56.sayıya ulaşmak için tıklayınız
Transkript
56.sayıya ulaşmak için tıklayınız
CMYK CMYK www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975 Hikmet Kıvılcımlı, devrim kıvılcımları saçmaya devam ediyor... YIL: 6 • SAYI: 56 19 KASIM 2011 H 15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE FİYATI: 50 Kr Hikmet Kıvılcımlı’nın Düşünce Oğulları ve Kızları, Bedence Aramızdan Ayrılışının 40’ıncı Yıldönümünde Ustalarının mezarı başındaydılar Kurtuluş Yolu/İstanbul ikmet Kıvılcımlı’nın düşünce oğulları ve kızları bedence aramızdan ayrılışının 40’ıncı yıldönümünde Ustalarının me- zarı başındaydılar. Hikmet Kıvılcımlı’yı anlamanın, anlatmanın, savaştırmanın her geçen gün daha da önemli olduğu şu günlerde yapılan anma için Kurtuluş Partililer saat 10.30’dan itibaren Topkapı Mezarlığı’nda toplanmaya başladılar ve “Kızıl Savaş Bayrağı Hikmet Kıvılcımlı”, “Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür” sloganlarıyla mezarlığa doğru yürüyüşe geçtiler. Hikmet Kıvılcımlı’nın Mezarı başında İstanbul İl Yöneticisi Halil Arabulan’ın açış konuşmasıyla Anma Programı başladı; saygı duruşuyla devam etti. Saygı duruşunun ardından Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencilerinden Av. Ayhan Erkan bir konuşma yaptı. Erkan hitabında, emperyalizmin ülkemiz ve dünya üzerindeki kirli politikalarını anlatarak, birçok sol grubun bu politikalardan etkilenip savrulduğunu ancak Kurtuluş Partisi’nin Hikmet Kıvılcımlı’nın teori ve pratiğini günümüze uyarlayarak dimdik ayakta durduğunu örnekleriyle anlattı. Kurtuluş Partisi’nin, Hikmet Kıvılcımlı’nın düşünce oğulları, düşünce kızları olarak devDevamı sayfa 5’te “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) kapsamında Suriye’de kaos ve yıkım gerçekleştirmeye çalışan ABD ve AB Emperyalistleri ve bu kaos ve yıkımda koçbaşı rolü verilen Tayyipgiller Suriye Büyükelçiliği önünde protesto edildi A BD ve AB (AB-D) Emperyalist Haçlı Ordularının Irak işgalinin ardından, şimdi de Suriye’yi işgal hazırlıklarına girişmesini ve bu işgalde Türkiye’ye koçbaşı görevi verilmek istenmesini, AB-D Emperyalistlerinin sözünü yerine getirmeyi görev kabul eden Tayyipgiller’in ülkemizi bataklığa sürüklemesini protesto etmek ve Suriye Halkının yanında olduğumuzu göstermek için Suriye Büyükelçiliği önünde, 26 Ağustos’ta bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Ankara İl Sekreteri Av. Doğan Erkan’ın yaptığı basın açıklamasında, Halkın Kurtuluş Partisi’nin Arap Halklarının dostu, AB-D Emperyalizmi ve yerli uşaklarının düşmanı olduğu, Arap Halklarına karşı AB-D Emperyalistlerince oynanan hain oyunu bozmanın görev olduğu sloganlar eşliğinde vurgulandı. Basın açıklaması sonrası Genel Başkan Yardımcısı Metin BAYYAR’ın Başkanlığında bir heyetle Suriye Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Mounzer Mounzer ile bir görüşme gerçekleştirildi. Yapılan görüşmede, Halkın Devamı sayfa 2’de Ernesto Che Guevara: Doğru inanç, doğru bilinç, doğru amaç, doğru söz, doğru davranış, doğru çaba demektir İ Venezüella Büyükelçi Raúl José Betancourt Seeland, HKP Ankara İl Başkanı Sait Kıran Yoldaş ve Küba Büyükelçi Jorge Quesada Concepciòn Yoldaş nsanı insan yapan en temel özellikler bunlar. Kahraman Gerilla Che bu en temel insanî özelliklere sahip olduğu için bugün Dünya Halklarının Devrimci Mücadelesinde yol göstermeye devam ediyor. Kahraman Gerilla Che, kendini insanlığın kurtuluşu mücadelesine adadığı için, insanlığından başka her şeyini insanlığın hizmetine sunduğu için, Mustafa Kemal’in söylediği “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” ilkesini mücadelesinin merkezine koyduğu için, Usta’mız Hikmet Kıvıl- cımlı’nın dediği “Vatan aşkının söylemekten korkar hale gelmektense ölmek yeğdir” ilkesini tüm yaşamının olmazsa olmazı haline getirdiği için ve bu uğurda “Ölüm hoş geldi sefa geldi” diyerek ölümü hiçe saydığı için 44 yıldır unutulmadı. Che, 44 yıldır Dünya Halklarının özgürlük mücadelesinde en ön saflarda yerini almaya devam ediyor. Che, 44 yıldır mazlum dünya halklarına güven, dünyayı cehenneme çevirmeye çalışan egemenlere korku salmaya devam ediyor. Devamı sayfa 8’de Salon Toplantısı: Yer: Türkan Saylan Kültür Merkezi-Maltepe-İstanbul Tarih: 27.11.2011 Saat: 12:00 Başyazı Satarsın sen satarsın; bütün insanî değerlerini satarsın!.. D “‘O kadar geçimsizdi ki, gölgesi bile kendisini beş-on adım kadar arkadan izliyordu. (…)’” “Buraya kadar şikâyet yok. Aşk dediğin mendil mi? “(…) Buruşturup bir kenara atılır mı? “Bundan sonrasından alınmış ve VEFA bu kadar basit mi? Alınır üzülmüş, onun için benden 50 milyar mı? Satılır mı? istiyor: “‘Sırt sıvazlıyorsa Tayyipgiller ve özeldikkatli olunması gerelikle de onların başaktökir. Çünkü bıçağı saprü Tayyip için bu sorulalayacağı yeri bulmaya rın cevabı hep evettir. çalışıyordur. Sırtınıza Tayyip’in bu özelliğini bıçağı saplamakla da Ergün Poyraz’ın şu sakalmaz, bir de ‘bıçak tırları çok güzel anlatır: taşıyor’ diye sizi polise “‘Takunyalı Fühihbar ederdi!’ rer’ adlı kitabımda “Çünkü, Tayyip ile ilgili bazı “En önemli özelliktespitlerde bulunmuşlerinde biri; tavuk kütum. Bunların hemen mesindeki tilki kadar hemen hiçbirinden şivicdan sahibi olmasıykâyetçi olmayan Taydı.” yip, nedense bıçak sap“25 Temmuz 2010 lama bölümünden tarihli Sözcü gazeteRecep Tayyip Erdoğan alınmış. sinde, Tayyip’in 8. “Şimdi o bölümü bir daha hatırla- Kolordu Komutanı korgeneral Korkut yalım ve arkasından iki olayı inceleye- Özarslan’a sarılıyor iken çekilmiş folim ve sonuçta kim haklı görelim: toğrafı yayımlanıyordu. “‘Tayyip hakkında, Akıncılar Derne“Tayyip bu fotoğrafta, sağ eliyle ği’nde yerleri paspasladığı dönemlerde Özarslan’ın sırtına hem sarılıyor hem şu tanımlamalar yapılıyordu: Devamı sayfa 16’da eğerli halkçı şairimiz rahmetli Yusuf Hayaloğlu, şöyle der mısralarında: 2 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Kurtuluş Partisi’nden “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) kapsamında Suriye’de kaos ve yıkım gerçekleştirmeye çalışan ABD ve AB Emperyalistleri ve bu kaos ve yıkımda koçbaşı rolü verilen Tayyipgiller Suriye Büyükelçiliği önünde protesto edildi Sen de hemen olur diyeceksin! Üstelik de Libya’yı vuracak NATO Ordusu’nun Komuta Merkezi İzmir olacak” dedi. Sen anında fır döndün. “Olur tabiî yâ, Komuta Merkezi de İzmir olsun, iyi olur” dedin. Suriye’ye yönelik bu komplo ve fitnenin eskiye dayandığını, Baştarafı sayfa 1’de İnsanda omurga olur, sözün de bir namusu bunun nedeninin de Suriye’nin bölgede üstlendiği rol olduğunu olur, desek yine gereksiz konuşmuş oluruz. Kurtuluş Partisi’nin Suriye Halkıyla dayanışma içerisinde olacağı, belirten Maslahatgüzar, Suriye’nin ABD ve İsrail’in işine gelecek Çünkü sen o işleri çoktan bıraktın… Ortadoğu Halkları üzerinde AB-D Emperyalistlerince oynanan şekilde bir iç savaşa sürüklenmek istediğini ama Suriye Halkı taYine Batılı ve Batıcı gözlemcilerin ifadeleoyunun ve tetikçi rolüne boylu boyunca atılan Tayyipgiller’in teşrafından bu komplonun boşa çıkartılacağını, Halkın reformları sa- rine göre Libya’da Haçlı Saldırısı başlayalı behir edildiği ve AB-D Emperyalistlerinin ve yerli ortaklarının ülkehiplendiğini ve her zamankinden çok daha fazla dayanışma, huzur ri 1500 civarında sivil (bir bölümü kadın ve çomizi bir kaosa sürüklediği vurgulandı. cuklardan oluşmak üzere), hayatını kaybetmişve güven içerisinde olduklarını vurguladı. Suriye Maslahatgüzarı Mounzer Mounzer de; Partimizin AB-D Emperyalistleriyle el ele, kol kola “demokrasi ve özgür- tir. Daha ne kadarı kaybedecek, o da belli deSuriye Halkıyla dayanışma içerisinde olmasından ve olayları tek ğil… lük mücadelesi” verilemez. gözle değil dört gözle görüyor olmamızdan dolayı teşekkürle başOysa sen, Kaddafi’yi kardeş ilan etmiştin. A-D Emperyalistleri, dünyayı bin devletli bir hale getirme alladı konuşmasına. Elinden “İnsan Hakları Ödülü” almıştın. çakça emellerine asla ulaşamayacak, halklar emperyalistlerin bu Halkın Kurtuluş Partisi’yle aynı bakış açısına sahip olduklarıNe oldu? oyunlarını mutlaka bozacaktır. nı, ABD ve AB Emperyalistlerinin amacının bölgeyi küçük küçük Efendin Obama, sat dedi, sattın. Satarsın Gün Suriye Halkıyla, Libya Halkıyla dayanışma günüdür. sen! Hani vakti zamanında hocan, velinimetin ülkelere bölerek tümden değiştirmek olduğunu, bu durumun da Necmettin Erbakan’ı da AB-D’li efendilerin ABD ve İsrail’in işine geldiğini belirtti. Ankara’dan Kurtuluş Partililer sat, dediği için, hiç tereddüt etmeden, satıp geçmiştin. Oysa N. Erbakan olmasa sen, İETT’de üçüncü kalite bir topçu, sonra da İETT çalışanı ve emeklisi olarak kalıp gidecektin. Sen şu anki her şeyini yarı yarıya Erbakan’a borçlusun. Diğer yarısını da efendin ABD’ye. Çünkü seni Mart 2003 Tezkeresi’ni, efendilerinden biline… aldatıyorsun.” Ve aldatmaların en alçakçası kolundan tutup onlar getirdiler, o koltuklara, o aldığın emir üzerine, hazırlayan ve Irak’ta, en Batı yanlısı gözlemcilerin bile olan bu yöntemle, saf, bilinçsiz, cahil insanları- makamlara. Tabiî bunu yapmadan önce de seni Meclise getiren sendin. Çok iyi bildiğin itirafına göre, bir buçuk milyon insan, tabiî mızı, Kur’an’ın söylemiyle: “Sürüleştirerek” önlerinde diz çöktürdüler; biat ettirdiler kendigibi, kıl payı denen bir durumla takıldı, Müslüman, katledildi, savaştan bu yana. On oyunu alıyorsun. Diğer yandan da: lerine: Kâben artık Washington, ulan, anladın Tezkere Mecliste. Geçmedi. Eğer geçseydi, binlerce Müslüman kadınının ırzına geçildi. “Kahraman Amerikan askerlerinin sağ sa- mı? Bundan sonra dilin falan sürçmeye hâ… dünyanın başhaydutu ABD Emperyalistlerinin Birkaç milyon insan, evini yurdunu terk edip lim ülkelerine, evlerine dönmeleri için dediler. Yani insanlığını, namusunu satın aldıHaçlı Orduları, İskenderun Limanı’ndan, yüz canını kurtarmak için başka yerlere, ülkelere Allah’ıma dua ediyorum.” diye, ABD medya lar. Sattın sen onları da… binlerce şehidin kanıyla sulanmış vatan toprak- gitti. Bizim tahminimize göreyse beş milyon organlarına demeçler veriyorsun. AB-D Emperyalistlerinin, dediğimiz gibi, larımıza çıkacaklar, doğuya doğru o toprakları- civarında masum Irak insanı hayatını kaybetti, Yaptığına bak, behey hain! Müslüman kanı iştihaları fena kabarmıştı. Müslüman kanı mızı kirleterek kat edecekler ve dost, kardeş, bu Haçlı Seferi süiçtikçe kuduzlaşıyorlar, azgınlaşıyorlardı. Müslüman, mazlum Irak Halkının üzerine, resince. Irak’ın ekoBu kez de gözlerini komşu, Müslüman dünyanın en gelişkin silahlarından ateş, kan ve nomik altyapısı Suriye’ye diktiler. Ama bu kez; her sefeölüm kusacaklardı. Tabiî o devasa silahlar da tümden imha edildi. rinde bizim vurmamız pek göze batar oldu. geçecekti, beraberlerinde. Hani onların geçme- Zengin petrol yatakSen de bize katılıyorsun ama bu işte öldüsine elverişli hale getirmek için yollar, köprüler larına AB-D rücü vuruşları hep biz yapıyoruz. Yani seyeniden ele alınıp düzenlenmiş, güçlendiril- Emperyalistleri el ninki biraz Amigoluk düzeyinde kalıyor. mişti. Hem de Tezkere öncesinde… Çünkü sen, koydu. Kanlı oyunu biz oynuyoruz. Bu durum, Bush denen efendine söz vermiştin, ben bu işi Batılı sağlık ördünya halklarının, özellikle de kesin hallederim, diye. gütlerinin verilerine Müslümanların, gözüne pek batar oldu. Bu Tezkere geçseydi, 70.000 yarı sapık, yarı göre bile, savaş önsefer biz geride duralım. Sana silah veresarhoş ABD askeri de topraklarımıza konuşla- cesinde Irak lim, sen vur, Suriye’yi. Bizim silahlarımız nacaktı. Bunların ülkemizden ne zaman gide- Devletinin halka ve Türkiye’nin Ordusu’yla bu iş hallolur. cekleri sorulunca da sen aynen şu cevabı veri- verdiği sağlık hizHadi göreyim seni. Üstelik sen, BOP’un yordun: “Vallahi onu ben de bilmiyorum.” meti, şu anki Eşbaşkanlarından birisin. Kürsülerde sana Müslüman kanı dökmeye susamış emperyalist- Türkiye’nin sağlık Halkın Kurtuluş Partisi Heyeti Suriye Maslahatgüzarı Mounzer Mounzer’le makamında. verdiğimiz bu unvanla övünmedin mi? lerin bu zalim askerleri, kadınlarımıza, kızları- hizmetinden bile daHadi bakalım, bu da BOP işi işte. Bu savaşmıza sarkacaklar, caddeleri, pazarları doldura- ha iyiymiş. Enteresandır, Suriye’nin şu an hal- döken, Müslüman kadınların namusunu kirle- lar sonunda BOP’u uygulamaya koyacağız biz. caklar, olmadık ahlâksızlıklar yapacaklardı. kına verdiği sağlık hizmeti de bizdekinden da- ten, zalim, sapık emperyalist orduyu, hem kahBöyle emretti efendilerin sana. Sen de heVe sen de bundan, zahir, zevk alacaktın, de- ha iyiymiş. Yani emperyalist efendilerinin ve raman yapıyorsun hem de Müslümanın men davrandın. “Suriye’deki olaylar bizim iç ğil mi? onların ağzıyla konuşan senin, diktatörlükler Allah’ından onları korumasını istiyorsun. işimizdir. Sabrımızın sonuna geldik”, diyeYazık!.. Yazık!.. Tezkere takılınca, sen eşekten, pardon attan dediğin bu ülkelerin devletlerinin halklarına rek, Suriye Yönetimine gözdağını verdin. Biraz utan, arlan desek, boşuna konuşmuş düşmüş gibi oldun. Hemen efendini aradın: verdiği sağlık hizmetleri bile sizlerinkinden daEfendinin hoşuna gitti, bu. Sana, afferim oğ“Bana biraz süre tanıyın, yenisini hazırlayaca- ha iyiymiş… Yani onlar bile halklarını senden oluruz. Çünkü sende o his çoktan bitmiş… lum, iyi ettin bak! dedi. AB-D Emperyalistleri, Irak, Afganistan; ğım ve bu sefer yüzde yüz Meclisten geçirece- çok daha fazla düşünüyorlarmış. Geçen haftaSırıtkan Dışişleri Bakanın da Suriye’ye giğim.” dedin. nın gazetelerinde çıktı, sağlıkla ilgili bu haber. İsrail maşasını kullanarak Filistin ve derek, Beşar Esad’a benzer tehditleri Şam’da, Fakat efendin bunu kabul etmedi: “Artık ihIrak, şu anda AB-D Emperyalist Haçlı Lübnan’da içtikleri Müslüman kanıyla kanma- makamında savurdu. tiyaç yok, kalsın” dedi. Çünkü o da bisikletten Ordularının işgali altındadır. Halk işsizlikten dılar. Tersine, iştahları daha da arttı. Gözlerini Hizmet kervanına Abdullah Gül de gecikdüşmüş gibi olmuştu, Tezkere geçmeyince. kırılmaktadır. İnsanlar, açlıktan, hastalıklardan, başka Müslüman ülkelere diktiler. meden katıldı. O da; “Bir gün geriye baktığıİlkin Libya’ya yöneldiler. Burada halkın Yine de sen, efendine karşı, “bizde hizmet- doktorsuzluktan, ilaçsızlıktan, kırana uğramış nızda yaptıklarınızın çok geç ve çok az kalhoşnutsuzluğunu, alçakça sömürdüler. Her zate sınır yoktur” diyerek, elinden geleni yaptın. gibi, ölüp ölüp gitmektedirler. dığı şeklinde hayıflandığınızı görmek istemanki aşağılık oyunlarını oynadılar: Mazlumu ABD uçakları, İncirlik’ten kalkarak, Irak Peki sen ne yapıyorsun? mem.” diyerek, Tayyipgiller’in diğer temsilciHalkının üzerine her gün bomba yağdırmayı Bir yandan en hayâsız biçimde din alıp sa- koruyormuş numarasıyla, Libya’nın üzerine lerinin söylediklerini tekrarladı, kendi üslubunsürdürdü, savaş süresince. ABD hafif silahları tıyorsun, din sömürüsü yapıyorsun, çullandılar. Sen ilkin: “ATO’nun Libya’da ca. da, sanki Tezkere geçmiş gibi, İskenderun üze- Pensilvanya’daki “Büyük Aldatıcı” İblis ne işi var yahu! Böyle bir şey olabilir mi?” Bu söylenenlerin aslında ABD’nin sözleri rinden Irak’a geçirildi. Kanunsuz olduğu biline Fethullah Gülen’le birlikte insanları “Allah’la dedin. Efendin Obama, bozuldu buna: “Gak olduğunu AB-D’ye 1965’ten bu yana hizmet guk etme ulan! Olur! Biz olur dedik mi, olur. 1 Emperyalist AB-D Haçlı Ordularının uşaklığını yapmaktan bıkıp usanmadın mı, bre hain? etmiş, Kontrgerillanın özel partisi olan MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli bile açıkça dile getirdi. Ege limanlarında ABD savaş gemilerini protesto etti diye ilçe yöneticilerini partisinden atan Amerikancı Devlet Bahçeli bile Tayyipgiller’in yaptığı bu hayâsızca ihanet karşısında sessiz kalamadı. Kaldı ki sen, çok değil bir yıl kadar önce, Suriye’yi kardeş ülke; lideri Beşar Esad’ı kardeş ilan etmiştin. Esad’ı, Ankara ve İstanbul’da ağırlamıştın. Boğaziçi’ni gezdirmiştin. Bakanlarını Suriye’ye götürerek Suriyeli mevkidaşlarıyla ortak bakanlar kurulu toplantıları yapmıştın. Antlaşmalar imzalamıştın. “Komşularla Sıfır Sorun” politikasını işte böyle hayata geçiriyoruz diye övünmüştün. Ne oldu? Efendinin bir emriyle her şey bitti, öyle mi? Sat, dedi Obama, H. Clinton, sattın geçtin, Suriye’yi de Esad’ı da… Sevimli sanatçımız rahmetli Ahmet Kaya’nın bir şarkısında dedikleri geliyor aklımıza: Vurur hançerini şah damardan ihanet Satarsın ulan satarsın Açılmamış gonca gülünü Tüm bu yaptıkların uyar sana aslında. Hiç yadırgamayız biz. Fakat bizi endişelendiren, senin yaptıklarını Müslüman Arap Halkı, Türkiye’den bilecek. Türkiye Halklarına mal edecek. Ve bize kırılıp küsecek. Bizi asıl kaygılandıran bu… Hani senin, öncümüz, diye sahiplendiğin, övgüler düzdüğün Bayar-Menderes iktidarı var ya… İşte o da 1950’li yıllarda emperyalist, sömürgeci, işgalci Fransa’ya karşı, Ulusal Kurtuluş Savaşı verirken, mazlum Cezayir Halkı’nı değil de sömürgeci Fransa’yı desteklemişti, Birleşmiş Milletler’de. Cezayir Halkı da bu AB-D işbirlikçisi Demokrat Parti İktidarının yaptığı ihaneti, Türkiye’ye mal ederek bize on yıllarca dargın kalmıştı. Hâlâ da o kırgınlığın, dargınlığın izleri vardır. Burada, dost ve kardeş Arap Halklarına diyoruz ki biz; Türkiye Halkları sizin yanınızdadır. Size karşı hiçbir düşmanlıkları yoktur. Sizin içişleriniz sadece sizin işinizdir. Emperyalistlerin yani AB-D haydutlarının buna müdahale etmeye hiçbir hakları yoktur. Onların derdi, sömürü, yağma ve çapuldur. Müslüman kanı içmektir. Haçlı Seferleri düzenlemektir. Yoksa onların demokrasiyle de, özgürlükle de, insanlıkla da uzaktan yakından ilgileri yoktur. Ve son olarak da şunu diyoruz: Tayyipgiller’in yaptıklarının Türkiye Halklarıyla bir ilgisi yoktur. Tayyipgiller, ABD Emperyalistlerinin işbirlikçisidir. Onlar sadece size değil, Türkiye Halklarına da ihanet etmişlerdir ve düşmandırlar. Siz, bizi-Türkiye Halklarını, sizin kardeşleriniz olarak bilin. Ortadoğu Halkları, tüm halklar gibi, kardeştir. Ortak düşmanımızsa AB-D Emperyalistleridir. Eninde sonunda AB-D Emperyalistleri yenilecek; mazlum dünya halkları kazanacak!.. 19.08.2011 HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ GENEL MERKEZİ Selam Olsun Bizden Önce Geçene! Selam Olsun Savaşırken Düşene! İbrahim Uzun (1957-1978) Engin Yüzbaşıoğlu (1963-1970) Mahmut Çal (1960-1978) Sadi Okçuoğlu (1960-1978) Fethi Demir Yol ver ölüm Çök yıkıl ey mezar Bak Devrim dev gibi dimdik İnsan ateştir, yanarken yakar Bomba patlarsa açılır gedik Hasan Semerci (1961-2006 Mehmet Köroğlu (1951-2009) (1956-1978) Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 internet: www.kurtulusyolu.org e-posta: [email protected] 3 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 B Türkiye ekonomisinin hali pür melali ya da “Atma Recep” Din Kardeşiyiz! ilinen hikâyedir. Karadenizli bir vatandaşımız hasta olduğunu söylüyor ama ailesini, yakınlarını bir türlü inandıramıyormuş. Kısa süre sonra da adam ölmüş. Ölmeden önce de mezar taşına şöyle yazılmasını vasiyet etmiş: “Hastayım, hastayım dedim inanmadınız. Ne oldi şimdi?” Türkiye ekonomisi de aynen böyle şu anda. Tayyipgiller, büyük bürokratlar ve yandaş medya, son yıllarda ve aylarda sürekli olarak, Türkiye ekonomisinin gelişip güçlendiğini, dünyanın 16”ncı büyük ve en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi olduğunu, ekonominin iç ve dış şoklara karşı dayanıklı hale geldiğini, 2001 kriziyle birlikte bankacılık sektörünün arınıp güçlendiğini ve dış etkenlerden etkilenmediğini, ihracatın, milli gelirin, bilmem neyin şu kadar arttığını ve bunun da kendi iktidarları zamanında ve sayesinde olduğunu söylüyorlardı, yazıp duruyorlardı övünerek. Hatta geçtiğimiz günlerde, ihracatın ilk kez 111 milyar doları aştığını söyleyerek bir kez daha övündüler. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, daha 11 Temmuz tarihinde, “(…) Cari açık şu an için bir tehdit oluşturacak bir unsur olmak durumunda değil” diyordu. Başbakan Erdoğan da 28 Temmuz tarihinde Azerbaycan ziyaretinden önce düzenlediği basın toplantısında gazetecilerin sorularına karşılık aynen şöyle diyordu: “Avrupa ve Amerika’da yaşanan ekonomik sıkıntıların Türkiye’yi krize sürükleyeceği tartışmalarına Başbakan Tayyip Erdoğan noktayı koydu. Erdoğan, “Daha önce ‘teğet geçecek’ dedim. Bu defa pek teğet geçeceğe de benzemiyor. Hiç endişeniz olmasın.” dedi. (…) Dün Azerbaycan’a hareketinden önce konuyla ilgili soruları cevaplandıran Başbakan Erdoğan ise Türkiye’nin yere çok sağlam bastığını ifade etti. Bunu kamu harcamalarında yapılan tasarrufa borçlu olduklarını belirten Erdoğan, “Eğer israf ekonomisiyle hareket etmezsek, verim ekonomisinin safında yer alırsak hiç endişeniz olmasın. Harcamanı da buna göre yapmaya devam et.” şeklinde konuştu. Başbakan’a iş dünyası da destek verdi. Türkiye’nin kriz sürecinde başarılı bir sınav verdiğine işaret eden iş dünyasının temsilcileri, alınan tedbirler sayesinde ekonominin her türlü dış etkiye hazırlıklı hale geldiğini ifade etti.” (Bayram Kaya, Ercan Baysal, Zaman, 28.07.2011) Başbakan “noktayı koy”muş, iş dünyasının temsilcileri de test edildi onaylandı diyerek, kabul buyurmuşlar. Peki ne demişler bu burunlarının önünü görmekten aciz anlı şanlı “iş dünyasının temsilcileri”? Parababaları ve Tayyipgiller ekonomik gidişatı halklarımızdan saklamaya çalışmaktadır Bunlar ki, Türkiye ekonomisinin belli bir büyüklüğe sahip odalarının, derneklerinin, birliklerinin, işletmelerinin yöneticileri, sahipleridirler… “TUSKO! Başkanı Rızanur Meral: Başbakan, Türkiye’nin kaptanı konumunda. Bu açıdan bir işadamı ve bir konfederasyonun başkanı olarak kendisine sonuna kadar güveniyoruz. Erdoğan’ın önceki yıllarda ‘kriz Türkiye’ye, teğet geçecek’ açıklaması doğru çıktı. Şimdi de kendileri böyle bir açıklama yapıyorsa bildiği bir şey vardır. Zaten şu anda Türkiye’de hem kamu hem de özel sektör altyapı olarak çok iyi durumda. Piyasada herhangi bir kriz ihtimali görmüyoruz. “MÜSİAD Başkanı Ömer Cihad Vardan: Hâlâ ABD ve AB ülkeleri küresel krizle boğuşurken, Türkiye, yılın ilk çeyreğinde dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi oldu. Makro ekonomik göstergeleri ile AB tanımlı birçok kriteri üst düzeyde yerine getirmiş olan Türkiye’yi başka ülkelerle karıştırmamak gerekir. Tabii ki AB’deki durum, ihracatının yarıya yakınını AB’ye yapan Türkiye için önemlidir ve dikkatle takip edilmesi gereken bir durumdur. Ama bunu izlemek ve o bölgede oluşabileceklere karşı tedbir almak başka, krize girmek başka. “Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) Başkanı Rona Yırcalı: Başbakan bu tarz bir açıklama yaptığına göre hükümet kriz için gerekli tedbirleri almış demektir. Türk ekonomisinin çok güçlü olduğu kanaatindeyim. Siyasi istikrarın sürüyor olması da Türk ekonomisi için çok önemli. “(…) “Kayseri Ticaret Borsası Başkanı Şaban Ünlü: Başbakan’ın yaptığı açıklama, piyasalar açısından çok önemli. Bir oda başkanı olarak Başbakan’ın söylemlerine güveniyorum. Çünkü daha önce ne söylemişse doğru olduğu ortaya çıkmıştır. “Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Cem !egrin: Bazı siyasetçilerin krizle ilgili gereksiz açıklamaları piyasalarda paniğe yol açtı. Ülkemizde krizle ilgili sorun olduğu kanaatinde değilim. Asıl sorun Batı’da görülüyor. Erdoğan’ın bu noktada söylemlerini çok önemsiyoruz. “İTO Başkan Yardımcısı Dursun Topçu: Bazı hükümet yetkilileri geçtiğimiz günlerde her ne kadar olumsuz beyanlarda bulunsalar da bu söylemleri de tamamen piyasaları soğutmak için atılan adımlar olarak görüyorum. Biz İTO olarak Başbakan’ın söylemlerine sonuna kadar katılıyoruz ve açıklamanın da zamanlamasını çok önemli buluyoruz. “Akfen Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın: Başbakan’ın krize ilişkin açıklamaları malumun ilanı. Ülkemize ilişkin bir kriz riski görmüyoruz. Yatırımlarımız sürüyor. Sadece harcamalara dikkat edilmesi yönünde uyarı var. Yoksa Türkiye’de krizin olacağına dair bir durum ortada yok. “Sanko Holding Yönetim Kurulu Başkanı Abdülkadir Konukoğlu: Türkiye’de kriz olacağına yönelik değerlendirmeler yersizdi. Havada görülen bulut sonrasında mutlaka yağmur yağacak diye bir durum yok. Türkiye’ye ilişkin Penguen’den bir risk yok. Ekonominin temelleri kuvvetli. Avrupa’daki gelişmeler Türkiye üzerinde hasar oluşturmaz. “TOBB Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Yardımcı: Şu anda geçici bir durum söz konusu. Bizim için önemli olan, kredi faizlerinin artmaması. Yüzde 7,5 ile kredi faizi bulunurken şimdi bu oran yüzde 12-13 seviyesine çıktı. Dövizde de büyük bir sıkıntı olacağını düşünmüyorum, dolar 1,60; Euro ise 2,20-2,30 bandına oturacaktır. “İstanbul Sanayi Odası (İSO) Başkanı Tanıl Küçük: Kriz ifadesi kullanmak için çok erken. Türkiye ekonomisi eskiye göre çok güçlü. Bunun devamı için kalıcı reformlar yapılmalı. Hükümet ve özel sektör, temkini elden bırakmamalı.” (agy) Gördüğümüz gibi burunlarının ucunu görememekte, ekonominin “e” sinden anlamamakta ve de yağcılıkta sınır tanımamaktadır bu işverenler… Ekonomik gelişmeleri göremedikleri-kavrayamadıkları-anlayamadıkları gibi, Tayyip’e de her türlü övgüyü düzmektedirler. Daha doğrusu, bilmesine bilirler de, iğrenç sınıf çıkarları böyle gerektirdiği için bu davranış içinde olurlar. Yani böylece Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi plandaki temsilcileriyle ekonomik plandaki temsilcileri, elbirliğiyle halklarımızı kandırmakuyutmak, ekonomi başta olmak üzere her şeyin güllük gülistanlık olduğu yalanıyla kendi aşağılık vurgun ve sömürü düzenlerinin aynen devam etmesini sağlamak istiyorlardı. Sadece Tefeci-Bezirgân Sermaye sınıfının temsilcileri mi övüyordu Tayyip’i? Hayır. Sadece bir örnek verelim. Yerli FinansKapitalin en büyüklerinden Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı, eski TÜSİAD Başkanı Güler Sabancı, “Türkiye ekonomisinin çok iyi gittiğini belirt”iyor: “Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Yüksek İstişare Konseyi (YİK) Toplantısı’na verilen arada gazetecilerin sorularını cevaplayan Güler Sabancı, ekonomiye dair şu değerlendirmelerde bulundu: “Şu an itibari ile Türkiye ekonomisi çok iyi gidiyor ancak ABD ve Avrupa ekonomilerinde sorunlar var. Bunun üzerimize getireceği sıkıntılar olabilir. Dolayısıyla temkinli bir iyimserlikle ekonomide ilerlerken, cari açığa deva olacak, kalıcı çare getirecek politika ve çalışmalar yapılıyor. Bunları bekliyoruz. Bunlara güveniyoruz. Mevcut hükümetin bundan önceki başarıları var. Dolayısıyla bundan sonraki başarılarını da bekliyoruz.” (06.10.2011, Gazeteler) Peki gerçekten Türkiye ekonomisinin durumu böyle miydi? Hayır, böyle değildi. Gören göz için her şey ayan beyan bütün çıplaklığıyla ortadaydı. Ama gel ki, görmek, göstermek ve önlem almak isteyen kimdi?.. Gün, halklarımızın sırtından vurgun vurma zamanıydı. Bir avuç Parababası milyar dolarlarına milyar dolarlar katmanın, Tayyipgilller de bir yandan dünyalıklarını doğrulturken bir yandan da makam-koltuk, şan-şöhret peşindeydiler… Dünyaca ünlü ekonomi dergilerinden “The Economist, “Bazıları Sıcak Sever” başlığı ile yayımladığı analizde “Yükselen Piyasaların Aşırı Isınma Endeksi”ne dayanarak aşırı ısın- melerinden usandım. Dayanacak gücüm kalmadı. Şimdi de 11 bin kadro gibi öyle komik bir rakam verdiler ki, hangi adalete sığar bu kandırmaca? Seçim var diye onca sözleşmeliye bir günde kadro veren devlet, 250 bin öğretmene bu sayıyı verirken hiç mi düşünmedi? Artık anma riski olan 7 yükselen ekonomi arasında nemi gözü yaşlı görmek istemiyorum. İnsan içiTürkiye’yi de saydı.” diye yazıyordu tâ Temmuz ne çıkamaz olduk.” başında Cumhuriyet Gazetesi. “88 puanla açıkta kaldım” “FT: Türkiye’nin yüzde 11 büyümesi endi“9 yıldır atanmak için çırpınan bir fizik öğşelendiriyor” diye yazıyordu, 02 Temmuz’daki retmeniyim, bu sene 55 bin umuduyla çocuğuMilliyet’in haberine göre: mu bir kenara bırakarak varımı yoğumu orta“(…) fazla ısınan ekonominin karar verici- ya koyarak sınava hazırlandım. 88.343 puan aller için bir kutlama nedeni olmaktan daha çok, dım ve sevincim yine kursağımda kaldı. Şimdi bir baş ağrısı olduğunu belirtti.” atanabilecek miyim diye kara kara düşünüyo22 Temmuz’da ise ABD’li derecelendirme ku- rum. Bazı insanların maddi olanakları aylarca ruluşu “Fitch’in Türkiye’yle ilgili “ısınma sin- beklemeye elvermeyebilir, ben de onlardanım.” yalleri görülüyor, cari açık riski var, not artışı (Abbas Güçlü, Milliyet, 06 Ağustos Cumartesi belirsiz” şeklindeki çıkışı dün piyasaları alt üst 2011) etti. Bakan Çağlayan sert çıktı. Fitch geri adım İnsanlarımız kobay oluyorsa en tehlikeli ilaç attı” başlıklı haber yer alıyordu Milliyet’te. deneylerinde, hem de gönüllü, hem de koşa ko“Goldman Sachs: Krize karşı en kırılgan şa… Yeter ki bir parça iş bulayım, bir parça ücret Türkiye” diyor ve yayımladığı raporda, “dış kay- alabileyim diyorsa nasıl söz edilebilir işsizliğin naklı bir finansal kriz durumunda, Türkiye’nin azaldığından, ekonominin güçlendiğinden: cari açığını kontrol altına almak için ani ön“Ölümcül ilaç deneyleri için Türk kobay lemler almak durumunda kalacağı, bunun da “(…) üretim gücünü düşüreceği, lirayı aşağı çekeceği “ABD”deki birçok ilaç şirketinin yasalarve döviz rezervlerini azaltabileceği yorumu dile dan kaçınmak ve araştırma maliyetini düşürgetirildi.” deniyordu 27 Ağustos’taki Milliyet’in mek için, insanlarla yapılan deneyleri fakir ülhaberinde. kelere taşıdığı ve bunlardan Türkiye”nin 6”ncı Gördüğümüz gibi, dünya ekonomik çevreleri- sırada yer aldığı açıklandı. nin yayım organları bu gidişi görüyor ve kendi ya“(…) tırımcılarını uyarıyorlardı, “kriz geliyor, pozisyon“Birkaç dolara denek var önlem alın” diye. Yoksa Türkiye Halkını düşün“İlaç şirketleri düşük gelirli nüfusun çok oldüklerinden değil… duğu bu ülkelerde günde birkaç dolar karşılığında deneylere katılacak insan bulabiliyor. Bu Tayyipgiller ne kadar mutluysa kişilerin bazıları okuma yazma bilmediği için parmak basarak sözleşme imzalıyor. Üzerlerinhalklarımız o kadar mutsuzdur Yerli-yabancı İblisler tarafından ve Allahla al- de hangi ilaçların denediğini bilmeyen insanlar datılmış halklarımız da ne yazık ki bu iğrenç oyu- çoğu zaman tedavi gördüklerini düşünüyor.” nun farkında olamıyordu. Bu yüzden de Haziran (Milliyet, 06 Aralık 2010) Dünyanın en çok büyüyen ikinci ve en büyük seçimlerinde Tayyipgiller”i yüzde 50”yle bir kez 16’ncı ekonomisi Türkiye’nin(!) içler acısı haline daha iktidara getirdiler. birkaç örnek daha vermek istiyoruz: Bir ülkede ekonominin büyümesi, gelişip güç“Eğitimde acı tablo lenmesi neyle sağlanır? “U!ESCO’nun araştırmasına göre, AvruÜretimle… pa’da en fazla okuma yazma bilmeyen nüfus Üretim neyle sağlanır? Türkiye’de.” (Milliyet, 27.10.2011) Üretimi gerçekleştirecek fabrikalarla, işletmeÇünkü: lerle… “Okuldan kaçan kaçana Peki bizim ülkemizde üretim yapacak yeni “Her gün 2 bin öğrenci okulu terk ediyor fabrikalar açılıyor mu? “Eğitimde kara tablo” diyerek devam ediyor Nerede?.. Değil yeni fabrika açmak, var olanlar ya kapatıldı ya da kapatılıyor. Var olan fabrika- haber birçok olumsuzluğu sayarak… (Milliyet, 27 ların bir kısmı da üretimlerini ucuz işgücü, vergi Eylül 2011) Kaçınılmazca şöyle bir gerçeklik çıkıyor ortaindirimleri vb. nedenlerle başka ülkelere kaydırıya, yukarıda söylediklerimizin toplamından: yorlar. “OECD’nin 40 ülkede yaptığı ‘Hayat !asıl’ Açılan ne ha bire? araştırması”na göre “Türkler hayatından memYaşam ve Alışveriş Merkezleri: Kanyonlar, nun değil”miş. Akmerkezler, İstinye Parklar, Galerialar, vb. vb… Nasıl memnun olsun halklarımız?.. İstihdam (işe yerleştirilen insan) sayısı artıyorGerçek işsizlik rakamlarının yüzde 20’den aşamuş, İşsizlik rakamları düşüyormuş… ğı düşmediği, özellikle üniversite mezunlarının Hadi canım sen de! Rakam oyunlarıyla kâğıt üstünde işsizliği düş- yüzde 30’unun işsiz olduğu bir ülkede insanlarımüş gibi gösterebilirsiniz. Ya hayatta? İşte o ol- mız nasıl mutlu olabilir? Mutlu olmalarına imkân maz. Bir işçi alımı için binlerce işsiz saatlerce kuy- var mı? Ki bu gerçek, yukarıda örnek verdiğimiz Zirarukta bekleyip başvuru yapıyorsa işsizlik nasıl düat Bankası’nda işe alınacak 1.545 kişilik kadroya şüyor olabilir, böyle bir ekonominin neresi güçlü 88.206 üniversite mezununun başvurmasıyla da ekonomi olur? kanıtlanmaktadır. İşte Türkiye’den işsizlik Parababalarının ve onların siyasi iktidarlarının manzaraları demagojilerinden birisi de Türkiye’de çalışma saÖrneğin, “Ziraat”te 1.545 kişilik kadroya atlerinin azlığı, tatillerin çok olduğudur. Oysa OECD’nin aynı araştırması kanıtlıyor ki: “Ülkeler 88.206 başvuru” olur. “(…) Ziraat Bankası”ndan yapılan yazılı arasındaki çalışma saatleri karşılaştırıldığında açıklamada, bankanın çeşitli unvanlarda alaca- en fazla çalışan ülke Türkiye” insanıymış… ğı 1545 kişilik kadroya “rekor sayıda” başvuru (Milliyet, 14.10.2011) UNESCO’nun yukarıda aktardığımız aynı gerçekleştiği, bankanın açmış olduğu pozisyonlar için toplamda 88 bin 206 üniversite mezu- araştırmasında bir gerçek daha saptanmış. O da: “Kalitenin bir türlü yakalanamadığı ülkemizde öğretmen maaşları da Avrupa’nın çok altında…”ymış. Öğretmeni çok düşük maaşla çalışan, bu düşük maaşa rağmen okuyup öğretmen olmak isteyenin öğretmen olamadığı, diğer üniversite mezunlarının iş bulamadığı bir ülkede nasıl mutlu olunabilir?.. Böyle bir ülke nasıl ekonomice dünyanın 16’ncı büyük ekonomisi olabilir? Olsa ne yazar?.. Ekonomimiz gerçekten dünyanın 16”ncı büyük ekonomisi mi? Ne gezer… Rakamlar gerçekliği bütün çıplaklığıyla ortaya koyveriyorlar: Ataması Yapılmayan Öğretmenler isyan ediyor... Tamam, kâğıt üstünde 111 milnunun başvuruda bulunduğu bildirildi.” (Milliyar dolarlık ihracat yapmış görünüyoruz. Ama neyet, 25 Haziran 2011) yin karşılığında? Yüz binlerce Ataması Yapılmayan Öğretmen 190-200 milyar dolarlık ithalatın karşılığında! varsa ve gepegenç insanlarımızın gelecekleri, haYani neredeyse, bir ihraç etmişsek iki ithal etyalleri çalınıyorsa işsizliğin düşmesinden nasıl söz mişiz. Bir satmışsak iki almışız. Bunun ekonomik edilebilir? anlamı, Cari Açık, bizim anlayacağımız anlamı “Eminim size günde binlerce mail geliyorise Dış Borç demektir. dur. Belki benim yazdıklarımı okumayacaksıKamu ve özel sektör elbirliğiyle yabancılara nız ama ben çevremde kimseye derdimi anlataborçlanmışlar. Döviz almışlar. madığım için size yazıyorum. Ailem de haklı, ne Peki bu aldıkları dövizi nerede, üretimde mi, bilsinler, nasıl anlasınlar kızlarının bir türlü tüketimde mi kullanmışlar? atanamadığını. 2008 Türkçe öğretmenliği meTabiî ki tüketimde… zunuyum. 4 senedir atanamıyorum. Bu 4 sene Ülkeye giren ya da ithal edilen ürünlerin büiçinde her şeyimi kaybettim. Umudumu, inancıyük çoğunluğu tüketim hem de lüks tüketim ürünmı, neşemi, her şeyimi. En son 83.4 ile atanaleri… mayınca nişanlımı da kaybettim.” Neler örneğin? “İnsan içine çıkamıyorum” Ultra lüks yatlar, lüksün lüksü otomobiller, “İnsanların yüzüme acıyarak bakmasından, lüks saatler, pırlantalar, vb. vb… yine mi olmadı tüh tüh deyip bıyık altından gül- Kanıt mı? Örnek mi?.. O kadar çok ki hangi birisini sayalım... Böyle zenginlerin bulunduğu yere kaçınılmazca, bokun bok böceğini çekmesi gibi, yeni ve lüks tüketim ürünleri üreten-satan şirketler gelir. Örneğin dünyanın en pahalı ve en lüks araçları gelir: “Lüks araçlar yok sattı, otomotiv 2011’de sıçrama yaptı. “Geçtiğimiz beş ay içinde yaklaşık 340 bin otomobil satıldı. Bu geçen yılın neredeyse iki katı. Sadece lüks otomobil satışı yapan Ali Dikili satışların geçen yıla göre iki kat arttığını söylüyor. 2010 Mayıs ayında 2 Ferrari satılırken 2011 Mayısında bu rakam 4’e, 25 olan Porsche satışı ise 48’e çıktı. Sadece lüks otomobillerin satışında değil diğer araçların satışında da artış var. Otomobil ve hafif ticari araç pazarı yüzde 122 büyüdü. (Kuretv, 07.06.2011) Para, emek harcanmadan kazanılınca, halkımızın alın terlerinden gelince rahat harcanır. Rekorlar kırılır harcamada: “Dünya rekorunu Bebek’te kırdı “Türkiye’de lüks tüketim sınır tanımıyor. Fransızlar’ın en ünlü pastanesi Laduree dünya satış rekorunu İstanbul Bebek’te açtığı şubesinde kırdı. Tanesi 3.25 lira olan makaronlardan 3 haftada 60 bin adet satıldı.” (Sinan Özedincik, Sabah, 25.12.2010) Türkiye’deki konutlarıyla yetinmeyen ve zamanlarının büyük bir bölümünü Avrupalarda, Amerikalarda geçiren zenginlerimize ev satmak üzere yabancı şirketler gelir… “Londra’daki lüks konutlar 25 zengin Türk’ü bekliyor”muş. Ve “İngiltere’nin en büyük ikinci gayrimenkul şirketi Berkeley, yeni projesini Londra’dan önce Türkiye’de satışa çıkar”mış. Ve bu konutlar “Türkiye’deki tüm konutlardan daha pahalı”ymış. (Milliyet, 22.10,2011) Ne gam! Onlar da biliyorlar ki, Türkiye’de kolay yoldan para kazanan çok. Vurguncu, soyguncu çok… Elbette alırlar. O yüzden de dükkânı iyi yerde açıyor Berkeley şirketi. Akıllı şirket, iyi tüccar yani… Ünlü aktris Elizabet Taylor’un mücevher koleksiyonu satışa çıkınca, “dünyayı gezerek varlıklı ailelere koleksiyonu anlat”n ünlü müzayede evi Christie’s Mücevher Bölümü Direktörü David Warren Türkiye’ye de gelmiş Londra, Paris, Cenevre, Dubai, Tokyo, Los Angeles, Hong Kong’la birlikte. “Paha biçilmez elmaslar için Türkler ciddi alıcı”ymış. Çünkü “Müzayedelere gelen çok ciddi bir Türk alıcı kitlesi var”mış. (Milliyet, 05.11.2011) Özelleştirmede (satışta) gelinen son nokta İletişimden bankalara, limanlardan madenlere, bilmem neye kadar Kamu malı özelleştirilmişken, belediyelerin de dörtnala bu özelleştirme sürecine katıldığı bir ortamda, satılacak bir şeyi kalmamış bir ülkenin ekonomisi, dünyanın en büyük ekonomisi diye yutturulmaya çalışılsa ne yazar… Dedik ya Kamu malları yağmalanıyor diye. “Gelirleriyle iştah kabartan köprü ve otoyollara yabancı talip de çok” diye yazıyor ve “Yabancıların gözü Türkiye’de” diyor, Milliyet, 26 Ağustos tarihinde. “İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), iştiraklerinden İDO’nun 861 milyon dolara özelleştirilmesinin ardından, Metrobüs için çalışma başlatı”yor. (Milliyet, 27.08.2011) Birleşmiş Markalar Derneği (BMD) Başkanı Yılmaz Yılmaz açıklıyor ki; perakende sektöründe faaliyet gösteren “markaların yüzde 20’si uygun teklif gelirse hemen satmayı/ortak almayı planlıyor”. (Milliyet Perakende Eki, 19.10.2011) Şirket avcısı özel sermaye fonu Actera, bebek ve çocuklara yönelik faaliyet gösteren Joker mağaza zincirini satın almak için ATM Şirketler Grubu ile masaya oturmuş. Niye oturmasın?.. Satan olduktan sonra alıcı elbet çıkar… “ABD’li eBay 2001’de kurulan Gittigidiyor’u (…) 217 milyon dolara al”ıvermiş fırsat bu fırsat diye… Her şey satılır da eğitim ve sağlık satılmaz mı?.. Bizzat YÖK Başkanı, Tayyipgiller’den Y. Ziya Özcan dememiş miydi eğitim paralı olmalıdır, diye?.. O yüzden de “Bahçeşehir Koleji’ni ABD’li Caryle al”mış. “Dünyanın en büyük yatırım fonlarından ABD’li Caryle Group, Türkiye’deki yatırımlarına eğitimle devam ediyor. Caryle, işadamı Enver Yücel’in eğitim portföyünde yer alan Bahçeşehir Koleji’ni satın aldı. “Özel sermaye fonu Turkven’in Doğa Koleji’ne yaptığı yatırımdan sonrası eğitimde gerçekleşen bu alımın sektörün gelecek potansiyeline işaret ettiği belirtiliyor. Bahçeşehir Koleji’ne yatırım yapan Caryle grubu, Türkiye’de daha önce Medical park’ın yüzde 40’ını da almıştı “Şirketin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yönelik 500 milyon dolarlık fonunu yöneten Türkiye yöneticisi Can Deldağ, daha önce yaptığı açıklamada Türkiye’nin öncelikli pazarlardan biri olduğunu söylemişti.” “Şu anda bünyesinde tüm yurt genelinde 34 anaokulu, 19 ilköğretim ve 9 lisesi bulunuyor”muş Bahçeşehir Koleji’nin. 4 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Bütün ekonomik mal varlıkları, kamu-özel demeden yabancı Parababalarının eline geçmiş bir ekonominin neresi güçlü olur? Satışlar yetmedi, sıra vatan topraklarında... Bütün bu özelleştirmeler, satmalar yetmezmiş gibi Tayyipgiller bir de ve ısrarla yabancılara toprak satışının önünü açmak için kan teri döküyor: “Çevre ve Şehircilik Bakanı (hani ilk Van Depremi’nden sonra, evlere girilebilir, korkmadan oturabilirsiniz, diyerek, gerçekleşen ikinci depremde ölen 39 canımızın sorumlusu katil. – K. Y.) Erdoğan Bayraktar, “Mütekabiliyet (karşılık) esası aramadan yabancılara mülk satışının önünü açacağız. Yabancılara daha rahat satış yapılabilecek. “(…) “Çanakkale’den İskenderun Körfezi’ne kadar buralarda mülk almak, daire almak isteyenlerin engellerini kaldıracağız.” Demiş Kahramanmaraş’ta. (Milliyet, 18.09.2011) İngiliz vatandaşı da olduğu ortaya çıkan ve bu yüzden de kamuoyunda “İngiliz Mehmet” olarak adlandırılan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de bu konuyla ilgili bir açıklama yaparak, pişkince şöyle söylüyor: “Hükümet yabancılara konut satışını zorlaştıran mütekabiliyet şartını kaldırmak için düğmeye basarken, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, yabancıların Türkiye’de mülk edinebilmesiyle ilgili olarak yaptığı değerlendirmede “Ben hiç havaalanında sırtına bir ev, daire yüklenmiş ülkeden çıkan kimseyle karşılaşmadım” dedi.” (Milliyet Emlak, 16.11.2011) Bunlar vatansız, bunlarda ulusal değerlerin zerresi yok! Bunlar halk ve vatan düşmanı derken boşuna demiyoruz, hakaret olsun diye demiyoruz, işte bu yüzden diyoruz. Bakın Devrimci Ozan Âşık İhsani böylelerine nasıl sesleniyordu yıllar önce: Bu memleket bunca emek Bizim bizim hepsi bizim Yabancıya yer ne demek Bizim bizim hepsi bizim İş arayan açlar bizim Yaban ele göçler bizim Alınacak öçler bizim Bizim bizim, hepsi bizim Aracının aldığı fark Gürül gürül işleyen çark Hırsından çatlayan toprak Bizim bizim, hepsi bizim Düzenin ezdiği beller Kilide vurulan diller Kazmayı kavrayan eller Bizim bizim, hepsi bizim Meydanlara doluş bizim El ele bir oluş bizim Dayanış, kurtuluş bizim Bizim bizim, hepsi bizim Tayyipgiller ekonomisi= zam, zulüm, işkence... Cari açık konusuna tekrar dönelim. Cari açık nedir? Bir ülkenin ihraç ettiği mal ve hizmetlerden elde ettiği gelirin, ülkenin yurt dışından ithal ettiği mal ve hizmetlere yaptığı ödemelerden az olmasıdır. Oysa yukarıda da aktardığımız gibi bir ihraç ediyorsak iki ithal ediyoruz. Yani ha bire Dolar, Euro, Yen, vb. cinsinden dövizle borçlanıyoruz. Yani borçla alıyoruz aldıklarımızı. Ama bizim Tayyipgiller işin bu yanına hiç girmiyorlar. Onlar medyada ha bire, ihracat rakamlarını öne sürüyorlar… Bakın Güngör Uras nasıl isyan ediyor ihracat rakamlarının ha bire önümüze büyük bir başarıymış gibi sürülmesine: “Bıktık bu ‘ihracat rekoru’ palavrasından “Yeter... #e olur her ay başı bu milleti uyutmaktan/kandırmaktan vazgeçiniz. Ekonomi Bakanı, TİM Başkanı aylık mutad “rekor” açıklamasını yaptı. “Cumhuriyet tarihinin ihracat rekorunu kırmışız!” Yapmayınız. Ayıp oluyor. İhracat değil ithalat rekoru kırıyoruz. Dış ticaret açığı, cari açık rekoru kırıyoruz. Derdimiz bu. “Cumhurbaşkanı açıkladı 100 dolarlık ihracatın 82 doları kadar ithalat yapıyoruz. Ocak-eylül aylarında (rekor kıran) ihracat yüzde 21 artarken (adı anılmayan) ithalat yüzde 39 arttı. Her ay yaklaşık 11 milyar dolar ihracat yaparken 21 milyar dolar ithalat yapıyoruz. İhracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 54’e düştü. İhracatta, kur etkisi ile patlama falan (henüz yok). TİM’in “rekor” dediği ekim ihracatı 11.8 milyar dolar. #isan, mayıs ve temmuzda bu rakamın üzerinde ihracat gerçekleşmişti.” (Güngör Uras, milliyet, 03.11.2011) İşte gerçek bu! TL, son üç ay içinde, ABD Doları karşısında yüzde 20’den fazla değer kaybetti. Yani eski deyişle yüzde 20 develüasyon oldu. Böyle mi? Böyle! Mayıs ayında 150 kuruş 1 dolar ederken, şimdi (Kasım ayında) 181 kuruş 1 dolar ediyor… Kaldı ki geçtiğimiz yaz aylarında 190 kuruşu bile gördü 1 dolar. Gidiş nereye? 2 TL’ye… kimi ekonomistlere göre 2.5 TL’ye… Neresi güçlü ekonomi bunun?.. TL’nin bu kadar büyük oranlarda değer kaybettiği, Doların bu kadar büyük oranlarda değer kazandığı bir ülkede, ekonominin dış şoklar karşısında güçlü olduğu, bir krizden ve ihtimalinden söz edilemeyeceğini, “krizin teğet bile geçmeyeceğini” söyleyerek “noktayı koy”an Başbakan ve Bakanları, “iş dünyasının temsilcileri” bu gerçekler karşısında ne diyorlar acaba?.. Bu gerçeğin günlük hayatımıza yansımalarını ise kısaca sayalım: Doğalgaza; konutta yüzde 12.28-14.35 zam, sanayide ise 13.17-14.30, Elektriğe; konutta yüzde 9.57, sanayide ise yüzde 9.26, Ulaşıma; İstanbul’da toplu taşımaya yüzde 16,7 oranında, Ankara’da yüzde 5 oranında zam yapıldı. Sigara, içki, otomobil ve cep telefonundaki ÖTV oranları büyük oranda arttırıldı. Yani Zam, pardon “güncelleme”(!) yapıldı. Bildiğimiz gibi Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, yaptıkları zamlar için utanmadan arlanmadan, “(…) Bu artışları bir vergi artışı ve bir zam olarak görmemek lazım. Tamamen güncelleme” diyerek pişkince savundu. Bunların hepsi aynı soydan… Hatırlayacaksınız, bundan önceki Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da aynen bunun gibi yüzsüzün, utanmazın tekiydi. O da Kamu Mallarının satışı için “Babalar gibi satarız” diyerek övünüyordu… Cep telefonu vergisinde dünyada birinciyiz. Yani dünyadaki en çok cep telefonu vergisini biz ödüyoruz. Oranı? Yüzde 48.2. En yakın rakibimiz Gabon’la aramızdaki fark ise yüzde 11. ÖTV zamlarının etkilediği kesimler kimlerdir, diye bir araştırdığımızda ortaya çıkan tablo şu oluyor: Hatırlayacağımız gibi, Tayyip, ÖTV güncellemeleri(!) eleştirilince: “Kardeşim sigarayı içmezsin olur biter. #e olacak? Alkolü biraz daha az tüketirsin olur biter. #e olacak? Kalkıp da Porsche kullanacağına gel Fiat, Wolswagen kullan ne olacak? (…) “Bunları kullan, biraz daha düşür harcamayı. Bunu düşürdüğün zaman olur biter. Ve ülkenin cari açık sorunu var. (…)” dedi. Sigara, içki içme, lüks arabalara binme, tüketime harcama, diyor yani Tayyip sözde. İçki ve sigarayı da lüks tüketimden sayıyor ve bunları kullanmayarak lüks tüketimi azaltalım böylece de cari açığı azaltalım, diyor. Bu ÖTV artışları bunun için yapılmış oluyor. Kısacası ÖTV artışını zenginlerden alarak, halkı korumuş oluyor… Adam kandırıyor. Ya da kandırdığını sanıyor… O zaman soralım Tayyip’e: Yat, kotra, kristal avize, kürk, uçak, helikopter, pırlanta, elmasta niye ÖTV artışı yapmadınız? Onlar lüks tüketim değil mi?.. Sigara, içki, cep telefonu bunların yanında çok masum kalmıyor mu? Ve bunları tüketenlerin çok büyük çoğunluğu halkımızdan insanlar değil mi? Lüks tüketim ürünlerinin vergisi de halklarımızın cebinden çıkar Bir de Tayyip şu kandırmacayı yapıyor. Sanki lüks araçları sadece bir avuç zengin alıyor. Oysa lüks araçları alanların (belki de) en büyük alıcısı bizzat devletin kendisidir. Başta A. Gül, Tayyip’in kendisi, bakanları, bürokratları hangi arabalara biniyorlar? Fiat’a mı, Mercedes’e mi? Konvoylarındaki sıra sıra Ciplere ne demeli ya?.. Halkımız bu gibi durumlar için, âleme verir talkını kendi yutar salkımı, der. Tayyip gerçekten de tam anlamıyla bu deyimin kapsamındadır. Bakın Güngör Uras, Tayyip’in yalanlarını nasıl ortaya çıkartıyor: “Lüks otomobillerin vergisini de bedelini de Ayşe Teyzem ödüyor “Lüks otomobillerin vergisini de bedelini de bunları satın alanlar ödemez. Önce Maliye öder. Sonra Ayşe Hanım Teyzem’den tahsil eder. #asıl olur? Anlatacağım. “Sayın Erdoğan halkımıza “Porsche’ye binmeyin. Fiat’a binin” diyor. Çok haklıdır. Söylediklerine aynen katılıyorum. Sayın Erdoğan’ı alkışlıyorum. Rahmetli babaannem ele güne muhtaç iken, düşünmeden gereksiz harcama yapanları eleştirirken “Ayranları yok içmeye, faytonla gidiyorlar def-i hacet etmeye” der idi. “Umarım ki Sayın Erdoğan, ”Halka verir talkını, kendi yutar salkımı” durumuna düşmemek için halka yaptığı “uyarıyı”, kamu kesiminde “uygulamaya dönüştürür.” Bakanların, valilerin, cümle genel müdürlerin ve kumandanların gıcır gıcır son model Mercedes’lerle dolaşmalarına son verir. Öyle ya Büyük Devlet Büyüklerinin bindikleri o gıcır Mercedes’lerin her birinin fiyatı Porsche otomobil fiyatından daha fazla. Vergileri daha yüksek. (Kendileri her türlü lüksün lüksü aracı kullanırken, iş Kamu Çalışanına gelince, hemen tutumları değişiyor. Zalim yüzleri açıkça sırıtıveriyor. Kamu Çalışanlarının işe gidip gelirken kullandıkları servis araçlarını, “Katılım Payı” diyerek paralı hale getiriyorlar. Hatırlarsak daha önce de Kamu Çalışanlarının yemeklerini paralı hale getirmişlerdi. 6 bin yıllık Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının temsilcileri bunlar. Bunlarda hile, dümen bitmez. Şeytanın aklına gelmeyecek şeytanlıklar yapar bunlar… K. Y.) “Ve de bu gıcır Mercedes’lerin bedeli de vergisi de Maliye’den çıkıyor. Sonunda Ayşe Hanım Teyzem maydanoz alırken, simit yerken KDV kesintisi ile bunların faturasını ödüyor. Gelelim sokaklarda dolanan belli kesimin kullandığı Porsche’lerin lüks arazi araçlarının, dört çekerlerin, jeeplerin durumuna. “(…) “Ammmmaaaa ve lâkin... Türkiye’de devlet tarafından yanlış yola sevk edilen iki farklı kesim var: “(1) Kayıt dışı para kazananlar ile devlet tarafından kendilerine sağlanan arazi rantı ile zengin olanlar. Bu nedenle haydan gelen oluk oluk parayı huya harcayanlar. “(2) Kanunların kendilerine tanıdıkları imkânlarla kendilerinin ve aile fertlerinin tüm araçlarının bedelini ve vergisini ve de benzin parasını Maliye’ye ödetenler. “Bizim vergi kanunlarımıza göre gelir ve kurumlar vergisi mükellefleri, kendileri ve aileleri için satın aldıkları araçlar ne kadar lüks ne kadar pahalı olur ise olsun, araç bedelini ve bu araçlar için ödedikleri vergi ile benzin masraflarını vergiden düşebiliyor. Satın almayıp da kiralama şirketinden bu araçları kiralasalar kira bedelini ve benzin parasını düşebiliyor. “Ayşe Hanım ve damadının işi zor “Araç fiyatlarının artması, verginin artması onlar için dert değil. Onlar zam geldikçe gülüyorlar... Araç bedeli artıkça, vergi ve benzin parası arttıkça Maliye’ye daha az vergi ödüyorlar. Olan Maliye’ye oluyor. Maliye onlardan vergi alamayınca Ayşe Hanım Teyzem’den daha fazla KDV alarak onların vergi açığını kapatmaya çalışıyor. “Gelelim Ayşe Hanım Teyzem’in damadına alacağı 1.400 litrelik yerli malı Fiat otomobilin vergisine. “Şükrü Kızılot yazdı. En düşük KDV ve ÖTV 1.600 litrelikten düşük araçlarda. Bu araçların bedelinin yüzde 61.66’sı oranında vergi alınıyor. “Fiat’ın fabrika çıkışı 20.000 TL. Bu araçların KDV+ÖTV vergisi yüzde 61.66. Demek ki damat bey 20.000 TL’lık araç için 12.332 TL vergi ödeyecek. Araç alırken toplam 32.332 TL ödeme yapacak. İyi de... Damat (maalesef) saf ve bakir bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. 32.332 TL birikimi yapıncaya kadar gelirinden yüzde 35 oranında 11.316 TL gelir vergisi ödedi. “Demek ki, damat beyin 20.000 TL fabrika çıkışlı yerli otomobili almak için ödediği toplam vergiler (11.316 TL. gelir vergisi + 12.332 TL KDV+ÖTV) 23.648 TL. Sakın çok ödedi diye acımayınız. O çok ödeyecek ki, Büyük Türk Büyüklerinin bindikleri Mercedes’lerin araç bedeli, vergisi ve benzini ve de araç bedellerini vergiden düşen sermaye sahiplerinin kendilerinin ve ailelerinin araç bedelleri, vergileri ve benzin paraları karşılanabilsin. “#e yapalım?.. Burası Türkiye A’bicim!” (Güngör Uras, Milliyet, 24.10.2011) Gördüğümüz gibi, zengin arabasını dağdan aşırır, züğürt düz ovada yolunu şaşırır, atasözüne birebir uyuyor yukarıda anlatılanlar. Tayyip de halklarımızı kandırıyor, halkçı geçinerek… Sömürünün vurgunun diğer adı halkın ödediği vergilerdir Bildiğimiz gibi bu zamlar (güncellemeler), Dolaylı Vergilerdir. Ve Dolaylı Vergilerin oranı ABD ve AB’de yüzde 35 iken, Türkiye’de yüzde 67’dir. Yani ABD’nin iki katıdır. Kurumlar Vergisi yani işverenlerin vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki oranı ise yüzde kaçtır bilir misiniz? Sadece yüzde 10! Yani siz şimdi hangi kesimlere güncelleme(!) yapmış oluyorsunuz? Halkımıza. Zenginlere değil! Evet, zengin de fakir de (patronlar Koç da, Sabancı da, Özyeğin de, Zorlu da, Boydak da, Konukoğlu da; işçi Ahmet de, köylü Hasan da, Kamu Çalışanı Mehmet de) Dolaylı Vergiyi kâğıt üstünde eşit olarak öder. Yani örneğin bir paket sigara- ya Koç da, işçi Ahmet de diyelim ki 4 TL vergi öder. Yani görünüşte eşit vergi öder. Ama patron Koç’un geliriyle işçi Ahmet’in geliri eşit olmadığı için bu vergi biçimi en adaletsiz vergidir. Türkiye Milli Gelirinin büyük bir kısmına el koyan Modern ve Antika Parababaları sayıca 2500-3000 kişi kadardır. Tümü sigara içse, örneğimizle devam edelim, bir günde ödeyecekleri Dolaylı Vergi ancak 1200 TL olur. Oysa Halklarımız milyonlarcadır. Ve her gün on milyonlarca TL Dolaylı Vergi öderler sadece sigara aracılığıyla. Bu yüzden de tüm dünyada Dolaylı Vergiler, “adil olmayan” vergiler olarak adlandırılır yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü. Peki benzinde durum nedir? Dünyanın en pahalı benzini Türkiye’de. Ve bu en pahalı benzindeki ve diğer akaryakıt ürünleriyle otogazdaki vergi oranları da yine dünyanın en yüksek oranları. Ve bu vergiler de Dolaylı Vergiler kapsamındadır. Petrol Sanayi Derneği (PETDER)’in, 2011 yılı Ocak-Haziran dönemi sektör raporundaki bilgilere göre: “(…) 2011 yılı Ocak-Haziran döneminde akaryakıt tüketiminden sağlanan dolaylı vergiler (KDV ve ÖTV) (…) 17,6 milyar liraya ulaştı. “Bu dönemde LPG tüketiminden elde edilen dolaylı vergiler toplamı yüzde 6 oranında artarak 3,4 milyar liraya çıkarken, böylece akaryakıt ve LPG sektörlerinden sağlanan dolaylı vergi gelirleri geçen yıla göre yüzde 6,8 artarak 20,9 milyar liraya yükseldi. “Rapora göre petrol sektöründen 2005 yılından bugüne kadar sağlanan altı yıllık toplam dolaylı vergi gelirinin 210 milyar lira olduğu hesaplandı.” (Sabah, 29.07.2011) Yani yine vur abalıya!.. Yine alavere dalavere Halk Mehmet nöbete… Bir ülkede Dolaylı Vergi oranı ne kadar yüksekse, bu durum “yolunacak kaz” olarak en kolay halkın görülmesi demektir. İşverenlerden vergi alamayan-toplayamayan Parababaları devleti, vergiyi emekçi halk kesimlerinin sınıfından elde eder. Ya bizzat çalışanların maaş ve ücretlerinden direkt olarak kestiği Gelir Vergileri yoluyla ya da ÖTVKDV ve diğer Dolaylı Vergiler yoluyla… “#e kadar köfte o kadar ekmek “(#e kadar vergi o kadar hizmet) “#e kadar vergi, o kadar hizmet... Vergi toplanamaz ise, hizmet de artırılamaz. Hele hele bütçe disiplini varsa. Bütçe disiplini harcamaları vergiye göre sınırlamaktır. Bütçe açığına mani olmaktır. Bütçe disiplini başarıdır. Denk bütçe yapmak başarıdır. Fakat marifet ülkede geliri olandan geliri ölçüsünde vergi alarak bütçe gelirlerini artırmaktır. Bu yapılamaz ise KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergiler ile zengin fakir farkı olmadan vergi toplanması zorunluluğu ortaya çıkar. O zaman bütçe harcamaları Güngör Uras KDV ve ÖTV gibi halkın yaygın ödediği verginin geliri ile sınırlandırılır. Bütçe gelirini artırmak için devamlı olarak KDV ve ÖTV artırılır. Hükümetlerin hizmeti büyümez. Maliye Bakanı’nın dün açıkladığı 2012 Bütçesi vergi geliri tahminine göre, (çoğu memur ve ücretlilerden kaynakta kesilen vergilerden oluşan) gelir vergisinden 53 milyar TL, (çoğu bankalardan alınan) kurumlar (şirketler) vergisinden 27 milyar TL gelir bekleniyor. Geçen yılın bütçesine göre vergi geliri artış tahmini gelir vergisinde yüzde 13, kurumlar vergisinde yüzde 18 dolayında. Varlıklı kesimden, gelirleri ölçüsünde alınan bu vergilerin oranını artıramayan ve de vergi vermeyenleri kümese sokamayan Hükümet, KDV ve ÖTV ile halkı yolmak zorunda. 2011 bütçesine göre 2012 yılında dahilde alınan KDV gelirinde yüzde 26, ithalde alınanda yüzde 31, özel tüketim vergisi gelirinde yüzde 15 artış bekleniyor. Fabrikatör, banker, müteahhit Recep Beylerin ödeyeceği gelir ve kurumlar vergisinden gelecek toplam vergi geliri tahmini 81 milyar TL iken Ayşe Hanım Teyzemlerin ve Ali Rıza Bey Amcamların ödeyecekleri toplam KDV ve ÖTV geliri tahmini 158 milyar TL. Bunu artırmak (pardon güncelleştirmek) için önümüzdeki aylarda KDV ve ÖTV oranları daha da artırılacaktır. (Müjde!)” (Güngör Uras, Milliyet, 19.10.2011) İşte ÖTV oranlarının “güncellenme”sinin arkasında yatan gerçek nedenler bunlardır. Ama Tayyip, hep yaptığı gibi, burada da yalan söylemekte, halkımızı kandırmaktadır. Kendilerini halktan yana iktidar olarak göstermektedir. Oysa söylediklerinin hepsi yalandır. Tayyip yalancıdır! Aşık İhsani’yi bir kez daha dinleyelim mi? İş yoğmuş, dert çoğmuş kim anlar Yürüsün sefalet, çürüsün canlar... Hiç durmadan dinlenmeden yalanlar Atın beyler, atın devran sizindir. Düzenbazlar ellediler devleti Talan var ha beyler, talan var talan! Demokrasi türküleri söylenir Yalan var ha beyler, yalan var yalan *** Cari açığın artmasının diğer sonuçları ne oluyor diye baktığımızda görüyoruz ki enflasyon canavarı almış başını gidiyor: Milliyet Gazetesi, 04 Kasım tarihinde “Enflasyonda 9 yılın rekoru” kırıldı başlığını atıyor. Fethullah’ın Zaman Gazetesi; “Vergi ve enerji zamları tetikledi ekim enflasyonu 9 yılın zirvesinde” demek zorunda kalıyor: “Tüketici fiyatları (TÜFE) ekim ayında yüzde 3,27 artarak 2002 yılından bu yana en yüksek seviyesine tırmandı. Tahminlerin üzerindeki yükselişte sigara ve alkoldeki vergi artışları ile döviz kurlarındaki yüksek seyir etkili oldu. Uzmanlar, “Elektrik ve doğalgaz ile gıdagiyim zamları da enflasyonun tuzu biberi.” yorumunu yaptı. “(…) “Sigara-alkoldeki vergi artışları ile TL’deki değer kaybına elektrik ve doğalgaz zamları ile gıda ve giyim fiyatlarındaki yükseliş eklenince enflasyon canavarı uyandı. Tüketici fiyatları (TÜFE) ekim ayında yüzde 3,27 artarak Ekim 2002’den beri en yüksek değerini aldı. Ekonomistler, enflasyondaki yükselişin kasımda da süreceğini, ekimde yüzde 7,66 olan yıllık enflasyonun yıl sonunda yüzde 9 civarında şekilleneceğini belirtiyor.” (Zaman, 04.11.2011) Faiz oranları tekrar yüzde onların üstüne çıkıyor. Ve domino! “Cari açıkta yıllık rekor kırıldı: 77.5 milyar dolar” (Milliyet, 16.11.2011) Yaptığı bu kadar dış borç, vergi artışı, zam yetmezmiş gibi Tayyipgiller, yerli-yabancı Parababalarına bir kıyak daha geçmek istiyorlar. İşçi Sınıfımızın onlarca yıllık kazanımı olan Kıdem Tazminatına da göz dikiyorlar: “Sıra “kıdem tazminatı fonu”nda… “Devlet her ay işçiden, işverenden para toplayarak “Kıdem Tazminatı Fonu” kuracak. İşçiye emekliliğinde fondan para ödenecek. “Devlet bundan önce çalışanlar için “Zorunlu Tasarruf Fonu” ve “Konut Edindirme Fonu” adı ile fonlar kurdu. Fonlar çalışmadı. Toplanan paraların dağıtılmasına karar verildi. Ücretlerinden para kesilenler yıllar boyu paralarını geri alamadı. “Kıdem Tazminatı Fonu oluşturma arayışı “İşçiyi Kolay al-Kolay çıkar” düzenleme arayışının bir ayağıdır. Dünya Bankası ve IMF uzmanları yıllardır Türkiye için hazırladıkları raporlarda İngilizcesi “Easy hire-Easy fire” (Kolay al-Kolay çıkar) olan bu tür bir düzenlemenin yapılmasını öneriyorlar. “Kolay al-kolay çıkar uygulamasına geçilmesi ile, “Esnek Çalışma Şartları”nın sağlanacağı işverenin rekabet gücünü artıracağı ileri sürülüyor. “Esnek Çalışma Şartları düzenlemesi 3 farklı alanda değişikliği hedef alıyor. ““1) Kıdem tazminatı uygulaması değiştirilecektir. Kıdem tazminatında işverenin yükümlülükleri kaldırılacaktır. “2) Bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilecektir. “3) İşverenin ücrete bağlı sigorta ve vergi mükellefiyetleri azaltılacaktır. Kıdem Tazminatı uygulaması 1936 yılında başlamıştır. 1975 yılından bu yana süren uygulamaya göre (basit anlatımı ile) işvereni 1 yıldan fazla süredir işyerinde çalıştırdığı işçiyi (sebepsiz olarak) işten çıkardığında veya işçinin emeklilik süresi dolduğunda, işçinin çalıştığı her bir yıl için 30 günlük giydirilmiş bürüt ücreti tazminat olarak öder. Yıllık tazminat ödemesinin her yıl tavanı değişir. Bu yılın tavanı 2.623 TL’dir. “Kıdem Tazminatı işçi için 2 yönlü güvencedir. “(1) İşveren, sebepsiz yere işçileri işten çıkarmakta zorlanır. “(2) İşçi sebepsiz yere işini kaybeder ise ve emekliliği geldiğinde eline bir miktar birikmiş para geçer.” (Güngör Uras, Milliyet, 20.09.2011) İşte gerçekler bunlar! “Başbakan noktayı koy”muş, işverenler test edildi, onaylandı, demişler ama, hayat onları doğrulamamış her zaman olduğu gibi. Zaten onlar da söylediklerinin doğru olmadığını biliyorlar. Ama halklarımızı kandırmaları, aldatmaları gerekiyor aşağılık soygun ve vurgun düzenlerinin devamı için. Allahla aldatacaklar, “İleri Demokrasi” yalanlarıyla aldatacaklar, yalanla dolanla aldatacaklar, aldatacak oğlu aldatacaklar… Nereye kadar?.. Ya aldanmayanlar varsa?.. Onlar da her türlü baskı ve zulümle susturulacaklar. Söyledikleri gerçeklerin duyulmaması için Parababaları medyası tarafından ablukalara uğratılacaklar, olmadı cezalarla korkutmaya çalışacaklar… Antiemperyalistler, yurtseverler, halkseverler zindanlara doldurulacak. Vatanı savunmak suç durumuna gelecek… Nereye kadar?.. Ne zamana kadar?.. Yerli-yabancı Parababaları yenilecek, İkinci Kurtuluş Savaşı’mız mutlak zafer kazanacak, Halklarımız Demokratik Halk İktidarını kuracaklardır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın! Ve o zaman Halklarımızı Allahla aldatan bu İblislerden yaptıkları zalimliklerin hesabı sorulacaktır. Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... 5 Hikmet Kıvılcımlı, devrim kıvılcımları saçmaya devam ediyor... Baştarafı sayfa 1’de rimle muştulanmış biricik siyaset olduğunu belirten Erkan, “Türkiye’de Demokratik Halk Devrimini ya biz yapacağız! Ya biz yapacağız! Başka şık yok!” diyerek görevlerinin büyüklüğünü göze batırdı. Ayhan Erkan’ın günümüze ışık tutan; coşkulu, heyecan dolu konuşması sık sık; “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganlarıyla kesildi. Hikmet Kıvılcımlı’nın Mezarbaşı Anmasından sonra onun öğrencisi olan ve devrimci sendikal mücadelenin öncülerinden İsmet Demir’in mezarbaşına gidildi. Saygı duruşunun ardından, Sancaktepe İlçe Sekreteri Deniz Bin, İsmet Demir’in hayatı ve mücadelesini anlatan bir konuşma yaptı. Buradaki anmanın ardından Kurtuluş Partililer geldikleri gibi sloganlarla mezarlığı terk ettiler. Anmaya çok sayıda Kurtuluş Partilinin dışında, Halkın Sanatçıları Birliği’nden Fevzi Kurtuluş, Taşkın Aşan, İsmail Aydoğmuş, Hanife Yılman, Süleyman Zaman, Kazım Çağın, Cafer Arat, Arabali Gülşen gibi şair, müzisyen ve yazarlar da katıldı. Ankara: Türkiye Devrimi’nin Teorik ve Pratik Önderi Hikmet Kıvılcımlı, bedence aramızdan ayrılışının 40’ıncı yılında, Ankara’da Sakarya Caddesi’nde, saat: 18.00’da gerçekleştirilen ve Ankara İl Yöneticisi Kubilay Akçay’ın okuduğu bir basın açıklamasıyla anıldı. Ankara’dan Kurtuluş Partililer İzmir: Türkiye Devriminin Önderi Hikmet Kıvılcımlı, bedence aramızdan ayrılışının 40’ıncı yılında İzmir’de de anıldı. İzmir’deki basın açıklaması, Konak YKM önünde yapıldı. Basın açıklamasını İl Başkanı Tacettin Çolak okudu. İzmir’den Kurtuluş Partililer Görev: Daha çok Devrimcilik... Av. Ayhan Erkan Yoldaş’ın Mezarbaşı konuşması: Yoldaşlar! Usta’mızı mezarbaşında ilk olarak1980’li yıllarda andık. Çünkü 80 öncesi “Devrimci Derlenişçiler” olarak İstanbul’da yok denecek kadar azdık. 80 sonrasının o ilk anmalarında “Devrimci Mücadeleciler” olarak sayımız 2030 civarlarındaydı. Giderek 200’e ulaştık, hatta aştık da “Kurtuluş Partililer” olarak. Bu bir gelişme miydi? Elbette ki bir gelişmeydi. Yeterli bir gelişme miydi? Hedeflediğimiz bir gelişme miydi? Elbette ki hayır. Hedeflediğimiz bir gelişme değildi elbette ki… Hedeflediğimiz; Proletarya Partisini Yeniden Örgütleyerek Devrim yolunda hızla ilerlemek için Devrimci Derlenişi filli sorunlarını bile hemen gün gibi aydınlatıyoruz teorinin gücüyle. Usta’mızın bedence aramızdan ayrılışı üzerine, O’ndan Bayrağı devraldığımız günden bugüne kadar ister sol içi, ister ülke geneli, ister dünya ölçeğindeki gelişmelerde, en doğru düşünce ve davranışı sergilemeyi başardık hep. Ama burjuva-küçükburjuva solları, en basit sorun karşısında bile tökezledi. Daha çetrefil sorunlar karşısında ise yerlerde sürünür hale geldi. Zaten köklü bir teorileri olmadığından, eklektik, bütünlüklü olmayan, her gün, her an, her cümlede birbiriyle çelişen düşünce yapıları artık tamamen çökmüş durumda. İdeolojik olarak tam bir iflası yaşıyorlar. Siyaseten emperyalist politikaların yedeğine düşerek acılı ve acınası bir şekilde can çekişiyorlar. gerçekleştirmekti. Devrimci Derlenişi başarmak için de Öncü Grup seviyesine yükselmemiz gerekiyordu. İşte bu hedeflerimize hâlâ ulaşabilmiş değiliz. Bu yüzden kaydettiğimiz gelişmeyi yeterli bulmuyoruz. Ama burjuva-küçükburjuva solları günden güne erirken biz yeterli bulmasak da bir gelişme yakalamış bulunuyoruz Yoldaşlar. Kurtuluş Partililer olarak, Proletarya Sosyalistleri olarak bu gelişmemizi hızlandırmalı, ivmelendirmeli, beşe, ona, hatta yüzlere, binlere katlamalıyız. Buna mecburuz! Buna görevliyiz! Bunu hak ediyoruz! Çünkü biz, Hikmet Kıvılcımlı’nın düşünce oğulları, düşünce kızları devrimle muştulanmış biricik siyasetiz. Türkiye’de Demokratik Halk Devrimini ya biz yapacağız! Ya biz yapacağız! Başka şık yok! Neden? Çünkü sadece Bizim Teorimiz Türkiye Devrimi’nin Yolunu aydınlatıyor! Çünkü sadece Bizim Pratiğimiz Türkiye’de Devrime giden Yolu döşüyor! İşte bu yüzden burjuva-küçükburjuva solları günden güne erirken, biz (asla yeterli bulmasak da), bir gelişme içindeyiz. Yeterli bulmadığımız bu gelişmemiz Nicelikçe bir gelişmedir. Ama itelikçe yani Teorice ve İdeolojik olarak tam bir gelişim içindeyiz. Burjuva-küçükburjuva sollarıyla kıyaslar isek devasa bir gelişme içindeyiz... Usta’mız sayesinde, O’nun eşsiz teorik hazinesinin ışığında, günümüzün en çetre- Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’yı zaten hiç anlamadılar. Anlamak için hiç çaba sarf etmediler. Usta’mıza düşmanlık yapmayı, O’nu karalamayı “keskin” devrimcilik sandılar. Bu yüzden devamcıları olduklarını iddia ettikleri Mahirler’i, Denizler’i de yeteri kadar anlamadılar. Mahirler’le, Denizler’le, Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı, 27 Mayıs Politik Devrimi, Türk Ordusu, Şeriat Tehlikesi ve Laiklik gibi konularda aynı düşünceleri paylaşıyoruz. Fakat Onlar’ın devamcısı olduklarını iddia edenler bu konularda Onlar’ı reddettiler. Mahirler’in, Denizler’in “Öncü Savaşı” gibi ayrı düştüğümüz noktalardaki düşünce ve davranışlarını da terk ettiler zaten. Kıvılcımlı’ya düşmanlıkları yetmezmiş gibi Mahirler’den, Denizler’den de koptular. Sadece Onlar’ın kahramanlıklarını riyakârca sömürüyorlar şimdi. Bu da onları bulundukları bataklığın daha da derinliklerine itiyor sadece. Nitelikçe gösterdiğimiz gelişmelerin başlıcaları şunlardır: - “İnsan Hakları” Mücadelesinde egemen olan sınıflarüstü (yani Burjuvaca) anlayışa karşı sınıfsal (yani Proleter) anlayışın bayrağını dalgalandırdık yıllarca. Burjuva-küçükburjuva solları hem teori hem pratikçe, hep bize karşı, burjuvaca bakışın yanında yer aldı, birkaç istisnai ve tekil durumlar dışında. - Sendikal Mücadele alanında Gangster-Sarı Sendikacılığın karşısında Devrimci Sınıf Sendikacılığının bayrağını dalgalan- dırdık yıllarca ve halen dalgalandırmaya devam ediyoruz. Türkiye İşçi Sınıfı Tarihine altın harflerle kazınacak onlarca Örgütlenme-İşgalGrev-Direniş armağan ettik. Bu şanlı İşgalGrev-Direnişlerimiz slogan oldu alanlarda haykırıldı: “İşgal-Grev-Direniş! Yaşasın Kurtuluş Partimiz!” olarak. Burjuva-küçükburjuva solları ise bize karşı sarıların koltuk değnekliğini tercih ettiler çoğunlukla. Bazen bizzat sarılaşmayı tercih ettiler, bazen de bizle birlikte davranacakları yerde, küçükburjuva katırlıkları depreşerek, sırf bizi gölgelemek amacıyla, bizden ayrı olarak sarıların karşısına çıkar gibi yaptılar. DİSK’in 1997 genel kurulunda olduğu gibi... - Biz Proletarya Sosyalistleri, “Sosyalist Kamp’ın” çökmesinden sonra ABD ve AB Emperyalistlerinin dünyayı 1000 devlete bölme planı olan “Project Democracy”yi teşhir ve ona karşı cepheden mücadele bayrağını açarken; Burjuva-küçükburjuva solları “Project Democracy”nin “azınlık hakları”, “mezhep ve inanç hakları”, “kadın hakları”, “çevre hakları”, “cinsel tercih hakları” gibi dolmalarını yutarak emperyalizmle enternasyonalizmi karıştırdılar. “Project Demokrasi” ile, emperyalizmin eskiden en büyük tehlike olarak gördüğü Komünizm yerine artık “Ulusal Devlet”i geçirmesini, en terörist hareketler olarak da “Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri”ni görmesini gafilce paylaşır oldular. “Dünyayı 1000 devlete” bölmeye yönelik bu emperyalist planının ülkemizin payına düşen en az üç parçaya bölme yönündeki Yeni Sevrci emperyalist girişimlerine “Faşist TC dağılsa kötü mü olur?” solcu palavrasıyla yandaşlık yapar hale geldiler. “Ergenekon”, “Balyoz” adlı sözde yargılamaların bir CIA operasyonu olduğunu, Yeni Sevrci saldırı karşısında duracak en güçlü direnç noktası olan Ordu Gençliği’ni etkisizleştirmeyi hedeflediğini göremediler. Yargılanan hiçbir darbecinin olmamasına, Kontrgerillacı olarak bilinen bir iki kişinin dışında Antiamerikancı, Yurtsever, Kemalist subayların, aydınların esir edilmelerini sevinç gösterileriyle alkışladılar. Emperyalistlerin, Fethullahçıların, Tayyipgiller’in “darbeciler yargılanıyor, Kontrgerilla yargılanıyor” korosuna katılmalarını eleştirince bize hakaretler yağdırdılar. Hrant Dink’in cenazesinde ABD ve AB Emperyalistlerinin arkasında saf tutmalarını eleştirmemize hakaretlerle karşılık verdiler. Emperyalist çakallar tarafından “umut kaynağı” olarak nitelendirilmekten utanacaklarına; CIA güdümlü Fethullahçı yargıyı alkışlayarak CIA operasyonuna yandaşlık yapmaktan vazgeçeceklerine; Bizi “Ulusalcı”, “İP”çi ilan ettiler. Üstelik, dışımızdaki tüm siyasetler 1992 1 Mayısı’nda İP’in (o zamanki SP’nin) kuyruğunda seyretmelerine ve bizim hiçbir koşulda, hiçbir zaman bunlarla bir araya gelmememize rağmen bize bu iftirayı atabiliyorlar. Bazıları daha da ileri giderek geçmişte ve günümüzde, bulunduğumuz her alanda, antifaşist mücadelede en ön safta savaşmamıza, bu uğurda onlarca şehit vermemize ve bunu bilmelerine rağmen, utanmadan bizleri “faşitlikle, MHP’lilikle” itham ettiler. - Biz Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfına, onun ideolojisi Şeriata ve şeriatın simgesi olan Türbana karşı mücadele ederken; onlar, türbanı “kıyafet ve inanç özgürlüğü” olarak değerlendirip Tefeci-Bezirgân Sermayenin yedeğine düştüler. Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının örgütleri Mazlum-Der, Özgür-Der gibi örgütlerle ortak paneller, eylemler düzenlediler. Sivas Katliamı’nın yıldönümünde düzenlenecek protesto gösterisine onları (yani katliamcıların örgütlerini de) çağırdılar. Kendilerini eleştirince, Şeriatın bir tehlike olmadığını savunarak, bizi “Kemalistlikle”, demokrasisinin olmazsa olmazlarından olan laiklik bir suçmuş gibi “laiklikle” suçlamaya kalktılar. Referandum’da “yetmez ama evet”çilikle ve aynı kapıya çıkan “boykot”çulukla, Emniyet, Milli Eğitim, Medyadan sonra Yargının da Ilımlı İslam’ın (yani Şeriatın, yani Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının) eline geçmesine hizmet ettiler. Kısacası; Biz İşçi Sınıfı Sosyalistleri, Biz Hikmet Kıvılcımlı’nın Düşünce Oğulları-Düşünce Kızları Üç Temel İlkemizi: ATİEMPERYALİZM ATİFEODALİZM ATİŞOVEİZM İlkelerimizi, Günümüzdeki Sınıflar Kavgasının aldığı hâle göre biçimlendirirken; Biz, Antiemperyalizmin, sadece ABD Emperyalizmi değil, Irak, Afganistan, Libya gibi ülkelerde onunla tüm canavarlıklara ortak olan AB Emperyalizmine de, Japon Emperyalizmine de karşı çıkmaktan geçtiğini; Kürt Sorunu’nda Amerikancı ve AB’ci çözüme karşı çıkmaktan geçtiğini savunurken; Onların bir kısmı “Emeğin Avrupası” palavrasıyla AB’cilik yapmakta, bir kısmı da Kürt Sorunu’nun Amerikancı ve AB’ci çözümünün yanında yer almaktadır. Biz, Antifeodalizmin, Tefeci-Bezirgân Sermayeye, onun ideolojisi Ilımlı İslam’a (yani ülkemizi Ortaçağ karanlığına götürecek olan Şeriata) ve onun simgesi Türbana, Mazlum-Der gibi onun tüm örgütlerine karşı mücadele ederek tümünü tasfiye etmekten geçtiğini savunurken; Onlar “Şeriat diye bir tehlike yoktur, laiklerin abartmasıdır, türban özgür olmalıdır” diyerek Tefeci-Bezirgân Sermeyenin ideolojisine destek olmakta, irtica örgütleriyle eylem birlikleri yapmaktadırlar. Biz, Antişovenizmin, tam bir eşitlik temelinde Edirne’den Çin Sınırına uzanacak Kürt-Türk Federasyonunu (Halk Cumhuriyeti’ni) savunurken, Kürt Halkının Kendi Kaderini Tayin Hakkına da sonuna kadar saygı duymaktan geçtiğini savunurken; Onların bir kısmı Kürt düşmanlığı, Bir kısmı da Emperyalist çözümün yedeğine düşerek Türk ve Arap düşmanlığına, yani bölge halklarının kardeşliği yerine onların boğazlaşmasına çanak tutmuş olmaktadır. Geçmişte birçok eyleme birlikte imza attığımız, faşizm zindanlarında birlikte direndiğimiz, yeri geldiğinde birlikte ölümü göze aldığımız ve öldüğümüz bu burjuva-küçükburjuva sollarının, Devrimci Derlenişin bu potansiyel bileşenlerinin bugün içinde bulundukları bu batak, bu Sevrci Solculuk bizleri elbette ki derinden yaralamaktadır. Çünkü bu ideolojik ve pratik çöküşleri, Devrim Cephesini zayıflatıp Karşıdevrim Cephesini güçlendirmektedir ne yazık ki. Onları bu bataktan kurtarmak için teorinin kurtarıcı ışığını üzerlerine yollarken, ideolojinin acımasız kızgın kılıcıyla da irinleşen yaralarını dağlamaktan başka bir şey elimizden gelmez. Ama aslolan; Biz Proletarya Sosyalistlerinin, biz Kıvılcımlı’nın Düşünce Oğulları-Düşünce Kızlarının, biz Kurtuluş Partililerin, vazgeçilemez, ertelenemez, kotarılması mutlak bir zorunluluk, bir hayat-memat meselesi olan görevlerimizin üstesinden gelmektir. Daha çok Örgütlenme! Daha çok İşgal-Grev-Direniş! Daha çok Kavga! Daha çok Örgütlenme! Daha çok Devrimcilik! Daha çok Devrimcilik! Daha çok Devrimcilik! Proletarya Partisinin Yeniden Örgütlenmesi için Devrimci Derleniş’i sağlayacak Öncü Grup olmak! Ülkemizde Devrim yapmakla muştulu biricik grup olarak, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere tüm emekçileri, gençliğimizi, kadınlarımızı bu müjdeye göre ordulaştırmak; Tarihin omuzlarımıza yüklediği Demokratik Halk Devrimini başarmak!.. Kürt’üyle-Türk’üyle tüm çilekeş insanlarımızı sömürünün, yalanın, yoksulluğun, yolsuzluğun, zorbalığın olmadığı, eşit kardeşlerden oluşan Sosyalist bir aileye kavuşturmak... Ustalarımız Marks-Engels’in, Lenin’in, Kıvılcımlı’nın hayatlarını feda ettikleri Yüce Davayı zafere ulaştırmak için, onların açtığı yoldan yürüyerek onlara layık Devrimciler olmak... Aslolan işte bu görevlerin üstesinden gelmektir Yoldaşlar!.. Konuşmamı bitirirken, Usta’mızı, bedence aramızdan ayrılan tüm Yoldaşlarımızı en derin ve içten saygıyla anar; Hepinizi Yoldaşlığın tertemiz, sımsıcak duygularıyla kucaklarım. 6 D Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... evrimci 78’liler Federasyonu ve Elektrik Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, 12 Eylül 2011 tarihinde, “Türkiye’de Toplumcu Düşünceye Özgün Katkılar” başlıklı bir panel düzenledi. Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde gerçekleşen ve Haşim Aydıncak’ın yönettiği Panelde, “Pratiğe Adanmış Teori; Mahir Çayan” başlıklı sunumu Mehmet Ali Yılmaz, “Devrimci Kararlılık; Deniz Gezmiş” sunumunu Aydın Çubukçu, “Gelenekten ve Resmi İdeolojiden Kopuş; İbrahim Kaypakkaya” sunumunu Erşat Akyazılı ve “Sosyalist Mücadelenin Çınarı; Hikmet Kıvılcımlı” sunumunu ise Partimiz Merkez Komite Üyesi ve Ankara İl Başkanı Sait Kıran yaptı. Mehmet Ali Yılmaz, Mahir Çayan’ın Kesintisiz Devrim-I ve II’deki düşüncelerini özetledi. Mahir Çayan’ın Örgütlülük, Emperyalizm 12 Eylül Etkinlikleri Kapsamında Ankara’da “Türkiye’de Toplumcu Düşünceye Özgün Katkılar” başlıklı panel yapıldı ve Devrim anlayışının 1970 başlarında ve sonrasında gençlik içerisinde bir etki uyandırdığını belirten Mehmet Ali Yılmaz, Marksist-Leninist anlayışı Türkiye koşullarına Çayan’ın uyarladığını belirtti. 1972’de katledilen Mahir Çayan’ın düşüncelerinin orada bitmediğini, sonrası kuşağı da etkilemeye devam ettiğini belirten Yılmaz, Çayan’ın düşüncelerinin 1970’lerde kendini yeniden yarattığını vurguladı. Aydın Çubukçu; Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Behice Boran ve Hikmet Kıvılcımlı’nın düşüncelerinin uyuşmadığını, strateji ve taktiklerinin birbirlerine ters olduğunu ve aynı örgütte bir araya gelemeyeceklerini belirtti. Teoride Mahir’in orijinalitenin zirvelerinde olduğunu, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın kendi zamanında bir orijinalite, bir özgünlük temsilcisi olduğunu vurguladı. Kaypakkaya’nın ise geleneksel solun teorik, örgütsel birikimlerinden ve mücadele biçimlerinden kopuşun temsilcisi olduğunu aktardı. Deniz Gezmiş’in özgün bir teorisinin olmadığını, kitapsız devrimcilerden olduğunu, Deniz’i ayırt eden unsurun eylemciliği olduğu vurgusunu yaptı. Mahir Çayan Kesintisiz Devrim broşürleri- saflarında mücadele etmektedir. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneğinde mücadele etti. İnsan Hakları Derneği Ankara Şube Yöneticiliği yaptı. Uzun yıllar Çağdaş Hukukçular Derneği Ankara Şube Başkanlığı görevini yürüttü. Halkın Kurtuluş Partisi kurucusu oldu. Hâlâ Halkın Kurtuluş Partisi Merkez Komite Üyesi ve Ankara İl Başkanı olarak devrimci mücadelesini sürdürmektedir. Buyurun Sayın Sait Kıran: yaşantım boyunca, bu kara toprağın kuru öküzü gibi bu topraklarda mücadele ettim, bir an bile devrim cephemi terk etmeyi göze alamadım” der. Hikmet Kıvılcımlı, böylesine pratik mücadele içerisinde yer alan bir insandır. Yine dost düşman, yani devrimciler de, düşman olan burjuvaların da teslim ettiği bir şey vardır ki, Hikmet Kıvılcımlı 50 yıllık Devrimci Mücadelesi boyunca sayısız defa, kendi deyimiyle çoğu insanın aklından bile geçiremeyeceği işkence tezgâhlarına yatırılmış, işkencelerden geçirilmiş, fakat hiçbir zaman çözülmemiş, hiçbir örgütünü, hiçbir yoldaşını teslim etmemiş bir insandır. Yine yargılandığı sayısız mahkemeleri, bir devrimci mücadele alanı olarak görmüş, kürsüyü, sanık kürsüsünü, devrim propagandasının, devrimci ajitasyonun yapıldığı kürsüler haline getirmiştir. 1929’da, biraz önce arkadaşımız anlattı, 1929 TKP Yargılaması’nda, 4,5 yıla mahkûm edildiğini açıklayan Mahkeme Heyetine karşı “4,5 yıl Kızıl Bir Profesör olmak için iyi bir süredir” demiştir. Ve gerçekten de bunu bir ajitasyon, kuru bir laf olsun diye yapmamış Hikmet Kıvılcımlı. 22,5 yıllık cezaevi yaşantısını yatılıp kalkılan bir süreç olarak algılamamış. Katlanılan, Devrim uğruna göze alınan bir basit cezaevi yaşantısı olarak görmemiş, burayı kendi deyimiyle “üniversite”lere çevirmiş, kendisini her türlü Devrimci Teori ile donatmış, kendisiyle birlikte bulunan yoldaşlarını da bu doğrultuda donatmış bir Devrim Önderidir. Ve bu çerçevede de sayısız teorik eser yaratmış bir önderdir. Yine kendisi de hep söylediği için belirtmek gereğini duyuyorum, bu teorik eserleri de “ya bende bir eser yazayım, ben de bir kitap yazayım, benim de namım yürüsün, benim de adım duyulsun” kaygısıyla, küçükburjuvaca kaygılarla diyelim ya da, yaratmış bir insan değil. Her eseri, Türkiye’deki Devrim Mücadelesinin somut bir problemine çözümdür. Bu somut problemleri çözmek için yapılan araştırmaların, mücadelelerin bir ürünüdür. Örneğin, çokça ismini duyduğunuz (ama maalesef bu da Türkiye Devrimci Hareketlerine bir eleştirimizdir), çoğunuzun belki kıyısından, kapağından baktığınız ama sonuna kadar inceleme, bir devrimci eseri etüt eder gibi inceleme zahmetine katlanmadığınız, “Tarih Devrim Sosyalizm” yani “Tarih Tezi” eseri de tamamen bu kaygılarla yola çıkılarak yazılmıştırüretilmiştir. Diyor ki; “4,5 yıllık Elazığ Üniversitesi yani cezaevi sürecimde Marksizm-Leninizmi, Lenin Usta’nın önerisiyle alfabesinden cebri alasına kadar etüt ettim.” Yine Lenin Usta’nın önerisiyle (çünkü biliyorsunuz uluslararası Marksist Literatür Devrimci Teorinin ya da Devrimci Mücadelenin sadece bir kanadıdır. Kendi ülkenizin somut Tarihi, Ekonomik, Sosyal, Siyasal konjonktürüne, koşullarına bunu uyarlayamazsanız hiçbir şey yapma şansınız yoktur) bu bakış açısıyla Türkiye’yi incelemeye başladım, Türkiye’yi inceleyince Osmanlı’ya gitmek gerektiğini gördüm. Osmanlı’yı inceleyince onun Bizans’ın ve İslamiyet’in bir Rönesansı olduğunu gördüm. Bu süreç tâ İlk Medeniyetten, Sınıfsız Toplumdan ilk Sınıflı Topluma geçiş süreci olan Sümer’e kadar uzandı; Sümer’e kadar gitmemi, araştırmamı gerekli kıldı. Bu tez böyle ortaya çıktı. Tamamen pratik bir amaçla, diyor. Ve değerli arkadaşlar, bu Tarih Tezi (bizim iddiamız elbette büyük ama her devrimci hareket, parti gibi bu iddiamızın arkasında duruyo- Türkiye’de Hikmet Kıvılcımlı’yla hesaplaşmadan devrimcilik yapılamaz Haşim Aydıncak: Şimdi, kelimenin tam anlamıyla bir başka çınarımıza geçiyoruz: Doktor Hikmet Kıvılcımlı. Dr. Hikmet Kıvılcımlı 1902 yılında Priştine’de doğdu. Daha 17 yaşındayken gönüllü olarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Kuvayimilliye gönüllüsü oldu, Köyceğiz Kuvayimilliye Askerî Kumandanlığı’na kadar yükseldi. Liseyi Vefa Lisesi’nde okuduktan sonra sınavla İstanbul Tıp Fakültesi’ne girdi. Öğrencilik süresince direniş faaliyetlerini sürdürdü, Kurtuluş, Aydınlık gibi TKP yayınları yoluyla giderek Komünist fikirlerle tanıştı ve 1920’lerin başında Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi oldu. 1925’de TKP’nin Beşiktaş Akaretler’de gerçekleştirdiği 2. Kongre’de TKP Merkez Komitesi’ne seçildi. Merkez Komite içerisinde görev aldı. Aynı yıl Aydınlık Gazetesi’nde ilk yazıları yayınlanmaya başladı. 1925’ten hayatının sonuna kadar sürekli kovuşturmalara, işkencelere maruz kaldı ve toplam 22,5 yıl hapis yattı. 1925 yılında Kürt ayaklanmaları ile çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu çıktıktan sonra İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı ve 10 yıl kürek cezası aldı. 1 yıl hapis yattıktan sonra çıkan afla serbest kaldı. 1927 yılında Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir’in parti listelerini emniyete vermesine bağlı olarak tutuklandı. 3 ay tutuklu kaldı. Daha sonra başka bir tutuklamada 4,5 yıl yeni bir mahkûmiyet aldı. 1938 yılında Nazım Hikmet’le birlikte yargılandığı Donanma Davası’nda 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı, 12 yıl yattıktan sonra tahliye oldu. 1954 yılında legal Vatan Partisi’ni kurdu. 1965 yılında Tarihsel Maddecilik Yayınları’nı kurdu ve yönetti, Marx, Engels ve Lenin’in eserlerinden birçok çeviriler yaptı ve yayınladı. Das Kapital’in bir bölümünü çevirdi. 1967’de İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’ni (İPSD) kurdu. İktisattan Antropolojiye, Marksist düşüncenin tarihsel ve kuramsal gelişiminin açıklanmasına ve Türkiye’de bir İşçi Sınıfı devriminin strateji ve taktik sorunlarına kadar çeşitli konularda çok sayıda telif eseri var. Aydınlık, Türk Solu, (kendisinin kurduğu) Sosyalist, Ant gibi dergilerde makaleleri yayınlandı. En önemli eserleri olan Tarih Tezi kitabını 1965, Yol: TKP’nin Eleştirel Tarihi kitabını da 1932 yılında yayınladı. 1971 yılında ağır hasta olduğu için yoldaşları tarafından tedavi için yurt dışına çıkarıldı. 11 Ekim 1971’de Belgrad’da yaşamını yitirdi. Yani Türkiye’deki sosyalizm literatürüne kazandırdığı, pek çok yazdığı eserleri var. Onları şimdi okumak istemiyorum. Gerçekten uzunca bir liste. Her aşamada sürekli yazan, üreten bir insan olduğunun ve kendine özgü diliyle yazan bir insan olduğunun birer örnekleri bunlar. Şimdi Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı bize Avukat Sait Kıran anlatacak. 1964 yılında Adıyaman İli Besni İlçesi Sarıkaya Köyün’de doğdu Sait Kıran. İlk, orta, lise öğrenimini Besni’de tamamladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni 1988 yılında bitirdi. 1989 yılından bu yana yürüttüğü mesleki yaşantısında özellikle işçi ve sendika avukatlığı yapmaktadır. Öğrencilik döneminde devrimci hareketle tanıştı ve o zamandan bu tarafa Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın görüşlerini savunan Devrimci Mücadele, Halkın Kurtuluş Partisi Sait Kıran Yoldaş: Sevgi ve saygıdeğer arkadaşlar, Sağ olsun Başkan Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın hayatından kısa başlıklar aktararak benim yükümü biraz hafifletti. Yoksa ben onlara da girmek durumunda kalacaktım… Dikkatinizi çekmiştir. Hikmet Kıvılcımlı sol ortamda kendisini çok da reddetmeyen, etmek istemeyen, göz ardı etmek istemeyenlerin de ileri sürdüğü gibi, sadece çok eser üretmiş, bol miktarda eseri olan bir teori adamı değil. Hikmet Kıvılcımlı, tüm devrimci yaşantısı boyunca Teorik-Pratik devrimci mücadele içerisinde yer almış, bir an bile bu Devrim Cephesini terk etmemiş bir insan. Arkadaşımız anlattı; Hikmet Kıvılcımlı için Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı, bir teori sorunu değil. Teorik olarak tartışmış da böyle bir sonuca varmış değil. Kendi deyimiyle; Halkımızın o dönemde yaşadığı gibi, etinde kemiğinde Emperyalist İşgali yaşamış, buna karşı 17 yaşında, henüz Komünist İdeoloji ile dahi tanışmadan, emperyalizmin halklara nasıl zulüm getirdiğini, emperyalist işgalin ne demek olduğunu etinde, kanında hissetmiş 17 yaşında genç bir delikanlı iken, devrimci silahlı mücadelenin teorisini vesairesini de yapmamış, elde silah Yörük Ali Efe Çetesi’nde işgale karşı mücadele etmiş. Yine “Kendi Kaleminden Hayatı”nda anlattığı gibi, bu mücadele sırasında da ilk kurşunu işgalci düşmana karşı değil, bu işgalcileri el altından ülkeye çağıran Aydın-Çine tarafındaki yerli Mutasarrıfa atmak durumunda kalmış. Yani henüz Komünizm İdeolojisiyle, MarksizmLeninizmle tanışmadan Antiemperyalist bir mücadelede yer almış, fiilen Antiemperyalist bir devrimci olmuş. Teori arkadan gelmiş… Henüz 19 yaşında, yani bugün çoğumuzun yeni kuşak gençlik diye adlandırdığı gençler için lay lay lom çağı olan bir yaşta, Hikmet Kıvılcımlı Komünizm İdeolojisini benimsemiş, Türkiye Komünist Partisi’nde yer almıştır. Biraz önce arkadaşımızın anlattığı, Akaret’lerdeki 2’inci Kongre’de (aslında TKP’nin gerçek anlamda Kuruluş Kongresi’dir) “En Genç Kurucu” olarak yer almıştır. Ve Merkez Komite’de görevlendirilmiştir, Genç Komünistler Birliği Başkanı olarak Merkez Komite’de görev verilmiştir. Hikmet Kıvılcımlı, bütün yaşantısı boyunca, bu çerçevede örgütlü mücadele içerisinde yer almış, mücadele etmiş bir insandır, son nefesini verene kadar… Son nefesinde bile (biliyorsunuz 12 Mart Faşist Darbesinden sonra ülkesinde tedavi olanağı kalmayınca, kanser hastası kendisi aynı zamanda, 13 ameliyat geçiriyor, artık burada bir çare yok, diyorlar. Acaba Sosyalist Kamp’ta tedavi imkanı bulabilir miyim diye gidiyor. Orada bir sürü ihanetle karşılaşıyor, onunla zamanınızı almayayım ama son nefesini verirken bile), idamla yargılandığı İstanbul’daki Sıkıyönetim Mahkemesine, “ben kendi toprağımda mücadele etmek üzere geleceğim, geliyorum” diyor. Yine kendisinin bir söylemidir: “ben bütün ni yazarken, Deniz ve arkadaşlarının silah elde, kent ve kır gerillasını başlatmaya karar verdiklerini belirten Çubukçu, siyasete bakışları birbirinden farklı dört devrimci Hikmet Kıvılcımlı, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve Deniz Gezmiş’in sahip oldukları devrimci ahlâka dikkat çekti ve “bu dört devrimciyi ölümsüz yapan devrimci mücadeleye son ana kadar bağlı kalmaları, devrimci kararlılıklarıdır” diye konuştu. Erşat Akyazılı ise İbrahim Kaypakkaya’nın geleneksel ve resmi ideolojiden kopuşun simgesi olduğunu, yarım asırlık resmi ideolojiyi ruz ve tersinin de elbette bu netlikte, gerçekten devrimci teori, devrimci mücadele, devrimci ideolojik mücadele kuralları çerçevesinde gündeme getirilmesinden de her zaman zevk alırız, saygı duyarız), bu teori, Tarih Tezi, bizce uluslararası Marksist-Leninist literatüre bir katkıdır. Marks-Engels, Marksizmin temellerini kurmuştur. Lenin Usta buna, özellikle Emperyalizm teorisiyle katkı yapmış; 20’nci Yüzyılın Marksizmini inşa etmiştir. Bu nedenle bu üç önder Usta’dır. Hikmet Kıvılcımlı, Marks-Engels Ustaların, kendi dönemlerinde zaman ve yeterli kaynak bulamadıkları; Lenin Usta’nın ise Ekim Devrimi’nin teorik-pratik mücadele sürecinde ilgilenmeye zaman bulamadığı sınıfsız toplumlardan sınıflı topluma geçişin, Antika toplumlardaki yani Kapitalizm öncesi toplumlardaki geçiş yasalarını bulmuştur. Bu nedenle bu, Uluslararası Devrimci Teoriye bir katkı olduğundan, bizce Hikmet Kıvılcımlı dünya çapında, Marks-Engels-Lenin’den sonra gelen bir Usta’dır. İddiamız büyük. Bunun farkındayız. Ama diyoruz ki; bu bir Devrimci Hareketin tezi. Karşıtlarımız bunu kabul etmek zorunda değil. Ama şunu, ne diyelim, istemek hakkına sahibiz; 50 yıllık kan kusturucu koşullarda Devrimci Mücadelesini yürütmüş bir önderin, yine yaklaşık 50 yıllık bir çabasının ürünü olan bu eser, hiç değilse çoğunuzun incelediği burjuva bilim adamlarının eserleri kadar incelenmeyi hak ediyor. Bu, Hikmet Kıvılcımlı’ya bir şey kazandırmaz, değerli arkadaşlar. Halkın Kurtuluş Partisine de bir şey kazandırmaz. Biz zaten olayın ne olduğunu biliyoruz. Bu doğrultuda yıllardır mücadelemizi yürütüyoruz. Yürütmeye de devam edeceğiz. Ama inanıyoruz ki, Hikmet Kıvılcımlı’nın başta Tarih Tezi olmak üzere, Milli Mesele konusunda; şimdi Devrim konusundaki, “Devrim edir?” diye kitabı var Hikmet Kıvılcımlı’nın, Devrimin adım adım nasıl inşa edileceği, Uluslararası teorik-pratik mücadeleden dersler alarak, kendi özgün katkılarıyla da teorik eser yazmış, bu konuda eseri var “Devrim Nedir?” diye. Yine Marks-Engels-Lenin Ustaların, bütün teorik eserlerinde, pratik mücadelelerinde uyguladıkları, fakat kitap olarak, teori olarak yazma zamanı bulamadıkları Diyalektik Materyalizm konusunda temel bir eser yazmış: “Diyalektik Materyalizm nedir? Diyalektik Materyalizm asıl Kullanılır? Diyalektik Materyalizm e Değildir?” diye. Bunları incelediğinizde, bunu yıllardır Devrim Mücadelesinde yer almış bir aydın arkadaşınızın önerisi olarak algılayın, eminim çok şey kazanacaksınız, eminim Türkiye Devrimci Hareketi de çok şey kazanacak… Değerli arkadaşlar, Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik-pratik uyarıları hep göz ardı edildiği için, kulaktan duyma, sağdan soldan, eserlerinden birer cımbızlama yöntemiyle cümleler alınarak yüzeysel olarak incelendiği için (aynen gerçeği söylüyorum, cımbızlama yöntemiyle alınan 1-2 cümleyle de- bertaraf ettiğini, Kaypakkaya’nın Mao Ze Dung’dan etkilendiğini ve Ze Dung’un fikirlerini Türkiye’ye uyarladığını söyledi. Sosyoekonomik tahliller yapan Kaypakkaya’nın dönemin siyasi tartışmalarına da katıldığını belirten Akyazılı, Kaypakkaya’nın kendinden önce gelen Türkiyeli Komünistlere göre Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını savunduğunu, Kürt Halkının Ulus olduğunu vurguladığını, Kürtlerin ayrılma hakkını kayıtsız şartsız kabul ettiğini ve Kaypakkaya’nın Kemalist Gericiliği teşhir ederek kendinden önceki sosyalistlerden bu noktada ayrıldığını belirtti. Panel’in “Sosyalist Mücadelenin Çınarı; Hikmet Kıvılcımlı” bölümünde Haşim Aydıncak’ın yaptığı tanıtımı ve sunumu yapan Partimiz Merkez Komite Üyesi ve Ankara İl Başkanı Sait Kıran’ın yaptığı konuşmayı ise aşağıda yayımlıyoruz. ğerlendirilip) teorik-pratik uyarıları dikkate alınmadığı için, 12 Mart Faşizmini yaşadık, 12 Eylül Faşizmini yaşadık. Bugün Devrimci Hareket, büyük bir açmaz içerisindedir ve bu açmaz devam ediyor. Bu nedenle, biz bu açmazdan kurtulmanın yolu Hikmet Kıvılcımlı’yla hesaplaşmaktan geçer, diyoruz. Buna inanıyoruz. Devrimci temelde hesaplaşmanın yöntemi nedir? Hesaplaşmayı nasıl anlıyoruz biz? Mahir Yoldaş, 12 Mart öncesi Cerrahpaşa’da Hikmet Kıvılcımlı Usta’yla görüşmesinde, (Kıvılcımlı, bir ameliyat sonrası Cerrahpaşa’da yatarken görüşmesinde) bunu ileri sürmüştü. Bunu şöyle dile getirmişti: İnceleyeceğim. Şu an görüşleriniz bana yanlış gelmiyor, eserlerinizi inceleyeceğim, doğru bulursam sizin saflarınızda yer alacağım. Ama, biraz önce Aydın Çubukçu Arkadaş anlattı, o genç yoldaşlarımız 15 gün sonra Halk Savaşı başlamıştır, dediler. 15 gün arkadaşlar, bu konuşmayla bu sözünü ettiğim olayın arası 15 gün… En azından ben algılayamıyorum, hiç kimse de algılayamaz: yüzlerce teorik-pratik eser var, nasıl bir hesaplaşma oldu bu 15 güne sığan? Pratikte olmadığını biliyoruz, çünkü pratikte tamamen farklı bir noktaya varıldı. Bunun sonuçlarını da hep beraber yaşadık. Deniz, Mahir Yoldaşlar’ın, bizce 12 Mart Faşizmiyle, 12 Eylül Faşizmiyle, mücadele hatlarının doğru olmadığı kanıtlandı, değerli arkadaşlar. Yaşayan özellikleri ne? Devrimci mücadelede kararlılıkları… Deniz Yoldaş’ın da Mahir Yoldaş’ın da hep söylediği gibi, ABD Emperyalizmine ve Avrupa Birliği Emperyalizmine karşı kararlı Antiemperyalist tutumları… Her ikisinin de eserleri, gerekirse okuruz hep beraber, savunmaları var, eserleri var, döne döne belirtirler, Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’na sonuna kadar sahip çıkarlar, biz bu ülkenin ikinci Kurtuluş Savaşçılarıyız, derler döne döne. Türkiye’nin İkinci Kurtuluş Savaşı esprisini yani Demokratik Halk Devriminin, Türkiye Halkının anlayabileceği biçime büründürülmüş biçimi demek olan İkinci Kurtuluş Savaşı kavramını da Türkiye’de ilk kullanan, Türkiye Devrimci Hareketinde ilk kullanan, Hikmet Kıvılcımlı’dır. Bu yoldaşlar da ondan almışlardır. Devrimci Hareket bir bütündür. Karşılıklı birbirlerinden etkilenmeleri, teorik-pratik etkilenmeleri yanlış değil. Önemli olan bunu, hep söylediğimiz gibi, Devrimci temelde, Devrimci kurallara uygun almak ve bu doğrultuda davranmaktır. Şark toplumuyuz. En büyük sıkıntımız, toplantıyı yöneten arkadaş, başkan, Hikmet Kıvılcımlı en eski Sosyalizm vesaire anlatır der, Eneski Sosyalistler, Eski Sosyalistler, Yeni Sosyalistler, Enyeni Sosyalistler diye. Kıvılcımlı da bunu şu gerekçeyle söylüyor, değerli arkadaşlar. Bu toplumdayız. Doğu Toplumunda her gelen, ne diyelim, iktidar, her gelen kuşak, Tarihi kendiyle başlatır. Benden öncesi tukaka, ben geldim Devrim zuhur etti, benden öncesi yok... Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... Bundan bugüne kadar devrimci hareket bir şey kazandı mı? Hâlbuki bizim Marksizm-Leninizmden ve Hikmet Kıvılcımlı’dan öğrendiğimiz, bir uluslararası Devrimci Hareketin de temel kuralı var, değerli arkadaşlar. Bir ülkenin Tarihi boyunca yapılmış bütün mücadeleleri Devrimci temelde değerlendireceksiniz, Diyalektik Materyalist yönteme göre eleştirel değerlendireceksiniz. Artıları alacaksınız. Eksileri aşacaksınız. İnkâr, devrimci bir yöntem değil. Hikmet Kıvılcımlı Demokratik Halk Devrimini savunmuş 1920’lerden bu yana. Ve O’nun devamcıları 1920’lerden bu yana söylenenlerin altına imza atmakla övünürler. Bu körü körüne bir bağlılık mı? Tanrısal ayetler değişmez; biz tabulara dokunmayız, düşüncesi mi? Hayır. Çünkü Marksizm-Leninizme, Diyalektik Materyalist yönteme göre üretilmiş teorik-pratik temel prensipler değişmez. Dönemlerinin koşullarında var olan geçerliliklerini aynen sürdürürler. Ama biz biliyoruz, bazı siyasetlerin tarihinde her 5 yılda bir temel değişiklikler oldu, oluyor. Bu dediğimi de abartı olarak algılamayın, somutlayabilirim, 5 yılda bir söylediklerinin 180 derece zıddını söylerler. Nerede kaldı Devrimci Teori, uyanıklık? Devrimci Öngörürlük? Marksizm-Leninizmin bilim olduğu nerede kaldı? O yüzden bu çağrımız, aynı zamanda bir devrimci çığlık, değerli arkadaşlar. Sosyalist Blok’un yıkılışından bu yana dünya genelinde devrimci hareket alabildiğine, İşçi Sınıfı hareketi alabildiğine geriledi. Bayır aşağı bir gidiş var. Bunun doğrudan ülkemize yansıması, devrimci harekette teorik-pratik büyük sağa savrulmalar var. Bugün ABD’nin NDA’da üretilen “Project Democracy”yi, Devrimci Demokrasi olarak savunan siyasetlerimiz var. Sorosçuluğun devrimcilik olduğunu düşünerek savunan siyasetlerimiz var. Bunlar Mahirler’in döneminde, Denizler’in döneminde, Hikmet Kıvılcımlı’nın döneminde düşünülemez şeylerdi, değerli arkadaşlar. O yüzden biz, aynı zamanda bu gelenekten gelen bütün yoldaşlar, bir kez daha bunu devrimci bir görev olarak görüyoruz, Mahir’in, Deniz’in savunmaları, eserleri, ürünleri ortada, değerli arkadaşlar. Bir kez daha bakın Ulusal Kurtuluş Savaşı’na nasıl yaklaşmışlar, 27 Mayısa nasıl yaklaşmışlar, Mustafa Kemal’e nasıl yaklaşmışlar… Hikmet Kıvılcımlı’nın bu eseri “İhtiyat Kuvvet-Yedek Güç”, Kürt Meselesi üzerine, 1933’de üretilmiş. “Yol Serisi” denilen, 7 ciltlik serinin bir parçasıdır. Bu Yol eseri de o dönem içinde yer aldığı örgütsel yapının gerekli kıldığı, yine tamamen devrimci görevlerle ilgilidir. Ele aldığı konular ise içinde bulunduğu TKP Merkez Komitesi’ne, kendi deyimiyle 10 yıllık devrim mücadelesinin, artılarının eksilerinin değerlendirilmesini ve çıkan dersler ışığında gelecek mücadelenin önünün aydınlatılmasını içerir. Türkiye’deki sınıfsal ilişki ve çelişkileri, düşmanımız olan Burjuvanın niteliğini, müttefik olan Köylülüğün niteliğini ve Parti içerisindeki mücadelelerin niteliğini değerlendirmiştir. Bu çerçevede yine yanı başımızda olan, Kürt Meselesi’ni de değerlendirmiş ve Partiye sunmuştur. Yani bu da bir eser yaratayım kaygısıyla değil, devrimci mücadelenin yolunu aydınlatmak için kaleme alınmıştır. Bu eserlerin yazılış tarihi ise 1930’lardır, arkadaşlar; dikkatinizi çekerim. Şimdi biraz önce bir arkadaşımız dedi ki, Kemalizmle 70’lerde Kaypakkaya kopuştu, daha öncesi yok. Bu eserlerde ve Hikmet Kıvılcımlı’nın 65’ten 70’e, 12 Mart’a kadar çıkan tüm eserlerini inceleyin, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın niteliği konusunda hiçbir bulanıklık yok, arkadaşlar. Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız, Antiemperyalist bir Kurtuluş Savaşı’dır, önderliği Anadolu Burjuvazisidir. Mustafa Kemal de bu Kurtuluş Savaşı’nın önderidir. Kıvılcımlı’nın hiçbir eserinde, hiçbir yerinde, örneğin küçükburjuvazinin en devrimci kanadının vesaire diye bir şey bulamazsınız. Ama sonuçta Emperyalizme karşı verilmiş, Dünyanın Devrim Önderi, Devrimler Kartalı Lenin’in silahıyla, parasıyla, her türlü ilişkileriyle desteklediği bir Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Antiemperyalist niteliğini görmek, bunu gündeme getirmek devrimci harekete niye zarar versin, değerli arkadaşlar? Bizim görevimiz ne? Burjuvazi önderliğindeki Ulusal Kurtuluş Savaşları, Burjuva Devrimleri dünyanın neresinde sonuna kadar gitti ki, Dünyanın neresinde Komünizme vardı ki Türkiye’de varsın? Bizim görevimiz, Burjuvazinin bıraktığı yerden başlamak. Yani Demokratik Halk Devrimini Proletarya önderliğinde, gerçek sonucuna ulaştırmak, oradan Sosyalist Devrime ulaşmak. Devrimcilerin görevi geçmişlerini inkâr etmek değil, değerli arkadaşlar (Toparlayacağım Başkan.) Şimdi benzer olaylar aslında gözümüzün önünde şu an dünyada gelişiyor. Ve çoğunuz da bunlara alkış tutuyorsunuz. Örneğin Küba Devrimi’ni, Devrimciliğini sorgulayacak arkadaşı- mız bulunmaz herhalde. Şu en gerici koşullarda bile neler yaptığını, Sosyalizmin bayraktarlığını nasıl yaptığını görüyoruz. Onların önderleri olarak, geçmiş tarihsel önderleri olarak gördükleri Jose Marti, Sosyalist mi? Jose Marti’nin görüşleri Burjuva Devrimci Görüşler değil mi? Yakın tarihe gelelim. Bugün ABD’nin Latin Amerika’da kâbusu olan, elbette Küba’daki Devrimci İktidarın da büyük etkisiyle, Latin Amerika’yı ABD’nin arka bahçesi olmaktan çıkaran, ikinci en önemli adımı atan Hugo Chavez’in, teorik-pratik önderi olarak kabul ettiği, kendi devrimine Bolivarcı Devrim diyerek, onun adıyla adlandırdığı Simon Bolivar Komünist mi? Sosyalist mi? Değil arkadaşlar. Hatta sınıfsal konumu Mustafa Kemal’den bile geri. Mustafa Kemal halk çocuğu. Bolivar bir aristokrat. Görüşlerini, siyasi görüşlerini, ülkenin, Latin Amerika’nın sömürge kurtuluşu noktasındaki görüşlerini bir kenara bırakırsanız, iktidar anlamında getirdiği görüşleri, tamamen Aristokrat görüşler. En fazla Burjuva çerçevede bir devlet kurmak istiyor. Ama yapılan ne? O dönemki Portekiz ve İspanyol Sömürgecilerine karşı bir Ulusal Kurtuluş Mücadelesi vermiş, konumu itibariyle bu bir Antiemperyalist mücadele ve Venezüella’daki Devrimciler de bu geleneğe sahip çıkıyorlar. Bu geleneğe sahip çıkmak demek, bunu tümüyle kabul etmek demek değil. Bizim literatürümüzü, Hikmet Kıvılcımlı’nın literatürünü alın inceleyin. Halkın Kurtuluş Partisi’nin bu konuda onlarca, yüzlerce yayını var, alın inceleyin, bunun dışında tek bir tarif, laf bulamazsınız. Biz hep deriz ki, Kemalizm Burjuvazinin ideolojisidir. Burjuvazi kendi sınıfsal çıkarlarını, Kemalizm adı altında gündeme getiriyor. Mustafa Kemal’in kendisi bile Kemalizmin ne olduğunu bilmez. Biliyorsunuz, Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Çankaya’ya tıkadılar. Etrafı tamamen sarıldı burjuva güçler tarafından ve çok erken yaşta da, özünde bakarsanız, pratikte öldürüldü. O yüzden biz bu Tarihimizi alacağız. Çünkü değerli arkadaşlar bu da Uluslararası Devrimci Hareketin bir değerlendirmesi. Dünyada ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı biliyorsunuz Çin’deki Sun Yat Sen önderliğindeki Çin Ulusal Kurtuluş Savaşı. Fakat Dünyada ilk başarıya ulaşmış Ulusal Kurtuluş Savaşı, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı. Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı diyoruz ama, bu o dönem sadece Türkler tarafından mı verildi? Elbette değil. Biliyoruz, Türkler, Kürtler o dönem bu topraklarda yaşayan insanlar hep birlikte Emperyalist İşgale karşı mücadele ettiler. Sonrasında gelişen süreç, burjuva iktidarların doğal tarihsel süreci. Dünyanın her tarafında böyle… Biz bunu değerlendireceğiz bundan yararlanacağız. Değerli arkadaşlar Kısaca, bugün büyük bir sağa savruluş var Türkiye Devrimci Hareketinde. Bundan kopmak gerekir, bundan kurtulmak gerekir. Bundan kurtulmadığımız sürece, Devrimciler olarak doğru hatta, doğru devrimci hatta gelmediğimiz sürece, Türkiye Halkına karşı, bu topraklarda yaşayan Halklara karşı görevimizi yerine getirme şansımız yok. Türkiye Halkı bugün bu koşullardaysa, ABD, AB Emperyalizminin neredeyse açık işgali altındaysa, yerli yabancı Parababalarının doğrudan zulmü altındaysa, ülke neredeyse 1919’lardaki gibi yeniden tümüyle emperyalistlerin Yeni Sevr Planı doğrultusunda emperyalist amaçlar için (değerli arkadaşlar, bunları önemseyin), yeniden şekillendirilmek cesaretini gösterebiliyorsa bunun en büyük sorumlusu biz devrimcileriz Bugün bu topraklara Yeni Sevr sürecini dayatıyorsa (bunu açık söylüyor adamlar, haritasını yayınlıyor, Condoleezza Rice de hatırlarsanız açıkladı, “Ortadoğu’ya yeni bir şekil vermenin zamanı geldi”, diye), ne bu o zaman? 24 tane yeni devletçik çıkaracağız, diyorlar. Bu Bölge Halklarını çok sevdikleri için mi? Somut konuşalım. Ben bir Kürdüm, değerli arkadaşlar şeyimizden, konuşmamızdan da anladığınız gibi. Adıyaman doğumluyum. Bir Kürdüm. Şimdi bunların haritaları var: “Free Kürdistan” diye. Okudunuz mu? Görmüşsünüzdür mutlaka. Şimdi emperyalistler bu “Özgür Kürdistan”ı, kendi mantıkları içerisinde, Kürdü çok sevdikleri için mi gündeme getiriyorlar? Kürt Ulusu gerçekten kurtulsun, biraz da hak ve özgürlüklere onlar sahip olsun diye mi yapıyorlar? Buna inanabilir miyiz? Elbette hayır. Arap Ulusu’nu, tek bir Arap Ulusu’nu nasıl 22 parçaya böldülerse, Kürt Ulusu’nu (yine bunu yapan emperyalistler), nasıl 4’e böldülerse, bugün Ortadoğu’yu yeniden 24 parçaya daha bölüp, “böl parçala yönet” mantığıyla tümüyle ele geçirmek için yapıyorlar. Buna karşı mücadele etmek her devrimcinin görevi. Biz Kürt Sorunu konusunda (Hikmet Kıvılcımlı’nın bu eserini inceleyin, değerli arkadaşlar. Bu büyük bir iddia gibi geliyor, biliyorum size bugün, 1933’de yazılmış bir eser bu), biz iddia ediyoruz ki, bırakın Türk Solu’nu, Kürt Solu halen buradaki düzeye ulaşmış değil. Keşke ulaşsa… Keşke, artık zamanca ve olayca bu eser aşıldı, şimdi daha doğru devrimci bir hat var, diyebilsek... Yönetici: Teşekkür edebilir miyiz? Sait Kıran Yoldaş: Tek cümle Başkan. Hikmet Kıvılcımlı, bir Kızıl Savaş Bayrağı, değerli arkadaşlar. Bugün Türkiye Halklarının içerisine düşürüldüğü bu olumsuz durumdan kurtuluş yolunu gösteren bir Kızıl Deniz Feneri. Bu Fenerin ışığı tüm Devrimci hareketin kullanımına hazır. Yeter ki bu konuda gerekenleri yapalım. Hikmet Kıvılcımlı, iddia edildiğinin aksine, tüm Türkiye Devrimci Hareketinin, (bir yoldaşımız “Tüm Türkiye Devrimci Hareketinin birlikte yer almaları mümkün değil” dedi.) tek bir parti çatısı altında örgütlenebileceğine inanıyor, bütün yaşantısı boyunca bunun mücadelesini verdi, Halkın Kurtuluş Partisi olarak da biz de bunun mücadelesini veriyoruz. Türkiye Devrimci hareketi tek bir parti altında, gerçek bir Marksist-Leninist Parti çatısı altında birleşmediği sürece yenilgiden kurtulma şansına sahip değil… Uzun zamanınızı aldım. Sabırlarınızı zorladım. Teşekkür ederim. Soru 1- Merhaba Arkadaşlar. Bu toplantıyı düzenleyenlere teşekkür ediyorum. Ben biraz geç kaldım. TMMOB’un etkinliği vardı. Mücadele günü nedeniyle oradan gelmiştik. İlk konuşmacıyı kaçırdım ama diğerlerini izledim. Ama sondan başlayayım. Sondaki arkadaşımın konuşma tarzı öyle bir şeydi ki, buradaki herkesi bir fırçaladı, dövecekti falan… Böyle yaparak sanıyorum Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı tanıtmadınız. Tanıtmasının önüne engel oldunuz. Evet, böyle bir realite var Kıvılcımlı’yla ilgili. Yeteri kadar tanınmamıştır ama keşke bu zamanında, onda Tarih Tezi’nin, Tarih Tezi’nin arkasındaki, işte Marksizm-Leninizm, işte Batı Toplumlarındaki çıkış koşullarıyla, bunun analiz noktasındaki farklılıklarını anlatsaydınız çok daha yararlı olurdu. Soru 2- Ben Üstün Erdoğan. Doktorcu zemindeyim. Gerçekten arkadaşımız, bize, Doktorculara da yani, 40 yıldır bunun içindeyim, başımıza vura vura yani, ben size öğretirimi eğer yapmasaydı daha iyi olurdu, buradaki herkes için daha anlamlı olabilirdi Hikmet Kıvılcımlı, biçim açısından bu. Ama özce Kıvılcımlı’yı taktik meselelere, yani örneğin İhtiyat-Yedek Güç meselesine çekmek yerine, Kıvılcımlı’nın Marksizme katkısını, Üretici Güçler Teorisini, Toplum Biçimlerinin Gelişimini, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çelişkisini, birlikte gidişini, bunu Ortaçağdaki Devrimlerin, kölelerin Devrim yapamayışının, işlevlerini yapamayışının, dıştan nasıl devrimsel süreç işletişini anlatsaydı, bugün Kürt Meselesine kendisinin tam da karşı durduğu yerden, daha Devrimci bir bakış olmaz mıydı? İki, Kapitalizme geçiş veya geçemeyiş, sınıflı toplumlara geçiş veya geçemeyiş açısından, İngiltere ilk Kapitalizme geçiş örneği, Japonya komün güçlerinin son Kapitalizme geçiş örneği, Bilimsel Sosyalimin Doğuşu, Toplum Biçimlerinin Gelişimi açısından, bu meseleleri, Kıvılcımlı’nın Marksizm’e, emek sermaye çelişkisi açısından, tamamlamış olarak ve yine Marksizm’i bir metot olarak, bütünlüklü kavranışı tarih bilinci olarak, kavranış olarak varsa bir tezi eğer, anlatmış olsaydı daha değerli, bu polemikler yüzünden, pratik kötü polemikler yüzünden eğer bir teori insanıysa ve bu komünizme uluslar, tüm kapitalizme karşı bir cevapsa, daha değerli, daha anlamlı bir katkı olmaz mıydı? Sait Kıran Yoldaş: Değerli arkadaşlar, şimdi, derdi çok olanlar, ister istemez biraz, ne diyelim, çok bağırırlar. Hikmet Kıvılcımlı’nın, 12 Mart sonrası bir yazısının başlığı öyledir: “Kimin ağrır o bağırır”. Biraz önce söyledim; biz Türkiye Devrimci Hareketinin çok büyük bir açmaz içinde olduğunu görüyoruz ve bunun başlıca sorumlularının Türkiye Devrimcileri olduğunu görüyoruz, kendimizi de içine katıyoruz. Türkiye Devrimci Hareketinin kendi birliğini sağlamadığı sürece, gerçekten kendi tarihinde var olan bütün değerlerini, devrimci ideolojik mücadeleyi bir an bile elbette aksatmadan, bütün boyutlarıyla değerlendirip bir potada eritmediği sürece, başarıya ulaşamayacağına inanıyoruz ve bunun Türkiye Halkları karşısında Devrimcilerin omzunda büyük bir sorumluluk olduğuna inanıyoruz. O yüzden meramımızı anlatmaya çalışıyoruz. Yoksa şöyle bir derdimiz yok, değerli arkadaşlar, bu benim samimi görüşüm; kimseye ders vermek, yok böyle üst perdeden konuşmak vesaire, böyle bir kaygımız yok. Üslubumuz bu, tarzımız bu... Lütfen bir kez de şöyle algılayın, yahu şu dinine yandığım Hikmet Kıvılcımlı’nın mücadele tarihinde hep bunu yaptınız; Kurtuluş Partililere, Devrimci Mücadelecilere hep bunu dediniz; bir kez de bu üslubu bir kenara bırakın da bu adamlar ne diyor, bir kez bunu bir dinleyin yahu. Bunu bir anlamaya çalışın... Niye söylüyorum bunu? Yıllardır hep aynı problem, esasa gelelim, değerli arkadaşlar. Şimdi bir arkadaşım söyledi, biz de Doktorcu gelenekteniz, dedi. Ben kendisini tanımıyorum, tanımamak benim eksikliğimdir. Kendisi de bugüne kadar kendisini bize tanıtmadı, bilmiyoruz. Ama bizim tam da kaçındığımız bu: Hikmet Kıvılcımlı’yı sadece bir teori adamı noktasına indirgemek! Hayır, Hikmet Kıvılcımlı, ben başta konuş- B mamda döne döne söyledim, Türkiye Devrimi’nin teorik pratik önderidir. Sadece teori adamı değildir. O nedenle burada, el insaf, 20 dakika hatta zamanımızı da aştık, değerli arkadaşlar, Tarih Tezi 50 yıllık bir araştırma ürünü, öyle 20 dakikada verilecek bir şey mi? Versem, ancak şu an sizi uyutmaktan başka olaya yol açmazdı. Benim meramım o değil ki, ben üzüm yemek istiyorum, bağcı dövmek istemiyorum. Değerli arkadaşlar, Hikmet Kıvılcımlı, “Ben insanın hayvan yerine konmasına karşı olduğum için Sosyalistim” diyor ve bütün tarihi boyunca, bu yine bütün Devrim Ustaları için kendisinin de söylediği bir şeydir, İnsanlığın kurtuluşu için insanlığından başka her şeyini vermiş bir devrimci önderdir. Bu bakışla bir kez daha söylüyorum; Hikmet Kıvılcımlı sadece bir şey bekliyor, kendisinin yine söylemiyle: “Ben kimseden kendim için bir şey istemedim. Proletarya yoldaşlığı ve dürüstlüğü dışında hiç bir şey istemedim. Kimsenin de benden başka bir şey istemesine izin vermedim. Görev yapıyorduk, muhallebi değil. Görev yapmakta çok iyi biliyoruz vurmak da var vurulmak da.” Bu devrim önderini bu şekilde algılayıp gereğini yaparsak, hep beraber, tüm Türkiye Devrimcilerini gerçek Proletarya Partisi altında birleştirirsek, Türkiye Halkına karşı görevimizi yerine getirmiş oluruz. Yoksa bu masa başlarındaki konuşmalarla, başka yerlerde herkesin kendi küçük, büyük yapılarında yaptığı konuşmalarla, tartışmalarla biz devrimcilik yaptığımızı sanırız. Fakat Türkiye Halkına karşı görevimizi yerine getirmiş olmayız. Bütün devrimcileri, demokratları göreve çağırıyoruz, yaptığımız bu. Teşekkür ederim. Cumhuriyet: Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın Kazanımıdır irinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız zaferle sonuçlanınca, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyet’in niteliğini bize en iyi anlatan, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda Yörük Ali Efe Çetesi’nde savaşan, Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanlığına kadar yükselen, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın stratejisini de çizen, Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’dır: “Bunu, bize en iyi özetleyen kişi, Cumhuriyet’in ölümsüz kurucusudur. “Mustafa Kemal, Türkiye’yi yüzyıllardan beri iki büyük kahredici gücün, iki büyük lanetleme gücün ezdiğini haykırdığı gün, Türkiye Büyük Millet Meclisinin gönderesine ilk Cumhuriyet bayrağını çekmişti. “Bu iki kahredici, lanetleme, baş belası güç neydi? “Mustafa Kemal’e göre; birisi Emperyalizm, öteki Saltanat’tı. “(…) “Onun için Türkiye’de Cumhuriyet demek, Türk Milletinin bağrına oturmuş olan Emperyalizmle Saltanat’a karşı kurduğu bir savunma kalesi demektir. (…) “Cumhuriyet Saltanat kazanını devirip, emperyalizmin ateşini Türkiye’de söndürdüğü için, bir Millî Kurtuluş yarattı. “Cumhuriyet emperyalizme, yani Cihan Finans-Kapitalizmine ve Saltanat’a, yani Osmanlı Tefeci-Bezirgânlığına karşı savaşarak doğdu. “Türkiye’de Cumhuriyet’in anlamını yücelten ve kutsallaştıran, Mustafa Kemal’in hiç hayale kapılmaksızın pek açık belirttiği, o her iki irtica cephesinde, her iki gericilik cephesinde başardığı savaştır. “(…) “Cumhuriyetin başlıca “hikmeti vücudu”: Birincisi, saltanatı (Türkçesi: DOĞU GERİCİLİĞİİ), İkincisi Emperyalizmi (Türkçesi: BATI GERİCİLİĞİİ) yok etmekti.” (Hikmet Kıvılcımlı, Cumhuriyet Bayramı Nedir? 29 Ekim 1968) Çok büyük bedeller ödeyerek inlerine gönderdiğimiz Emperyalistler bugün ülkemizi yerli satılmışlar eliyle Yeni Sevr’e doğru götürüyorlar. Kapıdan kovduk kan dökerek, önce bacalarımızdan girdiler, bugün Yerli Satılmışlar eliyle ellerini kollarını sallayarak kapıdan 7 içeri giriyorlar. Ülkemizin Kuvayimilliye yadigârı kamu kurumları, ağır sanayi tesisleri, madenleri, limanları, iletişim sistemleri, bankaları, toprakları, vatan tanımaz, halk düşmanı bu ümmetçi kafa tarafından, yangından mal kaçırırcasına, haraç mezat yerli-yabancı Parababalarına, Özelleştirme adı altında peşkeş çekilmekte. 88 yıl önce Emperyalistlerle işbirliği yapıp vatanı Sevr’e götürdü Ortaçağcı İrticacılar. Günümüzde de ABD ve AB (AB-D) Emperyalistleriyle elbirliği edip ülkemizi Yeni Sevr’e doğru götürüyorlar Ortaçağcı Tayyipgiller. Mustafa Kemal ve Arkadaşlarının bizlere emaneti olan bütün kurumların başına Ortaçağcılar çöreklenmiş durumda. AB-D Emperyalistleri, Tayyipgiller maşasıyla Halklarımızı, “Ilımlı İslam” adını verdikleri Ortaçağ karanlığına doğru sürüklüyorlar. 88 yıl önce Türk ve Kürt Halkı ortak mücadele ederek gerçekleştirdik Ulusal Kurtuluşu. Bugünlerde bin yıllık bu kardeşliğin temellerine dinamitler döşenmekte… “Birinci Kuvayimilliyecilik: SİLÂHLI, askercil, sıcak savaştı. Bu savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı.” (Hikmet Kıvılcımlı, agy) 88 yıl öncekine göre durum daha vahim. Karşıdevrimci cephe daha da genişlemiş durumda. (AB-D) Emperyalist canavarlarının yanında yerli Parababaları (TÜSİAD, TİSK, TOBB, MÜSİAD), Ortaçağcı-Şeriatçı Tayyipgiller, pezevenkleşmiş medya kalemşorları, gafilliğinden AB-D yolunu savunan, farkında olmadan solculuk yaptığını sanıp bu cephenin içinde yer alan Sahte Solcular, hainliğinden AB-D kucağında gönüllü yer alan Sorosçu uşaklarla… Genişlemiş bu Yeni Sevrci Cepheyle adım adım bataklığa sürüklüyorlar ülkemizi. Ama bu acılı günler gelip geçici. Son duruşmada ya da son muharebede kazanan yiğit devrimci halklar olacaktır. İnsanlığın başbelası, alçak emperyalist haydutlara bel bağlayanlar, onlardan medet umanlar, onlarla ittifaka girenler ve AB-D yolunu çözüm diyerek savunanlar, sonunda hüsrana uğrayacaktır. İşçi Sınıfımız, üretmen halkımız, esnafımız, namuslu aydınlarımız, Sivil-Asker Gençliğimiz ve Kürt kardeşlerimizle omuz omuza vererek, hainlerin-işbirlikçilerin egemen olduğu bu soygun ve vurgun düzenini, yerli-yabancı Parababaları düzenini yıkacağız. Demokratik Halk İktidarını kuracağız. 29 Ekim 2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 8 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Kahraman Gerilla Che halkların devrimci mücadelesinde yaşıyor... Ernesto Che Guevara: Doğru inanç, doğru bilinç, doğru amaç, doğru söz, doğru davranış, doğru çaba demektir Baştarafı sayfa 1’de Ve Che yüzyıllar boyu unutulmayacak. Ancak doğru bir dava uğruna mücadele eden ve bu dava uğruna her zorluğu, her acıyı seve seve kabullenen bir insanın sahip olabileceği o kararlı gözler, yüzyıllar boyunca dosta güven, düşmana korku salmaya devam edecek. Recep Vurmuş Yoldaş’ımızın düzenlemesi olan Che Afişleriyle donattık Ankara sokaklarını, caddelerini ve mahallelerini... Gericilere, insanlık düşmanlarına o kadar korku salmış Devrimci Önder Che Yoldaş’ın gözlerini boyayla kapatmaya çalıştılar. Ama nafile. O kararlı gözler boyamayla ortadan kaldırılamaz. O gözler 44 yıldır insanlık düşmanlarına kâbus oldu bundan sonra da olmaya devam edecek. Sadece gericilere korku salmıyor Gerçek Devrimci Che’nin gözleri. Sevr’ci Soytarıların en paçavra bileşeni ESP-Atılım siyasetine korku salıyor O gözler. O kararlı gözlerden ürküntüye kapılıyor ESP. Kendilerinde olmayınca Devrimci Kararlılık, Devrimci Bilinç ve Devrimci İnanç, Kararlılığın, Bilimin, Bilincin ve İnancın temsili o gözlerin bulunduğu Partimizin afişlerine saldırıyor ve yırtmaya kalkıyorlar 8 Ekim’deki Ankara Mitinginde. Gerçek Devrimciler Halkın Kurtuluş Partililer ve Nakliyat-İş’li İşçilerden alınca cevaplarını topuklayıp gidiyorlar. Sonrasında kortejlerimiz geçince, Kurtuluş Partililerin olmadığı bir ortamdan “cesaret” alarak afişlerimizi yırtıyorlar Sevrci Soytarılar. Yürekleri de bu kadar hainlerin. Zaten hep dememiş miydik “Hain korkak olur” diye… Bilimli, bilinçli, inançlı ve kararlı mücadelenin temsilcileri, Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileri Kurtuluş Partililer, Kahraman Gerilla Che Yoldaş’ı bedence aramızdan ayrılışının 44’üncü yılında ülkemizde yaşatmaya devam ediyorlar. Sosyalizmin dünyada bayraktarlığını yapan Küba’nın Temsilcisi Büyükelçi Jorge Quesada Concepciòn Yoldaş, Latin Amerika’dan sol rüzgârları estiren Chavez Yoldaş’ın ülkesi Venezüella Bolivar Cihan Çakır Yoldaş’ın Açış Konuşması Kurtuluş Partililer ve saygıdeğer misafirlerimiz, Hepiniz bir Kahraman Gerilla Che Guevara anmasına daha hoş geldiniz. Türkiye’nin Eneski Sosyalistlerinin, gerçek Devrimcilerinin bulunduğu bu ortamda, hakkına yaraşır bir şekilde Kahraman Gerillayı anacağımıza, hep beraber anacağımıza inanıyorum. Latin Amerikalı Devrimci Şair, Che için, o ünlü fotoğrafını bildiğimiz, daha doğrusu ünlü fotoğrafında belki ilk defa tanıdığımız Che için şu yorumu yapıyordu: “İnsan kendisini yüce bir davaya adarsa öyle bakabilir. Böyle içtenlikle ve saf bakabilir.” Hangi davaydı o? O, insanlığın tek bir Sosyalist Aile olabileceğine inanmış bir adamın davasıydı. Ve buna inandığı andan itibaren bütün yaşamını, o davayı gerçek kılmak için biçimlendirdi ve ona adadı bütün bedenini ve ruhunu. karşı bir savaş çağrısı ve insan soyunun en büyük düşmanı Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı halklara yapılan bir yoklama çağrısıdır. Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi.” Evet arkadaşlar, yoldaşlar, misafirlerimiz, “ölüm hoş geldi sefa geldi” diyen bu Devrimcinin anısı önünde tüm Devrim Şehitlerini anmak için sizleri saygı duruşuna davet ediyorum. Che kimdir? Ben birkaç tane kelime sıralayacağım arka arkaya, sanırım hiçbirimiz, “hayır O değildir, O’nda cisimleşmemiştir bu kelimelerin anlamı” diyemez. Che cesarettir, ilham kaynağıdır. Heyecandır. İnsan sevgisidir Che. Yaratıcılıktır, kararlılıktır, hoşgörüdür Che. Alçakgönüllülüktür, gerçeğe bağlılıktır, dürüstlüktür, çalışkanlıktır, yiğitliktir, düşmana korku, dosta güvendir Che. Adalettir ve savaşçılıktır. Che hepimizin onurudur. “Che Guevara Ölümsüzdür” Che’nin “Küba’da Sosyalizm ve İnsan” eserinden birkaç cümle aktarmak istiyorum sizlere. O’nu anlamak için herhalde önümüzü açacaktır bu cümlelerin anlamı. “Herkes, her birimiz, ödülün tamamlanmış bir görevden başka birşey olmadığının ve ufukta görünen yeni insana doğru birlikte ilerlenmesi gerektiğinin bilincinde olarak, titizlikle payımıza düşen fedakarlıkta bulunuyoruz.” “İnsana duyulan bu sevgiyi, somut bir şeye, harekete geçirici bir örneğe dönüştürmek için hergün mücadele etmek gerekir.” İşte Che bunun için bir mücadele adamıydı. İnsana duyduğu sevgiyi gerçek kılmak için. Ve ünlü mektubunda hepimize, kendisinden sonra gelecek, aynı dava için mücadele edecek herkese şöyle sesleniyordu Che: “Eylemlerimizin her biri emperyalizme Türkiye’deki temsilcisi Küba Büyükelçisi Jorge Quesada Concepciòn Yoldaş’ı konuşmacı olarak davet ediyorum. Selam olsun bizden önce geçene Selam olsun savaşırken düşene. Anısı mücadelemize önderlik ediyor. Sosyalimin onurlu bayrağını hiç düşürmeden hâlâ dimdik ayakta tutan Küba Halkının (Sloganlar… Viva Küba Viva Sosyalizmo. Alkışlar…) Latin Amerika’nın, artık Başhaydut ABD’nin arka bahçesi olmadığını en açık şekilde kanıtlayan, Venezüella Halkının Yiğit Temsilcisi, Chavez Yoldaş’ın Türkiye’deki temsilcisi Raúl Betancourt Seeland Yoldaş’ı, Venezüella Bolivar Cumhuriyeti Temsilcisini çağırıyorum. (Alkışlar… Sloganlar… Viva Chavez Viva Venezüella…) Halkın Kurtuluş Partisi Merkez Komite Üyesi ve Ankara il Başkanımız Sait Kıran Yoldaş’ı çağırıyorum. (Sloganlar… Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi… Alkışlar…) Etkinliğimiz boyunca Sülünay Çakır Hanım da, İspanyolca yapılan konuşmaları bizim anlayabilmemiz için çevirerek bize yardımcı olacak. Şimdiden kendisine de teşekkür ediyoruz. (Sloganlar… El Pueblo Unido Jamás Será Vencido…) Cumhuriyeti’nin temsilcisi Büyükelçi Raúl José BETACOURT SEELAD ve Halkın Kurtuluş Partisi Merkez Komite Üyesi Sait Kıran Yoldaşlar, Kahraman Gerilla Che’yi adına yaraşır bir şekilde anmak için bir araya geldiler. Che’yi Anma Etkinliği, Türk Hukuk Kurumu’nda 09 Ekim Pazar saat 14.00’da MYK Üyesi Cihan Çakır’ın sunumuyla başladı. Ardından sinevizyon gösterimi gerçekleştirildi. Küba Büyükelçisi Jorge Yoldaş, toplumsal bilincin yönlendirilmesinde ve uyanışında elzem rol oynayan büyük insan Che’yi anlattı. Che Yodaş’ı Dünya Halklarının neden efsaneleştirdiğini; Che’nin, düşündüğü gibi hareket eden ve inançlarına sadık bir insan olduğunu, yılmaz mücadelesiyle Che’nin daha adil, eşitlikçi, dayanışmacı daha iyi bir dünyanın mümkün olduğunu gösterdiğini, Che’nin tüm dünyaya büyük bir miras bıraktığını ve devrimcilerin de bırakılan bu mirasın devamcıları olduklarını, Che’nin yaşamının örnek olduğunu ve bu örneği izlemeye çalışmanın da; büyük hegemonyacı güçlerin elinde tuttuğu pazarın dayattığı güçsüzleşen topluma bugün bir alternatif yaratmaya çalışan bizlere düşen görev olduğunu aktardı, Fidel ve Raul Yoldaş- ların, Küba Halkının Temsilcisi Jorge Quesada Concepciòn Yoldaş. Venezuela Bolivar Cumhuriyetinin temsilcisi Raúl Yoldaş, her zamanki dost sıcaklığı ve samimiyetiyle Halkın Kurtuluş Partilileri selamlayarak başladı konuşmasına. Che’nin Enternasyonalist bir devrimci önder olduğunu, Latin Amerika’nın kurtuluşuna kendini adadığını ve O’nun olumlu bütün sıfatları hak ettiğini vurguladı. Che için Devrimciliğin, her insanın varmayı hedefleyeceği en üst basamağı temsil ettiğini, bir devrimci olarak örneğinin geçerliliğini bugün de koruduğunu ve Che gibi insanların boş yere yaşamadıklarını ve tarihi değiştire geldiklerini aktardı. Ve “Bu yüzden her zaman hatırlamalıyız ki: Devrim, hayatı idame ettirmek için dilde yaşanmaz o, ruhumuzda taşıdığımızdır’” diyerek, Che’ye yönelik sözlerini tamamladı. Raul Yoldaş, Venezüella’da Sosyalizmin Halka neler getirdiğini ve Chavez Yoldaş’ın sağlığı hakkında katılımcıları bilgilendirdi. HKP Merkez Komite Üyesi Sait Kıran Yoldaş, Che Yoldaş’ın bütün yaşamını gözler önüne serdi kısa süre içinde. Che Yoldaş’ın İnsan sevgisini, nasıl Devrimcileştiğini, Fidel ve Raul ile nasıl ta- nıştığını, Küba Devrimi’ni başarıya ulaştırmak için nasıl mücadele ettiğini, Devrimden sonraki çalışmalarını ve Dünya Halklarının kendisinin “Mütevazı” çabalarına gereksinimi nedeniyle kendini Halkların kurtuluşuna nasıl feda ettiğini didaktik bir şekilde aktardı Sait Yoldaş. Sonrasında da, bulunduğumuz süreçte yaşanılan bütün olaylara teorimizin ışığını düşürerek, ülkemizde yaşanan sorunlara Partimizin nasıl bir çözüm sunduğunu anlattı. Ve konuşmasını “Zafere Kadar Daima”, “Venceremos” diyerek tamamladı. Dosta da düşmana da Kahraman Gerilla Che’nin nasıl anılacağını göstermiş oldu Kurtuluş Partililer. Bundan sonra da göstermeye devam edeceğiz. Hikmet Kıvılcımlı’nın düşünce oğulları, düşünce kızları dünya döndükçe Halkların Kurtuluş Mücadelesinde yol gösteren Devrimci Önderleri anmaya devam edecek. Ve Halklara, eninde sonunda “Tek Bir Sosyalist Aile Olacak” dünyayı hediye edeceğiz. Anma etkinliğinde yapılan konuşmaları aşağıda aynen yayımlıyoruz. (Sait Kıran Yoldaş’ın Konuşmasını gelecek sayımızda yayımlayacağız.) Saygıdeğer Dostlar, Hepimizin bildiği üzere; Tarihi, halklar yazar, ama halklara rehberlik etmekte, toplumsal bilincin yönlendirilmesinde ve uyanışında elzem rol oynayanlar büyük insanlardır ve ben de bugün bu insanlardan birinden bahsedeceğim. Che’den bahsetmek kolay olduğu kadar zor bir iştir. Kolaydır, çünkü biz Kübalılara çok yakın ve daima örneğine sadık kalmaya çalışarak büyüdüğümüz biridir. Che, anne babalarımızın onun gibi olmamızı istedikleri ve bizim de çocuklarımızdan onun gibi olmalarını istediğimiz biridir. Ondan büyük bir heyecan duymaksızın bahsetmek de bir o kadar zordur. Hayatından bahsetmek de epey zordur, çünkü Che hakkından çok şey bilinmektedir. Ayrıca hepimizde bu kadar derin izler bırakan bir insanın yaptıklarını ve kişiliğini basit bir konuşmaya sıkıştırmak da büyük iştir. Hayatını sadece bir cümleyle özetlememiz gerekirse, Bolivya’ya gitmeden önce çocuklarına yazdığı cümlelerini sarf etmem en uygunu olacaktır: “Babanız, düşündüğü gibi hareket eden ve inançlarına sadık bir insan oldu”. İnsanlara ve insanlığa sonsuz inanca ve olağanüstü insani özelliklere sahip bir insandı Che. “Örnek ilim” olarak gördüğü ve “örneğin erdemler yarattığına” inandığı Sosyalizmi savunuyordu. Eşsiz bir eylem adamı, ama aynı zamanda da derin düşüncesi, ileriyi gören zekâsıyla bir kültür adamı olarak da tanınmıştır. Bir devrimcinin en önemli erdemlerini taşımaktaydı: sorumluluğu bilen, tam bir içtenlik ve üstün dürüstlük insanıydı. Yıllar geçtikçe Che’nin timsali efsaneleşti. Che, bir kahramana, haksızlığa karşı ve daha iyi bir dünya için verilen mücadelenin ve en iyi evrensel değerlerin örneğine dönüştü. Hatta kendisini metalaştırmak isteyenler bile vardır. Eğer bir kahraman, yaptıklarıyla ve somut Tarihî bir anda gerçekleştirdiği günlük eylemleriyle diğerlerinden farklı biriyse, o zaman Che gerçek bir kahramandır, ama etten kemikten bir kahraman, kelimenin en insanî tabiriyle bir insandır. Che, tüm dünyaya büyük bir miras bırakmıştır ve biz devrimciler de bıraktığı bu mirasın mirasçılarıyız. Yaşamı, örnektir ve bu örneği izlemeye çalışmak da; büyük hegemonyacı güçlerin elinde tuttuğu pazarın dayattığı güçsüzleşen topluma bugün bir alternatif yaratmaya çalışan bizlere düşen görevdir. Yılmaz mücadelesiyle Che, daha adil, eşitlikçi, dayanışmacı daha iyi bir dünyanın mümkün olduğunu göstermiştir. Biz Kübalılar için Che, değiştirilmesi ge- reken her şeyi değiştirerek ve siyasi, ekonomik ve toplumsal sistemimizin değerlerini güçlendirerek, Devrimi ayakta tutmak üzere zorlu bir mücadeleyle karşı karşıya kaldığımız özellikle bugünlerde harekete geçmek üzere bir rehber olmaya devam etmektedir. Dünya nüfusunun üçte ikisinden fazlasını vuran dışlama ve eşitsizlik gibi sorunların daha da gün yüzüne çıktığı şu zamanlarda bunu yapmaktayız. Ülkelerin gayrimeşru işgali ve saldırısı, sivillere bombalı saldırılar ve işkence, gün be gün yapılmaya devam edilmektedir. Özgürlük ve demokrasi palavralarıyla, Üçüncü Dünyanın doğal kaynaklarını yağmalamaya ve jeostratejik öneme haiz bölgeleri kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadırlar. Dünyamızın en kuvvetli askeri gücü, kan ve ateşi kabul ettirmeye çalışmaktadır, ki bu da emperyal hakimiyet projesinden başka bir şey değildir. Eğer bugün küçük bir ülke kendi bağımsızlık hakkını savunuyorsa, soysuz bir ülke olmakla suçlanmaktadır. Ama eğer büyük bir güç, başka bir ülkeye saldırırsa, “özgürlük getirmekte” denilmektedir. Yabancı saldırılara karşı savaşan kişi, teröristken; saldırı düzenleyen asker özgürlük savaşçısıdır. Bu medyatik bir savaştır, gerçeklerin saptırılması, küreselleştirilmiş bir dünyada tek bir fikrin zorbalığıdır. Bugün bir milyar yüz milyonu aşkın insan içebilir su bulamamaktadır. 2 milyar 600 milyon kişi sağlık hizmetlerinden mahrumdur. tir, bu yüzden de örneği o kadar gereklidir. Çoğu zaman bizlere uzak gözükse de bunca haksızlık karşısında biz devrimcilere doğru yolu göstermesi için onu daima yaşatmalıyız. Bu yüzden de onu burada, Türkiye’de, gözlerinizde görmekten gurur duyuyoruz; sokaklarda, üniversitelerde, sade ve mütevazı insanlarda, halkın yüzünde onu görüyoruz. Küba’da “Che gibi olacağız” diyerek her sabah and içen çocukların gülüşünde onu görüyoruz. Latin Amerika ve Afrika’da onun örneğini izleyerek, hiçbir karşılık beklemeksizin çalışan binlerce doktorda onu görüyoruz. Che’nin asla kabul etmeyeceği, Amerika Birleşik Devletleri’nde haksızca hapse mahkûm edilen Beş Kübalı yurtseverde de onu görüyoruz. Che’nin 1964 yılında emperyalizmi lanetlediği ve “bu yüce insanlık artık yeter dedi ve yürümeye koyuldu” dediği, New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun aynı salonunda önümüzdeki 25 Ekim günü, Amerika Birleşik Devletleri’nin uyguladığı ve ekonomimizi 85 milyar doları aşkın zarara uğratan ekonomik savaşı duyurmak üzere bir kez daha Küba’nın sesini duyurduğunda onu göreceğiz. Aramızdan ayrılışının 44’üncü yılında eğer Che adına bir mesaj vererek sözlerime son vermem gerekirse, Bolivya’ya gitmeden önce çocuklarına yazdığı sözlerini tekrar etmenin uygun olacağını düşünüyorum: “İyi birer devrimci olarak büyüyün. “Doğaya hükmetmemizi mümkün kılacak tekniğe hakim olabilmeniz için çok ça- 800 milyonu aşkın kişi okuryazar değildir ve 115 milyon çocuk ilkokula dahi gidememektedir. 850 milyon kişi ise her gün aç yatmaktadır. Dünya nüfusunun % 50’si yüzde birine bile sahip değilken, dünyanın en zenginlerinin % 1’i, zenginliklerin % 40’na sahiptir. Tüm bunlar da; bir milyar doların silaha ve bir o kadarının da reklama harcandığı bir dünyada olmaktadır. Che, tüm bu kötülüklerle mücadele etmiş- lışın. “Devrimin en önemli husus olduğunu ve her birinizin tek başına bir şey yapamayacağını unutmayın. “Öncelikle dünyanın herhangi bir yerinde işlenen her türlü haksızlığı daima kalbinizin derinliğinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en hoş özelliğidir.” Ankara’dan Kurtuluş Partililer Küba Büyükelçisi Jorge Quesada Concepciòn Yoldaş’ın Konuşması Daima zafere doğru! Çok teşekkürler. 9 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Kahraman Gerilla Che halkların devrimci mücadelesinde yaşıyor... Venezüella Bolivar Cumhuriyeti Büyükelçisi Raúl José Betancourt Seeland Yoldaş’ın konuşması Hazır mıyız? İzin verirseniz burada oturmak istiyorum, çok çok da teşekkür ediyorum. İzninizi almış kabul ediyorum kendimi. Çünkü burada çok çok rahatım. Herkese iyi günler! Venezuela Bolivar Cumhuriyeti Devlet Başkanı Komutan Hugo Chavez Frias, Bolivarcı Hükümetimiz, Türkiye’deki Venezuela Büyükelçiliği ile Venezuelalıların çoğunluğunun desteğiyle göreve geldiği 02 Şubat 1999’dan bu yana Devlet Başkanımız ve Büyük Lider Hugo Chavez Frias’ın liderliğini yaptığı, siyasi ve sosyal sürecimizi savunmayı daima bilmiş cesur Venezüella Halkı adına her birinizi içten ve samimi duygularla selamlarım. Halkın Kurtuluş Partisi, Ankara İl Başkanı, sevgili dostum Avukat Sait Kıran başta olmak üzere, partinin diğer üyelerine, kardeş Küba Cumhuriyeti Büyükelçisi JorgeQuesadaConcepcion’un da katıldığı ve Kahraman Komutan Ernesto “Che” Guevara’nın vahşi, zalim, korkakça katledilişinin 44’üncü yıldönümü vesilesiyle düzenlenen bu konferansa bizleri davet ettikleri için şükranlarımı sunarım. Bu bağlamda, sayın Prof. Dr. Nurullah Ankut’u, Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı’nı da buradan selamlamak istiyorum. Umarım en kısa zamanda aramıza tekrar dönerler. Şimdi bu konuşmanın başlarında ben kişileri selamlamaktan çok hoşlanıyorum, daha sonrasında konumuza geleceğiz zaten. Hazır selamlamaya başlamışken ben bu arada Küba Büyükelçiliği’nin değerli diplomatlarını da selamlamak istiyorum; bilhassa yeni gelen müsteşar beyefendiyi de. Her zaman Venezuela’ya güvenebileceklerini ve bir savaşta Venezuela’nın onlara destek olacağını bir kez daha belirtmek isterim. Son olarak bir kişiyi daha selamlamak istiyorum selamlama faslını bitirmeden önce: Sayın Maria Del Carmen Hanımefendi, Küba Büyükelçisi’nin eşini de saygıyla selamlıyorum. Bugün, dünya üzerindeki ilerici yoldaşların birçoğu Komutan Ernesto “Che” Guevara’nın Bolivya’da katledilişini hatırlayacaklardır; bu sebeple günümüzde de Bravo Nehri’nin güneyindeki insanların ve halkların geleceğine karar veren ve gerek pratikte gerekse teoride onu uzun süre meşgul eden Latin Amerika devrimci görüşüne, güzel benzetmelere ve sıfatlara değinmek gerektiğine inanıyorum. Che’nin mücadele ile geçen hayatında ve sonrasında Arjantin-Küba-Bolivya’dan oluşan betimleyici üçgen, genç yaşta arkadaşı Alberto Granado ile tehlikeli koşullarda gerçekleştirdiği ve bölgedeki sorunları daha iyi kavramasına, devrimci ideallerini ortaya koymasına imkan sağlayan Latin Amerika seyahati, onun bu yoldaki özverisini çok öncesinde özetlemektedir. Sonrasında Meksika’da bulunması, Granma seferine katılması ve Kübalı tavrı çok iyi bilinen hususlardır; ancak bir Martici olarak “Che”, kıtanın hiçbir ulusunu kendi vatan görüşünün dışında bırakmamıştır. Her zaman bütün ezilmiş halkların özgürlüğü için çalışarak, gerçek devrimcide öne çıkması gereken ahlâkî değerleri kendi içerisinde çok iyi harmanlamış bir söz ve hareket adamına ve de dünyanın devrim simgesi haline dönüşen Ernesto “Che” Guevara, “Ben bir kurtarıcı değilim. Kurtarıcı diye bir şey yoktur. Halklar kendilerini kurtarır.” demiştir. Yalnızca tek bir ülkede devrim yapmanın verdiği memnuniyetsizlik ona güç vermiştir. Küba devrimci hükümetinde, ufkunu genişleten, sosyalizmin devrim teorisi üzerine çalışmasına ve bu görüşü yaymasına fırsat tanıyan önemli görevler üstlenmiştir. Ancak bu, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bünyesinde bulunan ülkelerde gözlemlediği gibi, doğrudan bir kabulleniş ya da amaca yönelik eleştiriden yoksun bir tutum olmamıştır. Komutan Guevara, önlerindeki özgürlük savaşının kıtasal bir karakter taşıdığını düşünmüştür. Başkomutan Fidel Castro’nun, And Sıradağları’nın Amerika’nın Sierra Maestrası olarak anıldığını söylediği cümleyi hatırlayarak, devrimin stratejik öğesinin, çoğunluğun istikbalini hedeflemek olduğunu görmüştür. Bu fikir, ölümünden kırk yıl sonra dahi birçok Latin Amerika ülkesinin devrim sürecini cesaretlendirmektedir. Che için devrim ve onunla birlikte sosyalizm, hissedilir ve yaşanır, her etap geçilerek ve eski devlet yapısında var olan ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin ortadan kalktığı yeni bir toplum yapısı olan komünist topluma ulaşana dek sona ermeyen bir sürece ulaşılarak tamamıyla halka ait bir güç tesis edilir. Bu devrimcinin vasiyeti, değişmez bir hazine ya da bir kayaya kazınmış bir yazıt olarak anlaşılmamalıdır. Bu, sergilenecek en az Guevaracı hareket olur. Kahraman Savaşçı, barışçıl yollarla gerçekleştirilecek devrim zaferi varlığına imkân tanımasına rağmen, bu seçenek günümüz devrimci süreçlerinde kendiliğinden güçlenmektedir. Ne var ki Devlet Başkanı Komutan Hugo Chavez’e yapılan darbeyi, Evo Morales’e gelen tehditleri, Rafael Correa’ya yapılan baskıları, tümüne yönelik yapılan medya savaşlarını ve özerkliğini kaybetmeyi reddeden bölgesel ve ulusal oligarşinin sert izlerini taşıyan ALBA ülkelerine karşı gerçekleştirilen kuşatmaları kim inkâr edebilir? “Che” bu bağlam değişikliğini, birçoklarından önce vizyon ve açıklıkla açıklayabilir ve yorumlayabilirdi. Che, hiçbir zaman ne eleştiriden, ne özeleştiriden kaçınmıştır. Davranışları her zaman sosyalist idealleriyle bütünleşmiştir. Onun için devrimcilik, her insanın varmayı hedefleyeceği en üst basamağı temsil etmiştir. Bu, ondaki sosyalist ve devrimci itikatın parçası olmuştur ve bu nedenle her zaman olduğu gibi bir devrimci olarak geçerliliğini korumaktadır. Latin Amerika’da günümüzde yaşananlar, öncesinde kendi geleceğini duyuran ahlâklı bir adamın keskin siyasi vizyonunu doğrulamaktadır: “Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa, ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin, hoş geldi, safa geldi…” “Che” gibi insanlar boş yere yaşamazlar ve Tarihi değiştire gelirler. Bu yüzden her zaman hatırlamalıyız ki: “Devrim, hayat idame ettirmek için dilde yaşanmaz o, ruhumuzda taşıdığımızdır.” Bu Konferanstan önce sayın Av. Sait Kıran Beyefendiyle Büyükelçilikte yapmış olduğumuz toplantıda kendisinden izin istemiştim, burada her ne kadar Ernesto Che Guevara’yı anmak için toplansak da, bir iki şeye temas etmek istemiştim. Hiçbir zaman olmadığım kadar kısa konuşacağım inanamayacaksınız bana. Bugün sözümü de tutacağım. Venezuela, Filistin Devletini tanıyor, destekliyor Sizlere Filistin konusuyla ilgili olarak Venezuela Hükümeti’nin muhalif duruşuyla ilgili bir şeyler aktarmak istiyorum. Bu noktada sizlere Birleşmiş Milletler 66. Genel Kurulu münasebetiyle Cumhurbaşkanı Hugo Chavez Frias’ın, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ne yazmış oldukları bir mektuptan bir bölüm okumak istiyorum. “Mira Flores 17 eylül 2011, “Ekselansları Ban Ki-Moon Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, “Sayın Genel Sekreter, dünya halklarının saygıdeğer temsilcileri; “Yeryüzünde bulunan tüm dünya halklarının temsil edildiği büyük bir camia olan Birleşmiş Milletler Genel Meclisi’ne yönelttiğim bu sözler, Filistin Devleti’nin tanınması ve Filistin’in özgür, egemen, bağımsız bir ülkeye dönüşmesi haklı hususlarında ve Venezuela’nın vermiş olduğu tam desteği bugün burada tasdik etmektedir. Çok uzun zamandan bu yana içinde acı ve ızdırap barındıran bir halkla ilgili tarihi bir adalet tecellisi söz konusudur. “(…) “(…) Bu bağlamda büyük İspanyol yazar Juan Goytisolo etkili bir biçimde yaptığı şu belirlemelerle ne kadar da haklıdır: İsrail kavimlerine Batı Şeria Bölgesi’nin (Judea ve Samaria) Kitab-ı Mukaddes’te vaad edilmiş olması, bu topraklarda doğan ve yaşayanları tahliye etme hakkı tanıyan, noter önünde güvence altına alınmış bir mukavele değildir. “İşte bu sebepten ötürü, Ortadoğu sorununun çözümü, kati olarak, Filistin Halkına adil davranmaktan geçer; bu, barış elde etmenin yegâne yoludur. “(…) “(…) Filistin’in güvenliği, Ürdün’ün batı sınırı ve Gazze Şeridi tecrit edilerek, bir çırpıda yerel yönetim ve yerel polis kontrolü seviyesine indirgenemez. Bu, Filistin Devletinin, başkent olarak Batı Kudüs’ü de kapsayan 1967 öncesi sınırlarını, vatandaşlarının haklarını ve halk olarak kendi isteklerini göz ardı etmek demektir. Bu da 194 sayılı kararda aynen ifade edildiği üzere % 50’si dünya üzerinde dağınık bulunan Filistin vatandaşlarının tazmin edilmesinin ve sonrasında anavatana dönmelerinin göz ardı edilmesidir.” Cumhurbaşkanı Hugo Chavez Frias, mektubuna şu sözlerle son vermekte: “Filistin denilmeye devam edecek. Filistin yaşayacak ve kazanacak. Çok yaşa özgür egemen ve bağımsız Filistin.” Bolivarcı Devrim’in kazınımları- Az önce söylediğim konuşmalarda iki nokta daha eksik kaldı, onları da tamamlayacağım. Ben bu gibi aktivitelerde, Bolivarcı Devrim’in kazanımlarını aktarıyorum dinleyicilere genel olarak. Bu seferkinde de sadece bir tanesini aktarmak istiyorum. Cumhurbaşkanı Hugo Chavez Frias, kısa bir zaman önce Venezuela’da büyük Konut Projesi Misyonunu açıkladı. Bu da, Venezuela’da konut sorunu problemini kaldırmasını planladığı bir misyondur, 2011- 2017 yılları arasında 2 milyon konut inşasını içermektedir. Bu yeni misyonun amacı, Venezuela’da yaşanan konut dramını ortadan kaldırmaktır. Bu da nasıl olacak? Elbette ki özel sektör ve kamu sektörünün bir araya gelip çalışmasıyla… İçinde bulunduğumuz 2011 yılı çerçevesinde de 150.000 konut inşa edilmektedir. Günümüzde Venezuela’da gecekondu olarak tabir edilen yerleri, halkın saygınlığına yaraşır konutlarla değiştirmeyi hedefliyoruz. Venezuela’da Seçimleri yine halk kazanacak Şimdi ise 2012 yılında yapılacak olan seçimlerle ilgili konuşmak istiyorum. Seçimlerden konuşmuşken de sizlerin de bildiği üzere benim defalarca tekrar ettiğim şu şeyi de tekrar ifade etmek istiyorum: “Chavez no se va!” Venezuela Yüksek Seçim Kurulu, 2012 Aralık ayında yapılması planlanan seçimleri iki ay öne alarak, 2012’nin Ekim ayına çekmiştir. Venezuela’da muhalif kesim artık Cha- vez’e deli olmakta. Şimdi artık o kadar şaşırmış ve paniklemiş durumdalar ki bu bütün muhalif partiler, on muhalif parti, bir araya gelip Chavez karşısında tek bir aday çıkarmayı düşünüyorlar. Bu kişilerden bir tanesi de Başkan Chavez’e darbe girişimi yapıldığı zaman Venezuela’da Küba Büyükelçiliği’nin araçlarının yakılmasını salık veren, Küba Büyükelçiliği’nin elektriklerinin kesilmesini halka öğütleyen kişidir. Halklar maalesef kimi zaman kendisine yapılan, bilhassa kendisine yapılan haksızlıkları unutuyorlar. Umuyorum ki bu gelecek seçimlerde Venezuela Halkı, kendi kardeş cumhuriyet güçleriyle yapılmış bu saldırıyı unutmasın. Bunun faturasını bir dahaki seçimlerde bu insanlara kessin. Şu an bulunduğumuz tarihten bakacak olursak, tam bir sene var Venezuela seçimlerinin gerçekleşmesine. Benim sizlerden ricam, bu seçim sürecini yakından takip etmenizdir. Biliyorsunuz az önce de ifade ettim, muhalif partiler kendi aralarında birleşip, tabiri yerindeyse imkânsız bir göreve soyundular. Bunun yakından takipçisi olmanızı diliyorum. Cumhuriyet tarihinde ilk defa halkı için çalışan bir cumhurbaşkanı hâlihazırda görevdedir ve inanıyorum ki Venezuela Halkı bu cumhurbaşkanını unutmayacaktır, yanında olacaktır. Bu zamana kadar ilk kez üniversite çağındaki öğrenciler, maddi koşulların yetersizliğinden okuyamamış gençler üniversiteye girmektedir. Ülkenin her yerinde Bolivarcı üniversiteler kurulmaktadır bu gençler için. Çok değerli kardeş cumhuriyetimiz Küba sayesinde de 2005 yılında Venezuela, UNESCO tarafından okuma yazma oranı en yüksek ülkelerden bir tanesi ilan edildi. Küba Cumhuriyeti sayesinde Venezuela’da bol miktarda ilaç bulunmaktadır. Yine aynı şekilde kendilerine, göstermiş oldukları sağlık hizmetleri için de ayrıca teşekkür ediyoruz. Ve bir dahaki seçimlerde Chavez’i oylamayı unutmayın. Chavez Yoldaş’ın sağlık durumu- Son olarak da size Cumhurbaşkanımız Hugo Chavez Frias’ın sağlık durumu hakkında bilgi vermek istiyorum. Bundan sonra bitireceğim sözlerimi. Şimdi Venezuela’da sürdürülmekte olan medyatik kampanyalardan bir tanesinde dile getirilen şey, Cumhurbaşkanı Hugo Chavez Frias’ın sağlık durumunun çok çok kötü oldu- İ ğu. Yalnız bizler, cumhurbaşkanına ulaşabilen kişiler, yakınında, etrafında olan kişiler, kendisinin tamamen iyileştiğini biliyoruz. Cumhurbaşkanımız Chavez, Brezilya, Ekvador ve şu an hatırlayamadığım bir diğer ülkeye seyahat düzenlemişti, bu ülkeleri kapsayan. Bunların bir durağı olarak Küba’ya indiği zaman, Sayın Fidel Castro’yla oturup sohbet ederlerken diyor ki Chavez’e; “kendini iyi hissetmiyormuşsun.” O da diyor ki; “Evet pek iyi hissetmiyorum.” Ve o an, Fidel Castro kendi özel sağlık ekibini, Cumhurbaşkanı Chavez’in sağlık tetkiklerinin yapılması için seferber ediyor. Bu yapılan tetkikler sonucunda bir tümöre rastlanıyor Cumhurbaşkanının vücudunda. Bu zamana kadar kendisi dört kemoterapi gördü, üç tanesi Küba’da, bir tanesi Venezuela’da olmak üzere. Sonuç olarak Cumhurbaşkanımızın iyileştiğini ben söyleyebilirim. Tabiî bir taraftan muhalefetin bu karşı kampanyalarla bu kadar insanlık dışı, vicdansız bir şekilde hastalığını yanlış şekillerde aksettiriyor olması bizi çok çok üzüyor. Bu kadar vicdansız, bu kadar kötü niyetli olmasınlar. Chavez daha uzun süre bizimle olacak, insanlar istedikleri kadar onu göz ardı edebilirler, ederlerse etsinler... Evet, bu sefer bitiriyorum konuşmamı. Sizlere burada bizimle bu anlamlı günde bizlere eşlik ettiğiniz için çok çok teşekkür ediyorum; sayın Küba Büyükelçisi’ne ve diğer katılımcı herkese. Aynı zaman da şunu da belirtmek istiyorum; değerli asistanım Berna Talun Üğüten’e de, bu zamana kadar bana her alanda koşulsuz destek olmuştur, bundan sonraki kariyerinde de başarılar diliyorum ve bilhassa hamileliğinde geri kalan iki ayın da güzel geçmesini diliyorum. Sülünay’a da çok çok teşekkür etmek istiyorum. Bugün buraya geldi ve bana eşlik etti. Kendisi zaten izindeydi, balayından döndü. Bunu da söylemek zorundayım mesleğim gereği. Balayından kalktı geldi sonrasında balayına devam edecek. Tekrar teşekkür ederim. Yaşasın Türkiye! Yaşasın Küba! Yaşasın Venezüella! Yaşasın Filistin! Ve Sizler de Yaşayın! Zafere Kadar, Daima! Bedence Aramızdan Ayrılan Mihri Belli’nin Anısı Önünde Saygıyla Eğiliyoruz... nanmış bir Devrimci daha bedence aramızdan ayrıldı. Ne mutlu ona ki yaşadığı 95 yıl boyunca hep Sosyalist olarak kaldı ve bir Sosyalist, bir Devrimci olarak son nefesini verdi. Ondan genç veya yaşlı nice “anlı şanlı” sosyalist, birçoğu da gencecik yaşta teslimiyet batağını boylayarak dönekleşirken, O hiç sarsılmadan kavgasını sürdürdü. 