51.sayıya ulaşmak için tıklayanız
Transkript
51.sayıya ulaşmak için tıklayanız
CMYK CMYK Derleniş Yayınları Kurtuluş Yolu 29’uncu TÜYAP İstanbul Fuarı’nda Halkın Kurtuluş Partisi’nden... Türban Kadının Özgürlüğü değil Esaretidir! Halkın Kurtuluş Partisi, 22 Ekim’de Ankara’da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın türbanla ilgili açıklamasını destekleyen bir eylem yaptı. Kurtuluş Partililer, Yargıtay önündeki eylemlerinde, laikliğe karşı yapılan saldırılara direneceklerini haykırdılar. 30 Ekim-07 Kasım 2010 tarihleri arasında gerçekleştirilecek Fuar’da, Derleniş Yayınları 3. Salon 509’da. Basın açıklaması metni 17’de Arif Damar kavgamızda yaşayacak! 20 Ekim’de bedence aramızdan ayrılan Devrimci Şair Arif Damar, 22 Ekim’de Çengelköy Mezarlığı’nda toprağa verildi. Kurtuluş Partililer’in de katıldığı törende Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut da bir konuşma yaptı. Nurullah Ankut, konuşmasında, Arif Damar’ın ömrü boyunca devrimci kaldığını ve mücadelesinin mutlaka zafere ulaştıracağımızı belirtti. www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975 Aramızdan bedence ayrılışının 39’uncu yılında YIL: 5 • SAYI: 51 23 EKİM 2010 15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE Hikmet Kıvılcımlı yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor FİYATI: 50 Kr T Kurtuluş Yolu/İstanbul dakikalık saygı duruşuyla ürkiye Devriminin Önderi Halkın Kurtuluş Partisi Türkiye Devriminin başladı. Önderi Hikmet Kıvılcımlı’yı bedence Hikmet Kıvılcımlı, Halkın Anma toplantısında konuşan Kurtuluş Partisi tarafından 11 aramızdan ayrılışının 39’uncu yıldönümünde Halkın Kurtuluş Partisi mezarı başında kitlesel olarak andı. Ekim 2010 tarihinde, bedence Başkanlık Kurulu Üyesi ve aramızdan ayrılışının 39’uncu Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Şahbaz, yıldönümünde, Topkapı’daki mezarı yana yanlarında olan Kurtuluş Partililerle başında kitlesel bir şekilde anıldı. Kıvılcımlı’nın teorik ve pratik beraber Hikmet Kıvılcımlı Usta’yı andılar. Anayasal haklarını kullanarak DİSK mücadelesinin doğruluğunun bugün bir kez Topkapı sur içinden mezarlığa kadar daha kanıtlandığını; bu nedenle ömrünü Birleşik Metal İş Sendikasına üye oldukları pankartlar, bayraklar ve sloganlarla coşkulu insanlığın kurtuluş davasına adayan için işten atılan ve 47 gündür Direnen yiğit bir şekilde yürüyen Kurtuluş Partililer, Mutaş İşçileri de anma etkinliğine katıldı. Kıvılcımlı Usta’nın her zaman halkların anma etkinliğine Hikmet Kıvılcımlı yüreğinde ve bilincinde yaşayacağını Mutaş İşçileri Direnişin ilk gününden bu nezdinde tüm devrim şehitleri için bir söyledi. Daha sonra kabri Topkapı Mezarlığında bulunan Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencilerinden, işçi önderi, devrimci sendikacı İsmet Demir’in mezarı başında Kurtuluş Partisi Sancaktepe İlçe Saymanı Erdinç Bin bir konuşma yaptı. Erdinç Bin konuşmasında, İsmet Demir’in devrimci sendikacılığını anlattı. Anma sırasında sık sık “Hikmet Kıvılcımlı Yaşıyor, Yaşatacağız”, “Kahrolsun ABD AB Emperyalizmi”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın II. Kurtuluş Savaşımız” , “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “İşgal, Grev, Direniş Yaşasın Kurtuluş Partimiz”, “Mutaş İşçisi Yalnız Değildir” sloganları atıldı. Gazetemiz eski Yazıişleri Müdürüne A. Gül’e hakaretten hapis cezası Kurtuluş Yolu Gazetesi Eski Sahibi ve Yazıişleri Müdürü Av. Doğan Erkan Abdullah Gül’e Hakaretten 1 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırıldı. K urtuluş Yolu Gazetesi’nde yayımlanan ve kendisinin yazmadığı bir yazıda yer alan “Abdullah Gül AB ve ABD Emperyalizminin işbirlikçisi ve uşağıdır” şeklindeki ifade, Av. Doğan Erkan’ın aynı suçtan ikince kez yargılanmasına ve aynı suçtan ikince kez ceza almasına sebep oldu. Av. Doğan Erkan’a kesilen 1 yıl 2 ay hapis cezasına hiçbir indirim (en yüzkızartıcı suçtan sanık olanlara ve en insanlık düşmanı suçlulara uygulanan 1/6 oranında indirim dahi) uygulanmadı, paraya çevrilip ertelenme yoluna da gidilmedi. Kurtuluş Yolu Gazetesi’nin 07.09.2007 tarihli 29’uncu sayısında yayımlanan bir yazıda, “AB ve ABD uşağı Abdullah Gül” ifadesi geçtiği iddiasıyla Av. Doğan Erkan İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesinde 2007/960 E. nolu dosya üzerinden yürütülen yargılama sonucunda, 29.07.2008 tarihinde 11 ay 20 gün ceza almış ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmişti. Av. Doğan Erkan duruşmadan çıkar çıkmaz Adliyenin önünde, “AB ve ABD uşağı Abdullah Gül” ifadeleri kullanıldığı iddiasıyla Cumhurbaşkanına hakaretten ceza aldığını açıklamıştı. Ve basına yargılanma sürecini özetlemişti: Devamı sayfa 2’de Haberleri 6-7’de Yöneticilerimize saldıran Başbakanlık korumaları yargılandı Kurtuluş Partisi İl Başkanı Av. Tacettin Çolak ve İl Yönetim Kurulu Üyesi Av. Burak Çelebican’ın bürolarını basan ve kendilerine saldıran Başbakanlık korumaları yargılandı. A KP İl Binasının açılışı için 30/09/2009 tarihinde İzmir’e gelen Başbakan Tayip Erdoğan’ın geçtiği yerlerde tam bir polis terörü estirilmişti. Bu terörün estirildiği yerlerden bir tanesi de İl Örgütümüzün faaliyet gösterdiği Halit Ziya Bulvarı idi. O gün tüm cadde trafiğe kapatıldığı gibi, aynı caddedeki işyerlerine giren çıkan herkes aramadan geçirilerek bırakılıyordu. İl Başkanımız Avukat Tacettin Çolak, bu polis terörüne karşı müdahalede bulunmuş ve “Halkından korkan Başbakan olur mu? Sabahtan beri insanlara zulmediyorsunuz, artık yeter!..” diyerek bürosunun penceresinden uygulama Devamı sayfa 2’de Başyazı Halkın Kurtuluş Partisi’nin Açıklaması: ESP-ATILIM’ın Sancaktepe’de Partimize yönelik son saldırısı üzerine O nun bu saldırısı ilk değil, dördün- mize 25-30 kişi arasında bir kalabalıkla cüdür. İlkin Ankara Cebeci Kam- saldırmışlardır. Sopa darbesiyle bir kapusunda, kantinde bir masa başın- dın arkadaşımızın kaşı açılmış, tedavisi da oturan, çay içip sohbet için hastanede dikiş eden arkadaşlarımıza salatılması gerekmiştir. dırmışlardır. Demir iskeTabiî burada da arkaletli sandalyelerle… Bir daşlarımız kendilerini arkadaşımızın başı, sansavunmuşlardır. Arkadalyenin demir bağlantıdaşlarımız döndükten sının darbesi üzerine, alsonra da yapıştırılan afnından 13 cm eninde, yaişlerimizi sökmüşlerdir. tay biçimde açılmıştır. Biz İşçi Sınıfımızın Arkadaşımız yüzünün Uluslararası Birlik-Müanında kana bulanması cadele ve Bayramının üzerine alnını eliyle yokkutlanmasına hazırlanır ladığında, parmakları ve o kutsal günün heyealın-kafa derisinin içine canını yaşarken, bunlar girmiştir. Ve arkadaşımı- Hitler’in Propaganda Bakanı içlerindeki kötülük tozın başına o yarayı onarhumlarının yarattığı İbGoebbels mak için tam 34 dikiş lisçe duygular, düşünceatılmıştır. Yara izi hâlâ belirgindir. Ve ar- ler içindeydiler ve onların gereğini yapkadaşımız, genelde o izin her yerde, her- maya çalışıyorlardı… kesçe dikkat çekmemesi için şapkayla Üçüncü saldırılarını Ankara, Hacettedolaşmaktadır. Tabiî arkadaşlarımız da pe-Beytepe Kampusunda yaptılar. Beykendilerinin birkaç katı olan saldırganla- tepe’de öğrenci gençlik içinde yaygınra karşı nefis savunması yapmışlardır. laşmamız bunları deliye döndürdü. Önce Saldırganlardan da yaralanan olmuştur. civardaki afişlerimizi sistemli biçimde İkincisinde, Gazi Mahallesi’nde 1 yırtmaya, uğraşarak sökmeye başladılar. Mayıs afişlemesi yapan 5 kişilik ekibiDevamı sayfa 10’da 2 Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 Kurtuluş Partisi’nden AB-D Emperyalizminin dizayn ettiği “Yeni CHP”de; Partinin eski çizgisini savunmak (türbana karşı çıkmak) Partiden atılmayı gerektiren suçlardan oldu B ilindiği gibi CHP’nin tek hâkimi olarak görülen, ondan izinsiz partide yaprak dahi kımıldamayan, bir zamanlar sözünün üstüne söz söylenmeyen Deniz Baykal; AB-D Emperyalizminin bir operasyonuyla bir daha geri dönmemecesine alaşağı edildi. Yerine, burjuva yazar-çizerler tarafından takılan lakabıyla “Gandi Kemal” getirildi. Oysa bizim Gandi ile İngiliz sömürgeciliğine karşı Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesini yürütmüş ve başarıya ulaştırmış olan gerçek Gandi arasında (boylarının kısalığından başka) en küçük bir benzerlik dahi yoktur. Bir başka anlatımla Gerçek Gandi; Antiemperyalist Kurtuluş Savaşçısıdır, bizdeki (çakma) Gandi ise hiçbir ulusal değere sahip olmayan ve kendisine liderlik koltuğunu bahşeden AB-D Emperyalizmine yaranma uğraşında olan biridir. İşte bu nedenle CHP’nin lideri olur olmaz verdiği ilk demecinde 27 Mayıs Politik Devrimi’ne saldırmıştır. Oysa bu referandumla AKP’nin, yapısını değiştirerek kendi hukuk bürosuna döndürmek istediği Anayasa Mahkemesi 27 Mayıs’ın eseridir. Ardından “28 Şubat’ta . Erbakan direnmeliydi” diyerek kendisini lider yapan AB-D Emperyalistlerine “bana güvenebilirsiniz” mesajları vermeye devam etti. Referandum kampanyası boyunca da içerikle ilgisi olmayan, hemen her gittiği yerde bir öncekinin tekrarı konuşmalar yapmaya başladı. Dahası; Ulusal aidiyet, Laiklik, Emperyalizme karşı olmak ve Antiemperyalist Kurtuluş Savaşımıza sahip çıkmak gibi ülkenin en önemli gündemlerine ilişkin tek kelime etmedi. Tam tersine; kadınlarımız için esaret simgesi olan ve Şeriatın bayrağı haline getirilen Türban konusunu kendisinin çözeceğini söyleyerek, gerici tabandan oy devşirmenin planlarını yaptı. Bu arada, Avcılar Belediye Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Mustafa Değirmenci; içeriğinde “Müslüman kadınların rahibe gibi örtünmesi için Evet…” yazısının da yer aldığı afişleri yapıştırınca oyun bozuldu. Hemen gerici basın ortalığı yaygaraya verdi. “Yeni CHP” yönetimi de gerici basınla aynı paralelde değerlendirmelerle, M. Değirmenci’yi kesin ihraç istemiyle Disiplin Kurulu’na sevk etti. Bunu da “Avcılar Belediye Başkanı’nın tavrı partiyle uyuşmuyor” diyerek açıkladılar. Öyle ya, gerçekten de Avcılar Belediye Başkanını tavrı AB-D Emperyalizmince yeniden dizayn edilen “Yeni CHP”nin tavrıyla uyuşmuyor. Bu tavır eski CHP’nin çizgisidir ve bugün bu çizgiyi savunmak da partiden atılma gerekçelerinden biri olmuştur. Birkaç ay öncesine kadar CHP içinde bu çizginin ısrarlı savunucuları vardı. Kılıçdaroğlu’nun Tayyipleşmesine ya da Mustafa Değirmenci CHP’yi AKP çizgisine çekmesine karşı bunlardan da hiçbir ses çıkmıyor… Bir kere bu afişte Müslüman kadınlara hiçbir hakaret bulunmamaktadır. Bir başka ifadeyle temiz din duygularına sahip anaların bacıların normal örtünme biçimlerine karşı hiçbir tavır yoktur. Tam tersine özel bağlama biçimleriyle Türbanı Şeriatın simgesi (bayrağı) haline getiren Ortaçağcı gericilere yönelik bir eleştiri vardır. Bunun neresi hakarettir? Ya da bunda savunulmayacak ne vardır? “Çarşafçı Gürsel” Tekin, sırf Ortaçağcılardan oy kapmak ve AB-D Emperyalizmine yaranmak için, parti içi oylamada seçilemediği halde, Kılıçdaroğlu’nun isteğiyle parti Merkez Yönetim Kurulu Üyeliği’ne getirilince “Yeni CHP”de Türbanı, Çarşafı savunmak, 27 Mayıs’a, 28 Şubat’a, Türk Ordusu’na Tayyipgillerle, Fethulahçılarla, Zekeriya Öz’lerle, Osman Şanal’larla el ele vererek saldırmak modasına uyumlu bir kadro tamamlanmış oldu. Bu kadronun, Laiklikle, Ulusal değerlerle, Antiemperyalizmle ilgisi olmadığı gibi, AB-D Emperyalizminin göz göre göre uygulamaya koyduğu ve hızla yol aldığı Yeni Sevr Planı’ndan da hiçbir rahatsızlığı yoktur. Daha doğrusu bu planda rol alan yerli satılmış cephesinin yeni üyeleridir bunlar. Bu nedenle M. Değirmenci gibi eski CHP çizgisindeki insanlardan kurtulmak istemektedirler. Böylece kendilerini parti koltuğuna getiren ve gelecekte de iktidara taşıyacak olan AB-D Emperyalizmine sadık olduklarını göstermek için hemen her gün gerici bir adım atmaktadırlar. Avcılar Belediye Başkanı Mustafa Değirmenci’nin Disiplin Kuruluna sevk edilmesi de bu gerici adımlardan bir tanesidir. “Yeni CHP” yönetiminin bu girişimi; AB-D Emperyalistleri ve Ortaçağcı şeriatçılarca ne kadar alkışlanırsa alkışlansın, bu ülkede önemli bir potansiyele sahip olan ve hiçbir zaman da bitirilemeyecek olan Devrimciler, Demokratlar, Yurtseverler, Antiemperyalistler, Laikler, Ulusal Kurtuluşçular ve Mustafa Kemalciler tarafından lanetle anılacaktır. M. Değirmenci’ye yapılan saldırıları nefretle kınıyoruz. Bu saldırılara karşı kendisinin yanında olduğumuzu ilan ediyoruz. 13.09.2010 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Ortaçağcı güçlerin (9eriatın) bayrağı türbana karşı bilim insanlarımız içinde en net tavrı koyan Amasya Üniversitesi Rektörü Zafer Eren’i bu cesaretli, kararlı, bilinçli ve yiğit tavrından dolayı kutluyoruz K afası Ortaçağcı ideolojiyle doldurulmamış herkesin kolayca göreceği gibi, ülkemizde Türban savunusu, Şeriatçı bir anlayışın, Ortaçağcı bir yaşam biçiminin toplumumuza kabul ettirilmesini amaçlamaktadır. Bu amaca ulaşmak isteyen bir avuç meczubun dışındaki halk kesimlerimiz için Türban, kadınımızın özgürlüğü değil, esaretidir. Ancak Şeriatçı ideoloji ile doktrine edilmiş genç kızlarımız, bu esaretin özgürlük olduğunu sanmaktadırlar. Yani Afganistan, İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki kadınlar bu Ortaçağcı cehennemden kurtulmak için uğraşır/mücadele ederken, toplumumuzu Ortaçağın karanlıklarına götürmek isteyen din Bezirgânlarının etkisinde kalan bizdekiler ise bu cehennemi kendileri için bir cennet sanmaktadırlar. Geçtiğimiz yıllarda Türban, AKP ve MHP tarafından siyasi malzeme yapılmıştı. Parlamentoda bu iki partinin oylarıyla yapılan Anayasa değişikliği ile Türbanın başta Üniversiteler olmak üzere tüm kamucul alana girmesinin önünü açmışlardı. Ancak bu değişiklik, o zamanki CHP ve DSP milletvekilleri tarafından Anayasa Mahkemesine götürülmüş, mahkemenin 05 Haziran 2008’de 2’ye karşı 9 oyla aldığı kararla, Türbana geçit verilmemişti. O günden bu yana Ortaçağcı irticacıların Türban malzemesini kullanmaları biraz zayıflamıştı. Tâa ki, referandum konuşmalarında CHP lideri K. Kılıçdaroğlu’nun; “Türbanı da biz çözeriz” şeklinde oy devşirme hesaplı çıkışına kadar… AB-D Emperyalizminin bir operasyonuyla CHP’nin başına getirilen Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışı yerde bırakılır mıydı hiç?.. Başta Tayyip olmak üzere, her türden Ortaçağcı hemen atladı üstüne, Türban birden en önemli gündem maddesi oluverdi… Bu arada, sahibinin sesi YÖK Başkanı da İstanbul Üniversitesine bir yazı göndererek, “Türban yasağının uygulanmamasını” istedi. Amacı; bir taraftan öğretim üyelerini terörize ederek üniversitelerde Türbanı fiilen serbest bırakmak, diğer taraftan yoklama çekmek ve diğer Üniversitelerdeki Rektörlerin, Bilim İnsanlarının tavrını test etmekti. Zaten göreve geldikten sonra birçok Üniversite yönetimine kendi yandaşlarını atamışlardı… Amaç toplumu da hazırlamaktı… İşte tam bu aşamada, Amasya’dan onurlu, yürekli, dirençli ve bilinçli bir ses geldi. Amasya Üniversitesi Rektörü Zafer Eren: “Ben 2547 sayılı yasaya göre görev yapan özerk bir kurumun başındayım. Bana hiçbir kanun üniversitede türbanı serbest bırakmam konusunda bir yetki vermemiştir. YÖK Başkanı’na da vermemiştir. Yargıtay’ın kamusal alana ve üniversiteye türbanla girilemeyeceği konusunda verdiği içtihat kararları var. Bu bizim mahkememiz. Öğrencilerin zarar görmesini istemem. Türbanla derse girmek isteyen hakkında önce tutanak tutulacak, tekrarlanması durumunda süreç öğrencinin okuldan atılmasına kadar işleyebilir.” diyerek ilk çıkışı yaptı. Bu çıkış, toplumumuzun Ortaçağın karanlığına götürülmesine karşı Laikliğe sahip çıkan, aynı zamanda Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın önderi Mustafa Kemal ve diğer önderlerimize layık onurlu bir sestir. Bu nedenle Sayın Rektörü kutluyoruz. Ancak, ülkemizde Siyasal İslamcı bir rejim kurmakla AB-D tarafından görevlendirilen Tayyipgiller Hükümeti, bu Ortaçağcı gidişe karşı direnç noktası olan, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’nın kazanımlarından olan Laikliği sahiplenen, ülkemizin Yeni Sevr’e götürülmesine karşı çıkan güçleri birer birer tasfiye etmekte, etkisizleştirmektedir. İlkin, bir CIA planı olduğu artık gün gibi açığa çıkmış olan “Ergenekon Operasyonu” ile Ordu saf dışı bırakıldı. Daha sonra Referandumla birlikte Yargıyı teslim aldılar. Sıra YÖK eliyle uygulamaya koydukları Türban uygulamasıyla hâlâ direnç noktası olmaya devam eden Bilim İnsanlarımızı teslim almaya geldi. Ortaçağcıların henüz tam teslim alamadıkları Bilim İnsanlarımıza yönelik başlattıkları bu sinsi planda, AB-D’nin desteği ile CHP’nin başına getirilen K. Kılıçdaroğlu’na da piyon rolü düşmüştür. Zira o da AB-D’nin emirlerini uygulamak için bu konuları gündeme getirmektedir. Fakat aslı varken taklitlerine kimse itibar etmez. AKP gibi bir parti, Tayyip gibi kaşarlanmış bir Şeriatçı varken, kafası Ortaçağcı ideolojiyle doktrine edilmiş insanların Kılıçdaroğlu’na oy vermesi mümkün müdür? Tam tersine, Kılıçdaroğlu’nun bu gerici tavrı, CHP içindeki İlerici, Laik, Antiemperyalist, Mustafa Kemalci insanları küstürmüştür. Sonuç olarak; bu Şeriatçı gidişin mantıkî sonucunda kadınlarımız için Türban yetmez, kara çarşaf ve peçeye büründürülmek ve bir erkeğin 4 eşinden biri, hatta sayısız cariyelerinden biri olmak da var... Yanlarında bir erkek olmadan sokağa çıkmalarının yasaklanması da var… Zaten Başbakan Tayyip, son günlerde, “kadın erkek eşitliği yaradılışa ters” diye konuşmalar yaparak, son günlerde daha bir pervasızca bu Şeriat özlemini dile getirmektedir. İşte Ortaçağcı İrticacıların gemi iyice azıya aldıkları, yasa, mahkeme kararı gibi hiçbir kural dinlemedikleri bu zor günlerde, Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından olan ve kadınımızın toplumsal yaşama katılmasını sağlamada en önemli unsur oluşturan Laikliğe sahip çıkan açıklamasıyla Ortaçağcılara hukuk dersi veren Amasya Üniversitesi Rektörü Sayın Zafer Eren’i bu cesaretli, kararlı, bilinçli ve yiğit tavrından dolayı kutluyoruz. Halkın Kurtuluş Partisi olarak bu haklı mücadelede sonuna kadar yanında olduğumuzu ilan ediyoruz. 18.10.2010 Baştarafı sayfa 1’de Bu açıklamayı CD’ye kaydeden polisin şikâyeti üzerine, Av. Doğan ERKAN hakkında bu sefer de İstanbul 13. Asliye Ceza Mahkemesinde, gene “Abdullah Gül AB ve ABD Emperyalizminin işbirlikçisi ve uşağıdır” dediği iddiasıyla ve gene Cumhurbaşkanına hakaretten kamu davası açılmıştır. Yani Doğan Erkan, bu basın açıklaması nedeniyle aynı suçtan yeniden yargılanmış ve devamında hukuka aykırı şekilde aynı suç isnadıyla ikinci kez aynı cezayı almıştır. Müvekkilin aynı suç nedeniyle ikinci kez yargılanmasının hukuka aykırılığı, yaptığı açıklamada sadece ceza aldığı davayı özetlediği, bu nedenle bir suç kastı olmadığı şeklindeki savunmalarımıza rağmen anılan cezaya hükmedilmiştir. CD çözümünün ve dosyanın Öğretim Üyesi Bilirkişilerce incelenip rapor alınması isteğimiz de kabul görmemiştir. Av. Doğan ERKAN, avukat olmasına bakılmadan hiçbir “indirime kanaat getirilmeyerek” yangından mal kaçırılırcasına apar topar cezaya çarptırılmıştır. Hukuka aykırı şekilde bu kadar ivedi cezalandırılmaya gidilmesi, bu kadar aleyhe kanaat oluşması sadece A. Gül’e, sadece cumhurbaşkanına sahip çıkma saikiyle değil, bunların da gerisindeki bir ideolojiye, “irticai faaliyetlerin odağı haline gelen bir yapılanma içinde olanlara” sahip çıkma saikiyle davranıldığını göstermektedir bizce. 27.09.2010 18. Sulh Ceza Mahkemesi’nin 2010/982 E. Sayılı dosyasında KAMU DAVASI açılmıştı. Açılan davanın ilk duruşması bugün (08/10/2010) İzmir 18. Sulh Ceza Mahkemesi duruşma salonunda yapıldı. Duruşmada İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak ve İl Yöneticimiz Av. Burak Çelebican’ın ve olayın görgü tanıklarının ifadeleri alınmıştır. Sanık polislerin ifadeleri talimatla Ankara Sulh Ceza Mahkemesi’nce alınacaktır. Bundan sonraki duruşma 27/01/2011 tarihinde yapılacaktır. AKP, iktidarının Ortaçağcı politikalarına karşı çıkan tüm güçlerin sindirilmeye ve susturulmaya çalışıldığı, en basit hak arama mücadelesinin zorbalıkla engellendiği bu günlerde böylesi bir yargılamanın hukuksal öneminin büyük olduğunu düşünüyoruz. Dahası bu davanın, her gittikleri yerde terör estiren bu korumalar hakkında açılan ve muhtemelen cezalandırılma ile sonuçlanacak olan ilk dava olması bakımından da ayrı bir öneme sahip olduğunu düşünüyoruz. Partimiz, emekçi halkımıza yönelik her türlü saldırı karşısında mücadele etmeye devam edecektir. 08.10.2010 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Gazetemiz eski Yazıişleri Müdürüne A. Gül’e hakaretten hapis cezası “Cezaya konu olan yazıda Gül’ün ideolojik görüşleri ve eylemleri eleştirilmiştir. Zaten Anayasa Mahkemesi de “AKP’nin irticai faaliyetlerin odağı haline geldiği, Gül ve AKP yöneticilerinin de bu faaliyetlerin failleri olduğuna” karar vermiştir. Bu nedenle de bu eleştiriler olsa olsa ağır eleştiri kapsamında değerlendirilmelidir. Yargıtay kararları da bu doğrultudadır. Kaldı ki bu eleştiriler Gül’ün Cumhurbaşkanı olmadığı döneme ilişkindir. Bunlar ve benzeri savunmalarımızla isnat edilen suçun maddi unsurlarının oluşmadığı kanıtlanmıştır. Bu nedenlerle verilen ceza hukuka uyarlı değildir.” Doğan Erkan’ın irticalen yaptığı basın açıklaması özetçe yukarıdaki gibidir. Av. Doğan Erkan Vekilleri Av. A. Serdar ÇIGI Av. Ayhan ERKA İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak ve İl Yönetim Kurulu Üyemiz Av. Burak Çelebican’ın bürolarını basan ve kendilerine saldıran Başbakanlık Korumaları yargılandı Baştarafı sayfa 1’de yı protesto etmişti. Hemen sonrasında da başta Başbakanlık korumaları olmak üzere onlarca polis tarafından bürosu basılmış ve aynı büroda çalışan İl Yönetim Kurulu Üyemiz Av. Burak Çelebican’la birlikte çeşitli darp ve hakaret fiillerine maruz kalmıştı. Başbakanlık korumalarınca gerçekleştirilen bu saldırı nedeniyle İl Başkanımız ve İl Yöneticimiz tarafından yapılan şikâyet sonucunda, Başbakanlık Koruma Müdürü Zeki Bulut, Koruma Memurları Refik Farsakoğlu, İsmail Dalkıran ve Aydın Akgül hakkında İzmir Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü internet: www.kurtulusyolu.org e-posta: [email protected] 3 Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 Ava giden avlanır... B u yazımızda, kamu mallarının yağmalanması ve yerli yabancı Parababalarına peşkeş çekilmesi demek olan Özelleştirmenin bugün geldiği noktayı ve özelleştirmenin sonuçlarından bazılarını göze batırmak istiyoruz. Ayrıca, ekonomik olarak güçsüz yerli şirketlerin-sektörlerin, yabancı Parababalarınca nasıl ele geçirildiğini ve bunun sonucunda ekonomimizin bütün büyük ana sektörlerinde -zaten var olan hâkimiyetlerinin- nasıl pekiştiğini göstermek istiyoruz. Özelleştirmede Yerli yabancı Parababalarına kurban edilen Kamu Malları AB-D Emperyalistleri ve yerli ortakları TÜSİAD’cılar, TOBB’cular, TİSK’çiler, yıllardır emir veriyorlar, hükümetlere: Özelleştirin! diye. Emir tekrarı yapıyor satılmış medyanın liboşu Taha Akyol, Milliyet’teki, 13 Ağustos 2010 tarihli köşe yazısında: “Özelleştirme iyidir!” diye. Özelleştirme işiyle görevlendirilen Özelleştirme İdaresi Başkanlığı da, şöyle duyuruyordu amaçlarını: “Özelleştirmenin ana felsefesi, devletin, asli görevleri olan adalet ve güvenliğin sağlanması yolundaki harcamalar ile özel sektör tarafından yüklenilemeyecek altyapı yatırımlarına yönelmesi, ekonominin ise pazar mekanizmaları tarafından yönlendirilmesidir.” (Özelleştirme İdaresi Başkanlığı İnternet Sitesi, Özelleştirmenin Felsefesi) “Özelleştirmenin temel amacı nihai olarak, devletin ekonomide işletmecilik alanından tümüyle çekilmesini sağlamaktır.” (agy, Özelleştirme Programının Amaçları) Emir büyük yerden olunca da özelleştiriyorlar Finans-Kapitalistlerin ve TefeciBezirgân Sermayenin hükümetleri; Özelleştiriyorlar dur durak bilmeden; özelleştiriyorlar yeraltı yerüstü kaynakları, fabrika, liman, yol, su, elektrik vb. demeden… Özelleştiriyorlar; İhale, Doğrudan Satış, Blok Satış, Hisse Senedi Yoluyla Satış, Yönetim Devri, İşletme Hakkı Devri, Finansal Kiralama, İmtiyaz Devri, Fiyatlama yöntemi vb… diyerek. Özelleştirdiler: ERDEMİR, İSDEMİR, PETKİM, TÜPRAŞ, POAŞ, ÇİTOSAN, SEKA, Sümerbank, TEKEL, Türktelekom, Divriği Demir Madeni, Hekimhan Demir Madeni, İskenderun İsdemir Limanı, Ereğli Erdemir Limanı, ÇELBOR, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü (Tasfiye edildi), Amasya Şeker Fabrikası, Kütahya Şeker Fabrikası, Adapazarı Şeker Fabrikası, ESGAZ, BURSAGAZ, ETİ Elektrometalurji AŞ, ETİ Gümüş AŞ, ETİ Bakır AŞ, ETİ Krom AŞ, Çayeli Bakır İşletmesi AŞ, KBİ AŞ Samsun İşletmesi, KBİ AŞ, Murgul İşletmesi, Seydişehir Eti Alüminyum AŞ, Çeşme Limanı, Kuşadası Limanı, Trabzon Limanı, Dikili Limanı, Şehir Hat. Hiz. ve Gemiler, HAVELSAN AŞ, ASPİLSAN Askeri Pil San. ve Tic. AŞ, MEYBUZ AŞ, İstanbul ve Kütahya’da 3 Arsa ve çeşitli İllerde 24 Taşınmaz, USAŞ Hissesi ve USAŞ’ın 11 Lojmanı, TÜGSAŞ AŞ, Gemlik Gübre San. AŞ, SAMSUN Gübre San. AŞ, İGSAŞ, SÜTAŞ, KTHY, EBÜAŞ - 6 adet Taşınmaz, Deniz Nakliyatı TAŞ 3 Tanker, Başak Sigorta AŞ, Hilton Oteli, Araç Muayene İstasyonları, TCDD İzmir Limanı, TCDD Derince Limanı, Sümer Holding AŞ’ye ait Mazıdağı Fosfat Tesisleri, Sümer Holding AŞ NİTRO-MAK Makine Kimya Nitro Nobel Kimya Sanayi AŞ, Sümer Holding AŞ Barit Öğütme Tesislerini… Son yapılan enerji özelleştirmeleri: Elektrik Üretim-Dağıtım 0irketleri-HES’ler-RES’lerDoğalgaz Dağıtım 0irketleri Özelleştirdiler Elektrik Dağıtımını; Özelleştiriyorlar Termik, Hidroelektrik, Rüzgâr ve Doğalgaz santrallerini… “Dört büyükler satılıyor” diye yazdılar gazeteler. “Boğaziçi, Gediz, Trakya ve Dicle Elektrik dağıtım şirketleri ihaleye çıkarılıyor” dediler ve çıktılar. 10 Ağustos’ta gerçekleştirilen ihalelerle, elektrik dağıtım piyasasının yüzde otuzunu oluşturan Boğaziçi (İstanbul Avrupa Yakası), Gediz (İzmir, Manisa), Trakya (Edirne, Tekirdağ, Kırklareli) ve Dicle (Diyarbakır, Şanlıurfa, Mardin, Batman, Siirt, Şırnak) Elektrik dağıtım şirketleri özelleştirildi. Ki o zamana kadar; Van Gölü (Van, Bitlis, Hakkâri, Muş), Fırat (Elazığ, Malatya, Bingöl, Tunceli), Uludağ (Balıkesir, Bursa, Çanakkale, Yalova), Çamlıbel (Sivas, Tokat, Yozgat) Akdeniz (Antalya, Burdur, Isparta), Toroslar (Adana, Gaziantep, Hatay, Mersin, Osmaniye, Kilis), İstanbul Anadolu Yakası (İstanbul ili Anadolu Yakası) Başkent (Ankara, Çankırı, Kırıkkale, Karabük, Zonguldak, Kastamonu, Bartın), Meram (Konya, Karaman, Aksaray, Niğde, Nevşehir, Kırşehir), Sakarya (Bolu, Düzce, Kocaeli, Sakarya) ve Osmangazi (Eskişehir, Afyon, Bilecik, Kütahya, Uşak) elektrik dağıtım şirketlerinin işini bitirmiş, özelleştirmeleri gerçekleştirmişlerdi. TEDAŞ’ta kalan son üç dağıtım şirketi ise; Akdeniz, Toroslar ve İstanbul Anadolu Elektrik dağıtım şirketlerinin özelleştirilmesi de 2010 yılı sonuna kadar tamamlanacak. Böylece elektrik dağıtımı tamamen özel sektörün eline geçmiş olacak. Peki bu dağıtım şirketlerini kimler, hangi Finans-Kapital grupları aldı? Bunlardan birkaçını sayalım: Boğaziçi Elektrik Dağıtım Şirketini; Karamehmet ve Kazancı ailelerinin ortak şirketi MMEKA, Gediz Elektrik Dağıtım Şirketini; Karamehmet ve Kazancı ailelerinin ortak şirketi MMEKA, Başkent Elektrik Dağıtım şirketini; Sabancı Holding ve Avusturyalı Verbund ortaklığı Enerjisa Elektrik Dağıtım AŞ, Meram Elektrik Dağıtım şirketini; Alarko-Cengiz Holding Ortak Girişim Grubu, Trakya Elektrik Dağıtım Şirketini; Aksa, Dicle Elektrik Dağıtım Şirketini; Karavil-Ceylan ortak Girişim Grubu Osmangazi Elektrik Dağıtım şirketini; Yıldızlar SSS Holding aldı. “Bankacılar enerjiye üşüştü” diye yazıyor Günlük Gazetesi 29 Eylül 2010 tarihinde ve: “Altyapısı ve kurumları hazır olarak neredeyse bedavaya satılan enerji dağıtım şebekeleri ve üretim tesisleri, tatlı para kaynağının kokusunu alan bankacıların iştahını kabarttı. Banka sektörü enerji alanına kayıyor.” diyerek devam ediyor haber… *** Kaynaklar açısından bakıldığında, 2009 yılı itibariyle Türkiye’nin toplam elektrik üretiminin % 48.6’sı doğalgazdan, % 21.7’si yerli kömürden, % 18.5’i hidrolik kaynaklardan, % 6.6’sı ithal kömürden, % 3.4’ü sıvı yakıtlardan, %0.76’sı rüzgardan ve % 0.34’ü jeotermal ve biyogazdan sağlanmıştır. Kamuya ait Elektrik Üretim AŞ (EÜAŞ)’ın bu üretimde 2008 yılında sahip olduğu pay % 49.2’den 2009 sonunda % 46.1’e düşerken, özel sektörün payı ise % 53.9’a çıkmıştır. Elektrik üretiminde ise, EÜAŞ tarafında 2008 yılında yaşanan % 5.84’lük artış, yerini 2009 yılında % 8.46’lık bir düşüşe bırakmıştır. Özel sektörün elektrik üretim rakamları ise 2008 yılında % 1.48’lik bir artışı gösterirken, 2009 yılında % 3.88’lik bir artışa işaret etmektedir. 2009 yılı sonu itibariyle 194,063 milyar kWh olarak gerçekleşen Türkiye elektrik üretimi miktarının 89,453 milyar kWh’si EÜAŞ tarafından gerçekleştirilmiştir. Kalan 104.61 kWh’si ise yani çoğunluğu ise Özel sektör tarafından gerçekleştirilmiştir. Yani Kamunun elektrik üretimi gitgide ve hızla azalmakta, Özel Sektörün ise gitgide ve hızla artmaktadır. Enerjisa, Zorlu Enerji, Ak Enerji, Bis Enerji gibi FinansKapital şirketleri bu alanda hâkimiyetlerini kurmuş durumdalar. EÜAŞ’ın kurulu gücünde 2008 yılında % 0.43, 2009 yılında ise % 0.92’lik bir artış yaşanırken, özel sektörde bu rakamlar 2008 yılı için % 4.75, 2009 yılı için ise % 14.57 olarak gerçekleşmiştir. Gördüğümüz gibi, Kamunun kurulu gücü bindelik oranlarla artarken, Özel Sektörün ondalık oranlarla artmaktadır. IMF’nin, Elektrik Piyasası Kanununa koyduğu yasaklamalardan dolayı EÜAŞ yeni üretim santrali yapamamaktadır. Dolayısıyla bu sektörde gelecek özel sektörün olacaktır. Kaldı ki EÜAŞ’nin elindeki elektrik santralleri de çok kısa bir zaman içinde özel sektöre devredilecektir. Daha doğrusu peşkeş çekilecektir. Bu kaçınılmaz bir süreçtir. Yani EÜAŞ da Tarihten silinecektir Tayyipgiller tarafından. Aynen Sümerbank’ta ve diğerlerinde yapıldığı gibi… İşte sıra geldi kamunun elinde kalan bu termik santrallerin özelleştirilmesine: “Elektrik üretiminin üçte biri özelleşiyor “Avrupa‘nın en büyük üretim özelleştirmesi olan toplam 16 bin megavat kapasiteli 45 santralin özelleştirilmesiyle ilgili elektrik üretim özelleştirmesi stratejisi belirlendi. (…) “Küçüklere yol kapalı “Öncelikli 4 Termik üretim tesisi portföy gruplarından ayrı olarak özelleştirilecek. Bu tesisler Hamitabat (1.120 megavat-MW), Soma A-B (1.034 MW), Çan (320 MW) ve Seyitömer (600 MW). (…) Ayrıca özelleştirme için büyüklükleri 356 MW ile 2.795 MW aralığında değişen 9 portföy grubu oluşturuldu. “(…) “- Kömür santralleri kömür havzalarıyla birlikte özelleştirilecek. Bunun için bir yasa çıkartılacak.” (Milliyet, 10 Mart 2010) Yani sadece santralleri değil, kömür madeni yataklarını da özelleştiriyorlar. Daha doğrusu kömür santrali özelleştirmesi adı altında maden yataklarını da peşkeş çekiyorlar Parababalarına… Bir de ne diyorlar? “- 9 ayrı portföyden oluşan santralleri satın alabilmek için büyük yatırımcı olmak şart. Küçük yatırımcıya özelleştirme yolu kapandı. En küçük portföy 356 MW.” Gördüğümüz gibi, bir de yağma Hasan’ın böreğinden sadece büyük Parababalarının-vurguncuların (onlar “yatırımcı” diyor) yararlanmasını sağlıyorlar. Öyle herkese de özelleştirme yağmasından pay kaptırmıyorlar… Enerjide sadece Termik santraller mi özelleştirildi? Hayır. Hidroelektrik Santraller (HES’ler) de özelleştiriliyor: “Aksu, 19 bölgeye ayrılan 52 HES’in özelleştirmesini gerçekleştirdiklerini hatırlatarak, HES özelleştirmeleri ile enerji sektörüne yatırım yapacak yatırımcı portföyünün genişlediğini söyledi.” (ntvmsnbc internet sayfası, 20 Ağustos 2010) Bu kadar mı? Hayır. Sırada, RES denilen Rüzgâr Enerji Santralleri var: “8 bin 500 megavat için rüzgâr yarışları başlıyor “Yerli, yabancı birçok şirketin 4 yıldır beklediği Rüzgâr Elektrik Santralı (RES) lisans başvurularının önü açıldı “(…) “Dev şirketler sırada “(…) Rüzgâr lisansı bekleyen yabancı firmalar arasında dünyanın önde gelen enerji şirketleri bulunuyor. Bu şirketler arasında Italgen Elektrik Üretim, EDF Falck Energy, General Electric, AES Corp, EnBW gibi şirketler bulunuyor.” (Nevin Donat, Milliyet, 14 Ağustos 2010) Böylece ülkenin enerji üretiminin (Termiği Doğalgazı, HES’i RES’i ne varsa) çoğunluğu, dağıtımının ise tamamı özelleşmiş durumda. balar gibi satarız.”, “Yakında Sümerbank tarihten siliniyor artık, bitirdik. Elinde bir şey kalmadığı gibi ismini de kaldırıyoruz.” Bakın liboş Taha Akyol da, nasıl aynı kafada, aynı anlayışta K. Unakıtan’la. Aynı şeyi nasıl tekrarlıyor yıllar sonra: Doğalgaz 0irketlerinin satışı da başladı Sırada Doğalgaz şirketleri var. Satış başladı: “Doğum günü hediyesi Başkent Doğalgaz “Dün doğum gününü kutlayan işadamı Mehmet kazancı, Karamehmet ile kurduğu MMEKA ile Boğaziçi ve Gediz elektirik dağıtımının ardından dün de Başkent Doğalgaz’a 1.2 milyar teklif verdi” ve aldı. (Nevin Donat, Milliyet, 17 Ağustos 2010) *** Kalan ne? Köprüler, otoyollar, kalan şeker fabrikaları (Amasya, Kütahya, Adapazarı fabrikaları özelleştirildi), kamu bankaları, Galataport… Kaldıysa gözden kaçan birkaç kurum daha… Sıra onlarda. Zaten “İtalyanlar 4 milyar dolarlık otoyol ihalesini gözlüyormuş”, Milliyet’ten Songül Hatısaru’nun, 24 Eylül 2010 tarihli haberine göre. Özelleştirmenin=Kamu Mallarının yağmalanmasının iğrenç savunucuları Kemal Unakıtan TC tarihinin en iğrenç, en seviyesiz, en çirkef bakanlarından, AKP’li Maliye eski Bakanı Kemal Unakıtan şöyle alçakça sözlerle savunuyordu AB-D Emperyalistlerinin ve yerli Parababalarının emirlerini: “Kulakları tıkayıp ne varsa satacağım”, “!e banka bırakacağız, ne fabrika, ne de işletme. Liman da bırakmayacağız. Hepsini satacağız.”, “Ülkenin işgal altına girdiğini söylüyorlar, gelsinler işgal etsinler.”, “Stratejik yer imiş, ne stratejisi, önemli olan müşteri bulmak. Müşteri gece gelsin, pijamayla çıkarım karşılarına. Seviyorum bu işleri arkadaş.”, “Parayı veren düdüğü çalar. TÜPRAŞ’ı Ruslar’a satar mısın diyorlar. Satarım, arkadaş.”, “Satacağız tabii. Kâr edeni de satacağız. Zarar edeni de satacağız. !eden, devlet sanayici olmaz ondan.”, “Ba- Liboş Taha Akyol “Elektrik iletim hatlarının özelleştirilmesine karşı çıkanlar var. “Stratejik sektör” diyorlar. “!iye stratejikmiş?.. “Stratejik olsa bile niye özelleştirilmesin?” (Taha Akyol, Milliyet, 13 Ağustos 2010) Özelleştirdiler, kalanları da özelleştiriyorlar haraç mezat… *** Özelleştirme ve Türkiye ekonomisinde yabancı Parababalarının kurduğu hâkimiyet “Avrupalılar Türkiye’de ava çık”mış Milliyet Gazetesi’nin 10 Temmuz tarihli haberine göre. Madem “özelleştirme iyi”, madem Türkiye avlanacak bir alan, öyleyse biz niye avlanmayalım? diyor yabancı Parababaları ve avlanmak için beşer onar, yüzer biner değil, on binlerle geliyorlar: “Türkiye’de kurulan yabancı şirket sayısı 25 bini aştı “(…) “A.A muhabirinin Hazine Müsteşarlığından derlediği verilere göre, Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı şirket sayısı, son 5 yılda 2 kattan fazla artış gösterdi. Ülkemizde 1954-2004 yılları arasında 8 bin 192 yabancı şirket faaliyet gösterirken bu sayı 2005 yılında 10 bin 743’e, 2006 yılında 13 bin 818’e, 2007 yılında 17 bin 348’e, 2008 yılında 20 bin 685’e, geçen yıl da 23 bin 672’e yükseldi. Yabancı şirket sayısı bu yılın Ocak-Haziran döneminde ise 25 bin 55’e çıktı.” (Zaman, 10 Eylül 2010) Yine gördüğümüz gibi, 1954-2004 arasında 8 bin 192 yabancı şirket varken, bu rakam 2005-2010 arası ( 2010’un ilk altı aylık dönemi), AKP Hükümeti’nin son 5 yılında, 16 bin 863 şirkete fırlamış… Gelelim, alalım, götürelim, vuralım demişler… Vurdukları sektörlerden birkaç örnek verelim mi? “İtalyanlar 4 milyar dolarlık otoyol ihalesini (Özelleştirmesini – K. Yolu) gözlüyor”muş. (Songül Hatısaru, Milliyet, 24 Eylül 2010) Niye “gözl”emesin? Vurgun var çünkü. “Sigorta sektörü yabancı akınına uğra”mış. (Vatan, 16 Haziran 2010) 4 Biz de bu “özelleştirme av”ından pay kapalım diye düşünmüş Japon NKSJ ve Fiba Sigorta’yı 307 milyon dolara satın almış. Böylece de sigorta sektöründe, emeklilik şirketleri de dahil olmak üzere var olan 55 şirketin 34’ü yüzde 100 yabancı Parababalarının eline geçmiş. 4 şirkette de yabancı Parababalarının payı yüzde 50’nin üzerindeymiş. 4 şirkette de yüzde 50’nin altında payları varmış. Yani sadece 13 şirket yerli Parababalarının elinde kalmış. Yabancı Parababalarının sigorta sektöründeki payı da yüzde 62’yi bulmuş. Başka? “Borsada yabancı payı yüksel”miş. “Merkezi Kayıt Kuruluşu verilerine göre, 3 Eylül 2010 tarihinde yabancıların hisse adedi bakımından borsadaki payı yüzde 52,33 olurken, piyasa değeri açısından payı ise yüzde 66,74 olarak gerçekleş”miş. (Hürriyet, 06 Eylül 2010) Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 yatırım fonu şirketi Riverside gibi isimler de yer alıyor. Yabancıların dikkatini çeken Türk KOBİ’ler kervanına son katılan ise Depur Kimya oldu. (…) “Rus devi Mechel, Ramateks ile Balkanlar’a da açılacak “Geçen yıl 5.75 milyar dolar ciro yapan 83 binden fazla çalışanı bulunan Rusya’nın en büyük çelik ve kömür üreticilerinden Mechel, geçtiğimiz haftalarda Türk çelik şirketi Ramateks’i 3 milyon dolara almıştı. (…) “Avrupalı dev Uşak’tan “alo” diyor 48 ülkede 267 çağrı merkezi bulunan 100 binden fazla çalışana sahip Avrupa’nın en büyük çağrı merkezi hizmeti sunan şirketi Teleperformance da isan ayında Türkiye’ye şirket alarak girdi. Uşak ve İstanbul’da çağrı merkezi bulunan Metis’in yüzde 75’ini satın alan Teleperformance’ın Ortadoğu ve Doğu Avru- oranları Japon ev kadınlarının yüksek faiz veren ülkelere yatırımlarını (carrytrade) patlatmıştı. Japonya’da neredeyse sıfır faizle kredi alan Japon ev kadınları, yüzde 8 civarında getiri vadeden TL cinsi tahvillere yatırım yaparak ciddi paralar kazanıyor...”larmış. Dolayısıyla, “Japon ev kadınlarının ‘TL aşkı’ bitm”iyormuş… (Vatan, 03 Eylül 2010) Biter mi bu aşk?.. *** “ABD’li dolandırıcıların da yeni gözdesi Türkiye ol”muş. “ABD’li dolandırıcılar” kimi kandırıyorlarmış? ABD’lileri. Niye? ABD insanı çok saf ya da aptal olduğu için mi? Yoo… Ya nasıl dolandırıyorlarmış? “Türk Lirası ve Irak Dinarı’na yatırım yapaca”klarını “ve müşterilerine yılda çift haneli gelir getirece”klerini söyleye”rek… “(…) “Türk Eurobond’lara yatırım yapıyoruz, yüzde 11 gibi çok yüksek gelir elde edeceksiniz” diye”rek. (Vatan, 30 Ağustos 2010) Yalan mı söyledikleri? Hayır. Doğru! Bu kadar milyon dolar, milyar dolar “sıcak para” niye geliyor Türkiye’ye? Babasının hayrına mı?.. Ölü soyucu ABD Emperyalistleri Başka? Bankalarda “Yabancıların payı artıyor”muş… “Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Türk bankacılık sektöründe yabancıların sermaye payının yüzde 39.8 düzeyine geldiğini açıkladı. Bu oranın geçen yıl sonuna göre, 2.5 puanlık artış anlamına geldiğini belirt”miş Babacan. (Vatan, 02.01.2010) “Türkiye’de 49 adet banka olduğunu ifade eden (BDDK Başkanı – K. Yolu) Bilgin, ilk 10 bankanın bankacılığın yüzde 90’ın”a hâkim olduğunu söylemiş. (Zaman, 31 Mart 2010) BDDK Başkanı Tevfik Bilgin, Türk bankacılık sisteminde bundan 6 yıl önce yabancıların payının yüzde 3 olduğunu kaydederek, bugün bu oranın yüzde 40’a yükseldiğini belirt”miş. (Yeni Mesaj, 19 Haziran 2010) Biz bankalarımızı böylesine haraç mezat yabancı Parababalarına satarken, Batılı devletler “Türk” bankalarının kendi ülkelerinde şube açmalarına bile izin vermiyormuş. Bunu kim söylüyor? Türkiye’nin en büyük bankalarından, Türkiye’nin ilk Finans-Kapital şirketlerinden İş Bankası’nın Genel müdürü Ersin Özince: “Yabancı bankalara çok davetkâr davranmışız “(…) Bugün Avrupa ve Amerika’da Türk bankalarına aynı hüsnükabulün gösterildiği kanaatinde hiç değilim. Bilakis bizim yurtdışındaki bankalarımıza daima yabancı banka muamelesi yapılıyor. Hâlbuki biz birçok yabancı bankayı bile bağrımıza bastık.” (Milliyet, 26 Ağustos 2010) Bankalar, borsa, sigorta şirketleri, yukarıda bir kısmının adını saydığımız büyük şirketler, fabrikalar vb. özelleştirildi. Av bitmiş mi Parababaları için? Biter mi bu yağma Hasan’ın böreği?.. “Yabancı gözünü KOBİ’lere dik”miş şimdi de. Tabiî… Avcı bu. Avlanacak av varken durur mu? Avlanacak. Vuralım avı (vurgunu), dolduralım torbayı (kasayı) diye düşünecek… “Türkiye’de ‘potansiyel var’ diyen yabancılar şimdi de KOBİ avına başladı. Son olarak Lübnanlı Baalbaki, Depur Kimya’yı aldı. Depur’un kurucusu Eron, ‘Türkiye’de fabrika kuracaklar’ dedi “Global ekonomik krizden en az etkilenen ülkeler listesinde üst sıralarda bulunan Türkiye’de yabancılar rotayı KOBİ’lere çevirdi. 