların yüzükleri de bu kaba atılarak hıdırellez gecesi gül ağacının dibine konulur. Sabah kap oradan alınır. Kızlar bir yerde toplanırlar. İçlerinden, evin en son çocuğu olan kız seçilir ve bir çarşafın altına oturtulur. Eline verilen aynaya baka- rak yüzükleri çeker. Çevrede toplanan kızlar da mani söylerler. En son yüzük de çekildikten sonra kabın içindeki su, yağmurlar bol olsun diye kızın üzerine dökülür Hıdırellez gecesi iki tane ekmek mayalanır. Birine varlık hamuru birine yokluk hamuru denir.Sabah hamurdan hangisi kabarmışsa o yılın öyle geçeceğine inanılır Hıdırellez günü, yılın bereketli geçmesi için ve sağlıklı olmak için çimenlerin üzerinde yuvarlanılır Bahtı açmak için bir bez parçası üç kere bağlanır, çözülür Sadece hıdırellez günü değil her gün Hızırla karşılaşılabileceğine inanılır. Hızır her an her yerde olabili Hıdırellez kurban kesilir. Mangalda ya da kazanda pişirilen etler hep beraber yenir Hıdırellez günü bir ağaca salıncak kurulur ve sallanılır. Bu şekilde günahlardan kurtulunacağına inanılır Hızır bazen rüyaya girer. Kutsal yerleri ziyaret etmek gerekir Hıdırellez günü fakirlere yemek yedirilir. Bunun evin bereketini, kazancını artıracağına inanılır Temiz giyimli olarak dolaşmak gerekir. evde genel temizlik yapılır. Çeşitli yiyecekler hazırlanır. Hıdırellez günü için, yumurta kaynatılır. Ağzı açık bükme, katmer, börek, irmik helvası vb. gibi yemekler hazırlanır. Hıdırellez sahabı erken kalkmak uğurlu kabul edilir. Dilek ve temennilerde bulunulması, toplu olarak ailece yemek yenilmesi Ellere ve ayaklara kına yakılır. (kadınlar) Akarsuya, dilekler bir kağıda yazılarak bırakılır. Mesela İzmir ve çevresinde dilek kağıtları Hıdırellez sabahı denize bırakılmaktadır. Nişanlı çiftler arasında karşılıklı hediyeler gönderilir. .....................(devamı gelecek sayıda) kızılbaş - sayfa 18 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 TÜRKİYE SÜNNİ-İSLAM CUMHURİYETİ Mİ? Bundan yaklaşık 10 sene önce iktidara geldiğinde gizli bir ajandası-gündemi var mı diye sora geldiğimiz Başbakan Tayyip Erdoğan nihayet asıl yüzünü bütün çıplaklığıyla göstermeye başladı. Aslında Erdoğan’ın yüzündeki makyaj 2007 genel seçimlerinden sonra erimeye yüz tutmuştu ama çoğumuz son bir-iki yıldır farkına vardık. Farkına varmasına vardık ama pek çoklarımız için artık bayağı geç oldu. Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti. Çünkü bizler ayılıncaya kadar 1950’lerden sonra başlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir şeriat devletine evrilmesi süreci neredeyse tamamlandı. O nedenle rahatlıkla diyebiliriz ki, “Gözün aydın Türkiye, nihayet bir şeriat devleti oldun!” Hem de en katmerlisinden. Zira Türkiye sadece Sünni-Müslüman bir şeriat devletine değil, aynı zamanda bir şeriat diktatörlüğüne dönüştü. İşin gerçeği bir tek adam (Tayyip Erdoğan) diktası adı konulmasa da çoktan ilan edilmiş durumda. Kimse yok Türkiye’de Meclis var, onlarca siyasi parti faaliyette, ana muhalefet partisi (CHP) ve diğerleri kapatılmadı veya ülkemizde serbest seçimler yapılıyor diye kendini aldatmasın. Gelinen noktada bu olgu ve olayların bir önemi kalmadı. Çünkü partilerin varlığı, güya serbest seçimlerin yapılıyor olması filan bırakın mevcut durumu değiştirmeye, hükümeti frenlemeye bile yetmiyor. Üstelik başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere, ülkemizdeki pek çok resmi ve gayri resmi kurum ve kuruluşun da Türkiye’nin bir şeriat devleti haline gelmesindeki sorumlulukları inkâr edilemez. Buna sonra değineceğiz. Önce Türkiye’nin nasıl bir Sünni-Müslüman Diktatörlüğüne dönüştüğünü, devletin cumhuriyet ve kısmi laik vasfının nasıl da içinin boşaltıldığını ortaya serelim ki, kafalarda en ufak bir şüphe kalmasın. Önce bağımsız haber portalı Bianet dışında hiçbir yerde yayınlanmayan bir gelişmeyi aktaralım da, durumun vahameti daha iyi anlaşılsın. Kıyametler kopması gerektiği yerde, ortalığı ölü sessizliği bürüdü. 27 Mayıs’ta yayınlanan bu habere göre, Türkiye’de devlet Dr. Hüseyin DEMİRTAŞ protokolü değiştirildi. Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) devlet protokolündeki yeri 51. sıradan 10. sıraya yükseltildi. Buradan çıkan sonuç çok net şekilde şudur: Ülkemizde şeriat çoktan ilan edilmiş durumdadır ve sıra artık bu yeni yapının son rötuşlarını yapma noktasına gelmiştir. Oysa DİB’in Osmanlı’da karşılığı olan Şeyhülislamlık bile hiçbir dönemde devlet protokolünde bu kadar öne çıkmadığı gibi, Şeyhülislam çoğu dönemde zamanın protokol temsil makamı Divan’a daimi üye bile değildi. Öyle ya, zamanımızın şeriat devleti demek ki boynuz kulağı geçer misali kendine örnek aldığı Osmanlı atalarını bile geride bırakmış! Ne yazık ki, bu tarihi önemdeki gelişme ne Aleviler arasında ne de muhalefet partileri ve sivil toplum örgütleri tarafında hiç dikkat çekmedi. Sanki böyle bir değişim yaşanmamış gibi davranılarak, en küçük bir tepki verilmedi. Oysa devletin protokol sırasının radikal bir değişime uğraması, en az 1923’te cumhuriyetin ilan edilmesi kadar önemliydi. O nedenle diyebiliriz ki, ilerde tarihçiler belki de 2012 yılının Mayıs ayını Türkiye’de şeriat ilanın yıldönümü olarak kayda geçirecekler. Toplum bilimlerinde temel yasa şudur; hiçbir toplumsal gelişme akşamdan sabaha gerçekleşmez. Her biri bir sürecin, zincirleme olaylar-olgular, etki ve tepkiler dizisinin ürünüdür. Haliyle Türkiye’de de şeriat akşamdan sabaha doğmamıştır. Esasında mevcut AKP Hükümeti, 1950’lerde bugün çok laik ve cumhu- riyetçi geçinen CHP döneminde atılan devletin vasfını şeriatçılığa götürecek adımları sadece tamamlamış ve sistemi bugünkü noktaya taşımıştır. Nitekim bugün başta Aleviler, laik ve demokrat kesimlerin en büyük baş belası olan okullarda din derslerinin ilk okutulmaya başlanması, Kuran kurslarının serbest bırakılması, Diyanet’in konumunun güçlendirilmesi, ilk imam-hatip okullarının ve ilahiyat fakültelerinin açılması, askerlik hizmetini yapan erlere yönelik Askerin Din Kitabı’nın Ahmet Hamdi Akseki’ye yazdırılması benzeri uygulamalar hep bu dönemde hayata geçmiştir. Önceki hükümetler bu uygulamaları ivmesini artırmak suretiyle devam ettirerek 2003’e kadar getirirlerken, onlardan daha cevval çıkan AKP de büyük ölçüde bu süreci kendi Arap İslamcı, Selefist ve Milli Görüşçü çizgisine çekerek büyük ölçüde tamamlamıştır. Büyük ölçüde diyoruz, zira devlet tüm kurum ve kuruluşları, yasa ve yönetmelikleriyle tam bir şeriat devleti niteliğine henüz kavuşmamıştır. Ancak bu Türkiye’de devletin şu anki belirleyici vasfının Sünni-İslam şeriatı olduğu gerçeğini değiştirmez. Keza zaten tarihte de Selçuklu ve Osmanlı dâhil hiçbir devlet yüzde yüz şeriat kanunlarına göre yönetilememiştir. Örf yani din dışı yasalar hep olagelmiştir. Ondan dolayıdır ki, Türkiye’de artık şeriatın gelip gelmediğini tartışmaktan çok, sürecin bundan sonra nasıl ilerleyeceğini takip etmek ve buna dikkat kesilmek gerekiyor. Üstelik bu hükümet, ülkenin tüm ekonomik imkânlarını şeriat devletini yerleştirmek ve güçlendirmek için hızla seferber ederken, arkasındaki dış destek ve para kaynakları da çok zengin. Keza ABD’nin Ortadoğu’da hegemonyasını sürdürmek adına İran ve Suriye’ye karşı Sünni bir hat oluşturma planı bulunduğundan bu duruma bir itirazı olmadığı gibi üstelik büyük desteği de söz konusu. O nedenle Amerikan uydusu Suudi Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte bütün Körfez Sermayesi, Türkiye’yi şeriata daha da uygun hale getirmek hedefine dönük olarak kesenin ağzını sonuna kadar açmış durumdalar. Avru- kızılbaş - sayfa 19 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 pa ise kendi dertleri ve ekonomik kriziyle iyice bunaldığından zaten sürece müdahil olacak bir konumda değil. Ek olarak Türkiye’nin tek sorunu devletin Sünni-İslami bir nitelik kazanması değildir. Mesele aynı zamanda Başbakan Erdoğan’ın “tek adam” ve “diktatör” olma isteği yanında, her şeyi tekleştirme inadıdır. Başbakan “tek dil, tek din ve tek mezhep” istemektedir. O nedenle de dindar bir nesil yetiştirmeyi planlamakta ve bu yöndeki uygulamaları hızla hayata geçirmektedir. Diyanet’in devlet protokolündeki yerinin öne çekilmesi başta olmak üzere, imam-hatiplerin orta bölümlerinin tekrar açılmasını sağlayacak eğitimde 4+4+4 uygulaması, zorunlu din derslerinin kaldırılması bir tarafa, üstüne üstlük okullarda “Hz. Muhammed’in Hayatı” ve “Temel Dini Bilgiler” gibi yeni “seçme de göreyim!” derslerin konulması; TRT’de bir kanalın DİB’e tahsis edilip, “Diyanet TV” adıyla yayına başlaması benzeri nice gelişme Erdoğan’ın yukarıdaki malum amacına hizmet etmektedir. Kısaca her şey kurulan şeriat devletinin toplumda da kök salmasına, daha da olgunlaşmasına ve de dolayısıyla Erdoğan’ın hemen her şeyde tek söz ve yetki sahibi olduğu bir düzenin inşasını hedeflemektedir. Başbakan sadece siyasette değil, dini konular da dâhil hemen her şeyde tek adam olma yani diktatör olma yolundadır. Kadınların kürtaj olmasına dini gerekçelerle karşı çıkması, her aileye üç çocuk yapmalarını tavsiye etmesi, dindar nesil yetiştirme plan ve uygulamaları hep bu hevesin dışa vurumlarıdır. Bu heves nedeniyledir ki, tüm bu dinsel vurgusu yüksek tartışma ve konuşmaları bizzat kendisi gündeme getirmekte; sonrasında da Diyanet’ten ve diğer Ulema’dan destek fetvaları beklemektedir. Onlar da zaten İslam’ın birer temsilcisi değil, Başbakanın “emir kulu” olduklarından istenen fetvayı derhal yayınlamaktadırlar. Anlaşılacağı gibi, şeriat gelmeyi bir yana bırakın, gelmişte emin adımlarla yoluna devam etmektedir. Maalesef şeriatın kökleşmesinin ve bir daha yerinden kaldırılamayacak şekilde oturmasının önünde Aleviler, kısmen Kürt Hareketi ile küçük bir sol, laik ve demokrat çevre dışında önemli bir en- gel de bulunmamaktadır. Çünkü ortada Erdoğan ile “Gözü Yaşlı ABD’de Sürgün Vaiz Gülen Cemaati Koalisyonunu” durduracak hiçbir kayda değer örgütlü güç yoktur. Nitekim zaten general tutuklamalarından bunalan askerin de, Genelkurmay Başkanlığı’nın devlet protokolündeki 3. sırada bulunan yeri korunarak, ağzına bir parmak bal çalınmış ve sürece müdahale etmesinin önü kesilmiştir. Polis desen yıllar öncesinde Cemaat’in denetine girmiş durumdadır. Kimse kendini aldatmasın, Türkiye artık kısmen bile laik bir ülke değildir. Belki bu ikili iktidara gelmeden en azından yarı-laik bir devletten söz edilebilirdi ama bugün böyle bir Türkiye’nin defteri çoktan dürülmüş vaziyette… Ne yazık ki, ana muhalefet CHP’den de bu hususta frenleyici bile olması artık beklenemez. Zira ulusalcı, Kemalist CHP’nin de amacı ta kuruluşundan beri, dini denetimine almak ve onu devletin ulu menfaatleri için kullanmak olduğundan, itirazı sadece dini AKP’nin kontrol etmesine karşı olur ve oluyor. Onun ötesinde devletin her geçen gün koyu şeriatçı ve diğer inançları yok sayan bir niteliğe bürünmesine karşı, lideri Alevi kökenli olmasına rağmen, CHP’nin de çok fazla bir engel çıkaracağını tahmin edemiyoruz. Yani al birini vur ötekine durumudur söz konusu olan. Madem öyle, muhalefet güçlerinin bu vahim ve çaresiz konumlarına rağmen, ne yapmalı ve nasıl davranmalı da bu çıkmazdan kurtulmalı soracaksınız. Maalesef bu gidişata son verecek hazır bir reçete-formül kimsede ve dünyanın hiçbir yerinde yok. Ancak karalar bağlamaya ve bu makûs talihe de kimse razı olmamalıdır. Oturup ağlaşmanın anlamı yok. Çareler henüz bitmiş ve umutlar sönmüş değil. Evet, can çıkmayınca umutlar tükenmez. Gidişata çok küçük bir kitlenin bile itirazı varsa, orada hala çok şeyler yapılabilir. O yüzden çare, her şeye rağmen ve her zamanki gibi yine “benim, sensin, biziz ve sizsiniz!” Lakin bu kötü hale ayrı ayrı yerlerde durarak bir son verilemez. Yalnız silahşorlar gibi bireysel itirazlarla, çıkışlarla saman alevi parlamak yerine veya “kuru kalabalık” şeklinde değil de, bütün hepimiz “nitelikli bir toplam” oluşturarak farklı bir mücadele başlatmalıyız. Yakınlarda büyük bilim adamı ve barışsever Albert Einstein’ın bir sözünü okudum. Diyor ki, “Örgütlü ve düzenli bir güç olan bir iktidara veya bir güç odağına karşı, ancak ve ancak örgütlü ve düzenli bir güç halinde mücadele verilerek başarıya ulaşılabilir.” Ya Einstein’ın bu sözüne kulak verelim ya da aksi takdirde yapılanlara kayda değer bir itirazı olmayan TürkMüslüman-Sünniler dışındaki herkes hemen tasını tarağını toplamaya başlasın. Kendine dünyanın 180’den fazla ülkesinden ülke beğensin! Zira Türkiye gittikçe Erdoğan’ın Sünni Şeriat Diktatörlüğü hâkimiyetinde daha da yaşanmaz ve nefes alınmaz hale geldi ve bu basınç daha da artacak. Hala uyuyanlar ve ayılamayanlar varsa, onlara da “günaydın” diyoruz. “Türkiye Sünni-İslam Cumhuriyeti”nin ilan topu çoktan atıldı. Tayyip Erdoğan’ın da padişah ve halifeliği ilan edildi. Buna sevinmek veya üzülmek sizin bileceğiniz bir iş. Geçmiş olsun! ---------- o O o -----------17 Haziran 2012 Kızılbaş Yayınevi K i t ap - D e r g i -A f i ş - D i z g i Ta s a r ı m - G r a f i k D iji t a l ve O f s e t ba sk ı i ş l e r i n i z i t i n a i l e ya p ı l ı r. Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 5 3 k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z kızılbaş - sayfa 20 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “O ALİ BİZİM ALİ” ................................ Süleyman Doğan Türk İslam sentezi, Kürt İslam sentezi derken, şimdide Alevi İslam sentezi çıktı ortaya. Evet yanlış duymadınız, Alevi İslam sentezi! Bu da büyük bir projenin pir parçası! Geçenlerde televizyonda ‘tarafsız bölge’ de Alevilerin tartışmasını izledim. Bir de karavana onbaşısı gibi mağrur bir duruş sahibi eski diyanet başkanı Süleyman Ateş de vardı. Fakat ben eski diyanet işleri başkanının bir sözünü çok beğeniyorum. Daha önce yine bir tartışmada şöyle ” Yahu, O Ali bizim Ali’miz size ne oluyor?” demişti. Çok doğru bir söz. Katılmamak elde değil. Peki o zaman diyecek bir şey kaldı mı? Bence bu gerçekten sonra söylenecek bir şey yok. Şimdi biz buna nokta koyarak işin neden hep Alevilik söz konusu olduğunda eski Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş Alevilerin karşısına dikildiğini merak etmemeli miyiz? Kaldı ki bir başkasının inancını bir başkasını belirlemesi abesle iştigaldir. Ancak o kişiye veya kişilere şey yemek düşer. Bu insan bazı Alevilerin laik olarak algıladıkları veya kandırıldıkları Cumhuriyetin ve resmi İdeolojinin temsilcileri olduklarına iyi dikkat etmek lazım. Yani resmi İdeolojinin yıllarca laiklik diye söylediği yutturmacasının amacı kendine has Aleviliği Sünnilikle bütünleştirmektir. Hüseyin Aygün aslında ayrı bir din dedi. Sonra çark etti. Çok uzun sürdüremedi. Hele bu Alevi temsilcileri, kanaat önderleri olarak tanıtılanlar ise karavana mangası gibi başlarından da bir onbaşıyla çıkıyorlar ortaya. Sözüm ona, Aleviliği savunup inanç özgürlüklerini elde edecekleri yerde tam tersine Aleviliğı İslam’ın içine koyarak Sünnileştirmek istiyorlar. İşte burada yatan tez Alevi İslam sentezidir. Alevileri Sünni ve Şii İslam’ın içinde Türk-İslam sentezinden Alevi Sentezini üretenlere ise biz Alevi değil, devlet misyoneri demek zorundayız. Bazı Aleviler bu misyonerliklerle bağlantılı olarak “ya biz namaz kılıyoruz, biz camiye gidiyoruz ve de seviyoruz” diyorlar. Doğrudur. Benim çevremde de böyle insanlar var. Hatta bunlar özünde Pir, hatta mürşit sülalesinden gelenler de vardır. Fakat bayağı Diyanetin parasal cazibesinin de etkisiyle camiyle haşır neşir olmuş, Mekkeye hacca bir kaç sefer yapanlar da vardır. Bazıları da bu yoldan çıkmışlara “işte bunlar gerçek alevi. Alevi dediğin böyle olur işte ” diye örnek veriyorlar. Bunlar da “biz Aleviyiz” diyorlar. Bu tipleri de insanların önüne koyarak örnekler veriyorlar. Bu hacı Alevilerin babaları ve dedeleri de “biz o kapıya adım atmayız çünkü biz Aleviyiz dinimiz başka” derlerdi. İşte Aleviliğin içine girdiği durum kısacası bu. Dedeyi bir yana bırakın babadan oğula değişiklik gösteriyor. Oysa bildiğim kadarıyla Alevi inancında yolundan dönen düşkündür. Dönemek düşkünlük değilse nedir? Gözümüzün ortasına baka baka Sünnilüği ve Şiiliği bize dayatıyorlar! Bu kadar kepazeliğe doğrusu pes! Yahu Xızır aşkına birileri bir şey söylesin! Bakın camisi olanlar var. Caferiler bunlar.Hatta bu Caferilerin Gebze Bayramoğlu’na giderken sol tarafta bir camileri vardı. İstasiyon Mahallesine yakın.. Bir kaç kere gitim ve yerinde gördüm. Bazı aleviler bu camiye gidiyordu. Gözlerimle tanık oldum. Bunlardan biri de dostumuz büyüğümüz Erzincan -Tercanlı Ali Unutkan’dı. Cuma günleri oraya namaza giderdi. O’na Ali Baba derler; kartalda kalırdı. Burada bir şeyin daha altını çizeyim. Caferilerin camisinde imam yoktur . Onlar Mühürün arkasında namaz kılarlar. Orada da bir değişiklik var. Çünkü imamları Ali’dir. Ali vurulduğu için kimsenin arkasında namaza durmazlar. Simdi buraya dikkatinizi çekmek isterim. Bizim talipler Tercanlıdır. Ben gitmedim. Babam bir kaç kere gittiğini hatırlarım. Fakat Amcamlardan Pir Kazım Doğan, Pir Mustafa, Keko Doğan, Pir Düzgün , Keko Şa- hin, Hasan Hüseyin ve diğerleri hep Erzincan’a taliplerini ziyarete gider gelirlerdi. En az yılda bir defa. Hatta Kazım amca hala sağ. Kebire ana , Şirin ana hala sağ. Şimdi bunların yol göstericilerinde böyle bir hal görmedim. Bunları yakınan tanıyan birisi olarak. Bunlar şu anda yapılanların ve söylenenlerin tam tersini yapıyorlardı ve söylüyorlardı. Oysa Caferilerin veya diğer camilerde gördüğün aleviler ya yolunu şaşırmış ya da bunların pirleri, rêberleri yollarını şaşırmış olmuyor mu? Sizce kim burada yoldan sapan? Caferilerin camiye gitmeleri normal bir olaydır. Çünkü Caferilik Şii imam Cafer-i Sadık’ın kurduğu bir İslam mezhebidir. Alevelik mezhep değildir, İslam öncesi bir inanç bütünlüğüdür. Alevilik İslamla bir kere daha vurulmak isteniyor. Bu amansız yok etme biçimini görüyor musunuz? Yahu Xızır aşkına, pir aşkına ,hele gençler belki bilmez. Bizim bu yaşlı Aleviler neden bir şey söylemiyor? Siz bu kanaat önderleri deyip halkın önüne konan insanların bilgili veya gerçekten Alevileri temsil ettiğini mi düşünüyorsunuz? Neden Her şeyi ile farklı olan , ayrı olan , haydi bunları da bir yana koyalım . Tarihin en eski ve kadim olan otantik ve orijinalliğiyle kalmasını istemiyorsunuz. Bu inancınızın İlede bir daha Yezidin kılıcından daha keskin bir darbe ile yok olmasına göz yumuyorsunuz. Alevi inancının yok edilmesi insanlık için bir kayıp olacağını da hesap etmelisiniz. Bakın, derin mi diyorsunuz, Ergenekon mu diyorsunuz, çete mi diyorsunuz? Bunun ağababası Süleyman Demirel değil mi? Çıkıp “Cem Vakfını ben kurdum” demedi mi? Peki bayram değil seyran değil Süleyman enişte Alevileri neden öpsün! Öbürü Ak Parti’den aradığını bulamayınca geri gelip şeyinin üstüne oturmadı mı? Bir diğeri gidip Erbakan ve devletle flört edip Kuran’da ayetler okuyup sizin inancınızı Sünnileştirmek için dans etmedi mi? Bunlar sizi aldatıyor, sizi sizden koparıyor, yüreğinizi bedenizden söküyor! Yok tarih, yok Kuran, saygı falan filan diyerek sizleri Sünnileştirme peşindeler. ( Ben 2008 yılında bu kanaat önderleri ile ilgili bir yazı yazmıştım ” ASLI UNSUR” başlıklı yazımı isteyen Kaniyasor sitesinde kızılbaş - sayfa 21 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 okuyabilir.) Yani kâhin olmaya gerek yok. Çünkü akıl fikir var… Tarih denildiğinde bir tek aklıma Alevi katliamları gelir. Şunni dediğinde Alevi olduğu için öldürülen insanlar aklıma gelir. Cami dediğinde oruç tutmadığı, namaz kılmadığı için öldürülen üniversiteli gençler aklıma gelir. Resmi Tarih ve tarihçiler “Alevilerin katli vacip, bunlar sapık, cümbüşçü v.s“ şeklinde görüş belirtmişlerdir. Bir tek bir şey kalıyor bu iş her alevi bireyinin işidir. Sizin hiç alakanızın olmadığı bir yere sürükleyip Alevi inancını toprağa gömüp, Alevi İslam senteziyle sizi camilere doldurmak! Eh peygamber ayni, kitap ayni, ibadet yeri aynı, Mekke’yi ziyaret etme aynı. O zaman Neden biz Aleviyiz deniliyor? Bu size hiç mi bir şey çağrıştırmıyor? Dedeleriniz, babalarınız bu kadar zulmü neden görmüş o halde? Neden diri diri yakılıyorsunuz? Burada Ali’ye, Aleviler sahip çıkmış. Ali Alevilere sahip çıkmamıştır. Bunu ayırt etmek lazım. Laf karabalığına getirip Ali taraftarlığı şeklinde Aleviliği tanımlamak yanlıştır. Ali’ye sahip çıkma var. Bu Alevilerin felsefesinde Ali’ye acımak hümanist gücünün bir ispatı ama Alevilere kim acısın? Alevilik İnsan olmanın gereklerini anlatan bir öğretidir bunu iyi bilmelidir ama Mekkeli Ali ve Aliciler bir taraftan çevre coğrafyada halklara zülmederken bir taraftan bu Araplar birbirilerini iktidar için infaz ediyorlardı, suikastler yapıyorlardı. Alinin Aleviler için ne yaptığını söyleyebilir mi her hangi bir Alevi önderi? Fakat Sünniler için yapmış ve doğal olarak bizim Alimiz deme hakları var. Aleviler Ali’ye burada yapılan haksızlığa karsı çıkıyor. Aleviler Araplara sahip çıktığa kadar kendilerine sahip olsaydılar eskisi gibi alevin işiği kalıp Alevi kalabilirlerdi. Işığın ve alevin Aleviliği ile İslam, aydınlık ile karanlık kadar biri birinden farklı şeylerdir. Aleviler neden karanlığa sürülmek isteniyor hala fark edilmedi mi? Burada dil bilimcilere seslenmek lazim. Alevi veya Elevi’nin kelime kökü nereden geliyor? Ben dil bilimci değilim amat sormak isterim. Hatta öğrenmek isterim. Bunlar bu işi 1985 ile 1990 yılları arasındaki söylenen kart-kurt meselesine dördermişler yine. Bu haksızlık kime yapılsa felsefe gereği sahiplenme var. Zaten bu ince nüansı iyi ayırt etmek lazım. Eh biz camiye saygılıyız, seviyoruz. Aleviler Yalnız camiye değil, tüm ibadet yerlerine, dört peygambere dört kitaba ve diğer tüm dinlere de felsefeleri gereği aynı yakınlıktalar. Bunu birini öne çıkarmak sahtekarlıktır. Bunu tüm yeminlerinde ve zikirlerinde göremeyenler kördür. Bunu dışında kötü niyetli oldukları açıkça ortadadır. Türkçede Allah’ın dört kitabı gibi, Kürtçede Çar kıtabê XWADÊ denir. Alevilerin pirleri cem yaparken ne yapardı ? Neden bu Akıl hocaları, kanaat önderleri bundan bahsetmiyor sizce? Bu pirler, rêberler cem sırasında “ya Xizir!” deyip ateşe giriyorlar mıydı, yoksa girmiyorlar mıydı? Neden bunu yapıyorlardı? Bu nüans Elevilere yol gösterebilir ancak. Felsefesini ve yolunu gösterir. Hz. Alinin Uhut savaşı Alevilere yol göstermiyor. Aleviler Ali’nin ölümünden uzun zaman sonra Ali’ye sahip çıkmışlar. Öbürleri çoğu hikaye. Alevilikte hakikat vardır, şeriat, tarikat ve masal yoktur. Gördüğü somut gerçeklere inanmıştır. Hatta ziyaretleri bile görünür durumda, üzerine vardığında biraz akıl yürüttüğünde işin sırrı ortaya çıkar. Bu kadar sade ve doğru olandır.Doğrudur Zikirlerinde bir takım isimler geçmiştir. Baksanıza 21. yüz yılda biz Sünni mezhebindeniz diyen koca adamları düşündükçe insan bunlar ufak tefek şeyler deyip geçiyor. Yani bu kadar gaddarca asimilasyona karşın hala biri çıkıp diyorsa “ben aleviyim” demek ki Alevilik bağımsız ve bence dünyanın en insani ve demokrat inancı olduğundandır. Ne derse desinler en son lafı bağlarken “YA XIZIR” demeyi hiç bir zaman ihmal etmemişler. Bence bu da yeterlidir, şayet kötü niyet yoksa. Belki çağın gereği Cem Evi ihtiyacı hasıl olmuş. Bu bir İhtiyaç metropollerde veya dayanışmalarda. Yani bir araç. Eskiden yılda bir veya iki veya bir kaç yılda bir cem yapılırdı. Hiç bir Alevi inancını kaybetmemişti. Çünkü ibadetini, günün herhangi bir vaktinde, gök kubbenin altında çıra yakarak, aya, güneşe, ateşe, dağa, tepeye , ağaca, nehre, insana yüzünü dönerek yapmaktadır. Eline beline, diline sahip olmayı ilke edinerek bağlılığını dile getirecek kadar özgür ve demokrat bir anlayış içinde yapılmıştır. Bunu camiye gitmekle, namaz kıl- makla, hacca gitmekle v.s anlatmak neyi karşılıyor? Cem yapmanın karşılığı bu kadar şartlanmışlıkla karşılamaya kalmak safdillilik olur. Cem yapmak yalnız bir ibadet biçimi değil. Cemde ibadetin dışında hak, hukuk, adaletsizlik, zarar, ziyan, barışma, yoldan çıkanı, zülüm yapanı , kötülük yapanı ve bunlar gibi şeyleri, berdest etme…. uzar gider. Bunu böyle geçiştirmek olacak iş mi? Yahu siz İslam’ın içindesiniz. Cem evine gidin cümbüşünüzü yapın sonra camiye gelin biz kardeşiz, beraberce ibadetimizi yapalım . Şimdi iki ibadet hane olmaz. Bakın Katoliklerde mezhepler var, bunların kiliseleri ayrıdır. Örneğin Evangelişlerin ve Katoliklerin kiliseleri ayrıdır. Aynı dinde olmalarına rağmen. Bu da gösteriyor ki hepsi kandırmaca. Hatta yurt dışında kendileri farklı politik çizgilerde olan Türk Müslümanların camileri bile ayrı. Şu anda kaldığım şehirde Süleymancıların camisi ayrı, Kaplancıların, diyanetin ayrı, Mhp`lilerin ayrı, BP’lilerin, eski MSP’ lilerin ayrı. Herkes kendine ait camiye gidiyor. İşte İslam’ın bir din mi olduğu, yoksa siyasallaşan bir İslam mı olduğu ortada. Daha fazla şey söylemeye gerek var mı? İslam iseniz bu farklı camilerden birinde namaz kılmak zorundasınız. Çünkü İslam olmanın temel şartlarından biri namaz kılmaktır. Daha sonra bu düzenin bölünmüş faşistlerinin farklı camilerinden birine davet edilirsiniz. Siz siz olun en iyisi kendinizi Aleviliğin içinde görün. Alevileri devletin birliği ve dirliği içine çekmek istenen Aleviler, devletin derin politikalarıyla özünden çıkarılmak istenmektedir. Diyanet bundan dolayıdır ki kurulmuş. Devletin denetimine verilmiş . Diyaneti kaldırsınlar bakalım akla kara belli olacak! O zaman bakın neler oluyor! Siz siz olun en iyisi kendinizi Aleviliğin içinde görün. Devletin birliği ve dirliği içine çekmek istenen Aleviler, devletin derin politikalarıyla özünden çıkarılmak istenmektedir. Diyaneti kaldırsınlar bakalım akla kara belli olacak. O zaman bakın neler oluyor! 19. 7. 2012 Kaynak: http://kaniyasor.wordpress. com/2012/07/19/o-ali-bizim-ali kızılbaş - sayfa 22 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 23 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 4ê Gulane - Roca Xoviriardena Tertelê ‘38i "Se ke balişna nusti ra ki aseno 4ê Gulane roca xoviriardena Tertelê ‘38iya. Qeyde be usılê xoviriardena Tertelê 38’i sero mı fıkrê xo 17.10.2011ine de ebe nustê xo “Festival(ê) - Tertelê 38i!” ard bi ra zon. Vacım keno, rêyna nusnen." ----------------4ê Gulane Roca Xoviriardena Tertelê ‘38i Serre serra 2012ina, suka Almanya Köln de, saate 13.00ine de, meydanê kilisa Kölni Dome de qurbanê Tertelê 38i yad benê. 4ê Gulane roca yêniya, mılet gurino, tehir kerdo roca şemiye. Ma ki çê xora ebe ereba kewtime rae, şonime Köln. Rae duriya, çêna mı ereba ramena. Nia da ke delğê mı zobina şono, persê, “Bao! karode nianên hona nêbiyo. Tıvacê na xoviriardene çıtur ravêro?” Mı va, nêzan! Va ke, “Ma tı çıtur vazena?” Mı va, nıka ke ma şime: “Köln de, zerê bonê cemi de homete X.Çelker êna têare. Saate hona nêbiya 12.00 taê be otobisa ra, taê ki erebanê xora, mılet êno, çar hetê bonê cemi beno pır. Guman kena ke pêroine kınc u kolê xuyê siay guretê pa, duri ra duri her ca sia keno. Bêvengiyê de gırane gınena be der u dorê bonê cemi ra, mıleto biyağki ki tesirê na bêvengiye de maneno, ebe şaşbiyene têy nia dano. Xort u azebê ma kılmnusêwê ke zonê ma be Almanki de cêriyê qeleme ina kenê vıla, danê ğeriba, wacım ke kerd cuabê persanê ina danê. Çhep u raştê çêverê bonê cemi ebe qumaşo siawo ke sero resmê qurbananê 38i neqş biyê cêriyo de; çêver ra hata be caê qeseykerdene çılêy vêşenê. Dêso pêên ra resmo(1) ke sero 217 mordemê maê ke 14ê amnana pêêne 1938 de berdê Halvoriye de qır kerdê, darde biyo. Hên xori ra şüara Kilıtê Kou cınina. Taê ebe loqme u niyaz, pêro jü be jü çêver ra kunê zerre, loqme u niazanê xo teslimê niazdara kenê, dıma en vırniye ra dest kenê cı, sandalia sero caê xo cênê hata pêyniye. Taine çımde hesiri, taine fek de dua u mınete. Pêroine ke caê xo guret, cêverê teveri dino ca. Rayver gıran gıran şono caê qeseykerdene. Azebê êna, kelê xo cıra bırnena, mıkrofon dana be dest, pêyser oncina şona. Rayver kelegiri beno, destê xo rıcıfinê, mikrofon masa sero nano ro, zerê bonê cemi hên ke bêvengo, a salona gırse de bê mıkrofon seda xo bê qusır resena goşanê her kesi. Zonardena rayberi ra dıme pêro jü aylım de urzenê ra dare, ebe dua u mınetanê rayveri ra qurbananê 38i anê ra xoviri, yad kenê. kızılbaş - sayfa 24 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Pêydo têdıma temsilkarê dezga u cemata ênê, zaf kılmek ra fıkrê xo anê ra zon, temenniyanê xo zıkır kenê. Jü sate ra tepia ebe dua loqme u niyazi benê vıla. Rayver pêroine rê oğır u xêr wazeno, se ke kewtê zere hên jü be jü, bê hayleme u axırşer bonê cemi ra vecinê tever. Taê kunê rae şonê, taê ki nas u dostanê xora ênê têlewe, şonê caê de bin...” Çêna mı va ke, “Bao! hama ma verê Dome de ênime têare”. Mı va, hêya. Bonê cemi de têareamaene waştena zerrê mı biye. Hêya!.. Se ke balişna(2) nusti ra ki aseno 4ê Gulane roca xoviriardena Tertelê ‘38iya. Qeyde be usılê xoviriardena Tertelê 38’i sero mı fıkrê xo 17.10.2011ine de ebe nustê xo “Festival(ê) - Tertelê 38i!” ard bi ra zon(3). Vacım keno, rêyna nusnen. Sebeta roca xoviriardena Tertelê ‘38i kıfşkerdene 6ê Marta 2010ine de ebe dezga, roştber u emegdaranê Dêsımi ra suka Almanya Kölni de amayme têare. A Têareamaene de 4ê Gulane roca xoviriardene amê qebulkerdene. Çıke 4ê Gulana 1937ine de Mısletê Mebusanê Dewleta Tırki qerarê werterawedardaena Gola Dêsımi (Tunceli Tenkil Harekatı) guret bi. Qerarê xoviriardena Tertelê ‘38i qerarê de xoser bi, gamê de ğedare biye. Gereke vatene de nêmendêne, serre be serre biamêne hurêndi. Na mane de emser FDG ebe phoştdariya AABF no karo gıran guret xo ser, roca xoviriardena Tertelê ‘38i suka Almanya Kölni de organize kerde. Kesê ke emegê xo têy vêrdo ra pêro ki weş u war bê. İlam ke werteamaena xora nat Tertelê ‘38i ra gore sıfte karo de nianên de phoştdarbiyena AABF mı çım de muhima, ebe qimeta. Çıke AABF u AABK ’38 ra gore perda ont bi çımanê xo ser, beçiki kerd bi goşanê xo, goçine ra fekê xo deşt bi. Ne na nıheqiya dewlete diyêne, ne vengê meğdura heşnêne, ne ki axa merda ardêne ra zon. Kılmek ra verba qetlê Çorumi, ê Maraşi, ê Sêvazi, ê Gazi veciyêne, hama eşkera eşkera verba Tertelê ‘38i nêveciyêne. Na mane de herêy bo ki na game gamê de hewl u raşta. Helbet kar ke bi kêmasiye u qusıri ki benê. Nina zon ardene ki lazıma. Lazıma, çıke kêmasiye ke tesbit biye, telafikerdene ra gore qeret beno hasıl. Kêmasiya ke mı Köln de, xoviriardena ’38 de diye wazen biarine re zon: *Roca xoviriardene roca saresiaena. Rengê saresiaene taê qoma de siao, taine de sıpêwo. Wertê hometa made ki sia cêrino pa. Oca reng be reng bi. *Roca xoviriardene de gıraniya matemi ra her kes bêvengo, qêri-veriye çina. Na têareamaena mılaketa niya, zelemele nêbena. Derd u khuli ebe usıl ênê ra zon. “Kahrolsun Faşizm!” ya ki zobin sologani nêerzinê... *Roca xoviriardene de vala, afiş u pankarti nêcêrine dest. Ancax resm u kılmnustê qurbana be vindkerdiya darde benê, ya ki cêrine dest. *Roca xoviriardene ze mitingê jü sendika, jü örgüti, jü partiye nêbena. Hezeyan ra qiraiş be dest pakutene qe nêbena. Roca xoviriardene de bıletê konsera (MEGA KONSER Sevcan Orhan Özcan Türe, Grup Yorum), ya ki bıletê festivala nênê rotene… Roca xoviriardene de kesê ke dawetê sahne benê, se ke dawetê arena musabaka spori benê hên venga cı nêdino. *Roca xoviriardene de biyen u kerdenanê a roce be netice u temeniyanê a roce ra qêyr politika nêbena. Mesela verba sistemê 4+4+4 veciyaene karê a roce niyo... Roca xoviriardene her çira ravêri roca meğdura xoviriardene nia, roca qurbana xoviriardena(4). Emsalê xo welat de mezela ser şiyena, mezela sıpê kerdena. Qom ke şiyêne mezela ser, loqme u niyazê xo ke kerd vıla, dormê mezela ya ki mezelanê wertanê xode niştêne ro, lornêne, şüari vatêne, dua u mıneta xo kerdêne, cêrêne ra... 17ê Gulane 2012 http://www.jarudiyar.com/ kirmancki/1401-xcelker-4e-gulaneroca-xoviriardena-tertele-38i.html kızılbaş - sayfa 25 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hîn Xweda û cîhan ezman tune bû Me gavek peyda kir dem jî îlan kir Qe tu warek ji Heq ra jî tune bû Me hilgirt xaniyan xwe ra mêvan kir Wehdetname Hîn tu nav û îsmê wî qet tune bû Nêv jî qet guh medê, cîsim tune bû Lê tu kirasek wî resîm tune bû Me şikil da wî û notlê însan kir Me erd û ezman da temamî heft qat Dawî şeş rojan de peyda bû kaînat Di nav de me can da nêçe mehlûqat Me erzaq jî dayê bexşandî wan kir Bê bingeh û westan bihuşt peyda kir Hûrî û xulaman ew xemilî kir Her milletek cûda bi sozek şa kir Me rû da kenandin şad û xandan kir Me cehenem kola ku zêde kûre Me ew jî xemiland bi agrê şorê Ji mû hîn teniktir, ji şûrê birra Pirek mezin ser ra me rast mîzan kir Ger çi bi fermanek peyda bû cîhan Erş û text geriyan me pa hin zeman Vala nemîne ku ev Kevn û Mekan Lewma gelê Adem me jî ferman kir Îrfan herdem zane sirrê muphemî Ji bona îzharê me navê azamî Ji çamûrê stra, can da Ademê Ji ruhê me ruhek me jî rêvan kir Adem tevî Hewê yek û hevpar bûn Çi warek rind dîtin pê mest û şad bûn Hem nava bihuştê ji genim têr bûn Me ajot aliyek hev ra peya kir Ji Adem û Hewê hatin pir însan Nebiyan, Weliyan, bûne nûmayan Sed hezar car tijî vala bû cîhan Bi hezret Nuhê ve me tofan kir Me hêştirek baxşand Salîhê rahman Ji hundirê zinêr derket negihan Gelekan ji vê ra nekirin îman Bi alîkarya Heq me gav yeksan kir Eşabê Kehf wextek me bi xewê kir Bi van bûyeran me wext derbas kir Bi van enbiyan ve me pir îş kar kir Me nebiyê din jî şeref û zîşan kir Gotinên vê gavê me li Quran kir Me Kuffar û Kureyş jî kirê mahne Mihemed Mistefa hatin cîhanê Ji ber ku gel dawet bike îmanê Murteza gavê ra me dost heval kir Em bi Xweda Heq ve li vira yek bûn Ketin noxteyê kor bi cîh û war bûn Sirrên Kûnt û Kenzî lê gotûbêj bûn Navê Xweda şerîf me tim rehme kir Gava eşkere bû ew mezin Xwe- da Di fermanekê de heft qat ezman da Kaînata can rengîn me bi hev ra da Şan nav û dengê te me tev cîhan kir Ji bona şuştinê rojek rojê de Me Yehya u Êsa tazî uryan kir Edîp Xarabî Ji gavê ra qiyas nabe qet nebî Ji Heq ra hebîbe, ew şahê nêbî Dunya u axret ra dibe sebebê Me gav tevî nêbi bi şerefê kir Hezret Mûsa li Tûr bi xwendayî kir Ji Şît ra çûx çê kir wî jê çat çê kir Bi Îdrîs dan birrîn me jê qeftan kir Heq Mihemed Elî ve em yekpar bûn Hev ra heta Kabê- Kavseynê em çûn Li wê meqamê pir muhbet me kir bû Leyletel'esra jî lewma seyran kir Silêman dewrê re me da siltan kir Eyyûb guneh pê bû, me derman kir Yaqûb me da gîrand wî jî nalîn kir Musa ji Şuayb ra me da şivan kir Ji van şoran her kes hem jê fêm nake Ev zimanê çûkan Silêman fêm ke Zanayê nediyar vê sirrî fêm ke Çi ku nezanan ra me jê dizî kir Me Ûsif di bîrê kûr avitî bû Li Misrê wek xulam firotî da bu Zilêxa li dem û gavê xistî bû Ji ber xetayê wê ew bendê zîndan kir Bi Heq ve em Heq bûn li Ezelî yê Li Rûz û Elestê Kâlûbelî yê Mekanê Xweda de li Bezmê Celî yê Cemalê wî me dît û pê îman kir Me dayê lêxistin bi Dêwûd ew ûd Ji qedê xilas kir filtand Lût û Hûd Mêze çi halê hîşt me agrê Nemrûd Bax û bostanek ji Brahîm ra çê kir Ger alemê wehdet nizane însan Sûretê însên de dimîne heywan Ji me cûda nîne hezretê Sîphan Me ev bi Quranê ron u eyan kir Ji Îsmêîl ra bedêl ji cennetê qurban Me şand ew şad jî bû Halîlê Rahman Hundirê masiyan me xeyliyek zeman Yunis pêxember ra me jî mekan kir Şorên me pak û rast cîp muheqeqe Zayîn,mirin,kirin xirabtî ji Heq e Ku derê binêrî heqê mutleqe Ew halê wehdetê me beyanî kir Me kirê dergahek dayika Meryem Êsa anî dunyê bê bav û bê xem Zekeriya hundirê darekî de hem Me hûrê wî birrî xwîn li erdê kir Ji bo yên ku ketin sereya wehdet Ji bo yê ku Heq û Heq el Yakîn dît Ji bo yên ku sirrê Xirabî zanîd Li hola yekbûnê me civînek kir Li Beytulmaqdîsê nav Qudusê de Di çema Şerîa de çema Erdên de (Wergerandin ji Tirkî: Yalçin Polat) Wehdet: Yekbûn; yekbûna bawermendên cûda îdeolojî û olan li xal û noxteyên hevpar. Edîp Xarabî di sala 1853 li Stenbol ji dayik bû û heta sala 1917 jiyan kir. Bi 17 saliya xwe ew kete terîqata Bektaşiyan û ji wê şûnda hin nivîs û helbestên teolojîk di dû xwe de hîşt. Li helbestê jorîn Xarabî behsa xalên hevpar ya olên cîhanê dike. kızılbaş - sayfa 26 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 MIROV HEVALÊ QIJIKÊ BE NIKULÊ MIROV TIM DI GÛ DE YE Rojeva Turkiyeyê, têkildarî bi rojeva heremê (Rojhilatanavîn) û bi rojeva cîhanê ve her roj hinekî din ber bi tevlîhevî, gelemşe û xeternakiyê ve diçe. Her roj hinekî din hêviya çareseriyekî demokratîk tê ziman lê mixabin hêzên desthilatdar ên kevneperest ên navdewletî ji çareseriyên mirovanê