HF171 - Hayatım Futbol
Transkript
HF171 - Hayatım Futbol
3Ni SAN2 01 5-SAYI 1 7 1 SüperL i gkul üpl er iar t ı kkendikendi ni yönet meki s t i yor .Bui s t eği nodağı nda i s eyayı ni hal es ivegel i r l er iar t ı r makvar . PekiAvr upa’ nı nbüyükl er ii l ebi z dekif ar kne? 10’ ı nHi kmet i Gaz i ant eps por BüyükBuhr an Gar et hBal e Bi t meyenHi kâye Henr i kL ar s s on Yayın Koordinatörü Süper Lig A.Ş. İlker Yılmaz Türk futbolunun iki eskimeyen gündem maddesi, yabancı sayısı ve havuz payı bu sezonun da en çok konuşulan konuları arasındaydı. Yabancı sayısında yeni düzenlemeye giden Türkiye Futbol Federasyonu’ndan bu kez istenen ise özerklik. Kulüpler Birliği aynı Avrupa’daki büyük liglerde gördüğümüz ayrı bir şirket yapısına bürünüp futbolu yönetmeyi istiyor. Tabi ki bunun altında yatan en önemli sebep aynı yabancı sınırı tartışmalarında olduğu gibi para! Kulüpler Birliği, 90’lı yıllardan beri tartışması bitmeyen havuz sisteminin federasyona çok fazla pay gittiğinden dem vurarak kendi şirketlerini kuracaklarını ve ihaleyi kendileri yapacağını söylüyor. Pek tabi ki bu mümkün, hatta olması gereken de bu. Lakin hepimiz biliyoruz ki Türkiye’de çarklar doğru değil, çıkara göre dönüyor. Kulüler Birliği isteklerini belirtirken Avrupa’nın büyük ligleri örnek gösteriyor. Lakin atlanılan birçok önemli detay var. Hayatım Futbol 171. sayısında Süper Lig A.Ş.’nin vaat ettiklerine ve Avrupa’nın büyük liglerdeki yapılanmanın iç yüzünü kaleme aldı. Yazarlar Bahadır Bozkurt Burak Sağlam Emrah Çetin Emre Çelik İsmail Şayan Sercan Soykan Serkan Akkoyun Bu sayıda ayrıca; Süper Lig’in 1-0’a abone olan takımı Gaziantepspor’u, Real Madrid’in kaymaya meyilli yıldızı Gareth Bale’i, İskandinavya’nın topu santrada iki ligi Allsvenskan ve Tippeligaen’i, bu kez daha iddialı bir takımla teknik direktörlüğüne devam edecek olan Henrik Larsson’u ve Alpler’de yaşanan uçak faciasının şanslı takımı Dalkurt’u bulabilirsiniz. Keyifli okumalar, İlker Yılmaz [email protected] [email protected] #171 BU SAYIDA Süper Lig A.Ş. Süper Lig kulüpleri bu kez büyük oynuyor. Süper Lig A.Ş. yolda ‘1-0 Olsun, Bizim Olsun’dan Fazlası Gaziantepspor’un 1-0’lık sonuçlarının hikmeti nedir? Hayat Onlara ‘Adil’ Davrandı Fransa Alpleri’nde Yaşanan Uçak faciasından aslında kurtulan vardı Büyük Buhran Transfer rekoruyla Real Madrid’e gelen Gareth Bale’in yıldızı kaymak üzere Larsson ve Onun Bitmeyen Hikâyesi Her daim anılmayı sonuna kadar hak ediyor Allsvenskan 2015 İsveç’te santra bu hafta yapılıyor Tippeligaen 2015 İskandinavya’nın bir diğer ülkesi Norveç’te de lig bu hafta başlıyor İsmail Şayan Türkiye HF171 SÜPER LiG AŞ Kulüpler bu kez büyük oynuyor. Yıllardır tartışılan havuz sistemi vesilesiyle Süper Lig A.Ş. yola çıktı Belki pek dikkat çekmedi ama “futbolda mali disiplin”, hem hükümet hem TFF tarafından son iki yıl içinde çok sık dile getiriliyor. Bu dalga, pek fark edilmese de bakanlığının son döneminde Suat Kılıç’ın katıldığı bir canlı yayında söyledikleriyle başladı ve zirve yaptığı yer, dikkatlerin “yabancı kuralı”na yoğunlaştığı seminer oldu. Fatih Terim’in ortaya koyduğu tablo, “mali disiplinin en önemli konu olduğu” ve “gerekirse bazı kulüplerin feda edilebileceği” vurgularının hemen akabinde Aziz Yıldırım’ın “havuz çıkışı” geldi. Süper Lig AŞ, bu çıkışla yeniden başlayan sürecin geldiği nokta. Aziz Yıldırım, “Türkiye’nin en zengin kulübü TFF’dir, yayından %12 alıyorlar, böyle bir payı Avrupa’da hiç bir federasyon almıyor” çıkışını yaptı ve bu ifade Kulüpler Birliği tarafından tekrarlandı. Ama söylenenler pek doğru değil. Tek doğru tarafı federasyon payının yüksekliği: 5 büyük ligin hiç birinde federasyonun payı %12 değil, zaten bizde de değil... %12 diye bir şey yok! Nedense Türkiye’deki payı netin üzerine %12 ekleyip söyleyenler, Avrupa’daki oranları toplam üzerinden söylüyorlar... Türkiye’de oran 112’de 12 ya da %10,7. Örneğin Fransa’da oran %2,5. En yükseğiyse İtalya’da: %10. Söylenmemesi tercih edilen tartışmasız gerçek ise şu: Tüm bu ülkelerde ödemelerin çoğu federasyon üzerinden değil, doğrudan lig tarafından yapılıyor ve ödeme oranları Türkiye’den çok daha yüksek. 81,6 aralığında. Aktarılan oran, son 5 sezonun 3’ünde %22’nin (%12 hesabı mantığıyla %28’in) üzerinde. 5 milyar 340 milyon sterlinlik yeni yayın anlaşmasının da en az 1 milyar sterlinlik kısmının (en az %18,7) lig dışına (alt ligler, altyapı vb) ödeneceği duyuruldu. Bu rakamı az bulanlar da var çünkü ihale geliri %72 artarken aktarılan paydaki artış şimdilik %40. 2013-2016 döneminde ayrılan bütçe 738 milyon sterlin. Kulüpler ne istiyor? Süper Lig üyelerinden oluşan Kulüpler Birliği Vakfı şirkete dönüştürülerek, ligle ilgili yayın ve sponsorluk pazarlamalarını bu şirketin yapması amaçlanıyor. Böylece bakış açınıza göre “TFF’nin üzerinden bu yük alınacak” veya “TFF devre dışı bırakılacak”. Kulüplerin kendi yayınlarını ve sponsorlukları daha iyi pazarlayacaklarına inanarak bu işi üstlerine almak istemelerine hiç bir itirazımız olamaz, bizce bunu talep etmek hakları. Zaten 78’de İtalya’da başlayan bu uygulama diğer büyük liglerde de geçerli. Örneğin federasyonun sadece %2,5 (garanti edilmiş minimum rakam: 14,260,000 euro) aldığı Fransa’da alt lig payı %19. Ayrıca standart vergilerin dışında Ulusal Spor Konseyi’ne amatör sporlar için ödenen %5 var. Bundesliga 1, ülke içi yayın gelirlerinin %20’sini (%12 mantığıyla %25) Bundesliga 2’ye bırakmakta. Ayrıca federasyona hem yayın hem de gişe gelirlerinden %3’er ödeniyor. İngiltere’de Premier League diğer liglerden ayrılmış durumda. Yayın gelirinden tüm diğer liglere “dayanışma payı” ödüyor. Almanya, Fransa ve İspanya’da ise tüm profesyonel kulüpler aynı çatı altında tek bir birlik oluşturarak bu işe başladı. İtalya’da Serie A ve Serie B diğer liglerden ayrılarak bir birlik oluşturmuştu ancak yakın zamanda o birliğin içinde Serie A ve Serie B koparak ayrı birlikler kurdular. Premier League’in, futbolun diğer unsurlarına (%7-9 aralığındaki paraşüt ödemeleri dahil) aktardıklarından sonra kulüplere kalan %76,1 - Türkiye’de bu oluşuma diğer kulüplerin dahil edilip edilmeyeceği belli değil. Kulüpler Birliği maalesef şu ana kadar “daha çok para istedikleri” dışında bir fikir veremedi, bunun için de TFF payına hücum dışında sağlam bir strateji henüz sunulmadı. Sürekli TFF payına vurgu yapıyorlar. Dağıtılan basın bültenleri de hep diğer ülkelerde federasyonların daha az pay aldığı üzerineydi. Oysa çok daha ciddi sorunlar var. TFF’den ayrıldıklarında delegelerinin devamı eşyanın tabiatına aykırı. Ancak Sayın Gümüşdağ bu yöndeki soruya net bir yanıt vermedi. Paraşüt ödemeleri konusunda ise Kocaeli ve Sakarya gibi örnekler verilerek durumun vehametinden bahsedildi. Oysa kulüpler istedikleri anda havuzdan belli bir oranı paraşüt ödemelerine ayırma kararı alabilirler ama almıyorlar. Örnek gösterdikleri ülkelerde paraşüt ödemeleri üst liglerin payından yapılıyor. Böyle bir karara TFF’nin itiraz etme ihtimali sıfır. Elbette en önemlisi, Türkiye’de yasaların uygun olmaması. Tek bir yasayı değiştirmekle tüm yapının uygun hale getirilmesiyse mümkün değil. Ancak 2017 başına kadar yasaların istedikleri şekilde değiştirileceği ümidini taşıyor olmalılar. Sayın Gümüşdağ, “1. Lig de bizim havuzumuzun içinde” şeklinde bir ifade kullandı. Buna katılmak kesinlikle mümkün değil. Havuzun parçası olması için, örneğin Almanya gibi tek yayın ihalesi yapıp gelirinin baştan belirlenmiş oranda 1. Lig’e aktarılması gerekir. Oysa Türkiye’de her iki lig için iki ayrı ihale var, sadece aynı gün ve aynı yerde yapılıyor. Henüz çok düşük düzeydeki mobil haklar ihalesi ise ortak. Süper Lig özet hakları da 1. Lig naklen yayın hakları içinde. İngiltere’de özetlere BBC’nin mevcut havuzda verdiği yaklaşık %3,3’ü de ekleyince Türkiye’de Süper Lig kulüplerinden yapılan kesinti toplamı %14 oluyor. Yani Süper Lig kulüplerinden yapılan kesinti, Avrupa’da örnek gösterilen liglerin hepsinden az. Tehdit kültürü Kulüpler Birliği, “Süper Lig AŞ’de kararlı olduğunu ve seçimde federasyon başkanlığı için adaylık düşünenlerin de bunu bilmesi gerektiğini” Sayın Gümüşdağ’ın ağzından kameralara açıkça deklare ederek aba altından sopayı göstermiş oldu. Bu yapılabiliyor çünkü bize örnek gösterilen ülkelerdeki dengeli dağılımın aksine, “Türk Futbolu”nun delegelerinin %42’si Süper Lig kulüplerinde. Haliyle, Kulüpler Birliği’ne “hayır” diyen bir adayın seçilmesi çok ama çok zor. Elindeki delege ağırlığıyla Süper Lig, TFF kongrelerine hakim. Öte yandan Süper Lig AŞ’de temel motivasyon, konunun gündeme getiriliş biçimini de göz önüne aldığımızda tamamen “para” olarak görünüyor. Bir klasik olarak, futbolun bütünü kimsenin umrunda değil. Eğer Süper Lig dışına hiç bir ödeme yapmadan bu iş kotarılmak isteniyorsa, tıpkı kulüplerin bize örnek gösterdiği gibi bizim de Avrupa’yı örnek göstermemiz, bu ülkelerde liglerin yaptığı ödemeleri hatırlatmamız gerekiyor. Futbolu Süper Lig’deki kulüplerden ibaret görmek ağır bir hata olur. Bu alanın en büyük markası Premier League bile minimum 1 milyar sterlini gözden çıkarmaktan çekinmiyor. TFF’nin aldığı payın azalması gerektiğine inanan bu satırların yazarı içinse tüm meseleyi sadece “federasyon payı”ymışçasına sunmak şark kurnazlığı, ötesi değil. TFF’nin padişah tavrı En yüksek oranı alan İtalyan Federasyonu, aldığı %10’un hesabını, her yıl hazırladığı raporlarla (İtalyanca ve İngilizce) tüm dünyaya kuruşuna kadar veriyor. Futbolunda her şeyin gizli kapaklı; hırsıza, dolandırıcıya, mafyaya davetiye gönderir yapıda yürüdüğü Türkiye’de ise TFF “alt liglerdeki kulüplere yardım yaptığını” söylüyor ancak bu yardımın kime ne kadar olduğuna dair hiç bir açıklama yok. Herkes, söylenene “iman etmek” zorunda. Süper Lig AŞ, “şeffaflık” vaadiyle geliyor. TFF’nin bu konudaki bilgileri kamuoyuyla, yani piyasayı asıl finanse edenlerle, paranın gerçek sahipleriyle paylaşmama, böyle bir sorumluluk hissetmeme tavrını göz önüne aldığımızda tercih elbette Süper Lig AŞ. TFF’den alt liglere yapılan yardımla ilgili hiç bir bilgi verilmiyor. Zaten TFF “ikinci lig kulüplerine 10 milyon yardım yaptık” dediğinde, doğruluğuna iman etsek bile bu paranın mesela 4 milyonunun 36 kulüp içinde tek birine gidip gitmediğini bilmek, mevcut koşullarda mümkün değil. Hal böyle ama “bilinmeyen engeller” yüzünden yıllardır bir türlü bir adım bile yol alınamadı. Acaba kulüpler yasasını da tribündeki üç beş kendini bilmez mi engelliyor(!) 41 milyon kâr eden TFF’nin gelirlerinde en önemli kalem %58’lik oranıyla 183,5 milyon tutan “Profesyonel Futbol Gelirleri”. Bunun yarısıysa yayından alınan pay. TFF’nin kâr yapma takıntısı garip, bunun bir başarı olarak sunulması ise trajikomik. Bir futbol federasyonunun amacı kâr yapmak değil, elindeki tüm imkânları ülke futbolu için kullanmaktır. TFF’nin kâr yazmaya çabalamak yerine ülke futboluna yarar sağlayacak yatırımlara girişmemesi sorgulanmalı. Örneğin kupaya 5 milyon dolarlık (yayından gelenin onda biri) bir destek, kısa vadede kulüpler orta vadedeyse yayıncılar ve sponsorlar açısından cazibe arttırıcı olabilirdi... Stadlarını devletin yaptığı, pek çok kulübü merkezi ve yerel yönetimlerin fonladığı, hatta yerel yönetimlerin kulüp doğurup büyütüp Süper Lig’e çıkardığı bir yapı futbol adına zaten tuhaf, AB’ye ise her yönüyle zıt. Hiç birinin yıllık cirosu 15 milyon euro’nun altına düşmeyen, en az iki tanesi yüz milyon euro’yu aşan, 4 tanesi borsada işlem gören kulüpleri barındıran bir ligin fonlanması; har vurup harman savurmanın, hatta dolaylı yoldan dolandırıcılığın ve hırsızlığın teşvik edilmesinden başka bir şey değil. Üstelik fonlama ve stat inşaatlarının, Türkiye’nin uyum sözü verdiği AB yasalarına tamamen aykırı olduğundaysa tartışılacak hiç bir şey yok. UEFA ve AB Baskısı Kulüplerin böyle bir atağa geçmeleriyse tesadüf değil. Futbolculara normal vergi uygulanması dahil pek çok haber okuyoruz. Profesyonel sporlara bakış artık çağdaş bir noktaya geliyor ve kulüpler için ürkütücü. Hem UEFA hem AB, gerek federasyonun gerek siyasetin üzerine geliyor. Futboldaki mali aymazlık uzun süredir had safhada. Ezelden beri çıkacak olan, bilmemkaç farklı hükümet gören bir “kulüpler yasası efsanesi” var. Mevcut yapı ile dev bir sektör olan futbolun yönetilemeyeceği yıllardır ortada, “futbol ailesi”nden kime sorsanız değişimin gerekliliğinde hemfikir. Vergilerin bir türlü ödenmemesi, faizleri affedilerek yeniden yapılandırılmış borçların da ödenmemesi, vergi kaçırmak için atılan taklaların yakın zamana kadar görmezden gelinmesi de AB nezdinde büyük bir sorun. Vurgulayalım: Ödenmeyen bu vergilerde iki ana kalemden biri biletlerdeki KDV. Bunu bizler bilet alırken ödedik, yani bu paralar kulüplerin kasalarında. Ama maliyeye ödenmiyor. UEFA ise tüm gücüyle FFP’yi oturtmaya çalışırken, sırtını devlete yaslamış kulüpleri, rekabeti adil hale getirebilmek adına sistemden arındırmaya çalışıyor. Alman ve Fransız kulüplerinin şikayetleriyle İtalya’da yasa değiştiği (Salva Calcio); Hollandalı şikayetine 4 büyük ligin desteğiyle İspanya’da “vergi ödemesini aksatanın yıllık yayın gelirinin %35’e kadarlık bölümüne maliye el koyar” yasasının çıktığı, bir başka uyarıyla bazı bölgelerinde bilete KDV uygulanmayan Fransa’da 1 Ocak 2015’ten itibaren KDV eklenmeye başlandığı atlanmamalı. Çifte kıskaç Avrupa’daki kulüplerin, Türkiye’de yaşananlara körsağır olduğunu zannetmek hata olur. Bakanlığının son döneminde Suat Kılıç’ın Avrupa ve Türkiye’deki bakış farkının giderilmesi gerektiğini belirterek “mali disiplin”e vurgu yapması, TFF’nin geçen yılın sonlarından başlayarak defalarca, her fırsatta bu konunun altını çizmeye çalışması kesinlikle tesadüf değil. Dolayısı ile mevcut alışkanlıklarıyla Türk Futbolu, iki uçtan kıskaca alınmış durumda. Çoğu kendini yönetmeyi bir türlü becerememiş, FIFA’daki şikayet listesinin tepesine -yerli futbolcu ve antrenörler FIFA’ya gidememesine rağmenoturmuş kulüpler, bu kıskaçtan kurtuluş yolunu arıyorlar. En kolay -hatta sponsorlar çekilirken belki de tek- çıkış kapısı yayın gelirleri. Yayın gelirlerinden TFF payını elimine etmek de en konforlu çözüm olarak bellenmiş. Daha önce yayın geliri tek ihaleyle iki katından fazlasına çıktığında olanlar ortada. 2010’da yayından ortalama 7,8 milyon alan kulüpler ertesi yıl bu rakam iki katından fazlasına, 18 milyona çıkmasına rağmen yine parasızlıktan şikayetçiydi. Rakam her yıl %10 artıp 2010’un 3 katını aşmasına rağmen şikayet yine parasızlık. Dolayısıyla %10,7 olan TFF payının ilaç olmasını beklemek gerçekçi görünmüyor. Farklı bir çabaya ihtiyaç var. Şu notu da düşelim: Financial Fair Play, amatör şubeler için yapılan harcamaları giderden düşüyor ve hesaba katmıyor, 59. maddede ve Ek 10’da net olarak vurgulanmış. Yani UEFA karşısında amatör şubeler dezavantaj değil, hatta tersine avantaj olarak kullanılmaları da mümkün. Ama basketbol ve voleybol gibi yüksek ücretlerin ödendiği dalların “amatör” olarak kabulünü beklemek hayal olur. Kulüplerin gerçekten amatör şubeleri FFP’yi gerekçe göstererek feda etmeleri gerçekçi olmaz. Yine Göksel Gümüşdağ’dan duyduğumuz “yayın gelirlerinde 1-1,5 kat artış” beklentisi hiç ama hiç akla yatkın gelmiyor. 