2010’un ilk çeyreğinde yüzde 11.7’lik büyümeyle rekor kıran Türkiye’de ekonomik istikrarın süreceğini düşünen yabancı devler küçük ölçekli şirket alıp büyüme stratejine yöneldi. Milyarlarca dolar ciro açıklayan yabancı devler birkaç milyon dolar ödeyerek Türk KOBİ’si alıyor ya da ortak oluyor. Son 1.5 ay içerisinde Türkiye’ye gelen veya ortaklığını büyüten şirketler arasında Rus çelik devi Mechel, İspanyol oyuncak üreticisi Imaginarium, ABD’li pa pazarı Başkanı orberto Varas, “Türkiye’ye geliş sürecimizde birçok firmayla görüştük Metis ile büyüyeceğiz” dedi. “Kedi-köpek mamasındaki büyümeye fon ilgisi “ABD’li yatırım fonu The Riverside Company, Türkiye’deki ilk operasyonuna kedi ve köpek maması üreticisi Tropikal’i alarak başladı. Goody, Champion gibi markaları üreten Tropikal’i alan Riverside Company’nin farklı kıtalarda 19 ofisi ve dünya genelinde 182 milyar dolarlık aktifi bulunuyor. “İspanyol oyuncakçı tek başına büyüyecek “Krizden en az etkilenen sektörlerin başında oyuncakçılar geliyor. Ailelerin çocukların isteklerini dikkate aldıklarını fark eden İspanyol oyuncakçı Imaginarium, Türkiye’deki operasyonlarını tek başına yönetmeye karar verdi. Türk ortağıyla birlikte kurduğu Umag Çocuk Ürünleri’nde yüzde 60 hissesi olan İspanyol dev, firmadaki payını yüzde 99.97’ye çıkardı.” (Kerim Ülker, Sabah, 07.09.2010) Vah zavallı ülkem vah!.. Parababaları Hükümeti, “Küçük yatırımcıya özelleştirme yolu”nu “kapa”tır, kamu mallarını çokuluslu yabancı Parababalarına peşkeş çeker, yabancı Parababaları, bunları yuttuktan sonra elde kalan küçük şirket (KOBİ)’leri de yutar… Hatırlanacağı gibi, tütün ve sigara üretimi tamamen Amerikan şirketlerine peşkeş çekildi TEKEL yok edildi. Aynen Sümerbank’ta olduğu gibi… Elde kalan? Sen sağ ol sevdiceğim ben de selamet!.. Tayyipgiller İktidarı, satılmadık vatan toprağı bırakmayacak Sadece bunlar mı?.. Olur mu? “Yabancılar 79 yılda edindikleri mülkün 2 katını 2 yılda al”mışlar. Ne zaman?.. “Sadece isan 2008 ve Mayıs 2010 arasında”… Yani?.. Tabiî ki Tayyipgiller iktidarında. “Krizi fırsat bilen yabancılar Türkiye’ye koştu. Cumhuriyet’in kuruluşundan 2002 yılına kadar 11.9 milyon metrekare taşınmaz yabancılara satılırken, 2002-2008 döneminde bu rakam 25 milyon metrekareye çıktı. Sadece isan 2008 ve Mayıs 2010 arasında ise 25 milyon metrekarelik mülk satıldı. Bu alan başkent Ankara’ya denk geliyor.” (Vatan, 28 Haziran 2010) Av ülkesi Türkiye’den vurgun manzaraları Japon kadınları âşıkmış? Kime? Japon erkeklerine değil. TL’ye. Niye? “Ülkede yüzde 0’a yakın olan faiz Bunlar “dolandırıcı”ymış!.. Ya ülkemizin (ülkelerin) neredeyse yeraltı, yerüstü servetlerinin tamamını para gücüyle satan alanlar neci? Onlar muteber uluslararası büyük çokuluslu şirketler, işadamları, işkadınları, elitler… öyle mi?.. Bunların hepsi dolandırıcı, vurguncu, soyguncu, sömürücü, insanlıktan nasibini almamış, insanlık düşmanı zalim tekelci Parababaları. İşgalci, soykırımcı bunlar… Kan emici sülükten bile sülük bunlar… Haydut bunlar… Bakın nasıl aşağılık işlere imza atıyor ABD Emperyalistleri. Irak’tan çok güncel bir örnek vermek istiyoruz bunların alçak yüzlerini, insanlık dışı yüzlerini göstermek için: “İşgal yetmedi tazminat aldılar “Körfez Savaşı sırasında zarar gören Amerikalılar, Irak’tan 400 milyon dolar tazminat ‘kazandı’. Para, ABD’nin el koyduğu Irak fonlarından ödenecek “Irak, Saddam rejiminin 1990 yılında Kuveyt‘i işgalinden sonra Amerikan vatandaşlarına işkence yaptığı ve travmatize ettiği iddiaları karşısında 400 milyon dolar tazminat ödemeyi kabul etti. Irak Dışişleri Bakanlığı anlaşmanın geçen hafta ABD‘nin Irak elçisi James Jefferey ile imzalandığını açıkladı. “ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ile sayısız sivilin öldüğü Irak Savaşı üzerine böyle bir anlaşma yapılması tartışma yarattı. “Anlaşmanın Irak’ın ekonomik ve sosyal açıdan bu kadar zayıf olduğu bir zamanda gerçekleşmesi ve Saddam rejimi sırasında yaşananlardan yeni Irak yönetiminin sorumlu tutulması da tepki çekti. Üst düzey bir Iraklı yetkili, “Saddam rejiminden beri çok kan aktı. Kötü muamele, mevcut Irak hükümeti ya da Irak halkı tarafından yapılmadı. Bu adalet değil” dedi. “(…) “Kongre onay verdi Kuveyt işgali sırasında kötü muamele gördüklerini iddia eden aileler ve onları temsil eden hukuk firmaları, yıllarca Amerikan Kongresi’ni, terörü destekleyen yabancı ülkelere karşı dava açılmasına onay vermesi için ikna etmeye çalıştı. Dava bu yöndeki kararın 2008 yılında Kongre’den geçmesinden sonra açılabildi. Davacılar arasında Irak-Kuveyt sınırında çocukları kaçırılan iki sözleşmeli Amerikan askeri, Kuveyt’te tutuklanan CBS ews televizyonunun muhabiri Bob Simon ve kameramanı, ülkeden çıkmalarına izin verilmeyen aileler ve Irak televizyonlarında Saddam’ın, “Kahvaltını beğendin mi?” diye sorarken görüntülenmesi ile akıllarda kalan küçük çocuk da bulunuyor. Aileler yaşadıkları “duygusal stres” için de tazminat talep ediyor. Anlaşmaya göre tazminat, ABD’nin savaş sırasında dondurduğu 900 milyon dolarlık fondan alınacak ve davalılara dağıtılacak. “Irak hükümeti ise anlaşmanın, Saddam rejiminden itibaren ülkeye uygula- Gaziantep’teki Fransız İşgaline karşı savaşın sembollerinden Karayılan’ın Anıtı nan BM yaptırımlarının kalkmasına yardımcı olmasını umuyor. “Chapter 7” olarak bilinen yaptırımlar Irak’a, Kuveyt işgali sonrasında “uluslararası barışa tehdit” oluşturduğu gerekçesi ile uygulanmaya başlanmış ve hiçbir zaman tam olarak kaldırılmamıştı. Irak bu yaptırımlar çerçevesinde Kuveyt’e 27.6 milyar dolar tazminat ödedi ve hâlâ petrolden elde ettiği gelirin yüzde 5’ini Kuveyt’e vermeye devam ediyor. ” (Milliyet, 12 Eylül 2010) Sen yalanlar üzerinden bir savaş çıkar ve bir ülkeyi haksız yere işgal et, sonra da, o ülkenin el koyduğun fonlarını (paralarını) kendi ülke vatandaşlarına dağıt “duygusal stres” yaşıyor diye… Ya o ülkenin insanları, kadınları, çocukları, yaşlıları hangi “stres”i yaşıyor?.. Kim yaşatıyor o “stres”i? Ona bir şey diyen yok. Niye? Çünkü o ağababa. Başhaydut. Baş emperyalist… Satılmış, işgalciye kucak açmış, “Üst düzey bir Iraklı yetkili”, bir de utanmadan ne diyor? “Saddam rejiminden beri çok kan aktı. Kötü muamele, mevcut Irak hükümeti ya da Irak halkı tarafından yapılmadı. ve Rusya’dan oluşan İttifak Devletleri’ne) karşı birlikte, aynı saflarda savaşa girdiğimiz Almanya’nın yenilmesi üzerine bizim de yenilmiş sayıldığımız Birinci Emperyalist Evren Savaşı’ndan sonra, hep bildiğimiz gibi, yurdumuz galip emperyalistlerin açık işgaline uğradı. Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar yurdumuzun topraklarını aralarında paylaştılar. Av sahası haline getirdiler. İşte Maraş, Antep, Adana ve Hatay da, önce İngilizlerin sonra da Fransızların işgaline uğradı. Ve bu yöre Halkı, Çukurovalılar, çocuğundan büyüğüne, kadınından erkeğine kadar Fransız işgalcilerine karşı savaşa giriştiler. Ve kanlı mücadelelerden sonra onları yendiler. Fransızlar, önce Maraş’tan, sonra da Antep ve Hatay’dan (Hatay’ın bir bütün olarak kurtuluşu 1936 yılıdır.) defolup gittiler. Bu savaşların sembollerinden, bayrak isimlerinden bir tanesi, hep bildiğimiz gibi Antep cephesinde savaşan Karayılan’dır. Karayılan, Fransızlara karşı verilen savaş esnasında, 24 Mayıs 1920 günü, 19 yoldaşıyla birlikte şehit olmuştur. (Mezarı Antep Karagöz Camii Külliyesi’ndedir.) Karayılan, bu son savaşına giderken, çetesindeki yoldaşlarına Karagöz Camii’nde şunları söylemiştir: Bu adalet değil”… Alçağa bak! Biz; Irak Halkını ve meşru Irak Yönetimini, Liderimiz Saddam’ı sattık, ABD’nin ülkemizi işgal etmesine yardımcı olduk, o yüzden bunlar başımıza geliyor, demiyor da, “Kötü muamele, mevcut Irak hükümeti ya da Irak halkı tarafından yapılmadı.” diyerek işgalci, katliamcı, ölü soyucu ABD Emperyalistlerini haklı çıkartıyor. Sonra da utanmadan “bu adalet değil.” diyor. İşgalci, katliamcı, soykırımcı, ölü soyucu, vurguncu, sömürücü ABD Emperyalistlerinden “adalet” beklemek, istemek, ummak... Ne acı bir durum. “Arkadaşlar “Çabuk olunuz. Vakit geçirmeden düşmana saf duracağız. Düşmana kendimizi göstereceğiz. Düşman bu yurdun evlatlarının ne yaman erler olduğunu bilmelidir. Bizler bugün için dünyaya geldik. Yurdumuzda düşmanın dolaşmasına tahammül edemeyiz. Aslanlar diyarı Antep’e düşman gelmekle aldanmıştır. Düşmana karşı geleceğiz ve toprağımızda yabancı bırakmayacağız. Onlara bu yerleri mezar yapacağız.” (Karayılan’ın mezarındaki Kitabe’den alınmıştır.) Bugün de, Karayılan’ın dediği bir kez daha gerçekleşecek. Bin yıldır birlikte paylaştığımız, Malazgirt’te, Çanakkale’de, Birinci Kurtuluş’ta omuz omuza savaşarak ortak vatan yaptığımız bu toprakları, Kürt kardeşlerimizle el ele, bir kez daha temizleyeceğiz. Türk Kürt Halk Cumhuriyeti’ni, Demokratik Halk İktidarını kuracağız. Ve o zaman; insan soyunun yüzkarası AB-D Emperyalistleri, topraklarımızdan ve Ortadoğu’dan defolup gidecekler. Sadece bölgemizden değil, dünyanın her neresinde hâkimiyetleri varsa oradan da defolup gidecekler. Ve o zaman; kendi İşçi Sınıfları ve halkları o yağmacı, işgalci, soykırımcı, ölü soyucuları başlarından atacaklar, eşit, özgür, kardeş toplumlar kuracaklar. Ve o zaman; insanlık Sosyalist bir aile olacak. Bunu adımız gibi biliyoruz! Ava giden avlanır... Bir Türk atasözü: ava giden avlanır, der. Yani her av partisi, her zaman avla bitmez. Avlanmak isteyenler de avlanırlar. Uluslararası Parababaları (AB-D Emperyalistleri) de mutlaka ama mutlaka avlanacaklar. Bu, insanı insanlığından çıkaran sürek avı sürgit devam etmez. Halklar hep avlanacak hayvanlar değildir. Halklar geçmişlerini unutmazlar. Tarihten ders almasını bilirler. Bizim Tarihimizde de işgalci, katliamcı, soykırımcı Batılı Emperyalistlere karşı direniş ve zafer vardır. Batılı Büyük Emperyalist Devletlere (İngiltere, Fransa, İtalya 5 Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 Kahraman Gerilla CHE, halkların kurtuluş mücadelesinde yaşıyor, savaşıyor! Bundan 43 yıl önce Kahraman Gerilla Che, CIA tarafından katledildi; 9 Ekim 1967’de. AB-D, O’nun bedenini ortadan kaldırarak Che’yi öldürebileceğini sanmıştı. Ancak bedence ölmek gerçek anlamda ölmek değildir. Aradan geçen bunca yıla rağmen dünyanın dört bir yanında emperyalizme karşı verilen antiemperyalist, yurtsever, sosyalist tüm mücadelelerde Kahraman Gerilla Che’de var. İnsanlığın başka her şeyin insanlığın kurtuluşuna adayan Che, bugün inancın, bilincin, yiğitliğin, fedakârlığın sembolü. Ve Che, tüm insanlığın bilincinde yüreğinde, mücadelesinde yaşamaya devam edecek. Che’nin katlinin ardında yatan gerçekleri, Kübalı gazeteciler Adys Cupull ve Froilan Gonzalez “CIA CHE’YE KARŞI” isimli kitapta belgeleriyle, detaylı bir biçimde ortaya koyuyor. Eski bir CIA ajanı olan Philip Agee’in 1993 yılında bu kitaba yazdığı Önsöz’ü Che’nin bedence aramızdan ayrılışının 43’üncü yılında olduğu gibi yayımlıyoruz. E Önsöz rnesto Che Guevara sağlığında da, ölümünden sonra da başkalarının yaşamı üzerinde inanılmaz büyük bir etki yaratmıştır. Ben de böyle etkilenenlerden biriyim. Elinizdeki kitabı okurken, ömrümün son yirmi beş yılı sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor. 1966 ilkbaharında, Uruguay’da Montevideo’da CIA hesabına çalışıyordum. Kentin en büyük havaalanında, gelip geçeni kontrol etmek için yeni bir sistem oluşturmuştum. İsim listeleri gözden geçiriliyor, pasaportların ve yolculuğa ait diğer belgelerin fotokopileri çekiliyordu. Bu dönemde, CIA, Che’nin olduğu yeri saptamaya çalışıyor, ama bunu bir türlü başaramıyordu. Kongo-Kinshasa’da, Mobutu’ya karşı isyan edenlere katıldığını biliyorduk. Bu isyanın bastırılmasının üzerinden geçen bir yıla karşın, Che’nin izine hiçbir yerde rastlanmamıştı. Kimi yorumcular, onun Küba’ya döndüğünü düşünüyordu, kimi de, müzmin astımını tedavi için aldığı bayat ilaçlar yüzünden hastalanıp Sovyetler Birliği’nde hastaneye yatırıldığından söz ediyordu. Küba’ya karşı operasyonlarını sürdüren CIA uzmanları, Latin Amerika ve Karaib adalarında gerilla savaşı başlatmayı hedefleyen Kübalıların eylemlerine, Che’nin de katılması olasılığına karşı tetikteydiler. Özellikle, Küba’nın Arjantin’de, And Dağlarının doğu yamaçlarında, Tucuman ve Salta’nın kuzey kesimindeki gerilla hareketlerini desteklediğini gösteren ipuçları ele geçirilmişti. Ayrıca, Küba’nın istihbarat operasyonlarıyla ilgili veriler elde edilmişti. Küba istihbarat servislerinin Latin Amerika’da görevli ajanlarıyla yaptığı telsiz konuşmaları, CIA tarafından dinleniyordu, bunlardan kimliği belirlenemeyen biri ya Peru’nun Lima kentinde yahut da Bolivya’da, La Paz’da çalışıyordu. Ben de Montevideo’da, Küba’ya karşı yürütülecek operasyonlardan sorumlu CIA görevlisi olarak, bu iki tür eylem konusunda bilgi toplamakla yükümlüydüm. CIA merkez karargâhında, Küba’ya karşı operasyonlarla ilgili çalışmalar yapan kişiler, Latin Amerika’nın tüm stratejik noktalarında, Che’nin bölgeye girme girişimlerini anında ortaya çıkarmak amacıyla, yolcuların kontrolü için, özel önlemlere başvurulmasını istiyordu. Ama bir sorun vardı. Hiç kimse, Che’nin bir gerilla askeri gibi sakalıyla yolculuk edeceğine ihtimal vermiyordu. Fakat Che’nin sakalsız fotoğrafı bulunamamıştı. Teknik servisler, bir ressamı Che’nin sakalsız resmini yapmakla görevlendirdi. Bu portrenin kopyaları Latin Amerika’nın dört bir yanına dağıtıldı. Montevideo’da, bu resimleri tüm polis memurlarına ve hava alanında göçmenlerle ilgilenen kişilere dağıttım, hatta onlardan bu yüz çizgilerini ezberlemelerini istedim. Havaalanında çalışanların yeteneksizliği ve araştırma-soruşturma konusundaki bilgisizliği yüzünden, Che’yi bu yoldan yakalama şansımızın çok zayıf olduğunun farkındaydım, ama ne de olsa, hiç yoktan iyiydi, denemekten zarar gelmezdi. Bir yıl sonra, 1967 yazında, Meksika’ya gönderildim. Dünya âlem Che’nin, Bolivya’da gerilla hareketini yönettiğini biliyordu. Fotoğ- raflarının dağıtılmasından altı ay kadar sonra, Che, Uruguaylı kimliği ve sahte belgeleriyle Montevideo havaalanından transit geçmiş, CIA ve Amerikan ordusunun özel güçleri, “iki, üç, daha fazla Vietnam yaratmasını” önlemek için peşine düşmüştü. 1967’de, Meksika’ya gitmeden önce, CIA hesabına çalışma hevesim azalmıştı. İstikrarı koruma adına yaptıklarımızın, bölgede hüküm süren toplumsal ve ekonomik adaletsizlikleri daha da arttırmaktan başka bir işe yaramadığının farkındaydım. Çalışmalarım bana sıkıcı gelmekle kalmıyor, yaptığımız işi ahlak ve siyaset yönünden de çok tartışılır buluyordum. Ciddi olarak istifayı düşünüyordum, fakat eşinden boşanmış iki çocuklu bir adam olarak düzenli bir gelire ihtiyacım vardı. Meksika’da, olimpiyat ataşesi olarak çalışıyordum, yani 1968 Olimpiyat Oyunları’nda, ABD elçisinin yardımcılığını yapıyordum. CIA, bu kılıfın, görünüşü kurtaracağına inanıyordu. Görevim, bir iki yıl sonra yapılacak Olimpiyat Oyunlarını organize eden komite için çalışmaktı ve bu işler benim Meksika’da olimpiyatlarla ilgili olarak, spor, medya, kültür ve politika gibi kesimlerden birçok önemli kişiyle ilişki kurmamı kolaylaştırıyordu. Meksika’ya vardıktan kısa bir süre sonra, New Yorklu bir kadınla tanıştım. Meksika’da yaşıyordu ve uzun zaman önce Meksika uyrukluğuna geçmişti. Bir Meksikalı ile evlenmiş çocukları olmuş sonra boşanmış ama Meksika’da kalmıştı. Bu genç kadın, bilincimde zaten varolan siyasi ve ahlaki görüşlerle birlikte, CIA’dan istifa etmemde rol oynayan kişisel etken oldu. Muriel adıyla anacağım bu kadın, olimpiyatların on dokuz kültür olayından biriyle ilgileniyor ve örgütleme komitesiyle Amerikan elçiliği arasında ilişki sağlıyordu. İlk günlerden başlayarak, Birleşik Devletler’in, olimpiyatların kültürel programına katılımını planlamak için çok sıkı biçimde birlikte çalıştık. 1967 Ekimi’nde, bir akşam, lokantada yemek yiyorduk. Muriel organizasyon komitesi için Yunanistan’a yaptığı bir yolculuktan geri dönmüştü. Konuşmamız sırasında Che’nin adı geçti, çünkü ölümü Bolivya’da güncel konuydu. Muriel, ummadığım derecede heyecanlı konuşuyordu, duygulandığı belliydi. Che’yi soğukkanlılıkla öldüren CIA’ya lanetler yağdırıyordu, oysa hangi koşullarda öldüğü henüz net biçimde belli değildi. Sonra, o yıl, Yunanistan’da önüne geleni öldüren, işkence yapan askeri diktatörlüğün iktidara geçişinde CIA’nın oynadığı rolden söz etti. 50’li yıllarda, Guatemala’da Arbenz hükümetinin devrilip ülkenin tarihte ilk kez elde ettiği biricik umudun yok edilmesinde CIA’nın rol almasını eleştirdi. Sessizce dinliyordum, ama onu işyerinde ya da dışarıda görebilmem için CIA’da görevli olduğumu bilmemesi gerektiğinin çabucak farkına vardım. O ana kadar politikadan hemen hiç söz etmemiştik. Onun sol düşüncelerini hiç bilmiyordum. Che’nin böylesine hayranı olacağı da aklımın ucundan bile geçmiyordu. Sonraki aylarda, CIA ile Muriel arasında seçim yapmak zorunda olduğumu anladım. Seçimim kolay oldu. Olimpiyatlardan altı ay önce, 1968 baharında, CIA merkez karargâhından terfi ettiğimi ve oyunlardan sonra yeniden Meksika’da görevlendirileceğimi bildiren bir telgraf aldım. İstifa etme zamanımın geldiğine karar verdim ve merkeze, oyunlardan sonra görevimden ayrılacağımı bildirdim. 1968’in son günlerinde, CIA’dan ayrılıp Meksika’da yeni bir hayata başladım. 1968’de, dünyayı sarsan öğrenci ve emekçi başkaldırısında, Che’nin manevi ve siyasi etkisi büyüktü. Hemen hepsi, 25 yaşındaki Arjantinli doktorun, Arbenz yönetimindeki demokratik Guatemala’da yaşadığı deneyimi ve bu hükümetin 1954’te CIA tarafından devrilmesinin onu nasıl radikalleştirdiğini biliyordu. Guatemala deneyiminden sonra, Meksika’da sürgünde bulunan Fidel Castro ve diğer Kübalı devrimci- lere katılma kararı, onlarla Granma yatında yaptığı yolculuk ve sonunda, Küba devriminde belirleyici biçimde Batista diktatörlüğünün devrilmesine yol açan Santa Clara zaferi sırasında bir gerilla koluna kumanda ettiği de çok iyi biliniyordu. Ama Che, her şeyden önce devrimci düşünceleriyle, özellikle devrimin, yaratacağı dönüşümle, çalışmaya özendirici manevi etkenlerin değerini, maddi özendiricilerden daha üst bir düzeye yükselteceğine derin inancıyla ünlüydü. CIA’dan ayrıldıktan iki yıl sonra, yaşamım tümüyle değişti. Daha önce düşündüklerimizin tersine, Muriel ile yollarımız ayrıldı. Meksika’nın ulusal özerk üniversitesi UNAM’da, Latin Amerika tarih ve kültürü konusunda bir doktora programına yazıldım. Sömürgecilik çağında fetihlerde yaşanan vahşet olayları ve kıyam, çağımızda bölgenin Birleşik Devletler tarafından ezilmesi, Monroe doktrininin hayata geçirilmesi konusunda okuduklarım, CIA’daki iş arkadaşlarımla birlikte Latin Amerika’da yaptıklarımızın yanlışlığı bakımından gözümü açtı, yepyeni bir perspektif sahibi olmama yol açtı. Demokrasi ve sosyal adalet getirmek yerine, beş yüz yıldır süregelen sömürü ve baskı sürecinin daha da uzamasını sağlıyorduk, o kadar. 1968’deki gösterilerde, yüzlerce göstericinin hükümet öldürülüşünün anılarının tüm tazeliğiyle yaşandığı üniversitede egemen olan Che ruhu, bana göre “yeni düşünceyi” temsil eden bu dönemi, daha da güçlü biçimde vurguluyordu. Bilmem nasıl oldu, yavaş yavaş kafamda yeni bir düşünce belirmeye başladı. O güne dek, aklıma bile getirmezdim böyle bir şeyi, ama artık kafama iyice takılıyordu. Küba dışında, tüm bölgede egemen oligarşiler aracılığıyla Birleşik Devletler’in kontrolünü sürdürmek için, CIA örgütünde, öteki ajanlarla birlikte ne işler çevirdiğimizi açığa vuran bir kitap yazmak istiyordum. O güne dek, CIA görevlilerinden hiçbiri böyle bir kitap yazmamıştı ve karar vermeden önce benim de birkaç ay düşünmem gerekti. UNAM’daki profesörlerimden biri, Latin Amerika’da siyasi düşünce konusunda bir seminer yöneten Leopoldo Zea, üzerimde büyük bir etki yarattı. Okur, Leopoldo Zea’nın, Che’nin ölümünün ardından yaptığı konuşmadan bir alıntıyı kitapta bulacaktır. Seminere yazılmamdan az önce, bu konuşması Meksika’da yayımlanmıştı. UNAM’da, Küba devrimine daha sıcak bakmaya başladım. Devrim üzerine bulabildiğim tüm yazıları okudum. Amerikan egemenliğine son verilmesi, devrimin kazandığı başarılar beni derinden etkiledi. Küba’da devrimden sonra eğitime, sağlığa ve diğer toplumsal programlara verilen önemin de etkisinde kaldım. Latin Amerika’nın öteki ülkelerinde yaşanan yoksulluk ve çürümüşlüğe kıyasla, Küba, hem uzun vadeli hedefleri, hem de kısa vadeli girişimleri bakımından, çarpıcı bir karşıtlık yaratıyordu. CIA’nın oynadığı rolü göstermek için, özellikle daha önce çalıştığım ülkelerde, Latin Amerika’da yaşanan olaylarla ilgili bilgi araştırmaya, Mexico City kütüphanelerini dolaşmaya, belge toplamaya başladım. Ama emeklerim boşa gitti ve kitabımı Meksika’da yazamayacağımı anladım. Eğitim almamı sağlayan doktora programı ile henüz düşünceden öte bir şey olmayan kitabım arasında seçim yapmak zorundaydım. Yalnız Latin Amerika’da değil, tüm dünyada hükümetleri deviren, siyasi baskıların artmasına neden olan CIA’nın müdahalelerini durdurmak için, Birleşik Devletler’e karşı girişilen bir hareket olması umuduyla, kitabımı yazmaya karar verdim. Kitabın, bir çare olarak, CIA operasyonlarının kurbanlarına yardım etmeye, ülkelere sızmasını ve düzenlerini yıkmasını önlemeye de yarayacağını umuyordum. O dönemde, bu kelimeyi pek bilmezdim ama, bu bir tür dayanışma eylemi gibi bir şeydi. O zamanlarda, çoğu kez düş kırıklığıyla biten, olağanüstü olaylarla dolu bir mücadeleye giriştiğimi, fakat mücadelemin şaşırtıcı başarılara ulaşacağını bilmiyordum. Elinizdeki kitapta adı geçen birçok kişi, izlediğim yolda, benden yardımlarını esirgemedi. Avrupa’ya gitmek ve araştırma yapmak için ihtiyacım olan ilk desteği, Paris’ten Fransız yayıncı François Maspero sağladı. Rejis Debray’in tutuklanmasından sonra özel güçler Che’nin peşindeyken, Maspero da Bolivyalı yetkililer tarafından tutuklanmış ve sınır dışı edilmişti. Daha sonra Maspero, Che’nin Boliv- ya Günlüğü’nün Fransızcasını yayımladı. Maspero araştırma yapmak için Küba’ya gitmemde de yardımcı oldu. Orada, adayı bir baştan bir başa dolaşırken, Devrimin başarılarını incelerken, Che’nin “Bolivya Günlüğü”nü, yazılarından çoğunu, “yeni insan” konusundaki makalesini ve Fidel’e “Veda Mektubu”nu okudum. Bunlar, çalışmalarımı sürdürmem için beni cesaretlendirdi. Londralı gazeteci-yazarlar, hepsi de ew Left Review kolektifi çalışanları olan Robin Blackburn, Perry Anderson ve Tarık Ali de, Rejis Debray’in mahkemesinde bulunmak ve Che ile gerilla grubunu tutsak almayı ya da öldürmeyi hedefleyen ordunun o güne dek sonuçsuz kalan çabalarını ortaya çıkarmak için Bolivya’ya gittiler. Okuyucu, kitapta bu yazarların ve yabancı ülkelerden gelen gazetecilerin çoğunun Bolivya güvenlik güçlerince tehdit edildiğini, izlendiğini, baskılara uğradıklarını görecektir. 1972’de, tüm kaynaklardan yoksun, çaresiz kaldığım, CIA tarafından gözetim altında tutulduğum kritik bir zamanda, artık kitabımla ilgili çalışmalarımı sürdüremeyeceğimi sandığım bir dönemde, sözünü ettiğim yazarlar, o güne dek yaptığım çalışmaları öğrenince, tanıdıkları olan Penguin Books yayınlarının sahibiyle ilişkiye geçtiler. Londra’da incelemelerimi sürdürdüğüm sırada da, bana destek verdiler. Penguin yayınları sahibi Neil Middleton, el yazısı notlarımı, Penguin yayınevi için Latin Amerika ile ilgili bir dizi kitap hazırlamakta olan İngiliz gazeteci Richard Gott’a gönderdi. Onun önerisiyle, Penguin yayınları benimle anlaşma imzaladı ve kitabımı bitirmemi sağlayacak olan bir avans alabildim. 1967’de Che’nin naaşının Valle Grande’ye getirilişini ve bu olayda CIA ajanı Kübalı sürgünlerin oynadığı önemli rolü Guardian’da haber olarak yazan gazeteci Gott’ın adı elinizdeki kitapta da geçiyor. Che’nin naaşının getirilişi sırasında Valle Grande’de bulunan ve Kübalı sürgünlerin rolünü ortaya çıkaran bir başka gazeteci ise, Christopher Roper’di. Aradan birkaç yıl geçince, 1974 Kasımı’nda, Londra’da Latin America ewletter’in editörlüğünü yaptığı sırada onun bürosunda, Meksika’daki CIA ağını açığa vuran bir telgraf metni yazdım. Roper, isim listesini, adresleriyle birlikte Interpress kanalıyla göndermiş, CIA’nın adamları işe gitmek için evlerinden çıkarken kapıda röportaj yapmak için bekleyen gazeteci ve televizyon ekiplerini görünce şaşırıp kalmışlardı. CIA alelacele birtakım değişiklikler yapmak zorunda kalmış, Meksika’daki operasyonları bundan büyük ölçüde zarar görmüştü. O sırada kitabım bitti ve Gabriel Garcia Marquez ile ilk röportajımı yaptım. Kitap konusunda yazdığı tanıtma yazısını, bu röportajla birlikte birçok ülkede yayınladı. Garcia Marquez, beni Brüksel’e, Bertrand Russell mahke- D mesine, Şili, Arjantin, Uruguay gibi ülkelerde kudurmuşçasına süren Birleşik Devletler destekli baskı politikası yüzünden açılan davada tanıklık yapmaya davet etti. Bu olay 1975 Ocağında, kitabımın çıkışının üzerinden henüz bir ay geçmeden olmuştu ve politik toplantılarda, dayanışma gösterilerinde, üniversitelerde katılacağım konferanslar ve konuşmalar dizisinin başlangıcıydı. Che’nin gerilla kolunda yer alan, tutsak edilen ve uzun yıllar hapis yattıktan sonra serbest bırakılan Rejis Debray da oradaydı. Yüzlerce insanın önünde, CIA’nın yöntemlerini ve operasyonlarını açıklayan konuşmalarıma başlamadan önce beni kabul eden ve sakinleşmeme yardımcı olan o idi. Ertesi yıl, Rejis Debray İngiltere’de, Birleşik Devletler’in baskısı sonucu, beni ulusal güvenlik nedeniyle sınırdışı etme kararı alınmasını protesto etmek için, ileri gelen Fransız kişiliklerinin ortak dilekçe imzalama hareketini düzenledi. Bu deneyimler, El Guerrillero Heroico (Kahraman Gerilla) adıyla tarihe geçen Ernesto Che Guevara’dan etkilenen ya da onu destekleyen kişi ve kuruluşların benimle dayanışmalarının bir parçasından başka bir şey değildi. Bana yardım eden bazı kişiler de Devrim Meydanı’nda, hükümet merkezinin cephesini boydan boya kaplayan dev Che portresinin önünden sık sık geçtiğim Küba’da yaşıyor. Daha başkaları, Amerikan pasaportum elimden alındığında, bana yeni bir pasaport veren Granada’da ya da Reagan’ın Granada’yı işgal ettirmesinden sonra, bana pasaport veren Nikaragua’da yahut da Sandinistler arasında bulunuyor. Onlar ve daha birçokları, özellikle Birleşik Devletler’deki dostlarım, ilk kitabımın redaksiyonunu yapmamı, yazmaya devam etmemi ve yirmi yıldır, daima Che Guevara geleneğine dönüşmesini dilediğim, onun öğretisini anlatmamı, her gittiğim yerde bu konuda açıklayıcı konuşmalar yapmamı sağladılar. Geçmişten, eski zamanları anmak için değil, bugün ve gelecek zamanlar için esin kaynağı olsun diye söz ederiz. 90’lı yıllarda, Küba örneği ve Küba ile dayanışma hareketi, bu görüşün ne kadar yerinde olduğunu en iyi biçimde kanıtladı. Devrim ve devrimin kazanımları, hiçbir zaman bugünkü kadar tehdit altında tutulmamıştı. Tarih önünde hiçbir kusuru olmayan Küba, bu tehditleri hiç de hak etmiyor. Günümüzde, hayatta kalma ve Che’nin katılımıyla başlayan devrimin gelişim programlarının sürdürülmesi için mücadele eden Küba, tüm ilerici insanların, tüm iyi niyetli insanların desteğini hak ediyor. Bu kitabın, bize bu desteği pratiğe geçirmede, Che’nin öldürülmesinin sorumlusu CIA’nın yönetimindeki ABD gerici baskı güçlerinin bir kez daha lanetlenmesinde ve bunlara boyun eğmenin reddedilmesinde esin kaynağı olmasını diliyorum. Philip Agee Venezüella Halkı bir kez daha haykırdı: “Chavez no seva: Chavez gitmeyecek” ünya Halklarının umudunu yok etmek istedi Emperyalistler, Chavez ve Yoldaşları da umut oldular bayır aşağı giden insanlığa. Emperyalistler yok etmek için umudu, giriştiler mücadeleye, Venezüella Halkı Chavez’in önderliğinde rüzgâr olup tüm dünyaya taşıdı umudu… “Biz yenilmeyiz, biz güçlüyüz, kimse duramaz karşımızda” dedi Emperyalistler, Venezüella Emekçi Halkı da düşmanın yenilmez değil yenilebilir olduğunu gösterdi tüm dünyaya. Sosyalist Kamp’ın yıkılmasıyla geçici olarak Sosyalizm düşünce alta, bir daha üste çıkamayacağına inandı Emperyalistler. Chavez önderliğinde Venezüella Halkı gösterdi insanlığa sömürü düzeni var oldukça Sosyalizm mücadelesinin sona ermeyeceğini. Ve Venezüella Halkı ve Yiğit Önderi Chavez Yoldaş umut olmaya, yol göstermeye, Emperyalistlerin oyunlarını bozmaya ve sol rüzgârları estirmeye devam ediyorlar. ABD ve AB Emperyalistlerinin oyunları, 26 Eylül 2010 tarihinde yapılan Genel Seçimlerde bir kez daha bozuldu Venezüella Halkı ve Yiğit Önderi Chavez Yoldaş tarafından. Venezüella Halkı; halkların can düşmanı AB-D (ABD ve AB) Emperyalistlerine ve Para- babalarına, kendilerine refah ve mutluluk getiren Bolivarcı Devrime ve bu devrimin önderi Chavez Yoldaş’a sahip çıktığını göstermiş oldu. Venezüella Emekçi Halkı, Devrim öncesinin acı çeken, mutsuz ve yoksul insanları durumuna düşürülmeye izin vermeyeceğini, Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin tüm oyunlarının bozulacağını haykırdı, 26 Eylül’de. Halkın Kurtuluş Partisi olarak, Yiğit Chavez önderliğindeki Venezüella Halkının bu önemli zaferini kutluyoruz. Tüm insanlığın umutlarını bir kez daha yeşerten bu seçim zaferinin, Venezüella Halkının nihai kurtuluşuna giden yolda bir adım olacağına olan inancımız tam. O mutlu sona eninde sonunda ulaşacak Chavez önderliğindeki Venezüella Halkı. Çünkü Venezüella Halkı: “Kapitalizm vahşiliktir. Her geçen gün bunu daha iyi görüyorum.” “Dünyada yoksulluğu ortadan kaldıracak biricik sistem sosyalizmdir” diyen Chavez gibi bir öndere sahip. Chavez Yoldaş, Sosyalizme giden yolda, yolu kapatan molozların temizlenmesi gerektiğini, bu molozlar ortadan kaldırılmadan Sosyalizme ulaşılamayacağını kavrayan bir önder. Bu molozlar, Parababalarının ekonomik düzenidir. Devrim Biliminin (Bilimsel Sosyalizmin) emrettiği, devrimin başarısı için; yani her türlü sömürünün sona erdirilmesi için bir avuç Parababasının ortadan kaldırılması, sonra halkçı ekonomi sisteminin örgütlenmesidir. Bu da gerçekleşecek, bilimsel olarak bunun başka bir yolu yok… Hiçbir güç durduramayacak bu mücadeleyi. Venezüella Halkı AB-D Emperyalistlerine kafa tutan yiğit önderinin kutsal davasına sahip çıkmaya devam edecek. Ve Fidel Yoldaş’ın dediği gibi: Eninde sonunda insanlık tek bir sosyalist aile olacak! 29.09.2010 Halkız Haklıyız Yeneceğiz! Venceremos! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 6 Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Başkanı Av. Pınar Akbina: Değerli Basın Emekçileri, Değerli Kurtuluş Partililer, Anayasal haklarını kullanarak sendikalaştıkları için işten atılan ve Mutaş işverenine 47 gündür direnen Yiğit Mutaş İşçileri, Bugün; insanlığından başka her şeyini insanlığın kurtuluş davasına adamış olan, Yoldaşlar, Hikmet Kıvılcımlı Usta, 39 yıl önce bugün ayrıldı bedence aramızdan. Yani bir diğer deyişle 20’nci Yüzyılın en büyük beyinlerinden ve en büyük yüreklerinden biri durdu. Yalnızca bedence ayrıldı aramızdan, diyoruz, Usta’mız için. Biz bunu laf olsun, şairane bir söz söylemiş olalım, süslü, parlak bir söz olsun diye söylemiyoruz. O, gerçekten sadece bedence ayrıldı aramızdan Çünkü kendini halklarının mutluluğuna adamış, bu uğurda insanlığından başka her şeyini vermiş Önderler, halklar onların ölmesine izin vermedikçe, ölmezler. İşte sömürüye, köleliğe başkaldırmış Spartaküs, bin yıllar öncesinden bugüne hâlâ yaşıyorsa insanlığın belleğinde ve hâlâ dillerimizdeyse adı bundandır. Çağını çok aşarak, insanların eşit olmaları gerektiğini savunan ve bu uğurda idamlara çarptırılan Babek’ler, bizim topraklarımızda yaşamış Şeyh Bedreddin’ler idamlarıyla belki bedence aramızdan ayrılıp ölüp gittiler ama hâlâ bizimle birlikteler, bizim mücadelemizde yaşıyorlar… O yüzden kimse onları öldü diyemez… Sadece bedence ölmek, yalnızca madden ölmektir ama onların düşünceleri, onların idealleri hâlâ bizlerde yaşıyorsa onlar da bizimle birlikte yaşıyor, savaşıyor demektir. Yoldaşlar, İnsanlığın son hayvanlık konağı olan kapitalizmden, insanlık konağı olan sosyalizme gidişinin bilimini kuran, bunu bilimsel olarak ispat eden Marks-Engels’e öldü denebilir mi?.. Marks-Engels Ustalar elbette bedence ayrıldılar aramızdan… Ama onlar için kim ölmüş diyebilir? Marksizmin ışığında ilk Sosyalist Devrimi başaran, Sosyalizmin bir ütopya değil, insanlığın gerçek kurtuluşu olduğunu ispat eden, Ekim Devrimi’nin Önderi, Devrimler Kartalı Lenin Usta için kim ölmüş diyebilir? Ve ölümsüz devrimci, Kahraman Gerilla Che ne diyordu, yoldaşlar? “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi...” Böyle bir insan, böyle bir devrimci nasıl ölmüş sayılabilir?.. Onu bedence öldüren emperyalistler ve ajanları çoktan yok olup gittiler, gidiyorlar. Ama Che, bütün halkların gönlünde bir sembol olmaya, bir kurtuluş sembolü olmaya devam ediyor. Demek ki Che hâlâ yaşıyor!.. Halkların umudu olarak yaşamaya devam ediyor. Edecek… Demek ki, Kahraman Gerilla Che ölümsüzdür… İnsanlığın Sınıflı Toplumlar Tarihinin kapitalizmöncesini “Tarih-Devrim-Sosyalizm” baş eseri-anıt eseriyle aydınlatan ve “Toplum Biçimlerinin Gelişimi”, “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş “ben insanın hayvan yerine konulmasına isyan ettiğim için sosyalistim”, diyen; daha 17 yaşında emperyalistlere karşı Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızda silah elde savaşan ve başarılarıyla kısa sürede Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı olan; ömrünü sosyalizm davasına adamış ve bu uğurda 22,5 yıl zindanlarda yatan Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılı- İngiltere”, “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme Son Geçiş Japonya”, “Osmanlı Tarihinin Maddesi”, “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi” gibi teorik eserleriyle açan; yaşadığımız toprağın tüm sınıf ilişkiçelişkilerini açıklayıp bize sunan Hikmet Kıvılcımlı nasıl ölmüş olabilir? Bütün bu eseleriyle hem dünya insanlığının hem de Türkiye insanının önünü aydınlatmıştır, teorik olarak. Bize devamlı kullanabileceğimiz paha biçilmez teorik miraslar-hazineler bırakmıştır. İşte bu yüzden ölümsüzdür. İşte bu yüzden yalnızca bedence ayrılmıştır aramızdan… Bizler buradaysak, O’nun huzuruna gelmişsek; bizler savaşıyorsak, bizler dövüşüyorsak O da bizimle birlikte dövüşüyor, savaşıyor demektir. (Sloganlar Kıvılcımlı Yaşıyor, Kurtuluş Partisi Savaşıyor!) Tabiî Hikmet Kıvılcımlı’nın bir özelliğini daha göze batırmalıyız. Kimilerinin sandığı ya da öyle göstermek istediği gibi, O sadece teori adamı değildir. O, aynı zamanda yorulmak bilmez bir devrim savaşçısıdır. Devrimci mücadelede dinlenme zamanını, Kerim Korcan Yoldaş’ın aktardığı gibi; yalnızca bir çay içimlik zamana indirgemiş, bir devrim eridir O. (Slogan: Kızıl Savaş Bayrağı Hikmet Kıvılcımlı…) O, bu teorik ve pratik mücadelesinin bedelini, kimsenin dayanamayacağı sayısız işkencelerden geçerek ödemiştir. Fakat bu işkencelerden her defasında alnının akıyla, dimdik çıkmıştır. Kendi deyişiyle “Poliste direnmeyi en büyük erdem belle”miştir. Yani bir yoldaşını ele vermektense, Partiye bir zarar getirmektense ölmeyi yeğlemiştir. Yine İşçi Sınıfına adadığı, kendi söylemiyle vakfettiği, hayatının 22,5 yılını işte bu teorik ve pratik mücadelesinin bedeli olarak ödemiştir, “yarı derebeyi” diye isimlendirdiği Türkiye zindanlarında, tek bir gün bile yakınmadan… Bu 22,5 yıllık zindan hayatını ise çile çekerek geçirmemiş, hapishaneleri üniversiteye çevirmiştir. Kendisine 1929 Tevkifatı’nda İzmir Ağır Ceza Hâkimi kendisine 4,5 yıl ceza verdiğinde “kızıl bir profesör olmak için yeter”, demiştir. Buraları gerçekten üniversiteye çevirmiş ve kendini “Kızıl Bir Profesör” olarak yetiştirmiştir. Hapishanedeki hayatı, O’nun nasıl bir iradeye sahip olduğunun kanıtıdır. Her gün kesintisiz yaptığı beden eğitimiyle bedenini, bir gün bile ara vermeden yürüttüğü teorik çalışmasıyla ruhunu dipdiri tutmuş, bu emeğin ürünü olarak da Antika Tarihi aydınlatmış ve sayısı yüzleri bulan eser yaratmış, bizlere bırakmıştır Demek ki Hikmet Kıvılcımlı’nın bir ömür harcayarak bizlere sunduğu teorik ve pratik silahlar pırıl pırıl elimizdeyse O da yaşıyor, bizimle birlikte savaşıyor, demektir. Yoldaşlar, Bildiğimiz gibi insanlık çok acı günler- şının 39’uncu yıldönümü. Bugün bizler Kıvılcımlı’nın öğrencileri olarak onun bayrağını yücelere taşıyan, mücadelesini sürdüren gerçek öğrencileri olarak yine buradayız. Ve 39’uncu yıldönümünde Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılışının anma toplantısını gerçekleştiriyoruz. Öncelikle hepinizi, Hikmet Kıvılcımlı nezdinde Antiemperyalist Birinci Kurtu- den geçiyor. Sosyalist Kamp’ın yıkılmasından bu yana emperyalistler insanlığa, insanî değerlere ve halkların kanları canları pahasına yüzyıllar süren mücadelelerle elde ettikleri kazanımlarına pervasızca saldırıyorlar. ABD Emperyalistleri, AB Emperyalistlerini de kuyruklarına takarak tek kutuplu gördükleri, daha doğrusu babalarının çiftliği saydıkları tüm dünyada istediklerini yapabileceklerini sandılar, buna hükmettiler daha doğrusu. Afganistan’ı, Irak’ı işgal ettiler, bu kendilerine güvenle. Daha doğrusu, edebildiler mi, dememiz gerekiyor, değil mi, yoldaşlar?.. Belki şeklen işgal ettiler ABD ve AB Emperyalistleri bu ülkeleri. Ama bu ülke halklarının direnişi karşısında, işgal ettiklerine bin pişman oldular. Başlangıçta pek kolayca işgaller gerçekleştirince bunu yürütebileceklerini sandılar. ABD, Vietnam Halkından yediği tokadı unutacağını, Vietnam Sendromu’ndan çıkacağını umdu. Ama fena halde yanıldı. Şimdi Vietnam Sendromu’na bir de Afganistan Sendromu, Irak Sendromu eklendi. O yüzden İran’a, Kuzey Kore’ye, Venezüella’ya, Küba’ya ve sol iktidarların işbaşında olduğu ülkelere müdahale etmeye cesaret edemiyor. Yediği bu tokatlar yüzünden, adına kısaca BOP dediği ve Kuzey Batı Afrika’dan Orta Asya’ya kadar uzanan coğrafyada yer alan 24 ülkenin sınırlarını, yeni çıkarlarına göre yeniden çizme girişimi olan “Büyük Ortadoğu Projesi”ni, en azından görünürde askıya almak zorunda kaldılar. Yine bildiğimiz gibi, bu proje gereği Türkiye’ye Yeni Sevr’i dayatıyorlar. Yeni Sevr’i uygulatarak Türkiye’yi en az üç parçaya bölmek istemektedirler. Ve yine biliyoruz ki, bu Türk, Kürt ve Ermeni Halklarının düşmanı ve bu halklar arasında yeni kanlı savaşlar öngören projenin eşbaşkanı İspanya Başbakanı ile birlikte bizim Tayyip’tir. Tayyipgiller’in ne olduğunu anlamak da Hikmet Kıvılcımlı’yı anlamaktan geçer. Çünkü O’nun dâhice açıkladığı gibi, Tayyipgiller, Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının temsilcileridir. Bu sınıf, Ortaçağ’da mutlak hâkim sınıftı. İdeolojisi ise Şeriattı. İşte o yüzden Şeriatı özler durur, bu sınıf. Vurgununu en iyi yürüteceği bu düzeni kurmak, küpünü doldurmak için satmayacağı değer, ihanet etmeyeceği kutsal yoktur. Vatan, millet kavramları paraya dönüşüyorsa hiç çekinmeden satılacak şeylerdir, bu sınıf için. Bugün başımıza gelen de budur. Bu başbakan pekâlâ “Ben vatanımı pazarlamakla mükellefim” diyebilmekte… Demek ne kelime, bu vatanda halklarımızın alın teriyle oluşmuş, çoğu Kuvayimilliye yadigârı bütün varlıkları, kendi deyimleriyle “Babalar gibi sat”tılar. Babalar sözü lafın gelişidir. Aslında en aşağılık tarzda bir uşaklıkla peşkeş çektiler, emperyalistlere, yerli-yabancı Parababalarına. Sırf kendileri makam ve servet sahibi olsunlar yeterdi onlara. Nitekim İETT’de basit bir işçilik görevinden, bugün Karun kadar zenginliğe terfi etmiştir, Tayyip… Tabiî şürekası da… Ve bu hayâsızca vurgunu, talanı sürdürebilmek için, bu gidişe karşı çıkan, antiemperyalist, ulusalcı ve halkçı bir tavır koyan, NATO’dan çıkmalıyız diyen yurtseverlere karşı, CIA patentli “Ergenekon Davası” düzenlendi, bildiğimiz gibi. Gerçek Kontrgerilla’yla bir ilgisi olmayan bu kişiler, kimi Kontrgerillacılarla bir tutularak, böylece kara çalmaya çalışılarak, Silivri Zindanına dolduruldular. Savcılıkla, hâkimlikle bir ilgisi olmayan Fethullahçı savcıların ileri sürdüğü suçlamalar ve Özel Yetkili Mahkemelerce verilen kararlarla yılları bulan tutukluklarla yürütülmektedir bu süreç. Bu yöntemle bu yurtsever aydınlara yargısız infaz uygulanmaktadır. Yerliyabancı Parababalarının vurgun ve soygunlarına karşı gelmenin bedeli budur, denilmek isteniyor. Fakat bir şeyi unutuyorlar!.. Ve fena halde yanılıyorlar!.. Bu halk, emperyalizme karşı ilk başarılı bağımsızlık savaşını, Kuvayimilliye’yi başarmış bir halktır. İkinci Kurtuluş Savaşı’mız böylesi oyunlarla engellenemez. luş Savaşı’nda kaybettiğimiz, sosyalizm mücadelesinde şehit düşen tüm Devrim Şehitleri için bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum. Selam Olsun Bizden Önce Geçene Selam Olsun Savaşırken Düşene Yol ver çök yıl ey mezar Bak devrim dev gibi dimdik (Slogan: Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız…) Biz, Birinci Kurtuluş Savaşı’nda Yörük Ali Efe Çetesi’nde yer almış, daha 17 yaşında Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanlığına atanmış Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileriyiz. Bu engeller bizi asla yıldıramaz… Vız gelir tırıs gider, halkımızın deyimiyle. Kuvayimilliye’deki pratiğiyle de İkinci Kurtuluş Savaşı’mızda yolumuzu aydınlatıyor Kıvılcımlı Usta! İşte bu yüzden ölümsüzdür O… Yaşasın Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist (Antisömürgeci) İkinci Kurtuluş Savaşı’mız! Yoldaşlar, Yerli-yabancı Parababalarının vurgun ve soygunları bunlarla bitmiyor. Sosyal kazanımları da birer birer halkların elinden alınıyor. Bu cennet vatanı halklarımız için cehenneme çevirdiler. İşsizlik, Pahalılık halklarımız boynunda bir lanet halkası gibi. Bu zulüm de yetmiyor onlara. Mezarda emeklilik yasalaştırıldı bildiğimiz gibi. İnsanlarımız artık ancak mezarda emekli olabilecek. Bu yalnızca ülkemizde uygulanmıyor. Tüm kapitalizmce geri kalmış ülkeler, IMF, Dünya Bankası vb. emperyalist finans örgütlerinin kıskacında. Kendilerini onlara satmış yerli yöneticiler eliyle bu zulüm uygulanıyor. Sosyal harcamalara vereceğiniz parayla bize olan borçlarınızı ödeyin deniliyor. Özelleştirmeler yoluyla yapılan soygunlar yetmiyor. Bir de bu yolla soyuyorlar halkları. Osmanlı’daki Duyun-u Umumiye artık günlük sıradan uygulama olmuş durumda. Bu pervasız saldırı yalnızca geri ülkelerle sınırlı değil. Sosyalizm korkusunu atmış olan emperyalistler, artık anavatanlarında da kendi halklarına saldırmaktan çekinmiyorlar. Bildiğimiz gibi hemen geçen günlerde, Fransa’da Sarkozy’nin gerici yönetimi, 60 olan emeklilik yaşını 2018’e kadar 62’ye, 2023’te ise 67’ye çıkaran bir yasa çıkardı. Buna karşı Fransa ayağa kalktı. Ama bu tepkiler, artık Parababalarına “eyvah sosyalizm geliyor” korkusu yaşatmıyor, yoldaşlar, emperyalist anavatanlarda. Bu yüzden böylesine pervasızlar… Bilindiği gibi, yüzyılın en büyük krizi denen emperyalizmin devrevî krizlerinden birini yaşıyoruz. Bugünlerde Yunanistan, Portekiz, İspanya ekonomileri iflasın eşiğinde… Parababaları yarattıkları bu yıkımın faturasını emekçi halklara çıkarıyor. (Slogan: Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm…) Bu yüzden özellikle Yunanistan’da biliyorsunuz yer yerinden oynuyor. İşçiler ayaklandı, kamu çalışanları ayaklandı, kamyoncular ayaklandı. Kısacası emekçi kitleler ayaklandı. Fakat gerçek bir önderlik, Marksist-Leninist bir parti önderliği olmadığı için bu tepkiler gelgeç oluyor ve bir sonuç almadan bitiyor. Hikmet Kıvılcımlı’nın Türkiye için İnsan ateştir yanar Yanerken yakar Şimdi Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencilerinden Partimiz Başkanlık Kurulu Üyesi ve Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Şahbaz Yoldaş’a sözü bırakıyoruz. (Slogan: Devrim Şehitleri Ölümsüzdür…) önerdiği ama aslında evrensel olan “Anarşi Yok! Büyük Derleniş!” şiarının ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Dağınık sosyalist gruplar bir araya gelip belirli prensipler çerçevesinde birleşip gerçek Proletarya Partisini kurmazlarsa, devrim yapmak mümkün olmaz. Emperyalizmin krizleri, kitleleri kendiliğinden ayağa kaldırsa bile, bu tepkiler devrimle taçlanmaz, taçlanamaz. İşte bu bilinci bize bir amentü gibi adeta vasiyet eden Kıvılcımlı, capcanlı bir şekilde yaşıyor, savaşıyor, bize yol göstermeye devam ediyor… Yoldaşlar, Umutsuz olmaya hiç yer yoktur. Çünkü diğer yandan Kıvılcımlı Usta’nın deyişiyle söylersek: “İnsan sürgit yük hayvanı yerine konulamaz.” İşte bu yüzden Latin Amerika’dan öncülüğünü Başkan Chavez’in Bolivarcı Venezüellası’nın yaptığı sol rüzgârlar esiyor. Bolivya’da Evo Morales taşıyor bayrağı… Arjantin, Paraguay, Uruguay, El Salvador, Ekvador, Brezilya, ve Şili’de sol iktidarlar var. Hatta Brezilya’da geçen günlerde yapılan başkanlık seçiminde ilk turda yüzde 47 oy aldı, eski gerilla Marksist Dilma Roussef. İkinci turda seçilmesine kesin gözüyle bakılıyor. Latin Amerika’dan esen bu sol rüzgârlar, insanlığın bu son hayvanlık konağına isyanıdır. İnsanlığın bu son hayvanlık konağından er geç çıkacağının müjdesini veriyor, yolu aydınlatan meşaleyi tutuşturuyor. İşte Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, bu meşalenin bir volkana nasıl dönüşeceğinin bilimini bilincini veriyor bize, teorisiyle. Ve pratiğiyle bu amaca ulaşmak için ne yapmamız, nasıl devrimciler olmamız gerektiğini örnekliyor. O yüzden ölümsüzdür Hikmet Kıvılcımlı Usta! Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz… Halkız, haklıyız kazanacağız. (Sloganlar: Kıvılcımlı Yaşıyor Kurtuluş Partisi Savaşıyor… Kahrolsun AB-D Emperyalizmi… Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır… Yaşasın Mutaş Direnişimiz…) Pınar Akbina: Mustafa Şahbaz Yoldaş’a teşekkür ediyoruz. Yoldaşlar, Bugün bir kez daha Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın anısı önünde söz veriyoruz ki, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı da mutlaka ama mutlaka başarıya ulaştıracak ve eninde sonunda insanlığın tek bir aile olacağı sosyalizmi kuracağız. (Sloganlar: Kahrolsun Emperyalizm… Yaşasın Sosyalizm…) Usta’mızı Anma Programımız burada bitmiyor. 7 Kasım’da Ankara’da, İnşaat Mühendisleri Odası Kongre Konferans Salonu Teoman Öztürk Salonu’nda bir anma gerçekleştireceğiz. Genel Başkan’ımız Nurullah Ankut’un konuşma yapacağı bir Salon Toplantısı yapılacaktır. Biz de buradan oraya katılım sağlayacağız. Tüm yoldaşlarımızı, arkadaşlarımızı, dostlarımızı oraya da bekliyoruz… Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... Pınar Akbina: Mustafa Şahbaz Yoldaş’a teşekkür ediyoruz. Yoldaşlar, Bugün bir kez daha Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın anısı önünde söz veriyoruz ki, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı da mutlaka ama mutlaka başarıya ulaştıracak ve eninde sonunda insanlığın tek bir aile olacağı sosyalizmi kuracağız. (Sloganlar: Kahrolsun Emperyalizm… Yaşasın Sosyalizm…) Usta’mızı Anma Programımız burada bitmiyor. 7 Kasım’da Ankara’da, İnşaat Mühendisleri Odası Kongre Konferans Salonu Teoman Öztürk Salonu’nda bir anma gerçekleştireceğiz. Genel Başkan’ımız Nurullah Ankut’un konuşma yapacağı bir Salon Toplantısı yapılacaktır. Biz de buradan oraya katılım sağlayacağız. Tüm yoldaşlarımızı, arkadaşlarımızı, dostlarımızı oraya da bekliyoruz… Yoldaşlar, Usta’mızın öğrencisi, mücadele arkadaşı, devrimci sendikal mücadelenin öncülerinden İsmet Demir Yoldaş’ımızın mezarı başında bir anma gerçekleştireceğiz. Daha sonra anmamız sona erecek. Şimdi hep birlikte oraya geçelim. (Sloganlar: Kıvılcımlı Yaşıyor Yaşatacağız… İsmet Demir Yoldaş Ölümsüzdür… Yaşasın Devrimci Sendikal Mücadelemiz…) Yoldaşlar, Şimdi İsmet Demir Yoldaş’ın mezarı başındayız. Öncelikle sizleri İşçi Sınıfı mücadelesinde yaşamını yitiren Devrim Şehitleri için saygı duruşuna davet ediyorum. (Sloganlar: Yaşasın Mutaş Direnişimiz… Direne Direne Kazanacağız…) Burada da konuşmasını yapmak üzere Sancaktepe İlçe Saymanı Erdinç Bin Yoldaş’a sözü veriyorum. Yiğit Kurtuluş Partili Yoldaşlarım; İsmet Demir Yoldaş, 1925 yılında Eskişehir-Ankara Demiryolu üzerindeki Biçer İstasyonu’nda dünyaya gelmiştir. Babası, devlet demir yollarında amelelik yaparak hayatını devam ettiren, annesi ise babasına yardım olsun diye hayvancılıkla uğraşıp evin geçimine katkı sunmaya çalışan bir Anadolu kadınıdır. İsmet Demir Abimiz, tıpkı Usta’mız gibi, kendi yaşamını çok rahat bir şekilde sürdürebilecek biriydi. Ama O, kendisinin bir boşlukta olduğunu hissedip bunun doldurulması gerektiğini düşünüp ona göre davrandı: “İnsanlar kendi kişiliğine kavuştukça, toplum içindeki yerini aldıkça, çalışma zevkine daha çok inanıyor”, derdi İsmet Demir Abimiz O; Usta’mızın yiğit, fedakâr, inançlı, cesur bir öğrencisiydi… Her zaman Usta’mızın öğütlerini kendisine örnek almış, yaşamını, ailesini dahi geride bırakarak, devrimci kavgaya adamıştı. İsmet Demir Yoldaş’ımız, Yapı İşçileri Sendikası’nda, örgütlenmenin en zor olduğu işkolunda örgütlenmeler yapmış, İşçi Sınıfı Mücadele Tarihine şanlı İşgaller, Direnişler, Grevler armağan etmiştir. İsmet Demir Yoldaş’ımız, 1965 Ambarlı Santralı, 1966 Amerikan MWK şirketine karşı Lumnus, İtalyan-Fransız J. V. Entrops-Techint şirketlerine karşı boru hattı işçilerinin; 1967 İspanyol Dragodos Y. C. şirketine karşı Kadıncık Barajı İşçilerinin; 1968 Amerikan F. W. şirketine karşı İzmit Petro-Kimya tesisleri İşçilerinin; 1969-1970 Amerikan Bodgar şirketi ve taşeronuna karşı Aliağa Rafineri Yapım İşçilerinin; 1974 yıllarında ise İskenderun DemirÇelik Tesisleri Yapım İşçilerinin örgütlenmelerini, grev ve direnişlerini sarı gangster sendikacılara, Parababalarının ve onların kolluk kuvvetlerinin baskılarına, cezaevle- rine karşı başarıyla yürütmüş, doğru önderliği ile başarılar kazandırmıştır. Biz Kurtuluş Partililer; İsmet Demir Yoldaş’ımızı, Usta’mızın yiğit öğrencisini anarken, onun yaşamını örnek almalıyız. İsmet Demir Abimiz, Cağaloğlu’nda Yapı İşçileri Sendikası Genel Merkezi’nin üst katında, bir yatak bir yorgan, altında ütüsüz pantolon, üzerinde bir parkesi, ayağında asker botuyla grevden greve, direnişten direnişe koşarak Devrimci Sınıf Sendikacılığının yılmaz bir neferi ve uygulayıcısı olmuştur. İsmet Demir Abimiz, Usta’mızın söylediği gibi; İşçinin aydınlaşması Aydının işçileşmesini savunurdu. Onun için de zama- nın Devrimci Gençlik Önderi Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının içerisinde olduğu Devrimci Öğrenci Birliği’ne, Yapı İşçileri Sendikası’nın bir katını tahsis etmiş, Devrimci gençlere Yapı İşçileri Sendikası’nın üye kartlarını vermiş, bundan dolayı İçişleri Bakanı huzurunda işkenceli sorgulardan geçirilmiştir. Biz Kurtuluş Partililer’in; Usta’mızın teorisinin aydınlattığı yolumuzda, Usta’mızın öğrencileri ve devamcılarının-önderlerimizin bize gösterdiği yolda, daha fazla inanç ve heyecanla, enerjimizi devrimci kavgaya daha fazla harcamamız, daha fazla sorumluluk almamız gerekiyor. Bugün Tarih bizlere çok daha büyük sorumluluklar yüklemektedir. Atla it izinin birbirine karıştığı günleri yaşıyoruz. Dün bayrak İsmet Demir Abimizin elinde idi, bugün bayrak onun yoldaşları Kurtuluş Par- tililer’in elinde, kaldığı yerden yükselmeye devam ediyor. Türkiye’de, bu coğrafyada, ender yetişmiş bir devrim Ustasına ve onun devamcısı önderlere sahibiz. Biz Kurtuluş Partililer, Usta’mızın öğrencisi-devamcısı İsmet Demir Abimiz gibi fedakârca, İsmet Demir Abimiz gibi cesaretle, yiğitlikle mücadeleye atılmalıyız. Bu fedakârlığı göstermemiz gerekiyor. Çünkü İşçi Sınıfı içerisinde bizim gibi inançlı, bilinçli, kararlı kadrolara ihtiyaç var. Hikmet Kıvılcımlı Usta’mızın yetiştirdiği İsmet Demir Yoldaş’ımız, fedakârlık yaparak, ailesini bile geride bırakmış, tüm yaşamını devrimci kavgaya adamıştır. Bizler de öyle olmalıyız. Bütün kişicil saplantılarımızdan arınmalıyız. Günlük yaşamımızdaki geçim sorunlarımızı, mücadelemiz içerisinde olumsuz bir noktaya taşımamalıyız. Daha fazla heyecan, daha fazla coşkuyla kendimizi devrimci kavgaya adamalıyız. Yaşamı boyunca bizlere örnek olmuş, faşizmin zindanlarında Parababalarına asla teslim olmamış Usta’mızı ve İsmet Demir Yoldaş’ımızı örnek almamız ve mücadeleye “zümrüt bir denize dalar gibi” dalmamız gerekiyor. Biz Kurtuluş Partililer’e düşen sorumluluk ve görev bugün budur. Bundan sonra bizden beklenen de budur. Bugün aramızda adlarını sayamadığımız fabrikalardan gelen arkadaşlar varsa, Parababalarının her türlü baskılarına, işten atmalarına, karşı direnen işçi arkadaşlarımız aramızdaysa, doğru yoldayız demektir. Usta’mızı anıyorlarsa, bu bizim daha çok mücadele etmemiz gerektiğini gösteriyordur. İşçi Sınıfı içerisinde, Devrimci Sınıf Sendikacılığı anlayışıyla hiçbir engel tanımadan, tüm sorunları, Usta’mızdan ve önderlerimizden aldığımız teorik ve pratik mirasla, inancımızla, heyecanımızla ve cesaretimizle aşacağız! Buna inanıyor, Usta’mıza, Partimize, Önderlerimize ve şehitlerimize layık militan birer dövüşçü olacağımıza, bir kez daha, burada, Önderlerimizin huzurunda söz veriyoruz. Sosyal Kurtuluş Savaşı’mızı er veya geç başaracağız, buna adımız gibi eminiz! (Slogan: Yaşasın Devrimci Sendikal Mücadelemiz...) Pınar Akbina Yoldaş: Yoldaşlar, Mezarbaşı Anma Programımız burada sona ermiştir. Mücadelemiz mutlaka zafere ulaşacaktır. 7 Kıvılcımlı Usta, Kurtuluş Partisi’nin mücadelesinde yaşıyor K urtuluş Partililer olarak baş eğmez Devrim Savaşçısı Hikmet Kıvılcımlı’yı bedence aramızdan ayrılışının 39. yılında gerçekleştirdiğimiz çeşitli etkinliklerle andık. Türkiye çapında afişleme çalışmaları yaparken İzmir, Ankara gibi illerde de basın açıklamaları gerçekleştirdik. İzmir İzmir’de Konak YKM önünde 11 Ekim’de saat 18.30’da yapılan basın açıklamasını Kurtuluş Partisi İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak yaptı. “Kıvılcımlı Ölmedi Kavgamızda Yaşıyor”, “Kıvılcımlı Yaşıyor, Savaşıyor”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”, “Kahrolsun Emperyalizm, Yaşasın Sosyalizm”, “Emperyalistler, İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayipgiller Halka Hesap Verecek”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” sloganlarının atıldığı basın açıklaması “Halkız, Haklıyız Kazanacağız” sloganlarıyla bitirildi. Halkın ilgiyle izlediği basın açıklamasıyla Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’yı ve onurlu mücadelesini bir kez daha İzmir Halkına tanıttık. Ankara Bilimsel Sosyalizmin en büyük geliştiricilerinden Hikmet Kıvılcımlı, gerçek devamcıları olan Kurtuluş Partililer tarafından Ankara’da meşaleli yürüyüş ve basın açıklamasıyla anıldı. Partimiz binasından Sakarya Caddesi’ne yapılan meşaleli yürüyüşte attığımız “Kızıl Savaş Bayrağı Hikmet Kıvılcımlı”, “Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür” sloganlarıyla, pankartlarımızla, yaptığımız afişlerle, Genel Başkan Yardımcımız Av. Metin Bayyar’ın okuduğu basın açıklamasıyla, Devrimci Önderlerin nasıl anılması gerektiğini gösterdik. Bir kez daha insanlığın kurtuluş mücadelesine ömrünü vakfeden önderlerin, hiçbir zaman unutulmayacağını, unutturulmayacağını haykırdık. Türkiye Devriminin yol haritasını çıkartan Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın, ABD ve AB Emperyalizmine ve Yerli Satılmışlara karşı verilen İkinci Kurtuluş Savaşı’nda yol göstermeye devam ettiğini vurguladık basın açıklamamızda. Mücadelesini, her biri kendi alanında orijinal olan 100’ü geçen anıt eserleriyle Bilimsel Sosyalizme yaptığı katkıyı, işkencede direnmeyi en büyük erdem sayıp yoldaşlarını ele vermediğini ve 39 yıl sonra bile insanlığın önünü bir ışıldak gibi aydınlattığını anlattık. Bu sona ermeyecek, bizler anlatmaya, Kıvılcımlı Usta’nın ideolojisi Halklarımızla buluşuncaya, Türkiye Devrimi’ni gerçekleştirinceye kadar bıkmadan, usanmadan, yılmadan anlatmaya, O’nun düşüncelerini savaştırmaya devam edeceğiz. Konya Halkın Kurtuluş Partisi Konya İl Örgütü olarak, 17 Ekim Pazar günü bir Anma etkinliği gerçekleştirdik. Parti binamızda gerçekleştirilen Anmaya, gençliğimizin ve İşçi Sınıfımızın ilgisi yoğundu. Özellikle Konya’da son dönemlerde gerçekleştirilen Metal-İş kolundaki örgütlenmeyle tanıştığımız Mahle Mopisan İşçilerinin katılımı bizi çok gururlandırdı. Anma programımız Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın nezdinde tüm Devrim Şehitleri için bir dakikalık saygı duruşu ile başladı. Daha sonra açış konuşmasını yapmak için genç kadın yoldaşlarımızdan Simla Çobanoğlu söz aldı. Yoldaşımız; Usta’mızdan aldığımız teorik mirasla, Sevrci Soytarı Sol grupların bize karşı yapmış olduğu her türlü alçakça saldırıya karşı nasıl dimdik ayakta durduğumuzu anlattı. Sonrasında ana konuşmayı yapmak üzere İl Sekreterimiz Mehmet Ünver Yoldaş’ımız söz aldı. Yoldaşımız konuşmasına, Usta’mızın hayatını kısaca anlatarak başladı. Sonrasında, daha 17 yaşındayken atıldığı kavgasını ve Parababaları düzenine karşı vermiş olduğu mücadele tarihini anlattı. Yoldaşımız konuşmasını, ülkemizdeki güncel sorunların tarihsel sürecini ve Partimizin bu sorunlardaki görüşünü ve çözüm yollarını anlatarak noktaladı. Gaziantep Türkiye Devrimi’nin Önderi Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, bedence aramızdan ayrılışının 39’uncu yıldönümünde Karayılan’ın memleketi Gaziantep’te de anıldı. Gaziantep’in bütün semtleri polis engeline rağmen Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın afişleriyle donatıldı. Türkiye Sosyalist Hareketinin Teorik-Pratik Önderi Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın bize bırakmış olduğu devrim bayrağını Gaziantep’te de dalgalandıran bizler, Halkın Kurtuluş Partisi öncülüğünde, AB-D Emperyalistleri ve onların yerli satılmış uşaklarına karşı halk cephesini örmeye devam ediyoruz. İzmir, Ankara, Konya ve Gaziantep’ten Kurtuluş Partililer 8 Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Üniversiteler gerici eğitim yuvaları olmayacak! Ü niversitelerde yeni bir öğretim yılı daha başladı. Binbir emekle dershanelere milyarlarca lira para dökerek üniversiteyi yeni kazanan öğrencileri; okuluna alışmış, derslerine girip çıkan “bu yıl da bitse” diyen ara sınıfları, “şimdi nasıl iş bulacağım? KPSS, ÜDS, ALES’e de çalışmak gerek” diyen son sınıflarıyla üniversiteler yeni bir döneme başladı. Peki, geçen yıllardan bu yıla üniversitelerde neler değişti? Bilim yuvası olması gereken üniversiteler bilimin ışığından uzaklaştı, dini duygular sömürülerek siyasi sembol haline getirilen Türban üniversitelere sokuluyor, laik-demokratilerici-yurtsever öğretim görevlileri-rektörler görevlerinden alındı, yerlerine okyanus ötesinden g(ü)elen cemaat kararıyla atanmış gerici kadrolar getirildi, devrimci öğrencilere soruşturmalar yağdırıldı. Bütün bunlar 12 Eylül Fa- şizminin ucube çocuğu olan YÖK aracılığıyla yapıldı. Demokratik Halk Üniversitelerine yani özgür düşünen beyinlere tahammülü olmayan Emperyalizm için YÖK, Demokles’in kılıcıydı. Böylelikle Ilımlı İslam projesini ülkemizde uygularken karşısında direnen bir gençlik olmayacaktı. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, AB-D Emperyalistleri, İslam ülkelerini kontrol edebilmek, Ortaçağın karanlığına hapsetmek, Sosyalizmden uzak tutmak amacıyla “Yeşil Kuşak Projesi”ni oluşturdu. Böylece de bu ülkelerde hiçbir devrimci, ilerici, demokrat hareket gelişemeyecekti. Yarısömürge haline getirdikleri ülkemizde istediklerini iktidar yapabilen emperyalizmin son gözdesi ise Tayyipgiller oldu. Emperyalizmin bir dediğini iki etmeyen Tayyipgiller, daha önce YÖK’e karşı olmasına rağmen, iktidarı ele geçirdikten sonra YÖK’te de kadrolaşmasını tamamladı. Görevinin başına gelir gelmez rengini belli eden Tayyipgiller sözcüsü Yusuf Ziya Özcan’a harçlar ve kayıt masrafı adı altında toplanan paralar da yetmedi ve “Özel üniversiteler yetmez, devlet üniversitelerini de paralı hale getirmek gerekir.” diyerek halk çocuklarına üniversite kapılarını kapatmak istedi. Oysa geçtiğimiz Ağustos ayında yaşanan bir olay bırakın özel üniversite masraflarını karşılamayı, devlet üniversitesinde okuyan öğrenci arkadaşlarımızın okul harçlıklarını çıkarmak için çalışmak zorunda kaldığını açıkça gösterdi. Harçlığı için okul inşaatında çalışan Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Çağdaş Türk Edebiyatı ikinci sınıf öğrencisi Ömer Çetin, dördüncü kattan düşerek yaşamını yitirdi. Bu AB-D Emperyalistleri ve Yerli Parababalarının, Tayyipgiller hükümetinin, Yusuf Ziya Özcan’ların eğitim politikalarının sonucudur. Böyle bir sistem içerisinde üniversiteyi bitirebilen gençleri ise yeni sorunlar bekliy- or Kendi verdiği eğitimi yeterli görmeyen devlet bu kez de gençleri işe almak için sınavlara tabi tutuyor. KPSS bunlardan en çok bilineni. Hiçbir geçerliliği ve güvenirliliği bulunmayan bu sınav tam anlamıyla bir eleme sınavı. Öyle ki KPSS de birinci olan Fizik Öğretmenleri bile kadro açılmadığı için atanmıyor. Öğrencilerin kâbusu haline gelen bu sınav bilindiği gibi 16 öğretmenin intiharına yol açtı. 2010 yılında yapılan KPSS ile de sınav rezaleti ayyuka çıktı. ÖSYM tarafından hazırlanan sınavlarda kopya çekilmesi bu sınavın geçerliliği ve güvenilirliğinin olmadığını bir kez daha ortaya koydu. Bu kopya rezaletini de kendi lehine çevirmeyi bilen Tayyipgiller “Bu fırsatı kaçırmayız.” diyerek ÖSYM’de de kadrolaşmasını tamamladı. Vekâleten atanan Prof. Dr. Ali DEMİR tıpkı Yusuf Ziya Özcan gibi Ortaçağcı bir zihniyete sahiptir. “Türbana özgürlük” bildirisine imza atmış olması da safını göstermektedir. Üniversitenin ve üniversitelilerin sorunları Gerçek bir devrimci olabilmek- S osyalist olmak zordur. Çünkü sosyalizm yalnızca kürsü savunmacılığı yapılabilecek bir fikir değildir. Bildiğin her şeyi, diyalektik bakışa göre yorumlayıp pratiğe geçirmeyi gerektirir. Yani sadece pelesenk olmuş bir siyaset olarak görüp savunmaya çalışmak; başlı başına bir evreni kavrayış olan bilimsel sosyalizmi küçümsemek anlamına gelir. Bir kişinin; sosyalistim, devrimciyim diyebilmesi için ön koşul örgütlü olmasıdır. Çünkü Müslümanın farzı ne ise; devrimcinin farzı da mücadele etmektir. Bu fikrinin gereğidir. Başlı başına İşçi Sınıfının hakkı ve tarihsel görevi olan, üretim araçlarını ele geçirip iktidara gelmesinin ise bireysel bir mücadele ile olamayacağı malumdur. Bir sosyalist örgüt, işte bu kitleler içinde ve kitlelerin önünde mücadele gerekliliğini, devrim gününe inanmış kimseye sağlar. Bu nedenle örgütsüz kişi, boşuna devrimcilik palavraları okumasın. Sosyalist kişi için ikinci evre ise, bir devrimcide olması gereken kişisel, sosyal ve kültürel donanımlara sahip olmak evresidir. Sosyalizmi, yani İşçi Sınıfının varlığına ve bu sınıfın iktidarı ele geçireceğini kavramak, bu ekonomik sistemin yapısını, doğuş sürecini, insanlık tarihindeki yerini anlamakla mümkündür. Çünkü Kahraman Gerilla Che’nin dediği gibi: “Bir şeyi yapmak için onu çok sevmelisiniz. Bir şeyi sevmek için ona delicesine inanmalısınız.” İnanmanın -yani bilincin- özü işte bu bilim dediğimiz anlayıştan geçer. Sosyalizmi, sosyalizmin insanlık tarihindeki yerini ve devrimi anlayabilmek için tarihi iyi yorumlamak gerekir. “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” gerçeğinden hareketle, insanlığın 1.700.000 yıllık geçmişini, bu za- man zarfında içinden geçtiği ekonomik sistemleri yani İlkel Komünal yapıyı, Tefeci-Bezirgân sistemi, Feodaliteyi, Kapitalizmi, Emperyalizmi ve bu sistemlerin geçiş süreçlerini, nedenlerini yorumlamadan insanlığın bir sonraki evresi olan Sosyalizm sistemini anlamak mümkün değildir. Bu nedenle Tarih Bilimine vakıf olmak gereklidir. Aynı zamanda ekonomi bilimine da hâkim olmak gerekir ki, bu sistemlerin ilişki ve çelişkilerini, sosyalizmin nereden doğacağını anlayabilelim. Sosyalizmi ütopik bir sitem olmaktan çıkarıp; sistemli, planlı ve bilimsel bir öngörüyle insanlığın bir sonraki adımı olarak açıklayan, 19’uncu Yüzyıl’ın Devrim Ustası (birbirlerinden beslendikleri Friedrich Engels ile anılması gereken) Karl Marks; ütopik sosyalizmi bilimselleştirmiştir. Evreni ve toplumu yorumlayışı ve daha da önemlisi değiştirmeyi iki esas kökün üstüne temellendirmiştir. Bunlar “Diyalektik Materyalizm” ve “Tarihsel Materyalizm”dir. Yani Tarihsel Maddecilik. İşte bu disiplin, tüm insanlık tarihinin temelini oluşturur. Bu nedenle Devrimci Teoriye hâkim olunmalıdır. Saydıklarımızdan hareketle bir devrimci; iyi bir tarih bilimci, diyalektik materyalist, ekonomist olmalıdır. Yalnız bu donanımlar ile bir entelektüelden farkı yoktur. Onu bir entelektüelden farklılaştıran, en başta dediğimiz gibi, bildiklerini pratik yaşama uygulaması yani mücadele etmesidir. Devrimciliğin bir diğer gerekliliği ise, kitleler içinde olup Ajitasyon, Propaganda ve Örgütlenme yapmasıdır. Çünkü devrim, ancak kitleler örgütlenip; Öncüyle (Proletarya Partisiyle) davrandığı zaman gerçekleşecektir. Sosyalist siyaset içindeki bölünmelerde bile son sözü yine kitleler söyleyecektir. Örgütlen- bunlarla da kalmıyor. Özellikle üniversiteyi yeni kazanan öğrencilerin en büyük sorunu ise BARIMA. 27 Mayıs Politik Devrimi’nin kazanımı olan 1961 Anayasası ile kurulan Kredi ve Yurtlar Kurumunun asli görevi yüksek öğrenim öğrencilerinin barınma, beslenme, kredi-burs hizmetleri ile öğrenimlerine; sosyal kültürel ve sportif faaliyetlerle kişisel gelişimlerine sosyal devlet yaklaşımıyla katkıda bulunmaktır. Ancak YURTKUR her yıl kayıt yaptıran öğrencilerin çoğuna yurt imkânı sağlamıyor. Birçok ilde YURTKUR’a ait yurt bile bulunmuyor. Devlet yurtlarının kapasitesinde yıllardır çok az bir artış gözlenmiş buna karşın özel yurtların sayısı her yıl katlanarak artmıştır. Sayısı 228 de kalan devlet yurtlarına karşın özel yurtların sayısı 3126’dır ki buna sayısı belirlenemeyen kaçak yurtlar dâhil değildir. Devlet yurtlarının sayısı bilinçli bir şekilde arttırılmıyor. Böylelikle de köpeksiz köyde değneksiz gezen Tayyipgiller; cemaat evlerine, tarikat yurtlarına bırakıyor meydanı. 2009 yılında yürüttüğümüz “e Cemaat Evi, e Tarikat Yurdu YURTKUR Uyuma Öğrenciye YURT KUR!” imza kampanyasıyla bu gerçekliği gözler önüne serdik. İstanbul’dan Ankara’ya bir yürüyüş başlattık. Ankara’daki YURTKUR Genel Müdürlüğünün önünde imzaları teslim etmek isteyen arkadaşlarımıza Tayyipgiller yine “demokratik!” yüzünü gösterdi: 43 arkadaşımız gözaltına alındı. Ayrıca bu süreçte dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in YURTKUR’da yaptığı konuşma esnasında yurt sorunu dillendiren arkadaşlarımız yurttan atıldı ve hiçbir neden gösterilmeden bursları kesildi. Yani arkadaşlarımızı Taraf! olmadıkları için bertaraf etmiş oldular kendilerince! Bilindiği gibi demokrasi naraları ile yola çıkan Tayyipgiller kendisine karşı yapılan en küçük bir muhalefete bile tahammül gösteremiyor. Sözde, Kontrgerillayı temizlemek adına ülkedeki ilerici, yurtsever, laik kesimleri Ergenekon maskeli CIA oyunu ile sindirmeye çalışıyor. Kuvayi Milliye geleneğinden gelen Ordu içindeki ilerici unsurlar da yine Ergenekon maskeli CIA oyunu ile tasfiye ediliyor. Tayyipgiller, önünde engel olarak gördüğü yargıyı da demokrasi maskesi adı altında ortadan kaldırmaya çalışıyor. “Hukukun üstünlüğü, AB standartlarında Anayasa” söylemleriyle halkımızı kandırarak sözde halk oylaması yapıldı ve sözde “Demokrasi” kazandı. Yani Yargı engel olmaktan çıktı Tayyipgiller için. Peki, ülkemizde bu oyunlar dönerken biz üniversiteli aydın gençler ne yapacağız? Türkiye Aydın Gençliğinin önünde 1945’ten beri iki seçenek vardır; Deniz Gezme söz konusu olduğu zaman, devreye insanın kişilik özellikleri ve kendini ifade edebilme gücü girer. Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın dediği gibi: Bir devrimci girdiği ortamda ateş topu gibi yanarken yakmalıdır. Fikirlerini ustaca savunan ve insanları etkileyen bir önder olmalıdır. Dinde nefsini terbiye etmek gibi, küçükburjuva özelliklerden -özellikle kariyerizm hastalığından- arınmalı, devrim mücadelesinde bir sıra neferi olduğunu unutmamalı ve insanlık davasında sonuna kadar insancıl olmalıdır. Gerçek bir devrimcinin taşıması gereken bir diğer özellik ise dürüst olmasıdır. Kandırmacayla örgütlenen siyasetler, günü geldiğinde arkalarından gelen kalabalığın yalnızca bir yanıltmaca olduğunu kavrayacaklardır. Gerçek önder devrimci işte tüm bu sayılan ve çoğaltılabilecek özellikler ile donanımlı olmalıdır. Aksi takdirde yapılan devrimcilik, toy bir savunmacılıktan öteye gidemez ki, bu da uğruna inananlarının can verdiği insanlık davasına zarar vermekten başka bir şey değildir. Burjuva sosyalistleri, oportünistler ve sahte solun yaptığı da işte tam budur. Sistem içinde sistemin karşıtları gibi görünüp onların ekmeklerine yağ sürerler. Bu soytarıların devrime verecekleri zararları bertaraf edecek, halklarımızı doğru devrimci hatta örgütleyecek olanlar, biz Proletarya Sosyalistleriyiz. Yani tüm yük biz Proletarya Sosyalistlerinin omzundadır. İnsanlığı bir adım daha ilerletecek olan biz Proletarya Devrimcileriyiz. Devrimci özgürlüğe ulaşmak adına bu yolda bizleri bekleyen zorlukları iyi bilmeliyiz. Marks-Engels, Lenin, Che, Kıvılcımlı Ustaların gerçek birer devrimci olduklarını ve devrimci sıfatını kolay yoldan, kürsü savunmacılığıyla kazanmadıklarını iyi tahlil etmek gerekir. Bizler; Ustaların ardılları, onların evlatlarıyız. Ancak onların önümüzde açtığı yolda durmadan koşarak zafere ulaşabiliriz. Durmadan, dinlenmeden koşarak! Konya’dan Genç Bir Yoldaş miş’in de savunduğu bu gerçekliği, Mahir Çayan 1970’lerde şu cümlelerle ortaya koyar: “(…) Aydınlar iki alternatifle karşı karşıyadır. “Ya, Türkiye’nin bugünkü içler acısı durumunu, mevcut düzeni, ülkenin “değişmez kaderi” olarak, olduğu gibi kabullenip, “böyle gelmiş böyle gider” “bana ne, ben kendi çıkarıma bakar hayatımı yaşarım” diyerek bu düzenin bir unsuru olacaklardır.” “(…) “Bunlar için tek bir yüce yasa vardır. O da, kendi çıkarları ve kendi esenlikleridir. Bunlar hayâsızca, bir ulus için kutsal ne varsa, onu emperyalist pazarlarda açık artırmaya çıkarmış vatan hainleridir. Ve bunu da ağızlarından hiç eksik etmedikleri vatan-millet adına yaparlar! “Gelelim ikinci alternatife: Bu alternatif, 20’nci Yüzyılın ikinci yarısı da dahil olmak üzere, her tarihî dönemde, ulusun tam bağımsız olarak yaşayabileceğine inananların, emperyalist boyunduruk altında yaşamaktansa ölmeyi yeğ tutanların alternatifidir. Bu ikinci yol, hayatı da dâhil olmak üzere her şeyini ortaya koyarak Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolasını kendisine şiar edip, “Tam Bağımsız Türkiye” için bitmemiş olan Anadolu ihtilali için savaşanların yoludur. “Evet, bütün Türkiyeli aydınlar, bu iki alternatiften birisini seçmek zorundadırlar. Birinci alternatifte, rahat bir yaşantı, bu düzenin nimetleri vardır. İkincisinde ise, çeşitli zorluklar, kan, işkence ve ölüm vardır. Biz, yurtsever kişiler olarak, ikinci yolu seçtik. Seçtiğimiz yol, Gazi Mustafa Kemal’in açtığı yoldur. O’nun başlattığı Anadolu ihtilalinin yoludur. Parolamız, “Ya İstiklal Ya ölüm!” “Hedefimiz, “İstiklal-i Tam Türkiye”dir.” (Latin Amerika’dan Türkiye’ye Devrimci Kavga, s. 85–88, Derleniş Yayınları) Türkiye Devrimi’nin Önderi, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı ise Aydın Gençliği, Türkiye orijinalitesini de göze batırarak şöyle vurgular: “Aydın genç; Antika çağın ezik, cahil köylüsü değildir. Aydın genç, hiçbir zulmün sindiremeyeceği MODER İŞÇİ SIIFI gibi bir yenilmez devrimci özgücün müttefikidir. Üstelik gençliğimizin tükenmez “GEÇ TÜRKLER” devrimci geleneği vardır. Yıldırılamaz gençlik.” (Hikmet Kıvılcımlı, Gençliğin Üç Alınyazısı) “Yıldırılamaz gençlik’’ olarak ülkemiz üzerinde oynanan bu oyunlarla nasıl mücadele edeceğiz? Çözüm birlik olmakta, çözüm örgütlü mücadele etmekte. Çözüm okuyan, araştıran, eleştirebilen gençler olarak tek görevimizin ders çalışmak olmadığının bilincine varıp okulumuzdaki ve ülkemizdeki sorunlara duyarsız kalmamakta. Çözüm Demokratik Halk İktidarını kurup halkımızı Sosyalizme götürmektir. Peki, biz Kurtuluş Partililerin istediği iktidarda eğitim nasıl olacak? Programımızda da belirtildiği gibi: “15- ÖĞRETİM SİSTEMİ: Özellikle kol işiyle kafa işi arasındaki uçurumu doldurma hedefini güdecek. İLKÖĞRETİM: Çevre üretimlerinin tarla ya da fabrika vb. sistemine göre, TEKNİK ve ORTAÖĞRENİM: Memleket sanayi plânında ayrılmış o yerin pratik ekonomik ihtiyaçlarına göre programlanacak. YÜKSEK ÖĞRENİM: Yabancı yayınları aşırmalarla rızıklanan kürsü ötülgenliği yerine, memleketimizin yerüstü, yeraltı, insan, hayvan bütün varlıklarını inceleyerek, Ekonomi ve üretim şartlarımızı geliştirmeye fiilen yarar ORİJİNAL emeği geçirecek; lâboratuarını tarlalarımıza ve atölyelerimize bağlayarak BİLİM YAPMA görevini endüstriyel kalkınma hamlemizle taçlandıracak. 16- Eğitim DEMOKRATLAŞTIRILACAK. Ezberciliğe değil, güçlükler karşısında çözüm yolları bulma, yani bellek yerine zekâyı işletme prensibi, öğretim ve eğitimin baş prensibi olacak. Ölçü alınarak, kişiye özel, el yapımı ayakkabı üretir gibi, her öğrencinin kişiliğini ezmeyen eğitim güdülecek. “Fazla diplomalı bize gerekmez” kaygısı ile, SINAV’lar öğrenci “turnikesi”, ya da salhanesi (mezbahası, kesimevi) haline sokulmayacak. Dönen (başarısız) öğrenci oranı; öğretmenin, öğretim sisteminin ve öğretim araçlarının nitelikleriyle kıyaslanacak ve başarının yükseltilmesi için, saptanan eksiklikler ya da yanlışlıklar hızla giderilecek. Öğretimin her kademesine her yaş ve cinsiyetten herkes sınav vermek şartı ile girip belge alabilecek. Her yerde HALK ÜNİVERSİTELERİ kurulacak. 17- Öğretim ve Eğitim, biçimi ve içeriğiyle LAİKLEŞTİRİLECEK. 18- Anadilde eğitim serbest olacak. Devlet ve diğer kamu yönetimleri bu konuda üzerlerine düşen yükümlülükleri eksiksiz yerine getirecek. 19- Yabancı dilde eğitim yasaklanacak. 20- Eğitim bütünüyle bir kamu görevi olacak. Eğitimden para kazanma yasaklanacak. Herkese eşit, parasız eğitim imkânı sunulacak.” Demokratik, Laik ve Anadilde Eğitim veren, tamamen Parasız Demokratik Halk Üniversiteleri için yürüttüğümüz bu mücadelede sana da ihtiyacımız var! Kahrolsun AB-D Emperyalizmi ve Yerli Satılmışlar Cephesi! Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi! Yaşasın Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim Mücadelemiz! Yaşasın Halk Üniversiteleri Mücadelemiz! Yaşasın Demokratik Halk İktidarı! Kurtuluş Partisi Gençliği Devrimci 2air Arif Damar Devrimci Mücadelemizde Yaşayacak! Arif Damar (23 Temmuz 1925-20 Ekim 2010) Bir ömür namuslu, devrimci ve halkının yanında oldu. Halkın Devrimci Kavgasında ve Yüreğinde Yaşayacak! HALKIN KURTULU2 PARTİSİ GENEL MERKEZİ 9 Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 Venezuela bin yıllık hedeflerine ulaşırken: V - 1. BÖLÜM – ULUSLARARASI SOSYAL BAĞLAMDA VENEZUELA: enezuela, tıpkı Kurtarıcı Simon Bolivar’ın ifade ettiği gibi, halkımızın sosyal açıdan tam manasıyla katılımı ile gerçekleşecek “mutlak sosyal mutluluk” hedefi ile, evrensel olarak amaçlanan bin yıllık gelişimi gerçekleştirmeyi ve en üst seviyeye çıkarmayı sağlayacak plan, prog- ram ve faaliyetlerinde görülen şekilde kapsamlı olarak çalışmaktadır. Kuzey Amerika ülkelerinden ve çok taraflı finans merkezlerinden yayılan neoliberal politikaların yıllar yılı uygulanmasının sonucu, neredeyse dünyanın bütün ülkelerinde, özellikle Güney Amerika ülkelerinde aşırı oranda eşitsizlik, açlık ve fakirlikteki inanılmaz artışı olarak ortaya çıkmıştır. Uluslararası raporlara göre, dünyadaki her beş insandan biri günlük bir dolardan daha az bir mebla ile yaşamaktadır ve bu, yol açtığı sonuçlardan ötürü, dünyanın her yerinde erkek, kadın, çocuk ve gençlerin açlıkla savaştığını göstermektedir. Gelişmekte olan ülkelerin 90’lı yıllardaki durumlarının kötüleşmesi; kimi Latin Amerika’da kimi ise Ortadoğu, Asya ve Afrika’da olmak üzere devletlerin cebren ve hilelerle, yabancı bayrak altındaki kamplarına ya da askeri üstlere dönüştürülmüştür. Bolivarcı Hükümet, fakirliğe son vermek için ortaya koyduğu çabalarını derinleştirme gönüllülüğüyle; kitlelerin aidiyeti, temsil edilmesi ve aktif katılımcılığı ilkeleri altında; fakirliğin azalmasında çok güçlü etkiler yaratan ve nüfusun yaşam kalitesini iyileştiren kamu politikalarında ilerlemeler kaydetti. Venezuela Bolivar Cumhuriyeti’nce inşaa edilen gelişim modeli, insan merkezli olup dayanışma, adalet M ve sosyal katılım, eşitlik, saygı gibi değerler ile insan haklarının hayata geçirilmesi ve vatandaş katılımı vasıtasıyla korunmaktadır. BİN YILLIK HEDEFLERE ULA@MAK İÇİN İ@BİRLİĞİ, DAYANI@MA, KE@İF ve BERABERLİK UNSURLARI: Entegrasyon fenomeni yeni bir olgu değildir. Toplumumuzda fakirlik ve sömürü seviyelerinin her geçen gün altını çizmek ve özerklik sahibi zümrelerin çıkarlarını tatmin etmek için ticari bağlamda nitelendirilen geleneksel bir öğedir. Dünyanın yarısında gözlemlenen entegrasyon önceleri iki kutuplu sonraları tek kutuplu olmuştur ve bu sahnelerde kurumlar ve liderler şartlara göre belirlenmiştir. Latin Amerika ve Karayiplerin entegrasyon amacı taşıyan birçok girişimde başarı sahibi olamaması coğrafi, kurumsal, fiziksel ve ticari gümrük şartları ile orantılıdır. Latin Amerika bölgesi, halkların hayat kalitesinin düşük olduğu geri kalmış bir bölge olarak terkedilmişliği yaşamıştır. Venezuela, içeride ve bölgesel işbirliği alanında geliştirilen yeni siyasi açılımlarla bu durumu değiştirmenin önünü açmıştır. Bu bağlamda, devletler arası bölgesel yakınlaşmayı sağlayacak yeni girişimler ortaya çıkmıştır ve yine bu bağlamda Venezuela Bolivar Cumhuriyeti, yeni bölgesel işbirliği mekanizmalarının oluşturulmasında katkı sağlamış; bu katkı esnasında neosömürgecilik, kolonileşme ve uzun süre sömürülmeye bağlı gelişen sosyal engellerin ortadan kaldırılmasında devletlerin halkları adına kullandıkları egemenlik ve özgüven prensiplerine saygı duymuştur. Venezuela’nın ALCA’ya girişi amacıyla düzenlenen bir buluşmada Başkan Chavez emleketimizin her şehri, her kasabası, her yerleşim birimi tarih kokar… Her nefes aldığımız toprak parçasında insanlığın ortak birikim izlerine rastlarız. Bu yüzden memleketimiz değerlidir. Üzerinde yaşayan işçiler, kadınlar, gençler, çocuklar memleketimizi güzel yapan öğeleridir. Siz hiç insansız memleket tanımlaması gördünüz mü? İşte ülkemizin güzel şehirlerinden sadece bir tanesi: Eskişehir… Bu yazıda şehrin tarihi dokusundan, Porsuk Çayı’nın özelliklerinden bahsetmeyeceğim. Bu apayrı bir konu. Eskişehir’de yaşayan insanların nasıl yaşadığına kulak vereceğiz sadece. Aslında Eskişehir’de yaşayan insanların sorunları ya da Finans-Kapitalin insanlara dayattığı çürümüşlük, ülkemizin çürümüşlüğünün sadece bir bölümü. Her ülkenin kendine özgü şartları vardır ya… Bu haklı değerlendirmeyi şehirlerimize de uyarlayabiliriz. Eskişehir’in orijinalitesine bakalım hep birlikte.. Eskişehir: İç Anadolu’nun incisi, Taşranın modernizmi… Burjuva yazarçizerleri böyle tanımlıyor Eskişehir’i. Hiçbir gerçekliğe dayanmayan bu uyduruk tanımlamalar gerçekleri örtbas etme çabasının ürünü. Eskişehir öğrenci cumhuriyeti, öğrenci cenneti… Ne kadar masum bir adlandırma gibi görünüyor… Nicel anlamda Eskişehir’de diğer illerde bulunmayan bir öğrenci potansiyeli vardır doğrudur, ama yaşanılan bir cumhuriyet değildir… Hele cennet hiç değildir… Cennet aslında İlkel Sosyalist Topluma duyulan özlemin mistisize edilmiş şeklidir… Bundan yola çıkarsak Eskişehir cennet hiç değildir.. Öğrencilerin sözü edilmişken birkaç şeye değinmeme müsaade edin… Birçok Eskişehirli öğrenci az önce bahsi geçen burjuvazinin utanmaz arlanmaz yazarçizer takımların güzellemelerine dayanarak gelir bu şehre… Hayalleri vardır, okuyacak, adam edecektir kendini… Eline üç beş kuruş para koyacak bir meslek edinmek için iyidir bu şehir… 2 tane büyük üniversitesi vardır, ‘ortam’lara girecektir, eğelenecektir okurken de… Şehre ayak basan ilk öğrenci profili… Ama işler göründüğü gibi değildir… Öğrenci yaşabilmek için ilk önce barınma sorununu çözmek zorundadır… 3 tane devlet yurdu vardır… bölgesel bütünleşme adındaki yeni düşüncenin çizgilerini tanıtıyordu ve şöyle dedi: “Sadece uluslararası ve elit kesime hitap eden ekonomik bir projeye izin veremeyiz”. Bu şekilde ve elbette çok kutuplu dünya bağlamında, 2004 yılında Amerikalar için Bolivarcı işbirliği anlamına gelen ALBA kurulur ve halklar için ticaret anlaşması (TCP) imzalanır. Venezuela, sosyal karakterdeki kamu politikalarının, güdüsü ve merkezi insan olan bir odak noktasına sahip olması ve bu politikaların ayırımcılığı değil eşitliği vurgulaması gerektiğini uluslararası alanda savunmuştur. İç dayanışma ve bölünmez bütünlüğü ekseninde, halkın sosyal katılımı ve ve temsili entegrasyon kavramı, insan hakları fikrinin bütününü ve bu fikrin sürekliliğini güvence altına almak devletin yükümlülüğüdür. Karşıt öneri ve jeopolitik ve ekonomik proje olarak ortaya çıkan alternatif sosyal boyuta öncelik vermektedir. ALBA bu önceliği sosyal ve insanî amaçlara adamaktadır: Fakirlikle savaş, işsizlik ve eşitsizlikle mücadele, bedelsiz olarak eğitim ve sağlık imkanlarına erişim ve çevrenin kurulması. Cumhurbaşkanı Hugo Chavez şöyle der: “ALBA, sosyalizme, halklar arasındaki dayanışma ve kardeşliğe hiçbir insan evladının bir diğerinden üstün olmadığına eşit bir topluma ve insanların kaderine terk edilmemesine dayanır”. ALBA, Latin Amerika ve Karayip bölgesinde tarihten bu yana süregelen sosyal sömürü ve fakirlik ile mücadele esasına dayanır. Başlıca amacı Güney Amerika ülkelerinin aleyhinde yer alan asimetrik düzenlemelerle savaşmaktır ve dayanağını şu Bolivarcı düşünceden alır: “Dünyadaki herkesten çok Amerika’nın dünyanın en büyük devleti olduğunu görmek isterim; büyüklüğü ve zenginlikleriyle değil, özgürlüğü ve zaferleriyle…” İNSAN HAKLARI BAĞLAMINDA, SOSYAL POLİTİKALARIMIZ: Venezuela’da, kurumsal ve yapısal reformlar tarafından desteklenen ve on yılı aşkın zamandır yapılagelen değişiklikler zinciri dâhilinde, insan haklarını temel alan sosyal politikalarda önemli sonuçlar elde edilmiştir. Bir önceki konuyla alakalı olarak, genelinde kamu politikaları özelinde ise sosyal politikalar Bolivarcı Hükümet tarafından gerçek anlamda sosyal bir güçlenmeyi hedefleyen hakların kullanımını garanti altına Eskimeyen gerçekler Hadi hasbelkader yerleşemezse bir yurda, eve çıkar… O da olmadı pıtrak gibi çoğalan örümcek ağları gibi yayılan Ortaçağ özlemiyle yanıp tutuşan hayırsever yurt kuran girişimciler vardır… (Ne kadar onurlu bir eyleme imzamızı attık Kurtuluş Partisi Gençliği olarak: YURTKUR UYUMA ÖĞRECİYE YURT KUR!) Barınma sorununu çözmeyi başaran şanslı öğrenci şimdi de beslenme sorununu çözmeli… Yurtta kalan öğrenci ortalama 2 TL’lik limitini aşmamaya çalışarak yemek yer… Limit aşılırsa para çözer sorunu… varsa… yoksa dayanmalı ekmeğe… YÖK ne demiş zaten: “parası olmayan okumasın kardeşim!” Öğrenci açlığa alışmak zorundadır… Emir YÖK’ten… Üniversite… Mühim mesele… Kampusa ağaç takviyesi yapmaktan başka tek bir önemli icraatı olmayan rektörüyle, yabancı aşağılık tekellere kendi aklını satan akademisyenleriyle, yapılan gösterilere sert müdahalede bulunan burjuvanın kolluk kuvvetlerin özel hale bürünmüş özel güvenlik birimleriyle üniversite… Alın size Anadolu Üniversitesinden naçizane bir örnek: Anadolu Üniversitesi kasım ayında başlayan bir gerginliğe sahne oldu… Rektörlük seçimlerinde son sırayı alan Davut Aydın, Tayyipgiller tarafından küp doldurma koltuğuna oturdu. Rektör yalnız kendi kesesini doldurmak için oturmadı o koltuğa… Ucundan kıyısından koklatacak bu asalaklara... Bu duruma karşı koyan üniversite öğrencileri, Kurtuluş Partisi Gençliği; bu onursuzluğa dur demek için eylem yaptılar. Bu eylemin tarihselliği vardı… Yeni bir tarih başlattık bulunduğumuz, bulunacağımız her yerde… (Lüpçü küpçü Davut Bey, hâlâ koltuğunda ama bir farkla korkuyla sarılmakta o koltuğa)… Örnek iki: Bahar dönemine ise damgasını vuran ne yazık ki almak için bir zorunluluk olarak görülmektedir. Bu haklar ışığında fakirlikle mücadele etik bir tahahhüt ve anayasal bir zorunluluktur. Öyle ki, koruma, sosyal güvenlik, sağlık, eğitim, eşitlik ve cinsiyet eşitliği, sosyal düzenleme gibi önemli birçok konu hak olarak görülmektedir. Anlaşılacağı üzere Venezuela Bolivar Cumhuriyeti’nde insan hakları yerine getirilmesi zorunlu bir yapıya sahiptir; aynı şekilde evrensellik, ücretsiz erişim, bütünleyici vizyon bu hakların anlaşılmasında ve uygulanmasında kullanılan yöntemlerdir. Bu noktadan yola çıkıldığında evrensellik, ücretsizlik, eşitlik, dayanışma ve sosyal adalet Venezuela Kamu Politikalarının sağlam haklarını belirlemeye haizdir. Uluslararası bağlamda Venezuela insanların motivasyonu üzerine odaklanmış bir içeriğe sahip Venezuela, sosyal karakterdeki kamu politikalarının, güdüsü ve merkezi insan olan bir odak noktasına sahip olması ve bu politikaların ayırımcılığı değil eşitliği vurgulaması gerektiğini uluslararası alanda savunmuştur. İç dayanışma ve bölünmez bütünlüğü ekseninde, halkın sosyal katılımı ve ve temsili entegrasyon kavramı, insan hakları fikrinin bütününü ve bu fikrin sürekliliğini güvence altına almak devletin yükümlülüğüdür. 