û demokratîk dûr in. Ew rasteqîniya wan e ango; tucar naxwazin ji xwînmijandina mirovan û gelan dûr bikevin. Lewre sedema hebûna pergala xwe bi her rê û rêçikê didin domandin. Hetanî mecalê pergala kapîtalîzma modernîst hebe, naxwaze ku gelên bindest û çînên karker bibin xwedî maf û pergala demokratîk were avakirin. Her, bi navê demokratîkbûn û mafê mirovan xapandiniya gelan didomîne. Belê ev pergala wan e û li gor pergala xwe tevdigerin. Xapandiniya gelan wek stratejiyekî didomînin. Pergala xapandiniya gelan jî didomînin. Pergala xapandiniya gelan li ser aktorên durû yên nava wî gelî an jî durûyên nava wê çînê, bi amûr û nêzîktêdayina şerên taybet, bi zanebûn û bi zanistî hildibjêrin. Hevalbendên xwe ji nav gelên bindest û çîna karker hildibjêrin. Ew kesên ku hildibjêrin, stratejiya desthilatdariya pergala emperyalîst û mijokdariyê hetanî dawiya temenê xwe diparêzînin, dîsa jî jê têr nabin!.. lewre wek gotinek gelêrî; “Hevalê xwe ji mir bibêje, ez bibêjim tu kî yî!..” İca ev kes tu car xwe wek hevalên xwe nadin nîşandan, bi ziman tiştekin, bi emel tiştek din in. Lewma “durû!..”ne. mirov dikare bibêje ku; hîmê pergala emperyal in di nav gelên bindest û çînên karker de. Hêjayî gotinê ye ku ne ji wan be pergala desthilatdariya emperhal, mijokdar, mêtînger û faşîst nikare rojek jî bijî. Dema mirov bala xwe dide “rewşenbîrên Turkiyeyê”, bivê nevê êşekî digire serê mirov. Ew entellejansiya ku cîhanê dinirxand!.. li Turkiyeyê şoreşa sosyalî tavilê pêk dianî!.. “Hema piştî şoreşa Turkiyeyê mafê Kurdan jî ewê werin “dayîn!..” Dengê Amed Mehdi Tanrıkulu mafê Qizilbaşan jî ewê “bê dayîn!..” û hwd. Bi zimandirêjiyê rê ji kesî re nedihiştin, gelo niha di kîjan qula de ne û di çi rewşê de ne divê were pirsîn. Xeternakiyek din jî kesên ku li ser şopa wan hatine birêxistinkirin, di nav tevgerek çewa de ne, divê lê were nihêrîn. Di nav şêweya nêzîktêdayinan de divê mirov bala xwe bide peyva di nav çepgiriya Turkiyeyê de belavbûyî ye; “Emê mafê Kurdan bidin, mafê Qizilbaşan bidin!..” hun kî ne hunê mafan bidin! Maf tucar nehatine dayin û nayê dayin. Maf hatine stendin û ewê were stendin. Wek mafê azadiya civaka Kurd, di nirxa mafê qedera siyaseta cîhanî de ye, her bi riya “rewşenbîrên” xwenezan ên pênûsfiroş ve ji gelên Turkiyeyê hatiye veşartin. Bêguman, di şûna binavkirina rewşenbîr, ev kes rewşenkor in. Tucar bi hêza rastiyê, bi hêza bîrdoziya pîroz tev nagerin. Ew kesê pişta xwe bide pergala destilatdar wek Amerîka û rabe “rê” bi ber tevgera azadiya Kurd bixin, xetek lîberal da ku di rêya tasfiyekariyê de tê bikaranîn, êdî çiqas dikarin di nava gel de cih bigirin? Bi vê rewşê çiqas layiqî peyva “rewşenbîr!..” in. Mixabin di Turkiyeyê de pirsgirêka herî mezin, di rol û peywira rewşenbîran de derdikeve pêş me. Hezar mixabin, kesên vî sîfetî danê ser xwe, ji vê peywira pîroz dûr in. Her roj pirsgirêka azadiya civaka Kurd wek şûjinê di çavê wan de diçe lê xwe tevnagerînin. Gelo bi vê helwestê ji zilma ser gelê Kurd re nabin hevkar!..? Ji Afrikaya Başûr helwesta piştevaniya civaka Kurd tê nîşandan lê li Turkiyeyê helwestek bi vî rengî… mixabin nayê dîtin. Ji bo gelên Amerikaya Latîn…, gelên Afrika…, Mozambîk…, Angola…, Misir, Lîbya, û hwd. Helwesta ENTERNASYONALÎZM gelo ji bo azadiya Gelê Kurd çima nayê ser zimanan jî? An dema ev gotin dihatin gotin bi durûtî bû? Bêguaman helwesta rewşenbîriyê, helwesta li gor bîrdozî, bawerî û pêşverûtiyê ye. Ango, mecbûrdîtina xwe bi xwe ye. Li hember mêtîngerî, îşkence, zilm û zorê helwestgirtina mecbûrî ye. Ku helwest bigire rewşenbîr e, ku hevkariya desthilatdariyê bike ewê xwe çewa veşêrê, çewa dibe rewşenbîr. Ma helwesta rewşenbîrên Firansî yên li hember mêtîngeriyê, ev kesên Turkiyeyê nexwendine gelo? Kesên li hember azadiya civaka Kurd rêzgirtî nîn be li hember serokê gelê Kurd Abdula OCALAN rêzgirtî nîn be, hevalbendê mêtîngeriyê ye, helwesta wî mixabin ne a rewşenbîran e, a rewşenkoran e. Her wiha, rewşenkorên nava Qizilbaşan jî divê lêpirsînekê bikin; di nava Komarê de tevkujiyên giran jiyane, baweriya Qizilbaşan hê jî bi helwestek dijminane tê êrişkirin lê mixabin gelek jê hê jî ji CHPyê qut nabin, ev çi eletewşî ye? Bêguman lêpirsîneke ronakbîrî ji bo Qizilbaşan jiyanane ye. Bi vê nêzîktêdayinê, kesên ku hevalbendiya pergala zilmê dikin ewê di nava Qizilbaşan de were dîtîn û li hember helwest bê girtin. Her wiha, Taner AKÇAMê ku hember azadiya gelê Kurd ne xwedî helwesteke rast û durûst e gelo ewê çiqas bikaribe rewşê ronî bike, ewê çiqas bikaribe xwe ronî bike!.. Ewê çiqas bikaribe xwe ji berjewendiyên pergala emperyal û mêtînger xwe rizgar bike? Lewre, vana pêk neyne, nikare ji azadiya civaka Kurd re rêz bigire. Ta ev helwesta wî berdewam bike nikare ji hevaltiya Qijikê dûr bikeve!.. kızılbaş - sayfa 27 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 BDP ile yaptığımız söyleşiyi bire bir yayınlıyoruz Ankara Temsilcisi Hatice Çevik Kızılbaş dergisi söyleşi; 06-06-2012/ TBMM BDP Milletvekilleri Altan Tan ve İdris Baluken Kızılbaş; Alişer Efendi Koçgiri Direnişi esnasında gerek Kızılbaşlar gerek Müslüman Kürtler gerekse Müslüman Zazaların ittifakı yoktur. Şeyh Said direnişinde benzeri bir ittifak yok. Dersimde de bir ittifak yok. İttifak yapamayanların hepsinin kellesi gidiyor. Kelle avcıları ortada tek. Bundan ders çıkarmayacak mıyız? Bugün de ittifak yok.. Kürt milletinin farklılıklarını içine toplaması niye olmuyor, bunu nasıl yapmalıyız? Dedelerimizin canlarıyla ödediği ve başaramadığımız ittifakı bu gönül yoldaşlığının önündeki engelleri nasıl kaldırabiliriz? A. Tan; Şimdi bu tip mevzuların tabii konjuk- foto: kızılbaş türel sebebleri yanında tarihi, kadim yüzyıllar öncesine dayanan sebepleri de var. Şimdi Kürtler de diğer bütün halklar gibi değişik sınıflardan değişik katmanlardan oluşuyor. Şunu söylemek istiyorum bugün Sünni Kürtler var Alevi Kürtler var Zazaca konuşanlar var Kurmanci lehçesiyle konuşanlar var. Tarikat mensubu olanlar var olmayanlar var. Yani bu geçmişte de böyle.. Ve bunların kendi aralarında da geçmişte yüzyıllar öncesine dayanan sorunlar var.. Bu sadece Kürtler arasında olan bir sorun değil belki de.. Kürtleri temize çıkartmak için tırnak içinde size Türklerden örnek vereyim. Ortadoğunun Anadolu toprakları üzerindeki en büyük üç savaşı Türklerle Türkler arasında olmuştur. Bunlardan birisi Timur’la Yıldırım Beyazıt arasındaki Ankara savaşıdır. 1402 Yıldırım Beyazıt ile Özbek Türkü Timurlenk arasında… İkincisi Akkoyunlu Türkmen hükümdarı Uzun Hasan ile Fatih Sultan Mehmet arasında Otlukbeli Savaşı 1473.. üçüncüsü ise yine Azeri şii Şah İsmail ile Sünni Türk Yavuz Sultan Selim arasında Çaldıran savaşı 1510.. Bunlar böyle ufak tefek kavgalar değil dev savaşlardır. Bütün bir coğrafyanın birkaç yüzyılını etkileyen savaşlardır, Türklerle Türkler arasında olmuştur.. Şunu demek istiyorum Kürtlerde de geçmişe dayalı lehçe din mezhep sınıf farklılıkları var. Şimdi tabii Koçgiri’deki durum neydi ? Şeyh Said hadisesinde durum neydi ? Niye Alevi Türkler uzak durdular hatta hükümetin yanında durdular.. Tersine Dersim olayında niye tam tersi oldu bunların uzun uzun sebepleri var. Ben bunlara girmek istemiyorum. Ama şunu söylemek istiyorum; yani bu Kürtlerin bilinçsizliğindendi şundandı bundandı değil, bu kadar basite almakta doğru değil tarihi sebepleri var. Bütün halklarda bu tür sorunlar var Araplarda da öyledir işte biraz önce Türklerden örnek verdik. Araplarda da öyledir. Ama bugün ne yapılması lazım? Bugüne gelirsek, bugün yapılması gereken, bu bütün farklılıkları olduğu gibi kabul ederek bir birliktelik ortaya koyabilmektir. Şimdi olduğu gibi kabul etmek ne demek? Yani Sünni –Alevi, Sünni Alevi olmayan veya bir lehçeyi öbürünün üzerinde hakim kılmayan yani Kırmanciyi Soraniyi Zazacayı veya sınıfsal olarak bir hakimiyet kurmaya dayalı bütün yaklaşımları ben yanlış görüyorum. Yani bugün yapılması gereken herkesi olduğu gibi kabul ederek Sünniyi Sünni, Aleviyi Alevi, Şafiiyi Şafi, Hanefiyi Hanefi, şehirliyi şehirli, köylüyü köylü, laiki laik, dindarı dindar, sosyalisti sosyalist, libareli libarel kabul edip ortak kimlik mücadelesin- kızılbaş - sayfa 28 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 de bir birliktelik ortaya koyabilmektir. Bugün yapılması gereken bu ama bana spesifik olarakta yani özel olarak ta sorsanız mesela Dersimde ne oldu Şeyh Said’de ne oldu? Niye oldu? Ağrı hadisesinde ne oldu? Ve bu konularda fikirlerim var. Ama bunlar çok uzun uzadıya tarihi sosyolojik meselelerdir. Belki bir röportajın sınırlarını aşan meselelerdir. Ama bugün yapılması gereken bu birlikteliği herkesin farklılığını kabul ederek tıpkı diğer halklarda olduğu gibi bir ortak hedefte birleştirmektir. Bu ortak hedef nedir? Bu ortak hedef herkesin ortak istediği kimliktir dildir kültürdür varlığının tescil edilmesidir geleceğinin garanti altına alınmasıdır. İ. Baluken: Gerçi Altan bey aşağı yukarı her şeyi söyledi. Ancak özellikle son beşyüz yılda insanlığın başına bela olan kapitalizm coğrafyalarda birtakım şekillendirmeler yaparken ya da halkların kendi arasındaki hukukları belirlerken, bir özveren politikası üzerine veya çatıştır-karıştır-barıştır politikası üzerinde süreçler işletiyor. Yani bu sadece Kürt coğrafyası üzerinde değerlendirmekte çok doğru değildir. Ancak özellikle Kürtler gibi sistem tarafından sürekli ezilen ötekileştirilen halklarda, ve yeryüzündeki Kürtlere benzeyen statüsü olmayan halklarda halkların hak ve özgürlük mücadelesinin bastırılma yöntemi kendi aralarındaki bu politikalardır. Tek tek Altan bey de izah etti. Derin analizlere girmeye gerek yoktur. Ancak sonuçlar üzerinden neden böylesi sürecin işletildiğini söyleyebiliriz. Bugün Koçgiri direnişinin Şeyh Said direnişinin sonuçları eğer direnişin öncülüğünü yaptığı fikrin zaferi ile sonuçlanmamışsa bunun en önemli sebebi bahsetmiş olduğumuz pencereden o girdiğin birlikteliğin güç birlikteliğinin yakalanamamasıdır. Dolayısıyla tarihten ders alarak güncele uyarlamamız gereken çok sonuç vardır. Bugünde hala Kürtler arasında böylesi bir parçalı duruş vardır. Örneğin gerek bugün kuzey Kürdistan yani Türkiye coğrafyası gerek Ortadoğudaki genel emperyal güçlerin hesaplarında hala Kürtlerin bu parçalı duruşu üzerinden siyasetler birtakım politikalar yürütülüyor. Buna karşı Kürtlerde şöyle bir bilinç oluşmuştur. Ortadoğuda yeniden dizaynı yapıldığı taşların yerinden oynatıldığı böylesi bir süreçte ulusal birlik kongresinin hızla toparlanarak, bu kongrenin belirlemiş olduğu çerçevede bir duruş sahibi olmak ve dizaynı yapıldığı haritada 40 milyonluk bir halk olarak o masada bir aktör olarak konumlanmak gibi bir kaygı vardır. Ancak bunun pratiğe yansıması ile ilgili bunun politikalarının yansımasıyla ilgili birtakım sıkıntılar halen devam ediyor. Bu sıkıntılarında hala Koçgiride 25 direnişinde Dersim direnişinde bölmeye yönelik bir zihniyetin çabası olduğunu düşünüyorum. İşte bugün güneydeki güçlerde kuzeydeki Kürt hareketinin birkaç yıl öncesinde silahlı bir çatışma durumları oldu. Bugün hala böylesi bir çatışma süreci üzerinden hesap yapan bölgesel hegemonik güçler var. Dolayısıyla tarihi perspektif üzerinde sorunun halen güncele aktarıldığı aynı şekilde bütün canlılığıyla devam ettiğini söyleyebiliriz. Şöylesi bir tespit doğrudur. Bu kadar haklı temellere dayanan bir halkın direnişi ile ilgili süreçlerin idamlarla darağaçlarında yenilgilerle sonuçlanmasının en temel sebeplerinden biri bir halkın bahsetmiş olduğumuz o birlikteliği yakalayamamış olmasında aramak lazım. Diğer taraftan birtakım coğrafi koşullar var güç dengesinde hem küresel hegomonik güçlerin hem bölgesel hegomonik güçlerin özellikle ezilen halkların aleyhinde işletilen süreçler var. Bütün bunları alt alta getirdiğimizde sürecin bugünde aynı şekilde işlediğini söyleyebiliriz. Kızılbaş; Aleviler arasında Müslüman düşmanlığı yapılıyor. Müslüman cemaatleri içerisinde de Kızılbaş Rafizi Alevi düşmanlığı yapılıyor. Bunun üzerinde de politik olarak güç oluşturuluyor. Burada örneğin Alevi hareketi içerisinde CHP destek veriyor. Diğer taraftan CHP şöyle bir politika güdüyor. Ya bizdensin ya karşımdasın. Devlette öyle… Buna benzer Kürt hareketinde de bir bütün olarak bir dayatma var. İki tarafta itiyor. Partinizin özel olarak yakın geçmişle ilgili Alevilere yönelik politikalarınız da şöyle bir göz gezdirdiğinizde sizin eksik ve kusurlarınız var mı? Bir yenilik ya da Alevilerinde sorunlarının açığa çıkartılıp tartışılabileceği, özlem ve taleplerinin dillendirilebileceği bir ortamla ilgili görüşleriniz önerileriniz var mı? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? İ. Baluken; Şimdi ben düşünce düzeyinde felsefe düzeyinde program düzeyinde bir yetersizliğin olduğunu düşünmüyorum. Ancak bu felsefenin pratik hayata geçirilmesiyle ilgili süreçte ciddi birtakım handikapların olduğunu alevi halkının bu beklentilerinin karşılanması noktasında ciddi birtakım yetmezliklerin olduğunu düşünüyorum. Özellikle demim Altan bey bir çerçeve çizdi. Şuanda parti programımızda parti tüzüğümüzde genel olarak baktığımız zaman bütün farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği, bütün düşüncelere ve farklı düşüncelere özgürlük koridoru yaratabileceği bütün inançların varolan inancını kendi inandığı değerler üzerinden yaşamasını esas alan biranlayışı bugün biz sistemleştirmişiz ve onun politikasını yapıyoruz. Ancak özellikle alevi kitlesiyle buluşma noktasında pratik sonuçlara baktığımız zaman Türkiye deki seçim sonuçlarına bakmak bile içinde olduğumuz yetmezliği göstermesi açısından yeterlidir. Örneğin son seçim sürecindeki Dersim sonuçları üzerinden bu bahsettiğimiz konuyu somutlaştırabiliriz. Yani bugün tarihi bir soykırım yaşayan Dersim gibi bir kentte bu paradigmaya sahip farklılıkların bütün inançların özgürlüğünü esas alan ve bunun mücadele arzusu olan bir partinin bir hareketin deyim yerindeyse bir yenilgiyle çıkması zaten oradaki yetersizliği ciddi düzeyde gözler önüne seriyor. Dersim özgünlüğünde baktığımızda genel sonuçlar çıkarabildiğimiz için dersim örneğini veriyorum. Örneğin biz Dersimde kendini Alevi olarak tanımlayan kimlik olarak bir aidiyatı olan kendini Alevi olarak tanımlayan insanlarımıza farklı bir kimlik dayatması ile gitmişiz. Böyle bir tespitim var. Veya kendini Zaza olarak tanımlayan bir bireyin kızılbaş - sayfa 29 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tanımlama özgürlüğüne farklı bir kimlik üzerinden bir dayatma üzerinden gitmişiz. Bu hem siyasal çalışmalarımıza yansımış hem oradaki toplumsal analizlerimize yansımış hem orada yapılan eylem etkinliklerdeki genel anlayışa ve dile yansımış. Ve bunla ilgili aslında tekçi yaklaşıma karşı olan kimlik ve kültür dayatmasına karşı olan bir partinin pratiğiyle ilgili bir yetersizlik olduğunu ortaya koymak gerekiyor. Biz parti olarak bunu savunmuyoruz ancak yereldeki izdüşümlerine baktığımız zaman bu tarz yetmezliklerin sık sık yaşandığını ve orda bir şekilde sorunu büyüttüğünü görüyoruz. Örneğin dersimde yapılan festivallerde dersim halkının özgünlüklerine saygı çerçevesinde değil de daha çok bizim dayatmak istediğimiz hakim bir kültürün rengini etkin kılmaya çalışmışız. Dolayısıyla genel olarak alevi halkımızla olan iletişim düzeyimizi bu tarz somut örnekler üzerinden açıklamak mümkün olur diye düşünüyorum. Özellikle paradigma düşünce felsefe neyse o doğrultuda kitleyle iletişim içerisine geçmek, politika üretmekle ilgili sıkıntılarımız var. Biz de şuanda onun özeleştirisini yapıyoruz. Kızılbaş; Bizim en çok zorlandığımız konulardan biri şu; kendini Zaza olarak ifade eden dillerinin Kürtçe olmadığını anadillerinin farklı olduğunu söyleyen birçok Dersimli var. Diğer taraftan kendini Kürt olarak ifade eden Kızılbaşlar olanlar da var. Din ve dil farkından dolayı birbirlerine karşı bir duruşta var. Politik çekişmelerde birbirine zarar veriyor. Bu duruma ne dersiniz? A. Tan; Ben burada bir şey söylemek istiyorum. Birazda politik değil içten duygularımı ifade etmek istiyorum. Halk arasında meşhur bir laf vardır. Çuvaldızı başkasına batırıyorsan iğneyi de başkasına batır. BDP ve siyasal hareketi Alevilerle tırnak içinde bütün talepleri karşılayacak ve karşılayabileceğini söylemek istemiyoruz. Eksiklikler mutlaka var. Ama şu var; bir Alevi Kurmancı ve bir Zaza ile bir Sünni Kurmancı ve Sünni Zazayı yan yana koyun ve bugün BDP ve Kürt ideolojisi siyasal hareketi Alevi kitleye çok daha yakın.. Alevi kitleye belki yüzde doksan yakın. Hani Sünni kitleye yüzde on yirmi yakınlık söz konusuysa Alevinin hayat felsefesine, diyalektiğine, topluma bakışına çok daha yakın. Peki neden alevi kitlesi üzerinde beklenildiği kadar bir oy alınamıyor. Yine Kürt siyasal hareketinin lider kadroları ve Avrupa’daki kadroların neredeyse yarısı Elbistanlı, Pazarcıklı ve Dersimli.. Büyük bir kısmı Alevi kardeşlerimizden oluşuyor. Ama biz Pazarcık’ta, Elbistan’da, Sivas’ta, Koçgiri’de yüzde 1 oy alamıyoruz. 1 ler seviyesindeyiz. Burda da iğneyi Alevi kardeşlerimizin kendisine batırması lazım. Tek bir Alevi Kürdün olmadığı Van, Şırnak ve Siirt’te Alevi kardeşlerimiz milletvekili oldu. İsterseniz isimde verebilirim. Van, Şırnak ve Siirt buralarda tek bir Alevi köyü yok. Buralardan biz Alevi kardeşlerimizi aday gösterdik ve milletvekili oldular. Mardin’de toplam bin beşyüz Hıristiyan seçmen var. Bunlarında binbeşyüzü de Mardin’de ikamet etmiyor yani.. Biz 52 bin oyla bir Hıristiyan Süryani kardeşimizi milletvekili seçtik. Ama biz bir Dersim’de Alevi kardeşimizi seçemedik. Hatta ben önümüzdeki dönem bir çağrıda bulunuyorum bir Sünni kardeşimizi biz Dersim’e aday yapalım. Tasvip edecekler mi bakalım? Aynı demokrasi aynı hoşgörü aynı bilinç aynı eğitim seviyesi bunları arttırabilir mi? Bu söylediklerim var mı yok mu? Dolayısıyla biz bu meseleleri böyle açık seçik tartışamazsak bir yere de varamayız. Ama biz gönüllerimizi birbirimize açmazsak, endişelerimizi, sıkıntılarımızı, eleştirilerimizi, özeleştirilerimizi objektif bir şekilde ortaya koymazsak sorunlarımızı da aşamayız… Kızılbaş; Tamda söylediğiniz noktada şöyle bir geri planda gizli duran bir kaygı ve kuşkuyu soruya çevirelim. Bizim Kızılbaş topluluğunda şöyle önyargı var; Bunlar Şafidir, bunlar bizi keser… Çünkü ellerinden, Kızılbaş’ın yaptığı yenilmez, selam verilmez derler fetvaları var.. Böyle bir güvensizlik var. Ve bizim çocuklarımızın bizim kardeş- lerimizin sizin partinizde sizin hareketinizde aşağıda yukarda bulunması seyrediyorlar ama bir güvensizlik içinde… Kızılbaş Şafi meselesi bu… A. Tan; Her şeyi konuşmak lazım.. Tamda bu güvensizliğin üzerinde konuşalım işte, doğru.. Tamam işte meselenin tam da bam teline geldik. Ben zaten ilk konuşmamda bu meselelerin bu ittifaksızlığın geçmişe dayanan tarihi, kültürel, sosyo-kültürel ekonomik sebepleri olduğunu söyledim. Yani biranda ortaya çıkan bilinç değil tarihsel olarak bu güvensizlikler geçmişte yaşanılan acı olaylar katliamlar siyaset bunların hepsinin etkisi var.. Fakat biz şunu söylüyoruz; bakın bugün gelinen noktada eğer bir güven bunalımıysa hani karşılıklı birbirini test etme, güvenmegüvenmeme, inanma-inanmamaksa bugün Kürt siyasal hareketi kendini ispatlamıştır diyoruz bu noktada.. Hani verdiğim örnekler tek bir Alevi köyü olmayan Van Şırnak ve Siirt’te Alevi adaylar seçilmiştir. Hıristiyan aday seçilmiştir Mardin’de.. Ve de kitle benimsemiştir, yargılamamıştır, tartışmamıştır. Bu yeni siyasal süreç içerisinde güven duymuştur açıkçası ve desteğini vermiştir. Bu desteğini verirken de tıpkı tırnak içinde kendinden kabul ettiği Sünni Şafi Nakşibendi adaylar kadar desteklemiştir. Yani onun yarısı kadar üçte biri kadar değil yani.. Son seçimde mesela Mardin’de Hıristiyan adaya Müslüman adaylar kadar oy vermiştir. Hatta kendi seçim bölgesinde bir önceki seçime göre oylarını arttırarak gelmiştir. Dolayısıyla bu güvenin artık tescil edilmesi lazım. Yani benim eleştirdiğim nokta bu.. Bu güvensizlik diyelim tırnak içinde elli sene önceki yüz sene, iki yüz sene önceki şartlar da değildir. Peki bunun ötesinde nasıl bir güven telkin edebiliriz ne yapabiliriz. Kadrolarını açmıştır. Kartlarını açmıştır öne sürmüştür.. Temsili misliyle vermiştir. Siyasal projesi demokrasi anlayışı büyük oranda, bakın tekrar söylüyorum Sünnilerden ziyade Alevilere daha yakındır. Dünya görüşü ve paradigması olarak.. eğer bir Alevilik Sünnilik üzerinden bir tartışma yürütülecekse bunun ötesinde o kızılbaş - sayfa 30 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 zaman biraz iğneyi de Alevi kardeşlerimizin kendilerine batırmaları lazım. Tekrar söylüyorum sütten çıkmış ak kaşık, hiçbir hata yok, BDP Kürt siyasal hareketi her şeyi dört dörtlük yapıyor alanında kimse bir şey söylemiyor.. Böyle bir iddia yok. Zaten böyle bir iddia mükemmeliyetçilik olur ki o da felsefi bir tartışmadır. Olmaz mutlaka bir eksik vardır. Kızılbaş; Şimdi örnek verelim bu söylediğiniz konuyla ilgili örneğin Alevilerin yoğun yaşadığı yerlerde devlet cem evleri açıyor. M. Kemal’in fotoğraflarını asıyor, altında da hü erenler deyip dua ediyorlar. Bu bizim coğrafyada laikliğe temelden zıt olan bir şey, karşı olan bir şey.. Diğer taraftan da Diyarbakır’da Aleviler için Kızılbaşlar için Osman bey… Cem evinin açılışına partiniz maddi ve manevi destek sundu. A. Tan; Temel atma töreninde ben de bulundum. Açılışta dışarıda olduğum için katılamadım. Ama temel atmasına katıldım ben.. Kızılbaş; Yani şöyle bir şey var bizim eleştirdiğimiz buna hakkınız olmamalı diye düşünüyoruz. Şundan dolayı Ebu Suud efendinin Osmanlı sinsilesi içerisinde günümüze kadar uygulanan ve yürürlükte olan bizleri ilgilendiren.. A. Tan; Ben bir şey sorayım bizim Dersim belediye başkanımız bir cami açabilir miydi Dersim’de? Böyle bir şey yapsa nasıl karşılanırdı acaba? Osman bey cemevi açtı, Diyarbakır’da temel atma törenine de ben gittim. Ama Dersim belediyesi böyle bir şey yapsaydı nasıl karşılanırdı orda? Kızılbaş; Açabilirdi tepki gösterilirdi kesinlikle. A.Tan; Bunları böyle karşılıklı konuşmak lazım böyle.. Tek taraflı dayak yedin mi olmuyor.. (Gülüşmeler….. ) Kızılbaş; Olmaz tabii, bizim hakkımızda duran bu fetvalara Müslüman Kürtlerin tüm kesimleri, İslam içerisinde ehli sünnet camiasında bulunan, kendini orada gören hepsinin derece derece bu fetvalarda suç ortaklığı var.. Katılmışlar, kararı kendileri almamışlar ama uygulanmasında varlar.. Bunların bir biçimiyle geri alınıp düzeltilmesi gerekiyor.. Bu yapılmadan böyle bir cem evinin yapılması bizi düşündürüyor… A. Tan; Bunu tek başına Osman Baydemir yapabilir mi? Ve ya O. Baydemir’in böyle bir yetkisi var mı? Öyle… Kızılbaş; Osman bey oranın açılışında böyle bir özürle birlikte… İ. Baluken; Altan bey konuşurken demin ki soruya eksik kalan bir yan var. Devletin tüm engellemelerine rağmen cem evi yapabilir. Biz halkımızın hepsine değer biçiyoruz. Bir kişiye yüklemek haksızlık olur. Tarihi yanlışlıkları yıkmaya yönelik pratik adımlardır. Ortak kimliği yaşama geçirmeliyiz. Özellikle Dersim’de Bingöl’de Çevlik’te ideolojik Zazacılık projesi var devletin, devlet kadrolarını yetiştiriyor. Çok gizli bir çalışma ortaya koyuyor. Ortaya konan oyunlara karşı dikkatli olunması duyarlı olunması gerekiyor. Şuan bizim 9 tane Zazaca konuşan vekilimiz var. A. Tan; Sevgili arkadaşlar ağzınızla kuş tutuyorsunuz daha ne yapılabilir ona bakıyoruz. Osman Baydemir bunu yapıyor. 5 tane Alevi köyü var. Hem bütün katliamların sorumlusu ben değilim. Bu tarihi meselenin faturasını ben ödemek zorunda değilim. Bu yapılanların yanlış olduğunu söyledik her zaman.. Biz yenilerinin olmaması için uğraşmalıyız. Bütün katliamları kınamak ve devam ettirmemek, yeni güzel olanı inşa etmektir doğru olan.. Şu da çok yanlış olur. Tersinden yapmamak lazım. Aleviler ya da Kızılbaşlar, Rafiziler ya da bütün Sünnileri Kızılbaş yapmak istiyorlarsa ve bu çizgiye geliyorlarsa bu da yanlıştır. Sünni Sünni kalacak Alevi Alevi kalacak isterse kimlik değiştirecek o kendi bileceği iş ben zordan bahsediyorum. Zorla olmayacak bu iş.. Ama Sünni de kendi inancını bugün devam ettirecek tabi.. Ki bu kadarlıkta bir Sünni kitlesinin Alevi olmasını ve Alevilerinde Sünni olmasını beklemekte doğru bir yaklaşım değil.. İ. Baluken; Bir de politik tercihler üzerinden belli bir analiz yapmak gerekir. Alevi kitlesinin Alevi halkımızın çoğu büyük çoğunluğu tercihini Cumhuriyet Halk Partisinden yana kullanmıştır. Bahsetmiş olduğumuz bu tarihsel yargılama mekanizmalarının devrede olduğu bir süreç içerisinde politik saldırıyı o zaman nereye koyacağız. Ve Cumhuriyet Halk Partisinin Alevi halkımıza yaklaşımlarına tarih boyunca çözüm bekleyen hangi sorunlarına katkı sunmuştur ve ya bugüne kadar büyük Alevi katliamlarında Cumhuriyet Halk Partisinin ve ya onun politikalarının rolü nedir onu tartışmak gerekiyor. Kızılbaş; Birinci dereceden sorumludur. Yapabilirdi yapmadı?! İ. Baluken; Ve halen geçerli olan bir şeydir. Bakın bugün Dersim’de sonunda işte Sivas’a kadar Gazi olaylarına kadar günümüze kadar tüm katliamlarda, günümüze kadar bu geleneğin bir şekilde, bir yerde iktidar olarak konumlandığını görüyoruz.. Eğer böyle bir yargılama süreci gerçekten Kürt hareketi için işletiliyorsa diğer taraftan politik yoğunlaşmanın olduğu Cumhuriyet Halk Partisi içinde mutlaka işetilmesi gerekiyor. Zihniyet aynı halde devam ediyor. Daha birkaç yıl öncesinde Kürt sorunu çözümüne yönelik meclis kürsüsünde emekli bir büyükelçi tarafından Dersim örneği verildi. Yani Dersim’deki katliam sahiplenildi. Aynı zamanda Kürt sorunu çözümüne yönelikte Dersim’e gönderme yapan öneride bulunuldu. Ve bugün biz o öneriyi yapan Cumhuriyet Halk Partisinin Alevi kitlesiyle olan politik bağını da bir şekilde sorgulamaya açmalıyız. Biz kızılbaş - sayfa 31 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Barış ve Demokrasi Partisi olarak Kürt özgürlük hareketi, demokratik siyaseti olarak birtakım pratik yansımalarda yetersizlikler içerisinde olabiliriz. Yetmezlikler içerisinde olabiliriz. Ama asla Alevi halkımızla olan hem gönül bağımızı hem politik çalışma alanındaki kitle iletişim bağımızı asla Cumhuriyet Halk Partisi ile kıyaslayacak bir şeye de koymayız. Dolayısıyla Alevi halkımızın özellikle böylesi süreçleri bence ciddi bir özeleştiri süzgecinden de geçirmesi gerekiyor. çimlerinin sonuçlarını söyledim. Şimdi Dersim son seçimde almış olduğumuz sonuçları gerçekten Alevi halkımızın Kızılbaş halkımızın özgürlüğü ile ilgili hem mücadele pratiğinde hem de ortaya koyduğu düşünce perspektifiyle içselleştirmiş özümsemiş ve kendi çalışmalarına yansıtmış bir partiye karşı kazanmış olsaydık o zaman bunun bir açıklaması olurdu. Dersimde ki seçim sonucunun yenilgisini CHP gibi Dersim Katliamında birinci derecede sorumlu olan bir partiye karşı almış. Kızılbaş; Yani bu söylediğinize şöyle bir ek yapalım müsadenizle.. Alevilerin CHP de ve türevlerinde yer almasını biz şöyle görüyoruz. Bu İşbirlikçilik ve kınalı keklik dediğimiz ta kendisidir. Kendine ihanettir, kendini inkardır diye düşünüyoruz. Dolayısıyla CHP de başımıza gelen belaları biliyoruz ama her anadan doğup, doğan bir Kızılbaş evladı da ömür boyu Kızılbaş kalmaz yani bizde düşkünlük kurumu vardır. CHP de bunlar kim olursa olsun kapısına karataş koyabiliriz. Bunlar vardır. Örneğin Seyfi Oktay adalet bakanıydı bir dönem CHP de bir taraftan da insanlar yanıyordu. Hınzır paşalar var biliriz. Epey var az değil yani.. Evet onlardan hesapta sormamız gerekir. Bu bizim kendi iç demokratik sorunlarımız. Bunları ufak ufak yapıyoruz. Henüz gelişemedik maalesef.. Ama Alevi hareketinin de bunu yapmayan da çürür maraba kalır el kapısında.. Bin beter olsun deriz arkasından gitmeyiz. Kızılbaş; O zaman neden sizce CHP’yi tercih ediyorlar? Bir başka A,B,C partisi değil de neden CHP? Sizce bu yıkılabilir mi? İ. Baluken; Biz bu tabloyu sorguluyoruz. Kendimize öz eleştirel yaklaşıyoruz. Örneğin hala CHP yi ayakta tutan kitlenin Alevi olmasının bir açıklamasını yapamıyoruz. Bunun özeleştirisini kendi içimizde yapıyoruz. Biz Barış ve Demokrasi Partisi olarak böylesi açık bir felsefeye bir düşünceye sahipken hala bu kitleye ulaşamamışsak ve bu kitle hala CHP gibi resmi ideolojinin bütün katliamlarına deyim yerindeyse ortaklık etmiş ev sahipliği yapmış bir partide buluşturuyorsa bundan ciddi düzeyde sonuçlar çıkartmamız gerekiyor diye düşünüyoruz. Demin Dersim se- İ. Baluken; Yani bir kere seçilmiş bir halkın iradesini temsil eden bir kişi olarak, bizim halklarımızın ortaya koyduğu irade karşısında farklı bir söylem içerisinde bulunmamız doğru olmaz. Ne olursa olsun halkımız bir irade ortaya koymuşsa bu iradeye saygılı olmak gerekir. Ancak bu irade üzerinde kendisini sorgulayan bir eleştiri bir özeleştiri mekanizmasını da işletmek gerekir. Biz kendi içimizde de şuan da bunu tartışıyoruz. Barış ve Demokrasi Partisinin alevi politikalarında kKzılbaş politikalarında yetersizlik nerede vardır? Neden bu politikaları halklaştırma noktasında böylesine ciddi bir ortada katliam durumu varken ortada bu düzeyde ezilen ötekileştirilen bir ortaklaşma ortak kimlik durumu varken açığa çıkarılmıyor diye kendi içimizde bir süreç yürütüyoruz. Örneğin bu yakın dönemde kendi içimizde bir Alevi çalıştayı yapmayı düşünüyoruz. Yani bu Alevi çalıştayında sadece BDP’li Aleviler ya da Kızılbaşların olduğu değil BDP’ ye mesafeli duran, Barış ve Demokrasi Partisinin politikalarına karşı kendini farklı konumlandırmış çevrelerin de gelerek hangi noktada yetersizlikler yaşıyoruzun tespiti üzerinden kendi politikalarımızı gözden geçirecek bir süreci önümüze almışız. Dolayısıyla hani kitlemiz neden CHP ye oy veriyordan çok biz kitlemizi neden kazanamıyoruz üzerinde ben söz söyleyebiliriz diye düşünüyorum. Hani bu bazen işte kendi celladına aşık olmak ‘’Stockholm Sendromu’’ farklı birtakım şeylerle değerlendiren anlayışlardan kendi adıma böyle bir hakkımın olmadığını ve ya siyasal geleneğin öyle bir hakkı olmadığını düşünüyorum. Halkımızın ortaya koymuş olduğu iradeyle ilgili kendi yetersizliğimiz üzerinden bir süreci işletirsek sanırım bizi doğruya götüren yol haritası o olur kanatindeyim. Kızılbaş; Örneğin bir bütün olarak bugün Kürdistan haritası olarak basında, medyada, internette gördüğümüz zaman bir bakıyoruz kocaman bir Kürdistan; bir ucu Antakya’da bir ucu Trabzon’a kadar çıkıyor. Kürdistan haritasında işgal edilmiş mülk var Kürtler’e ait olmayan Ermeni mülkü var.. Ermeni soykırımı var sizin de bu konuda beyanatlarınız var onları biliyoruz. Biz de Kızılbaş Dergisinde yayınladık. Ermeni soykırımından dolayı gerek Kızılbaş Kürt olsun gerek Kızılbaş Zaza olsun gerek Müslüman Kürt Zaza hiç fark etmez bulunduğumuz coğrafyadaki bugün Ermeni mülkü üzerinde bizatiyle oturan yaşayan işgalciler olarak bu durumu düzeltme yönünden ne yapabiliriz? Bu ittihatçı mantığın ittihatçı ittifakın dışına nasıl çıkabiliriz? Partinizin bu yönde birey demiyorum partinizin bu syönde kongre kararı ya da geleceğe yönelik politikaları görüş ve düşünceleri var mı ? Varsa nedir? A. Tan; Ben doğrusu partinin programında böyle ayrıntılı bu konularla ilgili bir şey görmedim. Ayrıntılı olarak… ki zaten bu mevzu halk arasında bir tabir vardır; ‘’ Büyük dava ağır dava haline gelmiştir. Yüzyıl önce bir felaket yaşanmıştır. Coğrafya altüst olmuştur. Bu Rumlar açısından bu Ermeniler açısından Süryaniler açısından.. Şuan Türkiye Cumhuriyeti hudutları dışında kalan Müslümanlar açısından yani Kaf kasya’daki Müslümanlar açısından Ortadoğuda balkanlarda yani Yunanistan’da bugün ki Bulgaristan’da eski Yugoslavya’da milyonlarca insan öldürülmüş yerinden yurdundan edilmiş ve bunların canları gittiği gibi kızılbaş - sayfa 32 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 malları da başkaları tarafından el konularak zaptedilmiş. Böyle bir vaka var ortada.. şimdi bu nasıl çözülür? Tabii bu Yunanistan’daki Bulgaristan’daki Suriye’deki bazı işte mübadele dedikleri yani değiş tokuş değiştirme mülk anlaşmaları Lozan’daki bazı maddeler kısmen bunları çözmeye çalışmış. Fakat hiç bir yerde tam olarak bu iş çözülmemiş mesela şuan benim kendi ailemde bile cumhuriyetten sonra Suriye vatandaşı olmuş ama Türkiye’de toprakları kalmış. Elinde de tapulu araziler olan insanlar var ve bu insanların arazilerini zaptedenler de yine Müslüman Kürt yani bu sadece Ermeni, Süryani, Türk, Kürt arasında olan bir şey değil. 1960 lardan itibaren uzunca bir müddet bunlar mahkemelere de intikal etti. Yani uluslararası hukuk çerçevesinde bir şey çözülemedi. Şimdi bu noktada detaylı bir şey söylemek de o kadar kolay değil. Yani herkes gelsin eski dedesinin dedesinin malı nerdeyse alsın bu kestirme bir çözüm. Fakat üzerinden o kadar zaman geçmiş o kadar çok el değiştirmiş bu mallar. Alınmış satılmış işlenmiş vs vs.. bugün artık uluslar arası hukukun ve devletin tazminat ödemesi gereken ve ya gerekmesi gereken hallerin içine girmiş. Öyle çok rahat yani köyde diyelim ki sizin eliniz de bir tarla var bu tarla yüzyıl evvel ermeni bir ailenindi. Sizin dedenizin dedesi de bunu kimseye satmadı etmedi sizden kaldı. Bugün adamlar gelsin tarlasını alsın. Böyle olsa kolay… yani herkes gelsin. işte ispat eden bilen resmi hukuki kayıtlar tapular evraklar vs üzerinden dedesinin malının üzerine otursun tekrar fakat olay bu noktada değil maalesef değil.. Ve nitekim çok cüzi böyle normal bazı yerlerde mesela ben Midyat’lıyım, Midyat’ın bazı Süryani köylerinde bu hakka o kadar riayet eden bazı aileler ama çok az yerde çok fazla değil bu toprakları iade ettiler. Ama dediğim gibi bunlar devede bile kulak değildir. Çok çok azdır. Binde bir belki onbinde bir mesafesinde olmuştur. Ancak tabiki bir gasp sözkonusu bir haksız kazanç sözkonusu… size somut bir örnek vereyim. Hani böyle genel şeylerde değil.. Diyarbakır şehrinin surun etrafında olan kısımlarını bir aile Yasin Zade Şevki Efendi.. Yasin Zade Şevki Efendi, Şevki Ekinci ittihatçıların has adamlarındandı. Bu katliamlar yapıldığı zaman milis kumandanıydı. Ve Diyarbakır surunun etrafındaki bütün arazileri kendi adına tapuladı. Yani şuanda Kayapınar diye Diyarbakır’ın bir ilçesi var tek bir aile tek bir şahsın sahibi.. ve şuan Dicle Üniversitesinin olduğu yer 26 bin dönüm arazi ve yine tek bir şahsın tapusundadır. Hani böyle rakamlardan bahsediyorum. Böyle üç dönüm beş dönüm yüz dönümden değil.. E tabii ki şuan o şahıslar öldü torunlarının torunlarına kadar mallar intikal etti. Bunlar bunu Diyarbakır’da onbinlerce kişiye sattı. Onbinlerce kişiye yani bir iki kişiye değil.. Koskoca bir Diyarbakır şehrinin şuan üzerine kurulduğu arazinin yüzde 65-70inden bahsediyorum. Şimdi bu problemi nasıl çözeceğiz? Yani böyle zannedildiği kadar çok kolay bir mesele değil.. Bir diğer faktör o öldürülen insanların büyük bir kısmının bütün çoluk çocukları da öldürüldü. Yani birçoğunda varis yok ortada.. Bir ayrı sorunda bu varis yok ortada.. Bunu çok somut böyle netice alıcı bir çözümü gözükmüyor. Yani tabiri caizse bu işin helalleşmesi ahirete kalmıştır. Ne yapılabilir? Özür dilenir.. İtiraf edilir… Önce itiraf edilir sonra özür dilenir. Sonra da sembolik bile olsa bir tazminat verilir. Kim varsa hayatta kalan.. Ama bunun gerçek bir adalet içerisinde biraz evvel rakamlarla anlattım size.. Çözümü mümkün değildir. Kızılbaş; Mesela Ararat iade edilemez mi? A. Tan; Şimdi bunlar kulağa hoş gelen laflardır. Ben bir hafta evvel Ermenistan’daydım. Ve Erivan’ın tepelerinden Ararat dağını Ağrı dağını dakikalarca seyrettim. Hatta birkaç gün her seferinde seyrettim. Yani Erzurum’u ona verelim ağrıyı buna verelim. Ondan bunu alalım. Kimin malını kime vereceksiniz. Yani mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi.. İlk sahibi kim? Şimdi Ermenistan dediğimiz coğrafyanın en az yüzde 80inde 90ında Kürtler ve Ermeniler beraber yaşıyor. Kürdistan de- diğimiz yine tırnak içinde coğrafyada da durum aynı idi. Yine bu coğrafyada Süryani Kürt Arap Türkmen neyse birlikte yaşıyoruz. Yani burası benim orası senin son birkaç bin senedir böyle bir coğrafya yok. Varsa böyle ben bu konuyu iyi bilenlerdenim. Bakın her konuyu iyi bilmem mümkün değil ama bu konuyu iyi bilenlerdenim. Yani tarih kayıt tapu savaş ne oldu? En azından son iki üç bin seneyi iyi biliyorum ben.. Öyle bir şey mümkün değil. Yani, böyle bir şeyi konuşmaya başladığınız vakit kimindir mesela? Şuan Van şehri kimindir? İşte Ermeni krallığının başkenti ama Urartuların da başkentidir. Urartulular Ermeni midir değil midir? İşte Kürtler gelmiş Türkler gelmiş diyelim ki bin beş yüz sene bir yerde yaşamışız. Burası senin midir değil midir? Şuan İstanbul daha yakın bir örnek verelim. Çok daha basit. Yani bu tarih tartışmalarından çıkan daha somut İstanbul kimindir? Açın bütün ansiklopedileri İstanbul Bizanslılar’dan alındı. Rumlarındır. İşte Greklerindir. Neyse yani tapu kaydına gidersen 1453.. 