27 Mayıs 1960 Politik Devriminin öncesi zor yıllarda da, 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerinin zorlu yıllarında da O bir İnanç Adamı olarak tökezlemedi, faşist baskılara, dönekler ordusunun ihanetlerine inat. İnsanlığın bayıraşağı yuvarlandığı bu zorlu günler ilelebet böyle devam etmeyecek ve bu rezil çember elbet bir gün kırılacaktır. Sosyalizmi eninde sonunda zafere ulaştırarak tüm insanların kardeşçe yaşayacağı bir Dünya kuracağımıza olan inancımızdan zerre kadar tereddüt duymamaktayız. Mihri Belli’yi sonsuzluğa uğurlarken, mücadelesinin asla boşa gitmeyeceğini ve bir gün zafere ulaşacağını belirterek anısı önünde saygıyla eğiliyoruz... 17.08.2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 10 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Kurtuluş Partisi’nden Kübalı 5 Kahraman, ABD Emperyalizmince Bir Hukuk Skandalıyla Mahkûm Edildiler E vet, bugün 12 Eylül. Bu tarih ABD’nin bir alçaklığına tekabül ediyor. Bundan tam on üç yıl önce, 12 Eylül 1998 tarihinde Kübalı beş Kahraman, ABD’de Miami’de tutuklandı… Ve o zamandan beri, ABD zindanlarında tutulmaktadırlar. ABD Emperyalistleri, 52 yıldan beri yiğit Küba Halkına ve önderlerine karşı onlarca aşağılık saldırıda bulundular. Küba’nın gemilerini batırdılar, uçaklarını düşürdüler. Binlerce masum Küba insanının kanına girdiler. Milyarlarca dolarlık Küba malını tahrip ettiler. ABD Emperyalistleri, Küba’ya yönelik terör saldırılarının hemen tümünde, kukla olarak, ABD’nin Miami şehrinde ve civarında üslenmiş olan hainleri, insanlıklarını-ruhlarını emperyalistlere satan insan sefaletlerini kullandı. 12 Eylül 1998’de Miami’de tutuklanan 5 Kübalı Yurtsever, işte bu vatan hainlerinin alçakça saldırılarını, daha hazırlık aşamasındayken öğrenip, Küba’ya bildiriyorlar, Küba Halkının ve Hükümetinin önlem almasını sağlıyorlardı. Bu Beş Yurtseverin çalışması sayesinde, ABD’nin emrindeki hainler aracılığıyla tertiplediği onlarca terör saldırısı boşa çıkarılmıştı. Bu kahra- manlar, ABD Halkına ve ülkesine hiçbir zaman en küçük bir zarar vermemiştir. Zaten böyle bir amaçları da yoktur. Onların bütün çabaları, vatanları Küba’ya ve yiğit halkına zarar verilmesini önlemek, etkisiz hale getirmekti. Gerçeğin böyle olmasına ve bunun ABD yasalarında bile suç kapsamına girmemesine rağmen, ABD Emperyalistleri, Kübalı 5 Kahramanı on üç yıldan beri zindanda tutmuş, sonunda düzmece bir mahkemeyle yargılatarak da mahkum ettirmiştir. Beş Kahraman aleyhine, ABD yasalarında daha önce bulunmayan bir suç uydurularak verilen mahkûmiyet, geçtiğimiz günlerde şeklî hukuk açısından kesinleşmiştir. Yine ABD yasalarına göre, devlet başkanına tanınan mahkûmiyetin kaldırılması yetkisi dışında bir yol kalmamıştır. Bu nedenle, Küba Halkının gönülden dostu olan biz Kurtuluş Partililer Obama’ya sesleniyoruz: “Sen, başhaydudun başkanısın! Devletinin genelde insanlığa, özelde ise Küba Halkına karşı işlediği suçların hesabından bir zerre olsun kurtulmak, günahlarını bir dirhem azaltmak için bu yetkini kullan! Böylece senin ve devletinin zaten yüzlerce-binlerce kez ayaklar Çelikten İrade P artinin yayını olan Granma’da ve gençlik dergisi Juventud Rebelde’de iki gün önce 14 Ekim Cuma günü Küba Cumhuriyeti Kahramanı Rene Gonzalez’in Küba Halkına hitaben yazmış olduğu mesaj yer aldı. Rene, diğer dört yoldaşından yüzlerce kilometre uzaklıktaki hapishanede yıllarca haksız yere tutulduktan 13 yıl sonra salıverildi. Hiçbir suç işlememiş olmalarına ve aleyhlerine delil bulunmamasına rağmen Yanki adaleti tarafından kendilerine layık görülen ve aslında birer mezardan farksız olan hücrelerinde inançlarından hiçbir kaybetmeden direndiler. Küba Beşlisi, oldukları tarafta oldukları için cezalandırıldılar, tek yanlışları buydu. Rene, hapisten salıverilmesine rağmen üç yıl boyunca ailesine ve halkına kavuşamayacak. Kendisine dayatılan zalimce kararın verildiği ülke topraklarından ayrılamayacak. Ülkemizin son dönemde içinden geçmekte olduğu tarihsel dönemin önemini kavrayanlar için Rene’nin sözleri çok anlamlıydı: “Benim için şimdi yaşamakta olduğum mutluluk, korkunç bir adaletsizlikler silsilesinde açılmış bir parantez sadece. Benim şu anda hapisten dışarı salıverilmem sadece beni yasal yollardan adaletsizce bu şekilde istismar etmelerinin başka yolunun kalmamış olmasındandır. Ancak hâlâ hapiste olan dört kardeşim bulunuyor, onları da kurtarmalı, onların da ailelerine kavuşmasını sağlamalıyız. Onlara şu anda bulundukları, her gün uyandıkları yerden kurtarmalı, ait oldukları yere geri getirmeliyiz, bunun için canımızı dişimize takmalıyız. “Şu anda bulunduğum yer sadece bir ileri siper benim için. Tam adalet sağlanıp diğer kardeşlerimle beraber Küba’ya dönünceye kadar savaşmayı sürdüreceğim bir mevzi. “Tüm halkımıza, bizi yıllardır savunmayı sürdüren insanlara, üzerimizdeki bilgi ablukasını milim milim ilerleyerek kırmayı başaran binlerce, on binlerce insana, boyalı basını susturanlara Küba Beşlisi adına şükranlarımı sunarım. Beni en çok bahtiyar eden şey Küba Beşlisi olarak sizi hak ettiğiniz şekilde temsil etmiş olduğumuzdur. Biz aslında Küba Beşlisi değil 50 yıldır direnen Küba Halkıyız. Sizin bu görkemli direnişinizdi bize ilham veren, sizi temsil ettiğimizin farkındaydık ve sizi yüzüstü bırakmadan hak ettiğiniz yere taşımaktı amacımız.” 13 yıl boyunca vahşice ve haksızca uygulanan bir cezaya kahramanca direnen savaşçı Rene’nin samimi ve onurlu sözleri gerçekten Prensa Latina’dan çok etkileyici. İmparatorluğun zorbalığı, Küba Beşlisi’ne karşı işlenen haksızlığı artık yalanlarla sürdüremez. Ellerindeki satılmış basın organları istedikleri kadar kahramanlarımızı ABD güvenliğini istismar eden ajanlar olarak tanıtlamaya çalışsın. Aklıma Elian Gonzalez’in ailesine ve evine dönmesi için halkımızın verdiği ve zaferle sonuçlanan kavga geliyor. Miami’deki Küba karşıtı karşıdevrimci mafyanın baskısına rağmen dönemin ABD Başkanı Bill Clinton yasaları uygulamak için güvenlik güçlerini göreve çağırmak zorunda kalmıştı. Bu grup içinde bulunan vahşi kurtlardan Ileana Ros, bugün ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi Başkanıdır! Kararlılığı ve her türlü zorluğa karşı takındığı kahramanca tavırla Rene Gonzelez’in Küba Halkına verdiği mesaj, Küba Beşlisi’nin ABD tarafından asla teslim alınamadığının en büyük delilidir. Ayrıca bu asil tavır, ülkemize karşı cezalandırma amacıyla uygulanan yasadışı ablukanın teşhir edilmesinin de en önemli yansımasıdır. Bu sıra dışı vahşice abluka politikası ABD ve İsrail dışındaki tüm Birleşmiş Milletler üyesi ülkelerin oy birliğine rağmen uygulanmaya devam edilmektedir. Günümüzde Yanki İmparatorluğu’nun kurduğu çatı altında küreselleşen dünyamızda artık hiçbir ülkenin egemenliği ve güvenliği garanti altında değildir. Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler oy birliğiyle Küba’ya karşı uygulanan ablukaya karşı bin kere red oyu verseler veya Filistin Halkının devlet olmasına yönelik bir fikir birliği içinde olsalar da eğer bu kararlar İmparatorluğun kararlarıyla uyumlu değilse hiçbir hüküm taşımamaktadır. Ancak ülkemiz ve Devrimimiz siyasetin prensipler üzerinde yapılması durumunda küçük bir egemen ülkenin bile neler yapabileceğinin canlı bir örneğidir. Tüm bilimsel gelişmeler, teknolojik patentler ve zenginliklerin birkaç gelişmiş ülkenin elinde toplanıyor. Eskiden sömürgeci olan bu devletler, diğer devletlerde yağma ve yoksulluğun yayılmasını istemekte. İmparatorluğa karşı verdikleri uzun mücadelede kahraman Küba Halkı iki kez nükleer silahların tehdidini üzerinde hissetti: birincisi 1962 Ekim ayında, ikincisi ise 1988 yılı ortalarında. 1962 yılında Yankilerin topraklarımızı nükleer silahlar için denetleme tehdidine pabuç bırakmadı. 1988 yılında ise Angola’da Güney Afrika ırkçı rejimine karşı yapılan Cuito Cuanavale Muharebesi’nden sonra Batı tarafından beslenen Güney Afrika Ordusu’nu püskürttü. İlerleyen Küba ve Angola birliklerine karşı aman dilemek zorunda kalan Batı, Namibya’nın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı, sonrasında da ırkçı rejimin çöküşü geldi. altına aldığı hukuk ilkelerini bir kez olsun hatırlamış olursun ve Dünya Halkları bunu sen ve temsil ettiğin sınıf için ileride cezadan indirim sebebi sayar! ABD Emperyalizminin onca şerefsizliğinin yükü altında kalan kişiliğin için küçük bir olumluluk olur bu olay! Fırsatın varken, kendine bu iyiliği yap deriz!” AB-D Emperyalizmi Yenilecek! Halklar Kazanacak! ABD; dünyanın en büyük terör örgütüdür. Faşist darbeler tertipleyen odur. Mazlum ülkelere saldıran, işgallerde bulunan odur. Atom bombası kullanarak iki şehri, insanlarıyla birlikte, yok eden yine odur… En insanlık dışı işkence yöntemlerini uygulayan odur. Şu anda işgali altında bulundurduğu Irak’ta, son on beş yıldan bu yana ortalama bir buçuk milyon masum insanın ölümüne neden olan odur. Son olarak Libya’ya saldıran, Suriye’ye saldırı hazırlıkları yapan yine odur. ABD, 1945’ten bu yana, yaptığı-yaptırttığı faşist darbeler sebebiyle, üç milyon insanın hayatını yok etmiş veya ettirmiştir. Kore, Vietnam, Irak, Yugoslavya, Afganistan gibi mazlum ülkelere karşı yaptığı emÜçüncü Dünya halkları Küba Halkının sağlık ve eğitim alanlarındaki özverili dayanışmasının da farkındadır. Bu durumda Küba’nın terörizme destek verdiği yalanına kim inanır ki? Bunlar olsa olsa kendi sınırlarından sadece 140 km uzakta olan küçük bir ülkeye abluka uygulamanın yanı sıra terör saldırıları düzenleyen bir ülkenin ortaya attığı yalanlar olabilir. Okullarda, parklarda, alışveriş merkezlerinde çıkartılan yangınlar, şeker kamışı tarlalarına atılan fosfor bombaları, fabrikalara atılan patlayıcılar, limanlara, balıkçı teknelerine düzenlenen korsan saldırılar, ülke içine paralı askerlerin çıkartılması bu terör saldırılarının sadece bazılarıdır. Havaalanlarımızın bombalanmasından sonra Domuzlar Körfezi’ne paralı askerlerin çıkartılması, bunların kıyıda bekleyen ABD Deniz Kuvvetleri’ne ait gemiler tarafından desteklenmesi ve saldırı sonucu ölen sayısız Kübalı… ABD bu gerçekleri yalanlayabilir mi? ABD gizli servislerince Küba Devrimi’nin liderine karşı düzenlenen sayısız suikast girişimi, tarımda ve hayvancılıkta ülke ekonomisine darbe vurmak için yayılan virüs ve bakteriler, kıtamızda bulunmayan, sadece Küba’da görülen esrarengiz hastalıklar! Yüz binlerce Latin Amerikalıyı etkileyen ve binlerce masum çocuğun ölmesine yol açan ateşli hastalıklar. ABD tarafından halklarımıza karşı işlenen suçlar saymakla bitmez. Yarın devam edeceğim. Çelikten İrade (2. ve son kısım) 1976 yılında Küba’ya karşı en ciddi terör eylemi gerçekleşti. Barbados’dan kalkan Küba Havayolları’na ait yolcu uçağı, 73 yolcu ve özveriyle görevlerini yapan pilotlar ve kabin görevlileri hayatlarını kaybettiler. Uçakta Orta Amerika ve Karayipler Eskrim Şampiyonası’nda tüm altın madalyaları kazanmış olan Kübalı genç sporcular ile Küba’dan ve başka ülkelerden yolcular vardı. Terör olayını lanetlemek ve bu insanlarla son kez vedalaşmak için Devrim Meydanı’nı dolduran halk kitleleri o güne kadar gördüğüm en olağanüstü görüntüydü. İnsanların yüzlerindeki acı hâlâ silinemez düzeyde. Belki hiçbir Arşiv peryalist savaş, işgal ve uyguladığı ekonomik ablukalar nedeniyle ortalama yedi milyon masum insanın canına kıymıştır. Yani toplam on milyon insanın hayatını yok etmiştir ABD, emperyalist planlarını uygulayabilmek, pis sömürüsünü, yağmasını yapabilmek için… Fakat gün gelecek insanlık, yüzüne tükürecektir ABD’nin. İnsanlık, bu zulme sürgit boyun eğmeyecek, şahlanacaktır AB-D Emperyalistlerine karşı. Ve işte o zaman, örgütlü halkları hiçbir güç yeneme- ABD lideri onların yüzlerindeki acıyı göremedi. Belki de terörizme karşı neden bu şekilde kahramanca mücadele ettiğimizi öğrenmek için bu tür görüntüler basın kurumlarında yayınlanmalı. Küba’da karşıdevrimci faaliyetlere başlamak için talimat verildiğinde, Bush ABD gizli servislerinde önemli bir kişi konumundaydı. CIA, Florida’daki yapılanmasıyla bölgedeki en önemli askeri üssü kurmuş oldu. Burası Küba rejimine karşı her türlü saldırının kaynağı haline geldi. Saldırılar arasında Devrimin önderlerine karşı suikast girişimleri de vardı. Ancak Domuzlar Körfezi örneğinde de görüldüğü gibi Küba Halkı düşmana karşı kanının son damlasına kadar savaşacağını gösterdi. Devrime karşı yapılan saldırıların başarısız olması ve Küba’nın zaferi, hem ABD hem de Kübalıların hayatlarını kurtarmıştır. Bush bunu hiç anlamadı. Barbados vahşeti Bush CIA’nın başındayken yaşandı, olayın sorumluluğu Başkan Gerald Ford’da olduğu kadar onun da omuzlarındadır. 1976 yılının Haziran ayında Dominik Cumhuriyeti’nin Bonao kentinde CIA Başkan Yardımcısı Vernon Walters’ın himayesinde Birleşik Devrimci Örgütler Koordinasyon toplantısı yapıldı. İsme dikkatinizi çekerim; “Birleşik Devrimci Örgütler”. Bu dönemde aktif olan Orlando Bosch ve Posada Carriles bu örgütün liderleri konumuna yükseldiler. Böylelikle Küba’ya yönelik bir dizi terör saldırısı başlamış oldu. 6 Ekim 1976 günü Orlando Bosch ve Posada Carriles havadaki Küba Havayolları uçağına karşı bizzat kendileri sabotaj eyleminde bulundular. Yetkililerce olayda adı geçen kişiler yakalanarak Venezuela’ya gönderildi. Skandal o kadar büyük çaptaydı ki, o yıllarda ABD müttefiki olan ve bu ülkenin suçlarına ortak olan Venezuela bile sanıkları mahkemeye çıkartmak zorunda kaldı. Temmuz 1979’da Sandinista Devrimi zafer kazandı. Nikaragua’da, ABD tarafından derhal bir kirli savaş başlatıldı. Reagan ABD Başkanı oldu. Gerald Ford, Nixon’un yerine geldiği zaman daha önce skandallar sonucu açığa çıkan ABD yetkililerinin yabancı liderlere suikast düzenlenmesi yasaklandı. ABD Kongresi ise Nikaragua’daki kirli savaşa desteğini kesti. Posada Carriles’e ihtiyaç duyuluyordu. Küba-Amerika Ulusal Derneği aracılığıyla CIA, Carriles’i hapishane yönetimine verilen rüşvetler sayesinde kaçırdı. Derhal El Salvador’daki Ilopango’ya getirilen Carriles görevine başladı. Yeni görevinde Nikaragua’daki karşıdevrimci Kontralara silah sağlayarak binlerce devrimcinin ölüme sebep olurken, bir yandan da CIA ile işbirliği içinde uyuşturucu ticareti yapıyordu. Yerimiz sınırlı olduğundan dolayı acımasız tarihimizle ilgili çok sayıda ayrıntıyı atlayacağım. ABD Hükümeti tarafından ev sahipliği yapılan Nobel Ödülü’nün neden Küba’nın te- yecektir. Dünya Halkları zafer kazanacak, AB-D çakalları yenilecektir. Fidel Yoldaş’ın dediği gibi, bu çakal sürüsü, Nürnberg benzeri bir mahkemede yargılanacak ve insanlığa karşı işlediği suçların hesabını verecektir… Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. 12 Eylül 2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi rörist bir ülke olduğuna dair aptalca bir fikri yineleyip durduğunu anlayamıyoruz. ABD Hükümeti tam tersine bu küçük ada ülkesini abluka altına almış, 4 Kübalı antiteröristi hapse atıp insanlık dışı koşullarda tutmaktadır. Rene’nin evine ve ailesine dönmesi, ABD Silahlı Kuvvetleri için ne gibi bir tehdit unsuru olabilir? 9 Ekim günü Rene, kahraman Küba Halkına hitap ederken “Fidel ve Raul’a mesaj” adlı bir konuşma kaydı daha yaptı. Küba Meclis Başkanı Ricardo Alarcon’un da önerisiyle Florida Federal Mahkemesinin kararı açıklanmadan bu mesaj yayınlanmadı. Bu aşama geçildiği için Küba Halkına artık rahatlıkla onurlu bir şekilde çelik gibi bir irade sergileyen kahramanlarımızın mesajını sunabilirim: “Sevgili komutanım “Öncelikle sizi kucaklarım, bize gösterdiğiniz destek için tüm Küba ulusunu ayağa kaldırdığınız, uluslararası dayanışma hareketini yarattığınız için ama en çok da son 13 yıl boyunca takip edebileceğimiz bir öncü ve örnek olduğunuz için teşekkürler. “Bizim için bu görev sizin yaptığınız her şeyin bir devamı niteliğindeydi. Sizin neslinizin Küba Halkı ve insanlık için yaptıklarının bir devamı. “Bu mesajı size göndermek beni çok mutlu ediyor, geçici de olsa bir kucaklaşma göndermek beni sevindiriyor. Ancak düşmanlar gerçekten kucaklaşmamızı ne kadar engellemeye çalışırlarsa çalışsınlar başarısız olacaklar. Siz söz verdiğiniz için Küba Beşlisi’nin geri döneceğini düşünüyorum. Sözünüzün dışında Küba Halkı ortaya koyduğu enerjiyle insanlığın iyiliği için kavga etmeye devam ediyor. Küba Halkına ilham veren davana hizmet ediyor olmak bizim için büyük bir onurdur. Senin ve Raul’un açtığı yolda ilerlemeye devam ediyoruz, hiçbir zaman gözünüz arkada kalmasın. “Sizler, Fidel ve Raul, bize artık bu yepyeni tehlikelerle dolu aşamada önderlik ediyorsunuz. Karmaşık bir ekonomik bağımsızlık savaşında hayal ettiğimiz toplumu yaratmaya çalışıyoruz. Sizlere Beşli’den birer kucaklama getirdim, size her zaman güvendik. Hücrede tek başımızayken bizi tamamen dış dünyadan yalıttılar. Hiçbir şeyden haberimiz yoktu, ama sizin devrimin yolundan ayrılmayacağınıza inancımız tamdı. Devrimin onu koruyanları koruyacağından emindik, bu yüzden de o hep korunacak. “Ayrıca bize atfedilen tüm onurlu eylemleri yapmadığımızı belirtsem de hayatımızın geriye kalan kısmı sizin de verdiğiniz ilhamla davaya adanacaktır. Bize nasıl davranmamız gerektiğini öğrettiniz, bize duyduğunuz güveni boşa çıkartmayacağız. “Şu anda bulunduğum yer kavgaya devam edeceğim yeni bir mevzi sadece ve adalet yerine gelinceye kadar kavgaya devam edeceğim. “Ve Fidel ve Raul son sözüm sizlere; emredin komutanlarım!” 16-17 Ekim 2011 11 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Kurtuluş Partisi’nden KÜBA KOMÜİST PARTİSİ MERKEZ KOMİTESİ’E Halkların Kurtuluş Mücadelesinde Düşenler Ölümsüzdürler! K Yoldaşlar; üba, Küba Komünist Partisi’nin kurucularından, Politbüro Üyesi, Devrimci Silahlı Kuvvetler Bakanı ve Devlet Konseyi Başkan Yardımcısı Korgeneral Julio Casas Regueiro’yu yitirdi. Acınız büyük, acımız büyük. Ama biz devrimciler biliriz ki; İnsanlığın kurtuluş mücadelesinde düşenler sadece bedence aramızdan ayrılırlar. İnsanlığın kurtuluş mücadelesine tüm yaşamlarını adayanlar, insanlığın gönlünde ölümsüzleşirler. Bedence aramızdan ayrıldıklarında bile insanlığa yol göstermeye, ışık olmaya devam ederler. Julio Casas Regueiro Yoldaş, 10 Mart 1952 yılındaki karşıdevrimci darbeden itibaren devrimci mücadeleye katılmıştır. 1957 yılında Fidel Yoldaş’ın önderliğindeki 26 Temmuz Hareketi ile temasa geçerek devrimci mücadelesini Venezuela Bolivar Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Hugo Chávez’in, Filistin Devleti’nin tanınması konusunda Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’a yazdığı mektup: Ekselansları Ban Ki-Moon Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Sayın Genel Sekreter, Dünya Halklarının Saygıdeğer Temsilcileri, Yeryüzünde bulunan tüm dünya halklarının temsil edildiği büyük bir camia olan Birleşmiş Milletler Genel Meclisi’ne yönelttiğim bu sözler, Filistin Devleti’nin tanınması; Filistin’in özgür, egemen ve bağımsız bir ülkeye dönüşme hakkı hususlarında Venezuela’nın vermiş olduğu tam desteği bugün ve burada tasdik etmektedir. Çok uzun zamandan bu yana içinde büyük acı ve ızdırap büyüten bir halkla ilgili tarihi bir adalet tecellisi söz konusudur. Ünlü Fransız düşünür, Gilles Deleuze’nin “Arafat’ın Büyüklüğü” adlı unutulmaz eserinde de vurguladığı gerçeklik, Filistin sorununun her şeyden önce, bu halkın kendine yapılan haksızlıkları çekmiş ve çekmeye devam ediyor olmasıdır. Aynı şekilde, bu daimi ve yılmaz direniş isteğidir ki insanlığın kahramanlık sayfalarına yazılmıştır. Bu direnme isteği, dünyaya duyulan derin sevgiden doğmuştur. Filistin’in yorulmak bilmez sesi Mahmut Derviş, bu sevgiden ve bu hissiyatın bilincinden şöyle bahseder: Hatırlatmaya gerek yok çünkü Carmel Dağı içimizde Kirpiklerim üzerinde uçmakta Galilee’nin tozu Ona doğru bir nehir gibi akarım deme Ülkemiz iliklerimizdedir/ülkemiz canımızın canı. Filistin Halkının başına gelenin bir soykırım olmadığını yalan yere savunanlara karşı yine Deleuze en güzel açıklamayı yapmıştır: “Her durumda, sadece Filistin Halkının var olmaması gerektiğini değil hiç var olmadığı ortaya konulmaya çalışılmaktadır.” Bu, tabiri caizse, soykırımın sıfır noktasıdır: bir halkın var olmadığını açıklamaktır; onun var olma hakkını inkâr etmektir. Bu bağlamda, büyük İspanyol yazar Juan Goytisolo, etkili bir biçimde yaptığı şu belirlemelerde ne kadar da haklıdır: “İsrail kavimlerine Batı Şeria Bölgesi’nin (Judea ve Samaria) Kitab-ı Mukaddes’te vaad edilmiş olması, bu topraklarda doğan ve yaşayanları tahliye etme hakkı tanıyan, noter önünde güvence altına alınmış bir mukavele değildir.” İşte bu sebepten ötürü, Ortadoğu sorununun çözümü, kati olarak, Filistin Halkına adil davranmaktan geçer; bu, barış elde etmenin yegâne yoludur. Tarihin en kötü soykırımlarından birine maruz kalanların Filistin Halkının cellâdına dönüştüklerini görmek acıtıyor ve öfkelendiriyor: Holokost’un mirasının Nakba olması acıtıyor ve öfkelendiriyor. Ve Siyonizmin, kendi rezaletlerine ve suçlarına direnenlere karşı antisemitizm şantajını kullanmaya devam etmesi ise öfkelendiriyor. İsrail kurbanların hatırasını yüzsüz ve aşağılık bir şekilde araç haline dönüştürmüştür ve dönüştürmektedir. Ve bunu, tüm ceza muafiyetiyle, Filistin’e karşı kullanmaktadır. Bu arada, antisemitizmin Arapların dahil olmadığı, batılı ve Avrupalı bir sefillik olduğunu vurgulamak boşuna olmayacaktır. Unutmayalım ki, tüm bunların yanı sıra semitik Filistin Halkı, sömürgeci İsrail Devleti’nin yaptığı etnik temizlikten mağdurdur. Şu noktada beni anlamanızı istiyorum: antisemitizmi reddetmek bir şeydir ve diğer başka bir şey ise Siyonist barbarlığın Filistin halkına apartheid (ayrılık) rejimi uygulamasını pasif bir şekilde kabul etmektir. Ahlaki bir bakış açısı, ilkini reddedenin ikincisini kınamasını gerektirir. Bu noktada konudan saparsak, Siyonizmi Yahudilikle karıştırmak sınırı aşan bir yaklaşım olacaktır; Albert Einstein ve Erich Fromm gibi birçok Yahudi entellektüel bize bu gerçeği zaman içinde hatırlatmayı görev edinmiştir. Ve her geçen gün İsrail’de Siyonizme ve onun terör ve suç eylemlerine karşı çıkan bilinçli kişi sayısı artmaktadır. Bunu tüm hatlarıyla söylemek gerekir: bir dünya görüşü olarak Si- yonizm, kesinlikle ırkçıdır. Golda Meir’in şu sözleri bunun açık bir kanıtıdır: “İşgal edilmiş toprakları nasıl geri veririz? Kimse bunları kimseye geri vermez. Filistinli diye bir şey yoktur. İnsanların düşündüğü gibi Filistin adlı bir halkın var olduğu, ki onlar kendilerine Filistinli diyor, ve bizim gelip onları topraklarından atıp ülkelerini ele geçirdiğimiz diye bir şey yoktur. Onlar yoktular.” Hafızalarımızı biraz yoklayalım: 19’uncu Yüzyıl sonlarından bu yana Siyonizm Yahudi Halkının Filistin’e geri dönüşünü ve burada kendi milli Devletlerini kurmasını planlamaktadır. Bu, öncesinde Fransız ve İngiliz Emperyalizmi ve sonrasında da Yanki Emperyalizmi için işlevsel bir plandır. Batı daima, Filistin’in askeri yollarla Siyonist işgalini cesaretlendirmiş ve desteklemiştir. Tarihte Balfour Açıklaması olarak bilinen, 1917 tarihli belgeyi okuyun ve tekrar okuyun: İngiliz Hükümeti, Yahudilere Filistin topraklarında bir milli yurt sözü verirken gücünü kullanır ve orada yaşayan insanların varlığını ve taleplerini göz ardı eder. Siyonizmin gelip de kendi özel taşınmaz mülkü ilan etmesinden önce, yüzyıllardır Hıristiyanların ve Müslümanların Kutsal Topraklarda barış içinde, bir arada yaşadıklarını unutmamak gerekir. 20’nci Yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren, Siyonizm, Filistin’deki İngiliz işgalini fırsat bilerek, yayılmacı projesini geliştirmeye başlamıştır. İkinci Dünya Savaşının sona ermesinin ardından, topraklarının ve tarihinin sömürülmesi ile Filistin Halkının trajedisi ciddi bir hal al- mıştır. 1947’de Birleşmiş Milletler’in 181 sayılı uğursuz ve yasadışı kararı, Filistin’in bir Yahudi devleti, bir Arap devleti ve uluslararası kontrol altındaki bölge (Kudüs ve Beytüllahim) olarak paylaştırılmasını tavsiye etmektedir. Yüzsüz bir şekilde bu toprakların % 56’sı kendi devletini kurabilsin diye Siyonizme tahsis edilmiştir. Gerçekte bu karar, uluslararası hukuku ihlal etmiştir ve büyük Arap topluluklarının isteklerini açıkça tanımamıştır. Halkların kendilerini ifade etme hakları bir kara deliğe dönüşmüştü. 1948’den günümüze dek Siyonist devlet, Filistin Halkına karşı işlediği suç stratejisini sürdürmektedir. Bunun için koşulsuz müttefiki olan Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’ne güvenmiştir. Bu koşulsuzluk, çok açık bir olayla ortaya konulmaktadır: Amerika Birleşik Devletleri Ortadoğu Uluslararası Polis Kuvvetlerini yönlendiren ve belirleyen İsrail’dir. Filistin’in ve evrenin bilinci ile Edward Said, Amerika Birleşik Devletleri’nin müttefikliği üzerine inşa edilecek bir barış anlaşmasının, Siyonizmle yüzleşmektense onun gücünü kabullenmek olduğunu savunmakta son derece haklıdır. İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm dünyayı inandırmak için yaptıklarının aksine, uluslararası iletişim ile Said’in de söylediği gibi Filistin’de yaşanmış olan ve yaşanan bir inanç sorunu değildir: sömürgeci ve emperyalist mühür taşıyan siyasi bir sorundur; milenyumun değil günümüzün sorunudur; Ortadoğu’da doğan değil Avrupa’da doğan bir sorundur. Sorunun özü neydi ve ne olmaya devam ediyor? İsrail’in güvenliği dikkate alınıp tartışılırken Filistin için hiçbir şey yapılmıyor. Bunu, yakın tarihle de teyit edebiliriz: Gazze’de İsrail tarafından yeni bir soykırım tekrarı olarak gerçekleştirilen “Dökme Kurşun” operasyonunu hatırlamak yeterli olacaktır. Filistin’in güvenliği, Ürdün’ün batı sınırı ve Gazze şeridi tecrit edilerek, bir çırpıda yerel yönetim ve yerel polis kontrolü seviyesine indirgenemez. Bu, Filistin Devletinin, Başkent olarak Batı Kudüs’ü de kapsayan 1967 öncesi sınırlarını, vatandaşlarının haklarını ve halk olarak kendi isteklerini göz ardı etmek demektir. Bu da 194 sayılı kararda aynen ifade edildiği üzere % 50’si dünya üzerinde dağınık halde bulunan Filistin Vatandaşlarının tazmin edilmesinin ve sonrasında Ana Vatan’a dönmelerinin göz ardı edilmesidir. Peder Miguel D’Escoto’nun 2008 sonlarında ve 2009 başlarında Gazze Halkına yönelik katliamın durdurulmasını isterken söylediği gibi, bir ülkenin (İsrail) varlığını, Birleşmiş Milletler’in çıkardığı küçümseyici olabilecek kararnamelerden biri olan Genel Kurul kararnamesine borçlu olması inanılmaz bir şeydir. Sayın Genel Sekreter ve Dünya Halklarının Saygıdeğer Temsilcileri, Birleşmiş Milletler krizini göz ardı etmek imkânsızdır. 2005 yılında, yine böyle bir Genel Kurul’da, Birleşmiş Milletler modelinin tüketildiğini savunduk. Filistin üzerine yapılan tartışmanın gecikmiş ve açıkça sabote ediliyor olması bunu doğrulamaktadır. Birkaç günden bu yana, Washington, Filistin’in Birleşmiş Milletler Daimi Üyesi olarak tanınması durumunda, Genel Kurul çoğunluk kararını Güvenlik Konse- sürdürmüş, bu nedenle iki kez tutuklanmıştır. Mart 1958’de “Frank Pais” İkinci Doğu Cephesi kurulunca, Kumandanı Raul Castro’nun emrinde savaştı. Devrimden sonra da önemli görevler yerine getirdi. Küba, 1978 yılında Etiyopya’ya enternasyonalist yardımda bulunduğunda, bu ülkede Askeri Misyon Başkan Vekilliği görevini yerine getirmiştir. Önemli başarılarından dolayı ulusal ve uluslararası birçok nişan ve şeref madalyaları almıştır. En önemlileri Domuzlar Körfezi Şeref Madalyası ve Küba Cumhuriyeti Kahramanlık Madalyası’dır. Kübalı Yoldaşlar, Julio Casas Regueiro Yoldaş için “Partiye, Halkına, Devrime, Başkumandanı ve Genelkurmay Başkanı Raul Castro Ruz’a bağlılığıyla tanınmıştır.” demekteler. Ne mutlu O’na… Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın; “Görev yapmada vurmak da vardır, vurulmak da... Hepsi vız geldi ve de gelmelidir.” dediği ve gösterdiği gibi, vurmayı da vurulmayı da göze alarak atıldı mücadeleye. yi’nde veto edeceğini söylemektedir. Filistin Devleti’nin Tanınması Beyanatında, Venezuela, Amerika’mız Halkları için Bolivarcı İttifaka (ALBA) üye kardeş halklarla birlikte, böylesine adil bir gayenin ancak bu şekilde durdurulacağını bildirmiştir. Bildiğimiz üzere, İmparatorluk, bu ve diğer durumlarda, dünya sahnesine ikili standart getirmeye çalışmaktadır: Libya’da uluslararası hukuku ihlal eden ikili Yanki standardıdır, ancak İsrail’in aynı şeyi canının istediği gibi yapmasına da izin vermektedir. Böylece Siyonist barbarlığın ellerinde tecelli eden Filistin soykırımının baş yardakçısı haline gelmiştir. Said’in, yaraya tuz basan şu sözlerini hatırlayalım: “İsrail’in Amerika Birleşik Devletleri’ndeki çıkarlarına bağlı olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin ülkenin Ortadoğu siyaseti İsrail merkezli olmuştur.” Sözlerimi Mahmut Derviş’in unutulmaz İki Venezuela D ünkü yazımda İmparatorluk ile müttefik olan, Posada Carriles ve Orlando Bosch’un Küba Havayolları’na bağlı bir yolcu uçağına yönelik düzenledikleri terör saldırısının gerçekleştirildiği Venezuela’dan bahsetmiştim. Bu saldırı uçaktaki tüm yolcuların hayatını kaybetmesine neden olmuştu. Hayatını kaybedenler arasında, ne yazık ki şimdi Pan Amerikan Oyunları olarak yeniden adlandırılan, o zamanki adıyla Orta Amerika ve Karayipler Şampiyonası’nda tüm altın madalyaları kazanmış Küba genç eskrim takımının oyuncuları da yer alıyordu. Bu dönemdeki Venezuela, edebiyatçı ve siyasetçi Rómulo Gallegos ve Andrés Eloy Blanco’nun Venezuelası değildi. O Venezuela, Küba Devrimi’nin düşmanı, emperyalistlerin işbirlikçisi ve vatanımıza saldıranlarla yüzde yüz işbirliği içerisinde olan hain, dönek, satılık Rómulo Betancourt’un Venezuelası’ydı. Miami’den sonra, o dönemde ABD’nin bir diğer petrol deposu haline gelmiş olan Venezuela, Küba karşıtı terör saldırılarının merkezi haline gelmişti. Tarihsel olarak Eski Venezuela; Domuzlar Körfezi emperyalist macerasının, halkımıza karşı uygulanan vahşice ablukanın ve terör saldırılarının önemli bir bölümünden sorumludur. Bu karanlık dönem, Hugo Chávez’in “ölmekte olan anayasa” üzerine yemin edip görevi Rafael Caldera’nın titreyen ellerinden almasıyla sona erdi. Küba Devriminin zaferinin üzerinden 40 yıl, Venezuela’nın petrol başta olmak üzere doğal kaynaklarının ve Venezuelalıların alın terinin ABD tarafından yağmalanmaya başlanmasının üzerinden 100 yıl geçmişti. Venezuelalıların çoğu, ABD ve Avrupalı savaş gemilerinin umursamazlığı ve yine onlar tarafından dayatılan sefalet nedeniyle hayatını kaybetti. Ne mutlu ki şimdi, gerçekleşmesi uğruna yarım yüzyıldan fazla bir zamandır süren baskı ve ablukalara göğüs gerdiğimiz ve kendimizi bir parçası olarak hissettiğimiz Büyük Latin Amerika Vatanını tahayyül etmiş Bolivar’ın, Miranda’nın, Sucre’nin ve birçok dahi askeri liderin ve düşünürün yeni Venezuela’sı var artık. Bağımsızlık kahramanımız Jose Marti, şehit düşmeden bir gün önce şöyle demişti: “Küba’nın bağımsızlığıyla birlikte, Birleşik Devletler’in şimdiye kadar olduğundan daha güçlü bir şekilde Latin Amerika’ya ve Yılmadı. Geri durmadı. Hep en önlerde yer aldı. Taviz vermedi uğruna yaşamını adadığı Sosyalizm mücadelesinden. Bütün insanlar insan olarak doğar, ancak insan olarak ölmezler. Bir kısmı kendi bencil çıkarları için, mal-mülk, şan-şöhret için insancıl değerlerden uzaklaşırlar. Sonuçta insanlıktan çıkmış, adeta hayvanlaşmış olarak ölürler. Bazıları da Julio Casas Regueiro Yoldaş gibi son nefeslerine kadar insanlığın kurtuluşu, insancıl değerlerin yüceltilmesi için mücadele ederler. Yani insan olarak geldikleri dünyadan insan olarak giderler sonsuzluğa. İnsanlığın kurtuluş mücadelesinde düşenler ölümsüzdürler. Bu nedenle, Julio Casas Regueiro Yoldaş ölümsüzdür! Küba Halkının ve Dünya Halklarının kavgasında, yüreğinde sonsuza kadar yaşayacaktır! Tüm gerçek devrimcilerin başı sağ olsun. 06 Eylül 2011 Halkın Kurtuluş Partisi Merkez Komitesi şiirinin şu dizeleriyle sonlandırmak isterim: Bu topraklar üzerinde: Bu topraklar üzerinde yaşamaya değecek bir şeyler var: Bu topraklar üzerinde, Doğa Ana var tüm başlangıçların anası var tüm sonların anası. Onun adı Filistin’di. Ve hâlâ Filistin. Doğa Ana: ben bunu hak ediyorum, çünkü sen benim kadınımsın, ben yaşamayı hak ediyorum. Filistin denilmeye devam edecek! Filistin yaşayacak ve kazanacak! Çok yaşa özgür, egemen ve bağımsız Filistin! Miraflores, 17 Eylül 2011 Hugo Chávez Frías Venezuela Bolivar Cumhuriyeti Devlet Başkanı Antiller Bölgesi’ne yayılmasını zamanında engellemek… Yaptığım ve yapacağım her şey bu ideale yöneliktir”. Bugünlerde aramızda, Simon Bolivar’ın tasavvur ettiği Büyük Latin Amerika ve Karayipler Vatanı’nın bir misafiri olarak Hugo Chavez var. O, Marti’nin; “Bolivar’ın yapamadığı şeyler, bugüne kadar yapılamadı: onun hâlâ Amerika’da yapacağı şeyler var” sözünü en iyi anlayan kişi. Dün ve bugün onunla uzun görüşmeler yaptım. Ona artık geriye kalan enerjimi daha güzel ve adil bir dünyanın düşleri için sarf ettiğimden bahsettim. İmparatorluk ölümcül hastalığının emarelerini çoktan göstermeye başlamışken Bolivarcı liderle hayallerimizi paylaşmak hiç de zor değil. Bugünlerde, İnsanlığı geri dönülmez bir felaketten kurtarmak, son yıllarda Amerika’yı yöneten vasat başkanların, hatta İmparatorluğun kaderini belirleyen askeri-endüstriyel bileşimin birbirinden güçlü liderlerinin ahmaklığına bağlı gibi gözükebilir. Bu ideali, küresel ekonomide ve teknolojide kapladıkları yer gittikçe artan, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kalıcı üye olan Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu ile Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki meşhur tanımıyla Üçüncü Dünya Halkları başarabilir. Kendi mali oligarşileri tarafından her geçen gün daha fazla sömürülen gelişmiş ülkelerin halkları da insanlığın kurtuluş mücadelesinde rollerini oynamaya başlıyor. Bu sırada Venezuela’nın Bolivarcı Halkı direnerek, emperyalizmin hizmetinde olan ve bir kez daha iktidarı ele geçirme fırsatı kollayan tiksindirici oligarşiyi yenmek için örgütleniyor. Olağanüstü gelişmiş düzeydeki eğitim, kültür, sosyal ilerleme ile muazzam miktarda enerji ve doğal kaynaklara sahip olan Venezuela, dünya halkları için bir devrimci örnek olma yolunda ilerliyor. Venezuela Ordusu’nun saflarından gelmiş olan Chavez, çok planlı ve yorulmak nedir bilmiyor. İlk kez Küba’ya geldiğinden bu yana onu 17 yıldır gözlemliyorum. Son derece insancıl ve kurallara bağlı birisi, kimseden intikam alma peşinde koşmuyor. Ülkedeki en çok unutulmuş ve aşağılanmış kişiler, hayallerindeki sosyal adaleti Tarihte ilk kez tesis ettiği için ona müteşekkir. Ona şunu söyledim: “Çok açık bir şekilde görüyorum Hugo. Bolivarcı Devrim çok kısa bir sürede Sadece Venezuelalılar için değil, bugün yüzde kırkı yoksul olan, önemli bir kısmı da aşırı yoksulluk içinde kıvranan ve geçmişte sizinle birlikte Amerika’nın bağımsızlığı için mücadele etmiş çalışkan Kolombiyalı kardeşleri için de çok sayıda iş olanağı yaratabilir”. Bu ve diğer konularda, artık yeni Venezuela’nın simgesi haline gelmiş olan onurlu konuğumuzla konuşma onuru yaşadım. 18 Ekim 2011 12 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 NATO Soykırımı Havana, (Prensa Latina) Bu askeri ittifak, artık, insanlık tarihi boyunca görülen en vahşi baskı aracı haline gelmiştir. Sovyetler Birliği’nin var olduğu dönemde kurulması için türlü bahaneler yaratılan NATO, artık tam anlamıyla dünya halklarının gardiyanı haline gelmiş durumda. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgaline kahramanca direnen Sırp halkına yapılan saldırılarda bu özelliği açıkça gözler önüne serilmişti. Hatırlanacağı gibi, Tito’nun ölümünün ardından Yugoslavya’yı parçalamaya niyet eden NATO, 1999 yılı Mart ayında ayrılıkçı Kosovalıları destekleme kararı alınca, Yugoslav Halkının direnişiyle karşılaştı. Yanki yönetimi, o dönem iktidarda bulunan sağcı İspanyol Jose Maria Aznar hükümetinin desteğiyle Sırbistan’daki televizyon istasyonlarına saldırmış, Tuna Nehri üzerindeki köprüleri yıkmış, Belgrad’ı bombalamıştı. Bombardıman sırasında Çin Halk Cumhuriyeti elçilik binası vurulmuş, çok sayıda elçilik personeli hayatını kaybetmişti. Saldırının kaza olmadığı açıktı. Saldırılar sırasında çok sayıda Sırp yurtsever hayatını kaybetmiş, Cumhurbaşkanı Slobodan Miloşeviç saldırganların gücüne boyun eğmek zorunda kalarak, Birleşmiş Milletler denetiminde Kosova’ya NATO askerlerinin girmesine razı olmuştu. Sonunda siyasi olarak da yenilen Miloşeviç, Lahey Mahkemelerindeki yanlı yargılama sonucu suçlu bulunmuştu. Ülkesi tarafından Lahey’e gönderilen Miloşeviç’in şüpheli bir şekilde hapiste öldüğünü de hatırlatalım. Sırp lideri, eğer NATO saldırılarına bir süre daha dayanabilmiş olsaydı, NATO ittifakının artık çatlaklar vermeye başlayabileceğine dair yorumlar bulunmaktadır. İnsanlık dışı saldırılar sırasında baskıcı kimliğini saklamayan ittifak, yaşanan dram karşısında üye ülkeleri bile bir arada tutmakta zorlanmıştı. Bu yıl 21 Şubat ile 27 Nisan tarihleri arasında, Cubadebate internet sitesinde, özellikle NATO’nun Libya’da yaptıklarını ayrıntılarıyla ele alıp olacaklara dair görüşlerimi sizlerle paylaşmıştım. Güncel gelişmelerin ışığında bu yazılarda ortaya koyduğum düşüncelerimi yeniden ele alma aşamasına geldim. Özellikle tarihe mal olmuş Libya lideri Muammer Kaddafi’nin son NATO hava saldırısı sonucunda ağır yaralı olarak ele geçirilip NATO tarafından silahlandırılmış olan çapulcular tarafından linç edilmesinden sonra. Cesedinin bir savaş ganimeti gibi gezdirilerek teşhir edilmesiyle hem İslami inançlar hem de temel insan hakları ayaklar altına alınmıştır. Libya’nın bundan sonra demokratik ve insan haklarına saygılı olacağının açıklanması da mânidardır. Bu önemli konu hakkında yazmaya devam edeceğim. 23 Ekim 2011 NATO Soykırımı-2 Sekiz ay kadar önce, 21 Şubat günkü yazımda şöyle yazmıştım: “NATO’nun planı Libya’yı işgal etmektir” O dönemde kuruntu veya hayal gücü eseri olarak görülebilecek bir değerlendirmeydi. Libya’da yaşananlar, beni aşağıda alıntılayacağım zorunlu sonuçlara sevk etmişti. “Petrol, artık devasa Yanki İmparatorluğunun en önemli zenginlik kaynağı ve dünyada siyasi iktidarı elinde tutması için en önemli aracı haline gelmiştir. “Mevcut uygarlık bu güç üzerine kurulmuş durumdadır. Yarıküremizde bu yüzden en ağır bedel ödemiş olan ülke muhtemelen Venzuela’dır. Bu kardeş ulusa bahşedilen doğal kaynaklar ABD tarafından ele geçirilmiştir. “II. Dünya Savaşı’nın ardından petrol artık İran, Suudi Arabistan, Irak ve diğer bölge ülkelerinden sağlanmaya başlanmış, Arap ülkeleri asıl petrol sağlayıcısı konumuna gelmiştir. Dünya çapında petrol tüketim seviyeleri muazzam şekilde artarak, günde 80 milyon varil düzeyine çıkmıştır. “Petrol ve doğalgaz üzerine dayalı sanayiler ise insanlığın henüz çözülememiş olan trajedisine dönüşmüştür, bugün buna küresel ısınma diyoruz. “1951 yılında, Libya II. Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlığını kazanan ilk Afrika ülkesi oldu. Libya toprakları savaş sırasında Nazi Almanyası ile İngiltere arasında şiddetli muharebelere sahne olmuştu… “Libya topraklarının % 95’i çölden oluşmaktadır. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte Libya’da çok kaliteli petrol yatakları bulunmuş, günde 1 milyon varilin üzerinde üretim yapılırken geniş doğalgaz rezervleri de keşfedilmiştir. (…) Çöl topraklarının altında Küba’nın yüzöl- çümünün üç misli büyüklüğünde tatlı su kaynakları olduğu bulunduğunda, ülke çapında tarım yapılabilmesi için altyapı kurulmaya başlanmıştır. “Libya Devrimi 1969 yılı Eylül ayında gerçekleşti. Devrimin lideri, Bedevi bir aileden gelen asker kökenli Muammer Kaddafi, gençliğinde Mısırlı lider Cemal Nasır’dan etkilenmişti. Libya’daki yozlaşmış hanedan devrildiğinde Mısır’daki değişimi örnek alması çok doğaldı. “Kaddafi’yi beğenelim beğenmeyelim dünya kamuoyu yoğun bir haber bombardımanı altında. Libya ile ilgili olarak hangisinin yalan hangisinin doğru olduğu bilinmeyen kesintisiz bir bilgi kirliliği kaosu içindeyiz. Benim için çok açık olan konu ise Libya’nın barış içinde olup olmamasının ABD için hiçbir önem taşımadığıdır. Hatta bu zengin ülkeyi işgal etmek için NATO’ya doğrudan emir vermekten bir an olsun çekinmeyecektir bile. “20 Şubat Pazar akşamı yapılan yalan yayında, Kaddafi’nin Venezuela’ya doğru kaçmakta olduğu haberi, aynı gün Venezuela Dışişleri Bakanı Nicolas Maduro tarafından sert bir dille yalanlanmıştır… “Libya liderinin doğru veya yalan bir takım suçlamalar sonucunda ülkesini bırakıp kaçacağını şahsen düşünmüyorum. “Dürüst insan, sürekli olarak, dünyanın neresinde olursa olsun yapılan adaletsizliğe karşı çıkmalıdır. Bugün yapılabilecek en büyük yanlış, NATO’nun Libya Halkına karşı başlattığı katliama ses çıkartmamaktır. “Yavuz hırsız konumundaki NATO derhal şiddetle kınanmalıdır! Bu yazıları yazdığım erken sayılabilecek günlerde durumun bu kadar açık olduğunu sanmıyordum. Yarın, 25 Ekim günü, Küba Dışişleri Bakanımız Bruno Rodriguez Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ABD tarafından ülkemize karşı uygulanan yasadışı ablukaya karşı söz alacak. Sadece ablukanın sorumlusu olmasından dolayı değil dünyadaki tüm adaletsizliklerin sorumlusu olmasından dolayı, insanlığı ve dünyayı tehdit etmesinden dolayı İmparatorluğa karşı kavgaya devam edeceğiz. Küba’nın ortaya koyduğu suçlamalara dikkatinizi çekerim. 26 Ekim günü devam edeceğim. 24 Ekim 2011 NATO Soykırımı-3 23 Şubat günkü makalemin başlığı, “İkiyüzlülüğün dehşetli dansı” idi. Bu yazıda şunları yazmıştım. “ABD ve NATO’lu müttefiklerinin Ortadoğu’da uyguladıkları yağma politikası krize giriyor. “Enver Sedat’ın, Camp David Antlaşması’ndaki hainliği yüzünden Filistin Devleti var olamamıştır. 1947 yılı Kasım ayında Birleşmiş Milletler tarafından tanınan İsrail ise ABD ve NATO ile ittifak içinde nükleer bir güç haline gelmiştir. “ABD’deki askeri sanayi kompleksi, her yıl İsrail’e ve boyun eğmiş Arap devletlerine milyarlarca dolar kaynak sağlamakta. “Cin lambadan çıkmış durumda ve NATO bu durumu nasıl kontrol altına alacağını bilemiyor. “Şimdi Libya’daki üzücü olayları olabildiğince sömürmeye çalışacaklar. Kimse şu anda orada neler olduğunu kesin olarak bilemiyor. Her türlü bilgi ne kadar imkansız da olsa bize doğru olarak yansıtılıyor, imparatorluk ve yardakçısı basın kurumları dezenformasyon bombardımanı yapıyor. “Artık Libya’da bir iç savaş ortamının olduğu açık. Böyle bir durum nasıl ve neden ortaya çıktı? “Bu olayların sorumlusu kim? “Reuters Ajansı, bilinen Japon Bankacısının yorumlarını yineleyerek, petrol fiyatlarının sınırsız oranda artacağı kehanetinde bulunuyor. “Kriz artınca bunun sonuçları ne olacak? “NATO’nun başlıca liderleri coşmuştu bir kere. Britanya Başbakanı David Cameron Kuveyt’te yaptığı konuşmada, Batılı ülkelerin Arap dünyasındaki demokratik olmayan ülkelere yardım ederek yanılgıya düştüğünü açıklayacaktır. “Fransız Başbakanı Nicolas Sarkozy ise Libya sivil nüfusunun maruz kaldığı baskıcı ve kanlı düzenin iğrenç olduğunu söylüyordu. “İtalyan Başbakanı Franco Frattini, Trablus’da bin kişinin hayatını kaybetmiş olacağına inanıyor ve bu trajik kan gölünün durması yönünde çağrı yapıyordu. “Hillary Clinton ise dökülen kanın kesinlikle kabul edilemez olduğunu belirterek, çatışmaların kesinlikle durması gerektiğini açıklıyordu. “Ban Ki-moon ise şöyle diyordu: Bu ülkede şiddetin kullanılması kesinlikle kabul edilemez. “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, uluslararası kamuoyunun vereceği kararla uyumlu olarak harekete geçecektir. “Bir takım seçenekleri değerlendiriyoruz. “Ban Ki-moon’un beklediği şey aslında Obama’nın söyleyeceği son sözdü. “ABD Başkanı, bu Çarşamba öğleden sonra beklenen konuşmayı yaptı, Dışişleri Bakanının Avrupa’ya giderek, NATO’lu müttefiklerle atılacak adımlar konusunda mutabakat arayışında olacağını belirtti. Aşırı sağcı Cumhuriyetçi lider John McCain, İsrail yanlısı Connecticut senatö- rü Joseph Liebermann ve Çay Partisi liderleri ile başa çıkabileceğine dair bir yüz ifadesi takınmıştı. “Taraflı basın yayınlarıyla müdahaleye olanak sağladı. Libya’ya silahlı müdahale etmek artık hiç garip gelmiyordu, hele bir de Kaddafi diktatörlüğüne son verilip veya Kaddafi öldürülüp Avrupa’ya neredeyse 2 milyon varil ham petrol sağlanacaksa… “Ne olursa olsun Obama’nın verdiği mesaj oldukça karmaşıktı. Bu askeri macera sırasında kan oluk oluk akarsa Arap ve Müslüman dünyasının tepkisi nasıl olur? Mısır’da başlayan Arap Baharı Libya’daki NATO müdahalesiyle kesilecek mi? “Irak, yalan yanlış gerekçelerle işgal edildiğinde bir milyondan fazla masum Arap’ın kanı akmıştı. “Dünyada hiç kimse, Libya’daki veya başka bir yerdeki savunmasız sivillerin ölümlerini olumlayamaz. O zaman ben de soruyorum: Afganistan ve Pakistan’da her gün savunmasız insanları insansız hava araçlarıyla ve Yanki askerleriyle öldüren ABD ve NATO bu prensibe uymakta mıdır? “Yapılan ikiyüzlülüğün dehşetli dansıdır. Ben bu konularla ilgili düşünmeye çalışırken, dün yani 25 Ekim günü, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun gündemine “ABD tarafından Küba’ya uygulanan mali ve ticari ablukaya son verilmesine dair karar” önerisi geldi. Bu konu son 20 yıldır uluslararası kamuoyunun gündemine geliyor ve çoğunluk tarafından onaylanıyor. Bu seferki oylamada sonuçlar hiç olmadığı kadar açık ve netti (bu rakamların ABD için hiçbir değeri olmadığını da belirteyim). Tüm zamanların en güçlü İmparatorluğunun başındaki oligarşinin çıkarları ve iktidarı kendi halkları dahil olmak üzere tüm dünya halklarına dayatılmış durumdadır ve bu iktidarın adaletsiz ve ahlâksızlığı aşikar durumdadır. ABD despotluğu, tüm dünyada siyasi, ekonomik, teknolojik ve askeri alanlarda hissedilmektedir. Bu gerçeklik, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bünyesinde son 20 yıl boyunca yapılan samimi konuşmalarla sabittir. Dışişleri Bakanımız Bruno’dan önce, çok sayıda ülke bağlı bulunduğu örgütler adına konuşmalar yaptı: Grup 77 ve Çin adına Arjantin, Mısır NOAL adına, Kenya Afrika Birliği adına Belize CARICOM adına, Kazakistan İslam İşbirliği Örgütü adına ve Uruguay da MERCOSUR adına görüş bildirdi. Bu örgütlerdeki kolektif kararlara paralel şekilde bağımsız kararlarını açıklayan güçlü ekonomiye sahip büyük ülkeler Çin, Hindistan ve Endonezya, elçileri aracılığıyla karara verdikleri destekle 2.7 milyar insanın görüşünü temsil etmiş oldular. Benzer şekilde Rusya Federasyonu, Belarus, Güney Afrika, Cezayir, Venezuela ve Meksika da karara onay verdi. Bu ülkeler arasında Karayipler’deki en yoksul ülkelerden olan Belize ile San Vincent yer alırken ülkemizle kardeşçe dayanışma içinde olan Bolivya da 50 yıldır sürdürülen ablukaya karşı oy kullandı. Oylamadan önce söz alan Nikaragua elçisi, ablukaya karşı olma gerekçelerini büyük bir kahramanlıkla dile getirdi. Söz alanlar arasında ABD temsilcisi de vardı. Ondan açıklanamaz olanı açıklaması istenmiş. Ona acıdım, o sadece okuması için verilen kâğıdı okudu. Sıra oy vermeye geldiğinde iki ülke yoktu; Libya ve İsveç, üç ülke çekimser kaldı: Marşal Adaları, Mikronezya ve Palau; iki ülke karşı oy kullandı: ABD ve İsrail. Çekimser veya karşı oy kullananları özetlersek: 313 milyon vatandaşıyla ABD, 7.4 milyon nüfusuyla İsrail; 9.1 mil- NATO Soykırımı-4 2 Mart günkü “ATO’nun Engellenemez Savaşı” adlı makalemde şöyle demiştim: “Mısır ve Tunus’tan farklı olarak Libya, Afrika’daki insani gelişmişlik endeksinde ilk sırada yer almaktadır ve Afrika kıtasındaki en yüksek yaşam beklentisi seviyelerine sahiptir. Eğitim ve sağlık gibi hizmetler devlet tarafından özel olarak ele alınmaktadır. Toplumun kültür seviyesi tartışmasız bir şekilde yüksektir. Ülkedeki sorunların karakteri farklıdır (…) Ülke çok büyük üretim ve sosyal gelişim projeleri için çok miktarda yabancı işgücüne ihtiyaç duymaktadır. “Ülkenin zengin doğal kaynakları sayesinde elde edilmiş olan para büyük oranda gelişmiş ülke bankalarındadır, bu sayede ülke tüketicilere yönelik her türlü ürüne sahip olmuş, hatta bugün insan hakları adına kendisini işgal etmek isteyen ülkelerden gelişmiş silahlar satın almıştır. “Bilgi bombardımanı altında gerçekleştirilen muazzam bir yalan kampanyası dünya kamuoyunda kafa karışıklığına yol açtı. Libya’da aslında neler yaşandığına dair gerçekleri öğrenmemiz için uzun bir zaman geçmesi gerekecek, yalanla gerçek ancak o zaman birbirinden ayrılabilecek. “İmparatorluk ve müttefikleri bilgileri çarpıtmak için çok gelişmiş uygulamalar geliştirirken, gerçekleri tanınmayacak hale gelinceye kadar deforme ettiler. “Emperyalizm ve NATO kendi zengin ülkeleri için gerekli petrolün çoğunu elde ettiği Arap dünyasındaki altüst oluş döneminden ciddi şekilde endişeye düşmüşken, Libya’da ortaya çıkan iç karışıklığı bu ülkeye askeri müdahale gerçekleştirmek için kullanmamazlık edemezdi. “Yaratılan karmaşa ve bilgi kirliliğine rağmen ABD Libya’ya askeri müdahale edilmesi için gerekli kararı Çin ve Rusya’nın muhalefeti nedeniyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinden geçiremedi. Buna rağmen İnsan Hakları Konseyinden benzer bir onay almayı başardı. “Aslında olan Libya’da gerçek bir iç savaşın başlamasına destek verilmesi oldu, beklediğimiz gibi Birleşmiş Milletler bünyesinde hiç kimse bir şey yapmadı, Genel Sekreter bile. “Beklenmedik bir sorun da isyancı liderlerin yabancı askeri müdahale istemedikleri yönündeki açıklamalarıyla oluşmuş oldu. “İsyancı liderlerden Abdelhafız Ghoga, 28 Şubat günü gazetecilere yaptığı açıklamada, istediklerinin sadece istihbarat olduğunu, hiçbir şekilde hava, kara veya denizde egemenliklerini 1999 yılında ATO’nun Yugoslavya’yı bombalamasından bir kare yonluk İsveç, 6.5 milyonluk Libya, 67 bin nüfuslu Marşal Adaları, 106 bin nüfuslu Mikronezya, 20 bin nüfusluk Palau; toplamda 336 milyon yapar, o da 7 milyarlık dünya nüfusunun % 4.82üne karşılık gelir. Oylamanın ardından, oy verme gerekçesini Avrupa Birliği adına açıklamak için söz alan Polonya elçisi, ABD ile müttefik olmasına rağmen bu yasadışı ablukaya karşı çıkmış olduklarını belirtti. Böylelikle 17 Avrupa ülkesinin ablukaya neden karşı çıktığını kesin bir dille açıklamış oldu. 28 Ekim günü devam edeceğim. 26 Ekim 2011 zedeleyecek bir durumla karşılaşmak istemediklerini belirtti. “İsyancıların egemenlik konusundaki bu uzlaşmaz tutumu, Bingazi’de bulunan başta AFP olmak üzere yabancı gazeteciler tarafından da doğrulanıyor. “Aynı gün Kaddafi’ye muhalif olduğu bilinen Bingazi Üniversite Siyaset Bilimi öğretim üyesi Abeir Imneina şöyle demiş: “Libya’da çok kuvvetli bir milliyetçi duygu var. “Dahası, Irak’ta yaşananlar Arap dünyasında korkuya yol açıyor. Burada uzman, 2003 yılında ülkeye demokrasi getirme bahanesiyle yapılanlardan ve söylenen yalanlardan bahsediyor. “Irak’ta neler olup bittiğini biliyoruz, burada genel bir istikrarsızlık hâkim, biz de aynı kaderi paylaşmak istemiyoruz. Kaddafi rejiminin sona erdiğine lanet ettirecek şekilde ABD’nin gelmesini istemiyoruz, diye devam ediyordu öğretim üyesi. “Bu makaleyi kaleme aldığım sabahın erken saatlerinde ABD’nin önde gelen iki basın kuruluşu The New York Times ile The Washington Post konuyla ilgili DPA kaynaklı 1 Mart tarihli yeni haberler veriyordu: ‘Libya muhalefeti, Batılı ülkelerin Kaddafi’ye bağlı birliklerin stratejik bombardıman edilmesini talep edebilir.’ “İki gazete internet sayfalarındaki haberlerde Libya Devrimci Konseyi’nin bu konuyu görüşmekte olduğunu yazıyor. “The New York Times’a konuşan bir konsey yetkilisi hava saldırılarının Birleşmiş Milletler bünyesinde düzenlenmesinin konsey tarafından yabancı müdahale olarak değerlendirilmemesi için yeterli olacağını belirtti. “The Washington Post haberine göre, temas kurulan isyancılar, Batının yardımı olmaksızın Kaddafi birliklerinin daha uzun süre ayakta kalacağını ve can kaybının artmasına yola açacağını söylemişler. Bunun ardından makalede şunu soruyorum: “İsyancıları toplumun en yüksek seviyesindeki temsilcileri olarak görüp onların ağzından daha fazla Libyalının öldürülmesi için ABD ve NATO saldırıları talep etmekteki ısrarınız nedendir? “Bir gün gerçekler ortaya çıkacak, Bingazi’deki öğretim üyesi örneğinde olduğu gibi; Irak’ta gerçekte nasıl bir katliam gerçekleştirildiği, evlerin nasıl yakıp yıkıldığı, milyonlarca insanın nasıl işsiz bırakılarak göç etmeye zorlandığı ortaya çıkacak. “Bugün Mart ayının ikisi, EFE Ajansı isyancıların sözcüsünü konuşturuyor, daha Pazartesi günü söylediklerini kendisi yalanlamış oluyor: 2 Mart Bingazi, Libya. İsyancıların merkezi Birleşmiş Milletler Güvenli Konseyinden Muammer Kaddafi rejimine bağlı paralı askerlerin havadan bombardıman edilmesini talep ediyor. “Bu hangi emperyalist savaşa benziyor acaba? “1936 yılındaki İspanya iç savaşına, 1935 yılında Mussolini İtalyası’nın Etiyopya’ya saldırmasına, 2003 yılında George W. Bush’un Irak’a saldırmasına veya ABD’nin 1846 yılında Meksika’ya saldırısından 1982 yılında Falklands Savaşına kadarki dönemde Latin Amerika Halklarına kan kusturduğu sayısız savaşa benziyor. “Unuttuğumuz sanılmasın, aynı zamanda paralı askerlerin Domuzlar Körfezi işgal girişimine benziyor, ülkemize karşı yürütülen kirli savaşa, son 50 yıldır yürütülen haksız ablukaya benziyor. “Bütün bu savaşlarda, Vietnam örneğinde olduğu gibi saçma gerekçelerin, yalanların ardından milyonlarca insan hayatına son verildi. “Askeri müdahaleye dair kafalarında hâlâ bazı soru işareti olanlara her zaman iyi istihbarata sahip olan AP tarafından yapılan haberi sunmak isterim: NATO üye ülkeleri 1990’lı yıllarda Balkan ülkelerine karşı uygulanan uçuşa kapalı bölge uygulamasını yürürlüğe koyma planları yapıyor. Libya üzerinde bir ambargo uygulanması durumunda planın yürürlüğe konabileceği diplomatlar tarafından dile getiriliyor.” Gelişmeleri tarafsız bir şekilde gözlemleyebilen ve doğruları söyleyebilecek dürüstlükte olan bir kişi, ABD’nin gütmekte olduğu yalancı ve ikiyüzlü politikanın tehlikelerini görebilir. Aynı tehlike bu ülkenin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Küba’ya karşı sürdürülmekte olan ekonomik ve ticari ablukanın sürmesi yönünde bu ülke tarafından yürütülen çalışmada da görülebilir. Yürütmekte olduğum çalışmaların yanı sıra Guadalajara’da yapılmakta olan 2011 Panamerikan Oyunları’nı da takip etmeye çalışıyorum. Bütün dünyaya bireycilikten uzak ve dayanışma duyguları içinde nasıl mücadele edileceğini gösteren bu onur kaynağımız gençlerle ne kadar övünsek azdır. Hepinizi hararetle selamlarım, kimse kazanmış olduğunuz onuru elinizden alamaz. 30 Ekim günü devam edeceğim. 28 Ekim 2011 13 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Kurtuluş Partisi’nden Dört yıldan beri AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçi satılmışlar tarafından maddi-manevi hayâsızca saldırılara uğratılan Türk Silahlı Kuvvetleri’nden nihayet korkakça da olsa bir tepki geldi A B-D Emperyalistleri ve yerli hainler Türkiye’yi, hep söylediğimiz gibi, Yeni Sevr’e sürükleyebilmek için karşılarında en büyük engel olarak gördükleri Türk Ordusu’na 2007 Haziranından bu yana durup dinlenmeden en alçakça, en namussuzca oyunlara, düzenlere başvurarak saldırmaktadırlar, ordunun haysiyetini, onurunu kırmak, bozmak, itibarsızlaştırmak için ellerinden ne geliyorsa yapmaktadırlar. Bundan amaçları bir: Ordunun sürekli darbelere maruz bırakılarak hırpalanması, böylece de özgüvenini yitirmesidir. İkincisi de: Halkın gözünde orduyu itibarsızlaştırmak, onu neredeyse bir çakal örgütü görünümüne sokmaktır. Özgüveni bitmiş ve halkın gözünde saygınlığı kalmamış bir ordu ne yapabilir? Hiç. İç ve dış saldırılar karşısında ne etkinlik gösterebilir? Hiç. İşte orduya saldırılarla varılmak istenen hedef budur. Dört yıldan beri şuraya buraya askeri açıdan pek bir işe yaramayan bombalar vb. askeri malzemeler gömülerek, işte bunlar darbecilerin darbe hazırlıklarının bir kanıtıdır, dendi. Oysa o beş para etmez sözde silahları oralara gömenler de sonra yine “kimliği meçhul” kişilere ihbar ettirtenler de ve en sonunda da onları gömdükleri yerden kazıp, bulup, çıkarıp emniyet birimlerinde çarşaflar üzerinde sergileyenler de hep kendileriydi. Yani bu işleri yapanların tümü aynı vatan millet düşmanı, AB-D işbirlikçisi çetenin elamanlarıydı. Bunlar yine ordunun resmi, yasal prosedürlere uygun plan ve seminerinin belirli bölümlerine suç unsuru teşkil edecek namussuzca hazırlanmış metinleri ekleyerek; bakın, işte generaller Balyoz, İnternet Andıcı türünden hükümeti devirmeye yönelik darbe planları yapmışlardır, seminerler düzenlemişlerdir, diye orduyu sürekli en iğrenç, en hayâsızca yöntemlerle suçlamışlardır. Tabiî bu suçlamaların her birinin sonrasında Türk Ordusu’nun en yiğit, Mustafa Kemalci, vatansever, laik subayları gece yarısı operasyonlarıyla baskına uğratılmışlar, kümesten tavuk çalarken suçüstü yakalanan tavuk hırsızları gibi polis komiserlerinin kollarında yaka paça minibüslere tıkılmışlar sonra da Hasdal ve Silivri Zindanına doldurulmuşlardır. Işık Koşaner’in Türk Ordusu’na hitaben yazdığı veda mesajında dile getirdiği gibi şu anda böyle namuslu iki yüz elli general, amiral ve daha alt rütbelerden subay bu zindanlarda yatmaktadır. Beşiktaş ve Silivri’deki Nemrut Mustafa Paşa’nın torunlarından oluşan divanların hakla da, hukukla da, adaletle de, vicdanla da, yasayla da hiçbir ilgisinin bulunmadığını biz dört yıldan beri yani saldırının ilk anından beri söylemekteyiz. Bu saldırganlar, AB-D Emperyalistlerinin, onların en azgın casus örgütü CIA’nın ipleriyle oynamaktadırlar. Onların normal hukukçu kimlikleri yoktur. Onlar, on yıldan beri AB-D Pensilvanya’da oturan, insanları Kur’an’ın söyleyişiyle “Allah’la aldatan büyük aldatıcı”nın yani İblis’in Fethullahçılar denen cemaatinin müritleridir. Dolayısıyla da emri hukuktan, yasalardan değil cemaatin imamlarından almaktadırlar. Bu saldırının Türkiye’deki diğer ayağını oluşturan en önemli güç ise Tayyipgiller iktidarıdır. Bu iki Ortaçağcı, vatan millet düşmanı, AB-D hizmetkârı hain güç çıkar birliği etmiştir. Bunlara uzun yıllar Kanal 7 televizyonunda hizmet etmiş olan Ahmet Hakan bile bugün artık Fethullah Gülen Cemaati’yle Tayyipgiller’in kaynaşık olduğunu itiraf etmektedir. Ayrıca Türkiye’de bulunan Fethullahçılardan daha küçük çaplı tüm tarikatlar da Tayyipgiller’le kaynaşmıştır artık. Özellikle son iki genel seçimde ve 12 Eylül Referandumu’nda bunların tümü birlikte davranmıştır. Bu demokrasi filan değildir. Uzaktan yakından ilgisi yoktur demokrasiyle. Yine bizim yıllardan beri dile getirdiğimiz bu tezi bugün pek çok namuslu bilim insanı savunur duruma gelmiştir. Daha geçende, dünya çapında saygınlığa sahip yerbilimcimiz Profesör Celal Şengör de oynanmakta olan bu seçim oyununun-bu sandık oyununun, demokrasiyle bir ilgisi olmadığını Cumhuriyet Gazetesi’nin Bilim Teknik Eki’nde açıkça yazmıştır. Şengör Hoca’nın da söylediği gibi, yapılanın demokrasi olabilmesi için her şeyden önce insanların objektif bilgiyle donatılması, bilinçlendirilmesi gerekir. Tabiî bunun yapılabilmesi için de insanların özgürce düşünebilen, aydınlık düşünebilen bir düşünce sistemine, kafa yapısına sahip olması gerekir. Fakat ne yazık ki, insanlarımızın büyük çoğunluğu bu im- kândan yoksun. İnsanlarımız, cemaatlerin elinde tutsak. Manevi anlamda ve maddi anlamda tutsak… Bugün Türkiye’de İmam Hatip Liselerinde ve İlahiyat Fakültelerinde tabiî Kur’an Kursları’nda da öğretilen din, 120 bin İmamın cami hutbelerinde anlattığı din, gerçek İslamiyet değil. Bunu namuslu ilahiyatçı Profesör Yaşar uri Öztürk de “Allah’la aldatmak” adlı kitabında ve ayrıca geçen haftalarda haber programlarına konu olan ve gazetelerde kendisiyle yapılmış röportajı yayımlanan Malatya Şeker Camii’nin sevimli Şeker Hoca’sı Celal Tilgen de açıkça ortaya koymaktadır. Yaşar Nuri Hoca, Türkiye’de öğretilen din İslamın gerçeği değil, Arap-Emevi yorumudur, diyor. Bu yorumda İslamın ruhu yoktur, diyor. Bozulmuş, çarpıtılmış, şeklî bir İslam vardır, diyor. İşte bu gerçek dışı İslamla da insanlarımız Allah’la aldatılmaktadır, diyor. Ve aldatmaların en alçakçası “Allah’la aldatmaktır”, diyor. Malatya’nın Şeker Hoca’sı ise “Dinin genleriyle oynadık. Şu anda uygulanmakta olan dinin gerçek İslamiyetle bir alakası yoktur”, diyor. Tayyipgiller, Fethullahçılar ve diğer tüm Ortaçağcı güçler bilinçsiz, geçim derdindeki zavallı kara halk yığınlarımızı işte böyle tuzağa düşürerek Allah’la aldatmaktadırlar. Ve onları bu dünya için değil de sadece öbür dünya için yani ölümden sonrası için yaşamaya zorlamaktadırlar. Buna inandırmaktadırlar. Bu şekilde kandırılmış insanlarımız artık normal insanlar gibi düşünemez, sağlıklı akıl yürütemez hale geliyor. Şeyhin, cemaatin imamının söylediği, emrettiği, Tanrı buyruğunun yerini alıyor. Ve cemaat ne emir verirse tereddüt etmeden, duraksamadan o yapılıyor. Yedi yüz İmam Hatip Lisesinde, ki bu liseler her yıl 60 binin üzerinde mezun vermektedir, işte gerçek İslamiyetle alakası olmayan bu sahte din öğretiliyor. Resmisi ve resmi olmayanı 10 bin civarında olan ve hemen tümü de cemaatlerin yönetimi altında bulunan Kur’an Kurslarında küçücük çocuklarımıza yine gerçek İslamla ilgisi olmayan bu bozulmuş, çarpıtılmış İslam anlayışı öğretiliyor. İlahiyat Fakültelerimizde yine aynı şey yapılıyor… 120 bin imam, aynı şeyi anlatıyor. Ve hemen her mahallede örgütlenmiş bulunan cemaatler aynı şeyi yapıyor. ABD’nin 1945 sonrası başlattığı “Yeşil Kuşak Projesi” adı verilen “İslam ülkelerini Ortaçağcılaştırma Projesi”nin bir ürünü ya da sonucudur, Türkiye’nin şu an içine düşürüldüğü durum. Türkiye Halkları bugün 65 yıl öncesinin, ne yazık ki, daha gerisine düşürülmüş bulunmaktadır. İşte Tayyipgiller’in 12 Haziran 2011 Seçimlerinde aldıkları yüzde 50 oy oranı bu 65 yıllık çalışmanın, daha doğrusu Türkiye Halklarına uygulanan psikolojik harekâtın sonucunda elde edilmiş bir orandır. Dolayısıyla da böyle bir seçim oyununun adı demokrasi olamaz. En fazlasından bir demokrasicilik oyunu olabilir. Bu kandırmacadır, düzenbazlıktır, insanların Allah’la aldatılmasıdır… Tayyipgiller ve cemaatler Antika çağların egemen sınıfı olan asalak, sömürgen, vurguncu, vatan millet düşmanı Tefeci-Bezirgân Sermayenin temsilcileri oldukları için bunlarda ulusal değerler bulunmaz. Vatan ve halk sevgisi bulunmaz. Bunlar Ortaçağın ümmetçilik konağında yaşamaktadırlar ruhen. Bunlar bencildir-çıkarcıdır, vurguncudur, sömürücüdür, soyguncudur. Bunlar nefislerinden başka hiç kimseyi düşünmezler. Bunların namazları, oruçları, sarıkları, cübbeleri, tespihleri, çarşafları, türbanları da sadece Cennet’ten iyi bir arsa kapalım diyedir. Başka hiçbir şey için değildir. Hz. Muhammed’in “İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır. İslamiyet güzel ahlaktan ibarettir. Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” diye buyuran Hadisleri, bunlara hiçbir şey söylemez. Anlatmaz. Bunlar için hiçbir anlam ve değer ifade etmez. O nedenle bunların gerçek İslamı anlamaları da mümkün değildir. Kur’an’ın diliyle söylersek; bunlar, gerçek İslama karşı yani Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin savunduğu ve yaşayışlarıyla da örnek oldukları İslamiyete karşı “Kör ve sağırdırlar.” Bunların, AB-D Emperyalistlerinin ortalama yüz yıldan bu yana hiç akıllarından çıkarmamış oldukları Yeni Sevr planıyla da hemen uyum sağlamaları işte bu vatansız ve milletsiz oluşlarından dolayıdır. Bunlar, Türkiye Halklarına ve vatanına düşmandır… Bunlar, namusa, onura, eşitliğe, kardeşliğe, adalete, hakkaniyete düşmandır… Bunlar, gerçek İslamiyete düşmandır… Bunlar, antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın önderi Mustafa Kemal’e ve diğer komutanlarına düşmandır… Bunlar, Devrimci Gelenekli Türk Ordusu’nun Gençliğine düşmandır… Bunlar, tam bağımsızlığa, laikliğe, gerçek demokrasiye ve özgürlüğe düşmandır… Bunlar, vicdana ve bütün insancıl değerlere, duygulara düşmandır… Bunlar, namuslu, yurtsever, antiemperyalist, Mustafa Kemalci yargıya, medyaya, bilim insanlarına düşmandır… Bunlar, hep söylediğimiz gibi, sürekli Yeni Sevr rüyası gören ve projeleri üreten AB-D Emperyalistlerine dosttur, onların işbirlikçisidir, çıkar ortağıdır… Bu sebeple onların Türkiye’deki tüm namuslulara olduğu gibi, Ordu’daki namuslu, yurtsever unsurlara karşı saldırıları bundan sonra da olacaktır. Türk Ordusu’nun komuta kesimi, ne yazık ki, bu hayâsızca saldırılar karşısında acziyet ifadesinden başka bir anlama gelmeyen birkaç yakınmanın dışında bir tepki ortaya koyamamıştı. AB-D’ye güvenen ve onların ipiyle oynayan yerli hainler güruhu da bu suskunluktan, tepkisizlikten de güç alarak azdıkça azmıştı. Hainane saldırılarını rutine bağlamıştı. Seçimler, referandumlar, YAŞ toplantıları gibi önemli siyasi olaylar öncesinde hemen bir mizansen hazırlanıp yeni bir saldırı yapılıyordu. İşte nitekim bu YAŞ Toplantısı öncesinde de Türk Ordusu’nun, içinde Ege Ordu Komutanının da bulunduğu, 7’si general ve amiral toplam 22 subayı hakkında Beşiktaş’taki Nemrut Mustafa Paşa Divanları tarafından yakalama kararları çıkarılmıştı. Bu divanlardan biri, Zekeriya Özgiller’den olan savcı Cihan Kansız tarafından hazırlanan ve sözünü ettiğimiz subaylar hakkında birkaç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları istemini içeren iddianamesini kabul etmişti. AB-D, CIA, Tayyipgiller, Cemaat ve bunların Beşiktaş-Silivri’deki hukukçu maskeli personeli bir kez daha şöyle demişti, Türk Ordusu’na: “Biz sizin, orgeneralleriniz de dahil olmak üzere, ordu komutanlarınız da dahil olmak üzere, en büyüğünüzü bile istediğimiz zaman çizeriz. Sizi, torbacılar gibi, yaka paça yakalar, sürükler, minibüslere tıkar, Hasdal zindanına atarız. Sizi istediğimiz gibi tokatlarız. Bize artık son zamanlarda yaptığınız gibi, hep topuk selamı vereceksiniz. Bizimle konuşmaya öyle başlayacaksınız. Siz bizim gözümüzde sadece “site güvenlikçisi” statüsündesiniz. Kendinizi asla farklı yerlerde hayal etmeyeceksiniz. Biz size konuşun demedikçe konuşmayacaksınız. Hele siyasi konularda hiç ağzınızı açmayacaksınız. Sizin işiniz de, göreviniz de bu değil. O alan bizim. “Site güvenlikçisi” siyasetten ne anlar? Ne aklı erer? Geçmişi, içinde Mustafa Kemal de bulunmak üzere, unutacaksınız. O dönem bitti. Bak, biz ne dedik en önde gelen siyasi temsilcimiz Tayyip’in ağzından (kasetinde) Mustafa Kemal’i kastederek “Ölmüş İnektir”… CIA’nın Türkiye ve Ortadoğu Masası Eski Şefi Graham Fuller, daha diplomatik bir dil kullanarak “Kemalizm çağını doldurmuştur.” dedi. Siz farklı dillerden söylenen bu sözü hiç anlamadınız. Hâlâ Başkomutanımız Mustafa Kemal Atatürk diyorsunuz. Biz de size işte böyle, söz anlamayanın hakkı budur, diyerek anlatmaya çalışıyoruz.” 4 yıldan bu yana sürekli bunu diyor, bunu yapıyor AB-D ve yerli hainler. İşte bu hayâsızca darbelere karşı, korkakça da olsa, ilk tepki-artık yeter sözü Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve Kara, Hava ve Deniz Komutanı Paşalardan geldi. Ne yazık ki Jan- darma Genel Komutanı, bu onurlu tavrın içinde yer almadı. O, AB-D ve işbirlikçileriyle birlikte olmayı tercih etti. Demek ki, Ali Nadir Paşaların (Vahdettin ve Damat Ferit’ten aldığı emir üzerine İzmir’i işgalci Yunan Ordusu’na hiç karşı koymaksızın teslim eden, askerin kışladan çıkmasına izin vermeyen kolordu komutanı) neslindenmiş. Yazık… Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner, kendisiyle birlikte davranan namuslu kuvvet komutanı silah arkadaşlarını da temsilen şu açıklamayı yaptı: “Şu anda 173’ü muvazzaf, 77’si emekli olmak üzere 250 general-amiral, subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş, hürriyetlerinden yoksun olarak tutuklu bulunmaktadır. Tutuklamaların evrensel hukuk kaidelerine, hakka, adalete ve vicdani değerlere uygun olarak yapıldığını kabul etmek, birçok hukukçunun da ifade ettiği gibi, mümkün değildir. “Bu durum, birçok defa yetkili makamlara iletilmesine, anlatılmasına ve takip edilmesine rağmen soruna yasal çerçevede bir çözüm bulunması mümkün olmamıştır. “Haklarında henüz hiç bir kesin yargı kararı olmamasına rağmen tutuklu bulunan 14 general-amiral ile 58 albay, hürriyetlerinin tehdit edilmesinin yanı sıra mevcut yasalarımız gereğince bu yıl yapılacak Yüksek Askeri Şura’da değerlendirmeye girme hakkını kaybetmiş ve peşinen cezalandırılmıştır. “Soruşturma ve uzun süreli tutuklamaların bir amacının da TSK’nın sürekli gündemde tutularak kamuoyunda bir suç teşkilatı olduğu izleniminin yaratılmaya çalışıldığı, bunu fırsat bilen yanlı medyanın da her türlü yalan haber, iftira ve suçlamalarla yüce ulusumuzu kendi silahlı kuvvetlerine karşı tavır almaya teşvik ettiği dikkatlerden kaçmamaktadır. “Bu durumun önlenememesi ve yetkili makamlar nezdinde yapılan girişimlerin dikkate alınmaması Genelkurmay Başkanı olarak personelimin hak ve hukukunu koruma sorumluluğumu yerine getirmeme engel olduğundan, işgal ettiğim bu yüce makamda göreve devam etme imkânını ortadan kaldırmıştır.” (Vatan Gazetesi, 30 Temmuz 2011) Koşaner Paşa’nın burada dile getirdiği haksızlıkların, hukuksuzlukların, vicdansızlıkların Ş tamamı yapılmış mıdır? Kat be kat fazlasıyla yapılmıştır… Pekiyi bunlarla karşılaşan bir kurumun temsilcisi olan insanlar ne yapar? Şu üç şeyden birini: 1- Sessiz kalır, yapılan her saldırı ve zulmü sineye çeker. Sıra kendisine gelinceye kadar susar. Bu konuda en yiğit, en halkçı Halife olan Hz. Ali şöyle der: “Haksızlık karşısında boyun eğerseniz hakkınızla birlikte şerefinizi de yitirirsiniz.” Ne yazık ki, bugüne kadar, 4 yıldan bu yana TSK’nin komutanları böyle davranmıştır… 2- Koşaner Paşaların yaptığını yapar. Haksızlığa karşı dur diyemez. Kaçar… İstifa eder. Karşı koymaya cesaret edemez. Ona yüreği yetmez. Ama hiç değilse; ben yapamadım, yapacak olanlar gelsin, yapsın, der. O bakımdan bu davranış da, cesaretsiz olmakla birlikte, dürüstçe bir davranıştır. Namusluca bir davranıştır. Öyle ya her insanın yüreği her şeye yetmeyebilir. Demek ki, biz Mustafa Kemalciyiz demekle Mustafa Kemal olunmuyor. 3) Mustafa Kemal gibi davranır… Mustafa Kemal’in 1919’da yaptığı gibi yapar. Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yok etmek isteyen kapitalizme ve onların işbirlikçisi, hain Vahdettin’e, Damat Ferit’e (İstanbul Hükümetlerine) karşı davrandığı gibi davranır. Zalimin, saldırganın karşısına geçer ve “Ey, hain zalim, seni yeneceğim” der. “Geldikleri gibi gidecekler”, der. Onu diyecekler de gelecektir, ileride… Devrimci Gelenekli Ordu Gençliğimizin “yiğitlik yarışı” olarak askerliği kavrayan Mustafa Kemal Gelenekli Halk Çocukları onu da mutlaka yapacaklardır… Tabiî bu kısa sürede olmayacaktır. Yukarıda da söylediğimiz gibi, halklarımızın ne yazık ki, şu anda yarısı, Ortaçağcı güçlerin “Allah’la aldattığı” tutsakları durumundadır. Biz gerçek devrimciler, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere, köylülerimizle, esnaflarımızla, Kürt kardeşlerimizle, aydınlarımızla, kamu emekçilerimizle, bilim insanlarımızla ve Ordu Gençliği’mizle, el ele vererek tıpkı Birinci Kuvayimilliye’de olduğu gibi, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı da zaferle sonuçlandıracağız. Bize Yeni Sevr’i dayatan AB-D Emperyalistlerinin alçakça hevesleri yine kursaklarında kalacaktır. Yerli Hainler de ihanetlerinin bedelini ödeyeceklerdir. Yaptıkları yanlarına kalmayacaktır. Ve adları da “Ulu Hakan Vahidüddin Han” dedikleri Vahdettin’le, Damat Ferit’le, Sait Molla’yla, Filozof Rıza’yla, Ali Kemal’le birlikte yazılacaktır, Tarihin defterine… Birlikte anılacaklardır… 30 Temmuz 2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Tayyipgiller’den yeni Ramazan Vurgunu: İETT ZAMMI ehr-i İstanbul, halkımızın kutsal aylarından Ramazan’da kazık üstüne kazık yiyor. Önce Ramazan sofralarına vurdular darbeyi. Yediğimiz içtiğimiz gıdalar zamlanıverdi. Şimdi de ulaşıma zam yaptılar. İstanbul’da toplu taşımaya yüzde 16,7 oranında zam yapıldı. Yine Ankara’da da toplu ulaşım zamlandı. İstanbul’da 15 Ağustos’tan itibaren geçerli olan zamma göre tam bilet 1 lira 65 kuruştan 1 lira 75 kuruşa, öğrenci bileti 85 kuruştan 1 liraya çıktı. Mavi kartta da artış yapıldı. Tam mavi kart 120 lirayken 140 lira, indirimli mavi kart da 60 lirayken 70 lira oldu. Metrobüste ise iki kademeli fiyat uygulanıyor. Halkımızın üç durağa kadar ödeyeceği tam bilet 1 lira 45 kuruş, öğrenci bileti 85 kuruş oldu. Tam tarife ile aktarma 1 liraya, indirimli tarife 40 kuruşa yükseldi. Vurun abalıya. Zam zam zam... Tayyipgiller, Halkımızın mübarek ayıymış, dinlemez. Onlar vurduğu vurguna bakar. Vurgun hangi dönemde daha gizli saklı, çaktırmadan yapılabiliyor, halk başka dertlerle, gündemlerle ilgilenirken, biz onlara zokayı yutturalım, derdindedir bunlar. 4 kişilik bir aile için Temmuz ayı Açlık Sınırının 981 Lira, Yoksulluk Sınırının 2 bin 693 Lira olduğu bir dönemde, 2011 yılının ikinci yarısı için belirlenen Asgari Ücret, 16 yaşından büyükler için net 655,57 Lira. İşçi Sınıfımızın büyük çoğunluğu günde 10-12 saat çalışmasının karşılığında bu ücreti alıyor mu? Alıyor! Asgari Ücretle geçinen bir aile, İstanbul gibi bir büyük şehirde hem kira verip hem ailenin yeme içme ve giyim masraf- larını karşılamaya çalışıyor. Bir de bunun üstüne gizli-açık gelen zamlarla ulaşım el yakıyor. Halkımız cehennem ateşinde yanıyor. Özellikle Asgari Ücretli binlerce insanımızı, emeklilerimizi ve onların okutmaya çalıştıkları çocuklarını-öğrencileri etkileyen İETT zammı haksız, hukuksuz ve vicdansızdır. Halkın Kurtuluş Partisi Tüzük ve Programı’nda der ki: “Hayatın pahalanması, fiyat rakamının şu ya da bu olması değil, insanımızın geliri ile alım gücünün düşük, yerli-yabancı Parababalarının sömürü ve vurgunlarıyla iratçılık ve devlet masraflarının yüksek olmasıdır. “(...) İnsanlarımızın ihtiyaçlarından hangi kısmının, en az gelirinden ne kadarı ile karşılanacağı, barometrenin ibresi gibi, göz önünde tutulacak. Mesela: Kira, ısıtma, aydınlatma, su ve iletişim masraflarını içine alan barınma giderleri, kişi gelirinin en çok 10’da birini; yiyecek, içecek masrafları en çok 5’te birini; devlet masrafları ve vergiler en çok 10’da birini geçmeyecek.” (İkinci Ayrım Pahalılık, s. 63) Demek ki, ulaşım gibi giderlerin kişi geliriyle orantılı olması gerekir. Çok cüzî miktarlarda, hiç kimsenin yaşam kalitesini engellemeyecek düzeylerde olmalıdır ve Demokratik Halk İktidarı’nda Kurtuluş Partisi’nin tüzüğünde netçe ortaya koyduğu gibi gerçekleştirilecektir. 17.08.2011 Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü 14 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Kurtuluş Partisi’nden Tayyipgiller İçin Vurgunda, Yağmada, Adaletsizlikte “Durmak Yok Yola Devam”… Yargıda engel istemeyen Tayyipgiller, hukuk maskeli yeni bir saldırıyla Yargı-Sen’i kapattı! T ayyipgiller’in geçtiğimiz seçim dönemindeki şiarlarıydı “durmak yok yola devam”. Aynen dediklerini uygulayarak yollarına devam ediyorlar. Tabiî arkalarındaki emperyalist güç AB-D’nin büyük desteği ile… Devletin tüm kurumlarını bir bir ele geçiren Tayyipgiller, önlerindeki en önemli engellerden bir olan Yargıyı kendi hukuk bürolarına dönüştürüyorlar bildiğimiz gibi. Önce Anayasa değişikliği için Referandum yapılması; sonrasında HSYK’nin yapısının değiştirilmesi, Danıştay, Yargıtay Başkanlarının değiştirilmesi, sonra düzmece “Ergenekon Davası”nda namuslu davranan ancak onların çıkarlarına göre hareket etmeyen Köksal Şengün gibi namuslu Yargıçların cezalandırılırcasına görevden alınıp sürgün edilmesi, böylece Beşiktaş ve Silivri’nin tam anlamıyla Nemrut Mustafa Paşa Divanı’na çevrilmesi… Bu sefer de 28 Temmuz’da Ankara 15. İş Mahkemesi, Yargıçlar ve Savcılar Sendikası’nın (YARGI-SE!), kapatılmasına karar verdi. İşte Tayyipgiller’in “İleri Demokrasi” Anlayışı Yargı-Sen bildiğimiz gibi ülkemizdeki Ortaçağcı gidişe; özellikle de Tayyipgiller’in yargıyı kendi hukuk bürolarına çevirme çalışmalarına karşı onurluca karşı duran, mücadele eden, hukuk alanındaki haksızlıklara karşı hâkim ve savcıların da örgütlenmesi amacıyla kurulan bir Sendikadır. Bu sendikanın antiemperyalist, Mustafa Kemalci, dürüst, namuslu ve onurlu Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu; AB-D Emperyalistlerinin ve Tayyipgiller’in, Fethullahçıların ortak operasyonu olan “Ergenekon Davası”nın gerçek yüzünü ortaya çıkartmak için Ergenekon savcıları hakkında şikâyette bulunmuştur. Bu yüzden kendisi hakkında soruşturmalar, davalar açılmış, türlü baskılara maruz kalmıştır... Son olarak da kendisinin herhangi bir talebi olmadan, yasaya aykırı bir biçimde Yargıtay Savcılığı’ndan alınıp hukuk hâkimliği görevi verilmiştir. Eş durumu bile gözetilmeden İstanbul’a sürülmüştür. İşte Fethullahçı Yargı, böylesine keyfi, hukuk tanımaz ve vicdansızdır. Ama Eminağaoğlu yılmadan mücadelesine devam etmiştir. Nitekim Kapatılma Davasının çıkışında yaptığı açıklama da olayın gerçek yüzünü ortaya çıkartır niteliktedir. “Duruşmanın ardından, Ankara Adalet Sarayı önünde açıklama yapan Eminağaoğlu, bu davanın açılmasının nasıl bir sürecin kendilerini beklediğini ortaya koyduğunu belirterek, “Türkiye’de örgütlenemeyen, kendisini ifade edemeyen, hakkını arayamayan bir yargının varlığı amaçlanıyor ve böyle bir yargıdan adalet dağıtması bekleniyor” dedi. “Eminağaoğlu, bu tabloya, yargıçlar ve savcılar olarak seyirci kalmamak için sendikal örgütlenerek karşı koymak amacıyla yola çıktıklarını ancak önlerine tamamen bir siyasi baskıyı yansıtırcasına bu dava açılarak çıkıldığını; YARGI-SE!’in Yönetim Kurulu Üyelerinin, Ankara dışına atanarak, sendikanın etkin bir şekilde çalışmasının engellendiğini ileri sürdü.” A YARSAV Yönetim Kurulu’ndan yapılan yazılı açıklamada, “Yargı-Sen’in, Ankara Valiliğinin başlattığı yargısal süreç sonunda, dar bir hukuki siyasi yorumla kapatıldığı” ifade edildi: “Siyasi irade, gerek Anayasa değişiklikleri gerekse HSYK’sının kararnameleri ve kararları yoluyla yargıyı hizaya sokma, kendi yargısını oluşturma çabalarının önünde en büyük engel olarak gördüğü örgütlenmiş yargıç ve savcıları tasfiye sürecine girmiştir. Aynı zamanda YARSAV Kurucu Başkanı olan Sendika Kurucu Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun, YARSAV, Demokrat Yargı ve Sendika yöneticileri, üyelerinin görevlerini yapmalarına engel olacak şekilde sürgün edilmelerinin açıklaması da budur. Örgütlenme öncüsü olan yargıç ve savcılar cezalandırılarak ve tıpkı YARSAV’a kuruluş aşamasında yapıldığı gibi Yargı-Sen için de kapatma davası açılarak ülkemizin aydın hakim ve savcılarına gözdağı verilmiş, örgütlenme özgürlüğü engellenerek, hukukun özgür sesi kısılmak ist e n m i ş t i r . ” (cnntürk.com, 28.07.2011) Olayın bir diğer boyutu da sendikal cepheden… Aslında Anayasal bir hak olan, Uluslararası Sözleşmelerle de güvence altına alınan Sendikalaşma Hakkı, ülkemizde ne yazık ki en zor kullanılan haklardandır. Son günlerde, var olan sendikalardan nasıl rahatsız olduklarını gizlemeyen Tayyipgiller, örgütlenme barajını bahane ederek, birçok sendikanın bu barajın altında kalabileceğinden bahisle bu alanda da önündeki engelleri bir bir kaldırmayı, birçok sendikayı kapatmayı planladığının sinyallerini veriyor. Sonuçta İşverenler nasıl örgütlü, bilinçli işçi istemiyorlarsa siyasi iktidar da hukuk alanındaki haksızlıklarla mücadele eden, siyasi iktidara tabi olmayan, verilen emirlere boyun eğmeyen bir Yargıyı istemiyor. İşte bu yüzden kapatıyor Yargı-Sen’i. Bugün Adliyelere gittiğimizde gözümüze her yerde “Adalet Mülkün Temelidir” yazısı ilişir. Adalet demek hakka, hukuka uygunluk, doğruluk demektir. Ama ülkemizde adalet sistemi AB-D Emperyalistleri, onların yerli uşakları Tayyipgiller, Fethullahçılar tarafından her geçen gün yandaşlaştırılmakta, çürümekte, çürütülmektedir. Temeli çürüyen bir binanın ayakta durması nasıl mümkün değilse; temeli çürüyen bir düzenin ayakta durması hiç mümkün değildir. Bizler Kurtuluş Partili Hukukçular olarak Yargı-Sen’in kapatılmasını şiddetle protesto ediyoruz. Bu gidişe karşı verdiğiniz mücadelenizde yalnız değilsiniz. Bugün AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller “durmadan yollarına devam ediyor” olabilirler. Biz o yolun ne yolu olduğunu ve halkımızı nerelere götürdüğünü çok iyi biliyoruz. Bizler Yargı-Sen Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu ve YARSAV’ın da kararlı duruşu gibi kararlı mücadelemize devam edecek ve asla halk için adalet mücadelesinden vazgeçmeyeceğiz. Tabiî hayatın her alanında mücadeleye devam edeceğiz. Ülkemizin Yeni Sevr’e ve Ortaçağ karanlıklarına sürülmesine izin vermeyeceğiz. Onlar şunu iyi bilsinler ki karanlığın en koyu olduğu an, aydınlığın en yakın olduğu zamandır. Bugünlerde ülkemizin üzerine koyu bir karanlık çökse de eninde sonunda aydınlık günlere kavuşacağız. 30.07.2011 Zam halka zulümdür!.. Zam yapan zalimdir!.. B-D Emperyalistleri ve Parababaları medyası tarafından son zamanlarda yere göğe sığdırılamayan Tayyipgiller, gerçek yüzlerini halklarımıza uyguladıkları zam, zulüm politikalarıyla gösteriyorlar. ABD’nin kucağında, onun denetiminde, kürsülerden İsrail, Ortadoğu, Kıbrıs gibi konularda yaptıkları koftiden, samimiyetsiz açıklamaları, Parababaları medyası ve Ortaçağcı medya tarafından günlerce ekranlara taşınırken, Tayyipgiller’in uyguladıkları halk düşmanı politikalar ise sessizce hayata geçiriliyor. İçinde bulunduğumuz işsizlik, pahalılık, zam, zulüm cehenneminde nefes alamaz hale gelişimiz yetmezmiş gibi, devletin kendi tespit ettiği açlık sınırının, yine devletin kendi tespit ettiği asgari ücretin çok üzerinde olması yet- Kurtuluş Partili Hukukçular mezmiş gibi, yeni başlayan eğitim öğretim yılında yine çocuklarımızı parasızlıktan, kıyafetsizlikten, deftersizlikten, kalemsizlikten okula gönderemememiz yetmezmiş gibi bir de elektriğe ve doğalgaza zam yaptı Tayyipgiller. Halk düşmanı politikalarda gemi iyice azıya alan Tayyipgiller, bu kez öyle az zam oranlarıyla da yetinmediler. Elektriğe yapılan zam oranı yaklaşık yüzde 10. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) yaptığı açıklamada; elektrik tarifesinin konutta yüzde 9.57, sanayide ise yüzde 9.26 oranında zamlandığını duyurdu. Yapılan zamma gerekçe olarak da son zamanlarda döviz kurlarında meydana gelen artış gösterildi. Tayyipgiller, elektrik zammını yeterli görmemiş olacaklar ki, bir gün sonra da doğalgaza Puştluğu, kahpeliği en geçerli siyasi ahlâk sayan ESP (Atılım), Partimizin üyesi iki İşçi Yoldaşımıza Sancaktepe’de yine saldırdı Geçen yılki saldırısı sonrasında şöyle demiştik: “Bizim diyeceğimiz budur. “Anlarsınız ya da anlamazsınız. “Anlarsanız çok seviniriz. Sizinle dost, Yoldaş oluruz. Onun için çabalarız… “Eğer anlamazsanız, küçükburjuva gururunuza ve önyargılarınıza yenilirseniz?.. “O zaman bizden uzak durun, bizimle uğraşmayın, bize bulaşmayın… “Lütfen!.. “Biz de kendi işimize bakalım. Dünya kadar işimiz var. Yoldaşlarımızın başını kaşıyacak zamanı yok. “AB-D Emperyalistlerinin ve yerli işbirlikçilerinin vurgun, sömürü ve talan düzenine karşı tek başımıza da olsa cepheden mücadele edelim… “Keşke dostlukla diyebilseydik!..” Lafı insan olan anlar. O sözlerdeki içtenliği, dürüstlüğü, mertliği, devrimci heyecan ve namusu tam olarak anlayabilmesi için insanın, hani derler ya; “insan gibi insan” olması lazım… Bunlarda ne gezer bu… Bırakalım kaliteyi, sıradanlık bile yok bunlarda. Bunlar, yukarıda da söylediğimiz gibi, puştluğu, kahpeliği, düzenbazlığı, kandırmacayı ve her türden namussuzluğu yani paçavralığı siyasi ahlâk edinmişler. Hiç bunların, düzgün sözleri anlamasına imkân var mı? Bok böceği pislik yuvarlamayı en başarılı iş ve gıda sayar. O, gül bahçesinden ne anlar?.. 05 Ağustos 2011 akşamı saat 21:15 sıralarında gerçekleştiriyorlar, alçakça saldırılarını. İki İşçi Yoldaşımız, o gün iş çıkışı Partimizin Sancaktepe İlçe’sinde buluşuyorlar. Bir süre sohbet ediyorlar. Bir işçi arkadaşımızın çıkardığı yeni bir ilişkiyle, yani devrimciliğe sempatizan yeni bir işçiyle, buluşulup sohbet edilecek. Buluşma yeri olarak, tarifi ve bulunması daha kolay olduğu için, Sancaktepe Demokrasi Meydanı’ndaki … Kitapçısı belirleniyor. Buluşma saati gelince Yoldaşlarımız beraberce, Partimizden çıkıp yürüyerek, zaten de tanış da olunan, kitapçıya geliyorlar. Dükkân, yüksek giriş tabir edilen bir konuma sahiptir. O nedenle de 5-6 basamak merdivenle çıkılır bu dükkâna. Arkadaşlarımız merdiven başına gelip kapıdan işçinin olmadığını görünce; belki biraz gecikti, şöyle bir dolaşıp gelelim, diyerek, merdivenden zemine iniyorlar. Tam o anda en az 6 kişiden oluşan bir grup, “Kahrolsun HKP’li faşistler! Sancaktepe’de size yer yok! Geçen yıl yaptığınızın intikamını alacağız!” haykırışlarıyla arkadaşlarımıza saldırıyorlar. Birinin elinde keser, diğerlerinin ise sopalar vardır. Keserli olan, arkadaşlarımızın her ikisinin de arkadan kafalarına keseri gücünün yettiğince vuruyor. Bu darbeler sonucunda arkadaşlarımızdan birinin kafatasında çökme kırığı oluşuyor. Diğerinin de yarılıyor kafası. Kafatasında çökme oluşan yoldaşımız, keseri yumruğuyla ve koluyla karşılamak istediğinden; sağ elinin tarak kemikleri kırılıyor, sol kolunun dirseği eziliyor. Vücudunun birkaç bölgesinde de keser çizikleri oluşuyor. Yoldaşlarımız, sopalılara karşı kendilerini savunurken keserli olan, ilk saldırısını, arkadan alçakça, namussuzca yapıyor. Tabiî Yoldaşlarımız, anında kavgayı kabullenip nefis savunmasına geçiyorlar. Bu durum karşısında saldırganlardan dördü yine anında topukluyor. Kaçıp gidiyor… İkiye iki kalınca; bu kandırılmış, manyatılmış; devrimcilikle de, insanlıkla da uzaktan yakından ilişkisi kalmamış zavallılar, çareyi yine her zamanki gibi, kaçmakta buluyorlar… Yani Yoldaşlarımız da bunların anlayacakları dilden konuşmuş oluyorlar. Bu şerefsizliğe tanık olan kitapçı ve diğer esnaflar, dükkânları önüne çıkarak, Yoldaşlarımıza sahip çıkıyorlar. “Yahu bu kadar da olmaz ki, keserle, sopalarla filan; böylesine kalabalık bir sayıyla iki kişiye saldırılmaz ki”, diyerek, alçaklığa tepkilerini dile getiriyorlar. Sonra da; “Bunlardan zam yaptı. BOTAŞ’tan yapılan açıklamaya göre doğalgaz fiyatları konutta yüzde 12.2814.35, sanayide ise 13.17-14.30 arasında değişen oranlarda zamlandı. Bu zamma gerekçe olarak ise ham petrol fiyatlarında meydana gelen artış gösterildi. Her zaman söylediğimiz gibi, Tayyipgiller için yalan söylemek, halkı kandırmak, nefes almak kadar doğal ve olağan bir durumdur. Başta bizzat Tayyip olmak üzere ekonomiden sorumlu bakanı, yetkilileri, bürokratları ve yandaş medya muhtemel krizlerden etkilenmeyeceğimizi, meşhur tabirle “krizin teğet geçeceğini” söylemişlerdi. Oysa şimdi uluslararası planda Parababalarının yarattığı ekonomik buhranlar gerekçe gösterilerek halkımızın en temel ihtiyaçlarına yönelik zamlar yapılıyor. Yani Tayyipgiller halkımızı kandırmaya devam ediyor. Parababaları medyası ekonomimizin iyiye gittiğini, günden güne büyüdüğünü söyleyedursun, biz de bıktık! Bunların işi gücü serserilik, böyle pis, adi işler” diyerek, bu şerefsizlerden şikâyetçi olduklarını da belirtiyorlar. Tabiî böyle adi çakal sürüsünü, lümpen takımını kim sever? Kim bunlarla bir arada bulunmak ister? Böyle insan görünümündeki paçavraların semtlerinde, mahallelerinde bulunmasını, barınmasını ister?.. Bunların, halka ve bize yaptığını, ancak mafya denen çakal örgütleri ve Tayyipgiller yapar... Parababalarının ekonomik ve siyasi örgütleri yapar… Fakat onlar bile bunların yanında dürüst kalır. Şundan: Bunlar, bir de devrimcilik gibi yüce bir kavramı kullanıyorlar. Kendilerini bununla adlandırıyorlar. Böylece de bu yüce kavramın içini boşaltmış ve onu kirletmiş oluyorlar. Sözümüz, aslında, saldırıyı yapan bu zavallılara değildir. Bunlar, aslında ne yaptıklarını bilmeyen; kandırılmış hayvan sürüsünden bile aşağıya düşürülmüş, acınası yaratıklardır. Bizim muhatabımız ve sözümüz, onları bu hale getiren ESP denen paçavra örgütün şeflerinedir. Çünkü puştluğu, namussuzluğu düstur edinen ve bu genç insanlara onu bulaştıran bu şeflerdir. Bu alçaklarda insan sevgisinden de, vicdandan da, namustan da eser bulunmaz. Bunların savunduğu siyasi tezler, devrim açısından çoktan iflas etmiştir. Bunların şu anda yazıp çizdiklerini CIA’nın “Taraf”ı da, Aydın Doğan Medyası da, Fethullah Gülen Cemaati de yayımlayabilir. Siyasi tezleri açısında bir rahatsızlık duymazlar, yayımlamaktan. Fakat bunlarda düşünce-fikir ve Türkçe bakımından yetersizlik vardır. O bakımdan bunların yazılarını ilkel ve yetersiz bulurlar. Sadece o nedenle bunların yazıp çizdiğine itibar etmezler. Ne demişti, CIA’nın “Taraf”ının yazarı Rasim Ozan Kütahyalı, birkaç yıl önce bunlara? “Şu anda geldiğiniz, bulunduğunuz yer, iyi bir yer. Fakat 68’in değerlerini-Deniz’lerin, Mahir’lerin değerlerini savunmakla hem çelişkiye düşüyorsunuz, hem de büyük yanlış yapıyorsunuz. Böylece de davranışınız etik olmuyor. 68’in değerleri, savunulacak şeyler değildir. Onlar milliyetçi tezlerdir.” Bakın, CIA’nın bu insan sefaleti bile sizden daha namuslu. O hiç değilse namussuzluğunda namuslu. Sizse namussuzluğunuzda da namussuzsunuz… Bu bitmiş, tükenmiş, ölüsü kokmuş sözde sol siyaset, yani ESP (Atılım) paçavrası, yandaşları ve müttefikleri, dostları arasında da beş para etmez duruma düşmüş siyasi itibarını, yükseltebilmek ve o ortamda kendinden söz ettirebilmek için belirli periyotlarla biz gerçek devrimcileregerçek Marksist-Leninistlere, alçakça, namussuzca, puştça saldırılar düzenlemektedir. Beşincisidir, bu son saldırısı… Demek ki, “Puşt puştluğunu, kış kışlığını yap”maktan geri duramıyor… Bu alçaklara son söz olarak şunu diyoruz: Eğer bizden ya da sizden ölümlü bir saldırıya yol açarsanız, gencecik insanların ölümüne sebep olursanız, bunun hesabını mutlaka vereceksiniz. İki yüzlü oynayarak, yüzümüze gülüp arkamızdan böyle şerefsizce saldırılar tertipleyerek yakanızı kurtaracağınızı sanıyorsanız, fena halde yanılıyorsunuz!.. Fare deliğine de girseniz, bulup hesabını soracağız. Bunu bilin!.. Türkiye Sol Ortamınaysa şunu diyoruz: Yahu, bu rezilleri, bu insan suratlı madrabazları, görün, tanıyın artık… Başka ne diyelim… 07.08.2011 halkımızın sırtındaki yük gittikçe ağırlaşıyor. Ekonomik krizden en çok etkilenen ülke olduğu söylenen Yunanistan’da dahi bu oranda bir zam yapılmadı, bildiğimiz gibi. 2011 bütçe planlamasında Yunanistan’da elektrik zammı, KDV’de yapılan yüzde iki-üç oranıyla sınırlı kaldı. Kış mevsimi öncesi Tayyipgiller’in yaptığı elektrik ve doğalgaz zammı, halkımıza yapılan bir zulümdür ve ihanettir. Başta ısınma ihtiyacından kaynaklanmak üzere kış aylarında elektrik ve doğalgaz ihtiyacı artacak olan halkımız, bu yüksek oranlı zamları karşılayabilmek için sofradaki zaten küçük olan kuru ekmeğini daha da küçültmek zorunda kalacaktır. Kısacası Tayyipgiller bir kez daha halkımızın ekmeğine göz dikmektedirler. Ne var ki bir noktada Tayyipgiller doğruyu söylemektedir. Hatırlayacağımız gibi Tayyip, AB-D Emperyalistlerinden aldığı direktifler- Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi den sonra, bir zamanlar “kardeşim” diye hitap ettiği liderlere yönelik olarak “Kendi halkına zulmeden iktidarlar yok olmaya mahkûmdur” demişti. Evet, biz de aynen bunu söylüyoruz, bunun mücadelesini veriyoruz. Halkımıza işsizlik, pahalılık, zam, zulüm cehenneminde zulmeden Tayyipgiller İktidarı da yok olmaya mahkûmdur. Bu soygun ve vurgun düzeninin sonunu ise Demokratik Halk İktidarı getirecektir. Gün birleşme, örgütlenme ve mücadele etme günüdür. 01.10.2011 Elektrik ve Doğalgaz Zammı Geri Alınsın! İşsizliğe, Pahalılığa, Zamma, Zulme Son! Halkız, Haklıyız, Kazanacağız! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 15 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 “Guguk Devleti”nden “Gak-Guk Devleti”ne5 Kurtuluş Partisi’nden Deniz Feneri Soruşturmasının Savcılarının Dosyadan Alınması ve Yargıtay ile Danıştayın Yapısını Değiştiren Kanun Hükmünde Kararname (KHK)’ler ile Yasama-Yürütme-Yargı Tümüyle AKP’de Birleşmiş, Anayasa Rafa Kalkmıştır! B iz devrimci hukukçular, sınıflı toplumlarda hukukun sömürülen alt sınıfları boyunduruk altında tutmaya yarayan bir baskı aracı olduğunu bilir ve ifade ederiz. Ancak, sınıflar savaşının kaçınılmaz sonucu olarak, “burjuva hukuku” yalnızca “burjuvazinin hukuku” olamaz. İçerisinde yer yer, emekçi sınıfların mücadeleleri veya politik devrimlerin zaferleri sonucunda egemen sınıflardan koparılıp alınmış kısmi edinimlerin de bağıtlandığı, Engels’in deyişiyle “sınıflar arasında denge” kuran kazanılmış haklar, reformlar vardır. Bir de burjuvazinin sosyal devrimlere öncülük ettiği ve derebeyliğe karşı kazanılmış 18-19’uncu Yüzyıllardan kalma “temel haklar” vardır. Bunlar da emekçi sınıfların çıkarına sonuçlar verebildiği ya da devrim mücadelesine bazı olanaklar sağlayabildiği oranda, devrimciler tarafından savunulacak, sahip çıkılacak noktadadırlar. Örneğin Yargı Bağımsızlığı (lafta da kalsa) ve Yasama Ayrılığı (kanunların hükümetin dışında bir meclis tarafından yapılması) böyledir. Zahid Akman Sonuç olarak hukuk, burjuvazi elinde baskı ve sömürüsüne “yasallık” sağlayan bir avadanlık, bir oyuncak; emekçiler-devrimciler açısından ise savaşılacak bir alandır. Somut gündemimize gelirsek, bizim başından beri söylediğimiz gibi, Tayyipgiller, ne burjuva hukukunun demokratik kırıntılarını/kalıntılarını, ne de emekçilerin kazanımlarını tanımazlar, bilakis en ufak demokratik gelişime düşmandırlar. Onlar; genelde insanlığın, özelde ise emekçi halkların ileriye doğru gelişmesini istemezler. Çünkü onlar Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının temsilcisidirler. Gericidirler, toplumu geriye, Ümmet Düzenine götürmek isterler. Bu anlamda, eğer adına hukuk diyebilirsek, onlar “Şerri Hukuk” ister. Despotizmi-Mutlak Monarşiyi, Din Devletini arzularlar. Ellerinden gelse Parlamentoyu (Meclisi) de, Anayasayı da tamamen kaldırmak isterler. Tayyip’in (yani AB-D Emperyalistlerinin) her söylediğinin kanun gücünde olmasını dilerler. Bu anlamda, son Anayasa değişiklikleri (12 Eylül 2010 tarihli Anayasa değişikliği) ile HSYK’nin ele geçirilmesi sonucunda Yargı AKP’nin hukuk bürosuna dönüştürülmüştür. Biz bu nedenle son Anayasa değişikliklerine net ve etkin bir şekilde karşı çıkmıştık. Ne yazık ki gücümüz bu değişikliği ve sonuçlarını engellemeye yetmedi. Şimdilik! İşte bu süreçte, ülkemiz açısından zaten hiç gerçekleşmeyen hukuk devleti, iyiden iyiye guguk devletine dönüşmüştü. Ancak Tayipgiller, bir kez gemi azıya almışlardı. Karşılarına bir set oluşturabilecek OrduYargı-Üniversite-Medya içindeki Yurtsever-Laik-Mustafa Kemalci güçler Ergenekon-Balyoz vb. uydurma CIA-Cemaat ortak patentli operasyonlarıyla sindirilmiş ya da yıldırılmıştı. Üçüncü kez sandık aldatmacısından da üstün çıkmışlardı. Artık taşlar bağlanmıştı, özgürce dolaşma imkânı doğmuştu. Bu süreçte Tayyipgiller, ABD’li efendilerinin verdiği görevler olan “Ilımlı İslam” ve “Yeni Sevr” yolunda en küçük bir engel olabilecek, istemedikleri, beğenmedikleri, hatta hizaya gelmekte geciken tüm subaylarıkomutanları emrindeki CIA güdümlü Fettullahçı “özel” mahkemeler aracılığıyla tutuklatabilecek ve yine aynı nitelikteki savcıları-hâkimleri sürgün edebilecek, tenzil-i rütbe yapabilecek, görevden alabilecekti. Yani artık AKP elindeki “hukuk”, “gak-guk etmeyin biz ne dersek o olur” derekesine düşmüştü. İşte Almanya’daki Deniz Feneri Derneği’nin, saf, masum üstelik de dindar insanları kandırarak, duygularını-inançlarını sömürerek topladıkları paraların Tayyipgiller’in has adamlarınca iç edilmesinden ve bu durumun Almanya’daki mahkemelerce kesin olarak tescil edilmesinden yola çıkarak, bu davanın Türkiye’deki izlerini sürerek soruşturma yürüten Savcılar Nadi Türkaslan, Mehmet Tamöz ve Abdulvahap Yaren’in, AKP’nin HSYK’since daha önce tayin edilen Ankara Cumhuriyet Başsavcısı İbrahim Ethem Kuriş tarafından bu dosyadaki görevlerinden alınmaları tam da bu “gak-guk etmeyin” halidir. Zira Nadi Türkaslan başkanlığında yürütülen (diğer iki savcı ona yardımcı olarak atanmıştı) bu soruşturmada cesurca bir adım atılmış, Tayyipgiller’in has yandaşları olan RTÜK eski başkanı Zahid Akman ve Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman’ın da aralarında bulunduğu 9 kişi tutuklanmıştı. Ayrıca, savcılık tarafından Kanal 7’de yapılacak aramanın haberi, yargı içindeki cemaat ajanlarınca Kanal 7’ye uçurulmuş ve bazı delillerin yok edilmesi sağlanmıştı. Söylentiye göre görevden alınan savcılar, bu Fettullahçı “köstebekleri” de tespit etmişti ve mahkemeden tutuklanmalarını isteyecekti. Tayyipgiller’in “başsavcı”sı bu cesur savcılara, yalnızca görevlerini yaptıkları için “gak-guk etmeyin” demiştir. Öyle ya, dolandırıcılığı-hırsızlığı-namussuzluğu yapanlar kendi adamlarıdır. Sen ne cüretle “bizimkileri” tutuklarsın? “Ancak bizim istediğimiz adamlar, biz istediğimiz zaman tutuklanırlar!” Belirtmeden geçmeyelim, biz savcı Nadi Türkaslan’ı, üniversitedeki genç yoldaşlarımızın sıradan bir öğrenci eylemine rağmen Jandarmanın müdahalesi ve gözaltısıyla karşılaşmalarının sonrasında, yaralı da olmalarına karşın tutuklamaya sevk etmesiyle bizzat tanıyoruz. Dolayısıyla demokratlığı tartışılmaz değildir bizce… Ancak buradaki amacımız eski defterleri açmak değil, Tayyipgiller’in operasyonuna maruz kalmak için demokrat falan olmak gerekmediğini göstermektir. Görevini şekli olarak bile sürdürürken attığın adımlara dikkat etmemek, haddinden fazla cesur davranmak yeterlidir “gak-guk” sopası görmek için. Diğer yandan, bu gelişmeyle aynı günlerde AKP jet hızıyla çıkardığı KHK (Kanun Hükmünde Kararname) ile Yargıtay ve Danıştay Kanunları başta gelmek üzere bir dizi kanunda değişiklik yaptı. Hukukçuları ilgilendirecek teknik ayrıntıları bir kenara bırakırsak, sonuç olarak Yargıtay ve Danıştay’da daire başkanı ya da başsavcı olabilmek için aranan 8 yıllık üyelik şartı 4 yıla indirildi. Yargıtayda tetkik hâkim olabilmek için 5 yılı doldurma şartı da kaldırıldı. Ve yargıya yeni hâkim ve savcı alımları kolaylaştırıldı. Buradaki temel amaç, son Anayasa değişikliğinden sonra Şubat 2011’de AKP’nin HSYK’since Yüksek Yargıya atanan 200’den fazla üyenin (Cemaatin sözde hukukçularının) önemli pozisyonlara hızla yükseltilebilmesidir. Daha da önemlisi, bu değişikliğin KHK yoluyla yapılmasının Anayasayı da rafa kaldırmış olmasıdır. Zira Anayasa’nın 91. maddesine göre KHK, Bakanlar Kurulu’nca ancak TBMM’den alınmış bir Yetki Kanunu’na dayanarak, sınırları ve amacı TBMM tarafından belirlenmiş bir konuda çıkarılabilir. Ayrıca, daha önce TBMM’ce yapılmış bir Kanunun, KHK ile değiştirilebileceğine ilişkin bir hüküm de Anayasada bulunmamaktadır. Yani AKP hem TBMM’yi, hem de Anayasayı yok saymış, Yasama (kanun yapma) gücünü de kendi üzerine almıştır. Denilebilir ki, zaten Meclisteki çoğunluk gücüyle AKP istediği yasayı çıkarıyordu. Bu uygulamaya neden ihtiyaç duydu? Şundan: Meclis tatildedir ve bu düzenlemenin herhangi bir muhalefetle-tartışmayla zaman kaybetmeden hemen çıkarılması gerekmektedir. “Gak-guk” saldırısının pervasızlığı işte bu boyutlara ulaşmıştır. Bu arada, aynı KHK ile daha önce Danıştay tarafından iptal edilen, tabiplerimiz ve sağlık hizmeti açısından can alıcı bir konu olan “Tam gün” düzenlemesi de geri getirilmiştir. Danıştayın iptal kararını kim takar, devir “gak-guk” devri! Biz bu süreci tam olarak görüyor ve yapılanların hukuksal analiziyle yetinmenin nasıl bir toyluk olacağını biliyoruz. Ama Tayyipgiller’in bu gidişinin bir de dönüşü vardır. Rüzgâr, er-geç bizden, gerçek devrimcilerden yana dönecektir. İnsanlık sağmal sürü değildir, sürgit güdülemez. Olayları görür, çıkarının nerede olduğunu kavrar, tavır alır, örgütlenir ve isyana geçer. Türkiye Halkları Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda bunu gerçekleştirmiş ve yedi cihana ders vermiştir. İkinci Kurtuluşumuz Savaşı’mızla daha da fazlası gerçekleştirilecektir. 29.08.2011 Kurtuluş Partili Hukukçular BASI EMEKÇİLERİE ve HALK ÖRGÜTLERİE G Afganistan’da Taliban Buda Heykellerini Yıkmıştı, ülkemizdeki devamcıları Ortaçağcılar da Sevimli Devrimci Şairimiz Can Yücel’in mezarını tahrip ettiler erçi bu, onların ilk saldırısı değil… İlkin “tükürürüm böyle sanata” diyerek Ankara’nın Hititler’den kalma simgesine saldırdılar… Daha sonra Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un, Kars’ta, daha tamamlanmamış (yapım aşamasında) olan İnsanlık Anıtı’na “ucube” diyerek “kaldırın” emrini verdiler... “Allahüekber” naralarıyla insanlık anıtını yerle bir ettiler… Geçtiğimiz aylarda Ressam Bedri Baykam’a da öldürmek kastıyla saldırdılar bir de bildiğimiz gibi. Son olarak, bir Cuma günü (19 Ağustos 2011) devrimci şairimiz Can Yücel’in Datça’daki (yine heykeltıraş Mehmet Aksoy tarafından yapılan) mezarını tahrip ettiler. Cuma günleri, bu Ortaçağcı irticacıların, sözde toplu “ibadet” yaparken, birbirlerini kışkırtarak insanlığa ve insanlığın değerlerine saldırdığı günler olmuştur. Aynı Ortaçağcı güruhun bundan 18 yıl önce (2 Temmuz 1993’te) Madımak’ta ilericidevrimci-yurtsever sanatçıları, şairleri, aydınları “Allah Allah” naralarıyla diri diri yaktıkları gün de yine bir Cuma idi... Bildiğimiz gibi Ortaçağın egemen sınıfı Tefeci-Bezirgân Sermayedir. Üretimle hiçbir ilgisi bulunmayan gerici-asalak bu sınıfın ideolojisi ise Şeriattır. Amaçları, tüm toplumsal yaşamın Din (Şeriat) kurallarına göre biçimlendirilmesidir. Bu ise toplumsal yaşamda aklın, bilimin, sanatın dışlanmasıdır. Bu nedenle onlar sanata ve sanatçıya düşmandırlar. Kendi gerici-Ortaçağcı emellerini yansıtmayan şiire ve şaire de, yayına ve yazara da, müziğe de düşmandırlar. Velhasıl tüm pozitif bilimlere düşmandırlar. AB-D Emperyalizmi ve yerli işbirlikçileri Tayyipgiller’in ülkemizdeki “Ilımlı İslam” projesi çerçevesinde toplum hızla Ortaçağcı bir anlayışla biçimlendirilmektedir. 12 Haziran Seçimlerinde “Allah’la kandırılmış”, meczuplaştırılmış kitlelerin oylarını da aldıktan sonra bu gidiş daha bir pervasızlaşmıştır. Ramazanda oruç yiyenlere, belediye otobüsüne şortla binen genç kızlarımıza saldırmaya kadar işi vardırmışlardır. Tabiî bunların Müslümanlıkları sahte olduğundan ya da dini kitleleri kandırmanın bir aracı olarak kullandıklarından, İslamiyetin insancıl yönünden fersah fersah uzaktadırlar. Onlar için İslamiyetin en insancıl yönlerinden birisi olan; “Ölülerinizi hayırla yad ediniz” kuralının bir önemi yoktur. Bu nedenle şiirleriyle Parababaları düzenine ve Ortaçağcı gericiliğe karşı mücadele vermiş olan devrimci Şairimiz Can Yücel’e sağlığında kusamadıkları kinlerini, mezar taşlarını tahrip ederek kusmaktadırlar. Can Yücel’in ölüm yıldönümünde her yıl mezarı başında yapılan anmalardan iyice rahatsız olmuşlardır. Bu yılki anmadan sonra AKP Datça İlçe Başkanı’nın kışkırtıcı açıklamalar yapması da yukarıda belirttiğimiz, AB-D Emperyalizmi ve Tayyipgiller eliyle ülkemizin hızla Ortaçağın karanlıklarına çekilmekte olduğunun yeni bir kanıtıdır. Partimizin önceki birçok açıklamasında da ısrarla vurgulandığı gibi; bunların Müslümanlığı kadar Demokratlıkları da sahtedir. Bunların “özgürlük, eşitlik, adalet, ileri demokrasi vb.” söylemlerinin hepsi; kendileri için vardır. Bu söylemler, kendilerinden olmayanlar, hele hele kendilerine karşı olanları sahte “belge”lerle gözaltına alma, tutuklama ve Silivri zindanına tıkılmanın aracıdır. Bir de bu hainane gidişe demokratik değişim diye çanak tutan hainler vardır. Bunların da ülkemizin Ortaçağın karanlığına sürüklenmesinde en az Tayyipgiller kadar suçu vardır. Onlara ise Şan olsun bağımsızlığın müjdecisi 30 Ağustos Zaferi’ne! Şan olsun 30 Ağustos Zafedi’ni yaratanlara! B ugün 30 Ağustos Dumlupınar (Başkomutanlık) Meydan Savaşı’nınZaferi’nin 89’uncu yıldönümünü kutluyoruz. 26 Ağustos 1922 tarihinde başlayıp 30 Ağustos’ta Mustafa Kemal’in Başkomutanlığı’nda kazanılan bu zafer sonrasında işgalci Batılı Emperyalistler ve onların kuklası-maşası Yunanlılar topraklarımızdan defedilmiş ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. İşte bu yüzden 30 Ağustos, birlikte savaşmış Türk ve Kürt Halkının kutlamakta haklı ve gururlu olduğu bir zaferdir. Şan olsun bu zaferi yaratanlara! Şan olsun Mustafa Kemal’e ve Türk ve Kürt Halkının yiğit, fedakâr evlatlarına! Ancak ne yazık ki, bu şanlı zaferin sonucunda kazanılan bağımsızlığımız elden gidiyor… Laiklik elden gidiyor… Cumhuriyet elden gidiyor… Mustafa Kemal’in Gençliğe Hitabe’sinde söylediği gibi, bugün: “Cebren ve hile ile aziz vatanın” cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, meclis başkanlığı, yargı kurumları, üniversite kürsüleri yani “bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları”(“Ergenekon Davası”, “Balyoz Davası” Saldırılarıyla yurtsever, Mustafa Kemalci unsurlar bertaraf edilerek) “dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş”tir. Hatta “Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet” değil ama külliyen “hıyanet içinde”dirler. “Millet, fakr ü zaruret (fakirlik ve sıkıntı-çok sıkıntılı günler) içinde harap ve bîtap düşmüş”tür. Ortaçağcı Tayyipgiller, Şeriatçı örgütler, yılan yuvası Tarikatlar, en ücra köylere, büyük şehirlerin neredeyse bütün mahallelerine kadar halkımızı kıskaca almıştır. Bu yüzden halkımızın, son seçimlerden çıkarsadığımız kadarıyla neredeyse yarısı kafadan gayrı müsellah (kafaca düşünmekten-değerlendirmekten alıkonul- muş) hale getirilmiştir. İşte böyle bir ortamda, Tayyipgiller, aslında düşmanı oldukları Mustafa Kemal’i ve onun önderliğinde kazanılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve bu savaşın kazanılmasının birer adımı olan İnönü, Sakarya Savaşlarını ve Dumlupınar (Başkomutanlık) Meydan Savaşı’nı kutlar görünmektedirler. Onların kutlamaları sadece halkımızın gözünü boyamak içindir. Aslında onlar 30 Ağustos’a karşıdırlar. Yeni “seçtikleri” Genel Kurmay Başkanı’nın her sene verilen 30 Ağustos Resepsiyonunu kaldırması, Orduyu etkisizleştirmenin ve süreç içinde 30 Ağustos Bayramını kaldırmanın, 30 Ağustos’u etkisizleştirmenin ön girişimleridir. Ellerinden gelse hemen şimdi bu kutlamaları yasaklayıverirler. Çünkü bu zaferler sonucunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti’yle, onların sevdalısı olduğu Ortaçağ kalıntısı Hilafet ve Saltanat ortadan kaldırılmıştır. Laiklik kabul edilmiştir. İşte bu yüzden, 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı Zaferi’ni özüne uygun kutlamak, halkımızın bilincini canlı tutmak da biz gerçek sosyalistlerin, Kurtuluş Partililerin omuzlarındadır. Osmanlı’yı işgal eden Batılı Emperyalistler amaçlarına ulaştıklarını sandılar. 10 Ağustos 1920’de Osmanlı’yı bölüp parçalama ve yutma planları olan Sevr Anlaşması imzalandı. Ancak ülkesine, halkına, ulusal değerlerine, bağımsızlığına sahip çıkan, 1000 yıldır bu topraklarda birlikte kardeşçe yaşayan Türk ve Kürt Halkı, Mustafa Kemal önderliğinde aynı Emperyalistleri topraklarımızdan defetti. O yüzden erken bayram etmek yaramıyor bayram edene. Bugün yine Batılı Emperyalistler (AB-D Emperyalistleri) Sevr’in intikamını almak istiyorlar. Ülkemizi en az üçe bölme planları yapıyorlar. Kardeşi kardeşe kırdırarak ülkemizi tıpkı Irak, Yugoslavya, Afganistan, Libya gibi mahşer yerine çevirmek istiyorlar. Bu planlarını gerçekleştirecekleri maşa bu kez Vahdettinler değil belki ismen, ama onların de- Can Baba’nın kendi şiiri ile yanıt vermek istiyoruz: DÖMEYELER öyle keyifli yazıyorum ki bu adamlar hem üniversitede var hem gastede yazar hem de bozarlar asaf savaş sakat ve belgeli murat bu murat belgeli murat çok ingilizce bilir ama hel’sinkiyle güvey girer bu özel üniversite randevucuları aydın doğan solcuları dünyaya bir şey öğreteceklerini sanırlar ekonomi ekonomi diye kendilerini unuttukları gibi bizleri de unuturlar bu adamların listesi asaf savaş sakat belgeli murat ekonomist mete tuncer turker alkan, fisun özbilgen başlangıç celal laçiner’i sayıyorum adları lazım değil esasında kendileri lazımlık Ancak bu Ortaçağcılar ve yerli-yabancı Parababaları ile onların dönekleştirdiği hainler bilsinler ki, yaşadığımız günler çok acı da olsa, her geçen gün yeni bedeller ödeniyorsa da bu geriye savrulma geçicidir. Eninde sonunda bu gerici rüzgâr dağıtılacak, AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçileri Türkiye Halklarından hak ettikleri dersi alacaktır. Ve Kurtuluş Partisi’nin gerçekleştireceği Demokratik Halk İktidarında; bilime, sanata, tarihe, doğaya, çevreye, toplumumuzun yüz akı bilim insanları ve sanatçılara gereken önem verilecek, onların eserlerini gönül rahatlığıyla üretmelerinin önündeki bütün engeller ortadan kaldırılacaktır. 29.08.2011 Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü vamcısı olan Tayyipgiller var iktidarda. BOP’un eşbaşkanı olan Tayyip, içinde bolca Arapça kelimeler geçen cümleler kullanarak halkımıza sempatik ve dini bütün görünmeye çalışır. Diğer yandan da Libya ve Suriye gibi ağırlıklı olarak Müslüman halkın yaşadığı ülkelere karşı AB-D Emperyalistlerinin yaptığı saldırıları destekler. Hatta AB-D uşaklığı öyle ağır basar ki, masum Libya Halkını bombalayacak hava operasyonunun komuta merkezi İzmir olur. AB-D Emperyalistlerinin zor örgütü NATO’nun Libya operasyonuna Türkiye’nin asker göndermesini içeren tezkere, Meclis’te AKP, MHP ve CHP’nin oylarıyla gizli oturumda kabul edilir. İşte gerçek Müslümanlar… Kimin safındalar? Libya’daki masum halkın mı? Yoksa Müslüman kanı içmek için, onların petrol ve diğer zenginliklerine sahip olmak için Libya’yı mahşer yerine çeviren AB-D Emperyalistlerinin mi? Tayyipgiller, kuzu postuna bürünmüş kurttur. Kurt yavaş yavaş kendini açık ediyor. Bugün rüzgâr onlardan yana esmekte. Ama dedik ya, erken bayram etmesinler. Rüzgâr elbet terse dönecektir. Türk ve Kürt Halkından yana esecektir. Kurtuluş Partisi İkinci Kurtuluş Savaşı veriyor. Tam Bağımsızlığın, Laikliğin savunucusuyuz. Halkımızı uyandıracağız, örgütleyeceğiz. Bu kez Mustafa Kemal’in zaferini mantıki sonucuna ulaştıracağız, Sosyal Devrimle taçlandıracağız. Türk ve Kürt Halkının gerçekten Demokratik, Laik, Tam Bağımsız Halk İktidarını kuracağız. 30.08.2011 Dumlupınar Zaferi, Sevr’in İnkârıdır! Dumlupınar Zaferi, Sevr’in Parçalanıp Atılmasıdır! Dumlupınar Zaferi, Mazlum Türk ve Kürt Halklarının Batılı Emperyalistlere Karşı Zaferidir! Yaşasın Yeni Sevr’e Karşı İkinci Kurtuluş Savaşı’mız! HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ GENEL MERKEZİ 16 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Başyazı Satarsın sen satarsın; bütün insanî değerlerini satarsın!.. Baştarafı sayfa 1’de de sıvazlıyordu. “Çok geçmedi; “Balyoz operasyonu ile sırtı sıvazlanan Korgeneral gözaltına alındı, ardından tutuklandı. Tutuklandığı gece bu acıya dayanamayan annesi hayatını kaybetti. “(…) “AKP Genel Başkan Yardımcısı evzat Yalçıntaş ile Tayyip ailesi çok yakındı. “Tayyip’ler ve Yalçıntaş’lar birbirlerine o denli yakındılar ki, evzat Yalçıntaş’ın eşi Meliha Hanım, Tayyip’in küçük oğlu Bilal ile Reyyan Uzuner’in evlenmesinde en önemli pay sahibiydi. “Öyle ki, çocukların tanışmasından kızın ailesinden istenmesinden düğüne kadar geçen süreçte hep Meliha Hanım önayak oldu. “ evzat Yalçıntaş’ın oğlu Murat, referandumda Tayyip’i destekliyor, “yetmez ama evet “diyerek destekte herkesi geride bırakıyordu. “e olduysa oldu. Araya Ceyda Erem Girdi. “Murat Yalçıntaş; “Ceyda ile anlaşmazlığa düştü. “Ceyda, Remzi Gür ile görüştü. Tayyip ile konuştu. “Ve; “Murat Yalçıntaş tutuklandı. “Bir süre sonra tahliye olunca, Tayyip’le görüşmek istedi. Hatta AKP Genel Merkezinin karşısında bulunan ve Tayyip’in cumaları reklam amaçlı gittiği camiye gitti ki, barışsınlar. “e çare!.. “Tayyip bu defa Murat’la karşılaşmamak için başka camiye yöneldi. “Tayyip, Ankara havaalanında Papa ile görüşürken, Emine de Kürşat Tüzmen’in evinde görüşmeler yapıyordu. Erdoğan’lar ve Tüzmen’ler sıkı dost idi. “Ancak; “AKP Başkan Yardımcısı Tüzmen; “ evruz’da Türk bayrağı olmaması zoruma gidiyor” deyince kıyamet kopuyor. Tayyip onu görevden alarak yerine Kürt kökenli Ömer Çelik’i getiriyordu. “eyse biz devam edelim bir zamanlar Tayyip dostu olan insanlara; “Turhan Çömez, Tayyip’in özel doktoruydu. Onu milletvekili yaptı. Yanından hiç ayırmıyordu. e zaman ki yolsuzluklar hakkında gık diyecek oldu, hemen Ergenekoncu ilan edildi. “Abdüllatif Şener; AKP’nin kurucularındandı. Tayyip ile MSP dönemlerinden beri beraberdi. Özelleştirmeden Sorumlu Bakan oldu. “Özelleştirilen kaynakların Yahudilere peşkeş çekilmesine karşı çıktı. “Önce bakanlıktan ayrılmak zorunda kaldı. “Ardından; “O da Ergenekoncu damgası yedi.” (Ergün Poyraz, Kalpazan, s. 308-312) Demek ki, dostum dediklerini, davadaşım dediklerini, yakınım dediklerini ve sırtını sıvazladıklarını; çıkarı gerektirdiği anda duraksamadan satmak Tayyip’in belirleyici karakter özelliklerinden biridir. Onun için yakın, dost vb. diye bir şey yoktur. Sadece aşağılık, pis çıkarı için kullanılacak, faydalanılacak, gerektiğinde de satılacak insanlar vardır. İyi bilindiği gibi, Tayyip, ilkin kendi velinimeti, hocam diyerek önünde diz çöküp elini öptüğü Necmettin Erbakan’ı sattı. Tayyip’in ABD tarafından iktidara getiriliş süreci AB-D Ankara Büyükelçisi Morton Isaac Abramowitz, Tayyip’i bu özellikleriyle tanımıştı. Ve “İşte kişicil çıkarı uğruna her türlü ihanet ve satışı gözünü kırpmadan yapabilecek bir adam; tam da bizim aradığımız kişi” demişti. Zaten o yıllarda Necmettin Erbakan’ın kullanım süresi dolmak üzereydi ABD için. Sonra Erbakan’ın ufak tefek de olsa ABD’yi rahatsız eden söylemleri oluyordu. Bunlar yalnız söylemde kalmış olsa bile ABD’yi rahatsız etmeye yetiyordu. O nedenle Ilımlı İslamcı, Laiklik ve Mustafa Kemal düşmanı; her türden hainliği yapabilecek biriyle Erbakan’ı değiştirmek o günlerdeki uğraşları arasındaydı, ABD Emperyalizminin Türkiye’yle ilgili temsilcilerinin. Böyle bir arayış içinde oldukları için, Tayyip’i tanır tanımaz gözleri tuttu. Bunu hemen devşirmeliyiz, dediler ve öyle de yaptılar. Ondan sonra ABD, Tayyip’e “Yürü ya uşağum!” dedi. Önü açıldı. Hızla yükselişe geçti. Milletvekili adayı yapıldı. Seçimlere girdi. Fakat takıldı. Sonunda 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı oldu. ABD elinden tutmuştu bir kez. İşte ileride hükümet olarak Türkiye’nin yönetim taşeronluğu verildiği zaman her türlü ihaneti, bir saat intizamıyla, yapacak kadrolar da burada devşirildi ve yetiştirildi. İBB’nin Bütçesi neredeyse bir küçük ülke bütçesidir. Türkiye Bütçesi’nin 16’da biridir. (2010 yılı Türkiye Bütçesi 286 milyar TL, İBB Bütçesi de 18 milyar TL’dir.) Yandaşlara verilen ihaleler ve bunlardan alınan komisyonlar milyarları bulur. Ayrıca İstanbul’da her yıl neredeyse bin kez imar değişikliği yapılmaktadır. Bu değişiklikler kişiye özeldir. “Taşı toprağı altın” diye nitelenen İstanbul’un arazileri bu değişikliklerle hep yandaşlara peşkeş çekilmekte, yedirilmektedir. Tabiî bunlardan da büyük yüzdelerle komisyonlar alınmaktadır. Yani vurgun Tayyipgiller’le yandaşları arasında pay edilmektedir. İstanbul’u yediler! Büyük ve orta ölçekli şehirlerimizi yediler bu yöntemlerle. İstanbul Belediyesinde yapılan vurgunlarda Tayyip ve ihanet kadrosu (şürekâsı), o dönemin İstanbul Ticaret Odası Başkanı Mehmet Yıldırım’ın tespitine göre, 1 milyar dolarlık vurgun yaptı, İstanbul’da. Sırf Tayyip hakkında bu vurgunlarla ilgili “KALPAZAN”lıktan zimmetçiliğe, ihaleye fesat karıştırmaktan görevi kötüye kullanmaya kadar uzanan ve hepsi de yüzkızartıcı suçlar kapsamına giren altı tane dava açıldı. Fakat ne çare?.. ABD, dünyanın başhaydut devleti arkasındaydı bir kere… Tayyip’e AKP kurdurtuldu. Tayyip’in AKP’si 2002 seçimlerinde tek başına iktidara getirildi. Anayasada değişiklikler yaptırılarak Tayyip’in milletvekili olmasının önündeki yasal engeller de kaldırtıldı. Ki, bunlar da şeytanın bile aklına gelmeyecek türden manevralarla, düzenbazlıklarla yapıldı. Önündeki yasal engellerin kaldırtılmasından sonra Tayyip Siirt’ten milletvekili seçtirildi. Deniz Baykal alçağı da bu süreçte Tayyipgiller’le suç ortaklığı etti. Tayyipgiller o günden beri 9 yıldır iktidardadırlar, bildiğimiz gibi. Öyle görünüyor ki daha da bir süre kalacaklar orada. Tayyip, işte bu süreçte ilk ihanetini hocası Erbakan’a yaptı. Duraksamadan satıp geçti. İktidarı süresince de, yine bilindiği gibi, 55 milyar dolar karşılığında bir yığın kamu malını sattı, yerli-yabancı Parababalarına. Aslında bunlara satış bile denemez. Peşkeştir, yağmalatmadır bunlar. Bu kamu malları birkaç yıllık gelirleri karşılığında satıldılar hep. Alan vurguncular, bazısından bire on, bazısından bire yüz, bazısından da bire bin kazandı. Satışa da devam ediyor Tayyipgiller halen. Nitekim geçenlerde bir temsilcileri, önümüzdeki yıl “Özelleştirme”den 16 milyar TL gelir bekliyoruz, demişti. Satacaklar hainler, semtleri, mahalleleri, köprüleri, yolları, her şeyi… Bıkıp usanmıyorlar ihanetten. Uzatmayalım sözü… Hatırlanacağı gibi Tayyip, geçen yılın 29 Kasımı’nda Libya’ya giderek Kaddafi’nin elinden 250.000 dolar maddi değeri olan “Kaddafi İnsan Hakları Ödülü Uluslararası Komitesi”nin ödülünü almıştı. Bu konuya ilişkin o tarihlerdeki medyadan kısa bir haber indirelim: “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a, “Kaddafi İnsan Hakları” Ödülü verildi. “Erdoğan, Radison Sas Oteli’nde gerçekleştirilen ödül töreninde yaptığı konuşmada, “Kaddafi İnsan Hakları Ödülü”nü almaktan büyük memnuniyet duyduğu ifade etti. “1989 yılından bu yana her sene dünyanın dört bir yanından çeşitli şahsiyet, grup ve kuruluşlara verilen “Kaddafi İnsan Hakları Ödülü”ne bu yıl kendisinin layık görülmüş olmasından dolayı Uluslararası Komiteye de şükranlarını sunan Başbakan Erdoğan, şunları söyledi: “Şahsımdan ziyade, ülkem ve milletim adına teslim aldığım bu ödülün, bölgesel ve küresel ölçekte, insan hakları noktasındaki mücadelemizi teşvik edeceğinden emin olabilirsiniz. Bu vesileyle bölgesel ve küresel ölçekte işbirliğinin geliştirilmesi yönünde gösterdiği gayretlerden ötürü Libya Lideri Muammer Kaddafi’ye şükran ve takdirlerimi ifade etmek isterim. Bu Ödül Töreni ve Avrupa Birliği-Afrika Zirvesi vesilesiyle bulunduğumuz Libya’da, bizlere gösterilen sıcak misafirperverlik için ayrıca müteşekkirim. “(…) “KOMŞUSU AÇ İKE TOK YATA BİZDE DEĞİLDİR” “Başbakan Erdoğan, Suriye, Ürdün ve Lübnan ile Libya ile de vizeleri kaldırarak, adeta ülkeler arasındaki 100 yıllık hasrete son verdiklerini belirterek, şunları kaydetti: “Şu anda, Libyalı kardeşlerimiz diledikleri gibi Türkiye’yi ziyaret ediyor, bizim vatandaşlarımız da serbestçe Libya’ya gelebiliyor. İş adamlarımız, ceplerine pasaportlarını koyarak, iki ülke arasında rahatça seyahat edebiliyor. Hafta içinde, resmi temaslarda bulunmak üzere Lübnan’a bir ziyaret gerçekleştirdik. Lübnan’ın başkenti Beyrut’un yanısıra, kuzeyde Aydamun bölgesinde ve güneyde Sayda kentinde açılışlara iştirak ettik. Lübnan Başbakanı değerli kardeşim Saad Hariri ile birlikte katıldığımız bu açılışlarda, Lübnan halkının çok yoğun teveccühüne mazhar olduk. Aynı manzarayı geçtiğimiz ay içinde Kosova’da yaşadık. Aynı coşkuyu, aynı heyecanı Suriye’de yaşadık. Ziyaret ettiğimiz ülkelerde gördüğümüz coşku ve heyecan, esasen ülkelerimiz ve halklarımız arasındaki hasretin izharından başka bir şey değildir. “Anlamsız sorunlarla, yapay gerilimlerle, dünya gerçeklerinden uzak meselelerle ülkelerimizin birbirine uzak kalması, kardeşliğin, dayanışmanın, paylaşmanın adeta derin dondurucuya yerleştirilmiş olması çok büyük haksızlıktır, halklarımıza yönelik çok büyük adaletsizliktir. Biz, bütün bu coğrafyada tarihi hep birlikte yazdık, hep birlikte şekillendirdik. Bütün bu coğrafyada ortak bir kaderi paylaştık. Her zaman söylüyorum. Bizi, tarih birbirimize kardeş kıldı. Bizi, ortak medeniyetimiz, ortak inançlarımız birbirimize kardeş eyledi. Biz, birbirimizin sorunlarına bigâne kalamayız değerli kardeşlerim. Biz birbirimize sırtımızı dönemeyiz, birbirimizden habersiz, birbirimizden ilgisiz, alakasız yaşayamayız. Bizim medeniyetimiz bize şunu emrediyor, ‘Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.’ Biz Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de, Adana’da, Konya’da bu emre ne kadar muhatap isek hiç kuşkusuz sizler de burada, Trablus’ta, Bingazi’de, Tobruk’ta, Sirte’de aynı emre muhatapsınız. Biz, Türkçe olarak, ‘ev alma komşu al’ derken sizler, Arapça olarak ‘el caarr, kabled daar’ diyorsunuz ve aslında aynı şeyi söylüyoruz. Bizler, bir vücudun azaları gibiyiz. Vücudumuzun bir parçasında sorun olduğunda bütün bir vücudumuz sorun yaşıyor. Bu yerküre gemisinde ortak bir kaderle hareket ediyoruz. Barış, adalet, kardeşlik, dayanışma hepimizin ortak menfaatidir.” (Haber Türk, 29 Kasım 2010) AB-D, katlederek dünya halklarına gözdağı vermek istemiştir Bu konuşmandan birkaç ay sonra efendilerin Kaddafi’ye savaş ilan ettiler. Bu konuşmalar senin belleğinde canlılığını koruduğu için, sen il- Tayyip “Kaddafi İnsan Hakları Ödülü Uluslararası Komitesi”nden ödülünü aldığı gün Kaddafi ile sarmaş dolaş... kin korumaya çalıştın Kaddafi’yi: “NATO’nun Libya’da ne işi var yahu?” diye tepki gösterdin. Efendilerin, NATO olarak vuralım Libya’yı demişlerdi ya… sen buna sert şekilde karşı çıktın. Onun üzerine başefendin Obama da sana kızdı: “Hele şu taşerona bak! Daha birkaç yıl önce elçilerini gönderip önümüzde diz çöküyordu. “Beni kuburdan aşağı süpürmeyin. Kullanın.” diye yalvarıyordu. Zaten elinden tutup onu Türkiye’nin başına getiren biziz. İstediğimiz anda alaşağı ediveririz. Bu nasıl böyle laflar eder. Hele şunun kulağını bir çekivereyim”, dedi ve telefonu çevirtti adamlarına: “Hafız, sen kendinde misin? Ağzından çıkanı kulağın duydu mu senin? Efendi ol kendine gel! Söz dinle! Bak ne diyeceksin bundan sonra: Kaddafi diktatördür. Halkına zulmediyor. Teröristtir de… Acilen iktidardan uzaklaştırılması gerekir. Bu işi NATO olarak hep beraber yapmalıyız. Biz de savaş gemilerimiz ve uçaklarımızla bu operasyona katılacağız. Bu operasyonun komuta heyetinin de İzmir’de olmasını istiyoruz. Anlaşıldı mı?” Tayyip derhal kendine geldi: “Tabiî sayın Obama. Artık ben de tamamen sizin gibi düşünüyorum. Söylediğim o saçma sözlerden dolayı üzgünüm. Bir an gaflete düştüm. Bundan sonra hep sizin emrinizi tekrarlayacağım.” Aynen de öyle yaptı Tayyip ve şürekâsı. Saldırının merkez üssü de ne acı ki İzmir oldu. Batılı yağmacılar bin yıldan beri yaptıkları gibi, Müslüman kanı içtikçe zevkten kendilerinden geçiyor ve iştahları daha da kabarıyordu. NATO’nun hava ve deniz gücü ortalama 8 ay vurdu Libya’yı. Bununla da yetinmedi emperyalistler. Muhalifler adı verilen emperyalizm yandaşlarını silahlandırdı ve eğitti. Ayrıca yüz milyonlarca dolar vererek paraca da doyurdu. Sonunda Kaddafi’yi savunan Libya güçleri yenildi, 8 aylık bir savaşın sonunda. Yine emperyalistlerin emriyle insanlıktan çıkmış Ortaçağcı emperyalizmin uşağı çapulcular sürüsü, Kaddafi’yi linç etti. Ve bu linç görüntüleri, kayda aldırtılarak tüm dünya halklarına izlettirildi. Hatırlayacağımız gibi, emperyalistler Saddam’ın üvey kardeşinin ve sadık kadrolarının idamlarını da aynı şekilde izlettirmişlerdi. Amaç, başta İslam dünyasının halkları olmak üzere, tüm dünya halklarını terörize etmekti. Bakın bize karşı çıkanların sonu işte böyle olur; herkes ders alsın, demek istiyorlardı aslında. Biz uluslararası hukuk, ülkelerin bağımsızlığı gibi şeyler dinlemeyiz. Dünya bizim çiftliğimizdir. Biz o çiftlikte gönlümüzce at koştururuz. Gık diyenin de sonunu böyle yaparız, diyorlardı. Kaddafi’nin linç görüntüleri, şunu bir kez daha kesin biçimde gösterdi ki, emperyalist haydutlarda ve onların Tayyipgiller gibi uşaklarında demokrasiden de, hukuktan da, vicdandan da, merhametten de, insanlıktan da eser yoktur. Onlar her türden zalimliği ve hainliği, çıkarları gerektirdiği anda, yapmaktan hiç çekinmezler. Kaddafi’nin linç anında bedeninden fışkıran kanlar, başta Obama ve Sarkozy olmak üzere, tüm emperyalist haydutların ve Tayyipgiller gibi taşeronların ellerini ve yüzlerini boyamıştır. Ve o ellerle o yüzleri okyanusların bütün suları yıkamaya yetmez… Libya Halkı, İslam Dünyasının ekonomik refah açısından en iyi durumda olanlarındandı. Libya’da eğitim, sağlık, elektrik ve doğalgaz parasızdı. Libya bankaları ihtiyaç içinde olan insanlara faizsiz kredi veriyordu. Ve Kaddafi, uzun yıllar uğraşını verdiği Arap Birliği’ni sağlayamayacağını anlayınca Afrika’ya çevirmişti yüzünü. Afrika ülkelerinin birliğini sağlamaya çalışıyordu. Ve ABD dolarının yerine altın ölçekli Dinar’ın Afrika ülkeleri için ortak para bi- rimi olmasını öneriyordu. Yani Kaddafi, emperyalistlerin uluslararası finans sisteminden ve para birimlerinden çıkılmasını savunuyordu. İşte bundan dolayı emperyalist haydutlar Kaddafi için ölüm kararı verdiler. Ve kararlarını uyguladılar… Tayyipgiller Suriye’yi nasıl sattı? Gelelim Suriye’ye… Tayyipgiller’in uyurken bile sırıtan Dışişleri Bakanı, güya hocası, Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır problem” doktrini uyarınca, Tayyipgiller hezimetle sonuçlanan Ermeni, Kıbrıs ve Yunanistan açılımları üzerine, bari İslam ülkeleriyle ilişkileri sıcaklaştıralım; aramızdaki sorunları sıfırlayalım, diyerek Suriye’ye de yaklaştılar. Bir uçak dolusu işadamıyla birlikte Tayyip 2 kez, Eylül ve Aralık 2009’da, Suriye’ye gitti. 13 Ekim 2009’da da Halep ve Gaziantep’te Türkiye ve Suriyeli bakanların katılımıyla Ortak Bakanlar Kurulu toplantısı düzenlendi. Tayyip, sözü edilen ziyaretlerin birinde Beşar Esad için “Kardeşten de öte” nitelemesinde bulundu. Bir yığın anlaşma imzalandı. İki ülke arasındaki vizeler kaldırıldı. Daha sonra da (Mayıs 2010’da) Beşar Esad Türkiye’ye davet edilerek Ankara ve İstanbul’da ağırlanmıştı. Çırağan Sarayı’nda da Esad ve Gül görüşmüş ve karşılıklı övgüler düzmüşlerdi. Şimdi bu konuya ilişkin o günlerin medyasından bir iki haber aktaralım: “Çırağan Sarayı’nda gerçekleşen GülEsad ikili görüşmesinin ardından düzenlenen basın toplantısında görüşmenin içeriği ile ilgili her iki cumhurbaşkanı ortak açıklama yaptı. Esad ile yaptıkları görüşmenin çok yararlı geçtiğini belirten Gül, “Bölgedeki ikili ilişkilerimizi gözden geçirme fırsatı bulduk. İki ülke arasında vizelerin kaldırılmış olması büyük yankı yaptı. Bu, bütün diğer çevre ülkeler tarafından da ilgiyle takip edildi. Yine iki ülke arasında serbest ticaret anlaşmasının imzalanmış olması ticaretimizi giderek güçlendirmekte ve karşılıklı yatırımları giderek hızlandırmaktadır. Bunu çok önemsiyoruz. Çünkü inanıyoruz ki artık bu bölge birbirine entegre olmaktadır ve ekonomik kalkınma topyekûn bu bölgede gerçekleşmektedir. Siyasi istikrar, siyasi ilişkilerdeki karşılıklı güven ve itimat, bunun üzerinde de ekonomik kalkınma ve refah gerçekleşecektir. Bölge halkları da bu refahtan en iyi şekilde yararlanacaktır.” diye konuştu. “Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad ise yaptığı açıklamada İsrail’in barışı istemediğini savundu. İsrail’in arabuluculuğa hazır olmadığını aktaran Esad, ‘‘İsrail, başarılı bir arabuluculuğa hazır değildir. Çünkü bilindiği üzere başarılı bir arabuluculuk barışı getirir ve barış İsrailliler tarafından istenmemektedir. Sayın Gül’e, Suriye’nin Türkiye’nin arabuluculuğuna bağlı olduğunu vurguladım. Biz aynı zamanda arabuluculuğu da vurguluyoruz, Türkiye’nin rolünü vurguluyoruz, ama şunu da vurguluyoruz; İsrail bir ortak değildir, daha önceki dönemde de ortak değildi. Olmert’in yaptığını bölgede kimse unutamaz. Başbakan Erdoğan’ın çağrısına Gazze’ye saldırı ile cevap verdi. Bunu unutamayız. Türkiye’ye Gazze’ye yardımları ve ambargonun ortadan kalkması için gösterdiği çabalardan dolayı teşekkür ediyoruz.” ifadelerini kullandı.” (Cihan Haber Ajansı, 08 Mayıs 2010) 17 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Suriye’yle Türkiye arasındaki ilişkiler son derece iyi gitti, bir süreliğine. Bu süreçte iki ülke arasında hiçbir olumsuz olay yaşanmadı. Tam tersine her şey güzeldi. Ne zaman ki dünyanın başhaydut devleti ABD ve onun Başkanı Obama, AB ile birlikte, Suriye’yi de hedef tahtasına oturttu o zaman Tayyipgiller, Libya’dan çıkardıkları dersle, bu kez hiç ters köşeye yatmadılar, Suriye’ye karşı cephe aldılar. Hiç çalkalamadılar. Efendileri Obama’nın emrini anında kavradılar ve Beşar Esad Yönetimini Ortadoğu’nun en büyük diktatörlüklerinden biri olarak ilan ettiler. Ve en kısa sürede alaşağı edilmesi “Suriye konusunu dış sorun olarak görmüyoruz. Suriye meselesi bizim bir iç meselemizdir. Çünkü Suriye ile 850 kilometre sınırımız var. Akrabalık, tarih, kültür bağlarımız var. Dolayısıyla burada olanlar, bitenler asla bizim seyirci kalmamıza fırsat vermez. Tam aksine oradaki sesleri duymak zorundayız, duyuyoruz ve gereğini yapmak zorundayız.” (Hürriyet, 07 Ağustos 2011) Tayyipgiller’deki bu ani dönüş karşısında şaşkınlığa düşen Beşar Esad’ın siyasi danışmanı Buteyna Şaban, geçen günlerde şöyle bir açıklama yaptı: Tayyip, Beşar Esad’la el ele kol kola günlerinde gerektiğini belirttiler. Tayyipgiller’in şefi Tayyip, Suriye sanki Türkiye’ye bir şey yapıyormuş gibi, “Suriye’de sabrın sonuna geldik “Başbakan Tayyip Erdoğan, dün Birlik Vakfı’nın iftarına katıldı. Vakfın Kurucular Kurulu Başkanı eski Kültür Bakanı İsmail Kahraman tarafından karşılanan Başbakan Erdoğan’la birlikte iftarda İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu da bulundu. “Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğ-lu’nun salı günü Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüşmeye gideceğini belirten Erdoğan yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Halkınızın üzerine kurşun yağdırarak kimi sevindiriyorsunuz? Bunları söylemek, bu soruları sormak zorundayım. Bugüne kadar birçok şeyi acaba halledebilir miyiz, söylenenler yerini bulur mu diye çok sabrettik. Artık burada da sabrın son anlarına geldik. Bunun için de bu süreç içinde salı günü Dışişleri Bakanımı Suriye’ye gönderiyorum. Mesajlarımız kendilerine kararlı bir şekilde iletilecek. Bundan sonraki süreç verilecek cevap ve uygulamaya göre şekillenecek. “Türkiye’yi kızdıracak ne yaptık? “Suriye lideri Esad’ın siyasi danışmanı Buteyna Şaban, Türkiye ile aralarının niye bozulduğu sorusuna şu yanıtı verdi: “Türkiye’nin duruşu esrarengiz. Arapların kapısını Türklere açan Suriye’ydi. Başka büyük nedenler olmalı. Türkiye’yi bu pozisyona itecek herhangi bir provokasyonda bulunmadık.” “DEVLET Başkanı Beşar Esad’ın siyasi danışmanı Buteyna Şaban, Türkiye’yi eleştirdi. İngiltere’de yayın yapan Independent gazetesine konuşan Şaban, Türkiye’nin kendileri hakkında takındığı sert tavra anlam veremediğini vurgulayarak, “Türkiye’nin duruşunu esrarengiz buluyorum. İyi bir arkadaşınız olduğunda -ki Arapların ön kapısını Türklere açan Suriye’ydi, Türklerin buraya vizesiz gelmelerine izin verdik, Suriye Türk ürünleriyle dolup taştı- başkalarının politikalarına ayak uydurmak zorunda hissetmezsiniz” dedi. “Türk Dışişleri’nin Suriye konusundaki yaklaşımının arkasında daha büyük bir neden aranması gerektiğinin altını çizen Şaban, “Türkiye’ye bir füze kalkanı konulacak, Türkiye ATO üyesi... Artık bilemiyorum, Türkiye hangi pastaya oynuyor. Dün bir Türk yetkilisinin bizim hakkımızda yaptığı açıklamaları duyunca, sanki o öğretmenmiş de biz de öğrencileriymişiz gibi hissettim. Türkiye’yi bu pozisyona itecek herhangi bir provokasyonda bulunmadık” şeklinde konuştu. “Dini ayrım başladı “ABD’nin kişisel yaptırım listesinde bulunan altı Suriyeliden biri olan Buteyna Şaban’ın yazar Robert Fisk’e söyledikleri özetle şöyle: “— Kitaplarım Amerika’da satıştayken, ABD’nin yaptırım listesinde olmam gerçekten de biraz ironik bir durum. “— Humus’taki güvenlik durumu çok kötü. Ordu tüm ülkede saldırıya uğruyor. Bugün, annemin ölümünün ikinci yıldönümü. Takdir edersiniz ki insan böyle bir günde aile kabristanını ziyaret etmek ister. Gidemedim. Humus’ta öldürülmekten korkuyorum. “— Geçen gün, Şam’ın en iyi fırıncısı olan kadını görmeye gittim. Ağlıyordu. Bana, bazı adamların gelip, ‘Sen Hıristiyansın ve ekmeğin içine viski koyuyorsun’ dediklerini söyledi. Bu insanlar Suriye’yi yıkmak istiyor. Şimdi ilk kez komşunun dini konuşulmaya başlandı. Bu daha önce hiç olmamıştı.” (Hürriyet, 29 Ekim 2011) Suriyeli danışman yukarıdaki satırlarında dile getirdiği düşüncelerinde tümüyle haklı. Aslında o da biliyor, Tayyipgiller’in davranışının arkasındaki nedeni. Böyle akıllı ve bilgili bir kadınının bilmemesi imkansız. Nitekim Cüneyt Özdemir’le söyleşisinde bunu ortaya koyuyor: “Buteyna Şaban’dan Davutoğlu’na uyarı: ‘ABD iyi adam kullanır’ “Türkiye için durum net; ya Esad gidecek ya da gidecek... Buteyna Şaban “Esad’ın basın danışmanı Buteyna Şaban ise Türkiye’ye kızgın. Off the record başlayıp söyleşi sonrasında on the record’a dönüşen görüşmemizde Şaban, sözcüklerini, ilişkileri daha da germemek için dikkatle seçiyordu ama kızgınlığı belliydi. “Arap dünyasının kapılarını Türkiye’ye biz açtık. Ama şimdi birdenbire Türkiye bizi dışlamaya başladı. Her gün bir Erdoğan, bir Davutoğlu bizim hakkımızda açıklamalar yapıp duruyor. Bizden hiç bir şey duydunuz mu? Biz hep sessizliğimizi koruduk. Çünkü Türkiye bizim arkadaşımız, dostumuz ve bir gün doğruyu göreceğine inanıyoruz. Çünkü Erdoğan ve Davutoğlu tüm Türkiye demek değil. Biz inanıyoruz ki Erdoğan gibi düşünmeyen, Suriye’nin yanında olan Türkler de var” diyordu... En büyük alınganlığı ise Ahmet Davutoğlu’na karşıydı. “Davutoğlu bilmiyor mu ki Amerika çok iyi adam kullanır. Bakın Mübarek’e, bakın Saddam’a... Amerika onların en yakın arkada- Tayyip ve İstanbul Valisi Birlik Vakfı’nın iftarında. “27 Mayıs denilince akla gelen sözcükler: Demokrasi, özgürlük, özerklik, plan, sanayileşme, sol, 12 Eylül denilince akla gelen: Antidemokratik yasalar, serbest piyasa, ticaret ve sağdır.” B u kadar güzel ve sade tanımlanabilir 27 Mayıs. Ancak bu kadar net sözcüklerle ortaya konabilir 27 Mayıs Politik Devrimi ile 12 Eylül Faşist Darbesinin farkı. 