1 kart artışın 940 milyon dolar; 1,5 kat artışın kulüplere 1 milyar 175 milyon dolar net gelir anlamına geldiğini ve bu rakama Premier League dışında hiç bir ligin ulaşamadığını hatırlatalım. Anlaşılan kafalar bir hayli karışık. Ki bu mesele Premier League’e bakıp “orada çok arttı, bizde de artar” mantığıyla ele alınıyorsa ağır bir hata yapılmakta ve sonuçları yıkıcı olabilir. Almanya, Avrupa’nın gelir hacmi en büyük yayın piyasası. Sadece İngiltere üzerinden görmek, en basitinden “Almanya’da, ülke içi yayın gelirinin neden İngiltere’dekinin üçte birinde kaldığı” sorusu karşısında çaresiz bırakır. Ek bir bilgi daha verelim: UEFA, Şampiyonlar Ligi’nde 2015-2018 döneminde gelirin en az %30 artacağı suflesini vermişti, yeni rakamlar da bu doğrultuda geldi. Artışın yarısından fazlası tek başına İngiltere’den, kalan kısmı ise diğer 208 ülkeden... İnişler ve çıkışlar Bir Alman firması, dünya genelinde farklı ülkelerde futbolu televizyondan izleyenler üzerinde geniş bir araştırma yapmış ve sonuçlarını paylaşmıştı. Araştırmanın sonuçlarına göre futbol izleyicisinin hangi ligi veya hangi maçı seyredeceğinde en etkili olan unsur, atmosfer. Tribünlerin doluluğunun ve coşkusunun yarattığı hava, yıldızlar dahil her şeyin önünde. Premier League’in tribünlerdeki seyircileri arasında yaptığı ankette de 1 numara yine “atmosfer”di. Yaşananlar da bu bulguyu destekliyor... Şu anki ihalelerinde geliri ciddi şekilde artmış iki büyük lig havuzu var: İngiltere ve Almanya. İkisinin ortak özelliği, tribünlerdeki doluluğun %90’ın üzerinde olması. Buna karşılık duraklamadaki iki lig ise İtalya ve Fransa. Ve evet... Ortak özellikleri, tribünlerdeki boşluk. Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç bir soru önergesi üzerine TBMM’de, Süper Lig’de son 8 yılın seyirci ortalamalarını açıkladı. Bu yıl ortalamanın geçen yılın yarısı olmasını ve %22’ye kadar düşmesini “bahanemiz var” deyip bir kenara bıraksak bile manzara yine en kötüsü. Önceki 7 yılın hiç birinde, Süper Lig’in doluluk oranı %50’yi aşmayı başaramamış. İtalya’daki %56 ve Fransa’daki %68’in epeyce gerisindeyiz. %56 doluluklu Serie A’nın ortalama stat kapasitesiyse 40170, yani seyirci ortalaması Süper Lig’in 2 katı. Bu arada, seyircinin tutumunu yansıtması açısından Türkiye’deki bir eğilimin bu ülkelerin hepsinin tersi olduğunu belirtelim. Avrupa Kupası maçlarında doluluk Türkiye’de artarken, bu ülkelerin hepsinde(ortalama %25 oranında) düşüyor. Elbette tek etken atmosfer değil. Bireylerin alım gücü ve ekonominin büyüklüğü yayın gelirini şekillendiren en önemli faktörlerden. Bahsettiklerimizin hepsinde hem ekonomi hem de bireylerin alım gücü Türkiye’nin çok üzerinde. Singapur mucizesi Bir başka önemli etken ise toplumun futbolla ilişkisini kuruş biçimi... İngiltere ve İtalya gibi ülkelerde abone sayısı ve nüfustaki payı Türkiye’den kat kat fazla. Ama aynı oranlara nüfusu daha büyük Almanya veya Fransa’da ulaşılabilmiş değil. Toplumların ve bireylerin futbolla ilişkisinin yapısı, ülkeden ülkeye değişiyor ve Türkiye’nin bu konuda İngiltere’ye benzemediği ortada. Uç bir örnek olarak Singapur’u eklemeden geçmeyelim: İngilizler için Premier League’in Singapur’daki ihalesinde çıkan rakam son derece şaşırtıcıydı: 220 milyon sterlin. Büyük gibi görünmeyebilir ama gerçekten çok büyük bir para, çünkü ülkenin nüfusu 4,4 milyon. Yani Singapur’da kişi başına 50 sterlin ödendi. Bu rakama İngiltere, yeni rekor ihalesiyle bile yaklaşamadı. Türkiye’ye uyarlarsak, Süper Lig ihalesi için yıllık 5 milyar 750 milyon dolar, yani bugünkünün 12 katı ödenmesi anlamına geliyor. Mevcut tabloda Süper Lig için pek çok negatif gösterge var. Boş tribünler en önemli sorunlardan biri, yıllardır çözülemedi, kolay kolay da çözülecek gibi görünmüyor. Bozuk, kendi haline bırakılmış zeminlerin izleyiciye karşı yapılmış bir saygısızlık olduğu nedense bir türlü algılanamadı, parayı almaya gelince herkes kuyrukta ama hak etmek için uğraşan yok gibi. Halkın futbolla ilişkisini kuruş biçimi açısından da durum parlak değil. Türkiye’de ligi yayınlayan platformun abonesi 3,4 milyon civarında ancak yaklaşık yarısı Süper Lig abonesi olmamayı tercih ediyor. Sırf bu bile başlı başına çok ciddi bir sorun. Ah! Buna karşılık dijital medyada aktivite oranı gerçekten yüksek. Gerek para ligi raporlarında gerek aylık yayınlanan uluslararası dijital medya raporlarında Türk kulüplerinin ulaştığı takipçi sayıları dikkat çekici. 2014 Dünya Kupası öncesi bir Alman firmasının yaptığı araştırmada ise Türkiye’nin futbolla ilgili bir numaraya oturduğu tek alanın “facebook sayfası beğenmek” olduğu ortaya çıkmıştı! Bu göstergeyi iki farklı açıdan yorumlamak mümkün: Doğru tutum ve duruşla ulaşılabilecek bir kitlenin varlığının işareti olarak hayra ya da Türk futbol meraklısının para vermek istemediği olarak şerre... Büyük balık zorlarken Tüm bunların ötesinde, futbol dünyasında artık iyice belirginleşen bir gerçek var: Büyük balık küçük balığı yutuyor. Ülke içinde üst ligler alt ligleri, dünya genelinde büyük ligler diğer ligleri eritiyor. Televizyon izleyicisi, doğal olarak parasını en kaliteli ürüne harcama eğiliminde. Futbolunu en kaliteli, atmosferini en güzel bulduğu ligi tercih ediyor. Hollanda ve Portekiz gibi ülkeler yayıncısızlığı yaşadı, son rakamlar Belçika’nın da aynı yönde ilerlediğini gösteriyor. Ülke içi sorununu en başından saptayan İngilizler, Cumartesi günü Premier League maçlarının yarısının ve alt liglerin tüm maçlarının yapıldığı saate (TSİ 17.00) ülke içinde maç yayını koymayarak futbolseverlerin televizyon başına geçmek yerine maça gitmeye sağlamalarını çalışıyorlar. Oysa Türkiye, adeta alt ligleri yok etmek istercesine maçları farklı saatlere dağıtıp hepsini yayınlıyor. Yine tüm ülkelerde üst liglerin yayın gelirinden maddi desteğiyle ülke içindeki sorun çözülmeye çalışılıyor ama dünya genelindeki yutuşa, henüz net bir çözüm bulunamadı. Basında yer alan “Süper Lig’i Azerbaycan ve Arap ülkelerinde pazarlamak” ise fazlaca iyimser bir hayal gibi. Oralar, diğer büyük ligler tarafından çoktan tutulmuş durumda. Tribünleri boş, zeminleri berbat, maç boyunca futbol oynanmayan sürenin futbol oynanan süreyle kafa kafaya olduğu, kulüplerinin basına kapıyı kapatıp izleyiciyle paylaşımı cılızlaştırdığı bir ligi beğendirmek ve ilgiyi canlı tutmak hiç kolay değil. Üstelik büyük liglerin kulüpleri, o pazarlar için ciddi mücadeleyi bir an olsun bırakmıyorlar. Sezon başı turlarında 7 Premier League kulübü, dünyanın çevresinden daha büyük bir mesafe uçmuştu 2013’te. Bu yıl Bayern Münih’in devre arasındaki Arap Yarımadası ziyaretini de hatırlatalım. Süper Lig’in 2010 ihalesinde ciddi bir artış beklemek için sebepler vardı. 2017’ye kadar köprünün altından çok su akacak ve devreye sürpriz faktörler de girebilir ama şu an için göstergeler maalesef büyük bir artış adına hiç iç açıcı değil. Yayıncının bu aşamada bile ödeme sıkıntısına düşmesi, sorunun TFF’nin geçici yamasıyla aşılması da cabası. Büyük liglerin ve UEFA’nın 3 yılda bir düzenlediği ihale bizde 5 yıllık yapıldı ve iki yıl da uzatma alındı. Buna rağmen hâlâ “yayıncının zamana ihtiyacı var, ihale en az 5 yılda bir olmalı” deniyorsa şapkayı öne koyup iyice bir düşünmek gerek. Roket gibi yükselen İngiltere’de bile %118 artışlı 2001’in ardından gelen 2004 ihalesinde gerileme yaşandığı, Almanya’da 2002’de yayıncının batışıyla kulüplerin çok zor duruma düşüp pek çok kulübün transfer yasağıyla karşı karşıya kaldığı, Hollanda’da ise ihaleye talip çıkmadığı ve kulüplerin sermaye koyarak yayıncılığa soyunmak zorunda kaldığı unutulmamalı. Yeni ihaleye kadar geçecek sürenin çok iyi değerlendirilmesi gerekiyor, o görev kime düşecekse... AVRUPALILAR NASIL BAŞLADI? NE YAPTI? NE YAPIYOR? Avrupa’nın büyük liglerinde kulüpler kendi yayın ihalelerini yapıyor. Aynı Süper Lig’in yapmak istediği gibi. Peki İtalya, İspanya, Almanya ve İngiltere bu sürece nasıl girdi, neler yaptı, şimdi ne yapıyor iTALYA Federasyondan ayrılıp yayını kendisi pazarlamakta ilk olan İtalyanlar, havuzu dağıtıp kaos yaratmakta da ilkti. Futbol yönetiminde pek çok tuhaflığı üreten İtalya, yine en ilginç örnek Yaygın kanının aksine İtalya, federasyon ile lig yönetimini birbirinden ayıran ilk ülke. Ortada henüz yayın hakları yokken 1978’de Lega Calcio kurularak Serie A ve Serie B ortaklığı kendi kendini yönetmeye başladı. 90’lardan itibaren hızla ve istikrarlı bir şekilde geliri artan yayın görüşmelerini Lega Calcio yaptı. 1993’te 93 milyon euro olan gelir 1998’de 231 milyon euro düzeyine çıkmıştı. 30 Ocak 1999’da çıkan yasa ile kulüplere, yayın geliri görüşmelerini bireysel olarak yapma hakkı verildi. Yasa, Serie A’nın büyükleri ile tüm diğer kulüpler arasında ilk sürtüşmelerin başlangıcı oldu. Gelirler yarım milyarı aşmıştı ancak yayıncılar, kulüplerin taleplerini karşılayamayacak noktaya doğru gittiklerinin farkındaydılar. 2002/03 sezonunda kulüplerin karşısına daha düşük tekliflerle çıktılar. Bu, özellikle küçük kulüplere ağır darbeydi. 99’da başlayan sürtüşme büyüdü, 2002/03 ve 2003/04 sezonlarında lig tehlikeye girdi, başlaması gereken tarihlerde başlayamadı. Büyük kulüplerin kendilerine ödenen paranın bir kısmını diğer kulüplerle paylaşması ile sorun geçici olarak çözüldü. Her kulübün maç başına düşen ortalama yayın geliri hesaplanacak, bu tutarın %20’si deplasman kulübüne ödenecekti. Bu arada bazı küçük kulüpler bir araya gelerek Gioco Calcio adlı yeni bir yayın platformu oluşturdular. Ancak bu deneyim de pek uzun sürmedi çünkü yayın dünyasında büyük balık küçük balığı yutmuş, Sky, Tele+ ile Stream’i satın alarak yayınların çok önemli bir kısmını kendi bünyesine toplamayı başarmıştı ve 2004’te tüm yayınları aldı. 2000’lere rüya kadroya ile giren kulüplerin başında Lazio geliyordu. Önce, 2001/02’de Nedved, Veron ve Salas’ı kaybettiler. Ertesi sezon da Crespo ve Nesta’yı satmak zorunda kaldılar. Bu süreçten en kârlı çıkanlar ise futbolcu ve teknik adamlar oldu. Özellikle Bosman sonrası pazarın serbestleşmesi ellerini güçlendirmişti. Hızla büyüyen para kulüplerin akıllarını başlarından almış, harcamalarda tam bir aymazlık hakim olmuştu. 22 Ağustos 2002’de La Reppublica; 1995’te %57 olan ücretlerin gelirlere oranının, 2000/01 sezonunda %75’e ulaştığı haberini yaptı. Kulüplerin kazandığı her 4 liranın 3’ü, maaşlara gidiyordu. Bu sırada oranlar Almanya’da %50, İngiltere’de %60, Fransa’da %64’tü. Ertesi yıl oran %88’e çıktı. Çukura koşuş Serie A ve Serie B’nin toplam geliri 3 milyar euro seviyesine ulaşmıştı ancak yıllık zarar 1,5 milyar olmuş, bu arada yalnızca Serie A’nın borcu 1,5 milyara ulaşmıştı. 7 kızkardeşten Roma, Lazio, Fiorentina ve Parma ağır sıkıntıdaydı. Lazio iflastan en iyi oyuncularını satarak kurtuldu, Fiorentina’ya bu da yetmedi ve iflas ederek Serie C2’ye kadar düştü. Yine kadrosunun önemli kısmını boşaltarak direnmeye çalışan Parma, Parmalat skandalının da darbesiyle 2004’te ilk iflasını yaşayacaktı. Roma ise daralarak hayatta kalmayı başardı. Bu süreçte İtalya, futbol ekonomistlerinin 90’ların sonlarından başlayıp 2000’lerin ilk çeyreğinde dozu artan uyarılarının öngördüğü üzere, bir noktadan sonra çöktü. FFP de son darbe oldu. İtalyanlar, kan kaybının bir türlü durmayışına, diğer ülkelerde ve özellikle İngiltere’de havuzun sağladığı büyük başarıya kayıtsız kalamadılar. Herkes aynı gemideydi, “her koyun kendi bacağından asılır” yaklaşımı pek işe yaramıyordu çünkü futbol rakiple oynanan bir oyundu ve onların zayıflığı beraberinde ligde toplam kalitenin, rekabetin ve ilginin düşüşünü getiriyordu. Zamanla büyükler de direnemez hale gelmişti. 30 Nisan 2009’da toplanan kulüplerin yayındaki kavgasının büyümesi, paranın nasıl paylaşılacağında bir türlü anlaşılamaması sonunda Serie A, Serie B’den ayrılma kararı aldı. Palermo Başkanı Zamparini, toplantı sonrası “Hiç mutlu değilim ama başka çare kalmamıştı” diyordu çünkü Serie A’nın Juventus dışındaki devleri de gerçekten zor durumdaydılar. Moratti son barutunu attı ve yıllardır hayalini kurduğu şeyi yapıp babasının başarısını tekrarlayarak Inter’i FFP öncesi son şansında Avrupa Şampiyonluğu’na taşıdı. Son şansıydı çünkü hem o sezon hem önceki sezon Inter’in kadrosuna ödediği maaş, toplam gelirinden daha fazlaydı ve FFP başlayınca bu yapıyı sürdürmesi imkânsızdı. Şampiyonluk Moratti hayalini kurduğu Şampiyonlar Ligi kupasını kazanmayı başardı. Lakin bu yatırımlar Inter’i Moratti’nin elinden aldı. sonrası Moratti önce satabildiği oyuncuları, yetmeyince kulübü satmak zorunda kaldı. Finali Inter kazanmıştı ama sanki aradan geçen zaman kaybedenin Bayern değil Inter olduğunu gösteriyordu. 2010’da yeniden havuz kararı alındı, paylaşım için yine çok uzun süren kavgalar yaşandı. İlk ihale 2010/11 ve 2011/12 içindi. 2012-2015 dönemi ihalesinde düşüş yaşandı ve 117 milyonu ülke dışı yayınlardan olmak üzere toplam yıllık 1 milyar euro ödendi, 823 milyonu Serie A kulüplerinin kasasına girdi. 2015-2018 dönemi ihalesinde ülke dışı yayınlar 186 milyona satılırken, ulaşılan toplam rakam 1,3 milyara yaklaştı. Ülke içi, ülke dışı, İtalya Kupası ve Süper Kupa birlikte satılıyor. Gelirin %7,5’i Serie B’ye aktarılıyor. %10 federasyona %0,5 de iletişim kurumuna ödeniyor. Paraşüt ödemesi de var ve kulübün düşmeden önce Serie A’da kaç sezon geçirdiğine bakılarak saptanıyor. Abone sayısı Türkiye’nin 2,5 katından fazla: 4,5 milyon. iSPANYA Özerkliği kullanıp havuzu bozan iki dev geri dönüyor. Hem küçüklerin yaralarına hem kendi gelir duraklayışına ilacı orda bulma umuduyla İtalya’dan sonra lig yönetiminin ayrıldığı ikinci ülke İspanya. Ancak hikâye oldukça farklı. İspanya’da futbol kulüpleri genelde kendi yağlarıyla kavruldu. 1978’de futbolcu sendikasının kuruluşu ilk büyük değişim. Ertesi yıl, Bosman’dan 16 yıl önce, futbolcular sözleşme bitiminde serbest kalma hakkını kazandılar ve pazarlıklarda ellerini güçlendirdiler. Harcamalar gelirlerden daha hızlı artmaya, kulüplerin mali yapıları bozulmaya başladı. 1984’te sorun ciddi boyutlara ulaştı, pek çok kulüp kapanma noktasındaydı. Bakanlığa rapor vermek üzere bir arabulucu atandı ve tavsiyesi üzerine 24 Temmuz 1984’te en üst üç ligi kapsayan LFP kuruldu, 1987/88’den itibaren sadece iki tepe lig kaldı. LFP’nin ilk temel görevi, borçları 125 milyon euro düzeyine ulaşan profesyonel futbolun mali yeniden yapılanmasıydı. 