1990-2015 YILLARI ARASINDA A@IRI YOKSULLUK ORANINI YARIYA DÜ@ÜRDÜK: Venezuela’da yoksulluk 90’lı yıllar boyunca 80’li yılların sonundan itibaren ülkede hem ekonomik hem sosyal boyutlarıyla yanlış uygulanan politikaların olumsuz sonuçlarına bağlı olmuştur. 1989 yılında ünlü Washington Konsensusu’nun çerçevesini çizdiği ekonomideki temel fiyatların (döviz kuru, faiz oranları, kamu tarifeleri, mülk-maaş ücretleri) serbestleştirilmesini öngören bir makroekonomik ayarlama politikası uygulanmıştır. 1996 yılındaki Venezuela gündemi ziyadesiyle neoliberal içerikli olmuş ve kamu hizmetlerini, benzin fiyatlarını ve döviz piyasasını serbestleştiren bir hal almış, bunun sonucunda aşırı yoksulluğun nüfusa dağılımı % 42,5 olmuştur. yerli yabancı sömürgenler oluyor. Kampus kampus olmaktan çıkar, reklam alanına döner. Her tarafta hiçbir sanatsal değer taşımayan şarkılarıyla uyuşturucu bir etki yaratan çöplüğe döner okul. Fakültenize varabilmek için bir yığın insan yolunuzu keser öğrenciye uygun kredi, öğrenciye uygun apart sesleri eşliğinde varırsınız fakültenize… Derslerde ise yaşadığımız bu iğrenç sisteme daha rahat entegre edilmiş bireyler olmamız için okutulur kitaplar… Ezberci bir zihniyetin kurbanı olursunuz… Üstelik bu dersleri alabilmek öyle kolay değildir. Kitap parası, fotokopi parası derken ay sonunda yolunmuş kanatlılara dönüşürsünüz... Öğrenci anlamalıdır artık: ‘üniversite okumak, işsiz kalmaya 2-4 yıl ara vermedir’. Üniversiteden uzaklaşırsak şehrin merkezine dönersek şu gerçekliklere değinmemiz gerekecek… Emekçiler en az öğrenciler kadar vardır bu şehirde… Sabahları uykulu gözleriyle otobüslere koşar. Kimi şeker fabrikasındadır, kimi TÜLOMSAŞ’ta işçidir. Kimi garsondur, kimi öğretmendir… Yaşamak için çalışmak zorundadır. Büyükşehir Belediye Başkanı ise Eskişehir’e deniz getirmekle meşguldur, aşk adasıyla uğraşır. Halkının gözünü bunlarla boyamalıdır ki, gelecek seçimlerde kendi kızı Eskişehir’i ipotek altına alarak, heykel yaparak ihalelerle Büyükerşen sülalesinin cebini akçalı hale getirebilsin… Direnç… Eskişehir’in en çok ihtiyaç duyduğu hareket direnç göstermek… Bu olumsuzların farkında olan, insan sevgisiyle dolu olan, devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz diyen bir hareket var.. DİRENÇ: HALKI KURTULUŞ PARTİSİ… Yoldaşlar başaracağız… Çok çalışacağız, çalışırken öğreneceğiz, bıkmadan, yılmadan çalışacağız… Eskişehir’e Kurtuluş Partisi Gençliğinin ateşi düşmüştür… Dosta düşmana ilanımızdır. Başaracağız!.. Eskişehir’den devrimci selamlar… Eskişehir’den Bir Yoldaş Venezuela, 2006 yılında aşırı yoksulluk çeken hanelerdeki insan dağılımını düşürme hedefine ulaşmıştır. 1990 yılında var olan oranın yarısına denk düşen bu yüzde % 11,1 olmuştur. 2015 yılına kadar gerçekleştirilmesi hedeflenen bu düşüş yüzdesi 1990 yılındaki 24,3’lük yüzdenin düşürülmesini amaçlamıştır. 2009 yılının ikinci yarısında eşitsizliğin azaltılması ve hanelerdeki maddi gücün artırılmasının sonucu olarak aşırı yoksulluk çeken insanların toplamı % 7,2’ye düşürülmüştür. Fakirlik çok boyutlu ve çok nedenli bir olgudur. İş piyasasına bağlı olarak elde edilen gelir temelinde, ekonomik bir boyuta sahiptir; diğer bir boyut ise devlet tarafından öngörülen sağlık, eğitim, sosyal güvenlik ve dayanışmadan oluşan sosyal mallara etkili erişimdir. AÇLIK ÇEKEN İNSAN ORANININ YARIYA İNDİRDİK: Bu amaç besin açığı (küresel olarak) ve yetersiz beslenme göstergeleri baz alınarak değerlendirilmiştir. Bu bağlamda, ülkenin, bu amacını 2015 yılından önce kısmen gerçekleştirmiş olduğunu belirtmek gerekir. 5 yaşın altındaki kız ve erkek çocuklarında yetersiz beslenme oranı % 51,9’a, bununla birlikte, 1990-2008 yılları arası dönemde, yetersiz beslenme yaygınlık oranı % 45,5’e düşmüştür. Bu iki durum için de amaçlanan, bu oranları 1990 ve 2015 yılları arası dönemde % 50’ye çekmektir. Eski sonuçlar Ulusal Hükümet tarafından yürütülen sosyal politikalar aracılığıyla elde edilmiştir. 5 yaş altı kilo-yaş oranına göre besin açığı, 5 yaş altı bir kişinin kilosunun yaşı ve cinsiyetiyle olan orantısıyla ilgilidir. Bu gösterge 1990 yılında % 7,7 iken 1998 yılında % 5,3 olana kadar sürekli olarak düşmüştür. Bu oran 2001 yılında Bolivarcı Hükümet ile % 4,5’e ulaşana dek düşmeye devam etmiştir. 2003 yılından itibaren beslenme politikalarının yoğunlaştırılmasıyla, 2008 yılında % 3,7’lik bir değer kaydeder. Venezuela Bolivar Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı KONFERANS AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller Türkiye’yi nereye götürüyor? Konuşmacı: Halkın Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Tarih: 31 Ekim 2010 Saat: 17:00-18:00 Yer: İstanbul 29. Kitap Fuarı/ Marmara Salonu 10 Baştarafı sayfa 1’de Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 Başyazı Sonra da bize yönelik, alçakça yalanlar, iftiralar ve demagojiler içeren bir dövizi fakülte camına yapıştırdılar. Arkadaşlarımızın doğal olarak oluşan tepkisi karşısında, başka siyasetler araya girerek, bu dövizin oradan anlaşma yoluyla indirileceğine dair söz verdiler. Arkadaşlarımız ertesi gün okula gittiklerinde, kendilerinin dört katından bile fazlası olan bir saldırgan grubun taş, sopa ve demir çubuklarla kendilerini beklediğini gördüler. Oysa Arkadaşlarımız, bir gün önce verilen söz üzerine işin iyilikle halledileceği beklentisi içinde okullarına gitmişlerdi. Daha karşılaşma olur olmaz, saldırganlar önce taşlarla sonra da ellerindeki araçlarla saldırıya geçtiler. Bir Arkadaşımızın kolu kırıldı sopa darbesiyle. Birkaç Arkadaşımızın yine sopa ve demir çubuklarla başı yarıldı. ESP’liler bu kez bir hayli grubu kandırarak oyunlarına getirebilmişler ve alçaklıklarına alet edebilmişlerdi. HÖC, TKP-MLP, MKP bu saldırıda yer almamıştır. Bunların dışındaki “Askıcılar”ın hemen tamamı bu rezil karşıdevrimci saldırıya katılmışlardır. Tabiî arkadaşlarımız burada da nefis savunması yapmışlardır… Bu saldırıların sonuncusu da bilindiği gibi 4 Ekim 2010 günü İstanbul Sancaktepe’de olmuştur. Sancaktepe ve Kartal ilçe Örgütlerine mensup Arkadaşlarımız, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın, bedence aramızdan ayrılışının 39’uncu yıldönümüne ilişkin Anma etkinliklerimizin bir parçası olarak, Sancaktepe Meydanı’nda stant açmışlardır. Usta’mızı tanıtan sözlü ve yazılı (bildiri dağıtımı, eserlerinin sergilenmesi ve görüntülüsinevizyon gösterimi gibi) propaganda çalışması yapmaya başlamışlardır. Etkinliğimizin sonlarına doğru, yakınımızda toplanan 35 kişi kadar bir topluluk, Arkadaşlarımıza hasmane bakışlar atmaya başlamışlardır. Bir saat kadar sonra da bunlardan birkaçı gelerek, bizi; karşıdevrimci, faşist olarak gördüklerini, Sancaktepe’de istemediklerini, bu seferlik uyarmakla yetineceklerini fakat bir daha benzer bir etkinlik yapmamız halinde müdahale edeceklerini, söylemişlerdir. Arkadaşlarımız bu çakal işi, gerçek anlamda faşist işi anlayışın sergilenmesine, sözle gereken karşılığı verdikten sonra, “Bir dahaki seferi beklemeyin, hadi ne yapacaksanız yapın da görelim”, demişlerdir. Bu diyalog sonrasında kapışma-kavga başlamıştır. Bu sefer de ESP ve çevresindekilerin sayısı bizim üç katımız kadardır. Kavga sonrasında ESP ve yandaşları kaçarak meydanı terk etmiştir. Etkinliğimizse aksaksız bir şekilde tamamlanmıştır. Yani etkinliğimiz programlandığı biçimde gerçekleştirilmiştir. Kavga sonrasında, saldırıya uğrayan biz olmamıza rağmen, resmi ve sivil polisler gelerek bizden stant başından iki arkadaşı gözaltına almıştır. Daha fazla arkadaşımızı almak istemişler, Arkadaşlarımızın direnişi sayesinde bunu başaramamışlardır. Şu gerçeğin altını çizelim ki: polis kavga sonrasında gelmiş olaya müdahale etmiştir. Kavgada üç arkadaşımızın taş ve sopa darbeleriyle başı yarılmış, başlarına dikiş atılmıştır. Arkadaşlarımız, devrimci tutum gereği kimseden şikâyetçi olmamıştır. Karşı taraftan iki yaralı, Arkadaşlarımızdan şikâyetçi olmuştur… Karşı tarafın yaptığı açıklamalardan onlardan da yaralılar olduğunu öğrendik. Kimi üç diyor, kimi beş-altı. Bir yaralının 18 yaşından küçük olduğunu öğrendik, karşı taraftan. Onlara da kendi Arkadaşlarımıza olduğu gibi üzüldük. Onların da Ana Babalarının duyduğu acıları düşündük… Empati yaptık… Hepsi için acı duyduk… Hepsi de Halkımızın çocukları bunların… Sonra, şu an karşı tarafta olan saf, bilinçsiz gençler de bizim potansiyel taraftarlarımızdır. Eğer devrimcilikte kararlı-kalıcı olurlarsa biz onları da kazanacağız ileride. Zaten şimdiden, EMEP’inden ESP’sine, İP’inden CHP’sine ve Yeni Sahte TKP’sine kadar pek çok gruptan insanlar, bizi tanıyarak, anlayarak oralardan kopmaya ve Partimize gelmeye başlamıştır… Bu süreç büyüyerek devam edecektir... Bundan eminiz… Tabiî Tayyipgiller’den de ayrılıp bize gelen İşçi Yoldaşlarımız vardır. Bu nedenle biz Parababaları partilerinin ve Sevrci Sahte Sol partilerin, hareketlerin, tabanlarını düşman olarak, hasım olarak görmüyoruz. Bizi tanımadığı için, kör ka- ranlıkta olan; saf, bilinçsiz insanlar olarak, bir anlamda aldatılmış-kandırılmış insanlar olarak görüyoruz. Ve onları kazanmamız gerekiyor diye düşünüyoruz, davranıyoruz. Tutumumuz hep anlaşılmaya ve iknaya yöneliktir. Çünkü biliyoruz adımız gibi: Sömürücü, vurguncu, namussuz ve kariyerist olmayan her içtenlikli insan, bizim ideolojimizi anlar. Doğruluğunu görür. Fedakâr ve cesursa bizden olur, militan olur, değilse sempazitanımız olur… Her ikisi de gereklidir, bir devrimci hareket için. Sonra nihayet insandır karşımızdakiler de… İnsana en azından sevmesek dahi saygı duymak gerekir. Tabiî aslolan insanları sevmektir. Hayvanları da, bitkileri de, doğayı da… Devrimcilik bunu emreder… İnsan sevgisinden kaynaklanmıyorsa devrimciliğimiz, orada rahatsızlık var, sahtelik var demektir. Başka hesaplar kitaplar var demektir. Ayrıca, zulümle, zorbalıkla, vurup kırmakla, asmak kesmekle kimseyi sonuna kadar sindiremeyiz. İkna edemiyorsan, gönlüne giremiyorsan yenilgin kaçınılmazdır. Zalimlikle, kaba güçle, insanlar hayvan durumuna sonuna kadar düşürülebilseydi, köleci düzenler, feodal düzenler, faşist iktidarlar hep sürer giderdi. Dayakla adam etme, hizaya getirme, sindirme metodu faşizmin yöntemidir. Biz ki, 12 Eylül Faşist Diktatörlüğünün işkencehanelerinden bile başımız dik çıktık. Bu konuda, Mamak’ta da, Metris’te de, İzmir ve Konya zindanlarında da nam saldık… O zamanın devrimcileri bizi bilir. İşkenceciler, “Kıvılcımlı, işkencede konuşulmaz, konuşan hain durumuna düşer, der. Bundan konuşmuyorsun, direniyorsun, değil mi?” demiştir hep Arkadaşlarımıza. Zalimlik, zorbalık, düşünce ve siyaset yasakçılığı bilindiği gibi Faşizmin temel özelliklerinden biridir. Bu nedenle bize kaba güçle, zorbalıkla siyaset yasakçılığı dayatmaya kalkışanlar, aslında bırakalım devrimciliği, demokrat bile değildirler. Faşist bir ruh ve kafa yapısına sahiptirler. Aslında siyasi ya da devrimci kalitece acınacak haldedirler… Sefalettirler… ESP, Goebbels’in Nazi Propaganda yöntemiyle bize saldırmaktadır İşin bir diğer ilginç yanı da, ESP ve kandırarak yanına çektiği ve İblisliğine alet ettiği kurbanlarının-yandaşlarının bu saldırılar sonrası yaptıkları açıklamalarda, bizi, yaşananın tam tersine, hep saldırgan taraf olarak ilan etmesidir. Düşünebiliyor musunuz, hem saldırıyor alçakça hem de her seferinde, “HKP saldırısı” diye yayın yapıyor. Tam da Goebbels’in önerdiği şekilde, yani NAZİ propaganda yöntemiyle… Ayıptır yahu!.. İnsanda namus, onur, dürüstlük, mertlik gibi değerler olmalı. İnsanı insan yapan da bunlar zaten… Bunlarda ne insancıl ahlâk var ne de Aydın namusu-Entellektüel NAMUS… Biz diyoruz ki, bu tür saldırılar; alçaklıktır, faşistliktir, şerefsizliktir, çakal işidir, özetçe puşt işidir. Bunları kim yaparsa yapsın puşttur… Bunların, bırakalım devrimciliği, demokratlığı, insanlıkla da ilgisi yoktur. Partimiz, bu işleri yapmayı bırakalım, düşünemez bile… Düşüncesi bile bize uymaz… Biz devrimciyiz hem de gerçeği… Biz insanın daniskasıyız… Biz şövalyeyiz… Biz sadece zalimlere karşı, Halklarımızı ezenlere, sömürenlere, soyanlara karşı devrimci zor-şiddet kullanırız. Sömürü düzenlerini yıkmak için, zulüm mekanizmalarını kırmak için… Geri dönüş umutlarını yıkmak yok etmek için… Halklarımıza karşı yalnızca ikna yöntemini, gönlünü kazanma yöntemini kullanırız. Devrimcilik böyle emreder… Kendini devrimci olarak tanımlayankimliklendiren herkese karşı da, o kimliğin içi ne kadar boş olursa olsun yine aynısını yani ikna yöntemini kullanırız. Başka türlüsü devrimciliğe de uymaz, insanlığa da… Bu son saldırının da, her zaman olduğu gibi, kışkırtıcısı, organizatörü, başprovokatörü ESP-ATILIM’dır. Bu kez, yalnızca Partizan grubunu kandırabilmiş, yanına çekebilmiş; sefaletine yandaş-destekçi edebilmiştir. Sancaktepeli Arkadaşlarımızın verdiği bilgilere-açıklamalarına göre saldırıda MKP de varmış. Fakat sonraki günlerde bize karşı yapılan ortak açıklamada MKP’nin adı bulunmamaktadır. Buradan anlaşıldığı kadarıyla, saldırıda bu grup yokmuş. Olsay- dı herhalde açıklamada imzaları da olurdu. Dolayısıyla Arkadaşlarımızın ilk bilgileri bütünüyle doğru değilmiş. Bu durum iyidir. Bugüne kadar bu her iki grup da bize karşı ESP’nin kışkırtma ve oyunlarına gelmemişti. Sağduyulu davranmıştı. Bu kez nasıl oldu da ESP, Partizan’ı oyununa getirebildi, bilmiyoruz. Umarız tekrarlamaz. Çünkü bizimle özel bir hesapları yok bu grupların. Bu tür işlerin Paçavralara özgü işler olduğunu bilecek kaliteleri de var… ESP’nin Partimize düşmanlığı nereden gelmektedir? Şundan: Bunların şeflerinin ruhiyatları, şahsiyetleri bozuk. Bu şefler, sınıflı toplumun çamurlarına, pisliklerine bulanmışlar. Kişilikleri bozulmuş. İp kaçkını olmuşlar. O nedenle; dürüstlük, mertlik, devrimci namus, ahlâk gibi değerler hiçbir şey ifade etmez olmuş bunlara… İşte bu sebepten bunlar bize, 1995’te ilk ihanetlerini ettiler. Tabiî yalnız bize değil, devrimci anlayışa da... Bunlarla ittifak halinde-dayanışarak, NAKLİYAT-İŞ’te sarılara karşı mücadele ediyorduk. O zaman sarı- Hasan Cemal ların yönetimindeydi NAKLİYAT-İŞ. Sonra bir baktık, genel kongreye birkaç ay kala bunlar aniden saf değiştirdi. Güçlü ve kongreyi alacak sandıkları sarılarla ittifaka girdiler. Bizi ve İşçi Sınıfını satıp geçtiler. Biz bunları geri döndüremedik… İşçi Sınıfımızın buradaki kolu-bölümü sarılardan çok çekmiş, bu nedenle onların içyüzünü görmüştü iyice… Biz bu bilinçli işçi kardeşlerimizle elele vererek bunları kongrede hiç beklemedikleri bir yenilgiye uğrattık. Tabiî ondan sonra da bunlar sarılarla birlikte sendikadan defolup gittiler. Bize ve işçilere ettikleri ihanetin cezasını böylece çektiler… Fakat bunlar yaptıkları ahlâksızlıktan ders çıkarıp namuslu olmaya çalışacakları yerde gittikçe şerefsizleştiler, ahlâksızlaştılar. Bize kin bağladılar… 2001’de, Topkapı Ambarları’nda, işçilerin özgür iradesini hiçe sayarak İşçileri zorbalıkla; hakimiyetinde olan sarı TÜMTİS’te tutmaya çalışan ve bunu sağlamak için üç işçinin canına kıyan, İşçi Katili EMEP’in yanında yer aldılar. Bize karşı bu eli kanlı sarılarla birlik oldular. Yayın organlarında; aynen bugünlerde olduğu gibi, yalan, iftira ve demagojilerle saldırdılar bize. O günlerdeki yayınları bu şerefsizliklerinin birer belgesi olarak arşivlerde durmaktadır. ESP-ATILIM’ın bize karşı düşmanlığının kökeni, nedeni budur. O, işte bu sebepten, diğer sol grupları da zaman zaman yanına çekerek bize karşı saldırılar düzenlemekte, bize Pol Pot karikatürü kafasının ürünü olan siyaset yasakları koymaya çabalamaktadır. Aklı sıra bizden böylece intikam alacak. Pis-iğrenç, mide bulandırıcı hesaplar… Bunlar düzelmez, alçaklık, rezillik, düzenbazlık, yalan dümen bunların doğaları olmuş artık… Acınacak durumdaki, insanlıktan çıkmış, insan sefaletleri bunlar. O yüzden biz, bu ESP şeflerine bir şey demiyoruz… Çünkü söylenecek her söz boş onlar için… Gereksiz çaba olur… Yalnız, bunların kandırıp oyunlarına getirdikleri saf gençlere ve diğer siyasetlere, bunları tanıyın, bunların İblisliklerine kanmayın diyoruz…. Tuzaklarına düşmeyin diyoruz… Olaydan iki gün sonra ESP yine birkaç grubu kandırıp peşine takarak, Sancaktepe’de bizim varlığımızı protesto eden bir yürüyüş ve açıklama yaptı. Elli kişi kadar bir kalabalıkla… Açıklamalarını yayımladılar internet ortamında ya da sitelerinde diyelim… Orada da, hep yaptıkları gibi, yine gerçeği tersyüz ediyorlar… En adisinden yalanlar ve düzenbazlıklar üzerine bir söylem metni inşa ediyorlar. Öyle bir söylem ki imlâya gelir bir tek cümlesi yok. Önce sloganlarını görelim: “HKP çetesi Sarıgazi’den defol”, “Çeteler halka hesap verecek”, “Yaşasın dev- rimci dayanışma”, “Sarıgazi bizimdir, bizimle özgürleşecek” sloganlarını attı.” (atilimhaber.org ve diğer Sevrci Sol siteler) Açıklamayı yapan grupları da şöyle sıralıyorlar: “AKADER, BDP, ESP, Halk Cephesi, Partizan ve SDP”. Bunların tamamı var mıydı bilmiyoruz. Yazı en adisinden yalanlardan ibaret olunca insan imzalardan da kuşku duyuyor. Her neyse… Bunlar kendilerini devrimci, biziyse “çete” ilan ediyorlar ve “Sarıgazi’den defol” diyorlar bize. Daha devrimciliğin de, çeteciliğin de abc’sinden bihaber olan bu zavallılar güruhu hakkımızda böyle bir hüküm oluşturuyor. Kendi kafalarından… Ve bizi Sarıgazi’den, dolayısıyla da Türkiye’den defediyorlar. Burada çağrışım oldu: Birileri de yıllardır “Ya sev ya terk et” diye meydanlarda bağırıyor, duvarlara, kâğıtlara yazılar yazıyor değil mi? Orada kastedilen yani hedef gösterilen Kürt Halkı, buradaysa biz. Bağıranlarsa CIA yönetimindeki Kontrgerilla’nın özel faşist örgütü MHP ve bizim “Sevrci Soytarı Sahte Sol” diye tanımladığımız küçükburjuva grupçuklar. Dikkat edersek mantıkları-düşünce yapıları aynı. Çünkü ruhiyatları aynı. Biz hep diyoruz ya bunlar Pol Pot karikatürleri diye. Bunların eline fırsat geçse, güçleri yetse Pol Pot’un yaptığının aynısını yapmaya kalkarlar Türkiye’de. Tabiî asla öyle bir fırsata sahip olamayacaklar. Çünkü bunların ideoloji kayıkçıkları, yaşamın ve biz Gerçek Devrimcilerin Marksist-Leninist ideoloji kayalıklarına çarptı. Paramparça oldu. Böylece de bunların pratikte var olma hakkı otomatikman ortadan kalktı. Bunlar birer canlı cenaze, birer hortlak, Holivut diliyle söylersek birer Zombi… Sevrci Sahte Solcular bilerek ya da bilmeyerek AB-D’nin “Project Democracy”sinin savunucusudurlar Birgün Gazetesi yazarı Melih Pekdemir’in, gazetenin geçen 5 Ekim tarihli sayısında “Solcu Zombiler” başlıklı güzel bir yazısı var. Gerçi o, Taner Akçam, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Hadi Uluengin gibileri işaret ediyor ama bizim Sevrci Soytarıların da eğer akıllarını başlarına devşirip adam olmazlarsa yakında varacakları yer onların yanıbaşıdır. Zaten, biraz ileride konu edeceğimiz gibi, Hrant Dink’in cenaze töreninde Turhallı Birhallı oldular. ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Ross Wilson’un ev sahipliğinde düzenlenen merasimde aynı safta buluştular. Sonra bizim Sevrciler’in, Ermeni Meselesi, Azınlıklar Meselesi, “Ergenekon Davası” Meselesi, Osmanlı’ya, Çanakkale Savaşı’na, Birinci Kuvayimilliye’ye, Mustafa Kemal’e, Laikliğe bakış gibi konularda savunduğu tezler, Taner Akçam’larla birebir örtüşmektedir. Daha da özeti, bunların “solculuk, devrimcilik” gibi sadece içi boş kavramlardan ibaret olan söylemlerini bir tarafa koyarsak, savundukları tezlerin hemen hepsi Taner Akçam’larınkiyle aynıdır. İşin Taner Akçam daha da acı olan yönü, Taner Akçam’lar ideolog, bizim Soytarılar taklitçidir, tekrarlayıcıdır. Tabiî Parababalarının kucağındaki Taner Akçam’ların, Bilderbergci Hasan Cemal’lerin, Cengiz Çandar’ların da arkasında olan AB-D Emperyalistleridir, onların casus örgütleridir. AB-D ve CIA, bunların emrindeki “Düşünce Kuruluşları” Project Democracy’yi icat eder, üretir. Taner Akçam’lar ve bizim Sevrciler savunur. Tayyip, Yeni Sevr’i de kapsayan BOP’un Eşbaşkanı’dır. Bizim Sevrciler de BOP’un ideolojik arka planı olan Project Democracy’nin gönüllü savu- Yasemin Çongar nucularıdır. Yani Tayyipgiller’le bunlar aynı emperyalist projenin, ayrı yönlerinin de olsa, sonuçta savunucusularıdır. Bunlara, yapma Hacivat, etme Hacivat! Yolunuz yol değil, devrimcilik hiç değil deyince de biz, bize çok kızmakta, katır çifteleri atmaktadırlar. Ne yapalım, “Kader böyle imiş” deyip sineye çekeceğiz. İnşallah sonunda, yukarıdaki cümleyle başlayan, olağanüstü güzel, dokunaklı aşk şarkısında dendiği gibi; “Ne söylesem, ne söylesem boş!” demeyiz… Neyse geçelim!.. Bunların önderleri, Türkiye Solu’nun gerçek temsilcilerinin Kıvılcımlı’nın, Denizler’in, Mahir’lerin ortaklaşa savunduğu devrimci hattan ve devrimci değerlerden koptular. Terkettiler o hattı. Ve gele gele, bizim bugün “Sevrci Soytarılık, Sahte Solculuk” diye tanımladığımız bir yere geldiler… İşte bu sebepten AB-D Emperyalistleri bunlara alkış tutuyor. Bunları, “Demokrasi güçleri”, “Umut kaynağı” olarak ilan ediyor. Bunu, CIA’nın sesi, eşi de bir CIA şefi olan Yasemin Çongar, bildirdi Washington’dan. O zaman “Milliyet”te yazardı. AB-D Emperyalistleri boşuna mı yaptı bu tespiti, bu değerlendirmeyi? AB-D, CIA ahmak mı, uyurgezer mi sizler gibi… Asla. Siz tam da öylesiniz de ondan dedi. AB-D. Dürüst, namuslu insan bir durup düşünür yahu! Bu emperyalist haydut devlet bizi niye böyle karakterize etti, diye. Ama sizde yine hep söylediğimiz gibi uzun kulaklı, masum kadersiz çilekeşler kadar olsun idrak-anlayış, kavrayış yok. O olağanüstü güzel, sürmeli gözlü, masum bakışlı sevimli hayvancıklar bizim bu kıyaslamamızı duysalar, sitem ederler bize. Bizi niye onlarla kıyaslıyorsun, biz kimiz, onlar kim, diye! İşte o yüzden Hz. Muhammed dahice bir sezişle şöyle der Kur’an’ı Kerim’de: “Hiç şüphe yok ki ayaklarıyla yürüyenlerin Allah indinde en kötüsü aklını kullanmayıp sağır ve dilsiz kalan iki ayaklı hayvanlardır.” (Enfal Sûresi, 22. Ayet) Biz eğer, Ermeni Meselesi’ni, Kürt Meselesi’ni, Ordu Meselesi’ni-Ergenekon saldırısını, Çanakkale Savaşı’nı, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’nı-Birinci Kuvayimilliye’yi, İstanbul’un Fethi’ni, Laikliği, Ortaçağcı İrticayı ve Mustafa Kemal’i gerçek devrimci açıdan nasıl değerlendirmemiz gerektiğini, bir eşeğe anlatsaydık çoktan anlardı. Her biri hakkında neredeyse yüzlerce sayfa yazı yazdık, konferanslar verdik, kitaplar yayımladık. Ve de bizim bu değerlendirmelerimizin MarksEngels’le, Lenin’le, Stalin’le, Mustafa Suphi ve Onbeşler’le, Hikmet Kıvılcımlı’yla, Denizler ve Mahirler’le birebir uyumlu olduğunu matematiksel bir kesinlikte kanıtladık, gösterdik. Ama yine Lenin Usta’nın çok sevdiği bir atasözünde de belirtildiği gibi, “Hiç kimse görmek istemeyen bir göz kadar kör olamaz”mış. Sizin önderleriniz göremediği gibi, görmek de istemiyor. Yani onlar hem akılsız hem namus yoksunu… Sevrcilerin ortak açıklamasında deniyor ki; “Halkın Kurtuluş Partisi’nin daha önce de defalarca devrimcilere saldırdığını söyleyen Ateşçi, şöyle devam etti:” (agy) Sevilay Ateşçi’nin nasıl devam ettiğine geçmeden önce bu cümledeki yalanına işaret edelim: Biz daha önce de defalarca bunlara saldırmışız. Oysa en azından bu kadarını artık herkes biliyor ki, her seferinde saldıran kendileri, nefis müdafaası yapansa biziz. Bu işler puşt işidir, yapmayın, yakışmıyor, aklınızı başınıza alın diyen biziz. Oradaki insanlar da bunu biliyor. Ama yine de söylemekten geri durmuyorlar. Dedik ya Goebbels-Nazi taktiğidir, yöntemidir kullandıkları diye. Ne diyordu Goebbels (Hit 11 Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 ler’in Propaganda Bakanı): “Yöntem iyi uygulandığı sürece, kitleler her zaman beş yaşındadır.” Yöntemin özünü de şu oluşturur: “Çok büyük yalan söyleyeceksin, o kadar büyük olacak ki, kitleler artık bu kadarı yalan olamaz diyecek. Sonra o yalanı sürekli tekrarlayacaksın. Böylece kitleler şartlanacak. Artık onun gerçek olduğunu sanacak. Gerçeği unutacak, söylenene inanacak.” İşte bizim Sevrci Soytarılar da aynen bunu uyguluyor. Dedik ya bunların ruhiyatları faşist diye. İşte yöntemleri de faşist. Bizi burada en çok üzen de bu pis yalanların bu kez bir kadının ağzından dökülüyor olması… Çocukluğumuzdan bu yana çevremizde gördüğümüz kadınlardan, siyasi mücadelemizde birlikte savaştığımız kadın yoldaşlarımızdan ve devrimler tarihinden (Paris Komünü’nden, Büyük Ekim Devrimi’nden vb.) edindiğimiz bilgilerden, derslerden dolayı bizde şu kanaat oluştu k; kadınlar erkeklerden daha dürüsttür, daha namusludur, daha merttir, daha yiğittir, daha delikanlıdır. Sevilay Hanım’ın (yoldaş veya arkadaş diyemediğim için böyle diyorum) tutumu bizi, bir de bu açıdan üzdü, yaraladı. Yakışmıyor, diyelim… Ayıp oluyor, diyelim… Başka ne diyelim?.. Oysa üç gün önceki açıklamalarında, bunun tersini söylüyorlardı. En azından saldırıyı, standımıza gelerek kendilerinin başlattığını, dolaylı bir anlatımla da olsa itiraf ediyorlardı. Biz o ilk açıklamayı okuyunca, dedik ki, “Bunlar olayın şokundalar. Daha kendilerine gelememişler. O nedenle, olayın en azından bir yönünü olsun ilk kez doğru söylemişler. Aslında bunların meşrebi bu değil. Onlara yakışan, her zamanki gibi, “HKP saldırısı” ya da “HKP devrimcilere saldırdı olmalıydı.” Nitekim o açıklamanın başlığı, “Sarıgazi’de HKP Gerginliği” şeklindeydi. İşte nitekim kendilerine gelince, yine eski yöntemlerine yani Nazi yöntemine dönmüş oluyorlar. Kurtuluş Partisi, halkların kardeşliğinin en taviz vermez savunucusudur; bunu kendi bünyesinde gerçekleştirmiştir Şimdi gelelim Sevilay Hanım’ın açıklamasının sonraki bölümünde, hakkımızda neler dediğine: “Kürtleri, Ermenileri ve diğer halkları yok sayan, Hrant Dink’in cenazesine katılanları vatan haini ilan edecek kadar faşist, Ergenekoncu çizgisiyle İşçi Partisi’ni aratmayan, tam da devletin yaratmaya çalıştığı, besleyip büyüttüğü, sonra da devrimcilerin üzerine saldığı ırkçı, gerici solcu tipidir.” Biraz duralım. Bir tek cümleye bu kadar büyük ve çok sayıda yalanı sıkıştırabildiği için Sevilay Hanım, bizim ilkin aklımıza “sıkıştırılmış CD”leri getirdi. Tabiî sonra da yine Goebbels’i… Goebbels, kısa bir konuşmaya o kadar çok yalan sığdırıyormuş ki, bu efendisi olan A. Hitler’in bile, hoşuna gitmekle birlikte komiğine de gidiyormuş. Bir keresinde A. Hitler, hem de bir toplantıda (Tabiî Goebbels’in de olduğu); şöyle deyivermiş: “Elektrikteki Volt gibi bir de Goebbels Birini var. Volt elektromotor gücün veya gerilimin birimiyse, Geobbbels Birimi de bir konuşmada geçen yalanların birimidir.” Sevilay Hanım’ın Goebbels birimi yukarıda görüldüğü gibi oldukça yüksek. Eğer o metni kendisi hazırladıysa, bağlı olduğu grupçuğun tepesine çıkabilir, önder konumuna gelebilir. Yalanları bir bir ele alalım: Biz “Kürtleri yok say”ıyormuşuz. 3 Ekim Pazar günkü kavgada, standımızı gören Sevrciler olmuştur herhalde. Bizim her yerde olduğu gibi, o gün Sancaktepe’deki standımızda da yayınlarımız arasında Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı’nın 1933’te Elazığ zindanında Kürt Sorunu’nu teorik planda bütünüyle çözdüğü araştırmasının ürünü olan “İhtiyat KuvvetMilliyet Şark” ya da “Yedek Güç: UlusDoğu” adlı anıt eseri de bulunmaktaydı. Bu yıl yeni bir baskısını yaptığımız bu eser, bugüne dek aşılamamıştır. Bu eserde Kürt Sorunu’nun çözümü; “Türk Kürt Halk Cumhuriyeti” biçiminde formüle edilir. Biz de bugün aynı çözümü savunuyoruz. Bu savunu hemen bütün konuşmalarımızda, bildirilerimizde, kitaplarımızda ve hatta Parti Programı’mızda yer alır. Parti Programı’mızın “Özel Meseleler” başlığı altında işlenen ve çözümlenen konuların ilki “Kürt Sorunu”dur. Yine bizim Programımız, en özet biçimde anlatılmak istenirse şu üç ilkeye-prensibe sığdırılabilir: 1- Antiemperyalizm, 2- Antifeodalizm, 3- Antişovenizm veya Antisömürgeciliktir. Biz bu ilkelerimizi de sık sık tekrarlarız çalışmalarımızda, eylemlerimizde… Bizim İl Başkanlarımızın çoğunluğu Kürt milliyetindendir. Partimizin Merkezi Yönetim Kurulu da Türklerden, Kürtlerden, Arap ve Çerkez Halklarından olan Yoldaşlarımızdan oluşur. Partimizin Genel Başkanı, Arap Yoldaşlarımızı zaman zaman şaka yollu eleştirir, Arapçayı yetkin biçimde kullanmıyorlar, diye. Ve Kürt yoldaşlarımızı uyarır, Kürtçeye tam hakim olun, en iyi şekilde, bütün zenginliğiyle kullanmaya çalışın, diye… Ve o gün Sancaktepe’deki kavgada, Türk, Kürt ve Çerkez Yoldaşlarımızdan oluşuyordu standımızı açan ve sizin saldırınıza uğrayan grubumuz. Daha ne diyelim bu konuda size?.. Türkçeyi en iyi, tüm zenginliğiyle kullanan sevimli Halk Ozanımız Karacaoğlan ne güzel söylemiş: Yüz yalancı ile başa çıkılmaz İçinden sıdk ile yanan olmalı. Sizin yalanlarınız düzeltilmez, ancak teşhir edilir. İçinizden sıdk ile (doğrulukla) yananlar da bizi bugün değilse bile yarın anlayacak. Ama ESP önderleri değil… Onlar, insanlıklarına çoktan havlu atmışlar çünkü… Onlar için hiçbir umut yok. Ayrıca onlar, Devrimci Harekete ve Halklarımıza karşı da suç işlemişlerdir. Bunun hesabını verecekler. Şunu da söylemeden geçmeyelim: Partimiz saflarının ortalama yarısı Kürt Yoldaşlarımızdan oluşur… Gelelim Ermeni Meselesi’ne… Bu konuda hacimli bir kitabımız var. Bu eserde, sorun, Lenin’in, Stalin’in, Ekim Devrimi’nin Bolşevik Ermeni devrimcilerinin, Mustafa Suphiler’in, Kıvılcımlı’nın ve Denizler’in görüşleriyle birebir örtüşen şekilde ortaya konur. Konunun tüm yönleri ele alınır ve olaylara uygun biçimde aydınlığa çıkarılır. Anlamak isteyen her namuslu insan önyargısızca bu kitabımızı okursa meseleyi tam olarak kavrar. Ama anlamak ve görmek istemeyene biz ne yapabiliriz?.. Hrant Dink’in öldürülmesi, katillerinin kimler olduğu ve cenazesine katılanların bileşimi ve bunların özellikleri üzerine çok yazdık. Yazdıklarımızın her satırı tamamıyla gerçeği dile getirmektedir. Bu yazdıklarımız hem elektronik ortamdaki Kurtuluş Yolu’nun arşivinde, hem de Ermeni Meselesi’ni işleyen “Sevrci Soytarı Sahte Sol ve Ermeni Meselesi” adlı kitabımızda mevcuttur. Merak eden, ilgi duyan açar okur. Bizim kültürmüzde ölüler her kim olurlarsa olsunlar, iyilikle yadedilmelidirler. Burada tekrar konuya girmeyeceğiz. Söz konusu yazılarımızda bu acı, trajik olayın yalnızca devrimci açıdan siyasi, ideolojik değerlendirmesini yaptık. Bu tür cinayetlere karşı olduğumuzu da daha yazılarımızın ilk paragrafında belirttik. Sevrci Sahte Solcular, Denizler’in Mahirler’in kahramanlıklarını utanmazca sömürür Şöyle sürdürür Sevilay Ateşçi açıklamasını: “O kadar pervasızdırlar ki stantlarında devrimci marşlar çalıp, Denizler’den Mahirler’den İbolar’dan bahseden, idam sehpasında dahi halkların kardeşli- ğini savunan Deniz Gezmiş’in adını ağzına alıp, ardından ırkçı söylemlerle devrimcilere saldırmaktan çekinmemektedirler.” (agy) İnsan size ne demeli bilmem ki? Bunlar, psikolojide projeksiyon denilen savunma mekanızmasını kullanıyor. Yani kendi özelliklerini karşısındaki hasmına ya da rakibine yahut da karşıtına yansıtarak onda eleştiriyor. O özellikler onunmuş gibi gösteriyor… Biz size soralım: Hangi yürekle Denizler’i, Mahirler’i ağzınıza alıyorsunuz… Bu yiğitlerin, kahramanların mücadelelerini utanmazca sömürüyorsunuz. Ama savundukları ana düşünceleri bütünüyle reddediyorsunuz. Yine soralım size: Denizler’in, Mahirler’in Savunmalarını 68’liler Birliği Vakfı ve bizim standımızın dışında, başka bir yerde bulmak mümkün mü? Bizim tüm şubelerimizde ve açtığımız stantlarımızda bu savunmalar bulunur. İlgilenenlere de içerikleri anlatılır. Mahirler’in Savunma’sının adı, “THKP-C Savunma”dır. Ve şu anda-bugün itibariyle yalnızca bizde var. Denizler’inkinin adıysa, “THKO Savunması”dır. Bizde ve 68’liler’de var. Mevcutları kalmayınca, 68’liler’le görüşerek, onlar ya da biz yeni basımlarını yapacağız. Tabiî istemeleri halinde önceliği onlara vereceğiz. Peki sizde neden yok? Tabanınızdaki, vole çevirerek kandırdığınız, yanınıza çektiğiniz iyi niyetli gençler sorsunlar şeflerinize: Bizde neden yok, biz bu kahramanların mücadelesini sahipleniyoruz da düşüncelerini, ideolojilerini, davalarını neden bilmiyoruz? Bize niye orijinal kaynaklarından okutmuyorsunuz bu yiğitçe ölümü kucaklayan önderlerin savundukları, düşünceleri, tezleri? diye… Sormazlarsa akıllarını kullanmamış ve Hz. Muhammed’in deyişiyle; “kör ve sağır kalmış” olurlar… CIA’nın “TARAF”ında, Yasemin Çongar ve Altanlar’la birlikte yazan Rasim Ozan Kütahyalı bakın ne diyor size, daha doğrusu ne yazıyor size hitaben: 68 Kuşağı milliyetçidir. Kanada’da Türkiye’yi tanımayan biri, Denizler’in mektuplarını, savunmalarını okuyan biri der ki, Türkiye’de 1971’de milliyetçileri asmışlar. Siz, şimdi geldiğiniz yer itibarıyla çok iyi bir durumdasınız. 68’liler gibi milliyetçi, şoven değil demokratsınız. Fakat bırakın artık 68 Kuşağını sahiplenmeyi. Hem bugünkü olumlu görüşlerinizi savunmak hem de Denizler’e, Mahirler’e ve 68 kültürüne-anlayışına sahip çıkmak bir çelişki oluşturuyor. Ayrıca etik de değil. Kelime kelime böyle olmasa da anlam olarak böyle diyordu R. O. Kütahyalı, “Taraf”taki bir yazısında… (Rasim Ozan Kütahyalı, Taraf, Deniz’lerin yolu bizi nereye götürür?, 24.05.2008) Bakın CIA’nın “Taraf”ında aslında kucağında demek lazım, demokratlık oynayan, insan sefaleti, sermaye uşağı R. O. Kütahyalı bile sizin Denizler’i, Mahirler’i savunur görünmenizin aslında bir ahlâksızlık olduğunu görüyor. O, Denizler, Mahirler kötüydü, yanlıştı, siz iyisiniz, doğrusunuz, ama onları sahiplenmekten de vazgeçin artık. Yaptığınız ahlâkî değil, diyor… O paçavra bile sizden daha az namussuz. O hiç değilse namussuzluğunda namuslu. Ama siz namussuzluğunuzda da namussuzsunuz!.. İhanete sapıp, Sevrci Soytarılığın bataklığına kendinizi atmakla bir namussuzluk yapıyorsunuz. Buna rağmen hâlâ solcuyuz, devrimciyiz deyip Denizler’e, Mahirler’e sahip çıkar görünüp, sahip çıkar gibi yapıp, Onların kahramanlıklarını sömürmekle bir kere daha yani ikinci bir namussuzluk yapıyorsunuz. İşte bu yüzden de siz namussuz kere namussuzsunuz. O yüzden de Denizler’in, Mahirler’in yazı, mektup ve savunmaları sizi yakar… Bu nedenle bir hırsızın hırsızlık yaptığı yerden kaçtığı gibi o yazı, mektup ve savunmalardan kaçıyorsunuz… Ya Denizler’i, Mahirler’i dilinize dolamayı bırakın ya da Sevrci Soytarılığı-Sahte Solculuğu… Adam olun, doğru dürüst devrimciler olun, gerçek devrimciler olun! Ah keşke böyle namuslu, mert, aklını ve mantığını kullanan, sadece gerçeklere önem veren ve onları kavrayan, çözümleyen, doğru kararlar alabilen, böylece de kendini sürekli geliştiren, yetkinleştiren gerçek devrimciler olabilseniz. Sizinle derlenirdik Marksist-Leninist prensipler çerçevesinde. Gerçek Proletarya Partisini yeniden örgütlerdik… Bunu sağladık mı da hızla gelişirdik. Çığ gibi büyürdü kitlemiz. Halkımız ordulaşırdı Partimiz etrafında. Yerli-yabancı Parababalarının bu iğrenç sömürü ve talan düzenini önce titretir, sarsar, sonra da çatırdatır, parçalardık. Halk iktidarını kurardık. Ve bu süreç çok uzun olmazdı… Böyle en pisipisine küçükburjuvaca parçalanışlar yüzünden başarılı olamıyoruz. Devrimci bir alternatif ortaya koyamıyoruz. Halk bizi görüp anlayamıyor. Biz güven verici, herkesin görüp tanıdığı bir seçenek ortaya koyamıyoruz ki… O yüzden İşçi Sınıfımız da hiç… Oysa dediğimiz gerçekleşse, gerçek Proletarya Partisi ortaya çıksa-konsa hep olur… Hem de az zamanda… Size bunu kırk yıldan beri anlatamıyoruz. Dünyanın her yerinden –oraların devrimcilerinin devrimlerini yaparken yazıp çizdiklerini- okuyoruz da kendi mücadele tarihimizi okumuyoruz. Onbeşler’i okumuyoruz, Türkiye’nin kendi Tarihinin, toplumunun, sınıf ilişki ve çelişkisinin tüm yönlerini, Marksizm-Leninizmin şaşmaz metot ve mantığının ışığında araştırarak orijinal Devrim Teorisini ortaya koyan Hikmet Kıvılcımlı’yı, (anlamak için) okumuyoruz. Tabiî hiç de anlamıyoruz, bilmiyoruz. Kıvılcımlı’nın teorisi, Lenin sonrasının Marksizm-Leninizmidir. Ve Türkiye Devrimi’nin biricik orijinal devrim teorisidir. O mirasa şimdi biz sahibiz. O hazine değerindeki mirasa, Usta’nın bedence aramızdan ayrılışından sonra biz sahip çıktık. Ve dünyadaki, Türkiye’deki yeni gelişmeleri de o teorinin ışığında tahlil edip değerlendirerek, o teori hazinesini zenginleştirdik. Onu sizinle paylaşmak istiyoruz. Birlikte savunalım diyoruz. O teorinin yol göstericiliğinde, Gerçek İşçi Sınıf Partisi çatısı altında mücadele edelim Parababaları düzenine karşı, diyoruz. Yoldaş olalım diyoruz. Siz bize yalan ve demagojilerle, iftiralarla karşılık veriyorsunuz. Üstelik de mafya çakallarının anlayışıyla; sizi okullara, mahallelere sokmayacağız, size siyaset yasağı koyduk, diyerek, fiili, taşlı sopalı, demir sandalyeli saldırılarda bulunuyorsunuz. Yapmayın, ayıptır. Yaptığınızın devrimcilikle, demokratlıkla hiç ilgisi olmadığı gibi, bu insanlık da değil… Bizimki nihayet bir uyarı, eleştiri ve çağrı… Anlarsın ya da anlamazsın. Uyarsın ya da uymazsın… Ama beni böyle uyardın, eleştirdin diye, önce küfürlerle sonra da kavga araçlarıyla saldırıya geçmeniz insanlık değil her şeyden önce… Haa, sen kim oluyorsun da bize bu eleştiri, uyarı ve çağrıyı yapıyorsun, seni ezer, süpürürüz, yok ederiz, derseniz, size hiç istemesek de kim olduğumuzu gösteririz… Biz her şeyden önce Türkiye’nin Gerçek Devrimcileriyiz. Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileriyiz… Bir tek kişi kalsak bile gösteririz… Bu nefis savunmasıdır. Her onurlu insanın yapması gerekendir. Bizim şu üç grup insan dışında kimseyle bir alıp veremediğimiz yok. 1- ESP şefleri. Bunlar CIA’nın oyuncağı olmuşlardır. CIA Sosyalizmi yapmaktadırlar. Bunda kararlıdırlar. Provokatördürler. Dört kez bize saldırıda bulunmuşlardır. Birçok halk çocuğunun yok yere yaralanmasına ve ailelerinin acı çekmesine sebep olmuşlardır. Ayrıca bunlar İblisçe hesaplar içindedir. Bunlar, kan dökülmesi, aramızdan cenazeler çıkmasının şeytanî hesaplarını yapmaktadırlar. Böyle yaparak hem Türkiye Solu’nu hem de özel olarak kendi tabanlarını bize karşı kemikleştirmeyi, bize onulmaz düşman kılmayı planlamaktadırlar. Bunlar böylesine ahlâksızdırlar, vicdansızdırlar… Yaptıklarının ve yapmayı düşündüklerinin bedelini ödemelidirler. 2- EMEP’in işçi katili şefleri. Üç Ambar İşçisinin katliam emrini veren o insanlık düşmanları da yaptıklarının cezasını çekeceklerdir. 