500 sene.. yani onbin sene evvel değil.. Bugün İstanbul’da 1500 Rum yaşıyor. 13 milyon 623 bin Rum olmayan yaşıyor. Resmi nüfus kayıtları bunlar.. Son 31.12. 2011 e kadar. Bu 13 milyon 623 bin Rum olmayanı çıkarın burayı Bizanslılar’a mı iade edeceksiniz. Böyle bir şey mümkün mü? Fiilen mümkün mü? Ve ya tersinden yani işte Kudüs kimindir Şam kimindir. Orda kim yaşıyordu 3 bin sene evvel kimdeydi 5 bin sene evvel kimdeydi. Buralardan bir yere varamayız. Yani varacağımız nokta bugün kim nerde yaşıyorsa.. Hatta yeryüzü hepimizindir ondan daha geniş bir şey ben tabi kişisel fikrimi söyleyeyim yani.. Vatanın ruy-i zemin milletim nev-i beşeriyettir diyorum. Benim vatanım toprağım bütün yeryüzü milliyetimde insanlıktır. Tevfik Fikret bunu yüz kusur sene evvel söyledi yazdı. Şimdi bugün gelinen nokta da artık orası kimin burası kimin Kudüs Yahudilerin mi işte Arapların mı Şam’da Süryani patriği mi vardır. Bin sene evvel iki bin sene evvel efendim şurada ne var burdan bir yere varmak mümkün değildir. Tüm bu şehirleri bütün bu va- kızılbaş - sayfa 33 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tanları bütün yeryüzünü herkesin eşit özgür adil kardeşçe yaşayabileceği bir yere getirebilmek önemlidir. Türkiye içinde bu geçerlidir. Ve Ermeni meselesinin çözümünde de Kızılbaş Alevi meselesinde de cumhuriyetin baskı ve katliamları meselesinde de geriye giderek bunları bir yere götüremeyiz. E ne yapacağız? Bundan sonrasını bugünü kurtarmaktır. Geçmişteki bütün yanlışlıkları da kınamaktır. Lanetlemektir.Tırnak içinde özür varsa özürdür. Ben yapmamışsam da benim devamı olduğumu düşündüğüm bir aile bir etnik yapı veya inanç gurubunun topyekün bir hatası varsa onun özürü de bana ait olsun. Kabul ediyorum. Ama onun ötesinde yapacağımızda bir şey yoktur yani.. Fiili doğru düzgün düşünmek lazım. Biz Ararat’ı Ermenilere verelim pekiii peki ne alacaksınız nereye alacaksınız. Ararat’taki Kürt aşiretlere ne diyecek size? Doğu Beyazıt’ta Ararat’ın bir tarafı Iğdır’dır, bir tarafı Doğu Beyazıt’tır. Iğdır’ın yarısı Azeri’dir yarısı Kürt’tür. Doğu Beyazıt’ın yüzde 90 ı Kürttür. Bunları nereye süreceksiniz. Onun için bu laflar kulağa hoş gelir doğru gelir radikal gelir tatmin edici gelir ama gerçek hayatta hiçbir karşılığı yok böyle düşünüyorum. Kızılbaş; O zaman eskiden yapılanın tekrarı gibi olur diyebilir miyiz? A. Tan; Yok yani bu mümkün değil. En güzel örnek İstanbul’dur. 13 623 bin Rum olmayan vatandaş yaşıyor ne yapacaksınız İstanbul’da? Efendim işte adamlarındı biz aldık ee tamam bunu geri verin çıkarın 13 milyon kişiyi.. Şam’da da durum böyle.. Efemdim Amerika’da durum böyle.. Bilmem işte Kahire’de durum böyle… Bütün bir Kuzey Afrika’da Arap yoktu.. Yani İslamiyet çıkana kadar Kuzey Afrika şuan halkın çok az bildiği bir şeydir bu.. Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Nijer, Çad, Mısır ve Sudan’da Arap yoktu… Ama Müslümanlık çıktıktan sonra Arap orduları Müslüman ordular Afrika’ya gidiyor, önce Mısır’a gidiyorlar ondan sonra zaman içerisinde büyük bir Araplaşma başlıyor DNA testi olarak etnik kafatası ölçümü olarak Arap mıdır değil midir? Şuan o bölgenin yüzde 90 ı Arapça konuşuyor. Bu bahsettiğim 9-10 devletten bahsediyorum. Ne yapacaksınız bu Arapların hepsini çekip Arabistan’a sokup buraları tekrar 2 bin sene evvel ki veya bin beş yüz sene evvelki Kıbtiler’e Berberiler’e mi vereceksiniz? Ama Kıbtiler var Berberiler var bugün ne olmuşsa olmuş artık onu geriye döndermek mümkün değil yani.. Bugün onların hakkını hukukunu inancını kimliğini tespit edip bir gelecek kuracaksınız. Yoksa bütün bir Kuzey Afrika’yı boşaltmanız mümkün değil yani Ararat meselesine gelirsek tekrar o da mümkün değil. Benim elimde yetki olsa ben şuan kendimce radikal bir şey söyleyeyim bütün Suriye, Irak, Ürdün, Filistin’deki kadim birlikte yaşadığımız kardeşlerimiz Arap olsun Türkmen olsun Kürt olsun ve Ermeniler olsun.. Ermenistan’daki Ermeniler dahil tamamına vatandaşlık verirdim. Türkiye cumhuriyeti vatandaşlığı verirdim. Kızılbaş; BDP dışında Kürt çevresi dışında da Kürt meselesine çözüm önerileri var. İ.Baluken; Bizim çözüm modelimiz belli. Demokratik özerklik modelini istiyoruz. Devlet sistemi değil.. Yerle bir olmuş coğrafyada ortaklaşmayı esas olan modeli savunuyoruz. Kendi coğrafyamız dışında da ortak kader birliğini savunan model sunuyoruz. Bireyin direkt söz sahibi olacağı çözümü öneriyoruz. Barış ve demokrasi partisinin ayrı bir devlet isteği yok. Kızılbaş; Değerli zamanınız ayırıp Kızılbaş dergisi ile görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkür ederiz. kültür ürünlerinizin tanıtımı için k i z i lb a s yay i n e v i@ k i z i lb a s.bi z kızılbaş - sayfa 34 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kürt Ulusal Hareketi ve Geçmişle Yüzleşmenin Dayanılmaz Ağırlığı G A R B I S A LT I N O Ğ LU “Bütün ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinleri üzerine bir karabasan gibi çöker.” ........................... Karl Marks “Kürtler’de ağırlıklı yaşanan, kendi egemenleri ve sömürücülerinin sahip oldukları bir devletten ziyade, başka etnik kökenden hanedanlar veya sınıfların hakim oldukları devletlere ortak olmaktan, en kötü uşaklığa kadar giden bir siyasî tarihin resmîyet kazanmasıdır.” .................................... Abdullah Öcalan Giriş Ben bu yazıda PKK’nın, Kürt halkının ya da toplumunun tarihinde önemli bir yer tutan kirli bir geleneğe sahip çıkma ve özü, Kürt halkının/ toplumun feodal önderlerinin Osmanlı-Türk gericiliğiyle işbirliği yapma olan bu geleneğini sürdürme eğilimi üzerinde duracağım. Aslında bu konuya değişik yazılarımda yer yer ve belirli ölçülerde değinmiş bulunuyorum. Ancak, Türkiye ve Ortadoğu jeografisinin devrimci dönüşümünde önemli bir rol oynamaya aday olan ve bağrında önemli bir devrimci potansiyel taşıdığını kanıtlamış bulunan bir halka önderlik eden PKK ve onun yöneticileri, sözünü ettiğim tarihsel kamburdan kurtulmak için herhangi bir adım atmamış, dahası bu kamburu özenle muhafaza etmişlerdir. Bu husus, sözkonusu eğilimin daha kapsamlı bir tarzda ele alınmasını gerektiriyor. Bu sorunun bir yanı, geçmişte işlenmiş olan ve büyük ölçüde kollektif bir nitelik taşıyan bazı suçlarla yüzleşme gereği ise, bir yanı da başını PKK’nın çektiği Kürt ulusal hareketinin etkisini BUGÜN de hissettiren bu kirli geleneğin etkisinden kurtulmasının yakıcı gereğidir. Böylesi bir kopuşun sağlanamamasının Kürt halkının ve ulusal hareketinin büyük bedeller ve özveriler sonucu elde ettiği mevzileri yitirmesine yol açması işten bile değildir. Bunun dünyada pek çok örneğinin yaşanmış olduğu biliniyor. Böylesi bir eleştirel saptama Kürt ulusal hareketine önyargısız ve objektif bir tarzda bakmayanları ya da bakamayanları şaşırtacaktır belki. Fakat sözünü ettiğim kirli geleneğin, başını PKK’nın çektiği Kürt ulusal hareketinin yöneticilerinin düşünce, öneri ve taktiklerinde yaşamaya devam eden bir eğilim olduğunu anlamak için çok büyük bir zihinsel çaba harcamak gerekmiyor. Nasıl bir canlının bedensel ve zihinsel sağlığını olumsuz yönde etkileyen faktörlerin üstesinden gelinememesi onun sağlıklı bir yaşam sürmesine engel olacak, hatta o organizmanın zamanla çürümesine ve belki onun erken ölümüne yol açacaksa, ilerici bir siyasal hareketin geri ve gerici toplumsal geleneklerle hesaplaşamaması da o hareketin doğru bir siyasal çizgi izlemesine engel olacak, onun siyasal olarak iflasına ve belki de erken siyasal ölümüne yol açacaktır. Aşılamaması hâlinde bu kirli gelenek Kürt ulusal hareketinin geleceğini de karartabilecektir.”Başka halkları ezen bir halkın özgür olama”yacağı ilkesi burada da bütünüyle geçerlidir; Kürt feodal ağalarının ve Kürt halkının bir bölümünün uzun bir tarih dilimi boyunca, Osmanlı ve Türk gerici egemen sınıflarıyla başka ve özellikle gayrımüslim halkların ezilmesinde işbirliği yapmış olması, bu halkın kollarındaki ve ayaklarındaki zincirleri daha da sağlamlaştırmıştır. Bu kirli gelenek onun bugüne değin kendi ulusal devletini kuramamasında da çok önemli bir rol oynamıştır. Buna, feodal parçalanmanın aşılamamasını, Kürt beylerinin, şeyhlerinin, aşiret reislerinin ve savaş ağalarının bir çok kez, bölge devletlerinin ve sömürgeci ve emperyalist devletlerin “böl ve egemen ol” metodu doğrultusunda Kürt halkının öteki bölümlerine karşı savaşmış olmasını ekleyebiliriz. Aşağıda daha ayrıntılı bir biçimde göstereceğim gibi, bu gelenek etkisini PKK’nın tez ve taktiklerinde de hissettirmektedir. Yöneticilerinin -Türk burjuva devletiyle ve ABD ve Batı Avrupa emperyalistleriyle- pek çok uzlaşma ve flört girişimine rağmen PKK’nın Türk gericiliğiyle açık bir işbirliğine girişmemiş olduğu doğrudur. AMA, sözünü ettiğim uzlaşma ve flört girişimleri bugüne kadar başarıya ulaşmadıysa bunu, PKK’nın “devrimci sağduyusuna” ve ilkesel tutarlılığına değil, Ankara’nın siyasal kabızlığı, dargörüşlülüğü ve “Kürt sorunu”nu bazı önemsiz ödünler vererek “çözme” esneklik, irade ve cesaretinden bile yoksun olmasına borçluyuz. Dünya işçi sınıfı ve halklarının tarihsel deneyimi; az-çok tutarlı demokratik ve ulusal kurtuluşçu bir çizgi izlemeyen -ve hatta izleyen- ulusal hareketlerin zafere ulaşmalarının ardından kendi ülkelerinde- ki ya da bölgelerindeki diğer ezilen ulus ve milliyetlerle gerçek bir dayanışma içinde olmak bir yana onların davalarına karşı duyarsız kalabileceğini, hatta onlara karşı ezen ulusun egemen sınıfıyla ya da emperyalist burjuvaziyle birlikte hareket edebileceğini yeniden ve yeniden göstermiştir ve gösterecektir de. Bu, adıgeçen hareketlerin işçi sınıfının devrimci önderliğinden yoksun olmaları ve buna bağlı olarak demokratik devrim aşamasında çakılıp kalmamaları ve kesintisiz bir biçimde sosyalist devrime geçememeleri hâlinde, onyılları kapsayan büyük özveriler sonucu elde edilen kazanımların yeniden yitirileceğini öngören Marksist-Leninist öğretiyi doğrular. Eleştirinin keskin oklarını egemen sınıflara yöneltmek, devrimci hareketler için hemen hemen her zaman görece kolay bir uğraş olagelmiştir. Ama ezilen sınıfların, ezilen ulusların ve diğer ezilen katmanların haklarını savunan ve eski toplumsal ve siyasal ilişkileri köklü bir biçimde değiştirmek için savaşan ya da savaştığını savunan örgüt ve hareketler için, eleştiri oklarını kendisine yöneltmek kural olarak daha zor ve daha sancılıdır. Bu saptamanın PKK için fazlasıyla geçerli olduğu söylenebilir. Gerçi Abdullah Öcalan, “Bir parti, kendi adına yapılan bu tutum ve uygulamaların hesabını sormazsa lekelenir, kendi özüne ters düşmüş olur” (PKK IV. Ulusal Kongresi’ne Sunulan Politik Rapor, Köln, Weşanen Serxwebun, 1992, s. 156) demişti. Ancak pratik PKK’nın, içtenlikli ve devrimci eleştiriye hiç de dostça yaklaşmadığını göstermiştir. Oysa, üzerinde yükseldiği tarihsel ve toplumsal zemin, özellikle de Kürt halkının ve PKK’nın kendi tarihi, sahici bir özeleştiri anlayışı ve pratiğinin yaşamsal bir önem taşıdığını gösterir. Aslında, her gerçek devrimci hareket için özeleştiri, sadece sıradan bir gereklilik değildir; onun kusurlarından ve hatalarından arınması için mutlak bir gerekliliktir. Marks’ın, 19. yüzyılın proleter devrimleri için söylediği şu sözler pekala ulusal ve demokratik kurtuluş hareketleri için de bir rehber ilke olabilir: “Buna karşılık, proletarya devrimleri, 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler,... kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler...” (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Ankara, Sol Yayınları, 1990, s. 18) Başını PKK’nın çektiği Kürt ulusal hareketi değişik açılardan eleştirilecektir ve eleştirilmelidir de. Bunu gerekli kılan en önemli faktörlerden biri de şudur: PKK ve Kürt ulusal hareketi ile dayanışma içinde olan devrimci ve ilerici çevre, grup ve kişilerin bu görevi yerine getirememekte, devrimci dayanışma ile kuyrukçuluğu birbirine karıştırmakta, Kürt ulusal hareketi- kızılbaş - sayfa 35 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ne yaslanarak politika yapmaya çalışmakta ve PKK yöneticilerinin ve özellikle de Abdullah Öcalan’ın her sözünde ve eyleminde bir erdem keşfetme hastalığına tutulmuş gözükmektedirler. Öyle ki onlar Öcalan’ın; Türk ordusunun -28 Şubat döneminde olduğu gibi- askerî darbe yapma eğilim ve girişimini onamasını, Türk devletinin yıkılmasından yana olmadığını altını çizerek belirtmesini ve “Türkiye’nin iç barışından aldığı güçle bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı”nı ileri sürmesini vb. sessizlik ve pişkinlikle ve hiçbir eleştiri yapmaksızın dinleyebilmektedirler. (1) Türkiye devrimci hareketinin ya da onun kalıntılarının Kürt ulusal hareketiyle dayanışma içinde olan bölümünün bu sakat tutumu, Türkiye solunun 1960’lı, 1970’li ve bir ölçüde 1980’li yıllarda sergilediği Türk milliyetçiliğiyle sakatlanmış tutumun diyalektiksel değil, mekaniksel karşıtıdır. Bunun kökeninde, güce tapma eğilimi ve özgüven yoksunluğu yatmaktadır. Özü, daha önceki devrimci programları ve siyasal çizgilerini ve biçimsel olarak savundukları Marksizm-Leninizmin ilkelerini reddetme ve ayaklar altına alma anlayış ve pratiğinin, yani tasfiyeciliğin yattığı bu tutum, PKK’nın olası bir çöküşü ya da -PKK yöneticilerinin yıllardır önermekte oldukları gibi- düzenle ve devletle stratejik bir bağlaşma kurmaları hâlinde rahatlıkla tam tersine ve tasfiyeciliğin bir başka biçimine, yani sosyal-şoven bir çizgiye evrilebilecektir. Demek oluyor ki, bu yazıda dile getirilecek olan eleştiri PKK’nın yanısıra, bir ölçüde onun milliyetçi ve pragmatist çizgisini ve Türk gericiliğiyle uzlaşma eğilimini görmezden gelen çevre, grup ve kişilerin de eleştirisi olarak ele alınmalıdır. Süryanilere Yönelik Saldırılar Bu yazıyı yazmaya koyulmam birbiriyle sıkısıkıya ilişkili iki yakın nedenden kaynaklanıyor. Bunlardan birincisi, son aylarda ve yıllarda Süryanilere yönelik ve içinde Türk burjuva devletinin ve onun üstü örtülü desteğiyle Kürt gericilerinin de yer aldığı saldırıların artmakta olması. (Bunda yurtdışına çıkmak zorunda kalmış olan Süryaniler’in küçük bir bölümünün Türkiye’ye dönmeye başlamalarının yanısıra, bu fazlasıyla sessiz ve içine kapalı topluluğun son yıllarda ulusal ve demokratik haklarını daha fazla aramaya ve seslerini daha fazla yükseltmeye başlamaları önemli bir rol oynamaktadır.) İkincisi ise, Ahmet Türk’ün ve ardından Murat Karayılan’ın yaptığı ve gerici bir Türk-Kürt bağlaşması kurulmasını öneren açıklamalar. Birincisinden başlayalım. Türkiye’de yaşamaya devam eden bir avuç Süryani’yi hedef alan baskıların en göze çarpanı, Midyat’taki Mor Gabriel manastırı çevresinde yaşanan ve gerici Türk yargısının altına imzasını attığı son hukuk skandalı. Ama; Kürt ulusal hareketini ve Türkiyeli devrimci ve demokratik çevreleri yeni bir sınavdan geçiren bu saldırılar asla Hazine’nin Mor Gabriel’e ait topraklara el koyma girişimiyle sınırlı değil. Türk gerici burjuva basınında çok sınırlı bir biçimde ve sıradan bir haber olarak işlenen ve bazı duyarlı kalemler dışında ilerici ve demokrat çevrelerin âdeta görmezden geldiği bu gelişmelerden birkaçını şöyle sıralayabiliriz: *2008’de AKP Mardin milletvekili ve Midyat’ın en büyük korucu ailesinden Süleyman Çelebi’nin aşiretine bağlı Yayvantepe, Eğlence ve Çandarlı adlı Kürt köylerinin muhtarları 1600 yıllık Mor Gabriel manastırının, “köylülere ait” 276 dönüm toprağı işgal ettiği savıyla Hazine’ye başvurdu. *Almanya’daki Süryani-Asurî örgütleri Mor Gabriel (=Deyrulumur) manastırı hakkında açılan davayı protesto etmek için 25 Ocak 2009’da Berlin’de, 15.000 kişinin katıldığı büyük bir miting yaptılar. *Hazine, 29 Ocak 2009’da Midyat Kadastro Mahkemesi’nde Mor Gabriel Vakfı aleyhine dava açtı. *Midyat Kadastro Mahkemesi yerinde keşif yaptıktan 24 Haziran 2009’da Hazine’nin açtığı davayı reddetti. *Temmuz 2010’da Yargıtay, Midyat Kadastro Mahkemesi’nin Mor Gabriel manastırını haklı bulan kararını bozdu. *Eylül 2010’da Midyat’ın diyasporadan dönenlerin yaşadığı Anhel köyündeki Mor Kuryakos ve Mor Eşayo kiliselerinde beş hırsızlık olayı gerçekleşti. *10 Ekim 2010’da Midyat’a bağlı Dergube köyünde Süryani gençler, “Hristiyanların katli vaciptir” diyen kişiler tarafından dövüldü. *Midyat’a bağlı Elbeğendi Köyü’nde yaşayan Süryani papaz yardımcısı 45 yaşındaki İsrail Demir 2 Mayıs 2012’de, bahçesine giren hayvanlar yüzünden tartıştığı bir çoban tarafından pompalı tüfekle vuruldu ve ağır biçimde yaralandı. *Eylül 2011’de, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun 2009 yılında ders kitabı olarak okutulmasına izin verdiği ortaöğretim 10. Sınıf Tarih kitabında Süryani-Asurîler’in “hain” olarak nitelendiği ortaya çıktı. *Mardin’deki 14 Süryani-Asurî Derneği, 1 Ekim 2011’de yaptıkları açıklamada, Tarih kitabının “Süryanilerin batılı ülkelerle işbirliği yapan hainler” olarak göstermesini protesto ettiler. *Almanya’daki çeşitli dinsel kuruluşlar 11 Şubat 2012’de yaptıkları ortak bir açıklamayla Mor Gabriel manastırının korunmasını istediler. *12 Şubat 2012’de Mardin’in İdil ilçesinde bulunan Süryani Kültür Kardeşlik Sevgi ve Hoşgörü Derneği’ne gece saatlerinde kimliği belirsiz kişilerce saldırı düzenlendi. *Süryaniler 28 Şubat 2012’de Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’e başvurarak kentte bir Süryanı soykırımı anıtı dikilmesini talep ettiler. *2 Mayıs 2012’de Mardin’in Midyat ilçesine bağlı Mercimekli (Habsunnes) Köyü’nde bulunan ve Süryanilerin kullandığı 2000 yıllık Mor Loozor manastırının inziva kulesi kimliği belirsiz kişilerce tahrip edildi. *Saadet Partisi Genel İdare Kurulu üyesi Doğan Bekin, Süryaniler’in Büyük Asur Devletini yeniden canlandırmak istediğini ileri sürdü: “Osmanlı döneminde toprakları 28 milyon metrekareye ulaşan ancak şu anda 875 bin metrekareye düşen ülke toprağının bu son çıkarılan yasayla birlikte bu sefer kuvvetle değil, parayla satın alma yoluna gidildiğini belirten Doğan Bekin, ‘Büyük İsrail devletinin kurulması için yapılan çalışmaları herkes bilmektedir. Ancak bunu tamamlayacak bir başka önemli faktör de Güneydoğu’da Büyük Asur Devleti ile ilgili toprak satın alma ve toprakların el değiştirme süreci başlayacaktır’ şeklinde konuştu.” (“Toprak Satışıyla Ortaya Çıkan Yeni Tehlike: Midyat’a Vatikan kolonisi!”, Milli Gazete, 23 Mayıs 2012) *15 Haziran 2012’de Alman Parlamentosu, Türkiye’ye Süryanilerin haklarının güvence altına alınması ve dünyanın en eski manastırlarından Mor Gabriel’in korunması çağrısında bulundu. *16 Haziran 2012’de Mor Gabriel’in kadim topraklarından bir kısmı Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararıyla ve kesin olarak Hazine’ye devredildi. *4 Temmuz 2012’de İsveç’te Süryani, Alevî, Ermeni, Kürt örgütleri ortak bir açıklama yaparak Türk devletinin Mor Gabriel manastırına ait topraklara elkoymasını kınadı. *21 Temmuz 2012’de Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Mor Gabriel Manastırı’nı ‘Hazine arazisinde işgalci sayan’ kararının gerekçesini açıkladı. Bu olgulara şu tanıklığı da eklemeden edemeyeceğim: “Sitere Ana, eli kolu ile Midyat ı anlatıyor. Biz, Süryanilerin buralarda güvenli yaşayıp yaşamadığını sordukça, o çevreyi anlatıyor. Israrlı sorularımız karşısında dayanamayarak, Buralarda aşiret var, onlarsa Süryanileri bir de yoksulları eziyor diyor. Eli ile tarlaları işaret ederek Hepsi onların, bizler onların xulamlarıyız diyor. Süryanilerde ağalığın hiç olmadığını söyleyen Sitere Ana, şimdiki aşiret reisi ağaların aynı zamanda korucu olduğunu anlatıyor. Felemeze Cuma, Felemeze Aslan, Süleyman Çelebi, Abdullah Taş isimli ağaların isimlerini bir solukta sıralıyor. “Ağalardan bahsederken ferman zamanından korktuğunu anlatıyor. Fermanın ise gayrımüslimlerin geçmişte yaşadığı mezalime denk geldiğini daha sonra anlıyoruz... “(Midyat Süryani Kültür Derneği kurucularından- G. A.) Jacop Gabriel, 1915 olaylarını herkes Ermeniler üzerinde tartışsa da bu felâketin dikkat çekmeyen en büyük mağdurlarından birinin de Süryaniler olduğunu hatırlatıyor. Pek çok Süryani’nin kılıçtan geçirilmesi yüzünden Seyfo olarak anılan sürecin etkilerinin günümüzde de derin olduğundan söz ediyor. Bu nedenle de Süryaniler’in kendi toplumundan olmayanlara karşı mesafeli ve kaygılı olduğunun altını çiziyor... “Jacob Gabriel, Seyfo’yu anlatıyor bize: ‘Seyfo döneminde Süryani nüfusumuzun büyük bir bölümü gitmek zorunda kaldı. Bunun travmasını hâlen yaşıyoruz. 90 yıl geçmesine rağmen yaşananlar unutulmadı. 500 bin insanımız katledildi. Kalanlar dağıldı. Suriye, Irak, Lübnan a gidenler dahi kızılbaş - sayfa 36 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 oldu. Hayatta kalanlar köylerde bir süre yaşadılar. Sonra yine gidişler oldu. Ancak geri dönüşler de oldu. 1970’e kadar nüfusumuz epey toplandı. Ancak daha sonra göçler yine başladı...’ “Gabriel net sayısını bilmese de, çok sayıda köylerinin boşaltıldığını ısrarla anlatıyor... “Örneğin Turize Bagok Dağı nda biri hariç 8 Süryani köyü boşaltılmış. 60 bin dolaylarında olan nüfuslarının Midyat’ta şimdi 450, köylerle birlikte ise 2500 dolaylarında olduğunu söylüyor. Ayrıca Süryaniler’in kutsal ana yurdu olarak gördüğü Mardin, İdil, Dargeçit ve Nusaybin arasından oluşan Turabidin bölgesinde yaşananları da anlatıyor... “Süryaniler’in feodal düzene bağlı yaşamak zorunda bırakıldığından da yakınıyor. Özellikle köylerin aynı zamanda korucu olan aşiret ağalarına bağlanması ile Süryaniler’in zorlandığını, daha önce terketmek zorunda kaldıkları topraklarına bu insanların hakim olması yüzünden, topraklarına yeniden sahip olmanın güçleştiğine işaret ediyor. “Gabriel, ‘Süryaniler kendilerine ait toprakları ekerdi. Büyük bir kısmı tapuluydu. Zamanla boşalan köyler ve katledilen köylülerin toprağına korucular el koymuştu. Gidenler topraklarını alabilmek için üç katı para ödemek zorunda kalıyor. Kürtler aslında kendi toplumları içinde Süryaniler’i kucaklayalım çağrısı yapmalıdır. Sorunsuz toprakların geri verilmesi gerekiyor’ diyor son olarak... “ (Yüksel Genç, “Tarihten kalan kent: Midyat”, Günlük Gazete, 4 Kasım 2009) Bugünkü Türkiye’nin Turabdin denen ve Mardin ve çevre illeri kapsayan bölgesinde yaşanan Süryaniler’in 1915’te, kendilerinin Seyfo (=Kılıç) olarak adlandırdığı bir kıyım yaşadığı, bu kıyımda ve Süryani’lerin mallarının yağmalanmasında bölgede bulunan Kürt aşiretlerinin önemli bir sorumluluğu olduğu, Türk burjuva devletinin Süryani’leri hedef alan baskısının tüm 20. yüzyıl boyunca sürdüğü ve şimdi de çevredeki Kürt aşiretlerinin de katılımıyla -daha kısıtlı bir biçimde de olsa- sürmekte olduğu biliniyor. Tabiî, bir zamanlar yüzbinlerce insanın yaşadığı bu bölgede şimdi yaşamakta olan Süryani’lerin sayısının birkaç bini geçmediği, herhangi bir kollektif hakka sahip olmayan bu halkın sesini duyurmanın ve haklarını savunmanın tüm demokrat ve ilerici güçlerin temel görevlerinden biri olduğu da. Ne var ki, bu görevin yerine getirilmekte olduğu söylenemez. Peki, Kürt ulusal hareketi ve onun yöneticileri bu konuya nasıl yaklaşıyor, bu konuda nasıl bir tavır sergiliyorlar? 27 Mayıs 2012’de ANF’nda yayınlanan bir haberde şöyle deniyordu: “Belçika’nın başkenti Brüksel’de toplanan KNK 12. Genel Kurulu 2. gün oturumları başladı. Yemin töreniyle başlayan ikinci gün oturumları siyasal gündem ile ulusal kongre-konferans hakkındaki tartışmalarla devam ediyor. KNK’nin kurucu üyelerinden George Aryo, Güney ve Kuzey Kürdistan’da Asurîlere yönelik saldırıların arttığını belirterek, Kürt örgütlerine saldırılara karşı sesiz kalmamaları çağrı- sında bulundu.” (“KNK Genel Kurulu’nda ‘Asurî’ eleştirisi”) Aryo’nun, “Güney ve Kuzey Kürdistan’da Asurîlere yönelik saldırıların arttığını belirt”mesi ve “Kürt örgütlerine saldırılara karşı sesiz kalmamaları çağrısında bulun”ması, çok da üstü örtülü olmayan bir eleştiri sayılmalı. Türkiye’deki Süryani halkının haklarını savunmanın, gene Süryani kökenli bir KNK kurucu üyesine (George Aryo) ya da Süryani kökenli BDP milletvekiline (Erol Dora) kaldığı dikkate alındığında bu eleştirinin hiç de yersiz olmadığı anlaşılabilir. Bellibaşlı Kürt örgütlerinin (KCK, DTK, BDP) Süryani halkına yapılan saldırılara karşı bir eylemi, bir girişimi, hatta bir açıklaması yok gibidir. İnternette yaptığım sınırlı bir taramada ben sadece iki kaleme rastlayabildim: Bunlardan birincisi; 20 Şubat 2011’de Diyarbakır’da toplanan DTK İnanç Komisyonu’nun Sonuç Bildirgesinde, o da diğer ezilen etnik gruplar, dinler ve mezheplerin arasında Süryanilerin adının da yer alması, ikincisi ise Halkların Demokratik Kongresi’nin 11 Temmuz 2012 tarihli açıklamasında Alevîlerin yanısıra Süryanilerin dinsel özgürlüklerinin savunulması ve Mor Gabriel manastırını hedef alan saldırının kınanması. Daha eski belgelere göz attığımızda şöyle bir durumla karşılaşıyoruz. 20 Mart 2005 tarihli Koma Ciwaken Kürdistan Sözleşmesi adlı belgede ne Süryaniler’den, ne de Alevîler’den, Ezidîler’den, Keldaniler’den, Ermeniler’den vb. söz edilmektedir. Öte yandan, Demokratik Toplum Partisi programında şu tümce yer alıyor: “Êzidi ve Süryani-Asurî-Nasturî gibi inanç gruplarının kendilerini ifade etmelerinin önündeki engeller kaldırılacak, her türlü ibadet ve eğitimlerine olanak sağlanacaktır.” Barış ve Demokrasi Partisi programında ise şöyle deniyor bu konuda: “Türkiye Cumhuriyeti çok kimlikli, çok dilli, ve çok kültürlüdür. Bu kültürel değerler partimizin övünç kaynağıdır. Türkler, Kürtler, Çerkezler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Keldaniler, Araplar, Lazlar bu toprakları kendi kültürel değerleriyle harmanlayıp bir kültür mozaiği oluşturmuşlardır.” Az-çok tutarlı ve kişilikli bir ulusal kurtuluş hareketinin Türkiye sınırları içinde yaşayan ve korkunç kıyımlara hedef olmuş olan Hristiyan halkların bugün yaşamakta oldukları haksızlıklara karşı ÇOK DAHA net ve eylemli bir tutum alması gerekirken Kürt ulusal hareketi çatısı altında yer alan örgütler ve onların yöneticileri bu konuda doğru dürüst bir açıklama bile yapmamışlardır. Demokratik Toplum Kongresi eşbaşkanı ve BDP (ve daha önce DTP) Mardin milletvekili Ahmet Türk’ün olsun BDP Mardin milletvekili Gülseren Yıldırım’ın olsun bu konuda seslerini yükseltmemeleri ise bir başka tuhaf ve kabul edilemez tutum. (2) Üstelik bu sessizlik, bugün Midyat ve çevresinde Kürt kökenli bir ağanın (AKP milletvekili Süleyman Çelebi) ve onun aşiretinden köylülerin Türk burjuva devletiyle elele Süryani halkına karşı bir dizi suç işlemekte olduğu koşullarda yaşanıyor. Oysa Kürt halkının ve ulusal hare- ketinin, gerek bu güncel ve gerekse de çok iyi bilinen tarihsel nedenlere bağlı olarak Süryani halkıyla sıkı bir dayanışma içinde olmaları gerekirdi. “Çok iyi bilinen tarihsel nedenler” derken bir kısım Kürt feodal beylerinin 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın ilk onyıllarında Ermeni, Nasturî, Ezidî halklarının yanısıra Süryani halkına karşı işlenmiş çok ağır suça ortaklık etmiş, bu halklara karşı Osmanlı ve Türk gericileriyle işbirliği hâlinde kıyımlar gerçekleştirmiş ve onların mal ve zenginliklerine el koymuş olmasını kastediyorum. Bu konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak için bazı araştırmacıların söyledikleri ve yazdıklarına göz atmamız gerekiyor. Ayşe Hür, bu konuyu işlediği bir yazısında 1914-15 yıllarında çıkarılan bir fermanın bazı Kürt aşiretlerinin Süryaniler’e saldırması için bir kıvılcım anlamına geldiğini şöyle anlatıyordu: “Fermanın (fermana Fıleh’a denen Hristiyan fermanının- G. A.) Süryaniler’e uygulanmasının en önemli nedeninin devletin merkezî bir kararı olmaktan çok bölgedeki Kürtler ve Arapların Ermenilere yönelik fermanı bir fırsat olarak değerlendirip Süryanilere yönelik katliamlara başladıkları, bunun en önemli nedeninin de bölgedeki Süryani nüfusunun elindeki malları ele geçirmek olduğu inancı oldukça yaygındır... “Ancak bölgedeki Müslümanların fermanı bir fırsat olarak gördükleri de bir başka gerçektir. Örneğin, Süryaniler bölgedeki Kürt aşiretleri tarafından aşiret kapsamı içine alınmakla birlikte, Ferman sırasında bu aşiretlerin çoğu kendilerine sahip çıkmamış; hatta aynı aşiret mensupları tarafından da baskıya maruz kalmıştır... “Bölgede Müslümanlar arasında yaygın kanı ve iddia, ferman sırasında Müslümanların çoğu Süryani’yi koruduğudur. Ancak gerek Süryanilerden gerek Müslümanlardan bunun tersi konusunda örnek olayları anlatanlar da vardır. Ferman sonrası Süryani mallarına yönelik yağmanın izlerine günlük dilde hâlâ rastlanmaktadır. Örneğin, birisinin fazla malı olup, eğer bunun fazla emek harcamadan elde edildiğine inanılması durumunda kullanılan, Kürtçe ‘bixwin, malê fıla ye’ (yiyin Hristiyan malıdır) sözü bunun en tipik örneğidir. Günümüzde bazı Kürtlerin dedelerinin yaptıklarını tasvip etmediklerini söylemelerine karşın yaşanan olayın büyüklüğü nedeniyle Kürtlere yönelik güvensizlik Süryaniler arasında hâlâ çok yaygındır.” (“Mezopotamya’nın Kadim Halkı: Süryaniler”, 16 Aralık 2008) İsmail Beşikçi, 23 Mart 2012 de, İstanbul’da gerçekleşen Süryaniler Sempozyumu’nda yaptığı konuşmada Kürt aşiretlerinin, “bazı Kürd bölgelerinde, Ermenilere ve Süryanilere karşı yoğun bir şekilde kullanıl”dığını belirttikten sonra İttihat ve Terakki çetesinin, kendisiyle suçortaklığı yapan Kürtleri manevî bir tutsaklık altına almasını şöyle anlatıyordu: “Ermenilerin yaşadığı soykırımdan sonra, şu veya bu şekilde Ermeni/Süryani malı yağma eden bir kişi, bu malı sürekli olarak kızılbaş - sayfa 37 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tasarruf etmek ister. İşte o zaman devletle karşı karşıya gelir. Devlet ona şöyle söyler. Bu malı kullanabilirsin, bu mal senin olabilir. Buna göz yumabilirim. Ama sen de benim görüşlerimi destekleyeceksin. Benim görüşlerimin yaygınlaşması için çalışacaksın. Aksi hâlde, bu malı senin elinden alırım. Kullanmana izin vermem. Devletin görüşleri elbette Kürdlerle ilgilidir, devletin asimilasyon politikaları ile ilgilidir.” (“Süryaniler ve Yakındoğu”) Öte yandan, Seyfo Center’ın yöneticisi Sabri Atman 2 Nisan 2012’de yaptığı bir söyleşi sırasında, kendisine yöneltilen bir soru üzerine Kürtlerin rolü hakkında şöyle konuşuyordu: “1915’te Süryani ve Ermenilere yapılan soykırımda Kürt rolünün de olduğunu ve bir çok Kürt aşiretinin bu uğursuz katliamda kullanıldığını düşünüyor ve söylüyorum. 1915 Soykırımında Kürt tarafının da rolü var ve bu olay örtbas edilmemeli, tam tersine açık bir şekilde incelenmeli dendiği zaman, buna tepkisel olarak gelen, ‘ama Ermeniler Kürtlere falan yerde şunu yaptı’, ‘Süryaniler de Kürtlere karşı….’, gibi ’ama’lı ve gerekçeli yaklaşımı kişi olarak bir çok Kürt sitesinde okuyucu mektupları ve yazıları olarak kısa bir süre önce takip ettim. Konuştuğum bazı Kürt dostlarımın da benzer bir eğilimi, yani ‘1915 Soykırımında Kürt rolünü’’ bilinçli bir şekilde gündeme taşımamayı veya bunun önünü kesmeyi tercih ettiklerini gözlemledim. Bu tercih bilerek yapılan bir tercihtir... “Bu soykırımda ‘Kürtlerin rolü neydi?’ sorusu sorulsun ve tartışma konusu yapılsın. Arkasından, Abdülhamit tarafından kurulan Hamidiye Alayları neyin karşılığında ve kime karşı kurdurulmuştu? Bunun da arkasından şöyle bir soruyu gündeme getirilsin: 1915 Soykırımı döneminde Hamidiye Alayları dağıtılmıştı, fakat yerine geçen Süvari Birlikleri de Kürtler’den oluşuyordu. Bunların öldürdüklerinin bilançosu çıkarılsın ve talan ettikleri Ermeni ve Süryani malları araştırılsın.” Kendisi de Midyat’ın Mıhallemi halkının yaşadığı eski bir Süryani köyünde doğmuş yazar Orhan Miroğlu ise, Seyfo Soykırım Konferansı’nda yaptığı konuşmada şu bilgileri veriyordu: “Katliam başladığında, Kürt aşiretlerinin içinden oluşturulan elli kişilik ölüm timleri kuruldu. Bunlara El Hamsin deniyordu. Bunlar yerel halktan oluşturulmuştu ve görev almayı kabul edenler, görevi gönüllü olarak kabul etmişlerdi. Bugünkü koruculuk sistemine çok benzeyen El-Hamsin birlikleri resmî üniforma giyiyor, devletten silâh alıyor ve cephanelerini ordu birliklerinden sağlıyorlardı... “Merkezî hükümetten gelen emirler ağırlıklı olarak Ermenileri hedef alıyordu ve basitçe tehciri hedefliyordu. Ayrıntılı tehcir programı vardı ama o Ermeniler içindi. “Süryaniler için böyle bir şeyden bahsedilemiyordu. Süryanilerin kaderi büyük oranda yerel yöneticilerin arzu ve isteklerine bırakılmıştı... “Ermeniler, düşmanla işbirliği yapmak ve isyan etmekle suçlanıyordu. Ama Süryanilere böyle bir suçlama yapmak müm- kün değildi. Turabdin bölgesinde yaşayan Süryanilerin siyasal manada kaderlerini Osmanlı imparatorluğuna bağlamış görünüyorlardı... “1915’te Kürtler Ermeni ve Süryani katliamında önemli rol oynadılar. Bu rolün öyle sıradan bir rol olmadığı açıktır. “Hele Süryani’lerin Turabdin bölgesinde yok olmaları tamamen yerel otoritelerle, Kürt ve Arap aşiretleri arasındaki işbirliği sonucunda gerçekleşti... “ ‘Dema fermana fıllaha’ diye başlayan hikayeler Kürtler arasında yıllarca dilden dile dolaştı durdu. “Ama bu hikayelerde anlatılan insanlık suçunu kabul etmek, Kürtler’e hep ağır geldi. “Suça ortaklığı kabullenmek söz konusu olduğunda, Kürt aydınlarının iyi bir sınav verdiği söylenemez. “Aydınlarımız, aşiretlerin katliamlarda oynadıkları rolü tamamen İttihatçıların kışkırtıcılığına bağladılar. “Oysa, Hamidiye Alaylarını oluşturan güçlü aşiretler çeşitli sebeplerle ama en çok da bu etnik temizliğin bir Hristiyan-Müslüman kavgası olduğuna inandırıldıkları için suçortaklığı yaptılar... “Kürtler’in katliamlarda oynadıkları rol, soykırımın meydana gelmesinde belirleyici bir roldür. Onlar İttihatçılar’ın propagandalarına gerçekten inandılar, veya inanmak işlerine geldi. Kürtler 1915’ten önce meydana gelen katliamlarda bir suçortaklığı yaşamışlardı ve bu suçortaklığının psikolojisiyle davrandılar... “Kürt aydını son zamanlara kadar bu netameli tarihî dönem hakkında suskun kalmayı tercih etti ve kendisi de sayısız katliamlara maruz kalmış bir halkın, katliamlardan sorumlu olarak gösterilmesine çok sıcak bakmadı. “Kürtler’in katliamlardaki rolünün abartılmaması gerektiğini savundu... “Muhtemelen, merkezî hükümetin -İttihatçıların- Süryanileri sürün ve öldürün diye bir emri yoktu. Ermeni soykırımı üstünde çalışılarak, şimdiye kadar bulunan tüm belgeler, aslında Süryanileri, Ermenilerle beraber yakan ana dinamiğin yerel olduğunu gösteriyor. Hükümet de bu yerel dinamiklere-Kürtlere ve Mıhallemilere çok da müdahale etmek istemiyor ve felâket bu koşullarda gerçekleşiyor.” (Seyfo Soykırım Konferansı’nda Konuşma, 7 Mayıs 2012) İttihat ve Terakki çetesinin Süryanileri özel olarak hedef almadığını söyleyen Fuat Dündar da bu saptamaları doğrular gibidir: “Nüfuslarının azlığından dolayı, İttihatçılar için öncelikli tehlike olarak pek algılanmayan Süryani ve Nasturîlere yönelik politikalar daha çok yerel yetkililerin ve güçlerin (vali ve mutasarrıflar, askerî yetkililer ve özellikle Teşkilât-ı Mahsusa) inisiyatifinde şekillenmiştir.” (Modern Türkiye’nin Şifresi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008, s. 349-50) Öte yandan Abdullah Öcalan’ın, bu yadsıma ve yok sayma tutumunu, hem de Ermeni jenosidi gibi çok daha fazla tartışılmış, belgelenmiş ve kanıtlanmış bir konuda daha da ileri götürdüğünü görüyoruz. O, Ermeni jenosidinden ve Pontus kıyımından esas olarak Ermeniler’in ve Rumlar’ın kendilerinin sorumlu olduğunu ileri sürdüğü 23 Haziran 2006 tarihli görüşme notlarında şöyle demişti: “Bu söyleyeceklerim Ermeniler tarafından yanlış anlaşılmasın. Ben hiçbir halka ve haklarına karşı değilim. Mustafa Kemal’in öncülüğünde Kürtler ve Türkler arasındaki ittifak sağlanmamış olsaydı, Kürtlerin yaşadığı Kürdistan coğrafyası bugün daha çok parçaya bölünmüş olurdu. Bugün doğudaki toprakların çoğu, Erzurum, Van, Diyarbakır gibi iller, Ermenistan sınırlarında kalacaktı. “Irak tamamen Araplaşacaktı, Suriye’nin kuzeyinde Asuristan gibi küçük bir devlet kurulacaktı. Kürtlere de Şırnak, Hakkari, belki Siirt illeri verilecekti. Türklere de Konya, Niğde, Nevşehir gibi İç Anadolu’ya sıkışmış küçük bir alan kalacaktı. Bu şekilde oluşacak küçük devletler bağımsız olamayacak, Fransız ve İngiliz emperyalizminin egemenliği altında olacaklardı. Bu küçük devletlerin bugünkü Kürt Federe Devletinden pek farkı olmayacaktı. Ermeniler ve Pontuslar o zamanki emperyalistlere güvenerek onların oyununa gelmişlerdir ve kaybetmişlerdir. Soykırıma uğramışlardır. Çünkü egemen güç olan Osmanlı ‘sen beni öldüreceğine ben seni öldüreceğim’ mantığıyla hareket etmiş ve bu acı tablo ortaya çıkmıştır.” (“4. İttifak Önerisi”) Gene o, bu tarihten yaklaşık 5 yıl sonra, bir kez daha Ermeni jenosidinin nedenini Ermen ulusal hareketini yönetenlerin hatalarına bağlarken şunları söyleyecekti: “Ermeniler katliam ve kırıma uğradılar. Ermenilerin bugünkü durumda olmalarının nedeni dar Ermeni milliyetçiliğidir... Dar Ermeni milliyetçiliğinin bu durumundan da İngiltere sorumludur. Ermenilerin bugünkü sorunlarını aşabilmeleri için dar milliyetçilikten, dinî milliyetçilikten, Hristiyanlığa dayalı dinî milliyetçilikten de vazgeçmeleri gerekir. Bu onlara kaybettirdi.” (“Biz Cumhuriyetten Dışlanan Her Kesimin, Herkesin Partisiyiz”, 13 Mart 2011) Bu söylenenler, gerici Kürt-Türk bağlaşmasının Kürt halkının/ toplumunun kollektif bilincinde ne kadar derin kökler saldığını bir kez daha gösteriyor. Nasıl her bağlaşma birilerine karşı ise, gerici KürtTürk bağlaşması da tarihsel olarak, öncelikle Anadolu’nun Hristiyan halklarına ve daha sınırlı ölçüde Osmanlı’yla çatışan komşu devletlere (Çarlık Rusyası, İran vb.) karşı olagelmiştir. Ama PKK özgülünde konuşacak olursak, Kürt feodallerinden devralınan bu Ermeni-karşıtı ve Hristiyankarşıtı önyargının kuruluşundan itibaren, yani “Ermeni sorunu”nun gündemin yakıcı bir maddesi olmadığı o günlerde bile bu örgütün programatik görüşlerine damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. Abdullah Öcalan’ın tartışılmaz yönetici konumuna yükseldiği günlerden çok önce kaleme alınmış olan ve PKK için bir manifesto niteliği taşıyan 1978 tarihli bu belgenin üçüncü basısında şu satırları okuyoruz: “Yunan-Makedonyalı’lar, Ermeniler, Romalılar, Partlar ve Sasaniler, köleci dö- kızılbaş - sayfa 38 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nemde Kürtler’in memleketini sürekli işgal eden ve aralarında bir savaş alanına dönüştüren kavimlerdi.” (Kürdistan Devriminin Yolu/ Manifesto, Köln, Weşanen Serxwebun, 1984) Zaman zaman ancak küçük krallıklar ya da beylikler kurmayı başarabilmiş olan Ermeniler’i, Büyük İskender’in Yunan-Makedon, Roma ve Sasani imparatorluklarıyla aynı sepete koyarak “işgalci” olarak gösteren Manifesto, daha sonraki yüzyıllar için de selektif bir tarih yazımına imza atıyor. Özelde Hamidiye Alayları’nın ve genelde Kürt emirlerinin ve aşiret reislerinin Osmanlı sultanlarıyla elele Anadolu’nun gayrımüslim halklarına karşı gerçekleştirdikleri kıyımlara değinmemeyi yeğleyen Manifesto, doğal olarak bu güçlerin 1915-16 döneminde yaşanan korkunç trajedide oynadıkları rolü de görmezden geliyor. Sözkonusu belgede bu konuda yazılanlar şu satırlardan ibaret: “Bu plânlara göre, Kürdistan, İngiltere ile Fransa arasında paylaştırılacaktı. Kurulması plânlanan Ermenistan’a da Kürdistan’ın Kuzey bölgesinin önemli bir kısmı bırakılıyordu.” (aynı yerde, s. 110) Kemalistlerin bu kuşkulu ve doğruluğu tartışmalı argümanı, Kürt halkını kendi “ulusal kurtuluş” savaşlarına yedek güç olarak katmak için kullandıklarını bilmeyen ya da unutan Manifesto yazar(lar)ı, daha sonra şunları söylemekle yetiniyorlar: “Bu yıllarda, çok cılız da olsa oluşan Kürt milliyetçiliğine yaşam hakkı tanımayan İttihat ve Terakki Cemiyeti, savaş yıllarında 600,000 Kürdü -çoğu Toroslar’da öldü- zorla iskâna tabi tuttu. Ermeniler’i büyük bir katliamdan geçirdi.” (aynı yerde, s. 113-14) Ahmet Türk’ün ve Murat Karayılan’ın Açıklamaları Yukarda; Süryanileri hedef alan saldırıların artmasıyla Ahmet Türk’ün ve Murat Karayılan’ın açıklamalarının birbirleriyle sıkısıkıya ilişkili olduğunu söylemiştim. Burada, bu iki olgu arasında, birinin diğerine yol açması anlamında bir neden-sonuç bağlantısı olduğunu söylemiyorum elbet. Daha çok; bu iki olgu arasında tarihsel ve güncel bir bağ, bir örtüşme, bir üstüste gelme olduğunu söylemek istiyorum. Bu olgular herşeyden önce, Kürt ulusal hareketinin gerek Süryani halkına ve diğer ezilen halklara, mezheplere ve toplum katmanlarına ve gerekse değişik milliyetlerden işçilere ve diğer sömürülen emekçilere karşı sahici bir devrimci duyarlılık sergilemediğini açığa vuruyor. İkincisi bu olgular bu hareketin, kendi tarihiyle yüzleşmediğini, yüzleşemediğini de bir kez daha açığa vuruyor. Ben bu duyarsızlık, yüzleşmeden kaçınma ve görmezden gelme tutumunun hiç de rastlansal bir nitelik taşımadığını düşünüyorum. Bunun temelinde iki faktör yatıyor. Bunlardan birincisi PKK’nın, siyasal uf ku ulusal bağımsızlıkla, hatta onun da gerisinde olan “demokratik özerklik”le sınırlı olması ve bu örgütün sınıfların ve sınıf çelişmelerinin ortadan kaldırılmasını asla hedeflememesidir: PKK’nın programı, kapitalist bir Kürdistan kurma programı- dır. İkincisi ise, PKK’nın Türk burjuvazisi ve devleti ile gerici bir bağlaşma kurma stratejisidir. Bu da Kürt ulusal hareketinin; Hamidiye Alaylarının ve Kürt korucularının bu kirli gelenek ve mirasını kesin bir biçimde reddetmediği ve Kürt halkını Osmanlı-Türk gericiliğine yedekleme düşüncesine kapıyı açık tuttuğu, hatta bunu istediği anlamına gelmektedir. Bu konuyu aşağıda bir kez daha ele almak kaydıyla şimdilik bir yana bırakacak ve beni bu yazıyı yazmaya iten ikinci olguyu ele alacağım. Anımsanacağı üzere Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Ahmet Türk 8 Haziran’da, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu tarihten bir kaç gün önce, Kürtler’i “kalleş” olarak nitelemesine sert bir biçimde karşılık vermişti. (3) Gazete haberlerine göre Türk şunları söylemişti: “Tarihteki Kürt ve Türk ilişkilerine bakmak istiyorum. 1071 yılında Bizanslılara karşı Selçuklular Anadolu’ya geçerken Anadolu’ya Selçukluların yerleşmesine neden olan Malazgirt savaşından söz etmek istiyorum. Bugün hâlen resmî tarihe baktığınızda işte diyor ‘Alparslan iki rekat namaz kıldı. Rüzgâr ters esti ve galibiyet elde edildi.’ Oysa ki orada 10 bin Kürdün, Selçukluların, Müslümanların yanında yer almasıyla savaşın kaderi değişti. Ve Anadolu Selçuklulara açılmış oldu. Yine Yavuz Sultan Selim döneminde Safevîler ve Osmanlılar arasında savaş yaşanırken İdris-i Bitlisî Kürt beylerini toplayarak Osmanlıların yanında yer alarak Safevîlerin Anadolu’yu işgalini âdeta engelledi. Yine Bağdat seferi yapılırken, Kürt beyleri ile toplantı yapan o zamanki padişah Kürtlere bazı güvenceleri vererek Bağdat kuşatmasına Kürtler katıldı. 1. Dünya savaşında Osmanlı devleti tamamen yıkılmış. Bir tarafta Balkanlardan, Arabistan’dan bağımsızlık, özgürlük sesleri ortaya çıkmış ve burada her halk hakkı olan, kendini yönetme iradesini göstermiş. O dönemde Kürtler bir araya geliyor. Ve Seyid Abdulkadir bir açıklama yapıyor. ‘Böyle bir günde herkesin Osmanlıya düşman olduğu bir dönemde bin yıldır birlikte yaşadığımız kardeşlerimizi arkadan hançerlemek doğru değildir’ diyor. Bütün bunlar ortada iken kimse Kürt halkına, Kürt siyasetçisine ‘Kalleş’ diyemez.” (Demokrat Haber, 8 Haziran 2012) Yani Ahmet Türk; kendi feodal beylerinin komutası altındaki Kürt halkının Bizans’a karşı Selçukluların, Safevîlere -ve Anadolu’nun Alevî Türkmen halkına- karşı Osmanlı’nın, -Bağdat’ın fethi için- İran’a karşı Osmanlı’nın, bağımsızlık ve özgürlük isteyen Balkan ve Arap halklarına karşı bir kez daha Osmanlı’nın yanında yer almasını ve onların çıkarları için savaşmasını ve kanını dökmesini olumluluyor. O bunu, “Kürt-Türk kardeşliği” olarak niteliyor ve Kürt halkının ve Kürt siyasetçisinin “kalleş” olmadığının kanıtı sayıyor! Bununla da yetinmeyen Türk, İdris-i Bitlisî gibi bir işbirlikçiler şahını yüceltmek için, başka gün kalmamış gibi, bir dizi ilde HES projelerini sürdüren Kiler Holding’in sahibi Nahit Kiler’in kardeşi AKP milletvekili Vahit Kiler’in Piyer Loti tepesinin adının İdris-i Bitlisî tepesi yapılmasını önerdiği günü seçmişti. Oysa, Vahit Kiler’in bu önerisinin, onun kişisel bir girişimi olmadığını, bunun bir yandan AKP hükümetinin Kürtler’e nasıl baktığının bir göstergesi olduğunu, bir yandan da aynı hükümetin Alevî-düşmanı ve Hristiyan-düşmanı ruh hâlini yansıttığını tahmin etmek için siyaset dehası olmaya gerek yoktu. Ahmet Türk, İdris-i Bitlisî’ye sahip çıkmak suretiyle, sadece Alevîlerle Kürt ulusal hareketi arasındaki açıyı büyütmeye çalışan Türk gericilerinin ekmeğine yağ sürmekle kalmıyor, aynı zamanda bu kişiyi -haklı olarak- “hain” sayan genel Kürt ilerici kamuoyunu da karşısına alıyordu. KCK Başkanı Murat Karayılan ise 12 Haziran’da Fırat Haber Ajansı’nda yayınlanan bir yazısında şöyle diyecekti: “Bugün herkesin malûmudur, Ortadoğu kaynıyor, Ortadoğu’da sistem çöküyor ve bir yeniden yapılanma süreci gündemdedir. Biz Kürtler de bu süreçte statü alarak Türkiye ile birlikte yer almak istiyoruz. Ama Türkiye bunu kabul etmez ve reddederse biz o zaman farklı yol ve yöntemlerde tabiî ki derinleşmeyi esas alacağız. “Biz barış ve çözüm istedik. Biz çözüm için çıtaları en olması gereken noktalara çektik. Bunun için ciddi çabalar sergiledik. Önder Apo yıllardır bunun için çaba sergiliyor. Türk-Kürt birliğini teorileştiren, bunun teorisini kuran, demokratik cumhuriyet eksenini bir teorik bilince dönüştüren Başkan Apo’dur ve biz bunu samimice uygulamak istedik.” (“İmralı’yı Sollayarak Yumuşama Olmaz”, ANF, 12 Haziran 2012) Bu açıklamaları Avni Özgürel’in Murat Karayılan’la röportajı izledi. Haziran ayının ortalarında yayınlanan bu röportajda Karayılan şöyle diyordu: “Bu devlet nasıl oluştu? Siz tarihçisiniz, daha iyi bilirsiniz, cumhuriyetin kuruluş sürecinde ortaklaşma oldu. Daha eskisi de var yani.. Bunun 1071’i var, Yavuz Sultan Selim dönemi var. Yani Kürtler ve Türkler’in yan yana geldiğinden bu yana bir dostluk vardır.” Özgürel’in, “Dostluktan öte kader beraberliği…” biçimindeki müdahalesinden sonra Karayılan sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Aynen. Osmanlı Devleti’nin her hamlesinde Kürtlerin de aktif katılımı temelinde başarılar sağlanmıştır. Yani geçmişe dayalı bir birliktelik var. Cumhuriyet kuruluş sürecinde de bu birliktelik; Atatürk’ün Erzurum’a gelişi, Kürtlerin katılması, Kürtleri korumayı üstlenmesi, sonra biliyorsunuz. O süreç başladı... “Şimdi biz diyoruz ki.. Bak, mesela Başkan Apo’nun önemi şu; Başkan Apo ilk kez bir Kürt lider olarak Türk-Kürt birlikteliğinin teorisini ortaya atmıştır. Yani bunu taktik olarak değil, bunu teorileştirmiş. Bunun üzerine kitaplar yazmış. Niye birlikte olmalıyız olgusu üzerine, yani bunu ideolojik bir duruşa dönüştürmüştür, bir de bu var... “Mesele çözülürse bundan Türkiye kazanır. Devlet niye bu noktaya gelmiyor, onu anlamıyorum.” Türkiye’yi yönetenlerin Kürtleri bir vasal, her zaman kendilerine boyun eğmeye, kendilerinin önderliğini kabul etmeye hazır bir topluluk olarak gördüklerini, PKK yöneticilerinin her ve- kızılbaş - sayfa 39 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sileyle yineledikleri “kardeşlik” ve “birliktelik” önerilerinin Türk gericilerinin bu kanısını pekiştirmekten başka bir anlama gelmediğini kavrayamayan Karayılan’ın bu son sözleri aslında traji-komik bir nitelik taşıyor. Ahmet Türk’ün söylediklerini yineleyen ve onun mantığını onaylayan Karayılan, Ortadoğu’da sistemin çökmekte olduğunu ve “bir yeniden yapılanma süreci”nin gündemde olduğunu ve Kürtlerin de “bu süreçte statü alarak Türkiye ile birlikte yer almak”, yani Türkiye’nin politikasına eklemlenmek istediklerini belirtiyor. Kürt halkının, Ortadoğu sahnesinde meydana gelen değişiklik ve altüst oluşlardan bu halkın ulusal ve demokratik özlemlerini yaşama geçirmek ve Türk, Fars ve Arap devletlerinin ulusal boyunduruğundan kurtulmak istemesi, kendi yazgısını belirleme doğrultuda çaba harcaması ve kendi ulusal devletini kurmak için savaşım vermesi bütünüyle meşrudur. Dahası; tutarlı demokratizm ve enternasyonalizm değişik milliyetlerden sınıf bilinçli işçileri ve tüm devrimci güçleri, Kürt halkının bu savaşımını desteklemekle yükümlü kılar. Fakat dikkat edilirse ne Ahmet Türk, ne de Murat Karayılan Kürt halkının kendi yazgısını belirleme, yani ayrı devlet kurma HAKKINDAN söz etmektedirler. Kürt ulusuna Türk ulusundan daha düşük bir statü, ikinci sınıf ulus statüsü biçen ve ulusal eşitlik ilkesini reddeden bu anlayışın patenti de, aşağıda göreceğimiz gibi Abdullah Öcalan’a aittir. 19-22 Temmuz’da Kuzey Suriye ya da Batı Kürdistan’da, PYD (=Demokratik Birlik Partisi) başta gelmek üzere Kürt partilerinin, Suriye ordusunun geri çekilmesi ya da çatışmaya girmemesinden de yararlanarak Kürtler’in yoğun olarak yaşadığı bazı kent ve kasabalarda denetimi ellerine geçirmeleri, şaşıran Türk gericilerini bu gelişmelere öf keli ve şovenist tepkiler vermesi, bu gerici anlayışın bir kez daha dile getirilmesine vesile oldu itti. Başbakan Erdoğan’ın ve diğer yetkililerin tehditleri üzerine Barış ve Demokrasi Partisi Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş 26 Temmuz’da, Ankara’yı rahatlatmayı amaçladığı anlaşılan bir açıklama yaptı. Demirtaş; Abdullah Öcalan’ın, Ahmet Türk’ün ve Murat Karayılan’ın izinden giderek yaptığı açıklamada şöyle diyordu: “Türkiye, Kürtler’i kazanmalı, arkasına almalı. Hangi parti olduğuna bakmadan Kürt halkının tercihini muhatap almalı. Oradaki Kürtler’i düşman gören bir siyaset izlememeli. Bunu Irak’ta, Barzani’de gördük, yaşadık. Madem Türkiye’nin dış politikasında Esad kötü ve gitmesi gerekiyordu, madem Suriye’de halk ne istiyorsa oydu, o halde tutarlı olmak gerek. Türkiye Suriye’de Kürtler’e yaklaşımda hata yaparsa ciddi sorunlarla karşılaşır. Halkın isteğine ve tercihine saygı duyarsa manevra kabiliyeti artar. Suriye Kürtleri düşmanlaştırılmamalı. Topraklarında 20 milyon Kürt yaşayan bir Türkiye, komşusundaki Kürtler’le ilgili yapıcı söylem kullanmalı. Bunu yaparsa biz de destek veririz. PYD de Türkiye’nin işini kolaylaştıracak adımlar atar. Zaten PYD ‘Türkiye karşıtı değiliz’ diyor. Suriye’nin bölünmesini is- temiyor. Kimsenin ‘Sınırlar parçalansın, ulus devlet kuralım’ talebi yok. Irak’taki, Suriye’deki ve kendi topraklarındaki Kürtler’in güvenini kazanan Türkiye bölgede çok önemli bir aktör olur.” (“Türkiye, Suriye Kürtleri’ni arkasına almalı”, AGOS, 26 Temmuz 2012) Yani Demirtaş Türk gericilerinin ABD, İsrail, Britanya, Fransa, Suudi Arabistan vb. ülkelerin özendirmesi ve kışkırtmasıyla Baas rejimini zayıflatma, Suriye’deki İslâmî gericileri destekleme, bu ülkede kendi nüfuzunu arttırma politikasını ve hatta bu ülkeye saldırmasını ve bu ülkede ABD-İsrail yanlısı bir kukla rejim kurulması için uğraş vermesini ve alkışlamakta ve onamakta ve ona Kürtler’in desteğini sunma girişiminde bulunmaktadır. Ama onun, Türk gericilerinden “küçük bir ricası” vardır: Türkiye, Suriye’deki ve Türkiye’deki Kürtler’i düşman gören bir siyaset izlememelidir! Nasıl olsa Kürtler ‘sınırlar parçalansın, ulus devlet kuralım’ talebi ile ortaya çıkmamaktadır! O halde telaşlanmaya ve Kürtleri düşmanlaştırmaya hiç de gerek yoktur! Zaten, Kürt halkının “ isteğine ve tercihine saygı duy”ması hâlinde Türk burjuva devletinin “manevra kabiliyeti arta”cak ve “Kürtler’in güvenini kazanan Türkiye bölgede çok önemli bir aktör ol”acaktır. Kürt ulusal hareketinin öteden beri ilkesiz, pragmatist ve oportünist taktikler izleyegeldiğini bilen gözlemciler, onun temsilcilerinin böylesi açıklamalar (ya da bazan bununla çelişir gözüken başka açıklamalar) yapmalarının pek de şaşırtıcı olmadığını bilecek durumdadırlar. Aslında bunun bir başka örneği de 17 Mart 2012’de, Türkiye’nin ve Türkiye Kürdistanı’nın bir dizi kentinde hemen hemen hepsi marjinal çok sayıda İslâmî grubun yaptığı, “Suriye devrimi”nin birinci yıldönümünü anma gösterilerinde yaşanmıştı. Bu gösterilerin en önemlilerinden biri de Diyarbakır’da düzenlenmiş ve Van milletvekili BDP’li Aysel Tuğluk, Sur Belediyesi’nin BDP’li Başkanı Abdullah Demirbaş ile Kürt aydınlarından İbrahim Güçlü ve Sıtkı Zilan gibi isimler de bu eylemde yer almıştı. (Bkz. “ Diyarbakır’da Suriye Halkına Destek Eylemi”, Haksöz Haber, 17 Mart 2012) ‘Suriye’de Katliamı Durdurun’, ‘Katil Baas Ordusuna Karşı Yaşasın Suriye Halkının Özgür Ordusu’, ‘İnsanlık Onuru Suriye’de Ölmesin’, ‘Golan İşgal Altında, Esad’in Tankları Dera’da Hama’da Humus’ta’, ‘Esed Canavarını Durdurun’, ‘Diktatör Beşar Esad Katliam Zulüm Fesad’, ‘Baas Despotizmine de Emperyalist Müdahaleye de Hayır’, ‘Allah’ın Yardımıyla Zafer Yakındır’ gibi sloganların atıldığı bu eyleme katılan İslâmî gruplar, Türk gericiliğinin Suriye’ye karşı güttüğü saldırgan politikayı destekliyor, ama yetersiz buluyorlardı. Bu eylem sırasında atılan sloganlarda olsun, gene bu vesileyle basın açıklamasında olsun Suriye Kürtleri’nin statüsüne ve meşru taleplerine tek sözcükle bile değinilmemesinin de gösterdiği gibi bu gruplar, Suriye Kürt halkının meşru taleplerini kabul etmeyen gerici Suriye muhalefetinin çizgisini savunmaktaydılar. O halde, Aysel Tuğluk ve Abdullah Demirbaş gibi isimle- rin, Suriye’de radikal ve fanatik bir İslâmî rejim kurulmasını istemekle kalmayan, Suriye Kürtleri’nin meşru taleplerini kabul etmeyen ve hatta bazı istisnalar bir yana bırakılırsa Türkiye Kürtleri’nin meşru talepleri karşısında tamamen duyarsız olan bu grupların eyleminde ne aradıklarını sormak hakkımızdır. Devam edelim. Tutarlı demokrat ve enternasyonalistler, Kürt halkının meşru haklarını kararlılıkla savunurlar. Ancak onlar aynı zamanda Kürt halkının bu hak ve özlemlerini yaşama geçirme savaşımında bölge halklarıyla dayanışma içinde olmasını bekler ya da en azından Kürt halkının başka halklara karşı gerici bağlaşmalar içinde yer almamasını ve bölge halklarının baş düşmanları konumunda bulunan ABD emperyalizmi ve onun (Siyonist İsrail ve Türk gericiliği gibi) bağlaşık ve uşaklarıyla aynı kampta yer almamasını vb. isterler. Bu bakımdan, Irak Kürtlerini yöneten Barzani ve Talabani kliklerinin, faşist Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesine yardımcı olmak için ABD’nin Mart 2003’de Irak’ı işgal etmesini aktif bir biçimde desteklemesi önemli bir hata olmuştur. Anımsanacağı üzere, Irak’ın işgaline karşı dünya ölçeğinde bir kampanyanın sürdürüldüğü bu koşullarda PKK da benzer bir tutum takınmıştı. Oysa Kürt işçi ve emekçilerinin, Kürt halkının gerçek çıkarları, gerek Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye içinde ve gerekse Ortadoğu ve dünya arenasında ezen ulusların burjuvazisi, toprak ağaları ve devletlerinin, sömürgeci ve emperyalist devletlerin DEĞİL, ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanların ve ezilen halkların ve onların siyasal öncülerinin yanında yer almasını gerektiriyordu ve gerektiriyor. Burada, Kürt feodal beylerinin bir bölümünün 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başlarında Ermeni, Süryani, Keldani, Ezidî vb. halklarına karşı Osmanlı-Türk gericiliğiyle bağlaşma kurması ile Barzani ve Talabani kliklerinin 2003’de Irak halkı ve devletine karşı ABD ve ortaklarıyla bağlaşma kurması arasında bir benzerlik bulunduğunun altını çizmem gerekiyor. (Ermeni, Süryani, Keldani, Ezidî vb. halklarının konumuyla Saddam Hüseyin rejiminin konumu arasında bir benzerlik olmadığı açık. Ancak ABD ve ortaklarının Irak’a karşı giriştiği saldırının esas hedefinin -geçmişte uzun süre kendisiyle işbirliği yapmış olan Saddam Hüseyin kliğinden çok- Irak halkını boyunduruk altına almak, bu ülkeyi İsrail’in stratejik hesapları doğrultusunda zayıflatmak ve olanaklıysa parçalamak olduğu biliniyor.) Aynı husus, bu aşamada pratiğe geçmemiş olmakla birlikte, PKK’nın Ortadoğu halkları ve devletlerine karşı ABD ve -içlerinde Türkiye’nin de olduğu- ortaklarıyla bağlaşma kurma eğilimi için de geçerlidir. Şimdi bunun kanıtlarını görelim. PKK ve “Türk-Kürt Birlikteliği” Aslında PKK’nın siyasal çizgisinin özsel bir öğesi olan bu eğilim, Abdullah Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da yakalanmasından önce olduğu gibi bu tarihten sonra da kendisini açığa vurmaktaydı. Kendisini ve kızılbaş - sayfa 40 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kürt halkının ulusal kurtuluş savaşımını neredeyse bütünüyle Öcalan’a endekslemiş olduğu izlenimini veren PKK Başkanlık Konseyi, “Mahkeme Sürecinde Başkan Apo ile Daha Sıkı Bütünleşelim” başlıklı açıklamasında şöyle diyordu: “Eğer TC devleti mahkeme sürecine olumlu yaklaşırsa, yani Başkan Apo’nun çalışmalarını temel sorun olan Kürt sorununun çözümünde tarihsel fırsat olarak görür ve bu temelde Kürt sorununun demokratik çözümüne yönelirse bu durum Türkiye potansiyelinin tamamen aktifleşmesine ve Kürt potansiyeli ile birleşmesine yol açacak... Bu durum yeni yüzyıla Türkiye’nin çok büyük bir atılım yaparak girmesi anlamına gelir... Bunun tersi olarak mahkeme sürecine olumsuz yaklaşılırsa, yani Başkan Apo’nun oluşturduğu çözüm şansı doğru değerlendirilmez ve Ulusal Önderliğimiz şahsında Kürt ulusal iradesi ezilmeye, katledilmeye, soykırımdan geçirmeye yönelinirse bu durum onlarca yıl sürecek olan bir Türk-Kürt düşmanlığının gelişmesine ve oluşan Türkiye potansiyelinin Kürdistan’daki savaşta tükenmesine yol açacaktır... ” (Özgür Politika, 7 Mayıs 1999, abç) “Türkiye potansiyelinin tamamen aktifleşmesine ve Kürt potansiyeli ile birleşmesine” sıcak baktığı anlaşılan PKK Başkanlık Konseyi bu açıklamasında şunu da belirtiyordu: “Tarihsel sorunları çözen güçlere yakışan büyük bir olgunlukla her türlü duygusal ve tahrik edici yaklaşımdan uzak durarak soruna çözümleyici yaklaşım göstermek büyük gelişmelerin önünü açacaktır...” (aynı yerde, abç) Tabiî PKK Başkanlık Konseyi, “Türkiye’nin potansiyelinin tamamen aktifleşmesi”ne, “yeni yüzyıla Türkiye’nin çok büyük bir atılım yaparak girmesi”ne yardımcı olmanın, Kürt halkının işi olmadığını unutmuş gözüküyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma ve “Adriyatik’ten Çin Seddi”ne kadar uzanan bir Turan devleti oluşturma hayalleri kuran Türk faşistleri, militaristleri ve yayılmacıları öteden beri, Türkiye’nin Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve Kaf kasya’da lider ülke olması gerektiğinden sözetmekteydiler. Ama onları bu yolda yürümeleri için özendirmek, dahası onları “büyük bir olgunluk”a sahip ve “tarihsel sorunları çözen” güçler olarak niteleyerek onore etmek ve daha da beteri onlara bu gerici ve yayılmacı politikalarını yaşama geçirmede Kürt halkının desteğini sunmaya kalkışmak, ezilen bir ulusun kurtuluş hareketine değil, Barzani ve Talabani gibi işbirlikçi güçlere yakışırdı ancak. Öcalan’ın “demokratik birlik” ve “demokratik cumhuriyet” önerilerini benimseyen Başkanlık Konseyi Haziran ayının ilk yarısında, savcının mütalaasından sonra da bir açıklama yapacaktı. Bu açıklamada aynen şöyle deniyordu: “Genel Başkan Abdullah Öcalan yoldaş İmralı mahkemesinde Türkiye için oldukça kapsamlı bir Demokratik Cumhuriyet projesi sunmuş, bu temelde Kürt toplumunun özgürleştirilmesinin ve Kürt sorununun çözümünün doğru yolunu göstermiştir. Demokratik Cumhuriyet ve Kürt sorununun barış ve kardeşlik temelinde çözümü, Türkiye’nin yaşadığı gelişmeleri karşılayacak, toplumsal barışı ve halkların kardeşliğini yaratacak, 21. yüzyıla Türkiye’nin ve Kürtlerin güçlü bir birlik içinde girişimini sağlayacak yegane yoldur. Bu çözüm Türk ve Kürt halklarının çıkarına olduğu gibi, savaş rantından çıkar sağlayanlar dışında, bölgede ve dünyada da herkesin çıkarınadır...” (Özgür Politika, 11 Haziran 1999, abç) Açıklama, ABD başta gelmek üzere emperyalist devletlere şu çağrıyı yapıyordu: “İyi biliniyor ki İmralı mahkemesi uluslararası karar ve plân çerçevesinde ortaya çıkmış olan bir mahkemedir. Bu nedenle Başkan Apo’nun yaşamından ve Kürt sorununun çözümünden dünyada herkes sorumludur. Bu çerçevede barış ve demokrasi yanlısı olan herkes sorumluluğunun gereğini yerine getirmelidir. İyi niyetli tüm çevreler barış için girişimlerini şimdiden yapmalıdırlar... Özellikle başta ABD olmak üzere, Türkiye üzerinde etkili olabilecek tüm güçleri bu kritik süreçte etkinliklerini kullanmaya çağırıyoruz.” (aynı yerde) 7 Temmuz 1999’da PKK Başkanlık Konseyi’nin bir başka açıklaması yayımlanacaktı. Bu açıklamada, “yabancı güçlerin taraflar üzerindeki etkisinden dolayı barışın ve özgür ilişkilerin yerine savaşın egemen olduğu” ifade ediliyordu. Başkanlık Konseyi açıklamasında, “200 yıl boyunca süren bu karmaşanın iki halka da, Kürt halkı kadar olmasa da Türk halkına da çok şey kaybettirdiği” söyleniyordu. Konsey, “sorumluluğunun bilincinde hareket etmeyen Türk devlet yetkililerinin böylesi bir senaryoya çözümsüz tutumlarıyla olanak sağladıkları”nı belirttikten sonra şu görüşleri dile getiriyordu: “Buna karşı Genel Başkanımız Abdullah Öcalan yoldaşın geliştirdiği Partimiz ve halkımızca tam bir kabul gören demokratik barış mücadelesi, çözümün yolunu aralamaktadır. Kürt tarafı barışçıl demokratik çözüme hazırlanırken, Türk tarafı imhayı nasıl geliştireceğinin hazırlıklarını yapıyor. Egemen olandan beklenen çözümleyici yaklaşım sergilenmemektedir... “Eğer gireceğimiz yüzyılı da savaş sürecine dönüştürmek istemiyorsak ve barıştan yana tercih yapmak istiyorsak önderliğimizin uzattığı barış eli tutulmalıdır. Egemen bir devlet olmanın bir gereği olarak hoşgörülü ve çözümleyici bir tutum tercih edilmelidir. Türk ulusu büyüklüğünü bu temelde göstermelidir. Hem Devlet, hem de ulus olarak Türk’ü yüceltecek olan barışçıl, demokratik bir çözümü gerçekleştirmelidir.” (abç) Açıklamanın “Devrimci, Demokratik, Yurtsever Güçlere” başlıklı bölümünde ise PKK Başkanlık Konseyi, devrimci güçlerin PKK’nın başlattığı “barışçıl, demokratik çözüm mücadelesi” karşısındaki tutumunu eleştiriyor, yani “Demokratik Cumhuriyet temelinde çözüme katkıda bulunmaya çağır”dığı bu güçlerin de sözkonusu ihanet ve teslimiyet sürecine katılmasını talep ediyordu. (4) Burada, Öcalan’ın ve diğer PKK yöne- ticilerinin sık sık kullandığı “Kürt-Türk birlikteliği/ bağlaşması”, “Kürt-Türk kardeşliği” ya da “ortak demokratik cumhuriyet” gibi kavramlar üzerinde durmamız gerekiyor. Sömürücü sınıflar; “barış”, “demokrasi”, “adalet”, “özgürlük”, “uygarlık”, “eşitlik” gibi kavramları sömürülen sınıfları ve ezilen ulusları ve diğer ezilen katmanları aldatmak için kullanmada büyük bir deneyim edinmişlerdir. Sömürücü sınıflar ve onların ideolojik-siyasal boyunduruğundan kurtulamamış olan reformistler ve sözde devrimciler bu sözcükleri ve kavramları ezilen sınıfları ve ulusları şaşırtmak için kullanmışlardır ve kullanmaktadırlar. Bunu anlamak için burjuva demokratlarının ve liberallerinin dillere pelesenk ettiği şu “eşitlik” kavramı üzerinde duralım. Herhalde hiç kimse; Britanya, Fransa, İsviçre gibi en demokratik burjuva rejimlerinde bile işçiler ve diğer yoksullarla milyarderler ve tekelci kapitalistler arasında, örneğin yaşam standartları açısından hiçbir zaman bir eşitlik olmadığını ve olamayacağını ya da birincilerin devlet aygıtı üzerinde hemen hemen hiçbir nüfuzu yokken, ikincilerin bu aygıtı kendi denetimleri altında bulundurduklarını yadsımaya kalkışmayacaktır. Lenin, “Yayımlanmış ‘Halkın Özgürlük ve Eşitlik Sloganlarıyla Aldatılması’ Konuşmasına Önsöz” adlı yazısında, sınıf savaşımını lafta kabul eden, ama “özgürlük”, “eşitlik” gibi parlak sloganların ardına sığınarak, sömürülen emekçi yığınları aldatan sosyalistleri, sosyal-demokratları vb. eleştirirken şunları belirtiyordu: “Sınıf savaşımını kabul edenler, bir burjuva cumhuriyetinde, hatta en özgür ve en demokratik bir burjuva cumhuriyetinde bile, ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’in hiçbir zaman meta sahiplerinin eşitlik ve özgürlüğünün, sermayenin eşitlik ve özgürlüğünün anlatımından başka bir şey olmadığını ve olamayacağını da kabul etmek zorundadırlar. Marks bütün yazılarında ve özellikle de (sizin de lafta kabul ettiğiniz) Kapital’’inde bunu binlerce kez açıklığa kavuşturdu; o, ‘özgürlük ve eşitlik’in soyut tarzda kavranışını ve bayağılaştırıcıları ve olgulara gözlerini yuman Bentham’ları alaya aldı ve bu soyutlamaların maddi köklerini açığa çıkardı. “Burjuva sisteminde (yani, toprak ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin sürdüğü koşullarda) ve burjuva demokrasisinde ‘özgürlük ve eşitlik’ bütünüyle biçimsel kalır; bunlar pratikte (biçimsel olarak özgür ve eşit olan) işçiler için ücretli kölelik ve sermayenin eksiksiz egemenliği, emeğin sermaye tarafından ezilmesi anlamına gelirler. Bunlar, benim okumuş baylarım, sizin unutmuş bulunduğunuz sosyalizmin ABC’sidir.” (“Foreword to the Published Speech ‘Deception of the People With Slogans of Freedom and Equality’ ”, Collected Works, Cilt 29, 1974, s. 379-80) Bu saptamadan ulusal sorun bakımından çıkarılması gereken sonuç şudur: Evet, tutarlı demokrat ve enternasyonalistler, her türden ayrıcalıklara olduğu gibi ulusal ayrıcalıklara da karşıdırlar. Bir başka deyişle onlar ulusların eşitliğinden, yani “küçük” kızılbaş - sayfa 41 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 uluslarla “büyük” ulusların, bu bağlamda Kürt ulusuyla Türk ulusunun AYNI HAKLARA sahip olmasından yanadırlar. Ama tam bağımsızlık ve hatta radikal bir demokratik devrim, ezilen ulusun işçileri ve diğer sömürülen emekçilerinin tam kurtuluşu anlamına gelmemektedir. Bu yüzden Marksist-Leninistler, sadece ezen ulusun/ emperyalizmin ulusal zulüm ve boyunduruğuna karşı çıkmakla kalmazlar; onlar aynı zamanda ezilen ulusun yazgısının ulusal burjuvazinin değil, İŞÇİLERİN VE DİĞER SÖMÜRÜLEN EMEKÇİLERİN ÇIKAR VE ÖZLEMLERİ DOĞRULTUSUNDA belirlenmesinden, yani sosyalist devrimle taçlanacak radikal bir ulusal kurtuluş ve demokratik devrimden yanadırlar. Zaten, dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının siyasal deneyimleri de, burjuvazinin önderliğinde gerçekleştirilen yarım, hatta çeyrek ulusal kurtuluş savaşları ve demokratik devrimlerin yaşandığı ülkelerin çok geçmeden yeniden ezen ulusun ve/ ya da emperyalizmin boyunduruğu altına girdiğini, bu ülkelerin işçileri ve diğer sömürülen emekçilerinin “kendi” ulusal burjuvazilerinin ve hatta bütünüyle tasfiye edil(e)memiş “kendi” eski egemen sınıflarının sömürü ve boyunduruğu altında kaldığını sayısız kez göstermiş bulunuyor. Bu nedenledir ki, tutarlı demokrat ve enternasyonalistler ezilen ulusun işçilerini sadece ezen ulusun burjuvazisinin ideolojik-siyasal boyunduruğuna karşı değil, ezilen ulusun burjuvazisinin ideolojik-siyasal boyunduruğuna ve doğal olarak ezilen ulus milliyetçiliğine de karşı duracak biçimde eğitirler VE ezilen ulusun işçi sınıfını bağımsız sınıf örgütlerinde (parti, sendika vb.) birleştirmek için uğraş verirler. Böylesi bir tutarlı demokratik yaklaşıma hiçbir zaman sahip olmamış olan Öcalan’a ve onun izinden giden PKK yöneticilerine gelince, Kürt ulusunun kendi yazgısını belirleme hakkını reddetmeleri onların; Kürt halkının, ezen ulusun devletinin, yani Türkiye’nin sınırları içinde zorla tutulmasını, yani ilhakı onaylamaları anlamına gelmektedir. Tabiî bu genel olarak emperyalist ve sömürgeci burjuvazinin başka halkları zorla boyunduruk altına almasını meşru görmek ve göstermek anlamına da gelmektedir. Bu hakkın savunulmasının Kürt ulusunun ille de ayrılması ve ayrı devlet kurması demek olmadığı bellidir. Marksizmin ABC’sini bilenler, ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkının ayrılma ve ayrı devlet kurma zorunluluğu anlamına gelmediğini de bilir ve Öcalan’ın Savunma’sında yaptığı gibi bu ikisinin kasıtlı bir biçimde birbirine karıştırılmasına karşı çıkarlar. Ulusların ayrılma özgürlüğünü, eşlerin boşanma özgürlüğüne benzeten Lenin, Şubat-Mayıs 1914’te kaleme aldığı “Ulusların Kendi Yazgılarını Belirleme Hakkı” başlıklı makalesinde şöyle diyordu: “Ulusların kendi yazgılarını belirleme özgürlüğünü, yani ayrılma özgürlüğünü savunanları ayrılıkçılığı teşvik etmekle suçlamak, boşanma özgürlüğünü savunanları aile bağlarını yıkmayı teşvik etmekle suçlamak kadar ahmakça ve ikiyüzlüce bir davranıştır... kapitalist devlet koşullarında, kendi yazgısını belirleme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını ve demokratik metotlara karşı polis yönetimi metotlarını savunmaktan başka bir anlama gelmez.” (Collected Works, Cilt 20, Moskova, Progress Publishers, 1972, s. 422-23) Demek oluyor ki Öcalan, Kürt ulusunun ayrılma ve ayrı bir devlet kurma HAKKINI reddetmekle egemen Türk ulusunun ayrıcalıklı konumunu ve “demokratik metotlara karşı polis yönetimi metotlarını savunmakta”dır. Buradan hemen “Kürt-Türk birlikteliği/ bağlaşması”, “Kürt-Türk kardeşliği” ve “demokratik cumhuriyet” üzerine yapılan gevezeliklere geçebiliriz. Tutarlı demokratizm bizi, şu soruları sormakla yükümlü kılar: KİMİN KİMİNLE KARDEŞLİĞİ? KİMİN KİMİNLE BİRLİĞİ? KİMİN KİMİNLE BARIŞI? Kürt halkı ve ulusal hareketiyle Türk gericilerinin, faşistlerinin, generallerinin, büyük burjuvalarının kardeşliği, birlikteliği ve barışı mı? Evleri yakılan, köy, kasaba ve kentleri bombardımana hedef olan, kız ve oğulları kurşuna dizilen, binlercesi askerî ve sivil cezaevlerinde en korkunç işkencelere tabi tutulan ve faili meçhul cinayetlere kurban giden, köylerinden kovulan, diline kilit vurulan, siyasal temsilcileri bugün bile binlerle cezaevlerine doldurulan, yasal örgütleri polis-yargı kıskacına alınan Kürt halkının BU bay ve bayanlarla kardeşliği, birlikteliği ve barışı mı? PKK yöneticilerine bakılırsa, evet BU bay ve bayanlarla kardeşlik, birliktelik ve barışı. Geçmişte; Alparslan’ın, Yavuz Sultan Selim’in, II. Abdülhamit’in ve Mustafa Kemal’in Kürt beyleri, şeyhleri ve toprak ağalarıyla bağlaşmalarını örnek göstermeleri ve her fırsatta bu örneklerin bugünün Anadolusu’nda Kürt-Türk ilişkileri için bir model olabileceğini ileri sürmeleri tam da bu anlama gelmektedir. Oysa, elleri sadece Kürt halkının değil, tüm Anadolu halklarının -hatta Balkan ve Arap halklarının- kanlarıyla lekeli Osmanlı-Türk gericiliğinin bu sürdürücüleri ve temsilcileriyle ne kardeşlik, ne birliktelik, ne de barış olanaklıdır. (5) Ne yazık ki, Türkiye devrimci hareketinin kalıntıları, bilebildiğim kadarıyla şimdiye kadar açımladığım gerici yaklaşımları doğrudan ve sağa-sola bükmeden eleştirmemişlerdir. Onların, gerici Türk-Kürt ittifakı düşüncesini 1971’de, yani bundan 41 yıl önce tutarlı bir tarzda eleştirmiş olan Mahir Çayan’ın gerisine düşmüş olmaları hazin, ama gerçek. Çayan haklı olarak, devrimci öncüleri tarafından yönetilmeyen, dolayısıyla “kendi” egemen sınıflarının denetiminde olan ezen ve ezilen ulustan halkların, bir başka gerici ya da emperyalist bir güce karşı sözde ortak eylemi ve dayanışmasının, hiçbir biçimde halkların kardeşliği ve dayanışması olarak adlandırılamayacağı kanısındaydı. O, tam da bu anlayışla hareket eden ve Kürtler’i Osmanlı-Türk gericiliğine karşı çıkmadıkları, ona boyun eğdikleri ve isyan etmedikleri için öven Mihri Belli’yi şöyle eleştiriyordu: “Toplantıda Kürt meselesini de tam bir şövenist, bir küçük-burjuva milliyetçisi gibi ele almıştır Mihri Belli. ‘Türkiye’de aşağıyukarı dört milyon Kürt yaşıyor. bu Kürt topluluğu ile Türkler’in kardeşliği tarihin sınavından geçmiştir. 19. yüzyıla kadar Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını korudular (boldlar M. Çayan’ın)... 1880’den 1925 Şeyh Said isyanına kadar sözü edilecek bir Kürt isyanı olmadı. O dönem, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıldığı, bölündüğü dönemdir. Milli toplulukların hemen hepsi isyan etti. Ermenisi, Rumu, Bulgarı, Arabı. Ama Kürtler isyan etmediler o çöküş döneminde (boldlar M. Çayan’ın).’ Bu lafları edenin Mihri Belli olduğunu bilmesen, Osmanlı Hanedanının son şehzadesinin konuştuğunu zannedersin. Daha milli şuurun uyanmadığı bir dönemde Kürtlerin feodal beylerinin emrinde Osmanlı İmparatorluğunun doğu sınırlarını korumasını; feodal beylerin baskısı altında uluslaşamamış iki halkın aynı sınırlar içinde yaşamasını, Birinci Dünya Savaşında iki halkın bilinçsizce emperyalist güçlerden birinin ve hakim sınıfların kontrolünde omuz omuza cepheye sürülmelerini övgüye değer birşeymiş, sanki iki halk hep ortak menfaatleri için savaşmışlar ve bu yüzden aralarında geleneksel bir dostluk doğmuş gibi göstermeye çalışmaktadır Mihri Belli. Artık işin bu kadarına da ne demeli, ‘deli saçması’ mı demeli bilemiyoruz?” (“1965-1971 Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev-Genç”, Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi, Dava Dosyası, Yazılı Belgeler, Yar Yayınları, 1988, s. 352) Aslına bakılırsa, gerici bir Kürt-Türk birlikteliğini sistemli bir biçimde savunan Öcalan’ın kendisi de, bu anlayışın Kürt halkının/ toplumunun kollektif bilincine ne kadar derinlemesine nüfuz ettiğini itiraf etmektedir. Örneğin o, en önemli yapıtlarından birinde şöyle diyordu: “ Türk beylik ve sultanlıklarında Türk kavminden sonra önem sırası itibariyle Kürtler ikinci sırada bir rol oynarlar. Kürtlerin tarihinde bu rol karakteristiktir. Yanı başlarındaki siyasî gücün en temel yedeği olmak kendileri için bir kader gibidir. Bu, özünde kulluk ve serflik sisteminin ruhu gereğidir ve sınıfsal bir temeli vardır. Halklar arası kardeşlik ve dayanışmadan farklıdır.” (Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa, Cilt II, Köln, Mezopotamya Yayınları, 2001, s. 97) Kendisine “devrimci” sıfatını layık gören herhangi bir siyasal hareket; kardeşlik, birliktelik ve barışın ancak, kendi devrimci öncülerinin yolgöstericiliğini kabul etmiş olan ezilen ve sömürülen sınıflar ve halklar arasında olanaklı olabileceği gerçeğini kabul etmek zorundadır. Bu gerek dünya işçi sınıfı ve halklarının ve gerekse Anadolu işçi sınıfı ve halklarının tarihsel deneyimlerinin yeniden ve yeniden doğruladığı bir yasadır. Türk gericiliğinin; işçi sınıfının, Kürt halkı ve ulusal hareketinin ve diğer ezilen sınıf ve katmanların gelişecek inatçı kavgası sonucu, bazı ödünler vermek ve rejimi “demokratlaştırma” doğrultusunda bazı adımlar atmak zorunda kalabileceğini kabul edebiliriz. Ancak, Türkiye’nin köklü bir demokratikleşme yaşaması; Türkiye işçi sınıfının ve halklarının işbirlikçi-te- kızılbaş - sayfa 42 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kelci burjuvazinin iktidarını yıkması ve bir işçi-emekçi Sovyet cumhuriyetinin kurmasından ve geçmişle sahici bir hesaplaşma yaşamasından geçer. PKK’nın siyasal gericilikle ve emperyalizmle flört çizgisi 11 Eylül 2001’de, New York’taki Dünya Ticaret Merkezi binalarını hedef alan terörist saldırının ardından kısmen biçim değiştirerek sürdü. PKK, bu saldırıdan sonra Yanki emperyalistlerine başsağlığı dilemek suretiyle, “İslâmî terörizme” karşı savaşta “dünyanın efendilerine” onların yanında olduğu mesajını vermişti. (6) Bu dönemde PKK, ABD’nin, kendi diktasına ve buyruklarına uymayan Ortadoğu ülkeleri ve rejimlerine doğrudan ve dolaylı müdahale etme ve bu ülkelere “rejim değişikliği” ve işgaller yoluyla “demokrasi” getirme yaygarasına açık destek verdi. Örneğin, o sıralar PKK Başkanlık Konseyi üyesi olan Murat Karayılan, 11 Eylül’den kısa bir süre sonra yayımlanan bir demecinde şöyle diyordu: “Şimdi anlaşılıyor ki ABD, bu olayla birlikte yeni bir konsept geliştiriyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, bölgelerinde ve en temelinde Ortadoğu’da, Kaf kasya’da yeni bir düzenleme geliştirmek istiyor. Bu sadece ABD değil, genel anlamda NATO politikasına dönüşebilir. Dolayısıyla yeni düzenlemede Kürtler’in bu yeni süreci hassasiyetle ele almaları ve kendilerine bir yer yapmaları gerekiyor. Bizim yaklaşımımız budur... “Irak’a yönelik bir plân gelişirse, bu yeni süreç Güney’e çok yönlü olarak yansıyacaktır. Şimdi iki şey var: Irak’a yönelik mücadelede Güneyli Kürtler mi esas güç olarak görevlendirilecek, yoksa Türk ordusu mu? Öyle görülüyor ki şimdi Güneyli güçler değerlendirilecek. Ama bununla birlikte Türk ordu güçleri de dahil edilecek. Dolayısıyla burada iş biraz hassaslaşıyor... Bir fırsat gelişebilir.” (Özgür Politika, 2 Ekim 2001, abç) Başkanlık Konseyi’nin bir başka üyesi olan Cemil Bayık, PKK’nın ve Kürt halkının güç ve olanaklarının ABD’nin hizmetine sunulmasını öngören bu yaklaşımı şu sözlerle yineleyecekti: “Filistin ve Kürt sorununda eski politikaların yerine yeni politikaların geliştirileceği, belli bir çözümün devreye sokulacağı görülüyor. Irak’a müdahale, demokratik bir Irak ve Kürt sorununun demokratik ve özgür birlik temelinde çözümünü yaratırsa anlamlı olur. Böylesi bir çözüm herkesin yararına olabileceği gibi, bölgeyi de demokratikleşmeye açar. ABD öncülüğündeki güçler, Afganistan’da başarılı oldularsa bunu geliştirdikleri geniş uzlaşma ve ittifaka borçludurlar. Ortadoğu’da da başarılı olmak isteniyorsa, en başta da Kürt ve Filistin halklarıyla ittifak yapılır, iradeleri esas alınır ve sorunlarına adaletli bir tarzda yaklaşılırsa, çözümleyici ve kalıcı olunabilir.” (Özgür Politika, 30 Aralık 2001) Bugün Murat Karayılan olsun, Kürt ulusal hareketinin diğer yöneticileri olsun bu denli çıplak bir ABD/ NATO yanlısı profil sergilemiyor ve bu güçlerin “Kürtler’i görevlendirmesi”ni savunmuyorlar. Bunun nedeni bellidir: Aradan geçen süre içinde Ortadoğu ve dünya halklarının; ABD em- peryalizminin Afganistan, Irak ve Libya’ya doğrudan, Lübnan, Filistin, Somali, Pakistan, Suriye’ye vb. karşı giriştiği dolaylı müdahalelerin bu ülkelere “demokrasi”, “özgürlük”, “uygarlık” getirmeyi amaçladığı yolundaki yanılsamaları tuzla buz olmuş ve daha da önemlisi emperyalist saldırganlar, bazı kısmî ve geçici başarılarına ve saldırdıkları halklara ve ülkelere ölüm ve yıkım getirmelerine rağmen halkların direnişi karşısında siyasal ve askerî olarak yenilmişlerdir. Yani PKK yöneticilerinin dil ve üslûplarındaki değişikliği bir özeleştirel adıma ya da ilkeli bir anti-emperyalist konum almaya değil, bu ülkeler halklarının direnişine borçluyuz. (7) Bu eleştirdiğim ve sergilediğim görüşlerin asıl kaynağının ya da mimarının, Murat Karayılan’ın anlatımıyla “Türk-Kürt birliğini teorileştiren” Abdullah Öcalan olduğu ve Öcalan başta gelmek üzere Kürt ulusal hareketinin liderlerinin bu tez ve önermeleri yıllardır değişik vesilelerle yinelemekte olduklarını anımsatayım. Bu bakımdan, özü Türk egemen sınıfının önderliğinde Türkiye ve Ortadoğu halklarına karşı gerici Türk-Kürt bağlaşmasının inşası ve Kürt halkının devrimci enerjisinin Türk burjuvazisinin saldırgan ve yayılmacı emellerinin hizmetine sunulması olan bu tez önermelerin Öcalan tarafından nasıl dile getirilmiş olduğunu görmemiz gerekiyor. Öcalan Ne Diyordu? Abdullah Öcalan, yakalanmasının ardından Mayıs-Haziran 1999’da DGM’nde yapılan yargılaması öncesinde hazırladığı Savunma ve Esasa İlişkin Savunma adlı metinlerde artık şiddetin Türkiye’nin gündeminden kalktığını, Türkiye’nin, sözde barış ve sözde demokratik birlik yoluyla Kürt sorununu çözmesi hâlinde, PKK’nın olanaklarının Türk devletinin hizmetine gireceğini, böylelikle Türkiye’nin bölgede güçlü ve lider bir ülke hâline geleceğini ve çevre ülkelere “meşru” müdahale yapma hakkı kazanacağını vb. şöyle anlatıyordu: “Şiddet, artık Cumhuriyetin gündeminden kesin kalkmalıdır. Sanıyorum, Türkiye’de tüm kesimlerin konsensüs sağladıkları en temel bir konu budur. Kimse sorunların şiddetle çözüleceğine inanmıyor. Bunun, açık ve tarihten en büyük dersi çıkarmış görünen ve büyük zor gücüne rağmen, bu gücün etkisini ancak, yaratıcı çağdaş bir demokrasiye yönlendirmede kullanan ve açıkça 90 ortalarından beri MGK konseptleri ile yürütülen, içinden geçmekte olduğumuz tarihî aşamayla da, kanıtlanmaktadır...” (Savunma) “Cumhuriyet tarihinin bu en zor sorunu çözümlendiğinde Türkiye’nin iç barışından aldığı güçle bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı kesindir. Ortadoğu’da liderlik dönemi Orta Asya’dan Balkanlar ve Kaf kaslara kadar etkili olma anlamına gelecektir. Demokratik sistemin çözüm gücü, başta barış olmak üzere, birçok çelişki ve sorun olan bu bölgelere haklı bir müdahale ve desteğin verilmesi ve istenmesine de yol açacaktır.” (Savunma) “PKK’nin askerî sorun olmaktan çıkması, Kürt sorununun siyasî çözümünün yolunu açacak ve beraberinde siyasî sorun olmak- tan çıkması anlamına da gelecektir. Devletin bütünlüğünü birliğini zorlamaktan, ona güç verme sürecine girilecektir. Devletle demokratik bütünleşme yolu açıldıkça devlete karşıt konum aşılacaktır.” (Esasa İlişkin Savunma) “Türkiye burada büyük tehlikelerden korunma kadar, tersine yani güç kaynağına dönüştürme şansına sahip olacaktır. İçte ve dışta PKK’nin askerî savaş olanakları çözümle birlikte Türkiye’nin hizmetine girecektir... Kürtlerin Demokratik Cumhuriyet’le bütünleşmesi geliştikçe bu askerî anlamda da karşı tehditten stratejik bir güç kaynağına dönüşecektir. Çözüm bu büyük fırsatı sunuyor. Geleceğe en büyük stratejik yatırım oluyor.” (Esasa İlişkin Savunma) “70’lerde moda olan, ve uygulandığında sadece, ayrı devlet anlamında yorumlanan ‘ulusların kaderlerini tayin hakkı’ gerçekten, bu yorumuyla bir çıkmazdı. Kürdistan pratiğinde, sorunu yokuşa sürme yanı ağır basıyordu. Bunu, fiilen belirttiğim tarzda aşmaya çalıştım. Ancak, demokratik çözüm tarzının zenginliği karşısında, ayrı devlet, federasyon, otonomi ve benzeri yaklaşımların bile, geri ve bazen çözümsüzlüğe yol açtığını pratikte görünce; demokratik sistem üzerinde yoğunlaşma, bana çok önemli geldi.” (Savunma) “Görülüyor ki, PKK gerçekten büyük bir yol ayrımında; ya klâsik çizgisinde daha katılaşıp, sertleşip, geniş iç ve dış olanaklara dayanarak yaşamını sürdürecek, ya da, dünya ve Türkiye realitelerini doğru değerlendirip, silâhlı mücadele aşamasını belli yasal güvenceler temelinde temel taktik olarak bırakıp, yine programına Türkiye bütünselliğini esas alıp genel bir demokrasi programıyla daha da ayrıntılı işlenmiş bir Kürt toplumunun, dönüşüm programını, siyasal-yasal eylem ve örgüt biçimini esas alan bir yapıya kendini dönüştürecektir. Tarihî aşama kesinlikle budur. Bu dönüşüm, asla bir döneklik ve tasfiyecilik olarak görülmek şurada kalsın, gerçek bir devrimci dönüşüm olarak algılanmalıdır.” (Savunma) Kürt sorununun “çözülmesi”nin ardından, Türkiye’nin “bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı” ve “Ortadoğu’da liderlik” konumuna yükseleceği, “Orta Asya’dan Balkanlar ve Kaf kaslara kadar etkili olma” olanağına kavuşacağı, “Devletin bütünlüğünü birliğini zorlamaktan, ona güç verme sürecine girilece”ği ve “PKK’nin askerî savaş olanakları”nın “çözümle birlikte Türkiye’nin hizmetine girece”ği yollu görüşler, Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyet”e ilişkin görüş ve önerilerinin gerçek özünü ortaya koymaktadır. Türk egemen sınıfının görece daha gerici ve daha saldırgan kesimlerinin yaklaşımlarını yansıtmakta olan bu görüşler, sözde Demokratik Cumhuriyet projesinin söylenenin tam tersine, bir BARIŞ VE DEMOKRASİ projesi değil, bir SAVAŞ, YAYILMACILIK VE MİLİTARİZM projesi, bir “büyük Türkiye” projesi olduğunu kanıtlamaktadır. Aslında Öcalan’ın çok da yeni olmayan bu görüşleri onun, diğer hususların yanısıra, kızılbaş - sayfa 43 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kürt toplumunun en lânetli geleneğini, devrimci döneminde PKK’nın yürüttüğü şanlı gerilla savaşının ağır darbeler indirdiği, ama henüz ortadan kaldıramadığı, yöneticilerinin bilinen anlayışları nedeniyle kaldırmasının olanaklı olmadığı milis ve korucu geleneğini yeniden canlandırmaya çalışması anlamına gelmekteydi. Öcalan; geçmişten bu yana feodal ağalarının yönetiminde başka halklara ve ülkelere karşı Osmanlı-Türk gericilerinin ve militarizminin hesabına savaşmış, onların, özellikle Hristiyan halklara ve Alevîlere karşı giriştikleri kıyımlara suçortaklığı etmek zorunda bırakılmış olan Kürt halkına âdeta, bu lânetli geleneği sürdürmesini öğütlemekteydi. (8) Böylelikle o, farklı aşiret, yöre ve mezheplere mensup Kürt köylülerinin birbirlerinin kanını dökmelerinin anısıyla da lekelenmiş olan bir tarihi yeniden hortlatmaya ve Kürt halkının 1984-1999 yılları arasında PKK’nın önderliği altında yürüttüğü gerilla savaşı döneminde elde ettiği kazanımları yoketmeye çalışmaktaydı. Herhâlde hiçbir aklı başında insan, Kürt halkının ve ulusal hareketinin, Türk burjuva devletinin büyümesi, güçlenmesi ve bölgede önder ülke hâline gelmesi gibi bir görevi olduğunu ileri süremez. PKK’nın; Öcalan’ın bu öğütlerini yerine getirmesi, yani Türk gericiliğine “güç verme sürecine” girmesi ve onun “Orta Asya’dan Balkanlar ve Kaf kaslara kadar etkili olma” çabasına destek vermesinin sonucu şu olacaktır: Hem Türkiye’de ve hem de bölgede Kürt halkıyla diğer halklar arasındaki çitlerin daha da yükselmesi ve güvensizliğin artması, Türk generallerinin ve burjuvazisinin vurucu gücü olarak sahneye itilen Kürt halkının son yıllarda edinmiş olduğu haklı saygınlığı yitirmesi ve Ortadoğu bölgesinde daha da fazla izole edilmesi ve bölge halkları içindeki potansiyel bağlaşıklarını yitirmesi. Öcalan’ın bu görüşlerini son yıllarda, özellikle de 15 Şubat 1999’da yakalanmasından sonra, tutsaklık koşullarında ve kendisini tutsak eden güçlerin zorlaması ve baskısı altında savunmaya başladığı ileri sürülebilir. Ancak bu, doğru değildir. Neden? Çünkü PKK’nın önderi bu ve benzer görüşleri çok öncesinden bu yana, yani düşmanın elinde tutsak olmadığı koşullarda da, hem de yıllardır savunagelmiştir. Ne yazık ki, kalıntılarının önemli bir bölümü PKK’ya yedeklenmiş olan ve giderek bir güçten düşme ve sadece özgüvenini değil, tarihsel belleğini de yitirme süreci yaşayan Türkiye devrimci hareketinin ana gövdesi bu konuda suskun kalmayı tercih etmiştir. Bir kendini tasfiye döneminden geçmekte olan Türkiye devrimci hareketinin, oldukça başarılı bir gerilla savaşı sürdüren, Kürt halkı arasında kitlesel bir destek edinmiş olan ve diğer bir dizi alanda ciddi kurumlar yaratmış olan PKK’nın böylesine geri ve gerici görüşler formüle etmesini görmezden gelmesi anlaşılabilir belki, ama asla kabul edilemez. Şimdi bu görüşlere göz atalım: Öcalan 1991’de Doğu Perinçek’e verdiği mülakatta Türkler’in Anadolu’ya Kürtler’in desteğiyle girdiğini anlatırken şöyle diyordu: “Türkler’in Kürt beyleri ile iş yapmaları, daha sonraki yayılışlarında ve iktidarlaşmalarında çok önemli bir rol oynayacaktır. Kürtlerle ilişkileri esas olarak ittifakçılık temelinde oldu.” (“Eylemimiz gerçeğin ve demokrasinin sesidir.”, Seçme Röportajlar, Cilt III, Weşanen Serxwebun, 1996, s. 42) “Daha sonra 1500 yıllarında Yavuz Sultan Selim’in yaklaşımı da şöyle: Kürtlerin, çoğunluğu İran etkisinde, biraz da baskısı altında 23 büyük beyliği vardır. Sultan Selim onlara bir mektup yolluyor ve bugün Kamuran İnan’ın denek tahtası olduğu gibi, İdris-i Bitlisî’nin ihaneti kılavuzluğunda egemenliğini geliştiriyor.” (aynı yerde, s. 43) “Demek istediğim, Osmanlı Türklüğü ve Sultanlığının tehlikede olduğu öyle bir tarihî kritik an ve bir ölüm-kalım savaşı dönemi var. Kuyucu Murat boşuna o kadar Alevî’yi kuyulara doldurmaz. Günümüzün Sünnî Kürtlüğü, Kamuran İnan vahşîciliği de kaynağını buradan alır. Osmanlı’nın Alevî düşmanlığı, Kürdistan’da buna dayanak aramaktadır... Dediğim gibi bu ittifak, Osmanlı’ya nefes aldırdı ve giderek bir cihan imparatorluğu olmasını sağladı. “20. yüzyılın başlarında da yine bir kritik dönem var... Gelişen kapitalizm Anadolu’yu en ücra köşesine kadar işgal etmiştir. Türk sultanlarının yaptığı gibi Mustafa Kemal de yönünü Kürtler’e döner...” (aynı yerde, s. 44) “Ankara’da meclis tartışmalarında var... Esas olarak tehlikede olan Türk ulusudur, kendi devletleri ve mülkiyetleridir... Kürdistan’a tekrar müracaat var. Türkler ittifaklarını ille oradan oluşturuyorlar. Tıpkı Bağdat’ın kapılarına dayanmak isteyen Sultan Selçuk, Anadolu içlerine girmek isteyen Sultan Alparslan gibi... “Beş yüzyıllık aralıklarla gündeme gelen, Türkler açısından tehlikeli üç dönemden söz ettik. Üç süreçte de Kürtlere müracaat var. Kürtlerin ittifakı ile bağlılığıyla Kürt egemenlerinin eliyle de olsa, tehlikeden çıkma sözkonusu. Mustafa Kemal olayında da böyle oluyor...” (aynı yerde, s. 45) Öcalan 4 Mayıs 1991’de Rafet Ballı’ya verdiği mülakatta Ballı’nın, “Ermeniler’e ve Araplar’a karşı çıkmak, Kürtlerin de çıkarınaydı galiba” sorusuna şöyle yanıt vermektedir: “Kürt beylerinin, şeyhlerinin menfaati var tabiî. O çok önemli. Ermeniler’in kendileri için de tehlikeli olduğu söylenir. Arap aşiretleri ayaklanırsa, Kürt aşiretleri tehlikeye girer denilir. Sultan Abdülhamit Araplar’ı da, Ermeniler’i de idare etmek ister. Balkanlar’da da benzer politikası vardır. Ama burada Kürtlere oldukça etkili bir yer verir. Ve Osmanlı’yı ayakta tutmada, özellikle doğunun dağılmasını önlemekte Kürt politikasının büyük rolü vardır. Bu sayede Ermeniler’i başarısızlığa uğratır, Araplar’ı kendisine bağlı tutar, Arnavutlar’ı bağlı tutar. Yani Kürtler önemli bir güç kaynağıdır. Tıpkı Yavuz Sultan Selim’in İran Safevî devleti karşısında Çaldıran’ı kazanmasında Kürtler’in olması gibi.” (“PKK Kürdistan’ın Tarihinde Yepyeni Bir Olaydır”, aynı yerde, s. 206) “Yani entegrasyon yalnız şimdi vardır demiyorum. Tarihî olarak oluşmuştur bu. Kürtler aleyhine çok kötü bir durum doğmuştur... Biz bunu düzeltmek istiyoruz. Kürtlüğün aleyhine giderek derinleşen bir uçurum açılmıştır. Bu uçurumu kapatmak istiyoruz. Yeni düzenlemeyle kastettiğimiz olay budur. Devrimle ne kadar olur, reformla ne kadar olur? İkisine de kapıyı açık bırakıyorum. Devrimci şiddetle ne kadar aşılır? Bu sadece bize bağlı değil. Bu, daha çok Türk rejiminin özelliklerine bağlıdır. Türk liderliğinin durumuna bağlıdır.” (aynı yerde, s. 226) Tam da burada bir parantez açarak şunu belirteyim: Kürt halkının saflarında modern ulusal bilincin hâlâ çok zayıf olduğu koşullarda, II. Abdülhamit’in Panislâmist politikası sayesinde, şeyhleri ve İslâm’ın etkisi altındaki Kürt aşiret reislerini ve onların üzerinden Kürt halkını Osmanlı’ya yakınlaştırma çabaları; II. Abdülhamit’in, Kürtler’i Ermeniler’e karşı kışkırtarak bu iki ulusal topluluk arasındaki sürtüşme ve güvensizlikleri arttırmasında önemli bir rol oynamıştır. Zaten Sultanın kendisi de Kürtler’e nasıl yaklaştığını pek gizlemiyor ve bunu şu sözlerle dile getiriyordu: “Rusya ile harp vukuunda, disiplinli bir şekilde yetiştirilen bu Kürt alayları, bize çok büyük hizmetlerde bulunabilirler. Ayrıca orduda öğrenecekleri ‘itaat’ fikri, kendileri için de faydalı olacaktır. Kürt ağalarının bazılarının çocuklarını İstanbul’a getirip memuriyete yerleştirdiğim için tenkit edildiğimi biliyorum. Senelerdir Hristiyan Ermeniler nazır (bakan) mevkilerini işgal etmişlerdir. Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaştırmakta ne gibi bir zarar olabilir?” (Sultan Abdülhamid, Siyasî Hatıralarım, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1999, s. 52) II. Abdülhamit döneminde güçlenen ve jenosid yıllarında doruk noktasına çıkan suçortaklığı etkisini, 1919-22 yılları arasındaki Türk “Kurtuluş Savaşı” sırasında da duyuracak ve Kürt halkının güç ve olanaklarının bir kez daha Türk generalleri, işbirlikçi burjuvaları ve toprak ağalarının yararına kullanılmasına yol açacaktı. Hamit Bozarslan, “Türkiye’de Kürt Milliyetçiliği: Zımni Sözleşmeden Ayaklanmaya 19191925” başlıklı çalışmasında bu konuda şunları söylüyordu: “Kürtlerin büyük çoğunluğu için ‘Kürtlük’, gerçekte, Müslüman ve Osmanlı aidiyetlerini göstermenin diğer bir yoluydu. Yüzyıllar boyunca, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, Kürt olmak, bir gayrımüslime, özellikle Ermeni’ye -daha sınırlı ölçüde Asurî’yekarşıt olarak, Müslüman olmak anlamına geliyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrası şartlarda bu özdeşleşme, sadece kısmen Anadolu’yu, Hristiyan işgalciler tarafından tehdit edilen ümmetin merkezi olarak ‘algılamanın’ sonucu olarak açıklanabilir. Bu, aynı zamanda, Kürtler’in Ermeniler’in kırımına yoğun bir şekilde katılmalarının doğrudan bir sonucu olarak da anlaşılmalıdır. Gerçekte, Kürt milliyetçiliğinin dinamiklerini gayet iyi bilen Doğu Cephesi kumandanı Kazım Karabekir, Kürtler’in Ermeni karşıtlığına dayalı korkularını, kızılbaş - sayfa 44 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kürt milliyetçi projelerini değersiz kılmak için kullandı. Anılarında Kürt-Türk ittifakının özel bir çaba sarfedilmeden, sadece ‘Kürdistan’ın Ermenistan olma tehdidiyle karşı karşıya olduğu’ hatırlatılarak kurulduğunu söyler. Kürt milliyetçileri Ermeniler’le bir arada yaşamaya kesinlikle karşıydılar (ve pek çoğu yıllar sonra da bu tavrı korudu). Bundan dolayı, Ermeniler’in Kürtler’le yakınlaşma girişimlerinin başarısız olması ve İslâm’ın, belki de ‘Hristiyan işgalciler’den çok, en yakındaki ‘Hristiyan komşu’ya karşı savunulmasının etkili olması sürpriz olmadı... “Bu dönemde aşiretlere ve tarikatlere göre, Kürtlüğü savunmak, Kürt milliyetçiliğini değil, İslâm’ı -yani Türk-Kürt Müslüman kardeşliğini- savunmak anlamına geliyordu.” (Der. Erik Jan Zürcher, Türkiye’de Etnik Çatışma, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s. 98-100) Devam edelim. Öcalan 27 Eylül 1991’de, Milliyet gazetesinden Soner Ülker’e verdiği mülakatta ise şöyle diyordu: “Bu anlamda Kürtler, Türklerin tarihinde çok belirgin bir rol oynarlar. Tabiî zor dönemlerde bu anlaşılır ve imdat istenilir; diğer dönemlerde ise tersi yapılır, bastırılır ve eritilir. Bana göre, eğer bugünkü durumu, yani Kürtler’in konumunu doğru değerlendiremezlerse, kendileri için tarihî ve güncel olarak çok büyük bir hata yapmış olurlar... “Biz şimdi Kürtlerin bu konumunu değiştirmek istiyoruz. Yani Kürtler’in, aleyhlerine olan bir statü içinde Türkler’in egemenliğinde kalmalarını kabul etmiyoruz. PKK aslında bu statüyü değiştirmek isteyen bir harekettir. Değiştirmek isterken de ulusal bir düşmanlık yapmıyor, mevcut devlet politikasının yanlışlığını dile getiriyor... Eğer bu politikada ısrar edilirse, bu Kürtler’i topyekûn kaybetmek olur ki, bu da Türkler için tarihteki en büyük tehlike anlamına gelir.” (aynı yerde, s. 376) Öcalan, yukarda dile getirdiği ve âdeta sistemli bir biçimde savunduğu görüşleri 23 Haziran 2006 tarihli görüşme notlarında bir kez daha yineliyor ve “dördüncü TürkKürt bağlaşması”nı önerirken şunları söylüyordu: “Tarihte üç kez Türklerle Kürtler stratejik ittifak yapmışlardır. Kurtuluş Savaşı’ndaki ittifakın sonucunda Kürt ve Türk halkının elde ettiği ortak başarısının yanı sıra Yavuz döneminde ve 1071 tarihinde Alpaslan döneminde de stratejik ittifak yapılmıştır. 1071’de Alpaslan Roma İmparatoru Romen Diyojen’e karşı Kürtlerle ittifakı yaparak Anadolu’ya girmiştir. Alpaslan Silvan taraflarına gelerek, Mervani Kürt kalıntıları ve geri kalan Kürtlerle işbirliği yapmıştır. Bunun neticesinde Kürtler 10 bin asker ile destek vererek Alpaslan’ın savaşı kazanmasını sağlamıştır. Aynı şekilde Yavuz döneminde de benzer şekilde Yavuz, Kürt ittifakını sağladıktan sonra Ortadoğu’ya girebilmiştir. Bugünkü Türkiye-İran sınırı o dönemde şekillenmiştir. Yavuz ittifakı sağladıktan sonra Çaldıran, Mercidabık, Ridaniye savaşlarını kazanarak Suriye, Arabistan, Mısır yani Ortadoğu’ya egemen olabilmiştir. Yavuz o dönemde, Kürt bey- lerinin kendi aralarında bir lider seçmesini istemiştir. Ancak Kürt beyleri arasında çelişkiler, rahatsızlıklar var. Yavuz akıllı adamdır. Kürt beylerine mühürlü boş sayfalar göndererek kendi isteklerini tek tek yazmalarını istemiştir... “Bu durumdan ancak Kürt-Türk kardeşliği temelinde bütün Ortadoğu’da ‘Demokratik Fetih’ yapılarak kurtulunabilir. Bu anlamda Erdoğan’ın İspanya Başbakan’ı ile yürütmek istediği Medeniyetler İttifak’ı devam ettirilebilir ve bununla da sınırlı kalınmamalıdır. Israrla vurguladığım gibi Türk-Kürt ittifakı da sağlanıp Ortadoğu’ya demokrasi kültürü yerleştirilmelidir. Yavuz döneminde yapılan ittifak ile Ortadoğu feodal bir şekilde fethedilmişti. Yapılacak yeni ve demokratik bir ittifak ile Türkiye demokratikleşebilir ve bu demokrasi kültürü bütün Ortadoğu’ya taşınabilir.” (“Öcalan’dan 4. İttifak Önerisi”) Bu görüşleri bu yazı boyunca yeteri ölçüde eleştirmiş bulunuyorum. Dolayısıyla burada, Öcalan’ın Türk gericilerinin, yayılmacı ve yeni-Osmanlıcı hayal ve ihtiraslarını “Ortadoğu’da ‘Demokratik Fetih’ yapma” olarak niteleyerek güzelleştirmesine dikkat çekmekle yetiniyorum. Bu bölümü, Öcalan’ın sık sık dile getirdiği Yavuz Sultan Selim ile işbirlikçi İdris-i Bitlisî’nin önderlik ettiği Kürt beyleri arasındaki ilişkiye değinmek suretiyle bitireceğim. 1512-1520 yılları arasında tahtta kalan Yavuz Sultan Selim’in, padişah olduğunda 2,375,000 kilometrekare olan Osmanlı topraklarını 6,557,000 kilometrekareye çıkardığı biliniyor. Selim, İran’da ve Doğu Anadolu’da egemen olan ve başında Şah İsmail’in bulunduğu ve Osmanlı’ya göre daha eşitlikçi bir nitelik taşıyan Safevî devletine karşı savaşırken bu devlete eğilim duyan yoksul Anadolu halkının bir dizi ayaklanmasını kanlı bir biçimde bastırmış, Mısır’da hüküm süren Memluk devletini yendikten sonra Hilafet makamını ele geçirmiş ve Anadolu’nun Sünnîleşmesini hızlandırmıştı. Doğu Anadolu’daki Kürt aşiret reislerinin İdris-i Bitlisî aracılığıyla Osmanlı devletiyle anlaşmasını, bu devletin topraklarını genişleterek “bir cihan imparatorluğu olmasını” (A. Öcalan) sağlamalarını ve onbinlerce yoksul Anadolu köylüsünü öldüren bir padişaha hizmet etmelerini bir övünç vesilesi yapmak, hele bu pratiğin BUGÜN DE örnek alınmasını istemek, her türden devrim ve devrimcilik savını yellere savurmak, siyasal gericiliğin kampına geçmek ve 21. yüzyılın İdris-i Bitlisî’si rolüne soyunmak demektir. Hasan Yıldız bu kişinin rolü hakkında şu bilgileri aktarıyordu: “1514 yılında İran şahını Çaldıran’da yenen Osmanlı imparatoru Yavuz Sultan Selim yine o yıl Kürt beylikleriyle bir anlaşma imzaladı. Anlaşmaya göre Osmanlı yönetimine bağlı olarak Kürt beyliklerinin özerklikleri korunacak ve bu beyliklerde yönetim (imparatorluğun işgal ettiği diğer topraklardan farklı olarak) babadan oğula geçecekti. Ancak tüm bunlara karşın Kürt beylikleri padişah ordusuna gerektiğinde asker göndermekle yükümlü tutuluyordu. “İmzalanan anlaşma metni madde olarak şunları içeriyordu: 1. Osmanlı yönetimine bağlı olarak Kürt emirliklerinin özerkliğini korumak. 2. Kürt emirliklerinde de yönetim babadan oğula geçerek sürecek, eskiden beri yürümekte olan yönetim yürürlükte kalacak ve bu konuda ferman padişahtan çıkacak. 3. Kürtler Türkler’e bütün savaşlarda yardım edecekler. 4. Türkler Kürtler’i bütün dış saldırılardan koruyacaklar. 5. Kürtler devlete verilmesi gereken her türlü vergiyi ödeyecekler.” (Aşiretten Ulusallığa Doğru Kürtler, Stockholm, Heviya Gel Yayınları, 1989, s. 33) Ama bu Kürt-Türk bağlaşması sadece kendi topraklarını Anadolu içlerine doğru genişletmek isteyen Safevî devletine ve onun başında bulunan Şah İsmail’e değil, aynı zamanda Anadolu’nun Alevî ve Türkmen halkına karşı bir bağlaşmaydı. Gerçekten de Yavuz Sultan Selim’in babası II. Bayezid’in, Selim’in kendisinin ve oğlu Kanunî Sultan Süleyman’ın hükümdarlıkları döneminde; Osmanlı devleti kuvvetlerine ağır kayıplar verdiren, ancak sonunda büyük zorluklarla da olsa yenilgiye uğratılan bir dizi halk ayaklanması gerçekleşmişti. 14. ve 15. yüzyılda yeni ticaret yollarının bulunması, Amerika’nın keşfi, Rönesans’ın etkisiyle Avrupa’nın canlanması; Osmanlı topraklarından geçen baharat ve ipek yollarının eski işlevini yitirmesine ve dolayısıyla Osmanlı devletinin bu ticaretten elde ettiği gelirin azalmasına yol açmıştı. Bununla eşzamanlı olarak; nüfusun artması ve vergilerin yükseltilmesi; vergilerini ödeyemeyen köylüler ve küçük tımar sahipleriyle Saray arasındaki çelişmelerin keskinleşmesine, tımar sisteminin çözülmeye başlamasına ve ortaya geniş bir yoksul, hatta toprağından kopmuş -ve “çiftbozanlar” olarak anılan- köylü kitlesinin çıkmasına yol açmıştı. Bunlara, yoksul göçebe Türkmen yığınlarının katılmasıyla patlayıcı bir bileşim oluşacaktı. İmparatorluğu 16. yüzyılın ilk yarısında sarsan ayaklanmaların maddî temeli işte buydu. Bu ayaklanmalar arasında; 1511’de Antalya ve Burdur yöresinde patlak veren Şahkulu ayaklanmasını, 1512’de Çorum, Amasya, Yozgat ve Tokat yöresinde patlak veren Nur Ali Halife ayaklanmasını, 1518’de Tokat yöresinde patlak veren Şeyh Celâl ayaklanmasını, 1525’de Yozgat, Tokat, Amasya ve Sivas yöresinde patlak veren Baba Zünnun ayaklanmasını, 1526’da Maraş yöresinde patlak veren Kalender Çelebi ayaklanmasını sayabiliriz. Resmî tarih kitaplarında adları bile anılmayan bu ayaklanmalar bir dizi objektif ve subjektif faktöre bağlı olarak yenilgiye uğradılar; ama bu ayaklanmaların ve 17. yüzyılda onları izleyen -ve halkçı niteliği daha/ çok daha zayıf olan- Celâlî isyanlarının darbeleri, dönemin süper devleti sayılabilecek Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme sürecine girmesine önemli bir katkı yaptı. Ya Kürt Aydınları.... Geçerken, sözünü ettiğim kirli gelenekle yüzleşme ve hesaplaşma konusundaki isteksizliğin, sadece başını PKK’nın çektiği Kürt ulusal hareketine özgü bir kusur kızılbaş - sayfa 45 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 olmadığını, tam tersine bunun -bazı istisnalar bir yana bırakılmak kaydıyla- neredeyse tüm Kürt örgüt, çevre ve siyasal figürleri tarafından paylaşıldığını belirtmek isterim. Kürdistan’ın tarihini inceleyen yapıtların çoğunda açık ya da üstü örtülü bir Hristiyan-karşıtı havanın egemen olması, bu yapıtların 19. yüzyılın ikinci yarısında da yaşanan acı olayları subjektif bir biçimde resmetmesi, 1915-20 dönemini âdeta bir boş sayfa biçiminde sunması, bu yapıtların yazarlarının ise tüm bu döneme ilişkin bir bellek tutulması yaşaması ya da işlenen suçları hafifletmeye/ mazur göstermeye çalışması vb. bunu doğrular. Burada bir kaç örnek üzerinde duracağım. Asla Nuri Dersimî gibilerinin kaba ve rezil Türk şovenizmine düşmemekle birlikte Wadie Jwaideh gibi ciddi ve objektif bir araştırmacı bile, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi adlı değerli yapıtında bu türden hatalar işlemektedir. Jwaideh, bazı Kürt aşiretlerinin 19. yüzyılın ikinci yarısında Nasturîlere karşı gerçekleştirdiği vahşete değinmektedir; (9) ancak o, gene bir kısım Kürt aşiretlerinin ve Hamidiye Alaylarının Osmanlı’nın kışkırtmasıyla Ermeni halkına karşı işlediği suçlara değinmemeyi yeğlemekte, kitabının “Kürtler ve Birinci Dünya Savaşı” başlıklı yedinci bölümünde ise Ermeni jenosidini ve dolayısıyla devletle işbirliği içinde bulunan Kürt aşiretlerinin bu jenosidde oynadığı rolü görmezden gelmektedir. (10) Ermeni ve Süryani halklarına karşı girişilen kıyımların yaşandığı bu dönemi incelerken dikkatini Kürt halkının savaş sırasında verdikleri kayıplar, Rus ve Osmanlı orduları arasında meydana gelen çatışmaların Kürt halkının saflarında yol açtığı yıkım, hatta 1917’de Rusya’da meydana gelen devrimden sonra, Rus ordusunun denetiminden çıkan silâhlı Ermeni gruplarının Erzurum-Erzincan bölgesinde çok sayıda Kürd’ü öldürmesi (11) ve Kürt milliyetçilerinin savaş sırasındaki etkinlikleri vb. üzerinde yoğunlaştırmakta, ancak Kürt tarihi açısından da son derece büyük bir önem taşıyan asıl olaydan -Ermeni ve Süryani kıyımı- söz etmemektedir. Bunun biricik istisnası, yazarın “Kürt Milliyetçilerinin Savaş Sırasındaki Faaliyetleri” başlıklı alt bölümde yer alan şu tümcedir: “Kürtlerin Ermenilerin trajik sonlarında oynadıkları rol, şimdi savaşın olası tehlikelerini göğüsleyebilmek için Türklere yakın durmalarını gerektiriyordu.” (Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999, s. 247) İkinci örnek ise, Torî/ Mehmet Kemal Işık’ın, birinci basısı 2005’de yapılan Aşiretten Millet Olma Yapılanmasında Kürtler adlı kitabı. Yazar, Hamidiye Alaylarını ele aldığı bir kaç sayfada bu oluşumun, Ermeni halkına ve onun ulusal uyanışına karşı niteliğinden asla söz etmiyor ve bu Alayların aslında Osmanlı’nın Kürtler üzerindeki denetimini pekiştirmesi için kurulduğunu şöyle temellendirmeye çalışıyordu: “Bununla beraber devletin Kürt aşiretleri üstündeki denetim gücü azaldı. Devlet yönetimi bundandır ki, Kürt aşiretler, dolayısı ile Kürtler üstündeki denetimi sağlamak için toplumda belli saygınlığı olan Kürt ai- lelerinden seçkin kişileri makama çağırarak, iltifatlarla onlara paşalık ünvanı verdi. Hamidiye paşaları olarak tanınan bu kişilerle emirliklerden boşalan yerler doldurulmaya çalışıldı.” (Aşiretten Millet Olma Yapılanmasında Kürtler, İstanbul, Doz Yayınları, 2005, s. 131-32) Bu saptama doğru değil. Hamidiye Alaylarının Osmanlı’nın, Kürtler üzerindeki denetimini güçlendirmek ve Çarlık Rusyası’yla yapılan savaşlarda para-militer güç olarak hizmet vermek gibi işlevleri de olmakla birlikte, onların asıl kuruluş amacının Ermeni halkını terörize etmek olduğu biliniyor. Öte yandan Torî, II. Abdülhamit kliğinin Hamidiye Alaylarının da aktif katılımıyla 1894-96 yıllarında gerçekleştirdiği kıyımlara tek sözcükle olsun değinmiyor. Oysa, Kemal Mazhar Ahmed adlı bir başka Kürt araştırmacı bu konuda şu bilgileri veriyordu: “Çok geçmeden Sultan Abdülhamid Ermeni kırımını başlattı. İlk hunharca katliam Ağustos 1894’de Sason yöresinde başladı. Asker, jandarma ve bir grup çete aniden harekete geçerek büyük-küçük, kadın-erkek demeden öldürmeye başladılar. Kısa sürede 40 köy yerlebir edildi, yaklaşık 10,000 kişi öldürüldü. Bundan bir yıl sonra bir yenisi daha yapıldı, ancak bu kez genel bir kırımdı. Eylül 1895’de, Sultan’ın adamları İstanbul’da Ermeniler’i katlettiler ve sağ kalanları da zindanlara doldurdular. Bu kez katliam batı Ermenistan kentlerine, Ermeniler’in de yaşamakta oldukları Erzurum, Maraş, Diyarbakır, Van vb. kentlere sıçratıldı. Konunun sınırlarını kavramak ve bu yüzkarası vahşeti gözler önüne sermek için bazı örnekler vermekte yarar görmekteyiz. “İstanbul merkezinde sadece iki günlük bir sürede 5,500’e yakın Ermeni öldürüldü. Diğer bir kısım ‘gâvurlar’ da bu bahaneyle ortadan kaldırıldılar. Fransa’nın ‘Sarı Kitab’ında bahsedildiği gibi, Diyarbakır’da katliam üç gün sürdü (1 Kasım 1895’den itibaren). Burada ‘selâvat getir!’ denilerek üç günde öldürülenlerin sayısı 3,000 kadardı ve 119 Ermeni köyü yakıldı. Yalnız kent merkezinde iğfal edilen kız sayısı 50’yi buldu, dışında ise bu sayı fazlasıyla aşıldı. Saldırganlar bu üç günden birisini Ermeni dükkan ve pazarlarını yağmaya ayırdılar. Canlarının istediği biçimde insan kestiler ve talan yaptılar. ‘Sarı Kitap’ta, Ermeniler’in bu olaydaki maddî kayıpları iki milyon lira olarak hesaplanmıştır. Sözkonusu kaynakta, Sivas katliamına da yer veriliyor. Bu kentte 12 Kasım’da öldürülen insan sayısı 1,000’e ulaşmış, 200-300 kadarı damlardan atılarak öldürülmüştür. Olayı gören birinden aktarıldığına göre çoğu taş, sopa, demir, hançer vb. araçlarla katledilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki katiller mermilerine kıymamışlar. Bu tür öldürme, yakma-yıkma vahşeti diğer yerlerde de uygulanmıştır. Ve bu gibi uygulamalar ertesi yıl da sürdürüldü. Rusya’nın İstanbul Sefiri, hükümetinin verdiği görev üzerine hazırladığı raporda, öldürülen çocuk sayısının 50,000’e ulaştığını belirtiyor.” (Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Kürdistan, Ankara, Berhem Yayınevi, 1992, s. 58-59) Torî, 1915-16 yılları için de benzer bir ses- sizlik ve görmezden gelme tutumu sergilemektedir. Yazar kitabının, bu konuya sözümona değindiği “Ulus Devlet Yapılanması” başlıklı VI. Bölümünde 1914’ün hemen öncesi için herhangi bir başka açıklamaya gerek duymaksızın, “Kürtler’i Ermeniler’e karşı kullanma plânları giderek şekillenmekteydi” (aynı yerde, s. 180) demekle yetindikten sonra bir sonraki sayfada, “Bu arada Kürdistan’da ve Ermenistan’da huzursuzluklar artıyor, bakanlar kurulu sürekli olarak yatıştırıcı tavır alıyordu” (aynı yerde, s. 181) demekteydi. Yazar, bu ne idüğü belirsiz ve gerçeklerle taban tabana karşıt tümcenin ardından şu yavan ve yanıltıcı saptamayı yapıyordu: “İran sınırına yakın yerlerde Kürt ve Ermeni sürtüşmelerinde İttihat ve Terakki yöneticilerinin bir ölçüde Kürtler’den yana tavır aldıklarını görmekteyiz.” (aynı yerde, s. 181) Torî daha sonraki sayfalarda şu sözlerle, Kürtler’le Ermeniler’i, ikisi de tehcir ve kıyıma hedef olan topluluklar olarak göstermeye ve her ikisinin konumunu eşitlemeye girişiyordu: “İttihat ve Terakki hükümetleri I. Dünya Savaşı yıllarında, bir taşla birkaç kuş vurmak istedi. Almanlar’ın savaşı kazanacağından emin bir şekilde, ‘savaş kazanmış devlet’ üstünlüğüyle eskiden kaybettiklerini geri almayı, Kürt ve Ermeniler’i sürgün, asimile ve yok ederek yalnız Türkler’den oluşan bir Anadolu’ya sahip olup Turan’a doğru yayılmayı plânlamaktaydılar.” (aynı yerde, s. 189) Torî burada, esas itibariyle Osmanlı-Türk gericiliğinin maşası ve vurucu gücü rolünü oynamış ve dolayısıyla saldırgan konumda olmuş olan bir kısım Kürt beyleri ve şeyhleriyle, esas itibariyle kurban konumunda olmuş olan Ermeniler’i (ve Süryaniler’i, Pontus Rumları’nı) aynı kategoriye koymakta ve bu arada İttihat ve Terakki çetesinin Ermeniler’in yanısıra “Kürtler’i de “sürgün, asimile ve yok” etmeyi plânladığını ileri sürebilmektedir. Ne yazık ki, değerli araştırmacı İsmail Beşikçi de kısmen buna benzer bir hatalı yaklaşım sergilemektedir. O, “Süryaniler ve Yakındoğu” başlıklı yazısında, önce şu doğru saptamaları yapıyordu: *”Bugün, Türkiye’de, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır. Kürd bölgelerinde, Kürd ağalarının, aşiret reislerinin, Kürd şeyhlerinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır.” *”Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Kapadokya’daki, Egedeki, Kilikya’daki Rumlar, Ege adalarına, Yunanistan’a sürgün edilecek. Ermeni nüfus tehcir adı altında uygulanan politikalarla tamamen çürütülecek, yok edilecek. Hıristiyan Süryanilere, Ezidî Kürdlere de aynı tehcir politikası uygulanacak. Kürdler Müslüman oldukları için Türklüğe asimile edilecek. Lazlara, Çerkeslere de aynı asimilasyon politikası uygulanacak. Kızılbaşlar (Alevîler) Müslümanlığa asimile edilecek.” *”Kürdler ve Kızılbaşlar (Alevîler) konusunda temel politika asimilasyondu. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevîlerin, Ezidî Kürdlerin Müslümanlığa asimilas- kızılbaş - sayfa 46 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yonu İttihat ve Terakki ile başlayan bir süreçti. Cumhuriyetle birlikte çok daha sistematik bir şekilde uygulamaya konan politikalar oldular. Lazlar, Çerkesler, Ezidî Kürdler için de asimilasyon geçerli bir politika oldu.” Ancak o bütün bunların ardından, “Kürtler’in de soykırıma uğradığını” ileri sürüyordu: “Yakındoğu’nun imhası sürecinde Kürdler de soykırıma uğramıştır. Ve bu süreç günümüzde zamana ve mekâna yayılmış olarak devam etmektedir. Yalnız, Kürdlerin durumunu iki aşamada ele almak gerekmektedir. Kürdlerin bir kısmı, 1915’de, Ermeni-Süryani soykırımında İttihatçılara tetikçilik yapmışlardır. Şu veya bu şekilde soykırıma katılmışlardır. Soykırımı plânlayan, yaşama geçiren şüphesiz İttihatçılardır. Ama Kürdlerin tetikçiliği de dikkatlerden uzak değildir. Bundan dolayı, maddî ve manevî olarak ödüllendirilmişlerdir.” Evet, kabaca 19. yüzyılın ortalarından bu yana Kürtler, sadece Osmanlı’yla işbirliği yapmakla kalmamış, bir çok kez ona karşı isyan da etmişlerdir. İttihat ve Terakki dönemindeki bazı küçük hareketleri saymazsak Kürtler, ulusal bilincin gelişmesine paralel olarak 20. yüzyılda da bir dizi isyana girişmişlerdir. Bunlar özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra gerçekleşmiş ve Kemalist rejim bu daha ciddi ve kitlesel isyanlara sadece zorla assimilasyonla değil, yasaklar, sürgünler ve korkunç kıyımlarla yanıt vermiştir. Ama, Beşikçi’nin burada sunduğum kendi sözlerinden de anlaşılabileceği gibi, gerek Osmanlı’nın, gerekse İttihat ve Terakki çetesinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtler’e yaklaşımı, Ermeniler’e (ve Süryaniler’e ve Pontus Rumları’na) yaklaşımından NİTELİK OLARAK farklı olmuştur. Osmanlı ve Türk gericilerinin; küçümsenmeyecek bir bölümü Ermeniler’e ve Süryaniler’e yapılan zulüm ve kıyımlara katılmış ve bunun sonucunda zenginleşmiş olan Kürt bey, şeyh ve ağalarına ve onların ardından sürüklenen bilinçsiz Kürt emekçilerine karşı uygulamış olduğu zor, genel olarak daha sınırlı ve kontrollü bir düzeyde kalmış, onlara karşı güdülen “temel politika” gene Beşikçi’nin anlatımıyla “asimilasyon” olmuştur. Devam edelim. Kürt beylerinin ve onların etkisi altındaki Kürt halkının bir bölümünün Ermeni (ve Süryani) jenosidinde yer aldığını ve Ermeniler’e (ve Süryaniler’e) ait zenginliklerin yağmalanmasından pay aldığını dile getirmekten özenle kaçınan Torî ardından şunları söylemekle yetiniyor: “Ermeniler’in sürgün ve kırımından sonra Kürt feodalleri zenginleşti, fakir Kürt köylüsü ile aralarında büyük uçurumlar oluştu. Fakat buna karşı, onlar bile savaş yıllarının yıkımı içinde önemli zararlara uğradılar... “İttihat ve Terakkiciler, I. Dünya Savaşı boyunca yenilginin nedenlerini sürekli olarak Türk-olmayan halklarda aradılar ve gözü kara bir biçimde kırımlara varan uygulamalara giriştiler.” (aynı yerde, s. 190) Torî burada da; “Türk-olmayan halklar”ın hedef alındığını ileri sürmek suretiyle Hristiyan halkları (Ermeniler’i, Süryaniler’i, Pontus Rumları’nı) Kürtler’le ve diğer Türk-olmayan Müslüman halklarla aynı sepete koyuyor ve her iki kategorideki halkların ya da birinci kategoridekilerle Kürtler’in aynı ya da benzer düzeyde haksızlığa ve zulme uğradığını ileri sürüyor; o böylelikle tarihsel olguları çarpıtıyor ve jenosidin esas hedefinin Hristiyan halklar olduğu gerçeğini gözlerden gizlemeye çalışıyor. Bu kervana Abdullah Öcalan’ın da katılmaması olanaksızdı. Nitekim o, 4 Şubat 2011 tarihli açıklamasında, ASIL SOYKIRIMIN Kürtler’e uygulandığını ileri sürebiliyordu: “15 Şubat 1925 tarihi Cumhuriyet Türkiye’sinde Kürtlerin soykırım tarihinin başlangıcıdır. 1925’ten günümüze kadar tam 85 yıl geçmiş ve bu soykırım değişik biçimlerde de olsa hâlen devam ediyor. Yani 85 yıllık soykırım tarihi var. Kürtlerden önce Ermeni soykırımı var ama Ermeni soykırımından çok daha ağırı Kürtlere uygulandı, uygulanıyor. Buna rağmen Kürtler hâlâ ayakta, Kürtleri bitiremediler, varlıklarını sürdürüyorlar. Günümüzde de bu soykırım uygulamaları çeşitli biçimlerde devam ediyor. Kürt soykırımı sadece fizikî değildir, kültüreldir, ekonomiktir, siyasîdir, dinîdir vs. her türlü uygulanıyor. (“Diyarbakır Mısır’a Dönerse Barış Gelir”, 4 Şubat 2011) Bitirirken Bu çalışmayı bitirirken Öcalan ve diğer PKK yöneticilerinin yaklaşımının özünü şöyle dile getirebileceğimi düşünüyorum: Onlar, bir yandan Türk işbirlikçi burjuvazisine ve onun devletine karşı bir dizi alanda savaşım verirken, bir yandan da onları Türk-Kürt birliğinin ne derece “iyi” ve “yararlı” olduğuna ve olacağına ikna etmek için âdeta sistemli bir çaba harcamaktadırlar. Öcalan’ın, 1991 gibi görece erken bir tarihte Rafet Ballı’ya verdiği mülakatta, “Bu uçurumu kapatmak istiyoruz. Yeni düzenlemeyle kastettiğimiz olay budur. Devrimle ne kadar olur, reformla ne kadar olur? İkisine de kapıyı açık bırakıyorum” sözleri aslında, PKK’nın stratejik yaklaşımını çok iyi özetlemektedir. Öcalan benzer açıklamaları bir çok kez yapmıştı. Örneğin o, PKK Genel Sekreteri sıfatıyla 6 Aralık 1994’de Budapeşte’de toplanan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nda biraraya gelen emperyalist ve gerici burjuva devlet yöneticilerine yönelik olarak Özgür Ülke’ye telefonla ilettiği açıklamasında şunları söylemişti: “Bizim Türkiye’den istediğimiz bir siyasî diyaloga imkân hazırlamasıdır. Bizim, söyledikleri gibi Türkiye’yi bölüp parçalamak gibi bir niyetimiz yok. Şunu da çok açıkça söyledik: Bu koşullarda alın götürün Kürdistan’ı deseler biz kabul edemeyiz. Çünkü bizim, Türkiye ile birlikteliğe ihtiyacımız vardır. Mevcut ekonomik, sosyal ve siyasal nedenler, uzun bir süre birlikte yol almamız gerektiğini, halklar arası ilişkilerin demokratik temelde düzenlenmesinin her iki halkın çıkarlarına çok uygun olduğunu açıkça ortaya koyuyor.... Zannediyorlar ki salt bir ayrılıkçı hareket var. Tam tersine Türkiye’yi güçlendirme, demokrasiyi güçlendirme ve özellikle halkı güçlendirme hareketi sözkonusudur. Ortada eğer zarar görecek bir şey varsa bu Türkiye’nin birliği ya da bütünlüğü değildir... Bizim amacımız, zorla da dayatsalar ayrılığı geliştirmek değil, tam tersinedir.” (Özgür Ülke, 6 Aralık 1994) Öcalan ve PKK açısından bu savaşım âdeta, “tarihsel bir anomali”yi, “tarihsel bir çarpıklığı” düzeltme ve bu ilişkileri “normal” ya da “olması gereken” hâline getirme, yani gerici bir Türk-Kürt bağlaşması rotasına oturtma çabası gibidir. Demek oluyor ki, programı ve siyasal hedefleri gözönüne alındığında PKK aslında hiç de radikal bir örgüt DEĞİLDİR. PKK’nın yıllardır başvurduğu ya da başvurmak zorunda kaldığı savaşım aracının, yani gerilla savaşının biçimsel radikalizmi, aslında bu örgütün ve onun önderliğinin özsel reformizmini ve uzlaşmacılığını, hatta teslimiyetçiliğini gözlerden saklamaya hizmet etmiştir ve etmeye de devam etmektedir. Kuşkusuz böylesi bir yanılsamanın oluşumunda PKK yöneticilerinin -dozu giderek belirgin bir biçimde azalmakla birlikte- kullandıkları dil ve üslûbun radikalizminin yanısıra siyasal miyopluk ve kabızlıkla sakatlanmış olan Türk gericilerinin azgın şovenizmi ve bu örgütü, onun önderini hedef alan aptalca ve fanatik kara propaganda çabaları ve diğer Kürt örgütlerini yasaklama, kuşatma ve bastırma girişimleri de belli bir rol oynamıştır ve oynamaktadır. Sözlerime 20 Eylül 2009 tarih ve “Türkiye’de Ermeni Devrimci Olmak” başlıklı yazımda yer alan bir pasajı aktararak son vereceğim: “Kürt feodallerinin ve halkının önemli bir bölümünün II. Abdülhamit döneminde başlanan ve İttihat ve Terakki döneminde tamamlanan, Anadolu’nun zor ve terör yoluyla Ermeni halkından ‘arındırılması’ ve Türkleştirilmesi politikasına aktif olarak destek vermiş olduğu yadsınamaz bir olgudur. Kürt ulusal hareketi, Kürt halkının suçortağı edildiği bu kanlı uygulamanın dürüst ve içtenlikli bir muhasebesini yapmadığı ve böylelikle kendisini Türk gericiliğine bağlamaya devam eden o lânetli göbek bağını kesip atmadığı sürece asla gerçek ve tutarlı bir ulusal kurtuluş hareketi olamayacaktır.” DİPNOTLAR (1) Kürt gerillalarını Türk gerici burjuva devletine milis olarak hizmet edebileceğini belirten Öcalan, MED TV’de yayınlanan bir konuşmasında, Türk burjuva devletinin yıkılmasından yana olmadığını ileri sürüyor ve Türk ordusunun, hem de “demokrasi adına” askerî darbe yapma ve ülkenin siyasal yaşamına daha fazla müdahale etme “hakkını” şu sözlerle savunuyordu: “Yani Türkiye devletinin yıkılmasından ziyade ki bize ısrarla söylendi, ‘siz bu devleti yıkmak istiyorsunuz, sizin her hareketiniz devleti sallıyor, bilmem yıkıyor.’ Ben buna şöyle bir cevap verdim. Devleti yıkmak değil, yeniden yapılandırmak... kızılbaş - sayfa 47 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “Bazıları müdahale anti-demokratiktir, bilmem müdahale demokrasiyi zorluyor diyor; tam tersi anti-demokratiktir. Yani ordu eğer ciddi bir siyasi misyon içindeyse -ki öyledir- daha fazla müdahale etmelidir. Hem de demokrasi adına.” (Ö. Politika, 12 Nisan 1998, abç) (2) Tabiî bu, mutlak bir sessizlik değil. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, 30 Aralık 2008’de Midyat’ta Süryani Kültür Derneği’ni ziyareti sırasında yaptığı konuşmada, “Tabiî ki sancılı süreci Ermeni kardeşlerimiz, Süryani kardeşlerimiz yaşadı. Kürt kardeşlerimiz de bugün aynı ızdırabı çekiyor. Geçmişte Kürtleri diğer kardeşlerimize karşı kullanan bir mantığın olduğunu da unutmadan tarihi çok iyi araştırmak ve o tarihten dersler çıkarmak önemlidir. Belki bu zenginliklerin katledilmesinde bizim de Kürtlerin de parmağımız var. Bugün bir Ermeni ve Süryani kardeşimizi gördüğümüzde onlara bakarken de utanç duyuyoruz. Bunu da çok açık söylemek istiyorum” demişti. DTP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal da, bu tarihten birkaç gün önce şöyle demişti: “Böyle sabıkalı bir tarihi olan devletin sadece Ermenilerden değil, komünistlerden, Rumlardan, Süryanilerden, Yezidîlerden, Kürtlerden, Alevîlerden, Araplardan, sosyalistlerden de özür dilemesi gerekir.” (3) Başbakan Erdoğan 29 Mayıs 2012’de yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “Türkiye, artık CHP dönemlerinde olduğu gibi, ne askerin sivilin kulağını çektiği, ne de sivilin askerin ensesine vurduğu bir ülke değildir. Ne BDP’li kalleşlerin, PKK’lı kalleşlerin benim subayımı gelip arkadan şehit ettiği bir devlet değildir. Türkiye bir hukuk devletidir.” (4) Türkiye devrimci hareketinin PKK yöneticilerinin kendilerini, hakarete varan sözlerle “eleştirmesi” karşısında olduğu gibi, ona en bayağı türünden bir reformizmi önermesi karşısında da sessiz kalmayı seçtiği biliniyor. Örneğin Öcalan’ın, Ağustos 1996’da yaptığı bir konuşmada TÜRKİYE’NİN SORUNLARININ DA “barışçı” yoldan çözümünü savunması herhangi bir biçimde eleştirilmemişti. Öcalan bu konuşmasında aynen şöyle demişti: “Başta ulusal sorun olmak üzere Türkiye’nin bir çok ekonomik, demokratik, sosyal, kültürel sorunlarına barışçıl, siyasal çözümü öngörme istemimizi her zaman dile getirmemize rağmen, özel savaşın daha da geliştirilmiş biçimleriyle üzerimize gelinmesi... durumu sözkonusudur.” (Serxwebun, Sayı: 176, Ağustos 1996, s. 12) Öcalan’ın, eleştiriye tabi tutulmayan ve tutulmayacak olan bir başka antiMarksist katkısı da onun devlete ilişkin YENİ tanımı. O, 23 Haziran 2006 tarih ve “4. İttifak Önerisi” başlıklı açıklamasında şöyle demişti: “Devletin de yeniden küresel anlamda tanımlanmaya ihtiyacı var. Benim devlet tanımım şudur; devlet siyasî tecrübenin ve uzmanlığın en üst düzeydeki organizasyonudur. Benim devlet tanımım ne etnik, ne de dinîdir. Başka referanslara yer yoktur, modern devlet tanımıdır.” (5) Barış sadece silâhların susması ve silâhlı çatışmanın sona ermesi değildir. Barış, savaşa ya da silâhlı çatışmaya yol açan nedenlerin ortadan kaldırılması, savaşa ya da silâhlı çatışmaya yol açan çelişmelerin çözülmesidir aynı zamanda. Ancak bugün Türkiye Kürdistanı’nda silâhların susması ve yarım-yamalak ve güdük de olsa bir barışın sağlanması da ileriye doğru atılmış bir adım olacaktır. Çünkü bu, daha fazla Kürt ve Türk gencinin ölmesini ve Kürt ve Türk halkları arasındaki mesafenin daha fazla açılmasını kısmen de olsa engelleyecektir. Böylesi bir “barış”, Ortadoğu’da savaş alevinin başka ülkeleri de sarmasından yana olan ve bu amaçla bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtmaya çalışan güçlerin (ABD ve İsrail) uğursuz ve provokatif eylemlerinin önüne küçük de olsa bir set çekecektir. Dolayısıyla, Türk gericiliğini yarım-yamalak ve güdük de olsa bir barışa zorlamak için uğraş vermek doğru ve gereklidir. Tabiî bunun Kürt ulusunun tüm haklarını teslim eden bir barış olmadığını bir an bile unutmamak ve Türk gericiliğinin doğası ve amaçlarına ilişkin yanılsamalara kapılmamak kaydıyla. Demek oluyor ki, savaşın politikanın bir uzantısı, bir devamı olduğu saptaması, barış için de geçerlidir. Barış vardır ve “barış” vardır. (Bu konuyu, 12-13 Kasım 2010 ve “Savaş ve Barış Üzerine” başlıklı yazımda daha geniş bir biçimde ele almış bulunuyorum.) (6) PKK, 11 Eylül saldırılarından hemen sonra, daha bu eylemin nasıl, kimler tarafından gerçekleştirildiği belli olmamış, bu eylemde ABD devleti ve istihbarat servislerinin parmağı ya da göz yumması olup olmadığı bile açığa çıkmamışken Washington’daki azgın barış demokrasi, özgürlük ve adalet düşmanlarından barış, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet beklediğini dile getiren sefil bir açıklama yaptı. Burada aynen şöyle deniyordu: “PKK, ABD’de meydana gelen ve onbinlerce sivilin hedef olduğu saldırıları kınadığını açıkladı. PKK, ayrıca sözkonusu trajik saldırı vesilesiyle herkese, soğukkanlı ve sağduyulu olma, basit çıkarlardan uzak durarak olayı doğru ve gerçekçi değerlendirme ve bu doğrultuda dünyayı barış, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet dünyası hâline getirmek için elbirliğiyle çalışma çağrısında bulundu.” (Özgür Politika, 13 Eylül 2001) (7) Öcalan ve PKK’nın, emperyalist burjuvaziye ilişkin hayallerinin kökeni eskiye dayanır. Örneğin Öcalan, Serxwebun’un Kasım 1991’de yayımlanan 119. sayısında NATO hakkında şu övücü sözleri söylüyordu: “Her şeyden önce, Sovyetler Birliği’nde, Yugoslavya’da ve hatta dünyanın bir çok alanında küçük halkların bağımsızlık mücadeleleri tırmanmaktadır. Bir kere Türkiye’nin şu ‘üniter devlet’ politikasını eskisi kadar ABD de içinde olmak üzere uluslararası ortama dayatması mümkün değildir. Varşova Paktı dağıldı. NATO sözde siyasal sorunların ve daha çok da insan hakları sorununun, hatta bağımsız- lık isteyen halkların istemlerinin çözümlenmeye çalışıldığı siyasal bir kuruma dönüşüyor. NATO bugün kendi gündemine Sovyetler Birliği’ni, Yugoslavya’yı ve Çekoslovakya’yı alıyor, yarın Türkiye’yi gündemine alacaktır. Türkiye’den ‘üniter devlet’ anlayışını terketmesini ve federasyondan bağımsızlığa kadar kendisini açık tutmasını isteyecektir. O çok güvendiği NATO’nun yarın ya da öbür gün TC’ye bunu dayatması fazla şaşırtıcı olmamalıdır. NATO anayasası sözde de olsa başından beri bunu savunuyor.” Öcalan, 13 Ekim 1995’de ABD Devlet Başkanı Bill Clinton’a bir mektup göndermiş ve emperyalist burjuvazinin şefine şu sözlerle “özeleştiri” vermişti: “Sizlerin de yüksek bilgileri dahilinde olduğu gibi her geçen gün daha da şiddetlenen Kürt sorunu demokratik bir çözüm için kendini dayatmaktadır. Yakın tarihimizde Anadolu’da Ermeni ve Rum halklarının maruz kaldığı büyük katliamlar günümüzde farklı biçim ve araçlarla da olsa Kürt halkına karşı sergilenmektedir... “Mevcut durumda da Partimiz koşulsuz barışçıl bir çözümü bütün bunlara rağmen kabul etmektedir... Şunu bir kez daha taahhüt ederim ki Partimiz ideolojik anlamda klâsik komünist partilerden farklı olduğu gibi, Türkiye’nin mevcut sınırlarını değiştirme ve mutlaka ayrılma gibi ısrarlı bir çabamızın olmadığını belirtmek istiyorum. Ayrıca her türlü terör faaliyetini de reddediyoruz. Hem Kürt ve Türk halklarının içinde bulunduğu bu acı duruma son vermek ve hem de bölge barışı ve istikrarı için Parti olarak barışçıl bir çözüme hazır olduğumuzu iletmek istiyorum. Bu temelde Kürt sorununda ABD gibi federal bir yönetim anlayışı bizim için de kabul edilir. Şiddeti içermeyen yöntemleri destekleyeceğiniz ve Türk tarafını ikna edici ağırlığınızı koyacağınız inancındayım. Desteğinizin bir halkın katliamını durdurmak, kültürel kimliğini korumak, demokratik ve siyasî haklarını kazanmak için gayet önemli olduğuna içtenlikle inanmaktayım.” (8) Ama aynı Öcalan, kendisinin bir parçası olduğu bu lânetli geleneği şu sözlerle eleştirmekten de geri kalmamaktadır: “Ortaçağdan günümüze kadar oluşturulan ve hep etkili kılınan Kürt feodalitesini çözümlemek, olup biteni anlamak açısından büyük önem taşımaktadır. Genel karakteri kadar özgün yönleri, oluşum ve sürdürülme yöntemleri, kimlere nasıl çıkar sağladığı, halktan neler götürdüğü, zihniyet ve ruhsal yaşamı ne tür etkilediği, iradeyi ve ahlâkı nasıl alçattığı, halkın tarihsel kimliği ve kültüründe hangi tahribatlar ve aşınmalara yol açtığı, yabancılaşmayı ne kadar derinleştirdiği, ekonomik, sosyal ve siyasal olarak da daha ileri ve zengin olanakları nasıl engellediği tüm yönleriyle çözümlendikçe, büyük bir aydınlanma sağlanmış olacaktır. Dolayısıyla doğru ve ileriye yönelik bir politikleşme ve demokratik biçimlenmenin yolu açılacaktır. Bu görevin bir türlü yerine getirilmediğini önemle belirtmek gerekir. Kürt üst tabakası kızılbaş - sayfa 48 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 politik zeminini hiçbir zaman tartışmamış ve özeleştiriye açmamıştır. Bunun altında bin yıllarca sürmüş lânetli bir çıkarlar dünyasının gizli olduğunu, bunun açığa çıkmasının büyük bir ihanet ve suçlamaya konu teşkil edeceğini çok iyi bildiğinden; kim kendi çıkarlarına uygunsa, hiçbir insanî ilkeye bağlılığı göz önüne getirmeden, gerektiğinde en faşist, en karanlık ve yok edici güçlerle ittifak etmeyi, halkı karanlıkta bırakmayı ve ilerici oluşum ve gelişmeleri yok etmeyi, gözünü kırpmadan bunun gereklerini yerine getirmeyi en uygun politika bellemekte; uğursuz ve lânetli tarihi sürdürmekten asla vazgeçmemektedir.” (Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa, Cilt II, Köln, Mezopotamya Yayınları, 2001, s. 84) (9) “Nesturîlere yönelik ilk işgal ve katliam 1843 yılının Haziran ayında meydana geldi. Tiyari ve Diz sülâleleri asıl hedef olsalar da, başka çok sayıda Nesturî topluluğu da bu kaderden kurtulamadı. Bedirhan Bey komutasındaki işgal kuvvetleri, Hakkari bölgesinin idaresinden sorumlu Erzurum eyaleti valisinden de destek almış görünürler... Nesturîlerin verdiği korkunç kayıpların detayına inmek ve ülkelerinde yaşanan yıkımı tasvir etmek gereksiz... “Nesturî ülkesinin ikinci işgali 1846 yılına rast geldi. Başlıca hedef, ilk işgal sırasında işgalci kuvvetlerle işbirliği yapan Tkhuma’lardı. Bu defa, ilk işgalde dokunulmayan Aşita’ya saldırıldı ve halk kılıçtan geçirildi. Birinci işgalde olduğu gibi, çok geniş boyutlarda tahribat ve kıyım rapor edildi.” (Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999, s. 138-39) (10) “Gerçekten de öyle görülüyor ki, (Cibran’lı- G. A.) Halit Bey, bu harekâtlar sırasında Ermeniler’in temizlenmesinin Kürtler’in Türk milliyetçiliğiyle karşı karşıya kalması demek olacağını farketmiştir... Bu konuda van Bruinnessen şu hadiseyi aktarmaktadır: ‘Ermeniler karşısında nihai zafere ulaşıldığı günde (tarih belirtilmiyor) herkes kutlamalar yaparken Halit Bey hayli üzgün olarak çadırında oturuyordu. Mehdi (Şeyh Said’in kardeşi) yanına oturup, Halid’e yüzünün niçin asık olduğunu sordu. Biraz üsteledikten sonra Halid Mehdi’ye ‘bugün, bir gün bizim gırtlaklarımızı kesecek olan kılıcı biledik!’ dedi. Bu düşünce zihnini işgal etmiş ve onu rahat bırakmamaktaydı.” (Aktaran Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Ankara, Öz-Ge Yayınları, 1992, s. 52) (11) Tam da burada tutarlı demokratizm ve enternasyonalizmin, Türkiye’nin savaştan yenik çıkmasının ardından Ermeni milliyetçilerinin Kürt ve Türk halkına karşı girişmiş oldukları misilleme amaçlı vahşî eylemleri ve cinayetleri de kınamayı gerektirdiğini anımsatmak isterim. Kürt Ulusal Hareketi ve Geçmişle Yüzleşmenin Dayanılmaz Ağırlığı Garbis Altınoğlu, 11-21 Temmuz 2012 (Düzeltilmiş ve genişletilmiş versiyon, 26 Temmuz 2012) Halkımıza ve Dünya Kamuoyuna Bölgemizde önemli gelişmelerin olduğu bir dönemde, özellikle Suriye’de iç savaşa doğru ilerlemenin karşısında Süryani Asuri Keldani halkının mensupları olarak görüşlerimizi açıklamayı görev biliyoruz. Halkımızın varlığını red eden hiçbir diktatörlüğü desteklememiz düşünülemez . Baas partisinin şovenist politikaları daha evvel Irak’ta olduğu gibi halkımızı en meşru haklarından mahrum etti. Ancak Suriye’deki Baas diktatörlüğüne karşı ilk başlarda demokratik olarak başlayan muhalefet zamanla büyük ölçüde dış destekle İslamcı bir eğilime dönüştü. Demokrasinin D sinin olmadığı Katar ve Suudi rejimleri ve halkımızın varlığını inkar eden Türkiye, silah ve maddi destek, dezenformasyon propaganda ile demokratik değil fakat İslami bir diktatörlük kurma peşindedirler. El Kaide, Selefist, Müslüman Kardeşler gibi çeşitli faşist, totaliter, gerici, dini hoşgörüden uzak görüşlerin hakimiyeti halkımızın ölümü demektir. Süryani Asuri Keldani halkımızın arasındaki görüş farklılıklarına rağmen birleşik ve bağımsız bir güç oluşturmasını doğru ve gerekli buluyoruz. İslamcı, El kaideci, Selefist, Müslüman Kardeşlerden oluşturulacak bir iktidar Suriye’de halkımıza ve Ortadoğu’daki tüm Hıristiyanlara bir felaket olacaktır. Halkımız, uzun ve trajik tarihinde “Allahü ekber ve Muhammed Salavat” nidaları ile defalarca katliamlara ve soykırımlara uğramış -en sonuncu ve büyük soykırım “1915 Seyfo” hatırımızdadır. Bu yüzden halkımızın birliğini oluşturup bölgedeki tüm Hıristiyanlarla da daha geniş bir birlik kurarak gelecek felaketlere hazır olmalıyız. Bu birliğin kurulması için politik parti ve örgütlerimizin gerekli inisiyatifi almaları tarihi bir görevdir. Bu çerçevede: • Ortadoğunun en eski ve Hristiyan bir halkı olarak bu tür endişe verici felaketleri daha önce de defalarca yaşamış olduğumuz için, İdlip, Homs ve Deyrizor’da “Allahü ekber” ve “Cihat’a çağrı” “Kafirlere ölüm” gibi sloganlar ile gelen felakete destek olmamız mümkün değildir. • Özellikle Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerin çabaları sonucu medya organlarını kullanarak yapılan tek taraflı dezinformasyon neticesinde dünya kamuoyunda radikal İslamcı ve gerici cepheyi demokrat gösteren propagandaya karşı sesimizi duyurmak istiyoruz. • Dışarıdan bölgeyi kana bulamak isteyen politikaları, silahlı işgal, tampon bölge ve benzeri girişimleri reddediyoruz. • Kardeş kanının akışını durdurmak ve bölgede korkunç bir savaşın yayılmasını önlemek için Annan planı çerçevesinde barışçı bir çözümü destekliyoruz. • Suriye’de demokratik, laik, çoğulcu, sivil ve halkımızın meşru haklarına saygılı bir yönetiminden yanayız. • İbrahim Seven, Politikaci, Almanya • Adnan C hallma Külhan, Analizci, Hollanda • Abdulmesih BarAbraham, Yüksek mühendis, Almanya • Denho Özmen, Egitim Danismani, İsvec • Shabo Boyaci, Aktvist, İstanbul • Kuryo Maytab, Avukat, Almanya • Soner Önder, Amsterdam Üniversi tesi doktora adayi ,Hollanda • Abut Can, Bilimsel danisman Almanya • Circis Simsek, Girisimci, Almanya • Kenan Araz, Sosyolog, Almanya • Hanna Can Kerkinni, Mühendis, ABD • Acan Nahroyo, Aktivist, Almanya • Michael Abdalla, Profesör, Polonya • Ankido Bakhdi, TV Programcisi, Hollanda • Yusuf Bahdi, Hukukcu, Hollanda • Suat Arslanlar, girisimci, Hollanda • Robert Rhawi, Girisimci, Hollanda • Adnan Can Kerkinni, Egitim Danismani, İsvec • Emanuel Poli, Ekonom, İsvec • Musa Yoken, Girisimci , Almanya • Nahro Beth-Kinne, Prodüktör, Belcika • Nail Akçay, Aktivist, İsvec • Simon Oğuz, Aktivist, Almanya • Naim Haydo, Aktivist, İsvicre • Habib Rimmo, Aktivist, İsvicre • Ferit Altinsu, Mühendis Türkiye, • Yusuf Güney, Psikolog, Avusturya kızılbaş - sayfa 49 - sayı 17 - ağustost 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Pontos’taki Düzmece İstiklal Mahkemeleri ve Yargılamaları Sait Çetinoğlu İstiklal Mahkemelerinin arşivleri halen açılmamıştır. Bu nedenle bu “mahkemeler” hakkında bilgimiz neredeyse yok gibidir. Ancak bazı hatıratlarda; Ahmet Emin Yalman, Zekeriya Sertel, Hüseyin Cahit Yalçın… gibi bu mahkemelerden geçen kişilerin yazdıkları kadar ve her dönemin iktidar borazanı basının sanıkları suçlayıcı seri yazılarının satır aralarını okuyarak bilgi edinebiliyoruz. “Mahkeme” hakkında yazılanlar da bu “infaz kurumlarını” meşrulaştırmaya yönelik yayınlar olduğundan herhangi bir objektif karakteri de yoktur. Bu gerçekliği İstiklal Mahkemeleri ile ilgili araştırmamda açıklığıyla gördüm.(1) Bu yazı, bu “mahkeme” adı altındaki özel infaz kurumlarının Batı Pontos bölgesindeki faaliyetlerine odaklanılmıştır. Türkçede Pontos ile ilgili yazılar sınırlı ve taraflıdır. Birkaç yazı dışında resmi ideolojinin özünsenmesini istediği yönde ve resmi ideolojinin propaganda bröşüründen farklı özellik taşımazlar. Bütünü, Mustafa Kemal’in 1927’de Nutuk’ta anlattıklarından başlayarak günümüze kadar gelen Türk resmî tezi esas olarak 1922’de Matbuat ve İstihbarat Matbaası tarafından basılmışPontus Meselesi adlı propaganda kitabındaki tezlerin tekrarlanmasından ibarettir.(2) 1915 Soykırımında önemli rolü olan Ebulhindili Cafer’in oğlu Gn. Atıf Erçıkan’ın önsözüyle Genel Kurmay’ca yayınlanan kitapta (3) “Pontus Krallığı hiçbir zaman bağımsız olamamış, sırası ile Selçuklulara ve Moğollara vergi ödeyerek, daha sonra Türkmen beylerine kız vermek suretiyle varlığını devam etmeye çalışmıştı” gibi gayri ciddi bilgilerle başlamaktadır. Başlangıçta her Osmanlı unsuru gibi Pontos’lular da Meşrutiyete oldukça önem atfetmişler ve şu anda Samsun Arkeoloji müzesinde bulunan, Meşrutiyete olan umutlarını, Osmanlılık idealine ve anayasaya bağlılıklarını ifade eden anıtı Anayasa Meydanı adını verdikleri yere dikmişlerdir-bu yerin neresi olduğunu tesbit edemedim. Ba- Pontos’ta 1.Savaş sırasında uygulanan baskı, sürgün ve katliamlar savaş sonrasındaki mütarekede de yaygındır. Mütareke Pontoslular açısından bir değişiklik getirmemiştir. Sıkıntılar savaş sonrasında da devam eder. Bölgede Topal Osman çetesi tarafından uygulanan sistemli bir şiddet sözkonusudur.(6) Osman Ağa, daha sonra bölgeye 46. Alay komutanı olarak daha donanımlı gelecek. Sonrasında Muhafız Alay komutanlığına kadar yükselecektir. ğımsızlık fikri meşrutiyete olan umutların tükenişi ve Türkleştirmenin dolu dizgin yol alıp Soykırımların başlamasıyla birlikte filizlenmiştir. Temmuz 1908’de dikilen ve Anayasaya saygıyı ifaden Anıt’ın kaidesinde şu ifadelere yer verilmiştir: SULTAN ABDÜL HAMİT II HAN GÜNLERİNDE ANAYASANIN İLANI HATIRASINA 1908 TEMMUZ. Araştırmacı Vlasis Ağcidis, olayları ve dönüşümü kısaca şöyle özetler: “O devirde olanların sebebi, Selanik’te 1911 yılında İttihat ve Terakki Cemiyetinin Selanik kongresinde Anadolu’nun homojelendirilemesi için tasarlanan, İmparatorluğun Hristiyan halklarının fiziksel varlıklarının yok edilmesi veya asimile edilmesi programı idi (4). O zamana kadar Anadolulu Rumlar Osmanlı reformlarını desteklemiş ve İmparatorluğun bütün halklarının ortak Osmanlı düşüne destek vermişlerdi. Demokratik olan bu düş, yurttaşların insan haklarını merkezine alarak, halklara karşı olan dinsel ve etnik ayrım baskılarına son veriyordu. Fakat Tanzimat ile başlayan bu düş, bir Osmanlı perestroykası olarak, milliyetçilik tarafından dışlanarak çok kültürlü ve etnik yapılı Osmanlı toplumunun mahvı kararlaştırıldığı zaman söndü. Celal Bayar’ın yazdığı “Ben de yazdım. Milli mücadeleye giriş» adlı kitabında söylediği gibi Jön Türkler Osmanlı İmparatorluğu Rumlarını Eşref Kuşçubaşı’na atıfen ‘vücuttaki tümörler’ veya ‘dahili tümörler’olarak görüyorladı.”(5) 1919 Paris Barış konferansına sunulan bir deklarasyonda Pontos bölgesindeki sıkıntılar şu sözlerle ifade edilmiştir: “Mütarekeden beri, Osmanlı Hükümetinin garantisine rağmen, Karadeniz kıyılarında zulüm ve kışkırtmalar devam etmektedir. İslâm halk silahlandırılıyor, Hıristiyanlar ise, silahsızdır. Mütarekeden sonra, yalnız kıyı kasabalarında güvenirlik iade edilmiştir. Cinayetlerinin cezasız kaldığını gören Türkler, yeniden soygunculuk ve öldürmelere başlamışlardır. Böylece güvensizlik kıyı şehirlerine de sıçramıştır. Her tarafta Türk millî çeteleri kuruluyor. Harpten Önce ve harp içerisinde Türkiye’den kaçan Rumlar, bu yüzden eski yurtlarına dönemediler, tekrar Rusya’ya gitmeğe başladılar. Bolşevik ihtilâlini ve onun idaresini Türk kırımına yeğ tutmuşlardır, yardımınızı bekliyoruz”.(7) Mustafa Kemal 24 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisinde söylediği uzun nutkunda Pontos sorununa değinerek, “Rumların egemenlisini, İslâm unsurunun köleliğini gözeten, Atina ve İstanbul’daki ko-mitelei tarafından idare edilen Pontus devleti teşkili fikri, Karadeniz kıyılariyle, kısmen Amasya ve Tokat’n kuzey ilçelerinde yaşayıp Osmanlı Rumlarının hayalhanelerini çılgınca bürüdüğünü” belirttikten sonra, “Anadolu’nun ortasındaki güvenlik sorununu çözmeye memur kuvvetlerin büyücek bir komuta altında birleştirilmesi” gerektiğine işaret ederek Sakallı Nurettin Komutanlığında Merkez Ordusu’nun oluşturulması karalaştırılır. Giresun’da kurulan ve fahrî komu- kızılbaş - sayfa 50 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tanlığına Osman Ağa’nın (Topal) (8) atandığı 47 nci Piyade Alayı da sonradan Merkez Ordusu kuruluşuna alınır. Bu Alay 16 Nisan 1921’de Ümit vapuru ile Samsun’a intikal etmiş ve orada 15 nci Tümen deposundan yeniden silahlandırılmıştı. Alay ile birlikte dört toplu bir batarya da Samsun’a getirilir. Bağımsız bir Pontos(9) fikri olmakla birlikte Batı Pontos bölgesindeki direnişler öz savunma organizasyonlarıdırlar. Savaş sonrasında bölgeleye dönebilen köylülerin güvenliklerinin korunmasına yönelik olarak bir ayaya gelmişlerdir. Baskı yükselip sistematik hale geldiğinde bu gruplarda da organize olup bir komuta altında birleşip karşı koymaya çalışacaklardır.(10) Merkez Ordusu kumandanı Sakallı Nurettin derhal icraatlarına başlar: “İstanbullu ve İzmirli papazlar, halkı düşünce bakımından zehirlediklerinden bunların sınır dışına çıkarılmaları için, 9 şubat 1921 tarihinde Bakanlar Kurulu Kararnamesi çıkarılır. Samsun Metropolit Vekili Eftimos, Başrahip Platon Metnoz da bu arada İstiklâl Mahkemesine sevk edildiler.3 Şubat 1921 tarihinde Merkez Ordusu Komutanlığı ve İstiklâl Mahkemesince alınan ortak bir kararla, Pontuscukla ilgilenenlerin tutuklanarak haklarında kovuşturma yapılmasına geçildi. Bu arada Merzifon’daki Amerikan Koleji askerî makamlarca basıldı, Amerikan eğitim kurulu memleketten çıkarıldı.”(11) Bu tedbir Hariciye vekili Ahmet Muhtar tarafından İstanbul’da Amerikan Temsilcisi Amiral Bristol’a bildirilir.(12) Doğaldır ki Bristol’dan ses çıkmaz. Canik Sancağı Mutasarrıfı Sezai’nin 31 Mart 1921 tarihindeki İçişleri Bakanlığı Yüce Makamına ibareli 287 sayılı Gizli yazısında bu tutuklamalara ilişkin bilgi verilir: 30 Mart 1921 tarih ve - numaralı şifreye ektir. Soruşturma evraktan ile 19.2.1921 tarihli ve 206 numaralı ben acizlerinin yazısı ile Amasya’da İstiklâl Mahkemesine sevk edilmiş olan Rum öğretmenlerinden Pandeli ve Elomis, Kozme, reji memurlarından Çolak Yakof, metrepolithane katibi Kosti, Terzibaşı oğlu Kostantin, tahsildar Arslanoğlu İstavri, Yanko oğlu Dimitri adlı şahısların idare ettikleri Kadıköy Rum Gençleri İdman Klübü unvanlı derneğin … bugün Amasya’da tutuklu bulunan adıgeçenler haklarında ona göre soruşturmanın genişletilmesi ve derinleştirilmesi ve metrepolit vekili Eftimos’tan da açıklama istenilmesi hususunun gerekli görülenlere emir edilip bildirilmesi Merkez Ordusu Kumandanlığına yazı ile bildirilmiş olmakla bilgi olarak arz olunur.(13) Polis müdürü Tevfik Hadi [Baysal] tarafından Canik mutasarrıflığına gönderilen 22.11.1921 tarhli yazısından dava dosyasının Polis tarafından hazırlandığı anlaşılmaktadır: … Samsun’un Kadıköy’ünde Papas oğlu Todor’un evinde silah gizlendiği haber alınmakla usulen yapılan aramada evrak arasında Pontus mühür ve arması mevcut ve elde edilen bir para makbuzunun incelenmesinde Ateşkesten sonra Rum okulu öğretmenlerinden Pandeli Valolis’in başkanlığında Çolak oğlu Yakof, metrepolithane kâtibi Şeref oğlu Kostt, Kaba İkolonos, Murat oğlu Kaya Adakoydis, İkonomidis, Mum Boyacı oğlu, Sllvos oğlu Yuvani, Berber oğlu Dimitri, Yorgoda Kostitos, Kompomidi Hambo, Yuri Katros, Kosti Royanaki Lefteryadi’nin üye sıfatıyla katıldıkları 217 kişilik, görünüşte jimnastik, çalgı, tiyatro ve sosyal şubelerden oluşan Rum Gençleri İdman Klübü unvanıyla izin almaksızın kendiliklerinden bir dernek kurulması ve birçok paralar topladıkları ve makbuzunun Rumlardan toplanılan para makbuzu olduğu …Samsun Rum göçmenler komisyonundan İstanbul’da Patrikhanede Rum göçmen komisyonuna para toplanmasına dair yazılıp sansürce alıkonulan mektupta yazılı olanlar metrepolithanede arama ve soruşturma yapıldığı takdirde Pontus cemiyeti teşkilâtına ait evrakın elde edileceği inancım güçlen- dirmekle durum arz olunduğunda İçişleri Bakanlığının 1 Şubat 1921 tarih ve 1146-424 numaralı şifre telgrafnamesinde Rum göçmen komisyonunu teşkil eden şahısların tutuklanması arama ve soruşturma yaparak ve evrak ve belgeleriyle İstiklâl Malikanesine gönderilmeleri emir edilip bildirilmekle metrepolithanede arama yapılmıştı. Metrepolithanenin aranmasında elde edilip 24 parça zarf içerisinde olduğu halde İstiklâl Mahkemesine gönderilen ilişik listede yazılı olan diğer evrak ve belgeler ile 3 takım soruşturma evrakı 17.5.1921 tarih ve 524 numaralı yazı ile arz olunduğunda Pontus teşkilâtının Samsun merkezi başkanları ve diğer faal üyeleri ile birlikte Amasya’ya gönderilmiş ve Pontus teşkilâtının Samsun şehir merkezi ile buna bağlı olan yerlerden daha sonra Amasya tarafından getirtilen deliller ve diğer kişiler ile yargılanmaları yapıldığı ve kanunî gereklerinin yerine getirildiği, asılları diğer teferruatıyla İstiklâl Mahkemesine sevk edilen tüzüklerinin bir sureti ile Samsun Pontus Merkezi adına alınan ve Samsun merkezinden sarf edilen paraların elde edilen miktarı hakkındaki kayıt ve bilgilerin ve yazışmalarından birisinin birer suretinin ilişik olarak takdim kılındığı arz olunur efendim. (14) Pontos’ta Merkez Ordusu ve yedeği Topal Osman tarafından askeri operasyonlar sürerken tuklananlarda teşkil edilen “Mahkeme” önündedirler. “Bir taraftan askerî hareketler yürütülmekle beraber diğer taraftan da Pontus teşkilâtını meydana getirmiş ve bunca mezalim ve facialara sebebiyet vermiş olan şahıslar hakkmda kanunî kovuşturmaya girişilmiş ve yakalananlarAmasya’da Büyük Millet Meclisi seçilmiş üyelerinden oluşan Samsun Bölgesi İstiklâl Mahkemesine gönderilmiş ve emanet olun-muşlardır. 