11 Haziran 1985’te Spor Konseyi ve LFP arasında anlaşma imzalandı. Kulüplerin şans oyunlarından isim hakkı gelirleri %1’den 2,5’e çıkarıldı. Ancak 5 yıl sonra başlanan yerden daha kötüsüne dönülmüş, borçlar 192 milyona çıkmıştı. Sebep, kulüplerin sorumsuz harcamalarıydı. Bıkan devlet 1990’da Spor Yasası ile profesyonel kulüplere şirketleşme zorunluluğu getirdi. Borcu olmayan Barça, Real, Osasuna ve Bilbao dışındaki tüm kulüpler 1991/92 sezonunun sonuna dek şirketleşecek, istemeyen amatöre gidecekti. LFP ile Spor Konseyi arasında yeni bir anlaşmayla isim hakkı payları bu kez %7,5’e çıktı. Üstüne, CSD yeni oluşan bu şirketlere bir minimum başlangıç sermayesi koydu. Günümüze döndüğümüzde kulüplerin ciddi borçları var ve yapılar sağlam Barcelona ve Real Madrid havuz dağıldıktan sonra iyi bir yayın gelirine sahip oldular. Lakin bu durum kısa sürdü. Artık onlar da havuzun bir parçası olup gelirlerini arttırmak istiyor. değil. Devlet yıllarca idare etti, yerel yönetimlerin destekleri görmezden gelindi ancak AB’nin baskısı ile yardımlar artık kesildi. 1985 ve 1990 görüşmeleri döneminde tüm kulüpler yayın görüşmeleri yetkisini LFP’ye devretmişti. 1989’a kadar sınırlı sayıda yayınla ve her yıl yeni ihaleyle gidildi. 1989’da 5 yıllık bir ihale düzenlendi. İhaleyi kazanan Dorna, kısa süre sonra yükün altından kalkamayınca haklar 1990’da imzalanan 8 yıllık anlaşma ile Canal+ ve FORTA’ya devredildi. Ancak 1996’dan itibaren işler değişmeye başladı. Özellikle iki kanal, kulüplerle bireysel anlaşmalar imzalama peşinde koşuyor, hatta maçları yayınlayamayacakları 1996/97 ve 1997/98 sezonları için bile ödeme yapmayı kabul ediyorlardı. Bu arada oyunculara ödemelerin kontrolsüze artışıyla kulüpler yine zordaydı. 2000/01 sezonu sonunda borçlar 1 milyar 646 milyona ulaşmıştı. Devlete gidecek yüzü kalmayan kulüpler, belediyelere çöreklendiler. Sporting Gijon ve Real Madrid, belediyelere yaptıkları satışlarla (Real Madrid’in 480 milyon euro tutarındaki anlaşması AB soruşturması altında) borç erittiler. Bu arada LFP’nin korkusu da gerçekleşti ve Barcelona ile Real Madrid havuzu dağıttı. Diğer kulüpler de bireysel veya İtalya’daki Gioco Calcio örneği gibi gruplaşarak yayın anlaşmalarına giriştiler. Havuzsuzluğun kaosu Havuzun dağıldığı 2003/04’ten itibaren İspanya’da tam bir yayın kaosu yaşandı. Maç saatleri çoğu hafta sorun oldu. Bu arada Barcelona ve Real Madrid, yayından aldıkları büyük paralarla diğer kulüplere dev bir fark attılar ve rekabet dengesi iyice bozuldu. Mega menajer Mendez’in devreye girip ağırlığını koyması ve başka menajerlerden ortaklıklı futbolcularla Atletico Madrid, iki deve direnebilen tek kulüp oldu. Havuz tartışmaları hiç bitmedi. 2010’da Katarlı şeyh Abdullah, havuz beklentisiyle Malaga’yı alıp harcamaya başladı ama beklentisi boşa çıkınca yatırımı kesti, iyi para eden oyuncuları elden çıkardı ve hesapları dengeledi. Son dönemdeyse hem küçüklerin kepenk indirmesini istemeyen hem de vergiyi tek kaynakta sorunsuz tahsil etmek isteyen hükümetin müdahil olduğu süreçte Barcelona ve son olarak Real Madrid, havuz için ikna oldu. Sözlü anlaşma tamam, yasası bekleniyor. Havuzdan paylaşımın nasıl olacağı konusunda henüz net bir bilgi yok. Tek bildiğimiz, La Liga için en çok kazananın en az kazanana oranının 4 olmasında anlaşıldığı. Barcelona ve Real Madrid, tek başına görüşme yapmanın uzun vadede pek işe yaramadığını, yıllardır bir türlü değerini yükseltemedikleri anlaşmalarla kavradılar. Bu süreçte İngilizler, başlangıçta yarısı kadar bile kazanamadıkları bu iki kulübü geride bırakacak ihaleyi gerçekleştirdi. Barcelona, havuz öncesi 2015/16 için 1 yıllık son bir yayın anlaşması yaptı ve rakam 7 yıl öncekinin aynı: 140 milyon euro. İki devin havuza ikna olmasında bir başka etken de karşılaştıkları baskı. İspanya’da kulüplerin mali durumu berbat. Limitlerde yaşıyorlar. Vergi ödemelerini ertelemek, ödememek, af beklemek gibi bir seçenekleri yok. AB baskısıyla, ilk vergi ödemesi aksamasında maliyenin, yayın gelirinin %35’ine el koymasına imkân veren bir yasa çıkarıldı. Şartlar böyleyken Barcelona ve Real Madrid’in havuz dışında kalmaya ya da havuzdan çok büyük bir paya inat etmesi, İspanyol Futbolu’na ağır zarar verecekti. Barcelona ve Real Madrid gibi dünyanın dört bir yanında izleyicisi olan gerçek yıldızlarla dolu gerçek devler, bireysel anlaşmalarda ülke içi ve dışı toplamında yıllık 140 milyon euro alırken Türkiye’de yıllık 125 milyon dolar (115 milyon euro) telaffuz eden kulüplerin olması... Malaga’yı satın alan Sheikh Abdullah, La Liga’nın yayın düzeninin değişmemesi üzerine yatırımlarını kesti. ALMANYA İngiltere’den sonra futbolun ikinci büyük değeri haline gelen Almanya ilk önce taraftara yatırım yaptı. Fakat alacakları daha çok yol var. Zira yurt dışında Bundesliga’yı yeteri kadar pahalı noktaya getirebilmiş değiller 30 Eylül 2000 günü olağanüstü kongre için toplanan Alman Futbol Federasyonu (DFB), dönüm noktası niteliğinde bir karar aldı. İki profesyonel lig olan Bundesliga 1 ve Bundesliga 2, 2001/02 sezonundan itibaren Lig Birliği’ni (DFL) kuruyor ve böylece tamamı bölgesel olan diğer 26 üyenin yanına 27. üye olarak ekleniyordu. Büyük kulüplerin başını çektiği bu hamlede 3 gerekçe öne çıkmıştı: 1) Kulüpler arasında doğan çıkar çatışmalarında federasyon bünyesinde yapılan oylamalarda, doğrudan profesyonel kulüpleri etkileyecek olan konularda pek ilgisi olmayan ve çoğunluğu oluşturan amatör birlikler gereksiz yere tartışmaya dahil oluyor ve bazen de çoğunluğu oluşturan oylarıyla kararları bloke edebiliyorlardı. 2) Lig kulüplerinin kurumsallaşmış bir çatı altında bağımsızlığı, profesyonelleşmenin ön şartı gibi algılanır olmuştu. Oluşturulacak profesyonel yönetim kulüpler adına yayın, sponsorluk ve reklam anlaşmalarını en etkili şekilde gerçekleştirebilecekti. 3) UEFA ve EPFL (Avrupa Profesyonel Ligler Birliği) gibi organizasyonlarda kulüplerin federasyon aracılığıyla değil doğrudan kendileri tarafından temsil edilmesi bir gereksinimdi. Başlangıcından itibaren lig ve federasyon yönetimleri yakın bir ilişki içinde, gerektiğinde aynı temsilciler her iki kurum için de çalışıyor. Karşılıklı haklar ve sorumluluklar başlangıçta yapılmış temel bir anlaşma ile belirlendi. Sportif yargı, hakemler, güvenlik ve antrenör eğitimi gibi konular federasyonda. Lig, federasyona yayın gelirlerinin %3’ünü ve bilet satış gelirlerinin %3’ünü ödüyor. Sadece yayın gelirine endekslersek, federasyonun payına %5,5 denebilir. Yayında havuz sistemi var ve görüşmeleri DFL yürütüyor. İlk yayın geliri paylaşım yöntemi 2000 ile 2006 arasında yürürlükte kaldı. 2006’dan sonra 2009’da bir değişikliğe daha gidildi. Kabaca gelirin yarısı eşit, yarısı performansa göre dağıtılıyor şeklinde özetlenebilir. Almanya, Avrupa’nın en büyük yayın pazarı ancak Alman tüketiciler, yayın için para ödemeye pek sıcak bakmadılar ve piyasanın bu bölümü İngiltere ve İtalya gibi ülkelere göre daha küçük kaldı. Yine de abone sayısı 3,5 milyonun üzerinde (2013 sonu). 2006’daki değişimde, eşit paydan biraz daha performansa kayış olmuş, en çok kazananın en az kazanana oranı 1,7’den 2’ye çıkacak şekilde düzenlenmişti. Bu süreçte 3 kulüp kamuoyu önünde sert bir tartışmaya girişti. Büyükler adına Bayern Münih, diğerleri adına Eintracht Frankfurt ve Bochum öne çıktılar. Bayern yönetimi, verdiği röportajlarda ligi Avrupa Adalet Divanı nezinde dava etmekle ve kendi yayın görüşmesini kendisi yapmakla tehdit etti. Karşı tarafsa ligin değerinin bir ya da birkaç kulüpten değil, bütünlüğünden geldiğini ve küçük görülen kulüplerin gerekirse büyüklerle oynamamaktan çekinmeyeceğini söylediler. Sonuçta büyüklerin istediği oldu. Bu kararın, 36 kulüp içinde çok azının yararına olmasına karşın alınması iki akademisyenin dikkatini çekti. Yaptıkları araştırmada şu ilginç gerçek ortaya çıktı: Neredeyse tüm kulüpler kendini büyük kulüp olarak görüyordu. Bundesliga 2’de oynayanlar bile buna dahildi, ertesi yıl Şampiyonlar Ligi’nde oynamayı düşlüyorlardı. Küçük kulüp olduğunu kabul edenlerse yalnızca asansör kulüp olarak tabir edilen ve Bundesliga 1 ve 2 arasında gezinen kulüplerdi... Son noktada, federasyon payı çıkıldıktan sonra anlaşmanın ana hatları şöyle: Ülke dışı yayınların geliri Bundesliga 1’in. Ülke içi yayın gelirinin %80’i 1’e, %20’si 2’ye. Bundesliga 1’de en çok kazananın en az kazanana oranı 2, Bundesliga 2’de 2,25. Önce tribün Almanya’da tarihsel köklerinde futbol, kâr amacı gütmeyen bir sektördü. Ancak zamanla yeniden yapılanma, profesyonelleşme ve ticarileşme geldi. Kulüplerin organizasyonel yapıları ve karar mekanizmaları da bu çerçevede değişti. Kendi özgün yöntemlerini geliştirdiler. “Uçucu” olarak tabir edilebilecek TV izleyicisi yerine “kalıcı” olarak nitelendirilen tribündeki kitleye yoğunlaşarak büyüme stratejisini seçtiler ve futbolun “alım gücü olanın” değil “tüm toplumun” ortak malı olarak kalmasını sağlamanın anahtar olduğu ilkesiyle hareket ediyorlar. Temel sorunları, ülke dışı yayın gelirlerinin düşüklüğü. Bu alanda hatanın kendilerinde olduğunu, bu konuda çalışmalara 2000’lerin ikinci yarısında başlamanın çok büyük bir gecikme olduğunu kabul ediyorlar ve aradaki farkı kapatabilmek için çabalıyorlar. iNGiLTERE Futbolun lokomotifi İngiltere birçok konuda olduğu gibi havuz sisteminde de öncü. İngiliz kulüpleri, 80’lerin başlarındaki krize kadar futbolun televizyonda canlı yayınına taraftar değildiler. Ekonomik kriz, tribünlerdeki şiddet gibi faktörlerin etkisiyle seyirci sayısının ve dolayısıyla gelirlerin eriyince kulüplerde profesyonel yöneticilerin gerekliliği ortaya çıktı. 82’de federasyon, her kulübe bir profesyonel yönetici çalıştırma izni verdi. Ancak, Tottenham için bu da yeterli değildi ve 1983’te federasyonun kısıtlamasından kaçmak için farklı bir yol buldular: Borsaya açılmak. Onları diğer kulüpler izledi ve profesyonel yöneticilerin sayısı arttı. Kulüplerin borsa performansları, Manchester United dışında hiç başarılı değildi ama en azından federasyonun kısıtlamasının kalkması sağlandı. Birer ikişer borsadan çekildiler. 1983, yıllık 3 milyon sterlin karşılığında kulüplerin yayına izin verdiği yıl oldu. Bu para, tüm liglerdeki 92 kulüp arasında eşit paylaşılacaktı. 30 yıl sonra bunun 600 katını göreceklerini tahmin eden muhtemelen yoktu, 86’da yayın gelirine zam istediklerinde dönemin düopolü BBC-ITV’den 6 ay boykot yediler. Ama en azından televizyonun seyirciyi stadlardan çalacağı endişeleri gerçekleşmedi, tersine yayınlar adeta futbolun bedava reklamıydı. Özellikle 90’lardan itibaren seyirci ilgisi iyice canlandı. 90’ların başında ligin o dönemdeki 5 büyüğü olan Arsenal, Tottenham, Liverpool, Everton ve Manchester United seslerini yükselttiler. Yayınların %40’ında onlar vardı ama para, profesyonel liglerdeki 92 kulübe eşit dağıtılıyordu. Bu şikayete katılan başka kulüpler de oldu. Federasyonun, yayın ve sponsorlukların pazarlanmasında yetersiz kaldığı bir başka eleştiriydi. Aynı dönemde televizyon devlet tekelinden çıkmış, özel kanallar kurulmuş, uydu yayını sayesinde abonelik sistemi gelişmeye başlamıştı. İngiltere’de kulüpler yayın gelirinin %30’unu tesis yatırımına kullanmak zorunda. Halı gibi sahaların sırrı da burada. Sistem yaratmak 17 Temmuz 1991’de kulüpler, kendi aralarında ön anlaşmayı imzaladılar. Diğer ülkeler titizlikle incelenmiş, oralardaki doğrulardan ve yanlışlardan dersler çıkarılmıştı. Mesele sadece para değildi, Premier League futbol için yeni bir standart vaadediyordu ve kulüpler bu standartlara uymak zorundaydı. Aksi takdirde lige giriş vizesi alamıyor veya ligde devam etmelerine izin verilmiyordu. Maç ve yayın saatlerinin, alt ligler başta olmak üzere seyircinin tribünler yerine televizyona yönelmesini teşvik etmeyecek şekilde dikkatle düzenlenmesi gerekiyordu. 20 Şubat 1992’de kulüpler federasyonla tüm düzenlemelerde uzlaştı ve Premier League 27 Mayıs 1992’de federasyondan ayrılarak, federasyonun merkez binasındaki bir ofiste resmen kuruldu. İlk yayın anlaşması 5 yıllıktı ve yılda 38,2 milyon sterlin ödenecekti. Sonra çığ gibi büyüdü. Anlaşmayı yapan Sky da turnayı gözünden vurmuş, sadece birkaç ayda 1 milyon abone barajını geçmişti. Şu anda yıllık gelir 1 milyar 809 milyon sterlin. 2016-19 döneminde yalnızca ülke içi yayınlardan 1 milyar 780 milyon sterlin elde edilecek. Ülke dışı yayın geliri de aynı oranda artarsa; 83’teki ilk yayının 1000 katı, 92’deki ilk anlaşmanınsa 80 katı olan yıllık 3 milyar sterlin barajı aşılacak. Premier League, federasyona bir ödeme yapmıyor. Sistem, arada federasyon olmadan doğrudan ödeme yapmak üzerine kurulu. Ligin dışına yaptığı ödemeler oldukça büyük ve çoğu 92’de federasyonla yapılan anlaşmaya dayanıyor. Dev katkı Konferans ligi kulüpleri dahil, alt liglerdeki tüm kulüplere yayınlardan pay doğrudan aktarılıyor. Championship, League 1 ve League 2 kulüplerinin altyapıları için ödenekler de öyle. Amatör futbol için yaptıkları yıllık harcama, Spor Bakanlığı’nın harcamasından fazla. Örneğin 2013/14 sezonunda ülkede gençler için 28,4 milyon sterlin ödenerek 224 çim, 52 tane de 3G suni çim saha yaptırıldığı ve 3255 okulda 48825 öğrenci için futbol malzemeleri dağıtıldığı açıklandı. Ayrıca Futbolcular Birliği, Hakemler Birliği ve Menajerler Birliği’nin yanı sıra Taraftarlar Birliği ve Kick It Out gibi sivil toplum örgütlerine de maddi kaynak sağlanıyor. Her sezon sonunda yayınlanan raporlarda kamuoyu ile paylaşılan ödemelerin, paraşüt ödemeleri ile birlikte yayın gelirine oranının %24’e kadar çıktığı oldu(2014). Tüm bu rakamlara ligin resmi sitesinden ulaşmak mümkün. Kulüplere, net yayın gelirinin %76’sı ile %81’i arasında değişen bir miktar kalırken %19-24 arası ellerine geçmiyor. Kulüpler Birliği usulü hesaplarsak, net gelirden kulüplerin kasasına girmeyen oran %23,5 ile %31,5 arasında değişiyor. Türkiye’de ise yalnızca TFF’nin aldığı pay var. Premier League kulüpleri, yayın gelirlerinden elde ettikleri parayı diledikleri gibi harcayamıyorlar. Ligin kendi içinde UEFA’nın FFP’sine benzer bir uygulaması var. Yayın gelirlerinin en fazla %70’i oyuncu maaşları veya transferde kullanılabiliyor. Kalan %30’luk kısım tesisler(altyapılar, zemin bakımı, veya zeminler ya da zemin), vergi gibi diğer alanlarda kullanmak için ayrılmak zorunda. Yalnızca lige o yıl yükselmiş kulüpler bu kuraldan istisna tutuluyor. Paraşüt Paraşüt ödemesi sistemini ilk uygulayanlar da İngilizler. Premier League’den Championship’e düşüş, ani ve büyük bir gelir azalışı demek ancak süren sözleşmeler nedeniyle giderlerde o derece hızlı indirim mümkün değil. Oyuncuların hepsi tek transfer döneminde elden çıkarılamıyor. Toplamda oranı %7-9 arasında değişen paraşüt ödemeleri, başladığından beri tartışma konusu. Bu ödemenin gereksiz olduğunu savunanlar da var ama tartışmanın döndüğü asıl nokta ödeme miktarı. Temel eleştiri, ödenen rakamların Championship’te haksız rekabete yol açacak düzeyde yüksek olduğu. Paraşüt ödemelerinin düşürülmesi ve Premier League yayın gelirlerinden Championship kulüplerine aktarılan rakamın yükseltilmesi gerektiği savunuluyor. Lig yönetimi ise bu eleştiriyi kısmen dikkate alarak süreyi 2 yıldan 3 yıla çıkardı ve aradaki yıllık farkı biraz eritmiş oldu. Premier League’de kulüplere ülke içi yayın gelirinin yarısı eşit dağıtılmakta. Ülke dışı gelirlerinse tümü eşit olarak dağıtılıyor. Düşen kulübe, bu iki “eşit pay”dan alacağı paranın 1,5 katı ödeniyor. Başlangıçta 2 yılda ödeniyordu, bu geçiş döneminde 4 yıla yayılıyor(%40, %30, %15, %15). Yeni ihaleyle birlikte paraşüt ödemeleri süresi 3 yıla sabitleniyor. Toplam rakamda bir değişiklik olup olmayacağı konusunda nihai açıklama henüz yapılmadı ancak oranın değişmesi beklenmiyor. Paraşüt ödemesi alan kulüp, yayın gelirlerinden Championship kulüplerine eşit olarak aktarılan dayanışma payından yararlanamıyor. Burak Sağlam Analiz HF171 ‘1-0 OLSUN BiZiM OLSUN’DAN FAZLASI Ligin kadro açısından yetersiz takımlarından Gaziantepspor, maçlarını 1-0 da olsa kazanmayı başarıyor. ‘1-0’ların hikmeti ve Okan Buruk’un takımını analiz ettik Sezon başında küme düşecek takımlar arasında gösterilen Gaziantepspor ligin bitimine dokuz hafta kala 34 puanla ligin 7’inci sırada, küme düşme tehlikesinden çok uzakta, farklı planların içinde. Yedisi 1-0 olmak üzere toplam on galibiyetin yanına dört beraberlik ekleyerek 34 puan toplayan Gaziantepsporçoğumuza göre sıkıcı futbol oynuyor fakat takımı daha yakından incelediğimizde, futbolseverlerin pek hoşlanmadığı futbol mantalitesi olan ‘1-0 olsun bizim olsun’dan çok daha fazlası olduğunu görüyoruz. Muhammet Demir 1 - Federico Macheda 0 Günümüzde sakatlık deyince, Pektemek ile birlikte aklımıza gelen ilk isimlerden Muhammet Demir. O daha henüz 23 yaşında ama kariyerinde şu ana dek yaşadığı sakatlık sayısı, 38 yaşında futbolu bırakan bir oyuncunun futbol hayatında yaşayacağı sakatlık sayısından fazla olabilir. Muhammet, 15 yaşında A takımla çıktığı idmanlar ağır gelince dizinden ve kasığından ciddi şekilde sakatlandı. Milli Takım’ın alt yaş kategorilerinde attığı gollerle taraftarların umudu olsa da, yaşadığı talihsizlikler nedeniyle özgüveni azalış gösterdi. 