3- CIA Sosyalizminin Türkiye’deki ilk temsilcileri olan Doğu Perinçek ve 1970’in PDA şefleri de işledikleri suçun karşılığını görecek, ettiklerinin hesabını vereceklerdir. Doğu Perinçek, devrimcilere, sosyalist harekete ihanet etmiştir Bu Tayfa, 70’li yıllarda, devrimcileri, Parababaları düzenine ve onun polisine ihbar etmiştir. Muhbirdir, gammazdır, haindir. Bu ihanetin belgeleri zaten o günlerde, bunların yayın organı olan “Aydınlık”ın sayfalarında kayıtlıdır. Ayrıca da, son günlerin en çok adından söz edilen yayını olan, ömrünün kırk yılını antikomünist mücadeleyle geçirmiş ve hâlâ da o işi yapan Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabında yer almaktadır, bu ihanetin Hanefi Avcı bir belgesi-kanıtı. Komünizme karşı mücadelede, dünyadaki tüm emperyalist casus örgütlerinin deneyimlerini ve teknolojilerini-mücadele araç gereçlerini Türkiye’ye getiren ve onların yaygın biçimde kullanılmasını sağlayan kişilerin en önde gelenlerindendir Hanefi Avcı. Bu Parababaları polisi şöyle demektedir kitabında bu konuya dair: “Mersin merkezdeki görevlerim “Mersin’de o zamanki adıyla 1. Şube, şimdiki adıyla Terörle Mücadele Şubesinde göreve başladım. O zamana kadar bu şubeler, gelen yabancıları takip eder, özellikle Mersin limanına gelen Rus gemilerindeki Rus yolcukları, eskiden siyasi bir olaya, gösteriye katıldığı için fişlenen kişileri izlerdi. Ama yeni dönemde birçok ideolojik örgüt ortaya çıkmış, büyük illerde eylemler başlamıştı. Mersin gibi illerde ise daha çok duvarlara yazı yazma, afiş asma, Molotof atma olayları ve gösteriler gerçekleşiyordu. Ama bunları gerçekleştirenler kimdi, adı duyulan çeşitli dernek ve dergiler etrafında örgütlenen bu gruplar neyin nesiydi doğru dürüst bilgimiz yoktu. “Şubede görevli ve benden daha eski olan başkomiserlerle Aydınlık dergisinin belli sayılarındaki bilinmeyen sol yayınlarından faydalanarak, hangi örgütün nerede çıktığı, hangi fraksiyonlara ayrıldığı gibi bilgileri öğrenmeye çalışıyorduk. “Örgütleri, siyasi hareketleri, fraksiyonları öğrenmek için Emniyetin bu konuda hazırladığı herhangi bir belge, kaynak yoktu. 12 “İdeolojik yapıları öğrenmek için Aydınlık haricinde ikincil kaynağımız yakaladığımız örgüt mensupları veya sempazitanlarıydı. Onları sorgularken anlattıkları ile mensubu oldukları grup hakkında bilgi alıyorduk. “Ülkede siyasi olaylar güvenliği sarsacak boyuttaydı, biz terörle mücadelenin ekip amiriydik ama mücadele edeceğimiz grupları tanımıyorduk, haklarında hiçbir şey bilmiyorduk. Devlet bizi 6 yıl meslek okulunda okutmuş, bunca masraf etmiş, bunca zaman harcamıştı ama asıl gerekli olan bilgileri bize verememişti.” (agy, s. 51-52) insanlık dışı oyunlar, Osmanlı’ya mal edilir. Emperyalistlerin bütün suçu Osmanlı üzerine yıkılır. Tıpkı emperyalistlerin yaptığı gibi… Ermeni burjuvalarının, emperyalistlerin kışkırtma ve desteğiyle; Kürt illerinin tamamında azınlık olmalarına rağmen, ayrı, bağımsız bir Ermeni devleti kurmak için başlattıkları isyanı, “Ermenilerin anti-feodal ve milli mücadelelerine karşı…” denilerek dolaylı bir anlatımla da olsa meşru kabul edilerek savunulur… Tıpkı bugün sizlerin yaptığı gibi… O zamanlar, “Ermeni soykırımı” teriminin kullanımı bugünlerdeki gibi moda değildi. O nedenle Doğu Perinçek ve tayfası da bunu kullanmıyor. Biz, “Sason İsyanı”nın gerçek yüzünü, o yıllarda bölgede Rus Çarlığı’nın konsolosluğunu yapan Rus General Mayevsky’nin, Çarına olayların oluş şekli hakkında bilgi vermek için hazırladığı ve gönderdiği Raporları’na dayanarak göstermiştik. Bu çalışmamız, gazetemizde ve konuya ilişkin kitabımızda bulunmaktadır. Rus Generali Mayevsky’nin Raporları’ndan oluşan kitabı da stantlarımızda sergilenmekte, Parti şubelerimizde satılmaktadır. Gelelim Kıbrıs Meselesi’ne: Doğu Perinçek’in yine “Aydınlık Yayınları”ndan çıkan 1976 basımı 119 sayfaDoğu Perinçek lık, “Kıbrıs Meselesi” adlı bir kitabı vardır. Yani 6 yıllık polis eğitiminde devletin Bugün sizin savunduğunuz tezin aynısıdevrimciler hakkında veremediği bilgiyi nı işler, çok ayrıntılı olarak. Sizinkiler, Dosözüm ona sol geçinen Aydınlık altın tepsi ğu Perinçek’ten aldığınız tezleri çok yavan içinde sunuyordu gördüğümüz gibi. ve kuru biçimde dillendirirler, yazıp çizerDoğu Perinçek ve PDA Tayfası, Paraba- ler. D. Perinçek sizin şeflerinizden-ideologbaları devletine, CIA’ya, MİT’e, Polise et- larınızdan çok daha zeki olduğu için olduktikleri bu hizmetin ve Devrimci Kavgaya, ça süslü biçimde savunur sizin Sevrci tezleHalklarımıza yaptıkları ihanetin hesabını ri. Derin teorik temeller oluşturur onlara. vermeye mecburdur. Ustaları da bu saçmalıklarına malzeme olaBunun dışında bu hainler tayfası CIA rak kullanmaya kalkar. D. Perinçek çok zeSosyalizminin bütün tezlerini Türkiye’ye kidir, ama aynı oranda da siyasi namus ve taşımıştır. O CIA ideolojisiyle doktrine ahlâk fukarasıdır. O yüzden bir türlü tutarlı edilmiş zavallıcıklar yetiştirmiştir. olamaz. Bir zaman çok keskin biçimde sa“Sovyet Sosyal Emperyalizmi” ve “Üç vunduğu tezlerin bir zaman sonra tam tersiDünya Teorisi”, bu tezlerin başında gelir. ne sıçrar. Onları da aynı keskinlikte, uç Bu antimarksist tezler, deneyimsiz genç noktada savunmaya girişir. 1970’lerde, devrimcilerin kafalarını karıştırmış, onlarda 80’lerde, 90’ın da büyük bölümünde bugün kalıcı bilinç bulanıklığı yaratmıştır. sizin de savunduğunuz tezlerin hemen tüBu ekip, AB-D Emperyalistlerinin sal- münü savunuyordu. O cepheyi iyice rezildırgan antikomünist askeri örgütü leştirdikten sonra, bu sefer kalktı yurtsever, NATO’yu bile savunmuş, Türkiye’nin NA- laik, Kemalist, ulusalcı cepheye atladı, 180 TO’dan çıkmamasını, “Sovyet Sosyal Em- derecelik bir dönüş yaparak. Şimdi de orayı peryalistleri”nin “Yeni Çarlar”ın Türkiye’yi kirletmekle meşgul… istilasına karşı kendini bu örgüt aracılığıyla Kıbrıs Meselesi’ne dönersek; şöyle der savunmasını önermiştir. D. Perinçek: Bir CIA tezgahı olan 12 Eylül Faşist “Kıbrıs’a yapılan silahlı müdahale, Darbesini açıktan savunmuştur. Yurt dışın- Doğu Akdeeniz’deki kargaşalığı daha da da, yurt içinde ve faşizmin askeri mahke- artırmıştır. İki süper devletin Orta Doğu melerinde yani “Sıkıyönetim Mahkemele- ve Akdeniz’deki hegemonya çatışması ri”nde. “12 Eylül harekatını savunan tek sol her geçen gün şiddetlenmektedir. Kıbrıs, örgüt biziz” diye o mahkemelerde nutuklar Süveyş ve Orta Doğu petrolleri bakımınatmışlardır. dan taşıdığı önem dolayısıyla bu çatışmaSonra da bu ekip, bugün sizin savundu- nın odak noktalarından birini meydana ğunuz hemen tüm Marksizm dışı zırva tez- getirmektedir. Orta Doğu’da yeni bir salerin Türkiye’deki ilk savunucusudur. Siz, vaşın patlak vermesi ihtimali her geçen bu zırvalamaları onlardan devraldınız. gün büyümektedir. Doğu Perinçek’in; “Kıvılcımlı’nın “(…) Burjuva Devlet ve Ordu Teorisinin Eleş“Hakim sınıflar, Kıbrıs’ı işgal etmektirisi” adlı bir kitabı var. Buradaki yazılar o le yurdumuzun başına büyük bir bela açgünkü gazete ve dergilerinde de çıkmıştır. mışlardır. Türkiye, kargaşalığın gittikçe Bu kitap ve diğer yayınlarındaki yazıla- merkezine doğru çekilmektedir. Orta rında Doğu Perinçek, sizin bugün bize yö- Doğu’da iki süper devletin yarattığı karnelttiğiniz demagojik suçlamaların hemen gaşalık ve saldırı tehditleri bugün Türkitamamını Hikmet Kıvılcımlı’ya yöneltir. ye’yi her zamankinden fazla ilgilendirUsta’yı “orducu, darbeci, devletçi, şoven, mektedir. Kemalist” olmakla suçlar. “(…) Ayrıca sizin, bugün savunduğunuz Er“İşgalci siyasete ve şovenizme karşı meni ve Kıbrıs meselelerindeki tezlerinizi mücadeleyi cesaretle güçlendirmeliyiz. de Türkiye’ye getiren Doğu Perinçek ve Türkiye hakim sınıflarının, Kıbrıs’a baavenesidir. rış ve özgürlük götürmek perdesi altında Bakın Ermeni Meselesi’nde ne derler: yaptıkları ATO jandarmalığını bütün “Osmanlı devleti, Hamidiye Alayları- halka açıklamalıyız. Bazı yurtseverler, nı Kürtleri bölmek ve feodal parçalan- estirilen şoven hava karşısında gerçeklemayı sürdürmek için kullandı. rin halka açıklanmasına, “sonra tecrit “(…) oluruz” gerekçesiyle karşı çıkmaktadır“Ermeni-Kürt çatışması yaratıldı. Er- lar. Devrimciler, her şart altında ve her menilerin anti-feodal ve milli mücadele- türlü baskıya göğüs gererek gerçekleri ve lerine karşı Hamidiye Alayları seferber halkın menfaatlerini savunurlar. edildi. Kürt feodalleri Ermeni-Kürt ça“İşgalci siyasetin halkımızın menfaattışmasını kendi emelleri için körükledi- lerine ne kadar zararlı olduğu, er geç ler. Ermenilerin mallarını gaspettiler. gün ışığına çıkacaktır ve bugünden çıkErmeni ve Kürt halkları birbirine kırdı- maktadır.” (agy, s. 86-87) rıldı. D. Perinçek’in kitabının her sayfası bu “1894’te Sason talor katliamında on anlamdaki zırvalamalarla doludur. Fakat binden fazla Ermeni, Hamidiye Alayları görüldüğü gibi D. Perinçek bu saçmalıklatarafından katledildi.” (Türkiye İhtilalci rını devrimci motiflerle süslemeyi asla ihİşçi Köylü Partisi Davası, SAVUNMA, Ay- mal etmez. dınlık Yayınları, 1974, s. 409-410) D. Perinçek, AB-D Emperyalistlerinin, Bu, gerçeği tersyüz ederek ortaya koyan Kıbrıs konusunda bugünkü tezleriyle ana satırlar şimdi sizin yayın organlarınızda düşünce bakımından tam bir uyum gösteren tekrarladığınız satırlardır. Hem de kelimesi (Çünkü onlar da bugün Türkiye’yi Kıbrıs’ta kelimesine değil mi?.. işgalci olarak görmektedirler ve Türk OrduBakın burada Rus Çarlık Emperyalizmi- su’nun Kıbrıs’tan derhal çekilmesini, nin, İngiliz, Fransız, Alman ve ABD Em- KKTC’nin lağvedilmesini istemektedirler.) peryalizminin, halkları birbirine boğazlata- tezlerini size iyice benimsettikten sonra, rak Osmanlı’yı çökertme, parçalama ve 90’lı yılların sonlarına doğru aniden ve birpaylaşma için tezgâhladığı aşağılık, kanlı, den 180 derecelik yön değişikliği yaparak Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 karşı cepheye-ulusalcı güçler cephesine zıpladı. Şimdi Türk Ordusu’nun Ada’daki varlığının ve KKTC’nin aynı şiddette savunucusudur. “Kıbrıs’ı veren Türkiye’yi de verir” diyen afişlemeler yapmaktadır. Siz, D. Perinçek’le 90’lı yılların sonlarına kadar, ideolojik birlik içinde olduğunuz için, onun geçmişte, 1980 öncesi ve sonrası yukarıda andığımız ihanetlerini görmezlikten geldiniz. 1992 1 Mayısı’nı onun önderliğinde, rehberliğinde kutladınız, Gaziosmanpaşa Meydanı’nda. Valilik sadece ona izin vermişti. Biz onu 1970’ten beri CIA Sosyalizminin Türkiye’deki savunucusu saydığımız için asla onunla birlikte iş yapmayacağımızı söyledik diğer sol gruplara. Biz ondan ayrı kutlamalıyız, kutlarız da dedik. Somut yer gösterdik. Ama HÖC hariç diğerleri sözümüze itibar etmediler. D. Perinçek’in yanına gideceklerini, onunla birlikte olacaklarını, dolayısıyla onun arkasına sığınacaklarını söylediler. HÖC de 1 Mayıs’tan bir gün önce bize gelerek, bize verdiği sözde duramayacağını, kendisinin de D. Perinçek’in arkasına takılacağını bildirdi. Gerekçesini sorduğumuzda da aynen şöyle dedi: “Bize karşı polisin tavrı biliyorsunuz, çok sert oluyor…” Bazı 1 Mayıs’larda, eline tahta tüfekler verip tırışkadan üniformalar giydirdikleri gençleri, kaz adımı yürütüp, “Titre Oligarşi Parti Cephe Geliyor” diye bağırtan HÖC hazretleri işte bize böyle dedi. Onlardan ve bizden, bu görüşmeyi yapan Arkadaşlar halen hayattadır ve saflardadır. Biz o 1 Mayıs’ı, Yurtiçi Kargo Direnişçileri ve Permatik Grevcileriyle birlikte İkitelli’de grev yerinde (yani Permatik’te) kutladık. Siz, D. Perinçek’in ardına takıldınız ve onu kürsüden konuşurken huşu içinde dinlediniz… Şimdi söyleyin bakalım İP’çi kim?.. Yarın eski görüşlerine geri dönse –bu onun için hiç de zor olmaz- siz yine onunla birlik olursunuz… Bizse; o, ben yıllarca Türkiye Solu’na ihanet ettim, CIA Sosyalizmi yaptım, devrimci harekete ve Türkiye Halklarını karşı ağır suçlar işledim, bağışlanmamı-beni affetmenizi diliyorum, demedikçe onunla yan yana gelmeyiz, birlikte iş yapmayız… Devrimci bir hat için uyarı ve eleştiri kaçınamayacağımız devrimci görevlerimizdendir Bizim işte bu üç grup insanın dışında kimseyle görülecek bir hesabımız yok. Herkesle dost olabilirsek Yoldaş olmak isteriz. Ama sizleri ideolojik olarak eleştirmeye, uyarmaya devam edeceğiz. Bu sizin iyiliğiniz içindir aslında. Sizi doğru, gerçek devrimci hatta çekmek istiyoruz. Sizi, AB-D Emperyalistlerinin “umut kaynağı” olmaktan çıkarmak, “Halkımızın umut kaynağı” haline getirmek istiyoruz. Savunduğunuz bütün tezler, sol söyleminizin dışında, AB-D Emperyalistlerinin tezleridir. Onların “Yeni Dünya Düzenleri”nin, “BOP”larının, “Yeni Sevr Projeleri”nin tezleridir. Onların “Project Democracy” diye adlandırdıkları ideoloji kapsamına girmektedir. Bunun farkına varın, uyanın, silkinin ve o gerici bataklığı terk edin, diyoruz. Bakın, ilkbahar güneşi altındaki karlar gibi günbegün erimektesiniz. Bu yolda devam ederseniz bitişiniz kaçınılmazdır. Halkımız artık sizden her geçen gün biraz daha uzaklaşıyor. Dikkat edin, kandırarak safınıza çektiğiniz ve bize saldırttığınız gençlerin aileleri bile sizden yaka silkiyor. Gazi Mahallesi Halkı da, Ümraniye Halkı da sizi istemiyor, sevmiyor. Ve bu istemezlik her geçen gün artıyor. Buna siz de tanıksınız. Sizin için deniz bitti. Tabiî çıkmaz yolda ısrarcı olursanız… Bizim diyeceğimiz budur. Anlarsınız ya da anlamazsınız. Anlarsanız çok seviniriz. Sizinle dost, Yoldaş oluruz. Onun için çabalarız… Eğer anlamazsanız, küçükburjuva gururunuza ve önyargılarınıza yenilirseniz?.. O zaman bizden uzak durun, bizimle uğraşmayın, bize bulaşmayın… Lütfen!.. Biz de kendi işimize bakalım. Dünya kadar işimiz var. Yoldaşlarımızın başını kaşıyacak zamanı yok. AB-D Emperyalistlerinin ve yerli işbirlikçilerinin vurgun, sömürü ve talan düzenine karşı tek başımıza da olsa cepheden mücadele edelim… Keşke dostlukla diyebilseydik!.. Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Partimize kalleşçe yeni bir saldırı düzenleyen bütünüyle CIA Sosyalizmine kaymış ESP Kurtuluş Partililer’den bir kez daha hak ettiği dersi aldı H alkın Kurtuluş Partisi İstanbul Sancaktepe İlçe Örgütü olarak, 03.10.2010 tarihinde saat 14:00’da, bedence aramızdan ayrılışının 39’uncu Yıldönümünde Türkiye Devriminin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’yı Anma Toplantısı için Sarıgazi Meydanı’nda Hikmet Kıvılcımlı’yı tanıtan standımızı açtık. Standımızdaki devrimci faaliyetlerimize devam ederken, kendilerini hâlâ devrimci sanan Sevrci Soytarı Sahte Solun aşağılık bileşeni ESP, oyununa getirerek peşine taktığı diğer iki grubu da (TKP-ML ve MKP) yanına alarak saat 18:00 sularında bize gelip: “Siz karşıdevrimcisiniz, faşistsiniz, sizi bugün uyarıyoruz. Bundan sonra burada stant açarsanız size müdahale edeceğiz” dedi. Biz Kurtuluş Partililer de: “Ulan, biz sizin gibi AB-D Emperyalizminin ların kandırılarak tezgâhına düşenler de bize karşı özel bir düşmanlıkları olmadığını sandığımız TKP-ML ve MKP yandaşları imiş. Daha başkaları da var mı şimdilik bilemiyoruz… İlerde öğreniriz elbet... Belki de “babayiğitçe” çıkar biz de vardık deyiverirler... Neyse… Geçelim. ESP’nin, AB-D Emperyalistlerinin ve onların casus örgütlerinin yönetimine girmiş paçavra şeflerini uyarmaya bile gerek görmüyoruz. Onlar için hiçbir umut yoktur. Onlar, biz gerçek devrimcilere ve kandırarak tuzaklarına düşürdükleri ve böyle iblisçe oyunlarına alet ettikleri saf gençlere karşı işledikleri suçların hesabını bir gün vereceklerdir. Devrimcilik yaptığını sanarak bunların alçakça oyunlarının kurbanı olmuş bu saf gençleri ve bunlarla ittifak eden diğer siyasetleri uyarıyoruz: Biz uşaklarını çok gördük. Sizin, bugünkü gibi bizim 5-10 katımız olmadan karşımıza çıkacak yüreğe sahip olmadığınızı çok iyi biliyoruz. Yapmayı düşündüğünüzü, hadi yapın da görelim”, dedik. Bundan sonra kavga başladı. Sevrci Soytarı Sahte Solcular 35 kişi civarında olmalarına, bizse onların üçte biri kadar olmamıza rağmen onları arkalarına bakamayacak duruma getirerek kovaladık. Topukları kıçlarını döverek kaçtılar. Biz meydanda, halkımıza bunların ABD Parababası Soros’tan beslendiklerini Amerikan ve Avrupa Birliği Emperyalistlerinin umudu olduklarını, Sevrci olduklarını sözlerimiz ve sloganlarımızla anlattık. Meydanda zaman zaman Şeriatçılar stant açtıklarında onlara müdahale edecek yüreğe sahip olmamalarına rağmen, biz gerçek devrimcilere böyle pislik etmelerinin cezasını verdik. Bu uğurda Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın bize öğrettiği gibi: “VATA AŞKII SÖYLEMEKTE KORKAK HALE GELMEKTESE ÖLMEK YEĞDİR” sözünü şiar edinerek mücadele ettiğimizi ve edeceğimizi duyurduk. Programımızın son bölümü olan slayt gösterimini de geniş halk yığınlarının katılımıyla gerçekleştirerek o günkü eylemimizi planladığımız şekilde noktaladık. Sevrci soytarıların pisliği nedeniyle programımızda zerre kadar bir aksaklık meydana gelmesine izin vermedik. Edindiğimiz bilgilere göre, Partimize yönelik bu provokatif saldırının her zamanki gibi kışkırtıcısı ve tezgâhlayıcısı, bir polis örgütü haline gelmiş olan “Atılım” (yeni adıyla ESP) güruhu. Gene edindiğimiz bilgilere göre, bu alçak- bu tür işlerde hiçbir zaman saldıran taraf olmadık. Bundan sonra da olmayacağız. Bu Devrimci sözüdür, halkımızın deyişiyle delikanlı sözüdür. Fakat bize yöneltilen böylesine pis, rezil, çakal işi saldırılara kalkışanlar da her seferinde bizden hak ettikleri yanıtı alacaklardır. Bundan kuşku duyulmasın… Biz, AB-D Emperyalistlerine ve onların işbirlikçisi olan yerli Parababalarına karşı halkımızın kurtuluş mücadelesini veriyoruz. Onların halkımız için hayatı cehenneme çeviren bu aşağılık vurgun, soygun ve sömürü düzenlerini yıkacağız. Bizim mücadelemiz onlarladır. Biz, 1920’lerde, 1968’de ne söylemişsek, hangi tezleri savunmuşsak, bugün de aynısını söylüyor ve savunuyoruz. Mustafa Suphi ve Yoldaşları da, Hikmet Kıvılcımlı da, Denizler ve Mahirler de aynı tezleri savunuyor. Mustafa Suphilerin Yazılarını ve Bildirilerini, Denizlerin ve Mahirlerin Yazılarını ve Savunmalarını önyargısızca, sadece anlamak için okuyan herkes bizim bu iddiamızın matematiksel bir kesinlikte doğruluğunu görür. Biz, geçmiş mücadelenin tek meşru mirasçısıyız. Bizden önce geçenlerin savundukları yüce davayı zafere ulaştıracağız. Türkiye’de devrim, bizim izlediğimiz yoldan giderek zafer kazanacaktır. 04.10.2010 Yeni Sevre Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız! Kahrolsun AB-D Emperyalizmi! Halkız Haklıyız Kazanacağız! Halkın Kurtuluş Partisi Sancaktepe İlçe Örgütü 13 Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 Birinci Kurtuluş Savaşı’mız ve Büyük Ekim Devrimi: Ortak Düşmana Karşı... Bildiğimiz gibi, Bolşevik Partisi ve Önderi Lenin’in başında bulunduğu Ekim Devrimcileri, Rus Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Federasyonu (RSSFC) yani Sovyetler Birliği, Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın en büyük destekçisiydi. Ekim Devrimcilerinin ve Birinci Kuvayimilliyecilerin bu süreçteki karşılıklı ilişkilerinin somut belgelerini, Stefanos Yerasimos’un “Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Sovyet İlişkileri (1917–1923)” adlı kitabından aynen aktarıyoruz. (Belgeler birkaç sayı devam edecektir.) BELGE 34 Çiçerin’in Türkiyeli İşçi ve Köylülere Çağrısı(1) 13 Eylül 1919 Türkiyeli İşçi ve Köylü Yoldaşlar, Ülkeniz her zaman bir savaş meydanı olmuştur. Sizden hep “hasta adam” diye söz eden büyük Avrupa Devletleri, sizi iyi etmeyi hiçbir zaman düşünmemişler, aksine bile bile sağlıksız durumunuzun iyileşmesini istememişlerdir ve hepsi de Boğazları ele geçirmek için sizi Avrupa kıtasından atmaya ya da en azından kanınızı emmeye, kişiliğinizi yok etmeye, sizi köleleştirmeye uğraşmışlardır. Aranızda anayurdunuzun Avrupa kıtasındaki yerini kendi gücüyle koruyabildiğine inananlar varsa yanılıyorlar. Hayır. Avrupa kıtasındaki ancak görünüşte özgür olan varlığınızı coğrafi konumunuz yüzünden ve size saldıran eşkıyaların çekişmesinden dolayı koruyabildiniz. Çiçerin Size egemen olmak için uğraşan büyük devletlerin her biri, bu yolda, bu işle en az kendisi kadar ilgilenen, diğer bir büyük devletin önüne çıkardığı engellerle karşılaşıyor ve böylece anavatanınızın ölüm fermanı daha uygun bir zamana erteleniyordu. Bu zaman şimdi gelip çatmış bulunuyor. Dünya Savaşı başladı ve egemen sınıflarınız, anavatanınızın kaderini, sizi ilk fırsatta köleleştirmeye hevesli olan, Almanya’nın kaderine bağladılar. Aslında, egemen sınıflarınızın Almanya ile savaşa girmelerinin açık bir nedeni vardı: savaştan çok zaman önce, Fransa, İngiltere ve Rusya arasında İstanbul’un, savaşa katılmasının karşılığı olarak, Rusya’ya hediye edilmesi pazarlığı yapılmıştı. İstanbul’un kaderi daha önce kararlaştırılmıştı. Hatta bu pazarlıktan önce bile İstanbul sorunu, tarihi bir miras olarak, Rus Çarlarının fetih planlarına giriyordu. Bundan daha kötüsü II. Nikola’nın tahttan indirilmesinden sonra sahte sosyalist Kerenski’nin hükümeti “İstanbul Rusya’nındır” sloganı altında savaşı sürdürmek istemiştir. Sovyet Rusya’nın işçi ve köylü hükümeti, bir yandan Çarlık Rusyası diğer yandan İngiltere ve Fransa arasındaki tüm gizli anlaşmaları tüm dünyanın gözü önünde yayınlayarak, bunları yırtıp attı ve “bundan böyle Rusya işçi ve köylü hükümetinin tüm ezilen halkların dünyanın kapitalist sömürücülerine karşı özgürlük mücadelelerinde yardım edeceğini, genel olarak hiçbir gizli anlaşmayı tanımadığını ve özellikle İran ve Türkiye hakkındaki gizli anlaşmaları tanımadığını” bildirdi. Sonunda kardeşin kardeşi vurduğu dört yıllık savaş sona erdi ve yöneticilerinizin, çilekeş yurdunuzun kaderini, kaderine bağladıkları Almanya, kendisini İtilâf eşkıyasının acımasız çelik pençeleri arasında buldu. Yöneticilerinizin son umudu, Almanya, parçalanmış kanlar içinde yatıyor ve büyük acılar içinde kıvranıyor. İtilâfın soyguncu emellerinin Avrupa’daki tek rakibi, Almanya, İtilâfın yolunda süpürülmüştür. Küçüklü büyüklü İslam ülkelerine, köleleştirmek amacıyla el koyma yolu, İngiltere’ye açılmıştır. Şimdi İran’da, Afganistan’da, Kafkasya’da ve ülkenizde işleri keyfince yürütüyor. Hükümetinizin Boğazları İngilizlere verdiği gün, özgür bir Tür- kiye’nin, Avrupa kıtasındaki tarihi Türk kenti İstanbul’un ve özgür bir Osmanlı halkının sonu gelecektir. Türkiyeli İşçi ve Köylü Yoldaşlar, Anavatanınızın bu en tehlikeli anında kendi kendinize sordunuz mu; anavatanınız ve sizler neden bu ağlanacak hale geldiniz? Asya’nın ve Avrupa’nın en korkusuz savaşçı halklarından birisiniz. Hayatınız boyunca özgürlük için kanlarınızı döktünüz; çaresiz kalınca en sonunda en güçlü müstebiti, Sultan Hamid’i, tahttan indirerek bir meşrutiyet hükümeti kurdunuz, ancak bütün bunlar bir işe yaramadı ve bugün İngiliz boyunduruğu altında inlemektesiniz. Bütün bunlar neden böyle oldu? Çünkü her zaman olduğu gibi bugün de anavatanınızın kaderini bir avuç gözü doymaz, para düşkünü adama teslim ettiniz ve bunlar ülkenizi, ülkenizle birlikte sizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı, hak ve namusunuzu, en fazla parayı veren büyük Avrupa devletine satıyorlar ve satmaktadırlar. Sadrazam İngiltere’den altın alırsa, ülkenin politikasını İngiltere nasıl isterse ona göre ayarlıyor. Neden yöneticileriniz son zamanlarda Türkiye’nin kaderini bugün harap olmuş bir Almanya’nın kaderine bağlamışlardır? Çünkü gene başınızda, ülkeyi İslamlığın sahtekâr savunucusu, kendi ülkesini yıkıma götüren, şerefsiz Wilhelm’in götürmek istediği yere götüren bir avuç adam vardı. Böylece ülkeniz de kendiniz de her zaman bir avuç sömürücü paşalar grubunun elinde oyuncak oldunuz. Ve zavallı meclisiniz de aynı sömürücü paşaların pide altın, mevki, unvan, kölesi oldu. Kurtuluşunuz nerede? Ülkenizin ve haklarınızın iç ve dış saldırganlardan kurtuluşu sizin elinizdedir. Ne savaş sırasındaki partiniz, ne de başka bir sözde demokrasi partisi, sizi kurtarabilir, Scheidemann’ın Sosyal-Demokrat Partisi’nin Almanya’yı Fransız ve İngiliz eşkıya-kapitalistlerinden kurtaramadığı gibi. İttihat ve İttilâf partileriniz(2) yalnız sizi kurtaramamakla kalmayacak, özgürlüğünüzün mezarını daha da derinleştirecektir. Ülkeniz aç gözlü paşalar ve ilkesiz partiler tarafından yönetildiği sürece kurtuluşunuz olanaksızdır. Siz emekçiler, anavatanınızın bedeni ve canı olduğunuzu artık kesin olarak anlamalısınız. Ülkeyi besleyen, zenginliğe kavuşturan ve tehlike anında kanlarınızı akıtarak düşmanlara karşı savunan siz, işçiler ve köylülersiniz. Bundan çıkan sonuç ülkenin kaderinin ellerinizde olması gerektiğidir; topraklarınızın öz sahipleri siz olmalısınız ve siz, yalnız siz ülkenizin çıkarı için kendi yasalarınızı kendiniz koyabilirsiniz; emekçi sınıfların sefaletini düşünmek bile istemeyen, asalak sömürücüler, toprak sahibi paşalar, işadamları ve fabrikatörler, ilkesiz ve kararsız partiler değil. Türkiyeli işçi ve köylü yoldaşlar. Rusyalı işçi ve köylü kardeşleriniz, Rusya’yı yabancı haydutlara, Avrupa eşkıyasına satan bu yerli soyguncu-kan emicilerinin iğrençliğini anladıkları için hükümet yönetimini kendi ellerine almaya karar verdiler. Ve şimdi, yaklaşık iki yıldır, kendi hükümetleri, emekçiler hükümeti için mücadele ediyorlar. Sovyet Rusya’da emeğin sermaye üzerindeki kesin zaferi yakındır ve emek düşmanlarının saldırılarının sonu gelmiştir. Ama bu yeterli değildir. Dünya halklarını köleleştirmek isteyenlere karşı, tüm dünya emekçilerinin birliği gereklidir. Böylece Sovyet Rusya İşçi ve Köylü Hükümeti, bütün bunları yaşayan Türkiyeli işçi ve köylülerin, böylesine zor ve tehlikeli bir günde, güçleri birleştirip Avrupalı soyguncuları dışarı atmak ve ülkenin içinde mutluluklarını mutsuzluğunuzun üstünde kurmak alışkanlığında bulunanları yıkmak ve zararsız kılmak için kardeşçe bir el uzatacağınızı umuyor. (1) DEGRAS, Jane, “Soviet Documenst on Foreign Policy” (Sovyet Dış Politika Belgeleri), Cilt 1, 1917-1924, Londra 1951, s. 164-167 (2) Söz konusu olan İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilâf Partileridir. BELGE 42 RSFSC Dışişleri Halk Komiseri’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa’ya Mektubu(1) 3 Haziran 1920 No. 111551 Sovyet Hükümeti, her iki milleti tehdit eden ecnebi emperyalizme karşı ortak mücadeleye katılma isteğinizi açıklayan ve kendisi ile düzenli ilişki kurmak isteyen yazınızı aldığını doğrulamakla şeref duyar. Başında Ankara Büyük Millet Meclisi bulunan yeni Türk Hükümeti’nin dış politikasının temel ilkelerini Rus Sovyet Hükümeti, büyük bir memnunluk duyarak öğrenmiş bulunmaktadır. Bu ilkeler şunlardır: 1) Türkiye’nin bağımsızlığının ilanı, 2) İtiraz edilmeyecek kadar Türk toprağı olan toprakların, Türk devletine bağlanması, 3) Arabistan ve Suriye’nin birer bağımsız devlet olarak ilanı, 4) Büyük Millet Meclisi’nce alınan karara göre, Türkiye Ermenistanı’nın, Kürdistan’ın, Lazistan’ın, Batum bölgesinin, Doğu Trakya’nın ve bütün Türk-Arap halklarının karma olarak yaşadıkları devlet topraklarına, kendi kaderlerini kendi eliyle tayin etme hakkının tanınması. Sovyet Hükümeti olarak, mültecilerin ve istekleri dışındaki sebeplerden dolayı göç etmek zorunda kalan tüm göçmenlerin de bu bölgelerde serbestçe yapılacak bir referanduma katılabilmeleri için, bunların yerlerine geri getirilmesini doğal sayıyoruz. 5) Büyük Millet Meclisi yönetimindeki yeni Türk devletine ait topraklarda yaşamakta olan millî azınlıklara, Avrupa’nın en serbest hükümetlerinde milli azınlıklara tanınan tüm hakların tanınması. 6) Boğazlar sorununun çözümlenmesinin Karadeniz’de kıyısı olan devletlerce toplanacak konferansa sunularak görüşülmesi. 7) Ecnebi devletlerin mali kontrolüne ve kapitülasyon rejimine son verilmesi. 8) Her türlü ecnebi nüfuz alanlarının ortadan kaldırılması. Rus Sovyet Hükümeti, ezilen halkların kurtuluşu gibi şanlı bir davaya dayanan askerî harekâtlarınızı emperyalist hükümetlere karşı sürdürürken, Büyük Millet Meclisi’nin çalışmalarını ve bu ideallere göre davranma kararınızı dikkate alıyor. Rus Sovyet Hükümeti, kendi kaderlerini tayin etme olanağına sahip halkların hakları ve adil bir biçimde, bir taraftan Türkiye, diğer taraftan Ermenistan ve İran arasında, kesin sınırların çizilmesine, diplomatik görüşmelerin, Büyük Millet Meclisi’ne yardım edeceğini umar. Rus Sovyet Hükümeti, ilgili tarafların çağrısı üzerine her an, bu işte arabulucu görevini üstlenmeye hazırdır. Rus Sovyet Hükümeti, Türkiye ile Rusya arasında iyi komşuluk ilişkilerinin ve sürekli bir dostluğun kurulması amacı ile doğrudan doğruya diplomatik ve konsolosluk ilişkilerinin kurulmasını önerir. Her halka kendi kaderini tayin etme hakkının tanınması ilkesine sonuna kadar bağlı olan Rus Sovyet Hükümeti, Türk milletinin bağımsızlığı ve egemenliği uğruna sürdürdüğü kahramanca mücadelesini, tüm dikkatiyle izliyor ve Türkiye için çok zor olan bu günlerde, Türk ve Rus Halkını birleştirecek bir dostluğun sağlam temelini kurabilmekten büyük bir mutluluk duyuyor. Sayın Büyük Millet Meclisi Başkanı! Yukarıdaki konuları bilgilerinize sunarken, İşçi-Köylü Federatif Cumhuriyeti halkı adına, bağımsızlık için mücadele eden Türk uluslarına başarı dileğinde bulunmakla şeref duyarım. Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin (1) “Dokumenti Vneşney...”, Cilt 2. Belge 372. Türkçesi: KARABEKİR. K., İstiklâl Harbimiz, s. 735. BELGE 52 Ahmet Muhtar Bey’den G. V. Çiçerin’e(1) 22 Ekim 1920(2) Sayın Komiser Bu ayın 6’sındaki telgrafımıza ek olarak, Erivan Hükümeti tarafından gerçeklerin sürekli olarak çarpıtılmasına ve bize karşı yaydığı iftiralara cevap vermek amacıyla Ermenilere karşı harekâtımızın nedenlerini yeniden açıklamak gereğini duyuyoruz. Taşnaklar, Batılı bağlaşıklarının zaferinden bu yana ve en küçük bir nedenin var olmamasına rağmen egemenlikleri altında bulunan İslam halka karşı düzenli bir yok etme politikasına girişmişlerdir. Geçen 24 Haziran’dan bu yana, Zengi Basar (Zengizor?), Şuha (Şuşa?), Koleb küçük şûra hükümetlerine(3) karşı sürekli saldırılara girişerek onları yok ettiler, Rus Sovyet Hükümeti Taşnakların bu arada giriştikleri korkunç vahşetin bilincindedir. Nahcivan’da bulunan Kızılordu müfrezesi Ermeni sürülerinin önünden kaçan çok sayıda göçmenin perişanlığına tanık olmuştur. Düşmanlarımız aynı marifetleri Doğu illerimizin halkına karşı da uygulamak ve bu amaca ulaşmak için ileri hatlarımıza saldırmaya başlayınca, onlara boşuna barış çağrısında bulunduk. Bize, Sevr Anlaşmasını imzaladıklarına göre, onun uygulanması için ellerinden geleni yapacaklarını söylediler ve hemen sonra, Ermenilerin, Yunan saldırılarından faydalanarak ve onlara bağlı olarak, tüm dünyayı bir oldubitti ile karşı karşıya bırakmak ve başarı durumunda, Fırat ve Dicle vadilerinin ötesinden, Mezopotamya’daki İngiliz birliklerinin güç durumunu(4) bir an önce düzeltebilmek için onlara el uzatmak amacıyla dört Doğu ilimize el koymak istedikleri bizce açıkça anlaşıldı. Kuzey Mezopotamya’ya kadar uzanan bir İngiliz mandasına karşı İngiliz parlamentosunda meydana gelen tek ciddi muhalefetin Asquith’çi liberaller(5) tarafından sürdürüldüğünü ve bunların başlıca kanıtlarının bu bölgeyi Karadeniz’e kadar uzanmadan elde tutmanın olanaksızlığından kaynaklandığını düşünürsek, İngiliz Emperyalizminin kuklası olan Taşnakların, Batı Anadolu’da bir yeni İngiliz-Yunan saldırısı ya da kıyılarımızdaki bir çıkartma gibi uygun bir fırsatı kollayıp, karanlık emellerini eyleme geçirmelerine göz yummakla, Doğu’nun tüm ezilen halklarının davasını ne büyük bir tehlike ile karşı karşıya bıraktığımız anlaşılıyor. Öte yandan, General Denikin’in zaferinin sonuç olarak Ermeni bağımsızlığını tehlikeye düşüreceği apaçık iken, Taşnakların bu maceracıya gösterdikleri sınırsız destek, Ermenistan’ın bugünkü efendilerinin, İngiliz politikasının ne denli uşağı olduklarını gösterir. Batı Emperyalistlerinin bizi tümüyle güçsüz sandıkları bir anda Kafkas cephesindeki ileri harekâtımız ve Batı cephesindeki kararlı direnişimiz, 1919’da, kurduğu birinci hükümetin ilk günlerinde, ülkemizde İngiliz denetimini kabul eden ve halifeliğin manevi etkisini Londra kabinesinin emrine veren Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin İstanbul’da devrilmesine yol açmıştır. Türkiye’nin, ordularının ve tüm halkının kahramanlığıyla, İngiliz Emperyalizmini, geçen 16 Mart darbesiyle(6) hiç çekinmeden devirdiği adamların yeniden İstanbul Hükümeti’ne alınmalarına katlanacak derecede küçük düşürdüğü bir anda ve Ermenilerin birliklerimize karşı hazırladıkları son umutsuz saldırıyı püskürtmeden önce, Rusya’daki dostlarımıza, ezilen kardeşlerimizin kurtarılışını amaçlayan kutsal davaya ödün vermez bağlılığımızın güvencesini tekrarlar, ortak direnişimizi bozmak amacıyla İstanbul’da girişilmiş olan son manevralarla İngiliz diplomasisinin tezgâhladığı bu karanlık oyunların sonuçsuz kalacağına inanmalarını dileriz. Taşnaklara karşı mücadelemizde Rus Sovyet Cumhuriyeti’nin kayıtsız manevi desteğine erişeceğimizi umar, İngilizlerin kiralık yayın organlarının tüm dünyaya yaydıkları ve saldırgan Ermenileri suçsuz kurbanlar gibi göstererek, varlığımızı ve barışsever Türk ve Ermeni halklarının güvenliğini Taşnak çetelerinin kıyımlarına karşı savunan, bizi Kafkaslarda yeniden alevlenen savaşın sorumlusu olarak göstermek isteyen, kasıtlı haberlerine karşı Rus basınında savunulacağımızı bekleriz. Bu umutla, sayın komiser, saygılarımı kabul etmenizi dilerim. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Dışişleri Halk Komiseri Ahmet Muhtar (1) “Echos de 1” İslam” Gazetesi. Sayı 21, 1 Şubat 1921. (2) Yukarıda adı geçen gazetede yayınlanan bu belge tarihsizdir, ancak içeriği (21 Ekim’de kurulan Tevfik Paşa Hükümeti’nden söz etmesi ve 22 Ekimde Bekir Sami Beye gönderilen talimatla aynı konulara değinmesi gibi) bu tarihte yazılmış olması gerekliğini gösterir. (3) Mondros Bırakışmasından sonra gerek Elviye-i Selâse’de gerekse Türk ve Ermeni halklarının karışık yaşadığı Nahcivan gibi bölgelerde Anadolu hareketi tarafından desteklenen meclis (şûra)lere dayanan küçük hü- kümetler kurulmuştu. (4) 1920 Ağustos’unda Irak’ın Arap kabileleri arasında patlak veren bir ayaklanma İngiliz birliklerini güç duruma sokmuş Ankara Hükümetiyle uzlaşma eğilimlerinin bir nedenini oluşturmuştur. (5) Herbert Asquith, kendisi gibi liberal olan Lloyd George’dan önce İngiltere Başbakanı idi. (6) 16 Mart 1920’de İngilizler İstanbul’u işgal ederek Anadolu’ya yakın Salih Paşa Hükümeti’ni devirirler. BELGE 53 Mustafa Kemal Paşa’dan G. V. Çiçerin’e(1) 22 Ekim 1920(2) Sayın Komiser, Türkiye’deki heyetinizin kâtibi tarafından bana iletilmiş olan 2 Haziran 1920 tarihli mektubunuzu(3) aldığımı doğrular, Batılı Emperyalistlerin ittifakına karşı giriştiğimiz savaş konusundaki içten görüşlerinize candan teşekkür etmekle şeref duyarım. Kendi zincirlerini kırmakla yetinmeyip, dünyanın kurtuluşu için iki yıldan fazla süren, benzeri olmayan bir savaşı sürdüren ve sömürünün sonsuza dek yeryüzünden silinmesi uğruna, büyük bir istek ve heyecanla, seve seve, duyulmamış acılara katlanan Rus milletine karşı Türk milletinin duyduğu hayranlığı size anlatabilmek, bana çok büyük bir kıvanç vermektedir. Rus milletinin insanlığın kurtuluşu için katlandığı fedakârlığın büyüklüğünü, milletimiz layıkıyla değerlendirmektedir. Çünkü milletimiz de, Avrupalı emperyalistlerin göz diktikleri Müslüman memleketlerin yardımına koşarak, yüzyıllar boyunca Avrupalı emperyalistlere karşı savaşmıştır. Bir yandan Batılı emekçiler, diğer yandan ise Asya ve Afrika’nın sömürülen milletleri, uluslararası kapitalin, emekçilerin birbirlerini yok etmeleri ve efendilerine en fazla çıkarı sağlamaları, sömürülmeleri için kullanıldığını anlayacakları ve dünya yığınlarının yüreklerinde ve akıllarında, sömürge politikasının bir cinayet olduğu gerçeğinin yerleşeceği gün, burjuvazi iktidarı yıkılacaktır. Buna kesin olarak inanıyorum ve bu inancıma tüm vatandaşlarımız katılmaktadır. Bir yandan RSFSC’nin Avrupa emekçi çevrelerindeki üstün manevi yetkisinin ve öte yandan da Müslüman dünyasının Türk milletine karşı duyduğu sevginin, bugüne kadar sabır ve bilgisizliklerinden ileri gelen bir kadercilikle Batı emperyalizmini destekleyenlerin sıkı işbirliğimiz çerçevesinde emperyalizme karşı birleşeceklerine kuvvetle inanıyoruz. Enderin saygılarımın kabul edilmesini dilerim, sayın Komiser. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal (1) “Dokumenti Vneşney...”, Cilt III. Belge 2’ye ek. Türkçesi için bk. ATAÖV, Türkkaya, Atatürk ve Lenin Arasındaki Yazışmalar”, “Vatan”, 24 Mayıs 1976. (2) Bu belgenin tarihi “SSCB Dış Politika Belgeleri” isimli Rusça yayında 29 Kasım olarak gösterilmiştir. Ancak Rus arşivlerinde bulunan Fransızca aslında 22 Ekim 1920 tarihiyle Ali Rıza imzası ve bir Türkçe mühür vardır. Ali Rıza Bey’in o tarihte Trabzon’daki 3’üncü Fırkanın kumandan vekilliğine atanmış olduğuna göre ve Moskova’ya gönderilen yazıların o tarihlerde Ankara’dan Trabzon’a tellenerek orada yazıya geçirildikten sonra Fırkanın mührü ile mühürlendiğine göre bu mektubun en geç 22 Ekim’de yazılmış olduğu anlaşılır. Bu tarihten sonra Tuapse’ye gönderilen bu mektup her nedense orada bir aydan fazla beklemiş ve oraya uğrayan Lazistan milletvekili Osman Bey tarafından 29 Kasım’da Moskova’ya tellenmiştir. Osman Bey telgrafında aslını ekspres posta ile gönderdiğini de eklemiştir. Bk. KHEİFETS, A. N., “Sovyetskaya Rossiya...”, s. 136 (3) Bk. Belge 45. Burada sözü edilen elçilik kâtibi Y. Y. Upmal-Angarski Ankara’ya 4 Ekim’de varlığına göre, bu mektubun Mustafa Kemal’in eline cevabın yazılmasından epey bir zaman önce geçmiş olması gerekir. 