59.sayıya ulaşmak için tıkalayınız
Transkript
59.sayıya ulaşmak için tıkalayınız
CMYK CMYK www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975 YIL: 6 • SAYI: 59 26 MAYIS 2012 Dün Taksim’i kazandık yarın halklarımızı kurtuluşa ulaştıracağız! 15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE FİYATI: 50 Kr 2012 1 Mayısı, 1 Mayıs Şehitlerine ve onların hakkıyla anılmasının mücadele koşullarını yaratan Proletarya Sosyalistlerine adanmıştır! Deniz-Yusuf-Hüseyin Yoldaşların Yere Düşürmediği Devrimci Mücadele Bayrağını Kurtuluş Partililer Dalgalandırıyor! Bu Şarkı Devrim Yiğitlerine Adandı Kiralık tabancalar ateşlendi ansızın Daha dün gibiydi, gencecik döküldüler Aralı dudaklarında bir mutlu gülümseyiş vardı Çizgi çizgi özgürlüktü parıldayan yüzlerinde. Gel bir bak, ta yakından Daha dün gibiydi, ansızın vuruldular Belki yirmi tetikti belki daha çok Namlular utanmıştı insanlar değil Namlular şaşkındı, bitkindi çaresiz. Düştüler toprağa özgürce, korkusuz Kurşun sesi değildi bir sevdalı gülüştü Düştüler dimdik, özgürce, yalın Öldüler ama çoğaldılar ölümsüz. Gel bir bak yakından şu yiğitlere Daha dün gibiydi acımasız devrildiler Kan bir kara görüntüydü göğüslerinde Ölüm çirkindi onlar güzelleştirdiler. Yeniden yaratmak sesini orduların Ufuklardan çizgi çizgi büyüyen Savaşları çoğaltmak yüce düzen adına Uykular bir daha kaçmasın diye Sömürülmesin diye şu çocuk eller. Gözyaşları yaraşmaz o ölülere Onlar için en soylu örtüler gerek Gerelim hıncımızı alev alev yeniden Devrim şarkılarından haykıralım onlara. Ölmediler onlar, ölmezler ki Bu yadsınmaz gerçeği bilmedi satılmışlar Onlar bir atardamardı halkların yüreğinde Gecelerde yıldız yıldız tutuşan. Unutma söz etmek yok gözyaşlarından Yaylar şimdi daha güçle gerildi Yarın adına göğüs göğüs kuşandık gecede Gecede en yenilmez güç bizde gönendi Ölüler koştular ordu ordu dağlardan Ölüler ansızın içimizde dirildi. Luis ıeto (Perulu devrimci şair) Halkın Kurtuluş Partisi’nden AÜ Bilimsel Düşünce Topluluğu Latin Amerika’dan esen sol rüzgârları Ankara Üniversitesine taşıdı Başka bir dünya mümkün! Soykırım Yalanı AB-D Planı Devamı sayfa 16’da Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut Tehdit ve Hakaret Suçlarından Beraat Etti Hayvanseverlik mahkûm edilemedi Yüreği insan sevgisi kadar hayvan ve bitki sevgisiyle de dolu olan Genel Başkan’ımız urullah AKUT, bu kez Tayyipgiller’e veya Amerika’daki İblis Fettullah’a ya da onların efendisi Obama’ya hakaretten değil; hayvan ve doğa düşmanı gerici bir güruha yönelik tehdit ve hakaretten yargılandı. enel Başkan’ımızın doğaya ve hayvana da düşapartman ve yakın mandır bunlar. Bunlar kedilebina komşuları, çoğun- ri tekmeler, sokak hayvanları luğu birbiriyle akraba olan ve kuşlar için kıyı-kenara gerici bir güruhtan oluşmak- bırakılan yemek ve su kaplatadır. İnsana olduğu kadar rını savurup atarlar, yolu göreceğim diyerek güzelim ağaçları kökünden keserler. Bunlar akraba çoğunluğuna güvenerek ve kendileriyle aynı karakterde ve dünya görüşündeki birkaç aileyi de yanlarına alarak, diğer mahalle sakinlerini terörize etmişlerdi. Bu yüzden onların bu doğa ve hayvan düşmanlıklarını tasvip etmeyen insanlar, hayvanlara ve doğaya yaptıkları zulme karşı ses çıkaramaz hale gelmişlerdi. Haberi sayfa 6’da Başyazı Haberleri sayfa 14’te Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın İlk Kıvılcımı 19 Mayıs 1919 Unutturulamaz! Haberleri sayfa 21’de Ey Ebu Rigal! İhanete doymadın mı daha? G Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Yoldaşların da içerisinde çalışma yaptıkları Ankara Üniversitesi Bilimsel Düşünce Topluluğu, yine görkemli bir etkinlik gerçekleştirdi. 15 Mayıs günü Ankara Üniversitesi Merkez Kampusunda (Tandoğan Yerleşkesinde), “Başka Bir Dünya Mümkün” başlığıyla gerçekleştirilen etkinliğin konuşmacıları, Sosyalizmin bayrağını her türlü Emperyalist saldırganlığa, baskıya karşın inatla, kararlılıkla dalgalandıran Sosyalist Küba Halkının Temsilcisi Büyükelçi Jorge Quesada Concepcion Yoldaş ile Bolivarcı Devrimi kararlılıkla ören yiğit Venezüella Halkının ülkemizdeki temsilcisi, Büyükelçi Raul Betancourt Seeland Yoldaş ve AÜ Latin Amerika Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Mehmet ecati Kutlu Hoca’mızdı. Topluluk Başkanı Hasan Saygın Tümkaya Yoldaş açılış konuşmasına, Kahraman Gerilla Che’yi, Komünist Şair Nazım Hikmet’i, 68 Kuşağı’nın Gençlik Önderleri olan Denizler’i, Türkiye Devrimi’nin Önderi Devamı sayfa 17’de Devamı sayfa 8’de E y gözü doymaz adam! Ey ABD’nin iktidara oturttuğu adam! Ey elleri Irak’ta, AB-D’nin katlettiği milyonlarca Müslümanın kanına bulanmış işbirlikçi! Ey Irak’ta on binlerce Müslüman kadının ırzına geçen sapık AB-D askerlerinin suç ortağı! Ey elleri Kaddafi’nin kanına bulanmış olan işbirlikçi hizmetkâr! Ey hizmetkârlığa doymamış yüreksiz adam! Ey Obama’nın emrini yerine getirmek için Beşar Esad’ın da kanını içmek için yanıp tutuşan Yezid soyu! Ve ey Libya’da, Suriye’de Haçlıların katlettiği yüz binlerce Müslümanın katillerinin işbirlikçisi! Onların sadık müttefiki! Ey sahte Kasımpaşalı! Koftiden deli- kanlı! Ey korkaklığını rüzgâra tutulmuş selviler gibi sallanarak, yürüyerek gizlemeye çalışan korkak adam! Ey koruma ordusu Obama’nın koruma ordusunu geçen korkaklar korkağı! Ey babasını işsiz bıraktığın, kendilerini açlığa mahkûm ettiğin 13 yaşındaki çocuğun “Allah cezanızı verecek” dediği için boynuna saldırıp boğmaya çalışan ruhu rahatsız adam! İhanete doymadın değil mi? Ey iktidara geldiği günden bu yana, on yıldan beri, Müslüman kanı döken, Müslüman kadınların namusunu kirleten, Müslüman ülkeleri yerle bir eden AB-D Devamı sayfa 12’de 2 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Kurtuluş Partisi’nden Ü Tayyipgiller Gericiliği, 28 Şubat İlerici Müdahalesinin intikamını alıyor, Sahte “Sol”cu Soytarılar zil takıp oynuyor! lke gündemi, iki gündür süren “28 Şubat Operasyonu”na kitlenmiş durumda. Yine emekli generaller apar topar evlerinden alındı, evler didik didik aranıyor, Amerikancı Goril (28 Şubat’ın içine ABD tarafından sızdırıldığı açık olan) Çevik Bir dahi gözaltında. Özel Yetkili Mahkeme savcıları (gerçekte Fethullah’ın Hukuk Bürosu) 28 Şubat soruşturması başlatmış; “darbecilerden hesap soruluyor!” Belki de partimizin görüşleri hakkında yeterli bilgiye sahip olmayanlara, başlık bile şaşırtıcı gelecektir. “Nasıl olur, 28 Şubat askerlerin darbesidir, nasıl ilerici olur?” Ne yazık ki, AB-D Emperyalistleri ve yerli uşakları ile beyinlerini ve midelerini bunlara satmış olan sahte “sol”cular tarafından öyle bir iğdiş edildi ki halkımızın hatta iyi niyetli ama gafil “aydın”ların algısı, asker ne yapmışsa kötü yapmıştır (!), ne zaman söz söylediyse demokrasiye (hangi demokrasiyse) müdahale etmiştir(!), gücünü kötüye kullanmıştır(!), asker ülke meselelerine karıştırılmamalıdır(!), bunlara karşı geldiyse de, hesabı sorulmalıdır(!) vb… düşüncesi yaygınlaştı... Oysa bu yaklaşımın ne bilimsellikle, ne demokratlıkla, ne insancıllıkla, hele hele ne de Marksizmle ilgisi vardır. 28 Şubat’ta ne yaşanmış, askerler ne yapmış, gelin önce buna bakalım... “28 Haziran 1996’da kurulan Refahyol hükümeti 8 Temmuz’da güvenoyu aldı. Başbakan ecmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısı da Tansu Çiller oldu. 28 Şubat 1997’de MGK‘da alınan kararlar sonucunda 17 Haziran 1997’de hükümet istifa etmek zorunda kaldı” (haberturk.com) Peki, hangi kararlar alınmış ya da aldırtılmıştı, bu MGK toplantısında? İşte bu kararların bazıları: “28 ŞUBAT MGK KARARLARI “- Laiklik ilkesi hassasiyetle korunmalı, bunun için mevcut yasalar uygulanmalı, yasalar yetersizse yeni düzenlemeler yapılmalıdır “- Tarikatlarla bağlantılı özel, yurt, vakıf ve okullar denetim altına alınmalı ve MEB’e devri sağlanmalıdır: Denetim konusunda MEB uyarılmalı, bunların MEB’e devri için gerektiğinde kamulaştırma yoluna gidilmelidir. “- a) 8 yıllık kesintisiz eğitim tüm yurtta uygulanmalıdır. “- b) Kuran kursları MEB sorumluluğu ve kontrolünde olmalıdır. “- Aydın din adamı yetiştirecek Milli Eğitim kuruluşları ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır. Bu okulların açılması ihtiyaçla sınırlandırılmalıdır. “- Yapılan dini tesisler siyasi istismar konusu yapılmamalıdır. “- Tarikatların faaliyetlerine son verilmelidir: 677 sayılı kanunla tekke ve zaviyelerin açılması yasaklanmıştır. Bu kanunun uygulanması için ilgililer uyarılmalıdır. - Aşırı dinci kesimlerin kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite, eğitim kurumları, bürokrasi ve yargı kuruluşlarına sızması önlenmelidir. “- Aşırı dinci kesimin toplumda kutuplaşmalara yol açacak faaliyetleri yasal ve idari yollarla önlenmelidir. “- Kıyafet Kanunu’na aykırı uygulamalar önlenmelidir. “- Kurban derileri kanunda belirtilen ku- ruluşlarca toplanmalıdır. “- Özel üniformalı korumalar hakkında yasal işlemler sonuçlandırılmalı, bütün özel korumalar kaldırılmalıdır. “- Ülke sorunlarının çözümünü ümmet kavramı ile sonuçlandırmayı amaçlayan girişimler önlenmelidir: İlgililer uyarılmalıdır.” (agy) Şimdi, bu kararların hangisi yanlıştır? Hangisi “demokrasi”ye müdahaledir? Aklı başında bir solcu, bir demokrat, bir Marksist, bu kararların esasına-özüne karşı çıkabilir mi? Ülkede Şeriatçılar cirit atmış, tarikatlar örümcek ağı gibi her yeri sarmış, imam hatip liselerinin orta eğitim bölümleri kapanacak diye tüm gericiler ayaklanmış -tabiî bazı sahte solcuların da gericilerin eylemlerine verdiği destekleülkenin başbakanı “millet şeriat istedikten sonra gelecek ama, kanlı mı olacak kansız mı o belli değil” minvalinde konuşmalar yapıyor, bunların hiçbirisi “demokrasi”yi ortadan kaldırmıyor, hepsi ülkemiz ve halkımız için, hatta “sol” için çok iyi gelişmeler, ama buna karşı tedbir alınmasını sağlayan, kırıntısı kalan Laikliği kurtarmaya çalışan askerler “darbeci”, “faşist” bilmem ne(!) Çok beylik söze gerek yok. Gerçekler öylesine kör gözlere dahi batacak katılıkta ki… Olay, gericilikle; kısmen de olsa, sınırlı da olsa ilericiliğin kapışmasıdır. Tayyipgiller açısından amaçlanan, bu olayın ters düz edilmesidir elbette… Gericiye, sivil ve “demokrat”; ilericiye, “darbeci” ve “demokrasi düşmanı” denilecek ki, kitleler uyutulsun, hatta kitlelerin pasif de olsa desteği alınsın, bu hainane gidişat onaylansın, meşrulaşsın toplum nazarında. Peki sözde “aydın”lara ne demeli? Hadi bunların bir kısmı da Ilımlı İslam ve BOP projelerinden medet uman hainler; en AKP muhalifi görünen aydınlar, siyasetçiler, yazarlar dahi “asker karışmasa, 28 Şubat olmasa, halkla olsa, her şey sandıkta çözülse daha iyi olurdu” mahçup-ezik korosuna nasıl katılıyorlar?.. Çünkü bilmiyorlar ki: “Ordunun bu yapısı, küçükburjuva yapısı gözönünde tutulursa: Devrime de gider, Faşizme de gider. Biz onun devrime giden yanını değerlendirmek, tutmak ve elimizden gelirse kazanmak zorundayız. Ve bunun için ama, sadece ona küfretmekle, yani Orduya karşı çıkıp aramızı bozmakla hiçbir şey kazanılmayacağını, tam tersine onu kazanmak için ayrıca bir savaş vermek gerektiğini unutmayacağız. Yani bizim bilincimiz bunu emreder.” (Hikmet Kıvılcımlı) Ve yine bilmiyorlar ki, Anadolu’yu, Kürt Halkı ve az sayıda da olsa Ermeni Halkına mensup toplulukların desteğiyle yurt edinen “Türkler “Çadır”dan, yani Orta Barbarlık Konağından devlete geçmiştir. Türklerde ve sonrasında Osmanlı’da, eli silah tutan her fert aynı zamanda askerdir. Osmanlı’yı kuran “Kayı Boyu bütünü ile bir savaş ordusudur. Ayrı bir ordu yoktur. Bu nedenle de “Osmanlı Devletleşmeden önce Ordulaşmıştır. Çünkü önce Savaş vardı.” (Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, Cilt I, s. 151, 152, 153, Derleniş Yayınları, 2. Baskı, Nisan 2010) Gerek ilk Türklerin, gerek Osmanlı’nın, gerekse Birinci Kuvayimilliye’nin “Ordu Millet” kaynaşması, bu öz ve tözden kaynaklanır. İşte bu son derece diyalektik, tarihsel ger- çeklik, bizim dışımızdaki Türkiye Solu’nda (Sosyal demokratıyla, Sosyalistiyle ve adına sol diyemediğimiz Sevrcisiyle) bilinmez. Bilinmediği için de doğru-tutarlı-kalıcı bir tavır alınamaz, soyut asker düşmanlarına karşı. Hatta askere karşı diye, gericiliğin yanında saf tutulur, bunların bir kısmı tarafından. Evet, aynı ordudan Amerikancı, halk düşmanı, işkenceci komutanlar ve 12 Mart, 12 Eylül gibi Faşist Darbeler de çıkmıştır. Ee… bunlar da onun NATO eliyle, Finans-Kapital eliyle Faşizme giden (götürülen) yanıdır işte. Onlar Faşizme giden yanını çekmekte kendileri açısından tutarlıdırlar şüphesiz. Tutarsızlık bizim envayi türden “solcu”muzdadır. Son söz yerine: Bakın bugün “sivil demokrasi”nin (gerçekte AB-D Emperyalizminin örümcek ağları demokrasisinin) en “dindar” geçinen, en “darbe düşmanı” görünen temsilcisi, İblis Fethullah ne demiş 28 Şubat günlerinde: “Fethullah Gülen, 28 Şubat sonrasında ecmettin Erbakan’ı sert şekilde eleştirenler arasında yer almış ve silahlı kuvvetlerin müdahalesini demokratik bulduğunu ifade etmişti. “Gülen 29 Mart 1997’de Samanyolu TV’de katıldığı bir programda silahlı kuvvetleri muhtıra vermekle eleştirenlere seslenerek, ”Asker demokratik yollarla sorunların çözümünü istedi” demişti: “ Darbeciler iyi niyetlidir… Burada ‘Askeriye muhtıra verdi’ diye suçlanmak isteniyor. İsteselerdi, bu öyle bu böyle olacak diyebilirlerdi. Oturup onlarla meseleyi altı saat mülahaza etmezlerdi. Demokratik yollarla problemler çözülsün istediler.” “Fethullah Gülen, 16 isan 1997’de Kanal D’den Yalçın Doğan’a verdiği röportajda ise askerlerin anayasanın kendilerine verdiği yetkiyi kullandıklarını belirtmişti: “Onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat… Herhalde onların temsil ettikleri kuvvet şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa bir gece hızlı bir baskınla gelirler hasımlarını bertaraf ederler onun yerine otururlar.” “Kuvvet ellerinde olduğu halde çok mantıki davranıyorlar. Çok muhakemeli davranıyorlar. Epey zamandan beri. His öne çıkmıyor burada ve kuvvet, güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. Bana demokraside daha dengeli geliyorlar, o açıdan.” (Vatan Gazetesi, akt. Odatv.com) Korku neler söyletiyor değil mi insana? İşte bunlar, karşılarında azıcık örgütlü güç görseler, korkak ruhları onları aynen böyle, saniyesinde teslim olmaya itecektir. Ant olsun ki bu örgütlü gücü karşılarına çıkaracağız. Ama bu sefer İşçi Sınıfımız ve onun Partisi önderliğinde mevzilenmiş Halk Kurtuluş Cephesinin gücü olacak bu örgütlü güç, Türküyle, Kürdüyle, Asker-Sivil Devrimci Gençliğimizle, tüm çalışan-ezilen üretmen halkımızla. İşte o gün, alayı nedamet getirecek bu korkakların. Buna inancımız her geçen gün artarak devam ediyor, edecek! 15.04.2012 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Selam Olsun Bizden Önce Geçene! Selam Olsun Savaşırken Düşene! Mehmet Taşdemir 1953-4.5.1978 Yol ver ölüm Çök yıkıl ey mezar Bak Devrim dev gibi dimdik İnsan ateştir, yanarken yakar Bomba patlarsa açılır gedik Recep Vurmuş İzmir’in işgalinin yıldönümünde alanlardaydık! 1 5 Mayıs 1919’da, İtilaf Emperyalistleri tarafından kararlaştırılan güzel İzmir’imizin işgali, fiilen başladı. İtilaf Emperyalistleri işgali gerçekleştirmek üzere Yunanistan’ı görevlendirdiler. Zaten Yunan Parababaları da şovenizmden gözleri kararmış bir halde “Megalo İdea”yı gerçekleştirmek, “Büyük Yunanistan”ı kurmak istiyorlardı ve bu iş için İzmir onların birincil amacı idi. Tabiî daha sonraki, uzun vadeli amaçları ise İstanbul’u yani Konstantinopolis’i ele geçirmek istiyorlardı. İşte İzmir’in ve tümden vatan topraklarının sömürgeleştirilmesi için emperyalistler tarafından başlatılan işgale karşı, ulusal onurunu her şeyin üstünde tutan Kahraman Gazeteci Hasan Tahsin, bu topraklarda yaşayan halkların teslim olmayacağının sinyalini 15 Mayıs 1919’da atmış olduğu İlk Kurşun’la vermişti. Nitekim nice destansı kahramanlıklarla dolu 4 yıllık Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’nın sonunda emperyalistler ve yerli satılmışlar cephesi alt edilmiş oldu. Ancak ve İlk Kurşun’un 93’üncü yılında AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar cephesi bir kez daha bu vatan topraklarını parçalama işine giriştiler. Hem İzmir’in işgalini, hem Yeni Sevr amaçlı AB-D Emperyalist politikalarını protesto etmek hem de Hasan Tahsin’i anmak, için, 15 Mayıs Salı günü saat 18.00’da HKP İzmir İl Örgütü olarak bir eylem yaptık. Gümrük’te bulunan Parti binasından Hasan Tahsin’in Konak Meydanı’ndaki Anıtı’na kadar önde Kahraman Gazeteci Hasan Tahsin’in resmi, arkasından ellerinde bayrakları, pankartları ve sloganlarıyla Kurtuluş Partililer… Burada İl Sekreteri Levent Çelik basın açıklamasını okudu. Eylem süresince sık sık; “Hasan Tahsin Ölümsüzdür”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız”, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, sloganları atıldı. İzmir’den Kurtuluş Partililer İzmir’in İşgalinin 93’üncü yılında bir kez daha haykırıyoruz: P Emperyalistler, işbirlikçiler geldikleri gibi gidecekler! aris Barış Konferansı’nda AB-D Başkanı, İngiltere ve Fransa Başbakanlarının aldıkları karar gereği Yunanlı işgal kuvvetleri İzmir’e girdi. 13 Mayıs’tan itibaren İzmir Körfezini kirletmeye başlamıştı donanmaları. 14 Mayıs gecesi ise emperyalistlerin işbirlikçisi Vali İzzet Paşa’ya bildirilmişti 15 Mayıs 1919 günü işgalin başlayacağı. Hainler bu haberi sessiz karşılamış ve halkı sükûnete davet etmişlerdi. Ama İzmir’in onurlu halkı, işgale karşı Maşatlık mevkiinde (Bahribaba Parkı) binlerce insanın katıldığı protesto mitingi düzenlemiş ve sabaha kadar yaktıkları meşalelerle emperyalistlere kararlılıklarını göstermişlerdi. İşgalci Yunan kuvvetleri İzmir’e girdiklerinde, Rum Metropoliti Hrisostomos tarafından takdis edilmişlerdi. “Büyük Yunanistan”a bağlanma sevdasındaki Rumlar sevinç gösterileri yaparak Türk Halkını tahrik ediyorlardı. İçten içe kaynayan ve Reddi İlhak Cemiyeti ile örgütlenen İzmir Halkı ise sessizdi. İşgal kuvvetleri ilerlerken bir onurlu yiğit silahına sarılıp işgal kuvvetlerine İlk Kurşunu sıkmıştır. Bu onurlu insan bir gazetecidir, Hasan Tahsin’dir. Sabaha kadar gözünü kırpmadan emperyalist donanmayı seyretmiş ve hıncını bilemiştir. “Hukuku Beşer” Gazetesi’nin sahibi bu yurtsever gazeteci, emperyalistlere vatan topraklarını işgalin kolay olmadığını göstermiş ve sancaktarı yere yıkmıştır. Hasan Tahsin’in sıktığı kurşun, emperyalistlere karşı direnişin bir kıvılcımıdır. Emperyalist işgale karşı direniş ve protestolar, yapılan kongreler ve Anadolu’ya Mustafa Kemal ve arkadaşlarının çıkışı ile birlikte adım adım örgütlü mücadeleye dönüşmüş ve halk emperyalistlere karşı yiğitçe direnen öncülerine sahip çıkarak Birinci Kurtuluş Savaşı kazanılmıştır. Yaklaşık dört yıl süren bir savaşın ardından 9 Eylül’de, gene İzmir’de Yunan maskeli emperyalist ordular denize dökülmüşlerdir. Bu defa onları karşılayan ve takdis eden Hrisostomos gibi hainler kaçacak delik aramışlardır. Emperyalistlerin emrini yerine getirirken beyaz bayrak sallayarak teslim olan Ali Nadir Paşa gibi hainler yerine, Birinci Kurtuluş Savaşı Önderleri İzmir’imize gururla girmişlerdir İzmir Halkının zafer çığlıkları arasında. İzmir ve Anadolu kurtulmuştur. Emperyalistlerin oyunları bozulmuş, Sevr Planları yırtılıp atılmıştır. İşte İzmir Halkı bu acı günün 93’üncü yılında gene haykıracaktır; “Emperyalistler, İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler” diye. Çünkü günümüzde AB-D Emperyalistleri, ülkemizin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini hain ortaklarıyla birlikte hayâsızca sömürmektedirler. Uşaklıkta sınır tanımayanlar, ülkemizin şehit kanlarıyla sulanmış topraklarını yabancılara satmakta ve çıkardıkları yasalarla 2,5 hektardan 30 hektara kadar arazi edinme hakkı vermektedirler yabancılara... Bakanlar Kurulu yetkisi ile bu Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 miktarı iki kat arttırabiliyorlar. Yani vatan toprakları emperyalistlere ikram ediliyor. Emperyalistlerin vurucu gücü NATO, İzmir’deki üslerini komuta merkezi haline getirip Libya Halkının direnişini kırma planında emperyalist uçaklara yön vermişlerdir. ABD Emperyalistleri Kürecik’te füze kalkanını korumak için 300 coniyi yani Amerikan itini topraklarımıza yerleştirmiştir. Gene emperyalistlere koçbaşılık yapan Tayyipgiller, terörist “Özgür Suriye Ordusu” adı altında örgütlediği Suriyeli hainlere lojistik destek ve barınma hakkını vererek, Suriye Halkına karşı düşmanlık etmektedir. Emperyalistlerin Ortadoğu’daki kirli planlarında İncirlik Üssü lojistik destek merkezi olarak kullanılmakta ve yıllardır gizlemeye çalıştıkları nükleer başlıklı füzeler bu üste bulunmaktadır. Bu Türkiye için utanç verici bir durumdur. ükleer silah cephaneliğine hayır demek bir yurtseverlik görevidir. Özcesi, bugünkü siyasi iktidar tarafından emperyalistlerin her söylediği yapılmaktadır. Emperyalistlerin Ortadoğu’da çizmeye çalıştığı yeni haritanın şekillendirilmesinde görevlerini yerine getirmekte kusur etmemektedirler. Türkiye Halklarını dinle kandırmakta “CIA Dini”nin gereğini yerine getirmekte ve halklarımızı aldatmaktadırlar. Paylaşmayı esas alan Müslümanlığın hakkaniyetli yönünü ters yüz edip emperyalistlere uşaklıkta sınır tanımayan ve Müslümanlara tecavüz eden, işkence eden ABD askerlerine alkış tutmaktadırlar. Ortadoğu’da sözde Müslüman “Müslüman Kardeşler” vb. “CIA Dini”ni rehber edinmiş örgütlerle ve savaşçılarla cephe oluşturmakta ve Müslüman Arap Halkının katledilmesine yardım etmektedirler. AB-D’nin her istediğini kabul ederek “Dinler Arası Diyalog” adı altında emperyalistlere yaranan din adamlarıyla işbirliği içinde ulusal ve sosyal kurtuluşun önünü kesmek istemektedirler. Yeni getirdikleri parçalanmış eğitim sistemi ile de çocuk yaşta gençlerimizi Ortaçağcı politikaları için kurban seçmişlerdir. İşte İzmir’in İşgalinin 93’üncü yılında Türkiye’nin durumu budur. Ama bu oyun bozulacaktır. Bu ülkede Birinci Kurtuluş Savaşı’nın geleneğini sürdüren ve onu bir adım daha ileri götürerek Sosyal Kurtuluşu sağlamaya kararlı kadrolarıyla Kurtuluş Partisi vardır. Halk örgütlenmesini tamamlayıp İkinci Kurtuluş Savaşı’nın gerekleri yerine getirilecektir. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin gerek Türkiye’de gerekse Ortadoğu’daki kirli emellerine son verilecek ve Halklar eşit ve özgür yaşayacakları Demokratik Halk İktidarını kuracaklardır. 15.05.2012 HKP İzmir İl Örgütü internet: www.kurtulusyolu.org e-posta: [email protected] 3 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 BOP İsrail-Kıbrıs ve Tayyipgiller (II) 7 Ocak 2012 tarihinde Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü tarafından düzenlenen ve Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Yoldaş’ın sunduğu “BOP İsrail-Kıbrıs ve Tayyipgiller” konulu Konferansı olduğu gibi yayımlıyoruz. O İsrail Devleti nasıl kuruldu? rtadoğu meselesinin bir yanı da İsrail’dir. BOP’un bir önemli ayağı da İsrail’dir. Neden? Bildiğimiz gibi İsrail devleti Tarihsel olarak var olmuş bir devlet değildir. Yahudilik temelinde, Yahudiliği benimseyen insanların bir araya geldiği bir devlettir esasında. Yani, Yahudilik dindir ve İsrail de bunun sonucunda ortaya çıkartılmış bir din devletidir. Ortadoğu’dan 100 yıllarca, 1000 yıllarca önce Yahudiler sürülmüş. Tarihsel olarak Ortadoğu’da ulus özelliği taşıyacak nicelikte ve nitelikte bir Yahudi varlığı kalmamıştır. Yahudi dinini benimseyen insanlar var, çok küçük bir bölgede. Yani nüfusa oranladığımızda 20’de, 30’da 1 oranında öbek öbek varlıklarını sürdürüyorlar. En çok oldukları yerler, Çarlık Rusyası, Almanya ve Amerika. Bulundukları, nüfus olarak en çok barındıkları yerler buralar. Ve dünyanın her tarafına da Türkiye de dâhil, Osmanlı da dâhil her tarafa dağılmış durumdalar. Latin Amerika, Avrupa yani dünyanın her yerinde var olan bir ırk. Yani coğrafi bütünlüğü olmayan, ekonomik bütünlüğü olmayan, tarih birliği olmayan, ortak bir kültürü kalmamış binlerce yıllık bir ırkken, emperyalizm, İngiliz Emperyalizmi getiriyor bu coğrafyaya Yahudileri ve onlara İsrail diye bir devlet kurduruyor. Balfour Deklarasyonu diye anılan bir deklarasyon sonucunda… David Fromkin kitabında, Balfour Deklarasyonu’nun öncesini ve sonrasını ayrıntılıca anlatıyor. Getiriyor, Lübnan’a, Lübnan’ın bir bölgesine, İsrail diye bir devlet kuruyor. 