2009’daki röportajındaki sözler bunu açıkça gösteriyordu: “Macheda’ya bakıp üzülüyorum. İtalya’yı 3-0 yendik. Ben o maçta iki gol atmıştım. O maçtaki Macheda’yı United’ta gördüğümde gözlerime inanamadım. Bir ona bakıyorum, bir kendime bakıyorum ve üzülüyorum. Ben iki senedir sakat olduğum için oynayamadım. O ise sezon içindeki gelişimiyle United’ta oynuyor. İnsanın morali bozuluyor. Macheda’nın daha iyi yerlere gelmesini de isterim fakat benim üzüntüm sakatlıklar sebebiyle yerimde saymamla ilgili.” Muhammet Demir, 2008/09 sezonunun 33’üncü haftasında, Bursaspor formasıyla Gaziantep karşısında maçın son dakikalarında oyuna girerek Süper Lig’le tanışmıştı. Fakat gerçek tanışma 3 yıl ertelenmek zorunda kaldı. 2010’da Gaziantep’e transfer olan Muhammet ilk sezonunda oynayamasa da, kırmızı-siyahlı formayla ikinci sezonunu toplam 12 golle tamamlayarak Cenk Tosun ile birlikte takımının en golcü oyuncusu oldu. Yeni sezonda her şey daha iyi olacak derken, henüz 12’nci haftada Kayserispor deplasmanında çapraz bağları koptu ve sezonu kapattı. Muhammet, 2013/14 sezonunun ilk maçında Türk Telekom Arena’da rövaşata golüyle sahalara güzel bir dönüş yapmış da olsa, ilerleyen haftalarda beş ayrı zamanda sakatlandı ve yeni sezonun bir diğerinden farkı olmadı. Ve bu sezon. Başarısız geçen bir sezon sonrası Gaziantepspor yeni sezona tüm takımı yenileyerek girdi. Yenilenen bu kadro, ligdeki diğer takımlara nazaran daha zayıftı. Mütevazı Gaziantepspor kadrosu Muhammet Demir için bir şans olacaktı. Bu fırsatı iyi kullanan yıldız adayının ilk parıltılarını takıma güzel yansıdı. 25 haftası geride kalan ligde, 24 golle ligin en az gol atan Gaziantepspor’un 9 golünde onun imzası var. Yaşanan bu kadar olumsuzluktan sonra Muhammet Demir artık takımının olmazsa olmazlarından biri. 21 maça ilk 11 olarak başladı. Sakatlık ve ceza nedeniyle kaçırdığı dört maç bile Muhammet Demir adına olumlu bir istatistik olarak ona geri döndü. Gaziantepspor, onun oynamadığı 4 maçta da gol 2009’da Macheda’yı kıskanan Muhammet Demir, şimdi onun çok daha ötesinde bir futbol oynuyor. sevinci yaşayamadı. Takımı yedinci sıradaysa, bunda Muhammet’in payı büyük. Unutmadan Macheda’dan da bahsetmek lazım. Yıllardır onu kiralayan United, bu sezon Macheda ile sözleşme yenilemedi. Artık Championship’te Cardiff City forması giyiyor ve takımının ilk 11 oyuncusu değil. Muhammet Demir başarılı çıkışıyla Macheda’yı yakalayıp, onun 1-0 önüne geçti bile. Sakatlıklar izin verirse farkı ikiye, üçe neden çıkarmasın? Muhammet Süper Lig’de bu sezona kadar bir sezonda en fazla 10 gol atmayı başarmıştı. Bu sezon ise şimdiden 9 golü bulunuyor. Savunma hattı 1 - Hücum hattı 0 Lig TV’de yayınlanan Quiz programının geçen haftaki bölümüne katılan eski Gaziantepsporlu Murat Ceylan, “en iyi kaleci” sorusuna şöyle cevap verdi: “Tabii ki Karcemarskas. Ben Gaziantepspor’da oynarken; o, kaledeolduğunda arkama hiç bakmıyordum. Çünkü güven sağlıyordu. Sanki hiç gol yemeyecekmiş gibi öyle bir duruşu var kalede. O açıdan çok güveniyordum Karcemarskas’a.” Süper Lig’i biraz takip eden biri bile olsanız Murat Ceylan’ın sözlerine hak vermemeniz elde değil. 5 yabancılı sistemde kalecinizin yabancı olması dezavantaj olarak gözükürken; Karcemarskas, yıllardır sürdürdüğü istikrarlı performans, oyuncu ve taraftarlarına verdiği güven sayesinde altı yıl önce Gaziantep’in başına konmuş bir talih kuşu. Hocalar değişse de, Kadro kurulurken en önce yazılan isim kendisi oluyor. Yedi tane 1-0’lık galibiyetin en büyük mimarlarından olmasının yanı sıra, -Gençlerbirliği ve Galatasaray maçları dışında- mağlup olunan maçlarda bile vasatın altına düşmeyen Karce, ufukta beliren 14 yabancılı sistem nedeniyle Türkiye’deki yedinci sezonunu ülkemizin diğer şehirlerinden birinde geçirebilir. Karce’nin önünde yer alan dörtlüden üçü (Barış,Elyasa,Şenol) sezon başından beri istikrarlı bir performans çiziyor. Savunmanın ortasında Elyasa’nın partneri bazen Arokoyo bazen de Binya oldu. Binya’nın sözleşmesi, Sivasspor maçındaki hatası sebebiyle donduruldu. Binya’nın yerini Elazığspor’dan öğrencisi Ognjen Vranjes ile durduran Okan Buruk, bir taşla iki kuş vurmuş oldu. Vranjes geçen sezon devre arasında Elazığspor’a gelmiş, onun başarılı performansına rağmen takım küme düşmekten kurtulamamıştı. Bosna-Hersek’in Dünya Kupası kadrosunda yer alan Boşnak oyuncu sezon başında şaşırtıcı bir şekilde Türkiye’den alıcı bulamadı. Gaziantepspor’a çabuk uyum sağlayarak, defans yapbozunun son parçası olmayı başaran Vranjes, Antep’te gösterdiği iyi performansın ödülünü Bosna-Hersek’in, Andorra ile oynadığı Euro 2016 Elemeleri maçında Spahic’in savunmadaki partneri olarak başlayıp almış oldu. Karcemarskas Takımdaki beşinci sezonunu geçiren Şenol Can da formayı başkalarına kaptırmaya niyetli değil. Geçen sezon sadece bir maç kaçıran kaptan, bu sezon da sadece bir maçta forma giymedi. Belki yeteneği tartışabilir ama gösterdiği iyi niyet ve çalışkanlığı onu ligin en az gol yiyen beşinci takımının önemli bir parçası yapıyor. Savunmanın ortasında yer alan Elyasa Süme için ilk kullanabileceğimiz sıfat “agresif” olacaktır. Ligde şu ana kadar 11 sarı kart gören ve sarı kart cezalısı olduğu iki maç dışında tüm karşılaşmalarda 90 dakika forma giyen Elyasa’nın başarısını rakamlar gösteriyor. Geçen sezon defansının değişilmezlerinden olduğu Kasımpaşa 39 golle ligin en az gol yiyen altıncı takımıydı. Bu sezon ise eski takımı şimdiden 46 gol yemiş durumda. Gaziantespor savunmasının sağında ise yardımcı aktör olarak düşünülen ama başrolü kapan Barış Yardımcı yer alıyor. PTT 1.Lig’e yükselme playoff’unun finalinde Hatayspor ile Alanyaspor’a kaybeden Barış, Gaziantespor’a transfer olarak kendisini Süper Lig’de buldu. Geçtiğimiz yıl Türkiye Kupası maçında, Hatayspor forması ile çıktığı Kamil Ocak’ta yere yığılarak herkesi korkutan Barış Yardımcı, altıncı hafta kaptığı formayı bir daha hiç çıkarmayarak takımının, Sosyal Lig’deki “1.000 liralık” değeriyle de oyun kullanıcılarının vazgeçilmezi oldu. Savunmayı anlatmaya kaleci ve defanstan söz ettik ama Gaziantepspor’da savunma Erdem ŞenChico ikilisinden başlıyor. Ligin son iki maçında alınan Trabzon ve Mersin galibiyetlerinde de öne çıkan isimler bu ikili oldu. Erdem Şen’in futbol kariyeri şanssızlıklarla dolu. Belçika doğumlu oyuncu verdiği bir röportajda; gittiği takımların mali kriz yaşaması, menajerlerin hataları gibi nedenlerle boş geçen seneleri sonrası babasının ‘21 yaşında geldin, hala bir şey olamadın’ serzenişlerine maruz kaldığını, ilk Türkiye macerasında Adu’nun promosyonu olarak Çaykur Rize’ye geldiğini fakat ‘Adu bile oynamazken bu çocuk mu oynayacak’ gibi laflarla yüzüne bakılmadığından bahsediyor. İlk Türkiye defterini kötü kapayıp Belçika’ya dönen Erdem, bir sonraki sezon Giresunspor’a transfer oldu. Takımda sakatlar çoğalınca son haftalarda formayı Erhan Altın’dan kaptı. Giresun küme düştü ama hocasının gözüne girmişti. Samsun’un yolunu tutan Erhan Altın, Erdem’i de beraberinde götürdü. Burada başarılı bir sezon geçiren geçiren Erdem, devre arasında Gaziantepspor’un radarına girdi. Kulübünün bedava gitmesini önlemek için sözleşme uzatma teklifini reddeden Erdem Şen kadro dışı kaldı ve Samsunspor’un o sezonki en önemli maçları olan play off mücadelelerinde forma giyemedi. Gaziantepspor’a gelen Erdem Şen, ön liberoda Chico ile müthiş uyum yakaladı. Rakibin oyununu bozma ve top kazanma görevi Erdem’deyken; pas trafiğini yönetme işi Chico’nun. Erdem verdiği röportajda Brezilyalıyla Erdem Şen uyumundan da şöyle bahsediyor: “Bence birbirimizi iyi tamamlıyoruz. Onun sol ayağı güçlü, benim sağ ayağım. Chico iyi bir futbolcu, kumaşı oldukça kaliteli. İkimizin de İngilizce bilmesi anlaşmamızı daha da kolaylaştırıyor.” Erdem Şen’in övgüye değer diğer tarafı da attığı 4 golle takımının en golcü ikinci oyuncusu olması. Takımın hücum gücü düşük. Okan Buruk hücum bölgesinde birçok futbolcuyu denedi fakat olumlu sonuçlar alamadı. Gaziantepspor pozisyon bulmakta sıkıntı çekiyor. 24 golün 17’sini üç futbolcunun (Muhammet-Chibuike-Erdem) atması hücumdaki kısırlığı gösteriyor. Savunmanın şu ana kadarki başarısı, hücumun tıkanıklığını kapatmış durumda. Okan Buruk 1 - Gaziantepspor Taraftarı 0 Gaziantepspor taraftarı “0” dedim ama takım ismi değişse de taraftar hanesinin yanındaki rakam değişmeyecekti. Ne yazık ki Türk taraftarı futbol zevkine ve kültürüne hâkim değil. Takımı küme düşmemeye oynadığı haftalarda stadyuma gidecek taraftarlar, takımı hedefsiz kaldığında maçları evden izlemeyi tercih ediyor. Üstelik Gaziantepspor örneğinde, kadro kalitesine göre bulunduğu basamakla alkış toplaması gereken bir takımdan bahsediyoruz. Giden taraftarların da Gaziantepspor’u bağırlarına basmadığını gördük. Geçen sezon takımlarının başında dört teknik direktör gören taraftarlar, küme düşme korkusunu sonuna kadar hissetmişti. Fakat düşme korkusundan uzak olarak çıkılan Mart’ın ilk maçında, Kamil Ocak’ta Kasımpaşa’ya karşı alınan mağlubiyet sonrası hem futbolcular hem de Okan Buruk yoğun eleştiriye maruz kalmıştı. Okan Buruk ve futbolcular, Kasımpaşa maçı sonrası çıktıkları üç maçta aldıkları yedi puanla taraftarlarına en güzel cevabı vermiş oldu. Okan Buruk teknik direktörlük kariyerine pek de iyi başlayamamıştı. Hocalık kariyerinin ikinci durağında Gaziantep’e gelen Okan Buruk’un hedefi sezonu ilk 10’da bitirebilmekti. Şimdilik bunu başarabilmesi muhtemel duruyor. Buruk’un olumsuz taraflarından bahsetmek gerekirse; bazı maçlarda kadro seçimlerinin hatalı olmasını söyleyebiliriz. Örneğin, Kasımpaşa maçında ideal kadrodaki bazı isimleri yedek bırakarak mağlubiyete zemin hazırlamıştı. Bir diğer negatif yönünü de hücum bölgesinde istikrarı sağlayamaması olarak gösterebiliriz. Gaziantep yerel basını, maç sonu açıklamalarında kendi takımını küçük gördüğü için teknik direktörlerinden dertli fakat Okan Buruk’u bu konuda eleştirmek anlamsız. Elindeki kadro yeterli değil ve Buruk beklentileri minimum tutarak en doğrusunu yapıyor. Artı yönlerine geçtiğimizde, genç teknik direktörün yanlışlarından çabuk dönmesini pozitif tarafının en üstüne koyabiliriz. Kötü giden sonuçlar sonrası takımda değişikliklere gitmesi, birçok teknik direktörde var olan Okan Buruk inadın kendisinde olmadığının göstergesi. Barış Yardımcı ve Erdem Şen’i Süper Lig’in ortalama üstü oyuncuları arasına sokması, Ognjen Vranjes transferi, Binya’nın sözleşmesinin askıya alınması gibi olaylar da Buruk’un başarılarından. Okan Buruk’un teknik direktörlüğü hakkında kalın çizgilerle yorum yapmak için henüz erken fakat kötü başlayan yeni mesleğinde, şimdilik dengeyi sağladığını ve artılarının eksilerini solladığını söyleyebiliriz. ??? Serkan Akkoyun HF171 HAYAT ONLARA ‘ADiL’ DAVRANDI! Fransız Alplerinde yaşanan uçak faciası tüm dünyayı yasa boğdu. 150 kişi feci şekilde can verdi. Bir futbol takımı ise bu faciadan son anda kurtuldu. Bu hafta onları ağırlıyoruz “Kaza diye bir şey yoktur. Olsa olsa kader vardır” Napoleon Bonaparte “Kendi geleceklerimizi kendimiz hazırlar, sonra da kader deriz” Benjamin Disraeli 24 Mart Salı günü tarihin en trajedi dolu uçak kazalarından birisi yaşandı. Alman, Germanwings adlı firmaya ait bir uçak, Barcelona-Düsseldorf seferini yaparken, Fransız Alplerindeki dağlardan birine çakıldı. Kimilerine göre kaza, kimilerine göre psikolojik sorunlu pilotun intihar girişimiydi. Neticesinde 150 yolcu ve mürettebatın tamamı bu kaza sonucu hayata gözlerini yumdu. Ancak bir de bu kazadan kıl payı kurtulanlar vardı. Mesele İsveç’in bir futbol takımı gibi… İsveç’in bizde 2. ligine tekabül eden liginin Kuzey grubunda Dalkurd isimli bir takım yer alıyor. Bu takım adından ve yazının çeşitli yerlerine serpiştirilmiş olması muhtemel fotoğraflarından da anlayacağınız üzere İsveç’te yer alan Kürtleri temsil eden bir takım. Başkan ve yöneticileri Türkiye’de yetişen isimlerden oluşuyor. Oyuncuları arasında Mardin ağırlıklı Türkiye kökenli isimler de var; İsveçli ya da Kuzey Iraklı isimler de… Özetle; İsveç’in Kürt takımı Dalkurd. İşte bu Dalkurd, eğer Genel Menajerleri Adil Kızıl -ki kendisi başkan Ramazan Kızıl’ın oğlu- olmasaydı şu anda büyük bir trajedinin mağduru olacaktı. Belki de böyle bir takım artık olmayacaktı. Hikâyeyi biraz başa saralım… Yeni sezonu Nisan’da başlayacak lig öncesinde Dalkurd kamp yapmak üzere Barcelona’yı seçmişti. Geçtiğimiz sene Kuzey Irak’ın Süleymaniye şehri ile Türkiye’de Diyarbakır’a kamp yapmak için gelen Dalkurd, bu sefer Barcelona’yı tercih etmişti. Kamp yapıldı, oyunculara izinler verildi, oyuncuların bireysel Barcelona turu da bittikten sonra artık dönüş günü gelmişti. 