14 İ Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 Anadilde Eğitim Sorunu Sınıflarüstü tartışılamaz ve savunulamaz İnsanın Evrim Süreci ve Dil nsan dili ile üretimin iç içe olduğunu insanın evrim süreci ve insanlık tarihi ikircikliğe yer bırakmasızın ortaya koymaktadır. Engels Usta, “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Payı” adlı eserinde, üretim ve dil ilişkisini, insanın evrim süreci bakımından çok çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Şöyle başlar Usta: “insanın kendisini emek yarattı” ve devam eder: “Kıllı atalarımız arasında dik yürüyüş önce kural ve ardından, sonunda bir zorunluk olduysa, o arada, çeşitli başka görevlerin ellere geçmek gerekmesi usa uygundur... “Maymundan insana geçişin birçok bin yılı boyunca atalarımızın ellerini uyarlamayı giderek öğrendikleri ilk işlemler ancak çok basit olabilirlerdi. İlk çakmak taşına insan, elleriyle bir bıçak biçimi verilebilmeden önce belki de geçmiş bir zaman dönemine oranla bildiğimiz tarihsel dönem bize önemsiz görünür. Ama kesin adım atılmış, el özgür kalmış ve ondan sonra gittikçe daha büyük beceri kazanmıştır; böylece edinilen esneklik soyaçekilip kuşaktan kuşağa artırılmıştır. “itekim el yalnız emek organı değildir, aynı zamanda emek ürünüdür. Emek, durmadan yeni işlemlere uyarlanma, kasların, bağların ve uzun zaman dönemleri boyunca özel gelişim geçirmiş kemiklerin soyaçekimi ve soyaçekilen bu inceliğin yeni ve gittikçe daha karmaşık F. Engels işlemlerde durmadan yenilenen kullanımı, insan eline bir Raphael’in resimlerinin, bir Thorwaldsen’in yontularının, bir Paganini’nin müziğinin ortaya konması için gereken yüksek yetkinliği verdi.” (Friedrich Engels, Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Payı, Çev. Öner Ünaltan, Başak Yayınları, 1989 s. 5-6) Engels Usta, dik durmanın, ellerin serbest kalmasının ve dolayısıyla elin üretim için daha yetkin olarak kullanılabilmesinin, insanın evrim sürecinde diğer başka gelişimlerini de yani insanı insan yapan özelliklerin kazanılmasını da nasıl etkilediğini şöyle dile getirir: “İnsan elinin giderek artan yetkinleşmesi ve ayakların dik yürümeye yeterli uyarlanması, hiç kuşkusuz, böyle karşılıklı ilişkiden ötürü, organizmanın başka parçalarına karşı-etki yaptı. “Elin, organizmanın artakalanına doğrudan, gösterilebilir etkisi çok daha önemlidir. Doğaya egemenlik elin gelişmesiyle, emekle başladı ve yeni her ilerlemeyle insanın ufkunu genişletti. İnsan, sürekli olarak, doğal nesnelerde yeni, o güne değin bilinmedik özellikler ortaya çıkarıyordu. Öte yandan, emek gelişimi dayanışma ve ortak etkinlik örneklerini artırmakla, bu ortak etkinliğin her bireye yararını açıkça göstermekle, toplum üyelerinin birbirlerine daha çok yakınlaşmalarına zorunlu olarak yardım etti. Kısacası, oluşmaktaki insanlar, birbirlerine söyleyecek bir şeyleri olduğu noktaya ulaştılar. Zorunluk organı (konuşma aygıtını - Kurtuluş Yolu) yarattı.” (agy, s. 7) Emeğin yani üretimin insanoğlunun konuşma ve toplumsallaşma sürecinde ne denli kaçınılmaz bir rol oynadığını yine Engels Usta’dan okumaya devam edelim: “Önce emek, onun ardından ve dolayısıyla onunla birlikte konuşma, bunlar, etkileri altında, maymun beyninin, bü- tün benzerliğine karşın çok daha büyük ve çok daha yetkin olan insan beynine giderek dönüştüğü en köklü iki uyarıdır. Beynin en doğrudan araçlarının -duyuların- gelişimi onun gelişimiyle el ele ilerledi. Konuşma yetisinin giderek gelişmesi, kaçınılmaz olarak, işitme organında buna uygun bir incelmeyle birlikte oldu... “Beynin ve ona hizmet eden duyuların gelişmesinin, artan bilinç duruluğunun, soyutlama ve yargılama gücünün emek ve konuşma yetisi üzerindeki karşı etkisi, giderek emeğe, gerek konuşma yetisine daha çok gelişmeleri için durmadan yenilenen iki itki (impulse) verdi... Bu artan gelişme, bir yandan kuvvetle ileri itildi ve öte yandan, iyice palazlanmış insanın görünmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni bir öge, yani, toplum ile daha belirli yönlere doğrultuldu.” (agy, s. 8-9) Günümüzde bilimdeki (özellikle de biyoloji, antropoloji, arkeoloji, psikoloji ve dilbilim) yeni bulgular ve gelişmeler, Engels Usta’nın değindiğimiz görüşlerinin özündeki değerinden herhangi bir şey yitirtmezken, doğal olarak o dönemde açıklanamayan insanın evrim süreci ve dil ilişkisindeki pek çok bilinmeze de ışık tutmaya başlamıştır. Örneğin, Evrim ile ilgili farklı kuramlar olmasına karşın güncel olarak ağırlığını koruyan iki kuramdan söz edilebilir: Afrika’dan Çıkış Kuramı ve Çokmerkezli Kuram. Afrika’dan Çıkış Kuramı, bugünkü insanın ilkin Afrika’da ortaya çıktıktan sonra Eskidünya’nın her tarafına yayıldığını savunan, temelde fosil buluntulara dayalı Evrim Kuramıdır. Çokmerkezli Evrim Kuramı ise bugünkü insanın Eskidünya’nın her yanında aşağı yukarı eş zamanlı olarak evrimleştiğini fosil bulgulara dayalı olarak savunan kuramdır (Lewin, 2004). Kuramların savları farklı olmasına karşın, her iki kuram da günümüz insanının ortak atadan evrimleştiklerini ortaya koymaktadır. Afrika insansı maymunlarıyla insan, insansı (hominid) grubunun hem başlangıcı hem de sonu olarak görülebilir. İlkin, insan bugünkü Afrika insansı maymunlarının atası olmadığı gibi, onlar da bizim atamız değildir. İnsan da, Afrika insansı maymunları da (her birinin soyunun kendisinden evrimleşerek ayrışmış olması gereken) ortak bir atadan gelmişlerdir. Ancak, çok eksik fosil belgelere dayalı olarak çıkarabildiğimiz sonuca göre, Afrika insansı maymunlarının, el parmaklarının dışına dayanarak (setikleyerek) yürümelerinin belki de özel bir amaca yönelik bir uyarlama olmasına karşın, bunlar insansı maymunlar dünyasına bir örnek olarak ele alınabilirler. İkincisi, insansı grubun günümüzdeki temsilcisi -Homo Sapiens- evrimsel değişikliklerin yöneldiği son ürün olarak düşünülmemelidir. Tüm insansı morfolojik özelliklerin tutarlı biçimde, modern insanda görülenler doğrultusunda değişmiş olması elbette söz konusu değildir. Bu iki uyarıyı gözden ırak tutmadan, “insansı maymunluk” olgusuyla “insanlık” olgusunu, duruş, genel vücut oranları, diş yapısı ve beyin hacmi bakımlarından karşılaştırmada yararlanabileceğimiz bir anahtar işlevini görecek kimi değişikliklere ilişkin çok kaba ölçütler biçiminde kullanarak, insansıların uyum sağlama olgusunu incelemek mümkündür (Roger Lewin, Modern İnsanın Kökeni, Çev. Nazım Özüaydın, TÜBİTAK Yayınları, 2004, s. 18-19) Moleküler antropoloji alanında 1960’lı yıllarda etkili olan gelişmelerle birlikte, modern insanın kökeni konusunda yeni bulgular ortaya kondu. Yine Lewin’den aktarmaya devam edelim: “Deneylerinde genetik yakınlığı ölçmek amacıyla Goodman, insansı maymunlarla insanlardan alınan kan örneklerindeki protein albüminlerine antikor yanıtının gücüne dayalı yetkin bir sınama yöntemi kullanmıştır. Buna göre, bu iki türe ait albümin yapısı aynı ise, yanıtın gücünün de aynı olması gerekirdi. Bu proteinin yapısı diğerinden ne denli farklı olursa bu yanıtın gücündeki farklılık da o denli büyük olurdu. Bu testlerin altında yatan varsayıma göre, protein yapısındaki benzerlikler genetik yatkınlığı, farklılıklarsa genetik uzaklığı belirlemektedir... “Goodman’ın kalıtım materyalinin özüne çok yaklaşan serum proteinleri karşılaştırarak elde ettiği sonuçlarla bir- likte moleküler antropoloji bilimi gerçek anlamıyla doğmuş, dolayısıyla, Darwin kuramı da yeniden işlerlik kazanmış oluyordu. Böylelikle insanın en yakın atası konusunda antropologlar arasında çoktandır süregelen tartışmalar da böylece açıklığa kavuşmuştu: İnsanın atası şempanze değil, insanın yanı sıra şempanzelerle gorillerin de ortak atası olan değişik bir tür kuyruksuz insansı maymundu... “Bu durumda gerek vücut yapısı, gerekse zaman bağlamında Homo Sapiens’lere “başlangıç”ın genel çerçevesi çizilmiş oluyor. Yaklaşık 7.5 milyon yıl önce orman örtüsünün seyrelmesine bağlı olarak değişen çevresel koşulların baskısı altında ortaya çıkan insansı maymun benzeri bir yaratık iki ayak üstünde yürüme yetisi diyebileceğimiz yeni bir devinim geliştirdi” (Roger Lewin, agy, s. 2026) İnsansıların geliştirdiği en önemli evrimsel yeniliğin, bu grubun özelliğini oluşturan iki ayak üzerinde devinebilmedir. Bu da yukarıda değinildiği gibi, besin sağlama biçimimin çevresel koşulların (Coğrafya Üretici Gücünün) etkisiyle değişmesi sonucu oluştur. “10 milyon yıl önce Doğu Afrika’da ormanların seyrekleşmesinin insansı maymunların alışkın oldukları yaşam çevresini bozması sonucu, besin sağlamaya elverişli alanlar birbirinden uzaklaştığından, doğal seçilim ya da ayıklanmanın gereği, bu alanlar arasında gidip gelmeye elverişli bir devinim biçimi gelişecekti” demektedir Lewin. (agy, s. 28) Demek oluyor ki, dik durma bile insanın evrim serüveninde çevresel koşulların değişmesiyle birlikte, onun yarın hayatta kalmasını olanaklı kılacak enerjiyi sağlamak için gerekli olan üretim (besin bulma) koşullarına uyum sürecinden başka bir şey değildir. Dik durma, atalarımızın anatomisinde önemli değişikliklere yol açarken, Engels Usta’nın da belirttiği gibi, ellerin de serbest kalmasını sağlayarak onları üretmeye daha elverişli bir yapıya kavuşturmuştur. “Homo soyçizgisinde zihinsel yetilerin gizil gelişimini sağlayan davranış biçimlerinin biri de, üreme ve beslenmeyle ilgili etkinlikleri kapsayan toplumsal gelişmişlik olgusudur. Homo’nun ortaya çıkmasıyla oluşan yeni unsur, diş yapısı, taş araçlar yapımı ve arkeolojik kazı alanlarında bulunan hayvan kemiklerinden bir ölçüde anlaşıldığı kadarıyla, beslenme olgusunun eti de kapsayacak biçimde genişlemesiydi... Avlanma ve bitkisel besinler toplama Homo sapiens’lerin başlıca beslenme biçimiydi; bu durum 10 bin yıl önce besin üretme yöntemlerinin benimsenip geliştirilmesine dek sürmüştür.” (agy, s. 42-43) Evrim sürecinin ürünü olarak gerçekleşen dik durma, zaman içinde insan anatomisinde önemli değişikliklere yol açmıştır. Bu anatomik değişimler içerisinde İnsanı insan yapan en önemli özellik olan konuşmayı gerçekleştirebileceği konuşma aygıtı organları da yer almaktadır. Dil-Düşünce ve Dil-Kültür İlişkisi Dil, insanın ayrıcalık belgesi olmuştur. İnsanı insan yapan, onu diğer canlılardan ayıran konuşabilmesi olmuştur. İnsana böyle bir olanak sunan dil, toplumsal yaşam içinde iki temel işlev üstlenmiştir. Bu işlevlerden birincisi, birey ile dünya arasındaki ilişkileri düzenlemektir. Dil sayesinde insanoğlu içinde yaşadığı dünyayı tanımlayabilme ve onunla baş edebilme olanağı bulmuş, dil sayesinde daha üretici ve yaratıcı olmuştur. Varlıkları adlandırmak, onları kavrayabilme, tanımlayabilme, bilinmezlikten kurtarabilme olanağı sunmuştur insanoğluna. Dil, birey ile dünya arasındaki ilişkilerin düzenlenmesine yalnızca adlandırmalar yoluyla yardımcı olmuyor tabiî ki. O, adlandırdığımız varlıkların durumlarını, hareketlerini, zaman ve mekanla ilişkilendirme olanağı da sağlıyor. Kısacası dil, bireyin dışında var olan gerçekliğin algılanmasına, yorumlanmasına, aktarılmasına ve bu gerçeklikle başa çıkılmasına olanak sağlıyor. Dilin ikinci temel işlevi ise insanoğluna, kendi dışındaki bireyler ile ilişkilerini düzenleyebilme olanağı sağlamasıdır. Bilindiği gibi, doğa ile başa çıkabilmek için, yaşamsal gereksinimleri karşılayabilmek için insanların işbirliği zorunludur. Dil bir yandan insan emeğinin bir ürünü olmuş; ama bir kez de ortaya çıktıktan sonra, birlikte üretmek için, yaşamı başkalarıyla paylaşmak için, işbirliği yapmak için kaçınılmaz olmuştur. Bu işbirliği süreci İnsanoğlunun edindiği bilgileri, deneyimlerini, duygu ve düşüncelerini, isteklerini başkalarına aktarabilmesini zorunlu kılmış ve bu aktarımın, paylaşımın en etkili aracı da dil olmuştur. Dil, insanın toplumsallaşma sürecine hizmet ederken, aynı zamanda topluluk üyelerini bir arada tutan temel bağları da oluşturmuştur. Özetlersek, dil sayesinde insanoğlu, içinde bulunduğu evreni, gerçekliği algılayabilme, tanımlayabilme, yorumlayabilme ve değiştirebilme olanağı bulmuştur. Böylelikle, dil düşünmeyi, düşünme de dili geliştirmiştir. Dil ve düşünce arasında nasıl bir ilişki olduğu Antik Yunan’dan başlayarak günümüze değin birçok düşünür tarafından sorgulanmıştır. Bazı düşünür ve dilbilimciler, dil ve düşüncenin birbirinden bağımsız iki ayrı işlevi olduğunu dile getirirken, bazıları da dil ve düşünceyi birlikte oluşmuş ve birbirlerinden ayrılamaz işlevler olarak görmektedirler. Örneğin, Fransız dilbilimci Martinet, örgütlenmiş bir düşüncenin ancak dil ile var olabileceğini dile getirmektedir (Doğan Aksan, agy, s. 54). Vygotsky ise bu ilişkiyi şöyle dile getirmektedir: “Düşünce ile sözcük arasındaki ilişki, yaşayan bir süreçtir, düşünce sözcükler Doğan Aksan onların yaşayış biçimleri hakkında önemli bilgiler sunar. Yine Aksan’dan alıntılayalım: “Adın bir başarıya, bir kahramanlığa dayanması, Türklerde çok eski bir geleneği belirtmektedir: Çocuk bir kahramanlık gösterinceye değin adsız sayılmakta, ilk başarı ya da kahramanlığından sonra kendisine, bununla ilgili bir ad konmaktadır. Oğuz Kağan Destanına göre Uruz Bey’in oğlu, babasının kendisine saklamasını buyurduğu şeyi iyi saklayıp, Oğuz kağan’a teslim ettiği için Kağan ona Saklap adını vermiştir. Yine Kağan’ın Buz dağına kaçan atını kurtarıp getiren beye, üstü başı karlı olduğu için Karluk adının verildiği yazılıdır.” (Doğan Aksan, Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim, TDK Yayınları, 1998, III. Cilt, s. 119) Bilindiği gibi çocuğun adının onun bir kahramanlığına, toplum yararına olacak biçimde yaptığı önemli bir işe dayandırılması İlkel Komünal Toplum geleneğidir. Aynı durum Kızılderili kabileleri için de geçerli olmuştur. Dil ve kültür ilişkisini ortaya koyacak örnekleri çoğaltmak mümkün. Türklerin akrabalık ilişkilerine verdiği önemi Türkçenin sözvarlığında akrabalık ilişkilerine yönelik sözcüklerin çeşitliliğinde bulmak mümkündür: hala, amca, dayı, teyze, yenge, kayınbirader, baldız, enişte, elti, görümce, vb. Bir başka dilde, örneğin İngilizcede bu ilişkileri yansıtan sözcüklerin bu kadar çok olmadığı, ayrı kavramlar olarak bulunmadığı görülecektir. Medeniyet-Sınıflı Toplumlar ve Dilde egemenlik İlişkilerinin aracılığıyla dünyaya gelir. Düşünceden Rolü L. V. Vygotsky yoksun bir sözcük ölüdür, sözcüklerle cisimlenmeyen bir düşünce, bir gölgeden ibaret kalır... Sözcükler yalnızca düşüncenin gelişmesinde değil, bir bütün olarak bilincin tarihsel büyümesinde de merkezi bir rol oynarlar.” (L. V. Vygotsky, Düşünce ve Dil, Çev. S. Koray, Topumsal Dönüşüm Yayınları, 1998 s. 216) Sonuç olarak, dil ve düşünce arasında son derece diyalektik bir ilişki vardır. Dil ile kültür arasındaki ilişkiye gelince, ulusların, halkların dilleri hem onların kültürlerinin bir parçası, hem de kültürlerinin aktarıcısıdır. Dil kültürü hem kurar, hem de geliştirir. Toplumların kültürleri de, yaşayış biçimleri de dillerinde yansımalarını bulur. Bugün yalnızca dil incelemeleriyle bile, bir toplumun yaşayış biçimi hakkında çok önemli bilgiler elde edebiliyoruz. Dil, toplum biçimlerinin gelişimine tanıklık eder ve onları aktarır. Kullanılan sözcükler, deyimler, atasözleri, vb. toplumun yaşayış biçimi, inançları, düşünceleri hakkında çok önemli kanıtlar sunar. Konuyu Aksan’dan örnekleyelim: “Bir dildeki kavramlar, çeşitli atasözleri, deyimler, kalıplaşmış sözler incelenir, ilgili oldukları kavram alanlarına göre öbekleştirilirse, kimi alanlardaki ögelerin kabarık olduğu, öbürlerine oranla fazlalık gösterdiği göze çarpar. “Örneğin, dilimizin ve edebiyatımızın en eski ürünleri olan Köktürk yazıtlarında en çok geçen kavramlar bodun ‘kavim, ulus, halk’, kagan ‘kağan’, sü ‘asker, ordu’, şülemek ‘asker göndermek’, sünüş ‘çarpışma, savaş’, sünüşmek ‘çarpışmak, savaşmak’, yağı ‘düşman’ gibi kavramlardır ki, bunlar Türklerin o çağdaki, savaşlarla dolu, hareketli yaşayışının (Barbar Toplum özelliklerinin – Kurtuluş Yolu) aynasıdır.” (Doğan Aksan, Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim, TDK Yayınları, 1998,I cilt, s. 65-66) Toplumların ad verme gelenekleri de Yine aynı biçimde, egemenlik ilişkileri ile sınıf ilişki ve çelişkileri de dilde yansımalarını bulur. Konuyu açıklığa kavuşturmak için Kıvılcımlı Usta’nın “Türkçenin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz” adlı eserinden bir alıntıyla devam edelim: “Atalarımız Horasan Erleri, Acem kapılarından Arap-İslam Medeniyetine girdikleri için, Anadolu Selçukluları Bilim Dilinde Arapçaya Edebiyat dilinde Farsçaya kapıldılar. Bu dışarıdan (halkın dışından) ve yukarıdan (yabancı medeniyetle temas eden halkın üst tabakalarından) gelme etki ister istemez iğreti kaldı. Türk akınları Anadoluda yerleşir yerleşmez, Türk dili de aşağıdan ve kendiliğinden Anadolu yığınlarına mal edildi. “Selçuklular yıkılırken, Türk kültüründe Kırşehir Üçüzleri öne geçtiler: “1- Hacı Bektaş; köy çalışkanlarının teşkilatı, “2- Ahi Evren; kent çalışkanlarının teşkilatı, “3- Aşık Beşe; aydın ülkücüler adına el ele verdiler. “Bu üç ülkücünün taşıdıkları bayrak BİRLİK idi. Onların baş tuttukları akım, Türkçeyi halk birliğinin RUHU yaptı. Bu ruhla Selçuk yıkıntılarının üstünde yepyeni bir yapı kuran Osmanlılık, ister istemez Türkçeyi resmî dil yaptı. Birliği derleyen Osmanoğulları, yıktıkları İslam ve Hıristiyan derebeyiliklerinin medeniyetine kul olmayacak kertede güçlü idiler. Başka dil bilmeyişlerinden utanmayacak ve başka dil kullanmak zorunda kalmayacak ölçüde, çevrelerinde, Türkçe konuşan halkta dayanak buldular. “Bu Tarihsel ve Sosyal Durumda, Türkçenin tutunmaması olamazdı. İlk Osmanlılık, anadan doğma ilkel 15 Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 halkçı, Türkü de Türkçeyi de üstün getirdi. “Sonra Osmanlı’nın ilkel göçebe demokrasisi de derebeyileştikçe, Türkçe de soysuzlaştı. Üst sınıflar, Türkiye Halkından koptukları ölçüde, Türkçeyi aşağı ve kötü dil yerine koydular. Türkleri, “Etrak’i bî idrak” (anlayışsız Türkler) diye horlamaya dek cüret bulan Arapça; Medrese, Acemce; Divan sözcüleri, kendileri nasıl halka yad düşerek yükseldilerse, tıpkı öyle, Türkçeye yad düşen ve yukarıdan bakan bir uyduruk dil icat ettiler. ” (Hikmet Kıvılcımlı, Türkçenin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz, Derle- Hikmet Kıvılcımlı niş Yayınları, 1979, s. 49-50) Kıvılcımlı Usta, bu sınıf ilişki ve çelişkilerinin ürünü olarak ortaya çıkan Osmanlıcanın iki temel ayrım yaptığına değinir: “1- Arapça-Farsçadan gelme sözcükler Manevî (insancıl, asil, ince, genel, yüksek, soyut) anlamlara ayrıldı, “2- O sözlerin Türkçe karşılıkları Maddî (hayvancıl, bayağı, kaba, pis, alçak, somut) anlamlara doğru itildiler.” (Hikmet Kıvılcımlı, agy, s. 50) Kıvılcımlı Usta, bu tür kullanımlara örnekler de verir. Örneğin, yabancı olan halavet sözcüğünün yüz tatlılığı anlamında, Türkçe tatlı sözcüğünün ise maddi anlamıyla yeme ve içmede kullanıldığını; yabancı olan elem sözcüğünün ruh acısı anlamında, Türkçe acı sözcüğünün ise maddi olan beden acısı anlamında kullanıldığını, Türkçe od varken ateş sözcüğünün Acemden, Türkçe dil varken Arapçadan lisan sözcüğünün dile yerleştirildiğini dile getirir. Ve şöyle devam eder: “Lisan sözcüğü kültür dili, insanlarca konuşulan manevî dil yerine kullanıldı. Dil dendiğinde ise, ağzımızdaki et parçası akla getirildi. “Dil” sözcüğü bir suçlu gibi, yeni yeni rehabilitasyona (itibara) kavuşturulabiliyor. ” (Hikmet Kıvılcımlı, agy, s. 44-45) Aksan da Osmanlıcanın etkisiyle kimi yazar ve aydınlarca (halk düşmanı -Kurtuluş Yolu) yabancı karşılıklarının yeğlenmesi sonucunda çoğu Türkçe sözcüğün unutulduğunu yine aynı örneklere vurgu yapa- rak dile getirir: “‘ateş’ anlamında dilde od/ot varken, Farsçadan gelen ateş bunun yerini almış, eski sözcük bugün ancak kimi deyimlerde (od yok ocak yok gibi) yaşar duruma gelmiştir… dil yerine Ar. lisan çok uzun süre kullanılmıştır.” (Doğan Aksan, agy, III. Cilt, s. 24) Aksan da Türkçenin geçirdiği evreleri (ve Osmanlı’nın derebeyileştiği evredeki durumunu - Kurtuluş Yolu) şöyle ortaya koyar: “Her şeyden önce belirtilmelidir ki, Türkçe, yalnız biçim özelliklerinden kaynaklanan türetme olanaklarının genişliği bakımından değil, kavramlar açısından da zengin bir dil olarak karşımıza çıkar. Bu zenginlik sözcüğüyle anlatmak istediğimiz, daha en eski dil ürünlerimizin tanıklığında yapılacak bir incelemede ortaya çıkan, somut ve soyut kavramlardaki çeşitlilik ve bolluktur. “Türkçenin, daha Köktürkçe evresinde zengin bir dil görünümü taşıdığını, o dönemin sözvarlığında somut kavramların aşağı yukarı % 67, soyut kavramların ise % 33 oranında olduğunu belirtmiştik. Uygur döneminde ise yabancı kavramların karşılanması için yapılan geniş ölçüdeki türetmelerle dilin anlatım gücünün ne denli arttığına, yine orada değindik. Burada kısaca vurgulamak istediğimiz, bu iki evreyi kapsayan Eski Türkçe döneminin söz dağarcığında dikkati çekecek ölçüde geniş bir eşanlamlılığın varlığı, birbirine yakın, “tam eşanlamlı” sayılabilecek öğelerin bulunuşu (erk/küç, yinçke/yuqa, tün/kiçe, yabız/yablaq/anığ gibi), çokanlamlılığın ve bizim “ileri ögeler” adını verdiğimiz sözcüklerin göze çarpmasıdır. Ancak XIII-XIV yüzyıllardan sonra, Arapça ve Farsçanın güçlü etkisi ve aydınlarımızın yabancı dillere olan tutkuları nedeniyle, özellikle soyut kavramlarda yabancılaşma başlamış, temel sözvarlığına kadar uzanan sözcük ölümleri, Türkçenin soyut kavramlar yönünden yoksullaşmasına yol açmıştır. Ancak Anadolu ağızlarında durum başkadır ki buna aşağıda değiniyoruz..........” (Doğan Aksan, agy, III. Cilt. S. 218-221) Anadolu ağızları, yazı dilindeki yabancılaşmaya, yüzyıllar boyunca günlük konuşma diline, aile diline kadar uzanan güçlü yabancı etkiye karşın, Türkçenin bütün bu anlatım olanaklarından, yollarından gereğince yararlanmış, yabancı ve yeni kavramlara karşılıklar türetmiştir. Örneğin mecra karşılığında bu ağızlarda akak, akgın, akmaç, akanak, akıntı gibi sözcükler… vardır Kıvılcımlı Usta, “Türkçenin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz” adlı eserinde, egemenlik, sınıf ve dil ilişki ve çelişkilerini şu çarpıcılıkta sorgular: “Ancak neden hep yabancı sözler ince ve insancıl anlamlıdır da bunların Türkçe karşılıkları hep kaba ve hayvancıl duruma sokulmuşlardır?” Yanıt ise son derece nettir: “Dilimizde fark yaratma, Toplumumuzda Halkı ve Halk Dilini hor görmekten ileri geldi” (Hikmet Kıvılcımlı, agy, s. 51) Aksan “Köktürkçe’den Bugüne Türkçe’de ödünçlemeler üzerine bir sözcük istatistiği araştırması” başlıklı yazısında 100’er sözcüklük metinlere dayanılarak Türkçenin çeşitli evrelerinde yabancı ögelerin sayısını saptadığını belirtmekte ve araştırmanın sonuçlarını şöyle özetlemektedir: “Köktürkçe evresinde yabancı sözcüklerin sayısı % 1’in altındadır. Uygur döneminde, yapıtların niteliklerine göre % 2-5 arasında değişmekte, en çok % 10-12’ye kadar çıkmaktadır. Karahanlı döneminin ünlü yapıtı Kutadgu Bilig’de sayı % 1,9, kimi yerlerdeyse, % 1’den azdır. Buna karşılık, iki yüzyıl sonra yazılan Atebet’ül Hakayık’ta sayı % 20’ye, kimi yerlerde % 26’ya çıkıyor. Birkaç örnekle gösterecek olursak Yunus Emre’de % 13, Aşık Paşa’nın Garibname’sinde % 20, Dede Korkut kitabında son sayfada % 17’dir. Öykülerin anlatılışı sırasında bu oran % 5,3’e düşmektedir. Mevlid’de % 26, Divan Şairlerinden Baki’de % 65, "ef’i de 60, "abi’de 54’tür. Tanzimat döneminde "amık Kemal’de % 62, Şemsettin Sami’de % 64, Ziya Gökalp’te % 55 yabancı öğeyle karşılaşıyoruz.” (Doğan Aksan, agy, III. Cilt, s. 57) Aksan’ın ele aldığı; Türk dilinin gelişim süreci MS 552-659’dan başlayarak 1924’e değin işleyen, yaklaşık 1400 yıllık bir süreçtir. Türklerin toplumsal şekilleniş tarihidir. İlkel Komuna (Barbar) Türklerin, Orta Asya’dan kalkıp, göç yollarından Kafkaslar’a, Mezopotamya’ya, Ortadoğu ve Anadolu üzerinden Doğu Avrupa’ya doğru yayılmaları ve en son derebeyileşmiş Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesiyle ve 1923 Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’yla yeni Türkiye Cumhuriyetini kurmaları sürecidir. Türkler bu süreçte, yolları üzerindeki tüm medeniyetlerin (sınıflı toplumların) dillerinden, kültürlerinden vs. etkilenmişlerdir. Aksan’ın verdiği örneklerde görülen değişimler bunun kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır. Selçuklu ve Osmanlı’da Türkçenin Durumu Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, yine “Türkçenin Üreme yolları ve Dil Devrimciliğimiz” adlı eserinde, Selçuklu ve Osmanlı’da Türkçenin durumunu şöyle açıklamaktadır: “Halkımız, Acem ülkesi üzerinden İslam Medeniyetine girdiği için veya Atalarımız Horasan Erleri, Acem kapılarından Arap-İslam Medeniyetine girdikleri için, Anadolu Selçukluları Bilim Dilinde Arapçaya, Edebiyat Dilinde Farsçaya kapıldılar. “Türkçenin geçmişinde; uydurulmuş Osmanlıca, halk düşmanı aydınların Arapça ve Farsça sözcükleri, kayırmalarıyla doğmuştur. “Barbar toplumlarda konuşulan dil halkın dili idi. Medeniyetle tanışınca onu benimsediği ölçüde, medeniyetin dilini Ortaçağcı Tayyipgiller Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi’ni de ele geçirdiler B ildiğimiz gibi bu yaz eğitim camiasında en çok konuşulan konu Kamu personeli Seçme Sınavı (KPSS)’de ayyuka çıkan kopya olayı oldu. Yüz binlerce üniversite mezununun girdiği KPSS sınavında, 350 kişinin daha önce görülmedik biçimde Eğitim Bilimleri Testinde 120 sorunun tamamına doğru cevap verdiğinin anlaşılmasıyla birlikte, kopya iddiaları gündeme geldi. Medyanın ve birtakım sendikaların da meseleyi sürekli gündemde tutması ve yapılan araştırmalar kopya iddialarını doğruladı ve KPSS’de öğretmen adaylarının girdiği Eğitim Bilimleri sınavı iptal edildi. Kopya olayının kesinleşmesinden sonra atama bekleyen yüz binlerce öğretmen haklı olarak Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM)’ye yönelik büyük bir tepki duydular. Gerçekten de bu zamana kadar şöyle ya da böyle meşruiyeti kabul edilen ÖSYM’nin ve 7 yıldır ÖSYM başkanlığı yapan Prof. Dr. Ünal Yarımağan’ın güvenilirliği bir anda sıfıra inmiş oldu. Kopya olayının daha iddia boyutunda olduğu günlerde Tayyipgiller’den şaşırtıcı derecede olayın üstüne giden açıklamalar geldi. Bu açıklamaların şaşırtıcı olmasının sebebi ise tamamen ellerine geçirdikleri devlet kurumlarında alenen yapılan yolsuzluklar konusunda son derece inkârcı bir tutum içerisine giren Tayyipgiller’in, bu kez yine bir devlet kurumu olan ÖSYM’de yaşananlarla ilgili güya “suçlular cezalandırılmalıdır” diyerek haktan, hukuktan, adaletten dem vurmuş olmalarıdır. Zira birkaç yıl önce, polislik sınavı sorularının Gülen cemaati tarafından çalınması olayında, meselenin hiç üzerine gitmemişlerdi. Eğitim Bilimleri sınavının iptal edilmesiyle birlikte üzerindeki baskıları kaldıramayan ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan, YÖK’ün Ortaçağcı Başkanı Y. Ziya Özcan’ın dolaylı tehditleri sebebiyle istifa etmek zorunda kaldı. İşte bu noktadan itiba- ren meselenin üzerindeki sis bulutları dağılmaya başladı, takke düştü, kel göründü. Ortaçağcı Y. Ziya Özcan, henüz Yarımağan istifa kararı bile almamışken, yine kendisi gibi Ortaçağcı bir akademisyen bozuntusu olan Prof. Dr. Ali Demir’i Ankara’ya çağırarak bir görüşme gerçekleştirdi. Yarımağan’ın istifasıyla birlikte Ali Demir jet hızıyla Y. Ziya Özcan tarafından vekâleten ÖSYM başkanlığına atandı. Peki, kimdir Ali Demir? Kamuoyu Ali Demir’i akademisyen-bilim adamı kisvesine bürünen Ortaçağcı gericilerin hazırladığı “Türbana Özgürlük” bildirisine attığı imza ile tanımıştır. Yani Ali Demir de tıpkı Y. Ziya Özcan gibi Ortaçağcıdır, Türbancıdır ve Tayyipgiller’dendir. 7 yıl boyunca ÖSYM başkanlığı yapan Ünal Yarımağan, en azından sınava türbanla giriş konusunda mahkeme kararlarına sadakat göstererek, türbanla sınava girişlerin karşısında yer almış, böylece ilerici bir tavır sergilemiştir. Tayyipgiller’in hazmedemedikleri de işte bu ilerici tavırdır. Bundan dolayı ÖSYM’den Yarımağan’ın ayağını kaydırarak yerine Ortaçağcı bir akademisyen bozuntusu getirmişlerdir. Kopya olayı baştan sona incelendiğinde, soruların güya acemice, alenen sızdırılmasından, olayın Burjuva ve Şeriatçı medyada yoğun biçimde yer almasına kadar bütün süreçlerin, baştan sona planlanmış bir provokasyon olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Hedef bellidir: Tayyipgiller’in eski biçimine katlanamadığı ÖSYM’nin Ortaçağcılaştırılması… Ve ne yazık ki bu amaçlarına da ulaşmışlardır. üstün gördü. Avrupada modern-kapitalist medeniyet doğduğu anda bu kez halkın dili kaçınılmazca Millet-Ulus dili oldu. “İlk Osmanlılık, anadan doğma ilkel halkçı, Türk de, Türkçeyi de üstün getirdi. Sonra, Osmanlı’nın ilkel göçebe demokrasisi de derebeyileştikçe, Türkçe de soysuzlaştı. Üst sınıflar, Türkiye halkından koptukları ölçüde, Türkçeyi aşağı ve kötü dil yerine koydular.” (Hikmet Kıvılcımlı, agy, s. 44-50) Osmanlı’da, 1835’lerden itibaren yerli kapitalizmin yabancı tekelci kapitalizmin etkisiyle gelişmeye başlamasıyla beraber, bu kez de İngilizcenin, Fransızcanın ve Almancanın dilimize girdiğini görüyoruz. Avrupa’da eğitim gören aydınlarımızın ve devlet temsilcilerimizin Avrupa dillerini Türkçeden üstün gördüklerine tanık oluyoruz. Bu nedenle, Türkçenin uyduruk Osmanlıca’dan başka bir de Avrupa dillerinin baskısı altına alındığını ve aşağılandığını, hatta devletçe yasaklandığını görüyoruz. Yine burada da daha ileri medeniyetin-toplum biçiminin üstün, baskın geldiğine tanık oluyoruz. Toplumların, ulusların, halkların birbirleriyle ilişkileri kaçınılmaz olduğuna göre, konuştukları dillerin de birbirlerinin dillerini etkilemeleri kaçınılmazdır. Dolayısıyla, her dil başka dillerin sözvarlığından ödünçlemeler yapar. Ancak bu durum, ekonomik sömürü ve siyasi baskılar sonucu bir dilin bir başka dili kendi doğasından ve düzeneğinden (sistematiğinden) uzaklaştıracak biçimde etkileme, bozma, yasaklama ve hatta yok etme durumuyla karıştırılmamalıdır. Anadil Nedir ve Eğitim Neden Anadilde Olmalıdır? Doğada ve toplum biçimlerinin gelişiminde evrensellikler vardır. Bu evrensellikler, dillerde de ifadesini bulur. Her dil konuşma seslerinden oluşmakta. Her dilde sözcükler var ve her dilde bu sesler belirli kurallar çerçevesinde dizilerek sözcükleri oluşturuyor. Her dilde, farklılaşmalar olsa da sözcükler bir duygu, bir düşünce, bir bilgi aktarmak üzere yine belli ve sınırlı sayıda kurallarla bir araya getirilebiliyorlar, dizilebiliyorlar. Her dil soru sormaya, olumsuzlamaya, reddetmeye, rica etmeye olanak tanıyor. İnsanoğlu merak etmiş, soru sormuş; edindiği bilgiyi başkalarına aktarmak gereği duymuş, bildirme yapıları oluşturmuş dilinde; inanmamış, karşı çıkmak istemiş, kabul etmemiş, reddetmek gereğini duymuş ve olumsuzlama yapıları oluşturmuş. Kısacası doğası ve gereksinimleri evrensel olan insanoğlunun diline de yansıyor bu evrensellikler. Ancak, her toplumun bu evrensel gidişler içerisinde kendi orijinaliteleri de vardır ve bu orijinaliteler dile de yansımıştır. Dolayısıyla her dil, onu konuşanlara ayrı bir algılama ve yorumlama biçimi ve ayrı bir ‘dünya görüşü’ sunar. Yukarıda akrabalık ilişkilerine yönelik sözcükleri örneklendirmiştik. Başka örnekler de verilebilir: Örneğin Türkçede yeşilin tonlarını somutlamala- Bundan sonra ÖSYM’nin düzenlediği sınavlarla çeşitli kadrolara yerleşecek olan adaylar rahatlıkla Ortaçağcı yeni ÖSYM’nin manipülasyonuna tabi tutulabilecektir. Yani Tayyipgiller açısından Ortaçağa gidişin önündeki engellerden biri daha ortadan kalkmıştır. Şimdi bu operasyonla ilgili bir gazete haberine kulak verelim: “Günlerce tartışılan KPSS skandalıyla ilgili olarak, kopya çekileceğinden emniyet birimlerinin de iki gün önceden haberdar olduğu ortaya çıktı. Sınavdan iki gün önce 8 Temmuz 2010 tarihinde Ağrı’da Emniyet Müdürlüğü’ne esrarengiz bir ihbar telefonu geldi. İhbarı yapan kişi polise, KPSS’ye girecek olan adaylara cevapların cep telefonlarıyla ulaştırılacağını, bunun Ağrı dışında yapılacak bir organizasyon olduğunu ve muhtemelen de tüm Türkiye çapında uygulanacağını bildirdi.” (Radikal 21.09.2010) Bu haber de göstermektedir ki ÖSYM’nin bir oyun veya tuzak ile ele geçirilmesi çok önceden planlanmıştır Tayyipgillerce. Ve böylece bir “kale” daha düşürülerek Ortaçağcı güçlerin kontrolüne geçirilmiştir. Zaten namuslu aydınlarımızın ve yazarlarımızın da açıkça görüp dillendirdikleri gibi Tayyipgiller’in YÖK’ü Ortaçağcılaştırdıktan sonraki en büyük stratejik hedefi, ÖSYM’yi bir gerekçe bularak lağvetmekti, bildiğimiz gibi. Bunu gerçekleştirecek bir gerekçe bulamadıklarından ÖSYM’yi tamamen ortadan kaldırmak yerine, sınavları MEB’in yapmasının önünü açan bir yasa tasarısı hazırlığında idiler. Ama içinde Gü- ra dayalı olarak belirten ayrı ayrı sözcükler bulunurken (ördekbaşı yeşil, limonküfü, asker yeşili, fıstıkyeşili, çimenyeşili, yosunyeşili, vb.) bir başka dilde bu kadar ayrıntılı bir adlandırma görülmeyebilir. Örneğin, yine Türkçedeki ekmek kavramının başka dillerdeki aynı kavramla toplum açısından eşdeğer bir nitelik taşımadığını söyleyebiliriz. Türklerin ekmeğe yüklediği değeri ve önemi bu sözcüğün kullanım alanlarından anlayabiliriz. Ekmek parası, ekmeğini kazanmak, ekmeğiyle oynamak deyimleri ve yemek yemek anlamında kullanılan ekmek yemek ekmek kavramının toplumsal açıdan sahip olduğu değeri yansıtmaktadır. Ancak Fransızcada “ekmeğin yerini çorba (soupe) tutmuştur; Germen kökenli olan bu sözcük, Fransızcada ‘yemek, bir lokma ekmek’ anlamına da gelir. ‘Akşam yemeği yemek’ anlamındaki souper eylemini de türetmiştir.” (Doğan Aksan, agy, III. cilt, s. 152) Bu örnekler de göstermektedir ki, her dil onu konuşanlara, dış dünyadaki gerçeklik aynı olsa da, bu gerçekliği kullandığı dil yoluyla farklı görmesine, farklı algılamasına ve farklı yorumlamasına yol açar. Dolayısıyla, dil olarak Türkçenin, Kürtçenin, İngilizcenin ya da Fransızcanın konuşulduğu bir ortama doğan çocuk, düşüncelerini yalnızca içine doğduğu dünyayı, çevreyi ve ortamdaki olayları gözlemleyerek geliştirmeyecek; aynı zamanda duyduğu anadiliyle, o dilin sözcükleriyle ve dil yapılarıyla da geliştirmeye başlayacaktır. Özetleyecek olursak, yukarıda da değindiğimiz gibi yeşilin tonlarına (yani çevresine ve dünyaya) kullandığı dil ile bakmaya başlayan bir çocuğun düşünceleri, dilin kendisi tarafından yönlendirilecektir. Kısacası kendi dışında var olan gerçekliği, kullandığı dil yoluyla öyle görecek ve öyle aktaracaktır. Peki, anadil nedir ve eğitim neden anadilde olmalıdır? Öncelikle annenin-aile üyelerinin ve içine doğulan topluluğun konuştuğu dildir anadil. İnsanların birbirleriyle daha kolay, daha doğru ve güzel Düşünce-Duygu-Dilek değiştokuşu yapabilmelerini sağlamak için konuşulan dildir. Çocuğun içine doğduğu ortamda konuşulan dilde eğitim alması yukarıda dile getirilen nedenlerden dolayı çok büyük önem taşır. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, anadilin önemini “Türkçenin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz” adlı eserinde şöyle ortaya koymaktadır: “Bir Toplumda, Düşünceyi yoketmek mi istiyorsunuz? O Toplumun dilini bozuk plağa çevirin; ortada ne akıl kalır, ne fikir. Tarihsel gelişim üzerine sağlam bir fikre sahip olanların; nereden geldiğini pek iyi görebildiği GERİCİLİK temsilcisi bir habis ruh, Türkçeyi toplum yapımızla ilişiksiz bir çorbaya çevirmekle, bilgini halka, aydınları birbirine ve toptan herkesi Yaratıcı İnsan Münasebetlerine ve Emeğine düşman etmiş, Yabancılaştırmıştır.” (Hikmet Kıvılcımlı, agy, s. 5) Devam Edecek len Cemaatinin parmağı olduğu aşikâr olan kopya olayı patlatıp aradıkları fırsatı yaratmış oldular. Artık Tayyipgiller için, yeni bir yasa çıkarmaya gerek kalmadan devlet kadrolarını kendi yandaşlarıyla doldurmanın yolu açılmıştır. Tüm bu gelişmeler AB-D Emperyalistlerinin ülkemizi Ortaçağ karanlığına hapsetmeyi amaçlayan “Yeni Sevr” Projesi kapsamında atılan adımlardır. Özellikle Ortaçağcıların alenen sanat galerilerine kadar sıçrayan saldırıları da değerlendirilirse, sözünü ettiğimiz Ortaçağcı gidişin önünün daha da açıldığını net biçimde görebiliriz. Özellikle referandumdan sonra gemi iyice azıya alan Tayyipgiller’in önünde ancak örgütlü halk durabilir. Yapılması gereken şey, Ortaçağcılığa, gericiliğe, sömürü ve zulüm düzenine karşı tüm kesimlerin örgütlenerek birlikte mücadele etmesi ve halk düşmanlarını tarihin çöplüğüne göndermeleridir. Biz Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri olarak, bugün için savunulması ve korunması gereken en önemli ilkelerden biri olan laiklik ilkesini savunmaya devam edeceğiz. Halklarımızın Ortaçağ karanlığına götürülerek daha pervasız bir sömürü ve zulüm düzeninde yaşamaya mahkûm edilmesine izin vermeyeceğiz. Bu uğurda gereken mücadeleyi kanımızın son damlasına kadar yürüteceğiz. 29.09.2010 Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri 16 Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 Kurtuluş Partili Kamu Emekçilerinin Programı GİRİ- Antiemperyalizm, Antifeodalizm, Antişovenizm, *KESK, bu üç temel ilkeye sıkı sıkı sarılan; *Yasak savıcı değil, küçük-büyük ama mutlaka az veya çok kazanımlarla sonuçlanacak hedeflere ulaşmak için ısrarlı ve militan bir mücadele hattı izleyen; *Demokratik merkeziyetçi bir yığın örgütü olmayı hedeflemeli. *Bütün çalışmalarında bu üç temel ilkeden, militan mücadele hattından, demokratik merkeziyetçilikten bir milim bile sapmamaya azami özeni göstermelidir. Antiemperyalizm! Antifeodalizm! Antişovenizm! Bu üç temel ilkenin günümüzde nasıl algılanması, altının nasıl doldurulması gerektiğine cevap verebilmek için öncelikle emperyalizmden, feodalizmden, şovenizmden ne anladığımızın ve emperyalizmin, feodalizmin, şovenizmin günümüzde büründüğü kılıfların, taktığı maskelerin, saldırı biçimlerinin iyi anlaşılması gerekir. Yani: I- NASIL BİR DÜNYADA ve NASIL BİR TÜRKİYE’DE YA-IYORUZ? AB-D (ABD + AB) Emperyalizminin Ilımlı İslam (-eriat) maşasıyla başlattığı Yeni Sevrci bir saldırısı karşısındayız Ülkemiz, 1919 yılında başlayan ve 4 yıl süren bir Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda bağımsızlığına kavuşmuştur. O zamanın deyimiyle “7 Düvele” (yani başta, bugün Avrupa Birliğini oluşturan emperyalist devletler gelmek üzere bütün emperyalistlere) karşı sürdürülen bu Antiemperyalist savaşa halkımız Kuvayimilliye Savaşı demiştir. Bu savaşta Türkiye’nin tek dostu, tek müttefiki Devrimler Kartalı Lenin Usta ve O’nun önderliğinde kurulan genç Sosyalist Sovyetler Cumhuriyeti’dir. Kuvayimilliye mücadelesinin zaferle sonuçlanmasında, dünyanın bu ilk Sosyalist Cumhuriyeti’nin ve Lenin Usta’nın destekleri belirleyici bir rol oynamıştır. Kuvayimilliye’nin (Kurtuluş Savaşı’nın) vurucu gücünü her ne kadar Osmanlı’dan gelen “Devlet Sınıfları”ndan “İlmiye” (Aydınlar, özellikle de Aydın Gençlik) ve “Seyfiye” (Ordu, özellikle de Ordu Gençliği), kitlesini ise Kürdüyle, Türküyle emekçi halklar oluşturmuşsa da, öncüsü Anadolu Burjuvazisidir. Kuvayimilliye hareketi aynı zamanda bir Demokratik Devrim Hareketidir de. Yani Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı Demokratik Devrimle iç içe geçmiş, Anadolu burjuvazisi bu savaşla birlikte kendi Demokratik Devrimini de başarmıştır. Bu tamamlanmamış bir Milli Demokratik Devrimdir. Lenin Usta, Antiemperyalist nitelikte olduğu ve bir Demokratik Devrim getireceği için, burjuva önderlik altında sürdürüldüğünü bildiği halde, bu savaşa Genç Sovyetler’in olanaklarını seferber ederek olanca desteğini sunmuştu. Lenin Usta, Aralov’u Türkiye’ye gönderirken bu gerçeği şöyle ifade ediyordu: “(...) Kendimiz fakir olduğumuz halde Türkiye’ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri olan bir yardımdır. Böylece, Türk Halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır.” (S. I. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları, Birey ve Toplum Yayınları, 1985, s. 28-29) Sovyetler, güç durumdaki Kurtuluş Savaşı devrimcilerine büyük silah ve para yardımında bulundu Kurtuluş Savaşı komutanlarından Kazım Özalp, Anıları’nda Sovyet- lerin Türkiye’ye 01.09.1920 – 01.06.1922 tarihleri arasında toplam 37.812 tüfek, 44.587 sandık fişek, 324 adet makineli tüfek, 66 adet top, 200.573 adet mermi bağışladığını yazmıştır. (Kazım Özalp, Milli Mücadele 1919-1922 cilt I, Türk Tarih Kurumu, 1988, s. 219) Bu, Sovyet yardımının bir bölümüdür. Tamamı da değildir. Ne yazık ki, halkımız sosyalizme sempati besler kaygısıyla bu yardımların üzeri örtülmekte, gerçekler gizlenmektedir. Sovyet yazar Bagidov, bunlara ek olarak, sadece 1921 yılında 20.000 gaz maskesi, 1.500 kılıç ve çok miktarda “başka askeri malzeme” verildiğinden söz etmektedir. Ayrıca, Bagidov’un belgelerle açıkladığına göre, Türkiye’ye 30 Ekim 1921’de Jivoy ve Rutkiy adlı iki savaş gemisi bağışlanmıştır. Bunlara ek olarak, Türkiye’ye 8 adet yük gemisi verilmiştir. Bu yük gemileri, Bagidov’un verdiği bilgiye göre 4.5 milyon altın lira değerindedir. Silah ve mühimmatın yanı sıra, Ekim Devrimi Türkiye’ye yüklü miktarda para yardımı da yapmıştır. Bunların dökümü resmi olarak ulaşılabilir değildir. Gene Bagidov’un aktardığına göre, 1921 yılında Türkiye’ye 6.5 milyon Ruble değerinde altın bağışlanmıştır. Frunze ise gelirken beraberinde 1 milyon 100 bin Ruble altın bağış getirmiştir. Mayıs 1922’de 3.5 milyon altın daha bağış yapılmıştır. Bagidov, bu yardımların daha sonra da devam ettiğini belirtir. (M. V. Frunze, Türkiye Anıları, Aktaran: Y. A. Bagidov, Kurtuluş Savaşı Yıllarında Azerbaycan-Türkiye İlişkileri II, Yeni Gün 2000, s. 61-63) Savaş boyunca Türkiye’nin yakıt ihtiyacının da Sovyet Azerbaycanı’ndan karşılandığını belirtelim. İşte Sovyetler Birliği’nin maddi-manevi desteğini alan Kuvayimilliyeciler, dünya ölçeğinde biri ilk, biri de son olan, iki şeyi başarmışlardır: Mustafa Kemal önderliğindeki bu mücadele, dünyanın zaferle sonuçlanmış ilk Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı olup, emperyalizmin zulmü altında inleyen mazlum milletlere örnek olmuştur. Emperyalizm aşamasına vardıktan sonra devrimci barutunu yitiren Burjuvazi, Demokratik Devrimlerden de elini eteğini çekmiştir. Bu nedenle özünde bir burjuva devrimi olan demokratik devrimlere de bundan böyle proletarya öncülük etmektedir. Türkiye’de Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’yla birlikte kotarılan Demokratik Devrim ise dünya ölçeğinde burjuva önderlikli Demokratik Devrimlerin sonuncusu olmuştur. Yalnız, önderliğin burjuva karakteri gereği (çağın artık emperyalizm çağı olması ve Anadolu burjuvazisinin son derece cılız olması da eklenince) Devrim sonuna dek götürülememiş, güdük kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nde kapitalizm, Batı’dakinden farklı bir gelişim göstermiştir. Serbest Rekabetçi dönemi yaşayan Batı kapitalizmi, Antika sömürücü sınıf olan Tefeci-Bezirgânlığın kökünü kazıyarak kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini tasfiye etmiştir. Batı’daki bu dönemi yaşayamayan Türkiye kapitalizmi daha doğarken Tekelci Sermaye olarak doğmuş ve Antika TefeciBezirgân Sermayeyi yok etmek yerine, onunla ittifak kurduğu için kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini tasfiye edememiştir. Bunun nedenlerini bir kez daha tekrarlarsak: 1-Türkiye’ye kapitalizmin Tekelci aşamada gelmesi, 2- Türkiye Burjuvazisinin güçsüz, cılız olmasıdır. Demokratik devrimi tamamlanamayan Türkiye’de Kuvayimilliye’nin “Bağımsızlık” ilkesinden de kerte kerte uzaklaşılmış ve 1950’li yıllarda Demokrat Parti’nin iktidarıyla birlikte emperyalizme bağımlılık tamamen perçinlenmiş, NATO’ya girilmiştir. Emperyalizme bağımlılık her gün artarak Kurtuluş Savaşı’yla parçalanan SEVR, “Sosyalist Kamp”ın çökmesiyle günümüzde tekrar dayatılmaya başlanmıştır. Türkiye’yi artık Batılı Emperyalistlerin (uluslararası sermayenin/çok uluslu şirketlerin) kurdurdukları ULUSLARARASI PARA FONU (IMF) - DÜNYA BANKASI DÜNYA TİCARET ÖRGÜTÜ gibi ekonomik ve CIA gibi casusluk örgütleri yönetmektedir. Türkiye, zaten Demokrat Parti iktidarından bu yana, emperyalistlerin yönettiği bir ülke durumuna düşürülmüştü. 