1948 yılında da bunu meşrulaştırıyor, Birleşmiş Milletler kanalıyla da devlete dönüştürüyor. İsrail yapay bir devlettir. Ama işte şu iki kitapta da anlatılıyor ki, İngiliz Emperyalistleri Arap gerici sınıflarından hainleri satın alıyorlar. Hangi noktalarda satın alıyor? Sadece Osmanlı’ya karşı isyan etmesi noktasında değil, İsrail’in oradaki yerleşimini de, Yahudilerin o coğrafyada yerleşimini de kabul etmeleri şartıyla 1000’lerce sterlin para veriliyor, altınlar veriliyor ki Arap Halkının o zamanki satılık önderlerine, İsrail’in bu coğrafyadaki yerleşmesine karşı çıkmasınlar. Ve satılık Arap liderleriyle Siyonist liderler bir araya getiriliyor, toplantılar yapılıyor. Avrupa’da, Ortadoğu’da bir sürü toplantılar yapılıyor ve bu satılık liderler kabul ediyorlar. Yahudilerin Lübnan’a, bugün İsrail denilen bölgeye yerleşmesini kabul ediyorlar. Yahudilerden size hiçbir zarar gelmeyecek, aksine sizin çöl halindeki topraklarınızı gelişmiş teknolojileriyle işleyecekler, tarımı geliştirecekler, dolayısıyla siz de ekonomik olarak güçlü bir ülke insanları haline geleceksiniz, aldatmacasıyla da Arap Halkını, satılık önderleri aracılığıyla kandırıyorlar. Ve Arap liderlerinin büyük çoğunluğu, halkın da bir kısmı, buna karşı çıkmıyor. Ama büyük bir çoğunluk dinsel nedenlerle Yahudilerin o bölgeye gelmesine karşı çıkıyor. Fakat yine bizzat Churchill antlaşmayı kabul ettirdiği anda Araplara: “Biz İngiliz devleti olarak önümüze koyduğumuz tarihsel görevi yerine getirdik. Ve ben İsrail Devleti’nin kurulmasına giden yolda başarıya erişmiş birisi olarak, tarihsel olarak görevimi yerine getirdiğimi düşünüyorum. Hiçbir şey yapmadıysam bile Yahudileri buraya getirerek, bu topraklara yerleştirmekle ben görevimi yapmış sayıyorum kendimi” diyor. Böylesine de kendilerine hedef koymuş durumdalar. Niçin? İsrail’i neden kurmak istiyor, yani Yahudileri Ortadoğu’nun bağrına getirip neden koyuyor? Bir de nereye koyuyor, arkadaşlar? Deminki haritayı gözünüzün önüne getirirseniz, Kızıldeniz’in orada, Ege’ye ve Akdeniz’e açılan bir sınır şeridinde kuruluyor İsrail. O sınır şeridini burada göstermeye çalışalım; şurada Kızıldeniz var, sol taraf Mısır, sağ taraf Lübnan, Arabistan, Suriye, Irak diye gidiyor. Şimdi petrol nerede? Petrol Irak’ta, Arabistan’da, İran’da. O petrol ne ile taşınacak? Borularla. Nereye gelecek? Kıyıya gelecek, kıyıdan gemilere yüklenecek. Yani dolayısıyla da Batının, emperyalist Batının ihtiyacı olan petrol, gemilerle, tankerlerle kendi ülkelerine götürülecek. İşte o petrolün gideceği yer neresi? Nereden geçirilecek o zaman? Arabistan’dan, satın alınmış Arap topraklarından geçirilecek. Nereye? Kızıldeniz’e getirilecek ki gemilere yüklensin. İşte orada İsrail Devletini kuruyor ki, o gelen petrol boru hatları güvenceye alınsın. Usta’mızın, “Filistin Kaynayan Petrol Kazanı” adlı yazısını arkadaşlar okumuşlardır. Gazetemizde de yayımladık, Devrimci Mücadele dergilerinde de yayımladık, bağımsız broşür olarak da var. Orada var olan 3 tane petrol boru hattını ayrıntılarıyla inceler. Ve o boru hatlarının, Irak’tan, Arabistan’dan çıkan petrol boru hatlarının nasıl Akabe Limanı’na geldiğini ve oradan gemilere yüklendiğini ve bütün savaşlara rağmen petrol boru hatlarına hiç zarar verilmediğini anlattığını, hatırlayacaklardır arkadaşlarımız. Hiç kimse, ne İsrail, ne Arap devletlerinin herhangi birisi, İsrail’le o kadar savaş yaptılar, hiçbir zaman petrol kuyularına ve petrol boru hattına en ufak bir zarar gelmedi. Bakın, aynı şey… şimdi Irak petrolleri nereye geliyor? Ceyhan’a geliyor. Bakü petrolleri nereye geliyor? Ceyhan’a geliyor. Peki, o boru hattına en ufak bir sabotaj duyuyor musunuz? Kaç on yıldır savaş var. Türkiye topraklarında da Kürt bölgesinde de savaş var. PKK aktif bir biçimde Türk Devleti’ne karşı savaşıyor, savaş veriyor, yoğunluklu iç savaş var deniyor. Peki, petrol boru hattına bir zarar veriliyor mu, arkadaşlar? Dişe dokunur tarzda bir zarar bildiğimiz gibi verilmiyor. Niye? Çünkü herkes biliyor ki petrol boru hattına dokunduğun anda, ABD’nin nasırına bastın demektir. Dolayısıyla, affı yok, mesele bu… Yani, petrol boru hatlarının geçiş güzergâhı ve İsrail’in kuruluş noktası tamamen budur. Sadece petrol de değil. Dünyadaki petrol rezervinin yüzde 67’si hâlâ Ortadoğu topraklarında. Şu anda bilinen rezervlerin yüzde 67’si, yüzde 70’i Ortadoğu topraklarında. Doğalgaz aşağı yukarı, hakeza aynı oranda Ortadoğu’da ve Kafkaslarda. Ve şimdi bir plan daha var biliyorsunuz, abucco Projesi var. Bakü-Ceyhan var. Geçtiğimiz günlerde Nabucco Projesi’ni imzaladılar. Burada Ceyhan’a gelen petrol de direkt Ceyhan’dan dağıtılmayacak. Nereye gidecek? İsrail’in Hayfa Limanı’na gidecek. Ve Hayfa’nın yeni adı “Yeni Rotterdam”. İsrail de yeni haritalarında Yeni Rotterdam diye yazıyormuş Hayfa’nın adını. Yani bütün bu boru hatları Hayfa’ya gidecek ve dünyaya oradan dağıtılacak. Yani İsrail Devleti’nin kurulmak istenmesinin biricik amacı, o zaman için söylüyorum, 1920’li yıllar için söylüyorum, İsrail devletinin kurulmasının düşünüldüğü coğrafyanın petrolün geçiş kaynakları üzerinde olmasıdır; petrolün geçişinin garantiye alınmak istenmesidir. Biricik, tek amaç budur. Yoksa Yahudilere bir devlet kurmak, Yahudi ırkını korumak asla değil. Ve yine burada, bu yazarlar, Amerikalı stratejistler (G. Friedman ve Z. Brzezinski) diyorlar ki, “Okyanuslara hâkim olan, dünyaya hâkim olur”. Ve şu anda ABD donanması, bütün dünya devletlerinin donanmalarının toplamından daha fazlaymış sayıca. Ve şu anda dünyada ilk kez bir tek ülke (ABD), bütün okyanuslarda bayrak dalgalandırıyormuş, denizcilik deyimiyle. Gemileri varmış. Başka hiçbir ülkenin ve şu zamana kadar hiçbir yerde bir tek ülkenin bütün okyanuslarda bayrağı dalgalanmamış, savaş gemileri yer almamış. Konudan konuya geçmiş oluyoruz, demin de söylediğim gibi konular çok bağlı, iç içe geçmiş. Şu günün dünyadaki en önemli konularından bir tanesi nedir? Hürmüz Boğazı’ndaki gerginlik, değil mi arkadaşlar? Hürmüz Boğazı ne? İran’ın petrolünün gemilere yüklendiği yer, ihracatın yapıldığı yer. Ayrıca Irak, Kuveyt, Bahreyn ve Suudi Arabistan petrolünün de Batı pazarlarına ulaştırılmak üzere tankerlerle geçiş yaptığı bir boğazdır. İran liderleri ne diyor? Bir daha ABD savaş gemisi gelirse, ikinci kez tekrarlama alışkanlığımız yoktur uyarımızı diyor, Devrim Komuta Konseyi Başkanı. Şimdi Hürmüz Boğazı’nda bir savaş havası var. Niye? Aynı savaşın bir parçası, petrol savaşının. Ve ABD savaş gemileri geliyor, Hürmüz Boğazı’na giriyor. Gene bir sözleri var stratejistlerin, ki bu eskiden beri söylenen bir şey, “Avrasya’ya hâkim olan dünyaya hâkim olur”, diyorlar. O da petrol bakımından. Avrasya ve Ortadoğu’ya hâkim olan, dünyaya hâkim oluyor. Neden? Petrol ve doğalgaz yüzünden. Yani Ortadoğu’nun böylesine stratejik bir önemi var… Emperyalistler Rus Çarlığı’yla zaman zaman işbirliği yapmış olsalar da esas olarak Rus Çarlığı’yla, Ekim Devrimi’nden önceki Rus İmparatorluğu’yla çelişki içindeydiler. Şimdi de Rus Emperyalizmiyle çelişki içindeler. Kendi aralarında da çelişkiler yok mu? Var. Emperyalist dünya bir cöngül dünyası. Yani en güçlünün en fazla pay almaya çalıştığı bir dünya. İngiltere de, Fransa da, ABD de, Kanada da, Japonya da emperyalist ülkeler ama (o bakımdan ittifak içindeler; G8’ler, G20’ler, üçlü ittifak anlaşmaları var, birlikte dünyayı paylaşıyorlar) bir yandan da aralarında korkunç bir rekabet söz konusu. Hangi rekabet? Dünyanın yağmalanmasından, yeraltı ve yerüstü servetlerinden en fazla payı kimin alacağı rekabeti hüküm sürüyor. İşte o yüzden şimdi ABD Emperyalistleri ve bütün olarak AB-D Emperyalistleri Rusya’ya diş biliyorlar, gösteri yapıyorlar. Ve Rus topraklarını ele geçirmeye, Rusya’nın etrafını çevirmeye çalışıyorlar, Letonya, Litvanya gibi ülkeleri kendilerine yedekleyerek, Ermenistan’ı kendilerine yedekleyerek, Rusya’nın etrafını çevirmeye çalışıyorlar. Rusya’nın sıcak denizlere en kolay çıkış yeri neresi? Karadeniz, İstanbul ve Çanakkale Boğazları. Dolayısıyla, BOP’un eşbaşkanlığına Tayyip’in getirilmesi, tesadüfî bir şey değil. Yani, savaşla alamadıkları Çanakkale’yi, Mondros Ateşkes Antlaşması’yla ele geçirdiler. Biz Montrö Sözleşmesi’yle kontrol altına alabildik Birinci Kuvayimilliye’nin sonucunda. Ama ne yazık ki bu Tayyipgiller iktidarıyla birlikte Montrö delinmiş oldu ve emperyalist ülkelerin savaş gemileri Karadeniz’e rahatlıkla girip çıkıyor. ABD elinden gelse Karadeniz’i ve Boğazları Rusya’ya kapatmayı bile ister. Yani dolayısıyla BOP demek Avrasya demektir… BOP demek Ortadoğu demektir, adı üstünde... O da doğalgaz ve petrol demektir. Doğalgazın ve petrolün nakli demek, Avrupa ülkelerine gönderilmesi demek, İsrail demektir. Kıbrıs emperyalistler için neden önemli? İsrail demek; petrol demek, Kıbrıs demek aynı zamanda, arkadaşlar. Neden Kıbrıs? Kıbrıs bir küçücük ada. Yani 287 bin Türk nüfus var, 803 bin Rum nüfus var, 9251 kilometrekare toprağa sahip bir ada. Yani böyle bir adanın eti ne budu ne? Eti ve budu, coğrafi öneminden kaynaklanıyor. Önemi nedir? Akdeniz’in doğusunda yer tutan Kıbrıs, Karadeniz-Boğazlar-Ege Denizi-Doğu Akdeniz-Süveyş-Kızıldeniz-Hint Okyanusu hattını denetleyebilecek coğrafi bir konumdadır. Yani başta Rusya ve Türkiye olmak üzere Hint Okyanusu’na ulaşmak isteyen Karadeniz’e komşu ülkelerin yolu üzerinde, batmayan bir uçak gemisi gibidir Kıbrıs. Kıbrıs tümüyle (Türk ve Rum kesimiyle) AB’nin bir parçası yapılmak isteniyor. AB’ye bağlanmak isteniyor. Niye? Yukarıda da belirttiğimiz gibi, coğrafi konumu ve batmayan, batırılamayan bir uçak gemisi, bir üs özelliği taşıdığı için. Çok önemli bir bölgenin denetimini garantilediği için. Peki bizim için Kıbrıs nedir? Başta da söylediğim gibi biz emperyalist emeller peşinde değiliz. Kıbrıs’a, hakkımız olmadığı halde, fethedelim, bizim de sömürgelerimiz olsun diye bakmıyoruz. Hayır! Mesele bu değil. Tarihen Osmanlı’nın 300 yılı aşkın hüküm sürdüğü bu topraklarda bir Türk varlığı, Türk nüfusu oluşmuştur. Bu halkı yok sayarak çözümler üretilemez. Bu halk ise biliyoruz Türk ulusunun bir parçasıdır. Üretilecek en doğru çözüm de, Kıbrıs Türk Halkının anavatandaki halkla bütünleşmesi yani Kıbrıs’ın bir Türkiye Cumhuriyeti ili olarak Türkiye’ye bağlanmasıdır. Keza Rum kesim de hep özlemini çektikleri Yunanistan’la birleşmelidir. Tek hakkaniyetli çözüm budur. Oysa AB kanalı kullanılarak Türkiye’ye dayatılmak istenen çözüm nedir? Kıbrıs Türk kesimi, Rum kesimiyle birleşsin AB’ye üye olsun. Türkiye’nin bu topraklar üzerinde hiçbir egemenlik hakkı kalmasın. Böyle bir çözümü, emperyalistlerin bu dayatmasını kabul etmek; kendisine devrimciyim diyen insanların kabul edebileceği bir çözüm olamaz. Çünkü bunu çözüm olarak kabul etmek, emperyalistlerin emellerine alet olmak demektir. Dolayısıyla Kıbrıs meselesi de, işte böylesine önemli bir coğrafi noktada olduğu için, önem arz ediyor hem emperyalistler bakımından hem de biz devrimciler bakımından... O bakımdan bizim hep sorduğumuz gibi, az önce de anlattığım gibi Ortadoğu’yu yeterince böldükleri yetmezmiş gibi, diyelim ki 30-40-50 parçaya bölmek istemelerine rağmen, Kafkaslar’ı, Balkanlar’ı o kadar ayrı devletlere bölmüş olmalarına rağmen, bir tek Yugoslavya’dan yedi devlet çıkarmalarına rağmen ve hâlâ da bölmek istemelerine rağmen, emperyalistler Kıbrıs’ı neden birleştirmek istiyor? Bu soruyu hep soruyoruz ve diyoruz ki bu sorunun karşılığı olarak da; o batmayan uçak gemisi (hava-deniz üssü), o stratejik noktayı, Ortadoğu’ya, Kafkaslara, Rusya’ya ve Hindistan’a ve oradan tüm okyanuslara-tüm dünyaya geçişi denetleme imkanı veren o adayı ele geçirmek için birleştirmek istiyor emperyalistler. Rum çoğunluğa dayanarak, Avrupa Birliği’ne girmiş Rum Cumhuriyeti’ni dayanarak, Türk nüfusunu ona tabi kılarak, bir birleşik Kıbrıs devleti yaratıp onu da bir Avrupa Birliği Devleti olarak kendi sınırları içine almak ve bir üs olarak kendi çıkarları için kullanmak istiyor. Kıbrıs’ın önemi de buradan geliyor. Yani o bakımdan Kıbrıs, Ortadoğu, İsrail ve Filistin sorunu gerçekten birbirinden hiç ayrılmaz zincirin halkaları biçimindedir. Bu halkalardan birini devrim yönünde koparırsak, yani biz devrimciler bakımından bir halkayı koparabilsek, o zincir tamamen kopacak ve emperyalist planlar boşa çıkıverecek. O bakımdan Türk Devrimi’nin, Anadolu Devrimi’nin Bolşevik Devrimi’nin önemi burada kendisini gösteriyor. Yani biz burada bu rezil zincirin bir halkasını kopardığımız anda, zinciri sürükleyecek halkayı ele geçirmiş olacağız, devrimciler olarak. Yani Türkiye’de devrimi başarmak tüm Ortadoğu’da devrim ateşi yakmak demektir. Tüm Ortadoğu’nun devrimci rüzgarlarla dalgalanması, devrime yönelmesi demektir. Şimdi Kıbrıs’a dönersek, şu anda Kıbrıs’ta emperyalistlerin üsleri yok mu? Var, arkadaşlar. İngilizlerin iki tane çok önemli üssü var. Birincisi; Agratur askeri üssü, Kıbrıs’ın güneydoğusunda, İkincisi; Dikelya askeri üssü, Kıbrıs’ın güneybatısındadır. Her iki üs de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana faaliyette bulunuyorlar. İngiltere 24 Haziran 1954’te aldığı kararla Mısır’daki Ortadoğu hava ve kara karargâhını da Kıbrıs’a taşıyor. Üs toprakları 270 km2 kadardır ve Kıbrıs yüz ölçümünün de yüzde üçüne eşittir. Ve bu üs denizaltı üssü olarak da faaliyet gösteriyor, komuta ve radar merkezi olarak da faaliyet gösteriyor ve bu üslerden ABD de yararlanıyor, İngilizlerle birlikte. Ve bu bölgeye yönelik dinleme faaliyetlerinin ana merkezi de Kıbrıs’ta. Bu dinleme faaliyeti de İsrail’le birlikte yürütülüyor. Dolayısıyla İsrail’le eşgüdüm içinde çalışıyorlar. Kıbrıs’ın onlar tarafından tamamen ele geçirilmesi de, konumuzun içinde de yer alan füze savunma sistemi de, batarya sistemi de İsrail’le bağlantılı olaylardır. Yani, olayların hepsi zincirleme bir biçimde birbirlerine bağlı gidiyor ve emperyalistler o zincirlerin tamamını, halkalarını birleştirmeye çalışıyorlar. Birinci Emperyalist Evren Savaşı’nda, İkinci Emperyalist Evren Savaşı’nda önemli başarılar kazanmalarına, mesafeler kat etmelerine rağmen, yetinmiyorlar, çünkü tamamına hâkim olmuş değiller. İşte Büyük Ortadoğu, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi diyerek bunu hayata geçirmeye çalışıyorlar. Tayyipgiller, Suriye Halkına ölüm, acı getirecek savaşın işbirlikçisi! Bu arada, Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte, Sosyalist Kamp’ın dağılmasıyla birlikte bir de Kafkasya kartı önlerine altın bir tepsi içinde sunulmuş oldu. Şimdi de onun planlarını yapıyorlar. Ortadoğu’nun bir parçası olan Irak, az çok değinmeye çalıştım, üçe bölünmüş durumda. Bu fiilen gerçekleşti, çok geçmeden resmen de ilan edilecek. Düne kadar Tayyipgiller’in ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yaptığı, vizelerin kaldırıldığı, tek devlet noktasına gittiğimiz, onların deyimiyle sürekli bir arada olduğumuz, yanı başımızdaki Suriye’yle de aramızda büyük bir çelişki var. Yani sıfır sorun diyorlardı biliyorsunuz, bunu da döne döne, ballandıra ballandıra anlatıyorlardı; sınırlarımızda sıfır sorun olacak diyorlardı. Hepimizin de takip ettiği gibi, şu anda aramızda gerginliğin olmadığı hiçbir sınırımız yok. Bütün komşularımızla çelişki içindeyiz. Ve kimileriyle savaş hali içindeyiz. Adı konulmamış bir savaş hüküm sürüyor. Örneğin nerede? Örneğin Suriye’yle şu anda adı konulmamış bir savaşın içinde Türkiye. Emperyalistler kendilerine hizmet edecek her şeyi kullanıyorlar. Dil oluyor, kültür oluyor, coğrafya oluyor… Ortadoğu’da en çok neyi kullanıyorlar? Mezhepleri kullanıyorlar. Şiilik ve Sünniliği çok yaygın bir biçimde kullanıyorlar. Suriye’de de aynı yöntemi uyguluyorlar. Irak’ta uyguladılar, İran’da uyguluyorlar. Dediğim gibi, Bahreyn’de, Kuveyt’te uyguluyorlar. Her yerde bunları kullanıyorlar. Suriye’de, Suriye yönetiminin altı ay öncesine göre nitelikçe farklı bir uygulaması söz konusu mu, arkadaşlar? Yani, Suriye hükümeti, Beşar Esad yönetimi altı ay önce demokrat bir iktidardı da şimdi halkına şunları, şunları, şunları uyguluyor dediğimiz bir iktidar mı? Hayır, değil. İletişim çağı deniyor, iletişim çağında yaşıyoruz. Hiçbir ülkede hiçbir şey çok uzun süre gizli kalmıyor. Yani iletişim ağı sayesinde ülkedeki bütün şeyler çok kısa sürede açığa çıkıyor. Bu iletişim çağında Suriye’nin görmediğimiz bir yanı var mıydı? Bilmediğimiz bir yanı var mıydı bizim, Suriye yönetiminin ve uygulamalarının ve halkının buna karşı gösterdiği tepkiler bakımından? Yoktu. Ama ne oldu? Bir anda biz Suriye’ye karşı tavır aldık. Ne oldu? “Suriye bizim iç işimiz” oldu, Tayyip’in deyimiyle. Başka bir devlet, bağımsızlığı, parlamentosu, seçimleri, her neyse, ne varsa, kendisini yöneten bir devlet, bir halk, bir ulus senin nasıl iç işin olur? Ama emir nereden geldi? Emir büyük yerden geldi, emir ABD’den geldi. Şimdi ABD, Afganistan ve Irak’ta bataklığa saplandı. ABD, Irak’tan, kendisinin de söylediği gibi, “gönül rahatlığıyla git”miyor. Irak’ı böldü, parçaladı tamam, petrolü ele geçirdi, yağmalıyor, yurtseverleri katletti, dağıttı, halklara gözdağı verdi tamam, ama sonuçta kendine bağlı, tamamen sıfır bir iktidar da kurabildi mi? Kuramadı. Nihayet halk hareketleri var, Sünni hareket var. En azından direniş hareke- 4 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Neyi kullanacak? İşte bizim Tayyipgiller’i buluyor. Tayyipgiller bu işe teşne. Niye? “Yeter ki beni lağım deliğine süpürme”; anlayışları bu. Bu anlayışla hareket ediyorlar. Yeter ki devran sürsün, makam, koltuk, ün, namımız, Kasımpaşalılık yürüsün, dünyalığımızı da vuralım, kükremeye devam edelim, rib Hapishanesi’nde mahkûmlara yapılan işkencelerin sorumlusuydu.” (Milliyet, 08 Aralık 2011) Yani böylesine de açık, aleni oynuyorlar. O bakımdan Suriye meselesini de kardeş Suriye Halkıyla aramıza kan davaları sokmak için sonuna kadar kullanıyorlar ve ne yazık ki bunda da şu an için başarılı gözüküyorlar. Genel Başkan’ımızın da söylediği gibi, Suriye’yi şu anda devirememelerindeki birinci etken ne oldu? Rusya’nın ve Çin’in bu politikaya karşı çıkması oldu. Çünkü Rusya da kendisine yönelen okun ucunu görüyor. Yani Ortadoğu’yu tümüyle ele geçirmek (Irak’ı ele geçirdiler), bir kez daha bölmek, parçalamak isteyen emperyalistler için hedef, önce Suriye’yi, arkasından İran’ı da ele geçirmektir. Daha sonra da Rusya’nın alt karnı olan Kafkaslar’a sıra gelecek. O bakımdan onu engellemek için, tamamen ele geçirmesini engellemek için Suriye’ye dokunmayacaksın, diyor, İran’a destek veriyor. Dolayısıyla Suriye iktidarının şu anda yıkılmayışının birinci nedeni Rusya’nın Suriye iktidarına sağladığı destektir. Rusya bu desteği çektiği anda Hoca’mızın da söylediği gibi Suriye iktidarının, iktidardan gitmesi çok biz yiyelim, yanımızdakilere de yedirelim. Bunun için halk çocuklarını Suriye Halkıyla boğazlaştırıp harcamak gerekiyorsa bundan da hiç geri durmayalım. Şimdi, dünyanın neresinde gördük arkadaşlar? “Özgür Suriye Ordusu” diye bir ordu var, komutanı var ve o ordu Türkiye topraklarında, Yayladağ’da, Samandağ’da. Yayladağ’da kurulan, sözde Suriye’deki baskı rejiminden gelen Suriyelilerin konaklatıldığı kampta “Özgür Suriye Ordusu” kuruluyor. Sadece Yayladağ’da değil, Kilis’te de yine geçtiğimiz günlerde gazetelerde vardı, yeni bir kamp kuruluyor. Şu anda hazırlıkları sürüyormuş. Niye kuruluyor bu kamp? diye CHP milletvekilleri soruyorlar. Deniyor ki, Suriye’den mülteci akını olacak, ona hazırlık yapıyoruz. Yahu sen nereden biliyorsun Suriye’den mülteci akını olacak da şimdiden kamp kuruyorsun? Hangi devlet yapmış böyle bir şey şu ana kadar? Biz böyle bir şey görmedik şu ana kadar. Ben elli beş yaşıma geldim, ben duymadım, benden daha büyükler, yaşlılar da böyle bir şey duymamışlardır. Ve “Suriye Ulusal Konseyi” İstanbul’da toplanıyor, yeri yurdu belli. Yeri var. Toplantılar yapıyor Suriye muhalefeti. “Özgür Suriye Ordusu” Samandağ’da, Yayladağ’da örgütleniyor. Ve Tayyipgiller Hükümeti bunun en başında, en içinde. Hangi hakla, hangi yetkiyle ve neye güvenerek? İşte ABD’ye güvenerek, ABD’nin yönlendirmesiyle. O bakımdan, ne yazık ki Suriye’yle bir savaş var aramızda ve Beşar Esad rejimini destekleyen Arap Halkı bakımından, o halkla aramıza artık en azından soğukluklar girdi, kan davaları da giriyor. Bizim topraklarımızdan “Özgür Suriye Ordusu”nun çeteleri Suriye’ye geçiyorlar, savaşıyorlar, çatışıyorlar, bombalamalar yapıyorlar, geri dönüyorlar. Nereye? Yayladağ’a... Yani fiilen bir savaş yürütüyor “Özgür Suriye Ordusu” denilen ordu. Ve o ordunun asıl örgütleyiciliğini de Irak’taki işkenceci ABD komutanlarından birisi yapıyormuş: “ABD’li general muhalif askerleri yönlendiriyor “Suriye gazetesi Al Thawrah, Beşar Esad rejimine karşı mücadele eden taraf değiştiren askerlerin oluşturduğu Özgür Ordu’nun Amerikalı bir komutan tarafından yönetildiğini yazdı. Gazetenin Rus kaynaklara dayandırdığı habere göre General Charles Vleveland Irak’taki Ebu Ga- uzun sürmez. Yine emperyalistlerin hep kullandıkları bir şey var, hatırlayacağımız gibi. Emperyalistlerin Irak’ı işgal sebeplerinden biri neydi? Nükleer silahlar var ve halkları tehdit ediyor, özgürlüğe ve demokrasiye tehdit oluşturuyor, güvenliği bozuyor. Şimdi savaşın sonunda çok açıklıkla görüldü ve açıklandı ki nükleer tesis, nükleer silah aldatmacadır. Bu şekilde hiçbir tesis bulunamamıştır. Bir gazete haberi: “Irak işgalinin mimarlarından Donald Rumsfeld’den yalan ifade itirafı”. Burada itiraf ediyor ki Irak’ta böyle bir tesis yoktur, yalan söyledik, diye. “Irak, İran ve nükleer yalanlar” diye, yine nasıl yalan söylediklerini anlatıyor, Irak’ta nükleer silah var, kitle imha silahları var diyerek. Hakeza yine “ABD’yi yakacak şok belge” diye bir belge var. Savaşı nasıl başlatsak, nereleri vursak diye. Bunlar artık tarihen açığa çıkmış bilgiler. Yani Irak Savaşı yalanlar üzerine kurulmuş bir savaştı. O savaşta kitle imha silahı yalanıyla halkları kandırdılar. Saddam’ın hatalarından da yararlanarak Irak’ı bu hale, bu perişan, feci hale getirmiş durumdalar. Oyunu planlayanlar aynı kişiler olduğu için ister istemez aynı şeyleri yapıyorlar. Aynı planlar hayata geçiyor. Karşılarında güçlü bir direnç noktası olmadığı için de yeni planlar hazırlamaya çok çaba sarf etmiyorlar. Son bir ay, bir buçuk ay öncesine kadar Suriye yönetimi hakkında sadece “diktatörlük” dediler. Esad, halkına zulüm uyguluyor, dediler. Bu tutmayınca hemen bir başka yalana sıçradılar, sınırlarımızdan 100 km ötede Suriye’nin nükleer tesisleri var, dediler. Haritalar yayınladılar, işte şu tesis aslında nükleer tesistir, diye. Yine fotoğrafları falan da var burada. Şimdi, Irak’taki yalan Suriye’de de tezgâhlanmaya çalışılıyor. Nükleer silahlar var, kitle imha silahları var, dolayısıyla halklara zarar verecek, bunu önlemeliyiz. Bu henüz tutmadı Suriye’de. Irak’ta çok açık düştüğü için bu yalan, Suriye’deki bu yalan tutmadı ama bu yemi attılar. O sallanıyor şimdi. Bugün tutmazsa yarın tutacak, diyorlar. Yani atılmış bir olta, atılmış bir yem var nükleer konusunda. Hakeza, aynı yalanı, aynı silahı nerede kullanıyorlar? İran’da kullanıyorlar. Nükleer silah elde etti, atom silahı elde etmeye çok yaklaştı, yok şurada şu parçayı üretirken yakaladık, şunu satın alırken yakaladık, işte iki ay süresi kaldı vb. gibi aynı yalanları orada da tezgâhlıyorlar. Çünkü tezgâhlayanlar aynı. CIA patentli planlar, projeler bunlar, arkadaşlar. O bakımdan, aynı yalanları uyduruyorlar. Halkları kandır- tini tümüyle batıramadı. Örneğin, El Kaide Hareketi ne yapıyor? Varlığını sürdürmeye, savaşmaya devam ediyor. ABD’nin kendisinin güdüp beslediği El Kaide, bugün kendine karşı militanca savaş veriyor. Ve örneğin Afganistan El Kaide’si ile Pakistan Taliban’ı, El Kaide’si, geçen günkü gazetede vardı, Pakistan’daki faaliyetlerini askıya alıyorlar, bütün güçlerini Afganistan’daki NATO güçlerine yöneltme kararı alıyorlar. Yani kendi büyütüp beslediği hareketler bile bir müddet sonra kendisine dönüveriyor. Bu bakımdan burada da, Irak ve Afganistan’da da başarısız olduğu için, Suriye kestanesini ateşten kendi eliyle almak istemiyor. Emperyalistlerin Suriye Savaşı’nda Türkiye’ye biçtiği rol maya çalışıyorlar, halkları bu yalanlara inandırmaya uğraşıyorlar, medyanın büyük gücünü kullanarak. Nakliyat-İş Genel Başkanı da gitti Suriye’ye, okumuşsunuzdur. Heyet olarak, DİSK heyeti olarak gittiler ve dönüşte açıklama yaptılar ki, herhangi olumsuz bir şey görmedik, diye. Arap Heyeti gitti, biliyorsunuz, Arap Birliği’nden heyet gitti, biz büyük bir facia, büyük bir çatışma görmedik, dediler. CHP milletvekilleri gitti, Birgül Ayman Güler açıklama yaptı ki, hiçbir çatışmaya şahit olmadık, bize anlatılanlar yalan, dedi. Suriye yönetimi medya mensuplarını götürdü, döndüklerinde hiçbir çatışmaya şahit olmadık, dediler. Yani medyanın büyük gücünü kullanıyor, ama bunlar ne yazık ki azınlıkta kalan görüşler. İşte Başkan’ın görüşlerini, DİSK heyetinin görüşlerini kim biliyor, ne kadar etkili oluyor? Hayır, etkili olmuyor ne yazık ki. Ama uluslararası medya ha bire Suriye yönetimi aleyhinde uydurma, aslı astarı olmayan “katliam” haberlerini pompalıyor. Tayyigiller’in işbirlikçiliği, Arap Halkıyla aramıza nifak tohumu sokuyor Sınırlarımızda ise kardeş Suriye Halkına karşı “Özgür Suriye Ordusu” denerek bir ordu oluşturuluyor, “savaş veriliyor” “Suriye Ulusal Konseyi” denerek karşıdevrimciler topraklarımızda emperyalistlere hizmet amacıyla örgütlendiriliyor. Ve Suriye Halkıyla aramıza kan davaları sokuluyor. Arap halklarıyla ve komşularımızla aramıza bir nifak tohumu daha ektiler, bildiğimiz gibi: “Füze Kalkanı Sistemi”. Kime karşı? Sözde kimseye karşı değil, hiç kimseye karşı değil! Yani sözde iyi niyetli bilimsel araştırmalar çerçevesinde kalkanlar kuruyorlar. Rusya’ya karşı, onu da söylemiyorlar gerçi netçe. İran’a karşı asla demiyorlar. Hepsinin döne döne söylediği şey bu; Füze Kalkanı asla İran’a karşı değil. Bizimkiler (Tayyipgiller) de bastırıyorlar ki İran’a yönelik derseniz biz karşı çıkarız filan… Yani İran’a karşı değildir bu kalkan. Beğenmediğimiz Sarkozy dedi ki, “Biz kediye kedi deriz, bu kalkan İran’a karşıdır.” Bu kadar açık, yani gerçekten kediye kedi deniyor. Ve bu füze kalkanı İran’a karşı kuruldu. Kimin için, kimi korumak için? İsrail’i korumak için. Yine İsrail’e geliyoruz. Niye İsrail? Petrol ve doğalgazdan dolayı... Yoksa, Yahudi’nin kara kaşına kara gözüne hayran olduklarından, dini duyguları güçlü olduğundan değil. Petrol için, değerli arkadaşlar. Petrolün ana bekçisi, en güvenilir bekçisi kim? Tabiî ki İsrail Devleti. İsrail’de zaten füze kalkanı, radar sistemi varmış. Bir tanesi Amerika’daymış, bir tanesi de Malatya Kürecik’te olacak. Ana merkez elbette Amerika’daki. İsrail’de de radar üssüne ek olarak bilgileri değerlendirecek merkez de zaten kurulmuş ve işliyormuş şu anda. Yani o radar görevini yerine getiriyormuş. Kürecik’ten alınan bilgiler de İsrail’deki merkeze gidecekmiş, oradan Amerika’ya gidecekmiş. Amerika aynı yönlendirmeyle yaparsa eğer füze kalkanını ateşleyecekmiş olası bir saldırı anında. İsrail de kilit ülke. Hem bilgileri aktarma bakımından, hem emirleri uygulama bakımından İsrail kilit noktada. Kürecik’in bir kilit nokta önemi var mı? Hayır, sadece coğrafi önemi var. En yakın nokta orada olduğu için Kürecik’te kuruluyor. Coğrafi olarak en elverişli gözleyebilecek, en kısa sürede algılayabilecek, diyelim ki İran’ın attığı füzeyi saniyeler içinde algılayabilecek coğrafi bölge Kürecik olduğu için orada kuruluyor. Yoksa orada bir şey olsun diye kurulmuyor. Lalettayin Kürecik olsun denmiyor. Coğrafi olarak en yakın nokta, en iyi gözlemleyebilecek, algılayabilecek nokta Kürecik olduğu için orada kuruluyor… Dolayısıyla ne oluyor şimdi? İran ha bire füze denemeleri yapıyor. Ve İstanbul dahil, Türkiye’nin her bir alanı, İran füzelerinin kapsama alanı içerisinde. Suriye’nin bütün füzeleri de İstanbul dahil, Trakya dahil Türkiye’nin bütün bölgelerini vurabiliyor. Ne için? ABD’nin savaşı için, arkadaşlar. Bizim Suriye Halkıyla, bizim İran Halkıyla ne alıp veremediğimiz var? Aramızda bir çelişki var mı? Hayır, yok. İşte kardeştik, ortak bakanlar kurulu toplantısı yapıyorduk. Ama şimdi düşman olduk. Ve kimin için düşman olduk? ABD için düşman olduk, değerli arkadaşlar. İran’ın veya Suriye’nin füzeleri İsrail’i vurmasın, petrol boru hatlarına zarar vermesin, onların ekonomileri çökmesin. Petrole bağımlı olan ekonomileri, doğalgaza bağımlı olan ekonomileri çökmesin, askeri güçleri ABD’nin Dışişleri Bakanı Clinton: “Partilerin kendilerini nasıl adlandırdıklarından çok, onların ne yaptığını önemsiyoruz”, diyor. (Milliyet, 09 Kasım 2011) Türkiye’nin ve Tayyip’in yaptıklarına bakarsak, söylediklerinin önemi yok, bizim için bir problem yok, diyor. Bunu neden söylüyorum? “One minute”in hiçbir önemi yok. Mavi Marmara baskınından sonra “Akdeniz, Türk gemilerini daha çok görecek” efelenmesinin hiçbir önemi yok bizim için, diyor. “Biz söze değil, işe bakarız”. İşi ne? İşi bu, arkadaşlar. Mavi Marmara’dan sonra yine bağlı bir mesele, İsrail ve Ortadoğu meselesi, Filistin ve din meselesi. Mavi Marmara nereye gidiyordu? Filistin’e, Gazze’ye gidiyordu. Ne götürüyordu? İnsani yardım götürüyordu, başta ilaç olmak üzere. Giyim malzemesi, sağlık malzemesi götürüyordu. İsrail izin vermedi, Müslümanları katletti. Dokuz Türk vatandaşını acımasızca katletti. Gazetemizde yazdık, başka bir sonuç beklenebilir miydi? Beklenemezdi. Yani orada da “kediye kedi” denecekti. İsrail saldıracaktı ve hiç acımayacaktı. Aynen de öyle oldu. Arkasından yeni filo hazırlandı, biliyorsunuz, iki ay önce, Kasım falandı. O filo giderken savaş gemilerimiz Akdeniz’de olacak ve o filoyu koruyacaktı. O gemileri, donanmamız koruyacaktı. Ne yaptı donanma? Hiç! Tık çıkmadı. İsrail ne yaptı o yardım konvoyuna? nuçta istediğimizi yap. Ne yap? Emirlerimizi yerine getir, Suriye’yle kötü ol, Filistin’e destek olma, diyor. Mesele budur. ABD Emperyalistleri bunu hep başarıyorlar. Tayyipgiller’e de bunu hep yaptırıyorlar… Biliyorsunuz, Filistin devlet değil. Birleşmiş Milletler’de gözlemci sıfatı var, UNESCO’da üyeliği var. Üyeliği de yoktu ama yeni üye oldu biliyorsunuz, iki ay kadar önce. UNESCO’da Filistin’in tanınması, asli üye olarak kabul edilmesi oylandığında, karşı çıkan devletlerden bir tanesi ABD, bir tanesi İsrail, bir tane de daha küçük bir devlet var. AB ülkeleri çekimser, birkaç tanesi çekimser, geri kalan devletlerin tamamı UNESCO üyeliğini kabul ediyor Filistin’in. ABD karşılığında ne yaptı? Her yıl 80 milyon dolar UNESCO’ya yardımda bulunuyormuş, ilk işi o yardımı kesmek oldu. Tâ 1948’de İsrail Devleti’ni kuranlar, 2010 yılında ayrı ayrı devlet kuranlar, bir tek Yugoslavya’dan yedi tane devlet çıkaranlar, işte sözde Kürdistan’a özgürlük veren, Şiilere özgürlük veren ABD Emperyalistleri Filistin Devleti’ni tanıyamıyorlar. Ve konu Birleşmiş Milletler’e gelirse yine karşı çıkacak ABD. İsrail zaten karşı çıkıyor, anlaşmalara aykırı olarak. İsrail ve Filistinlilerin, şu kitapta da (D. Fromkin’in kitabında da) kanıtlarıyla anlatıldığı gibi, o zamanki Balfour Deklarasyonu gibi, işte bir sürü anlaşmalar var, Sykes-Picot Anlaşması vs. var. O anlaşmaların tamamında da Filistinlilerin ayrı bir devlet kurması kabul edilmişken, bu anlaşma çiğnenip geçilip gidiliyor, 2010 yılına geldik, hala Filistin ayrı bir devlet olarak varlığını sürdüremiyor. En büyük engel kim? ABD ve İsrail. Çünkü ABD veto ettiği anda o karar hayata geçmemiş oluyor. Dolayısıyla, konuyu toparlamak istiyorum. İsrail meselesi Suriye meselesidir, Suriye meselesi Kıbrıs meselesidir, Kıbrıs meselesi Kafkasya meselesidir. Yani birbirine etle tırnak gibi geçmiş bu coğrafya, bir ulusun yirmi iki parçaya fiilen bölündüğü, mezheplere bölündüğü, dillere, kültürlere bölündüğü bir coğrafya haline getirildi. Hatta bununla da yetinmiyorlar; daha da ileri giderek bu coğrafyada ülkeleri atomlarına dek parçalamak istiyorlar. Yani emperyalistler dünyayı sonsuza kadar ellerinde tutabilmek, sömürebilmek için bin devletli bir dünya kurmak yani şehir devletçikleri yaratmak istiyorlar. Ulusal orduları kaldırmak, kendilerine bağlı, kendi askerlerinden oluşan konfederasyon ordusu oluşturmak ve bütün o bin devletli dünyayı da gönüllerince sömürmek, yağmalamak, kendi aşağılık çı- Yine bastı, yine el koydu, yine engelledi. Bu sefer katliam uygulamadı. Yoksa gemiye aynı şekilde uluslararası sularda el koydu, yardım malzemelerine el koydu. Mavi Marmara’dan farkı ne nitelikçe? Hiçbir farkı yok, arkadaşlar nitelikçe. Müslüman Filistin’e insani yardım gidemedi. Ama bizimkinin gıkı çıktı mı? Çıkmadı. Niye? Niyesinin cevabı aşağıda okuyacağımız haberde: “ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria uland, Gazze’ye yola çıkan yeni filo konusunda Türk hükümetiyle temas kurarak, filoya Türk savaş gemilerinin eşlik etmesini “çok kötü bir fikir” olarak gördüklerini belirttiklerini ve Türk hükümetinin de böyle bir durumun söz konusu olmadığı yönünde kendilerine güvence verdiğini bildirdi.”