27 Mayıs’ın mimarlarından Kurmay Albay Sami Küçük, “Rumeli’den 27 Mayıs’a-İhtilalin Kaderini Belirleyen Köşk Harekâtı” adlı kitabında yapıyor bu tanımlamayı. Kendi komutasındaki güçleri, direnme belirtisi gösteren Köşk’e yöneltme cesaretini gösterip 27 Mayıs’ın başarıya ulaşmasını sağlayan bir yiğit asker Sami Küçük. “Ülkemin ve Türk Halkının yararına olabilecek olaylar karşısında “Yıkılası hanede evlad ü ıyal var” deyip bir kenara çekilmek yerine, ölümü dahi göze alarak inandığım yolda yürümeye devam ettim. Çözemediğim sorunları unutmayıp bir gün güç sahibi olduğumda çözmek üzere belleğimin bir köşesinde canlı olarak sakladım ve günü geldiğinde çözümüne yardımcı oldum.” (age, s. 11) İşte böylesine davasına, vatanına kendisini adamış bir insan. O, “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” diyen Mustafa Kemal’in askerlerinden. Koftiden bir tören paşası değil. Ülkesine karşı duyduğu görev ve sorumluluğunun farkında bir yurtsever subay. Kurtuluş Savaşı’ndan, Birinci Kuvayimilliye’den sonra Birinci Kurtuluşun getirdiği kazanımları yok etmek isteyen ve geleceğini ABD Emperyalistlerine bağlamış olan Demokrat Parti İktidarına karşı ikirciksiz atılıyor mücadeleye. Sonunu düşünmüyor ve kahraman oluyor 27 Mayısçı Sami Küçük. Ve 8 Eylül 2011 tarihinde kaybettik Sami Küçük’ü. Gafilliliklerinden yön duygusunu kaybeden Sevrci Solcularla, her daim hainliği tescilli yerli yabancı Parababalarının, yerli ortaklarının ve Ortaçağcıların el ele kol kola 27 Mayıs’a küfrettikleri günlerde kaybettik, bu gözüpek subayı. Bir zamanlar herkesin göğsünü gere gere savunduğu, “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutladığı 27 Mayıs’a, O’nun topluma kazandırdıklarına sahip çıkmak günümüzde neredeyse kahramanlık yapmakla eş anlamlı hale gelmiştir. Kurmay Albay Sami Küçük, 27 Mayıs’ı son nefesine dek savunup kahraman olarak ayrıldı aramızdan. 27 Mayıs’ın ne olduğunu, 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbeleriyle akla kara kadar zıt ol- duklarını, 27 Mayıs’ın kazanımlarının ne olduğunu görelim Yurtsever Subayımız Sami Küçük’ten. “27 Mayıs, üye ve sempatizanları milyonları bulan tüm DP mensuplarına karşı yapılmış bir hareket değildir. 27 Mayıs, partinin antidemokratik icraatını hazırlayan ve onu uygulayanlar ile partinin bu antidemokratik ve hukuk dışı icraatlarını körü körüne destekleyen komuta üst kademesine karşı olmuştur.” (age, s. ) “27 Mayıs ama 27 Mayıs’ın getirdiği özgür düşünce, birtakım yerli–yabancı insanların, Türkiye üzerinde emeli olan yabancı devletlerin, Türkiye’yi bir sömürge halinde kullanmaları, diğerlerinin de yabancılarla işbirliği yaparak keselerini doldurma amaçlarıyla diğerlerinin de buna karşı çıkma mücadelesiydi.” (age, s. 226-227) “12 Mart ve 12 Eylül, her ikisi de birer karşıdevrimdir. Ancak 12 Mart, 27 Mayıs binasını yıkmak yerine bazı yerlerini kendi zevkine göre düzeltti. 12 Eylül, binayı yıkarak yerle bir etti, arsa üzerine kendi binasını yaptı.” (age, s. 152) “12 Mart ve 12 Eylül, küçük bir zenginler grubu dışında, Türk halkı için yanlı ve yalnız gözyaşı kan, hapis, işkence ve işlerinden çıkarıp aileleriyle birlikte onların tümünü açlığa mahkûm etmek, yurdu terk etmeye zorlamak, faili meçhul cinayetler ve idamlardır.” (age, s. 152) “12 Mart’tan hemen sonra Başbakan ihat Erim’in başlattığı Balyoz Harekâtı’yla tutuklanarak hapse atılan, işkence gören gençler kimlerdi? Onlar pazarda ve çarşıda işportacılık yapan, kahvelerde kâğıt oynayan, kırsal bölgelerde yazın cami gölgesinde, kışın da güneşin altında vakit öldürenler değildi. Onlar, beyinlerini çalıştırarak fikir üreten, Türkiye’nin sorunlarını ve çözüm yollarını araştıran ve bulduğu sonuçları söz ve yazıyla toplumun bilgisine sunan, Türkiye’nin mimarları olacak aydınlardı.” (age, s. 142) “27 Mayıs, iktidarının daha ilk gününde, 28 Mayıs’ta, Ankara ve İstanbul üniversiteleri anayasa profesörlerini davet ederek onlardan, bütün kurum ve kurallarıyla demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti kuracak bir anayasa hazırlamalarını istemiş ve ayrı- ca dinin politikada kullanılmasını önleyecek tedbirlerin de bu anayasada bulunmasını istemiştir.” “27 Mayıs’ın en büyük eseri 1961 Anayasası’dır. Bu anayasa, dinci ve muhafazakâr parti ve kişiler ile tarikat, cemaat ve aşiret mensupları hariç, herkesin ittifakla kabul ettiği en demokratik anayasadır.” “(…) Çıkarılan 97 Sayılı Kanunla yedek subay öğretmenlik ile ilgili hem Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir ölçüde öğretmen ihtiyacı karşılandı hem de yedek subaylık için kaynakta yıllarca bekleme problemi kaldırıldı. Yüksek Öğretim Kredi ve Yurtlar Kurumu Kanunu çıkarıldı. Türk Standartları Enstitüsü Kanunu, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Kanunu çıkarıldı. Fen Lisesinin temelleri atıldı. ODTÜ, üç barakada eğitim görmekten kurtarılarak modern tesislere sahip olarak 1962 öğretim yılına yeni kampusunda başladı. Dünyanın çeşitli ülkelerinde çalışan bilim adamları, öğretim üyeliği için davet edildi ve hemen hepsi daveti kabul ederek geldi. Kampus içinde öğrenci yurtları açıldı. Fakir öğrencilere kefilsiz krediler sağlandı.” (age, s. 138-139) Kurmay Albay Sami Küçük, 27 Mayıs Po- litik Devrimi’nin halkımıza kazandırdıklarının birçoğunda katkı sunmuş, bilfiil içerisinde yer almış bir yurtsever. Görev yaptığı Midyat’a su getirme, Silivri Balıkçı Barınağı’nın yapılmasını sağlamış bir halk çocuğu. Harp Okulunda “Zottirik” lakaplı faşist Goril Kenan Evren gibi, 27 Mayıs’ı ve 61 Anayasası’nı ortadan kaldırmaya yeminli Sorospu Çocukları gibi Halk Düşmanı değil. Gafilliği artık hainliğe doğru yol alan “Sosyalistler” gibi şaşkın değil 27 Mayıs’ın yiğit subayı Sami Küçük ve diğer yol arkadaşları. Denizler’in ve Mahirler’in kahramanlığını utanmazca ve namussuzca sömüren Sevrci Soytarı Sahte Sol, bugün geldiği aşamada ne yazık ki, Denizler’in ve Mahirler’in bütün tezlerini olduğu gibi 27 Mayıs’ı savunmalarını da görmezlikten gelerek yok saymaktadır. 27 Mayıs’ı, onun getirdiği demokrasi ve özgürlüğü yok etmek için ve o kültürde yetişen sosyalist kuşağı imha etmek için CIA yönetiminde yapılmış 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleriyle aynı kefeye koymaktadırlar. Bununla bitmiyor 27 Mayıs Politik Devrimi’nin kazanımları. 27 Mayıs, halka sınırlı da olsa özgürlük ve demokrasi getirdi. Düşünce ve örgütlenmenin önündeki engelleri, yasakları bir ölçüde de olsa kaldırdı. Sosyalizm serbest bırakıldı. Suç olmaktan çıkartıldı. Hatta 27 Mayıs’ın lideri sevimli, babacan, asker babası Cemal Ağa yani Cemal Gürsel, 27 Mayıs’tan 32 gün sonra (29 Haziran 1960’ta) gazetecilere şöyle bir açıklama yapar: “Bir Sosyalist Parti’nin lüzumuna inanıyorum. Memlekette meselelerin halline yardımcı olacağını tahmin ediyorum.” Cemal Gürsel’den başka hangi Cumhurbaşkanı böyle bir gereklilikten bahsetti?.. İşte böylesine demokrattı 27 Mayıs’ın lideri. 27 Mayıs, Sosyalizmi özgür kıldı… Sosyalist düşünce ve örgütlenmeyi… 1963’te Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu. Marksist klasikler Türkçeye çevrildi, geniş kitlelerce okundu, benimsendi… Sosyalist Gençlik, sosyalist aydınlar, işçiler yetişti. Sosyalist Güçler hızla gelişmeye başladı… 1963’te yeni, demokrat bir İş Kanunu, buna uygun Grev ve Toplu Sözleşme Kanunları kabul edildi. Gerçek Sınıf Sendikacılığının yolu açıldı. İşçi Sınıfımız örgütlenme ve hak arama şıydı bir zamanlar, biz bu insanların yanlış yaptığını, halkına zulüm ettiğini söylüyorduk. Ama Amerika ne yaptı, onları kullandı kullandı, işi bitince de en kötü şekilde cezalandırdı. Halkının önünde astı, zindanlara koydu. Türkiye de adeta Amerika’nın kopyası oldu. Üzülüyoruz eski dostumuzun bu durumuna. Ama biz sessizce bekleyeceğiz eski dostumuzun doğruları görmesi için.” “Türkiye’nin Arap açılımında işte geldiğimiz nokta; ‘Eski dost!’ “Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Suriye politikasında bazı soruları sormanın tam zamanı. Mesela Türkiye, Suriye ile beraber Bakanlar Kurulu toplantıları yaparken, vizeyi kaldırırken, Arap açılımını Suriye kapısından yaparken aklına hiç bu düştüğümüz durum gelmemiş miydi? Suriye’nin, Şam’ın, Esad’ın durumunu bilmiyor muydu? Doğru ya, Esad o koltukta 10 yıldır oturuyor. “Esad hiç değişmediğine göre Türkiye’de dün ne değişmişti, bugün ne değişti?” (Radikal, Cüneyt Özdemir, 01.11.2011) Tayyipgiller, ne acı ki, sahibinin sesidir. Sahipleri de başhaydut ABD’nin başkanlarıdır. Dün Bush’tu, bugün Obama’dır. Sahipleri ne derse bunlar onu tekrarlar. Çünkü Tayyipgiller’i iktidara getiren de orada tutan da ABD’dir. Bunlar boşuna mı yalvarıyorlar zaman zaman ABD’ye? “Bizi kanalizasyon deliğinden süpürme, kullan” diye. Süpürmedi. Kullanıyor işte… Hikâyenin özeti bu… Hey Türkiye hey!.. Hey Halklarımız hey!.. Ne hallere düştün?.. Kimlerin peşinden sürükleniyorsun. Bir gün anlayacaksın, bileceksin her şeyi ama o günler daha uzakta… Yiğit şairimiz Hasan Hüseyin’in dediği gibi: Bir gün bu kandırmacalar, bu puştluklar, bu kahpelikler bitecek elbet… özgürlüğüne kavuştu. Medya emekçileri için basın kanunu çıkartıldı bizzat Sami Küçük’ün de çabalarıyla. Velev ki, yukarıda saydığımız yasaların çıkartılmasında da çok emekleri vardır Sami Küçük’ün. O yüzden Sami Küçük halklarımızca unutulmayacak, 27 Mayıs gibi halklarımızın gönlünde yaşayacaktır. Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı Usta’mız da daha 28 Mayıs sabahı, Türk Ordusu’na yayınladığı Açık Mektup’la, 38 genç subayı, Milli Birlik Komitesi’ni kutluyor ve bu kutsal mücadelelerinde başarılar diliyordu. Bugüne geldiğimizde: Hikmet Kıvılcımlı kırk yıl önce, “FinansKapital kanlı bir öç almak istiyor. 27 Mayıs’ı yaralayanlar onu öldürmek istiyor.” demişti. Bu öngörüsü gerçekleşti ne yazık ki… AB-D uşağı satılmış yerli Parababaları ve onların siyasi temsilcileri, 27 Mayıs’ın izini tozunu silmek için iki faşist darbe yaptırdılar, hain generallere… Bugün de Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının siyasi plandaki temsilcisi ve AB-D uşağı Tayyipgiller eliyle “Ergenekon Davası” adlı, hukuk maskeli saldırılarıyla Devrimci Gelenekli, yurtsever, Mustafa Kemalci, antiemperyalist asker ve sivil aydınlara son ölüm vuruşunu yapmak istiyorlar… AB-D ve yerli uşakları, “Birinci Kuvayımilliye’nin ve 27 Mayıs’ın öcünü almak istiyorlar Türk Ordusu’ndan, Yargı’sından, Üniversite’sinden ve namuslu Basın’ından. Şimdilik başarıya da ulaşmış durumdalar. Ama boşuna sevinmesinler egemenler. “Egemenlik tutsaklarının aklı, bizi yok ederlerse, insanın iyiliğiyle, doğruluk ve güzelliğini yok edeceğini sanıyor. Yanılıyor!.. İnsanı… Onun içinin içindeki iyiliği… Oradan dışa vuran güzelliği… Ve emekle üretilen doğruyu asla yok edemezler. Bir süre bastırırlar… Bir açmaza saptırırlar. Hatta bir zaman durdururlar. e var ki, insan yüreği attıkça, bastırılanı besler. Saptırılanı düzeltir. Durdurulanı taşırır. Ve sonunda bütün engelleri, seline katarak sürükler. O yüzden iyi de, doğru ve güzel de insan varoldukça ya gerçekleşecek… Ya özlemin isyanına dönüşecektir.” (Erol Toy, Obadan Ulusa, c. 1) İkinci Kuvayimilliye Hareketi’nin Partisi olan Halkın Kurtuluş Partisi özlemin isyanını örgütleyip, er ya da geç insanlığın kurtuluş davasını başarıya ulaştıracaktır. 23.09.2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 18 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Kurtuluş Partisi’nden AB-D Emperyalistlerinin Füze Kalkanını ülkemize yerleştirmek, 89 yıl önce bugün aynı emperyalistleri denize döken Ulusal Kurtuluş Savaşı Kahramanlarına ihanettir HKP İzmir İl Örgütü adına İl Başkanı Av.Tacettin ÇOLAK tarafından “9 Eylül İzmir’in Kurtuluşu” ve “AB-D Emperyalistlerinin Füze Kalkanını ülkemize yerleştirme” ihaneti için İzmir Fuarı 9 Eylül Meydanı’nda yaptığı basın açıklaması: Batılı Emperyalistler, bu yüzyılın başında, Paris Konferansı’nda aldıkları karar üzerine topraklarımızı işgal ettiler. Güzel yurdumuzu kendi aralarında parsel parsel taksim edip, yüzlerine taktıkları Yunan maskeleri ile ilk işgali bu topraklarda başlattılar. Emperyalistler aynı Konferans’ta Yunanlılara da Ermenilere de ülkemizdeki yağmadan pay vermeyi kararlaştırmışlardı. Ancak evdeki (Paris’teki) hesapları çarşıya (Cephe’ye) uymadı... Mustafa Kemal önderliğindeki Türkiye Halkları, yaklaşık dört yıl süren Ulusal Kurtuluş Savaşı ile Batılı Emperyalistleri dize getirdi. Zamanın yerli satılmışları olan Osmanlı’ya kabul ettirdikleri Sevr Antlaşması suratlarında patlatıldı, 9 Eylül 1922’de güzel İzmir’imizden denize dökülerek hevesleri kursaklarında bırakıldı. Dünyada emperyalizme karşı başarı ile sonuçlanmış ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zafere ulaştıran atalarımız, o zamana kadar emperyalist boyunduruk altında inletilen tüm Mazlum Halklara da umut kaynağı oldular. Tabiî bu zaferde, Lenin önderliğinde Rus Çarlığı’nı devirerek Sovyetler Birliği’ni kuran Ekim Devrimi yöneticilerinin para, silah, cephane vb. yardımlarını da unutmamamız gerekir. Partimiz, işte bunun için Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın Önderi ile En Büyük Müttefikini tek pankartta bir araya getirmiştir. Fakat kapıdan kovduğumuz emperyalistler bacadan tekrar içimize girmişler, IMF’leri, Dünya Bankaları, DTÖ’leri, NATO’ları, CENTO’ları ile ülkemizin ekonomisine, politikasına, kültürüne, sanatına vb. hâkim olmuşlardır. Artık günümüzde AB-D Emperyalizminden icazet almayan hiçbir parti iktidar olamamaktadır, ülkemizde. Tıpkı AKP hükümeti gibi… Geçmişte Menderes’in DP’si, bakanlarını dahi ABD’den onay almadan atayamazdı. Şimdi ise dünyayı bin parçalı minik devletçiklere bölerek yönetme planının bir parçası olan BOP ya da GOP Projesi’nin Eşbaşkanlığı’nı yapmaktalar. Emperyalist sırtlanların Ortadoğu’nun petrol ve doğal kaynaklarını ele geçirmek için döktüğü Müslüman kanına ortak olmaktalar. Batılı Emperyalistlerin NATO eliyle Libya’yı işgal planına ilkin karşı çıkarmış gibi yapıp ardından işgalcilerin arasına katılmaktan çekinmemekteler. Üstelik de Libya operasyonunun merkezini de İzmir’imizde oluşturdular. AB-D Emperyalistleri öyle emrettiği için kapı komşumuz Suriye’ye de efelenmektedir Tayyipgiller. “Suriye bizim iç işimiz” diyerek, Suriye Halkına ve yönetimine gözdağı vermekteler. Dışarıda milyonlarca Müslüman Arap insanının yok yere katledilmesinde suç ortaklığı yapan Tayyipgiller, içeride ise Halkımızı Allah’la aldatarak prim yapmaktadır. Böylece AB-D Emperyalistleri önünde kişiliksiz, onursuz bir duruş sergilediğini gizleyebilmektedir. AB-D Emperyalistlerinin, olası bir İran saldırısında ilk kapışma alanı olarak tutmak istedikleri ülkemiz topraklarına NATO eliyle yerleştirilecek olan Füze Kalkanı olayında da aynı bezirgânlığı yapmaktalar... Bizzat Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Selçuk Ünal geçtiğimiz günlerde gazetecilere yaptığı açıklamada; “Bu projenin ATO’nun 2010 Lizbon Zirvesi’nde kabul edilen ‘yeni stratejik konsept’in bir devamı olduğunu ve ABD tarafından ATO’ya tahsis edilen erken uyarı radarının ülkemizde konuşlandırılmasının öngörüldüğünü” belirtmiştir. Görüldüğü gibi Tayyipgiller öylesine ikiyüzlü ve hainane bir tutum içindedir ki, bir yıl önce kabul ettiği Füze Kalkanı’nın ülkemize yerleştirilmesi aşamasında, CIA tarafından bası- na sızdırılan BM Mavi Marmara saldırısı raporundan sonra yapay bir İsrail gerilimi yaratarak, yine zavallı halkımızın gözünü boyamaktadır. Dahası bu Füze Kalkanı aynı zamanda İsrail’in güvenliğini de sağlayacak. Tayyipgiller, olayın bu yönüne hiç girmeden geçiştirmektedirler… İsrail’e karşı çapsız bir külhanbeyi edasıyla esip gürleyen başbakan, insanlık dışı bu Mavi Marmara saldırısının ardından geçen 15 aydan beri niçin bu tepkiyi vermemiştir? Yine İsrail’le yapılan ekonomik-askeri anlaşmalar niçin iptal edilmemiş, İsrail’den aldıkları insansız savaş uçaklarını (HERON’ları) niye iade etmemiştir? Ya da Siyonist İsrail’den aldığı “Yahudi Cesaret Ödülü”nü niye hâlâ iade etmemektedir? Bu sorular daha da çoğaltılabilinir… Verilen tepki, BM Komisyon kararının basına sızdırılmasından sonra olmuştur. Fakat bu komisyonun kuruluşunu isteyen de, komisyona büyükelçi düzeyinde temsilci veren de kendileridir. Komisyon raporu ile İsrail, dünyanın gözü önünde yaptığı alçakça saldırıyı ve 9 insanımızın ölmesini meşrulaştırmış oldu, maalesef... Zaten olaydan hemen sonra da Dünya Kamuoyu’nun bu saldırıya karşı kayıtsızlığı da bilinen bir gerçektir. Öyleyse bu kabadayılık niye?.. Bunların İsrail karşısındaki kabadayılıkları AB-D Emperyalistlerinin çizdiği sınırlar kadardır. Zira biliyoruz ki; İsrail ABD’dir. Bu nedenle daha dün “Beni delikten aşağıya süpürmeyin, kullanın” diye yalvaranların bugün “efelenmeleri”nin kofluğunu çok iyi bilir emperyalistler. Amaç hâsıl olup Türkiye Halklarının gözü boyanınca AB-D Emperyalizmi “Yeter artık!” emrini verecek ve İsrail’le “Stratejik Müttefik”liğe devam edecekler… Kaldı ki, ABD Büyükelçisi dün emir kipi ile yaptığı bir açıklamayla; “Türkiye İsrail ilişkileri normalleşecek” diyerek bu müdahaleyi yapmıştır bile... Oysa Birinci Kuvvayi Milliyeci atalarımız böyle mi yapmıştı? Atalarımızı bunlarla karşılaştırmak bile onlara zül olur… Çünkü onlar, içinde bulundukları olumsuzlukların hiçbirine teslim olmadan yedi düvele karşı ikirciksiz vatan savunmasına atılan, yiğitlik yarışında hep en önde olmak isteyen onurlu insanlardı. Onun için emperyalistlerin açık işgali başladığı anda; “Geldikleri gibi gidecekler” diyerek, düşman karşısında hiçbir zaman yalpalamadılar. Bu emperyalist çakalları yurdumuzdan temizleyene kadar tam dört yıl dişe diş bir savaş vermek durumunda kaldılar. Sonuçta bu güzel yurdu bizlere bıraktılar. Ama Tayyipgiller’de ulusal onur ya da ulusal değerlerin zerresi bulunmadığı için, İsrail’in alçakça saldırılarına karşı vereceği cevap ancak Büyükelçilerin geri çekilmesi ile sınırlı kalmaktadır. Oysa gerçek Halk İktidarında İsrail’e, döktüğü kanın hesabı mutlaka sorulur. Halkın Kurtuluş Partisi, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere tüm emekçi Halklarımızın özlediği bu Demokratik Halk İktidarı’nı onlarla birlikte kuracaktır. İşte o zaman AB-D Emperyalistleri ve onların Ortadoğu’daki kaması Siyonist İsrail’in zulümlerinin ve döktükleri kanın hesabı mutlaka sorulacaktır. 09/09/2011 Selam Olsun 89 Yıl Önce Bugün Emperyalist İşgalcileri Denize Döken Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşçılarına! Kahrolsun AB-D Emperyalizmi ile Onların Maşası ve Ortadoğu’daki Petrol Bekçisi Siyonist İsrail! Yaşasın Direnen Mazlum Halkların Emperyalizme Karşı Mücadelesi! Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü Ankara Kumrular Sokak’ta insanlıktan nasibini almamış canavarlar tarafından yapılan saldırıyı lanetliyoruz A nkara’da Kızılay’ın göbeğinde Kumrular Sokak. Ankara’nın insan ve taşıt trafiğinin en yoğun olduğu yerlerden. Çankaya Kaymakamlığı, kütüphane, ilkokul, kreş ve dar gelirli halkımızın, öğrencilerin yemek ihtiyaçlarını karşıladığı birçok lokanta bu sokak üzerinde. Bu sokak 20 Eylül 2011 Salı günü saat 11:05’te sadece sureti insan olan, gözlerini kan bürümüş insanlık düşmanları tarafından kana bulandı. Asgari ücretle geçimini sağlamaya çalışan 2 genç, yeni emekli olup eski mesai arkadaşlarını ziyarete gelen bir emekçi kadın yaşamlarını kaybetti bu hain saldırıda. İnsanlık dışı bu eylem, siyasi amaçları ne olursa olsun, insanlıktan uzak, alçakça ve korkakça yapılan bir eylemdir. Ne adına yapılırsa yapılsın, kim için yapılırsa yapılsın bu eylem insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamına giren bir eylemdir. Bu eylemi yapanlar, isimlerinin önüne hangi örgütü koyarlarsa koysunlar, halk düşmanıdır, canavardır ve bin yılı aşkın süredir bir arada yaşamış Halklarımızın arasına nifak tohumları ekmeye yarayan bu tür eylemleriyle halklarınıza karşı ihanet içerisindedirler. Ankara’nın göbeğinde 3 masum, yoksul halk insanını katleden 34’ünü yaralayan bu insanlık dışı eylemi yapanlar, AB-D Emperyalistleri ve Siyonist İsrail Devletiyle aynı kategoridendir. İnsan değildir, canavardır… Başka ne denilebilir?.. Halkımıza ve katledilen insanlarımızın yakınlarına başsağlığı diler; acılarını yüreğimizde duyarak paylaşır ve yaralı kardeşlerimize şifalar dileriz. 24.09.2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi “Biz Asla Teslim Olmayız. Ya Kazanırız, Ya Ölürüz. Bizden sonraki nesillerle de savaşacaksınız. Bana gelince, ben, cellâtlarımdan daha uzun yaşayacağım.” B öyle haykırmıştı ülkesini işgal eden İtalyan Emperyalistlerine, Libya’daki Emperyalizme karşı direnişin öncüsü ve sembolü “Çöl Aslanı” lakaplı Ömer Muhtar. Kendisine, İtalyanlara teslim olmasının tek çıkar yol olduğunu söyleyen korkaklara karşı “Vallahi, ya zafer veya şahadete ermeden bu dağları terk etmeyeceğim ve İtalyanlara karşı devam eden bu savaşı asla durdurmayacağım. Mısır’a gitmek isteyenler buyurup gitsinler, İtalyanlara teslim olup ölümden kurtulmak isteyenler de teslim olsunlar, hiç kimse onları tutmuş değildir.” diye haykırarak ölümsüzleşen, sonunu düşünmeyen bir kahramandır Ömer Muhtar. Ömer Muhtar’ın katledildiği 1931 yılından 80 yıl sonra “Ya zafer kazanırım ya da şehit olurum” sözleriyle hiçbir zaman teslim olmayacağını haykıran Libya lideri Albay Muammer Kaddafi, ABD ve AB (AB-D) Emperyalistleri ve yerli işbirlikçiler tarafından acımasızca katledildi. Katliam emri; Trablus’un, AB-D Emperyalistlerinin askeri gücünü arkasına alan ve onların güdümüne giren muhaliflerce ele geçirilmesinden sonra bölgeye giden, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından, “Kaddafi’yi ölü ya da diri ele geçirin” diyerek verilmişti. Kaddafi’nin işkence edilmiş, yüzü ve vücudunu kanlar içinde gösteren ve yürek burkan fotoğrafları, basına ve kamuoyuna servis edilmiş durumda. Özellikle vurguluyorlar, Arap Kültüründe büyük bir hakaret kabul edilen, iki ayağına sıkılan kurşunları… Amaçları, Direnen Halkları ve AB-D Emperyalistlerine karşı direnişi kendilerinde cisimleştiren halk önderlerinin gözünü korkutmak. Dünyanın jandarması bizleriz, bize biat edin. Yoksa sonunuz Saddam, Bin Laden ve Kaddafi gibi olur, diyorlar. AB-D Emperyalistleri, bir Saddam örneğinin yaşanma olasılığına bile izin vermiyorlar artık. Yargılayan değil yargılanan olma olasılığı bile ürkütmekte onları. Bir liderin, bir zamanlar halkına zulüm etmiş bile olsa, bir kahraman olarak, direnen bir lider olarak toplumsal belleğe kazınması olasılığı emperyalistleri ve yerli işbirlikçileri korkutmakta. O yüzden, AB-D Emperyalistleri, sevinç naraları atıyorlar Kaddafi’nin katledilmesine. Obama, Sarkozy, Merkel, Berlusconi ve Cameron, aynı teraneyi dillendiriyorlar: “Libya’da uzun ve acılı bir sayfa kapandı.”, “Şimdi demokratik ve hoşgörülü bir ulus inşa etme zamanı.”, “İşte dünyanın ihtişamı böyle geçiyor.”, “Libya Halkı güçlü ve demokratik bir ülke olma şansı yakaladı.”, “Libya’da despotluk ve baskı dönemi sona erdi.” AB-D Emperyalistleri dünyanın hangi ülkesine adım attılar da, gözyaşı, kan, acılar, yokluklar ve ölümler o ülkenin kaderi olmadı? Bu alçak emperyalistlerin Tarihleri insanlık dışı eylemlerin yüzlerce, binlerce örneğiyle dolu değil midir? Daha düne kadar, kardeşçe yaşayan halkları birbirine kırdıran ve bugüne kadar 200 milyon masum insanın canına kıyanlar hep AB-D Emperyalistleri değil midir? Dünyayı babasından miras kalan bir çiftlik olarak gördüğü için, kendisine karşı olan herkesi cani, terörist, insan hakkı düşmanı olarak gören ve gös- teren, AB-D Emperyalistleri değil midir? ABD Emperyalistlerinin koruması, kollaması ve yönetiminde olan ve adlarına “özgürlük savaşçısı” dedikleri yerli satılmışların, her türden insanlık dışı saldırılarını, masum sivillere yönelik katliamlarını “demokrasi hareketi” olarak gösteren AB-D Emperyalistleri değil midir?.. Peki, daha bir yıl öncesine kadar canciğer kuzu sarması oldukları Kaddafi’ye birdenbire neden düşman kesildiler AB-D Emperyalistleri? Libya lideri Kaddafi, bir zamanlar (Sosyalist Kamp ayaktayken), antiemperyalist söylemlerle AB-D Emperyalizmine kafa tutuyordu. Genç bir vatansever, halksever subay olarak, ülkesinin zenginliklerinin emperyalistlerce yağmalanmasına karşı çıktı ve 1969 yılında arkadaşlarıyla gerçekleştirdiği bir devrimle, Kral İdris’i devirerek Libya Arap Cemahiriyesi’ni kurdu. Mısır lideri antiemperyalist Cemal Abdülnasır’ın etkisiyle onun ideallerini savunuyor, Arap Birliği’ni kurmak istiyordu. “Arap ki: Ömer Muhtar halklarını bölmek için sömürge güçlerinin belirlediği sınırları” ortadan kaldırmak için çalıştı. Bu uğurda mücadele verdi. Mısır, Suriye ve Libya’nın tek bir ülke olması için uğraştı. Emperyalizme karşı mücadele eden, özellikle Afrika’daki, devrimci hareketleri destekledi. Ne zaman ki Sosyalist Kamp yıkıldı ve dünya AB-D Emperyalizminin babasının çiftliğine döndü, Irak işgal edildi, Saddam ortadan kaldırıldı, Kaddafi de eski antiemperyalist söylemlerinden vazgeçip, emperyalistlerle iyi geçinmeye başladı. Onların seçim harcamalarını dahi finanse ederek, kişicil ilişkiler kurarak, emperyalistlerle dost oldu. Emperyalistler, Kaddafi ve oğullarıyla her türlü beraberdiler, içli dışlıydılar. Ancak emperyalistler için dostluk da arkadaşlık da hep bir çıkara dayanır. Son programsız Arap Halk hareketlerinden sonra Libya’nın kaliteli petrol yataklarının kayıtsız şartsız ele geçirilmesinin fırsatı doğar doğmaz, Kaddafi’yi bir anda gözden çıkardılar. Kaddafi, çaresizce bu saldırganlığa karşı çıktığı için bir anda düşmanları oldu. Artık ne insan hakları, ne savaş hukuku on- 6 EKİM 1923’TE OLDUĞU GİBİ EMPERYALİSTLER YİNE GELDİKLERİ GİBİ GİDECEKLER! B ugün 6 Ekim. İstanbul’un emperyalist işgalden kurtuluşunun 88’inci yıldönümü. Bugün, resmi törenlerle, içi boşaltılarak, birçok yerde sözde kutlanıyor. Biz gerçek sosyalistler de İstanbul’un emperyalist işgalden kurtuluşunu kutluyoruz ve sahip çıkıyoruz. Peki neden? Çünkü emperyalistlerin fiili işgaline karşı örgütlenen halkımız, onları ülkemizden göndererek bağımsızlığını kazanmıştı. Antiemperyalist bir savaş yürütülmüş ve zafere ulaşılmıştır. Ayrıca tüm imkânsızlıklara, yoksulluklara rağmen kendinden kat be kat güçlü bir düşmana karşı inanmış ve örgütlenmiş bir halkın mutlaka zafere ulaşacağının somut bir kanıtıdır. Gerçek sosyalistler, böyle Antiemperyalist mücadeleleri sahiplenmelidirler. Bugün, yeniden, her alanda emperyalistlerin boyunduruğu altına girmiş olan ülkemizde, bu nedenle bu zaferi kutlamak, ona sahip çıkmak daha bir önemlidir. O yıllara kısaca bir göz atacak olursak; Osmanlı, emperyalistlerin oyuncağı olmuş ve özellikle Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla karanlık bir sürece girmişti. Emperyalistler kendi aralarında ülkeyi paylaşarak fiilen işgale başlamışlardı. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarında sıkıntılı günler yaşayan İstanbul da, yenilginin ve mütarekenin ardından 13 Kasım 1918’de İtilaf Devletleri tarafından fiilen işgal edildi. İşgal Ordusu Kumandanı İngiliz Generali ları bağlardı. Yağmadan pay kapmak için kendi savaş örgütleri NATO kararını dahi beklemeden Libya’yı bombalamaya başladılar. Giderek sivillere yöneldiler, Kaddafi’nin oğlunu ve torunlarını öldürdüler. Pis amaçlarına ulaşana kadar da dünyanın gözü önünde benzer katliamlarını yapmaya devam ediyorlar. Kaddafi’yi ortadan kaldırdılar, bütün taraftarlarını da yok etmek istiyorlar… Sadece AB-D Emperyalistlerinin düşmanlığını mı kazandı Kaddafi? Düne kadar “kardeşim” diye hitap ettiği, aralarından su sızmayan bizim Tayyipgiller tarafından da, Obama’nın bir telefonuyla düşman ilan edildi Kaddafi. Çünkü AB- D Emperyalistleri öyle buyurdular. Emir yerine getirilmezse biliyor ki Tayyipgiller, “lağım deliğinden süpürülecek”ler. Ne acıdır ki, Kaddafi’yi vuran NATO uçaklarının komuta merkezi, İzmir’deki NATO Karargâhı’dır. Kaddafi’nin, eşinin, çocuklarının ve torunlarının, masum Libya Halkının kanı, bu modern Haçlılar Seferi’ne ev sahipliğine gönüllü soyunan Tayyipgiller’in de üzerindedir. Emperyalistlerin alçakça saldırılarına ve yerli işbirlikçilerin ihanetlerine karşı direnen Kaddafi’yi bu süreçte bir tek Komünistler, Devrimciler terk etmedi. Küba ve Venezüella başta olmak üzere dünyanın neresinde gerçek devrimciler varsa onlar Kaddafi’nin AB-D Emperyalistlerine ve yerli hainlere karşı yürüttüğü direnişin sonuna kadar yanında oldular. Bundan sonra da direnen Libya Halkının yanında olacaklardır. Wilson’un yayınladığı bildiride, “İstanbul’da örfi idare ilan olunduğu, emirlere aykırı veya düzeni bozacak bir harekete girişenlerin Divanı Harb tarafından muhakeme edilerek idam edileceği” bildiriliyordu. Yine bu bildiride, Kuvayimilliye’nin birtakım ittihatçı ve soygunculardan ibaret olduğu yazılıydı. Padişah Vahdettin ve Osmanlı hükümetiyse, bu durum karşısında, tam bir teslimiyet içindeydi. Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın Önderi Mustafa Kemal, işgal olayı üzerine İstanbul’daki İtilaf Devletleri’nin temsilcilerine, tarafsız bütün devletlerin Dışişleri Bakanlıklarına protesto telgrafları yolladı. Bu telgraflarda: “(…) Biz hakkımızı ve istiklalimizi korumak için girdiğimiz kavganın kutsallığına ve hiçbir kuvvetin bir milleti yaşamak hakkından mahrum edemeyeceğine inanmış bulunuyoruz…” diyordu. Emperyalist haydutların savaş gemilerinin Haydarpaşa önlerinde demirleyerek İstanbul’u işgale başladıkları günlerde, Haydarpaşa’da Adana’dan gelen trenden inerken “GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER” demişti. Ve de geldikleri gibi gittiler. Tabiî tam da geldikleri gibi gitmediler. Gururla, küstahça geldiler, ama utanarak gittiler emperyalistler. 13 Kasım 1918’de fiilen başlattıkları işgalden 5 yıl sonra, 6 Ekim 1923’de Dolmabahçe Meydanı’nda, törenle Birinci Kurtuluş Savaşçılarımızı selamlayarak gittiler. İstanbul yeniden özgürlüğüne kavuştu. Tabiî yalnızca İstanbul’dan değil tüm ülkeden gittiler… Halkın Kurtuluş Partisi olarak diyoruz AB-D Emperyalistleri, halkların üzerinden kanlı ellerinizi çekin! Halklar, kendi sorunlarını kendileri hallederler. Başlarına musallat olan, acılar çektiren yöneticilerden de hesap soracak olan halklardır. Siz emperyalist çakallar, tarihiniz boyunca sorun çözmek bir yana hep sorun yaratan oldunuz. Diktatörleri de halkların başına sizler musallat ettiniz. Siz yarattınız o canavarları… Ama sizin devriniz de elbet sona erecek. Bu acı dolu günler de geçecek. Bizler şunu çok iyi bilmekteyiz; İnsanlık sürgit hayvan yerine konulamaz. Eninde sonunda insanlık hayvanlığa isyan edecek. İnanacak insanlığın kurtuluşuna; örgütlenecek emperyalist saldırganlığa karşı. İşte o zaman emperyalist güçler darmadağın olacak, inanmış ve örgütlenmiş insanlar karşısında. Tek kalmış dişi de sökülüp atılacak emperyalist canavarların ağzından. Ömer Muhtar, “Şayet Bingazi’den Cebel’ül Ahdar’a doğru gürleyen bir aslan sesi işitirseniz, sakın korkmayın. Zira olaylar ve zafer dolu günler size aslan kürkü içinde yatan bir eşşeğin olduğunu gösterecektir.” diyordu. Dünya Halkları da emperyalist musibetleri başlarından defettiği o güzel günlerde, emperyalistlerin aslında birer kâğıttan kaplan olduğunu görecektir. Ve Libya Halkı da bütün yanlışlarına rağmen, ömrünün sonuna kadar başka bir ülkede rahat bir yaşam sürmeyi değil, ülkesini işgal eden AB-D Emperyalistlerine ve onların yönetimine girmiş işbirlikçilere karşı savaşarak ölmeyi tercih eden Kaddafi’yi unutmayacaktır. 21.10.2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Ancak o günlerde kapıdan kovduğumuz emperyalistler bugün bacadan tekrar ülkemize girdiler ve ülkemiz yarısömürge durumuna getirildi. Türkiye’yi on yıllardır Türkiye yönetmiyor artık. ABD ve AB Emperyalistleri, onların IMF’leri, Dünya Bankaları yönetiyor… Bugün ülkemiz İstanbul’un işgalinde yaşandığı sürece benzer günlerden geçiyor. Halklarımız her yandan ABD ve AB (AB-D) Emperyalistleri tarafından kuşatılmış durumda. Siyasi planda bir yandan halklarımızın arasına düşmanlık tohumlarının ekilmesiyle gidilen Yeni Sevr, bir yandan da Ortaçağ karanlığı var Tayyipgiller eliyle uygulanan. Ekonomik planda ise, yaptıkları onlarca önemli hak gaspı yetmezmiş gibi şimdi de İşçi Sınıfımızın önemli kazanımlarından Kıdem Tazminatı gasp edilmeye çalışılıyor. Diğer bir yandan da zaten işsizlikten, pahalılıktan bunalan halklarımıza ardı arkası kesilmeyen zamlarla zulmediyorlar. Ama bu düzen bu şekilde devam etmeyecektir. Tarih boyunca hiçbir zorbanın hükümranlığı sonsuza kadar devam etmemiştir. Birinci Kurtuluş Savaşı döneminde olduğu gibi halklarımız, uyanacak, bilinçlenerek örgütlenecek ve İkinci Kurtuluş Savaşı’nı ve Sosyal Kurtuluşu, İşçi Sınıfı Partisi-Kurtuluş Partisi öncülüğünde mutlaka başarıya ulaştıracaktır. 6 Ekim 2011 Halkız, Haklıyız, Kazanacağız! Yeni Sevr’e Karşı, Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız! Yaşasın Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist Halk Kurtuluş Savaşı’mız! Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü 19 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Somali’deki açlığın yaratıcısı kimlerdir? AB-D Emperyalistleri ve onların yerli uşakları Tayyipgiller halklarımızı Allah ile aldatarak Somali’deki soygun ve sömürülerini gizleyemezler! Bilmem dikkatinizi çekti mi? Müslümanlarca kutsal sayılan Ramazan ayına günler kala Temmuz ayı ortalarından itibaren Parababalarının “Hür basın”ında ve dinci gazetelerde düğmeye aynı anda basılmışçasına başta Somali olmak üzere Afrika ülkelerine yönelik haberler yoğunlaştı. Kara Kıta’da yaşanan kuraklık ve açlık üzerinden insanların dini duyguları sömürülmeye başlandı. İnsanlarımız yine Allah’la aldatıldı. Günlerce Somali’de yaşananlar üzerinden kendi karanlık propagandalarını yaptılar. Medya yoğun bir şekilde halkımıza bilgi kirliliği yaşattı. Tayyipgiller’in de (Kılıçdaroğlu’nun Somali’ye gideceğini öğrenmesiyle) apar topar Somali’ye yaptıkları gezinin de etkisiyle insanımızda bir iyilik furyası başladı. Öyle ki TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, TUSKON gibi Modern ve Antika Parababalarının temsilcileri başta Fethullah’ın NGO’ları olmak üzere çeşitli “sivil toplum kuruluşları”yla aynı potada eriyip Somali’ye aktılar. Hiçbiri de Somali’deki açlığın ve kuraklığın gerçek nedenini halkımıza anlatmadı. Nasıl diyebilirlerdi ki tüm bu acıların sebebi başta ABD Emperyalistleri olmak üzere onların yerli ve yabancı uşaklarıdır. Bunları tabiî ki anlatamazlardı. Yoksa kendi varlıklarını inkâr etmiş olurlar ve maazallah halkımız uyanır da gerçekleri anlarsa kendi sonları gelirdi. Amaçları yine insanların saf dini duygularını ve vicdani değerlerini sömürüp parsayı toplamaktı. Yukarıda Parababaları medyasının hem bilgi bombardımanından hem de bilgi kirliliğinden bahsettik. Bizler de bu toplumda yaşıyoruz. Doğal olarak bu durumun etkilerini bizler de yaşadık. Fakat bizim için durum farklıydı. Bizler olayların arkasındaki gerçekleri olduğu gibi nasılsa öylece görenlerdeniz. Yaşamın her alanında olaylara sınıf ilişki ve çelişkileri açısından bakar; İşçi Sınıfı Biliminin Ustalarının binbir emekle işledikleri gerçekler ışığında olayları yorumlarız. İşte olayın mihenk noktası burasıydı. Meseleyi açalım. Afrika denince bizim gözlerimizin önüne gelen ilk görüntü Kevin Carter adlı gazetecinin çektiği açlıktan ölmek üzere olan Afrikalı bir çocuğun tepesinde onun ölümünü bekleyen bir akbaba fotoğrafıdır. Bu fotoğraf sahibine ödül de kazandırmıştı. Şunu da belirtelim, fotoğraf çekmek yerine çocuğu akbabadan korumadığı için çok eleştirilen gazeteci, kendisinin profesyonel fotoğrafçı olduğunu, yardım görevlisi olmadığını savunmuş ve birkaç yıl sonra da park ettiği kamyonetinin içinde egzoz gazıyla intihar etmişti. Ardında bıraktığı notta ölmek üzere olan çocukların peşini bırakmadığı yazılıydı. İşte bu ilk acı görüntünün ardından insanı insanlığından utandıran diğer kareler gelir: Bir yudum su içebilmek için saatlerce kuyrukta bekleyen çocuklar, açlığa dayanamayıp ölen minicik bedenler, bir deri bir kemik kalmış bebeler, üzerinde sineklerin uçuştuğu küçük bedenler, ellerinde yiyecek kaplarıyla tel örgüler ardında bekleşen insanlar… Ve tabiî ki insanı kahreden bu görüntülerin nedenini kısa ve net şekilde ifade eden Kenya’nın kurucu Devlet Başkanı ve ilk Başbakanı Jomo Kenyatta’nın şu sözüdür: “Beyaz adam geldiğinde, bizim topraklarımız, onların ellerinde İncil vardı. İncil’i verip bizi uyuttular. Gözlerimizi açtığımızda İncil bizim elimizde, topraklarımız onlardaydı.” 21’inci Yüzyıldaydık ama beyaz adamın sömürüsü tüm hızıyla devam ediyordu. Değişen sadece aktörlerdi. Emperyalistin biri gidip diğeri gelmişti. Dün İngiltere, Almanya idi; bugün dünya halklarının baş haydudu ABD ve onun emrindeki AB Emperyalistleri. Bir zamanlar insanların eşit, kardeşçe yaşadıkları Afrika topraklarında halklar huzur içinde yaşarken ve ürettikleri kendilerine yeterken şimdi bu topraklarda sefalet, açlık, kuraklık, kan, gözyaşı ve kardeşin kardeşi boğazlaması kol geziyor. Neden mi? Şu yalın gerçekler her şeyi nasıl da güzel açıklıyor. Afrika, petrolün dışında yeraltı kaynakları ve mineraller yönünden de hâlâ bakir bir alandır. Şu anda Afrika’nın doğal kaynakları için en yoğun kavga Batı ve Orta Afrika’da verilmektedir. Bölgede 60 milyon varil tespit edilmiş olup; petrol rezervleri itibariyle bölgenin Ortadoğu’ya ciddi bir alternatif olacağı öngörülmektedir. Buradaki ülkeler içinde hem zenginlik hem de büyüklük açısından en önde geleni Angola’dır. Kurtuluşunda 40 bin Kübalının görev aldığı bu ülke, ne yazık ki, şimdi ABD’nin en yakın müttefikidir. Devam edersek, dünya genelinde altın, gümüş, demir ve platin gibi değerli metallere olan ihtiyacın artacağı göz önünde bulundurulduğunda Afrika toprakları uluslararası Parababalarının iştahını daha da kabartıyor. Örneğin madencilik alanından somut bir örnek verelim. 2003 yılı sonunda Tanzanya-Kenya sınırında Avusturyalı bir madencilik firması dünyada şimdiye kadar çıkartılan en saf altın madenlerinden birisine ulaştı ve işletim haklarını da aldı. Mücevher sektörüne yönelik olarak birçok değerli taşın Afrika’da yüksek oranlarda bulunduğunu da belirtelim. Ayrıca, Afrika toprakları dünyada tarıma el- verişli toprakların yaklaşık 1/3’üne sahiptir. Tarım, Afrika kıtasının GSMH’nin % 30’unu karşılayan en büyük gelir kaynaklarından birisidir. Bu gerçekleri de göz önünde tutarak koskoca bir kıtanın bu noktaya geliş hikâyesini gelin Somali gerçeğinden yola çıkarak izleyelim. Somali, Kızıldeniz’in Aden çıkışında yer alır ve Afrika Boynuzu olarak adlandırılmaktadır. Ülke 19’uncu Yüzyılda İngiltere ve İtalya tarafından sömürgeleştirilir; çünkü Somali Afrika’ya yayılma yoludur. Her sömürge ülkenin başına gelen acı durum Somali için de gerçekleşir. Uzun yıllar sömürge olarak yönetilir ve nihayet ülke, 1969 yılında Siyad Barre’nin öncülüğünde bağımsızlığına kavuşur. Siyad Barre, ülkede tek partili bir Cumhuriyet kurar. Ülkenin tek partisi Somali Devrimci Sosyalist Partisi’dir. Barre, hem Parti Genel Sekreteri hem de Cumhurbaşkanı olur. Uygulanan sosyalist politikalar 1977’lere kadar devam eder. 1975 yılında, Etiyopya’daki ABD ve Siyonizm güdümündeki feodal Haile Selassie rejimi Devrimci Subaylar tarafından yıkılınca, Sovyetler bu rejime diğer ulusalcı güçlere olduğu gibi yardım elini uzatır. Somali rejimi, ülkedeki karışıklıklardan yararlanmak istercesine üzerinde hak iddia ettiği Güney Etiyopya’yı işgal eder. Sovyetler bu işgale karşı Etiyopya hükümetine destek verince Somali de müttefik değiştirip ABD’ye döner. Bu komşu kavgası, sonunda hem Somali’yi hem de Etiyopya’yı parçalar. Eritre, Etiyopya’dan koparken Somali aşiretler arası iç savaş alanına döner. ABD, BM Barış Gücü kisvesiyle ülkeyi işgal etmek ister. Fakat büyük bir direnişle karşılaşır. Direnişçiler öldürdükleri ABD askerlerinin cesetlerini sokaklarda sürükleyerek teşhir edince, ABD askerleri savaşamaz hale ve ABD halkı bu savaşı istemez konuma gelir. Kuyruğunu kıstırarak terk etmek zorunda kalır, Somali’yi. Ancak maden zengini ve Kızıl Deniz üzerindeki kontrol açısından son derece önemli stratejik değere sahip bu ülke üzerinde ABD’nin ihtirası ortadan kalkmaz. Şu anda ABD, oluşturduğu Uluslararası Deniz Gücü ile bu bölgeyi korsanlara karşı koruma bahanesi ile kontrol etmektedir ve bu gücün içinde Türk donanmasından gemiler de vardır. Dediğimiz gibi dış politikada Sovyetlerden yana tavır alan Barre yönetimi, 1977 yılındaki Somali-Etiyopya arasındaki Ogaden Savaşı’ndan sonra Sovyetler’le ilişkilerini asgari düzeye indirir ve ABD ve Avrupa ülkelerine yaklaşmaya başlar. Batılı Emperyalistler kendi iğrenç, aşağılık çıkarlarından vazgeçmezler. Bu politika ve müttefik değişimi henüz bağımsızlığını pekiştirememiş ve gerçek bir ulus devlet olma sürecini tamamlamamış olan Somali’de emperyalistlerin işini kolaylaştırır. Ülkede karışıklıklar yeniden başlar. Çünkü Kızıldeniz’in Hint Okyanusu’na açıldığı Aden Körfezi’nin kapısındaki Somali, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu birbirine bağlayan kapının bekçisi konumundadır. 1977’de IMF ile anlaşma yapılır. Dolayısıyla ABD, Somali’nin var olan yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kullanma ayrıcalığına sahip olur. Diğer Batılı Emperyalistlerin de kışkırtmasıyla Somali’de iç savaş başlar. “Birleşik Somali Kongresi’’ne bağlı güçler 1991 yılında Siyad Barre yönetimine bağlı güçleri yenerek yönetimi ele geçirir. Ülkedeki etkin aşiretler arasında iç savaş çıkartılır. Sonucunda demokrat(!), insan hakları savunucusu(!) ABD iç savaşa müdahale eder ve Somali 7 eyalete bölünür-parçalanır. Acı olan şu ki; Somali Sovyetler Birliği’ne sırt dönüp, Batı’yla yeniden ilişkilere girip, IMF ile anlaşma imzalayarak, ABD’ye kaynaklarını kullanma ayrıcalığını verdiği 1977 yılına kadar kendi kendisini besleyebilen yani kendi kendine yetebilen bir Afrika ülkesiydi. İşte kanıtları: *Nüfusunun % 20’si tarımla uğraşıyordu. O yıllarda da Somali’de her zaman kuraklıklar olmaktaydı ama ülke halkı kurak iklime alışkın olduğu için yağmurlu ve yağmursuz ayları kendi ölçüleri içinde plânlayarak idare etmeyi başarmıştı. Çeşitli tahıl ürünleri, çay, kahve, kakao, fındık, büyük ölçüde muz ekimi yaparak kendi kendine yetebiliyordu. Çünkü Afrika’nın diğer verimli toprakları gibi Somali’nin toprakları da verimliydi. Somali’nin beslenme ve gelir elde etmede çok önemli kaynaklarından bir diğeri de hayvancılıktı. Özellikle dünyanın en değerli koyun derisini üreten Somali, bunları dünyanın her yerine satıyordu. *Ama 1977 yılına gelindiğinde işler tersine döner. Hele 1982’de Dünya Bankası’nın dayattığı programı hayata geçirme anlaşması yapmalarıyla birlikte gelecek felâketlerin kapısı sonu- na kadar açılır. Kapitalist-emperyalist Batı’nın tarım tekelleri Somali’ye dalarlar. Önce ürün çeşitliliğini azaltırlar. Kendi istedikleri üretim tekniklerini, kendi sattıkları tohumları Somalili çiftçilere dayatırlar. Somalili çiftçiler eskiden olduğu gibi özgürce ekip biçemez olurlar. Tarım tekellerinin Somali’deki etkinliği giderek büyür. Tekelleşmenin sağladığı ucuz ürünleri Somali piyasalarına sürerler. Somalili çiftçiler, kaynakları kullanma ayrıcalığını ele geçiren ve piyasayı ucuz tarım ürünleriyle dolduran tarım tekelleriyle rekabet edemeyerek hızla tarım üretiminden çekilirler. İşsizlik büyümeye başlar. *1983 yılına gelindiğinde Somali bir diğer felâketle karşılaşır. “Sığır vebası” gerekçesiyle Batılılar tarafından Somali’nin canlı hayvan ihracatına ambargo konur. Böylece hayvancılık da hızla biter. Hayvancılıkla geçimini sağlayanlar da işsiz kalırlar. Kaynakları kullanma ayrıcalığına sahip Batılı tekeller ormanlara da müdahalelere başlarlar. Ormanlar tahrip edilir, kuraklığın boyutu artar. Uygulanan-dayatılan bu politikaların sonucunda Somali artık dış dünyaya muhtaç hale getirilir. Yıllarca yeraltı ve yerüstü kaynakları sömürülen, üretim gücü elinden alınan Somali Halkı işsizliğe ve fakirliğe mahkûm olur. Üretimi ve ihracatı olmayan Somali’ye Batılı Parababaları çok ucuza mal getirir ama bu çok ucuz malları almak için bile hiç para bulamayan işsiz Somali Halkı açlığa teslim olur. Açlık nedeniyle bütün dünyanın gözleri önünde ölümler başlar. (Somali tarihi için Selma Soyak’ın “Somali Neden Aç Kaldı?” yazısından yararlanıldı.) Bugün ise gelinen nokta şöyle: *Somali şu anda son 60 yılın en susuz yılını geçiriyor. Kuraklık sadece insanları değil hayvanları ve bitkileri de vurmuş durumda. *Somali nüfusu 7.5 milyon ve 3.7 milyonu açlıkla boğuşuyor. Ülkenin güneyinde açlık yüzünden son 90 günde (5 Ağustos itibariyle) 5 yaşın altında 29 binden fazla çocuk öldü. 1.3 milyon çocuğun durumu ise kritik. BM’nin çocuk fonu UNICEF’in verilerine göre ise her 6 dakikada bir çocuk ölüyor. *Somali’nin kıtlıktan kurtulması için gereken yardım miktarı 1.4 milyar dolar. (Aynı günlerde 47 milyardan fazla servetle dünyanın 3’üncü zengini olan ABD’li Warren Buffett’ın ilginç bir o kadar da ibret verici itiraflarına tanık olduk. Washington’un süper zenginleri kollamaktan, korumaktan ve kendilerine aşırı özen göstermekten vazgeçmesi gerektiğini belirten Buffett daha fazla vergi ödemeleri gerektiğini ve kendilerinin benekli baykuş veya nesli tükenmekte olan bir tür olmadıklarını bir makalesinde yazıyordu. Düşünebiliyor musunuz bir Parababasının servetinin küçük bir bölümüyle 7,5 milyon Somali’nin hayatı kurtulabiliyor. İşte sınıf mücadelesinin kaçınılmazlığı ve sosyalizmin gerekliliği bunun içindir…) *Dünya Bankası gıda fiyatlarının Temmuz’da % 33 arttığını bildirdi. Somali’de ise un ve kırmızı darı fiyatı % 30 - % 240 arasında arttı. (DB, Afrika Boynuzu ülkelerine 686 milyon dolar sağlıyormuş. Dünya halklarını bu duruma getiren sanki kendileri değil…) İşte yukarıda vermeye çalıştığımız Somali tarihi ve bugün ülkenin içinde bulunduğu durum Parababaları medyasının halkımıza anlatmadığı gerçeklerdi. Onlar sadece Ramazan ayı dolayısıyla insanların dini duygularını istismar edip din sömürüsü yaparak kendi küplerini doldurma derdindeydiler. Her zamanki gibi emperyalistler ve yerli uşakları kendi pis, aşağılık, iğrenç sınıfsal çıkarları için dini bir araç olarak kullanıyorlardı. Başta ABD olmak üzere AB Emperyalistleri dünya halklarına kan, gözyaşı ve acıdan başka bir şey vermedi ve veremez de. İşte Somali’de iyice yıprandıklarını çok iyi bilen Batılı Emperyalistler açıkça ortaya çıkmaya cesaret edemiyorlar. Şimdilik halkların nezdinde yıpranmamış yeni uşaklar aracılığıyla sömürülerini devam ettirmeliydiler. Bu noktada iş Tayyipgiller’e ve tabiî ki Fethullah’a düştü. Bir zamanlar Batılı Emperyalistlerin kendileri, ellerinde İncil ile nasıl Afrika’yı sömürdülerse bugün de aynı toprakları İslam dinini sözde Müslümanlar eliyle kullanarak sömürüyor ve sömürecek. Her şey bir plan, proje dâhilinde işliyor. Bu noktada işin dini-ruhani bölümünü Fethullah Gülen yürütürken, Tayyipgiller ise daha çok politik arenada boy gösteriyor. Batılı Parababalarının böyle davranmaları doğaları gereği. Bizler ne diyorduk? Hatırlayınız Kurtuluş Yolu’nun 31’inci sayısından itibaren emperyalizmin “Ilımlı İslam”ı BOP bağlamında nasıl kullandığı ve RAND Corporation adlı kuruluşun yayınladığı kitapta dini kullanarak nasıl örgütlendikleri kendi belgeleriyle ortaya konulmuştu. Tekrar edelim: “Emperyalizm her yerde en gerici sınıflarla ittifak kurar. İslamcılar bu iş için biçilmiş kaftandır. Çünkü geri ülkelerde Antika sömürgen Tefeci-Bezirgân Sınıfı temsil ederler. ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı geliş- tirdiği “Yeşil Kuşak” bu ittifakın ürünüdür. Sosyalist Kamp’ın çöküşüyle birlikte emperyalizm artık “Yeşil Kuşak” yerine daha ehlileştirilmiş İslamcılık anlamına gelen “Ilımlı İslam” istemektedir. Ilımlı İslam, ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) için gereklidir. BOP ile; Ortadoğu halklarının dinle afyonlanarak, emperyalist sömürüyü göremez hale getirilmesi ya da sömürüye karşı duyarsız kalışlarının sağlanması amaçlanmaktadır. Tabiî bu sırada zaten bölünmüş olan Ortadoğu Halkları daha da bölünerek emperyalizme kolay lokma haline getirilecektir. Üstelik bütün bunlar belgeleriyle, hatta haritalarıyla sabittir. (Tayyip’se bu projenin (BOP’un) “Eşbaşkanı”dır.)” (Kurtuluş Yolu, Sayı: 31, s. 16) Şunu da belirtmeden geçmeyelim; Parababalarının Somali’de kendi sınıf çıkarları için besleyip büyüttüğü radikal İslamcı El Kaide bağlantılı Eşşebap örgütünün işi bitirilmiştir. Bir süreliğine kullanılıp bir kenara atılacaktır. Çünkü devir Ilımlı İslamcılarındır. Sahnede onlar vardır. BOP’un kapsama alanında Afrika ülkelerinin de bulunduğunu hatırlatalım. Özellikle Tayyipgiller’in AB-D Emperyalistlerince iktidara getirilmesinden sonra Afrika’ya yönelik faaliyetlerindeki yoğunluğu bu minvalde ele almalıyız. Tayyipgiller kendi deyimleriyle “Afrika açılımı” yapmıştı. Örneğin 2005 yılını “Afrika Yılı” ilan ettiler ve Tayyip Erdoğan bu bağlamda Etiyopya ve Güney Afrika’yı ziyaret etti. Şimdiye kadar Afrika kıtasındaki büyükelçilik sayısı 12 iken bu sayı şimdilerde 18 oldu. Siyasî ilişkiler, cumhurbaşkanı ve başbakan düzeyinde karşılıklı ziyaretlerle yapılmaya başlandı. Mesela Abdullah Gül görevi esnasında Kenya, Tanzanya, Gana, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Kamerun, Nijerya ve Gabon’a ardında birçok işadamıyla resmi ziyaretlerde bulundu. Cumhurbaşkanlığı sitesine girdiğinizde bu gezilerde kendisinin çektiği fotoğrafları da görebilirsiniz. Askeri alanda da işbirliğine gidildi. Gelen talep üzerine Genelkurmay Başkanlığı da, Afrika Birliği bünyesinde barışı koruma amacıyla kurulan birimleri eğitmek üzere Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’ya üst rütbeli subaylar göndermeye başladı. Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) da bölge ülkelerinde başta sulama ve tarım alanında olmak üzere Afrika Halkına eğitimler veriyor. Afrika Birliği ise, Ocak 2008’deki zirvesinde, Türkiye’yi “stratejik ortak” ilan etti. İlişkiler ticari boyutta da devam etmekte. Batılı ağababaları Afrika’da yatırım yapar da bizim yerli Parababalarımız bundan geri mi kalır? Birçok Afrika ülkesinde başta inşaat, ev aletleri, tekstil, mobilya, deri ve cam olmak üzere birçok alanda yatırımlar yapılmaktadır. 2003’te 5 milyar 400 milyon dolar olan ticaret hacmi, 2006 sonunda 12 milyar dolar olarak gerçekleşti. Hedef, 5 yılda 30 milyar doları yakalamak. Ankara, Afrika Kalkınma Bankası’na hissedar olmak için de çalışmalarını sürdürüyor. Üyeliğin sağlanması durumunda Türk işadamları, Afrika yatırımlarında, buradan kredi kullanabilecek. Uluslararası Parababalarının genelde Afrika ve özelde Somali üzerindeki oyunları sadece Tayyipgiller eliyle siyasi, askeri ve ekonomik alanda değil Fethullah Gülen aracılığıyla da devam etmektedir. Aslında Tayyipgiller’den önce emperyalistler sivil örümcek ağlarını Fethullahçılar eliyle örmeye başlamıştı. Kurtuluş Yolu okuyucuları çok iyi biliyor ki, ABD Emperyalizmi ile Fethullahçılar arasından su sızmıyor. ABD’nin Pensilvanya eyaletinde 137 dönüm içindeki 8 villalık malikânesinde, CIA korumasında yaşamını sürdüren Fethullah Gülen’in Afrika kıtasının birçok ülkesinde okulları bulunmaktadır. Yerli ve yabancı Parababalarımız, bu okullar vasıtasıyla kıtayı ekonomik olarak sömürmektedir. Bu okullarda okuyan binlerce Afrikalı çocuk ve gençlerin kafaları dinle afyonlanmaktadır. Dahası “dünyanın dümeninde” olan ABD’nin emperyalist ideolojisiyle endoktrine edilmektedir. Meseleyi biraz açalım. Hatırlıyorsanız Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bir ara “Cemaat faaliyetlerini askıya alsın” diye bir çıkışı olmuştu. Buna en fazla tepki verenler de Finans-Kapitalistler ve onların temsilcileri olmuştu. Örnekler verelim: Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) Başkanı Rızanur Meral, Türk okullarının, işadamlarıyla bulundukları ülkelerin müteşebbisleri arasında irtibat sağlama görevi de ifa ettiğini belirtmişti. Bunun en çok ihracata fayda sağladığını kaydeden Meral, “2023 yılında yaklaşık 500 milyar dolarlık ihracat hedefi belirlendi. Bu rakama ulaşılması için Türk okulları binlerce ihracatçımıza büyük bir katkı sağlayacaktır. Çünkü okullar hem bize hem de Türkiye’ye büyük bir güç katıyor.” demişti. (Nasıl da asıl “hizmetin” kendi çıkarları olduğunu itiraf ediyor.) İkinci örnek İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği Başkanı Hikmet Tanrıverdi’den. O da ihracatçıların yeni pazarlara açılmasında Türk okullarının olumlu rol oynadığına işaret ediyor. İhracatın son 10 yılda aldığı mesafede bu okulların sağladığı altyapının büyük katkısı olduğunu belirten Tanrıverdi, “Ayrıca hem bu okullardaki öğretmenler hem de öğrencilerin bulundukları bölge ile ilgili tecrübelerini işadamlarımızla paylaşırken, bir nevi girişimcilerimizin nitelikli elemana ulaşması noktasında da destek veriyorlar. Bu açıdan ben Türk okullarının faaliyetlerini çok yerinde buluyorum.” şeklinde konuşuyor. Yani bu okullar sonuç olarak Parababalarının sınıf çıkarlarına hizmet ediyor. Bunu kendileri belirtiyor. Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir ise yurtdışındaki Türk okullarıyla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor: “Ülkemizi bulundukları ülkelerde gayet güzel temsil ediyorlar. Türkiye adına lobi faaliyeti yapıyorlar. Dış ilişkilerimizde ciddi bir açığı kapatıyorlar.” (Lobi faaliyetleri halkımızın çıkarları için değil bir avuç Parababasının çıkarları için yapılıyor.) Sonuç olarak bütün yerli Parababalarımız bu okulları birer ticari ataşe gibi görüp, kendilerinin o ülkedeki gözü kulağı olduğunu belirtiyorlar. İsterseniz bir de Parababalarının gözü kulağı olan, o kadar övdükleri Fethullah Gülen’in Afrika’daki okullarının dökümüne bakalım. 2010 itibariyle 30 Afrika ülkesinde 60 okul var. İşte bulabildiğimiz okul sayıları ve hangi ülkede oldukları: Fas 5, Moritanya 1, Mali 1, Nijer 1, Çad 1, Etiyopya 1, Sudan 2, Senegal 1, Gambiya 1, Gine Bissau 1, Gine 1, Burkina Faso 1, Gana 1, Togo 1, Nijerya 4, Kamerun 1, Orta Afrika Cumhuriyeti 1, Kongo 1, Uganda 1, Kenya 4, Tanzanya 3, Malavi 1, Mozambik 1, Madagaskar 1, Güney Afrika 4, Benin 1, Liberya 1, Fildişi Sahili 1, Angola 1. Batılı eğitim sisteminin verildiği bu okullarda, Türkiye’de kendi okullarındaki sistem nasılsa aynı şekilde çalışıyorlar. Dini eğitim yine veriliyor. (Tabiî ki AB-D Emperyalistlerinin çıkarlarını ve sömürülerini devam ettirebilecekleri şekilde). Bu okullarda özellikle öğretmen olarak çalışanların CIA ajanları olduğunu da unutmayalım. Ülke yönetiminde söz sahibi olan birçok kimsenin çocukları da bu okullarda eğitilmektedir. Örneğin Somali asıllı siyasetçi, Kenya Meclis Başkan Yardımcısı Farah Maalim kendi çocuklarının Türk okulunda öğrenim gördüğünü belirtip Fethullah Gülen’in birçok kitabını okuduğunu ve fikirlerini desteklediğini de vurgulamış ve bu zatın kitaplarını bütün milletvekillerine dağıttığını söylemişti. (Gülenle ilgili internet sitesi) Emperyalistler ağlarını nasıl da örüyor… Görüldüğü gibi emperyalistler kendi sınıf çıkarları için başta Türkiye olmak üzere, tüm İslam Âlemi için Ilımlı İslam Projesi’ni hayata geçirmiş durumda. Tayyipgiller ve Fethullah’ın uşaklığında emin adımlarla ilerliyorlar. Tabiî ki başta İslam dinini de kullanarak. Yazımızın başında Ramazan ayı dolayısıyla insanlarımızın saf dini duygularının sömürüldüğünü söylemiştik. Tayyipgiller, Fethullahçı NGO’lar, neredeyse tüm devlet kurumları, belediyeler, Modern ve Antika Parababalarının temsilcileri ve bilumum sözde hayır kurumlarımız Somali başta olmak üzere Afrika ülkelerine çeşitli yardım kampanyaları düzenlediler bu süre zarfında. Beş yıldızlı otellerde timsah gözyaşları dökerek yardımlar topladılar. Adına ise Sosyal Yardım, Allah Rızası İçin dediler. Aslında bu da bir oyundu. Çünkü sosyal yardım oyunu, bir yandan “Sivil” Ilımlı İslam ağlarının inşası ve yaygınlaşması için gerekli. Böylece din bezirgânlığı daha etkili oluyor, halk içinde dinci örgütlenme daha da güçleniyor. Bir yandan da, din bezirgânlığı yoluyla, halkın saf dini duyguları sömürülerek söğüşlenmesi sağlanıyor. Böylece akan paracıklar Tefeci-Bezirgân Sermayeye yem oluyor. (Deniz Feneri olayını hatırlayınız. Şu tesadüfe bakın ki, Deniz Feneri Davası’ndan tutuklanmaların olduğu dönemde, Fethullahçı “Kimse Yok mu?” Derneği ve “İHH” gibi sivil toplum kuruluşları bu dönemde sıkça gündem edilerek halkımızın beynine kazınmaya çalışıldı). Önümüzdeki günlerde halkımızdan söğüşlenen büyük paraların miktarı ortaya çıkacaktır. İşte o zaman hayat yine bizi doğrulayacaktır. Tüm bu yaşananlara rağmen yani yabancı Parababaları ve onların yerli uşaklarının dini kullanarak halkımızı sömürmelerine rağmen bu durum sürgit devam edemez. Biz İşçi Sınıfı Bilimine inanıyoruz. Dolayısıyla bu gericilik rüzgârının yerini devrimci rüzgârların alacağına inancımız tamdır. Yeter ki çalışan, emekçi halk yığınlarımızı Kurtuluş Partisi saflarında örgütleyip Demokratik Halk İktidarını kurabilelim. İşte o zaman binbir parçaya bölünmüş halklar kardeşçe bir araya gelebilsin. İşte o zaman Che Guevera’nın “Afrika Rüyası” gerçek olsun. Fidel’in deyimiyle insanlık kocaman büyük bir aile olabilsin. Bursa’dan Bir Yoldaş 20 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Milli Eğitim’de neler oluyor? P roblemin kökleri epeyce geçmişe gidiyor. Ulusal Kurtuluş Savaşı ile kazanılan bağımsızlık ne yazık ki kalıcı olamadı. Bilindiği gibi Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı, Burjuvazinin devrimci barutunu bitirdiği, devrimden (Proletaryanın Sosyalist Devrimlerinden) korktuğu emperyalizm çağında burjuvazinin önderliğinde gerçekleşti. Bu yüzden feodal sistemin sınıf ve tabakaları tam olarak tasfiye edilemedi. Dolayısıyla devrimler çoğunlukla üstyapıda kaldı, altyapıda yani üretim ilişkilerinde Tefeci-Bezirgânlık ve toprak ağalığı tam olarak tasfiye edilemedi. Tersine bu sınıf ve tabakalarla hemen ittifaka gidildi. Altyapı-üstyapı ilişkisinde son duruşmada altyapının belirleyici olduğunu, Marks Usta yaklaşık yüz elli yıl önce tespit etmişti. Eğitimin bir üstyapı kurumu olduğu dikkate alındığında bu determinizm hükmünü veriyor, üretim ilişkileri eğitimin yapısını belirliyor. Türkiye’de Birinci Kurtuluştaki burjuva devrim altyapıda gerçek bir değişim yapamadığı için, toprak sorununu çözemediği için yenilmeye mahkûmdu, nitekim öyle de oldu. Finans-Kapitalistler, Antika çağ yadigârı Tefeci-Bezirgân Sermaye ile canciğer kuzu sarması olup devlet fideliğinde palazlanarak “güneşin altındaki” yerlerini aldılar. Ve kısa sürede tahakkümlerini kurdular. Türkiye ölçeğinde tahakkümlerini kuran Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgân ittifakı dünya ölçeğinde kendisi gibi en gerici, asalak sınıfla, yani ağababaları uluslararası emperyalizmle ilişkiye geçtiler. Onların yerli acentesi, uşağı olmayı sınıfsal yapıları gereği gönüllü olarak kabullendiler. Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık senedi sayılan Lozan’da daha görüşmeler devam ederken İngiliz temsilcisi Lord Curzon, İsmet İnönü’ye; “Müzakerelerde sizden istediklerimizi alamıyoruz. Ama unutmayın, bugün reddettiklerinizi yarın cebimizden çıkarıp önünüze koyacağız!” demişti. Yine dönemin İngiliz New Conventional gazetesi de Lozan Anlaşması’ndan bir gün sonra şu yoruma yer vermişti: “Türkiye teoride bağımsız ülke oldu. Ancak sanayi ve ticarette yeteneksiz ve sermayeden yoksun olan bu toplumu tanıyanlar bilirler ki, bu bağımsızlığın ömrü çok kısa olacak ve eski durum bir başkasının egemenliğinde geri gelecektir.” Emperyalistlerin bu söyledikleri zaman içinde bir bir gerçekleşti. Bu “egemenlik”, Birinci Paylaşım Savaşı’na kadar İngilizlerin elindeydi. Birinci Paylaşım Savaşı sonrası süreçte İngilizler yerlerini kerte kerte ABD’lilere bıraktılar. ABD Emperyalizmi İkinci Paylaşım Savaşı’ndan da aslan payını kapıp çıkınca gereğini yapmaya başladı. ABD Emperyalistleri, 1945 yılından başlayarak İkili Antlaşmalar’la, Kurtuluş Savaşı ile bağımsızlığını kazanan Türkiye’yi; iktisadi, askeri ve siyasi olarak kuşatarak hem altyapısını hem de üstyapısını ele geçirmeye başladı. Biz özellikle konumuz açısından ele alacağımız ve 27 Aralık 1949’da imzalanan “Türkiye ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Antlaşma”ya değineceğiz. (Bu ikili antlaşmalar ile ilgili ayrıntılı bilgiyi 27 Mayıs Politik Devrimi önderlerinden Milli Birlik Komitesi (MBK) üyesi Hava Kurmay Albay Haydar Tunçkanat’ın “İkili Antlaşmaların İçyüzü” kitabında bulabilirsiniz.) Antlaşmanın beşinci maddesinde komisyonun kuruluşu ile ilgili olarak, “komisyon dördü TC vatandaşı dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz aza (üye)’dan müteşekkil bulunacaktır. Bunlara ilaveten ABD’nin Türkiye’deki diplomatik heyetinin başı (Büyükelçi - Kurtuluş Yolu) komisyonun fahri başkanı olacaktır. Misyon şefi komisyonda reylerin tesavisi (eşitliği) halinde kati reyi verecek ve komisyon başkanını tayin edecektir.” deniliyordu. (Haydar Tunçkanat, İkili Antlaşmaların İçyüzü, s. 36, Kaynak Yayınları, 2006) On maddeden oluşan antlaşmayla ABD, Türkiye’de, “Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” adı altında bir organ kurmaktadır. Bu Komisyon’un sekiz üyesinden dördü Amerikalı, dördü de Türk olacaktır. Amerika’nın Türkiye’deki büyükelçisi bu Komisyonun Fahri Başkanıdır. Oyların eşit olduğu hallerde başkan oyunu kullanarak anlaşmazlığı çözecektir. Komisyon, her türlü davranışından ABD Dışişleri Bakanlığına karşı sorumlu olacak, bütçesini orası vize edecek ve isterse Komisyon’un her husustaki kararlarını gözden geçirerek değiştirebilecektir. Komisyon, Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanının ve Ankara’daki Amerikan Büyükelçisi ile elçilikte görevli iki memurun kontrol ve denetiminde olacak ve yine Amerikalı müdür ve yardımcılarını da antlaşmaya göre Amerika Dışişleri Bakanı tayin edecektir. Ne yazık ki, o gün bu gündür Türk Milli Eğitimi ABD Emperyalistlerinin kontrolünde ve ABD Emperyalizmine hizmet etmek amacıyla planlanıp programlanmıştır. Bilim her şeyden önce olayları oldukları gibi görmek ve tarihsel süreçleri içerisinde değerlendirmek demektir. Dolayısıyla bugünün eğitim sorunlarından söz edeceksek onu geçmişiyle birlikte ele almak, tüm sınıf ilişki ve çelişkileriyle açıklamak durumundayız. Türkiye’de eğitim konu edildiğinde, 1949 yılında yapılan bu antlaşma milat olarak kabul edilmelidir. Dönem dikkatle incelendiğinde, bugün haklı olarak övgüyle andığımız ve on iki yıl gibi kısa bir sürede adeta eğitimde devrim niteliği taşıyan çalışmalar yapan Köy Enstitülerinin kapatılması da bu tarihlere denk düşmektedir. Ne ilginç tesadüf değil mi?.. 27 Mayıs Politik Devrimi sonrası bu durumu aşmak için girişimler olmuşsa da, başka alanlarda olduğu gibi, kalıcı sonuçlar elde edilememiş, geçici bazı uygulamalara gidilmiştir. 1990’lı yıllarda dünyadaki karşıdevrimci, gerici gelişmelere paralel (Sovyetler Birliği’nin yıkılması vb.), Türkiye’de de benzer gerici süreçler izlemiştir. Bu dönemde, “köpeksiz köyde değneksiz gezmek” misali, emperyalistler ve onların yerli uşakları, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere halklarımızın yüzyıldır elde ettiği kazanımlara göz dikmişlerdir. Özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma sonucu Kurtuluş Savaşı sonrası çok zor koşullarda kurulan Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) Parababalarına bazen arazisi fiyatına, bazen yok pahasına peşkeş çekilmiştir. Bu dönemde, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonucu ortaya çıkan Sosyal Devlet ortadan kaldırılarak; eğitim, sağlık, sosyal hizmetler yerli ve yabancı Parababalarının sömürü, soygun ve talanına açık hale getirilmiştir. Kaldı ki ABD-AB Emperyalistleri, sosyal devleti, İkinci Paylaşım Savaşı sonrası yükselen Sosyalizme karşı bir bent olarak öne sürmek zorunda kalmışlardı. 1990’lı yıllardan sonra sosyalizm kendileri için yakın tehlike olmaktan çıktığı için yetmiş yılın gönüllerince soygun ve sömürü yapamama hırsı, öfkesi ile saldırdılar sosyal devlete ve onun kazanımlarına… Bu gerici gidişe, ülkemizde 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen Faşist darbenin yaptıkları da eklenince, yerli ve yabancı Parababaları için bekledikleri fırsat ortaya çıkmıştı. ABD’nin “bizim oğlan”lar dediği Evrengillerle başlayan süreç, Özal ve Çiller’le devam ederek Tayyipgiller’le zirve noktasına ulaşacaktı. 1980’li yılların sonlarına doğru yüksek öğretimdeki paralı eğitime tepkiler üzerine dönemin başbakanı Özal; bana yılda bin üniversite mezunu yeter, diğerleri okulculuk oynasınlar; devlet halk çocuklarını okutmak zorunda değil, anlamında açıklamalarda bulunmuştu. Parababaları ve onların hükü- metleri bu amaçlarına -eğitimi aşama aşama paralı hale getirme amaçlarınada ulaşmaktadırlar. Yıldan yıla üniversite eğitimi, hatta ilk ve orta öğretim paralı hale getirildi. Eğitimin müfredatı ve içeriği hızla gericileştirildi. Tayyipgiller’le birlikte Ortaçağcı, Şeriatçı düşünceler eğitime hâkim hale getirilmeye başlandı. Binlerce imam camilerden alınarak bakanlık birimlerine ve okullara öğretmen/yönetici olarak atandı. Eğitim hızla laik yapısından ve bilimden arındırıldı, içi metafizik düşüncelerle, hurafelerle doldurularak halk meczuplaştırılmaya, tepkisizleştirilmeye, kullaştırılmaya başlandı. Tayyipgiller’in köklerinin, Sümer Damgar (Bezirgân) ve Tefecilerine kadar gittiğini biliyoruz. Tefeci-Bezirgân sınıf yapısı gereği üretimde yer almıyor, ancak üretilene çeşitli biçimlerde ortak oluyor, el koyuyor. Dolayısıyla bu sınıf asalak, hazır yiyici bir sınıf ve bu özelliğini devam ettirebilmek, halkları kandırmak için yapamayacağı hile, entrika, sahtekârlık yoktur ve olmamıştır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bu konumu onu; halkı aldatma, sömürme, hile ve yöntemlerinde de ustalaştırmıştır. Tefeci-Bezirgân sınıfta çok ince hile ve kandırma taktiklerinin bini bin paradır. Bu asalak sınıfın günümüzdeki hileleri sürgit devam etmektedir Tayyipgiller örneğinde yaşadığımız gibi… Konumuz açısından ele aldığımızda Tayyipgiller iktidarında bu hileler şöyle bir seyir izlemiştir: Önce ANAP kökenli Erkan Mumcu ve sonrasında DYP kökenli, göreceli liberal Köksal Toptan bakan olarak atanmış, yavaş yavaş intihalci/bilim hırsızı Ömer Dinçer’e gelinmiştir. “Milli Eğitim Bakanlığına, bu makamın yeni dönemde en çok tartışılmasına neden olabilecek isimlerden biri getirildi. İntihal yaptığı mahkeme kararıyla kesinleşen, ancak yürürlükteki yasalar yok sayılarak YÖK tarafından 23 Aralık 2010’da cezası kaldırılan, laikliğe ilişkin 1995 konuşması günlerce tartışılan son olarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı sırasında ölen madencilerin acı çekmeden öldüklerini anlatmak amacıyla “güzel öldüler” dediği için manşetlere çıkan Ömer Dinçer, imet Çubukçu’dan boşalan koltuğa Milli Eğitim Bakanı olarak oturtuldu.” (6 Temmuz 2011, Gazeteler) Kimdi Ömer Dinçer? Ömer Dinçer’in 1995’te Sivas’taki bir sempozyuma sunduğu tebliğde şunları söylediği ortaya çıkmıştı: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğu sırada ortaya atılan Cumhuriyet ilkesinin zayıfladığını ve işlevini kaybettiğini görüyoruz. Halk için ve halk adına yönetim diye tabir edilen Cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür. Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin, yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerinin İslam ile bütünleşmesinin gerekli olduğu kanaatini taşıyorum. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin laiklik, cumhuriyet ve milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerine; daha çok katılımcı, daha ademi merkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi sorumluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum.” (Milliyet, 23 Aralık 2003) Ömer Dinçer, Cumhuriyet düşmanı, laiklik ve dolayısıyla bilim düşmanı bir mürteciden başkası değildir. Pardon!.. Bu meziyetlerine bir de iyi bir intihalci/bilim hırsızı olduğunu eklemeliyiz. Milli Eğitim Bakanı Dinçer, hakkında 2005 yılında YÖK’ün verdiği öğretim üyeliğinden çıkarılma kararını yargıya taşımış, bunun sonucunda Dinçer’in temyiz istemi reddedilerek mahkeme kararıyla intihal suçu kesinleşmişti. YÖK’ün 5 yıl sonra bu konuda hiçbir yargı süreci işlememiş gibi Dinçer’i aklaması, Ankara 1. İdare Mahkemesinin kesinleşen kararıyla da çelişti. Ayrıca Yükseköğretim Kurumları Yönetici, Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliğinin, “Madde 47 (Değişik fıkra: 18/9/1996-22761) Disiplin amirleri veya disiplin kurulları tarafından verilen disiplin cezalarına karşı itiraz bir üst disiplin amirine veya disiplin kurullarına yapılabilir” hükmüne rağmen, YÖK’ün bu hükmü hiçe sayarak Dinçer’in yaptığı itiraz başvurusunu 5 yıl sonra kabul etmesi de Milli Eğitim’in hangi ellere teslim edildiğinin göstergesi olmuştur. Bu Ömer Dinçer, 2011-2012 Eğitim-Öğretim yılı başında yaptığı açıklamayla Türk eğitimine, öğretmenlerine yeni saldırı ve soygunlarının sinyalini verdi; “Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, öğretmenlerin artık yazın 3 ay tatil yapmayacaklarını belirterek “İhtiyaç duydukları kadar tatil için zaman ayıracağız. Ama onun dışında bir eğitim programı uygulayacağız” dedi. TRT Haber’e konuşan Dinçer, öğretmenleri, bütün masrafları bakanlığın karşılayacağı bir eğitimden geçireceklerini dile getirerek “En az bir ay süre ile öğretmenlerimizi eğitime tabi tutacağız. Bunu her öğretmeni değişik illere, tatil beldelerine taşıyarak yapmayacağız. Herkesin kendi ilinde, ilçesinde olacak” ifadelerini kullandı. (18 Eylül 2011 tarihli gazeteler) Öğretmen düşmanı “hırsız” Bakan ne diyor? Öğretmenler 3 ay tatil yapamaya- Raporda, OECD’nin geçtiğimiz ay açıkladığı “Bir Bakışta Eğitim Raporu 2011” belgesinden yararlanılırken, ülkelere göre öğretmenlerin toplam zorunlu çalışma saatleri (yıllık bazda) karşılaştırıldığında, öğretmenlerin az çalıştığı yönündeki iddiaların ne kadar gerçek dışı olduğu ortaya çıkıyor. Verilen rakamlara göre Türkiye’de öğretmenler, yıllık ortalama 1808 saatlik çalışma saati ile OECD ortalaması olan 1663’ün yaklaşık 150 saat üzerine çıkarken, birçok ülkeyi de geride bırakıyor. Verilen istatistiğe göre öğretmenler, örneğin İspanya’da 1425, Çek Cumhuriyeti’nde 1664, Şili’de 1760, Portekiz’de 1464 saat çalışıyor. Raporda, Türkiye’de öğretmenlerin OECD ortalamasından her yıl 145 saat daha fazla çalışmakta olduğu, söz konusu fazla çalışmaya karşılık olarak ise ücretlerin çok düşük olduğu belirtiliyor. Burada bir konuya daha açıklık getirelim; Öğretmenler sadece derse mi giriyor? Yani bu okuldaki çalışma dışında başka çalışması yok mu öğretmenlerin? MEB’in bir diğer aldatmacası da burada karşımıza çıkıyor. MEB, Türkiye’de öğretmenlerin sadece girdiği ders saati üzerinden iş yüklerine ilişkin değerlendirmelerde bulunuyor. Öğretmenlerin “çalışma saati” ile girdiği “ders saati” arasındaki farklılığa dikkat çekmek istiyoruz. Öğretmenler girdiği derslerin yanında ders hazırlığı, sınavlar için hazırlık yapılması, sınav kâğıtlarının hazırlanması ve okunması, öğrencilere danışmanlık, velilerle görüşme, okulla ilgili genel görevler ve personel toplantısı gibi faaliyetleri de yapıyor. Tayyipgiller’in ve Ömer Dinçer’in ellerinde, üstlerinde, başlarında, her yerlerinde, ataması yapılmadığı için canına kıyan 27 öğretmenimizin kanı var. Halkımıza, öğretmenlerimize bunun hesabını vermeleri gerekirken yedikleri herzelere bakın. İntihalci Bakanın bizzat kendi açıklamasına göre, Türkiye’de 160 bin öğretmen açığı var. Gerçekte ise ülkemizde bugün itibariyle, bilimsel normlar temel alındığında, 300 bini aşkın öğretmene ihtiyaç var. Bu büyük öğretmen açığı ortada dururken, ataması yapılmayan 400 bin öğretmenimiz Tayyipgiller Hükümeti tarafından açlığa ve işsizliğe mahkûm edilmektedir. Durum bu kadar acil ve can yakıcı iken bakandan eğitim adına olumlu bir davranış beklemek mümkün müdür? Ya da böyle bir hükümetten ve onun bakanından eğitim adına olumlu herhangi bir davranış beklenebilir mi? Elbette ki hayır!.. Tabiî daha sonra anlaşıldı vehbinin kerrakesi… Tüm o açıklamaların, zemin hazırlamaların nedeni Meclisten kaçırılarak alelacele çıkarılan KHK’de ortaya çıktı. Kanun Hükmünde Kararname ile ne yapılmak isteniyor? Ömer Dinçer caklar. Bakan Dinçer gericilik, şeriatçılık, intihalcilik/hırsızlık meziyetlerine(!) bir de yalancılık ekliyor, öğretmenlere iftira atıyor. Öğretmenleri demagoji ve yalanlarla halkın gözünde küçük düşürmek istiyor. Önce bir düzeltme yapalım; öğretmenler 3 ay değil 1,5-2 ay civarında tatil yapıyorlar. Ömer Dinçer’in bunu bilmemesi mümkün mü? Asla. Peki, bunu söylemesindeki amaç ne? Açıklayalım; yukarıda Tayyipgiller için halkı kandırma, hile, entrika ustası demiştik. Bakanın bu açıklaması, bu düşüncemizi bir kez daha doğruluyor. Kara halk yığınlarını öğretmenlerimize karşı kışkırtıyor. Yapacağı saldırılara kamuoyu-halk desteği bulmaya, zemin hazırlamaya çalışıyor. Eğitim Sen’in 5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü dolayısıyla hazırladığı rapor, Ömer Dinçer’in iddialarının aksine, Türkiye’de öğretmenlerin çok çalışıp az kazandığını ortaya koyuyor. Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat Ve Görevleri Hakkında Kanun adı altında Millî Eğitim Bakanlığının yeniden yapılandırılması amacıyla bir Kanun Hükmünde Kararname çıkarılmıştır. Kararname 6/4/2011 Bakanlar Kurulunca 25/8/2011 tarihinde kararlaştırılmıştır. “Bakanlık merkez teşkilatında; Müsteşar, Müsteşar Yardımcısı, Talim ve Terbiye Kurulu Başkan ve Üyesi, Genel Müdür, Rehberlik ve Denetim Başkanı, Strateji Geliştirme Başkanı, Bakanlık Müşaviri, I. Hukuk Müşaviri, Grup Başkanı, Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri, Özel Kalem Müdürü, Millî Eğitim Uzmanı, Hukuk Müşaviri ve Millî Eğitim Uzman Yardımcısı kadrolarına atananlar, kadroları karşılık gösterilmek suretiyle, 657 sayılı Kanun ve diğer kanunların sözleşmeli personel çalıştırılması hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın sözleşmeli olarak çalıştırılabilir. “Bu şekilde çalıştırılacak personele, bu Kanun Hükmünde Kararnameye ekli (II) sayılı cetvelde unvanlar itibarıyla yer alan taban ve tavan ücretleri arasında kalmak üzere, Bakanın onayı ile belirlenecek tutarda aylık brüt sözleşme ücreti ödenir. Söz konusu personele çalıştıkları günlerle orantılı olarak, hastalık ve yıllık izinler dâhil, Ocak, isan, Temmuz ve Ekim aylarında birer aylık sözleşme ücreti tutarında ikramiye ödenir. Bunlardan üstün gayret ve çalışmaları sonucunda emsallerine göre başarılı çalışmalar yaptıkları tespit edilenlere (Tayyipgillere hizmette kusur etmeyenlere olarak okunabilir - Kurtuluş Yolu), Bakanın onayı ile Haziran ve Aralık aylarında birer aylık sözleşme ücreti tutarına kadar teşvik ikramiyesi ödenebilir. Bu fıkranın uygulanmasına ilişkin usûl ve esaslar ile bu fıkra kapsamındaki personele yapılacak diğer ödemeler Bakanlar Kurulunca belirlenir.” denilerek, Bakanlık merkez üst düzey yöneticilerini sözleşmeli yapıyor. Ve bu yöneticiler de 6 aylık maaşının tutarına kadar ikramiye ile yemlenmek isteniyorlar!.. Peki, bunu yapmaktaki amaçları nedir? Bizce göze çarpan en önemli üç amaç; * Yukarıda açıkladığımız gibi bu alanı Parababalarının soygun ve sömürüsüne açmak, * Bizzat Tayyip’in ağzına sakız ettiği Erzurum Milli Eğitim Müdürü Fevzi Budak’ın 13 defa görevden alınması ve yargı kararıyla görevine dönmesi gibi uygulamaları ortadan kaldırılarak, yargının yine Tayyip’in söylediği gibi “ayak bağı” olmasına son vermek, * Bu kadrolara bir dediklerini iki etmeyen emir kulu, parti militanı gibi hareket edecek şeriatçıları atamak, şeriatçı yandaşlarına ikbal kapısı açmaktır. İlgili Kanun Hükmünde Kararnamedeki açıklamadan da anlaşılacağı üzere bu kadroların ücretleri çok daha yüksek tutulacaktır. Arapça Seçmeli Ders olarak İlköğretime kadar indi Milli Eğitim Bakanlığı, ilk kez geçtiğimiz yıl liselerde seçmeli ders olarak okutulmaya başlanan Arapçanın önümüzdeki yıl, yani 2012-2013 yılından itibaren 4’üncü ve 5’inci sınıflara, 2013-2014 eğitim/öğretim yılından itibaren ise 6, 7 ve 8’inci sınıflara okutulabilmesi için çalışma başlattı. Milli Eğitim Bakanlığının 24 Mart 2010 tarihli yazısı üzerine Bakanlar Kurulunun 8 Nisan 2010 tarihinde aldığı kararla, Arapça dili liselerde seçmeli dil haline getirilmişti. 2002 seçimleri sonucunda iktidara gelen Tayyipgiller, Milli Eğitimde başlattığı özelleştirme ve şeriatçılaştırma projesine bugün hızlı bir şekilde devam etmektedir. Okullarda verilen İngilizce, Fransızca ve Almanca derslerini okutacak branş öğretmeni bulamayan Milli Eğitim Bakanlığının, Arapça öğretmeni bulmak amacıyla hangi kadrolara başvuracağını anlamak zor değildir. Diyanet İşleri Başkanlığında görevli imamları öğretmen/yönetici yapan anlayışın, Arapça öğretmeni ataması konusunda zorlanmayacağı açıktır. Bu amaçla kimle işbirliği yapacaklarını da şöyle açıklamışlardır: “Arapça dersinin programını oluşturmak üzere Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı koordinesinde Din Öğretimi Genel Müdürlüğünde kurulacak olan Program Geliştirme Komisyonu ile birlikte veya koordineli (italikler bizim - Kurtuluş Yolu) olarak ortaöğretim kurumlarının 9, 10, 11 ve 12. sınıflarında yabancı dil dersi olarak okutulacak Arapça dersi öğretim programının eğitimdeki yeni yaklaşımlar ve stratejiler doğrultusunda hazırlanacak.” (Talim Terbiye Kurulu Başkanı Merdan Tufan’ın açıklaması, http://gundem.milliyet.com.tr, 03.10.2011) Cami İmamları EğitimÖğretimde doğrudan devreye sokuluyor Diyanetten binlerce kadroyu Milli Eğitime öğretmen/yönetici atamaları, seçmeli Arapça dersini koymaları yetmezmiş gibi bir de mahalle ve köylerdeki cami imamları devreye sokuluyor. MEB Aşamalı Devamsızlık Yönetimi (ADEY) sistemi adı altında bir proje oluşturuyor. UNICEF ve AB’nin desteklediği projede, Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV)’den de katkı alınıyor. Destekleyenlerden ve parayı verenlerden de anlaşılacağına göre, projenin bir “sivil örümcek” projesi olduğu ortaya 21 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 çıkıyor. MEB, bu projenin uygulamasını içeren bir genelge ile bir de kılavuz yayınlıyor. MEB’in yayınladığı 2011/47 nolu Genelgede gerekçe şöyle ifade ediliyor: “İlköğretim çağındaki çocukların okula devamları ve okulu zamanında diploma alarak tamamlamaları Anayasa ve Çocuk Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınmıştır. Bu doğrultuda 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu, 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinde okula erişim ve devamın sağlanmasında, uygulamaya ilişkin düzenlemeler yapılmıştır.” “Bu kılavuz Avrupa Birliği tarafından finanse edilmiştir” alt başlığının yer aldığı Kılavuzda, okullarda devamsızlık ve diğer riskli durumları tespit etmek ve çözüm üretmek amacıyla Risk Takip Kurulu (RİTA) oluşturuluyor. İşte ne oluyorsa burada oluyor: Öğrencilerin devamsızlık ve riskli durumlarla ilgili olarak velilerle görüşmek için ihtiyaç duyulursa cami imamlarının da RİTA’ya katılacağı belirtiliyor. Kurtuluş Partili Eğitim Emekçileri olarak, eğitim sorunlarının devasa boyutlara ulaştığını biliyoruz. Çocuklarımız için belli başlı riskler; öğrenci devamsızlıkları, başarısızlıkları, hızla yaygınlaşan ve ilköğretim okullarına kadar inen madde kullanımı, suçlu çocuklar, okul çeteleri, açlık, yoksulluk… Tüm bu riskler, yaşananlar bir sonuç, çocuk- larımız bu riskli, travmatik yaşantılarla karşı karşıya nasıl, neden ve nereden geldi, onlara bu yaşamı kim yaşanmaz hale getirdi? Bu çocuklar doğuştan suçlu, problemli olamayacaklarına göre!.. Gelmiş geçmiş tüm Parababaları hükümetleri, bir avuç vurguncu TefeciBezirgân ve Finans-Kapital diktatörlüğü bu duruma getirdi çocuklarımızı. Eğitim biliminin en temel unsurlarından bir tanesi Maslow’un ihtiyaçlar piramididir. Bunu Bay Dinçer’in bilmemesi mümkün değildir. Görüldüğü üzere Piramidin en altında, insanların yaşamlarını devam ettirebilmeleri için zorunlu olan birincil ihtiyaçlar dediğimiz, Fizyolojik İhtiyaçlar yer almaktadır. Sırasıyla ikincil ihtiyaçlar Güvenlik İhtiyaçları, üçüncü Ait Olma ve Sevgi İhtiyaçları, dördüncü Değer İhtiyaçları ve beşinci ise Kendini Gerçekleştirme İhtiyaçlarıdır. Dolayısıyla çocukların bi- Din(i)dar mısınız? Din, genellikle doğaüstü, kutsal ve ahlâkî öğeler taşıyan, çeşitli ayin, uygulama, değer ve kurumlara sahip inançlar ve ibadetler bütünüdür. Zaman zaman inanç sözcüğünün yerine kullanıldığı gibi, bazen de inanç sözcüğü din sözcüğünün yerinde kullanılır. Dinler tarihine bakıldığında, birçok farklı kültür, topluluk ve bireyde din kavramının farklı biçimlere sahip olduğu görülür. Arapça kökenli bir sözcük olan din sözcüğü, köken itibariyle yol, hüküm, mükâfat gibi anlamlara sahiptir. Sizi gidi takiyyeci ikiyüzlüler sizi. Sizler bu tanımlamanın neresindesiniz? Ahlâkî öğelerden başlayalım. Din denilince sizler, kendinizi Müslüman, Muhammedi yani Kur’ani diye tanımlıyorsunuz. Yani halkımızın inançlarına uygun insanlarmış gibi görünmektesiniz. İlk bakışta, yaptığınız takiyyeyi kamufle etmekte, ustalarınız gibi gerçek yüzünüzü, amacınızı gizlemekte, halkları oy davarı gibi kullanmakta, dini uyuşturucu olarak kullanmakta bayağı başarılısınız. Kürsülerden de bu yönde halkımızı mesaj bombardımanına tutmaktasınız satılmış medya ve yandaş medya vasıtası ile. Kutsal değerler bakımından kendinizi bu yönde halka oldukça başarılı pazarlamaktasınız. Sizin gibi gösterişte Müslim olanlara İslamın kitabı Kur’an bakın ne demektedir? “Ya eyyuhen nasu inne vadallahi hakkun fe la tegurrennekumul hayatud dünya ve la yegurrennekum billahil garuru. “(...) Ey insanlar! Allah’ın vaadi haktır doğrudur. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Hilekâr insanlar ve şeytan da Allah’ı öne sürerek Allah adına sizi kandırmasın.” diyor Fatır suresi 5. ayette. Bu çerçevede Tayyipgiller ve Pensilvanya’daki sözde İslami tarikat lideri İblis Fethullah alçakları ve şürekâsı, soruyorum size! Öldüğünde, zırhı borcu karşılığı bir Yahudi bezirgânda rehin olan Peygamberden daha mı değerlisiniz ki, Müslüman halklar işsizlik ve hayat pahalılığı cehenneminde boğulurken saltanat içinde yüzüyorsunuz? Peygamber istese acaba sizden daha şatafatlı, krallara layık bir hayat yaşayamaz mıydı? Keza Dört Halife tek bir yetimden, yoksuldan kendilerini sorumlu bilip gece gündüz durmadan, duraksamadan halkı adına, hak ve adalet adına çalışmak, didinmek yerine isteseler saltanat süremezler miydi? Bakın yine ne diyor inandığınızı söylediğiniz Kur’an… “Onlar Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri kesin sözü bozmazlar. Ve onlar Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeye ulaştırırlar. Rablerinden içleri saygı ile titrer kötü hesaptan korkarlar. Ve onlar Rablerinin hoşnutluğunu isteyerek sabrederler namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu dünyanın güzel sonucu ahret mutluluğu onlar içindir.” (Rad Suresi, 20-22 ayet.) Wikileaks belgeleri sonucu ortaya çıktığı gibi, sekiz on milyar doları halktan çalıp çırpıp hortumlayın, İsviçre bankalarına, ecnebi kâfir memleketine uçurun, demiyor. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını gasp edin, demiyor. Ülke ve halkın zararına devlet malını haraç mezat, rüşvetlerle satıp savurun, yandaşlara peşkeş çekin, demiyor. İnsanları aptal yerine koyarak gözlerinin içine baka baka yalan konuşun, takiyye yapın, demiyor. Ne diyor? Kötü hesaptan korkarlar, diyor. Halkın hoşnutluğunu isteyerek sabrederler, diyor. İbadeti gizli ve doğru yaparlar, diyor. Keza, açık ve gizli infak ederler, kötülüğü iyilikle savarlar, deniliyor. Bakın yine Tevbe süresi 101’inci ayette ne diyor ikiyüzlü davranan sizin gibi münafıklara: “(…) Çevrenizdeki bedeviler içinde ikiyüzlüler ve Medineliler içinde de ikiyüzlülükte direnenler vardır. Onları siz değil ancak biz biliriz. Kendilerine iki defa azap edeceğiz, onlar sonra da büyük bir azaba uğratılırlar”, diyor. Buradan yırttınız(!) İkiyüzlüsünüz, ikiyüzlülükte direniyorsunuz da ama Medineli ve Bedevi değilsiniz(!) Türkiye’de; “Hem laik, hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya laik. İkisi bir arada olunca ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil ikisi bir arada olamaz.” diyorsun. “Türkiye kendisine din olarak Kemalizmi almış, başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte ettirmiştir. Oysa en üst belirleyici İslam’ın ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir.” diyorsun. “Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye. Yahu millet istedikten sonra laiklik tabiî elden gidecek.” diyorsun. Libya’da, Mısır’da, Tunus’ta ise halka hitaben laiklik övgüleri yapıyorsun... Kaldı ki, tıpkı sizin, Amerikan Emperyalizminin “Yeşil Kuşak Projesi” çerçevesinde, onlarca yıl süren sinsi çalışmalarla, cuntalar eliyle kerte kerte iktidara getirilişiniz gibi, Müslüman Kardeşler örgütü de bu topraklarda yani Kuzey Afrika ülkelerinde iktidara getirildi. Bu ülkelerdeki bir kısım devrimci aydın gençliğin, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, emperyalizme karşı başarıya ulaştırdıkları Ulusal Kurtuluş Savaşı’mıza ve birinci milli demokratik devrimimize olan saygılarından ve senin göstermelik de olsa, danışıklı da olsa İsrail’e “one munite” çıkışlarından dolayı, Türkiye’ye ve Türkiye’nin başbakanı olarak sana sempati duymaktadırlar. Oysa sen, aynı dönemde, İsrail’i de koruma kalkanı içine alacak Füze Savunma Sisteminin ilk adımı olan Radar Üssünü Malatya’ya kurduruyorsun. Türkiye Halkları yetmedi oradaki masum halkların kanına giriyorsun, emir aldığın, uşaklığını yaptığın emperyalistlerin çıkarları için… Yani iki yüzlülük yapmaya devam ediyorsun. “Ne alakası var? İsrail, NATO ülkesi mi ki bu radar üssünden faydalanacak?” diyorsun bir basın toplantısında sorulan soruya. Aynı gün ABD dışişlerinden, hem de en yetkili ağızlardan yalanlanıyorsun. Direkt Obama alçağı bile yalanlıyor seni. Şimdi söyle, hanginiz yalancı, hanginiz sahtekâr... Emrinde gık demediğin diyemediğin yaçlarını karşılamak yerine, onların beyinlerini Ortaçağ hurafeleri ile doldurmakta, yetmedi kendi Şeriatçı militanları haline getirdiği imamları da eğitimin bileşenleri içine katarak soygun, sömürü ve vurgun peşinde koşmakta ve halkımızı Allah ile aldatmaktadırlar. Kişisel Tatmin, Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, TariKişisel Başarı, 5- Kendini Gerçekleştirme İhtiyaçları hin gidişini geriye çeviremeyeceklerdir. Kişinin Potansiyelini Tarih hükmünü vermiştir: Gelecek, ülkeOrtaya Çıkarması mizi ve dünyayı cehenneme çeviren emperyalizm ve onun pis kenefi faşizmin olPrestij, BaşarıYeterli Olmak ve 4- Diğer İhtiyaçlar mayacaktır!.. Başkalarınca Benimsenip Tanınmak Gelecek, halklarımıza dünyamızı cennete çevirecek, insanın insanı ezemeyeBaşkaları ile İlişki Kurmak, 3- Ait Olma ve Sevgi İhtiyaçları ceği, horlayıp aşağılayamayacağı, tüm insanlığın tek bir aile gibi yaşayacağı yüce Kabul Edilmek ve bir yere ait olmak Sosyalizmin olacaktır!.. Kendini, Ailesini, Toplumu Güven ve Halklarımız, başta İşçi Sınıfımız gel2- Güvenlik İhtiyaçları Emniyet İçinde ve Tehlikeden Uzak Hissetmek mek üzere, üretmen köylülüğümüz, esnafımız, Genç Türk gelenekli yıldırılamaz efes Alma, Yeme, İçme, Uyuma, Sevişme 1- Fizyolojik İhtiyaçlar sivil-asker gençliğimiz, aydınlarımız ile el ele vererek, bu yüce davayı başaracaktır. Bu yüce davanın öncü, derleyici gürincil temel ihtiyaçları karşılanamaz ise ikincil, mektedir, onların midelerine sıcak bir çorba, gücü; Usta’mız HİKMET Kıvılcımlı’nın düşünceüçüncül, dördüncül ve beşincil ihtiyaçlar onlar venle yaşayabilecekleri bir ev ve güvenli öğre- si-davranışı rehberliğinde Partimiz-Halkın Kuriçin hiçbir anlam ifade etmemektedir. Yani önce nim görecekleri bina, derslik ihtiyaçlarının ön- tuluş Partisi olacaktır. onların karnının doyması ve başlarını güvenle celikli olarak karşılanması gerekmektedir. Ne mutlu Kurtuluş Partisi saflarında dövüşenlere!.. koyacakları sıcak bir yastığa ihtiyaçları var. ÇoYığınla sorun varken, Tayyipgiller, halkımıcuklarımıza öncelikle bunun sağlanması gerek- zın ve onların çocuklarının temel-öncelikli ihti- Amerikan Emperyalizmi mi, sen mi?.. Dünyanın hayranlık duyduğu Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı Önderimize “ölmüş inek” diyecek kadar da ileri gitmiş, gerçek yüzünü gizleyememiş bir kişisin. “Türkiye’nin yarınında artık Kemalizme ve Kemalizm benzeri rejimlere yer yoktur. Kemalizmin yeniden kendini üretmesi söz konusu değildir. Bizim için en üst belirleyici, İslam’ın ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir.” diyorsun. Oysa kuzey Afrika ülkelerinde Birinci Kurtuluş Savaşı’nın, Birinci Milli Demokratik Devrimimizin kazanımı olan Laiklikten övgü ile ve bu devrimin önderi Mustafa Kemal’den de övgüyle bahsediyorsun. Utanmadan, sıkılmadan… Burada Kemalizmden kastın da, Cumhuriyet. Ama Ortadoğu ülkeleri halklarına seslenirken kürsülerde ağababalarından aldığın emir doğrultusunda, burjuva demokrasisinden, cumhuriyetten dem vurup tavsiyelerde bulunuyorsun. Yani ikiyüzlü davranmaya devam ediyorsun… Türkiye’de “Demokrasi bir tramvaydır, gideceğiniz yere kadar gider orada inersiniz.” diyorsun, Birleşmiş Milletler kürsüsünden tüm dünya önünde, tüm dünya halklarına demokrasi dersi verdiğini sanıyorsun. Bakın yine halkımızı Allah ile kandırdığınız Müslümandır, dindardır. Davranışı eksik olan ise eksik Müslüman’dır. Fısk daha çok yaptığı işlerle ilgili bir kavramdır. Fasık, kişinin dinin emir ve yasaklarını hafife alacak derecede kötülüklere dalar, gizlenemeyecek şekilde kötülüğe düşmesidir. Böyle bir kimse İslam dinine göre kâfir olur. İmam hatip lisesi mezunu olarak dindar olduğunu iddia eden bir kişi olarak biliyorsundur bunları. “Allah din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik etmenizi ve değer vermenizi yasaklamaz. Allah değer bilenleri sever. Allah sadece sizinle savaşmış, sizi yurdunuzdan çıkarmış ve çıkarılmanıza destek vermiş kimselere yakınlık göstermenizi yasaklar. Onlara yakınlık gösterenler zalimlik etmiş olurlar.” diyor, Mumtahane 8.9 ayetlerde. Peki bu durumda din adına alim geçinen İblisin başı Fethullah Gülen “sahtekar hoca efendi hazretleri”, Pensilvanya’dan Amerikan Emperyalizmi çıkarları doğrultusunda Müslüman coğrafyanın dizayn edilmesine hizmet etmek nedir? Libya’da, Mısır’da, Tunus’ta olanlar o halkın kendi iç işleri değil mi? Dinine, ülkene bir saldırı söz konusu mu? Bu ülkelerden, bu halklardan ülkene, şahsınıza bir tehdit var, savaş halindeyiz, topraklarımızı işgal ettiler de bizim haberimiz mi yok? Hedef tahtasına Suriye’yi oturttunuz, aldığınız emir ve direktifler sonucu, ihtimal, emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı vermiş ordumuzu da Suriye Halkına karşı kullanacaksınız. Mensubu gibi görünüp aslında olmadığınız din ne diyor oysa yukarıda gördünüz. Acaba din adına sahtekârlık yapmasanız, ikiyüzlülüğünüzü gizlemeyi başaramasanız, dini afyon olarak kullanma becerisinde usta olmasanız, halkımızın yüzde kaçı size oy verir, arkanızdan yürür? Bugün Irak Halkının durumunu Suriye Halkına yaşatmak için elinizden geleni ardınıza koymuyorsunuz. Kaynaklara göre 5-6 milyon Müslüman Irak insanı katledilmiş ve yüz binlerce Iraklı kadının, kızın namusu, sarhoş Amerikan askerlerince kirletilmiştir. Hem dindar geçinip hem de bundan acaba nasıl utanç duymamayı başarıyorsunuz? Başkasının yaptığı ahlâksızlıktan zevk alana dilimizde ne denir bilginiz var mı? “Hartford Seminary’e (Papaz-Misyoner Okulu), Müslüman bir cemaatten, Modern İslam üzerine araştırma yapılması için $2 milyon dolarlık bir para bağışı yapıldı. Hartford Seminary Halkla İlişkiler Müdürü David S. Barrett yaptığı açıklamada, “Hartford Seminary tarihinde ilk defa Müslüman bir cemaatten bu kadar büyük bir bağış” aldıklarını söyledi. Alınan en büyük bağış ise 1997de 6 milyon dolardı”, diyor. (Gazeteler, 14 Kasım 2006) Söyle İblis, hiç mi utanmadın arlanmadın, bunca açlık, işsizlik, hayat pahalılığı altında Müslüman halklar inim inim inlerken, hem de emperyalizm eliyle insanlar bu hale getirilmişken, emperyalizmin kolu kanadı altında timsah gözyaşları dökmeye hiç mi utanmıyorsun, hiç mi ar damarın kalmadı? İnsanların dini inançlarını kullanarak cami kapılarında Müslümanlardan topladığınız paraları misyoner okuluna bağışlamak ne zamandan beri dindarlık oldu? Ne zamandan beri bağış paralarını iç edip çalmak çırpmak dindarlık oldu? Dinin tek yazılı kayna- Kur’an ne diyor sizin gibilere: “Şüphesiz Allah sivrisinek ve ondan daha büyüğü ile hakkı açıklamak için örnek getirmekten çekinmez. İman edenler böyle örneklerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince, ‘Allah böyle örnek vermekle ne murad eder?’ derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği örneklerle Allah ancak fasıkları saptırır. Çünkü bunlar birer imtihandır.” (Bakara Suresi, 26’ncı ayet) Yani genel kanı, fasığın iman çerçevesi içinde olduğu merkezindedir. Yalnız unutulmamalıdır ki, fasık olan Müslüman, eksik inançlı, yeterli olmayan bir Müslümandır. Böyle bir kişiye dindar, yeterince dini inançlı insan gibi sıfatlar verilemez diyor. Fısk ile fasık arasında bir yakınlık vardır. Fısk; Yoldan çıkma, doğru yoldan sapma, iyilik ve güzellikten çıkma, kötülüğe batma, kötülüğe iyice dalma anlamlarına gelir. Büyük kötülükleri işlemek veya küçük kötülüklere devam etmek suretiyle dine itaat etmekten çıkmaya Fısk denir. Fısk işleyene, bu tür davranışları gerçekleştirene, Kâfir denir İslam literatüründe. Dini kurallar, düşünce ve davranış olmak üzere ikiye ayrıldığına göre ikisine de uyan ğı Kur’an’ın neresinde var: çalın çırpın, şahsi menfaatler için gerekirse vatanı, ülkeni, dindaşlarını sat, peşkeş çek, dolandır, sıvış; gavur, kafir memleketlerinde krallar gibi yaşa, diye bir ayet ya da bu anlamda sözcük?.. Mustafa Kemal’e dil uzatıp “piç” diyecek kadar ileri gidebiliyorsun. “Deccal” diyebilecek kadar cesaretlisiniz. Be hain, alçak, satılmış, acaba Kurtuluş Savaşı Devrimcileri olmasa sen ve senin gibilerin elinde halk emperyalizme teslim edilmemiş miydi? Hain, utanmaz, arlanmaz, Irak Halkının, Afgan Halkının durumu hiç mi yüreğinizi sızlatmıyor? İnsan değil misiniz? desek, sizde insanlık kaldı mı ki?.. Bakın ne diyor alıp sattığınız din sizin gibilere: “Bu şundandır. Onlar önce inandılar sonra kâfir oldular. Sonra kalplerinde yeni bir yapı oluştu artık anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları seni imrendirir. Konuşurlarsa konuşmalarını dinlersin. Sanki dayalı kütükler gibidirler. Her gürültüyü aleyhlerine sayarlar. İşte düşman onlardır. Onlara karşı dikkatli ol. Allah canlarını alsın nasıl da yalana sürükleniyorlar! “Onlara gelin Allah’ın elçisi sizin için bağışlanma dilesin dendiği zaman, başlarını çevirirler. Bakarsın ki kendilerini büyük görerek geri çekiliyorlar. İster bağışlanmalarını dile ister dileme sonuç değişmez. Allah onları bağışlayacak değildir. Çünkü Allah karıştırıcılar takımını yola getirmez.” Munafikun Suresi’nde tam da sizlerden bahsediyor değil mi? Gel gör ki 1945-50’lerden bu yana, dini tekrar elinize geçirmeyi başardınız. Halkımızı uyutma adına başarılı da oldunuz bunda. Acaba halkımız bütün bu bilgileri kendisi okuyup görebilse gerçek yüzünüzü nasıl gizleyeceksiniz… Bakın Mustafa Kemal ve arkadaşlarına düşmanlığınızın, kininizin nedeni nereden geliyor: “Efendiler! İçinde bulunduğumuz şartlara rağmen safsatayla, münakaşayla, nazariyatla vakit geçirdiğimizi görüyorum. Hâkimiyet ve saltanat hiç kimseye ilim icabıdır diye münakaşa ile mugalâta ile verilmez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, kudretle, zorla alınır. Türk milleti de hâkimiyet ve saltanatı bil fiil isyan ederek kendi eline almıştır. Bu olmuş bitmiş bir durumdur. Mesele, ‘hâkimiyet ve saltanatı bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız’ meselesi değildir. Mesele bu zaten olmuş bitmiş durumu ifade etmektir. Bu herhalde ve mutlaka olacaktır. Burada toplananlar meclis ve herkes, meseleyi bu şekilde görürlerse fikrimce uygun olur. Aksi takdirde yine hakikat ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.” Şimdi kendinize bakın din(i)dar mısınız? Halkımızı daha nereye kadar uyutabileceksiniz? Kandırabileceksiniz? Emin olunuz ki Kuvayimilliye ruhu yeniden canlanacak ve satılmış uşaklardan, vatan hainlerinden hesap sorulacak! Emin olunuz ki, sizleri, emrinde esas duruş durduğunuz emperyalist ağababalarınızla birlikte elbette sürüp çıkaracağız yurdumuzdan! Halkın Yolu Halkın Kurtuluş Yolu! Seydişehir’den bir Yoldaş 22 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Kadın Cinayetlerinin sebebi Tayyipgiller Hükümetidir! T oplumsal cinsiyet eşitliği toplumun temel taşıdır. Bu da kadın ve erkeklerin, yaşamın her alanında eşit fırsatlara, eşit hak ve yükümlülüklere sahip oldukları anlamına gelmektedir. Kadın ve erkeklerin çalışarak geçimlerini sağlayabilmeleri, meslek ile aile hayatlarını bir arada yürütebilmeleri ve bir ilişki içinde yaşayan kadınların şiddete maruz kalma gibi endişeleri olmaması demektir. Her şeyin eşitçe paylaşıldığı kadın ve erkeklerden oluşan sınıfsız bir toplumda, her şey daha adil ve demokratik olacaktır. Gelişmiş bir refah sistemiyle iki cinsiyetin iş ve aile hayatı arasındaki dengeyi sağlayacaktır ve kadınlar çifte sömürüye, şiddete, öldürülmeye maruz kalmayacaktır. Ama ne yazık ki ülkemiz için bunlardan söz etmek mümkün değil. Kadın cinayetlerinde son 8 yılda büyük artışlar oldu. Bu artışlarda Tayipgiller İktidarının büyük bir etkisi oldu. Çünkü Tayipgiller, 9 yıllık iktidarları boyunca, halklarımıza işsizlik, yoksulluk, acı ve gözyaşı getirdi. Bu 9 yıllık sürede, kadına yönelik şiddet yüzde 1400 arttı. 2002 yılında 66 kadın öldürülürken, 2009 yılında bu sayı 1126’ya yükselerek, % 1400’lük bir artışla rekor sayıya yükseldi. Adalet Bakanlığı raporuna göre; Ülkemizde, 2002 ile 2011’in ilk altı ayı arasında 4410 kadın öldürüldü. 2011 yılının ilk altı ayında ülke genelinde 130 kadın cinayete kurban gitti. Bu kadınların katilleri ise, ya kocaları, ya babaları, ya kardeşleri, ya da sevgilileri oldu. Bundan 10 bin yıl öncesine kadar kadın, toplumu yöneten cinsiyet idi, bir insanın diğer bir insanı ezmesi, sömürmesi ve öldürmesi, o zamanki insanın aklının alacağı bir şey değildi. Yine o dönemde her şey eşit paylaşılırdı ve hiçbir kimsenin diğerinden bir üstünlüğü yoktu. Ama ne zaman ki Çobanlık yapan erkek ihtiyacından fazla sürüye ulaştı ve ekonomik olarak kadını alt etti, işte o günden bugüne kadının da ikinci sınıf insan olarak görülmesi, ezilmesi, aşağılanması, köle gibi alınıp satılması hatta öldürülmesi süreci de başlamış oldu. Sınıflı toplumlar var olduğu sürece de kadının ezilmesi ve sömürülmesi artarak devam edecek ne yazık ki. İçinde yaşadığımız Ataerkil toplumun bakış açısına Tayipgiller’in Şeriatçı bakış açısı da eklenince, kadının ikinci sınıf insan olarak görülmesi, çifte sömürüye tabi tutulması, bir meta gibi alınıp satılması da artarak devam edecek ve bu korkunç tabloya her gün yeni kadın ölümleri de eklenecek ne yazık ki… Ekonomik şiddet, kadın cinayetlerinin ve kadına şiddetin en önemli nedenlerinden biridir. Yine, kültürel ve siyasal koşullar, şiddeti meşrulaştıran zihinsel altyapıyı da şiddeti artıran sebepler olarak sıralayabiliriz. Yapılan araştırmalarda, öldürülen kadınların katillerinin çoğunlukla aile üyelerinden birisi olması dikkat çekicidir. Yine bu cinayeti işleyen eş ya da babanın durumunu irdelediğimizde bunun altında o kişinin işsiz olması ve bu nedenle bunalıma girmiş olmasının yattığını görebiliyoruz. Ya da çok düşük ücretlerle çalışan bir işçi olduğunu, ailesini geçindirmekte çok zorlandığını, patronuna yöneltemediği öfkesini eşine ya da çocuklarına yönelttiğini vb. nedenleri baş sebep olarak sayabiliriz. Ayrıca kadının ekonomik bağımsızlığının olmaması ya da gelirin çok düşük olması, şiddete maruz kalma olasılığını arttırmaktadır. Hong Kong’da bir bölge hastanesi acil servisine bir yıl boyunca başvuran tüm kadınlarda yapılan bir araştırmada kadının işsiz olmasıyla aile içinde şiddet görmesi arasında anlamlı ilişki saptanmıştır. Yine Ankara’da 1995 yılında gecekondularda yaşayanlarla yürütülen bir araştırmada kadına yönelik şiddet % 97 olarak saptanırken, 1996’da yine Ankara’da orta ve üst gelir gruplardan gelen kadınlarda % 23-71 arasında saptanmıştır. Yine kadın cinayetlerinin önemli bir faktörü de namus anlayışının, kadınlara indirgenmiş olmasında yatar. Buna özellikle ülkemizin Kürt illerinde sıkça rastlamaktayız. 15 yaşındaki bir genç kız erkek arkadaşıyla telefonda konuştu diye dedesi ve babası tarafından diri diri toprağa Silivri Zindanı yıkılacak, Yurtseverler Özgür kalacak! Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü, 11 Ekim Salı günü Vardiya Bizde Platformu’nun Silivri’de açmış olduğu Çadır Direnişi’ne bir destek ziyareti-eylemi gerçekleştirdi. ABD-AB (AB-D) Emperyalistleri, Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın rövanşını almak istiyor ve ülkemize Yeni Sevr’i da- gömülüp öldürülüyor… Kendilerinden çok büyük erkeklerle ve üstelik o erkeğin ikinci ya da üçüncü eşi olarak başlık parası için evlendirilen kızların buna karşı çıkması ve kaçması vb. nedenlerden dolayı bunu namus meselesi haline getirip aile meclisinin kararı ile öldürülmesi, artık son yıllarda çokça duyduğumuz bir durum haline gelmiştir. Ayrıca “ya benimsin ya da kara toprağın” anlayışı da ülkemizde hâkimdir. Yani erkek bu anlayış ile kadın üzerinde hak sahibi olduğunu düşünür ve bunu hayata geçirir. Kendini kadından üstün gören erkek, kadın isteğini yerine getirmediği takdirde buna tahammül edemez ve bunu da şiddet kullanarak halletmek ister. Yani erkek egemen bir toplumda, erkek, isteğinin yerine gelmemesine tahammül edememektedir. O yüzden de atalarımızın “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” sözü eksiksiz olarak uygulanır. Şiddete maruz kalan kadın, eşinden ayrılmak istediğinde ise bu erkek ve toplum açısından çok yanlış bir şey gibi görülmekte ve kadın öldürülerek cezalandırılmaktadır. Kadın cinayetlerinin her geçen gün daha da artmasının önüne geçmek için Tayyipgiller İktidarı yasalarda bazı değişiklikler yapma arayışlarına girdi. Ama bize göre, Tayipgiller, Şeriat anlayışı ile donatılmış zihinlerini boşaltmadıkça, yasalarda yapacakları değişiklikler ne olursa olsun bu sorunu çözemezler. Daha doğrusu çözmek istemezler. Onlar, bu sorunu ancak göstermelik yasalar çıkartarak, çözüyormuş gibi gösterirler o kadar. Çünkü onlar, kadınları Ortaçağ karanlıklarına götürmek istiyorlar. Bir erkeğin dört eşinden birisi olmasını savunuyorlar. Kadının yeri evidir, kadın yanında erkek olmadan dışarı çıkamaz, okuması da yasaktır, çalışması da. Yani kadın erkeğin kölesi ve hizmetçisidir. AKP’li Fatih ve Eyüp Belediyelerine danışmanlık yapan Sibel Üresin, çok eşliliğin dinde olduğunu savunarak, “Çok eşlilik yasal olmalı” diyerek Tayipgiller’in kadına gerçek bakışını da ortaya koyuyor. Onların zihinleri bu düşünceler ile doluyken onların kadın sorunu ve cinayetleri konusunda gerçekçi çözümler getirmesini beklemek saflık olur. Ayrıca; fiziksel, duygusal, cinsel ve ekonomik şiddete maruz kalan kadınlar için geçici bir çözüm olan Sığınma Evleri, kadınların faal yönünü kendilerinin belirleyeceği bir hayat sürme yeteneklerini geliştirebilecekleri bir model sağlamalarına ve kadınların bağımsız olmalarına ve hür iradelerini kazanmalarına destek vermeyi amaçlamasına rağmen, bu görevini yapmıyor ne yazık ki. Ve mağdur kadınların sığınabilecekleri, kendilerini güvende hissedip, yaşamlarını sürdürebilecekleri yeterli sayıda kadın sığınma evleri de yok. Hasbelkader devletin bir Sığınma Evi’ne yerleşen kadınlar ise üç ay sonra normal hayatlarına döndüklerinde sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Çünkü bu sığınma evleri sosyal devlet anlayışı ile işletilmiyor. Barınma ve beslenme gibi yaşamsal ihtiyaçlarını giderip, hukuksal yoldan hak arama sürecini başlatana kadar mağdur kadın için, sığınma evlerinin devreye girmesi gerekirken, bu görevlerini yapmıyorlar ne yazık ki. Sadece görev savma mantığı ile hareket ediyorlar. Şiddet gören kadınlara hizmet veren ancak sayıları yetersiz olduğu için birçok kadının sokakta kalmasına neden olan Sığınma Evleri için Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, “Şiddet gören kadına kalkan olacağız, nüfuyatıyor. Bu alçakça planı gerçekleştirmelerinin önünde bir engel olarak gördükleri antiemperyalist, Mustafa Kemalci, yurtsever unsurları sindirmek için Tayyipgiller eliyle, sayıları gittikçe kabaran, ortaya delil diye konan dokümanlara ve iddialara eşeklerin bile güleceği denli uydurma “Ergenekon ve Balyoz Saldırıları”nı düzenlediler, bildiğimiz gibi. Bu saldırılardan dolayı Silivri Zindanı’nda tutsak bulunan yurtsever subay ve aydınların aileleriyle yakınlarının başını çektiği “Vardiya Bizde Platformu” 32 gündür Silivri’de Cezaevi karşısında açtıkları çadırlarda direnişte. su 50 binin üzerinde olan belediyeler için kadın sığınma evi açmalarını zorunlu hale getireceğiz” açıklaması yaptı. Ama biz biliyoruz ki Tayipgiller İktidarı bu konuda da samimi değildir. Kadın cinayetlerine gelen tepkilerden dolayı göstermelik yapılacak bir şey bu da. Çünkü biz bunların özünde bu konuda da gerçekte ne düşündüklerini biliyoruz. AKP’li Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek 2003 yılındaki bir açıklamasında aynen şu sözcükleri söylüyor: “Sığınma evleri açıldıktan sonra neye dönüştü biliyor musunuz? Bunu burada açıklayamam, çünkü burada hanımlar var”. Koskoca belediye başkanı, üstelik bu tarz sığınma evlerini destekleyeceği yerde kötüleyen bir insan... Oysa, 5393 Sayılı Belediye Kanunun 14. maddesi, “Büyükşehir Belediyeleri ile nüfusu 50.000’i geçen belediyelere Kadınlar ve Çocuklar için koruma evi açar” ifadesi ile belediyelere bu görevi vermiştir. Melih Gökçek, bu sığınma evlerinin gerektiği gibi hizmet vermesi ve daha da çoğalması için emek sarf edeceğine, söylemi ile bu evleri fuhuş yuvası olarak görmekte! Bu zihniyet mi çözecek kadın cinayetlerini, kadına şiddeti vb?.. Kadın sorunu ancak, Sosyalist bir düzende çözülebilir. Bunun en iyi örneğini Sosyalizm ile yönetilen Küba’da görebiliyoruz. Küba’da Kadınlar, eşit birer yurttaş olarak yaşamakta. Küba’da kadınlar, yasalar önünde eğitimden çalışma yaşamına bütün haklarda ve özgürlüklerde erkekle eşit. Devrimden önce fahişelik yapan ya da hizmetçi olarak çalışan kadın, bugün, siyasetten sanata her alanda erkeklerle eşit fırsat ve olanaklarla çalışmakta. * Küba çalışanlarının % 66′sı kadın, * Küba Komünist Partisi’nin % 42′si kadın, * Ülke bazında yöneticilerin % 39′u kadın, * Ülkedeki doktorların % 60′ı kadın, * Üniversitedeki hocaların % 53′ü kadın, * Yargıçların % 74′ü kadın, * Anayasa mahkemesinin %47′si kadın, * Aynı işi yapan kadın ve erkekler aynı maaşı alıyorlar, * Kadınlara mesleklerinde ilerlemeleri için eğitim desteği veriliyor, * Küba’da aile içi şiddet yok denecek kadar az. Kadınlara uygulanan ayrımcılık, şiddet ve cinayetler, ancak ve ancak bizler iktidara geldiğimizde Demokratik Halk İktidarını kurduğumuzda çözülmesi mümkün olacak. “Bu insanlık dışı duruma son vermenin ilk adımı; Kadının sosyal hayatın her alanında en aktif biçimde rol almasını sağlamaktır. Kadın, ekonomik hayatta da, siyasi ve entelektüel hayatta da erkeğe eşdeğer bir görev alacaktır. Yani ekonomik hayatta erkeğin hâkimiyetine son verilecektir. Kadınla erkek eşitlenecektir. Böylece de kadının aşağılanmasına yol açan (onu aşağılayan şartları devamlı üreten) mekanizma kırılmış-ortadan kaldırılmış olacaktır. Erkek egemen düzen, temeli ortadan kaldırılmış olduğu için yıkılmaya; kadın da hakkı olan saygınlığı yeniden kazanmaya başlayacaktır. “Kafaları en çağdaş bilimle, demokratik ve laik kültürle donatılan Kadınlarımız, elbette sosyal hayatın her alanında aktif bir biçimde çalışmak isteyecek ve toplumda hak ettikleri yeri alacaklardır. Tabiî bu iş siyaset yapmayı da kendiliğinden içerir. Doğaldır ki bu alanda da erkeklerle yarışacaklardır. Böylelikle kurtarılmayı, yardım edilmeyi bekleyen ve uman; zayıf, güvensiz insanlar olmaktan çıkacaklar, en insancıl ideoloji sahibi kurtarıcılar, topluma yön vericiler de olacaklardır. “Kadının Kurtuluşunun ikinci ve son aşaması da; toplumda on bin yıldan beri kökleşmiş olan, kadını aşağılayan geleneklerin, kültürün ve alışkanlıkların bütünüyle ortadan kaldırılması-silinmesiyle gerçekleşecektir. “Kurtuluş Partisi ve Kadın Örgütleri; Kadınlarımızın bu duruma yükseltilmesi için ne gerekiyorsa duraksamadan, kararlıca yapacaktır.” (Halkın Kurtuluş Partisi Programı’ndan) İzmir’den Bir Kadın Yoldaş Hem içerideki yakınlarına, Mustafa Kemalci, antiemperyalist, yurtsever insanlara moral vermek, hem de bu haksız, hukuksuz saldırıya karşı mücadele etmek için buradalar. Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü, Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın bedence aramızdan ayrılışının 40’ıncı yılında, her yıl olduğu gibi Topkapı’daki mezarıbaşında bir anma düzenledikten sonra Silivri’ye giderek Çadır Direnişi’ne destek oldu. Partililer, çadırların bulunduğu alana kadar yaklaşık 500 metre sloganlarla yürüdüler. Yürüyüş sırasında, “Silivri Zindanı Yıkılacak!”, Dünyanın güzelim gıdaları herkese yetecekken insanlığın büyük bölümü niçin aç? 16 Ekim Dünya Gıda Günü: B irleşmiş Milletler (BM) yoksulluğa, ölüme mahkûm en halk düşmanı ve AB-D’ye Gıda ve Tarım Örgütü ederler. Bunda da en ufak bir en sadık olan Tayyipgiller ya(FAO) tarafından 1981 tereddüt göstermezler. Yeter pıyor bu görevi. tarihinde 16 Ekim, Dünya Gı- ki, çıkarları onu gerektirsin… Peki ya üreticimizin hali ne da Günü olarak ilan edilmiştir. Ülkemize baktığımızda, durumda? Kendisi de emperyalist bir bir- Türkiye İstatistik Kurumu 3.5 milyon köylümüz, lik olan BM, böyle günlerde (TÜİK) verileri, Türkiye’de ürettiğinin karşılığını alamadıyaptığı “Dünyada Açlığı Nasıl açlık sınırı altında 550 bin, ğı, yeterince devlet desteği alÖnleyebiliriz?” konulu toplan- yoksulluk sınırı altında ise 16 madığı için her geçen gün tılarla dünya halklarına şirin milyon kişinin (% 22) yaşa- borçlanmış ve yerinden, yurgörünmeye çalışır. Çünkü şirin dığını göstermektedir. dundan ve toprağından koolan iler tutar bir yanı yoktur. Peki Açlık Sınırı nedir? parılmıştır. Dünyanın başhaydudu ABD, Dört kişilik bir ailenin 2.5 milyon hektar tarım onun “fino köpeği” İngiltere, sağlıklı, dengeli ve yeterli arazisi üretimde kullanılmaFransa, Rusya gibi dünya halk- beslenebilmesi için yapması makta, boş durmaktadır. larını açlığa, yoksulluğa mah- gereken gıda harcaması tutaHayvancılık sektörü öldükûm eden, kan ve gözyaşına rıdır. rülmüş, büyükbaş ve küçükbaş boğan emperyalist devletler Türk-İş’in Eylül ayı için hayvan sayısı hızla azalmış, et başı çeker BM’de. İşte bu yüz- açıkladığı açlık sınırı 902,41 fiyatları tavan yapmış ve sağden en azından “şirin” görün- liradır. Gıda harcaması ile bir- lıksız, denetimsiz bir şekilde mek isterler halkların gözünde. likte giyim, konut (kira, elek- önü açılan et ithalatıyla hem Güya amaçları dünyadaki açlı- trik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, üreticiye hem de tüketiciye bir ğı ortadan kaldırmak ya da en sağlık ve benzeri ihtiyaçlar darbe indirilmiştir. azından azaltmaktır… için yapılması zorunlu diğer Destekleyici, koruyucu ve Ancak ne acıdır ki, 16 harcamaların toplam tutarı da sübvanse edici bir kurumdan Ekim Dünya Gıda Günü’nün Yoksulluk Sınırı olur ki, o da yoksun bırakılan süt üreticileri ilan edildiği 1981’den bugüne aynı dönem için 2.939,45 lira girdi maliyetlerinin altında ezigerek dünyada gerekse ülke- olarak açıklanmıştır. 2011 yı- lerek süt üretiminden koparılmizde açlık, bırakın ortadan lının ikinci yarısı için ülkemiz- mıştır. kalkmayı, bir nebze olsun azal- de geçerli olan et Asgari ÜcDuyarlı meslek örgütlerimak yerine daha da artmıştır. ret (Asgari Geçim İndirimi nin tüm uyarılarına rağmen, Bunun dünyadaki en somut ör- hariç) 600 TL’dir. İşçi Sınıfı- yerli-yabancı Parababalarının neğini son günlerde Ortaçağcı- mızın büyük çoğunluğu Asgari istekleri doğrultusunda, halkıgericilerin de demagoji malze- Ücretle çalıştığı ve bu, ailele- mızın yeterli, güvenli, kaliteli mesi olarak pek iyi kullandık- riyle birlikte milyonlarca insan ve denetlenebilir gıdaya erişiları Somali’de görebiliriz. Du- demek olduğu için gerçek sa- mini engelleyecek, binlerce rumun vahametini BM Gıda ve yıların TÜİK’in verilerinin çok (yaklaşık 25 bin) Ziraat, Gıda Tarım Örgütü ve Kimya Mü(FAO)’nun hendisini işsiz kendi verileri bırakacak kaortaya koyununlar, yönetyor. melikler (Gıda, FAO’nun Biyogüvenlik, 2010 yılı veriTohum gibi) çılerine göre, karılmıştır. dünya nüfusuİşte tarım ve nu oluşturan hayvancılığımı6.5 milyar inzın Tayyipgiller sandan 1 mileliyle çökertiliyar 20 bini yaşi, Dünya Gıda ni dünya üzeGünü’nün rindeki her 6 ki- Türk ve Amerikalı işadamları, iftar sofrasında buluştu 30’uncu yılında şiden 1’i açlığa köylümüzün hal-i üstünde olduğunu tahmin edimahkûmdur. 5 yaş altındaki yoruz. pür melali (acınası hali)… 195 milyon çocuk yeterince BM Gıda ve Tarım Örgütü, Yine TÜİK verilerine göre, beslenememektedir. 1 yıl içe- Türkiye’de kişi başı yıllık et her yıl olduğu gibi dünyada açrisinde ölen 10 milyon çocuk- tüketim miktarı 6 kilogra- lığı yok etmek için, açlıkla mütan 5 milyonu yeterince bes- mın altındadır. Kişibaşı süt cadelenin hükümetlerin birinlenememe veya yanlış beslen- tüketimi 25 litrenin altında- cil görevi olabilmesi için açlıme sonucu ölmüştür. Ayrıca dır. Bu yüzden gözümüzün be- ğa karşı kampanyalar düzenliFAO’nun raporunda, Dünyada beği çocuklarımızın yüzde yor. 30 yıldır düzenlediği kam1 milyar aç insana karşılık, 27.4’ü kronik beslenme ye- panyalarla gelinen nokta yukayaklaşık 760 bin obez olduğu, tersizliği yaşamaktadır. Do- rıdaki manzaraları ortaya çıAvrupa’da yiyeceklerin orta- ğurganlık çağındaki kadınla- kartmış görünüyor. Çünkü bu lama yüzde 40’ının israf edil- rın yüzde 27’si yetersiz bes- düzende, kapitalist düzende diği açıklanmıştır. lenmektedir ve 0-12 yaş ara- açlığı yok etmek mümkün deFAO, raporlarında, dünya lığındaki çocuk nüfusun yüz- ğildir. Çünkü kapitalizm açlıkgıda arzının son 1 yılda yüzde de 71’i yetersiz beslenmeden tan beslenir. Kan emicidir. 17 arttığını belirtmektedir. An- dolayı vücut dirençleri yeterÇözüm Demokratik Halk cak diğer taraftan Ekonomik li olamadığı için salgın hasta- İktidarı’nda, herkesin denKalkınma ve İşbirliği Örgütü lıklara açık durumdadır. İşte geli, sağlıklı ve en ucuz şekil(OECD)’nin raporlarıysa, 16 Ekim Dünya Gıda de tüm gıdalara erişebildiği, dünya gıda arzının yaklaşık Günü’nün 30’uncu yılında ül- israfın önlendiği, hele hele yarısının (% 49), dünya nü- kemizden açlık manzaraları. çocukların yaşlarının gerekfusunun yüzde 12’sini oluştuBir zamanlar iyi kötü tarım tirdiği her türlü besine mümran 780 milyonluk azınlık ta- ve hayvancılığıyla kendi ken- künse ücretsiz ulaşabildiği rafından tüketildiğini ortaya dine yetebilen Türkiye’den bu- bir düzendedir. Tarımsal ürekoymaktadır. gün eser kalmadı. Tüketici ya- timde kendi kendine yeterlilik Bu veriler, yetersiz beslen- ni halkımız, adı tüketici ama başta gelir. Üreticiye gereken me ve açlığın, kafatasçı Malt- tüketebildiği bir şey yok. Kro- her türlü destek sağlanır. Ürehusçuların iddia ettiği gibi nik beslenme yetersizliğinin tici örgütleri en ücra köylere dünya nüfusunun geometrik pençesinde kıvranıyor çoluk dek kurulur. Üreticiyle tükeolarak artmasından değil, em- çocuk. tici arasındaki asalaklar-tüm peryalizmin bir sonucu olan engeller kaldırılır. Üreticiden Peki neden? yoksulluktan, adaletsiz paylaABD ve AB (AB-D) Em- tüketiciye doğrudan bir zincir şımdan kaynaklandığını gös- peryalistlerinin ve onların eko- kurulur. Halktan yana, üreticitermektedir. Asıl neden insanın nomik zor örgütleri IMF, Dün- den yana, ulusal bir tarım ve insanı ezdiği, sömürdüğü bu ya Bankası’nın ülkemizi iğne- hayvancılık politikası uygulaParababaları düzenidir. Bu dü- den ipliğe dışa bağımlı hale ge- nır. İşte böyle günlerde Dünzende emperyalist tekeller sa- tirmesinden, üretemeyen, AB- ya Gıda Günü gerçekten kutdece kârlarına bakarlar, dünya- D Emperyalistlerine göbekten lamaya şayan bir gün olacak nın bütün yeraltı, yerüstü kay- bağımlı bir ülke haline getiri- tır. naklarını yağmalarlar ve kendi şinden, satılık iktidarlar eliyle. çıkarları için dünya halklarını Bugün bunların içinde en hain, açlığa, susuzluğa, işsizliğe, “Yurtseverler Özgür Kalacak!”, “Ergenekon Yalanı AB-D’nin Planı!”, “Kahrolsun ABD, AB Emperyalizmi!” sloganları atıldı. Coşkulu, heyecanlı, hüzünlü bir buluşmanın yaşandığı ziyaret bir eyleme dönüştü. Parti adına İstanbul İl Başkanı Av. Pınar Akbina, Silivri tutsaklarının aileleriyle yakınlarına hitap etti. Akbina konuşmasında, Ergenekon Oyunu’nun AB-D Emperyalistlerinin bir planı olduğunu ve İkinci bir Kurtuluş Savaşı’yla bu oyunun bozulacağını, emperyalistler ve onların yerli uşakları Tayyipgiller’in de tası tarağıyla ülkemizden defedileceğini belirt- ti. Orada bulunan tutsak aileleri adına Silivri’de tutuklu bulunan Çetin Doğan Paşa’nın eşi ilgün Doğan bir konuşma yaptı. Nilgün Doğan, bu planın nasıl tezgâhlandığı konusunda Kurtuluş Partililerle aynı görüşleri paylaşarak, bu ziyaretten büyük moral aldıklarını da sözlerine ekledi. Program, kapalı alanda yapılan sohbetler ve çadırların ziyaret edilmesiyle sonlandı. 11.10.2011 İstanbul’dan Kurtuluş Partililer 23 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Emperyalistler ödülleri kimlere verirler? E ğer onlara hizmet ettiysen, onların çıkarlarını ülke ve toplum çıkarlarının önüne koyduysan yani onlara uşaklık ediyorsan sen mutlaka onların gözdesisin. Bu nedenle sana ödül vereceklerdir. Tabiî Siyonistler de, karşılığını alacakları kimselere ödül verirler. Medyada okuduk. Tayyip Erdoğan’a, Abdullah Gül’e, Ahmet Davutoğlu’na, Çevik Bir’e ödül verilmiş. Ödül veren kurumları incelersek, ismi geçen kişilerin kimlere hizmet ettiğini anlarız. Ona göre değerlendiririz. Tayyip ve Emine Erdoğan’a “Crans Mantana Forumu”, “kadının itibarını güçlendirdikleri” için ödül verdi. Tayyip’e Araplar ödül üzerine ödül verdiler. 10 Ocak’ta, Kuveyt “Üstün Müslüman Şahsiyet” ödülü verdi. Suudi Arabistan’ın verdiği ödül, Ortadoğu’da verilen en büyük ödül olan “Kral Faysal İslam’a Hizmet” ödülüdür. Bu ödül, Nobel ödülü ayarında olup şimdiye dek bu ödülü alan 5 kişi Nobel Ödülü de aldı. Tayyip çok iyi Müslüman olduğu için “AJC” isimli Yahudi kuruluşundan Ocak 2004’te Amerika gezisi sırasında “Cesaret Karakteri Ödülü ” aldı. Ne iştir ki aynı ödülü Türkiye’den bir de Çevik Bir Paşa almıştı. Emperyalizme ve Siyonizme hizmet edenlere madalya üzerine madalya verilir. Orada laikliğe ve Müslümanlığa değil hizmette kusursuz olmaya önem verilir. Tayyip, Amerikan beslemesi Fethullah Gülen’le de iyi anlaşır. Fethullah Gülen de ABD süzgecinden geçen ve orada yaşayan, oradan fetvalar vererek “Ilımlı İslam Cumhuriyeti”ne doğru giden yolda Türkiye’deki yandaşlarını yönlendiren bir kişidir. Bu konuda da başarılıdır. Devletin en üst kademesine kadar kadroları yükseldi, ordu ve poliste etkinlikleri arttı, yargıda söz sahibi olmaya başladılar. Tayyip’e bir ödül de Fethullah Gülen yanlısı kuruluş tarafından verildi: “Washington Rumi Forum’da Fethullah Gülen’in 2007 iftar yemeğine Washington Büyükelçisi "abi Şensoy’da katıldı. 2006 yılı iftar yemeğine aynı zamanda TESEV raporcularından olan Büyükelçilik Maslahatgüzarı Burak Akçapar katılmıştı. Rumi Forum, 13 Mart 2007’de R. Tayyip Erdoğan’a verilen “2007 Uygarlıklararası Diyalog Ödülü”nü Başbakan adına Egemen Bağış aldı.” (Mustafa Yıldırım, Ortağın Çocukları, s. 86) Tayyip ve Çevik Bir’den önce rahmetli Bülent Ecevit de İsrail-ABD süzgecinden başarıyla geçmişti: “Başarılı çalışmalar sonucunda Türk hükümetleri de ekonomik bunalımları aşmada ve özellikle Amerikan Kongresini ve devlet yönetimini etkilemede İsrail destekçisi örgütlerin önemine inandılar. Yahudi dernekleriyle ilişkiler yoğunlaştı. İlk üst düzey ilişki Bülent Ecevit’in 1 Şubat 2002’de ‘Ahit’in Çocukları’ ADL B’nai B’rith’e konuk olmasıydı. Ecevit’i “uluslararası devlet adamı” olarak niteleyen örgüt ona, Tevrat’ın cihat borusu ‘şofar’ı verdi.” (Mustafa Yıldırım, agy, s. 31) ABD, Tayyip’i yetiştiren Nakşibendî tarikatından olup bir zamanlar Başbakan, TC’nin mümtaz hırsızı Necmettin Erbakan’ı da unutmadı: “Şikago, 5 Eylül 1998, Çarşamba günü IS"A (İslamic Society of "orth America/Kuzey Amerika İslami Cemaati)’nin kongresinin yapıldığı binanın 4 numaralı salonunda toplananlar, önemli bir olaya tanık oldular. Bu olay, aynı kongrede Beşir Atalay’ın “Civil Society: An Islamic Perspective” başlığı altında Allah’ın rehberliğinde ‘sivil’ toplumun nasıl kurulacağını anlatmasından ve Yusuf Ziya Kavakçı’nın “Living with Dignity in Muslim Families” başlıklı tebliği sunarak evlilik ve boşanma konusunda aydınlık getirmesinden daha önemliydi. “Türkiye Cumhuriyeti Milli Güvenlik Kurulu’nun kararlarının ardından başbakanlıktan istifa etmiş olan "ecmettin Erbakan’a bir ödül verilecektir. Türkiye’de kimi çevrelerce, demokrasi karşıtı, şeriatçı gibi yakışıksız suçlamalarla karşılaşan Erbakan’a layık görülen “IS"A Human Dignity Award” yani ‘İnsanlık Onuru Ödülü’nün gerekçesi şöyle açıklanıyordu: “"ecmettin Erbakan, şimdi yasaklanmış olan Refah Partisi’ne bir seçim zaferi kazandırmış, laik askeri cunta tarafından görevin- den uzaklaştırılmadan önce Türkiye’ye İslami demokrasiyi tattırmıştır. IS"A ödülü "ecmettin Erbakan’a İslam’a ve Türkiye’ye yapmış olduğu hizmetler nedeniyle verilmektedir” (Mustafa Yıldırım, şifre çözücü “project democracy -Sivil Örümceğin Ağında, s. 416) İşte yeni kaybettiğimiz Erbakan Hoca da budur. Yüz binlerin ardından gözyaşı döktüğü, Tören Paşalarının “ değerli bilim adamı ve siyasetçiydi” dediği bu adam, ABD İslam cemaatlerinden ödül alan, devlet hazinesinin altınlarını Abdullah Gül ile birlikte iç eden kişidir. Başbakanlık konutunda tarikat yöneticilerini ve şeyhleri konuk eden Erbakan’dır. “Adil Düzen” diyerek halkı aldatan Tayyipgiller’in akıl hocası gene odur. Bir de liboş var. O da ödüllendirilen uşaklardan birisidir; Atilla Yayla: “MPS’nin ABD’deki merkezi Atlas Foundation, bağlı 42 şubesiyle tüm dünyada örgütlenmişlerdir. “Türkiye’den Atilla Yayla, Atlas’ın bir üyesi olduktan sonra, Ankara’da Hacettepe Üniversitesi’nde ALT(Association of Liberal Thought) derneğini kurdu. Halifax’da Atlas merkezindeki görevinden ayrılarak Türkiye’ye gelen Prof. A. Yayla, Gazi Üniversitesi’ne “İnterdisciplinary Course of Freedom) dersi koydurdu. Bu başarısıyla Atlas’ın yan örgütü International Freedom Project ve Temple Foundation’dan ödül almaya hak kazandı. “Prof. Yayla, “Islam, Civil Society and Market Economy–2000” adlı kitabıyla da, 2000 yılında da 5.000 dolarlık ‘Antony Fisher ödülü’ne layık görülmüştür. Türkiye bilim dünyasına “açık toplum” liberalliğinin yerleşmesi adına olumlu gelişmelerdir bunlar.” (Mustafa Yıldırım, agy, s.113) Bu adam Mustafa Kemal düşmanı bir liboştur. Liberal Enternasyonali demek olan MPS, kendisini değerli bularak ödül verdi. Kim ki bu toprakların emperyalistler tarafından sömürülmesine göz yumar ya da onların çıkarını savunur, işte o gibi hainlere ödül verilir. Bir ödül de Mesut Barzani’ye verildi. “Welcome USA” yazarak Kürdistan’a ABD askerlerini davet eden Barzani, uşaklığının karşılığını “ödül” olarak aldı: “Süleymaniye’de geçen hafta başlayan ve giderek yayılan olaylardan önce bölgeden ayrılarak Avrupa’ya giden bölgesel Kürt yönetimi başkanı Mesut Barzani, dün akşam İtalyan Senatosu’nda bulunan "ATO işlerinden sorumlu üyesi Sergio De Gregorio’dan ‘"ATO Barış Ödülü’nü aldı. “Gregorio, Irak’taki Kürt bölgesindeki siyasi ve demokratik deneyimin Irak ve Ortadoğu için çok iyi bir örnek oluşturduğunu, burada farklı grup, düşüncelere ve dinlere karşı büyük bir saygı gösterildiğini, yeni Irak hükümetinin kurulmasına yönelik Barzani’nin küçümsenemez katkıları olduğunu söyledi. “Gregorio, Barzani’nin bölgedeki Hırıstiyanlar’a kucak açtığını onlara sığınma olanağı sağlayarak yardımlarda bulunduğunu bildirirken, ayrıca Kürt, Arap, Türkmen, Süryani, Keldani, Ermeni, Müslüman ve Hıristiyan ve Yezidi ayrımı yapmadan Kuzey Irak’ta hoşgörü ve barış içinde birlikte yaşamayı sağlamaya çalıştıklarını anlattı. Barzani’nin İtalya’nın Dışişleri Bakanı Franco Frattini ve Papa Benedict XVI, hem de diğer İtalyan yetkilileri ile görüşeceği ifade edildi.” (www.ufkumuz.com, 23.02. 2011) Cumhurbaşkanımız(!) Abdullah Gül’ü unutabilir miyiz hiç? Tayyipgiller’in en has adamının, Dışişleri Bakanı iken ABD askerleri için söylediği sözleri hangi vatansever unutabilir ki?.. “Abdullah Gül, “Dünya barışı için son 50 senede dünyada en çok Amerikalılar kendi çocuklarını feda etmişlerdir” dedi. “(…) Takvim gazetesine açıklamalarda bulunan Gül’ün mesajlarının satırbaşları şöyle: Dünya barışı için, barışı korumak, barışı yapmak için, son 50 senede dünyada en çok Amerikalılar kendi çocuklarını feda etmişlerdir.” (Milliyet internet. www. akpgercegi.com) İşte böyle diyor Gül, ABD için Dışişleri Bakanı iken. Tabiî ki kendisini ABD ve İngiltere’den ödül almadan Türkiye’de cumhurbaşkanı yaparak ödüllendiriyorlar. Ama kendi partisinde bile bu söylediklerini hazmedemeyenler oluyor: “AKP’den tepki: ABD bir yalan imparatorluğu “Gül’e AKP’den şu tepki geldi: “Abdullah Çalışkan (Adana): ABD’liler barışı korumadı, barış havariliğine soyundu. Kaybedilen askerler, barış uğrunda ölen askerler mi? Yoksa dünya hegemonyası, ABD imparatorluğu için ölen askerler mi? ABD için barış anıtı dikilen bir ülke yok. Bu, ABD için utanç verici bir durum. ABD bir yalan imparatorluğu üzerine kuruldu. Bu yalanına devam ediyor. ABD’nin barışına dünyanın ihtiyacı yok. Kıtasına çekilirse o zaman dünya barışı sağlanır.” ( Haber: Milliyet internet. www.akpgercegi.com) Önce 2008’de ABD’de bir sivil örümcek olan “FPA (Dış İşleri Derneği)”den ödül olarak altın madalya aldı A. Gül. FPA nedir: “1918’de aralarında ünlü işadamlarının da bulunduğu 141 Amerikalı tarafından “League of Free "ations Association” adıyla kuruldu. İlan edilen amacı, Amerikan toplumunu, özellikle gençleri iç-dış politika alanında eğitmekti. Bu tür, özellikle şirketlerin oluşturduğu örgütlerin temel amacı, devlet politikasını etkilemektir. II. Dünya Savaşından sonra dünyanın yeniden düzenlendiği dönemde League of Free "ations Association kendisini yeniledi ve 1923’te adını FPA olarak değiştirdi. “Kamuoyu yoklamaları yaptıran FPA, raporlarını ABD Başkanı’na, Dışişleri ve Savunma bakanlıklarına, Kongre üyelerine ve medyaya vererek politikayı yönlendiriyor. Yayınlarıyla, eğitim programlarıyla toplumu etkileyen dernek, konferanslar, özel toplantılar düzenliyor.” (Mustafa Yıldırım, Ortağın Çocukları s. 106) İşte FPA (Dış İşleri Derneği) budur. Abdullah Gül’e altın madalya verilişinin kısa öyküsü: “FPA her yıl “Dünya Liderlik Forumu” adı altında çeşitli ülkelerin yöneticilerini topluyor. 25 Eylül 2003’te Dışişleri Bakanı Abdullah C. Gül, toplantıya çağrıldı ve bu tür toplantılarda yaptığı gibi ayrıntılı bilgiler verdi. Gül, Merrill Lynch İkinci Başkanı Brian Henderson’un sunuş konuşmasının ardından Amerikan yayınlarını izlediğini belli eden sözlerle konuya girdi ve Türkiye’nin yeni rejimini tanımlayan “Ilımlı İslam” kavramından söz etti: “AB Dış İlişkiler Komiseri Mr Chris Patent, Foreign Policy Quarterly’deki son yazısında Türkiye’yi ‘Demokratik gelişmenin ılımlı İslam ile nasıl bağdaşabileceğinin açık uygulaması’ olarak anlatmaktadır. “Abdullah C. Gül FPA’nın konukseverliğini boşa çıkarmadı ve Amerika’ya bağlılığı, “en güçlü terimlerle vurgulamak isterim ki Türkiye’nin Birleşik Devletler ile çok yönlü konularda ve çeşitli coğrafyalarda ortaklığı ve müttefikliği güçlü, sağlam ve etkilidir ” diyerek dile getirdi. “Gül, Türkiye-ABD ilişkisinin belirli ortaklık konularıyla sınırlı olmadığını, felsefi bir temele dayandığını, “Ortak değerlere; hürriyet, insan hakları ve piyasa ekonomisi değerlerine dayanmaktadır” diyerek vurguladı. Gül, ABD ile birlikteliğin ne kadar geniş olduğunu da “Kafkaslarda bölgesel ortaklığı, Orta Asya’da bağımsızlığın ve güvenliğin güçlendirilmesi” diyerek belirtti. “2003’te Ermeni Dışişleri Bakanı ile görüştüğünü, gelecekte de görüşeceklerini; Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerinde rol oynayacaklarını anlatan Gül, müttefiklik için önemli girişimlerde bulunduğunu ayrıntılarıyla anlatırken, daha yakınlarda bir kalkışma sonucu rejimi değiştirilen Gürcistan’a da gittiğini ve bu devlete “çok yardım ettiklerini” açıkladı. Abdullah C. Gül, müttefikleri ve ABD’nin kol kanat gerdiği devletleri sevindirecek bu konuşmasıyla özetlediği açılım politikasının karşılığını 5 yıl sonra aldı. BM 63. Genel Kurulu’na katılmak üzere Amerika’ya giden Cumhurbaşkanı Gül, Fethullah Gülen yakınlarınca kurulan ‘Turkish Cultural Center’ın 3. yıl yemeğine katıldı. 24 Eylül 2008’de FPA’ya yeni Cumhurbaşkanı olarak konuk oldu ve “Ortadoğu’da Barışa Katkısı” gerekçe gösterilerek bir altın madalyayla ödüllendirildi. “FPA’nın altın madalyası daha önceleri CIA eski Başkanı Tuğ. Tansfield Turner’a, Kofi Annan’a, Bill Clinton’a, Richard Holbrooke’a, Dünya Bankası Başkanı James D. Wolfenson’a, Senatör George Mitchell’e, HSBC Başkanı George Mitchell’e verilmişti.” ABD sivil örümceklerinden altın madalya alan Gül’e, taptığı Para Tanrısı yürü ya kulum dedi. Sıra İngiltere’deydi. İngiltere de, ABD gibi kendisini beğendi. İki ödül birden verdi. İngiltere’den Birinci ödül: “Kraliçe Elizabeth de Abdullah C. Gül’ü 14 Mayıs 2008’de “Birleşik Krallık Büyük Haç Şövalyelik” ödülüyle onurlandırdı. Bu onun 2007’de aldığı Suudi Arabistan’ın ‘Kral Abdülaziz’ nişanından sonraki ikinci kraliyet ödülü oldu.” (Mustafa Yıldırım, Ortağın Çocukları, s. 236) Gelelim ikinci ödüle. Bakalım kimler aracı oluyor Gül’e ödül verilmesinde? Suzan Sabancı Dinçer. Sabancı Holding’in ortaklarından, 2011 Bilderberg katılımcısı, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) bünyesindeki Türk-İngiliz İş Konseyi Başkanı olup dünyanın en zenginler listesinin 1057’nci sırasında olup serveti 1,1 milyar dolardır. Finans-Kapitalistler kullanabilecekleri kişileri ödüllendirirler. Abdullah Gül de bunlardan birisidir. Chantam House’ın 90. kuruluş yıldönümünde yapılan ödül töreninde İngiltere Kraliçesi’nden ödül aldı: “İngiltere Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (Chatham House) üyeleri tarafından yıl içinde uluslararası ilişkilerin gelişmesine en önemli katkıyı yapan devlet adamı seçilen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ödülünü dün Londra’da düzenlenen bir törenle Chatham House hamisi İngiltere Kraliçesi’nden aldı. Bu ödülün Cumhurbaşkanı Gül’e verilmesinde, Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer’in Gül’ü önererek adaylar alınmasını sağlaması önemli bir rol oynadı.” (Vatan, 10 Kasım 2010) “Kuruluşun üyesi Avrupa ve Ortadoğu Araştırmaları Direktörü Fadi Hakura, Cumhurbaşkanı Gül’ün alacağı ödülle ilgili açıklamasında, Türkiye’de son 5–6 yılda “Chatham House”da ön plana çıktığını belirterek “Türkiye, şu anda hem bölgesel, hem de uluslararası anlamda büyük rol üstlenen önemli bir ülke. Dolayısıyla Türkiye Chatham House için öncelik olmaya başladı” dedi.” (Cumhuriyet, 02 Kasım 2010) Burada tarihi açıdan dikkat edilmesi gereken bir nokta var. 09 Kasım 1918’de İngiliz Emperyalistleri Çanakkale’yi işgale kalktılar. Çanakkale Boğazı’nın iki yakası, İngilizlerce işgal edildi. Çanakkale’ye bir İngiliz müfrezesi çıktı. 09 Kasım 1918’de İngilizler, İskenderun ve Antakya’ya asker çıkardı. İşte böyle bir günün yıldönümünde Cumhurbaşkanı Gül’e ödül verilmesi anlamlıdır. Mustafa Kemal’in ve Çanakkale Şehitlerinin kemiklerinin sızlayacağı bir gündür. İngiliz Emperyalistlerini defeden Mustafa Kemal’in koltuğunda oturan kişi, İngiliz Emperyalistlerinin Kraliçesinden Anadolu’ya asker çıkardıkları günde ödül alıyor. Hiç mi Tarihimize saygın yok diye sormazlar mı adama? Ama adam değil ki? Onlar için Mustafa Kemal kim oluyor? Çanakkale işgal edilmiş, İskenderun ve Antakya’ya çıkılmış, kim düşünür bunu?.. Şimdi gelelim Abdullah Gül’ün halefi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na. Sırıtkan gülüşüyle dünyaya nam salmış bu şahsiyete de “ödül” verilmiş. Henüz Dışişleri Bakanı olmadan büyükelçilerin giremediği toplantılarda Gül’e eşlik eden Davutoğlu da “ödül” furyasından nasbini almıştır. “Aktif dış politika” ustası olarak Batı’dan övgüler alan Ahmet Davutoğlu 2010 başlarında Woodrow Wilson Center tarafından ödüllendirildi.” (Mustafa Yıldırım- Ortağın Çocukları, s. 236) Emperyalizme yaranmalarının Türkiye’deki ödülünü de Tayyipgiller’in Dışişleri Bakanı olarak aldı. 1742 yılında kurulan ABD’nin CIA bağlantılı üniversitesi Princeton Üniversitesi mütevelli heyetinde ödül veren merkezin finansörü ve danışmanı Cleveland H. Dodge bulunuyordu. ABD’nin sivil örümceklerinden biri olan merkez, “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (P"AC)” bildirisini imzalayan kuruluşlardan birisidir. “Birçok ünlü tutucunun ve İsrail yandaşının imzaladığı bildiride P"AC amacını “ABD’nin geçen yüzyılda gösterdiği başarısını, güvenliğimizi ve büyüklüğümüzü güvence altına alarak yaşatmak gereklidir ” diyerek açıkladı ve temel görevlerini belirledi: “Amerika’nın küresel önderliğini desteklemek için yürüyeceğiz. “Savunma giderleri yükseltilmelidir. “Demokrasi müttefikleriyle bağlar güçlendirilmelidir. “Yurtdışında siyasal ve ekonomik özgürlük geliştirilmelidir. “Uluslararası düzenin, güvenliğimize, zenginliğimize uygun olmasını sağlamalıyız.” “P"AC’nin bildirilerini imzalayanlar, "ED, IRI, "DI, Hudson Institute, ADL, AİPAC, AEI, JI"SA, CFR, CPD, CSİS, WI"EP, RA"D, Heritage Foundation, American Alliance of Jews and Christians, Jerusalem Summit, Woodrow Wilson Center, GMF, Freedom House, Radio Free Europe ve CIA gibi kuruluşların yöneticileri ya da görevlileridirler.” (Mustafa Yıldırım, Ortağın Çocukları s. 69-70) İşte amacı ABD Emperyalizminin dünya çapında egemenliğini sağlamak olan bir kuruluştan ödül alan Davutoğlu, onurlu bir dış politika izleyebilir mi? Bu arada bildiriyi imzalayan kuruluşlardan da ödül alan Başbakana, generallere de yazımızda yer verdiğimizi görürsünüz. Emperyalistler çıkarlarını savunanlara ödül verirler derken, haksız olmadığımızı göstermiyor mu ABD’nin küresel önderliğini savunmaları? ABD’de verilen bir ödül de Robert Kennedy İnsan Hakları Ödülü’dür. Şimdi de bu ödülü almaya “hak kazananları” görelim. “Ödüller 21 Kasım 1997’de Diyarbakır Barosu’na kayıtlı Av. Sezgin Tanrıkulu ile insan hakları savunucusu Şenal Saruhan’a Senatör Edward Kennedy tarafından verilecekti.” (Yılmaz Polat, CIA Pençesinde Açılım, s. 104) 1997’de Edward Kennedy’den “İnsan Hakları Ödülü” alan Sezgin Tanrıkulu, Türkiye’deki ödülünü ise Kemal Kılıçdaroğlu’nun Yeni CHP’sinin Yepyeni Parti Meclisi’ne girerek aldı. Evet, bu sivil örümceğin hukuk bürosunda “Bill Clinton ve eşi”nin resminin asılı olduğu basına yansımıştı. Bu derece Amerikancı bir hukukçu ve siyasetçiden herhalde Kürt Sorunu ve İnsan Hakları Sorunu’nda halkların yararına (ki bu emperyalizmin çıkarlarına ters olacaktır) çözüm bulmasını beklemek gülünç olur. Ödüllendirmeyi hak edenler arasında Tayyipgiller’in yeni prensi Egemen Bağış olmasa eksiklik olurdu: “ABD’den Bağış’a dört ödül birden” başlıklı haberde şöyle deniyor: “Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, "ew Jersey’in "ewark kentinde, Amerikan Müslümanları Ticaret Odası ile merhum İmam W. D. Muhammed’in liderliğindeki Kuzey Doğu Bölgesel Müslüman Topluluğunun düzenlediği geceye katıldı.” “Gecede Bakan Bağış’a 4 ayrı ödül, takdir belgeleri şeklinde sunuldu. Bağış’ın onuruna verilen ödül programında 2008 yılında vefat eden İmam Warth Deen Muhammed’in eşi Khediah Saddeeg Muhammed de katıldı.” (www.stargazete.com, 20.03.2011) Emperyalistler sadece ödüllerini siyasetçilere, yazarlara vermezler. ABD Emperyalistlerinin çıkarlarına hizmette kusur göstermeyen kurumlara da farklı ödüller verirler. İşte o mümtaz kurumlardan bir örnek: Yüksel İnşaat. Milliyet gazetesinden “Amerikan Ordusundan Yüksel İnşaat’a iki ödül” başlıklı yazıyı okuyalım: “Afganistan Müteahhitler Birliği’nin bu yıl ilk kez düzenlediği “2010 İnşaat Firmaları” ödül töreninde ‘Yılın En İyi Askeri İnşaatlar Müteahhitlik Firması’ ve ‘İnşaatta Mükemmellik’ ödüllerini Yüksel İnşaat aldı.” “Afganistan’da Amerikan Ordusu ile çalışmakta olan dünyanın dört bir yanından 31 uluslararası firmanın yarıştığı törende konuşma yapan Yüksel İnşaat Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Emin Sazak, şöyle konuştu: “‘Amerikan Ordusu ile Yüksel İnşaat yıllardır yürütmekte oldukları başarılı işbirliğiyle kalite ve güvene dayalı bir takım projelere imza attı. Hizmet bilincimizle iş yaptığımız tüm bölgelerde daima en iyiyi sunmayı görev edindi. Bir Türk firması olarak bu anlayışla yürüttüğümüz hizmetlerimizin Amerikan Ordusu Mühendisler Birliği ve Afganistan Müteahhitler Birliği tarafından verilen bu iki ödül ile onurlandırılmasının gururunu yaşıyoruz” dedi.” (Milliyet, 12.03.2011) Yüksel İnşaat, Pentagon’a yaptığı kusursuz hizmetlerden dolayı ödül alırken acaba hiç düşündü mü, ABD ve yandaşları, Afganistan’ı bombalarken, halka zulmederken benim yaptığım inşaatlardaki kaliteden nasıl yararlanıyor, diye? Bu suça ben de ortağım düşüncesi yerine, kapitalistlerde ben nasıl daha çok kâr ederim düşüncesi hâkim olunca, firmalarına mükemmellik ödülü de veriliyor doğal olarak… Emperyalistler, düşmanlarını katleden demokrat maskeli hainlere de ödül verdirirler. Hele bu hain, zamanında kendilerine uşaklık eden, kirli amaçları için kullandıkları Usame Bin Laden gibi onlara göre “en büyük terörist”in haince katledilişini canlı yayından izleyerek tatmin olduysa, o katillere nişan vermek onun hakkıdır. Hem de ne nişan: “Başkanlık Birlik Savaş "işanı”… Usame Bin Laden’in katillerine verilen ödül, Barack Obama tarafından verilmiştir. Gördüğümüz gibi emperyalistler, uydu ülkelerdeki işbirlikçilerine ve kendilerinin düşmanı olarak belirledikleri kişileri acımasızca katleden elemanlarına ödül vermekten büyük bir haz duyarlar. Çünkü bu kategorideki insanlar aynı babanın hizmette kusur etmeyen evlatlarıdır. Demek ki, emperyalistlerin “ödül” verdikleri kişiler, ülke çıkarlarını emperyalistlerin çıkarlarının üstünde tutan kişilerdir. Bu aşağılık insanlar vatan satıcılarıdır. Bu kişiler kuracağımız Halk İktidarında ödül almak yerine halk tarafından cezalandırılacaklardır. Çünkü Halk İktidarında zamanaşımı işlemez. Halkın adaleti gerçekleşir. Onlara ödül verenler de hainleri kurtaramaz. 