24 Mart Salı sabahı Dalkurd kafilesi Barcelona’dan kalkacak ilk uçakla İsveç’e doğru yola çıkacaktı. Adil Kızıl uçuşla ilgili planlarını hazırladı. Kızıl yola çıkmadan yaptığı son kontrolünde kendilerini kısa yoldan İsveç’e götürecek güzergâhı çıkarmıştı. Önce Düsseldorf’a gidecekler oradan da aktarmalı olarak Stockholm’e geçeceklerdi. Ardından da kara yoluyla takımın şehri olan Borlange’ye. Adil Kızıl’ın amacı takımını olabildiğince az yorarak, havaalanlarında bekletmeden seri bir şekilde İsveç’e götürmekti. Ancak planladığı güzergâha uygun hareket ederse plan onun bu düşüncesinin tam tersi şekilde işleyecekti. Çünkü Düsseldorf’ta aktarma yapacakları uçağın bekleme süresi çok fazlaydı. Bu durum pek aklına yatmadı. Ancak planlanan saatte kalkacak uçak dışında 3 uçuş daha vardı ve hiçbirinde 29 kişilik kafileyi alacak kadar yer yoktu. Orada bir karar vermesi gerekiyordu Adil Kızıl’ın. Ve Kızıl belki de o anda farkında olmadan futbolcularının hayatını kurtaran bir karar verdi: Dalkurd kafilesini 3’e böldü ve Düsseldorf’a gidecek olan dışındaki 3 uçağa yerleştirdi. Bir grup Zürich’e bir grup Münich’e diğer grup ise Stockholm’e gidecekti. Dördüncü, yani Düsseldorf’a gidecek, yani Fransız Alplerinde dağlara çakılarak içindekiler de dâhil en büyük parçası bir bavul boyutunda kalacak şekilde parçalanacak uçağa ise hiçbir Dalkurdlu oyuncu binmeyecekti. Adil Kızıl, adının hakkını vermişti. Dalkurdlu oyuncular uçaklarına binmişler ve telefonlarını uçuş moduna alıp, Alplerin fotoğraflarını çeke çeke gidiyorlardı. O sırada yaşanan faciadan da onların o uçağa bindiğini düşünen yakınlarının çırpınışlarından da haberleri yoktu. Her şey uçaklarından indikten sonra ortaya çıktı. Adil Kızıl’ın telefonunda 200 cevapsız arama vardı. Binlerce mesaj almışlardı. Facebook, Twitter hesapları mesaj yağmuruna tutulmuştu. Aileleri Barcelona’daki havaalanını arıyor, haklarında bilgi almaya çalışıyorlardı. Adil Kızıl uçaktan indikten sonra yaşadıklarını anlatırken, “Uçaktan inince büyük bir şeyler olduğunu anladık. 200 cevapsız aramam vardı. 30-40 dakika arayla diğer ekipler de inmişti. O zamana kadar diğerleri ile biz de bağlantı kuramadık çünkü telefonları kapalıydı. Dalkurd, 2004 yılında İsveç’te kuruldu. Başkanı, yönetimi ve oyuncularının bir kısmı kürt kökenli vatandaşlardan oluşuyor. Kısacası, İsveç’in Kürt takımı. Acaba diğer gruplara bir şey oldu mu diye çok korktuk” diyordu. Adil Kızıl ve ekibi düşen uçağın yolcuları ile beraber check-in yapmışlardı. Beraber aynı alanda bulunan belki de kendi almadıkları biletleri alarak uçağa binen ve sonunda feci şekilde hayatını kaybeden yolcular aklına geldikçe Kızıl büyük sıkıntılar yaşadığını söylüyordu: “Bu tatlı bir hatıra değil. Bu çılgınca bir şey. Çok ama çok şanslıyız. Bu tamamen kader.” Ekibin diğer parçaları da ondan farklı değil. Kaleci Frank Petersen ‘verilmiş sadakamız varmış’ diyordu. Forvet Erik Törnros ise olayın ciddiyetini en iyi şekilde anlatan sözlerin sahibi oluyordu: “Allah kahretsin ki hala çok gerginim. İnsanlar bizim öldüğümüzü düşünüyordu çünkü onlara saat 9’da uçağa bineceğimizi söyledik. Akıl alır gibi değil.” Hepimizin hayatında kendini şanslı hissettiği dönemler olmuştur. Cebimizi elimize attığımızda hiç orada olduğunu düşünmediğiniz bir kâğıt paranın çıkması ya da halı saha maçında denediğiniz röveşatanın golle sonuçlanması... Ama ölümün, hem de facia şeklinde bir ölümün kıyısından dönmek pek de sık karşılaşılan bir şans olayı değildir herhalde… İsveç’in Dalkurd takımı belki de takım oyununu en iyi sergilediği bu ölümkalım maçında sahadan 3 puanla ayrıldı. Adil bir oyundu; kazandılar. “Hayatınızı sonuna kadar yaşamadıkça, talihinizden şikâyet etmeyin” Anton Pavlovich Chekhov Analiz HF171 Emre Çelik BÜYÜK BUHRAN 2014 sonunda adeta Yenilmez Armada’ya dönüşen Real Madrid, Ocak ayının başından bu yana bir anda alabora oldu ve bu düşüşten dolayı da Gareth Bale hedef tahtasına oturtuldu Üst üste alınan galibiyetler, Kulüpler Dünya Kupası şampiyonluğu, Madrid medyası tarafından sürekli Guardiola’nın 2008/09 Barcelona’sı ile kıyaslanmalar, gol rekorları… 2014’ün son günlerinde Real Madrid adeta rakipsizdi. Algı bu şekildeydi. Dahası sahadaki oyun da tatmin ediciydi. Takımın kolektif, oyuncuların ise bireysel defoları adeta “golle büyüleme” yoluyla ortadan kaldırıldı. Fakat Real Madrid için yeni yılla birlikte senaryo büyük ölçüde değişti. Real Madrid, 4 puanlık avantajla girdiği 21’inci haftadan itibaren oynadığı 7 lig maçının ardından Barcelona’nın 4 puan gerisine düştü. Orta sahada istikrar kayboldu, BBC (BaleBenzema-Cristiano) üçlüsünün toplamı yeni yılda Lionel Messi kadar gol atmayı başaramadı, bireysel defolar gün yüzüne çıktı. Özellikle de Gareth Bale, Madrid basını için gündemin ana maddesi oldu. Real Sociedad maçıyla başlayan ve 7 maç devam eden süreç boyunca gol atmayı başaramadı, hakkında transfer spekülasyonları arttı, basınla ters düştü ve Barcelona maçının ardından da arabasındayken fiziksel saldırıya uğradı. Kısacası Galli oyuncu yaklaşık 1,5 sene önce başlayan Madrid macerasında en buhranlı dönemini geçiriyor. Bale’in performansı birden mi düştü yoksa geldiğinden beri böyle mi oynuyordu? Gareth Bale gerçekten Ancelotti’nin söylediği kadar vazgeçilmez bir oyuncu mu? Bale’in tek sorunu gol atamamak mı? BBC ne kadar gerçekçi Geçtiğimiz sezon İspanyol basınının Real Madrid’in ileri üçlüsüne taktığı lâkabı duymayan kalmadı. Geçen sezonun büyük bölümünü 4-3-3 oynayan Real Madrid için ilerideki üçlü için bu benzetmenin çok da yakıştığını söylemek mümkün. Fakat bu kalıbın taktiksel varyasyondaki değişimlere rağmen BBC olarak kalmasının en büyük dezavantajının Gareth Bale’e olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır hakeza Real Madrid özellikle Valencia maçından bu yana 4-4-2’yi andıran bir dizilimle -özellikle top rakipteyken- sahaya yerleşiyor. Peki bunun Bale’e olan zararı tam anlamıyla ne? Ancelotti’nin 4-4-2’yi tercih sebepleri üzerinden gidelim. En basiti, 4-3-3’te üst seviye takımlar karşısında top rakipteyken BBC üçlüsünün geri gelmemesi, Kroos dışında Real Madrid orta sahasında top kapma özelliğiyle ön plana çıkan biri olmaması hem kanatlardan hem de göbekten Real Madrid’i oldukça kırılgan bir takım haline getiriyor. Bu duruma örnek olarak Valencia, 4-0’lık Atletico Madrid ve Athletic Club mağlubiyetleri gösterilebilir ki ortalama pozisyonlara bakınca bile Real Madrid orta sahasının 4-3-3 şeklinde sahaya yayıldığında ne kadar yalnız kaldığı açıkça görünüyor. Ancelotti’nin önlem amaçlı 4-42’ye döndüğü, buna rağmen puan kayıplarının yaşandığı Barcelona ve Villarreal karşılaşmalarında ise Bale’in özelikle çok daha kenara itildiği ve kaleden uzaklaştırıldığı aşikar. Bale’in ilerideki presten ziyade savunmaya katkı ve geri gelme açısından Ronaldo ile Benzema’ya kıyasla çok daha kayda değer iş yapmasına rağmen ne Real Madrid’in Bale’i kadroya katma amacı ve lanse etme tarzı ne de Galli oyuncunun Real Madrid’e gelirken “ilerideki rolü” açısından düşündükleri pek de bu paralelde gitmemekte. Bu sebeple de hem taraftarlar ve basın nezdinde Bale’e olan eleştiri artıyor hem de Bale kafa olarak “beklentileri karşılayamıyor” yorumlarından fazlasıyla etkileniyor. Ne de olsa en basit algıyla gol sayısı düşüyor. Hatta bundan 2 ay öncesine kıyasla eleştiriler arttıkça biraz da haklı olarak “sadece gol atmayı düşünmesi” de doğal bir şekilde saha içi konsantrasyonunu da etkiliyor. Ancelotti her ne kadar “sakat olmadıkları sürece BBC ileri üçlümüzü oluşturacak ve 4-33 ile oynayacağız” dese de bunu kağıt üzerinde uygulamıyor. Ronaldo’nun dokunulmazlığı, Benzema’nın saha içi rolünün alternatifsizliği ile birleşince Ancelotti doğal olarak sistemin defansif zaaflarını Bale’in saha içi pozisyonuyla oynayarak kapatma arayışına gidiyor ve bu durumun zaten “gol” odaklı düşünen ve eleştirilen Bale’de özellikle “ekstrem bir durumda muhtemelen ilk benim biletimi kesecekler” fikrini yaratması fazlasıyla mümkün. Zaten eleştiriler başlı başına yetiyorken bir de bunlara Ancelotti’nin 4-4-2 dizilimlere rağmen basın önünde “4-3-3” söylemlerindeki ısrar ile Bale’i bir nevi ateşe atması da İtalyan hocanın “Bale gol atamasa da önemli işler yapıyor” demesine rağmen algının değişme ihtimalini çoğunlukla ortadan kaldırdı, kaldırıyor. Madrid’in kaç kralı var? Ronaldo kesin. Elde var bir. Aslında olması gereken soru belki de Ronaldo’dan başka kral var mı olmalıydı. Yani Bale başrolü mü paylaşıyor yoksa sadece bir yan rol oyuncusu mu? Şunu söylemekte herhangi bir beis yok; Transfer öncesi ve süreci boyunca yaratılan algı, Bale’in etiket fiyatı, göz önüne alındığında Galli yıldız, Real Madrid’e kral olması için alındı. Fakat Bale’ın tesislere adım attığı ilk dakikadan itibaren olayı ele almak gerekirse hem saha dışında belki de gereğinden fazla mütevazı davranışları ve demeçleri, gerekse saha içinde takımdaki diğer 9 oyuncu gibi Ronaldo’ya çalışan bir diğer oyuncu görüntüsü çizdi. Her ne kadar geçen sezon Copa del Rey Finali’nde Bartra’ya tur bindirerek geçip attığı ve Şampiyonlar Ligi Finali’nde attığı golle hatırlansa da sezonun geri kalan %95’lik bölümünde akıllarda kalan olumlu bir hamlesinin veya hareketinin olmadığını söylemek, “küçük maçların büyük adamı” tanımını yapmak yanlış olmaz. Hatta La Liga’da “büyük adam” olduğu tek maç da Valladolid karşılaşmasıydı. Real Madrid’in sezon boyunca tek farkla kazandığı ya da puan kaybettiği tüm La Liga maçlarında ne istatistik ne de performans katkısı verebildi denebilir. Fakat bu durumda bile Madrid basınının Gareth Bale’e sahip çıkması -şimdi aynı tabirle, küçük maçların büyük adamı imalarıyla yerden yere vursalar da- ve özellikle Copa del Rey Finali’nin ardından neredeyse “alın size küçük maçların büyük adamı” çığırtkanlığı yapmaları ciddi ölçüde hem Bale’in yanlış bir açıdan değerlendirilmesine hem de Bale’in kendisini takımdaki rol ve katkı olarak yanlış bir yere koymasına sebep oldu. Ne de olsa Bale geldiği günden bu yana “Dünyanın en iyi oyuncusu Cristiano Ronaldo’dur” diyerek herkesi memnun etmeyi başarmış, egosunu bir köşeye bırakmış ya da saklamıştı. Bir nevi basın, Gareth Bale’i “uslu çocuk” olduğu için ödüllendiriyordu ama bu ödülün Bale’e pek yaramadığını söylemek mümkün. Bu sezon da aslında Bale’in rolü açısından geçen sezondan pek farklı başlamadı. Ta ki işler bir anda ters yüz olana kadar. Madrid basınına göre Bale’den beklenen katkı gelse Real Madrid’in durumu bu şekilde olmayacaktı. Ve bir anda Bale’in karşısına “kral” olma fırsatı da çıktı. Transfer edildiği günden bu yana La Liga’da sergilediği en iyi maçlarından biri olan Cordoba deplasmanında takımını kurtarmıştı ve iki hafta boyunca Ronaldo da cezasından dolayı oynayamayacaktı. Basın da beklentiyi iyice artırdı. Ama Bale bu baskıya boyun eğdi. Takımı sırtlamaktan ziyade ayak bağı görünümü verdi. Kaçırdıkça saçmaladı, saçmaladıkça daha da bencilleşti. Hatta bir kademe daha ileri gidip serinin -hem Ronaldo’nun yokluğu hem de gol orucu- ilk maçında Sociedad’a karşı resmen James Rodriguez’in ayağındaki topu kapıp auta attı. Zaten Bale konusunda eleştirinin devasa boyutlara çıkmasının kıvılcımı da bu hamlesi oldu. Bale belki de alenen ilk defa asıl adam olma rolüne soyunmuştu ama 1,5 senedir “eleştiri almamasına rağmen” zaten kötü oynadığını unutmuştu. Daha doğrusu Madrid medyasınca unutturulmuştu. E, haliyle yapamadı da. Fakat bu denemenin geri dönüşü her açıdan aşırı olumsuz oldu. Hatta öyle ki AS’ın direktörü Alfredo Relaño “4-4-2’ymiş, 4-3-3’müş hiç önemli değil. Biz bugüne kadar Bale’i yeterince savunduk. Artık Bale’in kendisini savunma zamanı geldi” diyerek Galli oyuncunun “bahane” opsiyonlarını da adeta ortadan kaldırdı (Relaño’nun son derece etkili bir isim olduğunu söylememek olmaz. Real Madrid denince en kötü ilk üçtedir). “Gol orucunda ama bunun sebebi takım arkadaşlarına gol attırması değil. Ve gol atamadıkça da işini yapmıyor” gibi eleştirilerin sayısı gün geçtikçe arttı. Bale “kulaklarını tıkayarak” baskı altında performans verememesine yönelik kısmen haklı eleştirilere tepki verse de baskı altında yapılmış bu hareketin bile Real Madrid camiası düşünüldüğünde hiç de akıllıca olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Hakeza okların Bale’e çevrilmesi ile Bale’in de kabuğunu kırdığını, hatta Ronaldo’nun da kılıç çektiğini söylemek mümkün. FourFourTwo’nun Ekim sayısında Nick Moore yazısında “Egolar şimdilik kenara atıldı ama Madrid’de iki oyuncunun ilişkisi o kadar da masumane değil” demişti ama artık egolar da apaçık ortada. Bale artık rakibin direncini tamamen kıran golün neredeyse mevzubahis olmayıp çökmüş rakibe karşı 4’üncü golü attığı için La Decima manşetlerini süsleyen Ronaldo’dan biraz olsun rol çalması gerektiğinin farkında. Hem de Ronaldo’nun hiç o rolü kaybetmeye niyeti yokken. Dahası basın ve taraftarlar da Bale’in tamamen karşısında. Fakat, belki de en önemlisi, Bale hem kendisi hem de takımı için bu “rol çalma işini” kalp kırmadan, çaktırmadan yapmalı. Bale gerçekten büyük oyuncu mu? Bale’in kaderi kesinlikle kendi ellerinde değil. Real Madrid’in akıbeti, Bale’in geleceğini şekillendirecek en önemli faktör. Ve burada da Bale’in bireysel performansından çok çok daha önemli parametrelerin takıma, dolayısıyla da Bale’e etkiyeceği gerçek. Tıpkı Florentino Perez’in Lucas Silva hamlesi gibi. İyi oyuncu-kötü oyuncu tartışılır ama Ancelotti her ne kadar “Başkanın kadroya karıştığı gün istifamı veririm” dese de İtalyan hocanın bu transferden fazlasıyla etkilendiği Villarreal ve Athletic Club maçlarında yaptığı hatalarla apaçık ortada -Kroos’u çıkarıp Lucas Silva’yı alması, gole ihtiyacı olduğu anda gönderileceği yönetimce reddedilen Illarramendi’yi sahadaki en yaratıcı isim Isco’nun yerine sokması gibi-. Fakat sezon sona erdiğinde Ancelotti’nin bu değişiklikleri hatırlanmayacak bile. Capello’yu bile şampiyonluğun ardından yiyen Madrid medyasının ilk olarak “Şubat’tan bu yana kafası zaten burada değildi” ya da “Gol orucundan ve Barcelona maçındaki olaylardan sonra hem taraftara hem de basına küsmüştü” diyerek Bale’i ön plana çıkaracak. Şimdiden hafif aralanan kapı muhtemelen sonuna kadar açılacak. Belki takımda tutulacak ama artık kağıt üzerinde de “başrolde” olmayacak. Real Madrid’in Copa del Rey’e çoktan veda edişi, şu an ligdeki durumu ve ortaya koyduğu futbol da düşünülünce Bale için elde kalan tutulacak tek dal Şampiyonlar Ligi, 5 maç. Ligde ne kadar kötü devam ederse etsin, taraftarla ne kadar polemiğe girerse girsin, basına ne kadar kulağını tıkarsa tıkasın Real Madrid’de kalmak istiyorsa 5 maçta “başrolü Ronaldo ile paylaşmalı.” Daha önce baskı altında isteneni veremedi; şimdi ise “gerçekten o etiketin oyuncusu mu?” testinin en zor kısmına tabi tutulacak. Peki, büyük futbolcu mu? Cevabı hep birlikte göreceğiz. Kuzey Ligleri HF171 Emrah Çetin ALLSVENSKAN 2015 Allsvenskan, 4 Nisan’da santrayı yapıyor. Hayatım Futbol tüm takımları ve yıldız adaylarını enine boyuna ele aldı İsveç 1.ligi Allsvenskan için başlangıç noktası 1924/25 alınır. 