(www.haberturk.com, 04 Kasım 2011) İşte bu kadar! Halkımız ne yazık ki Allah’la aldatıldığı için Tayyipgiller tarafından, “one minute”lere, “Akdeniz gemilerimizi çok görecek” sözlerine aldanıyor. Ama içine baktığımızda, içi boş arkadaşlar, kof sözler. Ama işte Tayyip’i de konuşturan o. Emperyalistler, konuş, konuşmakta bir beis yok, istediğini söyle, ama so- karlarını sürdürmek istiyorlar. Şu ana kadar gördüğümüz bütün gerçeklikler, olaylar bunu doğruluyor. Emperyalistler bu çıkarlarını sürdürme mücadelelerinde şu an için başarılı gözüküyor. Ama başta da söylediğimiz gibi hiç beklemedikleri bir anda Latin Amerika’dan bir rüzgâr esiverdi. Ve emperyalistler için yaprak kımıldamazken, dikensiz gül bahçesi gibi görünen dünyayı bir anda devrimci soluğuyla sarstı. Halklara umut kaynağı oldu, Venezüella’nın davranışı, yükselttiği devrim bayrağı, Chavez’in o yiğit söylemleri, arkasından Morales’in mücadelesi… Bugün de dünya halkları, Genel Başkanımızın da söylediği gibi yeni bir gericilik dönemine girmiş durumda. O rüzgâr şu an için dinmiş, etkisi geçmiş gibi gözüküyor. Gerici fırtına tekrar canlanıyor gözüküyor. Ama hep söylendiği gibi, gecenin en karanlık olduğu an, aydınlığın da en yakın olduğu andır. O bakımdan bizim biricik güvencemiz de budur. Yani karanlık ne kadar yoğunlaşırsa yoğunlaşsın, aydınlığa da en yakın olduğu an demektir. ABD Emperyalistlerinin bütün zulümleri, baskıları, sömürüleri sonuna kadar gitmeyecek, değerli arkadaşlar. Kurtuluş Partisi, Antiemperyalist-Antişoven-Antifeodal İkinci Kurtuluş Savaşı’nı mutlaka başarıya ulaştıracak. Tarihimiz bunun ör- zaafa uğramasın diye… Dikkat edersek olayları birbirine bağladığımızda, hepsi zincirin parçaları ve kopmaz parçaları. Yani, inanın okuduğum konulardı, okumadığım şeyler değildi ama bu kitabı (David Fromkin’in kitabını) yeni bitirmiş oldum. Geç kaldığım için de kendime çok kızdım onu da söyleyeyim, daha önce okumalıymışım diye. Bu kitabı okuyunca, gazeteleri önüne serince insan, televizyonu izleyince, başta da söylediğim gibi aynı olayları bir kez daha yaşıyorsunuz ve görüyorsunuz. Yani emperyalistler bakımından bitmeyen bir hedef var, az önce de söylediğim gibi; dünyanın bütün yeraltı ve yerüstü servetlerini ele geçirmek, kendi aşağılık çıkarları için kullanmak. Tayyipgiller’in İsrail’e karşı çıkışı “sözde”dir 5 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 nekleriyle dolu. Yani yenildi dendiği anda Kurtuluş Savaşı’nı başarmış bir halkız. ABD Emperyalistlerinin iktidara getirdiği Demokrat Parti’nin ve onun “odunu aday göstersek seçtiririz” diyen önderlerinden Menderes’in ve Cumhurbaşkanlığı makamına oturtulmuş bir diğer önderi olan Bayar’ın bir gecede alaşağı edildiğini gördük. Ve 12 Mart, 12 Eylül faşist diktatörlüklerinden sonra 28 Şubat’ı, 27 Nisan’ı gördük. Yani 27 Nisan’daki bir bildiri ile bile, Gül’ün, “Hanım eşyalarımı topla, çocuklar sana emanet” deyip kaçmaya yeltendiğini, saklanmaya yeltendiğini gördük. 28 Şubat’ta Tayyip’in tamam, bu iş bitti, dediğini gördük. MGK’da benimsemedikleri ihraç kararlarının altına imzalarını attıklarını gördük süngü zoruyla. Yani biz bu Tefeci-Bezirgân Sermaye temsilcilerinin ve o sınıfın bizatihi kendinin yüreksizliklerini, çapsızlıklarını tarihsel olarak biliyoruz. Onlar ne zaman bir güçlü hareket ortaya çıkmışsa sinip yerin altına girmeyi bilmiş bir sınıfın temsilcileridir. 6 bin, 7 bin yıldır Ortadoğu’da etkin olmuş bir sınıfın temsilcileridir. Modern Finans-Kapitalistler de yine hinlikleriyle onlara taş çıkarırlar. Onlar da elbirliğiyle düzenlerini sürdürmeye çalışıyorlar. Son vurgunlara hiçbir milletvekili ses çıkarmadı Ekonomik olarak Türkiye, aslında çökmüş durumda. Yani dikkatinizi çekiyordur, hep aynı şey oluyor. İhracatımız şu kadar arttı diye televizyonlara çıkıp bas bas bağırıyorlar, işte rekor kırmışız, 134 nokta bilmem kaç milyar dolar olmuş ihracatımız. Bunu açıkladıkları hiçbir toplantıda ithalat rakamlarını açıklamıyorlar. Oysa iki rakam da ellerinde. İhracatı bilen iktidar, ithalatı bilmez olur mu? Biliyor, ama hep neyi söylüyor? İhracatımız şu kadar arttı, cumhuriyet tarihinin rekorunu kırdık, diyor. İşte o kırılan rekorlar rekor değil. Bizzat Babacan da diyor ki; biz 2008 yılında da 132 küsur milyar dolar ihracat yapmıştık ve o günkü dolar kuruyla yapmıştık. 1400 küsur lirayken 132 küsur milyar dolar ihracat yapmıştık. Bugün dolar 1.870-1.880 lirayken 134 milyar dolarlık ihracat yaptık. Dolayısıyla ortada bir rekor yok, diyor. Yani bunu itiraf etmek zorunda kalıyor. İkincisi, 132-134 milyar dolar ihracata karşılık 222 milyar dolar ithalat yapmışız, değerli arkadaşlar. Ve bu yüksek dolar kuruna rağmen bu kadar ithalat yapmışız. Demek ki dolar daha düşük olsa, belki 300-350 milyar dolar ithalat yapacakmışız. Dolayısıyla, ihracatın böylesine fos olduğu, ithalatın bu kadar yüksek oranda arttığı, doların geçtiğimiz yıla göre % 25 devalüasyona uğradığı, yani zamlandığı bir ülkenin ekonomisi çökmüştür. Hepimizin bildiği, güncel bir konu, şu anda milletvekilliği yapan birisinin emekliliğe hak kazandığı kabul ediliyor, çalışmadığı halde. Biliyorsunuz, iki yıl milletvekilliği yapan kişi emeklilik hakkını kazanıyor. Şimdi girenler, 12 Haziran’da girenler iki yılı bile beklemeden emekli oldular. Ve şu anda aldıkları toplam maaş 17 bin küsur TL. Üç tane sekre- terleri var. Arabaları var, benzinleri, telefonları, bütün bu giderleri devletin kasasından çıkıyor. Komisyonlarda yaptıkları görevler karşılığında ücret alıyorlar. Bir ülkeye ya da şehre gittiklerinde yol paralarını devlet karşılıyor, orada harcaması için harcırah veriyor. Yani nereden baksanız bir milletvekilinin maaşı 7080 binden aşağı gelmiyor. Yani böylesine de zalim, acımasız bir iktidarın güdümünde yaşıyoruz. Ve ne yazık ki BDP’li arkadaşlarımız da buna itiraz etmiyorlar. Yani bu gerçekliği de görmek zorundayız. CHP’nin kayıkçı dövüşü şeklinde diyebileceğimiz itirazları kadar olsun BDP’li arkadaşlar bir itirazda bulunmuyorlar. Ya EMEP eski Genel Başkanı Levent Tüzel? Ya Ertuğrul Kürkçü?.. Ya Sırrı Süreyya Önder?.. Tık yok, arkadaşlar! Bakın bu konuda Güngör Uras ne yazıyor: “Beyler Ayıp oluyor “Beklerdim ki, yiğit bir milletvekili kürsüye çıksın da, ‘-Beyler ayıp oluyor… Fransız meclisinde bizi üzecek bir yasa oylanırken, biz burada Ayşe hanım Teyze’nin alacağı her bir kutu ilaca katkı payı bindiriyoruz. Sonra da, milletvekillerine 2 yılda emekli maaşı bağlanmasına karar veriyor, Ayşe Hanım Teyze’nin ödeyeceği paralara el koyarak emekli maaşlarını 8.050 liraya yükseltiyoruz. ‘Kıyak emekliliği’ ‘Kaymaklı emekliliğe’ dönüştürüyoruz. Yapmayınız. Etmeyiniz’ desin “Mutlaka vardır bir ‘beyler ayıp oluyor’ diyen de gazete haberlerinde yer almamıştır ümidi ile Milliyet adına TBMM’de olan biteni izleyen Önder Yılmaz’ı aradım. ‘Hayır, tek bir milletvekili böyle bir tepki göstermedi’ dedi.” (Güngör Uras, Milliyet, 26 Aralık 2011) 1915’te üç halk birbirine kırdırılmıştır! Yine BDP deyince, karşı çıkmıyorlar deyince çağrışımlar oldu, Ermeni meselesi geliyor insanın aklına ister istemez. Ortadoğu meselesinin bir yanı da ister istemez Ermeni meselesine geliyor. Ermeni Soykırımı’nın tanınmamasını cezalandıran yasa tasarısını da bildiğimiz gibi Fransa Parlamentosu kabul etti. Senatodan da geçirecek. Ama atlanan bir şey var. Burada sadece Fransa ve Sarkozy bu işleri yapıyormuş gibi görünüyor. Oysa 20072008 yılında AB’nin aldığı bir “Çerçeve Kararı” var. Ve Fransa Parlamentosu aslında AB’nin aldığı o Çerçeve Kararını hayata geçiriyor. O Çerçeve Kararı hayata geçirmemek suç olacakmış aslında. Yani AB üç yıl önce, dört yıl önce bu kararın hukuki altyapısını oluşturmuş. Ve dolayısıyla o Çerçeve Karara uyulmadığı anda, yani Ermeni soykırımı tanınmadığı anda diğer ülkelere de zaten AB yaptırım uygulayacakmış. Yani sadece Fransa’yla kalmayacak. Bütün AB üyesi ülkeler o Çerçeve Kararın gereklerini yerine getirecekler ve Ermeni soykırımını tanımamayı cezalandırmayı parlamentolarından geçirecekler, değerli arkadaşlar. CUMHURİYET GAZETESİ YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ’NE 2 4 NİSAN 2012 (Salı) saat: 19.00-20.00 Taksim Meydanı. 2 ayrı olay, 2 ayrı eylem. (1)- Saat 19.15 Taksim Tramvay Durağı: “Bu acı hepimizin” sloganıyla “DurDe platformu” tarafından gerçekleştirilen kimi grupların da katıldığı eylem. Sözüm ona “Ermeni Soykırımı”nın 97. yıl dönümünde anılması eylemi. (2)- Saat 19.19 Taksim Anıtı Önü: Halkın Kurtuluş Partisi’nin “Ermeni Soykırımı Yalanı AB-D’nin Planı”,“Soykırım Yalanı Halkların(Kürt-Türk-Ermeni) Birbirlerinin Boğazlatılması Planıdır”,“Kahrolsun AB-D Emperyalizmi Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganları ile gerçekleştirdiği karşı eylemi. 2 eylem de saat 20.00’da sona erdi. 25 Nisan 2012 (Çarşamba) tarihli Cumhuriyet Gazetesi: 1’inci Eylemin resimli haberini yaptı. 2’nci Eylemi görmezlikten geldi. Yok saydı. Haber yapmadı. !EDE!? Bu davranışınız Habercilik, Basın ve Yayıncılık İlkelerine uyar mı? Basın Ahlâkına uyar mı? Bence hiçbir şekilde uymaz. Ama siz Cumhuriyet Gazetesi’ne uydu. PEKİ, SİZ HA!Gİ TARAFTASI!IZ? AB-D (ABD-AB) Emperyalistlerinin dayattığı Yeni Sevr’e karşı, Birinci Kurtuluş Savaşı’na, kazanımlarına ve önderi M. Kemal’e sahip çıkan, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı sürdürenler tarafında mısınız? Yoksa, Sevrci tarafta mısınız? Bence, Sevrci taraftasınız. Çünkü, aynı anlarda gerçekleşen iki olaydan birini yok saymak tutumunuz, Sevrci tarafta olduğunuzun göstergesidir. 04.05.2012 YAZIKLAR OLSU! SİZE… İstanbul İl Yöneticisi Halil Arabulan *** CUMHURİYET GAZETESİ YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ’!E 24 Nisan 2012 günü saat 19.00-20.00 arası Taksim Meydanı’nda aynı anlarda gerçekleştirilen iki eylemden birinin haberini gazetenizin 25 Nisan 2012 tarihli nüshasında yapmıştınız. Ama, Halkın Kurtuluş Partisi’nin gerçekleştirdiği eylemi görmezlikten gelmiştiniz. Bunun üzerine kısa bir yazıyı faksla göndermiştim (hatırlatmak için yeniden gönderiyorum). Ancak aynı tutumunuzu, kendilerini İkinci Kurtuluş Savaşçıları olarak addeden Denizler’i anma eylemlerinde de sergilediniz. 7 Mayıs 2012 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde, “Denizleri anma” eylemlerine katılan grupların haberi yapılırken, Halkın Kurtuluş Partisi’nin gerçekleştirdiği eylemden söz edilmediği gibi ismi bile anılmıyordu. !EDE!? Kuruluşunuzun 88’inci yıldönümünü kutladığınız bugünlerde belki size ağır gelecek ama, tutumunuza ilişkin söylenecek söz bulamıyorum. 10.05.2012 SİZLERİ ALLAH DÜZELTSİ!! İstanbul İl Yöneticisi Halil Arabulan Ermeni meselesi, acılı bir mesele tabiî ki. Yani üç halkın acımasızca birbirine kırdırıldığı, katlettirildiği, toplamında milyonlarca insanın hayatından olduğu, yurdundan olduğu bir süreç. Yani acılar anlatılacak gibi değil. Ama bu acılar tek yanlı yaşanmadı, ne yazık ki. Arap Abdullah’ın da söylediği gibi kaderlerini nasıl Batılı Emperyalistlere, İngilizlere bağladılarsa Arap şeyhleri, kralları, emirleri, Burjuva Ermeni önderleri de Birinci Emperyalist Evren Savaşı’nda aynı şekilde kaderlerini emperyalistlerin çıkarlarına bağladılar, onların çıkarlarıyla birleştirdiler kaderlerini. Ve o kader birliğinin sonunda da, Birinci Kuvayimilliye sonunda da bu haksız ve emperyalistlere hizmet eden savaşta yenildiler, yenilmeleri zaten kaçınılmazdı. Yani bu bir savaştı ve bu savaşta haklı olan, antiemperyalist olan bizim atalarımız galip geldi. Ama hiçbir emperyalist devlet bizim halklarımızın yaşadığı acıları dile getirmiyor. O Türk-Müslüman unsurların Balkanlar’dan göçünü hiç kimse aklına getirmiyor. Kafkaslar’dan göçünü kimse dile getirmiyor. Okuduk, o konudaki literatürü de okuduk… Orada çekilen acıları da biliyoruz. Binlerce, milyonlarca insanın nasıl sürüldüklerini, onların da nasıl Ermeni Halkı gibi o göç yollarında eridiklerini, çocuklarını, eşyalarını, bütün geleceklerini kaybettiklerini biliyoruz. Bunlar bize acı veriyor. Ama bu şuna gitmez; Ermeniler yenseydi de burada devlet kursalardı. Bizi bu noktaya götürmemeli. Bundan rahatsız olmamalıyız, arkadaşlar. Yani kimse halklar üzerinden demokratlık oynamaya kalkmamalı. Halkların kaderleri üzerinden demokratlık, devrimcilik oynamak ahlaken devrimciliğe yakışmaz. Biz devrimciyiz; olay neyse olduğu gibi görmek ve kabul etmekle mükellefiz. Gönlümüzün istediği gibi Tarihi ve olayları yorumlayamayız ve değiştiremeyiz de zaten. Tarih yaşandı, o Tarih yaşandı ve bitti. Acılarıyla, katliamlarıyla, belgeleriyle, her şeyiyle şu anda Tarih oldu. Ve o Tarih bilimsel araştırmalarla da şu anda aydınlanmış durumda. Yani Emperyalist Batının çıkarlarıyla Burjuva Ermenistan önderlerinin çıkarları bir noktada birleşti ve o noktada iki taraf da yenildi. O bakımdan biz bundan rahatsızlık duymuyoruz. Eğer gerçek soykırımların hesabı sorulacaksa Avrupa devletlerinin Afrika’da, Avustralya’da ve Amerika’da yaptıkları soykırımların hesabını sormakla başlamalıyız işe. Bırakın insanları, Amerika’da yok edilen, katledilen bizonların hesabını sormakla başlamalıyız biz. Onların hesabını kim verecek? Afrika’da, Asya’da, Ortadoğu’da, Balkanlarda, Amerika’da katledilen insanların hesabını kim verecek?.. Bunların hesabını kim verecek? Soykırıma uğratılan insanların hesabını kim verecek? Hiçbir demokrat geçinenimiz çıkıp da demiyor ki, AB-D de soykırımcıdır, bunun hesabını soralım. Hiçbirinden duydunuz mu bunu? Onlarınki geçmiş oluyor, tarih oluyor. Bizimki canlı, yaşayan bir katliam oluyor, soy- kırım oluyor… Onlar bu yaklaşımlarıyla İngiliz Başbakanı Winston Churcille’le aynı anlayışta olduklarını söylemiş oluyorlar oysa. 1935 yılında İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın kara bulutları ortalıkta dolanmaktadır. Almanya hızla silahlanmakta ve yeni sömürgeler elde etmek için çabalamaktadır. İtalya da aynı sevdanın peşindedir. Ve İtalya lideri faşist Mussolini, Habeşistan’ı işgalle tehdit etmektedir. Churcill de buna karşı çıkmaktadır. Bu konunun konuşulduğu bir yemekli toplantıda şunlar olur: “Orada bulunan bir Fransız kadın, İtalya’nın şimdi yapmaya kalktığı şeyi, yani yeni topraklar işgal etmeyi İngiltere dahil her ülkenin yaptığını söyleyerek itiraz edince, Churcill yemek masasının karşı tarafına doğru müşfik bir şekilde gülümseyerek, ‘Ah, ama görüyorsunuz’ dedi, ‘bunların hepsi günahkâr geçmişe aittir, eski kötü günlerin belirsiz karanlığına kapatılmıştır.” (Martin Gilbert, Churcill-Bir Yaşam, İş Bankası Yayınları, s. 643) Yok buna kimsenin hakkı, arkadaşlar! Adaletli olacaksak önce oradan başlayalım. Önce Amerika’dan başlayalım, Almanya’dan başlayalım. İngiltere’den başlayalım… “Günahkâr geçmiş” diyerek oralara gitmediğimiz müddetçe, o acıların hepsini lanetlemediğimiz müddetçe demokrat olamayız. Kaldı ki onlarınki gerçek anlamda soykırımdır. Orada da bir yanılgıya düşmeyelim. Osmanlı bir soykırım yapmamıştır. Osmanlı, savaşta kaderlerini emperyalistlerin kaderleriyle birleştirmiş Ermeni burjuvalarına karşı kendi vatanını korumaktan başka bir şey yapmamıştır. Ve savaşın getirdiği acıların kaçınılmaz sonucu olarak iki taraf da birbirine karşı zulüm uygulamıştır, katliamlar uygulamıştır. Ama bu Osmanlı’nın soykırım uygulamak gibi bir niyetiyle, arzusuyla, isteğiyle, iradesiyle olmuş bir şey değildir. Daha İkinci Emperyalist Evren Savaşı’nda, Amerikalılar, Amerika’nın bir bölgesindeki Japonları, Japon kolonisini orada tehlike noktası olarak görüp Amerika’nın başka bir bölgesine taşımışlardır. Ve o kadar gelişmiş teknolojilerine rağmen, o taşıma esnasında da zulme, haksızlığa uğramışlardır Japonlar. Yerlerinden yurtlarından edilmişlerdir. Bunu söyleyen kim? İngiliz Entelijans Servisi tarafından Birinci Emperyalist Evren Savaşı sırasında propaganda amacıyla hazırlattırılan ve “Mavi Kitap” adıyla yayımlanan ünlü raporu (Lord Byrce ile birlikte) hazırlayarak Ermeni Soykırımı tezinin yaratıcısı, Entelijans Servis Ajanı Arnold Toynbee, arkadaşlar! Bakın ne diyor: “Pearl Harbor’da Japonlar, Amerikan donanmasına saldırdıktan sonra Amerikan hükümeti Japon asıllı Amerikalıları Pasifik’ten çıkarıp Mississippi havzasına yerleştirmişti. O insanlar yeni bir yere yerleştirilirken bile bazı hatalar işlenmişti. Japon asıllı Amerikalı insanlara hileler yapılmıştı ve bu insanlar büyük ölçüde soyulmuşlardı.” (Arnold J. Toynbee, Hatıralar: Tanıdıkla- AB-D Emperyalistlerinin ve Yerli İşbirlikçilerin Soykırım Yalanına Karşı Alanlardaydık Ü İstanbul lkemizde kendilerine “aydın” diyen sahte demokratlar, birkaç yıldır 24 Nisan’da alanlara çıkarak atalarımızın nasıl “soykırımcılar” olduğunu, Ermeni Halkını nasıl katlettiklerini anlatmak için anmalar düzenlemektedir. Aydın olmayı, demokrat olmayı, ilerici olmayı atalarına küfretmek olarak görmekte ve bu tavırlarıyla Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan beri hedeflerinden milim dahi şaşmamış olan AB-D Emperyalistlerine hizmet etmektedirler. Yani AB-D Emperyalistlerinin o zamanki Sevr şimdi de Yeni Sevr özlemlerine alet olmaktadırlar. İşte bu sahte demokratlara karşı biz Kurtuluş Partililer de tarihsel gerçeklikleri halkımızla paylaşmak için alanlardaydık. Özünde Emperyalist canavarların sebep olduğu trajedinin yaşandığı 1915 yılına gönderme olarak 24 Nisan’da saat 19:15’te “soykırım yalanını” anma programı bu yapan sahte aydınlara karşı biz de, o emperyalist canavarların inlerine gönderileceği Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın başladığı yıl olan 1919’a gönderme yaparak saat 19:19’da sahte demokratlarla aynı yerde, Taksim Meydanı’nda bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Basın açıklamamızı İstanbul İl Başkanımız Av. Pınar Akbina Yoldaş okudu. Yoldaşımız yaptığı açıklamada soykırım yalanının AB-D Emperyalistlerinin bir planı olduğunu, emperyalistler işin içine girmeden önce Türk ve Ermeni Halklarının 800 yıl boyunca kardeşçe, yan yana yaşadıklarını, soykırım yalanının savaş propagandası yapmak için emperyalistlerce tezgâhlandığını, bu ya- lana dayanarak bugün emperyalistlerin Yeni Sevr’in önünü açmaya çalıştıklarını ifade etti. Akbina Yoldaş konuşmasını, “kimse Osmanlı üzerinden demokratlık yapmasın, atalarımıza küfrederek aydın da olunmaz, demokrat da olunmaz, gerçek insan da olunmaz” sözleriyle tamamladı. Halkımızın ve basının yoğun ilgi gösterdiği açıklamamız sırasında sık sık “Soykırım Yalanı AB-D’nin Planı”, “Asıl Soykırımcı AB-D’dir”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi” sloganlarını hep bir ağızdan haykırdık. 25.04.2012 *** İzmir Bir kısmı gafil bir kısmı hainleşmiş sözde aydınlar, Sevrci Soytarı Sahte Solcular, 24 Nisan günü İzmir’de de “Ermeni Soykırımı”nı protesto için Alsancak’ta Sevinç Pastanesi önünde bir eylem gerçekleştirdiler. Biz Kurtuluş Partililer de görmek ve duymak istemedikleri gerçekleri bir kez daha onlara duyurmak ve göstermek için aynı alandaydık. AB-D Emperyalistlerinin planlarını teşhir ve protesto ettik, gün gibi açık gerçekleri bir kez daha bu sözde aydınlara ve halkımıza anlattık. Onlar gün gibi açık gerçekleri duymak istemediler ve biz alana gelince o alanın hemen karşısına geçtiler önce. Sora da ayrıldılar. Biz ise halkımıza gerçekleri anlatmaya devam ettik bildirimizle ve attığımız sloganlarla. AB-D Emperyalistlerinin 100 yıldan bu yana savundukları tezleri bugün gerçekmiş rım, Klasik yayınları, s. 283-284) Onlarınki tehcir oluyor da, güvenlik nedeniyle oluyor da Osmanlı’nınki neden soykırım oluyor? Biz bunu anlayamıyoruz. Ve biz bunu anlamayacağız da değerli arkadaşlar. Hakkaniyetli olacaksak, hak neyse onu söyleyeceğiz. Demokratlık, sahte demokratlık bizim işimiz değil. Soykırım vardır diyerek, biz Ermeni Halkının gönlünü kazanamayız. Ermeni mazlum halkı da biliyor, işte Sovyetler varken Sovyet Ermenistan’ı vardı. Çarlık Rusyası’nda uğradıkları katliamlardan neden söz edilmiyor Ermenilerin? Ve bizim, kendilerini Kürt hareketinin temsilcisi olarak adlandıran arkadaşlar da Ermeni soykırımı tanınmalıdır, Ermenilerin hakları verilmelidir, diyorlar. Kitabımızda da açıklıkla kanıtladığımız gibi, Genel Başkanımızın sürekli vurguladığı gibi, o zaman Vilayet-i Sitte denilen, Ermenistan denilen bölgeyi de Ermenilere vereceğiz. Peki, Kürdistan nerede olacak? Kürt illeri nerede kalacak? Ermenistan denilen, “Tarihi Ermenistan vatanı” denilen yerler, tarihsel olarak Kürt illeridir. Bugün de Türkiye sınırları içindeki Kürdistan topraklarıdır. Yani arkadaşlar bunları görmeyecek kadar kör. Gözleri bağlanmış ve ne yaptıklarını bilmez konumdalar. Gafil konumdalar. Az önce de söylediğim gibi, ekonomik planda içler acısı durumdayız. İşte Asgari Ücrete verdikleri artış oranı ortada. İşte kamu çalışanlara verecekleri yüzde 3 mü, yüzde 5 mi?.. Hesap bu. 8 yıl için yüzde 45 artış oranını saptıyorlar milletvekillerine. Ve bir tek milletvekili çıkıp da buna itiraz etmiyor, demokrat, sosyalist, devrimci, komünist geçinenler dahil… Yukarıda okuduk. O bakımdan, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi hangi sorununa bakarsak bakalım ve dünyanın bütün sorunlarına baktığımızda bir avuç emperyalistin halklara karşı uyguladığı zulmü, sömürgeciliği ve zalimliği görüyoruz. Ama biliyoruz ki, halklar sonuna kadar kandırılamaz, aldatılamaz. Başta Türk Halkı olmak üzere bütün halklar er geç uyanacak ve emperyalistlere karşı kurtuluş savaşlarını, ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarını mutlaka başaracaklar. Bizim halkımız da Partimizin önderliğinde, Türk ve Kürt Halkı, İkinci Kuvayimilliye Savaşı’nı mutlaka başaracak değerli arkadaşlar. Yani adımızdan nasıl şüphe duymuyorsak, o savaşın kazanılacağından da, o zaferin elde edileceğinden de asla kuşku duymuyoruz. Bu bakımdan da emperyalistlerin Büyük Ortadoğu Projelerini de, Sevr’i nasıl fırlatıp atmışsak yüzlerine, parçalamışsak o Sevr haritasını, BOP haritasını da parçalayıp atacağız. Ve halklar eşit, özgür uluslar olarak bir arada yaşamaya devam edecekler, arkadaşlar. Çok teşekkür ederim… (Alkışlar…) Devam edecek gibi onlarla birlikte savunmanın devrimcilikle de, demokratlıkla da, aydın olmakla da zerre kadar ilgisi yoktur. Biz, emperyalist “Soykırım” yalanını teşhir etmeye ve gerçekleri açıklamaya devam edeceğiz. *** Ankara 24 Nisan 2012’de saat 19:15’te Ankara Sakarya meydanında toplandılar Soros’un Temsilcileri. ABD ve AB (AB-D) Emperyalistlerinin bu toprakları en az üçe parçalama planının bir parçası olan sözde “Ermeni Soykırımı”nı protesto etmekti amaçları. Kurtuluş Partililer hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak, bilimsel bir gerçeklikle kanıtladılar ki, sözde “Ermeni Soykırımı” bir emperyalist oyunudur, AB-D Emperyalistlerinin bu ülkeyi parçalama, yeni Sevr’e götürme ve Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşının intikamını alma planının bir parçasıdır. Yine ortaya çıkarıldı ki; 1915’de yaşanan acı olaylar Ermeni Burjuvaların Emperyalistlerin oyununa gelmesiyle gerçekleşmiş, Türk, Kürt ve Ermeni Halkından insanlar yok yere birbirlerine boğazlatılmıştır. Halkın Kurtuluş Partililer, İkinci Kurtuluş Savaşçıları, 24 Nisan 19:19’da Ankara Sakarya Meydanı’nda, Emperyalistlerin planına destek olduklarını Halkımıza göstermek için, meydanın boş olmadığını göstermek için toplandık. Dövizlerimizle, flamalarımızla, sloganlarımızla, pankartlarımızla alandaki yerimizi aldık. Mücadele devam edecek. Şimdilik teşhir ediyoruz yalanlarını. Açığa çıkartıyoruz planlarını. Bozuyoruz oyunlarını. Ama gün gelecek devran dönecek yalan söyleyemeyecekler, plan yapamayacaklar, oyun kuramayacaklar. Bundan adımız gibi eminiz. 