06.08.2011 İzmir’den Bir Yoldaş 24 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Neden Parasız Eğitim için Mücadele Etmeliyiz? E ğitim en temel “insan” hakkıdır. Devlet Üniversitelerini kazanabilenlere ve dolayısıyla ailelerine yüklenen kayıt ücretleri, har(a)çlar, zorunlu “bağışlar”, ulaşım, beslenme ve barınma masraflarının toplamı asgari ücretin üzerindedir. O zaman “eğitim”, paran varsa kullanılabilen ve harcadığın kadar genişleyen bir haktır. Demek oluyor ki Eğitim; “insanlığın” hakkı olamadığı müddetçe; toplum içindeki bireyin hakkı korunamaz. Kurtuluş Partisi Gençliği; toplumun geleceği olan gençlerimizin ezici bir çoğunluğunun hiç edildiği, ailelerinin çocuklarını okutmak için acı çektiği bir düzenin halkımıza ve vatanımıza yarar sağlayamacağını açıkça ifade ediyor. Kurtuluş Partisi Gençliği diyor ki; harç adı altında toplanan paralar (bugün yüzlerce lira olan harçlar ilk alınmaya başlandığında kır- Kurtuluş Partisi Gençliği 4. Geleneksel Gençlik Kampı’nı gerçekleştirdi K Toplum ve Doğa birbirinden ayrılmaz bir bütündür urtuluş Partisi Gençliği’nin 5-6-7 Ağustos 2011’de düzenlediği 4. Geleneksel Gençlik Kampı’nda, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden gelen birçok Kurtuluş Partili buluştu. Ankara’nın Çamkoru Ormanları’nda gerçekleştirilen kampta doğayla nasıl mücadele edeceklerini öğrenen partililer, bunun yanında tiyatro, müzik, sportif faaliyetler ve siyasi eği- tim seminerleriyle hem bedence hem kafaca kendilerini geliştirmenin mutluluğunu yaşadılar. Güne yapılan sporla başlayan Kurtuluş Partililer, kurmuş oldukları ekiplerle hem ekip çalışmasının ruhunu yakaladılar hem de yoldaşları için su taşıdılar, odun topladılar, ateş yaktılar, yemek pişirdiler. Sergilenen tiyatro oyunları ve sportif faaliyetlerde ekip halinde kazanmanın ve kaybetmenin tatlı hüznünü ve sevincini birlikte yaşadılar. Doğa yürüyüşlerinde yoldaşlarıyla birlik oldular. Gece yapılan yürüyüşte korkularıyla yüzleştiler. Karanlık bir ormanda gece tek başlarına yolunu bulmaya çalışarak yön duygularını geliştirdiler. Yoldaşça rekabet ettiler, yoldaşça dayanıştılar. Her görevde herkes yer aldı. Tıpkı ilkel komünal atalarımız gibi, doğada her iş ortaktı, her ürün de eşit paylaşıldı. Her komün üyesi aynı zamanda sanatçıydı, tüm ekipler hazırladıkları parodileri-oyunları tasiye masrafı olarak adlandırılıyordu), üniversite kapılarını halk çocuklarına kapatmanın alıştırmasıdır. Uluslararası sermaye AKP eli ile Eğitim masraflarını, tümüyle adı öğrenci olan “müşterilerin” üstüne yıkmak istemektedir. Bu yıl başında “yanlışlık oldu” bahanesiyle geri çekilen zamlı harç uygulaması, önümüzdeki yıllarda hayata geçirilmek istenen üniversiteleri tamamen paralı hale getirme politikasının adımlarından başka birşey değildir. Bu politika hayata geçerse bankalardan kredi almaksızın üniversite okumak mümkün olmayacak. Bankalara binlerce lira borçlu olarak okullarımızdan mezun olacağız. Resmi rakamlara göre genç işsiz oranın en yüksek olduğu OECD ülkesi Türkiye’dir. Gençlik içinde de işsizlik oranının en yüksek olduğu kesim üniversite mezunlarıdır. Bu da demek oluyor ki mezun olduğumuzda sadece işsizlikle değil, bir de aldığımız kredilerle boğuşacağız. Öğrenciyken alınan YURTKUR kredilerini dahi geri ödemekte zorlanırken, varın siz düşünün tüm eğitim süreci paralı olduğunda yaşanacakları. AKP hükumetinin boylu boyunca içinde olduğu süreç; bugün çoğu avrupa ülkesinde gençliği, ailelerini, üniversite hocalarını sokaklara döken, eğitimin paralı hale getirilmesi sürecidir. Bundan uluslararası sermaye ve bu sermayenin yerli ortakları dışında hiçkimseye fayda gelmez. Halkımızın nice mücadelelerle elde ettiği demokratik hakların sistematik bir şekilde elinden alındığı bu dönemde, parasız eğitim mücadelesi bu kazanımları elimizde tutabilmek adına yapılacak bir görevdir. Gelin bu sürece birlikte karşı duralım. Üniversitelerimizin tamamen parasız olması için mücadele edelim. Eğitim sürecimizden koparılamayacak; barınma, ulaşım, beslenme hakkımız için mücadele edelim. İnsanlığın haklarını, daha da geliştirmek için birlikte savunalım. Eğitim Haktır Satılamaz! YURTKUR Uyuma, Yurt Kur! Kredi Değil, Burs İstiyoruz! Müşteri Değil Öğrenciyiz! Yaşasın Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim Mücadelemiz! Kurtuluş Partisi Gençliği sundular “ateş gecesi” etkinliğinde. AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgillerin ülkemize ve halkımıza ihanetleri, mizah üslubunun keskin diliyle sahnelendi genç yoldaşlarımız tarafından. Ve ilkel insanın en büyük keşfi olan ateş, kampımızın da simgesiydi. Yalnızca ışık vermesiyle değil, yüreklerimizdeki devrimci ateşi pekiştirmesiyle de… Öyle ya, bu kadar çok genç yoldaşı üç gün boyunca başında toplamıştı, halayla, müzikle, sohbetle, yemekle… Komünün bu ilkel provasının bir nebze yaşanması ve bugünden yarına giden yoldaki ortaklaşma, böylesine gözle görülür, elle tutulur olmuştu… HKP İzmir İl Başkanı Tacettin Çolak’ın verdiği “Sosyalizm” konulu seminer, HKP Ankara İl Başkanı Sait Kıran’ın verdiği “Kürt Sorunu” konulu seminer ve DİSK Örgütlenme Daire Başkanı ve akliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küzüçükosmanoğlu’nun verdiği “İşçi Sınıfının Güncel Sorunları, Sınıf Mücadelesi ve Gençlik” konulu seminerlerle de teorik açlıklarını gidererek emperyalistlere ve onların ülkemizdeki yerli uşaklarına olan hınçlarını bir kez daha bilediler. Kampın değerlendirmesi de kendisi gibi oldu: Samimi, mütevazi, heyecan dolu… Kurtuluş Partili Gençler mücadele aşkıyla yanıp tutuşarak döndükleri şehirlerinde bir an durmaksızın başladılar mücadeleye. Çünkü biliyorlardı ki Emperyalistler boş durmayacaklar, devrimcilerin boş bıraktığı alanları kendi karşıdevrimci güçleriyle dolduracaklar. Bunun için, bir an bile kaybedecek zaman yok diyerek başladılar karşı devrim cephesiyle mücadeleye… Yüreklerinde devrimci ateşin bir parçası da 2011 Gençlik Kampı’nın ateşiydi artık… Yaşasın Gençliğin Devrimci Mücadelesi Kurtuluş Partisi Gençliği Liseliyiz, Haklıyız, Başaracağız! Sevgili Liseli arkadaşlarımız, değerli Velilerimiz; Bir eğitim yılı daha başladı. Her birimiz, hedeflerimize bir adım daha yaklaşmayı umduğumuz yeni öğretim yılına heyecanla, umutla ve biraz da endişeyle başladık. Neden mi endişeliyiz? Çünkü bu yıl diğerlerinden biraz farklı. Üniversiteye girişte uygulanan iki aşamalı sınavdan ilki olan YGS’de yaşanan şifre yolsuzluğu herkes tarafından bilinmektedir. Yıllarca kendini bu sınava hazırlayan, binbir emek verip dershanelere binlerce lira para harcayan öğrenciler, yaşanan bu yolsuzlukla büyük bir yara aldı. Biz öğrencilerin ve ailelerin psikolojileri çok derinden etkilendi. Öyle ki bu strese dayanamayan Kars, Mersin ve Iğdır’da 3 genç yaşamına son verdi. Biliyoruz ki yaşanan kopya olayı ilk değildi. Ama eğitim sistemini baştan sona iğdiş eden Tayyipgiller son sınavda mızrağı çuvala sığdıramadı. Bu yüzden biz liseliler geleceğimizi belirleyen üniversite sınavının güvenilirliği konusunda endişeliyiz. Elbette ki tek sorunumuz bu değil. Liseye kayıt sürecinden üniversite sınavına kadar türlü eziyetlere katlanmamız gerektiğini biliyoruz. Anayasanın 42. Maddesinde belirtildiği gibi; “Ülke çapında eğitim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur. Ve devlet okullarında PARASIZDIR.” Oysa bugün anayasada belirtilenin aksine okullarda, aidat, kayıt parası, vb. vb… gibi gerekçelerle el altından paralar toplanmaktadır. Biz “Halk Kurtuluşçu Liseliler” olarak bu gibi haksız yere toplanan paralarla halkımızın soyulmasına karşıyız. Anayasada belirtildiği gibi PARASIZ eğitim istiyoruz! Hayata yeni yeni atılan, ülkesine ve halkına yararlı bir insan olmak için çaba harcayan biz liseliler, derin bir girdabın içindeyiz. Yıllardır bizlere dayatılan gerici, ezberci eğitim sistemi yetmezmiş gibi bir de liseye girerken, Bir Kitap: D evrimci eserler arasında çok farklı bir yeri olan bu romanın daktiloyla yazılmış metni, romanda sözü edilen kişilerin fırtınalı yaşamının, bu tür olayların geçtiği yıllarda derlenen bir arşivde, başka belgelerin arasında bulunur. Romanın yazarının kim olduğu bilinmiyor. Bulunan tek kopyada imza yok. Sadece iliştirilmiş bir kâğıt parçasının üstünde aceleci bir elin yazdığı bir ad güçlükle seçilir: Manuel Tiago. Bu, büyük bir olasılıkla, takma bir ad. Romanın sayfalarındaki kişiler gibi, yazar da bizler için “bilinmeyen bir kahraman” olarak kalıyor. Bu romanda yaşananlar Salazar Faşizmi altında yaşamaya itilmiş Portekiz’de geçiyor. Portekiz’de Salazar Faşizmine karşı savaşan Komünist Parti’nin kırsaldaki bir yerel örgütünün yaşadıkları anlatılıyor. Zor şartlar altında mücadele veren parti üyelerinin, bir yanda devrimci mücadeleleri, bir yanda da özel-şahsi yaşamları gibi bir durum yok. Kişilikleri devrimci mücadele ile iç içe geçmiş, devrimcilikle bütünleşmiş, her şeyi göze alabilen insanlar. Romandaki kahramanlar arasında bazen kişisel sorunlar çıksa da herkesin temel düşüncesi ve hedefi aynı. Hangi devrimciyi ele alırsak alalım, roman bize şunu hissettiriyor: Devrimle yatıp devrimle kalkan, bu uğurda bir an bile tereddüt etmeden hayatını ortaya koymuş kişilerdir devrimciler. kayıt parası, aidat gibi soygun yöntemleriyle uğraşıyoruz. Mevcut eğitim sistemi bizi dershanelerin kucağına itmektedir. İyi bir üniversiteyi kazanmanın temel koşulu dershanelere binlerce lira para ödemektir. Bunların dışında farklı lise türlerinde okuyan arkadaşlarımız da çok farklı problemlerle yüz yüze gelmektedir. Örneğin meslek liseli arkadaşlarımızla diğer farklı tür liselerde okuyan arkadaşlarımız arasında da bariz bir fırsat eşitsizliği söz konusudur. Gün geçtikçe daha da gericileşen, AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’ye biçtiği ve Tayyipgiller’in de harfiyen uyguladığı Ilımlı İslam modeli uyarınca “abdest almanın vücudumuzdaki alyuvar sayısını arttırması” gibi safsatalarla doldurulan MEB müfredatı da genelde tüm gençliği özelde ise biz liselileri kafadan silahsız hale getirmektedir. Yıldırılamaz Gençlik! Bizler Halk Kurtuluşçu Liseliler olarak; Lise öğrencilerini ilgilendiren hiçbir soruna kayıtsız kalmadık. Liseli gençliğin başındaki en büyük belalardan biri olan MEB’e karşı, öğrenci gençliğin aidat sorununa karşı, kayıt parası sorununa karşı, Şeriatçı-Gerici- Ezberci eğitime karşı her zaman mücadele verdik. Öyle ki 2011 yılında yürüttüğümüz “EMEK HIRSIZI ÖSYM” kampanyamız bizim haklı mücadelemizi gözler önüne seren eylemlerimizden biridir. Bizler Aydın Gençliğiz. Hiçbir şey bizi yıldıramaz. Biliyoruz ki problemlerimizin çözümü, mücadelemizle katkı sağlayacağımız Demokratik Halk İktidarının kurulmasıyla mümkün olacaktır. Bu uğurda mücadelemize yılmadan devam edeceğiz. Paralı Eğitime Hayır! Yaşasın Parasız, Bilimsel, Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim Mücadelemiz! Halk Kurtuluşçu Liseliler Romanın geçtiği mekân olan Vale da E’gua adlı bölgede, kapitalist üretim yordamının bütün çelişkileri yaşanmaktadır. İnsanların elinde bulunan toprakları, zaman içerisinde üretimleri artmasına rağmen aynı toprak olup, artık üzerindeki insanları doyuracak kadar bile değildir: “Herkesin toprağı var, ama karın doyuramayacak kadar küçük. Fazlasıyla küçük, başkalarının durumu da bizden daha iyi değil. Bu nedenle hemen hemen herkes dışarıda iş buluyor. Kimi yol onarımında çalışıyor, kimi de varlıklıların yanına ırgat olarak giriyor. Ama bütün işler geçici, üstelik az para veriyorlar. Ve gündelikçiliğin de ne demek olduğunu bilmeyen ev yok.” Roman kahramanlarından Manuel Rato, bölgeye bilgi almak için gelen Yoldaş Vaz’ a kırsalın durumunu böyle anlatır. Bu bölgede yaşayan insanlar içerisinde, özellikle İşçi Sınıfı içinde gerçekleştirilen örgütlenmeler, zor şartlar altında yapılmaktadır. İllegalitenin getirdiği zorluklar, harfiyen uyulması gereken kurallar, adeta ders verir nitelikte anlatılıyor. İllegalite şartlarında gerçekleştirilen çalışmalar sonucu yapılan Genel Grev yenilgiye uğramış, örgüt ağır bir darbe yemiştir. Faşist rejim tarafından yapılan operasyonlarla işkenceli sorgulardan geçmişlerdir. Örgüt darbeler almış ama yok olmamıştır. Geçirdiği büyük sarsıntıya karşın, romanın sonunda, örgütün geleceğe güvenini hiç yitirmeden toparlanışı, hem öğretici, hem düşündürücü biçimde yansıtılmaktadır. “Yarın Bizimdir Yoldaşlar” romanı, gerek teorik anlamda, gerek deneyimsel aktarım anlamında birçok önemli öğeler içeriyor. Örneğin, roman kahramanlarından Manuel Rato, yoksul köylülerin çıkmazını ve içinde bulundukları zor durumu şu şekilde ifade eder: “Anlayacağın dostum, bu toprağı cehennemin dibine yollayıp buradan gitmeyi bin kez aklımdan geçirdim. Bazen gündelikçiliğe çıktığımda aldığım para sadece vergileri ödemeye, borçları kapatmaya ve karıma babasından kalan bu toprağı elde tutmaya yetiyordu. Öyle ki bugünkü durumda bu toprak bizi daha çok köleleştiriyor.” Herkes tarafından mutlaka okunması gereken ve birçok bilgi edinmemizi sağlayacak bu kitabı okurken, Fidel Castro’nun şu güzel sözlerini hatırlıyoruz: “Bir tür kahramanlığa karşı büyük hayranlık duyuyorum: Sessiz kahramanlık, adsız kahramanlık, sessiz erdem, adsız erdem.” Konya’dan Kurtuluş Partisi Gençliği 25 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Ü Üniversitelerdeki gericiliğe ve baskılara hayır! Merhaba Arkadaş, niversitelerde yeni bir öğretim yılı daha başladı. Bu yıl diğerlerinden biraz farklı. Çünkü üniversiteye girişte uygulanan iki aşamalı sınavdan ilki olan YGS’de yaşanan şifre yolsuzluğu herkes tarafından bilinmektedir. Yıllarca kendini bu sınava hazırlayan, binbir emek döken, dershanelere milyarlarca lira para harcayan öğrenciler yaşanan bu yolsuzlukla büyük bir yara aldı. Öğrencilerin ve ailelerin psikolojileri çok derinden etkilendi. Öyle ki bu strese dayanamayan, Kars, Mersin ve Iğdır’da 3 genç yaşamına son verdi. Bunların sorumlusu din yobazı Fethullah ve müritleri, Tayyipgiller Hükümeti ve onun kuklası durumunda olan ÖSYM’dir. YGS’de yaşanan şifre yolsuzluğunun ardından ikinci aşama olan LYS’ye girip üniversiteye yerleşen öğrencisiyle, okuluna alışmış bir durumda olup derslerine girip çıkan “bu yıl da bitse” diyen ara sınıflarıyla ve içinde iş bulma korkusu taşıyan son sınıf öğrencisiyle üniversiteler yeni bir öğretim yılına daha başladı. Üniversiteleri bundan sonraki süreçte daha da zor günler bekliyor. "eden mi? Üniversite denince akla bilim gelir, bilgi gelir. İnsanın çevresini, bağlı bulunduğu toplumu ve bu toplumda meydana gelen olayları anlaması, yorumlayabilmesi ve araştırması gelir. Ama ne yazık ki gelinen noktada durum hiç de öyle değildir. Bilim yuvası olması gereken üniversiteler bilimden uzaklaştırılmış, halkımızın temiz din duyguları sömürülerek siyasi sembol haline gelmiş olan Türban üniversitelere sokulmuştur. Bununla da kalmayıp üniversitelerdeki öğretim görevlisinden rektörüne varıncaya kadar her türlü devrimci-demokrat unsur tasfiye edilmiştir. Tasfiye edilen bu unsurların yerine AB-D’nin kucağında dincilik oynayan İblis Fethullah’ın kadroları getirilmiştir. AB-D Emperyalistleri ve CIA’nın “Bizim Oğlanları” tarafından gerçekleştirilen 12 Eylül Faşizminin ardından yaratılan apolitik gençlik içinde yeşeren devrimci-demokrat öğrenciler ise en ufak bir hak arama eyleminde, en ufak bir itirazda bulunduğu zaman baskılara, soruşturmalara, davalara maruz bırakılmaktadır. Bunda yine 12 Eylül’ün bir ürünü olan YÖK’ün de payı bulunmaktadır. Ülkemizi Yeni Sevr’e götürme projesi adım adım uygulanmaktadır Bilindiği üzere bir CIA tezgâhı olan ve ülkedeki Mustafa Kemalci, Laik, Yurtsever unsurları yıldırma ve tasfiye operasyonu olan “Ergenekon” başladığında CIA’nın sesi olan Taraf Gazetesi’nin paşalar ve subaylar tutuklandığında, bilim adamları, aydınlar tutuklandığında, attığı başlık şuydu: “1923’te kuruldu 2008’de arınıyor.” 1923 ne? Cumhuriyet’ in kuruluş tarihi. Yani Cumhuriyet ne yapmış? “Ergenekon” diye “darbeci” bir örgüt kurmuş. Dolayısıyla 2008’de AKP İktidarı ve ABD Emperyalistleri, 1923’te kurulan “Ergenekon” örgütünü 2008’de temizliyor, arındırıyorlarmış. Yani bütün dert ve dava, Amerika da dahil Batılı Emperyalist devletlerin ülkemizden kovulduğu, dünyanın zaferle sonuçlanmış ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kötülemek, ülkenin bağımsızlığa, onura, özgüvenine kavuştuğu 1923’ü kötülemek ve karalamak. 1923’te kurul- muş Ergenekon. Gülerler buna... Ama ne yazık ki bunu bilinçli bir şekilde, düzenli bir şekilde sürdürüyorlar. Ülkemizi “Yeni Sevr”e götürme yolunda kendisine verilen her türlü emri hiç aksatmadan yerine getiren Tayyipgiller Hükümeti ise tek tek devlet kurumlarını ele geçirmiş bulunmaktadır. Bilindiği üzere 12 Eylül’le hesaplaşma yalanıyla yapılan 12 Eylül Referandumuyla Yargıyı da artık kendi hukuk bürolarına dönüştürmüş bulunmaktadırlar. Paralı Eğitime HAYIR! Hayata yeni yeni atılan, ülkesine ve halkına yararlı bir insan olmak için çaba harcayan biz üniversiteliler ise daha derin bir girdabın içindeyiz. Yıllardır bizlere dayatılan gerici, ezberci eğitim sistemi yetmezmiş gibi bir de üniversiteye yerleşince har(a)ç, barınma vb. sorunlarla uğraşıyoruz. Paran varsa oku mantığını artık dillerinden düşürmüyorlar. Tayyipgiller’in sözcüsü YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın, “Özel Üniversiteler Yetmez. Devlet üniversitelerini de paralı hale getirmek gerekir” ifadesini unutmuş değiliz. Gazete manşetlerine düşen, “Harçlığı için okul inşaatında çalışan Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Çağdaş Türk Edebiyatı ikinci sınıf öğrencisi Ömer Çetin, dördüncü kattan düşerek yaşamını yitirdi.” haberini de unutmuş değiliz… Yıldırılamaz Gençlik! Bizler Kurtuluş Partisi Gençliği olarak; Üniversite öğrencilerini ilgilendiren hiçbir soruna kayıtsız kalmadık. Öğrenci gençliğin başındaki en büyük belalardan YÖK’e karşı, öğrenci gençliğin har(a)ç sorununa karşı, burs sorununa karşı, barınma sorununa karşı her zaman mücadele verdik. Öyle ki 2009 yılında yürüttüğümüz “"e Cemaat Yurdu "e Tarikat Evi YURTKUR Uyuma Öğrenciye YURT KUR!” kampanyamız bizim haklı mücadelemizi ortaya çıkaran eylemlerimizden biridir. Bu eylem sırasında gözaltına alınan 43 arkadaşımız hakkında dava açılarak yıldırılmaya çalışıldık. Ama bizler Aydın Gençliğiz. Hiçbir şey bizi yıldıramaz. Aydın Gençliği teorik ve pratik önderimiz, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı şöyle ifade eder: “Aydın genç Antika çağın ezik cahil köylüsü değildir. Aydın genç, hiçbir zulmün sindiremeyeceği MODER" İŞÇİ SI"IFI gibi bir yenilmez devrimci özgücün müttefikidir. Üstelik gençliğimizin tükenmez “GE"Ç TÜRKLER” devrimci geleneği vardır. Yıldırılamaz Gençlik.” Aydın Gençliğe karşı ve emekçi halkımıza karşı yapılan her türlü zulmün, her türlü saldırının çözümü birlik olmakta, örgütlü mücadele etmektedir. Tek görevimizin ders çalışmak olmadığının bilincine varıp okulumuzdaki ve ülkemizdeki sorunlara duyarsız kalmamalıyız. Çözüm Demokratik Halk İktidarındadır. Eskişehir’de YÖK Protestosu K Çözüm Sosyalizmdedir. Peki, biz Kurtuluş Partililerin savunduğu eğitim sistemi nedir? Parti Programı’mız bu konuyu net olarak şöyle belirtir: “15- ÖĞRETİM SİSTEMİ: Özellikle kol işiyle kafa işi arasındaki uçurumu doldurma hedefini güdecek. “İLKÖĞRETİM: Çevre üretimlerinin tarla ya da fabrika vb. sistemine göre, “TEK"İK ve ORTAÖĞRE"İM: Memleket sanayi plânında ayrılmış o yerin pratik ekonomik ihtiyaçlarına göre programlanacak. “YÜKSEK ÖĞRE"İM: yabancı yayınları aşırmalarla rızıklanan kürsü ötülgenliği yerine, memleketimizin yerüstü, yeraltı, insan, hayvan bütün varlıklarını inceleyerek, Ekonomi ve üretim şartlarımızı geliştirmeye fiilen yarar ORİJİ"AL emeği geçirecek; lâboratuarını tarlalarımıza ve atölyelerimize bağlayarak BİLİM YAPMA görevini endüstriyel kalkınma hamlemizle taçlandıracak. “16- Eğitim DEMOKRATLAŞTIRILACAK. Ezberciliğe değil, güçlükler karşısında çözüm yolları bulma, yani bellek yerine zekâyı işletme prensibi, öğretim ve eğitimin baş prensibi olacak. Ölçü alınarak, kişiye özel, el yapımı ayakkabı üretir gibi, her öğrencinin kişiliğini ezmeyen eğitim güdülecek. ““Fazla diplomalı bize gerekmez” kaygısı ile, SI"AV’lar öğrenci “turnikesi”, ya da salhanesi (mezbahası, kesimevi) haline sokulmayacak. Dönen (başarısız) öğrenci oranı; öğretmenin, öğretim sisteminin ve öğretim araçlarının nitelikleriyle kıyaslanacak ve başarının yükseltilmesi için, saptanan eksiklikler ya da yanlışlıklar hızla giderilecek. “Öğretimin her kademesine her yaş ve cinsiyetten herkes sınav vermek şartı ile girip belge alabilecek. “Her yerde HALK Ü"İVERSİTELERİ kurulacak. “17- Öğretim ve Eğitim, biçimi ve içeriğiyle LAİKLEŞTİRİLECEK. “18- Anadilde eğitim serbest olacak. Devlet ve diğer kamu yönetimleri bu konuda üzerlerine düşen yükümlülükleri eksiksiz yerine getirecek. “19- Yabancı dilde eğitim yasaklanacak. “20- Eğitim bütünüyle bir kamu görevi olacak. Eğitimden para kazanma yasaklanacak. Herkese eşit, parasız eğitim imkânı sunulacak.” Yürüttüğümüz bu mücadelede sana da ihtiyacımız var. Sen de bize katıl. Sen de Kurtuluş Partisi saflarında örgütlen. Tarih mutlaka bizi haklı çıkaracak. Buna inancımız tamdır. Y YÖK’ü Tarihe Gömeceğiz! YÖK nedir? Ne işe yarar? üksek Öğrenim Kurumu, 1980 Faşist Darbesi sonrası üniversitelerdeki devrimci, yurtsever geleneğin önünü kesmek, üniversiteleri ticarethanelere, biz öğrencileri de müşterilere çevirmek için kurulmuştur. Kurulduğu günden bugüne kadar “paran varsa oku” şiarıyla işleyen, laiklik, bilim ve demokrasi karşıtı uygulamalarına her gün bir yenisini ekleyerek halk çocuklarına ne kadar düşman olduğunu açıkça belli eden YÖK, halkın değil Parababalarının kurumudur. Şeriatçı Tayipgiller Hükümetinin YÖK’ün başına getirdiği, kendileri gibi bilim, demokrasi düşmanı Yusuf Ziya Özcan, geçtiğimiz yıllarda bunu kendi ağzıyla itiraf etmiştir. Gaziantep’te bir öğrencinin, “Herkes üniversite mezunu olmalı mı?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Hayır olmamalı. Okullar bedava. Hiçbir yerde görülmemiştir. Şunu yapmak istiyoruz: Üniversiteleri paralı yapalım, ihtiyacı olana burs verelim. Hiç olmazsa üniversiteler ayağının üzerinde dursun. Sonra insanlar çalışınca bu parayı geri ödesin. Aynı Kredi ve Yurtlar Kurumu’ndan alınan kredi gibi. ABD’de olduğu gibi mezuniyetten sonra ödesin.” Bu cevap, YÖK’ün ne kadar halk düşmanı bir kurum olduğunu, üniversiteleri bilim yuvaları olarak değil, holding olarak kullanmak amacında olduğunu kanıtlamıştır. Tayipgiller Hükümeti, onca kamu kuruluşu yetmiyormuş gibi, üniversiteleri de özelleştirmek istemektedir. Ülkesini “pazarlamakla mükellef” olduğunu açıkça, utanmadan söyleyen Tayipgiller’in halk düşmanı Ortaçağcı zihniyetinden de ancak bu beklenir zaten. Temel bir hak olan miştir. Biz Kurtuluş Partisi Gençliği olarak, bilimin, demokrasinin kalesi üniversitelerin, Parababalarının holdinglerine dönüştürülmesine izin vermeyeceğiz. Bu konuda Parti’mizin Programı’nda şöyle denmektedir: “16-Eğitim DEMOKRATLAŞTIRILACAK. Ezberciliğe değil, güçlükler karşısında çözüm yolları bulma, yani bellek yerine zekâyı işletme prensibi, öğretim ve eğitimin baş prensibi olacak. Ölçü alınarak, kişiye özel, el yapımı ayakkabı üretir gibi, her öğrencinin kişiliğini ezmeyen eğitim güdülecek. “Fazla diplomalı bize gerekmez” kaygısı ile, SI"AV’lar öğrenci “turnikesi”, ya da salhanesi (mezbahası, kesimevi) haline sokulmayacak. Dönen (başarısız) öğrenci oranı; öğretmenin, öğretim sisteminin ve öğretim araçlarının nitelikleriyle kıyaslanacak ve başarının yükseltilmesi için, saptanan eksiklikler ya da yanlışlıklar hızla giderilecek. “Öğretimin her kademesine her yaş ve cinsiyetten herkes sınav vermek şartı ile girip belge alabilecek. “Her yerde HALK Ü"İVERSİTELERİ kurulacak. “17- Öğretim ve Eğitim, biçimi ve içeriğiyle LAİKLEŞTİRİLECEK. “18- Anadilde eğitim serbest olacak. Devlet ve diğer kamu yönetimleri bu konuda üzerlerine düşen yükümlülükleri eksiksiz yerine getirecek. “19- Yabancı dilde eğitim yasaklanacak. “20- Eğitim bütünüyle bir kamu görevi olacak. Eğitimden para kazanma yasaklanacak. Herkese eşit, parasız eğitim eğitimi bile halkımıza satmak istiyorlar. Ve tüm bu demokrasi, bilim karşıtı uygulamalara karşı en ufak bir hak arama çabasında da, uzaklaştırmalarla, soruşturmalarla saldırıyorlar öğrencilere. Ulaşım, barınma, beslenme sorunlarını, yüzlerce lirayı bulan harçlar sorununu çözmedikleri yetmiyormuş gibi, eğitimi ticarete dönüştürdükleri yetmiyormuş gibi, bir de demokratik yollarla hakkını arayan öğrencilere saldırarak, halk düşmanı yüzlerini bir kez daha göstermiş oluyorlar. Son zamanlarda, okullarda polis noktaları kurulmasını getirdiler gündeme. Halk çocuklarından o kadar korkuyorlar ki, polislerini okulda da salmak istiyorlar devrimci-yurtsever gençlerin üzerine. Öğrencileri terörize edip, tüm bu alçaklıklara rağmen haklarını aramalarını engellemek, kafaca silahsızlandırarak koyun sürüsüne çevirmek istiyorlar. Üniversiteler her zaman, aydın, toplumsal sorunlara duyarlı gençlerin yetiştiği, Ortaçağcılığa, Faşizme, Emperyalizme karşı mücadelenin yükseldiği kaleler olmuştur. Bunlara karşı en kuvvetli direnci üniversiteler göster- imkânı sunulacak.” Bizler de, bulunduğumuz okullarda AB-D Emperyalistleri ve satılmış uşaklarına karşı Laik, Demokratik, Bilimsel, Parasız, Anadilde Eğitim için her türlü mücadeleyi vermeye devam edeceğiz. Vatanımızı AB-D Emperyalistlerinden ve yerli satılmışlardan temizleyecek ve Demokratik Halk Devrimi’ni gerçekleştireceğiz. İşte o zaman gerçek “Demokratik Halk Üniversiteleri” ile halkımız, bilime ve eğitime sınırsızca ve parasız olarak kavuşacaktır. 05.11.2011 Yaşasın Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim Mücadelemiz! Yaşasın Demokratik Halk Üniversiteleri Mücadelemiz! Yaşasın Eşit; Parasız Bilimsel Eğitim Mücadelemiz! Gün Gelecek Devran Dönecek Tayipgiller Halka Hesap Verecek! Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi! Kahrolsun AB-D Emperyalizmi ve Yerli Satılmışlar Cephesi! Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi! Yaşasın Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim Mücadelemiz! Yaşasın Halk Üniversiteleri Mücadelemiz! Yaşasın Sosyalizm! Kurtuluş Partisi Gençliği urtuluş Partisi Gençliği, Eskişehir Adalar’da 03 Kasım Cuma günü yaptığı basın açıklamasıyla YÖK’ü protesto etti. Açıklamada üniversite öğrencileri, 1980 Faşizminin çocuğu olan ve kurulduğu günden beri bilim, demokrasi karşıtı uygulamalarıyla halk çocuklarına düşman olduğunu her fırsatta açığa vuran YÖK’e karşı, bulundukları her okulda mücadeleye çağırıldı. Açıklamada, “Üniversiteler her zaman, aydın, toplumsal sorunlara duyarlı gençlerin yetiştiği, Ortaçağcılığa, Faşizme, Emperyalizme karşı mücadelenin kaleleri olmuştur. Bunlara karşı en kuvvetli direnci üniversiteler göstermiştir. Biz Kurtuluş Partisi Gençliği olarak, bilimin, demokrasinin kalesi üniversitelerin, parababalarının holdinglerine dönüştürülmesine izin vermeyeceğiz.” denildi. Sık sık “YÖK’ü Tarihe Gömeceğiz”, “Üniversiteler Holding Yusuf Ziya Patron”, “YÖK-Polis-ÖGB Üniversiteden Defol”, “Üniversiteler Karakol Olmayacak”, “Yaşasın Gençliğin Devrimci Mücadelesi” sloganlarının atıldığı açıklama Eskişehir Halkı tarafından yoğun ilgiyle karşılandı. Eskişehir’den Kurtuluş Partisi Gençliği Kurtuluş Partisi Gençliği 26 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Kurtuluş Partisi İstanbul/Bakırköy İlçe Örgütü 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Günü Açıldı Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nın en büyük kazanımı olan Cumhuriyetin kuruluşu Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü tarafından anlamlı bir şekilde kutlandı. 29 Ekim 2011 günü Bakırköy Özgürlük Meydan’ında bir basın açıklaması gerçek- leştirildi. Basın açıklamasını İstanbul İl Sekreteri Ramazan Kap yaptı. Eylem sırasında sık sık; “Kahrolsun ABD, AB Emperyalizmi, Yaşasın II. Kurtuluş Savaşımız”, “Emperyalistler, İşbirlikçiler, Geldikleri Gibi Gidecek- ler”, “Gün Gelecek, Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek” sloganları atıldı. Açıklamanın ardından Kurtuluş Partililer Bakırköy İlçe Örgütünün açılışı için İlçe binasına geldiler. Burada öncelikle Kurtuluş Partisi Bakırköy İlçe Temsilcisi Halil Arabulan bir konuşma yaptı. Ardından Partimizin verdiği mücadelelerden kesitler içeren bir sinevizyon gösterimi yapıldı. Açılış etkinliğimiz, Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Ankut’un ve genç bir yoldaşımızın konuşmaları ile devam etti. Konuşmalarda, İstanbul için önemli bir bölge olan Bakırköy’de yeni bir mevzi açılmasının çok olumlu olduğu ve böylece mücadelenin daha da büyüyeceği vurgulandı. Açılış etkinliği Bakırköy Gençliği tarafından hazırlanan müzik dinletisi ile son buldu. Derleniş Yayınları-Kurtuluş Yolu Gazetesi’nden TÜYAP’ta: “BOP-İsrail-Kıbrıs ve Tayyipgiller” Konferansı K ıvılcımlı Usta’mızın eşsiz teorik mirasını ve Partimizin güncel meselelere bakışını içeren kitaplarımızı halkımıza tanıtmak için bir fırsat olarak değerlendirdiğimiz İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı bu yıl 12-20 Kasım tarihleri arasında yapılıyor. Otuzuncusu düzenlenen TÜYAP Kitap Fuarı’na bu yıl da Derleniş Yayınları- Kurtuluş Yolu olarak katıldık ve kitaplarımızın yer aldığı kızıl standımızı açtık. Fuar çerçevesinde 13 Kasım Pazar günü Partimiz Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Yoldaş tarafından, “BOP-İsrail-Kıbrıs ve Tayyipgiller” başlıklı, kalabalık bir izleyici kitlesinin katıldığı bir de Konferans gerçekleştirildi. Konferansa, Van’da meydana gelen depremden dolayı halkımıza baş sağlığı dileyerek dırıların eninde sonunda hesabının sorulacağını, İsrail Devleti’nin meşru bir devlet olmadığını, Halkın Kurtuluş Partisi olarak İsrail gibi bir devleti tanımadığımızı vurguladı. Kıbrıs’ın stratejik önemini ve AB-D emperyalistlerinin Kıbrıs üzerindeki emellerini dile getiren Çıngı, Kıbrıs sorunundaki Devrimci çözümün, adanın Türk ve Rum Halkına taksim edilerek egemen devletler olan Türkiye ve Yunanistan’a bağlanması ile gerçekleşeceğini vurguladı. Libya ve Suriye’deki olayları da değerlendiren Gürdal Yoldaş, Libya lideri Kaddafi’nin, genç bir subay olarak asker arkadaşlarıyla birlikte gerici krallığı devirerek iktidara geliş ve Libya Cumhuriyetini kurma süreçlerini anlatarak, zaman zaman zikzaklar çizse de Kadad- ve ölümlerin sorumluluğunun Parababaları iktidarlarına ait olduğunu belirterek başlayan konferans yöneticisi İstanbul İl Sekreteri Ramazan Kap Yoldaş, ana konuşmayı yapmak üzere sözü Gürdal Çıngı Yoldaş’a bıraktı. Yoldaşımız ilk olarak ABD Emperyalizminin dünyayı bin devletli hale getirme planı olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin halk düşmanı yüzünü anlattı. Ortadoğu’da yaşanan “Arap Baharı”nın bugün itibariyle ne yazık ki emperyalistlerin yörüngesine girdiğini belirtti. Emperyalistlerin Büyük Ortadoğu Projesi’ni adım adım hayata geçirdiğini belirten Çıngı, Tayyipgiller’in de bu aşağılık projede Eşbaşkanlık yaparak hem Türkiye hem de Ortadoğu Halklarına ihanet ettiğini belirtti. Konuşmasına İsrail’in, ABD’nin Ortadoğu’daki bekçi köpekliğini yaptığını ifade ederek devam eden Çıngı, bu devletin Filistin Halkına uyguladığı baskı ve insanlık dışı sal- fi’nin AB-D Emperyalistlerine sonuna kadar direndiğini ve bu yüzden de vahşice katlettirildiğini anlattı. Libya’daki satılmış işbirlikçilerin iktidarlarının kalıcı olamayacağını vurguladı. Suriye’de son dönemde yaşanan olayları da değerlendiren Gürdal Yoldaş, Tayyipgiller’in, AB-D Emperyalistlerinin emirleri doğrultusunda davrandığını, yani BOP’un Eşbaşkanlığı misyonunu yerine getirdiğinin altını çizdi. Yapılanların uluslararası hukukla hiç ilgisinin olmadığını somut olaylarla kanıtladı. Gürdal Çıngı Yoldaş konuşmasını, Halkın Kurtuluş Partisi’nin mücadelesini, insanı hayvan yerine koyan Parababaları düzenini yıkmak için kararlıca sürdüreceğini belirterek tamamladı. Bakırköy’den Kurtuluş Partililer İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek! 1 936 yılında yürürlüğe giren İş Yasasıyla birlikte işçilerin yaşamında yer alan ve özellikle yetmişli yıllarda DİSK’ in önderliğinde verilen mücadelelerle genişleyerek önemli bir güvence haline gelen Kıdem Tazminatı Hakkı, AKP Hükümetinin hazırladığı Hükümet Programıyla tehlikeye girmiştir. Türkiye İşçi Sınıfının 75 yıllık hakkına göz dikilmektedir. DİSK Konya İl Temsilciliği ve Nakliyat-İş Sendikası Bölge Temsilciliği olarak 22 Eylül Perşembe günü, DİSK/Birleşik Metal-İş Sen- dikası ile birlikte bu durumu protesto eden bir yürüyüş ve basın açıklaması gerçekleştirdik. İlk olarak sendika binamızın önünden kortej halinde yürüyüşle başlayan eylemimiz, saat:14.00’da Zafer Meydanı’nda yaptığımız basın açıklamasıyla devam etti. Basın açıklamasının açılış konuşmasını DİSK Konya İl Temsilcisi ve akliyat-İş Bölge Temsilcisi Ali Özçelik yaptı. Ardından söz alan Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu ise konuyla ilgili olarak; Kıdem tazminatı, işçinin emek gücünün ve işteki yıpranmasının karşılığı olarak her bir yıl için aldığı 30 günlük ücretinin karşılığıdır. Dolayısıyla işverenin keyfi işten çıkarması için bir engeldir. İşverenlerin sürekli yakındıkları Kıdem Tazminatı gibi bir yükümlülükleri olmasına rağmen bunca işten çıkarmanın yaşandığı ülkemizde, Kıdem Tazminatı olmadığı takdirde yaşanacak kıyımı düşünmek bile istemiyoruz. İşçiler için böylesine anlamlı ve artık gelenekselleşmiş bir hak olan Kıdem Tazminatının işverenlerin baskılarıyla Fon adı altında “hiç” edilmek istenmesi çalışma yaşamı adına büyük bir talihsizliktir, diyerek tepkilerini dile getirdi. Ambar İşçilerinin ve Mahle Mopisan İşçilerinin yoğun katılımıyla beraber yaklaşık 120 kişilik bir kitleyle gerçekleştirilen eyleme Sosyal-İş ve Eğitim-İş de destek verdi. Eylem sırasında sık sık “Tazminat Hakkımız Gasp Edilemez”, “Tazminat Hakkımız Engellenemez”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz” sloganları atıldı. Eylemimizi basın açıklamasının ardından kortej halinde sendika binamıza kadar yürüyerek tamamladık. Konya’dan Kurtuluş Partili İşçiler Kıdem Tazminatı Hakkımız Gasp Edilemez! İstanbul’dan Kurtuluş Partililer Sendikamız, AKP Hükümetinin “Ulusal İstihdam Stratejisi”nde belirtilen ve işçilerin, emekçilerin yıllardır kanları, canları pahasına kazanıp korudukları haklarına yönelik saldırılarının başında gelen Kıdem Tazminatı Fonu, Bölgesel Asgari Ücret, Özel İstihdam Büroları ile ilgili olarak eylemler yapmaya devam ediyor. Bunlardan birisi de Gebze Şubemizin Gebze’de yapmış olduğu basın açıklamasıdır. Basın açıklamamız, Topkapı Ambarlarından, Demtarns’tan, Adapazarı, Kocaeli ve yakın bölgelerden gelen üyelerimizin katılımı ile yapıldı. Coşkulu ve kararlı eylemimize Gebze’de bulunan sendikaların temsilcileri de destek verdi. Basın açıklaması akliyat-İş Sendikası Gebze Şube Başkanı Erdal Kopal tarafından yapıldı. Erdal Kopal’ın yapmış olduğu konuşma metni aşağıdadır. A KP iktidarı, yerli-yabancı Parababaları ve onların IMF, DÜYA BAKASI, DÜYA TİCARET ÖRGÜTÜ gibi finans örgütlerinin direktifleri ile “Ulusal İstihdam Stratejisi” adı altında Kıdem Tazminatı, Bölgesel Asgari Ücret, Özel İstihdam Büroları uygulamalarıyla İşçi Sınıfımız ve emekçi halkımızın kanı canı pahasına kazandıkları haklarını bir bir ortadan kaldırmaya, gasp etmeye çalışmaktadırlar. 12 Eylül Faşizminin dahi doğacak tepkilerden dolayı gasp edemediği, Vehbi Koç’un 12 Eylülcülere gönderdiği mektupta, ‘‘Kıdem tazminatının kendilerine yük olduğunu, bunun bir fona devredilmesi gerektiğini’’ belirtmesine rağmen yapılamayanı, AKP iktidarı yapmaya çalışmaktadır. Kıdem Tazminatı 1936 yılından beri uygulana gelen bir kazanımdır. Dönemlere göre değişik oranlarda uygulanmıştır. 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi’nden sonra kabul edilen 1961 Anayasası’yla çalışanlara önemli EkonomikDemokratik haklar getirilmişti. Kıdem Tazminatı Hakkı bu dönemde daha da genişlemişti. O zamanki iş yasalarında, kıdem tazminatında tavan üst sınır uygulaması yoktu. Böylece sendikalar yaptıkları toplusözleşmelerle bu hakkı genişletiyorlardı. Yani kıdem tazminatı, işverenlerin işçileri kolayca kapı dışarı etmesinin önünde kısmi de olsa bir engel teşkil etmekteydi. Ancak 12 Eylül Faşist Darbesiyle bu kazanımlarımız, her yıl için ‘‘en yüksek devlet memuru maaşını geçemez’’ şeklinde sınırlandırıldı. Yani İşçi Sınıfımızın sendikal mücadeleyle bileğinin hakkına elde ettiği hakları tırpanlanmış oldu. Şimdi de Tayyipgiller, hem yasadaki ‘‘her yıl için 30 günlük ücret’’ düzenlemesini kaldırmakta hem de ‘‘Fon’’ aldatmacasıyla en az 10 yıl çalışmadan işçilerin bu haktan yararlanmasını engellemek istemektedirler. Oysa Kıdem Tazminatı, çalışanların yıllarca çalışmaları sonucu biriktirdiği alın terleridir. Her ne kadar tavan sınırı getirilmişse de çalışanlar emekli olduğu zaman eline geçen bu toplu parayı az da olsa bir yarasına merhem yapmaktadır. Tayyipgiller’in hazırladığı Kıdem Tazminatı Fonu düzenlemesiyle yerli-yabancı Parababaları ve onların ekonomik örgütleri, Kıdem Tazminatını ortadan kaldırarak ülkemizi ‘‘ucuz işgücü cenneti’’ne, dikensiz gül bahçesine çevirmenin hesabını yapmaktadırlar. Çalışma yaşamının esnekleştirilmesinin bir parçası olarak kolay işçi alıp kolayca çıkarmak; insanları işsizlik, pahalılık cehennemine atmak istemektedirler. Ücret ve sosyal hakların toplamından oluşan Kıdem Tazminatı hesabını, çıplak ücrete indirgeyerek ve Fona devrederek, 20 yıl çalışan işçi 6 maaş tutarında kıdem tazminatı alsın, demektedirler. Kıdem Tazminatı, çalışanın ücretinin ileride ödenmek üzere ayrılmış bir parçasıdır. Bu nedenle, Kıdem Tazminatı, ücret dışı işgücü maliyetinin bir unsuru şeklinde görülemez ve reka- bet gücünü arttırmak amacıyla azaltılması düşünülen bir ödeme türü olarak ele alınamaz. İşveren örgütlerinin yıllardır öne sürdüğü, AKP iktidarının da benimsediği bir başka gerçek dışı değerlendirme de Kıdem Tazminatının iş güvencesi ve işsizlik sigortasının yerine geçtiğidir. Bu nedenle ülkemizde işsizlik sigortasının ve iş güvencesinin var edilmesinden sonra Kıdem Tazminatına gerek olmadığı iddia edilmektedir. Oysa yaygın örneklerden de görüleceği gibi, hiçbir ülkede Kıdem Tazminatı iş güvencesi ya da işsizlik sigortası yerine düzenlenmiş değildir. Ayrıca bu “uydurulmuş” gerekçe temelden yanlıştır. Çünkü Kıdem Tazminatı ödeme durumu, iş güvencesinin olduğu yerde değil; iş güvencesinin bittiği yerde başlamaktadır. Bu anlamda iş güvencesi ile Kıdem Tazminatı birbirinin yerine geçen değil, güvenceli ve insanca bir çalışma yaşamı için birlikte bulunması gereken iki ayrı düzenleme niteliği taşımaktadır. Aynı durum, İşsizlik Sigortası ile Kıdem Tazminatı ilişkisi açısından da söz konusudur. İşsizlik Sigortası, işçinin, işsiz kalma tehlikesine karşı güvence sağlamak amacıyla, çalışırken, diğer sigorta türleri gibi prim ödeyerek sahip olduğu bir kazanımdır. Kıdem Tazminatı ise herhangi bir karşılık ödemeksizin, işyerinde yıpranmışlığının bir bedeli olarak, işten ayrılırken aldığı, “ertelenmiş kazancıdır.” Her ikisinin de çalışanın işten ayrılması koşuluna bağlı olması, İşsizlik Sigortası ile Kıdem Tazminatını birbirinin yerine geçirmek için gerekçe olamaz. Başta Avusturya olmak üzere kıdem tazminatının en yerleşik olduğu ülkelerde gelişmiş sendikal örgütlenme, etkin toplu İş sözleşmesi ve güçlü bir iş güvencesi düzeni vardır. İşveren tarafından iş akdi fesh edilen işçi, işe son verme nedeni ne olursa olsun, Kıdem Tazminatı’na hak kazanır. Emekçi, cefakâr, yiğit halklarımız; Tayyipgiller’in; IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi Emperyalistlerin ekonomik örgütleri eliyle yaptıkları ihanetler saymakla bitmez. ‘‘Sağlıkta Reform’’ adı altında sağlığı paralı hale getirdiler. Özelleştirme adı altında Cumhuriyetin kazanımlarını yerli-yabancı Parababalarına peşkeş çektiler. Emeklilik yaşını ve prim gün sayısını yükselterek yeni nesil için emekliliği hayale dönüştürdüler; Mezarda Emekliliği dayattılar. 4857 Sayılı İş Yasasıyla Esnek Çalışma modelini getirdiler. İşsizliği büyüttüler. Sınavlarda emek hırsızlığı yaparak ço- cuklarımızın geleceğini çaldılar. Son olarak da Kürecik’te kurulacak olan NATO Füze Savunma Sistemi ile Ülkemizi Emperyalistler için yolgeçen hanı yaptılar. İşçi Sınıfımız ve emekçi halkımızla birlikte, kazanılmış haklarımızı gasp etmeye yönelik çıkarılmak istenen Kıdem Tazminatı Fonuna, Bölgesel Asgari Ücret Uygulamalarına, Özel İstihdam Bürolarına, vb. antidemokratik saldırılara, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da karşı çıkacağız. Yüzlerce yıllık mücadeleyle elde edilmiş ve uğruna büyük bedeller ödenmiş olan haklarımıza sahip çıkacak ve daha da geliştirmek için mücadele edeceğiz. İşçi Sınıfı ve emekçi halklarımızı, tüm demokratik kitle örgütlerini birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz. 10.10.2011 Kıdem Tazminatı Hakkımız Gasp Edilemez! İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek! Nakliyat-İş Sendikası Gebze Şubesi 27 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Yaşasın Birnak Direnişimiz! Direnen ve Direnişlerini zaferle sonuçlandıran BİRAK İşçileriyle Direniş sırasında ve zafer sonrasında konuştuk Kurtuluş Yolu/Konya Kurtuluş Yolu: Kaç senedir Birnak’ta çalışıyorsunuz? Hüseyin: 1 senedir çalışıyorum. Münir: 1,5 senedir buradayım. Ömer: 1,5 seneden beri Birnak’tayım. Halil: 2 senedir Birnak’tayım. Tahsin: 5 yıldır Birnak’tayım. ecati: 3,5–4 yıldan beri Birnak’tayım. Kurtuluş Yolu: Birnak’taki çalışma şartlarınızdan biraz bahseder misiniz? Çalışma koşullarınız nasıl? Tahsin: Önceden ağırdı. Sendikaya geçmeden önce saatler belirli değildi, iş ne zaman biterse önü açıktı yani. Gece saat bir veya ikiye kadar çalışma sürüyordu. İşverene karşı çıktığın anda direk kapıyı gösteriyordu. Ambarda iki tane kapı var hangisinden çıkmak istersen serbestsin, çalışan kalır çalışmayan gider, diyordu. Bu şekildeydi. Sendikaya geçtikten sonra bu saatler düzeldi. Saat beş buçukta veya altıda göndermeye başladı. Ve işten çık da diyemiyordu. Kurtuluş Yolu: Daha önce fazla çalıştığınız zaman mesai ücreti alıyor muydunuz? Tahsin: Hayır mesai yok. Dediğim gibi, çalışırsan iş burada, çalışmayan olduğu anda, itiraz eden biri oldukça zaten, toplu şekilde itiraz etme yoktu herkes şahsına. Kurtuluş Yolu: Şu anda daha düzenli saatler değil mi? Tahsin: Tabiî şu anda daha düzenli. Yani daha düne kadar iş bitmeden gidemiyorduk. Biri benim işim var, çalışmayacağım, dediği anda kapı orada, diyordu, yarın gelme veya şimdi git, diyordu. Ömer: Sendika gelinceye kadar maaşlarımızı 45–50 günde zor alıyorduk. Sendikaya üye olduktan sonra düzenli maaş almaya başladık. Ondan önce hep parça parça, 50 lira veya 100 lira şeklinde alıyorduk, hiçbirimiz daha toplu maaş aldığımızı hatırlamıyoruz. Önden bir de karşılıksız senet aldı ve onu da sendika geldikten sonra geri aldık. Sendikaya üye olmayacaksınız, diyerek bizden karşılıksız senet aldı. Ve ben dedim ki, getir sana ben bir senet daha vereyim, dedim. Benimle dalga mı geçiyorsun, dedi. Senedin geçersiz olduğunu bildiğimiz halde biz bile bile verdik. Hüseyin: İstirahat yoktu doğru dürüst. Çay ve yemek konusunda, karşı taraftan bize karşı, sendikaya geçtikten sonra aşırı değişmeler oldu. Allah razı olsun sendikadan. Sendika geleli saatimiz belli, çoluk çocuğumuzu görüyoruz, misafirlerimizi ağırlıyoruz. Sendikaya üye olmadan önce saat da yoktu, çoluk çocuk da yoktu bizim için, misafir de yoktu. Bu kadar açıktır yani… Allah’ın izniyle oturtmaya karar verdik biz bu işi, işimizi geri istiyoruz yani. Kurtuluş Yolu: akliyat-İş Sendikası’na ne zaman ve neden üye oldunuz? Örgütlenme sürecinden biraz bahseder misiniz? ecati: Örgütlenme sürecimiz şöyle başladı; Ayhan Ağabey ile ben bir pazar günü görüşme yaptım. Ayhan Ağabeyinin sayesinde Ali Ağabeyi (Nakliyat-İş Bölge Temsilcisi Ali Özçelik. – Kurtuluş Yolu) ile tanıştık o gün ve benim evimde bir toplantı yaptık. Ali Ağabeyin anlattıkları bize çok güzel ve olumlu geldi. İlk süreçte Münir ve Hüseyin Arkadaşımızı yanımıza almak istedik ve onlarla Tahsin Arkadaşımız bir görüşme yapmak istedi. Ali Ağabeyimize de aynı o şekilde anlattık. Ve nitekim 12 saat sonra bu görüşme başarıyla sonuçlandı. Ve bu süreç içinde Halil Ağabeyimizle de görüşmek istiyorduk. Halil Ağabeyi en son sıraya bıraktık. Bu süreci kimseye duyurmadan tamamlamak istiyorduk. Ondan sonra, 3–4 gün geçtikten sonra, bizim patron bu süreci duymuş, biz üyelikleri yaptıktan sonra… Ve nitekim, ben uzun yol şoförüyüm, ben yoldayken Hüseyin Arkadaşımız beni aradı, durumu anlattı. Sağ olsun arkadaş benden sonra Ali Ağabeyimizi aramış. Hüseyin: Bana para teklif etti. 1 senedir maaş vermeyen, sendikayı duyunca bana para teklif etti! Ardından, burada bizim yeğen var, onu göndermiş, gelsin vazgeçerse ne isterse yapacağız, demiş. Tahsin: Maaşı 700 liradan 1200 liraya çıkarttı. Sendikadan vazgeçersen maaşın 1200 lira, dedi. Yani birden 500 lira zam yaptı. ecati: Ve nitekim o gün ben sabah yoldan geldim. Ben yoldayken, Tahsin Arka- daşımız sürecin işlemesi için sabah 1 saatlik bir grev uyguladı, tabiî Ali Başkanımıza da bilgi vermek şartıyla. Yoksa cumartesi günü ben yoldan geldiğimde Tahsin Arkadaşım, Münir Arkadaşım ve Hüseyin Arkadaşım o gün işten çıkartılıyordu. Sağ olsunlar diğer arkadaşlar da bize destek çıktılar. Diğer, içeride şu anda bize ihanet eden iki arkadaşımız var, onlar ,da bu grevin içindeydiler ama parayla satın alındılar. Cumartesi günü ben yoldan geldikten sonra bana burada büyük bir baskı yapıldı içeride. En son ben içeriden çıkmıyordum, Tahsin Arkadaşım bana dedi ki, sen git, biz burayı hallederiz. Ve nitekim gitmedim, Ali Başkanımla bir aradaydık. Bizi işten çıkartacak patron dördümüzü bir anda işten çıkartamadı. Sağ olsunlar arkadaşların desteğiyle birlikte.. Benim söyleyeceklerim bu kadar. Kurtuluş Yolu: İşveren sendikayı öğrenince tepkisi ne oldu? ecati: Ersan Bina yönetiminden Selçuk Bey diye biri geldi. Akşam bu Selçuk Bey bizi topladı ve şöyle iyileştirme yapacağız, sendika doğal hakkınız, saatleri düzelteceğiz, falan dedi. Tabiî sendikanın onunla yaptığı görüşmeden sonra bunları yapma kararı alıyor. Sendika görüştükten sonra söylüyor bunları… Ömer ve Mustafa Arkadaşın senetlerini o gün akşam arkadaşlara teslim etti. Bazı konuşmalar yaptı. Dediği sözlerin ancak yüzde 70’ini tutabildi. Servisimizi aldırmıştı servisimizi verdirdi, saatlerimizde düzenleme yaptı, maaşlar zamanında verildi, arkadaşların senetleri verildi bu kadar yani. Hüseyin: Bizi dövsün diye buraya özel korumalar getiriyor. Tahsin: Gözdağı versin diye adam tutuyorlar işçi olarak, aslında işçi değil ama işçi olarak aldı. Hiç de bir iş yapmazlar, otururlar. Hüseyin: İş bizim dedikçe o tam tersini yapıyor yani. Biz işin yürümesini istedikçe o adam getiriyor, aklı sıra bizi korkutacak. Ama bu ekmek davası ve hiçbir zaman dönmeyeceğiz. Kurtuluş Yolu: İşverenin sendikaya üye olmadan önceki süreçte sendikaya karşı tutumu nasıldı? eler yapıyordu sendikaya üye olmamanız için? Münir: 15 günde bir toplardı bizi. Sendikaya girmeyin şöyle güzelleştireceğim, böyle güzelleştireceğim derdi. Yani açıkça bir nevi tehdit ederdi bizi, engellemek için bunu yapardı. Tahsin: Engellemek için. Birnak’ta sigortalıydık biz, Ersan Bina Yönetimine geçirdi. Sendikadan kaçış için bir önlem buldu, kesin çözüm değil ama sadece önlem. Çalışacak olan varsa Ersan Bina yönetimine geçecek. Çalışmayacak varsa kapı burada, çıkıp gidebilir, dedi. Sendikanın da “S”sini duyarsam o adamı işten atarım, dedi. Önlem olarak bizi taşerona geçirdi. Maaşlarınızı vereceğim, sizi sendikalı gibi bir duruma getireceğim, derdi. Tabiî parasal olarak, sadece eşit olmasa dahi yaklaştıracağım, derdi. Sosyal haklardan bahsetme yok! Onun tek derdi para olduğu için paradan bahsederdi. Ben kazandıkça size de para vereceğim, sendikalı gibi para alacaksınız, derdi. Birden değil tabiî bir kaç sene içinde… Sonra da bana 1,5 milyar vereceğini açıkladı, sendikaya geçtikten baya bir zaman sonra, toplantılardan sonra… Kurtuluş Yolu: Öncesinde kaç para alıyordun? Tahsin: 1050 alıyordum. Aslında 1 milyar ama 50 avanta. O öyle veriyordu. Sonra 1500 lira verecektim, dedi. Senin çalışman şöyledir böyledir falan, sen bu parayı hak etmiyordun, yani anlamış, vazgeçersen, geriye dönersen bu parayı vereceğim. Arkadaşlarınla da görüş, geriye dönsünler maaşlarını yükselteceğim, diyerek böyle bir şey yaptı. Biz de geriye dönmedik. Kurtuluş Yolu: Peki patron size sendikayla ilgili neler söyledi? ecati: Şimdi patronun konuştuğu şu; sendika yiyici, kalleş, sizi ortalıkta bırakır gibi sözler. Patron kısmını anlatmaya gerek yok, kaba tabirli her türlü lafı konuşur… Tahsin: Sendikayı övse sen zaten gider sendikalı olursun, sendikayı karalayacak ki sendikadan uzak duracaksın… ecati: Orucun 2’nci günüydü. Mehmet Emin Bey, beni saat iki buçuk suları yukarıya çağırdı. O gün zaten son toplantıyı yaptık, Hüseyin Arkadaşımızın çıkışı verildi o gün. Aba altından sopa göstermeler, kimisi iyi niyet gösteriyor, kimisi sopa gösteriyor, bu şekilde tehditler… Bunları da yaptılar. Kurtuluş Yolu: Bu süreçte akliyatİş’in sizlere karşı yaklaşımı ve tavrı nasıldı? asıl değerlendiriyorsunuz? ecati: Nakliyat-İş’ten de, Ali Başkanımızdan da, diğer sendika temsilcisi arkadaşlardan da Allah razı olsun diyoruz. Tahsin: Sürecin nasıl gittiğini anlatmaya gerek yok, bak hep beraber buradayız. Yani söylenecek bir şey yok, durum her şeyi anlatıyor zaten! ecati: Direnişi anlatalım. Çarşamba günü, yetkisi olmayan bir sekreterimiz var, Hüseyin’e karşı bu çıkış dosyasını okumuş. Daha doğrusu, akşamüzeri, Hasan Yumurtaş diye bir yetkisiz, kendini bilmez, ukala, işverenin yanında olan bir kişi, arkadaşımıza sen yarın gelmeyeceksin, demiş. Biz de Ali Başkan’ımızla görüştük. Ali Başkan’ımız, götürürüz biz seni yarın sabah, dedi. Ve nitekim sabah oldu Hüseyin Arkadaşımızla birlikte geldik, Konya Sürat Ambarı sahibinin oğlu Arif Toksöz var, Genel Müdürümüz şu anda, onun yanına vardım, Hüseyin Arkadaşımızın işe başlayıp başlamayacağını sordum. Sigortası durdurulduğu için işe başlamayacağını söyledi. Ve o dakikadan itibaren ben kendisine genel açıklamayı yaptım. Dedim ki; Hüseyin Arkadaşımız yoksa biz şu anda grevi başlatıyoruz. Biz de yokuz, dedim. Ve nitekim arkadaşlar elbiselerini değiştiriyordu. Dedim, arkadaşlar dışarıya çıkıyoruz… Sağ olsun arkadaşların hepsi geldi. Ve işte Direniş de bu şekilde başladı. Tahsin: Aradan yarım saat geçmeden telefon geldi. Hepimizin çıkışının verildiği söylendi Ersan Bina yönetimi tarafından. ecati: Evet, Selçuk Bey aradı Ersan Bina yönetiminden. Dedi ki, bir Hüseyin için değer mi? Bir Hüseyin için dünyalar değer! Ve ikinci gün bir daha telefon açtı. Dedi ki, geriye dönmenizi istiyoruz Hüseyin harici. Yine aynı lafı konuştuk. Bir Hüseyin için dünyalar değer. O varsa biz varız, o yoksa biz hiçbir yerde yokuz! Hüseyin: Bizim için de sizler varsınız arkadaşlar, bu dava hepimizin davası! Kurtuluş Yolu: Şu an Direniştesiniz. Haklı bir mücadele veriyorsunuz. Bu kararı alırken herhangi bir tereddüdünüz oldu mu? Endişe ettiniz mi? ecati: Hayır, hayır… Arkadaşlar namına da söylüyorum bu lafı, kendi namıma da söylüyorum, hiç tereddüt etmeden çıktık bu yola. Tahsin: Buranın sendikalı olacağına inanıyoruz bu gerçekleşecek. Hep beraber göreceğiz. Kurtuluş Yolu: Bu kararınıza uymayan arkadaşlarınız oldu mu? ecati: Evet. Onları da söyleyelim. Birisinin yakın bir süreçte düğünü olmuştu. Babası ve dedeleri, Konya Sürat Ambarının sahipleri. Arif Toksöz oğlu olduğu için çocuğu resmen Birnak’ın sahibi Mehmet Emin Sarı’ya peşkeş çektiler. Bizim üyemizdi. Maddi anlamda da bu çocuk biraz sıkıntıdaydı. Yeni düğün yapıyordu, ne baba desteği var, ne ana desteği var, ne dede des- teği var. Hâlbuki Konya Sürat Ambarı küçük bir ambar değil. Çocuğu, 5 milyarlık bir mobilya karşılığı sattılar. O da bizi satmış oldu. Ahmet diye bir arkadaşımız var, ilk greve başladığımız gün belirli bir süre yanımıza gelmedi. Ve geldi burada, biraz sorunları vardı, o sorunları öne sürdü, biz de dedik, git sorunlarını hallet, biz buradayız. Ve nitekim Ali Başkan’ımızın da haberi var bundan. Kalleşliğin en büyüğünü Ahmet yaptı bize. Diğer arkadaşın yaptığı hiç gözümüzde yoktu ama Ahmet’in yaptığını bize hiç kimse yapmaz. Ömer: Burada konuştuğumuzu götürüp işverene kadar ileten biri. Sürekli ikiyüzlülük yapan, gammazlayan biri oldu yani. Burada oturduk konuştuk, bir bardak çayı, suyu beraber içtik. Ama bizi sırtımızdan kalleşçe hançerleyen biri olmuş. ecati: Ve nitekim, Birnak’ın sahibi Mehmet Emin Sarı’ya bunu yetiştiren, bu örgütlenme sürecinde en büyük kalleşliği yapanın Ahmet olduğuna şu an eminim. Buna kanaat getirmiş durumdayız. Ve patrona bunu ilk süreçte, diğer arkadaşları da örgütlemeden, örgütleyemeden patrona ileten kişinin bu olduğunu öğrendik. Nitekim biz Tahsin Arkadaşımla beraber, ben yoldan geldikten sonra pazartesi günü arkadaşlarla görüşüp ikimiz Birnak’ın sahibi Mehmet Emin Sarı’nın karşısına çıkıp yüz yüze ve açık sözle beyan edecektik. İşten çıkartırdı veya çıkartmazdı, o onun bileceği iş. Yani başkasından duymasın istedik, biz kendimiz açıklayalım istedik. Kurtuluş Yolu: İlk sendika fikri nasıl ortaya çıktı? e zaman karar verdiniz sendikalı olmaya? akliyat-İş’ten önce başka bir sendikayla görüşmeniz oldu mu? iye akliyat-İş? ecati: Niye Nakliyat-İş? Konya’da şu anda en büyük örgütlenme Nakliyat-İş’tedir. Birincisi bunu öğrendik. İkincisi, az önce de söyledim, iki saat içinde bu süreç oluştu. İlk Ayhan Ağabey ile görüştük, telefonda Ayhan Ağabey Ali Ağabey ile tanıştırdı bizi. Ve bu ilk görüşme nitekim benim evimde oldu. Adem Ağabeyimiz vardı, Metin Başkan vardı, Mehmet Başkan vardı ilk görüşmemizde. Tahsin: Patrona dur demenin zamanıydı. ecati: Patrona bu süreçte dur demenin zamanı gelmişti. Artık arkadaşlar gece saat on ikiye ve bire kadar hafta içi çalışıp Çarşamba ve Cumartesi günleri gece saat ikilere, dörtlere kadar çalışıyordu. Ömer: İşe sabah saat sekiz buçukta başlardık sabah ezanıyla bırakırdık. Bazı arkadaşlarımız harçlık isterdi yarın pazara gideceğiz diyerek, para yok, der gönderirdi. Kurtuluş Yolu: Bu mücadele süresince ailenizin sizlere karşı tavrı nasıl? Sizleri destekliyorlar mı? Tahsin: Ailelerimiz destekliyorlar bizi tabiî. Normalde arkadaş az önce de söyledi, çocukları gördüğümüz yoktu. Eve en erken gittiğimiz, gece saat 10, en geç gittiğimiz saat gece 02 veya 04. Saat 10’da vardığımızda çocuklar uyumuş oluyorlar zaten, sabah da 7’de veya 8’de kalkıyorsun çocuklar yatıyor. Sadece bir tek Pazar günü görebiliyoruz onda da biz yorgun oluyoruz, biz yatıyoruz… Ömer: Sosyal hayat yok… Münir: Zaten bakarsan, ambarcı adamın hastası olmaz, misafiri olmaz, ölüsü ol- maz, dirisi olmaz… Şu 2–3 aydır rahatladık. Çoluğumuzun çocuğumuzun yüzünü görür olduk. Sağa sola gider olduk. Hüseyin: Eşlerimiz de her zaman arkamızda. Derler ya, Türk kadınları cesaretli olur diye, gerçekten cesaretleriyle arkamızdalar. Kurtuluş Yolu: akliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Başkan ile de bir görüşmeniz oldu. O görüşmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz? ecati: Başkanla görüşmemiz çok güzel geçti ve Başkanı biz ilk o gün gördük. Başkan gerçekten Allah razı olsun kendisinden, bize güvendiğini söyledi. Hüseyin: Baba adam. ecati: Babaların babası. Allah razı olsun… Kurtuluş Yolu: Peki Ali Rıza Başkanla görüşmeden önce aklınızda hiç soru işareti var mıydı? Görüştükten sonra değişen bir şey oldu mu? Tahsin: Hayır. ecati: Hayır, hayır… Ali Başkan’ımız olduğu sürece bizim hiçbir şeyde şüphemiz yoktur. Kurtuluş Yolu: Son olarak Kurtuluş Yolu okuyucularına, Türkiye’deki işçi ve emekçi insanlara söylemek istediğiniz bir şey var mı? Tahsin: Herkes sendikaya geçsin. Bizim önceki şartlarda çalışıyorsa herkes hiç durmasın sendikaya geçsin. ecati: Bizim Mehmet Amca’mızın meşhur bir lafı var: “Ali geldi hak geldi”. Ali Başkan’ımız geldi hak geldi. Allah razı olsun kendisinden. Kurtuluş Yolu/Konya Direnişlerini Zaferle sonuçlandıran Birnak İşçileri anlatıyor: Örgütsüz İşçi Köle İşçidir Örgütlü İşçi Yenilmez! Kurtuluş Yolu: Sendikaya üye olduktan sonra işten atıldınız ve başarılı bir direniş sürecinden sonra başka bir ambarda işbaşı yaptınız. Süreci bize anlatabilir misiniz? Tahsin: Birnak’ta işten atıldıktan sonra 1 ay Direniş yaptık. Sendikanın isteği doğrultusunda başka bir ambarda işe başladık.15–20 gündür çalışıyoruz, düzen iyi, çalışıyoruz. Hüseyin: Rahatız. Özellikle saat yönünden iyi, önceden rahat değildik. Halil: 15–20 gündür çalışıyoruz ama resmiyetimiz (SSK primi) başlamadığı için, sabah 09.30’da başlıyoruz akşam iş bitimine kadar. İşyerinde sendikalı çalışan arkadaşlar saat 19.00 oldu mu bırakıp gidiyorlar. Resmiyetimiz başlamadığı için işveren bizi kullanıyor. Sendikaya üyeyiz ama resmiyette sigortamızın bir an önce başlaması lazım. Maaşımız 5 lira da olsa en önemlisi bizim sosyal hakkımız. Bir hastamız olsa ne yapacağız? Hadi çocuklar görünüyor da biz eşimle ne olacağız? Birnak’tan işi bırakalı 2 ay oldu, bir kaza olsa hastaneye nasıl gideceğiz? Kurtuluş Yolu: Anlattığınız durumun sebebi nedir? Halil: Biz şimdi sendikanın üyesiyiz. Sendikanın buna bir çözüm bulması lazım, bir an evvel başlatması lazım. Benim için en önemli şey sigorta. İlk önce önem verdiğim sigorta. Herkes aynı düşünür. 4 milyar da verse benim için bir değeri yok. Sendika üyesiyiz, memnunuz işimizden ama resmiyetimiz başlamadığı için psikolojik sorunumuz var. Acaba evimizde bir çocuğumuz hastalanır da hastaneye gittiğimizde sıkıntı yaşar mıyız? Herkes bunu düşünüyor. 28 Kurtuluş Yolu: Direnişten önceki çalışma koşulları ile şimdiki çalışma koşulları arasında ne gibi farklar var, bahsedebilir misiniz? Halil: Sendikaya üye olduk. HAS Konya’da olsun Birnak’ta olsun farklı tabiî... Biz sendikanın üyesiyiz, başka olur tabiî ki… Patron bizi kullanıyor. Diğer sendikalılar saat 7 oldu mu tak kesiyor, bizi iş bitimine kadar kullanıyor. Dağıtalım, yükleyelim ama saat 7’ye gelmiş, filan yerde mal var… Arkadaş bunun prosedürünü çiz, saat 7’den sonra beni niye mal toplamaya gönderiyorsun? 5’de toplamayı kes. Yükleyecek yüklesin, arabası varsa sarsın, gene canla başla çalışalım. İmkân elimde diyerekten kullanıyor, bu kadar da olmaz. İşçiysek bu kadar köle mi olduk?.. Kurtuluş Yolu: Bu Direnişin size ne gibi kazanımları ne oldu? Yani neler kattı sizlere? Tahsin: Direnişten önce sendikayı bize yanlış tanıtıyordu işveren. Sendika işçinin hakkını yiyen, işçiden para alan, o şekilde yansıtıyordu. Gerçek durum öyle değil aksine sendika birbirine destek çıkan, sahiplenen bir kurum. Daha önce bize farklı yansıtıyorlardı. İşte sendikaya geçerseniz sizden para alır, maaşınızı alır gibi uydurma bir şeyler yapıyorlardı. Öyle olmadığını gördük aksine bir birine sahiplenme, kardeşlik var. Münir: Örgütlü olma var bir nevi. Halil: Bir tutkunluk var. Tahsin: Sahiplenme var. Önceden olsa bütün ambarlar durup konuşmazlardı bizimle, yaklaşamazdık. Ama şimdi gördüğü yerde durup, kaynaşma oldu sendikalı arkadaşlarla, gördüğü yerde selamlaşıp konuşup o şekil de. Halil: Bir hasbıhal ediliyor yani. Ömer: Bir kardeşlik, arkadaşlık var yani sendikaya gireli, diğer ambarlarla bizlerin arasında kardeş bağı oldu. Tahsin: İşveren sendikasızlara kötülüyor sendikayı, işte sizi götürür kavga ettirir, adam dövdürür gibicesinden sendikadan uzak tutmaya çalışıyor ama söylediklerinin tam tersiymiş. Hüseyin: Bilseydik önceden girerdik sendikaya. Bence çok iyi bir şey. En ufak bir sorun oldu mu hem birlikte konuşuluyor, hem sendikaya geliniyor, söylüyoruz hallediyorlar. Maaşımız da iyi Allaha şükür, şimdilik memnunuz… Kurtuluş Yolu: !akliyat-İş önderlerinin bu mücadelenizde, Direnişinizin kazanılmasında ne gibi katkıları oldu? Hüseyin: Temsilci arkadaşlar ve Ali Başkan gece gündüz demediler Direniştelerdi, ellerinden geleni yaptılar şimdi inkâr etmeyelim, bera- Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 ber yiyip içtik, beraber mücadele ettik. Harçlıklarımızı da verdiler yani desteklediler arkadaşlar, ellerinden geleni yaptılar. Halil: Manevi bir bağ oluştu yani bunu gördük. Hüseyin: Sendika bir aileymiş. Tahsin: Önceden bahsettikleri gibi bir şey değil sendika, daha doğrusu işverenlerin bahsettiği gibi bir şey değil sendika. Sendikasız işçilere baskı yapılıyor, bir de sendika kötüleniyor… İşçi de eğer sendikanın böyle olacağını bilse; sendikanın kendisini sahipleneceğini, destek çıkacağını, her yer sendikalı olur. Ama tam tersine, işveren, sendika sizi ortada bırakır, ben sizi kabullenmem, sizi sahiplenmez işsiz kalırsınız, aç kalırsınız, ben de geriye almam, gibi sözlerle işçileri korkutuyor. Aynısı bize de uygulandı ama biz tam tersini gördük. Hüseyin: Bizim gibi bilmeyenler veyahut kötüleyenlere veya karşılaştığım arkadaşlara her yer sendika gibi olsun diyorum. Tahsin: İşverenin işine gelmediği için… Ama şimdi bir şey olduğunda sana çık git diyemiyor, saati geldiğinde; bırakma, çalış, gibi bir şey yok. Ama önceden olsa, sendikasız adamı çalıştırıyor, tehdit ediyor; çalışmazsan işine son, bırak git… O da iş bulamam korkusuyla devam ediyor. Cahit: Sendikalı işçiye, işi bırak git, deme şansı yok işverenin. Yani yüz kızartıcı bir suç olmadıktan sonra, hırsızlık yapmadıktan sonra çık diyemiyor. İşçi istediği zaman çıkabiliyor. Patronun işten atma gibi bir lüksü yok. Hüseyin: Ben mesela Birnak’ta 700 liraya çalıştım, benim dolmuş parama, kira parama yetmiyordu. 1 yıldır söylediğim halde bir fayda görmedim. Ama sendikalı olduk, Allah razı olsun, başka da bir şey demiyorum. Biz çok memnunuz, bizim gibi bilmeyenlerin de inşallah gözleri açılır herkes üye olur. Kurtuluş Yolu: Direnişinize destek veren kurumları nasıl değerlendiriyorsunuz? Görüşleriniz nelerdir? Hüseyin: Valla her gelenden memnunuz: Kurtuluş Partisi’nden, Birleşik Metal üyesi işçilerden. Ömer: Herkese ayrı ayrı teşekkür ederiz. Metro Baştemsilcisi Cihan Başkan’a da teşekkür ederiz. Hüseyin: Yani bizimle ilgilendiler iki aydır, sağ olsunlar her şeyi yaptılar. Saatimiz de belli maaşımız da belli, şükür yetiyor, şu an çok rahatız… Kurtuluş Yolu: Bundan sonraki süreçte Tayipgiller’in Kıdem Tazminatı ile tehlikeli oyunu B ildiğimiz gibi 2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesi ile birlikte aklımıza gelen her alanda büyük hak gaspları yaşanmış, çıkartılan yasalarla özellikle işçi, emekçi halkımıza zulüm üzerine zulüm yapılmıştır. AKP’nin gelir gelmez en büyük icraatlarında birisi 4857 Sayılı Yasa olmuştur. Bu yasa İle Esnek Çalışma modellerinin bir kısmını yasalaştırmıştır. Diğer bir icraatı ise Sosyal Güvenlik Yasası ile olmuştur. Bu yasada da özelikle emeklilik yaşı yükseltilerek 65’e çıkartılmış, SSK prim gün sayısı artırılmış, çalışanlar açısından bu çok büyük bir hak kaybı olmuştur. Yine 2011’de çıkardıkları Torba Yasa ile yaklaşık 50 bin belediye çalışanını ülkenin değişik bölgelerine güvencesiz bir şekilde sürgünlere göndermeyi hedeflemişlerdir. Şimdi de “Ulusal İstihdam Stratejisi” ile işçileri daha fazla köleleştirmek ve güvencesiz, düşük ücretlerle çalıştırarak patronların kârına kâr katmak ve yeni işçi simsarları yaratmak istiyorlar. Buna Ulusal İşçi Simsarlığı diyebiliriz. Bu strateji içinde Kıdem Tazminatı Fonu, Esnek Çalışma, Özel İstihdam Büroları, Bölgesel Asgari Ücret var. Şu an ülkemizin gündemine oturan Kıdem Tazminatı Fonunu ele alacak olursak. Kıdem Tazminatı, bir işçinin çalıştığı işyerindeki yıpranması karşılığında işveren tarafından ödenen tazminattır. Aslında ücretin geç ödenen bir parçasıdır. Kıdem tazminatı 1936 yılından itibaren başlayan bir uygulamadır. İlk yıllarda işçiler beş yıllık çalışma süresini tamamladıktan sonra her yıl için 15 günlük ücretleri tutarında kıdem tazminatı alıyorlardı. 1950 yılında 5 yıllık süre üç yıla düşürüldü. 1952 yılında ise emekli olunduğunda da kıdem tazminatı alma hakkı getirildi. 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi’nden sonra kabul edilen 1961 Anayasası’yla çalışanlara önemli ekonomik-demokratik haklar getirilmiştir. Kıdem Tazminatı Hakkı bu dönemde daha da genişlemiştir. Bunun devamında da 1967 yılında kıdem tazminatının işçi öldüğünde mirasçılarına ödenmesi maddesi getirildi. 1975 yılında 15 günlük ücret 30 günlük ücrete çıkartılmış, 3 yıllık süre de 1 yıla indirilmiştir. 12 Eylül Faşist Darbesinden sonra ise kıdem tazminatına tavan ücret getirilerek alınacak ücret için bir sınırlama konulmuştur. Günümüzdeki uygulama ise şöyledir; çalışan bir işçinin iş yasasında belirtilen haklı nedenlerle iş sözleşmesinin sona ermesi durumunda, bu işyerinde bir yıldan fazla çalıştıysa çalıştığı her yıl için 30 günlük brüt maaşı üzerinden bu tazminata hak kazanır. Ayrıca yaşlılık, emek- lilik, malullük ve askerlik durumlarında, kadın işçiler için ise evlendiklerinde kıdem tazminatı alınıyor. İşçinin ölümü durumunda ise yasal mirasçılarına ödeniyor. Tavan ücret uygulaması devam ediyor. İşçi Sınıfının vermiş olduğu mücadeleler sonucunda da bazı kazanımlar elde edilmiş, işçiler bu mücadeleyi verirken işverenler-Parababaları da kıdem tazminatını yok etmek, yükümlülüklerinden kurtulmak için bütün hükümetlere baskılar yapmışlardır. Örneğin 12 Eylül Faşist Darbesinin olduğu yıl, Vehbi Koç 2 Ekim 1980’de Kenan Evren’e yazdığı mektupta şöyle diyor: “Kıdem Tazminatı Karşılıkları bir fonda toplanmalı ve kalan kısım özel sektör yatırımları için düşük faiz ile kullandırılmalıdır.” 12 Eylül Faşizmi ise doğacak tepkileri göze alamadığı için buna cesaret edememiştir. Ve o günden bugüne Koç’ların, Sabancı’ların, Eczacıbaşı’nın bu isteklerini şimdi AKP Hükümeti yerine getiriyor. Tayyipgiller’in sayesinde Parababalarına da gün doğdu. Bütün istediklerini, tasarladıklarını hatta hayal bile edemediklerini bu hükümete çok kolay yaptırır oldular. İlk hedeflerinden biri de sırtlarında ağır bir yük olarak gördükleri kıdem tazminatından kurtulmak olacak. Peki AKP’nin Kıdem Tazminatında yapmak istediği nedir? Peki işveren üzerindeki yük nasıl kalkacak ve işçi nasıl köle yapılacak? Kıdem Tazminatı Fonu tasarısına göre kıdem tazminatı için bir fon kurulacak. Fon yönetimi Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanlığı (ÇSGB) tarafından atanacak bir temsilci, en fazla işvereni temsil eden işveren konfederasyonu tarafından seçilen iki ve en fazla işçiyi temsil eden işçi konfederasyonunca seçilen bir üyeden oluşacak. Fona başlangıç ise şöyle belirleniyor: kanun kapsamına girenler kanunun yürürlük tarihinden itibaren, yeni işe alınanlar ise işe başladıkları tarihten itibaren kendiliğinden fona tabi olacaklar. Ödenecek kıdem tazminatına hak kazanmak için en önemli şart 10 yılı (bu süre 3 yıl, 5 yıl ve 10 yıl olarak tartışılmaktadır) doldurmak. Kıdem tazminatının miktarı ise fona prim ödenmiş olan her tam yıl için prim hesabına esas olan ücretin otuz günü tutarındaki miktar olarak tanımlanıyor. Kıdem tazminatına esas neler yapmayı düşünüyorsunuz? Örgütlenme ve mücadele açısından? Hüseyin: Davamız ekmek davası olduğu için biz her yere gideriz; ölüme de olsa ölüme de gideceğim, kimseye ekmeğimizi kaptırmayız, ekmeği paylaşmaya girdiği anda onları da desteklemeye hazırız. Bu ekmek davası… Üç beş kuruşla geçinemeyeceğimiz ama sendikanın sayesinde yetiyor da artıyor bile. Bilmeyenlere de söylüyorum herkes sendikalı olmalı. Tahsin: Bu süreçte size de iş düşüyor. Kurtuluş Yolu olarak sendikanın ne yaptığını gösterirseniz, diğer arkadaşlar da bilgi sahibi olur, daha rahat olur bu işler. Sendika hiçbir gazetede, medyada geçmiyor. Herhangi bir yazı görmüyoruz. Diğer işçiler bilinçsiz, sendikanın ne olduğunu bilmiyor, sadece duyuyor sendikalı 2 milyar maaş alıyor… Girebilir miyim, nasıl ulaşırım bilmiyor. İşveren de diyor sendikaya geçersen ortada kalırsın, sendika sizin paranızı almak için, sizi kullanmak için üye yapıyor. Ömer: Benim bir arkadaşım var berber, geçenlerde yanına gittiğimde; Ömer, uzun zamandır görüşemiyoruz, diye sordu. Ben de grevdeydik, direnişteydik, sendika üye oldum, dedim. Bu arkadaş bir zamanlar gazeteciydi Yeni Meram’da, sendikaya üye olmakla hiç iyi etmemişsiniz, yarın görürsün, dedi. Ya biz bu adamlarla bir ay beraber oturduk, yemeğini yedik. Önceki yıllarda ambarlarda sendika yoktu rezillerdi, şu saatlerde (akşam 10) eve gidiyorduk. Yani bu arkadaş sendikayı kötülemeye kalktı. Yani basın olarak en büyük olay size düşüyor. Sendikanın iyi bir şey olduğunu anlatmak size düşüyor. Dışarıda bir arkadaşıma söylediğim zaman, o orada kalır, o gidip başkasına anlatmaz. Gazeteyi 1 kişi değil 100 kişi, 150 kişi okuyor. Kurtuluş Yolu: Son olarak, bu Örgütlenme ve Direnişte her an işçilerle beraber olan, ekmeği, suyu, mücadeleyi, direnişi, coşkuyu ve heyecanı paylaşan, onların Mücadelesinin ve Direnişinin zaferle sonuçlanması için gece gündüz uğraş veren DİSK Konya İl Temsilcisi ve !akliyat-İş Bölge Temsilcisi Ali Özçelik’in değerlendirmesini aldık: Ali Özçelik: Birnak örgütlenmesi, başta Genel Başkan’ımız Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun da bize yol açıcı olarak söylediği gibi, aslında İstanbul’da Yöntem ve Tempo Kargo’nun, Konya ayağı olarak da Birnak’ın gerçek anlamda sendikaya, sendikasızlaştırmaya karşı kurulan bir işyeri idi. Yöntem Kargo’nun Topkapı’dan kaçıp da dışarıda çalışma yapması karşılıkları olan işyerlerinin sendikasız olması, İzmir’de alınacak ücret ise işçinin çalıştığı ve adına prim yatırılan son takvim yılının ortalamasıdır. Bu Fon tasarısına göre “prime esas alınacak ücret” ise “Kıdem tazminatı fonuna ödenecek aylık prim miktarı hesaplanacak aylık kazancın % 3’ünü geçmemek” koşulu var. Ancak bu kazancın net mi brüt mü olduğu belli değil. Ayrıca “Bir yıllık çalışma karşılığında verilen kıdem tazminatı miktarı, uzun vadede OECD ortalamasına çekilecektir.” deniliyor. Yani 20 yıllık bir çalışma için 6 aylık kıdem tazminatı ödenmesi hedefleniyor. Yapılacak değişiklikler böyle ifade ediliyor. Biz çalışanlar için vahim olan maddelere şöyle bir baktığımızda çok kötü bir tabloyla karşılaşıyoruz. Eğer bu fon yasalaşırsa, ki buna en fazla desteği veren Parababaları bunun bir an önce hayata geçmesini istiyorlar, İşçilerin yaşayacakları hak kayıplarını ve gasp edilecek haklarını şöyle sıralayabiliriz. 