1921 yılı Ağustosunda işe başlayan adıgeçen mahkeme değişik tarihlerde Merzifon, Samsun, Trabzon, Giresun, Ünye, Ordu ve diğer yerler Pontuscularına ait yargılamalar ile uğraşarak zanlılar hakkında hak ve adaletin gereklerini yerine getirmişlerdir. İstiklâl Mahkemesinin Pontuscular hakkında vermiş olduğu kararlardan bir takımının gerektirici sebepler kısmını aşağıda bilginize sunuyoruz.”(15) Denilerek suçlamalardan örnekler verilmiştir. Ancak açıklanan resmi belge- kızılbaş - sayfa 51 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lerde verilen cezalara ilişkin bir bilgi bulunmamaktadır. Bu mahkemelerde Hıristiyanların yanında verilen emirlere uymayan Müslümanların da idam edildiklerini verilen kararlardan anlıyoruz. Önderler tutuklanıp yargılanmaya başlamasının ardından Merkez Ordusu Komutanı Sakallı Nurettin tarafından 19.6.1921 tarih ve 2245 numaralı emriyle sürgün uygulaması başlar. Pontos halkı ikinci kez ölüm yürüyüşüne çıkarılır:Sahil sancaklarından iç kısımlara gönderilmekte bulunan ve eli silah tutan Rumlar Erganimadeni, Malatya, Maraş sancaklarına, Sivas’tan Gürün ve Darende kazalarına taşınacak ve yerleştirileceklerdir. Hangi kafilelerin nerelere gönderileceklerini ayrı ayrı tebliğ edeceğim.(16) Eli silah tutanlardan maksat 15-50 yaş arası erken nüfustur. Sürgünleridaha detaylı başka bir yazıya bırakarak burada sadece kararnameyi belirtmekle yetiniyoruz. Bir kısmı da Amele Taburlarına yollanacaklardır. Sakallı Nurettin 12.1.1921 gün ve 2082 sayılı emirleri ile Amele Taburları ile ilgili sert tedbirler yürülüğe konur: İşçi taburuna gidecek olanlardan Ordu sancağından gelecek olanlar Şarkikarahisar’da Samsun sancağından gönderilecek olanlar Amasyada toplanacaklardır… Gerek işçi taburlarına ve gerekse yerleşmek için güney sancaklarına gönderilecek fertlerin ve kişilerin gönderilme ve taşınmaları en büyük sürat ve faaliyetle yürütülüp uygulanacak Samsun Kalem Başkanı ile Samsun ve Ordu Mutasar- rıflıkları sabah ve akşam raporlarıyla icraatın sonucunu Orduya bildireceklerdir. İşin taşıdığı olağanüstü önemi takdir etmeyerek gece, gündüz çalışmayan ve gevşeklik gösteren kaza ve askerlik şubesi memurlarının cezalandırılacaklarını bildiririm… numara uygulamanın büyüklüğü ve yaygınlığı hakkında bir fikir oluşturmakta olduğunu düşünüyorum . Lazaros K. Aşıkoğlu’nun Kilaman(20) adlı öz yaşam öyküsü de sürgünler ile amele taburlarında geçen günleri n bir başka anlatımıdır. Gönderilecek olan Hristiyanlardan gönderildikleri yerden başka bir yere firar edenler ile onları kabul edip koruyacak ve saklayacak olanların uzak ülkelere kadar gönderilmelerine zorunluluk duyulacağı ve haklarında başkaca yasal soruşturma yapılacağı Ca-nik, Ordu, Amasya, Şarkikarahisar, Tokat sancakları içerisinde gerekli olanlara ve özellikle Hristiyan halka uygun şekilde bildirilecek ve açıklanacaktır.(17) Sürgüne gönderilenlerin yerlerine vardıkları düşünülmesin. Resmi belgelerde bile kurbanların vilayet sınırını dahi geçemediğini belgelemektedir. Merkez Ordusu Kumandanlığına Samsun mutasarrıfı Sezai ve Fırka kumandanı İsmail imzalı 2.6 1921 günlü yazıda sürgünlerin Kavak’ta saldırıya uğradığını bildirmektedir. Sürgünlerin kurtarılması için Pontos direniş birliklerinin bu kurbanları kurtarma hareketlerine girişimleri de resmi belgelerde kayıtlıdır.(21) Amele Taburlarıyla ilgili okuyucuda bir fikir oluşması bakımından bu taburlara dair bir bilgi verelim: Havza Amele Taburu: 17 muhafız, 326 gayr-i muslim, Merzifon Amele Taburu : 28 muhafız, 321 gayr-i muslim, Tokat Amele Taburu: 15 muhafız, 122 gayr-i müslim, Çorum Amele Taburu : 30 muhafız, 404 gayr-i müslim, Sivas Amele Taburu: 22 muhafız, 414 gayr-i müslim, Samsun Amele Taburu: 30 muhafız, 185 gayr-i müslim.(18) Bu taburlara numaralar verilmiştir ve numaralar 8 den başlamakta 13 te bittiğine göre başka amele taburları da söz konusudur.Elias Venezis’in “Number 31328”(19) adlı yapıtı bir özyaşam öyküsüdür ve Amele Taburlarını resmetmektedir. Venezis’e verilen 31328 İtilaf devletleri uygulamalara karşı gönülsüz bir protesto etmekle yetinirler. “ İtilâf Devletleri alman tedbirleri etkisiz bırakmak için çaba harcamaktan geri durmuyorlardı Nitekim Pontus Rum elebaşılarının İstiklâl Mahkemesi kararlan ile asılması ve büyük bir kısmının da Anadolu’nun içerlerine göç ettirilmesi, İstanbul’daki İtilâf Devletleri temsilcilerinin protesto notaları ile karşılanmıştı. Millî Hükümetin Dışişleri Bakanlığı 15 eylül 1921 tarihinde buna karşı verdiği cevabî notada” rahattır. Nasılsa Ankara hükümetince Uygulamalar daha önce Amiral Bristol’a bildirilmiştir. Neticede Pontos’ta 11.188 kişinin öldürüldüğü resmi belgelerde açıklanmış kalanların da mübadele adı altında sürgün edilerek(22) Pontoslular tarihsel topraklarından kazınmıştır. Amasya’daki İstiklal Mahkemeleri adlı resmi infaz kurumunun yargılamalarına gelirsek bu bölümde bu mahkemede yargılanıp 7,5 yıl ceza ile hayatını kurtaran Iakovos Kulehoris’in 1990 yılında kaleme aldığı anılarına(23) yer vereceğiz. Kulehoris’in anıları tutuklamalar ve yargılamalar hakkında bize ilk elden bilgiler vermektedir.Ayrıca her iki jön Türk dönemini de içerir. Sözü Kulehoris’e bırakıyoruz, kendisi bizim başkaca bir yorum yapmamıza gerek bırakmıyor: Düzmece Amasya Yargılamaları “Tabii ki Pontus Rumlarının geçirdikleri kızılbaş - sayfa 52 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 zulümler için bir çok eser yazılmıştır. 95 yaşımda olan ben de bu anılara katkı yapmak istiyorum: Bütün zulümleri yakından tanıdım, iki kere sürgün hayatı yaşadım ve hapisleree kapatıldım. Mustafa Kemal Paşanın kurduğu İstiklal Mahkemesi tarafından hapse atılarak 7.5 yıl cezaya mahkûm edildim. [yukarıda da belirttiğimiz gibi resmi propaganda kitabında kararın Merkez Ordu komutanlığı ile İstiklal Mahkemesinde ortaklaşa alındığı yazılmaktadır] Bu zulümler iki döneme ayrılabilir. Birincisi 1nci Dünya Savaşı sırasında ve 2ncisi Küçük Asya Türk-Yunan savaşı sırasında olanlar. Birinci dönemde Türkiye’yi iki canavar yönetiyordu Talat ve Enver Paşalar ve de ikinci dönemde daha sonra Atatürk adını alan Mustafa Kemal. Birinci dönemde beyaz ölüm yürüyüşleri ve askeri mahkemeler önemli rol oynadı. İkinci dönemde Küçük Asya harbi sırasında yeniden sürgünler ve de Mustafa Kemal tarafından teşkil edilen İstiklal Mahkemeleri sahnede idi. Birinci dönem zulümlerden 76 yıl ve ikinci dönemlerinkinden 70 yıl geçti. Bütün bu yıllar boyunca vuku bulan idamlar ve sürgünler yüzünden ruhumda devamlı ıstıraplar çektim ve çekiyorum. Bugüne kadar bu yurtsever adamların katli, onların çoğuyla sürgünlerde ve hapislerde beraber yaşadığımızdan, bana derin ıstırap veriyor. İnanıyorum ki bu adamların kemikleri hala titremekte ve onların öksüz çocukları ve torunları gibi feryatlar çıkarmaktadır. Bütün bunlar beni bu satıları bir tarihçi olmayarak fakat aciz bir köy öğretmeni, bir insan olarak, bu kurbanların anısı için ve onlara bir mevlit yapmak için yazmaya itmiştir. Bunu, bu kurbanlara bir görev olarak saymaktayım. İlerlemiş yaşımda bu anılarla sonsuz ıstırap çekiyorum. Yaptığım anlatımları benim ıstıraplarımı hafifletmek için yazıyorum. Aynı zamanda gömülmemiş atalarımın kemiklerinin kovalamasından kurtulmak içinde yazıyorum. Bu zulümlerin anlatımında mümkün olduğu kadar tarafsız ve objektif olmaya çalışacağım. 1914 yılına gidelim. Mayıs ayı öğlen vakti idi. Ortaokul ikinci sınıfta idim. Metropolitliğin yardımcı piskoposu Platon Ayvatcidis okula geldi ve şunları söyledi : Çocuklar Jön Türklerin Batı Anadolu Rumlarına karşı zulümleri yüzünden Patrikhanenin emri üzerine okullar kapatılıyor. Biz ağlayarak okuldan ayrıldık. Öbür gün Aya Triyada (Samsun katedrali) kilisesini kapılarının siyah kumaşlarla mateme büründüğünü gördük. Patrikhanenin 1914 deki bu protestosu Yukarı Samsun semtlerinde yerel Rum idarecilerini korkuttu. Muhtemel Türkler tarafından yapılacak bir katliama karşı gözcü grupları kuruldu. Bunlar Yukarı Samsun çevresini gözetiliyorlardı. Başlarında daha sonra İstil Ağa lakabını alan Stilianos Kosmidis vardı. Bu şahıs 1nci Dünya savaşı sırasında ilk gerilla gruplarını teşkil ettirdi. Eylül ayında okullar yeniden açıldı ancak seferberlik yüzünden ve ekonomik kısıntılardan ve benim için sınıf olmadığından okula devam edemedim. Tam o zaman zulümler başladı. Zulümlerin başlangıcı olarak Mayıs 1914 verebiliriz; çünkü 1915 yıllında 1.5 milyon Ermeni katledildi. Jön Türklerin programı bütün azınlıkların imhası idi. Halbuki 1908 de aynı Jön Türkler, ilerici Türkler görünerek, 1789 Fransız devriminde olduğu gibi, hürriyet, eşitlik ve adalet sözlerini kullanarak Anayasayı ilan ettiler. Türkler hürriyet, adalet, müsavat ve uhuvvet kelimelerini söylüyorlardı. Maalesef biz tüm Rumlar bu sözlere inandık ve bunları sanki Neşeli İncil Okumaları olarak algıladık. İyi yaşayacağımıza inandık. Halbuki Hamit devrinde iyi yaşıyorduk. Jön Türkler Hamit’i kovdular ve yerine Reşat’ı koydular. Programları azınlıkları imha etmekti. 1916 yılında Samsun’un Kadıköy’ünden sürgünler başladı. Kadıköylüler Jön Türklerin gözünde idiler. Sebep 1908 Meşrutiyetinin ilanı sırasında yerel Rumlar karakol binasını taşlayarak mahv ettiler ve bu yanlış bir tutum idi. Aynı zamanda Meşrutiyetin ilanı ile tütün tekeline sahip olan Alman-Fransız REJİ şirketinde sendikalar teşekkül etmeden evvel işçiler grev yapıldı. Grev sırasında işçiler kendi başlarına tütün yapraklarını satılar. Jön Türkler bunları hatırladıklarından 27 Aralık 1916, Salı günü, tam İsa Peygamberin doğum gününün ikinci günü ve Ayios Stefanos yortusunda, Polis kuvvetleri Kadıköy semtinde abluka altına aldı ve hepimizi öğlen vakti meydana toplayarak sıraya koyarak İliasköy’e yayan götürdüler. Orada bizi askerler karşıladı ve gecenin gelmesi ile yürüyüşe başlattılar. Beş gün yürüyüşten sonra sürgün yerimiz olan Çorum’a vardık. Bu sürgün 1918’e kadar devam etti. Ben kız kardeşlerimle beraber gizliden kaçabildim. Annem köyde olduğundan sürgünden kurtulmuştu. 1918 sonunda Mütareke ilan olunduğu zaman sürgüne gidenlerden yalnız yarısı döndü. Geriye dönmeyenler yokluklardan, tifüs ve sürgünde zulümlerden öldüler. Yarısı dönemedi bile. O zaman erkek eksikliği yüzünden Metropolit Karavangelis tarafından yerel Rum Camiasının Polivios Raptarhis başkanlığı altında olan yönetim kuruluna atandım. Sekreter görevini üstelendim. Toplanabileni toparladık ve Kavak’dan bir Papazı ve iki hanım öğretmeni bularak okullumuzu açtık. Bunlar ilk dönem sürgünleri idi. kızılbaş - sayfa 53 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Şimdi ikinci döneme geçelim. 1920’nin yazında M.Kemal’in orta Anadolu bölgesinde iktidarı yerleştiği zaman ekonomik güce sahip olan bir çok Samsunlu Rum korkuları sebebinden uluslar arası güçlerin elinde olan İstanbul’la kaçtılar. Bu kaçanların arasında Trakya kökenli ve REJİ şirketinde berber çalıştığımız veznedar Kalliadis’de vardı. Bu şahıs sözde ailesini uğurlamak için vapur iskelesine gitti ve şirkete hiç bir haber vermeyerek kendisi de vapura binerek İstanbul’a kaçtı. Müdür Yordan Totomanidis bunu öğrendiği zaman çok kızdı. Hâlbuki bu kaçanlar ne olacaklarını bir yerden sezmişlerdi. Adı geçen Reji şirketi müdürü Yordan Totomanidis çok dürüst bir yurtsever Rum’du ve Metropolit Karavangelis ile çok yakın ilişkileri vardı. Herhalde bunları Türkler biliyorlardı. 1920 Sonbaharında Totomanidis’i Mustafa Kemal Tütün fabrikaları için bir etüt yapmak sebebiyle Ankara’ya davet etti. REJİ bütün Türkiye’nin tütün mamülerini tedarik ediyordu. Doğu vilayetleri Samsun’dan Batı vilayetleri ise o zamanlar Yunan’ların elinde olan İzmir’den tütün alıyorladı. Makedonya çevresi ise İstanbul’da Kırbaşı fabrikasından hizmet alıyordu. Totomanidis acayip gelişimlerden şüphelendiğinden kendisinin yerine İtalyan asılı REJİ şirketinin kontrolcüsü olan Makezi’yi yolladı. Ancak Mustafa Kemal, Totomanidis’i istediğini söyledi ve İtalyan’ı geri gönderdi. O zaman Totomanidis hepimizi topladı. REJİ de çalışanların hemen hemen hepsi Rum, Ermeni ve Yahudi idi ve Türkler yalnız bekçi idi. Totomanidis bize veda ederek şunları söyledi : Dönüp dönemeyeceğimi bilmiyorum ama sizden ricam fabrikayı dürüstükle ve iyi şekilde idare edin. Bir ay sonra öğrendik ki Totomanidis Mustafa Kemalin adamı olan Topal Osman tarafından acımazımca katledildiğini öğrendik. Yukarıda söylenenler ikinci zülüm döneminin ilk saf haları idi. 1921 Ocak ayında evime bir polis geldi ve beni Samsun merkez karakoluna götürdü. Orada ORFEAS adlı müzik kulübünün yönetim kurulu üyelerini buldum. Başkan öğretmen Valiuli ve veznedar ile berber altı kışı idik. Bu müzik kulübün cemiyet olarak etkinliği iki bölüme ayrılabilir. Birincisi 1908’de kuruluşundan 1nci Dünya savaşın başına kadar Ahileas Atakidis’in başkanlığı duğunu görünce bir soluk nefes aldım ve şunu söyledim : Efendiler bunu tarihi şudur ve ilk dönem başkanı Ahileas Atakidisin İstanbul’la sığındığını bildiğimden bu evrakın nasıl bulunduğunu bilmediğime ve eski döneme ait olduğunu söyledim. Karavangelis 1909 yılında Makedonya’dan ayrılarak Amasya Metropoliti olmuştu ve belki general Conto ile ilişkisi vardı. Evrakın sahte olup olmadığını söyleyemem. Bunların sonunda beni, Valiauli ve Serefoyu 7.5 yılla mahkûm ettiler ve diğer iki üyeyi ve veznedarı 5 yıl hapisse çarptılar. altında olan dönem . O zamanlar ben 13-14 yaşımda küçük olduğumdan üye değildim. İkinci dönem ise 1919 benim inisiyatifimle yeniden kurulmasından başlayıp ve 8 Ocak’ta kapatılması ve tutuklanmamız ile bitti. Bize atfedilen suç bu cemiyetin izinsiz etkinlik yapması ve yeniden kurulması idi. Bizi iki ay kadar hapiste tutular ve ondan sonra Amasya gönderdiler. Mustafa Kemal, Sultan taraflısı muhalifleri bertaraf ettikten sonra Anadolu’ya hâkim olmuş İstiklal Mahkemelerini kurmuştu. Aynı zamanda sürgünler de başlamıştı. Biz Amasya’da 5-6 ay kaldık ve askeri mahkemede yargılandık. Savunmamızda bu cemiyetin izne sahip olduğunu ve sadece yeniden etkinliklerine başladığını söyledik. İlk önce başkan Valiuli sorguya çekildi ve onu bükülmüş durumda bir köşede gördüm. Ondan sonra Mahkeme başkanı bana şunu sordu : Sana çete savaşı yapmak amacındayız diyen bir evrakı gösterirsem bakalım ne diyeceksin ? Bende hazırcevaplıkla Eğer böyle bir evrak varsa beni asın dedim. O kadar emindim ve devamda şunları söyledim Amacımız gençleri kötü yollardan korumaktı. Bütün evraklarımız sizin ellinizdedir. O zaman bana evrakı gösterdiler. Evrak damgalı ve gerçek görünüyordu. İmza Varda lakaplı Makedonya savaşçısı general Yorgo Conto’nun idi ve şunları yazıyordu Şu gemi ile şehrin deniz fenerine yakın silah çıkaracağız ve buna göre cemiyetler, gençlik kolları Makedonya’da yaptığımız gibi teşkilatlanınız. Evrakı okuduğum zaman soğuk terler dökmeye başladım. Ancak evrakın tarihinin 1908 veya 1909 ol- Bu davadan 5-6 ay geçmeden Amasya’ya Pontus Rumlarının Samsun ve Bafra bölgelerinin bütün ileri gelen Rumlarını getirdiler. Bunlar çoğu doktor, avukat, eczacı idi ve toplam 89 kişi idi. Aynı zamanda tüccarlar da vardı. Hiç kimse tutuklanma sebebini bilmiyordu. Bizlerden nereye geldiklerini öğrendiler. Bundan sonar 1921 yaz aylarında Ankara Türk yönetimi bütün Samsun erkeklerini üç büyük kafile halinde toplatıldı ve sürgüne yolladı. Bunlardan iki kafile yollarda Topal Osmancılar tarafından saldırıya uğradılar. Çoğu katledildi veya yaralandı. Hafif yaralıları Amasya hapishanelerine getirdiler ve onları diğer tutuklu Rumlar tedavi etti. Bu kafilelerin birinde Alkiviadis Raptarhis bulunuyordu ve kargaşalık içinde yanında taşıdığı zehir ile intihar etti. Topal Osmancılar Samsun erkeklerini imha ettikten sonra gerillalara yardım ettikleri şüphesi olan civar köyleri yakmaya başladılar. Eylül 1921 başında 89 tutukluyu bizimle beraber (mahkeme kararın kesinleşmesine rağmen) mahkeme önüne çıkardılar. Biz altı Orfeas yönetim kurulu üyeleri olarak büyük korkuya düştük. Son anda Bafralı Profesör Papamarkos da mahkemeye alındı ve sonunda infaz edildi. Pazartesi sabahı mahkemenin başlayacağını öğrendiğimizden Pazar günü kutsal ayin yaptık. Hepimiz kutsal şarap ve ekmek aldık. Başpapaz Platon Ayvazidis Tanrıdan hepimizin affedilmesini diledi. Şimdi Bafralıların ve Samsunların mahkeme sürecine bakalım. İlk gün sanıkların isimleri okundu. İkinci gün suçlama metni okundu. Atfedilen suç: Pontus devletini kurmayı amaçlamaktı ve ispat olarak Metropolitliğin evrakları ve evvelden söylediğimiz Orfeas cemiyetinde bulunan evrak idi. kızılbaş - sayfa 54 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Metropolitliğin evrakları okundu ve kanımca hiç bir ciddi suç içermiyordu. Bunun sonunda rahmetli Platon Ayvazidis sözü isteyerek eğer bir kabahatli varsa kendisinin olduğunu ve İstanbul’da bulunan Metropolit Yermanos Karavangelisi temsil ettiğini söyledi. Gerçekte Amasaya Metropolitinin vekaletini Bafra piskoposu Zilon üstelenmişti ama bu ruhani lider Amasya hapishanesisin ağır şartları altında ölmüş ve Amasya’da defni edilmişti. Karavangelis çok ateşli bir yurtseverdi ama diplomatik ve politik sözden yoksundu. 1920 yılında İstanbul dönüşünde bütün Samsun halkı ile karşılamaya gelen Mutasarrıfı çok kötü şekilde kovmuştu. Bu bir Metropolit için hiç de doğru olmayan bir davranış idi. Evvelden söylediğimiz 1908 de Kadıköy’de karakol binasının taşlanması gibi. Üçüncü gün karar açıklandı. 95 suçludan 69’u idama mahkûm edildi ve aralarında Orfeas’ın yönetim kurulu üyeleri de olan geri kalan 26 kişiden bazıları 15-20 yıl hapis cezaları aldı. Biz önceden aldığımız hapis cezaları ile kaldık Kararın okuması sonunda çok saygıdeğer ve ciddi bir şahıs olan Yorgo Yelkencioğlu kardeşi Platon Yelkencioğlu ile beraber idam cezasına çarptırıldığını işittiğinde ayağa kalkarak AŞKOLSUN ADALETİNİZE! sözünü söyledi. idam edilen 69 kişinin arasına batı cephesinden getirilen ve Yunan ordusunun üniformasını giyen üç doktor ve bir eczacı subaylarını da katılar. Bunlardan bir Yukarı Samsunlu Pelopidas Epifanidis kararı işittiği zaman kızgınlıkla ve kararlıkla hiç bir şey söylemeyerek aniden bana para cüzdanını, saatini ve düğün yüzüğünü verdi. İnfazlardan iki gün sonra cüzdanı açtığımda bunun Pelopidas’a subay olduğundan kurtulacağına inanan başka bir idama mahkûm tutuklu tarafından verildiğin anladım. Bu infaz edilen REJİ de çalışanı şahıs cüzdandaki epeyce miktarda paraların sürgüne gönderilen oğluna gönderilmesini diliyordu. Kader her ikisinin de 69 idam edilenler arasında olması idi. Samsun ve Bafralıların mahkemesini, haklarında soruşturma yapılan üç Trabzonluların mahkemesi izledi. Bunlar Mebus Kofidis, zengin Aleksi Aktritidis ve Trabzon’da “Epohi(Devir)” gazetesini çıkaran Niko Kapetanidis’di. Niko çok cesur ve ateşli yurtseverdi. 69 mahkûmu idama götürürken ki, biz çok duygulu anlar içinde iken kendisi [Kapetanidis], Ne yazık ki bu millî panayırı kaybediyorum! diyordu. Trabzon yalnız bu üç kurbanı verdi çünkü çok önde gelenler 1917 Rusların geri çekilmesinde onlarla beraber gittiler. Bundan sonra Ak-dağ-maden’in önde gelenlerinin ve ilk başta papazın mahkemesi yapıldı. Bunların arasından yalnız papaz Vasil Felekis kurtuldu ve Yunanistan’a geldiği zaman Makedonya’da öğretmen oldu. Bu infaza götüren mahkemelerden evvel, Merzifon Kolejinden Samsun kökenli velileri ne ile yargıladıklarını bilmeyen iki öğrenci ile bir öğretmen ve berber idam edildi. 40 ay süre Fırat nehrine yakın Erzincan hapishanesinde kaldıktan sonra başka hapishanelerde bulunan 26 mahkûmlar ile beraber bizi Trabzon hapishanesine götürdüler. O zaman karama mübadele komisyonu geldi ve bizi KAVALA isimli bir gemiye bindirdi. Bu gemi Samsun’a uğradı ve muhacirler aldı. Mübadele başlamıştı. Mübadilleri Kavala ve Selanik’te bıraktı. Yunanistan’a geldiğimizde Mayıs ayı idi. İşte bunlar benim çektiğim çilelerimdir.” Sonuç olarak yargılı yargısız Pontos halkı infaz edilerek tarihsel topraklarından kazınmıştır. kızılbaş - sayfa 55 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dipnotlar: (1) Sait Çetinoğlu, İstiklal Mahkemeleri, Resmi İdeoloji Sözlüğü, Ed. Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Yayınları, 2007 içinde. (2) Ayşe Hür, Pontus’un Gayri Resmi Tarihi, www.taraf.com.tr/ayse-hur/makale-pontusun-gayri-resmi-tarihi.htm (3) İstiklal Harbi Tarihi cilt IV. İstiklal Harbinde Ayaklanmalar 1919-1921 Genkur Basımevi 1974 sh 282 (4) Londra Times Gazetesinin 3 Kasım 1911 nüshasında “Jön Türkler ve Programları” başlığı altında bu Kongresinin yer aldığı bildirilmekte ve bütün halkların Osmanlılaştırılması (ottomanization) zorla da olsa kesin olarak kararlaştırıldığı bildirilmektedir. Bunun gerçekleşmesi Müslümanların silahlanması ile olacaktı. Gazetenin yayınında Kongrede söylenenler arasında şunlar belirtilmektedir: “… Türkiye ilk evvela bir Müslüman ülkesidir… Hristiyanlara güven olmadığından, herhangi başka bir dinsel propaganda bastırılmalıdır … Bunlar her zaman yeni [jön-Türk] rejimin çökmesi için çabalamışlardır… azınlıkların teşkilatlanması, otonom olmaları ve polise katılmaları mümkün değildir ve bunlar dinlerini muhafaza edebilir ancak dillerini değiştirmelidirler. Türk dilinin hakimiyet kazanması Müslüman hakimiyetinin temel öğelerindendir...”. Selanik’te Rumca yayınlanan “Nea Alitheia” gazetesinin 10 Temmuz 1910 nüshasında şunlar yazılmaktadır: “Bizim Rumlar için ne diyelim. Bu kadar şiddet dolu her günkü baskıları anlatmak için kelimelerin manası kalmamıştır. Bizi yok ediyorsunuz Son iki yılda başımıza gelen felaketleri anlatmak sözler bulamıyoruz. Hangi sebeple bütün bu baskılara uğruyoruz. Bize hiç kimsenin haksızlığa maruz kalmayacağı sözü verişmişti. Buna rağmen kiliselerimizi ,okullarımızı ve mezarlıklarımız kapatan kanunlar oylandı. Bize ait olanları alıp başkalarına veriyorsunuz. Papazlarımızı ve öğretmenlerimizi hapislere tıkıyorsunuz. Yurttaşları dövüyorsunuz ve her yerden feryatlar ve ağıtlar işitiliyor.” (5) Vlasis Ağcidis, Samsun’dan Sebrenitza’ya www.mesop.net/osd/?app=i zctrl&archiv=220&izseq...artid... (6) Topal Osman Ağa hakkında belgeler henüz karanlıktadır. Açıklandığı birkaç belge dahi yapılan baskıları ve şiddeti belgeler: Mülkiye müfettişi’nin giresun’dan Dahiliye vekaletine 4 eylül 335 tarihli tezkerede “Dahiliye Nezareti Celilesine Devletlu efendim hazretleri Giresun’da belediye reisi osman ağanın ta’rifeye ve bir guna meclis kararına müstenid (?) olmaksızın madam pavlidi sinemasından şehri on lira belediye-i resmi istifasına kıyam etme suretiyle nüfuz-u memuriyetini sui istimal eylediği anlaşılmasına mebni hakkında takibat-ı kanuniye icrası talebiyle giresun kaymakamlığına vekalete tevdi edilmiş fezleke suretini lefen takdim kılındığı maruzdur ol-babda emr u ferman hazret-I men leh-ül emrin- dir.” BOA. DH.UMVM 92/74 İkinci bir belgede yine “Çeteler reisi’nin şiddeti vardır: “Giresun kaymakamlığına ,Bu Osman ağanın kendisini giresuna belediye reisi intihab ettirmekle beraber kasabanın mu’teberanından mösyö kostantinidesin hanesini muhasara ederek on sekiz bin lira vermediği halde haneyi ihrak [Yakma] ve konstantinidesin üç küçük kızını dağa kaldıracağını söylemek suretiyle icra-ı tehdidat eylediği ihbaren haber verildi.” BOA. DH. KMS 44/10, bir başka belgede Beyoğlu komiserliği Osman Ağa’dan “Çeteler Reisi” olarak söz etmektedir. BOA DH.KMS 50/2 Alay katibi Fehmi imzasıyla da Topal Osmanın marifetleri maddeler halindeTrabzon vilayetine bildirilir: “Trabzon vilayetine, Giresun kaimakamlığı belediye reisi topal Osman ağanın sui istimaline dair mevadi havi alay katibi Fehmi imzasıyla gönderilub nezarete tevdi’ idilen iki mektub aynen …valalarına irsal kılındı haklarında lazım gelen tahkikatin ifasıyla evrak-ı melfufenin iadesiyle leffen işarı babında” BOA. DH.KSM 51/1-4 Rıza Nur Hatırat’ında Topal Osman’ın kendisine ‘Beyefendi evet para topluyorum, fakat bir Müslümanın bir habbesini almamışımdır. Aldığım hep gavur malıdır. Benim başımda binlerce haşarat var. Bunlar kanlı katil, eşkıya. Dağlarda dolaşıp millete zarar vereceklerine toplayıp düşmanla harp ediyorum. Bunlar yiyecek, giyecek ve harçlık istiyor… Bu Rumlar bize neler yapıyorlar. Paralarını, canlarını almak helaldir… dediğini aktarır. Dönemin Sağlık Bakanı ve Lozan’ın murahhası Rıza Nur Topal Osman Ağa’yı yaptıklarını onaylayarak yüreklendirir. Dr Rıza Nur Hayat ve Hatıratım c 3 işaret 1992, s 163-164. Osman Ağa hareketlerinde serbesttir ve yükselmeye devam etmekte ve Pontos’ta taş üstünde taş bırakmamaktadır. (7) İstiklal Harbi Tarihi cilt IV. İstiklal Harbinde Ayaklanmalar 1919-1921 Genkur Basımevi 1974 sh 284 (8) “19 Mayıs 1919’da 9. Ordu Müfettişi sıfatıyla Samsun’a ayak basan Mustafa Kemal’in esas görevi, Mütareke’yi tehlikeye düşüren bu çatışmaları önlemekti. Bu dönemi Kutsal İsyan adlı romanında anlatan H. İ. Dinamo’ya göre Mustafa Kemal, Havza’ya gelir gelmez bölgenin namlı kabadayılarından Topal Osman Ağa ile görüşmüş ve ‘Pontus belasından kurtulmayı Topal Osman’ın tecrübeli ellerine bırakmıştı’. Topal Osman da ‘Siz hiç merak etmeyin Paşam. Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak’ demişti. Topal Osman o tarihlerde İstanbul Divan-ı Harbi tarafından Ermeni katliamlarındaki suçlarından dolayı aranıyordu. Muhtemelen Mustafa Kemal’in ricası ile Temmuz 19192da Osman Ağa hakkındaki tutuklama kararı Padişah Vahdettin tarafından kaldırıldı ve Topal Osman,Trabzon Valisi Cemal Azmi ve Giresun Mutasarrıfı gibi yerel yöneticilerinin itirazına rağmen Trabzon havalisinde Pontuslu Rumları temizleme işine başladı.” Ayşe Hür, Pontus’un Gayri Resmi Tarihi (9) Marsilyadaki Eski Giresun Belediye Başkanı Konstanidis Rus Hariciye komiseri Leon Trotsky’e çektiği telgrafta bu bağımsızlık düşüncesi dile getirilir: “Pont-Euxien (Karadeniz) ve yöresinden meydana gelmekte olup Birleşik Amerika, İsviçre, İngiltere, Yunanistan, Mısır ve diğer memleketlerde oturan ve Pontus işlerini düzenlemeye yetkili temsilcilerin katılmasıyle Marsilya’da toplanan kongremiz, bu yörenin Ruslar tarafından boşaltılmasından sonra, tekrar Türk egemenliği altına giremeyeceğinden dolayı Rus sınırından Sinop’a kadar bir cumhuriyet kurulmasını arzu ve bunun için de şiddetle işe karışmanızı rica ve peşin olarak teşekkürlerimizi takdim ederiz. Pontus Kongresi namına BaşkanKonstantinidis” Giresun Belediye Başkanlığı Konstantidis’in ardından topal Osman Ağa tarafından gasp edilerek sistemli baskı be katliamlara başlanır. (10) Daha fazla bilgi için, Ragıp Zarakolu, Sait Çetinoğlu, Teofanis Malkidis, THE GREEK GENOCIDE: THE MASS CRIME IN PONTUS, Pontian Club of Kavala Prefekture 2011, Sait Çetinoğlu Pontos Bağımsızlık Hareketi ve Pontos Soykırımı www.armenieninfo.net, Ayşe Hür: Pontus’un Gayrıresmi Tarihi, http://www. taraf.com.tr/ayse-hur/makale-pontusungayri-resmi-tarihi.htm (11) İstiklal Harbi Tarihi cilt IV. İstiklal Harbinde Ayaklanmalar 1919-1921 Genkur Basımevi 1974 sh 292 (12) Pontus Meselesi, Matbuat ve İstihbarat Matbaası Ankara 1922 Tıpkıbasım yayına Hazırlayan Yılmaz Kurt,TBMM Basımevi 1995, sh 378. (13) Pontus Meselesi… sh 379-380 (14) Pontus Meselesi… sh381-383 (15) Pontus Meselesi… sh 390 (16) Pontus Meselesi… sh396 (17) Pontos Meselesi… sh 398-399 (18) ATASE Arş. Kls. 1124, Ds. 18, Fhr. 137.AktaranMustafa Balcıoğlu İki İsyan Koçgiri Pontus , Bir Paşa Nurettin Paşa, Babil y.2003 … s 36 (19) Çağdaş yunan edebiyatının usta kalemi Venezis’in bu eseri Belge Uluslar arası Yayıncılık tarafından baskıya hazırlanmaktadır. (20) Lazaros K. Aşıkoğlu’nun Kilaman, Anadolu’dan Gelen Bir Rum’un Anıları Belge uluslar arası Yayıncılık, 2010 (21) Pontos meselsi… sh 405 (22) İstiklal Harbi Tarihi cilt IV. İstiklal Harbinde Ayaklanmalar 1919-1921 Genkur Basımevi 1974 sh 294 (23) Iakovos Kulehoris, Samsun ve Çileleri, Kirikakidi Kardeşler kitabevi, Selanik 1991 http://gercek-inatcidir.blogspot.de kızılbaş - sayfa 56 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 DİL, TARİH, COĞRAFYA ve ERMENİLER Tarih, anılmaya değer tüm olayların hikâyesidir. Uygarlık, insanların toplu olarak daha iyi bir halde yaşamaları ve doğaya hükmedebilmeleri için gösterdikleri çabalardan çıkan bilim ve kültür halinde beliren sonuçların toplamına verilen addır. İnsan ki sözlüklerdeki tanımlamalara göre "iki eli, iki ayağı üzerinde dolaşan, sözle anlaşan, akıl ve düşünme yeteneği olan en gelişmiş canlı" olarak tanımlanmaktadır, tarih içerisinde "anılmaya değer" olayların hikâyelerini, medenileşme evrelerinin vardığı seviye itibarıyla belleğinde taşıyarak, onları önce söze, daha sonra yazıya dönüştürebilme yetisini kullanabilme sayesinde insandır. LOGOS/Söz tanımlaması, adı ne olursa olsun tüm bilim adlarının ortak soyadı olma özelliğiyle, sözün uygarlığın temeli olduğunu ve bunun da insana ait, insan tarafından yaratılan değer anlamını taşıdığını göstermektedir. "İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa" sözü, bu olgunun en doğru anlatımıdır ve buradan da salt sözün varolmasının değil, onun doğru olmasının gerekliliği ihtiyacının karşılanması zorunluluğu, insanlığın sözlü tarihinin incelendiği yeni bir bilim dalının doğuşuyla sonuçlanmıştır. Bu bilim dalı ETİMOLOJİ (Yunanca Etymos/doğru, Logos/söz) olarak adlandırılmış olup, bir kelimenin nereden geldiğini veya nasıl oluştuğunu, birçok kelimelerin ortak kökünü bulma, yani bir köken bilimi çalışmasıdır. Kelimelerin asıl şeklinin incelenme çalışması, insan tarafından yaratılan uygarlığın da nerede, ne zaman doğmuş ve nereden nereye ve nasıl yayılmış olduğuyla ilgili sorunların bilimsel temelde araştırılması sayesinde, tarihsel gerçeklerin bilinmesi, yani doğru olanı öğrenme, geçmişten bugüne varolmuş evrimsel tarihi bilgi ve bulgulara ulaşmamız sağlanmıştır. Tüm bunlara ek olarak, kelimelerin yan yana kullanılmalarıyla bütün bir düşünceyi aktarma evreleri sonlarında önce sözlü, çok daha sonraları yazılı dile dönüşmeleri ertesinde, dili ve yazılı belgeleri dil ve tarih açısından, dil yoluyla bir toplumun kültürünü inceleyip-araştıran bilim olan FİLOLOJİ'ye varır ve böylece işlemekte olduğumuz ra olarak adlandırılmaktadır. Yaşam alanları And dağları çevresi, Titicaca gölü civarında olup ağırlıklı nüfus (toplam nüfusun yaklaşık % 30-40'ı) Bolivya'da bulunur. Ayrıca Peru'nun güneyi (toplam nüfusun yaklaşık % 5'i) ve Şili'nin kuzeyinde de (toplam nüfusun yaklaşık % 0.3'ü) yaşarlar. Çok az sayıda nüfus da İspanyol sömürgesi zamanında göç ettirildikleri Ekvador'da yaşamaktadır. AYMAR dilinde çokça kelimenin Ermenice'den geçişli olduğu Sarkis HATSPANIAN geçen yıl yapılan araştırmalarla ortakonuyu temellendirebiliriz sanıyorum. ya çıkmıştır ve şimdi bilim dünyasıErmenice, Hint-Avrupa dilleri soyağa- nın birçok dilbilimcisi bu ilk bakışta cının başka hiçbir dalıyla ilişkisi olma- inanılmaz görünen ilginç konu hakyan, ana gövdeden tek başına üreyerek kında incelemelerde bulunmaktadır. varolmuş, gelişmiş ve tek başına bir Ermenistan'da da bu ilişki pek doğal grup olarak bilinip-tanınan tek dildir. olarak araştırma konusu olmuştur ve Hint-Avrupa ırklarının vatanından, dil uzmanlarınca Aymara dilinde kulşu anki Ermenistan'ın da bulunduğu lanılan 600 kelimenin etimolojik inceİberya'dan Avrupa İberyası'na (M.Ö. lemesi sonucunda 57 kelimenin (yüzde 12-9 binli yıllar) ilk olarak göç edip 10'unun) Ermenice asıl köklü oluşu isyerleşen, dili, kültürü, etnik aidiyeti patlanmıştır. Dilbilimi uzmanları aynı çevresindeki başka hiçbir halkla ortak köke sahip sadece 3 kelimenin varlığıbir benzerlik göstermeyen BASK'ların, nın dahi iletişim ilişikliliği için yeterli kendi tarihi geçmişleriyle ilgilenip, koşul olduğunu ileri sürüyorlar. Öyleki yaptıkları incelemeler sonucu hafı- Ermenilerle Aymara halkı arasında bir zalarını tazeleyebilmelerini sağlayan ilişki olması muamması araştırmacılar en önemli olgu/etken/alet onların dili, çevresinde heyecan ve ilgi yaratmıştır. EUSKARA olmuştur. Dilbilimciler, Aymara'ların sözlü olarak yaşattıkları BASK dilinin Ermeniceye çok ben- ve nesilden nesile aktarılarak günümüzediğini ve bu temelden yola çıkarak, ze kadar ulaşan efsaneye göre onların Baskların Ermenilerle ilişikliğini bi- ataları "deniz yoluyla bu topraklara limsel incelemelerle tesbit edilmesini gelen, uzun boylu, dalgalı, sarı saçlı, ETİMOLOJİK araştırmaların vardığı mavi gözlü insanlar -ki yerliler tarafınsonuçlara bağlıyorlar. Bask ülkesinde dan tanrılar olarak kabul edilmişlerdialeladele seçilmiş 10 adet dağ, ırmak, onlara metal eritmenin, taş işlemenin, göl, tepe, vadi, ova, nehir, çay vb. gibi inşa etmenin, mimarinin gizliliklerini coğrafi isimlendirme, o isimlerin Er- ve dünyevi yaşamdan uzak, tasavvufmenistan'daki adlarla ortak kökene luk gereği yalnızlaşmayı öğretmiş" olsahip olunduğu gibi çok önemli bul- duklarını anlatmışlar. O zamanlarda, gulara ulaşmamızı sağlıyor. İberya'da metalin eritilerek, işlenip eşyalara döBasklar dışında başka hiçbir halk, nüştürülmesinin vatanının Ermenistan Ermenilerce anlatılan efsaneleri, des- olduğu bilimsel olarak çoktan kabul tanları anlatmıyor, aynı hikâyelerle edilmiş bir doğru olduğu bilindiği için beslenmiyorlar. Bu halkların biribirine de Güney Amerika'ya gelen "yabancı"ikiz kardeş gibi" benzemesinin finali ların" Ermeni oldukları sanılmaktadır. olarak, her iki kardeşin vatanının da Kendi etnik adlarının ve dillerinin nebaşkalarınca işgal altında bulunması, den AYMAR veya AYMARA olarak şu anda dahi varolan aynı kader bir- isimlendirildiğinin, ne yerli lehçeler, liğini paylaşıyor olmalarının bile ne ne ispanyolca, ne de portekizcenin kadar şaşırtıcı bir benzerlik gösterme- yardımıyla "açıklanamaması"yla ilgili siyle kayda da, düşünmeye de değer olarak, Ermenice HAY MART veya HAY MART A/E şekillerinin "ERMEolduğunu göstermektedir. Nİ İNSANI" veya "ERMENİ İNSANI/ Aymara'lar, bir güney Amerika kav- DIR" anlamını taşıyor olması temelinmidir ve konuştukları dil de Ayma- de, adlarda ilk ve son harflerin düşme- kızılbaş - sayfa 57 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lerinin çok rastlanan 'kural' görüldüğü bilindiğinden AYMAR/AYMARA şeklini alması da fazlasıyla çarpıcı bir olgudur. Aymar'ların efsanelerinde VİRAGOÇA adlı tapılan önemli bir kişi var, onların yaşadığı yerde GALASASAYA adlı büyük bir alanda, etrafı dikili taşlarla çevrili, ortada Viragoça'nın bulunduğu devasa bir heykeli duruyor. İsimlerini verdikleri bu efsanevi figür ile, o alanın tanımlanmalarının taşıdığı anlam, ne kendi kullandıkları, ne de çevre halkların dilleriyle açıklanamazken, Ermenicede Viragoça'nın "i verusd goçvadz"-yukarıdan adlandırılan/yollanan, Galasasaya'nın da sert, dayanıklı, yıkılmaz kaya/taşlar anlamını taşımaları da dikkate değerdir. Buna paralel olarak, Ermeni efsanesi Sasuntsi David eposunun geçtiği yerin adı SASUN'un da aynı yıkılmaz, delinmez, devrilmez sert kayalık, taşlık anlamını taşıyor oluşu çok ilginçtir ve etimolojik temeldeki veriler ışığında varolan bu bulguların hiç de tesadüf eseri olmadığı açıktır. Diller çok uzun yüzyıllar boyunca sözlü olarak yaşanılan oluşum evrelerini, yerleşik yaşamda üretilen her değer ve onun getirdiği ilişkilerin tanımlanmasını zaman içerisinde pratik etmelerini yazılı olma haline ulaştırabildikleri ölçüde ancak varoluşlarını minimum olarak da olsa garantiye alıp, hem gelişmelerini, hem de diğer dilleri etkileyiş ve onlardan etkilenişleriyle zenginleşme aşamalarını yaşayabilme olanaklarına sahip olabilmişlerdir. Günümüz Ermenicesinde asıl kök teşkil eden yaklaşık 12 bin kelimenin varoluş tarihinin M.Ö. 4-3.üncü binyıllara kadar dayandığı tezler üzerine yapılan ciddi çalışmalarda, onlardan 4 bin kelimenin doğum yeri olarak Hint-Avrupa dillerinin oluştuğu vatanın Ermenistan olduğu ve o kelimelere eklenen yaklaşık 6 bin civarında kelimenin de yine o coğrafyada yaşayan değişik kültürlerin karışım ve birlikte yaşama evrelerinde yaratılmış olduğu halde, belirli bir zaman birimi sonrası sırf Ermenicede anlam ve içerik barındırarak şekillendiği konusunda hemfikir olunduğu bilinmektedir. Ermeni uygarlığında YAZI DİLİ çivi yazısından başlayarak M.S. 4.