1950’lerden bu yana Türkiye’de kimin Başbakan olacağına ABD karar vermektedir. Dahası, değiştirilecek Bakanlar ve yerlerine atanacak olanlar bile Ankara’daki ABD Büyükelçisinin onay ve görüşleri alınarak gerçekleştiril- mektedir. Ekonomimiz, emperyalizmin para gücü IMF’nin belirlediği programlara göre, yılda birkaç kez yerinde incelemeler, denetimler, kontroller yapılarak yönetilmektedir. Harfi harfine uygulanan bu programlar, yerli yabancı Parababalarının (Finans-Kapitalin) daha fazla kâr etmesi uğruna halkımızın her geçen gün biraz daha artan İşsizlik-Pahalılık cehennem ateşinde kavrulmasını getirmektedir. Programın hayata geçirilmesi zor olacak ise emperyalistlerin casus gücü CIA eliyle emperyalizmin ordu gücü ATO’nun “Bizim oğlanlar”ına, üç bin masum insanın canı pahasına 12 Mart, beş bin insanın canı pahasına 12 Eylül Faşist Darbeleri tezgâhlattırılmaktadır. “Sosyalist Kamp”ın, İşçi Sınıfının Kurtuluş Bilimi olan Marksist-Leninist ideolojinin en temel prensiplerine uymadığı için 1991’de yıkılmasından sonra, başını ABD’nin çektiği emperyalist haydutlar, sömürülerini arttırmak için dünyanın mazlum halklarına yeni saldırılar başlattılar. Dünya ölçeğinde serbest dolaşımının önündeki engelleri tümden kaldırmak ve tüm dünyayı tek bir pazar ve kâr alanı haline getirmek için bir dizi ekonomik ve askercil kararlar aldılar. İnsanlığın açlıktan kırılması pahasına, o da olmadı mı Afganistan, Irak, Filistin’de olduğu gibi en son donanımlı modern silahlarıyla yaşlı, kadın, çocuk demeden masum insanları acımasızca katlederek bu kararları bir bir uygulamaya başlamışlardır. Günümüzde emperyalistler, tüm dünyada İşçi Sınıfına, Ulusallığa ve Halklara dair ne varsa savaş açmaktadırlar. Sömürünün önünde hiçbir engel tanımamakta, hiçbir engel görmek istememektedirler. Kendi anavatanlarında dahi İşçi Sınıfının kazanımlarını geri alma savaşını başlatmışlardır. İşsizlik sigortasını kaldırmaya çalışmaktadırlar. Birinci ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşlarının getirdiği yıkımlar, acılar, dünya halklarının bilincinde, böylesi acıların yaşanmayacağı biricik insancıl düzen olan Sosyalizme sempati doğurmaya başlamıştır. Kitlelerin Sosyalizme sempati duymalarının önünü kesmek, kendi Halklarının Sosyalizme kayma tehlikesini sekteye uğratmak için emperyalistler ‘sosyal devlet’ aldatmacasına başvurmuşlardır. Ama ne yazık ki “Sosyalist Kamp”ın çöküşünden sonra, Halkların Devrim ve Sosyalizme yönelişlerinin önünü kesmek için, “sosyalist devletin kitlelere verdiği hak ve özgürlükleri, kapitalizm de verebilir” palavrasıyla icat ettikleri (icat etmek zorunda kaldıkları) “Sosyal Devlet” yönündeki uygulamaları da ortadan kaldırmaktadırlar günbegün. Karşılaştıkları ciddi dirençlere rağmen bu planlarına ulaşmak için inatçı bir çaba içindedirler. “Sosyalist Kamp”ın çöküşünden sonra AB-D (Avrupa Birliği ve ABD) Emperyalistleri, bizim gibi kapitalizme geç geçmiş ve geri kalmış ülkelere yeni yeni kölelik anlaşmaları dayatmaya başladılar. Bunların en bilineni MAI dedikleri “Çok Yönlü Yatırım Anlaşması”dır. Bunun anlamı şudur: Uluslararası sermaye bir ülkeye girdiğinde, o ülkenin yasalarına tabi olmayacaktır. Bir anlaşmazlık durumunda “Uluslararası Tahkim Kurulu”nun kararları geçerli olacaktır. 1988’de bu anlaşmaya imza atan Türkiye, 1995 yılında kurulan “Dünya Ticaret Örgütü”ne de üye oldu. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) hiç zaman yitirmeden malların ve hizmetlerin dünya çapındaki dolaşımına ilişkin tüm ülkeler için geçerli olacak bütünsel bir düzenleme yaptı ve uluslararası ticarete serbest piyasa normlarını geçerli kılmayı amaçladığını ilan etti. GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) yukarıda değinilen sürecin ürünü olan ilk çok taraflı anlaşmadır. Gerek Uluslararası Anlaşmalarla gerekse de en son Irak, Filistin ve Lübnan Halkının başına gelenlerle-getirilenlerle emperyalizm, şu gerçeği uluslara ve halklara dayatmaktadır: “Ya güzellikle-kulca bizim emperyalist çıkarlarımız önündeki tüm engelleri kendi ellerinizle ortadan kaldırırsınız ya da biz teknolojinin son sözü, en son, en akıllı bombalarımızla meseleyi hallederiz!” Ölümlerden ölüm beğenmek bu olsa gerek… AB-D Emperyalistleri, daha fazla kâr için, insanlığın ve doğal çevrenin yok olması pahasına başlattıkları, insanlık için daha fazla kan, daha fazla açlık, daha fazla sefalet ve gözyaşından başka bir şey getirmeyecek olan bu topyekûn saldırılarıyla, kurmayı hedefledikleri dizginsiz sömürü sistemini “Yeni Dünya Düzeni” gibi cilalı laflarla yutturmaya çalışmaktadırlar bizlere. AB-D Emperyalistlerinin 1000 devletli bir dünya hedefleyen “Yeni Dünya Düzen”lerinin ülkemizin de içinde olduğu bölge için özel bir projeleri de vardır: Büyük Ortadoğu Projesi (BOP). BOP, zaten tek ulus olmasına rağmen 20’yi aşkın parçaya bölünmüş Arap Ulusunun daha da parçalanarak lime lime edilme- si, bölgedeki diğer devletlerin de üçe-beşe bölünmesi “projesi”dir. Projenin Irak ayağında Irak’ı üçe bölerek hedeflerine ulaşan emperyalistler, şimdi Afganistan’ı parçalamaya çalışıyorlar. Yakın sırada İran, arkasından gelecek Türkiye de ısınma odasında parçalanmaya kerte kerte hazırlanıyor. Ülkemizde Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfıyla domuz topu olmuş Finans-Kapital hükümetleri de, Uluslararası FinansKapitalin, “Yeni Dünya Düzeni” için BOP gereği yolladığı tüm emirlerine secde edercesine boyun eğmekte, dayatılanları hemen uygulamaya sokmaktadır. Zaten Tayyip de BOP’un eşbaşkanı değil midir? Yerli Parababaları, 24 Ocak (1980) Kararları’ndan başlayarak kendi devlet yapısını uluslararası Finans-Kapitalin buyurduğu gibi yeniden düzenlemiş ve İşçi Sınıfımız bileğinin hakkına her neye sahipse, emekçi halkımız her neyi kazanmışsa hepsini yok etmek için elinden gelen tüm çabayı göstermiştir. Tayyipgiller, AB-D Emperyalizmine vatanımızı ve halkımızın yarattığı tüm değerleri satarak, ülkemizi yarısömürgeden de öte tamamen dışa bağımlı açık bir sömürge haline getirmeye çalışmaktadırlar. AB-D Emperyalistleri, çalışanlarımızı, yeraltı-yerüstü değerlerimizi her gün, her an oradan buradan kurt gibi daladıkları yetmezmiş gibi, şimdi de ulusal bağımsızlığımıza, ulusal onurumuza göz diktiler. Kurtuluş Savaşı’yla tarihin çöplüğüne attığımız, ülkemizi parçalara bölerek kendi sömürge valilerinin yönettiği eyaletler durumuna getirme planı olan SEVR’i 80 yıl sonra yeniden önümüze sürmeye başladılar. AB-D Emperyalistleri, bu Sevrci kuşatmaları karşısında en ciddi direnç noktası olarak Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın Başkomutanı Mustafa Kemal’in Antiemperyalist, Antifeodal, Laiklik ilkelerini benimsemiş olan Devrimci Gelenekli “Seyfiye Sınıfını” (özellikle de Ordu Gençliği’ni) ve “İlmiye Sınıfını” (özellikle de yargı mensubu ve öğretim üyesi aydınları) görmektedir. İşte bu nedenle dünyada ilk başarıya ulaşmış Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zafere ulaştıran Ordu’nun subay ve askerlerinin başına çuval geçirerek, kaba davranışlar ve hakaretlerde bulunarak NATO postallarıyla onurlarını (onların nezdinde tüm Türkiye Halkının onurunu) ezdiler. Ardından da faşist dönemlerinin mahkemelerini-yargılamalarını bile aratan Ergenekon 1, Ergenekon 2, … Ergenekon 12, Balyoz vb. gibi sonu gelmeyen operasyonlarla Sevrci kuşatmaya karşı çıkan Antiemperyalist-Antifeodal ve Fettullahçı Tayyipgiller’in “Ilımlı İslam” maskeli Şeriatçı tırmanışına karşı koyan emekli-muvazzaf paşaları, subayları, gazeteci, yargı mensubu ve öğretim üyesi aydınları birer birer, onar onar içeri tıkmaya başladılar. Bir Amerikan oyunu, bir CIA tezgâhı olduğunu en sıradan insanımızın bile anladığı bu operasyonları, kendilerine Solcu diyen bizimse artık Sevrci Solcu dediklerimiz göremiyor. CIA’nın sesi “Taraf” Gazetesinin zehirleri, Emperyalizmin “Project Democracy”sinin Euro ve Dolarlarıyla beslenen bu gruplar, “darbeciler hesap verecek” naralarıyla alkışlıyorlar bu aşağılık, vatan ve halk düşmanı CIA operasyonunu… Asıl Ergenekon’un, asıl Kontrgerilla’nın, asıl Süper NATO’nun, asıl Gladio’nun yargılananlar değil yargılayanlar/yargılatanlar olduğunu göremiyorlar. Kenan Evren gibi CIA’nın “Bizim oğlanlar” dediği faşist darbecilerin, Mehmet Ağar gibi bin operasyonun komutanı Amerikancı kontraların hiç birinin yargılanmaması da bu Sevrci Solcuları ayıktırmıyor. Cezayir’de, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın tümünde yerli halklara uyguladıkları soykırımları tüm insanlığın bilincinde nefretle hatırlanırken, İsviçre ve Fransa’dan sonra şimdi de parlamentolarında 1915’te yaşananların bir “Ermeni Soykırımı” olduğunun kabulünü geçiren ABD’de ve İsveç’te sözde Ermeni Soykırımını reddetmeyi suç sayan bir yasa çıkartmak üzereler hiç utanmadan. Avrupa’nın demokrat geçinen diğer emperyalist “medeni” ülkeleri de bu aşağılık yalana karşı çıkmayı suç sayan aynı faşist yasayı çıkaracaklardır bir bir. Şimdilik sıralarını beklemektedirler. Her iki halk (hatta üç: Türk, Kürt ve Ermeni) açısından da acılarla dolu olan bir yarayı kaşıyarak, emperyalizmin oyuncağı olmaktan ve mazlum halkları birbirine kırdırmaktan öte hiçbir işlevi olmayacak olan Ermeni Milliyetçiliğini canlandırmaya çalışıyorlar. Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve Kafkaslar’da daha düne kadar Sosyalizm Bayrağı altında kardeşçe yaşayan halkları bugün nasıl birbirine boğazlattırıyorlarsa, bin bir tezgâhla, provokasyonla geçmişte birbirine kırdırdıkları bu mazlum iki halkı da bugün yine birbirine kırdırmaya çalışıyorlar. AB-D Emperyalizmi, dünyanın en mazlum halklarından biri ve 30 milyon civarındaki nüfusuna rağmen hâlâ siyasi bağımsızlığına kavuşamamış dünyadaki en büyük halk olan dört parçaya bölünmüş, sömürge, kardeş Kürt Halkı üzerinde de benzer oyunlar oynamaktadırlar. Hain (caş) Barzani ve Talabani’yi Irak’taki kanlı işgallerine ortak ederek, Kürt ve Arap Halkları arasında yok edilmesi oldukça zor düşmanlık tohumları ektiler. Şimdi aynı oyunu Türk ve Kürt Halkı arasında tezgâhlamaya çalışıyorlar. Ne acıdır ki, kendine devrimciyim, ilericiyim, demokratım, yurtseverim hatta sosyalistim diyen bazı siyasetler ve kişiler Ermeni Milliyetçiliğini, Kürt Sorunu’nun emperyalist çözümünü desteklemektedirler. Ve gene ne acıdır ki, KESK’in yönetimlerini de bu anlayıştaki siyasetler oluşturmaktadır. Bu demektir ki AB-D Emperyalistleri bu provokasyonlarında bir hayli yol almış durumdadırlar. Pentagon buyuruyor ki: “dünya 1000 devlete bölünmelidir”. Reagan’ın başkanlığında oluşturulan “Project Democracy” tespit ve ilan etmiştir ki: emperyalizme karşı “ulusal devleti ve ulusal bağımsızlığı savunmak komünizmdir; ulusal bağımsızlık için mücadele verenler teröristtir.” Bunlara karşı insan hakları, çevre, kadın, eşcinsel, hayvan, çocuk, azınlık, dini cemaat hakları söylemli, devletten bağımsız ama ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak kurulan “sivil örümcek” NGO (Non-Governmental Organization, Türkçesiyle “Devlet/Hükümet Dışı Örgütler”, bizim Sahte Solcuların deyimiyle “sivil toplum örgütleri”) ağları marifetiyle “turuncu devrimler” hazırlandı ve yapıldı. Sosyalist Kamp’ın çöküşünde de CIA tarafından yönlendirilen bu sivil örümceklerin çok önemli rolü olmuştur. ABD Dışişleri Bakanlığı’na (yani aynı zamanda CIA’ya da) bağlı çalışan bir birimin kontrolünde “sivil örümceklerin” parasal kaynağını sağlayacak bir fon oluşturuldu. ABD Emperyalistlerinin çeşitli paravan vakıfları, şirketleri, dernekleri, partileri bu fona para sağladılar. Bu fon kaynakları kullanılarak bizim gibi ülkelerde dernek, vakıf adı altında devletten bağımsız ama ABD’ye bağlı “sivil örümcekler” kuruldu veya kurulu olanların bazıları satın alındı. Bu sivil örümceklere (kurum veya kişi) yaptıklarıyapacakları “proje”leri (ama ABD’deki ilgili birim tarafından onaylanması kaydıyla) destekleme adına bu fondan sağlanan yüklü miktarda çil çil Dolar yardımlar akıtıldı. Böylece bu örümcekler ideolojice de, midece de tamamen ABD Emperyalistlerine, CIA’ya tabileştirilerek ajanlaştırıldılar. Tabiî AB Emperyalistleri de, aynı yöntemleri uyguladılar, uyguluyorlar. Bunların içyüzünü, Türkiye’de ortaöğrenim görmüş her namuslu insanımızın kolayca anlayabileceği açıklıkta ortaya koyarak kitaplaştıran araştırmacı-yazar Mustafa Yıldırım’dan, gelinen vahameti gösteren bir alıntı yapalım: “Emekli CIA görevlisi, bir dönem ABD’nin Kıbrıs Arabulucusu, şimdilerde DI Avrasya sorumlusu Charles elson Ledsky, Cumhuriyet Gazetesine tam sayfa konuk olduğunda, birçok derin açıklamalarının yanı sıra, Türkiye işlerinden söz ederken yerli ‘sivil’ örgütlerle ilişkisini açıkça belirtiyordu: “Farklı zamanlarda farklı projelerle ilgili çeşitli kuruluşlarla çalışıyoruz. İstanbul’da TESEV, TÜSES, TÜSİAD, Ankara’da Ka-Der, Türk Parlamenterler Birliği, TESAV, Türk Demokrasi Vakfı (….) Bazı Meclis Komisyonlarıyla faaliyetlerimiz oldu. (...) İlki Muğla’da MUMİKOM adıyla başlayan Parlamento İzleme Komiteleri’yle çalıştık.” (Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında, s. 48-49) Ledsky ağa takılanlardan en bilinen bir kaçını saymaktadır sadece. Bir de her şeyi açık etmek istememektedir. Ledsky’nin sözünü ettiği “Sivil Örümcek Ağı”nı ören hemen akla geliveren bazı örgütler şunlardır: Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 ABD Merkezi Hükümetine bağlı ve onun denetiminde olan ED (National Endowment For Democracy-Ulusal Demokrasi Fonu), AID (Ulusal Kalkınma Ajansı), DI (Uluslararası İşler İçin Ulusal Demokrasi Enstitüsü) vb. vb… İsmi ilk akla geliveren ABD’li milyarder (Finans-Kapitalist) Soros gibi, Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı gibi AB-D içinde aynı işlevi gören birçok kişi ve kurum NED’le paralel faaliyet yürütmektedir. Ve bu sivil örümcek faaliyetleri artık o kadar alenileşmiştir ki, bunların faaliyetleri basında “Turuncu Devrim”, “Soros Devrimi” gibi yakıştırmalarla, halkların biricik umutları “Devrime” olan sempatilerini istismar ederek, yaptıkları karşıdevrimler şirin gösterilmeye çalışılmaktadır. Soros’un bizzat kendisi, sayfa sayfa yapılan röportajlarda insan hakları, demokrasi şakımalarıyla konuşmasını süslemeyi ihmal etmeyerek “solcu” milyarder pozlarıyla yaptıkları ajanlaştırma faaliyetlerini, bu uğurda akıttıkları paraları ballandıra ballandıra anlatmaktadır utanmadan. AB-D Emperyalizminin bu kurumlarının fonlarından beslenip onların desteği ile AB-D Emperyalizminin ekonomik ve siyasi çıkarlarına uygun toplantılar düzenleyenlerle, faaliyet yürütenlerle İşçi Sınıfının örgütlerinin, KESK ve benzeri Halk Örgütlerinin, kendine devrimciyim diyen hiçbir kurum ve kişinin işi olamaz, olmamalı. Çünkü NED, AID, NDI, IRI vb. örgütlenmeler; ABD merkezi hükümetine bağlı, uluslararası Finans-Kapitalistler ve CIA tarafından finansmanı sağlanan örgütlenmelerdir. Ama ne yazık ki bugün birçok sol görünen kurum ve kişi para temin etmek için “proje” bağlantısıyla bu örgütlerle ilişki kurmaktadır. Bu sivil örümcekler için “Tam Bağımsızlık” artık demode olmuştur. Azınlıkların hakları uğruna Sevr’e karşı çıkılmamalıdır. “Ulusal ve azınlık hakları” uğruna Türkiye parçalansa kötü mü olur? Anadolu’da Türk kimliği zaten suni bir kimliktir, bu toprakların sahibi Ermeniler, Rumlar ve Kürtlerdir… vb. gibi görünüşte enternasyonalist sol söylemlerle kafalar karıştırılarak AB-D Emperyalistlerine hizmetkârlık yapılmaktadır. Emperyalistlerin dayattığı bu parçalanmalar, halklar arasına ektiği düşmanlıklar, ulusal boğazlaşmalar uluslara özgürlük mü getirmekte, yoksa toptan ve kökten tam bağımlı sömürge eyaletleri mi doğurmakta (Kuzey Irak’ta, daha doğrusu Güney Kürdistan’da olduğu gibi)? Bu enternasyonalizm mi yoksa emperyalizmin oyuncağı/maşası olmuş zavallı şovenizm midir? Tıpkı Balkanlarda ve Kafkaslarda olduğu gibi… Bu ajanlaşmış sivil örümceklere göre “Ortaçağcı Şeriatçılığa karşı çıkarak laikliği savunmak” din özgürlüğüne uymaz. “Din Özgürlüğü”nü savunmak için bu Ortaçağcılarla her platformda bir araya gelinmelidir. Halkın Kurtuluşu Partisi ve bir iki siyaset dışında hemen tüm siyasetler, zaten her eyleme bunları da çağırmaktadırlar. Hatta bizim itirazlarımızı önemsemeden onları bize tercih edecek denli şeriatçılarla yakın ilişki içindedirler. Sanki insanların, halkların samimi, temiz dini inanç ve ibadet özgürlüğü, siyasi dinden (ılımlı-ılımsız Siyasi İslam’dan, yani Ortaçağcı Şeriatçılıktan) ayrı değilmiş, laiklik, tam da samimi dindarlığı siyasi din bezirgânlığından kurtarmak için demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından değilmiş, Şeriatçılık demokrasi gereği kökünün kazınması gereken Antika Tefeci-Bezirgân Sermayenin ideolojisi değilmiş gibi… Sanki “Yeşil Kuşak” adını verdiği provokasyonuyla Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatmak için Müslüman Ülkelerde şeriatçı hareketler kurarak, besleyerek, Siyasi İslamı geliştiren bizzat ABD Emperyalizminin kendisi değilmiş gibi. 1960’lı yıllarda ülkemizde gelişen Devrimci Hareketin önünü kesmek için ABD Emperyalizminin casus örgütü CIA eliyle, faşist komando teşkilatlarından önce kurulan, Kanlı Pazar’da devrimci kanı içen “Komünizmle Mücadele Dernekleri”, “İlim Yayma Cemiyetleri” ve “Yeniden Milli Mücadele Dernekleri” Ortaçağcı Şeriatçı örgütler değilmiş gibi… Geçmişte hiçbir Kurtuluş Partili Kamu Emekçilerinin Programı devrimcinin bu Ortaçağcılarla ilişki ve ittifaklar kurarak böylesine utanç verici bir alçalma içine düştüğünü hatırlamıyoruz. Ne değişti?.. “Tam Bağımsız”lık (Antiemperyalizm) ve “Gerçekten Demokrasi” (Antifeodalizm) ilkelerinden ne kadar uzaklaştığımızın acı gerçekleridir bunlar. Bugün artık ülkemizi emperyalistlere satmakla görevliyim diyen Hâkim Sınıfların temsilcisi Tayyip’le tam bir uyum içinde olan; AB’ı, YENİ SEVR’i, Emperyalist Yeşil Kuşakçılığı (Siyasi İslamı/Ortaçağcı Şeriatçılığı) savunan gafiller veya hainler ne acıdır ki Devrimci Güçler Cephesinin içine kadar sızmış durumdadır. Bu hayâsızca gidişin en önemli nedeni Dağınıklığımız, yani Örgütsüzlüğümüzdür. Bu gidişe dur demek için önümüzde duran en acil görev İşçi Sınıfı Partisini yeniden örgütlemek ve Halk Kurtuluş Cephesi’ni yaşama geçirmektir. Ancak o zaman AB-D Emperyalistlerinin ve onların yerli ortaklarının ülkemizdeki sömürü ve soygun düzenine son verilebilecektir. Gün, Tam Bağımsız, Gerçekten Laik, Demokratik Türkiye için, bize Yeni Sevr’i dayatan, bizi Ortaçağın karanlığına götürmek isteyen AB-D Emperyalizmine karşı İKİCİ KUVAYIMİLLİYE ruhuyla İKİCİ KURTULUŞ SAVAŞI sancağı altında DERLEME-BİRLEŞME-SAVAŞMA günüdür! II. KESK’TE İDEOLOJİK SAPMALAR Türkiye sosyalist hareketi içerisinde yer alan burjuva ve küçükburjuva sosyalistleri, Türkiye’deki sınıf ilişki ve çelişkilerini doğru kavrayamadıklarından dolayı, kamu emekçileriyle ilgili tahlillerde ve örgütlenme yöntemlerinde de sapmalara düşmüşlerdir. Bu sapmaların meydana gelmesinde dünyada ve Türkiye’de meydana gelen üç olay belirleyici olmuştur: Bunlardan birincisi, uluslararası emperyalizmin 1970’lerde başlayan ekonomik krizidir. Emperyalizm, bu krizi aşmak için ilk olarak tüm dünya ülkelerinde sosyal devlet anlayışının kırıntılarını dahi ortadan kaldırma saldırılarını başlatmıştır (özelleştirme saldırıları vb. gibi). Çünkü sosyal devlet anlayışı kapitalistlere pahalıya mal olmaktadır. Bundan olabildiğince çabuk kurtulmak gerekmektedir. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte hizmet sektörü ve bu işlerde çalışan insan sayısı da olabildiğince genişlemiş ve artmıştır. Bu gelişmelerden hareketle kapitalistler, günümüz dünyasında İşçi Sınıfının niteliğinin ve bileşenlerinin (mavi yakalılar ve beyaz yakalılar olarak) değiştiği görüşünü son derece akıllı politikalarla yerleştirmeye ve yaygınlaştırmaya başlamışlardır. Özellikle 1983 sonrası sendikal alanda yapılan toplu iş sözleşmelerine bakılacak olursa, sendikacıların altına imza koydukları toplusözleşme maddelerinde bu durumun somutlandığı görülecektir. Burada göze batırılması gereken önemli nokta, Parababalarının bu söylemi son derece bilinçli bir biçimde ortaya koyduklarıdır. Burjuvazi, İşçi Sınıfının niteliği değişmiştir derken, bir taşla iki kuş vurmak istemektedir. Vurulacak birinci kuş, İşçi Sınıfının bu güne gelinceye dek elde ettiği kazanımlardır. Parababaları, teknolojik gelişmeyle birlikte artık İşçi Sınıfına olan gereksinimin azaldığını; makinelerin (bilgisayarlar, robotlar vb.) devreye girmesiyle birlikte eskiden işçilerin yaptığı birçok işi bu modern araçların üstlendiğini dile getirerek, toplugörüşmelerde işçilerin aleyhine maddeleri ‘çağdaş’ sendikacılara pek güzel yutturmaktadırlar. Hatta sendikacılar (tabiî ki sınıf uzlaşmacı sendikacılar) bu konuda çok iyi ikna olup, bu görüşleri işçilere benimsetmek için kendilerini paralamaktadırlar. Vurulan ikinci kuş ise sanayi proletaryasının sınıf içindeki belirleyici rolünün ortadan kalktığı görüşünü benimsettirmektir. Dolayısıyla Parababaları son derece bilinçli olarak, sınıf örgütlenmelerinin doğru örgütlenme perspektiflerini yanıltmaya ve saptırmaya çalışmaktadırlar. Bunda da başarısız oldukları söylenemez. Nitekim 1980 sonrası burjuva-küçükburjuva devrimcileri arasında, sınıf hareketi açısından beyaz yakalıların artık sanayi proletaryasından daha önemli rol üstlendiği görüşünü savunanlar yaygınlık kazanmıştır. Bugün KESK’in tepesine çöreklenen burjuva-küçükburjuva sosyalistleri de bu anlayıştadır. Yani Finans-Kapital aydını, sendika aristokrasisini, tencere kapağını bulmuştur… Sosyalist Hareketimizin yanlışlara düşmesine neden olan olayların ikincisi 12 Eylül yenilgisi, Üçüncüsü ise Sosyalist Kamp’ın 1990 yılında başlayan dağılışıdır. Bu çifte yenilgi, bir yandan emperyalistlerin hayâsız saldırganlığını tetiklerken (özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırmanın artması, emperyalizmin önündeki tüm ulusal pazar engellerinin kaldırılması, yeni egemenlik biçim ve alanlarının olabildiğince genişletilmesi gibi); diğer yandan da, bu olguları (biri ulusal diğeri evrensel olan çifte yenilgiyi) yanlış tahlil eden sosyalist grupların sağ ve sol sapıtmalarını iyice azıtmalarına, ideolojik ve örgütsel dağılışlarına yol açmıştır. Hangi birini sayalım?.. Yenilginin Marksist-Leninist ideolojinin kaçınılmaz sonucu olduğu, Martov, Plehanof, Kautsky, Gramşi, Altuzer, Trostçki, Bakunin vb. sosyalizmlerinin, Menşevizm’in daha doğru olduğunu savunarak mürtet kocakarıları hortlatmaya çalışanları mı? AB’nin (Emperyalist Avrupa Birliği’nin) demokrat olduğunu, AB (yani emperyalizm) sayesinde ülkeye demokrasi geleceğini hayal edenleri mi? AB-D kaynaklı resmi-gayri resmi - Governmental, on Governmental Organization, kısası GO (entel dantel deyimle “encio”) - vakıf, dernek gibi “sivil” örümceklerden ”proje” kılıflı alınan çilçil Euro’lar, Dolar’ların bedeli olarak Yeni Sevr’i savunma hıyaneti içine düşenleri mi? Uluslararası Finans-Kapitalist ABD’li Soros’un “Turuncu Devrim” denilen karşıdevrimlerini alkışlayanları mı? Kürt Sorunu’nun çözümünü AB-D Emperyalistlerine ısmarlayanları mı? Ortaçağın karanlığına dönmek için çalışan Şeriatçı Tefeci-Bezirgân örgütlerle “kanka” olanları mı? Hangi birini?.. Maalesef bugün KESK’i bu anlayışlara sahip olanlar yönetmektedir. İşte bu ideolojik/teorik ve pratik savrulmaların sendikal mücadele alanındaki yansımaları da şunlardır: 1. Emek-sermaye çelişkisi yani sınıflar savaşı kalkmıştır veya yumuşamıştır. 2. Devrim şart değildir, düzen içi kazanımlarla da bu iş çözülebilir. Bu nedenlerle sınıf partisine, gerçek Marksist-Leninist partiye gereksinim yoktur. Çünkü burjuva demokrasisinde her türlü siyasal örgütlenme açık ve yasal şekliyle serbesttir. Hatta İşçi Sınıfı Demokrasisine (Proletarya Diktatörlüğüne) de gerek yoktur. Bunların sloganları “Yaşasın demokrasi!” (Tabiî ki burjuva -yani Finans Kapital- demokrasisi)… “Yaşasın ekonomizm! Yaşasın sendikalizm! Yaşasın çağdaş sendikacılık!” şeklindedir artık. 3. İşçi Sınıfının niteliğinin ve bileşenlerinin değiştiğini söyleyen başka akımlar da türedi. Bunlar yukarıda değindiklerimizden farklı olarak Kapitalist üretim yordamı içinde dolaylıca yer alsalar da kır yoksulları, kent yoksulları, işsizler, memurlar, ev kadınları vb. tabaka ve zümrelerin de artık, kapitalist üretim yordamında dolaysızca yer alan İşçi Sınıfı içerisine sokulmaları gerektiğini savunmaktadırlar. Dolayısıyla özgücün-öncünün tanımı yeniden yapılma- lıdır. Sloganları da: “Yaşasın anarko sendikalizm!”dir. Yukarıda değindiğimiz bakış açıları KESK’te ve bağlı sendikalarda sağ ya da sol sapıtmaları üretmektedir. Sağ sapmayı temsil eden ve çoğunlukla KESK’te yönetimlerde olan anlayışlar (Devrimci Sendikal Dayanışma, Sendikal Birlik, EMEP) “emek”-sermaye çelişkisinin yumuşadığını, toplumsal dönüşümler (reformlar) yoluyla ekonomik-demokratik-siyasal hakların elde edilebileceğini ve geliştirilebileceğini ileri sürmektedirler (Bakınız: DSD Broşürleri, Sendikal Birlik Broşürleri, EMEP Broşürleri). Bunların bir kısmı sınıf, sınıf sendikacılığı kavramlarını söylemlerinde halen kullanıyor olsalar da pratikte bu söylemin tamamen karşıtı davranışlar sergilemektedirler. Dolayısıyla bu anlayışlar, çağdaş sendikacılığı (sınıflarüstü - siyasetlerüstü sendikacılığı) önermektedirler. Aynı anlayışlar son derece pragmatik bir yaklaşımla, kendi siyasi partilerinin üstlenmesi gereken görevleri KESK üzerinden yürütmeye çalışmakta, sendikayla partinin işlevlerini birbirine karıştırarak örgüt karmaşası yaratmaktadırlar. Bu sağ sapmanın varacağı kaçınılmaz sonuç sarı-gangster sendikacılıktır. Onlar için en doğru slogan “Yaşasın ekonomizm!”dir. Söylem olarak sınıf sendikacılığı diyen, ancak gündeme getirdikleri “yeni tip” sendikal anlayışlarıyla bir sürü saçmalıklar zırvalayanlar da ayrı bir kategori oluşturuyorlar. Bunlar İşçi Sınıfının bileşenlerinin değiştiğini ileri sürerek, memurları, işsizleri, kır-kent yoksullarını hatta çevrecileri İşçi Sınıfının bir parçası ve hatta toplumsal mücadelenin özgücü olarak gören ütopik küçükburjuva ve burjuva sosyalist grupları olup, Toplumsal Hareket Sendikacılığı, Birleşik Sendikal Hareket vb. adlarla ortaya çıkmaktadırlar. (Birleşik Sendikal Hareket –BSH-, 2003, Sınıf Hareketinde YÖN 2003.) Onlar, günümüzde emperyalist kapitalizme karşı verilecek savaşta özgüç olarak yalnızca “klasik İşçi Sınıfının” gücünün yetmeyeceğini, yedek güçlerin de özgüçle harman edilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Onlara göre günümüzde özgücün niteliği, bileşenleri, sayısı da değişmiştir zaten(!) Kısacası: İşçileri, memurları, kır-kent yoksullarını, işsizleri, ev kadınlarını tek sendikal merkezde örgütle; işte sana particephe… yaşasın toplumsal mücadele… yaşasın devrim!.. Hele, hele bir de bunu dünya ölçeğinde örgütleyebilirsek yaşasın ‘dünya devrimi’!.. demektedirler… Böylesi bir bakış açısıyla İşçi Sınıfı-özgüç, devrimci sınıf sendikacılığı, parti, halk cephesi, ittifaklar, müttefikler, stratejiler, taktikler nedir, nerede başlar ve biter belli Türban, Kadının Özgürlüğü değil Esaretidir O rtaçağcı Güçlerin (Şeriatın) Simgesi Türban’ı Bayrak Yaparak Kuvayımilliye Yadigârı Kurumları İşgal Eden Vatansızlara ve Bu Vatanı Yeni Sevr’e Doğru Götüren Onursuzlara Karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının Onurlu, Cesaretli, Kararlı, Bilinçli Ve Yiğit Tavrını Kutluyoruz. Kafası Ortaçağcı ideolojiyle doldurulmuş meczuplar, AB-D Emperyalistlerine ruhlarını ve bedenlerini satmış hainler ve Türban’ı “inanç özgürlüğü” sanan gafiller dışında herkesin kolayca göreceği gibi, ülkemizde Türban savunusu, Şeriatçı bir anlayışın, Ortaçağcı bir yaşam biçiminin toplumumuza kabul ettirilmesini amaçlamaktadır. Bu amaca ulaşmak isteyen bir avuç meczubun dışındaki Halk kesimlerimiz için Türban, kadınımızın özgürlüğü değil, esaretidir. Ancak Şeriatçı ideoloji ile doktrine edilmiş genç kızlarımız, bu esaretin özgürlük olduğunu sanmaktadırlar. Yani Afganistan, İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki kadınlar bu Ortaçağcı cehennemden kurtulmak için uğraşır/mücadele ederken, toplumumuzu Ortaçağın karanlıklarına götürmek isteyen din Bezirgânlarının etkisinde kalan bizdekiler ise bu cehennemi kendileri için bir cennet sanmaktadırlar. Geçtiğimiz yıllarda Türban, AKP ve MHP tarafından siyasi malzeme yapılmıştı. Parlamentoda bu iki partinin oylarıyla yapılan Anayasa değişikliği ile Türbanın başta Üniversiteler olmak üzere tüm kamucul alana girmesinin önünü açmışlardı. Ancak bu değişiklik, o zamanki CHP ve DSP milletvekilleri tarafından Anayasa Mahkemesine götürülmüş, mahkemenin 05 Haziran 2008’de 2’ye karşı 9 oyla aldığı kararla, Türbana geçit verilmemişti. O günden bu yana Ortaçağcı irticacıların Türban malzemesini kullanmaları biraz zayıflamıştı. Tâ ki, referandum konuşmalarında CHP lideri K. Kılıçdaroğlu’nun; “Türbanı da biz çözeriz” şeklinde oy devşirme hesaplı çıkışına kadar… AB-D Emperyalizminin bir operasyonuyla CHP’nin başına getirilen Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışı yerde bırakılır mıydı hiç?.. Başta Tayyip olmak üzere, her türden Ortaçağcı hemen atladı üstüne, Türban birden en önemli gündem maddesi oluverdi… Bu arada, sahibinin sesi YÖK Başkanı da İstanbul Üniversitesine bir yazı göndererek, “Türban yasağının uygulanmamasını” istedi. Amacı; bir taraftan öğretim üyelerini terörize ederek üniversitelerde Türbanı fiilen serbest bırakmak, diğer taraftan yoklama çekmek ve diğer Üniversitelerdeki Rektörlerin, Bilim İnsanlarının tavrını test etmekti. Zaten göreve geldikten sonra birçok Üniversite yönetimine kendi yandaşlarını atamışlardı… Amaç toplumu da hazırlamaktı… İşte tam bu aşamada, Bilim İnsanlarımızdan ve Yüksek Yargıdan onurlu, yürekli, dirençli ve bilinçli sesler yükseldi. İlk çıkışı yapan Amasya Üniversitesi Rektörü Zafer Eren’den sonra, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya da: “Dinsel inanç veya dinsel kurallarla doğrudan ilişki ve bağlantı kurularak yapılan düzenlemeler, hem devrim yasalarını, hem de laiklik ilkesini ilgilendirir. Yükseköğretim kurumlarındaki öğrencilerin giyimlerini düzenlerken türban kullanımına dinsel inanç nedeniyle geçerlilik tanımak, kamu hukuku alanındaki bir düzenlemeyi dinsel esaslara dayandırma suretiyle laiklik ilkesine aykırılık oluşturur” diyerek, laikliğe karşı yapılan saldırılara direneceklerini ve teslim olmayacaklarını haykırıyordu. Bu çıkışlar, toplumumuzun Ortaçağın karanlığına götürülmesine karşı Laikliğe 17 değil. Hepsi karmakarışık bir şekilde birbirinin içine geçmiş durumda. Böylesi bir durumun Marksist-Leninist literatürdeki karşılığı anarko-sendikalizmdir, ütopizmdir. 1967 yılında Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın meseleyi nasıl koyduğuna bakalım: “Modern İşçi Sınıfı ekonomik savaşını Sendikacılık ile mi yürütüyor? Antika sınıflar, hemen daha öngörüşlü atılışlarla sendikacılığı Allahlaştırdılar. Sosyalizm de ne imiş? İşçi Sınıfının devrimciliğine başka bütün öteki sosyal sınıf, tabaka ve zümrelerin hoşnutsuz devrimcilerini de katmak ve toplum ölçüsünde milletin bütününü kaplayan bir kurtuluş hareketi yaratmaktır. “Antika sınıf artıkları, biraz da Kapitalist Sınıfının kışkırtması ile, sosyalizmi doğrudan doğruya sendikalar eliyle kurduracaklardır. Lanet olsun şu siyasi partilere. Yaşasın sendikalizm! “İşçi Sınıfı, sen: sosyalizm mi dedin? Ben, küçükburjuva: öyle bir Anarşizm yaparım ki, feleğin şaşsın. İşçi Sınıfı sen: siyasi parti mi dedin? Ben, küçükburjuva: bir sendikalizm tuttururum ki, senin partin o yığın örgütleri yanında halt etmiş. İşçi Sınıfı, sen: Grev mi dedin? Dur ben küçükburjuva: sana bir genel grev icat edeyim ki, yer yerinden oynasın.. Vb… vb...” (Hikmet Kıvılcımlı, Ekonomik Mücadele Üzerine, s. 178-179) Sonuç olarak, böylesi sapmalar içerisinde bulunan ve Bilimsel Sosyalizm ışığında Türkiye orijinalitesini görmekten uzak olan bu anlayışların doğru sendikal mücadele yöntemleri ortaya koyamayacağı açıktır. Nitekim de öyle olmuştur. KESK’in geldiği içler acısı durum bunun en somut göstergesidir. Biz Kamu Emekçileri bir yandan bu sapmalara karşı mücadele yürütürken bir yandan da yerli-yabancı Parababalarının (emperyalistlerin) tezgâhladığı, çalışma koşullarımızda çok büyük hak gaspları getiren yeni yasal “düzenlemelere” ve Faşizan, Şeriatçı uygulamalara karşı en geniş birlikteliği sağlamalı, tüm gücümüzü mücadeleye seferber etmeliyiz. Devam Edecek sahip çıkan, aynı zamanda Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın Önderi Mustafa Kemal ve diğer önderlerimize layık onurlu bir seslerdir. Bu nedenle onurlu seslerin sahibi bilim insanlarımızı ve yüksek yargı mensuplarını kutluyoruz. Ancak, ülkemizde Siyasal İslamcı bir rejim kurmakla AB-D tarafından görevlendirilen Tayyipgiller Hükümeti, bu Ortaçağcı gidişe karşı direnç noktası olan, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’nın kazanımlarından olan Laikliği sahiplenen, ülkemizin Yeni Sevr’e götürülmesine karşı çıkan güçleri birer birer tasfiye etmekte, etkisizleştirmektedir. Sonuç olarak; bu Şeriatçı gidişin mantıkî sonucunda kadınlarımız için Türban yetmez, kara çarşaf ve peçeye büründürülmek ve bir erkeğin 4 eşinden biri, hatta sayısız cariyelerinden biri olmak da var... Yanlarında bir erkek olmadan sokağa çıkmalarının yasaklanması da var… Zaten Başbakan Tayyip, son günlerde, “kadın erkek eşitliği yaradılışa ters” diye konuşmalar yaparak, son günlerde daha bir pervasızca bu Şeriat özlemini dile getirmektedir. İşte Ortaçağcı İrticacıların gemi iyice azıya aldıkları, yasa, mahkeme kararı gibi hiçbir kural dinlemedikleri bu zor günlerde, Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından olan ve kadınımızın toplumsal yaşama katılmasını sağlamada en önemli unsur oluşturan Laikliğe sahip çıkan, 2008 yılında da Tayyipgillere Laiklik karşıtı Ortaçağcı eylemlerinden dolayı derslerini veren, AB-D Emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerinin Yeni Sevr planlarına teslim olmayan Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’yı bu cesaretli, kararlı, bilinçli ve yiğit tavrından dolayı kutluyoruz. Halkın Kurtuluş Partisi olarak bu haklı mücadelede sonuna kadar yanında olduğumuzu ilan ediyoruz. 22.10.2010 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 18 Mütevazılığa bak! “B u ülkede herkes iyi yaşamayı hak ediyor.” diyor “Türk inşaat sektörünün önde gelen gruplarından Ağaoğlu’nun Yönetim Kurulu Başkanı Ali Ağaoğlu”, günlerdir gazetelere tam sayfa verdiği ilanlarda, TV ekranlarındaki reklamlarında. “İnsanların şöyle böyle değil, kaliteli, güvenli ve en önemlisi hayatını ailesiyle birlikte daha da güzelleştirecek ortamlarda yaşamasını istiyoruz.” (Gazetelerdeki ilanlardan.) İnsanların büyük çoğunluğunun, hem de ezici çoğunluğunun, Ağaoğlu’nun ilanlarındaki gibi yaşamadığını biliyoruz. Ağaoğlu’nun da nasıl yaşadığını biliyoruz. Nereden? 13.09.2009 tarihli Vatan Gazetesi Pazar Eki’ndeki bir röportajından. “Hayattaki tek lüksüm” diye başlıyordu röportaj. Bu ilk sözcükleri okuyunca, insanda “acaba nedir?” diye bir merak uyanıyor. Ve mütevazı bir “lüks” beklentisi doğuyor. Ama sözcüklerin devamını okuyunca ister istemez, “Hayattaki tek lükse bak!” diyor, insan… Okuyalım mı hep beraber devam eden sözcüğü: “arabalar…” Dikkatinizi çekmiştir hemen; “araba” değil, “arabalar…” Arabalara gel! Peki nasıl “arabalar?” Tofaş, Fiat, Renault, Ford, Hyundai, Opel vb. mi örneğin? Yoo! Ya ne? “Kendimi bildim bileli hep güzel arabalar kullanmışımdır. İlk olarak 1973’te bir Mercedes aldım. (…) Arabalarımdan en çok Bentley’in Cabrio’sunu sürmekten keyif alıyorum. (…) “Son olarak aldığınız özel üretim olan Rolls Royce Phantom Cabrio’ya 2.5 milyon TL ödediniz mi gerçekten? Beğendiğiniz arabayı kaç para olursa olsun alır mısınız? “Ödediğim rakam biraz daha fazla... Arabayı beğendiysem alırım, paraya hiç acımam.” A. Ağaoğlu’nun kaç arabası varmış? “11 lüks arabam var.” Nelermiş? Mercedes (3 tane), Bentley Cabrio, Bentley Continental Flying Spur, Bentley Continental GTC, özel üretim Rolls Royce Phantom Cabrio, Rollls Royce Phantom Drophead Coupe, Lamborghini 140 Gallard Superleggera, Maseratti Grantursimo, Ferrari California… Bunların fiyatlarını (kaç on milyon TL olduğunu) hesaplamaya gerek var mı?.. “Hayattaki tek lüks” nasıl sağlanıyormuş? “Bakın ben her sabah 07.00’de mutlaka kalkarım, istersem sabah 05.00’te yatmış olayım. eredeyse çaycıdan bile önce gelip işimin başına geçerim. Günde ortalama 16 saat çalışıyorum.” İşçi gibi yaşayıp, işçi gibi ölenler Yalnız, takıldığımız bir nokta var. Binlerce, milyonlarca, on milyonlarca işçi, memur, köylü, küçük esnaf, hatta kimi büyük esnaf da sabah 07.00’da kalkıyor. Onlar da, “Günde ortalama 16 saat çalışıyor”. Doğru mu? Doğru. Peki onların da “hayattaki tek lüks”leri “arabalar”ı mı?.. Yoo! Onlarınki, boğaz tokluğuna yaşam mücadelesi… Lüküs hayat, lüküs hayat% Peki konumuz olan “Ağaoğlu Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ali Ağaoğlu”nun “tek lüks”ü bu muymuş gerçekten? Olur mu?.. “Bir de helikoptere biner(…), güzel kızlarla gezer(…)”miş! “Bu kadar çalışan bir insanın o kadar da lüksü olsun.”muş… A. Ağaoğlu’nun “lüks”ü bu kadarcık mıymış? “Trabzon’da yaklaşık 6 milyon dolara bir ev yaptırdığınızı ama bir gece bile kalamamışsınız. Doğru mu bu? “Evet, yaptırdım ama zaman darlığından hiç gidemedim. (…) Söylediğiniz kadar olmasa da iyi para harcadım.” Mütevazı adamı gördünüz mü? “Söylediğiniz kadar olmasa da iyi para harcadım.” diyor… Başka neleri varmış? “Önümüzdeki günlerde taşınıyormuşsunuz... “Evet, Amcazade Yalısı’na taşınacağım. “(…) “İstanbul’da 5, Bodrum’da 5 olmak üzere toplam 10 ayrı otel yapıyorsunuz. “Evet, turizmde büyüyeceğiz. Bodrum’da 10 bin dönümlük bir arazi üzerine 12 ay yaşanabilecek bir turizm şehri kuruyoruz. İçinde sadece bahsettiğiniz 5 otel değil, 2 golf sahası, binlerce villa, alışveriş merkezi, camii ve kilise olacak. Hedefimiz yurt dışına satış. Türkiye’nin kurumsal bazdaki en önemli projesi olarak görüyorum bunu. Sadece 50 milyon dolarlık sera yaptım oraya, ağaç yetiştiriyoruz. “Uludağ’daki otelinizi kapattınız. e olacak orası? “Uludağ çok plansız gelişti. Mevcut plan olmadığı için oteller müşteri ihtiyacına göre ekler yaptılar. Sonuçta oradaki pek çok tesis, benimki dâhil kaçak durumuna düştü. Ben de kızıp kapattım.” Helikopterler, süper lüks arabalar, yalılar, villalar, oteller, golf sahaları: “hayattaki tek lüksü” bunlar Ağaoğlu’nun. Ya bir de gerçekten “çok lüksü” olsa ne olur- Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 du?.. Ona herhalde hayallerimiz bile yetişemez… Peki bu “hayattaki tek lüks”, kime-kimlere yetermiş? “Şu anda çalışmayı bıraksanız mal varlığınız torununuzun torununa yeter mi? “Onun torununun torununa bile yeter!” (Banu Duran, agy) E, tabiî, “Günde ortalama 16 saat çalışı”nca olur o kadarcık(!) *** Bu haber bizde bir çağrışım yaptı, meşhur “Lüküs Hayat” operetini… Lüküs Hayat Şişli’de bir apartıman yoksa eğer halin yaman nikel-kübik mobilyalar, duvarda yağlı boyalar İki tane otomobil biri açık, biri değil aşçı, uşak, hizmetçiler dolu mutfak, dolu kiler Hanım gider, sen gidersin gündüzleri çaydan çaya gece olur, davetlisin ya dineye ya baloya Hey lüküs hayat, lüküs hayat bak keyfine yan gel de yat ne güzel şey oh ne rahat yoktur eşin lüküs hayat Yaz gelince adadasın mayo giymiş kumlardasın etrafında güzel kızlar canın çeker, burnun sızlar Hanım motorla dolaşır hanım serbest, kim karışır takarsın şeyleri bazı dünya böyle sen ol razı Sen de kendi hesabına topla akşam etrafına sarıları, esmerleri kır şampanya kadehleri Hey lüküs hayat, lüküs hayat bak keyfine yan gel de yat ne güzel şey, oh ne rahat yoktur eşin lüküs hayat *** Biz bu yazıyı (girişteki ilk üç paragraf hariç) kaleme alalı neredeyse bir yıla yakın olmuştu. Bir türlü yayımlayamamıştık. Sonra gazetelerde, TV’lerde yukarıdaki girişte okuduğumuz ilanları gördük, izledik. Çağrışım oldu. Yazımızı tekrar güncellemek istedik. Ve Ali Ağaoğlu’yla, Referans Gazetesi’nden Ayten Güvenkaya’nın 20.08.2009’da yaptığı (o zaman görmediğimiz, okumadığımız) bir röportajı daha oku- Ekvador’da Halk alanlara çıktı, darbeye karşı durdu E kvador’da 30 Eylül’de bir darbe girişimi oldu. Latin Amerika medyasından bazılarının söylediği gibi bu bir “kurumsal kriz” değildi. Tersine neredeyse 40 bin kişilik bir orduya dönüşmüş polisin demokratik yollarla seçilmiş başkana karşı bir ayaklanmasıydı. Bu durum, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Amerikalararası İlişkilerden Sorumlu Bakan Yardımcısı Arturo Valenzuela’nın iddia ettiği gibi polisin disiplinsiz bir davranışı olarak da değerlendirilemez. Aynı durum ABD’de olsaydı ve polis Barack Obama’yı darp edip bir hastanede askerler onu kurtarana dek 12 saat rehin tutsaydı, öldürmek üzere otomobiline ateş etseydi polisin disiplinsizliği olarak mı değerlendirirdi? Elbette hayır. Orada asla kabul edilmeyecek zorbalık bir Latin Amerikalı başkan söz konusu olduğunda nedense bir eşek şakası gibi değerlendiriliyor. Oligarşinin basını darbe sözcüğünü kullanmaktan kaçınarak ve olayları çarpıtarak aktardı. Polisin başkaldırısı olarak nitelemeyi seçtiler. Sağın eski bir numarası bu: Kendi yandaşlarının keyfi davranışlarını önemsemezken karşıtlarının yanlışlarını abartmak. Bu nedenle ertesi gün Başkan Correa’nın, olayları darbeyi gerçekleştirmeye yönelik bir komplo olarak değerlendirdiğini anımsamak gerek. Bir komplo çünkü darbe oluşurken başka aktörlerin de darbeyi desteklediklerini gördük. Ekvador Hava Kuvvetleri’ne bağlı bazı güçlerin Quito Havalanı’nı bloke etmeleri, muhalefet milletvekillerinin sokaklara çıkarak darbeyi desteklemeleri, eski başkan Guiterrez’in avukatının devlet televizyonuna zorla girmeye çalışması, Guayaquil Belediye Başkanı ve Correa’nın baş rakibi Jaime ebot’un despot ve otoriter olduğunu iddia ettiği Correa ile polis arasında kendisinin kışkırttığı bir anlaşmazlık olduğunu söylemesi bir rastlantı değil. Yerli hareketi Packakutik’in trajik dönüşümünden söz etmek gereksiz, çatışmanın ortasında tüm yerli örgütlerine ve sosyal hareketlere ulusal bir cephe oluşturarak başkanı düşürmek için sokağa çıkmaları çağrısı yaptılar. Yaşam sürprizlerle dolu, der Pedro Navajo (hayat ve ölümü anlatan ünlü salsa şarkısı). Ama bu kadarı fazla. USAID ve NED (ABD yardım kuruluşları) gibi kuruluşların cömert katkılarıyla son yıllarda Ekvador yurttaşlarını kendi parti ve örgütleri aracılığıyla ele geçirmekte olduğunu hatırlamakta yarar var. Sonuç: Polisin küçük bir grubunun gerçekleştirdiği ayaklanmadan çok öte, Correa’yı Manta ABD üssünü iptal ettiği Ekvador’un dış borçlarını ödemeyi reddettiği ve ALBA’ya (Küba, Venezüella ve Bolivya’nın kurduğu Latin Amerika için Bolivarcı Alternatif) katıldığı için ve başka pek çok nedenle bağışlamayan yerel oligarşinin ve emperyalizmin hizmetindeki sosyal ve politik aktörlerin katıldığı bir darbe girişimiydi. Ekvador polisi bölgedeki başka ülkelerde olduğu bibi ABD tarafından eğitilmekte. Bu eğitimin sivil iktidar güçlerine itaat etmeyi içermediği açık. Görünen o ki ABD ile Latin Amerika ülkeleri arasındaki bu türden işbirliğine son vermek gerek. Eğitim kurslarında ne öğrettikleri ortada. Darbe neden başarılamadı? Üç basit neden söylenebilir. Birincisi, hızla ve etkin biçimde sokaklara, alanlara çıkan, her türden tehlikeye karşın Başkan Correa’yı destekleyen Ekvador Halkı. Böyle durumlarda olması gerektiği gibi anayasal düzeni korumak için olup biteni seyretmeyip öncü oldular. Sokaklarda, alanlarda onlar olmasaydı Makyavel’in 500 yıl önce uyardığı gibi cumhuriyet olmayacaktı. Kurumsal yapı kendini koruyacak güçte değildir. Sağcıların gücü çok fazla ve bu yapıya yüzyıllardan beri hükmediyorlar. Yalnızca halktın sokaklardaki militan ve aktif varlığı darbeci planları bozabilir. İkinci olarak darbe Ekvador Halkının gösterilerine eşlik eden hızlı ve güçlü bir uluslararası dayanışma sayesinde engellenebilmiştir. UNASUR (Güney Birliği) acilen Buenos Aires’te olağanüstü toplanmış ve Güney Amerika hükümetlerinin ve bazı Avrupa devletlerinin Correa’yı açık bir şekilde desteklemeleri darbecilere planlarında başarılı olduklarında aforoz edilip ekonomik, politik ve uluslararası alanda dışlanacaklarını gösterdi. (Sağcı hükümetlerin yönetimindeki Peru ve Kolombiya bile darbeye cephe almış ve sınırların kapatmıştı. ÇN.) Bir kez daha gördük ki UNASUR etkin bir birlik olmuş. 