6 İ Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Batılı Emperyalistlerin “ŞARK MESELESİ”nin nihaî çözümü olarak hazırladıkları SEVR’in bir parçası olan “ERMENİ SOYKIRIMI” yalanının Türkiye’deki yerli misyonerlerine! çinizden bazıları, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızla kurtarılan Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanına, Birinci Kuvayimilliye’ye, onun önderi Mustafa Kemal’e, Laikliğe, Türk Tarihine ve Türklüğe düşmanlığı meslek edinmiş, bunu, “Proje”cilik, “Taraf”çılık, “Zaman”cılık, “Cemaat”çilik, “Si vil Toplum”culuk gibi yaftalar altında geçim vasıtası haline getirmiştir. Bunlar Mary Hanım’ın hocası ya da öyle hocaların kurbanları durumundaki kişilerdir. Bunlar için söylenecek bir sözümüz yoktur. İflah olmazlar. Düzelmezler… Çünkü onlarınki bilmezlikten değil, çıkarlarının gereğidir. Onlara ancak Allah yardım edebilir. Bu kesim, küçük bir azınlığınızı oluşturur… Ezici çoğunluğunuz “zahir demokratlık böyle olur” sanarak bu emperyalist savaş ve talan propagandasını savunmaktadır. Kandırılmıştır bu çoğunluğunuz. İşte onlara sesleniyoruz. Diyoruz ki: İnsansınız… İnsana yaraşan aklını kullanmasıdır. Aklı da doğru kullanabilmek için onu her türden önyargının tutsaklığından kurtarmak gerekir… Özgür kılmak gerekir… Tarihi ya da günümüz olaylarını işte bu özgürleştirilmiş akılla, oldukları gibi yani gerçekte nasılsalar öylece, çarpıtmadan, bozmadan, ekleme ve çıkarmalar yapmadan kavramamız, işlememiz, değerlendirmemiz gerekir. Ancak böyle yaparsak doğru yargılara varabiliriz. Geçmişi ve bugünü doğru görebiliriz, anlayabiliriz, değerlendirebiliriz. Tabiî buradan hareketle de doğru yönelişlerde bulunabiliriz… Emperyalistler, nihai amaçları için üç halkı birbirine kırdırdı Türklerle Ermeniler, On Birinci Yüzyılın başlarında, Çağrı Bey’in İran Yaylalarından bu yana geçerek Anadolu’ya yaptığı ilk keşif seferleri sırasında karşılaştı. Sonrasında, bildiğimiz gibi, Anadolu fethedildi. Bu sırada hemen tüm Ermeni Krallıkları, Bizans tarafından yıkılmış, Ermeniler Anadolu ortalarına kadar dağıtılmıştı. Bir iki küçük prenslik kalmıştı, yarı bağımsız durumda. Bizans, Ermeni Halkına etnik ve mezhepsel farklılığından dolayı yoğun bir baskı ve zulüm uygulamaktaydı. Türkler Anadolu’yu fethetmekle Ermeni Halkını, Bizans zulmünden kurtardılar. Onları yaşayışlarında ve inanışlarında serbest bıraktılar. Kiliselerine, dinlerine saygılı davrandılar. Ayrıca da Ermeni Halkını, Anadolu’nun diğer halklarını olduğu gibi, Bizans Derebeylerinin ekonomik zulmünden kurtardılar. Toprağı derebeylerin elinden aldılar, üretmen halkın kullanımına verdiler. Bu nedenlerden dolayı Ermeni Halkı, Türkleri ve onların yönetimini sevdi. İki Halk hemen anlaştı. Ve aralarındaki bu dostluk, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’ne gelinceye kadar sürdü. Bu harpte Osmanlı yenildi. Ve Balkanlar’da, Kafkaslar’da büyük toprak kayıplarına uğradı. Bundan sonra Rus Çarlığı, İngiltere, Fransa başta gelmek üzere tüm Batılı Emperyalistler, Ermeni Halkını ve Ermeni Burjuvalarını Osmanlı’ya ve onun Müslüman halklarına karşı kışkırttı. Ermeni Burjuvaları bu oyuna geldi. Ve bilindiği gibi ilk Ermeni İsyanı 1894’te Sason’da patlak verdi. Ermeni Burjuvalarının kışkırtıcıları, bölgenin Ermeni köylülerini, o güne dek kardeşçe yaşadıkları Kürt köylülerinin üzerine saldırttı. Gafil avlanan yüzlerce Kürt köylüsü katledildi. Malları yağmalandı, köyleri yakılıp yıkıldı. Bunu onlarca Ermeni İsyanı takip etti. Bu isyanlar İstanbul’da bile görüldü. Osmanlı Bankası işgal edildi. Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamid’e Cuma Selamlığında suikast düzenlendi. İkinci Abdülhamid, şans eseri kurtuldu. Rus Çarlığı’nın ve Batılı Emperyalistlerin oyununa gelen-kandırılan, kullanılan Ermeni Burjuvaları, nüfusça ancak % 14 küsurunu oluşturdukları topraklarda yani Mersin’le Trabzon’u birleştiren hattın doğusunda kalan tüm Anadolu ve Kürt illeri üzerinde (ki şu anki Türkiye’nin hemen hemen yarısına tekabül etmektedir.) bağımsız bir Ermenistan Devleti kurmak istiyorlardı. Biz nüfusça bu kadar azınlık olmamıza rağmen burada bir devlet kurarsak, buranın ezici çoğunluğunu oluşturan Müslüman Türk, Kürt Halkıyla, diğer azınlıkları oluşturan Laz, Çerkez Halklarıyla, Hıristiyan Rum ve Yahudi Halkı ne olacak, onlar nereye gidecek, diye sormuyorlardı. Hayaller âleminde yaşıyorlardı. Gözlerini akıl almaz bir hırs bürümüştü. Rus Çarlığı ve Batılılar, Osmanlı’yı çökertecek; buraları da bize verecek, diyorlardı. Daha doğrusu öyle sanıyorlardı. Oysa Batılı Emperyalistlerin amacı bambaşkaydı. Onlar, kendilerinin dışında kimseyi düşünmezler ve sevmezler. Hiçbir halk onların umurunda değildir. Tersine onlar, dünya halklarının başdüşmanıdır. Bugün de Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da olduğu gibi, mazlum dünya halklarını katleden, ülkeleri işgal ve talan eden onlardır. Doğayı mahvedenler de onlardır. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ünlü İngiliz temsilcilerinden biri olan Lord Curzon, 16 Şubat 1920’de şöyle diyor: “Müttefiklerin uğrunda savaştıkları amaçları arasında bağımsız bir Ermenistan devletinin kurulması da vardır. Bu amacın gerçekleşmesine tüm müttefikler aynı derecede ant içmiş durumdadır.” Ve bunun sebebini anlatıyor, gerekçesini koyuyor Lord Curzon. Şöyle diyor gerekçesinde de: “Büyük bir Panislam ya da Panturan hareketi ortaya çıkabilir. Ve böyle bir halde, Londra Konferansı genellikle dünya barışı bakımından Türkiye Müslümanlarıyla Doğudakiler arasına sokulmak üzere bir Hıristiyan toplumunun sıkıştırılmasının yerinde bir girişim ve bunun da bir Ermeni devleti olabileceğini düşünmüştü.” İngiliz Emperyalizmi, görüyor musunuz 1920’de meseleyi, kendi siyasi, emperyalist çıkarları açısından nasıl görüyor… Bu amacı sergileyen bir belge daha aktaralım: “Ermeniler bir Türk zaferi karşısında çok şey kaybedecekler, ama bir Müttefik zaferinde de çok şey kazanacaklardı. Başkan Wilson ile diğer Müttefik liderleri Ermeniler’e, savaştan sonra çektikleri acıların tazminatı ve davaya sadakatleri nedeniyle doğu Türkiye’de bağımsız bir devlet verilmesini istiyorlardı; İngilizler de böyle bir tutumu kuvvetle destekliyorlarsa da, onların başka özel çıkarları vardı. O sırada, (Aralık 1917) Savaş Kabinesi, savaşın sona ermesi durumunda, Türk ve Almanlar’ın bölgedeki uzun vadeli emellerinin de sona ereceğine pek inanmıyordu. Hükümet gizli bir raporda Ermeni devletinin kurulmasını şöyle savunuyordu: “Bu devlet İstanbul’dan Çin’e kadar uzanacak ve Almanya’nın eline dünya barışını tehdit için Bağdat Demiryolu’nun kontrolünden daha fazla bir güç verecek olan Turancı bir hareketin gelişmesine karşı tek engel olacaktır.” (Peter Hopkirk, İstanbul’un Doğusunda BİTMEYEN OYUN, Yeni Yüzyıl Tarih Dizisi, s. 324) İşte Ermeni burjuvaları, Batılı Emperyalistlerin bu niyetlerini doğru okuyamadılar. Oyuna geldiler. Ermeni Halkından da, Osmanlı’nın Müslüman Halklarından da yüz binlerce masum insanın boş yere hayatını kaybetmesine, kanının akmasına sebep oldular. Yaşanan bir trajediydi. Bu trajedide mahva uğrayan Ermeni ve Osmanlı’nın Müslüman Halklarıydı. Başaktörse bugün de olduğu gibi AB ve ABD Emperyalistleriydi. Tabiî o zaman Rus Çarlığı da bu aktörler arasındaydı. Şimdi bu trajediye ilişkin o dönemin en önde gelen üç Ermeni önderinin değerlendirmelerini görelim. İlkin Ermenistan Cumhuriyeti’ni temsilen Paris Barış Konferansı’na katılan Avetis Aharonyan’ın yaptığı değerlendirmeyi aktaralım: “Milletimiz, savaşın başında, Çar idaresine karşı tüm şikâyetlerini unutarak, Müttefiklerin dâvasını desteklemek amacıyla içtenlikle Ruslara katılmakla kalmamış, Türkiye’de ve tüm dünyadaki Ermeniler, Rus generallerinin kumandası altında, Rus birlikleriyle yan yana dövüşmek için, masrafları kendileri tarafından karşılanarak Ermeni birlikleri kurulmasını ve desteklenmesini Çar hükümetine önermiştir. Paris’teki Rus Büyükelçiliği arşivleri bunu doğrulamaktadır. “Çar hükümeti, Paris’teki Büyükelçiliği aracılığıyla, Ermenilerin kişisel olarak Rus Ordusuna katılmasının tercih edildiğini bildirmiştir. Ermeniler derhal bunu kabul etmiş ve 1914, 1915, 1916 ve 1917 yıllarında dünyanın her yanından gelen Ermeni gönüllüleri, Rus Ordusunun muvazzaf askeri olan Ermenilerle birlikte, Müttefiklerin dâvası için çarpışmışlardır; 180.000’den fazla Ermeni milletlerin özgürlüğünü savunmuş ve ortak davaya gösterilen bu bağlılık, iki yıl süren ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni vilâyetlerini harap eden katliama neden olan Osmanlılar ve Genç Türklerden nefret edilmesini Ermeni halkına aşılamıştır. “1917’de Rus İhtilali bir Kurucu Meclis oluşturunca halkımız tarafından özgürce seçilmiş olan Ermeni milletvekilleri, parlamenter bir anayasaya ve federal kurallara dayanan bir Rus Cumhuriyeti’nin meyda- na getirilmesine sadık bir şekilde yardımcı olmak ve bu uğurda sonuna kadar mücadele etmek görevini almışlardır. Kerensky idaresinde Rusya’nın ne Avrupa ne de Asya’nın savaş alanlarında ne de Başkentin veya eyaletlerin idari makamlarında bizden daha sadık müttefiki olmamıştır. “1917 sonbaharında Rusya ve Ermenistan’ın ortak gayretleriyle kurtarılmış olan tüm Ermeni toprakları ve Osmanlı vilayetleri ile Transkafkasya eyaletleri, Bolşeviklerin ihaneti nedeniyle Türk istilâsına açık hale gelince, din adamı veya sivil olsun, halkımızın liderleri, Rus resmi makamlarına ve Rus askeri kumandanlarına onları yalnız bırakmamaları için yalvarmışlar ve mücadeleye devam için kendilerine yardım edilmesi önerilerini yenilemişlerdir. Fakat bizzat Rus generalleri kendi askerleri tarafından terk edilmiş ve Brest-Litovsk Barış Antlaşması, Kars kapısı dâhil, Kafkas Ermenistanı’nın batısının yarısını Türklere bırakmış bu da tüm Transkafkasya’nın istilâya maruz hale gelmesi sonucunu vermiştir. “Bu istilâya karşı koyabilmek ve hâlâ Müttefiklerin dâvasına sadık kalabilmek üzere, Kafkaslardaki Ermeni halkı, 20 Ekim 1917 tarihinde Milli Kongre’yi toplamıştır; Ermeni halkı tarafından usulüne uygun olarak seçilen 125 delege bir Konsey, daha ziyade bir Milli Savunma Hükümeti atamıştır. Ben bu hükümetin başkanı oldum. Hükümetin on beş üyesine verilen görev tüm olanaklarla Türk istilâsına karşı koymak ve Asya’da çökmüş olan Rus cephesinin yerine bir Ermeni cephesi oluşturmaktı. “Benim idaremdeki bu hükümet 1917 Ekim’inden 1918 Haziran’ına kadar, sadece Ermeni kaynakların yardımıyla bir Ermeni ordusu kurdu ve devam ettirdi. Rusya’dan bir yardım gelmedi (o zamandan beri Rusya’yı yabancı bir ülke olarak görüyoruz) Müttefikler de bize yardım etmedi; onlar bizi teşvik etmek ve vaatte bulunmanın dışında bir şey yapamayacak kadar uzaktaydı. Avrupa cephesinde Rus ordularında bulunan Ermeni askerler bile bize katılamadı ve Ermeni gönüllüleri Filistin’de Müttefik güçlerin bir parçası olarak çarpışmaya devam ettiler. “Fransız Hükümeti, Tiflis’teki Fransız Konsolosluğu aracılığıyla, Ermeni Katolikos’un Müttefiklere gönderdiği heyetin başkanı olan Ekselansları Boghos ubar Avetis Aharonyan Paşa’nın bir telgrafını bize ulaştırdı. Bu telgrafta dünyadaki bütün yurttaşlarımız ne olursa olsun, direnmemizi ve İtilaf Devletlerinin davasını terk etmememizi bizden istiyorlardı. “Milli Konsey adına, Tiflis’teki Fransız Konsolosluğu aracılığıyla cevap verdim: “1. Savaşın başından beri yaptığı gibi, Ermeni Milletinin âli görevini yapmaya hazır olduğunu “2. Müttefiklerin maddî, manevî ve mümkünse, askeri yardımına güvendiğini (bildirdim) “3. Ermenistan’ın bağımsızlığını tanımalarını onlardan istedim. “Bu telgrafa cevap olarak, yine Fransız Konsolosluğu aracılığıyla, Boghos ubar Paşa’dan, bize yardımcı olunacağı vaadini yenileyen, ikinci bir telgraf aldım. “Ermenistan’ın bağımsızlığı konusunda ise, İngiliz Avam Kamarası ve Fransız Millet Meclisi’nin bildirgelerinin taleplerimizi karşılayacak nitelikte olduğu bize bil- dirildi. “Bu bildirgelerin metinlerini bilmememize rağmen Ermeni Milleti, Türklere karşı yeniden savaşmak amacıyla, Milli Konsey etrafında birleşti. Seferberlik ilân edildi. Bazı Kafkas komşularımızın bize ve İtilâf Devletlerine karşı gösterdiği husumetin yarattığı sonsuz güçlüklere rağmen, 1917 yılının son aylarında 50.000 kişilik bir ordu kuruldu. “Tatarlar ve Kürtler açıkça Türkiye’nin yanında yer alarak gerimizde örgütlendiler ve bize engel olmak için her şeyi yaptılar. Geçmişte ayni dini inançla ve çekilen ızdıraplarla bağlı olduğumuz Gürcüler bizim tarafımızda yer almayı, görev addetmediler. Müttefiklerden uzakta olmamıza, vaat edilen yardımların gelmemesine, yalnız ve terk edilmiş olmamıza ve hatta komşularımız tarafından rahatsız edilmemize rağmen kendimizi bu en yüce mücadeleye bir kez daha attık. Amacımız, Müttefiklerin hiçbir şekilde şüphe etmediğimiz zaferini beklerken, muzaffer olamasak bile, Türklerin Kafkasya’nın içine doğru ilerlemelerini durdurmaktı.” Şimdi de Osmanlı İmparatorluğu Ermenilerini temsilen Paris Barış Konferansı’na katılan Boghos Nubar Paşa’nın konuşmasını izleyelim: “Bununla beraber, savaşın başında Türk Hükümetinin Ermenilere bir tür özerklik vermeyi önerdiğini ve karşılığında da Kafkasya’yı Ruslara karşı ayaklandıracak gönüllüler istediğini hatırlatmak isterim. Ermeniler bu öneriyi reddettiler ve kendilerini kurtarmasını bekledikleri Müttefiklerin yanında tereddüt etmeden yer aldılar. “Ermeniler savaşın ilk günlerinden ateşkes imzalanıncaya kadar tüm cephelerde Müttefiklerin yanında çarpıştılar. “Ermenilerin Kafkasya’da neler başardıklarını tekrarlamayacağım. Ermenistan Cumhuriyeti Başkanı olan Bay Aharonyan biraz önce size, benim yapabileceğimden çok daha iyi bir şekilde, geniş bir açıklamada bulundu. “Bununla beraber, Suriye ve Filistin’de, Müttefik devletler arasında anlaşma imzalandığı 1916 yılında, Fransız Hükümeti’nin (Ermeni) Milli Delegasyonu’na yapmış olduğu davet uyarınca, Légion d’Orient’da toplanmış olan beş bin kadar Ermeni gönüllüsünün (o bölgedeki) Fransız güçlerinin yarısından fazlasını oluşturduğunu, Suriye’yi kurtaran büyük Filistin zaferine parlak bir katkıda bulunduğunu ve General Allenby’nin kendilerine resmi bir tebrik gönderdiğini belirtmek isterim. “Son olarak Fransa’da, şanlı ve şerefli bir birlik olan Légion Etrangère’de Ermeni gönüllüleri yiğitlikleri ve dayanıklı olmalarıyla temayüz ettiler. Savaşın başında 800 kadar olan gönüllülerden ancak 40 kişi hayatta kaldı. Geri kalanlar hepsi savaşta düşman karşısında öldü. “(Ermenilerin) bu askeri katkısı Müttefik Hükümetler tarafından resmen ve hararetle takdir edildiği için bu konu üzerinde daha fazla durmama gerek yoktur. Belirtmek istediğim tek husus Ermenilerin İtilâf Devletlerinin davasına bağlılığının, maruz kaldıkları katliam ve sürgünlerin saiklerinden biri olduğudur. “Ermeniler bu nedenle savaşan taraf olmuşlardır. Sonunda Müttefiklerin tam bir zafer kazanmaları Ermenistan’ı Türk boyunduruğundan kurtarmıştır. Bu bir gerçektir. Katliam ve sürgün kurbanlarına savaş alanındaki kayıplarımız da eklenince Ermenistan tarafından yaşam olarak ödenen bedelin herhangi bir diğer muharip milletin ödediği bedelden daha ağır olduğunun ortaya çıkacağını sözlerimize eklemek isteriz. Ermenistan’ın kaybı, 4,5 milyon olan toplam nüfusu içinde 1 milyonu aşmaktadır, Ermenistan bağımsızlığını silahla ve çocuklarının kanıyla kazanmıştır. “İki tür gözlemde bulunmak istiyorum. Önce, bizim anladığımız şekilde, gelecekteki Ermeni devletinin sınırlarından bahsetmek istiyorum. Sonra sizlere nüfusa dair bazı ayrıntılar vereceğim. “ Sınırlar. “Talebimiz bağımsız Ermenistan’ın tüm Ermeni topraklarını içermesi ve şu yerlerden oluşmasıdır: “1. Kilikya (Maraş Sancağı dâhil), Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbekir, Harput, Sivas ve Karadeniz’e çıkış için Trabzon Vilâyeti’nin bir bölümü “2. Halkı, Türkiye’deki kardeşleriyle tek bir Ermenistan Devleti altında birleşmek isteyen Kafkasya’daki Ermenistan Cumhuriyeti toprakları. “Bu Devletin, gelecekteki Ermeni Devleti’nin, sınırlarına Ermeni olmayan toprakları dâhil etmek istediğimiz bazen söylenmiş ve yazılmıştır. Bu doğru değildir. Böyle bir talebimiz olmadıktan başka, aksine, nihai sınırların tarafımızdan değil, tarihi, coğrafi ve etnik hakları esas alarak çalışacak olan bir karma komisyon tarafından saptanmasını istiyoruz. Söz konusu eyaletlerin veya Ermeni vilayetlerinin halen mevcut idarî sınırları keyfi ve yanlıştır. Bu sınırlar, Âbdülhamit tarafından siyasi amaçlarla, Müslüman (bir) çoğunluk yaratılabilmesi için, Ermeni olmayan bölgelerin de dâhil edilmesiyle keyfi olarak çizilmiştir. Talebimiz, bu dışarıda kalan, genellikle Kürt veya Türk olan bölgelerin, (Ermenistan’dan) ayrılmasıdır. “Böylece, esas itibariyle Kürt olan Hakkâri’nin tamamı ve Diyarbekir’in güneyi Ermenistan’ın dışında bırakılmalıdır; aynı şekilde Türk bölgesi olan Sivas’ın batısı ve birçok yer de... Trabzon’a gelince, ahalisinin çoğunluğunun Rum olduğunu kabul ediyoruz, ancak Trabzon Limanı yukarı (kuzey) Ermenistan’ın tamamı için Karadeniz’e tek çıkış yerdir. Talebimiz ayrıca Venizelos’un bildirisine de uymaktadır. Memnuniyetle belirtmek isterim ki Venizelos, Barış Konferansı’na sunduğu Muhtıra’da bu konuyu büyük bir adalet duygusu içinde ele almıştır. “Suriye ile sınırımıza gelince, son günlerde Suriyeli komşularımız kısa süre önce, Suriye’ye dâhil etmek istedikleri Kilikya’nın büyük bir kısmı için, son derece yersiz olan taleplerde bulundular. “ Ermeni burjuvaları, Batılı Emperyalistlerin bu niyetlerini doğru okuyamadılar. Oyuna geldiler. Ermeni Halkından da, Osmanlı’nın Müslüman Halklarından da yüz binlerce masum insanın boş yere hayatını kaybetmesine, kanının akmasına sebep oldular. Yaşanan bir trajediydi. Bu trajedide mahva uğrayan Ermeni ve Osmanlı’nın Müslüman Halklarıydı. Başaktörse bugün de olduğu gibi AB ve ABD Emperyalistleriydi. Tabiî o zaman Rus Çarlığı da bu aktörler arasındaydı.” “Bunlara (taleplere) devam edilmemelidir. Kilikya esas itibariyle bir Ermeni bölgesidir. 1375 yılına kadar dört asır süreyle burada son Ermeni Krallığı mevcut olmuştur. Zeytun bölgesi gibi bazı yerleri zamanımıza kadar Ermeni prenslerinin idaresinde yarı bağımsız durumunu korumuştur. Kilikya’nın Merkezi olan Sis’te, Türkiye’deki bütün Ermenilerin ruhani önderi olan Katolikos, hatırlanamayacak kadar eski zamanlardan günümüze kadar, dini makamını korumuştur. “üfusa gelince büyük çoğunluğu Ermeni ve Türk’tür. Suriyelilerin sayısı önemsizdir. Savaştan önce Kilikya’da 20.000 Suriyeliye karşılık 200.000 Ermeni vardı. Eski ve yeni dünyaya dair hiçbir atlas Kilikya’yı Suriye’ye dâhil göstermez. Coğrafi, tarihî ve etnik bakımdan Kilikya Ermenistan’ın ayrılmaz bir parçasıdır ve Akdeniz’e doğal çıkışıdır. “Kilikya’yı Suriye’ye dâhil etmek amacıyla Suriye Komitesi yayınlarında gösterildiği gibi, Suriye’nin kuzey sınırı Toros değil Amanos Dağları’dır. “(…) “Katliam ve sürgünlerden sonra Ermenistan’da Ermeni kalmadığı veya her hâl ve kârda kalanların önemsiz bir azınlık oluşturduğu iddia edilmiştir. Memnuniyetle söyleyeyim ki bu doğru değildir. “Önce, bugün kimsenin tartışmadığı ilkelere göre, ölüler yaşayanlar gibi sayılmalıdır. Bütün bir ırka karşı işlenmiş tarifsiz cinayetlerin faillerine yarar sağlaması hoş görülemez. Fakat bütün bir halkı ortadan kaldırma amacına erişilememiştir. Bu savaştan sonra Ermeniler, savaştan önce olduğu gibi, Türklerden, hatta Türkler ve Kürtlerin toplamından, bile, daha fazla olacaklardır. “Aslında, Ermeni kayıpları çok büyük olmakla beraber, savaşta Türklerin kayıpları daha aşağı olmamıştır. Bir Alman raporu; savaş, salgın hastalıklar ve kıtlık nedeniyle, Türklerin kayıplarını 2,5 milyon olarak vermektedir. Bu duruma tedbirsizlik, yeter sayıda hastane personeli ve ilaç olmamasının yarattığı korkunç tahribat neden olmuştur. “Bu kayıpların en aşağı yarısı, Türklerin fiiliyatta sadece buradan askere aldığı ve Rus ve Ermeni orduları tarafından istilâ edilmiş olan Ermeni Vilayetleri halkı tarafından verilmiştir. Böylece şayet Türk halkının en az Ermeniler kadar ağır kayıplar verdiği kabul edilirse Ermeniler, daha önce de olduğu gibi, halen de çoğunluktadır. Kafkasya ve Türkiye Ermenilerinin hararetle istedikleri gibi Kafkasya’daki Ermeni Cumhuriyeti Türk Ermenistanı’yla tek bir devlet kurmak üzere birleşirse bu çoğunluk daha da büyük olacaktır.” Yine Boghos Nubar Paşa’nın Fransız Dışişleri Bakanlığına gönderdiği, olayı en özet şekilde koyan bir mektubu vardır. Bu mek- 7 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 tup, Fransız Milli Arşivi Doğu Serisi Ermenistan Bölümü.Tarih: 3 Aralık 1918. Cilt 2, sayfa 47’de kayıtlıdır. Belgenin tarihi, Osmanlı’nın teslimiyeti, kayıtsız şartsız kabul ettiği 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesinden aşağı yukarı bir ay sonrasını işaret etmektedir. Şimdi bu mektubu görelim: “Sayın Bakan, “Ermeni Milli Komitesi adına, şu hususları hatırlatarak aşağıdaki bildiriyi arzetmekle şeref duyarım: “Sizin de gayet iyi bildiğiniz gibi, en büyük fedakârlıklar ve sürekli ıstıraplar pahasına, savaşın başından beri İtilaf Devletleri’nin gayesine sarsılmaz bağlılığımızın bir nişanesi olarak; “Ermenilerin fiili bir şekilde savaşan taraf olduğunu; “Fransa’da ilk günden itibaren hizmet eden gönüllülerinin Fransız bayrağı altında Yabancı Lejyonu’nda zafer elde ettiklerini; “Cumhuriyet Hükümeti’nin talebi üzerine Ermeni Milli Komitesi tarafından silah altına alınan Ermeni gönüllülerinin Filistin’de ve Suriye’de Fransız birliklerinin hemen hemen yarısını teşkil ettiklerini ve General Allenby’nin zaferinde büyük payları olduğunu, bunun da Allenby ve Fransız komutanlar tarafından resmen beyan edildiğini, “Kafkasya’da, Rus İmparatorluk ordusundaki 150.000 Ermeni’den ayrı olarak, komutanları Antranik ve "azarbekoff’un komutası altında, 40.000’den fazla gönüllünün bir kısım Ermeni vilayetlerinin kurtuluşuna katkıda bulunduğunu, “Lütfen Sayın Bakan, üstün saygılarımın teminatı olarak kabul buyurunuz. “Ekselans S. Pichon “Dışişleri Bakanı Paris “Başkan Boghos "ubar “İmza “Dışişleri Kayıt Damgası “3 Aralık 1918” Bu itiraflara bir örnek daha verelim. Burjuva Taşnaksutyun Ermenistan Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı olan Hovhannes Kaçaznuni’nin sonradan kitap olarak da yayımlanan Boghos ubar Paşa uzun raporundan bir bölüm aktaralım: “Türklere karşı barışçı dil kullanmalıydık. Onların gerçek güçlerine ilişkin bilgimiz yoktu; kendimize güveniyorduk. Temel yanlışımız buradaydı. Çatışmalar başlayınca, Türkler bize oturup konuşmamızı önerdiler. Böyle yapmadık, onlara sırt çevirdik. Ordumuzun karnı tok, sırtı pekti… Karadeniz’den Akdeniz’e ve Karabağ Dağları’ndan Arabistan çöllerine koca bir Ermenistan istiyorduk. Kâğıt üstünde sınırlar çiziyor, bunların gerçekten bize verildiğini düşlüyorduk. Bundan kuşku duymak ihanetti… Ama artık yapacak bir şey yok!” (Aktaran Türkkaya Ataöv, Cumhuriyet, 13 Mart 2007) Gördüğümüz gibi, olayın ya da trajedinin gerçeğini, aslını o günlerin Ermeni önderleri çok net ve kesin ifadelerle ortaya koymaktadırlar. Biz de bu değerlendirmelere aynen katılmaktayız. (Tabiî bir tek istisna dışında. O da Bogos Nubar Paşa’nın hak iddia ettikleri topraklarda Ermenilerin nüfusça çoğunlukta oldukları şeklindeki uçuk, gerçeklerle uzaktan yakından ilgisi olmayan iddiasıdır. Bu saçma iddiasıyla hiç kimseyi kandıramamıştır. Dönemin dost düşman, askeri, siyasi, sosyal bilimci gözlemcilerinin tamamının görüşleri, Ermenilerin Osmanlı topraklarında nüfusun dörtte, beşten hatta altıda biri gibi bir azınlığını oluşturdukları şeklindedir.) Modern Çağ Ermeni Tarihinin en önemli kahramanı kabul edilen kişi Antranik Paşa’dır: Antranik Ozanyan. Bu kişinin hayatını da yine aynı ismi taşıyan Antranik Çelebyan, yazdığı bir kitapta anlatmaktadır. Antranik’in 27 Mart 1920’de “Ararat” adlı bir dergide yayımlanan, Amerikan hükümetine yazdığı bir mektup vardır. Burada diyor ki: “Bizler başından beri kaderimizi Müttefiklerin davasına bağladık ve sonuna kadar da onlara bağlı kaldık. Örneğin benim gönüllüler birliğim savaşın başından sonuna kadar aralıksız çarpıştı. Rusya’nın yıkılmasından ve Brest-Litovsk Antlaşmasından sonra biz yalnız başımıza yedi ay Osmanlıların ilerleyişine engel olduk. Böylece Ortadoğu’daki İngiliz ordusuna büyük bir hizmet vermiş olduk. Buna Lord Robert Sesi resmen tanıktır. Ve bunu Gürcülerin aldatmalarına ve cepheyi terk etmesi ve Tatarların hainliği şartları altında başardık. Hatta ateşkes antlaşmasından sonra bile biz göçmenlerimizi korumak amacıyla savaşmaya mecbur kaldık. Şimdi ise Hıristiyan olduğumuz için, ateşkesten on sekiz ay sonra Türkler bizi Müslüman olmadığımız için katletmek istiyor.” (Antranik Çelebyan, Antranik Paşa, s. 327) Ve yine burada Antranik, “Şu anda Ermeni topraklarının altıda beşi Türklerin işgali altındadır”, diyor. Yani altıda biri Ermenistan’da, altıda beşi Türklerin işgali altında, diyor. Ermeni toprakları dediği illerin neredeyse tamamı, Kürt illeri. Yani orası Ermeni vatanı, oranın kurtarılması için savaştık biz Birinci Dünya Savaşı’nın başından beri, diyor. Yukarıda bahsettiğimiz, Antranik’in de bağlı olduğu Burjuva Taşnak Partisi, 1907 Martı’nda Viyana’da 4’üncü Genel Konferansı’nı yapmıştır. Yine Çelebyan’ın kitabından Antranik’in burada yaptığı konuşmaları içeren bir bölüm aktaralım: “Antranik ise Kürtlerin en kötülerinin tarımla uğraşanları olduğu cevabını verir. “Genel Konferans’ın 21 Mart akşamında gerçekleşen 44’üncü oturumunda Antranik, Ermeni Devrimci Hareketi’nin en büyük düşmanının Kürtler olduğunu söyler. Eğer Kürtleri bizlerle birleştirmeyi başarırsak, o zaman Osmanlı yönetimi istediği kadar üstümüze gelsin, korkumuz yok.” der.” (agy, s. 138) Antranik şöyle der, Genel Konferans’ın 13’üncü oturumunda: “Eğer yönetim Kürtleri biraz sıkarsa, onların bize karşı olan tavırlarında elbette iyileşme görülür. (Yani Osmanlı yönetimi Kürtleri sıkarsa, diyor. - HKP) Çünkü dini ayrılık bizim ilişkilerimizde kendiliğinden önemli bir unsur değildir. Kaldı ki, Kürtler koyu dindar da değildir. Ve o dinden de çok şey anlamazlar. Üstelik onlar özgürce talan edebilir, istediklerini kaçırabilir, öldürebilirken, niye kendi kurbanlarıyla birleşsinler ki?..” (agy, s. 138) Bahsettiğimiz kitabın yazarı Çelebyan, kendi düşüncelerini de şöyle ifade eder: “(…) Oyunbaz Türkler, çoban Kürtlerin ırksal tabiatlarını çok iyi bildiklerinden, onların talancı iştahlarını kolayca kabartıyordu. Onlara, Ermeni çalışkan halkının bol ürünlerini, gıda ambarlarını, altın ve zengin mal varlıklarını talan etmeleri için işaret ederek, özgürce silah taşıma hakkı vermişlerdi. “Ermenileri yok etme politikalarında Kürtler, Türklerin en etkili silahıydı.” (agy, s. 138) Şimdi bu yazara sormak gerekir, Türklerle Kürtler ve Ermeniler 1071’den beri yan yana yaşıyorlar, aynı topraklarda, komşu köylerde, komşu kasabalarda. Peki, Türkler Kürtlere Ermenileri katlettirmek istiyorlardı da neden 1071’den 1878’e, 1880’e kadar beklediler? Yani 800 sene niye beklediler? Niye 800 sene bu halklar yan yana kardeşçe yaşadı? Olay buyken bunu çevirip, tersyüz edip; Osmanlı ve Kuvayimilliyeciler Ermenilere soykırım yaptı, demek, gerçeklerle de, vicdanla da, adalet duygusuyla da, namus ve ahlâk anlayışıyla da yani insanî değerlerin tamamıyla da bağdaşmaz. Olayı böyle çarpıtarak ilk ortaya atan İngiliz Dışişleri Bakanlığının “Foreign Office” denen Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki “Savaş Propaganda Bürosu”dur. Bilindiği gibi, ünlü “Mavi Kitap”ı da bu büro yayımlamıştır. Bu kitabın iki yazarından biri olan İngiliz tarihçi Arnold Toynbee bile, ölümüne yakın yıllarda, kaleme aldığı anılarında, o zamanki yaptıklarından pişmanlık belirtmekte ve onların “bir savaş propagandası” olduğunu itiraf etmektedir. Osmanlı’yı, 1915 Mayıs’ında aldığı Tehcir kararından ve bunun uygulanmasından dolayı haklı bulmaktadır. Bunun bir “savunma tedbiri” olduğunu dile getirmektedir. Görelim: “Dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır ki o da şudur: Üç kişinin kurduğu hükümetin Osmanlı’daki Ermenilere yaptığı muamelede öne sürdüğü sebepler kişisel değil, siyasi idi. Rusya ile Türkler arasında 1877-78 yıllarında meydana gelen savaştan beri Osmanlı İmparatorluğu’nun kuzeydoğusunda yaşayan Ermeni toplumu siyasi ideallerinin peşine düşmüşlerdi. Anadolu’nun batısında yaşayan Yunanlılar gibi Ermeniler de bir gün Osmanlı İmparatorluğu’ndan kendilerine bir devlet koparabilecekleri ümidini taşımışlardı. Yunanlıların ve Ermenilerin siyasal amaçlarının meşruiyeti yoktu. Çünkü her iki grup da Türkler arasında azınlıktaydı. İstekleriyle Türk İmparatorluğu’nu bölmeyi amaçlıyorlardı. Yalnız bu amaçları, Türk halkına ciddi haksızlıklar yapılmadan gerçekleştirilemezdi. Ruslar, Kafkaslara saldırdıkları zaman Türkleri yenerek Türkiye’nin kuzeydoğusunu başarılı bir şekilde işgal etmişlerdi. Türkler de ondan sonra Birinci Dünya Savaşı’na katılmış ve böylelikle Ermeni sorunu ülkenin önemli bir problemi haline gelmişti. Türk yetkilileri yerli Ermeni toplumunun Rus istilacılar için “beşinci kol” olarak çalışabileceğini keşfetmişlerdi. Bu nedenle de Ermenileri savaş bölgesinden çıkartma kararı aldılar. Bu da bir güvenlik önlemi olarak değerlendirilebilir. Benzer koşullar altında başka hükümetler benzer kararlar almışlardır. Mesela Pearl Harbor’da Japonlar, Amerikan donanmasına saldırdıktan sonra Amerikan hükümeti Japon asıllı Amerikalıları Pasifik’ten çıkarıp Mississippi havzasına yerleştirmişti. O insanlar yeni bir yere yerleştirilirken bile bazı hatalar işlenmişti. Japon asıllı Amerikalı insanlara hileler yapılmıştı ve bu insanlar büyük ölçüde soyulmuşlardı. (…)” (A. J. Toynbee, Hatıralarım, Klasik Yayınları, 2005, s. 283-284) Utah Üniversitesi Tarih Bölümü profesörlerinden Türk ve Ortadoğu Tarihi Uzmanı Robert Farrer Zeidner, yine aynı üniversitenin yayınlarından olan, “The Tricolor over the Taurus: The French in Clicia and Vicinity” kitabında, bu konuya da değinir. Neler söylediğini Türk Tarih Kurumu Yayınlarından çıkan ve bir ekip tarafından hazırlanan “Ermeniler: Sürgün ve Göç” adlı kitaptan aktaralım: “Robert Farrer Zeidner, 1957 Haziran ayında, Beyrut’ta, ünlü tarihçi Arnold Toynbee’ye kendi imzasıyla yayınlanan, The Armenian Atrocities (London, Hodder and Stoughton, 1915) ve Turkey: A Past and A Future ("ew York, Geo. H. Doran, 1917) ile The Treatment of the Armenians in the Ottoman Empire 191516 (London, HMSO, 1916) adlı kitapları hakkındaki görüşünü sorduğunda Toynbee’nin büyük bir mahcubiyetle (blushingly), bu erken dönem çalışmaların tümüyle birer savaş propagandası olduğunu ifade ettiğini ve bundan büyük üzüntü duyduğunu bildirmektedir.” (agy, s. 175176) “Ermeni Soykırımı”nı savunmak demokratlık değil emperyalistlerin değirmenine su taşımaktır Bu emperyalist savaş propagandasını bir de dönemin ABD İstanbul Büyükelçisi Henry Morgenthau, yine o yıllarda ABD’de yayımlanan “Anıları”nda öne sürer, savunur. Onun da bu yalanı savunmadaki amacı şudur: Morgenthau Amerikan Yahudisidir. Yalanlardan ibaret bu anılarıyla Amerikan Halkını, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na itmeye çalışmaktadır. Yani ABD’nin savaşa girmesini Amerikan Halkının desteklemesini istemektedir. ABD, müttefiklerin safında savaşa girecek, böylece de Osmanlı daha kısa sürede ve kesin biçimde çökertilecek, toprakları paylaşılacak; bu paylardan biri üzerinde de (Filistin’de) bağımsız bir Yahudi devleti kurulabilecektir. Onun da hesabı budur. Morgentau’nun anılarında öne sürdüğü iddiaların hiçbirinin gerçek olmadığını, yine bir namuslu Amerikalı Tarihçi Heath W. Lowry Türkçede de yayımlanan “Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsünün Perde Arkası” adlı kitabında; Morgenthau’nun, Büyükelçilik günlerinde ABD Dışişleri Bakanlığına günü gününe yazıp gönderdiği raporlarına dayanarak kanıtlamaktadır. İftira ve yalanlardan ibaret bu tezi, bir de o yıllarda Alman Papaz Lepsius öne sürmüştür. O da Türk ve Müslüman düşmanlığıyla kafayı bozmuş, bir dönem medyada gündemde olan bir benzeri–ABD’li Kur’an yakan, ruhsatlı yarı otomatik silahıyla cami önlerinde İslam’a saldırmaya yeltenen Rahip Terry Jones- gibi bir fanatiktir. Yani hastalıklı bir ruh yapısına sahiptir. Bu savaş propagandasını, hep bildiğimiz gibi, AB-D Emperyalistleri bugün de aynı hararetle savunmaktadırlar. Hatta demagojinin şiddetini ve büyüklüğünü ikiye üçe katlayarak… 1916’daki “Mavi Kitap” Osmanlı, 600.000 Ermeni’nin ölümüne neden oldu, diyordu. Bugünün AB-D Emperyalistleri, Osmanlı bir buçuk milyon Ermeni’yi katlederek, Ermenilere soykırım uyguladı, diyor. AB-D Emperyalistlerinin o günden bugüne amaçları hiç değişmemiştir. Onların derdi Sevr’dir. Onlar 1920’de çökkün Osmanlı’ya imzalattıkları Sevr’le “Şark Meselesi” adını verdikleri emperyalist talan sorununu nihaî çözüme ulaştırdıklarını sanıyorlardı. Kısa bir süreliğine rahatlamışlardı. Fakat iki milliyetten (Kürt ve Türk) oluşan halkımız, diğer azınlıklarımızla birlikte bu talan ve esarete karşı çıktı. Onların Sevr Haritasını parçalayıp suratlarına fırlattı. Emperyalistler, işte bu yüzden Birinci Kuvayimilliye’ye ve onun önderine düşmandırlar. Onların derdi Yeni Sevr’dir. Yeni Sevr’i hayata geçirebilmek için de dört elle sarıldıkları araçlardan biri, “Ermeni Soykırımı” yalanıdır. Onlar kendi aşağılık emperyalist çıkarları açısından, davranışlarında tutarlıdırlar. Fakat kandırılarak, bilgisizlikten, saflıktan ve özgüven yokluğundan dolayı bu emperya- Antranik Paşa list yalana inananlar, büyük hata ediyorlar. Ve fena halde yanılıyorlar. İşte biz, onları uyandırmak istiyoruz. Diyoruz ki, aklınızı kullanın. İnsana yakışan budur… Olayları, hiçbir önyargı altında kalmadan görmeye, kavramaya çalışın… Ermeni İsyanı haklıydı demek, bugün Kürtlerin yaşadığı topraklar tarihi Ermeni vatanıdır demektir. Ve biz, 24 Nisan’da emperyalizmin “umut kaynağı” ve “demokrasi güçleri” olarak adlandırdığı Soytarı Solcuları protesto ettiğimiz zaman, bu harekete mensup Kürt arkadaşlar bize karşı çıkıyorlar, yahu nasıl böyle bir şey yaparsınız, diye. Bilmiyorlar ki tarihlerini… Onlara şu soruları sormamız lazım: Peki Ermeni İsyanı meşru muydu? Meşruydu, diyorlar. Haklı mıydı? Haklıydı, diyorlar. Peki talepleri nelerdi? Mersin’le Trabzon’u birleştiren hattın doğusunda kalan tüm topraklar, tarihî Ermeni vatanıdır, biz burada bağımsız bir Ermenistan kuracağız, diyorlar. Peki Osmanlı verse miydi Ermenilere, bu toprakları? Emperyalizmin ürettiği soykırım tezini savunanların buna cevap vermeleri gerekir. İyi, tamam, alın mı demesi gerekirdi Os- “ Ermeni Meselesini çarpıtarak ilk ortaya atan İngiliz Dışişleri Bakanlığının BirinciEmperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki “Savaş Propaganda Bürosu”dur. Ünlü “Mavi Kitap”ı da bu büro yayımlamıştır. Bu kitabın iki yazarından biri olan İngiliz tarihçi Arnold Toynbee bile, ölümüne yakın yıllarda, kaleme aldığı anılarında, o zamanki yaptıklarından pişmanlık belirtmekte ve onların “bir savaş propagandası” olduğunu itiraf etmektedir.” manlı’nın? Meşru olan, haklı olan bu muydu? Doğru olan, yapılması gereken bu muydu? Buna cevap vermelerini istiyoruz. Eğer doğru ve haklıysa, Osmanlı o gün yanlış yaptıysa, bugün siz savunun o doğru ve haklı olan talepleri! Açıkça savunun. Burası tarihi Ermeni vatanı, Ermeniler gelsin, burada bağımsız devlet kursunlar, deyin. Bunu diyemiyorsanız; ikiyüzlülük yapmayın, sahtekârlık yapmayın, düzenbazlık yapmayın… Türklerin ve Osmanlı’nın sırtından kimse demokratlık oynamasın! Atalarımıza yok yere çamur atmayın. Atalarımız katildi demeyin! Atalarımız çok doğru davrandılar. Türk ve Kürt ortak vatanını, emperyalizmin maşalarına karşı canlarıyla, kanlarıyla savunarak bize bu vatanı armağan ettiler. Onlar onu yapmasaydı, belki bugün bizler hayatta olmayacaktık. Belki olacaktık da adımız Ahmet, Mehmet, Süleyman olmayacaktı. O zaman siz, evet verelim, deyin bakalım. Bakalım Kürt Halkı sokuyor mu Kürt illerine… Bu tezin savunucuları düzenbazlık yapıyorlar. Devrimciye yakışmaz, insana da yakışmaz, aydına da yakışmaz sahtekârlık. Bir tezi savunuyorsanız sonuna kadar tutarlı olacaksınız. Emperyalist yalanlara kanmakla ve onları savunmakla iyi bir işi yaptığınızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz… İnsan, atalarına iftira atmakla, onları karalamakla, atalarım katildi, demekle vicdanlı da olmaz, demokrat da olmaz, namuslu da olmaz, gerçek insan da olmaz! Yukarıda da söylediğimiz gibi, sadece aklını özgürce kullanarak olayları oldukları gibi görüp anlamakla, değerlendirmekle insan olur, adaletli olur, hakkaniyetli olur… Siz böyle yapmakla emperyalistlerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz. Belki farkına varmadan onların sözcülüğünü, hizmetkârlığını yapıyorsunuz. Bu emperyalist yalanlar, yeni nesil Ermeni Halkını da zehirlemekte; kin ve nefret duygularıyla doldurmaktadır. Örnekleyelim: Hocalı, Azerbaycan’ın önemli bir bölgesi. Ve Ermeniler, buraya saldırıyorlar, bir gecede 613 Azeri’yi katlediyorlar. Onu konu ediyor, dile getiriyor; “Hocalı Soykırımı”na bizzat iştirak eden Zori Balayan, “Ruhların Tekrar Dirilmesi” adlı kitabında: “(...) sadece kalbi sökülerek ateşe atılan Ermeni bu satırlardan gurur duyabilir ve haz alabilir. “Vatandaşlık ve erkeklik görevi olarak ben de Moğol dölü olanlara (yani Türklere) işkence yaptım. “Ben, Haçatur ile onların tutulduğu bodruma girdiğimizde, bizim askerler fazla ses çıkarmaması için çocuğu tırnaklarından pencerenin camına çivilemişlerdi. Haçatur, çocuğun annesinin kesilmiş göğüslerini onun ağzına soktu. Daha sonra ben 13 yaşında bir Türkün dedelerinin bizim çocuklara yaptığı gibi göğsünü ve karnını yardım. Çocuk 7 dakika sonra kan kaybından öldü. Benim ihtisasım doktorluk (hümanist) olduğu için çocuğa yaptığımdan mutluluk duymadım. Ancak kalbimde büyük bir sevinç vardı. Çünkü ben halkıma yapılanların yüzde birinin intikamını almıştım. “Bir gün sonra Kiliseye giderek 1915’te öldürülenler için dua ettik ve dün gördüğümüz manzaradan kalbimizin temizlenmesi için Allah’a yalvardık. “Daha sonra Suren’in evindeyken karısı bardaklara Cermuk maden suyu doldururken, Haçatur yorgun bir sesle “Ermeniler ana topraklarını kurtarmalı ve Büyük Ermenistan’ı kurmalıdır” dedi.” (Zori Balayan, Dirilme, Vanadzor, 1996, s. 260-262) Dauda Heyriyan ise “Haç İçin” adlı kitabında Hocalı olaylarını şöyle anlatıyor: “Bu sabah soğukta Daşbulak’a doğru yaklaşık bir kilometrelik yolu geçmek için cesetlerden yol yaptık. Ben cesetlerin üzerinden geçmek istemiyordum. Albay Oganyan bana korkmamamı ve bunun savaş kanunları olduğunu söyledi. Ben 9-11 yaşlarında bir kız cesedine basarak ilerledim. Botum ve pantolonum kana bulanmıştı. Böylece yaklaşık 1200 cesedin üzerine basarak geçtim.” (agy, s. 26) Aynı kitaptan: “2 Mart’ta Gaflan Ermeni grubu (cesetleri yakmak için oluşturulmuş özel bir grup) aptal Moğollara (yani Türklere) ait 2000 ceset topladı ve Hocalı’nın batısında onları birkaç yere toplayarak yaktı. Son kamyonda ben tahminen 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Kız boynundan ve elinden yaralanmıştı. Dikkatle baktığımda yavaşça nefes aldığını gördüm, soğuk, açlık ve aldığı yaraya rağmen çocuk halen yaşıyordu. Hiçbir zaman ölümle mücadele eden bu kızın gözlerini unutmayacağım. “Daha sonra Tigranyan adlı bir asker çocuğun kulağından tutarak yakılması için bir yere toparlanmış ve üzerlerine mazot dökülmüş cesetlerin yanına getirdi ve daha sonra onları yaktı. “Bu sırada birisinin yardım seslerini duydum. Ben daha ileriye gidemedim. Çünkü Hocalıyı bu lanetlenmiş Türklerden kurtarmak istiyordum.” (agy, s. 62-63) Dünyanın pek çok bölgesinde böyle insanlıktan çıkmış, canavarlaşmış katliamcılar bulunabiliyor ne yazık ki. İşte AB-D’nin yaptıkları… Onlar da İslam ülkelerinde masum sivilleri, çocukları katledip kurbanlarının başında gülerek fotoğraflar çektirebiliyorlar. Kurbanlarının parmaklarını, kulaklarını kesip hatıra diye saklayabiliyorlar. Ama o canavarlık kanıtlarını sadece kendi özellerinde tutuyorlar. Çok ender durumlarda o özeller patlayıp canilikler medyaya yansıyabiliyor. Hocalı katliamının canileri ise yaptıklarını kitaplaştırarak yayımlıyorlar ve tüm dünyaya övünerek duyuruyorlar. Siz canilerin hiç böylesini gördünüz mü? Biz görmedik. Bilmiyoruz... İşte söz konusu emperyalist yalanlar ve sizlerin çoğunluğunu oluşturan insanlar gibi kandırılmışların bu yalanları tekrarlaması böyle sonuçlar yaratıyor. Hocalı Katliamı’nı yapan bu Ermeniler işte bu yalanlar yüzünden bu hale geldi, insanlıktan çıktı. Dolayısıyla yaptığınız, insanlığa da, halkların kardeşliğine de, barışa da hizmet etmiyor. Tam tersine hizmet ediyor. Yapmayın!.. Yazıktır!.. Ayıptır!.. Yakışmıyor!.. Yapmayın!.. 24.04.2012 8 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Hayvanseverlik mahkûm edilemedi Baştarafı sayfa 1’de Genel Başkan’ımıza ve onunla aynı anlayışta olan, sokak hayvanlarına elinden geldiğince bakmaya çalışan eşine önce diş geçirmeyi denedi bu güruh. Eşi de kendisi gibi emekli öğretmen olan ve kıt kanaat geçindikleri gelirlerinin bir kısmını bu hayvancağızlarla paylaşan Genel Başkan’ımız onların anlayacağı dilden konuşunca, bu insanlıktan çıkmış din tüccarları sağa sola şikâyetlere koşturdular. Bu güruhun başını çeken ve Genel Başkan’ımızla aynı apartmanı paylaşan kişi, Belediyede Makam Şoförü olmanın nüfuzunu da kullanarak önce belediyeye iki kez şikâyette bulunuyor. Belediyeden gelen yetkililerin Genel Başkan’ımızı haklı bularak çekip gitmesi üzerine bu sefer de Üsküdar Savcılığına şikayette bulunuyor. Genel Başkan’ımız hakkında, tehdit ve hakaret suçlamasıyla Üsküdar 1. Sulh Ceza Mahkemesinde açılan dava 09.05.2012 tarihinde sonuçlandı. Tehdit suçundan BERAAT eden Genel Başkan’ımız hakkında hakaret suçuyla ilgili olarak da Cezalandırılmasına Yer Olmadığına karar verildi. Davanın bu şekilde sonuçlanmasında Genel Başkan’ımızın 10 sayfalık savunmasının önemli ölçüde rolü olduğunu düşünüyoruz. Hayvan sevgisi üzerine Kur’an’dan, Hz. Muhammet’in yaşamından örnekler, ünlü şairlerden alıntılar içeren savunma adeta edebi bir metin zenginliğindedir. İnsan sevgisiyle hayvan ve doğa sevgisinin bir bütün olduğunun, eşit kardeşlerden oluşan bir dünya için zulme karşı mücadelenin hayvanlara ve doğaya karşı yapılan zulme ÜSKÜDAR 1. SULH CEZA MAHKEMESİ SAYI HÂKİMLİĞİ E Dosya No: 2010/1475 E. H Sayın Hâkime Hanım, er şey gibi hukukun da bir biçimi, sureti, kabuğu, görünüşü; bir de içeriği-muhtevası, özü, ruhu vardır. Hiçbir şey görünüşü gibi değildir. Zaten büyük, ünlü bir düşünürün söylediği gibi: “Görünüşle gerçeklik aynı şey olsaydı bilime gerek kalmazdı.” Hani bilinen bir iki örneği tekrarlarsak; dünyayı biz düz bir tepsi gibi görürüz, çıplak gözle. Nitekim insanlık da binlerce yıl öyle görmüş, öyle bilmiş, öyle sanmış. Yine gece ve gündüzün oluşumunu, güneşin dünya çevresinde dönüyor oluşundan kaynaklanıyor diye bilmiş. Yani gerçeğe tam aykırı bir biçimde… Hz. Muhammed de dâhice bir sezişle “Ameller niyetlere göre değerlendirilir” der. Yani olayları sadece dış görünüşlerine bakarak değil onların muhtevalarına göre, onlara kaynaklık eden ruhiyata, değerler sistemine göre değerlendirmeliyiz demek ister... Davamıza gelirsek, olayın biçimine ilişkin savunmamı yukarıda sözlü olarak yaptım. Şimdi özüne değmek istiyorum: Olay ya da davamız, vicdan, merhamet, his yoksunu, kendi şahsî çıkarının dışında hiçbir değer tanımayan zalimlerle en yüce insanî değerlere sahip olan insanlar arasındaki bir anlaşmazlık, bir mücadele, bir kavgadan kaynaklanmaktadır. Davacı taraf-Morgül Sülalesi, hayvanlara düşmandır. Daha önceki duruşmalarda da sözünü ettiğim gibi, müşteki müfteri, zavallı, çaresiz, korunmasız-savunmasız, nesillerini sürdürmesi vicdanlı insanların çabasına kalmış sokak hayvanlarına akşam gıdalarını veren eşime bağırarak; “Anam avradım olsun bu kedileri ya zehirleyeceğim ya da bir köpek getirip boğduracağım. Bunlar sokaktan yok olacak.” diyecek denli insanî duygulardan yoksun, canavarca bir ruhiyata sahip kimsedir. Zaten bu hayvan düşmanlığını polis ifadesinde de tevil yoluyla itiraf etmektedir. “Kedi mekruhtur.” diyor. Oysa İslam’da aşağıda da değineceğim gibi, böyle bir anlayış yok. Bu anlayış, Ortaçağ Hıristiyan Kilisesinin, daha doğrusu Vatikan’ın ya da Papalığın anlayışıdır. Müşteki, “Bu hayvanların buradan gönderilmesi için değişik girişimlerim oldu. Fakat davalı taraf bunların hiçbirini kabul etmedi ve engelledi.” diyor. “ urullah Ankut bana; “bu hayvanlar beni görünce yanıma geliyorlar; seni görünce kaçıyorlar.” diyor. “Ben de yanıma gelmesini isteyen kim? dedim ona.” diyor. Yine “Bu kediler, arabamın üzerinde ayak izlerini bıraktıkları için ben onları kovaladım.” diyor. Bu yalanıyla ve yalancı tanıklarıyla savcıları kandırarak hakkımda iddianame hazırlatıyor. Oysa ilk mahkeme ifadesinde, yani 2 Nolu Sulh Ceza Mahkemesindeki ifadesinde, hayvan düşmanlığını gizlemek için, başka bir olay uyduruyor. Diyor ki: “Elimde içinde temizlik maddeleri olan poşet vardı. Kedi bu poşetin kokusunu duyarak yanıma geldi ve arabamın içine girmek istedi. Ben de buna engel oldum, kediyi oradan uzaklaştırdım.” diyor. Müşteki, burada yalancılığıyla birlikte de “Aman Neriman çöpe atılır mı ekmek. Bana ver. Ben ıslatıp çatıya atarım” diyor. Bir süre eşim yaptı bu işi. Bu arada başka komşular da aynı şekilde ekmek artıklarını ıslatıp buraya atıyorlardı. Müşteki, buna da karşı çıkmış, mahallede gürültü yapmış. “Koku yapıyor, buraya kimse ekmek atmayacak.” demiş. Tabiî akrabası Özcan Morgül de ekmek getirmez oldu, onun bu isteği üzerine. Diğer komşular da; uymayalım şunlara, diyerek, artık ekmeklerini atmaz oldular kuşlaPartili Hukukçular ra. Müşteki müfteri, yalnızca hayvana değil, yeşile ve ağaca da düşman. Dört sene kadar önce benim evde olmadığım günlerden birinde gecekondunun bahçesinde bulunan, bizim apartmandan 15 metre kadar uzakta bir ceviz ağacının dallarını manzaramı kapatıyor diye kesip atmış. Evde olsaydım buna müdahale ederdim. Ve belki de tâ o zaman bir “Ağaç Dava”sından yargılanıyor olurdum. Yine altı ay kadar önce, benim il dışında olduğum bir Pazar günü, apartmanımızın üst tarafında, hemen yanımızda değil de bir sonraki apartmanda sülalecek oturan Erzincanlılar, karşımızdaki metruk evin bahçesinde bulunan bir erik ağacının tüm dallarını sadece ortada 1-1,5 metrelik bir cücük kalacak şekilde kesiyorlar. Bununla karşı çıkmayı da gerektirdiğinin, gerçek sosyalistlerin tüm canlıları nasıl sevdiğinin eşsiz bir anlatımıdır Genel Başkan’ımızın bu savunması. Ama ne yazık ki medya (Yurt Gazetesi hariç) bu dava hakkında tek satır bile yazmamış, hayvansever geçinen örgüt ve kişiler tüm çağrılarımıza rağmen medyatik bulmadıkları için davaya hiç ilgi göstermemişlerdir. Olay bir ana kedinin tekmelenmesine Genel Başkan’ımızın müdahale etmesinden kaynaklandığı için “Kedi Davası” olarak adlandırdığımız bu dava vesilesi ile bir kez daha tekrarlarız ki: tüm dünyanın tüm canlılar için tüm güzellikleriyle eşitçe paylaşılarak özgürce yaşanan bir dünya olması uğruna verdiğimiz mücadelenin bir gün zaferle sonuçlanacağından zerre kadar kuşku duymamaktayız. Kurtuluş cehaletini de sergilemiş oluyor. Kediler ve köpekler, kimyasal kokulardan nefret ederler. Parfümler dahi onlar için tiksindiricidir. Onlar sadece gıda kokularına duyarlıdırlar ve onları severler. İçgüdüleri ona göre şekillenmiştir. Çünkü hayatta kalmalarını bu tür güdüler sağlar. Bu nedenle veterinerler, kedilerin gelmesinin istenmediği yerlere parfüm sıkılmasını önerirler. Bu son yalanının iler tutar yeri yok: Bir kere anne kedi, bunun yanına gelse ve arabasına girmek istese ben ne diye; “Bu hayvanlar beni görünce yanıma geliyorlar; seni görünce kaçıyorlar.” diyeyim, ona. Sonra bu zalimin arabasına kedi girmek istese, bu da engel olsa, kediyi kovalasa ben ne diye karşı çıkayım buna? Bu durumda hayvan bir zarar görmez ki. Oradan uzaklaşır gider. Ama ya engellemeyip kedinin arabasına girmesine izin vermiş olsa ben asıl ona karşı çıkarım. Çıkar o hayvanı arabandan, diye müdahalede bulunurum. Çünkü böyle bir zalim arabasına giren kediye ne yapar? Götürüp yaşam alanından çok uzaklara atar. O hayvan da bu yeni ortama uyum sağlayamadığı için yaşamını sürdüremez. Kaldı ki bu en iyiniyetli olasılıktır. Eşime söylediği gibi, hayvanı zehirleyebilir de. Ya da köpeklerin önüne atıp boğdurabilir de. Çünkü bunları yapacağını yukarıda andığım iğrenç yeminiyle dile getirmişti. Onun bu tür yalanları çok. O yalan makinesi gibi. Mesela olay anında tanıklardan biri olan “Özcan Morgül’le birlikteydik, kapının önünde”, diyor. Birlikteliklerini de “beraberce cenazeden gelmiştik”, şeklinde gerekçelendiriyor kendince. Sonra da “davalının bütün hakaret ve tehditlerini de o da aynen benim gibi, işitti ve gördü”, diyor. Hâlbuki yalancı tanık Özcan Morgül, “ben olay anında balkondaydım. Bunların ikisini de görmedim. Sadece sesleri duydum”, diyor. Neyse geçelim… Müştekinin eşi Serpil Morgül, daha önce de belirttiğim gibi, geçen yaz Ağustos ve Temmuz aylarında hararetin gölgede bile 30 dereceyi aştığı günlerde, eşimin kuşların ve kedilerin içmesi için sokaktan yana olan duvarın dibine şeffaf plastik kap içinde koyduğu suyu, defalarca döküyor ve kabı evin yanındaki metruk gecekondunun bahçesine fırlatıp atıyor. Kendisi de anne. Ve o anda anne kediler ve kuşlar var, o suyla beslenen; yavrularına gıda üreten. Geldiği nokta itibariyle o da böylesine zalimleşmiş biri. Müşteki müfteri, sadece ayaklarıyla yürüyen sokak hayvanlarına değil, uçan kuşlara da düşman: Ben o apartmana taşındığımda (4-5 sene önce), Özcan Morgül her akşam eve dönüşünde bir poşet dolusu tost ekmeklerinin kullanmadıkları kızarmış dış yüzlerinden oluşan ekmek getiriyordu. Eşi Neriman Morgül de (O da tanıklar arasındadır ve sülalenin tek iyi kalpli insanıdır. Nitekim yalancı tanıklık yapmamıştır. Olay hakkında bilgisinin ve görgüsünün olmadığını belirtmiştir, ifadesinde.) bu ekmek dilimlerini suda iyice ıslattıktan sonra yan taraftaki metruk gecekondunun çatısına serpiyordu. Bunları da martılar, kargalar, güvercinler ve serçeler bir iki saat içinde yiyip bitiriyorlardı. Ben bu olayı huzur duyarak, haz duyarak izliyordum. Ve kendi kendime de şöyle diyordum: “Ne güzel, iyi kalpli komşularımız varmış…” Bir süre sonra Neriman Morgül; su parasının yüksek geldiğini, bu nedenle de ekmekleri artık ıslatıp gecekondunun çatısına atmayacağını, çöpe bırakacağını söylüyor, eşime. Eşim ler, ırmaklar, dağlar, ovalar, ağaçlar, tüm bitkiler ve tüm hayvanlarla birlikte insanlardan oluşan ayrılmaz bir bütün olarak görüyoruz. Bunlardan birinin eksikliği ya da hastalığı tüm doğayı ve varlıkları olumsuz etkiler. Tüm bunları korumak da yaşamın biricik bilinç sahibi varlığı olarak biz insanların sorumluluğudur. Kendi bedenimizi ya da en yakınlarımızı koruduğumuz gibi, aslında bizim de bir parçamız olan yaşam alanımızı ve genelde dünyamızı korumamız gerekir. Öğretmenliğim sürecinde görev yaptığım değişik il ve ilçelerin liselerindeki öğrencilerim beni ağabeyleri, amcaları ya da babaları gibi sevdikleri için (ki ben de onları aynı şekilde severdim) bana çiçekler getirirlerdi, demetler halinde. Ben teşekkürlerimle birlikte, onlardan demetlerin olabildiğince küçük olmasını, az çiçekten oluşmasını isterdim. Nasıl olsa azı da aynı kokuyu verir, boşa vermeyelim çiçekleri, derdim. Yine kerpiç evimizin bahçesinde ve pencerelerimizde, rahmetli çilekeş anacığım çiçekler yetiştirirdi. Ve ben onları dallarında koklardım. Koparmaya kıyamazdım. Hayvanlara gelince: 1400 sene öncesinden verilen şu mesaja bakar mısınız? “Yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar! Biz kitapta hiçbir eksik bırakmamışızdır. Sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, En’am Suresi 38’inci Ayet) Çok açık olarak görüldüğü gibi Kur’an, insanıyla hayvanıyla tüm hareket eden canlıları eşitliyor. Hepsi Rablerinin ümmetidirler ve yarın Rablerinin huzurunda toplanacaklardır, diyor. Böylesine yüce bir insancıl bakış açısına, anlayışına sahiptir Kur’an. Ve tabiî Hz. Muhammed de bu anlayışı, düşüncede ve davranışta içtenlikle benimsiyor. Şu anda hayatta olmayan “Güzel Koca Anne” ve iki kızı... (Öndeki siyah kedi de öksüz kaldığı için “Güzel Koca Anne”nin sahiplenip büyüttüğü ve şu anda da hayatta olan kedidir.) kalmıyorlar, dört tane de şeftali ağacını kökünden, bütünüyle kesip atıyorlar. O arada bu da yanlarına geliyor; kolaylıklar diliyor, ağaç katliamcılarına. Aynı bahçede üç meyve ağacı daha var, benim penceremin hemen karşısına düşen yerde. Bu, diyor ki onlara; “Aslında bu ağaçların tümünü kesip bu bahçeyi temizlemek lazım.” Ağaç katliamı yaparak temizlik yaptığını sanmak bunlara özgü bir anlayış… Bunların konuşmalarını penceremizden eşim duyuyor. Eğer evde olsaydım buna da seyirci kalmaz, müdahale ederdim. Ve yine bir “Ağaç Davası” nedeniyle karşınıza çıkabilirdim. O katliamcılardan bir kadını, on beş gün kadar önce, insanım diyen herkese hüzün veren, şeftali ağaçlarının toprakta kalmış köklerinden çıkan filizlerini ve erik ağacının cücüğünün yan taraflarından çıkan filizleri koparıp atarken gördüm. Eşimle birlikte müdahale ettik ve yaptıkları zalimliğin sebebini sorduk. Sokağın üst başından geçen cadde daha iyi görünsün diye bunu yaptıklarını söyledi. Yani bu his-duygu yoksunu, yoksulu, vicdan fukarası insanlara göre yeşillikler, ağaçlar şehri kirletiyor. Şehrin temiz olması demek, her yanın beton, taş ve asfalttan oluşması anlamına geliyor. İnsan, bunlara kızmak mı gerek, yoksa acımak mı diye bir türlü karar veremiyor. İşte böyle bunlar… Bize gelince, biz yaşamı, denizler, göl- Arabistan’ın kavurucu sıcağında yaşama tutunmaya çalışan bir yavru sokak kedisini kurtarıyor. Alıp evine getiriyor. Ona Müezza adını koyuyor. Hz. Muhammed’in birden fazla kedisi olduğu fakat en sevdiğinin bu olduğu söylenir. Rivayet edilir ki bir seferinde Müezza, Hz. Muhammed’in giysisinin eteği üzerinde yanıbaşında uyumaktadır. Fakat namaz vakti gelir, Hz. Muhammed’in mescide gitmesi gerekir. Hz. Muhammed, kedisini uyandırmaya kıyamaz. Cebinden çakısını çıkarır, elbisesinin eteğini keserek ayağa kalkar ve mescide gider. Sahabe eteğinin kesik oluşunun nedenini sorunca da olayı nakleder. Tabiî bu davranışı yani eteği kesik elbiseyle mescide gidişi sebepsiz değildir. İster ki Müslümanlar da hayvanlara karşı böyle merhametli olsunlar. Kendisini bu konuda da örnek alsınlar. Hz. Muhammed, sadece kedileri değil kuşkusuz; tüm hayvanları sever. “Hayvana gereksiz yere eziyet etmeyin.” sözü de ünlü hadislerindendir. Hz. Muhammed’in on bin civarında sahih-güvenilir hadisi olduğu öne sürülür, ilahiyatçılarca. Bunların 5300 küsurunu tek bir Sahabe (Ebu Hureyre) nakleder. Esas adı, Abdurrahman bin Sahr’dır. Yemenlidir. Müslüman olduktan sonra memleketini terk ederek Hz. Muhammed’in yanına gelir. Ve Hz. Muhammed’in vefatından önceki son dört yılında Ebu Hureyre hep yanında bulunur. Der ki: “Yemen’den bir grup İslamiyeti kabul ettik. Ve bu kutsal topraklara geldik. Birlikte geldiğim arkadaşlarım ticaretle ve başka geçim işleriyle uğraştılar burada. Bense en değerli yaşam biçimi budur diyerek, tüm zamanımı Hz. Muhammed’in yanıbaşında geçirdim. Ona hizmetten başka hiçbir işle meşgul olmadım. İşte bu nedenden Ahir Zaman Peygamberi’nin her söylediğini belleğime kaydettim.” Hz. Ömer zamanında bazı Sahabeler tarafından Kur’an Ayetleriyle çelişen hadisler nakledilmeye başlanmış. Bunun üzerine katı bir Halife olan Hz. Ömer, hadis nakledilmesini tümüyle yasaklamış. “Uydurma hadisler öne sürülmeye başlandı. O yüzden hiç kimse hadis söyleyemeyecek. Din sadece Kur’an’dadır. O esas alınacak.” demiştir. Fakat yakınındaki bazı hatırı sayılır Sahabeler, Ebu Hureyre’nin her bakımdan güvenilir bir Müslüman olduğunu ve belleğinin de olağanüstü güçlü olduğunu dile getirerek ona hadis nakletme konusunda izin verilmesini teklif ederler. Hz. Ömer buna ikna olur. Ve yalnızca Ebu Hureyre hadis nakledebilir, der. Ebu Hureyre de ömrünün Hz. Muhammed’den sonraki tümünü (43 yıldır bu süre) yeni kuşaklara hadis öğretmekle geçirir. Hz. Muhammed, çok sevdiği yakınlarına lakaplar takmayı adet edinmiştir. Mesela Hz. Ali’ye taktığı lakap: Ebu Türab (Toprak Babası)’dır. Bu lakabı takışının da bir hikâyesi vardır ama sözümüzü uzatmamak için ona girmeyelim. Ebu Hureyre, bir gün Arap giysisinin geniş yeni içine bir şey koyarak Hz. Muhammed’in yanına gelir. Yeninde ne olduğunu sorar Hz. Muhammed. Oradaki yavru kediyi çıkarır Sahabe. Ve bunun üzerine Hz. Muhammed, “Ya Ebu Hureyre (Ey Kedicik Babası)” diye seslenir ona. Adı da böyle kalır. Sevgili Hacı Halifemiz-Evliya Çelebi, Ebu Hureyre’nin pek çok kedisi olduğunu söyler… Gelelim Hıristiyan Ortaçağına: “Papa Üçüncü İnnocent’in (11601216) Müşavirlerinden Saint-Dominique şeytanı siyah kedi şeklinde temsil etmiş ve kediyi uğursuzluk ve musibet sembolü saymıştır. O tarihten itibaren bu batıl itikat bütün dünyaya yayılmış ve memleketimize kadar gelmiştir. Bizde siyah kedi insanların arasındaki dostluğu bozan bir mahlûk gibi sayılmış ve iki kişinin arası bozulduğu zaman aranızdan kara kedi mi geçti, sualine maruz kalırlar.” (Değişik Milletler Tarihlerinde Kedi, Ord. Prof. Samuel AYSOY, Veteriner Fakültesi İç Hastalıklar Kürsüsü ve Kliniği Profesörü) Demek ki bitki ve hayvan düşmanı olan, hayvanlara saldıran ve bu nedenle bize karşı dava yaratan Morgül familyası Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in ve Sahabelerinin yolundan gitmiyor. Onların takipçisi değil. 