90 senelik bir geçmişten bahsedebiliriz. Seneler içinde birçok değişim yaşandı lig sistemi ile alakalı. Geride bıraktığımız son 1-2 senedir de epey tartışılıyor bu durum. Takım sayısının yükselmesi veya küme düşme prosedürünün değiştirilmesi gibi. Şimdilik 16 takım üzerinden oynanmaya devam ediyor lig. Allsvenskan’da sezon 4 Nisan’da başlayıp, 31 Kasım’da sona erecek. Ligi zirvede tamamlayan takım Şampiyonlar Ligi elemeleri’ne 2’nci turdan katılacak. İkinci ve üçüncü olanlar ise Avrupa Ligi’ne 1. turdan giriş yapacaklar. Ayrıca kupa şampiyonunun da Avrupa Ligi bileti aldığını hatırlatalım. Son iki sıradaki takım küme düşerken, 14. ekip, Superettan’ın (2. Lig’in) 3.’sü ile play-out maçı oynayacak. Malmö ve diğerleri 90’ların ortasında Göteborg ligde üst üste 4 kez şampiyon olmuş, Avrupa’da başarılar kazanmıştı. Onların bu önlenemez yükselişi rakipleriyle arasında ciddi bir fark oluşturmuştu. 2013 ve 2014’ün şampiyonu Malmö, Göteborg’un o parıltılı günlerine göz kırpıyor. Allsvenskan tarihinde üst üste 3 sezon veya üstünde şampiyonluk yaşamış sadece 3 takım var. 1982-1984 ile 1993-1996 arasında Göteborg, 1949-1951 arasında Malmö ve 1945-1958 arasında Norrköping ligi sürklase edenlerdi. 96’dan sonra buna ilk yaklaşan takım, son 2 sezonun şampiyonu Malmö FF... Malmö, Şampiyonlar Ligi gruplarına kalarak ciddi bir gelir elde etti. Bu durum ekonomik anlamda diğer takımlarla arasında ciddi bir farkın oluşmasını sağlıyor. Kadrolarından her sezon önemli isimler kaybetmelerine karşın yerinde ve doğru hamlelerle gidenlerin yerini bu ekonomik şartlarla çok rahat şekilde doldurabiliyorlar. Paranın artık daha değerli olduğunu da hesaba katarsak Malmö’nün zirvede yalnız olduğunu rahatlıkla dile getirebiliriz. Zaten sezon öncesi antrenörler, futbolcular ve medya mensupları arasında yapılan oylamada da takımın %47,2 ile favori çıktığını görüyoruz. Oylamada onlara en yakın oy alan takım ise %16 ile Göteborg. Allsvenskan’ın kalitesine yüksek diyemeyiz ancak son dönemlerde takımlar şaşırtıcı ve kaliteli transferler yapmaya başladı. Malmö’nün Şampiyonlar Ligi bileti alarak dikkat çekmesi, ciddi bir taraftar desteği olan Hammarby’nin 2009’dan sonra ilk kez Allsvenskan’a yükselmesi ve bu bahsettiğimiz transferler bu sezonki ortalama seyirci sayısını da arttıracak gibi. Bundan 59 yıl önce, yani 1956’da 13,369 seyirci ortalaması olan ligin geçen sezonki ortalamasının 7132 olması büyük hayal kırıklığı ama bu yıl daha umutlu olabiliriz. Hammarby’nin 6 yıl aradan sonra lige dönüşünün lige farklı bir hava katacağı kesin. Geçen yıl AIK, Hammarby ve Brommapojkarna gibi 3 Stockholm temsilcisi vardı ligde ama Brommapojkarna bu şehrin ufak çocuğu olduğundan derbi havasını bir tek AIK vs Djurgarden eşleşmelerinde görüyorduk. Hammarby’nin derbi anlamında lige katacağı çok şey olacak. Ateşli taraftarlarının kötü gidişat durumunda bazı maçları tamamlatmayacağını ise şimdiden kestirebiliriz. Zirve adayları Åge Hareide yönetimindeki Malmö, gerek kadro kalitesi gerekse de ekonomik durumuyla zirvenin en büyük adayı. Şayet bir sürpriz olacaksa da bunun Göteborg tarafından yapılması muhtemel. Geçtiğimiz sezon Mikael Stahre ile gelmeyen başarıyı, 2012’de Elfsborg’u şampiyon yapan Jörgen Lennartsson ile yakalamaya çalışacaklar. Kupada finale kalarak ilk adımı attılar. Tabii bu iki takım şampiyonluk için yarışırken, Rosenberg ile Vibe de gol krallığı yarışına girecek. AIK’i Göteborg’dan daha geride olmasının sebebi ise kötü defansı ve dar kadrosu. Milosevic, Moro, Borges ve hatta Kennedy yerleri kolay dolacak oyuncular değil. Etuhu gibi bir yıldızı kadrolarına katmalarına karşın yine savunmada güven vermeyecekleri ve hücumda da daha çok zorlanacakları bir sezon onları bekliyor. Elfsborg’un dinamizmi onları daha arkaya dahi itebilir ki Elfsborg’un Magnus Haglund gibi bir avantajı da var. 2004-2011 yılları arasında Elfsborg’u çalıştıran Haglund, bu takımın her şeyini bilen birisi. Klasik hücumu düşünen bir deneyimli teknik adam Haglund’un takımı bu yıl özellikle iç sahada keyif verecektir. Örebro & Hacken İlk 4 yarışı bir hayli zor olacak. Hacken’ın seveni çoktur ama bu yıl biraz daha farklı olabilir. Zira teknik direktör Gerhardsson savunma kurgusuna bu yıl daha fazla ağırlık vereceğe benziyor. Zaman zaman 3’lü savunma da denedi sezon öncesi ama bu tarz denemelerin oturması zaman alacak gibi. Kaldı ki Lewicki gibi bir orta saha dinamiğini kaybetti takım. As kaleci Kallqvist sezona sakatlıkla girecek, stoperin önemli ismi Atta da 1-1,5 ayı kaçıracak. Söderberg ile Lugano takviyeleri yaptılar yapmasına ancak Lugano’nun fizik durumu iyi değil ve kısa süreliğine geldi. Söderberg de 2012’de Hacken’dan ayrıldığından beri düşüşte. Hücumda yine akıcı takımı izleyeceğimiz kesin ama savunma için çok iyimser değilim. Ligin ikinci yarısında yeni stadyumlarında oynayacaklarını hatırlatalım. Örebro’nun forvet noktasında atacağı adımlar onları ilk 4 yolunda daha da zorlayabilir zaten. Axen yönetiminde muhteşem bir 2014 ikinci yarısı yaşayan takımda forvet Kamara sezona yine sakatlıkla gireceğinden gol sorunu yaşanabilir. Jordan larsson Forvetin alternatifleri Pode ve Holmberg her ne kadar iyi niyetli olsalar da takviye şart. Kupada finale kadar yükselmeleri kafaları karıştırmamalı. Sevilecek takımlardan biri Örebro ama 1-2 rötuş gerekli. Özellikle de hücum bölgesine. Henrik Larsson ve oğlu Helsingborg’a ayrı bir paragraf açmamak Henrik Larsson gibi bir efsaneye ayıp olur. Geçtiğimiz sezon oldukça zayıf bir kadrosu bulunan Falkenberg’i ligde tutmayı başaran Larsson, Landskrona’da yaşadığı ve yaşattığı hayal kırıklığını çabuk unutturdu. Efsanesi olduğu kulübe geldi zaten hemen. Burada da ekonomik şartlar çok iyi değil ama kadro bu kez daha kaliteli. 1997 doğumlu oğlu Jordan’dan alacağı verim, kaleci konusunda yaşayacağı sıkıntılara göstereceği reaksiyon hep merak konusu. Olympia Stadı’nda uzun süredir pozitif hava esmiyor olsa da Henke sonrası bazı şeylerin daha güzel olacağını düşünen çok kişi var. Şahsen ben de o kesim içerisindeyim. Diego Lugano Sürpriz Takım: Norrköping Orta sıralara aday olan ama üst sıralara da adım atabilecek takımlardan biri Norrköping. Takımın geçen sezonun sonlarına kadar alt sıralarda kalması şaşırtıcıydı. Teknik direktör Janne Andersson bir ara kadro tercihlerinde enteresan kararlar vermişti ama takımı çıkışa geçirmeyi başardı. Sjölund, Barkroth ve Enarsson gibi çok yerinde 3 transfer hamlesi yaptılar. Giden önemli bir isim yokken kadro daha da kuvvetlendi. Ekonomik sıkıntıları bulunan Atvidabergs ile yaşayacakları yerel rekabette de ciddi avantajları olacak. Atvidabergs, Santos’u maddi imkansızlıklar yüzünden satmak zorunda kaldı ki bu bile yetmedi. Geniş olmayan yetersiz kadro ile ciddi sıkıntılar yaşayabilirler sezon boyunca. Çok büyük sürpriz olmazsa, Östergötland şehrinin bu yıl en iyisi Atvidabergs değil Norrköping olur. Tele 2 Arena’nın sahipleri Stockholm’ün diğer iki temsilcisi, aynı stadyumu (Tele 2 Arena) paylaşan Djurgarden ile Hammarby’e gelelim. Djurgarden birçok transfer yaptı. Kadro umut vaat ediyor ancak sezon öncesi oynanan futbol bunun tersi şeklindeydi. 4-4-2 üzerinden gidecekler yine fakat teknik direktör Olsson’un Gefle sonrası Djurgarden’ı kaldıramadığını söyleyebiliriz. Normal şartlarda bu kadronun ilk 4 adayı olması lazım. Gelen genç ve potansiyelli çok isim olsa da bu hoca ve takım kurgusu sebebi ile temkinli yaklaşmakta fayda var. Hammarby için ise bu kadar dahi umutlu konuşamayız. İç sahada ciddi taraftar destekleri olacak ama kadroya önemli bir takviye yapılmadan mücadele verecek olmaları dezavantaj. Kennedy Bakırcıoğlu önderliğinde, Nanne Bergstrand gibi bir hoca yönetiminde ilerlemeye çalışacaklar. Zayıf halka Halland ilinin iki temsilcisi Falkenberg ile Halmstad ise düşme adayı iki takım. Falkenberg Henrik Larsson yönetiminde zoru başardı ama eski hocaları Eklund bunu başarabilir mi? Kadroya yapılan yetersiz takviyeler de tutmazsa zaten işleri daha da zor. Anton Wede, Ingelsten ve Henke’nin ayrılışı sonrası en dipte olmaları şaşırtmaz. Halmstad ise yerel rakibine kıyasla biraz daha umutlu olabilir. Onlarda da Gustafsson gibi hakkı ödenmeyen hoca görevinden ayrıldı, Jan Jönsson geldi. Takımın demirbaşları ayrılınca epey umutsuz bir görüntü sergilediler ama iyi hamleler de yaptılar. Barny, Andersson, Khan ve Balıkesirspor’dan da hatırlayacağımız Karikari ile alt sıralardan kurtulabilirler. 1999 doğumlu Haksabanovic’in bu sezon forma giymesi durumunda Ljungberg sonrası bu formayı giyen en genç futbolcu olacağını da hatırlatalım. Elm kardeşler 2008 yılında Elm kardeşler ile fırtınalar estiren ve şampiyon olan Kalmar, ikiliyi bu sezon tekrar bir araya getirmeyi başardı. David Elm zaten takımdaydı, Rasmus Elm de CSKA Moskova’dan geri döndü. Tabii bunda midesindeki rahatsızlığı da etkendi. AZ’den de Viktor’un takıma dönme olasılığı yüksek sesle konuşuluyor. Buna karşın hiç de iç açıcı bir görüntüleri yok. Teknik direktör Peter Swärdh’ın dümene geçtiği Kalmar’ın kaleci konusunda sıkıntıları var. Stopere Nilsson geri geldi ama alternatif noktasında şüpheler mevcut. Forvetler ise istikrarlı değil vs vs vs. Elm kardeşleri izleyelim ama pek de umutlu olmayalım. Düş artık Gefle Senelerdir düşme adayı olup düşmeyen Gefle geçen yıl da ligde kalmayı başardı, bu yıl da kalabilirler. Keyif alabileceğimiz takımlar arasında değiller. Kan kayıpları sürdü, takviyeler yine kısıtlı oldu. Tek pozitif noktaları geçiş yapacakları yeni stadyumları. Ekstraları yok lige katacakları. Falkenberg ve Sundsvall gibi iki ciddi düşme adayının olması avantajları olacak yine. Aynı tas, aynı Sundsvall Sundsvall pek takviye yapmadı. Onlar için Dibba ile Eklund’un skora katkı noktasında yapacakları önemli olacak. Hocalar Franzen ile Cedergren zaten sezon öncesi daha çok savunmaya önem verdiklerini açıkladılar ki onların sezon boyunca ne şekilde puanlar toplamaya çalışacaklarının göstergesi bu açıklama. YILDIZ ADAYLARI Simon Gustafson Noah Sonko Sundberg (AIK / Stoper / 1996) Milosevic’i Beşiktaş’a gönderen AIK’in yeni Milosevic adayı. Sundberg geçen sezon ara ara oynama fırsatı buldu ve hatta gol de attı ama çok güvenilir değil henüz. Topla ilişkisi iyi olsa da, pozisyonunu sık sık kaybediyor ve bu açıdan güven vermiyor. Hava toplarındaki hırçınlığı ile topu oyuna sokuşu noktalarındaki farkına katacağı ekstralarla, bu yıl daha fazla şans bulma fırsatını kaçırmayabilir. O bölgedeki eksiklik onun için büyük fırsat. Sam Lundholm & Niclas Eliasson (AIK / Kanat / 1994 & 1995) İkisi de hala 11 oyuncusu değil ama bu yıl daha fazla şans bulacakları kesin. Kamp döneminde bu fırsatı ikisi de iyi kullandı zaten. Tarzları benzer ancak Eliasson, Lundholm’a göre daha seri. Lundholm daha ziyade sol ayağını efektif kullanmasıyla dikkat çekiyor. Pasları ve ayak içi çok temiz. Eliasson’un savruk futboluna akıl katmaya başlaması ile bu yıl daha fazla fark yaratacaktır. Simon Gustafson (Hacken / Orta saha / 1995) Gustafson Hacken’ın en önemli yetenek adayı. İtalya’ya transfer yapacağını epeydir duyuyoruz. Oyun görüşü, raket gibi sol ayağı ve hücuma kattığı enerji ile bu yıl da adından fazlasıyla söz ettirebilir. Tabi ki geçen sezon sonlarına doğru girdiği şımarıklıktan bu yıl uzak kalması şartıyla! Joel & Adam Andersson (Hacken / Sağ bek & Sağ açık / 1996) Bu yıl A takım ile sözleşme imzalayan ikiz kardeşler umut vaat ediyor. Joel sağ bekte epey forma ve şansı bulacak gibi ama Adam’ın biraz daha zamanı var. Adam Andersson daha fazla umut verse de Joel’in sağ bekte göstereceği performansı büyük merak uyandırıyor. Sezon öncesi maçlarında yaptığı hücum bindirmeleri çok etkiliydi ama defansif manada öğrenmesi gereken çok şey var. Gustav Berggren (Hacken / Orta saha / 1997) Lewicki’yi gönderen Hacken’ın yeni defansif orta saha adayı. Lewicki’den alınan defansif katkı ilerleyen dönemde ondan bekleniyor. Alt yaş kategorisinde dikkat çeken performansı sonrası bu yıl A takıma yükseldi. Fizikli, topu iyi saklıyor ve defansif meziyetleri üst düzeyde. Yiyeceği ekmek sayısı daha çok ama, notunu buraya düşelim. Tshutshu Wa Tshakasua (Gefle / Forvet / 1997) İsmi gibi değişik bir arkadaş. Henüz çıktı A takıma ve dar Gefle rotasyonunda şans da bulacak gibi. Çok izleyemesek de kendisini, genelde pozitif şeyler yazılıyor. Neler yapacağı merakla beklenen isimlerden. Jesper Karlström (Djurgarden / Orta saha / 1995) Brommapojkarna küme düşerken alınacak 2-3 adam vardı. Onlar da transferini yaptı ve Karlström de onlardan biriydi. Djurgarden iyi bir oyuncuyu kadrosuna kattı fakat Karlström’ün ilk 11 için biraz çalışması şart. Ciddi adaylar var önünde. O yetenek onda var ve zamanla takımın önemli isimlerinden olabilir. Oyun görüşü ve her iki tarafı da oynayışıyla sizin de dikkatinizi çekebilir. Sead Haksabanovic (Halmstad / Orta saha / 1999) Haksabanovic’ten herkes çok umutlu. A takımla profesyonel sözleşme imzalaması epey yankı uyandırdı çünkü önemli takipçileri de vardı kendisinin. Forma şansı bulursa Allsvenskan’da forma giyen en genç oyuncu olacak ki Halmstad tarihinin de Ljungberg’den sonra gelen en büyük yeteneği olarak gösteriliyor. Jordan Larsson (Helsingborg / Forvet / 1997) Högaborgs’da babası Henrik Larsson ile kısa süre forma giymesiyle dikkat çekmişti Jordan ama ondan daha önemlisi de olacak bu sezon. Babası bu sefer Helsingborg’da teknik direktörü olacak. Onunla yeteneğini daha fazla öne çıkaracağını düşünen kişi çok fazla. Kupada attığı bir golle Avrupa basınının da dikkatini çekti. Stili ile de Henke’den çok farklı. Yolu açık. Arber Zeneli (Elfsborg / Kanat / 1995) Zeneli geçen sezon yedekten girerek forma şansı buluyordu fakat bu sezon daha fazla şans bulacak gibi. Sezon öncesi performansıyla da epey dikkat çekti. Haglund gibi bir hocayla çalışacak olması ciddi avantaj. Seri olmasına katacağı her nokta gelişimi için önemli. Filip Dagerstål (Norrköping / Orta saha / 1997) Sezon öncesi Janne Andersson’un şans verdiği gençlerden birisi Dagerstal. Gerek yerel basında yazılanlardan, gerekse hazırlık kampında takip ettiğimiz kadarıyla bu yıl daha fazla şans bulacak. Henüz stili ve oyunuyla alakalı net fikir sahibi olamasak da bu yaşında stoperde güven verdiğini söyleyebiliriz. Andreas Vindheim (Malmö / Sağ bek / 1995) Brann’da çok fazla izleme şansı bulamadık ama hem Malmö’nün kendisinde ısrarcı olması hem de bilenlerin anlattıkları sağ bekte Tinnerholm’a ciddi bir rakip olacağı yönünde. Kolay olmayacak görevi devralması ama formayı kapması durumunda parlayabilir. Erik Andersson (Malmö / Orta saha / 1997) Skane bölgesinde yer alan Landskrona’dan, yine bir Skane bölgesi temsilcisine geldi Andersson ancak burada çok daha fazla dikkat çekeceğine şüphe yok. Kendisini geliştirebileceği bir takıma geldi. 