2008 Bolivya krizinde olduğu gibi birlik, sonunu dış güçlerin müdahalesi olmadan çözebildi. Üçüncü olarak Correa’nın gösterdiği cesaret. Kolunu bükmelerine izin vermedi, yaşamı tehlikede olmasına karşın kararlılıkla direndi. Ali Ağaoğlu ve arabaları... duk. O zaman kelimenin gerçek anlamıyla, bir kez daha çarpıldık: Bir insan, nasıl böyle yüzsüz, utanmaz, arlanmaz, vicdansız olabiliyordu?.. “Ali Ağaoğlu’ndan ürperten itiraflar “Türk inşaat sektörünün önde gelen gruplarından Ağaoğlu’nun Yönetim Kurulu Başkanı Ali Ağaoğlu, 17 Ağustos depreminin 10. yıldönümü ertesinde İstanbul konut yapısına ilişkin şok açıklamalar yaptı. Olası bir depremde uzmanların açıkladığı 50 bin binadan çok daha fazlasının yıkılacağını, can kaybının ise milyonları bulabileceğini belirten Ağaoğlu, “Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. İstanbul konut inşaat sektörünü en iyi bilen isimlerden biri olarak söylüyorum ki; mevcut yapı stokunun yüzde 70’i deprem açısından güvenli değil. 1970’li yıllarda İstanbul’un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları Marmara Denizi’nden, demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul’a ordu bile giremez, ölen şanslıdır” itirafında bulundu.” Nerede savcılar? Nerede hükümet?.. Yok! Arasak da bulamayız. Niye? Çünkü aynılar! Hepsi vurguncu, talancı bunların… Ağaoğlu inşaat sektöründe vurgun vuruyor, Tayyipgiller bütün sektörlerde. Ağaoğlu sözde itiraf ediyor ama bir yandan da kendini masum göstermeye çalışıyor: “Herkes böyle çalışıyordu “O dönem Anadolu yakasında Bağdat Caddesi dahil olmak üzere çok sayıda inşaat yaptıklarını belirten Ağaoğlu, malzeme ve işçiliğin kaliteli olmadığına dikkat çekti. Ağaoğlu, şöyle devam etti: “En lüks semtlerdeki o süslü püslü binalar için konuşuyorum; çoğu sadece tuğla üstünde duruyor, içleri gitmiş. 1970’li yıllar, sana yağ ve benzinin karneyle alındığı zamanlardı. İbrahim Tatlıses’in dediği gibi, Urfa’da Oxford vardı da okumadık mı? Yani o dönemde en iyi malzeme onlardı. Teknoloji yoktu, betonlar kürekle karıştırıldı. Sağdan sola en az beş kere karıştırılması gerekirdi. Beton işleri de Doğulu ekiplerin elindeydi. İşçilere laf da anlatamazdık. Bir kere çevirip bırakırlardı. Yani kısaca kum kötü, malzeme kötü, işçilik kötü. Tüm firmalar böyle çalışıyordu. Belki karamsar bir tablo çiziyorum ama ilkokuldan bu yana işin içindeyim. İşin mutfağında yetişen biri olarak söylüyorum ki; mevcut yapı stokunun yüzde 70’i deprem açısından güvenli değil. Binalar resmen iman kuvveti ile ayakta duruyor. Binaların 17 Ağustos’ta nasıl karton gibi yıkıldığını unutmamak lazım.” İnsan bir kere insanlıktan çıkmaya, yiv sıyırmaya görsün, artık onda hiçbir değer aranmaz, aranamaz. Çünkü o bütün değer yargılarını yitirmiştir. Ne diyor Ağaoğlu? “(…) o dönemde en iyi malzeme onlardı. Teknoloji yoktu, betonlar kürekle karıştırıldı.” Peki binlerce yıl önce, insanlık üstelik bu topraklarda, bu İstanbul’da, bugün bile yıkılmayan yapılar yapmadı mı?.. Ve o yapılar hâlâ ayakta, hâlâ kullanılıyor değil mi? Teknoloji o zaman vardı da 70’lerde mi yok oldu? Kim yaptı Ayasofya’yı? Kim yaptı Sultanahmet’i? Kim yaptı Selimiye’yi? Kim yaptı kim?.. Ağaoğlu bir de utanmadan işçilere çamur atıyor, üstelik de “Doğulu” diyerek. Yani bir yandan da ırkçılık yapıyor: “Beton işleri de Doğulu ekiplerin elindeydi. İşçilere laf da anlatamazdık. Bir kere çevirip bırakırlardı. Yani kısaca kum kötü, malzeme kötü, işçilik kötü.” Peki, binaları yaptıran kimdi, o malzemeyi kullandıran kimdi? Sen! Siz! O işçiler, üstelik de “Doğulu”lar da dahil, diğer binaları da yaptılar. Niye onlar yıkılmıyor? *** “Yani kısaca kum kötü, malzeme kötü, işçilik kötü” değil Ağaoğlu. Sen ve sınıf olarak siz kötüsünüz. Siz, bir parça kâr ve vurgun için, insanlıktan çıktınız. İnsanî bütün değerlerinizi yitirdiniz. Sözde itiraf ediyor, vicdanınızı rahatlatmaya çalışıyorsunuz ama hâlâ çamur atmaktan, kendinizi haklı göstermekten vazgeçemiyorsunuz. Çünkü sizin “malzemeniz kötü”… Bir gün gelecek, ama mutlaka gelecek, siz ve sizin gibiler (İşveren sınıfları), Tarih sahnesinden silineceksiniz. Ve Tarih sizi ve sizin gibileri, hiç de hayırla anmayacak. Ders kitaplarında, insanlıktan çıkmış, insanlık düşmanları olarak anlatılacaksınız… Eğer boyun eğseydi, zayıf davransaydı, korksaydı sonuç çok farklı olurdu. Bu üç faktörün bileşimi, içerde halkın ayaklanması, uluslararası dayanışma ve başkanın cesareti darbe kışkırtıcılarının dışlanmasına, güçlerinin azalmasına ve böylece silahlı kuvvetlerin başkanı kurtarma girişiminin başarıyla sonlanmasına olanak sağlamıştır. Bu girişim yinelenebilir mi? Evet, çünkü Latin Amerika toplumsal yapısında ve ABD dış politikasında darbe planları hep olmuştur. Yakın tarihe bir göz atacak olursak 2002’de Venezülla’da Chavaz’e kaşı yapılan başarısız darbe, 2008’de Bolivya’da Morales’e karşı yarım kalmış darbe girişimi ve 2009’da Honduras’ta başarıya ulaşmış darbe ve 2010’da Ekvador’da başarısız darbe girişimi. Bu ülkelerin hepsinin ortak paydaları ekonomik ve sosyal bir değişim geçirmeleri ve ALBA üyesi olmaları. Oligarşinin ve emperyalizmin hizmetindeki hiçbir sağ hükümet darbeyle yıkılmadı. Bu yüzdendir ki dünya insan hakları ihlali şampiyonu Alvaro Uribe (Kolombiya’nın eski başkanı) pek çok kayıplara, toplu mezarlara, yargısız infazlara karşın sekiz yıllık yönetimi boyunca asla askeri bir darbe kaygısı taşımadı. Bölgedeki diğer sağcı hükümetlerin de gelecekte bir darbenin kurbanları olma olasılığı yok. Halkın tepkisi gecikirse darbe sürecini geri döndürmek zor 2002’den bu yana yapılan dört darbeden sadece Honduras Başkanı Manuel Zelaya’ya yapılan başarılı oldu. Darbe gece yarısı oldu ve haber ancak ertesi sabah duyuldu, hak sokaklara döküldüğünde başkan ülke dışına çıkarılmıştı. Uluslararası tepki geç ve zayıftı. Buradan çıkarılacak ders: Demokratik halk tepkisinin hızı, darbe sürecini etkilemekte temel unsur. Eğer halkın tepkisi gecikirse darbe sürecini geri döndürmek çok zor. Aynı şey uluslararası dayanışma için de geçerli. Neyse ki bu koşullar Ekvador’da oluştu ve darbe geri döndürüldü. Ancak hayalci olmamak gerek. Oligarşi ve İmparatorluk her zaman yeniden ve farklı biçimlerde kendi çıkarları karşısında teslim olmayan hükümetleri devirmeyi deneyecektir. ot: ALBA ülkelerine yönelik bu darbelere Haiti’yi de katabiliriz. 2004 yılında Jean Bertrand Aristide de gece yarısı tutuklanıp ABD’nin kiraladığı bir uçakla Afrika’ya gönderilmişti. Haiti Halkı günlerce sokaklarda Aristide’nin geri dönmesi için gösteri yapmıştı, ama çok geçti… (Atilio Boron) İspanyolcadan çeviren: Engin Demiriz (Pagna12, Arjantin, 3 Ekim 2010) 19 Yıl: 5 • Sayı: 51 / 23 Ekim 2010 Akarsular özelleştirilemez, hidroelektrik santraller yağma edilemez, yenilenebilir enerji kaynağı olarak halk yararına kurulmalıdır T ürkiye’de yenilenebilir enerji kaynağı olarak güvenilir bulunan ve doğal kaynaklarımıza dayanan hidroelektrik santraller son dönemde daha fazla tartışılır hale geldi. Parababaları iktidarı, AB-D Emperyalizminin emirleri doğrultusunda suların özelleştirilmesine karar verince, akarsulardan başlayarak adım attı. Türkiye’nin Hidroelektrik Santral (HES)’lere ihtiyacı vardır ve yapılmalıdır. Peki yenilenebilir enerji kaynağı olan HES’lere gereken önem veriliyor mu? Elektrik İşleri Etüt İdaresi tarafından geliştirilen proje sayısı 330 olmak üzere toplam 2030 proje üretilmiştir. Gene proje peşkeşine örnek olarak söylersek, 2007 yılında bir günde bir günlük sınırlamayla 600 proje başvurusu alınmıştır. Hazırlık süresi olmadan, teknik incelemeye tabi tutulmaksızın, ön inceleme yapılmaksızın proje başvurusunun kabul edilmesi yağma örneğidir. Gördüğümüz gibi, bir anda proje borsası açılmış, ihaleler peş peşe yapılmış, denetim- Hayır. 1989 yılında enerjimizin % 60’ını hidroelektrikten sağlarken, 2005 yılında % 27’sini ve günümüzde % 25’ini sağlıyoruz. Bu durumda hidroelektriğe önem veriliyor denemez. Neden? Çünkü Türkiye’de doğalgaza, dolayısıyla yabancı sermayeye bağımlılık artmıştır. Günümüzde enerji ihtiyacının % 43’ü doğalgazdan, % 28’i kömürden, % 25’i hidroelektrikten, % 4’ü fueloilden karşılanmaktadır. HES’ler, dışa bağımlı olmadan kendi gücümüzle üretebileceğimiz yapılardır. Ancak günümüzde HES politikası, sermayenin elinde çevrenin yağmalanmasına dönüşmüştür. Türkiye’de HES yapılmasına karar verilmeyen dere bırakılmamıştır. Çünkü dereler yağma alanı olmuştur. Teknik açıdan bakarsak, HES denince akla iki tip santral gelir: Baraj tipi ve nehir tipi santraller. Bunları inceleyecek olursak, baraj tipi santraller kalıcı, akarsular üzerine kurulan maliyeti yüksek ve kâr oranı düşük santrallerdir. Nehir tipi santraller ise maliyeti düşük, yapımı kolay, getirisi fazla, dönüşümü kolaydır. 8 yılda maliyetini çıkaran ve 40-50 yıl kâr bırakabilen santral tipidir. Baraj tipi santraller, Parababalarının iştahını kabartmaz; ama nehir tipi santraller iştahlarını kabartır. Çünkü 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu hükümleri gereği, enerji üretim tesislerinin yapımı tamamen özel sektöre verilmiştir. Buna bağımlı olarak “Elektrik Piyasasında Üretim Faaliyetinde Bulunmak Üzere Su Kullanım Hakkı Anlaşması İmzalanmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik”in yürürlüğe girdiği 26 Haziran 2003 tarihinde, hidroelektrik projeler DSİ sitesinde yayınlanarak özel sektör başvurusuna açılmıştır. Yağmanın başlangıç tarihi budur. 2008 Eylül itibari ile tüzel kişilikler tarafından geliştirilen proje sayısı 1700, DSİ ve siz, kuralsız yapılan bu ihaleler halkın tepkisini çekmiştir. Biz devrimciler böyle bir konuda karar verirken; kamu yararı olup olmadığına ve çevreye, tarihe, kültürümüze zarar verip vermeyeceğine bakarak karar veririz. Yapılacak yapıların sağlıklı ve güvenilir olması için yapılması gerekenlerin yapılıp yapılmadığını inceleriz. Hidroelektrik santraller doğru yer seçimi yapılarak kamu eliyle yapılırsa destekleriz. Son HES’lere baktığımız zaman, nehirlerin su miktarına bakılmaksızın, yer seçimine dikkat edilmeden, denetimsiz olarak, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu istenmeden lisans verilerek şirketlere peşkeş çekildiğini görürüz. Nehirlerin projelendirmeleri yapılırken, ÇED raporlarının dikkate alınması gerekiyor. Fakat bu raporlar masa başında hazırlanmış, gerçeklerden uzak, derelerin özgün konumuna bakılmaksızın ihaleye çıkarılmıştır. Burada da usulsüzlükler yapılmıştır. ÇED raporu 17 Temmuz 2008 tarihinden itibaren kurallara bağlanmıştır. Kurulu gücü 0,5-25 megavat arası olan santraller için ÖNÇED raporu, 25 megavat üzerinde ise ÇED raporu istenmektedir. Ama 17 Temmuz 2008 öncesi tüm nehirlerde lisans alındığı için, ÇED raporu kuralları işlemez hale gelmiştir. Yani Devlet usulsüzlük yaparak ÇED raporuna bakmaksızın lisans vermiştir. ÇED yönetmeliğini daha sonra çıkararak işlemeyen bir sistem kurmuştur. Bu da halkın aleyhine, Parababalarının lehine bir durumdur. HES ihalelerinde kurallara bağlanmayan ama yöre halkını birinci derecede ilgilendiren konu nehirlerdeki CANSUYU miktarıdır. CASUYU, derelere bırakılması gereken en az su miktarıdır. CANSUYU miktarı belirlenmeden ihale yapıldığı için, CANSUYU konusu pazarlığa bırakılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez. Nedeni nehirlerin ekolojik yapısını ilgilendiren temel bir konu olmasıdır. Dereden yararlanacak köylüyü ilgilendiren, yaşamlarını sürdürürken değerlendirecekleri bir konu, şirketlerin insafına bırakılamaz. Kimi dereler için yüzde 10 oranı belirlenirken, kimisi için ise bir kural da yoktur. Burada da usulsüz örnekler vardır. Doğu Karadeniz’de İkizdere’de debi 25 mᶾ/sn iken verilen CANSUYU miktarı 200 lt/sn, Rüzgarlıdere’de debi miktarı 5 mᶾ/sn iken verilen CANSUYU miktarı 150 lt/sn’dir. Bu çelişki somut bir örnektir. Gerekçesi yoktur ve açıklanamaz. Çözümü bellidir. Akarsuyun debi miktarına göre kurallar konmalıdır ve buna uyulmalıdır. Debi miktarları da yerinde ve doğru gözlemlere dayanmalıdır. Köylülerin elektrik ihtiyacını karşılayacak bölgesel HES’ler kamu eliyle kurulmalı ve yöre halkının ucuz elektrikten yararlanması sağlanmalıdır. HES inşaatları sırasında çıkan hafriyat kesinlikle derelere ve ormanlara dökülmemeli, bunun önlemi alınmalıdır. İhalelerde çıkacak hafriyatın döküleceği yer kesin olarak belirlenmeli ve inşaat sırasında belirlenen döküm yerine bırakılması denetlenmelidir. Buna uymayan şirketlerin ihalesi iptal edilmeli ve cezalandırılmalıdır. Derelerde özgürce yaşayan ve üremelerini sürdüren balıkların, HES’ler inşa edilirken, özellikle üreme dönemlerinde yaşamlarını sürdürecek kanallar açılmalı ve yapılıp yapılmadığı denetlenmelidir. HES’ler proje aşamasından sonra da denetimden uzaktır. Proje aşamasından bitimine kadar çok sıkı denetimden geçmelidir. Bu kamu denetimi olmalıdır. Tayyipgiller nasıl TOKİ’nin inşaatlarını denetimden uzak yapıyorlarsa aynı pervasızlığı HES’lerde de yapıyorlar. DSİ bu konuda uzmanlaşmış ve deneyimleriyle baraj tipi santrallerde başarılı çalışmalar yapmıştır. DSİ Genel Müdürlüğü, kadrolarını güçlendirerek HES’leri denetleyebilir. Çünkü birikimi ve teşkilatı bu iş için uygundur. HES’lerin doğayı tahrip etmesine izin verilmemelidir. Yer seçimine çok dikkat edilmelidir. Örneğin Rize İkizdere Vadisi’nde bulunan en zengin minerallere sahip ve 70 derece sıcaklıktaki kaplıcanın altına ve üstüne asla HES kurulmamalıdır. Çünkü İkizdere Vadisi, kayak yapılan, dağ yürüyüşüne uygun bir doğal cennet. Burada 20 adet HES yapılarak İkizdere Vadisi endüstri merkezi olacak. 2008 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Turizm Vadisi ilan edilmiş ve Termal Otel kurulmuştu. İnsanlar sağlıklarına kavuşmak için İkizdere Vadisi’ne geliyordu. Ülkemizin her yerinde tahrip edilmemesi gereken doğal güzellikler var. Bugün yöre halkları Akdeniz’den Karadeniz’e, Göller Bölgesi’nden Bursa’ya HES’lere karşı çıkıyorsa bu yağma politikasına ve akarsuların özelleştirilmesine karşı çıkıştır. Akarsularımızın kamu eliyle değerlendirilmesine, şimdiye kadar uygulanan tüm anayasalarda (buna 12 Eylül Anayasası da dahildir), sahip çıkılmıştır. Tâ ki, Tayyipgiller eliyle özel sektöre peşkeş çekilmesine izin verilene kadar. DSİ Genel Müdürlüğü, yıllardır Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına bağlı iken, bir kararnameyle Çevre ve Orman Bakanlığına bağlanmıştır. Çevreyi katledenler, ormanlarda maden arama izni vererek yok olmasına göz yumanlar şimdi de HES yağmasına izin vereceklerdir. Ama bu sürgit böyle gitmeyecektir. Yöre Halkları bu yağmaya karşı direnişini sürdürecektir. Bilim insanları ve yurtsever yargı bu oyunu Macaristan’daki alüminyum kazası üzerine... 4 Ekim günü Macaristan’ın Ajka kentinde, MAL Macaristan Alüminyum Üretim ve Ticaret Şirketine ait Ajkal Timfoldgyar tesisinin sıvı atık havuzunu çevreleyen duvarın bir bölümü yıkılmıştır. 1 milyon ton zehirli atık çevreye yayılmış ve selle birlikte çevre felaketine neden olmuştur. Eğer kuzey duvarı yıkılacak olursa 1.5 milyon tona çıkacak olan zehirli atığın yeraltı suları ile Tuna Nehri yoluyla Karadeniz’e ulaşması kaçınılmazdır. “Kızıl çamur” adı verilen, çok yoğun biçimde kostik alkali, kurşun ve kısmen radyoaktif maddeler içeren bu sıvı, doğrudan cilt ile temasta ağır alkali yanıklara ve kuruduktan sonra tozların solunması ile akciğer kanserine neden olmaktadır. Şu ana kadar 7 kişinin ölümüne ve yüzlerce kişinin yaralanmasına, hayvan ve bitkilerin telefine neden olmuştur. Atık ayrıca kurşun, kadmiyum, arsenik gibi ağır metaller içerdiğinden, suya karıştığında çok tehlikeli olmaktadır. Tuna Nehri yoluyla Karadeniz’e ulaşması, balıkçılığın çok büyük zarar görmesine neden olacak. Ayrıca halkımızın bu zehirli balıklarla beslenmesi durumunda sağlığı tehlikeye girecektir. Çevre ve Orman Bakanlığı ise 5 Ekim günü açıklama yaparak: “Dün Macaristan’ın Ajka şehrindeki bir alüminyum tesisinde atık maddelerin tutulduğu gölet’in iki setinin yıkılması neticesinde meydana gelen atık çamuru kazasının Türkiye için tehdit oluşturmadığını bildirdi.” Bakanlık aymazlık içindedir. Ciddi önlemler alınmalıdır. Bu konu uluslararası anlaşmalara bırakılamaz. Macaristan’daki felaketten etkilenen ülkelerden tarım ürünü ithalatı durdurulmalıdır. Bu altı ülke ile ortak eylem planı hazırlanmalıdır. Sanayi Bakanlığı ile Çevre ve Orman Bakanlığı eşgüdümünde ilgili meslek odalarının birikiminden yararlanarak Kimyasalların Tescili, Değerlendirilmesi, İzni ve Kısıtlanması (REACH) ve Tehlikeli Maddeler İçeren Büyük Kaza Hasarlarının Kontrolü (SEVESO II) mevzuatlarının gereklilikleri yerine getirilmeli, yapılan çalışmalar kamuoyu ile paylaşılmalıdır. Türkiye’deki atık depolama alanları, kapasite durumları ve güvenilirlik dereceleri yerinde incelenmeli, atıkların bertaraf edilmeleri için hangi önlemler alındığı halka açıklanmalıdır. Türkiye’deki tehlikeli kimyasal üreten, işleyen, taşıyan, depolayan işletmeler üzerinde denetim sıkılaştırılmalı ve kamuoyu madığı, her alınan mahkeme kararından sonra yeni yeni idari işlemlerle projelerin yenilendiği bir süreç ile karşı karşıyayız. İdarenin hukuk devleti ilkesini ihlal ettiği her bir eylem ve işlemi için AİHM’e başvurmayı düşünüyoruz. Diğer yandan bozacaktır. mahkeme kararlarının uygulanmadığı İşte bu HES yağmasına ve HES’ler üze- her bir durumda ilgili kamu görevlileri rine dönen dolaplara, Bakanlıkların duyar- hakkında hem cezai hem de tazminat yösızlığına somut bir örnek daha verelim: nü ile hukuki girişimlere başlama kararı “Artvin’in turizm cenneti olarak bakı- aldık.” lan Karagöl’ü de etkileyecek olan bölge“UESCO, BİYOSFER ALAI OLAdeki HES projeleri arasında yer alan ve RAK TESCİLLEDİ Gülkar Enerji Üretim ve Ticaret A.Ş. ta“Artvin Macahel Vadisi’nin UESCO rafından yapılması planlanan 5.05 mega- tarafından ‘Biyosfer Alanı’ olarak tescil vat kurulu gücündeki Düzenli HES proje- edildiğini vurgulayan TEMA Vakfı Rize si nedeniyle, bölgedeki 11 ufak derenin su- Temsilcisi evzat Özer de, Dünya Bankayu alınarak 10 kilometrelik tünellerle ta- sı’nın yöreyi Türkiye’nin mutlak korunşınacak. ması gereken dört bölgesinden biri olarak “8 FARKLI PROJE ilan ettiğine dikkat çekerek; “Macahel ay“Karagöl’ü de etkileyecek olan 8 fark- rıca, Dünyaca ünlü ‘saf Kafkas Arısının’ lı projenin yer aldığı Maçahel Vadisi’nin, gen merkezidir. TEMA Vakfı 1998 yılınUESCO tarafından ‘Dünya Biyosfer Re- dan beri bölgede bu yönde çeşitli projeler zerv Alanı’ olarak ilan edildiğini kayde- yürütmektedir. Bütün bunlar bile Macaden çevrecilerin Avukatı Yakup Şekip hel’i bu vahşi saldırıdan kurtarmaya yetOkumuşoğlu, “Çevre ve Orman Bakanlı- memektedir” diye konuştu. ğı da söz konusu statüyü tanımakta. An“SORUMLULUK ÇEVRE VE ORcak aynı bakanlık yıllardan bu yana Bi- MA BAKALIĞI’I yosfer Rezerv Alanlarının nasıl korunaca“Derelerin Kardeşliği Platformu Döğına dair yönetmeliği çıkarmıyor. Yönet- nem Sözcüsü Ömer Şan ise, bölgeyi ve melik çıkmayınca da ülkenin prestiji ola- yurdun birçok vadisini sarmal altına alan bilecek Maçehel’in nasıl korunması gere- HES projelerinde rant hesapları ve dayatkeceği, korunacağı belirsizleşiyor. Koru- maların ön planda olduğuna dikkat çekema statüsünün yönetmeliklerle tanımlan- rek, “Maçahel’in dünyada öncelikli ve mamış olması nedeni ile de işte Dünya Bi- özellikli değerlerini anlamayanlar, halk yosfer Rezerv alanı gibi bir statüye sahip tepkisini yok sayarak; insanlarımızın doolan Maçahel’de 8 adet HES için izin ve- ğal yaşam alanlarından göç etmesine zerilebiliyor. Diğer yandan, örneğin koru- min hazırlıyorlar. Yargı kararlarını ‘yok’ nan alanlar listesi içinde ÇED Yönetmeli- sayarak, dere ve vadilerimizde katliam ğinde Dünya Biyosfer Rezerv alanların- yaşatan HES projelerini, temiz ve yeniledan bahsediliyor ama sıra HES’e gelince nebilir enerji üretim kaynağı olarak gö‘yönetmeliği yok’ diye ÇED süreçlerinde ren, çeşitli mesnetsiz söylem ve ifadelerle ‘ÇED Olumlu’ veya ‘ÇED Gerekli Değil- ülkemizin enerjide dışa bağımlılıktan dir’ kararları verilebiliyor. Keşfini yaptı- kurtulacağı nutuklarını atanlar, bu vebağımız Düzenli HES, 17.7.2008’deki ÇED lin altından kolayca kurtulamazlar. ÜlkeYönetmeliği değişikliğinden önce başvu- mizin bütün vadilerinde HES’lere karşı rusu yapıldığından ÇED’den muaf. Yani birlik ve bütünlük içerisinde verilen bu hem ÇED’den muaf, hem Biyosfer Rezerv mücadeleler sadece bir doğa ve çevre müAlanında, hem de 11 derenin suyunu top- cadelesi değil; hukukun üstünlüğünün, layan ve bu sebeple de benzerlerinden ay- yasa ve yönetmeliklerin ve hatta Anayarılan bir proje. Oldukça geniş bir alanda sa’nın korunması, insan yaşamının doğal yatağından akan dereciklerin toplanması ve asli unsuru olan sularımıza, tarihi, sosesasına dayandığından, diğer yandan ala- yal ve kültürel değerlerimize sahip çıkılnın vahşi yaşam alanı olmasından dolayı ması anlamında verilen onurlu bir mücahayvanların da su yönü ile zarar göreceği deledir de. Bütün bu olumsuzlukların bir proje” dedi. kaynağındaki, sorumlusu konumundaki “HUKUK DEVLETİ İLKESİ İHLAL Çevre ve Orman Bakanlığı yetkililerini, EDİLİYOR bir kez daha ülke genelindeki HES proje“Okumuşoğlu açıklamalarını şöyle lerinden vazgeçmeye, bütün projeleri sürdürdü: “Ülkenin en önce korunması durdurmaya, su kullanım haklarını ve gereken Vadisi’nin, bu ve diğer 7 proje ile üretim lisanslarını iptal etmeye çağırıyotelafisi imkânsız zararlar görecekken ve ruz. Hiçbir güç halkın gücünden daha etidari prosedürü tamamlandığından yargı- kili ve üstün değildir” dedi.” (Derelerin ya taşınan ve halen de yürütülmesi dur- Kardeşliği Platformu Basın Bülteni – 09 Hadurulmuş iki adet HES projesine rağmen ziran 2010) bir diğer proje olan Uğur 1-2 HES’in de Evet, hiçbir güç halkın gücünden etkili ÇED süreci devam etmekte. İdare ise san- ve üstün değildir. Hele bir de halk birleşirse ki hiç bir şey yokmuş, insanlar mutlu me- onun önünde hiçbir güç duramaz. sutmuş, yasal alt yapı tamammış gibi ve Son söz olarak diyoruz ki; akarsuların üstelik pek çok mahkeme kararına rağ- özelleştirilmesine karşı çıkmak, yarın sularımen, halen de bu vadide ve diğer pek çok mızın özelleştirilmesini önleyecektir. Su tevadide ÇED süreçlerini devam ettiriyor. kellerinin Dünya Su Forumu’nda aldığı kaBu anlayışının yanlış olduğunu, ülkenin rarlar, halkımızın direnciyle geriletilecektir. tüm değerli ekosistemlerini yok edecek Su meta değildir. Sularımız halkındır. Suyuprojelere imza koyduklarını defalarca na ve doğasına sahip çıkmak için halkımız kendilerine iletmemize, defalarca verilen doğru önderlikle bütünleşip örgütlü mücadeyürütmeyi durdurma ve iptal kararlarına leye girip bu sömürü ve yağma düzenine son rağmen ÇED süreçlerini devam ettiren vermek zorundadır. Kurtuluş Partisi bu koÇevre ve Orman Bakanlığı’na bizim artık nuda kararlıdır. Suyun özelleştirilmesine söyleyecek sözümüz de kalmamıştır. Çev- karşı mücadele bayrağını yükseltecektir. re ve Orman Bakanlığı, mahkeme kararHalk İktidarı özelleştirmelere ve talana ları ile hakkında yürütmeyi durdurma ve- son verip, halk yararına HES’leri doğru yerrilen, iptal edilen projeler için bile halen lerde, çevreye ve tarihe saygı göstererek, doyeni ÇED süreçlerini devam ettiriyor. ğayı katletmeden kamu eliyle kuracaktır. Anayasanın 138. maddesi varken, ‘hukuk devletiyiz’ derken, geldiğimiz noktada alİzmir’den dığımız mahkeme kararlarının uygulanBir Yoldaş bilgilendirilmelidir. Kurallara uymayanlar cezalandırılmalı ve hatta kapatılmalıdır. TEMA Vakfı’nın dikkat çektiği Turgutlu Çal Dağı’ndaki Sardes Şirketi’nin Nikel işletmesi sıkı denetime alınmalıdır. Nikel çıkarılması için yapılan çalışmalar durdurulmalıdır. Turgutlu Halkı tedirginlik içindedir. Macaristan’daki bu çevre felaketinin benzerini yaşamak istememektedirler. Unutmayalım, Turgutlu’da yaşanacak çevre felaketi Ege Bölgesi’ni etkileyecek niteliktedir. Siyanürlü İlç yöntemiyle altın çıkarılmasına karşı çıkanların haklılığını Macaristan çevre katliamı göstermiştir. Çevre ve Orman Bakanlığı ile Sanayi Bakanlığı umursamazlığı ve yabancı şirketlerin çıkarlarını korumayı bırakıp; halk sağlığı için yerinde önlemleri almalıdır. Macaristan, Hırvatistan, Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Ukrayna’dan yapılan gıda ithalatı durdurulmalıdır. Karadeniz’de sürekli ölçümler yapılmalı ve balıkçılar uyarılmalıdır. Halkımız bu konuda duyarlı olmalı, Temiz Çevre, Yaşanabilir Doğa ve Temiz Toplum için Kurtuluş Partisi saflarında mücadele bayrağını yükseltmelidir. 12.10 2010 İzmir’den Bir Yoldaş CMYK CMYK TÜVTURK İşçisi Yalnız Değildir Y ıllardır Türkiye İşçi Sınıfı hareketinde doğru bir çizgi izleyen gerçek İşçi Sınıfı sendikası olan Nakliyat-İş, Konya’da yine alanlardaydı. Nakliyat İş Sendikası, TÜVTURK-Koyuncu Taşıt Muayene Yapım ve İşletim AŞ (KYC)’de örgütlenme çalışması yürütmektedir. Türkiye’nin birçok yerinde işçiler, insanca bir yaşam için en doğal hakları olan ve Anayasa ile güvence altına alınmış bulunan örgütlenme ve sendikaya üye olma hakkını kullanarak, Nakliyat İş’e üye oldular. İşçilerin bu haklı hareketine karşı işveren yine doğası gereği engel olmak istedi. Konya, Niğde, Aksaray, Kırşehir, Nevşehir, Karaman, Afyon, Burdur ve Isparta’da toplamda 15 işçiyi işten atarak bu örgütlenme- M yi kırmaya çalıştı. Bu durum karşısında Nakliyatİş Konya Bölge Temsilciliği hem işten atılan işçilere destek olmak, hem de işverene, işçilerin örgütlü olarak hareket ettiğinde neler yapabileceğini göstermek için 5 Ekim Salı günü saat 12.30’da bir eylem gerçekleştirdi. Konya TÜVTURK Araç Muayene İstasyonu önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Eylemin coşkusu, TÜVTURK’ün önüne varır varmaz başladı. Kortej halinde ve sloganlar eşliğinde yürünerek TÜVTURK’ün önüne gelindi. Basın açıklamasını, DİSK ve akliyatİş Konya Bölge Temsilcisi Ali Özçelik okudu. Özçelik, işten atılan işçilerin hemen işe geri alınması gerektiğini, işverenin bu hareketinin Anayasal bir suç olduğunu, örgütlenme sürecinde işverenin işçileri nasıl tehdit ettiğinin belgelerle sabit olduğunu belirtti. Özçelik konuşmasını; zamanı geldiğinde bu belgeleri savcılığa teslim edeceklerini belirterek noktaladı. Yaklaşık 120 kişilik bir kitle Yaşasın Mutaş Direnişimiz! utaş, Gebze’de metal işkolunda faaliyet gösteren bir fabrikadır. Metal saçlar, baklava dilimi, göz damlası şeklinde biçimlendiriliyor. Türkiye’de bu işi yapan iki fabrikadan biri Mutaş. İhracat da yapıyor. Mutaş İşvereni, işçileri yoğun bir şekilde çalıştırıyor, sürekli mesai yaptırıyor. Ancak cumartesi ve pazar günleri yapılan mesaileri ücret olarak ödemiyor, bunun yerine denkleştirme çalışması adı altında izin kullandırıyor. İçinde yaşadığımız bu işsizlik, pahalılık cehenneminde aldığı ücretle zaten zor geçinen işçi kardeşlerimiz yaptıkları mesailerin karşılığını almak istiyor, ancak talepleri hep reddediliyor. Bunun üzerine Mutaş İşçileri, anayasal haklarını kullanarak DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye oluyor. Üretimde çalışan işçilerin tamamı sendikaya üye oluyorlar. Sendikanın çoğunluk tespiti için Bakanlığa başvurmasından sonra işveren, Sendikadan haberdar oluyor. Anında işçi ve sendika düşmanı yüzünü gösteriyor ve 26 Ağustos’ta 7 işçiyi, haksız ve hukuksuz bir biçimde, kıdem ve ihbar tazminatlarını ödemeksizin işten çıkarıyor. Ardından 9 işçiyi işten çıkaran işveren, bir süre sonra 11 işçinin daha işine son veriyor. Böylece Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlenen işçilerin tamamı işten çıkarılmış oldu. Ancak işçiler bu duruma sessiz kalmadılar. İşyeri önünde Direniş Çadırı kurdular ve 26 Ağustos’tan bu yana Direnişlerini sürdürüyorlar. İşlerine sendikalı olarak geri dönmek, ekmeklerini büyütmek için mücadele ediyorlar. Biz de Kurtuluş Partisi olarak, örgütlenmenin başından beri Mutaş İşçilerinin yanında mücadelelerine desteğimizi sunuyoruz. Ayrıca birkaç defa Direnişçi işçi kardeşlerimizi kitlesel olarak ziyaret de ettik. Mutaş İşverenine göre; işçi dediğin hak hukuk, sendika mendika bilmez. Karın tokluğuna çalışır. Her türlü haksızlık karşısında gıkını çıkarmaz. Aman bu işsizlik ortamında “bu işimi de kaybetmeyeyim” diye, patronun iki dudağı arasındaki iş güvencesi için köle gibi çalışır. Böyle olsa ne Mutaş İşçileri Taksim Meydanı’nda, A nayasal haklarını kullanarak DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye oldukları için işten atılan; Mutaş İşçileri; seslerini duyurmak ve işten atılmaları protesto etmek amacıyla 21 Ekim saat 11:30’da Taksim Meydanı’ndaydı. Taksim Meydanı Tramvay Durağında toplanan kitle, sloganlar eşliğinde Galatasaray Lisesi önüne geldi. Galatasaray Lisesi önünde gerçekleştirilen basın açıklamasını DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu yaptı. DİSK adına ise DİSK Örgütlenme Daire Başkanı ve Nakliyat-iş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu konuştu. Küçükosmanoğlu, DİSK ve Birleşik Metal-İş Sendikası’nın MUTAŞ Direnişinin sonuna kadar arkasında olacağını; MUTAŞ’a sendikanın gireceğini ifade etti. Basın açıklamasına, Nakliyat-İş Sendikası’nın Yöneticileri, Kocaeli ve İstanbul’da örgütlü olduğu işyerlerindeki üyele- ri ve işyeri temsilcileri katıldı. Ayrıca Dev Sağlık-İş Sendikası yönetici ve üyeleri, Genel-İş Sendikası yöneticileri, Limterİş Sendikası ve Halkın Kurtuluş Partisi de destek verdi. Basın açıklaması ve yürüyüşte; “MUTAŞ İşçisi Yalnız Değildir”, “MUTAŞ’a Sendika Girecek Başka Yolu Yok”, “İnadına Sendika, İnadına DİSK”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek” sloganları atıldı. “2 Değil 1 Sendikaya Üye Olduk Şimdi? Kapıya Konduk, MUTAŞ İşçileri, DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası” ve “Yaşasın MUTAŞ İşçilerinin Direnişi, İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek, DİSK akliyat-İş” pankart- ile gerçekleştirilen eyleme basının ilgisi büyüktü. Halkın Kurtuluş Partisi olarak eylemdeydik. Ambar İşçilerinin yoğun katılım gösterdiği, Sosyal-İş, Birleşik Metalİş, SES’in de destek verdiği eylemde sık sık; “TÜVTURK İşçisi Yalnız Değildir”, “Gün Gelecek Devran Dönecek TÜVTURK İşçiye Hesap Verecek”, “Koyuncu Şaşırma Sabrımızı Taşırma”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek” sloganları atıldı. Eylem, başlangıç yerine kortej halinde ve sloganlar eşliğinde yürünerek son buldu. Eylem, sonunda çevik kuvvet polislerinin gelmesi işverenin örgütlü işçiden nasıl korktuğunu bir kez daha kanıtladı. Konya’dan Kurtuluş Partili İşçiler güzel olurdu, değil mi? O zaman işte ülkemiz işverenler için dikensiz gül bahçesi olurdu. Şimdi de bundan farklı değil ama… Tek amaç nedir? Kâr kâr kâr, daha fazla kâr... İşte bu yüzdendir Mutaş İşvereninin sendika düşmanlığı, işçi düşmanlığı… Ancak, Mutaş İşvereninin her türlü baskı ve dayatmalarına karşı mücadelelerini büyüterek sürdürüyorlar Mutaş İşçileri. 11 Ekim 2010’da Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılışının 39’uncu yıldönümü dolayısıyla yaptığımız Mezarbaşı Anmasına da; “Mutaş İşçisi Köle Değildir”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”, “Yaşasın Mutaş Direnişimiz” dövizleriyle katıldılar. Kurtuluş Partililer ve Mutaş İşçileri “İnsanları aynı dava uğruna Mutaş İşçisi yalnız değildir!mücadele etmek kadar hiç bir şey yakınlaştıramaz” sözünü doğrularcasına coşkulu sloganlarını birlikte haykırdılar, kardeşleştiler. Kurtuluş Partililer olarak, Mutaş İşçilerini Direnişlerinin 49’uncu gününde selamlıyoruz. İşçi Sınıfımızı ve Emekçi Halkımızı bu işsizlik ve pahalılık cehenneminde inim inim inleten Parababaları elbet gün gelip hesap verecek, Mutaş Direnişçilerinin Birleşik Metal-İş Sendikası’yla birlikte verdikleri bu haklı mücadele er geç kazanılacaktır! 14.10.2010 İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız! İşsizliğe Pahalılığa Zamma Zulme Son! Halkın Kurtuluş Partisi Gebze İlçe Örgütü ları açıldı. Basın açıklamasından sonra, sloganlarla Taksim İlkyardım Hastanesi önüne gidildi. Dev Sağlık-İş Sendikası’na üye olduktan sonra işten atılan Oğuz Altıntaş için bir basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasında Dev Sağlık-İş Sendikası Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu ve DİSK Örgütlenme Daire Başkanı ve Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu birer konuşma yaptı. Halkın Kurtuluş Partisi, bayrağı bu kez de Gaziantep’te dalgalandırıyor: Gaziantep İl Örgütü açıldı... A B-D Emperyalistlerinin Yerli Satılmışlar Cephesine karşı Halk Kurtuluş Cephesi’ni örmeye devam eden Halkın Kurtuluş Partisi, Gaziantep’te de kuruldu. Daha resmi kuruluşu yapılmadan faaliyetlerine başlayan, Gaziantep Halkına eylemleriyle, afişleriyle, bildirileriyle sesini duyuran Gaziantepli Kurtuluş Partililer; 23 Eylül tarihinde, bu kez de bir açılış etkinliğiyle Gaziantep Halkına “Merhaba” dedi. Açılış etkinliğinde önce tüm devrim şehitleri için saygı duruşunda bulunuldu. Ardından sinevizyon gösterimi yapıldı Daha sonra Kurtuluş Partisi Gaziantep İl Başkanı Sultan Çelik bir konuşma yaptı. Çelik, Gaziantep’te her türlü baskıya ve yıldırma politikasına rağmen yıllardır yürüttükleri çalışmaları anlatarak, bundan böyle daha da örgütlü bir şekilde çalışacaklarını ve mücadelede asla yılmayacaklarını vurguladı. Yurt genelinde olduğu gibi, Parti olarak Gaziantep’teki Çemen Tekstil Grevine ve eylemlerine, Tekel eylemlerine destek olduklarını ifade eden Çelik, “Zulmün ve haksızlıkların hep karşısında olmaya devam edeceğiz” dedi. Sultan Çelik, “Hikmet Kıvılcımlı’nın verdiği Sosyalizm mücadelesine devam edeceğiz, ABD-AB Emperyalizmine ve onun uşaklarına karşı mücadelemiz devam edecektir” diyerek sözlerini bitirdi. Daha sonra, Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi M. Gürdal Çıngı coşkulu bir konuşma yaparak, hem Gaziantep’in Ulusal Kurtuluş savaşı’mızdaki önemini anlattı, hem de ülke gündemine ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Konuşmasına Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaş’ımızda Fransızlara karşı yiğitçe mücadele eden, Karayılan’ın, Şahinbeyler’in memleketi Gaziantep Halkını selamlayarak başlayan Çıngı, Kürt Meselesi’nden Ermeni Meselesine, Kıbrıs Meselesi’ne kadar ülke gündemini ilgilendiren birçok konuda emperyalistlerin planlarını anlatarak, Kurtuluş Partisi’nin çözümlerini ortaya koydu. Açılışa, HKP Başkanlık Kurulu Üyesi M. Gürdal Çıngı’nın yanısıra, MYK Üyesi ve Ankara İl Başkanı Av. Sait Kıran, MYK Üyesi ve İstanbul İl Başkanı Av. Pınar Akbina, Mersin İl Başkanı Arif Çakır, MYK Üyesi Gülden Yuva; İskenderun İlçe Başkanı Ali Görülmez ile ÖDP Gaziantep İl Başkanı A.Kadir Yalaza, Şahinbey İlçe Başkanı Eyüp Civelek, Eğitim-İş Sendikası Şube Başkanı Cuma Kılınç ve Yönetim Kurulu üyesi Meral Küçükosmanoğlu, SES Üyesi Doç. Dr. Ercan Küçükosmanoğlu ile partililer katıldı. Açılış etkinliği, Grup Kıvılcım’ın vermiş olduğu müzik dinletisi ve Mahir Yoldaş’ımızın etkili bir Barak türküsü ve Gaziantep’in yöresel yemeklerinin ikramıyla son buldu. Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi! İşgal, Grev, Direniş Yaşasın Kurtuluş Partimiz! Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız! Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Halkların Kardeşliği! Gaziantep’ten Kurtuluş Partililer Çizmeci Gıda’da Zafer direnen işçilerin olacak! G ebze Bölgesi’ndeki İşçi Sınıfı Mücadelesine bir yenisi daha eklendi; Çizmeci Gıda. Gebze Güzeller Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu bulunan Çizmeci Gıda’da kölece çalışma koşullarına, asgari ücret düzeyindeki ücretlere ve hakaretlere varan baskılara dayanamayıp “artık yeter” diyen işçiler, Tek Gıda-İş Sendikası’nda örgütlenmeye başladılar. Yaklaşık 230 işçinin çalıştığı işyerinde, sendika çoğunluğu sağlayarak bakanlığa yetki başvurusunda bulunduktan sonra işveren, Balnak ve Mutaş işvereni gibi, en temel Anayasal hak olan sendikalaşma hakkına karşı saldırıya geçerek işçileri, sendikadan istifa ettirmeye çalıştı. İşyerinde Kur’an’a el bastırarak, işçilerin sendikaya üye olup olmadığını tespit etmeye çalıştı. Bu baskılar sonucu istifa etmeyen işçilere gözdağı vermek için, 33 işçiyi sözde performans yetersizliğiyle işten attı. Atılan işçiler fabrika önünde 5 Ekim tarihinden itibaren Direnişe geçtiler. 12 Ekim tarihinde Birleşik Metal-İş Sendikası üyesi Mutaş Direnişçileri ve akliyat-İş üyesi Balnak İşçileri, sendikalarının Gebze Şube yöneticileri ile birlikte coşkulu bir ziyaret gerçekleştirerek Çizmeci Gıda işçilerine sınıf dayanışmasında bulundu. Parababalarının domuz topu gibi örgütlü olduğu ülkemizde İşçi Sınıfımız ve Emekçi Halkımızla birlikte Parababalarının saldırılarına karşı ortak mücadeleyi örmenin gerekliliğini bir kez daha yaşayarak gö- rüyoruz. İşçi Sınıfımız artık Parababalarının dizginsizce sömürü ve zulmüne karşı örgütlenmeden başka yolun olmadığını, her geçen gün yeni örgütlenmeler ve direnişler yaratarak göstermektedir. Özellikle İşçi Sınıfımızın yoğun olduğu bölgemizde her geçen gün sınıf mücadelesi yükselmektedir. Balnak Lojistik, Mutaş Demir Çelik ve Çizmeci Gıda İşçileri er geç Parababalarının bu sömürü ve zulmüne karşı açtıkları mücadele bayraklarını zaferle taçlandıracaklardır. Zafer Direnen İşçilerin Olacak! Direne Direne Kazanacağız! Gebze’den Kurtuluş Partili İşçiler
Benzer belgeler
93. sayıya ulaşmak için tıklayın
zafere ulaştıracağımızı belirtti.
www.kurtulusyolu.org
ISS 1305-8975
56.sayıya ulaşmak için tıklayınız
Nurullah Ankut, konuşmasında, Arif Damar’ın ömrü
boyunca devrimci kaldığını ve mücadelesinin mutlaka
zafere ulaştıracağımızı belirtti.
www.kurtulusyolu.org
ISS 1305-8975