13’üncü Yüzyıl Vatikanı’nın yolunu izliyor. Kaldı ki, bugünün Batı Dünyası bile bu yolu terk etmiş durumdadır. Şu an Batı ülkelerinde sokak hayvanları da dâhil olmak üzere hayvanlara zarar verenler, bizdeki gibi, Kabahatler Kanununa göre değil, tam tersine Ceza Kanuna göre, yani insanlara karşı suç işlemiş gibi yargılanmaktadır. Bugüne gelirsek: Yan apartmanda oturan komşumuzun ilkokul üçüncü sınıfa giden Bekir adında bir çocuğu var. Bekir de annesi babası gibi hayvanları sever. Kedilere yiyecek veren eşime bir gün şöyle der: “Hoca Teyze, bu hayvanlara bakmak çok sevap. Bazıları, bunları dövüyor, kovalıyor. Yarın öbür dünyada bu hayvanlar da aynı şekilde onları dövecek. Değil mi Hoca Teyze?” Hani yiğit şairimiz Hasan Hüseyin “Akşam Delisi” adlı güzel şiirinde der ya: bütün oyunlar bitti–bir sen kaldın yalnızlığımda bir başka dünyadayım artık –beni çocuklar bile anlıyor” Bizi çocuklar bile anlıyor. Ama bunlar anlamaz. Morgüller anlamaz. Bunlarda vicdan sorunu var… Çağrışım oldu, 900 yıl öteden şöyle der Hayyam: Bir yürek ki yanmaz, yürek mi denir ona? Sevmek haram yüreğinde ateş olmayana. Bir günü sevgisiz geçirdinse yazık, En boş geçen günün o gündür inan bana.” Bizim anlayışımız, bize uyan budur işte… 9 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Birkaç günde bir sokaktan bir kamyonetle geçen Roman karı koca vardır. Atılmış eşyalar ve çöpler arasından işlerine yarayanları toplarlar. Geçimlerini öyle sağlarlar. Toplumun tümünde olduğu gibi, Ahmet Arif onlarda da erkek egemen bir anlayış söz konusu… Erkek şoförlük yapar sadece; kamyonetten inmez. Her seferinde kamyonetten inip gerekli öteberiyi alan ve kamyonetin arkasına yerleştiren kadındır. Bir sabah eşim sokak hayvanlarına yiyecek verirken Roman kadın da kamyonetten iner ve işini yapmaya başlar. Eşimle selamlaşırlar, birbirlerine kolaylıklar dilerler. Roman kadın; “Abla, bu sevap sana yeter.” der. Üzerinde etek-bluz giymiş, başında ise halkımız kadınlarının bağladığı şekilde, saçlarının ön kısmını açıkta bırakan bir eşarp vardır. Bizimle uğraşanların şikâyetçi ve tanıklarının eşleri ise kimi türbanlı, kimi siyah çarşaf benzeri pardösülüdür. Ne yazık ki, tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de kadersizler kategorisinde olan bu Roman insanlarımızdaki anlayışa bakın, bir de bunlarınkine bakın… Hangisi Hz. Muhammed’e ve insancıl olana daha uygundur? Eşim Konya’da öğrencilerinin hemen yarısını, Roman mahallesine yakın olduğu için, Roman çocuklarının oluşturduğu bir okulda uzun yıllar öğretmenlik yaptı. Bugün sokak hayvanlarını olduğu gibi, o gün de Roman öğrencilerine hiçbir ayrımcılık yapmadan anne sevgisi ve sıcaklığıyla yaklaştı. O nedenle bu öğrencileri de çok severlerdi eşimi. Bayramlarda ilk ziyaretimize gelenler bu çocuklar olurdu. İçlerinden okuyup öğretmen olanlar, astsubay olanlar oldu. Ne yazık ki, o dönemde bazı öğretmenler mesleklerinin öngördüğü anlayıştan uzaktılar. Roman öğrencilerini sevmezlerdi. Onlara kötü davranırlardı. Bir iki şiddet uygulayınca da çocuklar okulu terk edip bir daha gelmezlerdi. Eşim, o öğretmenleri uyarır; “İstemediğiniz çocukları benim sınıfıma gönderin. Onları ben okuturum.” derdi. Demek istediğim, biz (eşim ve ben) ömrümüzün her döneminde hep ezilenlerin, sömürülenlerin, acı çekenlerin, yerlerde sürünenlerin, ayrımcılığa tabi tutulanların yanında olduk. Onların acılarını dindirmeye çalıştık. Çünkü insan olmak bunu gerektirir. Davacı zalimin küfrederek tekme attığı anne kedi de (ki şu anda hayatta değil) çok fedakâr, çok sevecen bir hayvandı. Sadece kendi yavrularına bakmakla yetinmezdi. Annesini kaybetmiş ya da annesi herhangi bir nedenle ölmüş ve yolu bizim sokağa düşmüş yavru kedileri de sahiplenir, onlara da annelik ederdi. Onlardan biri şu anda da sokağımızda hayatını sürdürmektedir. Kendisi de çok güzel ve bir dişi için oldukça iri bir kediydi. O yüzden eşim ona “Güzel Koca Anne” adını koymuştu. O kedi, davacı zalim tekme attığında da anneydi. Yavrularını büyütmekteydi. İşte buna tekme attı acımadan. Yine burada değerli yiğit şairimiz Ahmet Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” adlı eserinden şu dizelerini anımsadık: Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı Sırtı alaçakır Karnı sütbeyaz Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı Yüreği ağzında öyle zavallı Tövbeye getirir insanı Evet tövbeye getirir… Ama yine şairimizin dediği gibi “insanı”… Anne kediler ve köpekler ki, ne zorluklara göğüs gererler, ne acılar çekerler… Sokakların acımasızlığında, zalim insanların düşmanlığında tekmelenirler, kovalanırlar, arabaların altında kalır; ölürler, sakatlanırlar. Tüm bunlarla baş edebilirlerse çöplerden karınlarını doyururlar. Rahimlerine düşen yavrularını büyütürler karınlarında. Doğum vakti geldiğinde hem saatler süren doğumlarını yapabilmek hem de küçücük yavrularını koruyabilmek için açık kalmış bir bodrum penceresi, bir merdiven altı ya da metruk bir ev bulmaya çabalarlar. Ki, bunları bulabilmek çok zordur. Bulunsa bile bazen böyle zalimler hiç acımadan atar onları oralardan. Bazen dağ başlarına götürüp bırakıyorlarmış. Medyaya zaman zaman yansıdığına göre bu zalimane işi bazı belediyeler bile yapıyormuş. İşte bu şartlar altında hem kendi yaşamlarını sürdürüp hem de yavrularını büyütmeye çalışır anne kediler ve köpekler… Şairimizin dediği gibi onlar sadece sütlerini değil yüreklerini sağarlar yavrularına: Bir kedi bile sağarken yüreğini Telaş içinde yavrusuna Ey acımasız acuze Utan şu türbelerinden Minarelerinden utan (Yusuf Hayaloğlu, İstanbul Acılar Kraliçesi) Şikâyetçinin tanıklarından bir Hatice Hanım vardı. Polisteki ifadesinde diyordu ki; “Ben olayı görmedim. Komşulardan duydum. (Komşular dediği şikâyetçinin eşidir.) Kedileri sevmediğim için buraya geldim, ifade veriyorum.” Evimizin aşağı yukarı 150-200 metre aşağı tarafında idi. Eşimin yemek verdiği kediler, hiçbir zaman onun evinin civarına gitmezdi. Buna rağmen aleyhime tanıklığa gelmişti. O da kara çarşaf benzeri siyah pardösü giyerdi. Yalnız yaşardı. O bölgedeki hayvansever komşu kadınlarına saldırıp hakaret ediyormuş. Onlar yaşlı diye ciddiye almıyormuş. Yani şikâyetçi gibi o da hayvan düşmanlığını takıntı haline getirmiş. Duruşmalar başlamadan önce öldü. O nedenle mahkemeye gelemedi. Mirasçıları evini paylaşamadı. Davalaştılar. Üsküdar Cumhuriyet Savcılığı evi mühürledi, girişi yasaklayan bir şerit astı kapısına. Evinin penceresi açık… Yatağında, minderlerinde kediler yatıyor şimdi. Kendisi de her ölen gibi mezar kurtlarına ziyafet sofrası oluşturmuş durumda. Evine, sokaklara sığamıyordu Hatice Hanım… Şu olana bakar mısınız?.. İşte biz, işin sonunun buraya varacağını adımız gibi biliyoruz. Her gerçek insan da bilir kuşkusuz. Alın size güzel bir örnek, yine Hayyam şöyle seslenir bize: iceleri geldi, neler istediler, Kamu Emekçileri Tayyipgiller’in zam ortaoyununa karşı alanlardaydı T ayyipgiller’de ve genel olarak yerli yabancı Parababalarında insaf yoktur. Modern Finans-Kapitali de, Antika Tefeci-Bezirgânı da aynı toptan kesmedir. Onlar sürekli olarak kendi aşağılık çıkarlarını düşünürler. Kendileri bir elleri balda bir elleri yağda yaşarlar, kârlarına kâr katarlar. Bu dünya onlar için cennettir. Parababalarının iktidardaki uşakları da yerli yabancı efendilerine bakarak, bize yok mu der- ler ve onlar da halkların vurgun ve yağmalanmasına aracılık ederek, kendi dünyalıklarını yapmaya, çoluk çocuk ve tüm sülalelerinin geleceğini kurtarmaya bakarlar. Makam, koltuk, ün, maaş peşinde koşarlar. Kendileri için zam yapmaya geldi mi, aynen bu yılın başında yaptıkları gibi, bir gece yarısı manevrasıyla maaşlarına ve bilumum gelirlerine (yan ödemeler, yolluklar, otomobiller, sekreterler vb. vb…) yüksek oranda yüzde 40-50 oranında zammı yapar geçer giderler… İş Kamu Emekçilerine, İşçi Sınıfımıza ve Köylümüze gelince; “bütçe gerçeklikleri, kamu maliyesi ve disiplini, tüm halkı düşünmek gerek”, “hak edene vermek gerek” gibi binbir türlü yalanı dolanı söylemekten utanmazlar. İşte Tayyipgiller’in cibilliyetini ortaya koyan güncel bir örnek daha. Yakın zamanlarda Tayyipgiller’in Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın kayın biraderinin, Başbakanlık Tanıtım Ajansı’nın Dubai Temsilciliğine tam 28 bin dolar maaşla getirildiği medyaya yansımıştı. Kendileri için bu kadar cömert davranan Tayyipgiller, bu sene başından itibaren yüz binlerce kamu Sonunda dünyayı bırakıp gittiler. Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi? O gidenler de hep senin gibiydiler.” Müştekinin bir tanığı daha vardı Hacer Tansarıkaya. O da kara çarşaf benzeri giysili… Polis ifadesinde; “Kediler buralarda dolaşıyor. Sokakta evlerimizin önünde oturamıyoruz. Şikâyetçiyim.” diyordu. Aleyhimde bir yığın yalan beyanda bulunuyordu. 2 Nolu Mahkemedeki ifadesinde; “Benim olayla ilgili bir bilgim, görgüm yoktur.” dedi. Hâkime Hanım, polisteki ifadesinin farklı olduğunu söyleyince de; “Onu polis kendisi yazmış. Ben söylemiş değilim, onları” deyip işin içinden çıktı. Varsayalım ki polis uydurdu aleyhimdeki o yalanları. Peki polis, bunların köylerde olduğu gibi, evlerinin önünde oturup koyu sohbetlere daldıklarını nereden bilsin? Besbelli ki, Hacer Hanım’da vicdan tümden ölmemiş. Hayvan düşmanlığının itmesiyle yaptığı aşağılık işin muhasebesini yapmış, vicdanında. Ve rahatsızlık duymuş, yalancı tanıklıktan vazgeçmiş. Bunun bir yalancı tanığı daha var: Ayşe Morgül. Yaşı 70’in üstünde. Yaşça en büyük olanları. Yalancı tanık Özcan Morgül’ün de annesi. O da diğerleri gibi hayvan düşmanı. Poliste başka yalan uyduruyor aleyhimde, mahkemede başka. Benim sövdüğümü söylüyor. Şikâyetçiye; “Buralardan gider misin?” dediğimi; onun da; “Kiracı değilim ki niye gideyim?” diye cevap verdiğini söylüyor. Diğerleri ise benim, şikâyetçiyi öldürmekle tehdit ettiğimi iddia ediyor. Bir kısmı “sövdü ve tehdit etti” diyor; bir kısmıysa “sövdüğünü duymadım ama tehdit etti” diyor. Yani âlem bu Morgüller… Değerli ozanımız eşet Ertaş der ki: “Herkes insan doğar ama insan olarak ölmez.” Çok doğru bir belirleme… İnsan olarak yaşayabilmek pek çok fedakârlığı, zorluğu, çileyi, acıyı, zulmü, çabayı göze almayı gerektirir. O cesarete, o sevgi dolu yüreğe, o namusa, o yiğitlik ve bilgeliğe sahip olmayı gerektirir. Biz yaşamımız boyunca hep bunlara tümüyle sahip olmak istedik. Ve bu uğurda her şeyi göze aldık. Bedeller de ödedik. Biliyorduk ki, başka türlü bir yaşam insanlığımızı korumaya yetmez. Burada yine çağrışım oldu, değerli şairimiz Edip Cansever’in şu dizelerini hatırladık: Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir” Biz bu güçlüğü yukarıda da belirttiğimiz gibi, baştan kabullendik ve bedelini ödemeyi tereddütsüz göze aldık. Bugün yetmişimize merdiven dayadık. Bugüne dek hep böyle yaşadık, sonrasını da (ne kadar olur bilinmez) böyle yaşayıp öleceğiz. Bundan da son derece gurur duyuyoruz. Aynalarda yüzümüze, gözlerimizin içine hiç kaçamaksız bakıyoruz. Hiç sakınacağımız, utanacağımız bir şey yok geçmişimizde; içimizde, dışımızda çok şükür… Daha ne isteriz ki?.. Hilekârlıklar, düzenbazlıklar, hırsızlıklar üzerine kurulu hanlar, hamamlar, mallar mülkler, makamlar, ünler, pozlar bize göre değil… Bize yakışmaz bunlar. İnsanım iddiasında bulunan hiç kimseye de yakışmaz… Bize yakışan yukarıda andığımız tutumdur. Yine kulak verelim Hayyam’a: Şu dünyada üç beş günlük ömrün var, edir bu dükkânlar, bu konaklar? Ev mi dayanır bu sel yatağına? Bu rüzgârlı yerde mum mu yanar? emekçisinin hakları olan maaş zammını yapmadılar, bildiğimiz gibi. Tayyipgiller, yılın başında yapmaları gereken zamları çeşitli bahaneler ileri sürerek Haziran ayına kadar geciktirdiler ve böylece kamu emekçilerini mağdur ettiler. Memur konfederasyonlarıyla yapılan “toplu oyalama” süreçleri ise beklendiği gibi tam bir ortaoyunundan ibaret kaldı. Tüketim maddelerinin ateş pahası olduğu, elektrik, doğalgaz gibi zaruri ihtiyaçlara son altı ay içinde yüzde 50’ye yakın zam yapıldığı koşullarda Tayyipgiller; kamu emekçilerine 2012 yılı için % 3.5+4, 2013 yılı için ise % 3+ 3 gibi komik oranlardaki zamları reva gördü. Yapılan bu haksızlığa karşı sessiz kalmayan Kamu Emekçileri, 23 Mayıs günü Türkiye’nin dört bir tarafında bir günlük iş bırakma eylemi yaparak alanlara çıktı. Meydanları dolduran on binlerce kamu emekçisi, Tayyipgiller hükümetinin genelde tüm halkımıza, özelde ise kamu emekçilerine reva gördüğü bu zam ve zulüm düzenini protesto etti. Biz Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri de bulunduğumuz bütün bölgelerde Tayyipgiller’in bu halk düşmanı tutumlarına karşı bayrağımızı dalgalandırdık, sesimizi yükselttik. Sadaka değil, insanca yaşayacak bir ücret istiyoruz! Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri Çocukluğumu ve ilk gençliğimi içinde yaşadığım evimiz Konya’nın bir kenar semtindeydi. Şehir merkezine ve o merkezin üst kısmında bulunan ortaokula, liseye gidip gelirken toprak yollardan geçerdim. Ve yazları bu yollarda karıncalar aynı izden art arda giderek oluşturdukları zincir dizileriyle kışlık nafakalarını; ot tohumu ya da benzeri yiyecekleri taşırlardı yuvalarına. Ve ben o zincirlerin üzerine basmamak için hep dikkat gösterirdim. Bisikletliyken bile karşıya bakmam gerekirken tekerleğin önüne bakardım; bir karınca zincirinin üzerinden geçmeyeyim, onlara zarar vermeyeyim diye. Düşme tehlikesi bile atlattığım olurdu, böyle durumlarda. Ama düşmedim hiç. Evliliğimizin 40’ıncı yılını yaşıyor olduğumuz eşim ve ben örümcekleri bile asla öldürmeyiz. Onları özenle tutar, bahçeye bırakırız. Köyden şehre göçünce babam ve annem, ben ve diğer üç kardeşimin rızkını hayvancılık yaparak sağladı. Onlar da çok severlerdi hayvanları. Çok değerli, sevgili rahmetli ilkokul öğretmenim Seniha Hanım da çok severdi. Bunlar ve diğer öğretmenlerim öğretti, bize hayvan sevgisini, bitki sevgisini ve insan sevgisini… Sonra üniversiteye gidip Kur’an Mealini okuyunca, orada da yukarıda andığımız gibi, aynı yüce anlayışla karşılaştık. Ve sevindik, mutlu olduk. Geldik gidiyoruz… Her gelen de gidecek… Gelip de eskiyenler, yeni gelenler, Hepsi gider bugün yarın, birer birer; Kimselere kalmamış bu eski dünya: Kimi gitti gider, kimi geldi gider.” Ömer Hayyam Dal goncayı bir sabah açılmış buldu, Gül melteme bir masal deyip savruldu. Dünyada vefasızlığa bak; on günde, Bir gül yetişip, açıp, solup kayboldu.” (Ömer Hayyam) Biz hep bu bilinç içinde olduk. O bakımdan mal, mülk, ün, poz, makam, koltuk peşinde hiç koşmadık. Ama bir şeyi yapmaktan da hiç geri durmadık: Bu dünyada insanlar da, hayvanlar da acı çekmesinler, ezilmesinler; hep mutlu, eşit kardeşçe yaşasınlar. Havası, denizleri, gölleri, ırmakları tertemiz; dağları, ovaları yeşilliklerle dolu güzel bir dünyada yaşasınlar. Yani bu dünya cennet olsun; hem kendisi hem de içinde yaşayanlar için. Onu anlattık, onu öğrettik, onun mücadelesini verdik hep. Fakat karıncayı bile ezmekten sakınan ben, zalimler karşısında asla sessiz kalmam. Onlara, dur, ey zalim, derim. Zalimlik etme, işini efendice gör, derim. Ve zalimleri durdurmak için her şeyi göze alırım. Her bedeli, düşünmeden kabullenirim. Diyoruz ya “insanca yaşamak güç iştir” diye… Bu zorlukların yanında güzellikleri de vardır, insanca yaşamanın. Öğrencileriniz, tanıdıklarınız, dostlarınız sizi hep sayarlar, severler. Hep hatırlarlar, iyilikle yadederler. Onlarca yıl görüşmeseniz bile, sizi gönüllerinde yaşatırlar. Siz bunu bilirsiniz. Ve bu durum, çok büyük mutluluk verir insana. Yeniden davamıza dönersek: Şikâyetçinin şikâyeti üzerine Üsküdar Belediyesi Veteriner İşleri Müdürlüğünden gelen görevliler iki gelişlerinde de bizi haklı buldular. “Amca keşke herkes sizin gibi yapabilse.” dediler. Çengelköy Karakolundan ifademi almak üzere çağıran görevli memur, ben karakola gelip “Beni çağırmışsınız.” dediğimde, daha benimle hiç konuşmadan; “Hocam, ben sizi çağıracağım. Siz o zamana kadar şu karşı odada oturun.” dedi, bana. O anda ben tanımadım ama şikâyetçinin eşinin ifadesini alıyormuş. Beni “Hocam, buyur.” diyerek çağırdığında; odasında bana “oturun.” diye yer gösterdi. Boğucu bir yaz sıcağıydı. Terlemiştim. “Hocam, arkanızdaki pencereyi açalım, isterseniz; rahatlayın.” dedi. Ve odadaki genç polislerden birine “Hocama ve hepimize çay getir.” dedi. Diyeceğim, daha ben tek kelime söylemeden, şikâyetçiyi ve tanıklarını dinlemiş, olayı özünü kavramıştı. Davranışının nedeni buydu. İfademi yazmayı bitirince; “Ya Hocam, herkes yapar sizin yaptığınızı. Ben de yemek artıklarını, sokağımda hayvanlara veriyorum.” dedi. Ve beni karakolun kapısına kadar uğurladı. Geçen duruşmada karşı tarafın avukatı olarak gelen genç, sevimli, altın kalpli avukat hanım, sizin de gözlediğiniz gibi, beni dinleyince; haklılığımıza hemen kani oldu. Ve benimle bu konuda konuşmaya başladı. Siz, “Bunları dışarıda konuşun.” dediniz. Duruşma da zaten bitmişti. Bu hanım kızın dışarıda bana “Amca, siz çok iyi bir amcasınız. Ve haklı olan sizsiniz. Davanın içeriğinin böyle olduğunu bilseydim, kabul etmezdim, bu davayı.” dedi. Ve ben onu kendi öz kızıma ve sayıları pek çok manevi kızlarıma duyduğum sevgiyle kucakladım. O da beni, babasını ya da amcasını kucaklar gibi kucakladı. Demek ki, dünyada sadece zalimler var değil. İnsanlığının hakkını vererek, onun bedelini ödeyerek yaşayan insanlar da var. Ve bunlar çoğunlukta aslında. Ve sonunda insanlık kazanacak. Bundan hiç kuşkum yok. Sayın Hâkime Hanım, Kararınız ne yönde olursa olsun, onu alıp Kızılay’a fakülte hayatımdan başlayıp 65 yaşımı dolduruncaya kadar yaptığım kan bağışları karşılığında aldığım takdirname belgelerimin, rozetimin ve organ bağış kartımın yanına koyup çocuklarıma ve torunlarıma miras bırakacağım. Onların babaları ve dedeleriyle gurur duymalarını sağlayacağım… Takdir sizin… 08.05.2012 KONFERANS Nurullah ANKUT Sivil-Asker Gençliğimiz ve 27 Mayıs Politik Devrimi Konuşmacı: HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Tarih: 03 Haziran 2012 Saat: 13.00 Yer: HKP Gaziantep İl Örgütü 10 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Bolivarcı Venezüella’nın Yiğit Halkı, Yiğit Başkanı AB-D Emperyalistlerine meydan okumaya devam ediyor! Baştarafı sayfa 24’de Büyükelçi Yoldaş, Venezüella’da Bolivarcı Devrimin gerçekleştirdiği ve Venezüella Halkının insanca yaşamasını ve çalışmasını sağlayan kazanımları (misyonları) anlattığı konuşmasında, “Venezüella’yı Venezüellalılar yönetiyor, yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızı emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda değil, Venezüella halkı yararına kullanılıyor artık” sözü de salonda büyük bir coşkuyla alkışlandı. İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak da konuşmasında özetle; AB-D Emperyalistlerinin tüm dünyada olduğu gibi Venezüella’da da yaptıkları saldırılarının nedenlerini, çözüm yollarını ve Venezüella’ya sahip çıkmanın, Sosyalizme sahip çıkmak olduğunu, Venezüella’nın yiğit halkının, AB-D Emperyalistlerini ülkelerinden defederek tüm dünyaya bunun mümkün olduğunu gösterdiklerini anlattı. İl Başkanımız; Raul Yoldaş’ın “Venezüella’yı Venezüellalılar Yönetiyor” sözüne dikkat çekerek, ülkemizi 1946’dan bu yana AB-D Emperyalistlerinin yönettiğini, ülkemizin tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarının AB-D Emperyalistlerinin çıkarları doğrultusunda kullanıldığını, söyledi. Ayrıca Ortaçağcı Tayyipgiller’in, AB-D tarafından Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde kullanılarak Suriye’ye karşı nasıl savaş çığırtkanlığı yaptığını, 28 Şubat ilerici müdahalesinin intikamını nasıl aldıklarını, yine 12 Eylül’ün sözde yargılanmasına, Sahte “Sol”cu Yönetici: ABD Emperyalizminin 2002 yılında Venezüella Halkının Yiğit Başkanı Chavez’e yaptığı darbe sonucu Venezüella Halkının Ordu Gençliği’yle el ele verip, ayaklanma başlatması üzerine emperyalizmin yenilgiye uğratılmasının 10’uncu yılındayız. Venezüella’da “Cesur Halk” haftası olarak kutlanan bu hafta kapsamında, yiğit Venezüella Halkı ve yiğit Başkanı Chavez ile dayanışmak bizim için bir görevdir. Şimdi ilk konuğumuzu buraya davet ediyorum. Venezüella Büyükelçisi Raul Yoldaş… (Alkışlar… Sloganlar… Viva Chavez, Viva Venezüella…) Davamız halkın kurtuluş davasıdır diyen, İşçi Sınıfına sayısız işgal, grev ve direniş hediye eden, bulunduğu her yerde soluk almadan haksızlığa, zulme karşı mücadele eden, boyun eğmeyen Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Başkanı Avukat Tacettin Çolak’ı konuşmasını yapmak üzere buraya davet ediyoruz. (Alkışlar... Sloganlar... Yaşasın Halkların Kardeşliği… Alkışlar…) Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland Yoldaş’ın konuşması Hepinize iyi günler. Her birinize Devrimci ve Bolivarcı selamlarımı sunmak istiyorum. (Alkışlar…) Venezüella Bolivar Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Komutan Hugo Chavez Frias, Bolivarcı Devrim ve bu devrimci süreci desteklemeyi ve kucaklamayı bilmiş cesur Venezüella Halkı adına sizleri tekrar saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar…) Sözlerime başlamadan önce, bize bu şansı verdikleri ve sizlerle buluşma şansını bana tanıdıkları için Halkın Kurtuluş Partisi’ne çok teşekkür ediyorum. Bu 11 Nisan günü, Cumhurbaşkanımız Hugo Chavez Frias’a karşı düzenlenmiş olan medyatik darbenin 10’uncu yılını tamamladık. Cumhurbaşkanımız Hugo Chavez Frias, 1998 yılında oyların yüzde 57’sini alarak Cumhurbaşkanlığı görevine geçtiği andan itibaren hem içeriden hem dışarıdan birçok saldırıya maruz kaldı. Neden Chavez’e saldırılarda bulunuluyor? Çünkü onun cumhurbaşkanlığını devralmasına, üstlenmesine kadar olan zaman zarfında, Venezüella’nın artık gelenekselleşmiş partileri Copei ve Demokratik Aksiyon Partisi 5 yıllık sürelerle ve sırayla başa geçmekteydi. Neden geleneksel partiler bu kadar saldırıyor ve neden Cumhurbaşkanı Chavez’i asla affetmiyorlar? Çünkü onlar gibi geleneksel bir süreçten gelen bir politikacı değil, halkın fakir kesiminden gelen, bir insan olduğu için. Cumhurbaşkanı Chavez, görevi üstlenir üstlenmez, uzun yıllar boyunca cumhurbaşkanları tarafından, hükümetler tarafından unutulmuş olan ve maalesef sefalet içinde bu- soytarıların da nasıl alet olduklarını anlattı. Nasıl ki bundan 10 yıl önce, Venezüella’da halk, Yiğit Önderleri Hugo Chavez’in önderliğinde AB-D Emperyalistlerine meydan okuduysa, bizim de bunu başarmamızın mümkün olduğunu örnekleriyle anlattı. Coşkuyla başlayan söyleşimiz coşkuyla son buldu. Söyleşi sonunda salonda bulunan konuklar İl Başkanımızın yanına gelerek tebrik ettiler. Söyleşimiz bittikten sonra, Derleniş Yayınları ve Kurtuluş Yolu Gazetesi’nin standına geçildi. Burada Raul Yoldaş alkış ve sloganlarla karşılandı. Sorulara cevap vermeye stantta da devam eden Raul Yoldaş, aynı zamanda Bolivarcı Venezüella Cumhuriyeti Anayasası’nı imzaladı. Tüm dünya halkları örgütlenin ve örgütlü hareket edin. O zaman, sizin bu örgütlü gücünüz karşısında aslında kâğıttan kaplan olan AB-D Emperyalistlerinin yok olduğunu göreceksiniz. İşte o zaman nihai kurtuluşunuza giden yolu da örecek, kazanan siz ezilen ve sömürülen tüm dünya halkları olacaksınız. Venezüella’yla ilgili söyleşimizin bize bir kez daha gösterdiği ve bizden gerçekleştirmemizi istediği sonuç budur. Bu görevi mutlaka başaracağız! İzmir’den Kurtuluş Partililer lunan halka el uzattı. Bu halkın ne bedava eğitim hakkı, ne bedava sağlık hakkı vardı. Bütün bunlarla ilgilenmeye başladı. Ve ülkenin yüksek gelir sahibi olan işadamları bir çeşit korkuya kapıldı çünkü Cumhurbaşkanı Chavez, daha fazla ihtiyacı olanlarla gücünü paylaşmayı seçmişti. Bu darbenin oluşma süreci aslında şuna dayanmakta; petrol alanında, toprak ve balıkçılık alanları daha doğrusu başta olmak üzere kabul edilmiş 49 yasadan bahsediyorum. 