97’li olmasına rağmen 2013 başından beri Landskrona’da düzenli oynuyordu. Malmö’de hemen şans bulamayacak fakat 1-2 sene içinde ciddi bir transfer yatırımı olarak kullanılacağı. Bunu sadece ben değil, İngiliz medyası bile yazıyor. Sead Haksabanovic Andreas Vindheim Erik Andersson Bahadır Bozkurt Profil HF171 HENRIK LARSSON VE ONUN BiTMEYEN HiKÂYESi İsveç tarihinin en büyük futbolcularından bir tanesi olan Henrik Larsson bitti denilirken başlayan bir futbol kariyerine sahipti. Şimdi İsveçli yıldız yeşil zeminin kenarında teknik adam olarak tekrar karşımıza Helsinborg ile çıkmaya hazırlanıyor Bir Henrik Larsson hayranın itirafları Henrik Larsson ile tanışmam 1994’ün Haziran ayında gerçekleşmişti. O yıllarda okullar yaz tatiline girdiğinde, küçük bir çanta ile yaylanın yolunu tutmuştum. Futbolu yeni yeni keşfederken ilk defa Dünya Kupası adlı sihirli turnuvadan haberdar oluyordum. Maçların Türkiye saati ile geceye denk gelmesi nedeniyle baştan sona akıcı bir turnuva takibi yapamasam da özellikle gündüzleri TRT’de maç özetlerini, ya da tekrarlarını izlerken buluyordum kendimi. O senenin sürpriz takımlarından bir tanesinin İsveç olduğunu sonradan öğrendim. Hiç bilmeden İsveç’e sempati duymaya başlamıştım. Kalede Ravelli, defansta Galatasaray’da forma giyen Roger Ljung; -moda tabirle ‘liseliler bilmez’- uzun yıllar sonra Fenerbahçe’ye gelecek olan Kennet Anderson, OJ Simpson’a benzeyen Martin Dahlin, Thomas Brolin ve altın sarısı rastalı saçlarının esmer teniyle mükemmel bir karizma ortaya koyan Henrik Larsson. Dünya Kupası zaten futbolun “vaad edilmiş topraklarında” değildi. Bir de üstünde 12 Haziran 1994’te patlak veren OJ Simpson davasıyla gündem allak bullak olmuştu. Ünlü Amerikan futbol ve film yıldızı OJ Simpson eşini öldür(ül)müş, ortaya çıkan davayı tüm Amerika soluksuz olarak medyadan takip etmişti. Yine de Amerika’da yaşayan diaspora halkları tribünleri tıklım tıklım doldurmuş, FIFA’nın korktuğu başına gelmemişti. İşte ben de sabahları OJ Simpson davasını anlamadan izleyip, ardından futbol karnavalını tüm dünya ile aynı anda takip etmenin keyfini sürüyordum. Maçlar geceye sarktıkça rüya ile gerçek arasında geçen bir turnuvaydı. Escobar’ın ölümüyle sonuçlanan kendi kalesine attığı golü karıncalı bir yayından takip ediyordum. Yayını iyileştirmek adına antene taktığımız çatallar belki de futbolun en kara günlerinden bir tanesini takip etmemi sağlamıştı. Bunu, kaç gün sonra pek hatırlamıyorum fakat, bir öğle bülteninde babaannem ajans dinlerken öğrenmiştim. Futbolun güneşini hiçbir cinnet olayı gölgeleyemiyordu. Escobar, 2 Temmuz’da öldürülmüştü, son 16 maçlarının başladığı ilk gün. Hiçbir birim; FIFA dahi olanlardan etkilenmemiş olacak ki, turnuva normal seyrinde ilerdi. Turnuvada sevilecek onlarca karizmatik futbolcu vardı; Romario, Bebeto, Roberto Baggio, Alexi Lalas, Gheorghe Hagi, Jürgen Klinsmann, Hristo Stoitchkov... Gönlümün hangi maçta İsveç’e kaydığını tam olarak hatırlamıyorum. Fakat sonu penaltılarda biten Romanya maçını -tümünü Youtube’dan şu an izleme şansınız varunutamıyordum. Uzatmalarda oyuna giren Henrik Larsson sahaya güçlü bir karizma koyuyordu, daha sonları tekrar baktığımda gördüm ki; Larsson o turnuvada ilk golünü izlediğim Romanya maçının penaltı atışlarında atmıştı, sonra bir de üçüncülük maçında Bulgaristan’a. Rastalı saçlarına kandım sanırım. Bulgaristan maçında topla beraber kaleci geçtikten sonra ani fren yapınca, turnuvanın en çirkin krallarından Trifon Ivanov’a nasıl da takla attırmıştı. İsveç’in en iyi oyuncusuydu gözümde, Dahlin-Andersson- Brolin affetsin beni. Bu maçın sonunda Larsson’u üçüncülük kürsüsünde gördükten sonra bir seneye yakın haber alamadım ondan. Euro 96 deyince bizim kuşağın aklına ilk gelen şey Alpay’ın Vlaoviç’i düşürmediği pozisyon akla gelir. Bir jenarasyon için tüm bir turnuva bu olaydan ibarettir. İşte bu turnuvanın meşhur eleme maçlarından birinde Henrik Larsson’un yolu İnönü’ye düştü. Dünya üçüncüsü İsveç’i Sergen’in uçarçasına attığı kafa golüyle darmadağan etmiştik. İngiltere’nin kapılarını açtığımız maçta İsveç’i kupanın tamamen dışına iterken, Larsson’u tekrar meçhule yolcu etmiştim. Beynelminel futbolu takip etmek o yıllarda zordu benim için. Şimdi 6 yaşındaki çocuklarının dilinde olan Messi belki bizim çocukluğumuzda ortaya çıksa Allah bilir kaç sene sonra bir maçına denk gelecektik. Yıllar yılları kovalarken NTV çıktı karşımıza. Bu kanal hafta sonları Okay Karacan ve Murat Kosova ile Cumartesi günleri “Avrupadan Futbol” kuşağı yaparak büyük yıldızlarla tanışmamı sağladı. O yıllarda karşıma çıkan yeşil beyazlı Glasgow ekibi Celtic’te yeniden Henrik Larsson’u görmüştüm. Bir iki dakikalık özetlerde gollerini izlemek, gol tekrarlarında 37 ekran televizyona daha yaklaşmaktı Larsson benim için. İlk “scout” deneyimimin başarısı gururumu okşuyordu. Mezhepsel bir çatışma içinde olan Celtic- Rangers derbilerinin hikâyesini de Larsson’u takip ederken futbol programlarında dinlemeye başlamıştım. Celtic, ligdeki 10 yıllık şampiyonluk hasretini ve de Rangers hegemonyasını ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Ortam Larsson’u daha çok sevmeye müsaitti. Sen sevilmeyecek adam mısın? Henrik Larsson’un futbol kariyerinin belki de en garip hikâyelerinden bir tanesine sahiptir. Hep golcülerini başka takımlara kaktırmakla ünlü olan Hollanda ekiplerinden Feyenoord’da oynarken, Larsson’un kariyeri oldukça sönük geçer. Rotterdam ekibi onu yanlış alarm olarak nitelendirip, ileride neredeyse büstünü dikecek takım olan Celtic’e yollar. Celtic’e gelişiyle beraber serpilip açılan İsveçli golcü attığı gollerle, getirdiği şampiyonluklarla bir kulüp efsanesine dönüşür. Herkesin aklını başından alan usta golcü yaşı ilerledikçe oynadığı futbolla göz doldurmaya devam eder. Tüm futbolseverler rastalı saçlarını kökten kestiren, 33 yaşına gelmiş bu yaşlanmaz golcünün jübilesi için hesaplar yaparken Barcelona’dan gelen teklif Celtic taraftarlarının gözlerine toz kaçmasını sağlar. Barcelona’da ilk 11 oyuncusu olarak ilk olarak akla gelmese de kulübede bekleyen keskin bir nişancıdır. Kaderin cilvesiyle sakatlanmadan önce ilk sezonunda attığı üç golden bir tanesi Celtic’e nasip olur. Kelimeler kifayetsiz, kursaklarda acı bir tat kalır. Celtic taraftarları belki de bu yüzden bugün hala O’nu rastalı saçlarıyla hatırlamak ister. Kralların kralı golü attığında ne Celtic taraftarı, ne Larsson bir tepki gösterir. İkinci sezon ise başka bir hikâyenin habercisidir. Eto’o ve Ronaldinho’nun sırtladığı Barcelona, Şampiyonlar Ligi finalinde müzmin kaybeden Wenger’in Arsenal’iyle karşılaşır. Maça sonradan dahil olan Larsson yaptığı iki asistle İngiliz ekibini dize getirir. Maçın ardından Henry uzanan mikrofonlara şöyle bir beyan verir; “İnsanlar hep Ronaldinho’dan, Eto’o’dan, Henry’den, göklerdeki tüm yıldızlardan daha parlak olduklarına inandıkları futbol yıldızlarından bahsediyor. Ben bugün sahada hiçbirini göremedim. Larsson bu gece son 10 yıldır her futbol gecesinde olduğu gibi öyle bir parladı ki biz onun yanında sadece karanlıktaki figüranları oynadık”. Futbolseverler için adalet tam anlamıyla sağlanmıştır, genç bir oyuncuyken Dünya Kupası’nda üçüncülük kürsüsüne çıkan Henrik, 35 yaşında Barcelona gibi bir devin en büyük kupayı kazanmasında kilit bir rol oynamıştır. Belki de dünya o gece yıllardır beklenen saygıyı, tam anlamıyla hak edene teslim ediyordu. (Aklıma hep “Akıl Oyunları” filminde John Nash’in masasına kalemlerin bıraklıma sahnesi gelir) Somon balıklarının hayatları İskandinav futbolcuların bir geleneği gibi gelir. Doğdukları akarsulardan yıllarca yol alıp okyanuslarda yaşayan bu balıklardan, hayatta kalanlar tekrar doğdukları akarsuya dönüp yumurtalarını bırakıp hayatlarını sonlandırırlar. Henrik Larsson da birçok İskandinav futbolcu gibi Barcelona kariyerinin ardından İsveç’te daha önce oynadığı Helsinborg’a döner. Futbolunun son demlerini huzur içinde geçirmek isterken kulübün kapısını bu sefer bir başka dünya devi Manchester United çalar. Sir Alex Ferguson’un isteğini kıramayan yıldız futbolcu, futbolun mabetlerinden biri olan Old Trafford’da forma giyme şansını bulur. Attığı 3 golün yanı sıra profesyonelliği ve oyun zekası, bir başka İskoç’un kalbini feth etmeye yetişmiştir. Premier League kariyerini şampiyonlukla taçlandıran Henrik için yeniden eve dönme zamanı gelmiştir. İki sezon daha Helsinborg kariyerini sürdüren golcü oyuncu kendisine Avrupa’nın kapılarını açan takımına vefa borcunu ödeyerek 2009’da kariyerine son noktayı koyar. Sahadaki teknik adam Futboldan uzaklaşamayan Henrik Larsson 2010 yılından itibaren hocalık yapmaya karar verir. Landskrona’da kariyerine başlayan teknik adam, 2013 yılında asistan olarak geldiği Högaborgs BK takımında ilginç bir olayın içerisinde kendisini bulur. Högabors’un teknik direktörü Kenneth Karlsson ve Henrik Larsson maç öncesinde takıma gerekli taktikleri verirler. Sahaya çıkacak isimlerden bir tanesi de Henrik’in oğlu Jordan Larsson’dur. Takımdaki sakatlıklar ve yetersizliklerden dolayı Karlsson, kulübede oturan efsaneyi ısınmaya gönderir. 41 yaşındaki kramponlarını asmış bir gol kralı… Bu cümle her zaman “O tam bir profesyoneldi” cümlesiyle tamamlanması gerekir. Henrik Larsson dakikalar 85’i gösterdiğinde oğlu Jordan’ın forvetteki partneri olur. Maç sonunda yanına gelen şaşkın muhabirlere “Oğlumla beraber forma şansı bulmak büyük keyifti” diyerek güzel oyunun hatırasına katkılar vermeye devam eder. Henrik Larsson geçen sezon teknik direktörlüğünü gerçek anlamda sınama fırsatını Falkenbergs takımında bulur. Düşük bütçeli güçsüz bir ekipve düşmenin bir numaralı aday takımıyla atıldığı macerada sezon içerisinde inişli-çıkışlı grafik sergiler. Sezonun sonunda fırtınalı yarışta son 5 haftada çıkardığı 3 galibiyet ve 1 beraberlikle takımını limana yanaştırmayı başarır. En yakın rakibi Gefle’den bir puan fazla kazanan Falkenbergs, 30 maçta 33 puan çıkartarak sezonun sürprizine imza atar. Larsson’un bu performansı başta İsveç basını olmak üzere özellikle İskoçya’da büyük yankı getirir. Celtic, Larsson’u tekrar kulübün başına geçirmek için girişimlerde bulunur. İskoç ekibi İsveç sezonu bitmeden yaptığı girişimlerden olumlu sonuç alamaz. Çünkü İsveçli hoca ülkede imkansız olarak düşünülen bir projeyi gerçekleştirmeye bu kadar yaklaşmışken kulübü bırakamayacağını belirtir. Küçük bir bütçeyle başardığı büyük iş İsveçli teknik adama yeniden Helsinborg kapılarını açar. Onlar bu sezon oğlu Jordan’ı da transfer ederek, baba ve oğlu tekrar bir araya getirmiş oldu. Helsinborg bu sezon hem Malmö’nün hegemonyasını kırmaya çalışacak hem de 2011 senesinden bu yana hasret kaldığı şampiyonluk için yarışmaya başlayacak. Bu senaryo Henrik Larsson’un çok yabancı olmadığı bir durum. Helsinborg’ta geçireceği başarılı bir sezon, İsveçli teknik adamın Celtic yolunda önemli kilometre taşlarından bir tanesi olabilir. Bunu ilk sezonda başaramasa bile Larsson beklemekten hiçbir zaman çekinmeyecek bir yapıya sahip olduğunu çok iyi biliyoruz. 1999’da Lyon maçında ayağını kırdıktan sonraki sezon attığı 35 golle Altın Ayakkabı ödülünü alırken bile bu sabrın izlerini gösteren yine Henrik Larsson’dan başkası değildi. Kuzey Ligleri HF171 Sercan Soykan 2015 Norveç’te 2015 sezonu başlıyor. Kuzeyin zorlu liginde tüm takımlar ve yıldız isimler mercek altında 1992-2006 arasında Norveç futbolunda Rosenborg hegemonyası vardı. 15 sezonda elde edilen 14 şampiyonluk ve Avrupa’da elde ettikleri sonuçlarla hafızalarımızda yer edindiler. Fakat Rosenborg’un bu başarısıyla lig tek düze bir hal aldı ve izleyenler adına da heyecanlandıracak bir duruma rastlanmıyordu. Rosenborg’un o yıllarda yakaladığı ekonomik üstünlüğü kaybetmesiyle kadro kaliteleri arasında denge oluşmaya başladı. O tarihten itibaren oynanan 8 sezonda Tippeligaen, 5 farklı şampiyon çıkardı. Stabaek tarihinin ilk şampiyonluğunu elde ederken, Stromsgodset 43 yıllık özlemi sonlandırmıştı. Son yıllarda Molde lige daha hâkim bir görüntü çizse de yarışın içerisine farklı takımların da dâhil olması lige heyecan katmaya devam ediyor. Molde geride bıraktığımız sezonu zirvede tamamlamış ve Şampiyonlar Ligi biletini almıştı. Ligi 2’nci ve 3’üncü sırada tamamlayan Rosenborg ile Odd, Avrupa Ligi’ne katılmaya hak kazandılar. Sezonun sürprizi ise Bergen şehrinin takımı, ligin önemli değerlerinden Brann’ın OBOSLigaen’e düşmesi oldu. Bu hezimetin iki yıl önce Malmö’yü Allsvenskan’da şampiyonluğa taşıyan Rikard Norling yönetiminde yaşanması ise ayrı bir şaşırtıcı noktaydı. Ligden düşen diğer takımlar ise Sogndal ve Sandnes oldu. Geçen sezon ligden düşen takımların yerine yükselen ekipler Sandefjord, Tromso ve Mjondalen olmuştu. 2015 Tippeligaen’de ilk düdük 6 Nisan’da çalınacak ve Kasım’ın ilk haftalarına kadar sürecek bir heyecan yaşayacağız. 71’inci defa oynanacak olan Tippeligaen’i zirvede bitirecek olan takım Şampiyonlar Ligi’nde play-off oynamayı hak kazanacakken ikinci ve üçüncü takımlar Avrupa Ligi’ne katılacaklar. Son iki takım lige veda edecek. Bu iki takımın hemen üzerinde yer alan ekip ise play-out maçlarıyla lige tutunmaya çalışacak. Tippeligaen’i diğer ülkelerden ayıran en önemli prosedür farkı ise madalya sistemi. Ligi şampiyon olarak tamamlayan takım altın, ikinci takım gümüş ve üçüncü takım bronz madalyaya layık görülür. Şampiyonluk Yarışı Manchester United’ın ‘Bebek Yüzlü Katil’ lakaplı efsanelerinden Ola Gunnar Solskjaer, Molde’nin başarı temellerini atan isimlerin başında geliyor. Kazandırdığı iki şampiyonluk döneminde kulübün yarışmacı yapısına sınıf atlattı. Fakat başarıların arttığı dönemde Premier League’den ilgi alması ve bu süreci de doğru yönetememesi kulübü zor durumda bırakmıştı. Transfer görüşmesi için gizli şekilde Ada yolculuğu yapması Molde’nin ana sponsorunun kulüp üstündeki etkinliğini azaltmasına da neden olmuştu. Bir anlamda Solskjaer istemeden de olsa kurduğu düzene zarar vermişti. Solskjaer bir süre daha çalışmaya devam etse de sonunda Cardiff’in yolunu tuttu. Molde ise yeni hoca Tor Ole Skullerud ile yenilenme sürecine girdi. Kulüp kısa bir dönem yaşadığı kaosu atlatmış durumda. Ekonomik anlamda ülke futbolunun sağlıklı takımları arasında yer alıyorlar. Sportif anlamda yapılan doğru hamlelerin karşılığını da şampiyonluk yaşayarak elde ettiler. Sportif ve yönetimsel anlamda tekrar çıkışa geçen ekip doğru büyümeyi sürdürmek istiyor. Beşiktaş’ın Martin Linnes ile ilgilendiği dönemde ‘tok’ satıcı rolüne geçerek teklifi uzun süre geri çevirmeleri ve kadroyu koruma yoluna gitmeleri hedefledikleri yoldan şaşmadıklarının önemli bir göstergesi. Molde, Avrupa futboluna yeni yetenekler kazandırmak istese de bir yandan yarışmacı olarak daha üst seviyelere çıkmayı da hedefliyor. Bu sezon en büyük hedef Şampiyonlar Ligi’nde gruplara kalmak ve Tippeligaen’de tekrar şampiyonluğa ulaşmak olacak. En fazla değişim yaşadıkları bölge hücum hattı oldu. Daniel Chima Chukwu’yu Çin’e pazarladılar. Sigurdarson’un ise kiralık sözleşmesi bitmişti. İyi bir kamp dönemi geçiren Fredrik Gulbrandsen’in ağır bir sakatlık yaşayarak sezonu kapatması ise büyük bir şok etkisi yarattı. Stromsgodset’ten hatırlayacağımız Ola Kamara ve eski Rosenborg’lu Mushaga Bakenga hücum hattına monte edilen yeni isimler oldu. Geçen sezondan Tommy Hoiland da forvette kozlar arasında yer alacak. Orta saha ve savunmasını değiştirmeyen Molde, eski Odd’lu stoper Semb Berge ve Tromso’nün yetenekli orta saha Thomas Kind Bendiksen’i alarak rotasyonu genişlettiği gibi kaliteyi de yükseltti. Rosenborg dört yıllık şampiyonluk hasretine son vermek amacıyla yola çıkıyor. Geçen sezon menajer Per Joar Hansen kadro mühendisliği açısından sınıfta kalmıştı. O dönem sportif direktörlük görevini yürüten Erik Hoftun da tepkilerin odak noktalarından birisi haline gelmişti. Kare Ingebrigtsen’in göreve gelmesiyle kulüp düzene girmeye başladı. Erik Hoftun saha içine inerek Kare’nin asistanlığına geçince faydalı hale geldi. 