üncü yüzyılda Daron-Muş bölgesinin Hatsegats köyünde 362 yılında doğan Mesrop Maşdots'un çabalarıyla 402- 405 yıllarında Adıyaman-Sam(o)sat ve Edessia-Urfa'daki eski Ermeni el yazmalarının özenle saklandığı merkezlere yaptığı ziyaretler esnasında keşfettiği, o zamana kadar varolan 28 Ermeni harfinden etkilenerek, kendince onlara benzeterek eklediği 8 sesli harfle, 36 harfli özgün Ermeni alfabesini yeniden canlandırması sayesinde varolagelmiştir. onların serpilip, gelişmesini sağlamıştır. Avustralya, Güney, Orta ve Kuzey Amerika'yla, Avrupa ve Afrika kıtalarında yerleşik birçok halk için Latin alfabesi de aynı işlevi görmüştür. Geriye kalan Uzak ve Güney Asya'nın birçok halklarının sahip olduğu kendi özgün alfabelerinin kullanılması sayesinde bugün milyarlarca insanın uygarlığı varlığını sürdürebilmektedir. 5.yüzyıl başında Ermenicede GRABAR olarak isimlendirilen eski/klasik dil yaklaşık 80 bin kelimelik zenginliğe sahipken, bu sayı yüzyıllar içinde mitolojik, tarihsel, teolojik, epik yazılar ve diğer dillerden yapılan tercümeler, edebi eserler, şiir, öykü, mistik, ruhani, halk şarkılarıyla, felsefe, hukuk, tıp, insan, bitki ve hayvan dünyasına dair yaratılan yazılı çalışmalar, tüm bilim dallarından değerli yapıtların yaratılmasıyla 18.inci yüzyıl başlarında 150 bin kelimenin üstünde pek zengin bir hazineye dönüşmüştü. Günümüzde bu sayı neredeyse 300 bin civarındadır. Yazı, canlı bir organizm olan dili saklayan ve geliştiren en temel varlık olma özelliği sayesinde, değişik bölgelerde konuşulan lehçe/dialektlerin sahip olduğu zenginliğin korunmasını da sağlamıştır. Yaşadığı toprakların asıl yerlisi olan Ermeniler dışında, yazısı olan halklardan Hintliler, Elenler, Latinler, Bulgarlar ve Gürcüler Hint-Avrupa kökenli Ari, Asuri/Süryaniler, Araplar ve Yahudiler sami ırkındandırlar. Aynı dil grupları içinde bulunan diğer tüm dillerin tarihsel, bölgesel, siyasal nedenlerden dolayı gelişen olayların getirdiği ilişkiler sonucu biribirlerinden etkileşimleri, o dillerin kelime hazinesini de etkilemiş olduğundan, birçok dil yazıya da ulaşmış ve bu sayede kendi varlığını koruma, onun süreğenliğini sağlama aşamalarının tüm etaplarını yaşamıştır. Çok zengin olan Farsça, Arap alfabesi sayesinde, yani sözü yazıya dönüştürme olanağını elde ettikten sonra, sahip olduğu zenginliğini katbekat arttırmıştır. Dil, aynı su gibi, hava gibi, yaşamı vareden tüm özelliklerin toplamına eşdeğerdir. Ancak insanı insan yapan, onun taşıyıcısı olduğu değerlere anlam yükleyen şey, düşüncenin dille ifade edilmesiyle mümkündür. "İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa" söylemi dilin aslında neyi ifade ettiğini, onu ait olduğu hayvanlar dünyasından ayrıştıran aletin nelere kadir olduğunu çok güzel anlatmaktadır. "Dili olmayan uluslar ölüdür" sözü "ölü diller"in sahiplerinin artık bizimle olmayan uygarlıkları temsil ettiklerini de göstermektedir. Bu örnek, bir zamanlar canlı olan dilin kendi hayatını yaşadıktan sonra öldüğünü bildirmektedir. Yazı dili, insani uygarlıklardan çokları için can yeleği olmuştur ve nice nice kültürler hakkında bize ulaşan bilgilerin yok olmasını önleme gibi çok önemli bir görevi yerine getirmiştir. Bulgar özgün yazısının mucidi Kiril sayesinde, başta Ruslar olmak üzere Slavon halklardan birçoğunun dili korunmuş olup, o diller yazı sayesinde varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Bu alfabe, Ukraina, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kafkasya gibi yerlerde yaşayan binbir çeşit halkların diline de hayat vermiş, Sayat Nova adıyla tanınan, 1712-1795 yıllarında yaşamış Ermeni şair-aşığı Harutyun Sayatyan, kendi halkını sembolize eden en önemli özellikleri, 'kutsal üçlü' olarak tanımladığı, "defter sev, kalem sev, yazı sev" formülasyonuyla ifade etmişti. Bu söylemin gerçeği yansıttığını, karınca gibi çalışkan, arı gibi üretken Ermeni halkının uğradığı her saldırı ve istila, yakım ve yıkımdan, binyıllardır yaratmış olduğu maddi tüm değerlerden hiçbirini önemsemeden, sadece el yazması defter ve kitapların kaçırılıp kurtarılmaya çalıştığıyla ilgili çok detaylı bir tarih yazımı olması sayesinde bilgilenme şansına erişmiş olmamızdan biliyoruz. Ermenistan'daki yazı merkezleri yüzlerceyken, Hindistan, İran, Rusya, Ukrayna, Polonya, İtalya, Mısır, Filistin'de de onlarca el yazması merkezleri kurulmuş, binlerce kitap yazılmış ve resimlenmiştir. M.S. 406 yılından günümüze kadar varlığını sürdüren MATENADARAN kızılbaş - sayfa 58 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 – Kütüphane, benzeri dünyanın başka da hiç bir ülkesinde bulunmayan çok değerli bir kültür ocağıdır ve Ermeni ulusunun tarihsel gururu olarak varlığını sürdürmektedir. Ermeniler, binlerce yıl sadece kendi başlarından gelip-geçeni yazmış olmakla kalmayıp, çevrelerinde olup-biteni de, başka halklar hakkında kayda değer buldukları hemen herşeyi de yazmış, resimlemiş, çoğaltmış ve saklamışlardır. Bugün, Gürcüler, Pontus Elenleri, Lazlar, Azeriler, Zazalar, Türkmenler, Kürtler ve Türkler hakkında Ermeni kaynakları, o halklarda dahi olmayan-bulunmayan bir dizi bilgileri barındıran çok önemli zenginliğe sahiptir. 1915 soykırımında yakılıp, yokedilen yüzbinlerce kitap, resim, fotoğraf, belge vb. gibi pek çok değerli bilgilerin yokedilmesi, yani bir uygarlık tarafından yaratılan tüm o küle çevrilmiş değerlerin yitmesinden sonra bile, kalıp-kurtulmayı başarmış binlerce kitap ve belge sayesinde, günümüz Ermenistan Cumhuriyeti bölgenin tüm halkları için gerçek bir "BİLGİ CENNETİDİR" ! Tarihte, ilim, sanat, zanaat, ziraat, ticaret, felsefe, edebiyat, bilim ve teknikte Ermenilerin nesiller boyu insanlığa sunduğu değerli katkılar, o halkın yaratıcılığının ne kadar köklü bir geçmişe sahip olduğunun göstergesi olup, böyle bir misyonu gönüllü olarak üstlenmesi sayesinde insan uygarlığı tekerinin ne denli ileriye hareket ettiğini anlamamız için çok gereklidir. Ermeniler, bu toprakların en eski yerlisi olma hakkı ve binyılların şahitliklerini yazılı olarak 21.inci yüzyıla taşımayı becermiş olmalarıyla, bugün de insani uygarlığa hizmet etme görevlerini sürdürmekteler. Ağustos - 2012 Doğu Ermenistan P.S.: Makalemi, 1512 yılında Venedik’ te URBATAGİRK adlı ilk matbaa basımı Ermenice kitabı yayımlayan Hagop Meğabard’ın ölümsüz anısına atfediyorum. HayastanInfo.net http://www.armenieninfo.net http://hyetert.blogspot.de Dersim’in kayıp kızlarının izi okul kayıtlarından çıktı 1938’deki Dersim olaylarında ailesi öldürülen kız çocuklarının izine okul kayıtlarında rastlandı. Aile bilgilerinin yer aldığı belgeler, kızlarını arayanlar için büyük önem taşıyor. MECLİS Dilekçe Komisyonu bünyesinde kurulan Dersim Alt Komisyonu, bugüne kadar gün ışığına çıkmamış sürpriz bir Dersim belgesine ulaştı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın TBMM’ye gönderdiği arşivlerde, Dersim olayları sırasında ailesi öldürülen kızların toplanarak okutulduğu Elazığ Yatılı Bölge Kız Okulu’nun kayıtları ortaya çıktı. Söz konusu kayıtlarda, kızların fotoğraflarının yanısıra baba adı, doğum yeri ve tarih bilgileri yer alıyor. Milli Eğitim arşivlerinden çıktı 1937-38 Dersim olayları sırasında aileleri öldürülen ya da ailelerinden alınarak sürgün edilen Dersimli kızların akıbetiyle ilgili önemli bir belge daha gün ışığına çıktı. Dersim’in kayıp kızlarının izi Genelkurmay arşivlerinde aranırken sürpriz Milli Eğitim Bakanlığı arşivinden çıktı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın Meclis Dersim Alt Komisyonu’na gönderdiği arşivden, kayıp kızlarla ilgili okul kayıt defteri bulundu. Dersim’in kayıp kızlarından Sultan Kulalp’in, kardeşlerini bulmak için TBMM’ye yaptığı başvuru üzerine komisyonun taradığı arşivden çıkan kayıt defteri, Dersim’in diğer kayıp kızları açısından da umut oldu. Bir ailenin başvurusuyla öğrenildi 1931 yılında doğan Dersimli Sultan Kulalp, babasının Dersim olayları sırasında, iki erkek kardeşinin ise aileden kalan mala el koymak için öldürüldüğünü anlatırken, kendisini ise bir akrabasının eğitime kazandırmak için bölgede kız çocuklarını toplayan Sıdıka Avar’a teslim ettiğini aktardı. 120 sahipsiz kız ile sınavsız olarak Elazığ Yatılı Bölge Kız Okulu’na kaydedildiğini belirten Kulalp, okulu bitirip Dersim’e döndüğünde ise iki kız kardeşinden bir daha haber alamadığını ifade etti. Kulalp, Meclis’ten kayıp kız kardeşlerini bulabilmesi için yardım istedi. Okul kayıt defterindeki umut ışığı Sultan Kulalp’in anlatımlarıyla Dersim’li kimsesiz kızların gönderildiği okuldan haberdar olan Dersim Alt Komisyonu ise çalışmalarını bu alanda yoğunlaştırdı. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan o tarihlerde okullarla ilgili bilgi ve belge isteyen Komisyon, yıllardır tozlu raflarda bekleyen okul kayıt defterine ulaştı. Sıdıka Avar’ın yönettiği Elazığ Yatılı Bölge Kız Okulu’nun kayıtlarında çok sayıda Dersim kökenli ve sınavsız alınan kız çocuğunu tespit eden Komisyon, aynı zamanda Sultan’a ait olduğu düşünülen kayıtları da buldu. SUBAYLARA EVLATLIK VERİLDİLER OKUL kayıt defterinde, kızların fotoğraflarının yanısıra, baba adları, doğum yerleri, tarihleri ve okula nasıl alındıklarına ilişkin bilgiler de yer alıyor. Bu kayıtların hem kayıp kızları arayan aileler, hem de ailelerini arayan kayıp kızlar için yol gösterici olabileceği belirtiliyor. Komisyonun yaptığı araştırmada, Dersim’in kayıp kızlarının bir bölümünün ise olaylar sırasında operasyona katılan subaylara evlatlık olarak verildiği orta çıkmıştı. kızılbaş - sayfa 59 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Değerli dostlar! DERSİYAD’ın (Dersim Ermenileri İn-anc ve Sosyal Yardımlaşma Derneği) 29-09-2012’de düzenleyeceğimiz ``Dersim`li Ermenilerin Frankfurt– Hanau Buluşması`` etkinliğinde sizleride aramızda görmekten mutluluk ve onur duyarız. Dersim’de insanlık yıllarca egemen halkın iktidarlarınca terörize edilerek susturulmak istendi. Dersim’de insanlık yıllarca zulüm altında katliamlar yaşadı. Acımasız hayatın dayattığı bu zor koşullar altında kendi kimlik ve dinini saklayarak, bir kısmı hayatta kalmayı başardı. Bu zorlukların bilincinde olan bazı „DERSİM ERMENİLERİ“ tam zamanıdır diyerek kendilerini deşifre ettiler. Kendilerini deşifre ederek, vaftis olup, T.C. Devletinin mahkemeleri tarafından yeni isim ve kimlikleri resmi olarak onaylandı. Bizler hiç zaman kaybetmeden çok büyük zorluklar altında „DERSİYAD“ – „Dersim Ermenileri Inanç ve Sosyal Yardımlaşma Derneği“ adı altında örgütlenip derneğimizi kurduk. İlk hedef olarak kendimizi, kendi ulusumuz ile tanıştırma kampanyası başlattık. Ermenistan, Istanbul, Dersim ve Avrupa’nın değişik devlet ve şehirlerinde çok başarılı olarak değerlendirdiğimiz etkinlikler yaptık. Ne isek o olduğumuzu deklere ederek, kendi gerçekliğimizi keşfederek, kendi kendimizin insanı olarak, kendi kendimizi yanılsamalardan kurtararak önemli bir başlangıç yaptık. Biz bunu yaparken öncelikle kendimizdeki bölünmeye son verdik, kendi kimliğimizin tarihsel gerçekliğiyle yüzleştik, etrafımızdakilerin de kendi yanılgıları ile yüzleşebilmelerinin yolunu açtık, gerçekliğin ve yaşanılmışlıkların yanılsamalarından imal edilmiş yalanlarla yüzleştiğimiz gibi etrafımızın da yüzleşmesinin imkanlarını sunduk. Bu anlamıyla bizim çıkışımız ve varlığımız aslında etrafımızdaki çoğunluk için de bir imkandır, fırsattır. Nasıl ki biz, dayatma kimliklerden kendimizi kurtardıysak, bizim çıkışımız egemen çoğunluğu da kendi yanılsamalarından, imal edilmiş yalanlardan kurtulmanın yolunu açmaktadır. Biz burada hem tarihsel varlığımızla hem de tarihsel ve toplumsal bilincimizle ve inancımızla varız. Artık bu gerçek inkar ve reddedilemeyecek kadar var ve somut. Artık biz DERSİM ERMENİLERİ, dedelerimizin bize bıraktığı kimlikle, onların dillerinde seslenen adlarımızla, onların inançlarıyla yaşayacağız. Dernek önemli bir çalışma alanıdır, aynı zamanda önemli bir sosyal zemindir. Bu zeminin ve bu alanın varlığımızla, bilincimizle, kararlılığımızla güçlendirilmeye ihtiyacı var. Bu anlamda en çok ihtiyacını hissettiğimiz şey, birliğimiz ve kendimiz olduğumuz kadar, kendimizin tarihsel ve toplumsal kültürel bilgisidir. Elimizden geldiğince bülten faaliyetimizi geliştireceğiz. Dernek olarak Ermeniceden çevrilere destek ve öncü olmaya çabalayacağız. Görsel, yazılı anlamda yapacağımız çalışmalarla ve yapılacak çalışmalara vereceğimiz destekle kendimiz hakkındaki bilgi kirliliğinden mümkün olduğunca hem kendimiz hem de toplumun kurtulmasına kendimizce destek olmaya çabalayacağız. Öte yandan, Dersimde‘ki dedelerimizden kalma tarihsel değerlerin gün yüzüne çıkması ve varolanların restorasyonu için dernek olarak girişimde olacağız ve girişimlere de destek olacağız. Dolayısıyla bundan sonraki hedef, gerçekler ile yüzleşme aşaması olacaktır. Sayın okuyucular bu amaç için „Dersimli Ermenilerin FrankfurtHanau Buluşması“ adlı etkinliğinde sizleri aramızda görmekten onur ve mutluluk duyacağız. Dersimli Ermeniler adına hepinize saygılar. • Artık kendi inkarımızdan doğduk… • Artık bebeklerimizin isimleri Hrant, Agop, Anahit… • Artık kendimize kendimizin ismiyle sesleniyoruz... DERSİYAD Avrupa temsilcisi R. Kayan w w w. d e r s i m e r m e n i . c o m [email protected] kızılbaş - sayfa 60 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Suriye'de yaşananlara ve mezhep gerilimine Hatay'dan bakmak Hamide Yiğit Savaşın kapı eşiğinde patlayacağı korkusunu yaşayan bir halk. Ekonomisi durmuş, kazancı bitmiş, ekmeği küçülmüş bir Hatay. Bugüne kadar kardeşçe yaşadığı hemşehrilerinden ayrıştırılmak, kimliği, mezhebi öne çıkarılarak bir birine kırdırılmak istenen Hatay halkı. Sürekli akrabalarından ölü-yaralı haberleri alan, almaktan hep korkan Hatay… “Mülteci” adı altında Türkiye’ye gelen silahlı adamlar Antakya’da cirit atıyor. Asker elbiseli, silahlı, yanlarında korumalarla tur atıyorlar. Medyanın “muhalifler” dediğine Antakya halkı asla muhalif demiyor. Nedenini şöyle açıklıyorlar: “Nasıl isimlendireceklerini bilememe hali var. Suriyeli desek, yıllardır Suriye halkıyla ekonomik, akrabalık, komşuluk ilişkilerimiz var. Biz Suriye halkını böyle bilmeyiz. Muhalif desek, arkasında halk desteği olur, halkla birlikte muhalefet eder. Oysa bunlar tam bir çapulcu ve ellerine hak etmedikler bir değer ve fırsatlar verilmiş, adeta terör estiyorlar…” Nasıl ki, İncirlik “planlama ve koordinasyon merkezi” ise, Hatay da artık ABD’nin Suriye konusundaki “operasyon merkezi” olmuştur. Sınır, silahlı gruplar için “yol geçen hanı” durumunda. Hatay’daki kamplardan Suriye’ye günü birlik giriş yapıp saldırı düzenliyor ve kamplarına geri dönüyorlar. Ya da yaralı dönerlerse, sınırda onları bekleyen ambulanslarla ilçe ve merkez hastahanelere taşınıyorlar. Mülteci kampından daha çok evlerde barınanlar var. Halk, kamplarda yaklaşık 7 bin kişinin kaldığını, ama bu sayının en az üç katı kadar “mülteci”nin evlerde (Antakya merkez ve sınıra yakın ilçelerinde) kaldığını söylüyor. Kaygılarını da şöyle ifade ediyorlar: “Kampta kalanların kaydı vardır, kim oldukları bellidir belki ama evlerde kalanların ne olduğu, kimliği, ne yaptığıne yapacağı belli değil. Suriye uyruklu olmayanlar da vardır ve kaldıkları evler silah deposu gibi.” Esnaf canından bezmiş Canlarının istediği restoranta girip yemek yiyorlar ve hiçbir ödeme yapmadan çıkıp gidiyorlar. Esnafın artık patlama noktasına gelip de, “Yeter artık, yediklerinizin parasını ödeyin” dediğinde sürekli şu cevabı aldıklarını söylüyorlar: “Seninle sonra görüşeceğiz, biz burayı beğendik. Çok yakında senin bu restorant bizim olacak…” Bu öyle yaygın hale gelmiş ki, bakkalı, berberi, ayakkabıcısı vb. hepsi, “Bu çapulcular bizim memleketimize, mallarımıza göz dikmişler, buralar bizim olacak diyorlar” biçiminde kaygılarını ifade ediyorlar. Sokakta silahlarını göstere göstere geziyorlar, halktan onlara bakan olursa da “Ne bakıyorsunuz? Canınızı yakarız” diyorlar. Esnaftan para ödemeden ya da çok az ödeyerek sıkı pazarlıkla birçok şeyi almak istiyorlar. Bir Suriyeli istediğini alamadığında cep telefonuna sarılıp, “Şimdi Recep’i arıyorum (Recep Tayyip Erdoğan’ı kastediyor), size haddinizi bildireceğim” diyebiliyor. Bizi bezdiriyorlar. Polisin bizi değil, sanki bize karşı onları koruyacağı garantisi kendilerine verilmiş gibi hareket ediyorlar. Ve polis çağıramıyoruz, ama onlar bizi sürekli polis çağırmakla tehdit ediyorlar. Örneğin 5 TL’lik bir alış verişte “Al şu 1 lirayı ve sus, yoksa şırta’yı (polis) çağırırım” diyorlar. Hastahanelerde daima öncelik Suriyelilerin. Muayene sırası gelmiş bir hasta, aniden kapı dışarı ediliyor, onun yerine Suriyeli hasta alınıyor. İtiraz edildiğinde de, “Sisteme girişleri yapılıyor, bizim elimizden bir şey gelmez” deniliyor. Hastaneye getirilen her yaralı Suriyelinin etrafında sivil polislerimizin (Antakyalının deyimiyle MİT) cirit attığını, gelen yaralıya halkın göz ucuyla bakmaya dahi cesaret edemediğini ifade ediyorlar. Mezhep çatışmasına zemin hazırlanıyor AKP ve medyasının mezhep odaklı hedef gösterme ve nefret söylemi, Hatay’da ciddi boyutlara varmış durumda. Malatya’da patlak verenin, bir “davulcu” meselesi kadar basit olmadığı, göz göre göre kıyıma sebep olacak bir mezhep çatışması zemini oluşturulduğu artık görülmek zorunda. Görülmeyen asıl tehlike ise Hatay ve çevre illerinde olanlar. Bu yüzden Hatay halkı diken üstünde. Hoşgörü ve kardeşlik kenti diye bilinen Hatay’da uyumak, tilki uykusuna yatmaktır artık. Gözünü saldırıya açma ihtimalini barındıran bir kaygıyla uyumaktır. Ya da gözünü açarken, “Savaş çıktı mı?” diye soran gözlerle güne başlamaktır. Bütün bu kaygıların altında yatan şey, AKP’nin yarattığı ve medyanın sorumsuzca körüklediği mezhep çatışması ihtimalidir. Çünkü Suriye’ye yönelik küresel saldırının ana hedefi Esad ve Esad’ın mezhebi olunca, Hataylılar, yaratılmak istenen algının ilk farkına varanlar ve hissedenlerdir. “Hatay’ın içinden, kamptan ‘Esad’ı hallettikten sonra sıra size gelecek’ tehditleri yapıldı ve ne polisimiz ne de hükümetimiz buna karşı hiçbir şey yapmadı” diyorlar. Bu algıyı besleyen AKP ve onun medyası, Hatay halkını Alevi-Sünni diye kutuplaştırmayı başarıyor gibi. Bir taraftan “Alevi Esad, din kardeşlerimizi katlediyor” algısı yaratıldı, diğer yandan, “Aleviler silahlanıyor, Esad için savaşıyorlar” propagandası yapılıyor. Hatay’daki tüm Alevilerde ciddi bir tedirginlik yaratan bu atmosfer, sihirli bir el tarafından sosyal paylaşım sitelerinde derinleştiriliyor. Örneğin REYHANLI/HATAY isimli bir sosyal paylaşım sayfası, “İranlı Şiiler Hatay’dan yoğun bir şekilde toprak satın alıyor, Esad yanlıları, Şiilere yardım ediyor. Amaçları Hatay’ı da içine alan bir Nusayri Devleti kurmaktır. Biz Sünnileri Hatay’dan kovacaklar. Bu Alevilere asla izin vermeyelim” propagandasını yaydı. Bu paylaşımın yarattığı etki, tam bir kışkırma hali. Yapılan yorumlardan bazıları: “Alevileri Hatay’da istemiyoruz, cehenneme gitsinler… Esad’ın köpekleri.. Dindaşlarınız Lazkiye’de cehenneme gönderildikten sonra sıra siz Samandağ’lılara gelecek…” Bu tür yorumlarda açıkça belli olan tüyler ürpertici gelişmeler var. Hatay halkı bir boyutuyla bu kışkırtmaların üstesinde gelebilir belki, ama mesele tek boyutlu değil. Hatay halkı hissiyat olarak bir çıkmaza doğru sürüklendiğini ifade ediyor ve kaygılanıyor. Yalnızca “Esad’ın gitmesi”ne odaklanan kontrolsüz, asitmetrik ve oldukça nefret içeren kirli bir savaş yürütülüyor. Esad düşse de düşmese de tehlike büyük Bir boyutu şudur kaygının: “Her halukarda büyük bir tehlike var. Eğer Esad düşer de amaçlarına ulaşırlarsa, dedikleri gibi sıra bize gelecek kaygısını yaşıyoruz. Kaygılanmak için yeteri kadar sebebimiz var. Özgür Suriye Ordusu’nun, Alevileri hedef göstererek ‘sıra size gelecek’ tehdidine karşı hükümet ve polis kılını kıpırdatmadı, Hatay halkını rahatlatacak bir adım atılmadığı gibi, bu çirkin kışkırtmalar devam etti. Sınırda ‘Devrimden sonra Alevilerin malları da kadınları da size helaldir’ mektupları ele geçirildi. Amaçlarına ulaştıkları takdirde tehlikenin boyutu büyüktür.” İkinci boyutu: Bu kadar kinlenmiş bu güruh eğer Esad’ı düşüremez ve yenilgiye uğrarlarsa da büyük tehlike ile karşı karşıyayız diyorlar. Çünkü bunlar tekrar Suriye’ye gidemezler. İhanetin, işbirlikçiliğin ve yaptıkları onca katliamın karşılarına çıkacağını biliyorlar, o yüzden gidecek yerleri yoktur. O zaman büyük bir olasılıkla Hatay’a yerleşeceklerdir. O zaman da yenilginin öf kesi de eklenince, durum tam bir felakete dönüşebilir. Yağma, talan ve katliam.” kızılbaş - sayfa 61 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kamptaki 15-16 yaşlarındaki çocukların diline hakim olan tek sözcük; “katliam”dır. Çocuklar bile “Allahın izniyle hepsini katledeceğiz” diyorlar. Bu tehlikenin farkındayız ama Türkiye pek farkında değil. Sınırda savaşın sesi: Top atışları İki hafta kadar önce Samandağ halkı gece 4-5 saat boyunca savaşın top seslerini dinledi. Suriye ile aramızda sınır oluşturan meşhur Kel Dağı, her zaman yarı yarıya sisler içine gömülü, bir silüet gibi durur. Çoğu zaman orada bir “kel dağı silüeti” olduğu unutulur. Top sesleri, sanki Kel Dağının bağrından kopan “Suriye ile aranızda ben varım” çığlıkları gibiydi. Sınırlarımızdan Suriye’ye saldırı için giden silahlı gruplar, Lazkiye yolu üzerinde Suriye ordusuyla çatışma yaşadılar. Top sesleri ile geçen saatler sonrasında yaralılar taşındı akın akın, Antakya hastahaneleri dolup taştı. Sabaha doğru sisler içinde keli kaybolmuş dağa yönelen bakışlar, “Savaş çıktı mı?” diye soran gözler… Savaşın sesleriyle geceyi geçiren Samandağlı bir kız çocuğu şu notu düşüyor Facebok sayfasına: “Utanıyorum ve korkuyorum. Benim Hükümetimin sebep olduğu ölümlerin sesini duyuyorum.” Korkunç iddialar Dış destekli paralı askerlerin Suriye halkına karşı uyguladığı şiddeti Hatay halkı biliyor. Bu algıyı güçlendiren şeyler anlatılıyor. Silahlı gruplar Reyhanlı sınırından girip, Suriye Bab el Hava sınır kapısını bir süreliğine ele geçirdiler. O süre içinde yeşil bidonlarla sürekli bir şeyler taşındığı, Bab el Hava sınır kapısına dizilen çöp bidonlarına Türk polisinin gidip silah bıraktığı, Reyhanlı’dan çok sayıda piknik tüp satın alındığı ve bu tüplerin bomba yapımında kullanılacağının söylendiği iddiaları dolaşıyor. Yaklaşık bir buçuk hafta önce Yayladağı’ ndan girip, Suriye Şabanlı köyü karakoluna bir saldırı gerçekleşti. 6 Suriye askeri öldürüldü. Bu operasyonu gerçekleştirenler hakkında da korkunç iddialar dolaşıyor. Parası, Kaymakam tarafında ödenmiş bir minibüsle Suriye’ye girildiği ve operasyon gerçekleştikten sonra aynı minibüsle geri dönüldüğü konuşuluyor. Yurt gazetesinde aynı operasyonun video kayıtları yayımlandığında, bu iddiayı güçlendiren kanıtlar ortaya çıktı. Video kaydında öldürülen Suriyeli askerleri videoya kaydedenler Arapça konuşuyor, ama bu Arapça ve cesetlere yöneltilen hakaret ve küfürler, kesinlikle bir Suriyeliye ait olamaz. Kullanılan dil, daha çok Hatay-Reyhanlı Arapçasına benziyor. Onun dışındakilerin Türkçe konuşmaları duyuluyor. Kayıttaki konuşmalar içinde “Allah razı olsun, Minübüs nerde, Minübüs gelecek mi” cümleleri geçiyor ki, bu konuşmalar, katliamı yapanların gittikleri minübüsle geri döndüklerini doğruluyor. Hatay medyaya tepkili Savaşı halka “pazarlayan” medyanın yala- nı Hatay’dan daha net görülüyor. Suriye’de olayların başladığı ilk günden itibaren medyanın yalan haberler yaptığını biliyor ve gözlüyorlar. Suriye’nin her kentinde akrabaları vardır Hataylının. Dilini konuştuğu, yayınlarını izlediği, yazılı basınını okuduğu, hiçbiri yoksa her olaya bir telefon kadar yakın durduğu gerçeği, bu denli saptıran medyaya ateş püskürüyorlar. Hatay bu süreçte basın ordusu akınına uğradı. Hatay’ın sokağındaki sıradan bir vatandaşı şaşkına çeviren ısmarlama haberler yapıldığına tanık oluyorlar. Örneğin, Harbiye’den Yayladağı’na doğru kameralarını çevirmiş bir yayın ekibinden (haber kanalının adı sanı belli ancak burda ismini vermiyoruz) bir muhabirin canlı bağlantıda “Suriye topraklarından yayın yaptığı ve yoğun çatışma sesleri duyulduğu” yalanına tanık oluyorlar. Göz göre göre bu kadar yalana halk öf keleniyor ve yayın ekibi tartaklanıp oradan kovuluyor. Bunun gibi birçok gazete ve gazetecinin Hatay’ın içinden, “Suriye’deymiş görüntüsü vererek” yalan haber aktardıklarına tanık oluyorlar. Yayladağı halkı hem gergin hem de kazançlı Gergin; çünkü, Yayladağı halkı mültecilerle ilk muhatap olandır ve bugüne kadarki sirkülasyonun, sorunların, sınır ihlallerinin en canlı tanığıdır. Aynı zamanda muhaliflerle iç içedir. Kimin Selefi komutanı, kimin Vahabi komutanı, kimin El Kaideci olduğunu ayırt edebiliyor, diğerlerinin ne olduğunu biliyor. Örneğin tepeden tırnağa asker kıyafeti ile dolaşan, ama ayağında spor ayakkabı olan biri için “bu çapulcudur” diye tanımlıyorlar. Bu çapulcu takımının son zamanlarda askeri botlar satın almaya yöneldiklerini söylüyorlar. Yayladağlılar Arapça bilmedikleri için, Suriyeli mültecilerin Yayladağlı kadınları Arapçayla taciz ettiklerini söylüyorlar. Bu durumdan fazlasıyla rahatsız olan Yayladağ halkı, “Biz kapımız açık uyurduk, ama şimdi kapı pencerelemizi kilit altında tutuyoruz” diyorlar. Kazançlı; çünkü, Yayladağ kampına devlet tarafından karşılanan her türlü malzeme alınıyor. Gıda, giyim, çocuk bezi vb. Hatay yerel basınında devletin ödeme yaptığı bu malzemeler arasında prezervatif olduğu bile yazıldı. İhale usulü alımı yapılan malzemeler bol. Mülteciler devletten aldıkları malları, yarı, hatta çeyrek fiyatına Yayladağlılara satıyorlar. Pazarda Suriyeli mülteciler sürekli tezgah açıyor. Hatta esnafa toptan mal satanlar da var. Elektrik kesintileri, felaketin habercisi Harbiye ve ardından Yayladağı. Bu yol güzergahında elektrikler kesiliyor, sokak ve caddeler de dahil her yer zifiri karanlık. Bu arada askeri mühimmat ve silahlı grupları sınıra taşıyan araçlar geçiyor. Geçiş tamamlandıktan sonra elektrikler veriliyor. İlçe halkının tanık olmasına izin verilme- yen bu nakliyat, bölge halkında ciddi tedirginlik yaratıyor. Ermenilere dönük saldırı tehdidi de söylenti olarak dolaşıyor. Son birkaç gün içinde ortaya çıkan bu söylentiye göre Kamplardan, “Keseb’e saldıracağız. Ermeniler de katledilecek” mesajları geliyor. Suriyeli çocukların bile dillerinden düşürmediği “katletme” sözcüğü, bu kez Keseb için kullanılıyor. Olasılık ne olursa olsun, bu tüyler ürpertici söylemin mutlak surette dikkate alınması gerektiği gerçeğinin altını çizmekte yarar var. Keseb, Yayladağı’na en yakın ve Ermenilerin yoğun yaşadığı bir sınır kasabası. Ermenilere dönük bir saldırı ‘girişimi’ dahi, Samandağ’da yaşayan Ermeni halkının hedef haline gelmesine neden olabilir. Bu birkaç gün içinde ara ara önce Yayladağı’nın, ardından Keseb’in elektrikleri kesildi. Halk tedirginlik içinde yaşıyor. 2 Ağustos’ta gece yarısına doğru, aynı yöntemle karanlıkta 6 otobüsün sınıra doğru hareket ettiği görüldü. İçinde El Kaidecileri ve askeri mühimmatı taşıdığı konuşulan otobüslerin sınırdan girişi, söylentideki gibi Keseb’e saldırılacak endişesini yükseltti. Bir süre sonra 2-2.5 saat süren top atışları, bomba sesleri gelmeye başladı. Çatışma sesleri, Keseb tarafından değil de, aksi yönden gelince olay anlaşıldı ki, Hatay’dan 6 otobüs dolusu silahlı çatışmacı, Halep’i “kuşatmaya” gidiyor ve sınırdan çok ileri gidemeden Suriye güvenlik güçleriyle çatışmaya giriyor. Suriye’de olan bitene Hatay’dan bakmak, çok özetle böyle bir şeydir. 17 aydır sebep bulamadıları bir savaşın kapı eşiğinde patlayacağı korkusunu yaşayan bir halk. Ekonomisi durmuş, kazancı bitmiş, ekmeği küçülmüş bir Hatay. Bugüne kadar kardeşçe yaşadığı hemşehrilerinden ayrıştırılmak, kimliği, mezhebi öne çıkarılarak bir birine kırdırılmak istenen Hatay halkı. Sürekli akrabalarından ölü-yaralı haberleri alan, almaktan hep korkan Hatay… Ve en kötüsü; kardeş-akraba Suriye halkına yöneltilen saldırıların merkez üssü olan, kurşun sıkanlara ev sahipliği yapan Hatay… Bunun öf kesi ve üzüntüsüyle her sokağında, her hanesinde konuşulan şudur: Biz bu ayıbı daha fazla taşımayı reddediyor, her geçen gün hızla yaklaşan felaketi artık beklemek istemiyoruz. Ve… Mülteci kampları derhal Hatay’dan alınsın ve öncelikle insanı amaçlı kullanılmak üzere düzenlensin! Sınırlar, silah geçişine ve “teröristlere” kapatılsın!… kaynak: www. Sendika.org kızılbaş - sayfa 62 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 TÜRKİYELİ GÜRCÜLER PLATFORMU Gürcüler Anadilde Eğitim İstiyor Türkiyeli Gürcüler Platformu yaptığı açıklamayla anadilde eğitim ve anadillere anayasal güvence talep etti. Platform üyesi Fazıl Kaya, Kürtler ve Türkler dışında kalan halkların Türkiye gündemine dahi girmediğini hatırlattı. Türkiyeli Gürcüler Platformu (TGP) yaptığı basın açıklamasıyla gürcülerin anadilde eğitim ve anadillere anayasal güvence talep ettiğini duyurdu. bianet'e konuşan TGP üyesi Fazlı Kaya, "Anadilde eğitim evrensel insani bir haktır. Kimliğimizin asimile olmasına izin vermeyeceğiz" açıklamasını yaptı. TGP yaptığı yazılı açıklamada Türkiye'nin en temel sorununu, kimlik ve anadil meselesiyle ilgili yaşanan hak ihlalleri olarak açıkladı. Kürt sorunu ekseninde bu meselelerin son dönemde daha fazla gündeme geldiğini belirten TGP, diğer halklar için de benzer duyarlılığın gösterilmesini ve demokratik adımların atılmasını istedi. TGP, Cumhuriyet'in kurulduğu yıldan itibaren Türkiye'deki tüm halkların Türkleştirilmeye çalışıldığını ifade etti. Anayasa'da yer alan kimlik tanımlarına göre Türkler dışında kalan halkların yok sayıldığını dile getiren platform, seçmeli ders veya anadilde eğitim tartışmalarının ancak anayasal düzleme getirildiği zaman amacına ulaşabileceğini kaydetti. "Anadile ve kimliklere yaklaşım samimi olmalı" Bir dönem Gürcü Kültür Merkezi'nin başkanlığını da yürüten Türkiyeli Gürcüler Platformu üyesi Fazlı Kaya ise bianet'e yaptığı açıklamada Türkiye'de asimilasyon politikalarının sona erdirildiği söyleniyorsa, öncelikle anadillerin ve kimliklerin anayasada güvence altına alınması gerektiğini hatırlattı. "Anayasa'daki vatandaşlık tanımı tek bir kimliği dayatıyor. Anayasa'ya göre Türkiye'de yaşayan herkes Türk. Önce bunun ortadan kalkması, sonra da diğer halkların dilleri ve kimlikleri de anayasada ifade edilebilmesi gerekiyor." Türkiye'de yaşayan dillerin seçmeli ders olarak gösterilmesinin önemli bir adım olarak nitelendirildiğini kaydeden Kaya, "Ben bu adımın taktiksel olduğunu düşünüyorum. Özellikle Kürt sorununun geldiği aşama itibariyle devletin halen anadillere ve kimliklere yaklaşımında samimi olmadığını görüyoruz" diye konuştu. "Asimilasyon politikaları sona ermiş değil" Lazların, Çerkezlerin, Gürcülerin hak taleplerinin Kürt Sorunu ekseninde kalmasını, kendilerine yapılmış bir haksızlık olarak değerlendiren Kaya, "Temel insanî hakların kazanılması için tek yöntem isyan mıdır" diye sordu. Kürtler ve Türkler dışında kalan halkların Türkiye gündemine dahi girmediğini de bildiklerini kaydeden Kaya, Lazların, Çerkezlerin ve Gürcülerin büyük çoğunluğunun asimilasyona uğradığını da kabul etmek gerektiğini vurguladı. Kaya, Türkiye'de iki milyona yakın Gürcü yaşadığını ancak anadilin ve kültürlerin nesilden nesile aktarımının yapılamadığını ifade etti. "Türkiye'de yaşayan Gürcülerin büyük çoğunluğu asimile olmanın son sınırına ulaşmış durumda. Özellikle yeni nesil anadillerini konuşamıyor. Sadece bir etnisite olarak Gürcü olduklarını ifade ediyorlar ancak herhangi bir kültürel kodu taşıyabilmiş değiller. Bana göre eğer böyle devam ederse 30-40 yıl içerisinde Türkiye'de Gürcü olduğunu söyleyen dahi kalmayacak." (SA/HK) Kaynak: bianet.org "Davutoğlu'nu tutuklama hakkımız var" Irak Dışişleri Bakanlığı bugün sert bir açıklama yaparak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Kerkük’e gidişini eleştirdi. Açıklamada, Davutoğlu’nun ziyaretinin Bağdat’ın bilgisi ve onayı dışında gerçekleştirildiği belirtildi. Irak Başbakanı Nuri Maliki'nin danışmanı, "Türkiye çok açık bir biçimde Irak'ın işlerine karışıyor, T.C. Büyükelçiliği kapatılmalı, Davutoğlu'nu tutuklama hakkımız var" açıklamasında bulundu. Bakanlık’ın internet sitesinde yer alan açıklamada, “Ulusal egemenliği azımsamak, uluslararası ilişkilerin temel kurallarını ihlal etmek ve devletler ile yetkililer arasındaki ilişkilerin temel düzenlemelerini ihlal etmek ne Türkiye’nin ne de başka bir ülkenin çıkarına olur” denildi. AFP haber ajansının bildirdiğine göre, açıklamada, “Bütün bunlar Dışişleri Bakanlığı’nın bilgisi ve onayı dışında gerçeklemiş, bu ziyaret için resmi ve diplomatik kanallar kullanılmamıştır” ifadeleri kullanıldı. http://www.cnnturk.com kızılbaş - sayfa 63 - sayı 17 - ağustos 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim 38 Fotoğraf Sergisi Dersim’de 12. Munzur Kültür ve Doğa Festivali kapsamında Hozat İlçesi’nde Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık Arşivi’nde yer alan 1937-1938 yılında yaşanan Dersim katliamının yer aldığı fotoğrafların yer aldığı sergi açıldı. Daha önce ilçe merkezindeki duvarlara Dersim 38 duvarı oluşturan Hozat Belediyesi’nin ev sahipliğinde yapılan sergiyi yüzlerce insan gezdi. Zaman zaman duygusal anların da yaşandığı sergiye ilişkin bilgi veren Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık, sergide daha önce yayınlanmamış fotoğrafların yer aldığını belirterek, “Bu anlamıyla Dersimle ilgili bilgi kirlilikleri vardı biraz da amaç bunları ortadan kaldırmaktı. Çok şey konuşuluyordu. Bunları daha sonra belki bir fotoğraf albümü olarak Dersim türküleri eşliğinde ücretsiz kütüphaneler için dağıtacağız. Dersimliler kendi tarihini öğrensin. Umarım Türkiye Cumhuriyeti de öz eleştirisini yapar gerçek belgelerini; genelkurmay fotoğraflarını açıklar. Bunlar ufacık şeyler. Genelkurmayda çok ciddi fotoğraflar olduğunu biliyoruz. Onları yayınlaması lazım. Şu anda belgeleri yayınlamaya başladılar ama onunla ilgili oluşturulan komisyonun genelkurmaydan fotoğrafları alması önemli. Sergiyi yaparken görüp de alamadığım çok fotoğraflar var. Toplu öldürmeler toplu kafa kesmeler, korkanlar var. Görüp de alamadığım binlerce fotoğraf var. Bu kadar insanların elinde varsa genelkurmayda ne kadar fotoğraf var kim bilir. Bunların toparlanıp yayın- lanması lazım” dedi. Sergiyi gezerken duygusal anlar yaşayan Tuncelili bir vatandaş, “Anlatmak zor. Sanki yeni yaşamış gibi üzüldüm ve acı çektim. Gerçekten zor. Anlatılmıyor. Utansın. Bence bunu yapanlar utansın” dedi. Dersim katliamına ilişkin belgesel çalışmalarıyla tanınan yönetmen Özgür Fındık, serginin Hozat gibi Dersim’in eski merkezinden açılmasının önemli olduğunu belirterek, benzeri çalışmaların devam etmesi gerektiğini dile getirdi. Dersim katliamında yakınlarını kaybeden bir başka Tuncelili ise; “Katliamlara karşı çıkalım. Katliamlar lanetlenmelidir. Kim yapmışsa tarih kitaplarına geçmelidir. Lanetlenmelidir. Partiler mi kişiler mi yapmış insanlarımıza gerçekleri anlatmak zorundayız” diye konuştu. Hozat Belediye Başkanı Cevdet Konak da yaptığı konuşmada, Mustafa Kemal Atatürk imzalı 1938 yılına ait 3. ordu Manevrası Hatırası yazılı madalyayı göstererek, “Kemal Atatürk tarafından verilmiş imzalanmış bir madalya. Bize katledenlere bizi öldürenlere Türkiye cumhuriyeti devleti büyüklerinin verdiği madalya. Şu madalyanın her tarafında kan izleri var” şeklinde konuştu. Sergiden amaçlarının kin ve nefreti devşirmek olmadığını ifade eden Konak, “Ancak Dersim halkının yaşadığı bu soykırım karşısında sessiz kalmayacağız; sesimizi yükselteceğiz. Aşırı duygulandıran fotoğraflar var sergide. Ağlayan hemşehri dostlarımızı gördük. 1938’de çocuk olan amcalarımız bizi bu şekilde topladılar, bu şeklide katledildik deyip 38’e dönüyor. 38’de yaşanmış olan katliamın soykırımın toplum tarafından tartışılması ve hafızanın tazelenerek sorumlulardan hesap sorulmasını istiyoruz. Dönemin devleti yönetenler, CHP ve devamı olan anlayış Dersim halkından özür dilemelidir. Bu süreci tartışmaya açan AKP literatürde yeri varsa özür diliyoruz dedi. Bunu kabul etmiyoruz. Devleti yöneten tüm kurumların Dersim halkının karşısında diz çökerek özür dilemesi gerekiyor” dedi. Açılan serginin ardından 20. yüzyılın siyasal vebası, milliyetçilik, soykırım ve Dersim konulu konferans düzenlendi. Kaynak: Dersim News/tuncelinin sesi www.kalan.com İMÇ 6. Blok No: 6608 Unkapanı İstanbul Tel: +90 212 512 35 13 Fax: +90 212 528 11 34
Benzer belgeler
kızılbaş
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi:
hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
berlin temsilcisi:
ali koçak
alikocak5...