09 Nisan 2002 tarihinde işçiler, daha doğrusu şöyle söyleyeyim, büyük işadamları, 24 saat sürecek bir greve çağırdılar çalışanlarını. Bu 24 saatlik sürecin ardından bir 24 saat daha uzatılarak grev 48 saate çıkarıldı. Ve ardından grev süresi belirsiz bir şekilde uzatıldı. Ve 2 gün sonra, 11 Nisan tarihinde muhalefet bütün bakışlarını ülkenin petrol şirketi olan PDVSA’ya çevirmişti. PDVSA’da başlatılan grev aslında Caracas’ta 2 nokta arasında başlatılmıştı. Bir yürüyüş düzenlendi. Bu yürüyüş sırasında, bu iki nokta arasında yapılması planlanan yürüyüş, muhalefetin kışkırtmalarıyla birlikte çok fazla bir volüm kazandı ve yürüyen kişiler, Miraflores Sarayı’na kadar gitmeleri konusunda kışkırtıldı. Bu yürüyen kalabalık Miraflores Sarayı’na ulaştığı zaman, o anda Miraflores Başkanlık Sarayı’nın etrafında bulunmakta olan Chavez yandaşlarıyla karşılaştıkları vakit bir çatışma çıktı ve o zaman ilk ölümler gerçekleşti maalesef. Şöyle bir şey yaşandı: muhalifler Miraflores Sarayı’na çok yakın bir yerde kendi adamlarını konuşlandırdılar, demin de söyledim, ateş etmeleri için. Elbette ki şöyle bir izlenim verilecekti; muhalif kesim Miraflores Başkanlık Sarayı’na yürüdü, Chavez’in yandaşları onlara ateş açmaya başladı… Bu esnada Cumhurbaşkanı Chavez’in bir konuşması televizyon kanalında yayımlanmaya başladı ve kendisi konuşurken bir anda ekran ikiye bölündü, bir tarafta Cumhurbaşkanı Chavez konuşurken, ekranın diğer tarafındaysa yaşanmakta olan olaylar gösteriliyordu. Venezüella silahlı kuvvetleri üst düzey yetkilileri ise bu durum karşısında Cumhurbaşkanı Chavez’in istifasını istediler ve daha sonrasında kabul edilmemesi durumunda, kendisini teslim almak için saraya gideceklerini söylediler. Cumhurbaşkanı Chavez, silahlı kuvvetlerde görev yapan bu üst düzey yetkililerine teslim olmayı kabul etti. Çünkü kendisi daha fazla kan akıtılmasını, ülkenin çalışanlarını, polis teşkilatının ve askerlerinin halka daha fazla eziyet etmemesi, daha fazla kan akıtmaması için teslim olmaya karar verdi. Ve ben bu olaylar yaşanırken büyük bir tesadüf eseri Dışişleri Bakanlığında bulunuyordum. İnanın o an sokaklara bakarken, sokakta yaşamanın, o an için hayatta kalmanın ne kadar zor olduğunu düşünmüştüm. Cumhurbaşkanı Chavez teslim olduktan sonra bir askeri üsse, Fuerte Tuina’da bulunan bir askeri üsse sevk edildi, götürüldü. Kendisi hiçbir şekilde bizlere, halka ulaşamadı. Yani halk ve cumhurbaşkanı arasında herhangi bir iletişim kalmamıştı tam üç günlük süre boyunca. Bu süreçler yaşanırken, şu an Venezüella Bolivar Cumhuriyeti’nin Portekiz Büyükelçisi olan zamanın generali, Lucas Rincón Ro- mero ismindeki general televizyona çıkıp Cumhurbaşkanı Chavez’in görevinden istifa ettiğini ve kendisinin bu istifayı kabul ettiğini açıkladı. Yalnız bütün bu olayların daha sonradan aslında bir yalan olduğu, yani Başkan Chavez’in istifa etmeyi reddettiği ortaya çıktı. Tabii ki Lucas Rincón Romero’nun istifa bana geldi, kabul ettim demesinin iyi sebepleri vardı. Yani o an halkın içerisinde bulunmuş olduğu durumu sakinleştirmek, halkı yatıştırmak içindi bütün çabası. Ve böylelikle hem yurt içinde hem yurt dışında Cumhurbaşkanı Chavez’in gerçekten istifa ettiği konuşulmaya başlandı. Cumhurbaşkanı Chavez, az önce de söylediğim gibi, Fuerte Tuina kışlasında tutulurken, son derece sadık bir asker kendisine gidip şöyle söyler: Cumhurbaşkanım ne yapabilirim? Size nasıl yardım edebilirim? Ve Cumhurbaşkanı ona der ki: bana bir kâğıt ve kalem getir. Cumhurbaşkanı Chavez, kendi el yazısıyla kâğıdın üzerine şöyle yazar: “Halkın bana bahşetmiş olduğu meşru görevimden istifa etmedim.” Kâğıdı buruşturur ve çöpe atar. Ve bu asker elbette ki biliyordu Cumhurbaşkanı’nın böyle bir şey yapacağını, bunu bir yerlere sıkıştıracağını. Cumhurbaşkanı oradan, odasından, çıktıktan sonra asker içeri girdi, çöp kutusundaki kâğıdı aldı ve tüm Venezüella’ya bu kâğıdı fakslamaya başladı. Ve bütün bunlar olurken elbette ki Caracas’da halkın direnişi asla ve asla durmadı. 48 saat boyunca halk evlerine girmedi. Sokaklarda cumhurbaşkanlarını istediklerini haykırdılar, gösteriler düzenlediler. Bu olaylar yaşanırken bir taraftan da Cumhurbaşkanı Chavez’in kızlarından bir tanesi Küba’ya yolculuk etti ve havaalanında Fidel Castro’yla görüştü. Ve kendisine, Fidel Castro’ya, babasının hiçbir şekilde görevinden istifa etmediği bilgisini verdi. Böylelikle yurt içinde olan baskının yanı sıra artık Küba’dan da Cumhurbaşkanının geri dönmesi yönünde bir baskı oluşmaya başlamıştı. Bu 12 Nisan yani darbenin gerçekleşmesinin hemen ertesi olan 12 Nisan 2002 tarihindeyse yeni cumhurbaşkanı olacak olan Pedro Carmona’nın yemini gerçekleşti. Pedro Carmona yeminini ettikten hemen sonra görevinin ilk dakikalarında gerçekleşmesi uzun yıllar sürmüş olan şeyleri değiştirdi Venezüella’da. Örneğin ülkenin ismi, Venezüella Bolivar Cumhuriyeti iken Bolivar’ı kaldırarak tekrar ülkenin ismini Venezüella Cumhuriyeti olarak değiştirdi. Meclisi tamamen fesh etti. Cumhuriyet başsavcısını, ülkenin üst düzey görevlilerini, büyükelçileri, başkonsolosların hepsini görevden aldı. O gün, biz devrimci Venezüellalılar için, muhalefetin bize duymuş olduğu nefretin, kinin bir göstergesiydi. Bu yüzden diyoruz ki, asla bir daha ülke başına geçemeyecekler. Çünkü o üç beş dakikalık dönemde, gücü ele geçirdikleri o üç beş dakikalık anda bile ne olduklarını, gerçek yüzlerini bütün halka gösterdiler. Cumhurbaşkanı Chavez, görev yaptığı süre boyunca halka olan yardımlarıyla ve oluşturmuş olduğu sosyal misyonlarla tanınmaktaydı. Cumhurbaşkanı Chavez, uzun yıllar sonra Venezüella Halkına saygı gösteren bir cumhurbaşkanı olmuştur. Der ki: Venezüella’da Venezüellalılar hükmeder, Venezüellalılar yönetir. e Amerika Birleşik Devletler’i ne de Avrupa Birliği bu ülkeyi yönetemez! (Alkışlar…) Bu olayın bir ertesi günü yani 13 Nisan 2002’de halk hâlâ sokaktaydı. “Biz diktatör Carmona’yı istemeyiz, Chavez’i isteriz, Chavezi isteriz” şeklinde bağırmaya, sokaklarda haykırmaya devam ettiler. Bu arada şunu ilave etmek istiyorum, Pedro Carmona cumhurbaşkanı olarak geldi fakat saray muhafızlarında herhangi bir değişiklik yapmadı. Yani saray muhafızları Cumhurbaşkanı Chavez’in zamanındaki aynı kişilerdi. Ve Aragua Paraşütçüler Birliği’ne mensup bu kimseler Raul Baudel önderliğinde Cumhurbaşkanını geri getirmek için organize olmaya başladılar. Ve muhalefet bütün bu durumdan elbette ki daha fazla yararlanmak istedi, Hükümetteki bütün bakanları, üst düzey yetkilileri evlerinden dayakla aldılar, çıkartmaya çalıştılar. Söylediğim bu olaylarda, sokakta artık baskı, daha doğrusu sokaktaki enerji gitgide artmaya devam etti. Yalnızca Caracas Halkı değil aynı zamanda ülkenin diğer kesimlerinden gelen dayanışmacı devrimle dayanışma içerisinde olan kimseler Caracas’daki gösterilere destek verdiler. Ve elbette ki oluşan izlenim, askerler cumhurbaşkanını geri getirmediği sürece bu eylemlerin devam edeceğiydi. Aynı zamanda bu olaylar gerçekleşirken bir vali, Henrique Capriles ismindeki bir vali, Venezüella’daki Küba Büyükelçiliğinin tahliyesi konusunda adımlar atmaya başladı. Venezüella’nın bu muhalif kesimi, Cumhurbaşkanı Chavez’le dayanışma içerisinde olduğu için Küba’ya ve Küba Halkına büyük bir nefret besliyordu. Bu sebepten Küba Büyükelçiliğinin bulunmuş olduğu sokağı kapattılar. Muhalif kesim, Küba Büyükelçiliğinin sokakta bulunan bütün araçlarını yaktırdı bu Valinin izniyle. Sularını kestiler büyükelçiliğin, elektriğini kestiler. Herhangi bir gıda giriş çıkışını engellediler. Ve bütün bunları tek bir amaçla yapıyorlardı: muhalif kesim zannediyordu ki, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Diosdado Cabello Küba Büyükelçiliğine sığınmıştı, onun kendisinin içeride olduğunu düşünüyorlardı. Bu bütün olayların emrini veren, bahsetmiş olduğum belediye başkanı, şu an hali hazırda Venezüella’nın çok önemli eyaletlerinden bir tanesi olan Miranda eyaletinin valisidir. Aynı zamanda bu yılın 7 Ekim’inde gerçekleştirilecek olan Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde de Cumhurbaşkanı Chavez’e karşısındaki muhalif liderdir. Kendisi Cumhurbaşkanı Chavez’in karşısında yarışacak. 13’ünü 14’üne bağlayan sabah saatlerinde, daha doğrusu gece saatlerinde, Cumhurbaşkanı Chavez Orchila Adası’nda bir deniz üssünde tutulmaktaydı. Ve serbest bırakıldı geri getirilmek üzere. Orchila Adası’nda bulunan bu Venezüella deniz üssünde, N kuyruk numaralı bir uçak bekliyordu. N kuyruk numaralı yani Amerika Birleşik Devletleri’ne ait bir uçak Cumhurbaşkanı Chavez’i Venezüella’dan çıkarmak için hâlihazırda bekletiliyordu. Üst düzey yetkililer, görevliler, bir helikopterle birlikte Orchila Adası’nda buluna bu deniz üssüne ulaştılar, serbest bırakıldıktan sonra Cumhurbaşkanı Chavez’i helikopterle yurda döndürmek için, yurda getirmek için. Biz geçen haftayı, daha doğrusu içinde bulunduğumuz haftayı, 11-13 Nisan tarihlerini, “Cesur Venezüella Halkı Haftası” olarak kutluyoruz. Çünkü bu bahsetmiş olduğum olaylardan anladığınız gibi, bir halk ve asker bütünleşmesi yaşanmıştır bu olaylar sürecinde. Venezüella’da bulunan muhalefet, Cumhurbaşkanı Chavez’e karşı medyatik bir savaş başlatmışlardı aslında. Çünkü basın Venezüella’da çok çok güçlü. Fakat bunu başaramadılar çünkü Cumhurbaşkanı Chavez, Venezüella Halkının yüreğinde yeni umutların oluşacağına dair tohumları çoktan serpmişti. Günümüzde Venezüella’da katılımcı bir demokrasi örneği bulunmakta. Demokrasi, halkın yararına kullanılmakta. Bu yüzden biz deriz ki; Venezüella’yı Venezüellalı yönetir. Şimdi halkın Cumhurbaşkanı Chavez’e karşı duymuş olduğu sevgiyi daha iyi anlayabilmeniz için bir örnek vermek istiyorum. 2004 yılında Bolivarcı Anayasa’da bulunduğu üzere, cumhurbaşkanın görevi ile ilgili olarak bir güvenoyu referandumuna gidilmesi kararı alındı halkın çoğunun oyuyla. Geri kalan 3 yılını tamamlayıp tamamlamayacağını belirleyen referandumu. Muhalefetin beklediğinin aksine Cumhurbaşkanı Chavez bu güvenoyu referandumunu kaybetmedi. Aksine kazanarak daha güçlü bir şekilde geri döndü mücadele alanına. Cumhurbaşkanı Chavez’den önceki dönemlerde, cumhurbaşkanları halkı yalnızca kendilerine oy vermeleri zamanı geldiğinde hatırlardı. Birçok öğrenci, birçok genç liseden mezun olduktan sonra paraları, mali durumları el vermediği için üniversite öğrenimi göremiyorlardı Cumhurbaşkanı Chavez’den önce. Kendisinin görevi devralmasından sonra şu an neredeyse her eyalette Bolivarcı Üniversiteler kuruldu. Herhangi bir harç talep etmeksizin öğrenciler burada öğrenim görebiliyorlar. Aynı zamanda, kimi mali sebeplerden, yaşça büyük fakat üniversiteyi bitirememiş, eğitim öğretimini tamamlayamamış yaşça büyük kimselerin de yeniden üniversitelere girip öğrenimlerini tamamlama şansı verildi. Günümüzde Venezüella’da 40’tan fazla misyon bulunmakta. Bunlardan ilk aklıma gelen örneğin; büyük sevgi ya da büyük aşk olarak benim çevirebileceğim bir misyon. Hayatı boyunca herhangi bir şekilde yaşça büyük ve emekli maaşı almamış kimselere şu an maaş tahsil edilmekte Venezüella’da. Diğer bir misyon da şu an söyleyebileceğim; Venezüella Büyük Konut Misyonu. Önümüzdeki 7 yıl içerisinde 2 milyon evin inşası ön görülmekte bu misyonla. Ve hâlihazırda bizim bilgimiz dâhilinde, bu Venezüella Büyük Konut Misyonu’nda yer alacak, bu misyona destek verecek 800 kişilik bir Türk kafilesi bulunmakta. Bu 800 kişinin içerisinde işadamından mühendislere, çalışacak kimselere kadar geniş bir yelpaze var. Şu an Venezüella’da kazanılmış olan şey Venezüella Halkının kendisine duymuş olduğu güven ve saygınlıktır. Artık Yankilerin etkisini üzerimizden çekip kopardık. Burada sizlere, bizim için çok çok önemli olan, içerisinde bulunduğumuz Cesur Venezüella Haftası ile ilgili olarak tarihte yaşanmış olan, bizi bu sürece getirmiş olan olayları kısaca özetlemeye çalıştım. Ve sözü Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Başkanı’na bırakmak istiyorum. Halkın Kurtuluş Partisi, her zaman, kelimenin her anlamıyla bizimle işbirliği içerisinde olmuştur. Kendilerine sözü bırakıyorum ve sorusu olan, bir şeyler sormak, danışmak isteyen var ise bu konuşmalardan sonra memnuniyetle cevap vereceğim. Son olarak şunu söylemek istiyorum: Venezüella’ya hem ülkemiz içerisinde hem ülkemizin dışında uluslararası basında çok fazla saldırılmakta. İnanılmaz bir medyatik kampanya sürdürülüyor. Ben elbette ki size, bu benim söylediğim her şeye gözü kapalı inanın demiyorum. Lütfen araştırın, öğrenmeye çalışın, ne imiş ne değilmiş sadece benden duyduğunuzla kalmayın. Ama unutmayın ki bu kadar yansıtıldığı gibi kötü bir durum yok Venezüella’da. Unutmayın ki Venezüella büyük bir ülke. Latin Amerika çok büyük bir kıta. Her zaman müttefik olabiliriz. Her zaman kardeşçe ilişkilerimiz olabilir. Duyduğunuz her şeyi eğer süzerek aklınızda tutarsanız ben çok mutlu olacağım. Çok çok teşekkür ediyorum hepinize. (Alkışlar…) Yönetici: Biz de size çok teşekkür ediyoruz. Viva Chavez, Viva Venezüella diyoruz. Şimdi sözü, Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü Başkanı Avukat Tacettin Çolak’a bırakıyorum. 11 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Halkın Kurtuluş Partisi MK Üyesi İzmir İl Başkanı Tacettin Çolak Yoldaş’ın konuşması Saygıdeğer konuklar, Sayın Büyükelçi çok önemli bir şeyin altını çizdi. Bizde olmayan önemli bir noktanın altını çizdi. Dedi ki, Chavez’in parolası, “Venezüella’yı Venezüellalılar yönetecek. ABD Emperyalistleri değil”. Gerçekten işte tam da bu noktada, belki sayın konukların arasında kafasına şu soru takılan olabilir, ülkenin o kadar yoğun gündeminde tâ bir Latin Amerika ülkesiyle ilgili nedir bu konu? şeklinde. Ama Latin Amerika’dan, Chavez’den, Fidel’den, Küba’dan bu ülkenin, bu halkın öğreneceği çok şey var. Bu ülkenin, bu halkın, bu ülkelerle, Latin Amerika’daki devrimci rüzgârlarla dayanışmasını gerektireceği çok şey var. Onun için gündem bu. Peki, Türkiye’yi kimler yönetiyor, arkadaşlar? Bizim ilk Genel Başkanımız Hikmet Kıvılcımlı’nın bir sözü var: “Türkiye’yi 1800’lerden beri Türkler yönetmiyor” diye. Biz bunu 1800’lerden almayalım, 1946’dan bu yana alırsak, arkadaşlar, gerçekten, yani İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki uluslararası emperyalizmin İngiliz hegemonyasını saymazsak, 45’den sonraki ağababaları Amerika’nın güdümüne nasıl girdiğimizi, zamanımız dar olmasa, sayısız örnekleriyle açıklayabiliriz. Yakın süreçte yaşadığımız, içinde yaşadığımız süreçten bir örnek vereyim. Dün çıktı gazetelerde. Melih Aşık yazıyor, arkadaşlar, biliyorsunuz Malatya-Küreciğe NATO Kalkanı konuşlandırdılar. Belki hepimiz NATO’nun bu kalkanına karşı tepki duyduk, eylemler yaptık. Ama gerçekte neymiş bakın, arkadaşlar. Uzatmayacağım, okumayacağım. Radikal Gazetesi’nden bir gazeteci, Ezgi Başaran, ABD Savunma Bakanlığına başvuruyor. Bu füze kalkanının bulunduğu yeri ziyaret etmek istiyorum, diyor. Bizim ülkemizde Dışişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı izin vermiyor. Buraya girmek istiyorum. Size soruyorum, diyor. Aynen verdikleri cevap: “Sayın Başaran. Amerikan Ordusuna olan ilginizden dolayı öncelikle teşekkür ederim. Maalesef sözünü ettiğiniz bölgeye ziyaretçi kabul edemiyoruz. İleride bu konudaki politikamız değişirse diye talebinizi bir dosyada bekleteceğim.” Peki, bizi yönetenler, Ortaçağcı güçler, Tayyipgiller nasıl yutturuyorlar? Biz NATO üyesi bir ülkeyiz, NATO savunma paktıdır, biz bu konuda yükümlülüklerimizi yerine getirmek zorundayız. Oysa gerçeklik ne, arkadaşlar? Peki, Türkiye’yi kim yönetiyor o zaman? Türkler yönetmiyor, hele hele başımızdaki Tayyipgiller hiç yönetmiyor. Dünyayı da, arkadaşlar, ezilen ülkelerin, geri ülkelerin halkları, onların seçimlerle belirledikleri yöneticileri yönetmiyor. ABD Emperyalizmi, 1945’ten bu yana Para-Ordu ve Casus gücüyle dünyaya hükmediyor. Bizzat Amerikan yani CIA görevlilerinin verdiği bilgidir, dünyanın bütün ülkelerindeki ABD Büyükelçiliklerindeki görev yapan insanların yüzde 75’i CIA ajanı, arkadaşlar. Ve bu CIA ajanları eliyle provokasyonlar tertipliyor, katliamlar yaptırıyor, halkı canından bezer hale getiriyor (bizim ülkemizde 32 yıl önce yaşandığı gibi) ve halkın cellâdına kurtarıcı olarak yapışmasına, sarılmasına neden oluyor. Ve bu işte CIA’yı kullanıyor. Sayın büyükelçi anlattı, Venezüella’da biraz farklı davranıyor. Özellikle son süreçlerde tabiî, bu farklılık başka ülkelerde de yansıyor, klasik anlamda bir müdahale, darbe yöntemlerine girmiyor ABD Emperyalistleri. Ne yapıyor? Bizim ülkemizde de maalesef benimsendiği şekliyle, adına “Sivil Toplum Örgütleri” dedikleri, bizim “Sivil Örümcekler” dediğimiz güçleri parayla satın alıyor. CIA, bu kurumlara nüfuz etmek için değişik örgütler kuruyor. Adına da “Demokrasi İçin Ulusal Yardım Kurumu”, diyor, “Uluslararası Gelişim Ajansı”, diyor, “Uluslararası Cumhuriyetler Enstitüsü”, diyor, diyor… Yani demokrasi, insan hakları, eşitlik, adalet sanki bu örgütler eliyle gelecekmiş gibi, ülke içerisindeki yerli satılmışlar cephesinin, hainler cephesinin de bir üyesi haline getiriyor bu kurumları. Ve halkının her geçen gün ilgisini, her geçen gün desteğini alan Chavez gibi halkçı, devrimci bir önderden kurtulmak istiyor. Başkan Chavez’in yaptıklarını Sayın Büyükelçi özetleyerek anlattı. (Hani Venezüella Bolivar Cumhuriyeti diye ülkenin adını da böyle değiştiriyor Başkan Chavez.) Biz aramızdaki sıcak ilişkiden dolayı o misyonların hemen hepsini biliriz, Sayın Büyükelçi sadece birkaç tanesini söyledi. Ve bu söyledikleri de (ki bunları çoğalta da biliriz) sosyalizmin görevleri. Fidel de; “sizin orada Bolivarcılık dediğiniz uygulamalara biz sosyalizm diyoruz.” diyor. Gerçekten onlarla kaderimiz, onlarla ortaklığımız çok fazla. Şimdi, arkadaşlar, bizim ülkemizde ne oluyor? Bizi yönetenler, Başbakan Tayyip, geçtiğimiz günlerde Kore’ye gidiyor ve … nükleer zirvesine katılıyor. E bizim şu anda bir nükleer santralimiz yok. Nükleer silah elde etme gibi bir planımız, programımız da yok. Ne işi var bunun orada? Ve dikkat edersek, ondan sonra da, dönüşte de Suriye’ye yönelik, İran’a yönelik efelenmeleri ortaya çıktı. Ondan öncekiler de vardı ama Obama’dan almış olduğu talimatlar doğrultusunda bu sataşmaların boyutunu iyice arttırmaya başladı. ABD bizden ne istiyor, arkadaşlar? ABD, o başta söylediğim Para-Ordu-Casus gücüyle dünyanın geri ülkelerine nüfuz ettiği yöntemlerden bir tanesini, Ordu gücünü biliyorsunuz Irak’ta hayata geçirdi. Afganistan’da hayata geçirdi. Ama orada bataklığa saplandı. Her zaman istedikleri gibi yürümüyor işler. Irak Halkı, ABD’nin de yenilebilecek olduğunu milyonlarca şehit verme pahasına göstermiş oldu dünya halklarına. İşte buradan çıkardığı dersle Suriye’ye askercil bir müdahaleyi göze alamıyor. O zaman ne yapıyor, arkadaşlarım? Daha önceden satın aldığı, daha önceden iktidara getirmiş olduğu güçleri, bizim yerli satılmışları, tetikçi olarak kullanıyor. Ve gerçekten bunlar da bizim öyle hayal hanemizden söylediğimiz şeyler değil. Bakın geçtiğimiz seçimlerde Haziran seçimlerinde, birçok arkadaşımız okumuştur basından, Tansu Çiller (hani biliyorsunuz yeni soruşturma açtılar, operasyon yapıyorlar, 28 Şubat’taki iktidarın ortağı Tansu Çiller), Haziran seçimlerinden önce Demokrat Parti’nin başına getirilecekti. Basında yazıldı çizildi bu, arkadaşlar. Ama Tansu Çiller de, Tayyip’den daha fazla (biliyorsunuz Amerikan vatandaşlığı da var) Amerikan uşağı ve onların emir eri olduğu için, acele etmiyorum, bununla ilgili araştırma yapılıyor değerli arkadaşlar. Daha geçtiğimiz günlerde bunu bir gazeteci 20 Şubat 2012 tarihinde yazdı, bazı arkadaşlarımız okumuş olabilir. Aktartan da Hasan Ekinci. Hasan Ekinci’de o dönem ki Doğru Yol Partisi’nin geçmişte Demirel’in en yakın adamlarından, Orman Bakanlığı yapmış falan deneyimli bir siyasetçi. Tansu Çiller bu teklif kendine gelince, Hillary Clinton’la görüşme yapıyor. Anlatıyor böyle bir teklif var, ne dersiniz? Oradan izin alacak, arkadaşlar. Aynen şu an Amerikan Dışişleri Bakanının söyledikleri değerli arkadaşlar: “Tayyip Erdoğan’ın bize verdiği sözler var. Önümüzdeki günlerde bu sözlerini yerine getirmesini isteyeceğiz. Dolayısıyla ABD olarak Erdoğan’ın bir dönem daha Başbakan olarak kalmasını arzu ediyoruz.” Böyle olunca da tabiî Tansu Çiller Demokrat Parti’nin başına gelmekten vazgeçiyor. İşte bizim hep söylediğimiz, Türkiye’yi Türklerin yönetmediğinin çok yakın geçmişteki bir örneği, arkadaşlar. Şimdi CIA, gerçekten artık eskisi gibi elini taşın altına sokmuyor. Yani geri ülkelerde bu tür iktidarlar bahşettiği kişileri iktidara getiriyor, istediği zaman da iktidardan indirmesini biliyor. Bugünkü Cumhuriyet Gazetesi’nde yine çok dikkat çekici bir haber var, arkadaşlar. Öylesine pervasızca bizimkiler halklar arası düşmanlığı körüklüyorlar ki, yani CIA’nın bizzat kendisi bile böyle girişimleri biraz daha usturuplu yapar, Mustafa Kemal Erdemol, Hatay’da, Yayladağ’daki “sığınmacılar” diyorlar ama onlar orada provokatör olarak tutuluyor, onlarla bir röportaj yapıyor. Yayladağ, Suriye sınırına sıfır noktada. Uluslararası kurallara göre de, uluslararası hukuka göre de bu tür sığınmacıların sınırın sıfır noktasında tutulması dahi doğru değil, arkadaşlar. Bilerek yapılıyor ve oradaki röportajda adam hiç saklamıyor. Biraz yorgunmuş filan… Niye yorgunmuş? Şimdi Suriye’den geliyorum, diyor. İçeriye giriyoruz, eylemler yapıyoruz, işimizi bitiriyoruz geri dönüyoruz, biraz dinleniyoruz. Teçhizatlanıyoruz tekrar Suriye’ye gireceğiz, şeklinde açıklamalar yapıyor. Şimdi bu durumda, daha dün yine gazetelerde okuduk ya da televizyonlarda izledik, arkadaşlar, Ateşkese Suriye Devleti uyuyor ama bilinçli bir şekilde bir çarpıtmayla; “her ne kadar uyuyoruz sözünü verdiyse de çatışmalar kesilmedi” şeklinde yalan haberlerle bizim kafalarımız bombardımana tutuluyor. Oysa en meşru, en demokratik bir hak değil mi sınırdan sızmalara karşı ülkenin kendi egemenlik hakkını kullanması? Bundan daha doğal bir şey olabilir mi, arkadaşlar? Bize yansıtıldığından çok farklı durum var oysa. Ve bizimkilerin bu kadar Suriye karşıtı kesilmeleri (geçmişte hep biliyoruz, tekrarlamaya gerek yok, ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yapacak kadar yakınlaştıkları bir ülkeyle), bir anda düşman oluvermeleri de babalarının hayrına değil. Dolayısıyla CIA’nın Suriye’de, Ortadoğu’da, ülkemizde uygulamaya koyduğu planlarının aşağı yukarı hemen hemen hepsi, Chavez’in ülkesinde, Venezüella’da da yaşanıyor, arkadaşlar. Tarihini biliyoruz, bakın Venezüella’daki 11 Nisan Darbesi’nden CIA, dolayısıyla ABD, daha 6 Nisan’da haberdar. 11 Nisan’da darbe olacağını biliyor. Ve 10 Nisan günü, CNN muhabiri Otto Neustald isimli bir muhabiri, 1 gün sonraki darbede, darbe aşamasında yapılması gereken yayınların kaydını yapmak üzere yanlarına çağırıyorlar. Ve darbe başarısızlığa uğrayınca, aynı muhabir bir üniversitede, 2 Yüzyıl Üniversitesinde, “Kriz Dönemlerinde Gazetecilik” adlı bir konferansta bu itirafını yapıyor. “İnsanlar ölecek. 10-12 kişi ölecek. Saraya inilecek, şunlar şunlar olacak şeklinde dikte ettirilen şeylerin kaydını biz aldık ve bunun yayınına başladık” diyor. Aynı şeyler Suriye’de olmuyor mu, arkadaşlar? Suriye’de biliyorsunuz, yine aynı CNN muhabirleri, El Cezire muhabirleri, bizzat dikte ettirilen haberleri vermiyorlar mı? Aralarından bir iki tane de namuslusu çıkıyor, istifa ediyorlar. Diyorlar ki, artık bomba patlıyor onlardan öğreniyoruz. Bizim ülkemizdeki 2 tane ajan, gazeteci kisvesinde olan 2 tane ajan, bakın hâlâ Suriye yetkililerinin elinde. Geçen gün Suriyeli bir enformasyon müdürünün açıklamasını dinledim, ona da soruluyor: “Biz diyor yasal yollardan ülkeye giren gazeteci, turist ya da gözlemci, kim olursa olsun güvenliğinden devlet olarak sorumluyuz. Ama yasa dışı yollardan girenler artık bizim hukuk sistemimizdeki cezaya çarptırılacaklar. Bunun için bir şey yapamayız”, diyor. Gerçekten böyle olması da gerekiyor. Bu kararlılıkta da olması gerekiyor Suriye’nin. Ve gerçekten de aynı yöntemler değil mi, arkadaşlar? Geçtiğimiz aylarda DİSK’in Genel Başkan Yardımcısı, Nakliyatın-İş Sendikası’nın Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu Yoldaş’ımız, sendikacı arkadaşımız, DİSK heyeti olarak İşçi Konfederasyonlarının davetlisi olarak Suriye’ye gittiler. Gözlemlerini anlattı. Yayın organımızda da yayımladık bunları. Yani abartıldığı gibi büyük çatışmaların olmadığını söylüyor. Ve tersine, şu anki iktidarın savunucularının da binlerce, on binlerce, yüz binlerce kişilik kitlesel gösterilerinin de sık sık yaşandığını söylüyor. Ama biz tam tersini öğreniyoruz. Çok çarpıcı olması bakımından unutamadığım yine bir anı var. Kendisi, o da Ortaçağcı bir anlayışa sahip bir insan, Erbakan’ın yakın adamlarından Oğuzhan Asiltürk’ün konuyla ilgili bir açık oturumdaki görüşünü dinledim. Onlar da bir heyet olarak gitmişler, Şam’da mı, Halep’te mi bir yerde görüşmeler yapıyorlar ve kendi heyetleriyle birlikte götürdükleri gazetecilerden bir tanesi haber geçiyor şu anda çatışmalar var, diyor. Çatışmalar yaşanıyor filan diyerek, olayı dramatize ederek anlatıyor. “O anda”, diyor Oğuzhan Asiltürk, bunu anlatıyor; “kızım niye böyle bir açıklama yapıyorsun? Normal bir açıklama yapıyoruz. Burada bir çatışma falan yok. Niye böyle yapıyorsun? dedim. Anında müdahale ettim” diyor. “Üstadım bizden böyle haber istiyorlar. Ben mecburum böyle haber geçmeye” diyor. Dolayısıyla, arkadaşlar, CIA olayları dünya halklarının böyle görmesini istediği için basını da istediği gibi yönlendiriyor. Bunun da maddi bir zemini var. CIA bakın neler yapıyor? Bu da yine bir Amerikalı. Jim Keith isimli bir Amerikalı. O da 50’li yaşlarda öldürülüyor. Muhtemelen CIA tarafından öldürülüyor. “CIA’dan Medyaya Kitlelerin Kontrolü” başlıklı bir kitap yayımlıyor. Bakın CIA’nın kitlelerin zihinlerini nelerle kontrol ettiğini, aynen yaşadıklarımız, birer birer formüle etmiş. Birincisi; doğru bilgileri gizliyor. Anlattık, Venezüella’da da aynısı oluyor. Chavez istifa etti, diyorlar. Hayır, Chavez is- tifa etmedi sadece ve sadece daha fazla kan dökülmesine neden olmamak için teslim oluyor. Ama Chavez şundan emin, ordunun içerisinden çıkmış bir komutan ve kendine bağlı güçlerin varlığından emin. Nitekim de zaten saraya bağlı yani Başkanlık Sarayına bağlı muhafızlar onu tekrar koltuğuna oturtuyor. İkincisi; yalan haber üretir diyor, arkadaşlar. Bizzat Amerikalı, CIA’nın çalışma dönemini anlatıyor. Çok önemsiz olayları çok önemliymiş gibi abartarak, bunları öne geçirerek kitlelere sunuyor. Bunların dışında işte artık insanların kafadan gayrimüsallah hale getirilmesi açısından da eğlence, spor ve din afyonuyla uyutmaya yönelik girişimlerinin olduğunu söyler. Gerçekten ülkemizde de bunların binbir türlüsünü hâlâ yaşıyoruz. Güncel olması bakımından bir örnek daha sunmak istiyorum. Biliyorsunuz “28 Şubat Operasyonu” başlatıldı birkaç gün önce. Öğlene doğru izlediğim haberlerde de 9 kişinin tutuklandığı söylendi. Şimdi biz sosyalistler, devrimciler herhangi bir hareketin nereden geldiğine, kimler tarafından ortaya konulduğuna değil de ezilen sınıflar, ezilen halklar açısından hangi sonuçlar doğurduğuna, neler getirdiğine bakmak durumundayız. Ve özellikle bu son operasyon döneminde, basında bir sürü açık oturumlar oldu. Onlarda beyin yıkama yöntemlerinden bir tanesi ortaya çıktı biliyorsunuz. Şöyle bir bakıyorum, cesaretle 28 Şubat’ı savunanı ben görmedim, arkadaşlar. Yandan çarklı, efendim ordudan gelmemesi gerekir de şudur budur falan… Ali Sirmen’e üzüldüm. Karşısında Mehmet Baransu gibi bir CIA uşağı Fethullahçı alçak, namussuzun karşısında korkarak, sinerek görüşlerini anlatıyor. Ben buna üzüldüm gerçekten. Daha iki gün önce Habertürk’te izledim. Şu anda demokratik, laik hukuk devleti değil mi bu ülke? Anayasamızda bu yazıyor. Şu anda maalesef Laiklik ilkesini savunmak cesaret istiyor. Ve bazı yazarçizerlerimiz, aydınlarımız bu laiklik ilkesine sonunu düşündüğü için, kendi sonunu düşündüğü için sahip çıkamıyor. Ve günümüzde bakın “İrtica ile Eylem Planı” diye bir dava başlattılar. “Ergenekon davası” dosyalarının içerisine dahil ettiler. Yani irtica ile mücadele etmek suç oldu. 28 Şubat kararları burada var, hepsini tek tek okumaya hiç gerek yok. Ama bunların hemen hemen yüzde 90’ı, arkadaşlar, toplumun Ortaçağın karanlığına götürülmesine karşı alınması gereken önlemler dizisi. “8 Yıllık Kesintisiz Eğitim”den bu ülkenin insanı ne zarar gördü? Gericilerin o Kur’an kurslarında, camilerde, imam hatiplerde yaptıkları, küçücük beyinleri, o küçücük yaşlarda yıkadıkları dönemleri biz iyi biliyoruz. Onlara karşı zaten o zamandan bu zamana yeterli önlemler alınmadığı için iş bu noktalara geldi. Gerçekten alındı mı? Hayır. 