1- Fon Tasarısı hayata geçtiğinde işveren primleri bu fona ödeyecek. Fakat ödememesi durumunda, işçinin hak kaybına uğramaması için mahkeme yolu ile buna müdahale etmesi gerekecek. Tabiî işten atılmayı ve mahkeme masraflarını göze alabilirse… 2- Şu anki uygulamaya göre, işçi bir işyerinde 1 yıllık çalışma süresini doldurunca kıdem tazminatı için hak kazanmaktadır. Ve haklı nedenlerle iş akdinin feshi durumunda bu parayı alma hakkı vardır. Ama bu fon tasarısına göre, işçi 10 yılını doldurmadan bu fondaki parayı alamayacak. İşyerinden her ne şekilde ayrılırsa ayrılsın, bu süreyi doldurmadan alamayacak. 10 yılın sonunda alacağı para ise fondaki paranın bir kısmı olacak. Sadece ölüm, emeklilik ve malullük durumunda tamamını alabilecek. 3- Bugünkü uygulamada, işçi bir yıllık çalış- daha önceki yıllarda NAK Kargo’nun sendikalara karşı, sendikalı örgütlülüğe karşı yapılan girişimlerdi. Bu amca hizmet eden kuruluşlardı. Genel itibarı ile bu konuyu toparlayacak olursak, bu işyerleri işçileri sendikasızlaştırmak için kurulmuş iş yerleri idi. 2011 Şubat ayında Birnak örgütlenmesini, özünde Yöntem ve Tempo örgütlenmesini kararlaştırdık Genel Başkanımız Ali Rıza Küçükosmanoğlu önderliğinde. Onun önerisi ile karar verilmiş ve başlanmış oldu. Burada bizim tutumumuzdan çok, Birnak İşçilerinin sınıf bilinci ile hareket ederek, yer almaları gereken yerde olmaya karar vermeleriyle gerçekleşmiş oldu. Burada işçi önderi arkadaşların çok büyük katkısı var. Necati ve Tahsin’in çok büyük katkıları var, büyük etkisi var. Sendika olarak bizim de girişimlerimiz oldu tabiî ki, ikisi birbirini desteklemiş oldu… Konya’da Nakliyat-İş Sendikası olarak, sendika önderlerimizden gördüğümüz şekilde, onlardan aldığımız sınıf bilinci ile hareket etmeye çalışıyoruz 2003 yılından beri. Burada, Türkiye ölçeğinde baktığımız zaman, sendikal anlamda güçlü bir örgütlülüğümüz olduğu görülür. Olayca da bu Direniş ve Zaferle de kendini göstermiş oluyor. Genel anlamda Nakliyat-İş Sendikası olarak değerlendirdiğimizde, gerek HAK-İŞ gibi, gerek TÜRK-İŞ gibi konfederasyonların dışında DİSK içinde bile kriz dönemini de değerlendirerek söylüyorum, birçok sendikanın örgütlü olduğu işyerlerinde üye sayısında düşmeler olmasına, toplusözleşmelerinde gerilemeler olmasına rağmen, Genel Merkez düzeyinde de, Nakliyat-İş Sendikası olarak, 2 yıllık sürede üye sayısını yüzde 100 arttırmış tek sendikayız. ması karşılığı olarak 30 günlük brüt ücreti tutarında tazminat almaktadır. Bu fon yasalaşırsa, işveren bir işçi için aylık kazancının sadece % 3’ü tutarında prim yatıracak. Bu bir aylık kazancın da net mi yoksa brüt mü olduğu belli değil. Örneğin bir işçinin brüt 1.000 TL maaş aldığını varsayalım. İşveren bu işçi için her ay aylık (% 3) 30 TL prim yatıracak. Bir yıl sonunda fonda biriken parası 360 TL olacak. Şu anki uygulamada işten ayrıldığında 1.000 TL alacakken, Fon Tasarısına göre 360 TL hak etmiş olacak. Geriye kalan miktarın ne şekilde bir ödeme ile tamamlanacağı belli değil. Gördüğümüz gibi, burada büyük bir hak gaspı söz konusudur. Ülkemizde ücret artışlarını da düşündüğümüzde, 10 yıl primi biriken bir işçinin alabileceği tazminat çok az olacaktır. Yaklaşık, şu anda alması gereken kıdem tazminatının ancak üçte birini alabilecek. 4- Fon Tasarısında belirtildiğine göre, tazminat ödemelerinin çalışılan son yılın ortalama ücreti üzerinden hesaplanacağı ve 30 günlük ücreti karşılığı olacağı belirtiliyor. Bu da kıdem tazminatına esas alınacak miktarı düşürmektedir. Kıdem tazminatı miktarının uzun vadede OECD ortalamasına çekileceği belirtiliyor. Yani daha da düşürülecek. 20 yıl için 6 aylık tazminat ödenecek. 5- Ayrıca bu Fon Tasarısının yasalaşmasından önce çalışanların hak etmiş oldukları tazminatların kim tarafından nasıl ödeneceği de bir açıklığa kavuşturulmamıştır. 6- Eski yasada Kadın çalışanlar evlilikle birlikte çalışmayacaklarsa bir yıl içerisinde kıdem tazminatlarını alabiliyorlardı. Bu fon tasarısıyla bu durum ortadan kaldırılıyor. Keza Erkeklere askerlik dolayısı ile yapılan ödemeler de kaldırılıyor. 7- Fon iyi yönetilmezse mağduriyetler çoğalacaktır. Tıpkı İşsizlik Fonunda olduğu gibi… 8- En önemlisi de iş güvencesi diye bir şey kalmayacak. Milliyet’in ekonomi yazarı Güngör Uras, 20.09.2011 tarihinde “Sıra kıdem tazminatı fonu”nda...” başlıklı yazısında şöyle diyor: “(…) Devlet, bundan önce çalışanlar için “Zorunlu Tasarruf Fonu” ve “Konut Edindirme Fonu” adı ile fonlar kurdu. Fonlar çalışmadı. Toplanan paraların dağıtılmasına karar verildi. Ücretlerinden para kesilenler yıllar boyu paralarını geri alamadı. “Kıdem Tazminatı Fonu oluşturma arayışı “İşçiyi Kolay al-Kolay çıkar” düzenleme Her şey başta başlıyor aslında. Yani bir tren katarı olarak değerlendirecek olursak, örneği o şekilde alırsak, lokomotif nereye giderse vagonlar da oraya gider. Burada doğru önderlik her şeyin cevabı oluyor, bunu net bir şekilde söyleyebiliriz. Attığımız her adımda, aldığımız her kararda önderlerimizin çok büyük etkisi var. Hayat görüşümüzün çok büyük etkisi var. Sınıf ve Kitle sendikacılığı, Devrimci Sendikacılık yapmaya çalışıyoruz. Sarı sendikalarla aramıza fark koymaya çalışıyoruz. Bunu da Nakliyat-İş olarak yapabildiğimizi düşünüyorum. Genel olarak söylemek istediğim bunlar. Sonuç olarak, Birnak ve Yöntem örgütlenmesi, başarılmış, zaferle sonuçlanmış bir örgütlenmedir. Bütün sendikasızlaştırma çabalarına rağmen sermayedarlara vurulmuş darbedir. Birçok Sarı sendikanın da örnek alması gereken bir örgütlenmedir. Özelde Konya İşçi Sınıfına, genelde Türkiye İşçi Sınıfına hayırlı olsun. Arkadaşların onurlu, kararlı duruşları sayesinde Nakliyat-İş Sendikası’nın doğru önderliğiyle başarıya ulaşmıştır. Herkese hayırlı olsun. Nakliyat-İş Sendikası, yeni örgütlenmelere hem Konya’da hem de tüm Türkiye’de devam edecektir. İşgal, Grev, Direniş, Yaşasın Nakliyat-İş! Kurtuluş Yolu: Biz de İşçi Sınıfının hak ve çıkarlarını savunan bir gazete olarak Direnişinizi ve Zaferinizi kutluyoruz. Bu Direnişte ve diğer direnişlerinizde olduğu gibi bundan sonra da sizlerin yanında olmaya, elimizden gelen her türlü desteği sunmaya devam edeceğiz. Mücadelenizde bir kez daha başarılar diliyoruz. arayışının bir ayağıdır. Dünya Bankası ve IMF uzmanları yıllardır Türkiye için hazırladıkları raporlarda İngilizcesi “Easy hireEasy fire” (Kolay al-Kolay çıkar) olan bu tür bir düzenlemenin yapılmasını öneriyorlar.” Evet AKP hükümetinin yapmak istediği tam da budur. Görüldüğü gibi işverenin üzerindeki yük tamamen kaldırılıyor. Artık işveren çalıştırdığı işçiyi çok kolay bir şekilde işten çıkartacak, işçiye ödemesi gereken kıdem tazminatını ödemeyecek, ödemesi gereken % 3’lük payı da ödeyip ödememek insafına kalmış olacak. Yine AKP Hükümeti, yasalaştırmak istediği Özel İstihdam Büroları ile kiralık işçi olayını da yasalaştırırsa işveren SGK primini yatırmaktan da kurtulacak. Böylece yaptığı her şey cebine kâr olarak girecektir. Kıdem tazminatının gaspına yönelik bu saldırı ile birlikte AKP esnek çalışma saatleri ile de işçileri başka bir yerden daha vurmaya çalışıyor. Özel İstihdam Büroları ile Bölgesel Asgari Ücretle tüm emekçi halkımıza yönelik hak gaspları söz konusu. Tayyipgiller hükümetinin yaptığı bütün yasalarda işçiler için bir toplu iğne başı kadar bile iyi bir şey yok. Amaç tamamen Parababalarını korumak ve onların üzerindeki işçi maliyetlerini ellerinden gelse sıfırlayarak onlar için dikensiz bir gül bahçesi yaratmaktır. AKP seçim çalışmalarında hep 2023 yılını hedef gösterdi. Evet, bu yasa tasarıları yasalaşırsa 2023 yılına kadar işçiler, emekçiler resmen devlet eli ile köle olacaklar. Düşük bir ücret karşılığında bir meta gibi kiralanacaklar ve işverenin canı istemezse bir anda işyerinin kapısının önünde bulacaklar kendilerini. İşçi simsarlarının elinde inim inim inleyecek. Çünkü ne onu koruyacak bir yasa olacak, ne de sığınacağı, örgütleneceği bir sendikası kalacak. Bu nedenle geleceğimizi, ekmeğimizi, güvenceli iş hakkımızı, kıdem tazminatımızı korumak için bu gidişe dur demek zorundayız. Bu da örgütlü ve tek yumruk olmaktan geçer. “Örgütsüz Halk Köle Halktır. Örgütlü Halk Yenilmez.” Bu, tarihin her döneminde defalarca kanıtlanmıştır. Şimdi sıra ülkemiz emekçilerindedir. Kazanılmış haklarımızı vermeyeceğiz. Kazanılmış haklarımızı korumak için susmayacağız. Mücadelede yılmayacağız. AKP zihniyetine teslim olmayacağız. İstanbul’dan Bir İşçi Yoldaş 29 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Kurtuluş Partisi Direnişteki GEA Klima İşçileriyle Omuz Omuza! GEA Klima’da Alman İşverenin ve Polisin her türlü baskısına rağmen mücadele devam ediyor Gebze Organize Sanayi Bölgesi’nde Kurulu bulunan yüzde yüz Alman sermayeli GEA Klima’da DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası 3 yıldır örgütlü bulunmaktaydı. Yeni Toplu İş Sözleşmesi zamanı geldiğinde Alman işveren önce 1 Haziran 2011’de 4 işçiyi ardından da 19 Temmuz’da bütün işçileri işten attı. İlk çıkarılan işçilerden 3’ü 1 Haziran itibarıyla fabrika önünde direnişe başladılar. İçerideki arkadaşları da onlara destek verdi. Ancak Anayasa ve yasalara aykırı olarak 19 Temmuz 2011’de kanunsuz lokavt uygulayan işveren, işyerinde üretimi durdurmuş, işçilerin hiçbirini fabrikaya almamış (bütün işçileri tazminatsız olarak işten atmıştır) ve işyerini polisin kontrolüne bırakmıştır. İşverenin polisle ilişkisi sonrasında da artarak devam etmiş, iş Çayırova Emniyet Müdürlüğüne 10.312 TL’lik elektronik cihaz hibe etmeye kadar varmıştır. Polis bir kez daha işçilerinhalkın değil, Parababalarının polisi olduğunu göstermiştir. Bu yazının yazıldığı, direnişin 161’inci gününe gelinceye kadar polis, GEA İşçilerinin tamamen haklı olduğu bu onurlu mücadelede her zaman Alman işverenden yana tavır almış, bunun da ötesinde onun kapı bekçiliği görevine soyunmuştur. İşçilerin çadırlarını birkaç kez yıkmış, işçileri gözaltına almış, mücadeleyi bitirmek için işçilere sürekli baskı ve zor uygulamıştır. Kurtuluş Partisi de direnişlerinde işçileri yalnız bırakmamış, gerek yöneticiler gerekse kitlesel bazda ziyaretler yapmıştır (1 Haziran’da başlayan direnişin ilk günlerinden beri ziyaretlerini sürdüren HKP, direnişin 100’üncü gününde kitlesel bir ziyaret de gerçekleştirmiştir). Halen de zaman zaman bu ziyaretlerini devam ettirerek GEA İşçilerinin mücadelesinde yanlarında olduğunu göstermektedir. Kurtuluş Yolu gazetesi olarak direnişin 115’inci gününde direnişteki işçilerle bir röportaj yapmıştık. Aradan geçen sürede direnişin seyrinde neler yaşandığına ilişkin Birleşik Metal-İş Gebze Şube Sekreteri ecmettin Aydın’dan bilgi aldık. Necmettin Aydın’ın verdiği bilgiye göre; Bayram dolayısıyla direnişe birkaç gün ara veren işçiler, 14 Ekim’de yeniden fabrika önünde Birleşik Metal-İş Gebze Şube Sekreteri ecmettin Aydın olacaklar. Şu ana kadar işverenden bir görüşme talebi 16 Ekim’de Birleşik Metal-İş Gebze olmadığını bu yüzden daha çok yurtdışı sendiŞube’nin Kongresi’ne katılan işçiler, burada ka ilişkilerini kullanarak GEA’nın yaşadıkları süreci anlatan bir konuşma yaptılar. Kongre’den sonra 21 Ekim Cuma günü Almanya’daki merkeziyle görüşmeye çalıştıkGEA İşçileriyle birlikte fabrika önünde zor larını ifade etti. 18 Kasım’da uluslararası bir kullanılarak gözaltına alındıklarını belirten sendika heyetinin GEA Direnişini ziyaret edeAydın, polis tarafından çadırlarının yıkıldığını ceğini belirten Aydın, havaların soğumasıyla ve direniş yerinde kullandıkları malzemelere direniş de zorlaşacak, ancak haklı olduğumuz polisin el koyduğunu belirtti. Gece saat bir konuda eylemimize devam edeceğiz, dedi. 10.00’da serbest bırakıldıklarını ve 24 Ekim Pazartesi yeniden fabrika önünde direnişe devam ettiklerini söyledi. Gebze’den Kurtuluş Partililer GEA Klima’da Alman İşverenin ve Polisin her türlü baskısına rağmen mücadele devam ediyor G ebze Organize Sanayi Bölgesi (GOSB)’ta kurulu bulunan, yüzde yüz Alman sermayeli GEA Klima’da Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlü oldukları için işten atılan 60 işçi arkadaşımızın Direnişleri 115’inci güne ulaştı. Kurtuluş Yolu Gazetesi olarak işçi arkadaşların kendi ağzından Örgütlenme ve Direniş sürecini okurlarımıza aktarıyoruz: Kurtuluş Yolu: Direnişinizde 115 gündür mücadeleye devam ediyorsunuz. Bize örgütlenme sürecini, bu direnişe gelene kadarki süreci kısaca anlatır mısınız? Nasıl sendikalaştınız? Niye işten atıldınız? Bugün niye direniştesiniz? Ali Şengül (Baştemsilci): Bu örgütlenme sürecimiz yaklaşık 4 yıl önceye dayanıyor. Daha önce firma bir İngiliz firmasıydı. Denko adlı bir firmaydı. O süreçte koşulların kötü olması, işkoşullarının kötü olması, ücretlerin çok düşük olmasından kaynaklı Birleşik Metalİş Sendikası Gebze Şubesi’yle görüşmeler başladı. Kısa sürede biz bütün arkadaşları, yaklaşık 81 kişiydik, sendikaya üye yaptık. Örgütlenme sürecinden sonra 1 yıl mahkeme süreci devam etti. Bir yıl sonra yetkilendiğimizde İngiliz patrondan Alman patrona geçtik. Üç yıllık bir toplu sözleşme imzaladık. Ama bu dönemde esnek çalışma ve telafi çalışması saldırıları söz konusuydu. İş yokluğu gerekçeleriyle yaklaşık 35-40 arkadaşımız işten çıkarıldı peyderpey. Az adamla çok iş çıkarmak istemeleri ve esnek çalışma dayatmasını kabul etmememizden dolayı. En son bu saldırılar, baskılar devam ederken bu yılın haziran ayında iş yokluğu gerekçesiyle 7 arkadaşımız daha işten çıkarıldı. 4 arkadaşımız bu haksız çıkışı kabul etmediler ve kapıda eylem kararı aldılar. Biz o süreçte içeride üretimde bulunan arkadaşların tamamı firesiz bir şekilde yemek ve çay molalarımızda, dinlenme saatlerimizde bu arkadaşlarımızın sürekli yanında olduk, sürekli yemeğimizi, ekmeğimizi, çayımızı paylaştık. Ve dolayısıyla bundan işveren ciddi anlamda rahatsızlık duydu. Asıl neden sendikaya dönük bir saldırıydı. Çünkü 2012’de bir toplu iş sözleşmesi süreci başlayacaktı. Ayrıca esnek çalışma ve telafi çalışmasını burada hayata geçirmek istiyorlardı, bundan vazgeçmemişlerdi. Bizim bu arkadaşlarımızın yanına geliş gidişlerimiz işvereni rahatsız etti. Temmuz ayının on ikisinde de 17 arkadaşımız işten çıkarıldı, içinde temsilcilerin de olduğu. Bu ara fabrikaya badigardlar getirildi. Badigardlar temsilcilere saldırdı. Sağ olsun arkadaşlar durumu fark ettikten sonra müdahale ettiler. Dolayısıyla bu tür ciddi saldırı ve sıkıntılar yaşandı. Ayın on ikisinden sonra içeride kalan arkadaşlar bizim bu aldığımız kararı devam ettirdiler. Yine çay ve yemek molalarında yanımıza geliyorlardı. Dayanışmalarını, ekmeklerini bizimle paylaşıyorlardı. İşveren bundan da rahatsız oldu. En son 19 Temmuz sabahı çalışan arkadaşların servisleri onları almaya gelmedi. Fabrikanın önüne geldiğimizde fabrika tamamen kuşatılmıştı. Çok sayıda polis vardı, sanki bir savaş ortamındaydık. Emniyet güçleri bizi içeri almadı. Hiçbir muhatap da yoktu. Hemen noter tespiti ve mahkeme tespitleri yapıldı. Birkaç gün sonra fabrikadan araçların çıktığını gördük. Bunun üzerine kapıda eylem yapıldı, tekrar mahkemeden bir bilirkişi geldi ve tedbir kararı koydurduk. Makineler şu an taşınmazda, çıkarılamıyor. Organize’den Gebze’ye bir yürüyüş düzenledik. Hukukun her yerde aynı olması gerekir, gerçekten Almanya’da bu işler böyle mi yürüyor, diyerek Alman Konsolosluğu’na gittik. Orada yaptığımız basın açıklaması sonucunda Genel Merkez yöneticilerimizin yaptığı görüşmeler oldu. Tabii malum, takip edecekler, bakacaklar… Bunların yanı sıra biz sürekli kapıda duruyoruz. Kapıda eylem yapıyoruz. Yasin Bak: Ben 4-4,5 yıldır çalışıyorum. İşverenin buradaki en büyük baskısı tamamen sendikal süreç... Böyle bir sendikayı burada istememesi, esnek çalışmayı kabul etmememiz, daha fazla çalışmamızı istemesi, az kişiyle daha çok iş çıkartmamızı istemesi... Asıl işten çıkarılma gerekçelerimiz de bunlar. Esnek çalışmayı kabul etmememiz. Aslında GEA’nın işçileri hepsi kalifiye elemanlar. Şurada 10 bin metrekarelik yeri 40 bin metrekare yapmış olan insanlar. Bu da işçilerin emeğiyle, işçilerin özverisiyle yapılmıştır. Ama buraya gelince daha farklı şeyler istediler. Sendikayla geldik biz buraya. Sendikayı istemediler. Biz de sendikasız çalışmak istemedik. Bu süreçteki çatışmada da bizi dışarı koydular. Tazminatsız, kıdemsiz. İşsizlik sigortasından da yararlanamıyoruz. Kurtuluş Yolu: Direniş boyunca işverenin baskı ve saldırıları oldu mu, oluyor mu? Y.B.: Oldu tabii. Polis tarafından devamlı bir baskı altındayız. Bir işçiye 3 polis düşüyordu ilk direnişe başladığımız günlerde. Sürekli buradalar zaten. Bizden çok, onların bize tahrikleriyle karşı karşıya kaldık burada. Görüyorsunuz işte karşı kaldırıma geçemiyoruz. Burada boştaki arazide duruyoruz. Bizi buralara sürüyorlar. Güç uyguluyorlar. Ali Binboğa: Bizi o kaldırımdan o kaldırıma sürüyorlar boyuna. Çadırımızı da söktüler. Polisler rüşvet yiyor. Ben komiserle yaka paça oldum oruç ağız. Ben, dedi, seni de koruyorum, onu da koruyorum. Sen bana bir tas çorba mı veriyorsun, dedi, kaldırdı attı beni dışarıya. Zaten şu anda içeriye alınan işçileri de çeviğin başı-polis getiriyor. Buraya gelen işçiler ne ilandan geliyor, ne gazeteden. İçeride çalışanlara, komiserler güvence veriyorlar dışarıda tehdit var, diye. Öbür işçi arkadaşlar zaten geliyorlar bakıyorlar, siz buradayken biz buraya girmeyiz, diyorlar. Ama komiser güvencesi olanlar giriyor içeri. A. Ş.: Bize siz kanunsuz grev yaptınız diyorlar. Normalde işçi işi aksatmışsa, işyerine zarar veren bir şey yapmışsa bir takım kurullar vardır, yapılan faaliyet değerlendirilir, buna göre bir karar verilir. Bunların hiçbiri yapılmadan direk 25/2’nci madde uygulandı. Tebligatlar dahi düzgün yapılmadı. Tebligatları on gün sonra alan arkadaşlarımız var. Polis özellikle üstümüze çok kışkırtıldı. En son bunun nedeni de açığa çıktı zaten. Bir belge yayınlandı. Orada da aslında emniyet güçlerinin hiç de tarafsız olmadığını gördük. Bu belgeye göre işverenle emniyet güçleri arasında bir alışveriş olmuş, rüşvet alınmış. GEA, Çayırova Emniyetine 10 bin 312 TL’lik telsiz hibe etmiş. Bu belgelendi. Artık bunun takdiri bu ülkenin mahkemeleri var, onlara kalmış. Ama ciddi baskılar sürekli oluyor. Mesela Zihni arkadaşımız var burada, arkadaşımız koşulları çok ağır olduğu için iş bakmak zorunda kaldı. Gemak adlı bir fabrikaya başlamıştı. Ama yarım gün tutmuşlar. Buranın tedarikçi firması… GEA’nın emriyle işine son vermişler. Zihni Tükenmez: Ben geçen hafta Gemak’ta işbaşı yaptım. Öğle arasından sonra beni tekrar çağırdılar, sizin işinize son vermek zorundayız, bizim GEA’yla alışverişimiz var, eğer biz sizi burada çalıştırırsak GEA bizimle alışverişi kesecek, bize gelen talimata göre işinize son vermek zorundayız, dediler. Kurtuluş Yolu: İçinde bulunduğumuz günlerde İşçi Sınıfına ve Emekçi Halkımıza yönelik saldırılar sürekli artıyor. Şu anda en güncel ve önemlisi, İşçi Sınıfımızın mücadelelerle bileğinin hakkına kazandığı haklardan biri olan kıdem tazminatlarını Tayyipgiller gasp etmek istiyor. Sizin ve devam eden diğer direnişlerdeki İşçi arkadaşlarımızın mücadelesi bunlara karşı da bir mücadele oluyor aslında. A. Ş.: Seçimlerle birlikte AKP’nin oy oranını artırmasının verdiği cesaretle herhalde bugün artık kıdem tazminatı fonu ciddi ciddi konuşulur hale geldi. Bugüne kadar patronların elini zayıflatan, kolayca işçi çıkartılmasını engelleyen bir unsurdu. İşçiler için de işsiz kaldıklarında yaşamlarını geçici bir süre de olsa idame ettirebildikleri bir gelir kapısıydı. Kıdem tazminatı hakkından sanki sınırlı sayıda insan yararlanıyor, biz bunu genele yayacağız aldatmacasıyla ortaya çıkardılar Kıdem Tazminatı Fonunu. Ama tam tersine bugün yaklaşık 600 bin kişinin yararlanabildiği kıdem tazminatı hakkı daha da düşecek. Bugün her yıl için 1 ay olarak hesaplanan kıdem tazminatı zaman içerisinde 10 güne kadar gerileyecek. Bu ülkede fonların nasıl kuşa çevrildiğini biliyoruz. Kıdem tazminatının gasp edilmesi sermayenin İşçilere çok daha kolay saldırması için bir araç olacak. İşverenin primleri ödemede bir zaman sınırı kalmayacak, fona devredildiğinde primleri de zamana yayacak. GEA İşçileri olarak şunun bilincindeyiz, buradaki saldırı sadece GEA İşçilerine yapılmış bir saldırı değil, sermayenin sendikal hayata, örgütlü hayata vurduğu bir darbe. Bu yüzden burada bizim bir kazanımımız İşçi Sınıfı hanesine eklenecek bir tuğla taşıdır. Kaybımız da sermayeye kazandıracaktır. O yüzden kamuoyunun bu mücadeleye destek olması, sahip çıkması dileğimiz. Sınıf dostlarımızın duyarlılığı olursa kazanırız, başarılı oluruz. Kurtuluş Yolu: Daha önce böyle bir mücadele içinde yer almış mıydınız? 115 günlük direniş süreci size neler kazandırdı? Emre İlgiz: 4,5 yıldır burada çalışıyorum. Burada zaten en az çalışan 4,5-5 senedir. Ben işten çıkarıldığımda senelik izindeydim. Bu fabrika daha önce atölye gibiydi, Tuzla’daydı. Arkadaşlar sayesinde bu hale geldi fabrika. Bu duruma geldikten sonra bize yol verdiler. İlk defa böyle bir mücadele içinde yer aldım. Genelde zaten çalışan arkadaşların mücadele anlamında ilk tecrübesi… Tabii 115 gündür burada birlikte olmak, arkadaşlığımızı daha çok pekiştirdi. İşçi kesimle dayanışmayı arttırdı. İnsanlar burada birbirine daha çok bağlanmaya başladı. Evden çok burada birlikte zaman geçiriyoruz. Y. B.: Benim de ilk eylemim bu. Bu sendikayla, DİSK’le tanışmadan önce vardı bazı sarı sendikalarla muhataplığımız. 25 sene boşuna yaşamışız gibi bir şey. Türkiye’deki İşçi Sınıfının halini ve İşçi Sınıfına bu işveren dediğimiz, benim faşist olarak algıladığım insanların bize olan tepkilerini daha iyi anlıyorum. Bizim de İşçi Sınıfı olarak neler yapmamız gerektiğini, 80’den önceki ağabeylerimizden duyuyoruz da, çok gerideyiz. 80’de gerçekten çok büyük darbe yemişiz İşçi Sınıfı olarak, çok geriye gitmişiz. Resmen ülke olarak bastırılmışız. Belli bir kalıba sokulmuşuz. Ayaklanıp kalkmamız lazım. Görüyoruz sermaye devamlı saldırıyor bize. Biz emek harcıyoruz, onlar zengin oluyor. Tamam, olsunlar diyoruz ama hakkımızı da alalım. Emeğimizin karşılığını da alalım. Standartlarımız olsun, bizi ezmesinler daha fazla. Yasalara bile uymuyorlar. Biz burada arkadaşlarla yokluğu paylaşıyoruz. Biliyorsunuz 25/2’den atıldığımız için işsizlik ödeneğinden, devletin verdiği hiçbir şeyden yararlanamıyoruz. Yokluğu paylaşıyoruz. Sivil toplum örgütlerinin, sendikanın getirmiş olduğu yardımlarla, desteklerle ayakta durmaya çalışıyoruz. Yeterli mi derseniz, bence yetersiz... Çünkü buradaki bir kazanım sadece buradaki insanların bir kazanımı değil, bütün İşçi Sınıfının kazanımı olacak. Burada Organize Sanayi içindeyiz. Yüzlerce fabrika çorba yap diyorsun. Bu AKP’ye oy veren arkadaşların emin ol ki görüşleri hep değişti. Bana verdiği bir şey yok devletin, sadece alıyor. Polis korumuyor beni. İşten atılmışım, diyor ki mahkemeden al hakkını, burada bekleme. Mahkeme daha 5 ay sonra. 4 ayda bitmesi gerekiyor benim mahkemenin, 5 ay sonra benim duruşmam başlıyor. Mahkeme süreçleri uzun tabii, polis de ondan git hakkını mahkemede ara diyor. Karşı kaldırıma geçirmiyor. 4 kişiden fazla kişi bu tarafa (fabrikanın önündeki kaldırıma) geçmeyecek diyor. Reşat Gedik: Gerçekten arkadaşlarla ortamımız başka oldu. İçeride çalışıyorduk beraber ama pek fazla birbirimizi tanıyamamıştık. Mesela Yasin olsun, Emre olsun. İnsan mücadele içinde daha çok yakınlaşıyor. Kurtuluş Yolu: Büyük Ustalardan birinin bir sözü vardır, hiçbir şey insanları kavgayı paylaşmak kadar yakınlaştıramaz, diye. R. G.: Evet, bu tamamıyla doğru. Biz çalışıyorduk burada, televizyonda görüyorduk, yolda görüyorduk eylem yapan insanları, bilmediğimiz için yadırgıyorduk. Ama işin içine girince anladık, bazı şeyleri yaşamak, görmek gerekiyormuş. İnsan yaşayınca anlıyor her şeyi. Biz burada direnişteyiz, çok insan geldi bize destek olmaya. Bu da bize ders oldu, biz de mücadele edenlerin yanındayız bundan sonra. var. Bizim burada yaptığımız her şey, her eylem buradaki bütün fabrikalara, bütün patronlara örnek olacak. Burada biz 60 kişiyiz ama bence 2000-3000 kişinin hakkını koruyoruz. Onların ileride yapacağı şeylerin sinyallerini veriyoruz. Patronlar belki düşünecek, bakın GEA’da böyle bir olay oldu, adamlar dışarıda 150 gün, 200 gün direndiler. Biz böyle bir şey yapsak acaba gücümüz var mı? Ama diğer yandan da bakıyorum, iki tane yanımızda sendikalı fabrika var, bir tane işçisi çıkıp da bunlar burada ne yapıyor diye merak edip gelmemiştir. Sendikalı çalışmayı, bir yere sırtını dayamak olarak görüyorlar. Benimsemiyorlar. A. B.: Daha önce sendikalı işyerinde çalıştım ama böyle bir direniş içerisinde hiç bulunmadım. Tayyip’e olan düşüncelerim değişiyor mesela. Tayyip’i İstanbul Belediye Başkanlığı’ndan beri sevmiyorum. Burada birçok arkadaşımız da hakikaten kapıdayken Tayyip’e oy verdiler. Onların görüşü bile değişti yani. Kapı zor. Buraya geliyorsun, birisi getiriyor bir bardak kola içiyorsun da evdekiler içmiyor. Benim 2 çocuğum var. İkisi de okula gidiyor, kirada oturuyorum. Bunlar zor şeyler. Öyle her babayiğidin harcı değil. Ama bir türlü idare ediyorsun. Hanıma diyorsun, ben oraya gidiyorum karnım doyuyor, sen de köyden bulgur geldi, güzel gidiyordu. Şu an eşim 7,5 aylık hamile ve çalışmıyor, evim kira. Ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bugün yarın kızım olacak. Benden birçok şey isteyecek, onun masraflarını nasıl karşılayacağım? Sabah haberleri seyrediyordum. On dört tane ufak yavru köpek dışarıda kalmış, bunları sahiplenelim, diye haber yapıyorlar. Tamam, sonuçta yazık onlar da can taşıyor ama burada da bu kadar insan sokakta. Orada köpekler için haber yapıyorlar, buradaki 60 insan da aç ama televizyonlarda onlara ayrılan yerin yarısı kadar yer bulamıyoruz. Biz 60 kişi dışarıdayız ama bu nereden baksan aileleriyle birlikte 250300 kişi aç kaldı demektir. Biz elbette burada direnişe devam edeceğiz. Şu an mahkeme süreci devam ediyor, onun sonucunu da bekliyoruz. Kazanana kadar buradayız. Geri dönüş yok, buradayız. Sonuçta bu fabrikayı biz var ettik. Bizim sayemizde var oldu. Şu an bizim ekmeğimizi yiyorlar içeride. Biz ekmeğimize, onurumuza sahip çıkacağız. A.B.: Kanımızın son damlasına kadar mücadeleye devam... Hakikaten bir baktığın zaman, bir işe başlamak için giden arkadaşlarımızı da attırtıyorlar. Demek ki bu çevrede biz iş bulamayacağız. Bu kapıdan da gitmeyeceğiz. Ya onlar gidecek ya biz gideceğiz. 22.09.2011 KY: Tayyip Somali’den döndükten sonra alçakça bir demagojiyle halinize şükredin dedi. E.İ.: Demagojiyi bizim üstümüzden yapıyor tabii. Bizim ne yaşadığımızı AKP hükümeti göremez, görmek de istemez. Y.B.: İnsanlar niye aç? Bunda bizim de katkımız var mı? Bence var. Bütün dünyanın katkısı var. Kapitalist bir düzende mümkün değil o insanların tok kalması. Ne kadar yardım olacak, bir ay tok yaşarlar, ondan sonra yine aynısı. Başka bir çözüm bulmak şart. Dünyanın farklı bir sistemde, farklı bir yolda gitmesi gerekiyor. Kurtuluş Yolu: Bundan sonrası için neler söylersiniz? Y.B.: İşçi olduğumuz sürece mücadele bitmez. 65 yaş emekliliğin olduğu bir yerde hep işçi kalacağım ve sonuna kadar mücadeleye devam edeceğim. İşbaşı da yapsak, biz belli bir örgütlülük içinde, belli bir çerçeve içinde o mücadeleyi sürdürmek zorundayız. Olmayanı teşvik etmek zorundayız. Bu şekilde ancak büyürüz, bu şekilde güç bizim elimize geçer. Başka türlü mümkün değil. Direnişimize de elimizden geldiği sürece devam edeceğiz. Baskılara göğüs gerdik, bundan sonra da germeye çalışacağız. R.G.: Ben 6 yıldır çalışıyorum. 2 yıl önce evlendim. Eşim de çalışıyordu. Her şey çok 30 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Cerrahlar işbaşında! Baştarafı sayfa 32’de PKK’nin silahlı gücünün tasfiyesi için TayyipGül’ün uzun süredir Apo ile ve Oslo’da PKK yetkilileriyle gizli görüşmeler yaptığı ortaya çıktı. Ne var ki, Habur sonrasında gelişen tepki, PKK yöneticileri ve militanları için af ilanını önledi. Fiili Kürt Devleti konumundaki KBY ile zaten Irak’ta Federalizm sağlanmıştı, şimdi güçlendiriliyor. Oslo görüşmeleri, Türkiye’nin kendi topraklarındaki Kürt sorununu “çözme”(!) girişimlerine yapılan “katkı”yı(!) da kanıtlıyor. Ya Yeni Anayasa? Yeni Sevr’e doğru! sitesine dayanmasını değiştir, kültürel ve politik haklar üzerindeki önlemleri kaldır, yönetimdeki aşırı merkeziliği azalt. Önceki anayasaların Kürt Sorunu üzerine etkilerini analiz ettiğimizde, biz bu üç değişim grubuna odaklandık.” (H. Barkey, Kadioglu D., agy.) Makalede daha sonra 1982 Anayasasının bu talepleri karşılayamayacağı öne çıkarılarak, şu anki Anayasanın Türkiye tarafından imzalanan 1990 Paris Şartı’nı karşılamadığı, Paris Şartı’nda “(…) ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliği korunacaktır ve ulusal azınlıklara mensup kişiler hiçbir ayrım yapılmaksızın ve kanunlar önünde mutlak eşitlik ile korunacaktır” ifadesinin yer aldığı vurgulanmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin “Batı’daki en merkezi devlet olarak kaldığı”na da dikkat çekilmektedir. Bütün bunları verdikten sonra halkımızdaki bölünme korkusunun yersiz olduğu belirtilmektedir: “Desantraslizasyon çabasının önündeki başlıca engel, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde olduğu gibi bölgesel otonomi, hatta Kürt bağımsızlığı korkusudur… Siyasi gücün dağıtılmasıyla ilgili korkular anlaşılabilirse de, daha iyi yönetim ve hizmetlerin dağıtılması, Ankara’nın kontrolü sürdürme isteğini zayıflatacak küresel bir eğilimdir. Ayrıca, dünyada merkez ve bölgeler arasında tartışmalara rağmen özerkliğin bağımsızlığa varmaksızın iyi çalıştığı pek çok örnek vardır.” (H. Barkey, D. Kadioglu, agy.) Bugün emperyalistlerin neredeyse bütün gayreti, halkımızdaki bölünme endişesinin azaltılmasına veya yok edilmesine dayanmaktadır. Yandaş Medya, Liboşlar, Sorospu Çocukları bu gayret içindedirler. Makalenin sonuç bölümünde Yeni Anayasa olmadan Türkiye’nin başından belanın eksik olmayacağı, ancak sabırlı olunması gerektiği belirtilmektedir. “Türk anayasaları, ömrü kısa süren 1921 anayasası dışında, Kürtlerin Türkiye’de eşit vatandaş olmasını önlemiştir. Yeni anayasa ilk adımdır ve yeni anayasa olmadan Türkiye daima iç gerilim, şiddet ve istikrarsızlıkla iç içe yaşayacaktır. Dahası, Kürt siyasi gruplarının artık hükümetle anlaşma için beklemeyecekleri açıktır. Kürt siyasi grupları, yeni düzenlemeler tasarlayarak (demokratik özerklik), özel istekler dile getirerek (Kürt dilinde eğitim) ve politik hareketle (BDP) inandıkları hakları için mücadele edeceklerdir. “Yeni anayasanın yazımı, ama özellikle de konuşulması ve onaylanması zaman alacaktır. Yeni anayasa onaylandıktan sonra, tüm yasaların yeni anayasaya uygun dönüştürülme görevi de uzun zaman alacaktır. Aynı zamanda, var olan anayasal kurumların –Anayasa Mahkemesi dahil– ve var olan sistemde yer alan paydaşların, sivil olsun, asker olsun, direnme eğilimi gösterme olasılığı vardır.” (H. Barkey, D. Kadioglu, agy.) Yeni Anayasa, eğer TayyipGül’ün ve dolayısıyla emperyalizmin dilediği şekilde çıkarsa, bu Yeni Sevr için atılmış en büyük adım olacaktır. Emperyalizm çok yönlü saldırıdadır: Barzanisiyle, Türkiye’deki burjuva Kürt milliyetçileriyle, yandaş medyasıyla, Liboş Sorospu çocuklarıyla, ekonomik ilişkilerle, “Akil Adamları” ile vb. CIA Ajanının dikkat çektiği bir diğer nokta ise Anayasa Sorunu. Şöyle yazıyor: “Çok sayıda ve çok farklı politik kesimlerden Kürt ile yapılan son röportajlar (bu röportajları 2008 yazında ben yaptım – H. Barkey; a.b.ç. – Kurtuluş Yolu) taleplerin üç noktada Resim 3. Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde 2006’da yayımlanan ve emperyalistlerin niyetlerini ortaya koyan harita. birleştiğini gösteriyor: Türk Devleti tarafından alanındaki teorisyenlerinden. Sürekli bu konuyu iter, aynı zamanda affı da içeren kapsamlı bir inceliyor, taraflara (TayyipGül, ABD, PKK) in- politik strateji, PKK üyelerinin ABD gözetim Türkiye’nin multietnik (çok sayıda etnik topce ayarlar veriyor. Barkey iki yıl önce bir kitap ve yardımıyla tek tek Irak Kürt otoritelerine luluk içeren) bir devlet olduğunun (Kürtleri da yayımladı bu konuda: Kürdistan’da Anlaş- teslim olması için teşvik edici bir ilk adım doğrudan ayrı bir varlık olarak belirtmeden) teslim edilmesi; kültürel haklar, özellikle mazlığın Önlenmesi (Preventing Conflict olabilir.” (H. Barkey, agy., s. 20-27) Görünürdeki hedef, gerek Türkiye’nin, ge- Kürt dilini kullanım özgürlüğü konusunda Over Kurdistan) adıyla. Kitap CIA’nın yan kuruluşu diyebileceğimiz “sivil örümcek ağların- rekse Türkiye Kürtlerinin Barzani ile sıkı işbir- ısrarcı olunması; ve gücün (kastedilen siyasi dan” Carnegie Endowment for International liği yapması ve PKK’nın silah bırakmasının güçtür – K. Y.) tüm Türkiye’de vilayetlere Peace adlı kuruluş tarafından yayımlandı. ABD sağlanmasıdır. Geçen yıl Habur görüntüleri ile devredilmesi. Bu talepler zamanın askeri Emperyalizminin Kürt Sorunu’na yönelik plan- biten süreç burada yazılanlara uyulduğunu gös- cuntası tarafından hazırlanan 1982 Anayasası’nın esaslı bir revizyonu kapsamına girebillarını belirtmesi açısından önemli bir kitap. (Re- termektedir. se de, tüm reform paketi bu değişikliğin içine sim 4). ABD Emperyalizmine uyarı: Fincancı sığmaz ve yakın zamanda başarıya ulaşması Kitapta CIA ajanı, Irak’ın işgalinden bu yaKatırlarını Ürkütme! olası değildir.” (H. Barkey, agy., s. 28) na olan gelişmelerle birlikte altyapıyı şöyle koABD’ye de bir bakıma böyle diyor CIA ajaBuradan anlaşılan Yeni Anayasa önerisidir. yuyor: “ABD’nin 2003’te Irak’ı işgalinin sonuç- nı. Kitapta “ABD Politika Yapıcıları İçin Öneları kuşkusuz yıllarca tartışılacaktır. Bunun- riler” başlığı altında Obama Yönetimine önce la birlikte, sonuçlardan biri epeyden beri şöyle bir uyarı derlemesi yapıyor: “ABD başı çekmeli çünkü hatalarına rağaçıktır: Savaştan beri Kürt halkının uzun süredir baskılanmış milliyetçi tutkuları şimdi men hâlâ gerekli razı edici, ikna edici, hüküdört ülkeye –Irak, Türkiye, İran ve Suriye– metleri ve grupları baskı altına alma kapasibelki de geri dönülmez şekilde yayılıp can- tesinde olan tek güçtür. Kendi donanımları lanmıştır. Saddam Hüseyin’in tasfiyesinden ile taraflardan hiçbiri, doğru fikirler ve çöyararlanan Kürt bölgeleri, durumlarını fede- zümleri olsa da veya daha önce elde edilen ral bir bölge halinde sağlamlaştırmışlardır. ilerlemeyi sürdürse bile, ileri gitme yeteneği Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) bir ger- gösterememiştir. ABD olaylar arasındaki çekliktir ve petrol zengini Kerkük de dahil bağlarla ilgili daha geniş bakış ve vizyon ile diğer Kürt çoğunluğu olan bölgeleri birleştir- konuya yaklaşabilir, ki yerel taraflar bunu me arayışındaki Kürtleri daha da güçlendir- genellikle atlamaktadırlar. “Yeni yönetim bölge devletleri dışındaki mektedir. KBY’nin varlığı ve talepleri Irak’ın komşularını ve Bağdat hükümetini aktörlerin işbirliğini de sağlamalıdır. Bu coşşimdiden telaşlandırmaktadır. Bu durum kulu politika Birleşmiş Milletler, AB ve Arap eğer ihmal edilir veya kötü yönetilirse, Kürt- Birliği’nin aktif katılımını gerektirir. Kerkük lerin talepleri Irak’ta, özellikle de nazik bir sorunundan PKK’nın dağıtılmasına, petrol zamanda, kararsızlık ve şiddete yol açma po- sanayiinden eğitim sistemine kadar, bu aktörler ABD’ye büyük yarar sağlayabilir. tansiyeline sahiptir.” (H. Barkey, agy., s. ix) “Bu süreç yavaş ilerleyen ve tekrarlayan Kısaca, az zamanda çok işler başardık, gübir gidiş gösterecektir; çarpıcı bir sıçrama oldümümüzde bir Kürdistan için ortamı hazırladık ama gene de çok dikkatli davranmalı, diyor mayacaktır. Politik adımları dikkatle, birbiCIA ajanı. Türkiye içinse şöyle çiziyor strateji- rini karşılıklı güçlendirme yönünde, özenle işlenerek atılmalıdır. Eş zamanlı olarak ABD yi: “Evindeki meydan okumayı barışçı yol- Ankara–KBY anlaşması üzerine çalışmalıdır, dan çözemediğinden içine kapanan bir Tür- çünkü Ankara ve KBY birbirini güçlendirekiye’nin Ortadoğu’da yapıcı bir rol oynama- cektir ve bunun yararlı sonuçları da görülesı veya ABD’nin de 20 yılı aşkındır partizan- cektir. ABD çözümleri doğrudan dayatma ca savunduğu AB’ye girme başarısını göster- durumunda değildir; tüm aktörlerin etkin Akil Adamlar = Cerrahlar Resim 4. Henri Barkey’in “Kürdistan’da Anlaşmazlığın olduğu yerel kesimler vardır. Washington dimesi olası değildir.” (H. Barkey, agy., s. 2) ğer aktörlerin kırmızı politik çizgilerine Kürt Sorunu’nun çözümünde bir Önlenmesi” başlıklı kitabı. Kürt Sorunu’nu bizim istediğimiz şekilde “Akil Adamlar”dır gidiyor. Emperçözemezsen ne Ortadoğu’da iş yapabilirsin, ne uyum göstermeli ve tüm diplomatik mahareTayyipGül mesajı çok önceden almıştır. İki bin yalist oyunun bir ayağını da bu akil adamlar de AB’ye girebilirsin, ona göre, diyor CIA ajanı tini kullanmalıdır” (H. Barkey, agy., s. 31-32) yediden beri Yeni Anayasa çalışmaları içindeGörüldüğü gibi, ABD’ye yavaş, usul usul, oluşturuyor. Bu sözde “akil” (akıllı) adamlar Türkiye’ye. Türkiye’nin Kürt Sorunu’nu “barışdir. “Analar ağlamasın”, “Barışçıl çözüm”, dikkatli hareket et, tüm diplomatik gücünü, dimasaya oturup, emperyalizmin yönlendirdiği çı yoldan”(!) çözebilmesi için taraflara, başta “Demokratik açılım”, “İleri demokrasi” sloğer tüm etkenleri kullan ve Türkiye ile Barzaşekilde tarafları (Türkiye Cumhuriyeti ve KürtTürkiye ve ABD olmak üzere, KBY ve PKK’ya ganları yeni anayasa için altyapı hazırlık çalışni’nin arasını yap, diyor CIA Ajanı. Bu uyarıdan ler) uzlaştıracaklar. Başka deyişle, Türk ve Kürt da, önerileri şöyle: malarıdır. H. Barkey, bu konuda da temkinli olHalklarını birbirinden koparacaklar, Türkiye’yi “Türkiye ve KBY işbirliğinin desteklen- sonra hedefleri şu başlıklar altında derliyor: mayı tavsiye ediyor. Aynı CIA kuruluşu (Carne*Birinci öncelik: Kerkük Sorunu’nun bölecekler. mesi ABD’nin başarısı için son derece önemgie Endowment) için hazırladığı yeni tarihli alevlenmesini önle. Geçen yıl, referandumdan hemen sonra bu lidir. Türkiye ve KBY, ABD’nin yakın mütte(Ağustos 2011) makalesinde şunları yazıyor: *Türkiye–KBY ilişkilerini geliştir. amaçla Türkiye’ye, Diyarbakır’a damlayan ekip fikidir, gerçek jeopolitik çıkarları ortaktır ve “Anayasanın yeniden yazılması ve Kürt *PKK’yi terhis et. böyledir: Eski Finlandiya Cumhurbaşkanı aslında ortak çıkarları istediklerinin çok dataleplerinin karşılanması pek çok iniş çıkış *Irak’ta federalizmi güçlendir. Martti Ahtisaari, İspanya Dışişleri Bakanı ha üstündedir. gösterecektir. Biz reformların çıplak esasları*Türkiye’nin kendi Kürt Sorunu’nu çözOreja Aguirre, eski Hollanda Dışişleri Baka“… Türkiye Kürtleri Türkiye’nin KBY nı veriyoruz. Bu ne ayrıntılı bir liste anlamımesine yardımcı ol. nı Hans van Broek, eski Avusturya Dışişleri ile ilişkilerini geliştirmesini şiddetle istemekna gelir, ne de biz Kürt Sorunu veya TürkiBu kapsamda, yapılan öneriler ne ölçüde Müsteşarı Albert Rohan. Geldiler, “incelemetedirler. Türkiye Kürtlerine göre Türk devleye’de demokrasinin gelişmesi ile ilgili tüm soler” yapıp ayrıldılar. Oslo görüşmelerini de bütinin KBY’yi tanıması, Türkiye Kürtlerinin gerçekleşiyor, bakılırsa: ABD Emperyalizmi, runlar için çözüm sağlamayı amaçlıyoruz. yük olasılıkla bu akil adamlar koordine ediyorfarklılığının kabullenilmesidir. Bu sorun, iştah kabartan petrol zengini Kerkük konusunda Şunu iddia etmek mümkün: Türkiye’nin dedu, ediyor. Adlarına “Bağımsız Türkiye Kokaybolmak üzere olan bir sorun değildir: Barzani’yi geçici olarak susturdu. Böylece Barvam eden demokratikleşmesi Kürt sorunuzani’nin hem Türkiye’yi, hem de Irak Araplarımisyonu” dediler, 2004’te kurarken. (Ne kadar Küreselleşme çağında, bir azınlığın özellikle nun nihai çözümünün en iyi garantisidir. Binı kışkırtmasını önledi. Türkiye–Barzani ilişkimasum!) Türkiye’nin sözde AB üyeliğini teşvik de zor altında, kendi kimliklerinden ve külzim yapmak istediğimiz şu andaki Anayasaamacıyla kuruldu bu komisyon. türel gereçlerinden kolayca vazgeçmesi lerini geliştirdi. Eskiden Genelkurmay’ın tehdit nın sorunlu kısımlarını yeni doküman için sıralamasında baş sırayı alan Kürt Yönetimi, Kim tarafından mı? mümkün değildir. rehber olması amacıyla saptamaktır.” (H. Açık Toplum Enstütü’sü ve British Coun“… ABD’nin, KYB ve Türkiye Kürtleri AKP sayesinde tehdit olmaktan çıktı. Yetmedi, Barkey, Kadioglu D. The Turkish Constitution ekonomik yemlerle Türkiye–Barzani bağını cil’in girişimleriyle! (Açık Toplum Enstitüsü’nü arasından daha rahat, yüz yüze ilişkilerin and Kurdish Question. Carnegie Endowment, güçlendirdi. Hatta, tıpkı CIA ajanının önerdiği iyi biliyoruz. British Council’in ne olduğunu sağlanması konusunda AKP’yi teşvik etmeAugust 2011) anlamak için kullandıkları “Kapıları sinden çıkarı büyüktür… ABD aynı zaman- gibi Türkiye’nin Erbil’de bir konsolosluk açmaPekiyi, reformların esasları ne denecek. Onu açıyor–Ufukları Genişletiyor” sloganı yeterda Irak Kürtleri ile birlikte Irak’taki PKK sını sağladı (7 Kasım 2010’da Davidoğlu bu da veriyor H. Barkey: li). Bunlardan Martti Ahtisaari, İrlanda’da, kadrolarına silah bırakmaları konusunda konsolosluğun açılışını yaptı). CIA Ajanı, Tür“Değişim gelip çattığında, Kürtler üç kiye–Barzani ilişkilerinin güçlendirilmesinde Endonezya’da ve Kosova’da da “akil adam”lık baskı yapabilir. Türkiye’nin sürekli hava salgrup talepte bulunur: Anayasanın Türk etniAB’yi de kullan diyordu, bu da yapıldı. yaptı. Hizmetlerinin karşılığında da emperyadırıları PKK’yı Kuzey Irak’ta savunmaya lizm tarafından ödüllendirildi: 2008 obel Barış Ödülü bu zata verildi. Gazeteciler Ahtisaari’ye, AB üyeliği ile Kürt Sorunu’nun ne ilgisi var, diye soruverince de baklayı ağzından çıkardı ve “Sizi daha yakından tanıyınca tam üyeliğin Türkiye’nin olduğu kadar Avrupa’nın da yararına olduğuna inandık. Kürt sorunu, üyeliğinizin önünü tıkayan bir engel... Sorunu anlamak için ilgilileri dinlemeye geldik”, deyiverdi. Hep dediğimiz gibi, emperyalizm AB üyeliği yemini de kullanıyor Kürt Sorunu’nun emperyalist çözümünde. Bu saydıklarımız yabancı akil adamlardı. Yerlilerinin de adı telaffuz ediliyor. Hasan Cemal gibi, Cengiz Çandar gibi döneklerin örneğin. Asıl önemlisi, 12 Haziran seçimlerinin hemen arkasından, “kedisi bile olmayan adam”ı (Kemal Burkay’ı) getirdiler. Yumuşaklığıyla ikna edici gücünü doruğa çıkaran bir akil adam Kemal Burkay. Uzlaştırma oyunu için biçilmiş kaftan! Geliş nedenini ve sürecini şöyle açıklıyor kendileri: “Türkiye’ye dönme fikri bende açılım süreci ile birlikte doğdu. Elbette daha önce de düşünüyordum ama koşulları uygun görmüyordum. Başbakan Sayın Erdoğan, benim de ismimi vererek bazı kişilerin yurtdışından dönmelerinin önünde bir engel olmadığını söyledi. İçişleri Bakanı Beşir Atalay da telefon açtı bana. “Seçimler olmasaydı nisan veya mayıs aylarında dönecektim. Seçimler araya girince, ona yönelik spekülasyonları da düşünerek erteledim.” (Milliyet, 30 Temmuz 2011) Görüldüğü gibi, gelişi TayyipGül’ün aracılığıyla ve onlara da teşne… Din Bezirgânları seçimi alır almaz damlıyor Türkiye’ye komutla. AKP hakkında tek bir olumsuz lafı yok bu sözde sosyalistin. ABD Emperyalizmi hakkında da… Amacı Kürt Sorunu’na emperyalist çözümün halk yığınlarına kabul ettirilmesi. Şöyle devam ediyor K. Burkay: “Geldiğimiz aşamada değişimden ve özgürlüklerden yana olan kesimlerin bu değişim sürecine destek vermesi gerekiyor. Eski önyargılardan kurtulmalıyız. Ekmeğinin daha da büyümesini isteyen kitleler, baskı gören Kürtler, inanç özgürlüğünü her bakımdan isteyen Aleviler, belli durumlarda birçok engelle karşılaşan İslami kesimler... Bütün bu toplumsal kesimlerin sürece destek vermesi gerekir. “Kürtlerin bir kesimi ‘devletten ve hükümetten gelecek her şey Kürtlerin zararınadır’ diye düşünüyor. Daha çok politize olan ve iddia sahibi olan Kürtleri kastediyorum tabii. PKK çevresi, BDP falan... Ben bunu çok yanlış buldum. Bir Ergenekon davasını bile desteklemediler. Halbuki bu dava Türkiye için bir şans. Çetelerden kurtulmak için bir fırsat. Alevi kesimi örneğin, AK Parti’nin İslamcı bir gelenekten geldiğini söyleyerek destek vermediler. ‘Bunlar İslamcı, Sünni’ diye düşündüler. O halde bizim için tehlikeli olabilir önyargısıyla yaklaştılar. Böylesi önyargılarla olmaz. Birtakım liberal aydınlar daha sağlıklı yaklaşabildiler. Değişimden yana olan herkesin el ele vermesi lazım. Bu sol olur, emekçiler olur, işçi kesimi olur, Kürtler ve Aleviler, Müslüman inancı ağır basanlar olur herkes el ele vermeli.” (Milliyet, 30 Temmuz 2011) Kedisi olmayan adam, bu sözlerle emperyalizmin yüzde yüz güdümünde olduğunu belgelemiş oluyor. Sonuç Sonuç olarak, emperyalizm bugüne dek yol haritasını tutturmuş gözüküyor. Ama bu durum emperyalizmin hep böyle başarılı olacağı anlamına gelmez. Emperyalizm, kokuşmuş kapitalizmin son aşamasıdır. Çelişkileri had safhadadır. Emperyalist kapitalist sistem yıllardan beri onmaz ekonomik bunalım içindedir. Dolayısıyla her istediğini yapamaz. Bugün güzel ülkemizde TayyipGül eliyle her istediğini yapıyor olsa da, bunun bir sonunun olması kaçınılmazdır. Emperyalizm dünya üzerinde hiçbir yerde ulusal sorunlara çözüm getirmemiştir. Tersine, her girdiği yerde kan, gözyaşı, ateş, açlık, yoksulluk, kıtlık doruğa çıkmıştır. Bugün ülkemizde bütün oyunlarına rağmen Türk ve Kürt Halklarını birbirine düşürememesi emperyalizmin başarısızlığıdır. Türk ve Kürt Halkları yaklaşık 1000 yıldır kardeştir. Bütün halklar kardeştir özünde. Sorunun çözümü de buradadır. Türk ve Kürt Halklarının kardeşliği; Enternasyonalizm ve Yurtseverlik. Bu temelde Kürt ve Türk Halklarının, yani halkımızın sosyalizm temelinde birliği şarttır. Üstelik, genel olarak büyük ülkeler emperyalistlerin oyunlarına daha dirençlidir, daha güçlüdür. Bunu halkımız hissetmektedir. Halkımız, emperyalizmin bulanık suda balık avlama çabalarını boşa çıkaracaktır. 31 Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011 Basına ve Kamuoyuna Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi Coca-Cola Davası’nda verdiği haksız ve hukuksuz kararla “Tayyipgiller Yargısı” Baştarafı sayfa 32’de tir. olduğunu ispatlamıştır Erkan’a 1’er yıl 15’er gün hapis cezası vermiş- Mahkemenin, bütün tanık ifadeleri ve delillerin aksi yönde olmasına rağmen bu kararı vermesi, Tayyipgiller’in Anayasa Referandumuyla önünü açtıkları ve adım adım uygulamaya koydukları, Yargıyı Tayyipgiller Yargısına dönüştürmelerinin bir sonucudur. Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi, neresinden baksak dökülen, Türk Hukuk Tarihine geçecek bir hukuksuzluğa imza atmıştır. Nakliyat-İş Sendikası, 2005 yılının Mayıs ayında Coca-Cola’nın taşeronlarından Trakya Nakliyat Şirketi’nde örgütlenmişti. İşveren, işçilerin sendikalaştığını öğrenir öğrenmez işçilerin tümünü işten çıkartmıştı. Bunun üzerine işçiler, sendikaları öncülüğünde meşru direnme hakkını kullanmış, işyeri önünde haklarını alana kadar beklemeye başlamıştı. Coca-Cola Direnişi, sadece işyeri önünde bekleyerek geçmemiş, İstanbul’un cadde ve alanlarına taşınmış; Coca-Cola’nın İşgali dahil çeşitli militan eylemler gerçekleştirilmişti. Aylarca süren eylemler sonucunda Nakliyat-İş’in bu Direnişi başarıyla sonuçlanmış; işçilerin İhbar ve Kıdem Tazminatları alınmıştır. Ayrıca açılan İşe İade Davaları sonuçlanmadan 4+14 aylık ücretleri tutarında Sendikal Tazminat alınmıştır. Coca-Cola ve Trakya Nakliyat avukatları ile onlara desteğe gelen (avukat olduğunu da sonradan öğrendiğimiz) bir bayan, işe iade davalarında meydana gelen gerginlikler üzerine akliyat-İş Avukatlarından ve Partimiz Üyesi Ayhan Erkan ile İstanbul İl Başkanı’mız Pınar Akbina’yı, kendilerine hakaret ettikleri ve saçlarını çekerek darp ettikleri iddialarıyla; olay günü yanlarında getirdikleri üç-beş avukatla bir tutanak düzenleyerek şikâyet etmişlerdi. Yargılama sürecinde şikâyetçiler şikâyetlerinden vazgeçmiş, tanıkları, arkadaşlarımız hakkında iddia edilen suçlamalara tanık olmadıklarını, hakaretamiz sözcüklerin işçiler tarafından sarf edildiğini beyan etmişlerdi. Arkadaşlarımızın tanıkları da, olay anında yanlarında olan arkadaşlarımızın, isnat edilen suçları işlemediğini net ve açık şekilde beyan etmişlerdi. Dosyada aleyhe başkaca bir delil de yoktu. İsnat edilen suç, şikâyete bağlı suçlardandı. Müştekiler şikâyetlerinden vazgeçtikleri anda davanın düşmesi gerekirdi. Ayrıca, davaya konu olayın, duruşma bittikten sonra duruşma salonunun dışında meydana geldiği, hem dosyada mevcut Savcılık Halklarımızın Başı Sağ olsun Baştarafı sayfa 32’de dayanıklı yapılmayan, zemin etüdü yapılmayan tam tersine fay hattı üzerine, yumuşak zemin üzerine yapılan binalar öldürür. Peki Tayyipgiller mi uygulayacak bu kriterleri? Hani şu Türkiye Bilimler Akademisini (TÜBA) özerk olmaktan çıkarıp kendilerine bağlamak isteyen Tayyipgiller mi? Hani şu “Ulemaya soralım onlar bilir” diyen Tayyipgiller mi? Halklarımızı Ortaçağın karanlığına götürmeye yeminli, ülkemizi AB-D Emperyalistlerinin hizmetine sokmaya ant içmiş Tayyipgiller mi? Gölcük depreminden sonra, “Allah 28 Şubatın intikamını aldı” diyen Tayyipgiller mi uygulayacak bilimsel kriterleri? İstanbul’un İmar Planını günde 2-3 kez değiştiren Tayyipgiller mi yaşama geçirecek Bilimsel Kriterleri? Bunlar Halklarımız için bir şey yapamazlar. Çünkü bunların tanrısı Para Tanrısı. Bunların yapmış olduğu her işin merkezinde daha fazla para, daha fazla sömürü, daha fazla kamu mallarını lüpleme, daha fazla yandaşı zengin etme var. Parababalarının siyasi iktidar olma görevini verdikleri Tayyipgiller’in siyasetinin merkezinde insan yok. Olamaz da zaten. 7 bin yıllık asalak bir sınıfın temsilcisi olan Tayyipgiller’in sınıf “Dosya İnceleme Tutanağı” hem de tüm sanık ve şikâyetçi beyanlarıyla sabitken, Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi, suçun görev nedeniyle işlenen suçlardan olduğunu iddia ederek davayı düşürmemiştir. Üstelik Şikâyetçiler, yani Coca-Cola bile, yani Amerika bile ayıplanacaklarını düşünerek şikâyetten vazgeçmişlerdi! Tüm tanıklar (şikâyetçi tanıklarının tümü de AVUKATTI) suça tanık olmadıklarını, arkadaşlarımızın isnat edilen suçu işlemediklerini beyan etmişlerdi. Ama buna rağmen Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Coca-Cola’nın, namı diğer ABD’nin kılına dokunanı yakarım diyor. Kurtuluş Partili Avukatlar, sadece adil ve bağımsız bir yargılama istiyordu. Ama ABD’nin, tüm takım taklavatlarıyla “lağıma süpür”üp atıvermemesi için çabalayan Tayyipgiller’e, 12 Eylül Referandumu sonrasında onların hukuk bürosuna dönüşmüş olan yargı sistemi de, onun Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesindeki yargıçları da, her türden desteği gözü kapalı vermeyi aslî görevlerinden addediyorlardı. Durum böyle olunca bu mahkemelerin ve yargıçların ABD’ye ve onun tekelci şirketlerine en küçük bir zarar vereni “af”fetmemesi şaşılacak bir durum değildi. ABD ve onun emperyalist, sömürgen şirketlerini savunmak, böylesi yargıçların artık temel görevleri arasına girmişti. Onlardan artık adil ve bağımsız bir yargılama beklemek ölü gözünden yaş beklemek olurdu. Ama Tayyipgiller de onların ABD’ci yargısı da erken bayram etmesin. Bu gidişe er geç dur diyeceğiz. Böylesi “cezalar” bizim haklı ve onurlu davamızı, İşçi Sınıfı Mücadelemizi engelleyemez. Tam tersine Tayyipgiller ve onların şürekâsından gelen bu tür cezalar, bizler için onurdur ve doğru yolda olduğumuzun bir kanıtıdır. Biz, eninde sonunda dünya halklarının başdüşmanı olan ve şu anda da Ortadoğu’yu, Afganistan’ı, Afrika’yı kana bulayan dünyanın başhaydut devletini yani ABD Emperyalistlerini ve onların vurguncu, sömürücü şirketlerini, Türkiye’deki yerli hainlerden oluşan işbirlikçileriyle birlikte ülkemizden kovacağız. Halklarımızı bunların tahakküm, zulüm ve sömürüsünden kurtaracağız. Herkes alın terinin karşılığını alacak. Bunun adı: Demokratik Halk İktidarıdır. 24.10.2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi karakteri de buna izin vermez. İşte bu yüzden diyoruz ki, Deprem öldürmez, öldüren Parababalarının ve onların hükümeti Tayyipgiller’in azgınca sömürüsüdür. Onların kâr hırsıdır insanlarımızı öldüren. Tayyipgiller’in lağım deliğine süpürülmemek için bu ülke topraklarını AB-D Emperyalistlerine peşkeş çekmesidir, ölümlerin, acıların Halklarımız için kader haline gelmesi. Acıları, yoklukları, yoksullukları ve ölümleri Halklarımız için çıkartmanın yolu Demokratik Halk İktidarından geçmekte. Halkın Kurtuluş Partisi olarak kader olmaktan Parababalarının iktidarlarına son verip acıları, yoklukları, yoksullukları ve ölümleri kader olmaktan çıkaracağız. İşte o zaman Programımızda belirtildiği gibi: “Konut Sorunu: Bir zamanlar büyük şehirlerimizde yangına karşı zengin fakir herkesin katıldığı gönüllü örgütler nasıl vardıysa, tıpkı öyle, evsizlere imece yoluyla inşaat seferberliği bir çeşit gönüllü ulusal spor derecesine çıkarılacak. Maliyeti çok, ömrü az, sağlıksız gecekondu ve izbecikler yerine, nazım imar planına uygun, ucuz, konforlu, depreme ve diğer doğal afetlere dayanıklı, güvenli çok katlı blok inşaat; halk örgütleri, belediyeler ve devletçe desteklenecek.” 24.10.2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Basına ve Kamuoyuna Van-Erciş’te meydana gelen doğa afeti depremde yüzlerce vatandaşımızı yitirdik. Yüzlercesi yaralı ve sakat. Binlerce vatandaşımız ise evsiz-barksız halde acılar ve çaresizlik içerisinde. Ülkemizde bir doğa afeti daha, kâr hırsına doymayan Parababaları düzeni, deprem bölgesinde olmamıza karşın yeterli önlemleri almayan siyasi iktidarların sorumsuzluğu, insanî değerlerden yoksun olması nedeniyle Van’da-Erciş’te yoksul insanlarımızı acılara boğmuştur. Başta Van-Erciş Halkı olmak üzere halkımıza başsağlığı diliyoruz. Üyelerimizi, Konfederasyonumuz DİSK’in başlatmış olduğu depremzedelerle dayanışma kampanyasına katılmaya çağırıyoruz. 26.10.2011 Nakliyat-İş Sendikası Genel Yönetim Kurulu BASIA ve KAMUOYUA Coca-Cola Avukatlarına “Amerikan uşakları” dedikleri iddiasıyla Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi Sendikamız Avukatlarından Ayhan Erkan ile Pınar Akbina’ya 1’er Yıl 15’er gün hapis cezası verdi *Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin bu kararı, Ülkemiz yargıçlarının bir kısmının nasıl bir adalet=ceza anlayışına sahip olunduğunun Türk Hukuk Tarihine geçecek çarpıcı bir örneğidir. *Bu aynı zamanda Amerika’nın kılına bile dokunanı yakarız zihniyetinin de çarpıcı bir örneğidir. Sendikamız 2005 yılının Mayıs ayında Coca Cola’nın taşeronlarından Trakya Nakliyat Şirketinde örgütlenmişti. Daha üyelik kayıtlarının mürekkebi kurumadan tümünün işten çıkartılması üzerine üyelerimiz Sendikamız öncülüğünde meşru direnme hakkını kullanmış, işyeri önünde haklarını alana kadar beklemeye başlamıştı. Direnişimiz sadece işyeri önünde bekleyerek geçmemiş, İstanbul’un cadde ve alanlarına taşınmış; Coca Cola’nın işgali dâhil çeşitli militan eylemler gerçekleştirilmişti. Aylarca süren direniş başarıyla sonuçlanmış; ihbar ve kıdem tazminatlarını alamayan üyelerimizin bu tazminatları alınmış, ayrıca açılan işe iade davaları sonuçlanmadan 4+14 ay ücretleri tutarında sendikal tazminat alınmıştı. Coca Cola ve Trakya Nakliyat avukatları ile onları desteğe gelen (avukat olduğunu da sonradan öğrendiğimiz) bir bayan, işe iade davalarında meydana gelen gerginlikler üzerine sendikamız avukatlarından Ayhan Erkan ile Pınar Akbina’yı kendilerine hakaret ettikleri ve saçlarını çekerek darp ettikleri iddialarıyla, olay günü yanlarında getirdikleri üç-beş avukatla bir tutanak düzenleyerek şikâyet etmişlerdi. Yargılama sürecinde şikâyetçiler şikâyetlerinden vazgeçmiş, tanıkları avukatlarımız hakkında iddia edilen suçlamalara tanık olmadıklarını, hakaretamiz sözcüklerin işçiler tarafından sarf edildiğini beyan etmişlerdi. Avukatlarımızın tanıkları da, olay anında yanlarında olan avukatlarımızın isnat edilen suçları işlemediğini net ve açık şekilde beyan etmişlerdi. Dosyada aleyhe başkaca bir delil de yoktu. İsnat edilen suç şikâyete bağlı suçlardandı. Müştekilerin şikâyetlerinden vazgeçtikleri anda davanın düşmesi gerekirdi. Suçun görev nedeniyle işlenen suçlardan olduğunu düşünen Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi, davayı düşürmedi. Oysa olayın duruşma bittikten sonra duruşma salonunun dışında meydana geldiği, hem dosyada mevcut Savcılık “Dosya İnceleme Tutanağı” hem de tüm sanık ve şikâyetçi beyanlarıyla sabitti. Ama Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi, davayı düşürmedi. Avukatlarımızın atfedilen suçu işlemediği tüm tanık beyanlarıyla da sabitti. Ama Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Beraat vermedi. Üstelik suçlananlar AVUKATTI. Yani tıpkı Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti gibi HUKUKÇUYDU! Üstelik Şikayetçiler, yani Coca Cola bile, yani Amerika bile ayıplanacaklarını düşünerek şikayetten vazgeçmişlerdi! Üstelik tüm tanıklar (ki şikâyetçi tanıklarının tümü de AVUKATTI) suça tanık olmadıklarını, Avukatlarımızın isnat edilen suçu işlemediklerini beyan etmişlerdi. Ama Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Amerika’nın kılına dokunanı “affetmem” diyordu. Ne sendika olarak ne de vekillerimiz asla bir “af” istemiyorduk, beklemiyorduk. Sadece adil ve bağımsız bir yargılama bekliyorduk. Dost da düşman da bilsin ki bu tür “cezalar” bizler için de, avukatlarımız için de birer onur madalyasıdır. Bizler ekmek kavgası veriyoruz! Bizler Demokrasi kavgası veriyoruz! Bizler onur kavgası veriyoruz! Gerisi vız gelir tırıs gider! 21.10.2011 Nakliyat-İş Sendikası Genel Merkezi Basın Açıklaması Araç Muayene İstasyonlarında Sendikamız Nakliyat-İş Üyelerine “İş Takipçisi” “Muameleciler” tarafından yapılan tacizleri, baskıları protesto ediyoruz İ stanbul Araç Muayene İstasyonlarında çalışanlar, Sendikamız Nakliyat-İş üyesidirler. İşyerinde işverenle yapılan toplu iş sözleşmesi yürürlüktedir. İstanbul Araç Muayene İstasyonlarında kamu adına araç muayene hizmeti yasal olarak belirlenen kurallar çerçevesinde yapılmaktadır. Araç Muayene İstasyonlarında çalışan sendikamız üyeleri işlerini yasal mevzuat çerçevesinde, ahlaki dürüst çalışanlar olarak yerine getirmektedir. İstasyon dışarısında hiçbir yasal statüsü olmayan “iş takipçileri”, “muameleciler” vb. isimler altında faaliyet gösteren kişi ya da kişiler tarafından çalışanları bazen ahlaki olmayan ilişkilerle ve bazen de şiddete varan tacizlerle çalışma ortamına zarar veren sonuçlar doğmasına neden olmaktadırlar. Bazen de bu işi yapanlar kendi aralarında çatışmaya da varan gerginlikler yaşanmasına yol açmaktadırlar. Geçtiğimiz günlerde Sultanbeyli İstasyonunda böylesi bir gerginlik yaşanmış ve sendikamız üyelerimiz huzursuz Birnak Direnişçileri Direndi ve Kazandı Baştarafı sayfa 32’de na çalışır gözükmekte idi. Yani tamamıyla Birnak, Yöntem Kargo ile birlikte sendika karşıtı olarak kurgulanmıştı. İşten çıkartılan işçiler, 17 Ağustos’tan itibaren işyeri önünde Direnişe başladılar. Konya’da emniyet güçlerinin, işverenlerin baskılarına karşın kararlıca direnişlerine devam ettiler. Topkapı Konya Nakliyat Ambarlarının Sınıf Dayanışmaları ile Direniş daha etkileyici bir biçimde devam etti. Üst işveren konumundaki Yöntem Kargo ile yapılan görüşmeler sonucunda sendikamız üyeleri sendikalı, toplu iş sözleşmeli bir şekilde aynı işlerini yapmak üzere Barış Nakliyat işyerinde işbaşı yaptılar. Birnak Direnişinin zaferle sonuçlanması ile Nakliyat Ambarlarındaki İşverenlerin Sendikasızlaştırma politikalarına karşı Sendikamız önemli bir kazanım elde etmiş oldu. Saygılarımızla… olmuşlardır. Geçtiğimiz aylarda da farklı istasyonlarda benzer olaylar yaşanmıştır. Bu durum bazen çalışma güvenliğini de tehdit eder hale gelmektedir. Bu durum kabul edilemez. Konfederasyon olarak üyelerimize yönelik bu türden baskıları, tacizleri protesto ediyoruz. Bu tür tacizlerde ahlaki olmayan bir takım ilişkilerde bulunanlar karşılarında Konfederasyonumuzu DİSK’i ve Nakliyat-İş’i bulacaklardır. Sendikamız üyeleri işlerini dürüst iş ahlakına ve yasal mevzuata uygun şekilde yapmaya devam edeceklerdir. Ayrıca bu saldırılarla ilgili başta Ulaştırma Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı’nı gerekli önlemleri alması, yasal düzenlemelerin yapılması için göreve çağırıyoruz. Saygılarımızla…11.08.2011 DİSK Örgütlenme Daire Başkanı ve Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu Yaşasın Birnak İşçilerinin Zaferi! Direne Direne Kazandık! Yaşasın akliyat-İş Yaşasın DİSK! 26.09.2011 NAKLİYAT-İŞ SENDİKASI GENEL MERKEZİ Birnak İşçileriyle Kurtuluş Yolu olarak yaptığımız röportaj sayfa 27’dedir. CMYK CMYK O K Halklarımızın Başı Sağ olsun ürt İllerimizden Van’ı vurdu bu sefer Deprem. Depremin şiddeti 7,2. Ölü sayısının bini bulacağı söylenmekte bilim insanlarınca. Enkaz altında kalanların yardım çığlıkları, ölen insanlarımızın görüntüleri, insan yüreğini acıtmakta. Halkın Kurtuluş Partisi olarak yakınları ölenlere başsağlığı ve sabır diliyoruz. Acınız acımızdır. Peki, kim bu ölümlerin sorumlusu? Deprem kuşağında bir ülke olduğu artık herkes tarafından bilinen ülkemizde depremlerde ölen binlerin hesabını kim verecek? Acıyı, gözyaşını, ölümleri, Kürt ve Türk Halklarının kaderi haline getirdiler Parababaları ve onların hükümeti Tayyipgiller. Acının, gözyaşının ve ölümlerin adını da “doğal afet” koydular. “Mukadderat” dediler, “ağlamaklı” gözlerle. Kendi sorumsuzluklarını Allah’a ha- Sevda Yoldaş, Devrime Olan İnancı, Bilinci ve Kararlı Duruşuyla İnsanlığın Kurtuluş Mücadelesinde Yaşamaya Devam Edecek Partimize, Usta’mıza, Önderliğimize ve Pratiğimize “Sevda”lı bir yürek artık atmıyor. O gülen gözler bizlere artık sadece resimlerden bakacak. O yüreğin, o gözlerin sahibi Sevda Ceylan Yoldaş’ı 29 Eylül 2011 Perşembe sabahı ölümsüzlüğe uğurladık. Çorum’da mücadele eden Yoldaş’ımızın daha yapacak çok işleri vardı. 6 yıl önce, kanser illetine yakalanmadan önce, başlamıştı mahalle çalışmalarına. 1 Mayıs’lara, Usta’mızı Anma Etkinliklerine insan taşımaya, yakınında kim varsa Teorimizin ışığını ve sıcaklığını yansıtmaya başlamıştı. ABD ve AB Emperyalistlerinin, onların yerli ortaklarının yarattığı Kanser düzenine karşı başlattığı örgütlü mücadele, Yoldaş’ımızın vücudunu saran kanser illetine rağmen kesintiye uğramadı. Sevda Yoldaş’ımız, insanlığın kurtuluş mücadelesinde düşen yoldaşlar kervanına katıldı. İnancını ve kararlılığını son nefesine dek yitirmedi. Bu yüzdendir ki, anısı devrimci mücadelemizde yol göstermeye devam edecek. Sevda Yoldaş, sana ant olsun ki, mücadeleni zaferle taçlandıracağız. vale edip işin işinden sıyrılmanın peşinde bu sömürgen sürüleri. Böyle acı bir olayda bile Halklarımızı Allah’la aldatmaya devam ediyorlar. Ama söylemiyorlar 3 katlı olması gereken binalara nasıl 6-7 kat imar izni verildiğini. Saklıyorlar insanlarımızdan fay hatlarının geçtiği yerlere, sırf kendi adamları vurgunlar vursun diye verdikleri imar izinlerini. “Deprem Vergisi” adı altında Halklarımızdan toplanan 40 milyar liranın nerelere harcandığını, kimlere aktarıldığını anlatmıyorlar. Bilim diyor ki; deprem öldürmez, depreme Devamı sayfa 31’de Cerrahlar işbaşında! nbir Eylül’den bu yana tam 10 yıl geçti. Emperyalizm 2001’de başlattığı Haçlı Seferi kapsamında ameliyatlarına hız verdi; 11 Eylül’ün hemen ardından Büyük Ortadoğu Projesini (BOP)’u uygulamaya koydu. Önce Afganistan, sonra Irak, Gürcistan, derken “Arap Baharı”nı kendi yörüngesine çekerek zaten paramparça olan Arap Halkını daha da küçük parçalara doğrama yolunda. Böylece bu toprakların petrol, doğalgaz, uranyum, bor vb. madenlerine, su kaynaklarına, stratejik coğrafyasına hükmetme peşinde. Sanki bir Üçüncü Paylaşım Savaşı yaşıyor dünya. Bizim “BOP Eşbaşkanı” Tayyip ise ikide bir “Türkiye’de ameliyat yaptırmam” diyor ama bizatihi Eşbaşkanlık zaten Türkiye’de ameliyat anlamına geliyor. Emperyalizm zamana yayarak, alıştıra alıştıra Yeni Sevr’e doğru sürüklüyor Türkiye’yi, TayyipGül’ü kullanarak… Önce açılım dediler, gizli ateşkes anlaşmalarıyla sürdürdüler. Zaten Irak Kürtlerini daha önceden göreve hazırlamışlardı. Gidiş büyük ameliyata doğru! Yani, Kürt Sorunu’nda emperyalist “çözüm”e doğru. Önceden hazırlanıp 2007’den beri uygulamaya konulan “Ergenekon” Tertibiyle Orduya yapılan saldırı da ameliyat hazırlıklarının bir parçası aslında. Bu ameliyat için “Akil Adamlar”, CIA Başkanı, ABD senatörleri ardı ardına ülkemize girip çıkıyorlar. lendireceği(!) belirtiliyor. (Resim 2) Denecek ki, Füze Kalkanı, Suriye Sorunu, İran Sorunu için gelmiştir! Ortadoğu’daki emperyalist paylaşım ve Kürt Sorunu birbirinden bağımsız değildir ki… Hatta en önemli parçasını oluştur- Resim 2. James Clapper. ODI Başkanı. maktadır emperyalist paylaşımın. Çünkü, 2006’da Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde yayımlanan bir makalede yer alan Ortadoğu haritası gerçeği tüm açıklığıyla göstermektedir. En köklü değişim bu topraklar için planlanmıştır, en büyük lokma bu topraklardır, en stratejik coğrafyayı da bu topraklar oluşturmaktadır. (Resim 3) Ameliyatın Teorisini CIA Ajanları yapıyor En son Işık Koşaner Paşa ve Kuvvet Komutanlarının eşzamanlı istifası karşısında, Ortadoğu ve Türkiye ama özellikle Türkiye’nin Kürt Sorunu konusunda uzman CIA Ajanı Henri Barkey’in dedikleri aktarıldı Washington Post adlı Amerikan gazetesinde. “Bu bir dönüm noktasıdır. Ordunun havlu attığı gündür” diyerek kutladı H. Barkey askerlerin onurlu davranışını. Haber şöyle devam ediyor: “Barkey, generallerin mevzilenmek yerine teslim olmaları, son on yıldaki askeri baskınlığın yitip gitmesinin işaretidir, dedi. ‘Eskiden ordu aba altından sopa gösterirdi. Bunu artık yapamazlar’ dedi.” (The Washington Resim 1. DI’nin koordinasyonunu sağladığı ABD kuruluşları. Post, 31 Temmuz 2011) Bu sözler “on yılda orEn son gelişme olarak, gazetelerde 16 duyu hallettik” böbürlenmesidir bir bakıayrı saldırgan ABD biriminin bağlı olduğu (Resim 1) Ulusal İstihbarat Başka- ma. Böbürlenmeleri yersiz de değil! Henri Barkey, ABD’nin Kürt Sorunu nı (Director of ational Intellegence: DI) James Clapper’in ülkemizi şerefDevamı sayfa 30’da Coca-Cola Davası’nda “Tayyipgiller Yargısı”ndan Avukatlara ceza Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi Coca-Cola Davası’nda verdiği haksız ve hukuksuz kararla “Tayyipgiller Yargısı” olduğunu ispatlamıştır. Ü Devamı s. 31’de I T K onya’da sendikamıza üye oldukları için işten atılan ve 17 Ağustos’tan bu yana işyeri önünde Direnişte olan Birnak İşçilerinin mücadelesi başarı ile sonuçlandı. Sendikamız üyeleri sendikalı, toplu iş sözleşmesi kapsamında çalışmak üzere işbaşı yaptılar. Konya’da bulunan Birnak İşyeri, Konya Ambarları başta olmak üzere tüm Nakliyat Ambarlarında sendikasız, toplu iş sözleşmesiz kölece işçi çalıştırmak amacıyla faaliyet göstermek üzere kurulan bir işyeri idi. Sendikamız örgütlenme programı çerçevesinde gündeme aldığımız bu işyerinde çalışan işçiler, sendikamıza üye olduktan sonra 10 üyemiz işten çıkarılmıştır. İşyeri Birnak, Yöntem Kargo’nun işini yapmakta, Birnak’ta çalışan işçiler ise İstanbul’da Ersan Bina Yönetimi-Güvenlik işyeri adı- IK Birnak Direnişçileri Direndi ve Kazandı Devamı sayfa 31’de Ç Coca Cola İşgal ve Direnişi’ nden sküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi, ABD Emperyalizminin simgesi Coca-Cola avukatlarına “Amerikan Uşakları” dedikleri iddiasıyla, akliyat-İş Sendikası Avukatlarından ve Partimiz MYK Üyesi ve İstanbul İl Başkanı’mız Pınar Akbina’yla yine akliyatİş Sendikası Avukatı ve Partimiz Üyesi Ayhan
Benzer belgeler
82. sayıya ulaşmak için tıklayın
AB-D Emperyalistleri, Irak, Afganistan;
ğım ve bu sefer yüzde yüz Meclisten geçirece- çok daha fazla düşünüyorlarmış. Geçen haftaSırıtkan Dışişleri Bakanın da Suriye’ye giğim.” dedin.
nın gazeteler...