2014’ün sonunda takım birlikteliğini yakalayan Rosenborg önemli bir farkı kapatarak gümüş madalyayı kazanmıştı. Bu sezon kaybettikleri en önemli isim Amerikan orta saha oyuncusu Mikkel Diskerud oldu. Yaşlanan kaleci Örlund ayrıldı. Odd’un başarılı eldiveni Andre Hansen’i transfer ederek zayıf bölgelerinden birini güçlendirmiş oldular. Orta sahada baskın bir karakter gösterebilirlerse daha farklı bir sezon geçirebileceklerdir. Odd, 2008’den beri Dag-Eilev Fagermo ile yola devam ediyor. Deneyimli teknik adama Norveç Milli Takımı’nın başına geçmesi teklif edilse de Fagermo, 7 yıldır kurduğu düzenin başından ayrılmak istemedi. OBOS Ligaen’de aldığı takımı Tippeligaen’in önemli ekiplerinden biri haline getirdi ve geçen sezon ilk madalyasını kazanmıştı. Odd adına geçen sezonun en büyük sıkıntısı dar bir savunma rotasyonuna sahip olmaktı. Odense’den ofansif bek Espen Ruud’u transfer ettiler. Hücum hattına ise ligin eski oyuncularından tecrübeli Ola Kamara Oliver Occean kiralandı. Kanadalı oyuncu iyi bir kamp dönemi geçirdi. Sparta Prag’a giden Heroldin Shala’nın yerini ise kadro içinde doldurma yoluna gidecekler. 4-3-3 sistemiyle göze hoş gelen futbol oynaması beklenen Odd, şampiyonluk adayları arasında olsa da rakiplerine göre şansının çok fazla olduğunu söyleyemeyiz. Sürpriz takım : Viking Viking bu sezona da İsveçli teknik adam Kjell Jonevret yönetiminde başlıyor. Geçen sezon lig sonunda hedefsiz kalan Viking’te yönetim toplantı kararı almış ve yeni bir yol haritası belirlemişti. Stavanger şehrinin takımı, kadrosunda milli seviyede oyuncular bulunduran potansiyelli bir ekip. Geçen sezonki kadro üstünde ufak hamleler yaparak ekonomik anlamda açılmamayı tercih ettiler. Lokeren’e giden İzlandalı stoper Ingason’un yerine Flora Tallinn’den Karol Mets ve MLS’den Veton Berisha A.J Soares’i takviye ettiler. Sol bekler Bertelsen ve Skogseid bu sezon takımdan ayrılırken o bölgede Haugen oynamaya devam edecek. Menajer, Jonevret Haugen’in olmadığı durumlarda o pozisyonda Thorsteinsson’u kullanabilir. En azından hazırlık maçlarında bunun mesajını gördük. Stabaek’ten alınan Magne Hoseth orta sahanın seviyesini atlatacaktır. Potansiyelli yetenek Bytyqi de önemli bir alternatif olacak. Viking adına en önemli olay geçen sezonun vasatı aşamayan isimlerinden Veton Berisha’nın iyi bir kamp geçirmesi oldu. Vidar Nisja ve Thioune’de hazırlık maçlarında seviye atlamış gözüktüler. Viking eğer savunmada yeterli sertliği yakalarsa sürpriz bir performans sergileyebilir. Geçen sezonu 10’uncu tamamlamışlardı fakat bu yıl ilk 3’ü zorlayacak sürpriz adayım onlar. Ligin yeni üçlüsü Tromso, bir yıl aradan sonra tekrar lige döndü. İki yıl önce ligin ilk maçlarında Oslo’da günlük güneşlik bir hava varken Tromso’de yoğun bir kar yağışı hakimdi. Şehrin farklı iklim yapısı da duruma renk katabiliyor. Tromso, iki yıl önceki kadro kalitesiyle ligden düşecek bir takım değildi. O sezon Avrupa Ligi macerasının uzamasıyla yoğunlaşan fikstür fiziksel olarak yıpranmalarına neden olmuştu. Artan sakatlıklarda sonlarını hazırlamıştı. Geçen sezon her ne kadar lig sonuna doğru çıkmayı garantileseler de rahat bir sezon geçirdiklerini söyleyebilirim. Yetenekli orta saha Thomas Kind Bendiksen’i kaybettiler. Gefle’den alınan Marcus Hansson, Viking’ten Landu Landu, Ranheim’den Gjermund Asen ve Valerenga’dan kaleci Kongshavn oturmuş yapılarına güç katacaktır. İyi bir iç saha takımı karakteri koyarak lige tutunacaklarını düşünüyorum. Mjondalen ise burada olması sürpriz bir takım. Köy takımı olduklarını söylesek yanlış olmaz. Ufak bir popülasyona hitap ediyorlar. Ekonomik anlamda güçsüz oldukları için geçen sezonki kadro üstünde oynama yapmadan devam etme kararı aldılar. Tek etkili transferleri geçen sezon Zlatan Ibrahimovic’in topukla attığı golün benzerini atan Tim Andre Nilsen’i Sogndal’dan almaları Marcus Hansson oldu. Mjondalen’in en dikkat çeken yönü ise Real Madrid’e transfer olan özel yetenek Martin Odegaard’ın babası Hans Erik Odegaard’ın takımın asistan menajerliğini yapması. Sandefjord’ta kadroda fazla değişim yaşamadı. Kira kontratı biten Erik Johansen, Manchester City’e dönüş yaparken kaleye Kopenhag’tan Jakob Busk getirildi. Alka Superliga tecrübesi de olan Danimarka Genç Milli’de oynayan genç eldiven Johansen’in yerini dolduracaktır. Ligi tanıyan Fevang ve Erik Mjelde orta sahaya güç katacaktır. Kristiansund’tan alınan golcü Jean Alassane Mendy de Sellin-Kirkevold ikilisine alternatif olacaktır. Yeni yüzler Tippeligaen’de hoca değişikliğine giden 3 takım var. Sarpsborg, takımı Tippeligaen seviyesinde tuttuğu gibi iyi yeteneklerde kazandıran Brian Deane ile yollarını ayırdı. Yeni hocası Molde’de Tor Ole Skullerud’un asistanlığını yapan Geir Bakke oldu. Bakke, İngiliz hocanın sistemi üzerinde çok fazla oynama yapmış değil. Thorarinsson’un Nordsjaelland’a gitmesi önemli bir kayıptı fakat o bölgeye Stabaek’ten Anders Trondsen’i getirdiler. Aynı zamanda Legia’dan alınan Henrik Ojamaa da orta sahanın sağında iyi bir koz olacaktır. Transferin son günlerinde ise Brann’dan Amin Askar kiralık olarak kadroya katıldı. Aaron Samuel, Dja Djedje ve son olarak da Castro’dan sonra forvet sıkıntısı yaşamaları muhtemel fakat diğer pozisyonlarda sağlıklı duruyorlar. Hazırlık maçlarında dengeli, alanı daraltarak oynamaya çalışan bir görüntü çizdiler. Bu arada alt ligde performansını çok beğenilen Liridon Kalludra ismine ayrı parantez açılmalı. Oyun görüşü ve tekniği iyi bir isim. Eğer Sarpsborg ileri uçta doğru ismi bulabilirse çok gol attırabilir. Aalesund’un yeni hocası ise Harald Aabrekk oldu. 59 yaşındaki teknik adam geçen sezon kötü bir görüntü çizen savunmayı Skagestad, Mantyla ve Gretarsson ile güçlendirdi. Fakat Fredrik Ulvestad ile sözleşme uzatamamaları orta sahada önemli bir kayıp yaşamalarına neden oldu. Aalesund’un geçen sezonki çizgisinden çok değişik bir karakter göstereceğini söylemek zor. Ekonomik problemler yaşayan Lilleström de hoca değiştiren bir diğer kulüptü. Sezonun sonuna doğru Kanaryalardan ayrılacağını açıklayan Magnus Haglund’un yerine İzlandalı Runar Kristinsson getirildi. Takımın kilit isimlerinden Petter Vaagan Moen, Stromsgodset’e transfer oldu. Erik Mjelde ve Palmi Palmason ayrılan diğer önemli isimler. Yapılan transferler içerisinde fark yaratacak oyuncu olduğunu söylemek zor. Fofana, Riise, Andersson, Lundemo gibi isimlerden ekstra performans bekleyerek ligi orta sıralarda bitirmeye çalışacaklar. Kamp döneminde ekonomik nedenlerden dolayı federasyondan 1 puan silme cezası aldıklarını belirteyim. Lige yeni hocalarla başlayacak takımların durumu bu şekilde. Valerenga & Stromsgodset Stromsgodset 2013 sezonunda 43 yıllık özleme son vermiş ve şampiyonluğa ulaşmıştı. Ardından Ronny Deila’nın Celtic’e gitmesiyle şüphesiz bir bocalama dönemi yaşadılar. Zaten oyuncu kalitesi olarak yaşanan değişimin sıkıntıları vardı. Üstüne bu yapıyı kuran teknik adam da ayrılınca ister istemez bir sıkıntı oluştu. Yeni hoca David Nielsen onun ekibindeydi ama daha dağınık bir antrenör. Yine de göze hoş gelen futbol oynatmaya çalışıyor. Real Madrid’e pazarladıkları Martin Odegaard’ın yerine Petter Vaagan Moen’i getirdiler. Usta ayak bu ligde hala tek başına maç alabilecek düzeyde. Boateng ve Ovenstad gibi geçen sezon sakatlıklarla boğuşan isimlerden daha fazla verim alabilirler. Yine Odegaard’ın arkasında kalan özel yetenek Iver Fossum’da daha fazla ön plana çıkarak büyük takımların dikkatini çekecektir. Kaleye de Kwarasey’in yerine geçen sezonun sonunda Molde ile iyi maçlar çıkaran Espen Bugge Petersen geldi. Baerum’da iyi işler yapan Tokmac Nguen’de bu sezon devreye girebilir. Bir yıllık sözleşme imzalayan Florent Hanin’de katkı verecektir. Stromsgodset geçen sezondan daha alternatifli bir kadroya sahip. İlk 3’ü zorlayacak takımlar arasında yer alıyor. Valerenga ise ekonomik sorunları olan bir takımdı. Mümkün olduğunda bonservissiz oyunculara yönelmek istiyorlar. Kjartansson’u yüksek bir bedelle Çin Ligi’ne gönderdiler. O bölgeye ise Jamaika’lı Deshorn Brown getirildi. Waehler ve Tollas Nation ise savunmaya kalite katacaktır. Valerenga geçen sezonki göze hoş gelen futbolunu oynamayı sürdürür. Sürpriz düşme adayları Ekonomik problemler yaşayan bir diğer kulüp de Start. Tripic, Asante, Acosta gibi kilit isimlerini kaybettiler. Yapılan takviyelerde yeterli düzeyde değil. Genç bir ekip ve arada bazı tecrübeli isimlerle yola çıkıyorlar. Sezon başında yaşanan kayıplarda işlerini zorlaştırıyor. Sezon içerisinde de benzer sıkıntıları yaşamaları muhtemel gözüküyor. Bob Petter Vaagan Moen Bradley yönetimindeki Stabaek ise geçen sezon izleyen herkesin övgüsünü aldı. Amerikalı koç iyi bir kadro mühendisi. Sezon başında Premier League’den sportif direktörlük teklifi aldığı belirtilse de resmiyet kazanmamıştı. Brustad, Stephens, Hoseth, Boli gibi çok önemli isimleri ve alternatifleri kaybettiler. Ernest Asante ve Adama Diomande iyi transferler olsa da diğer transferler kapalı kutu isimler. İşlerinin geçen sezona göre daha zor olduğunu ve eğer birliktelik yakalayamazlarsa düşmeye aday olduklarını düşünüyorum. Badou - Gytkjaer Bodo Glimt’te geçen sezon ön plana çıkan isimlerin başında Papa Alioune Ndiaye, nam-ı diğer Badou geliyordu. Ocak transfer döneminde Sivasspor’un da ilgilendiği fakat sağlık kontrolünde tespit ettiği ufak sakatlık nedeniyle vazgeçtiği Ndiaye, Bodo Glimt’in en önemli kozu olacak. Bodo Glimt geçen sezonun en golcü ismi Ibba Laajab’ı sattı. Moustapha Ndiaye , Dane Richards ve Thomas Braaten ile yollar ayrıldı. Badou odaklı kuracakları oyun planında yeni transferler Sorloth, Furebotn gibi isimlerden sezon içi katkı bekleyerek ligi düşme hattının üstünde bitirmeye çalışacaklar. Badou Haugesund ise kadroda küçülmeye giden takımların arasında yer alıyor. Geçen sezon merkez orta sahada en fazla forma giyen üçlü olan Fevang, Anyora ve Sema ile yolları ayırdılar. Tek etkili transferlerini de Nordsjaelland’tan Soren Christensen’i alarak yaptı. Danimarka’lı oyuncu bu üçlünün ayrılması sonrası orta sahada önemli rol oynayacak. Çizgide Stolas ve Bamberg’in getireceği toplarla Gytkjaer’i besleyerek skor üretmeye çalışacaklar. 24 yaşındaki golcü ceza sahası içerisinde etkili bir isim. Kolay pozisyon harcamayan yapıda. Bu sezon da takımın kilit oyuncusu durumunda. Haugesund’un amacı da orta sıralar olacaktır. YILDIZ ADAYLARI Papa Alioune Ndiaye (B. Glimt / Orta saha / 1990) Badou, yüksek top tekniği, pozisyon içerisindeki sakinliği ve fiziğini iyi kullanmasıyla her geçen gün oyununa seviye atlattıran bir isim. Gerek savunma önü gerekse de forvet arkasında yaptıklarıyla görevini yerine getirdi. Ekstrası da kanatlara yaptığı desteklerdi. Fizik gücü ve tekniği yüksek, pas yüzdesi yüksek olan, hava toplarına çekinmeden giren ve başarılı olan, topu iyi saklayan bir isim Papa Alioune Ndiaye. Afrika Kupası öncesinde Senegal aday kadrosuna çağırılmıştı. Ardından Sivasspor’un ilgisi olsa da transfer tamamlanmamıştı. Özel bir ayak. Takibe değer. Thomas Grogaard (Odd / Sol bek / 1994) Grogaard, günümüz hücum beklerinden fakat defansif dengesi de yüksek bir oyuncu. Rakibi karşısında iyi pozisyon alıp, ayak dengesini kurup fena olmayan hızlanmasıyla kademe sorunlarını minimum düzeyde tutan bir isim. Hataları tabi ki var fakat bu yaştaki bir oyuncu için normal. Hücum açısından, etkili bir sol ayağa sahip, top kontrolü iyi ve topa vuruş gücünün yüksek seviyede olması nedeniyle sert, hedefe yönelik ortalar açabilmekte. Motorik özelliklerinin bir kısmının gelişmiş olduğunu söyleyebiliriz (beceri-sürat). Sadece güç ve dayanıklılık açısından henüz bazı testlerden geçmesi gerekiyor. Ayrıca 1.81 boyunda, yüksek top konusunda eksikleri var. Kendisinin de belirttiği gibi sakin bir yapıda, temiz bir oyuncu fakat bu bölgede biraz saldırganlık özelliklerinin olması da şarttır. Amidou Diop (Molde / Orta saha / 1992) Geçen sezonu Molde’nin ikinci takımında geçiren Amidou Diop iyi bir kamp dönemi geçirdi ve hazırlık maçlarında forma şansı buldu. Önünde Bendiksen, Hussain, Singh, Berg Hestad gibi önemli isimler olsa da ara ara forma şansı bulacaktır. Kulübün oyuncu izleme ekibindeki isimlerin Diop’tan beklentileri yüksek. 1,97 boyunda, kuvvetli ve tekniği fena olmayan bir oyuncu. Takibe değer. Mohamed Elyounoussi (Molde / Sol kanat / 1994) Mohamed Elyounoussi aslında geçtiğimiz sezonlarda da iyi işler yaptı. Sarpsborg performansı ve ardından Molde’de kilit role bürünmesi bunun göstergesi. Kolay adam eksiltebilen özel ayaklara sahip bir isim. Oyun görüşü de önemli özelliklerden birisi. İki kanatta da oynayabilir fakat sol kanat olarak daha etkili olduğu bir gerçek. 10 numara rolü için ise fiziksel eksikleri nedeniyle çok uygun değil. Tippeligaen’in belki de en özel ayaklarından birinden bahsediyoruz. Yıl sonunda iyi yerlere gelmesi yüksek ihtimal dâhilinde. Iver Fossum (Stromsgodset / Orta saha / 1996) Fossum top tekniği çok yüksek bir isim. Ayrıca çalışkan karakteriyle de dikkat çekiyor. Ufak yaştan itibaren çok iyi disipline edilmiş bir genç. Odegaard’a savunma yaptırmak belki zor olur fakat Iver Fossum benzer karakterde oyuncu olmasına rağmen topun peşinde çok fazla olan bir oyuncu. Rakibe baskıyı da doğru yapmaya çalışıyor. Yaratıyor ve takım oyununa bağlı kalarak bunu yapıyor. Martin Odegaard’ın gölgesinde kalmış özel yetenek bu yıl daha fazla ön plana çıkacaktır. Ghayas Zahid (Valerenga / Orta saha / 1994) Zahid geçen sezon Valerenga’nın kilit oyuncuları arasında yer alıyordu. Skor ürettiği gibi attırdığı gollerde oldu. Ayakları etkili ve süratli bir oyuncu. Bu yüzden kolay adam eksiltebiliyor. Ayrıca bu tip oyuncuların genelde bencil olma özellikleri olabilir fakat Zahid sade oynamayı seven bir oyun tipine sahip. Geçen sezon kazandığı tecrübeyle beraber bu yıl çok daha iyi işler yapacaktır. Valerenga’nın en önemli kozları arasında yer alıyor. Elyounoussi benzeri oyuncu diyebiliriz fakat aralarında en önemli fark, Zahid’in forvet arkası oynaması. Serbest rolde çizgiye indiği anlar olsa da 10 numara rolüne daha yakın bir oyuncu. Ghayas Zahid
Benzer belgeler
uğur tütüneker hf107
Real Madrid’in kaymaya meyilli yıldızı Gareth Bale’i, İskandinavya’nın
topu santrada iki ligi Allsvenskan ve Tippeligaen’i, bu kez daha iddialı bir
takımla teknik direktörlüğüne devam edecek olan H...