28 Şubat kararlarının esprisi bu. Ve bunun altına imza atan kendileri. Niye imza attınız? Ama, arkadaşlar, 15 yıl sonra koşullar olgunlaştı. E tabiî işte Amerika’ya tetikçilik yapmaları konusunda oradan aldıkları emri yerine getirmeleri açısından da, bu tür öteledikleri, geride bıraktıkları operasyonları yeniden gündeme sokmaları gerekiyordu. Bakın 28 Şubat’ın kahramanlarından Müslüm Gündüz Malatya’da artık şimdi yürüyüşler yapıyor. Ama bu haberde diyor ki “Hiçbir istisnası yok. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiçbir istisna koymadan söylüyorum ilk defa bu memleket laik olmayan bir hükümetle tanışıyor.” Müslüm Gündüz bunu diyor ama gelmiş geçmiş bütün hükümetler içerisinde en hain, en halk düşmanı hükümet de bu hükümet bizim açımızdan. Biz de bunu diyoruz. (Alkışlar…) Kimse şunu demiyor; yazık, zavallı Fadime Şahin isimli kızımızı kullanıp attılar, paçavraya çevirdiler. Kendisi imam nikahlı falan yaşayalım, dedi. Şimdi bu gariban ne yapıyormuş biliyor musunuz, arkadaşlar? Zavallı insan, işte ismini değiştirmiş, kendi izini de kaybettirmiş, bilinmeyen bir yerde yaşıyor. Ama bununla imam nikâhı yaptığını söyleyen Ali Kalkancı da, hâlâ şerefsizliğine, uçkuruna düşkünlüğüne devam ediyor. Captogon ilacı kaçakçılığından en son mahkûm ediliyor. Yani 28 Şubat bunlara ve benzerlerine karşı yapılan bir hareketti. Dolayısıyla, arkadaşlar, maalesef bizim kafadan silahsızlandırılmış, bir kısmı hainleştirilmiş, bir kısmı da gafil durumunda olan Türkiye Sol Hareketi de bu Ortaçağcılardan ilerici, demokrat bir davranış, uygulama beklentisi içerisinde. Ve aynı tezgâha 12 Eylül yargılamalarında da düşüyorlar. Yani 12 Eylül’ü artık CIA’nın, ABD ve AB Emperyalistlerinin örgütlediği, onların uygulamaya koyduğu gün gibi açık. Bakın, “12 Eylül 00.04” kitabını yazan adam da şimdi aynı döneklik içerisinde. Mehmet Ali Birand, geçmişte onun kronolojik anlatımını, sunumunu yapan kitabı yazan adam… Ama tabiî söyledik, hatta burada o Jim Keith’in kitabında da gerçekten çok önemli bilgiler var. 1970’li yıllarda yüzde 92’si, arkadaşlar basının, yüzde 92’si CIA’nın güdümünde Amerika’da. E Türkiye’ye baktığımızda da aynı.. Kim kaldı yani şurada gerçekten devşirilmemiş, Tayyipgilleri iktidarına karşı, antiamerikancı, ABD ve AB Emperyalizmine karşı çıkan yurtsever kim kaldı? Kalan çok az sayıda olanları da ha bire işten attırıyorlar. Dolayısıyla, arkadaşlar, Chavez ile bizim kaderimiz bir. Chavez devrildiğinde karşısında kimi buldu? Kiliseyi, işverenleri ve sarı sendikasını, Venezüella İşçi Konfederasyonu denen sarı sendikayı. Hepsi de ABD işbirlikçisi ve onun tarafından örgütlenen, var edilen gerici-karşıdevrimci, halk düşmanı örgütleri. Biz de şu anda işte aynı durumdayız. Yani AB-D’nin, yerli satılmışlarla birlikte, yerli uşaklarla birlikte Ortaçağcı güçlerle birlikte Türkiye Halklarına çektirdiği acı ve ızdırabı yaşıyoruz. Maalesef öbür taraftan da halkımız Allah’la, din afyonuyla kandırıldığı için… Adamlar bir taraftan ekonomik anlamda saldırılarını yapıyorlar. Doğalgaza yüzde 20 zammı, elektriğe yüzde 10 küsur zammı hiç çekinmeden yapabiliyorlar. Ama yine dün kamuoyu araştırmalarında yine onların çoğu kümülatif bunu biliyoruz ama kamuoyu araştırmalarında yüzde 52 küsur oy alabiliyor AKP. Yani şimdi de maalesef ülkemizde halkımız bu Allah’la kandırmaca yoluyla cellâdına kurtarıcı olarak sarılmış durumda… Sonuç olarak, Venezüella’yı şu anda Venezüellalılar yönetiyor, Amerikalılar değil. Chavez’in iktidara geldiği günden bu yana kararlı, antiemperyalist, yurtsever duruşu, Amerika’nın Latin Amerika ülkeleri üzerindeki ve dünyadaki dizginsiz gidişini bir nebze olsun engelledi-frenledi. Maalesef doğanın bazı işleri ortaya çıktı son süreçte. Fidel Castro’nun hastalığı ve Chavez’in hastalığı, bu saldırganlığa karşı daha kararlı, daha etken karşı çıkışları biraz zayıflatmış oldu. O nedenle Venezüella’yı şu anda Venezüellalılar yönetiyor ve Chavez, halkın bağrında, halkın gönlünde her geçen gün taht kurmaya devam ediyor. Yapılan her saldırıdan, her türlü engellemeden güçlenerek çıkıyor. Ve gerçekten onun savunduğu tezler, olaylara bakış açısı, şu bir cümlede kendini gösteriyor, arkadaşlar. Aynen bunları biz de savunuyoruz. Chavez diyor ki: “ Halkımızı sindiren tüm zincirleri, açlık, yoksulluk ve sömürgecilik zincirini kırmadan istirahata çekilmeyeceğiz. Ya bu ülke özgür bir ülke olacak ya da onu özgürleştirmeye çabalarken öleceğiz.” (Alkışlar…) Yani işte böylesine kararlı, böylesine davasına inanmış bir önder. E tabiî Chavez’in genlerinde büyük kumandan Che’nin genleri var. Bakın o da ne diyor, hepimizin dillerinde dolaşan, hemen her eylemimizde kullandığımız sözü: “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele gezecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa, ölüm hoş geldi sefa geldi.” (Alkışlar…) Büyük kumandan Che de Latin Amerika ülkelerinin birliği için kendini bu uğurda feda etti. Ve ideolojisinin devamcısı olduğumuz ilk Genel Başkanımız Hikmet Kıvılcımlı da doğanın vermiş olduğu kanser kanamaları içerisinde ölüm döşeğinde iken bakın ne diyor: “Görev başında ömür merdivenin son basamaklarına geldik, kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil ela gözü için yaşamadık, kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında hiçbir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka bir şey istemesine göz yummadık. Görev yapıyorduk muhallebi değil. Görev yapmada çok iyi biliyoruz vurmakta vardır vurulmakta. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.” (Alkışlar…) Evet, biz önderlerimizden, ustalarımızdan bunu öğrendik bunu yaşama geçiriyoruz, görev yapıyoruz. Ortaçağcı güçlere, uluslararası emperyalizme, AB-D Emperyalistlerine karşı mücadelemiz ömrümüzün son nefesine kadar devam edecektir. Hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar…) Yönetici: Venezüella halkıyla da, emperyalizme, feodalizme ve şovenizme karşı direnen ve savaşan tüm dünya halklarıyla da her zaman bugün ki gibi dayanışma ve iş birliği içerisinde olacağımıza söz vererek, programımızı burada bitiriyoruz. Zaman ayırarak katılım sağlayan herkese çok teşekkür ediyoruz. 12 Başyazı Baştarafı sayfa 1’de Emperyalistlerinin Ortadoğu’daki en önde gelen iki üç hizmetkârından biri! Ey iktidardaki tüm icraatı gerçek İslamiyete ve Müslümanlara karşı suç işlemekten ibaret olan gözü doymaz sahte Müslüman! Ey din alıp satmayı en önemli siyasi enstrüman olarak kullanan münafık! Bak Ebu Rigal’i anlatalım sana. Fakat önce Fil Suresi’ni ve sureye konu olan “Fil Olayı”nı anlatmamız gerekir. Ebu Rigal ya da Regal bu olayın içinde geçen senin benzerlerinden biridir. Önce Fil Suresi’ni okuyalım: “Rahmân ve Rahîm (olan) Allah’ın adıyla… “1. Görmedin mi, Rabbin fil sahiplerine neler etti? “2. Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? “3. Onların üstüne ebâbil kuşlarını gönderdi. “4. O kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu. “5. Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.” Şimdi de yorumunu okuyalım: “Adı: Surenin adı, birinci ayetteki “ashab-ı fil”den alınmıştır. Kâbe’yi yıkmak isteyen Ebrehe’nin fillerle hücumunu konu edindiği için bu adı almıştır. “!üzul (İniş) zamanı: Bu surenin Mekkî olduğu konusunda görüş birliği vardır. Surenin tarihî arkaplanı üzerinde düşünülürse Mekke döneminin başlangıcında nazil (inmiş) olduğu anlaşılır. “Tarihî arka plan: MS 525’te bütün bölge Habeşistan’ın eline geçmişti. Bu hareket, Bizans Konstantinopolis hükümeti ve Habeşistan’ın işbirliğiyle gerçekleşmişti. Çünkü Habeşistan hükümeti deniz kuvvetlerine sahip değildi. Bu nedenle Bizans İmparatorluğu kendi donanması aracılığıyla Habeşistan’ın 70.000 askerini Yemen sahillerine çıkarmıştı. Söz konusu savaşı tam olarak anlayabilmek için, bunun sadece din için yapılan bir savaş değil, iktisadî ve siyasî hesapların da var olduğu bir savaş olduğunu vurgulamak gerekir. Galiba asıl muharrik (hareket ettirici güç) de bu faktörlerdi. Hristiyan mazlumların intikamının alınması, bir bahaneden ibaretti. Bizans İmparatoru’nun, Mısır ve Şam üzerinde hâkimiyet sağladıktan sonra, Doğu Afrika, Hint kıtası ve Endonezya gibi ülkelere yönelmesinin nedeni, Bizans ile bu ülkeler arasındaki ticarette asırlardır rol alan Arapların aradan çıkarılarak ticaret yoluna hâkim olunmak istenmesidir. “Böylece, Arap tacirlerin aradan çıkarılması ile bu ülkelere doğrudan ticaret yapma imkânı doğuyordu. Bu gaye için MS 24 ve 25’den önce Kayser Augustus, Alies Gallus emrindeki büyük bir orduyu Arabistan’ın batı sahillerine göndermişti ki, güney Arabistan’da Şam’a giden deniz yolunu ele geçirebilsin. (Bkz. Enfal, harita 3, s. 414) Ancak, zor coğrafî şartlar nedeniyle bunu başaramamıştır. Daha sonra Rumlar donanmalarını Kızıldeniz’e göndererek Arapların deniz yolu ile olan ticaretlerine son vermişlerdi. Araplar için sadece kara yolu ile ticaret yapabilme imkânı kalmıştı. Bizans, kara yolunu da ele geçirebilmek için Habeşistan’la işbirliği yapmış ve Habeşistan’a donanma göndererek Yemen’e hâkim olmasına yardım etmişti. “Tarihçilerin, Habeş Ordusu’nun Yemen’e hücum etmesi konusundaki açıklamaları çeşitlidir. Hafız İbn Kesir, bu ordunun iki komutanı bulunduğunu ve bunlardan birinin Ariat, diğerinin ise Ebrehe olduğunu yazmaktadır. Muhammed b. İshak ise bu ordunun komutanının Ariat olduğunu, Ebrehe’nin de ordu içinde bulunduğunu belirtmektedir. Ancak Ebrehe ile Ariat’ın ihtilafa düştüğünü ve aralarında kavga çıktığını, bu kavgada Ebrehe’nin Ariat’ı öldürdükten sonra Yemen’e hâkim olduğunu ilave etmektedir. Ebrehe daha sonra, kendisini Yemen’e vali tayin etmesi için Habeşistan kralını ikna etmişti. Buna karşılık Yunan ve Suriyeli tarihçiler, Yemen fethedildikten sonra Habeşistan Ordusu’na karşı çıkan bütün Yemenli ileri gelenlerin katledilmeye başlandığını belirterek, Yemenlilerin bir reisi Sumiofiaşvah’ın (Yunanca’da Esymphaeus) Habeşlilere itaatı ve cizye vermeyi kabul ettiğini, ayrıca Habeşistan kralından Yemen’in valiliği için kâğıt aldığını yazmaktadırlar. Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Ama Habeşistan Ordusu ona karşı ayaklanarak yerine Ebrehe’yi seçmişlerdi. Ebrehe, Habeşistan’ın Audulis limanında bir Yunan tacirinin kölesiydi. Zekası ile Yemen’e hâkim olan Habeşistan Ordusu’nda çok etkili bir kişi olmuştu. Habeşistan kralı onun üzerine ordu göndermiş ancak gönderdiği ordu ya yenilmiş ya da Ebrehe’ye katılmıştır. Sonunda, Habeşistan kralının ölümü üzerine onun yerine geçen yeni kral, Ebrehe’yi Yemen’de naibi olarak kabul etmişti. (Yunanlı tarihçiler Ebrehe’nin ismini Abramis, Suryanî tarihçiler ise Abraham olarak belirtmişlerdir. Ebrehe galiba bunun Habeşçe söylenişidir. Çünkü Arapça telaffuzda bu kelime İbrahim’dir.) “Bu şahıs yavaş yavaş Yemen’de müstakil bir kral olmuştu. Ama formalite gereği Habeşistan kralını otorite olarak tanımaya devam etmişti. Mektuplarda kendisini “mufavvazu’l melik” (Padişahın naibi) olarak yazıyordu. Onun etkisi, MS 543’te Sedd-i Mağrib’i tamir ettirdikten sonra düzenlediği törene Rum Kayseri’nin, İran Şahı’nın, Hire ve Gassan şahlarının elçilerinin katılmasından anlaşılabilir. “Bu olayın ayrıntısı, Ebrehe’nin tamir ettirdiği Sedd-i Mağrib üzerindeki kitabede mevcut bulunmaktadır. Bu kitabe halen vardır ve Glayser onun bir kopyasını çıkarmıştır. (Bkz. ayrıntılı bilgi için Sebe an: 37) “Ebrehe, Yemen’de iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra Bizans’ın ve onun müttefiki Habeşistan hükümetinin planları doğrultusunda gerçek amacını uygulamaya koymak üzere harekete geçti. Yani bir taraftan Arabistan’da Hıristiyanlığı yaymak, diğer taraftan Arapların elinde bulunan doğu ülkeleri ile Bizans arasındaki ticareti Araplardan almak için çalışmaya başladı. İran-Sasanî saltanatı ile Bizans arasındaki iktidar kavgası nedeniyle Bizans’ın doğu ülkelerine olan ticaret yollarını kapaması, Bizans’ın acil ihtiyacı için bu yolun önemini artırmıştı. “Ebrehe bu amaç için Yemen’in başkenti San’a’da büyük bir kilise inşa ettirmişti. Arap tarihçiler bunun ismini elkalis, el-kuleys veya el-kulleys olarak zikretmişlerdir. (Bu kelime Yunancadaki eklisia kelimesinin Arapçalaştırılmış şeklidir. Aynı kelime Yunancadan Urducaya kilise şeklinde geçmiştir.) Muhammed b. İshak rivayet ediyor ki, bu kilisenin yapımından sonra Habeşistan kralı, Arapların hac için Kabe’ye gitmeleri yerine bu kiliseye gitmeden rahat etmeyeceğini söylemiştir. Hristiyanlar Yemen’de siyasî iktidar elde ettikten sonra sürekli olarak, Kâbe’nin yerine başka bir Kâbe inşa ederek Araplara merkez haline getirebilmek için uğraşıp durdular. Bu nedenle !ecran’da da bir Kâbe yapmışlardı. (Bunu Buruc suresi an: 4’te anlatmıştık.) İbn Kesir, Ebrehe’nin Yemen’de bu niyetini ve planını açıkçca ilan ettiğini yazmaktadır. Bize göre bu hareketin amacı, Arapları kışkırtarak tahrik etmek ve bunu bahane ederek Kâbe’yi yıkmaktı. Muhammed b. İshak, Ebrehe’nin niyetini açıkça ilan etmesine kızan Arapların bir ara o kiliseye giderek orayı kirlettiklerini rivayet eder. İbn Kesir, bu fiili, Kureyş’ten bazı gençlerin giderek bu kiliseyi ateşe verdikleri şeklinde nakleder. Bu olaylardan birisinin meydana gelmiş olması garip değildir. Çünkü Ebrehe, niyetini açıkça ilan ederek onları kışkırtmıştı. Cahiliye döneminde bir Kureyşlinin ya da birkaç gencin kiliseyi kirletmesi veya ateşe vermesi mümkün olmakla birlikte, Mekke’ye hücum edebilmek için bahane olsun diye Ebrehe’nin kendi adamları aracılığıyla bu olayları çıkarmış olabileceği de ihtimal dahilindedir. Ebrehe’nin bu yolla Kureyş’i ezerek diğer Araplara gözdağı vermek istemesi, iki maksat için de olabilir. Her halükârda, iki şekilden hangisi olursa olsun, Kâbe’ye inananların kiliseye saygısızlık yaptığı haberi Ebrehe’ye ulaşınca, o, Kâbe’yi yıkmadan rahat etmeyeceğine yemin etmiştir. “Daha sonra Ebrehe MS 570 veya 571’de 60.000 asker ve 13 fil (bazı rivayetlerde 9 fil) ile Mekke’ye hareket etti. Yolda önce, Yemen’in reislerinden biri olan Zünefer, Araplar’dan bir ordu toplayarak Ebrehe’ye karşı koydu. Ancak yenilerek esir düştü. Daha sonra Hısm bölgesindeki bir Arap reis olan !ufeyl b. Habib Hasemî, kabilesi ile birlikte Ebrehe’ye karşı koymaya çalıştı ama o da ye- nilerek esir düştü. Canını kurtarmak için de Ebrehe’nin ordusuna rehber olarak hizmet etmeyi kabul etti. Taif’e ulaştıklarında, Benî Sakif bu büyük güce karşı koyamayacaklarını anlayınca, hem tehlikeyi atlatmak için, hem de tanrıları Lat’ın mabedini yıkılmaktan kurtarmak için reisleri Mesut aracılığıyla Ebrehe ile görüştüler. Mesut, Ebrehe’ye, yıkmaya gittikleri mabedin kendilerine ait olmadığını ve Lat mabedine dokunmazsa onlara rehberlik yapabileceğini söyledi. Ebrehe bu teklifi kabul etti. Benî Sakif de Ebu Regal isimli şahsı onun maiyetine verdi. Mekke’ye yaklaşık olarak 3 km. kala el-Mugammis (veya el-Muğammes) isimli yerde Ebu Regal öldü. Araplar uzun zaman bu adamın mezarını taşlamışlardır. Benî Sakif de, Lat’ı kurtarmak uğruna Beytullah’ı yıkmak isteyenlerle işbirliği yaptıkları için yıllarca kötülenmiştir.” (www.kuranvakti.com) Ebrehe’nin ordusu Ebu Rigal’in ölümünden sonra zaten Mekke’ye 3 km. kadar yaklaştığı için başka bir rehbere gerek duymaksızın yoluna devam etmiş ve Mekke kıyısına kamp kurmuştur. Burada Mekkelilerle, ki bunlar arasında Hz. Muhammed’in dedesi Abdulmuttalib de vardır, görüşmelerde bulunmuştur Ebrehe. Ebrehe’nin ordusu Yemenlilerden ve Habeşlilerden oluşmaktadır. Yani dağ insanlarıdır. Çöl ortamına ve kavurucu çöl sıcağına alışkın değildir bedenleri. Bu nedenle ortama uyum sağlayamamış, bu arada orduda bir salgın hastalık da baş göstermiştir. Çok hızlı ilerleyen bu hastalık sonucu askerler kitleler halinde ölmeye başlamışlardır. Bunun üzerine Ebrehe, orduyu Kâbe’yi yıkmadan Yemen’e geri götürmeye karar verir. Ve ordu dönüş yolunda ilerlemeye başlar. Bazı rivayetlere göre Ebrehe de burada-Kâbe yakınında ölmüştür. Ama ağırlıklı olan rivayetlere göre yani üzerinde daha çok araştırıcının ittifak ettiği görüşe göre Ebrehe burada ölmemiştir. Ordusunun geriye kalanlarını Yemen’e götürebilmiştir. Ve bir süre sonra orada ölmüştür. İşin bu yönü konumuzla doğrudan ilgili değildir. Bu nedenle biz burayı geçeceğiz. Günümüze gelirsek; bugünün Ebrehe’si Obraha’dır yani dünyanın başhaydut devleti ABD’nin Başkanı olan Obama’dır. Birkaç yıl önce ise Bush’tu hatırlayacağımız gibi. Obraha’da tıpkı tarihteki benzeri gibi bu bölgeyi ekonomik bakımdan yağmalamak, insanlarını köleleştirmek ve pazarlarını ele geçirmek için başta Ortadoğu olmak üzere Asya, Afrika ve bölgemizdeki tüm İslam ülkelerine savaş açmış durumdadır. Tıpkı Ebrehe gibi o da Hıristiyan inancına sahiptir, yaptığı savaş da bu nedenle bir anlamda Haçlılar Savaşı’dır. Zaten yine hatırlayacağımız gibi 11 Eylül sonrasında Bush İslam âlemine karşı bir Haçlı Savaşı başlatacaklarını açıkça ifade etmiştir. İşte bu nedenle Irak’a 1990’da Birinci Körfez Savaşı’nı başlatmıştır baba Bush. Yine aynı dönemde Afganistan’a savaş başlattı ABD. Ve Afganistan’ın altını üstüne getirdi. On binlerce masum insanı katletti. Hâlâ da katletmeye devam etmektedir. Hatırlanacaktır, yine buralardaki savaşı yönetmiş bir ABD generali insan öldürmenin çok zevkli olduğunu söylemiştir: “ABD’Lİ GEERALDE TÜYLER ÜRPERTE AÇIKLAMA: “İSA ÖLDÜRMEK ÇOK ZEVKLİ !” “Amerikalı General Mattis’in bu sözleri tüyleri ürpertecek cinsten.. Mattis Irak’ta öldürülen insanlar için “İnsanları kurşuna dizerek onları zımbalamak inanılmaz zevkli” açıklamasını yaptı. “ABD’nin San Diego kentinde Irak İşgali konulu bir panele katılan ve savaşmaktan büyük keyif aldığını belirten Amerikalı General, yaptığı açıklamalarla katılımcıları hayrete düşürdü. “Geçen salı günü düzenlenen panelin konuşmacılarından olan General James Mattis’in insanları kurşunla ‘zımbalama’nın çok eğlenceli bir şey olduğunu söylemesi salondaki 200 dinleyiciyi şaşkına çevirdi. !BCSandiego.com sitesinde yer alan haberde, General Mattis’in, Irak’taki direnişçilerle yaptığı çatışmalarını aktarırken, “Gerçekten de savaşmak çok eğlenceli bir şey. İsrafil’in suru gibi. İt dalaşını seviyorum” şeklinde sözler sarfetmesinin dinleyiciler üzerinde soğuk duş etkisi yarattığı aktarıldı. “Irak’taki ‘savaş eğlencelerinden’ sonra Afganistan’daki anılarına geçen General Mattis, şöyle konuştu: “Eğer Af- ganistan’a giderseniz, erkeklerin örtünmediği için 5 yaşındaki kız çocuklarını bütün güçleriyle tokatladığını görürsünüz. Ben bu gibi adamlarda zerre kadar insanlık olmadığı düşüncesindeyim. Bu yüzden de böylelerini öldürmek çok eğlenceli oluyor.” “200 kişinin katıldığı San Diego Toplantı Merkezi’ndeki konuşmada asker kökenli bazı dinleyiciler yapılan esprilere ve açıklamalara gülerken, !BC televizyonun görüştüğü askeri bir uzman anlatılanları “küstahlık” olarak yorumladı. (…) Irak’taki 1. Piyade Tümeni’nde görev yapan Mattis, şu an Quantico’daki Deniz Piyade Kolordusu’na muharebe eğitimi veriyor.” (www.delikanforum.net) Emperyalistler kendi çıkarları için hiçbir insanî değer tanımazlar Emperyalist cellât, zevkle öldürdüğü insanların, 5 yaşındaki kız çocuklarını bile başlarını örtmediği için tokatladığını ileri sürmektedir. İşin bu yönü yani 5 yaşındaki kız çocuklarının bile Burka denilen kara çarşaflara sokulduğu doğrudur Afganistan’da. Fakat bunun sorumlusu da AB-D’li emperyalist alçaklardır. Çünkü bu ülkede 1978 yılında Sosyalist Devrim olmuştur ve devrimciler iktidara gelmiştir. Ve bu iktidar 1992 yılına kadar varlığını korumuştur. Bu iktidara karşı emperyalist alçaklar derebeyleşmiş kabileleri Ortaçağcı bir ideoloji çerçevesinde örgütleyerek ve tekniğin son sözü olan silahlarla donatarak sosyalist iktidara karşı savaştırmışlardır. Sosyalist Kamp’ın yıkılmasından sonra yiğit, namuslu önder Muhammed Necibullah liderliğindeki sosyalist iktidar tek başına bu Ortaçağcı güçlerle savaşmak zorunda kalmıştır. Yıllarca da devrimci iktidarı korumuştur. Fakat kendisi savaş araçları ve geçim araçları yönünden tümüyle kuşatıldığı için yani hiçbir yardım alamaz duruma geldiği için Batılı emperyalist güçlerin ve gerici İslam devletlerinin, Suudi Arabistan başta gelmek üzere, her türden yardımını sınırsız bir biçimde alan Ortaçağcı Şeriatçı güçler adım adım ilerleyerek sosyalist iktidarın başşehri olan Kabil’i de kuşatmışlar ve sonunda orayı da ele geçirerek sosyalist iktidara son vermişlerdir. Yiğit Başkan Necibullah ve kardeşi, canice katledileceklerini bile bile ısrarlı tekliflere rağmen ülkeyi terk etmeyi reddetmişlerdir. Ve canilerin elinde kardeşiyle birlikte yiğitçe son nefesini vermiştir. Tabiî devrimin diğer kadroları da aynı onurlu yolu izlemiştir. Daha önce de aktarmıştık: Bu devrimci saflarda savaşan bir kadın, “Bir erkeğin dört karısından birisi olmak istemediğim için savaşıyorum.” demişti. Sosyalist İktidar döneminde kadınlar ikinci sınıf cinsiyet olmaktan kurtulmuşlar, özgür ve gerçek anlamda eşit insanlar haline gelmişlerdi. Toplumun her alanında erkeklerle eşit haklara ve statüye sahiptiler. Yiğit Başkan Muhammed ecibullah Karşıdevrimin iktidara gelmesinden sonra Afganistan her bakımdan cehenneme dönmüştür halklar için. Ve bu durum hâlâ da sürmektedir. Bu cehennemde en çok yanıp kavrulan da kuşkusuz kadın olmuştur. Kadının her türlü hakkı elinden alınmış, eve hapsedilmiştir. Burkalar içindeyken bile sokağa çıkması, yanında bir erkeğin varlığı şartına bağlanmıştır. Yukarıdaki konuşmasında alçak emperyalist cellât, bu sonucu kendileri yaratmamış gibi güya eleştiriyor. Ve cellâtlığını bu sonuca dayandırarak gerekçelendirmek istiyor. Kaldı ki şu anda da Türkiye’de Birinci Kuvayimillye’nin yadigârı olan eksik gedik de olsa var olan Laikliği yok etmek için olanca gücüyle saldırılarda bulunan AKPTayyipgiller iktidarı yine kendi ürünleridir. Yani bir AB-D projesidir AKP ve iktidarı. Yine, “Mustafa Kemal’in ve laik devletin modası geçmiştir. Türkiye için şu an en iyi sistem Ilımlı İslamdır” diyen ABD casus örgütü CIA’nın Ankara ve Ortadoğu James Mattis masası Şefliğini yapan Paul Henze ve Graham Fuller’dir. İçinde yaşadığımız şu günlerde de yaşayıp gördüğümüz gibi, AKP ve Pensilvanyalı İblis (Fethullah) bütün güçleriyle Mustafa Kemal’i, Kurtuluş Savaşı’nın kazanımlarını ve laikliği tümden yok etmek için saldırmaktadırlar. ABD’li faşist general herkesi kör ve aptal yerine koymaktadır sözde laikliği savunuyor görünürken. Tabiî biz biliyoruz ki bu emperyalist haydutlar için laikliğin, demokrasinin, hukukun, insan haklarının, özgürlüğün, bağımsızlığın hiçbir önemi yoktur. Hiçbir değer taşımaz bu kavramlar onlar için. Onlar için bizim gibi mazlum ülke halkları zaten sürüleştirilmesi, köleleştirilmesi gereken aşağı ırktan yaratıklardır. Onlar için değer taşıyan tek şey, emperyalist çıkarlarıdır. Kendi haydut devletlerinin dünyayı yönetmesidir, istediği gibi sömürmesi, talan etmesidir. Onlar işte bu alçakça, insanlık dışı niyetlerini gizlemek için bazen laiklik bazen demokrasi bazen özgürlük savunucusu maskesi takınırlar. İğrenç içyüzleri ise hiç değişmez. Sabahattin Önkibar’ın aşağıdaki satırlarına bir bakar mısınız? “CIA, The Economist ve yerli işbirlikçilerine ‘dur’ diyen adam! “Dünyaca ünlü The Economist’in son sayısından bir alıntı: “- Sünni - Şia savaşı eşikte! “Sadece The Economist değil, !ew York Times’dan, Le Monde’a kadar Batının marka değeri olan medyasında bu aralar benzer haber ve yorumlar var! “Hayır, bu bir enformasyondan ziyade projeye dayalı dezenformasyon yani zemin inşası ki bunun perde gerisini ya da amacını bizzat CIA’nin önceki Ortadoğu Bölge Direktörü Robert Bear, “Yeni Süper Güç İran” isimli kitabında şöyle açıklıyor: “Ön Asya ile Ortadoğu’nun yeniden dizaynı sürecinde artık Amerikan askerleri ölmeyecek. Bunun yerine Müslümanlar Sünni-Şia diye birbirini öldürecek ve biz amacımıza ulaşacağız.” “Evet bu kadar aşikar ve gündemde olan Müslümanı Müslümana katlettirme projesini ne acıdır ki İslam dünyası eli kolu bağlı seyrediyor! “Pardon sadece seyretmiyor, Haçlının işbirlikçisi olan sözde bazı Müslümanlar bu ihanete mezhepçilik yaparak omuz veriyor! “Hiç abartısız yazıyorum tablo Müslümanlar ve İslam adına zifiri karanlıktır ve bu durum yapılan karartmalarla pek fark edilmiyor!” (Sabahattin Önkibar, Gerçek Gündem, 16.05.2012) Emperyalist caniler gördüğümüz gibi artık sadece mazlum ülke halklarını kendileri öldürmekle yetinmeyeceklermiş. Ki Birinci Körfez Savaşı’ndan yani 1990’dan bu yana da olan budur, Sünni-Şia diye mezhep temelinde İslam âlemini bölecekler ve birbiriyle savaştıracaklarmış. Savaştırıyorlar da zaten, dediğimiz gibi. Tabiî kazanan kim oluyor? Kazanan hep kendileri. İşte Afganistan’da öyle oldu, Irak’ta öyle oldu, Libya’da öyle oldu. Şimdi sıra Suriye ve İran’a geldi. Ondan sonra da eğer bu iki ülkede başarılı olabilirlerse yani alçakça planlarını hayata geçirebilirlerse sıra Türkiye’ye gelecek. Türkiye’yi de etnik ve mezhep temelinde bölecekler. Ve birbiriyle çatıştıracaklar. Bunların sadece generalleri zevk almaz insan kanı içmekten. Her rütbeden askerleri de zevk alır. Çünkü öyle yetiştirilir bunlar. Öyle eğitilir. Öyle şartlandırılır. Ve sonuç olarak da insanlıktan çıkarılır. Canavarlaştırılır. İşte alt rütbeden canavarlara birkaç örnek: “ABD askerleri cesede işedi “Afganistan’da görev yapan dört ABD askerinin, öldürdükleri Taliban militanlarının cesetlerine işerken gösteren bir video görüntüsü ortaya çıktı. “Yaklaşık bir dakika uzunluğundaki 13 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 video görüntüsünde askeri üniformalı dört kişi, üç Taliban militanının cesetlerinin üzerine işerken görülüyor. Askerlerden biri işerken bir yandan da cesede söylenerek, “İyi günler dostum!” diye bağırıyor. Afganistan’da, çoğu Kandahar ve Helmand vilayetinde olmak üzere yaklaşık 20 bin donanma askeri görev yapıyor.” (Radikal, 12.01.2012) “ABD’li çavuş: Sivilleri zevk için öldürdük Afganistan’da görev yapan Amerikalı çavuş Jeremy Morlock, 3 sivili zevk için öldürdüklerini kabul etti.” (ntvmsnbc.com, 24 Mart 2011) “ABD’li sniper 255 Iraklıyı öldürmüş “Irak’ta 255 kişiyi öldüren ABD’li keskin nişancı! “Amerikalı asker Chirs Kyle, Irak’ta direnişin en yoğun yaşandığı bölgelerde 255 kişiyi öldürdüğünü iddia etti. Iraklılar’ın başına ödül koyduğu sniper, itiraflarını kitap haline getirmiş. ABD’nin Irak’ı işgali süresince 4 kez görev yapan Amerikan askeri Chris Kyle’ın 255 kişiyi bizzat öldürdüğünü iddia etmesi tartışmalara neden oldu. Keskin nişancı olarak gözünü kırpmadan Iraklıları vurduğunu anlatan Kyle’ın, silahlarıyla çekilmiş fotoğrafları da yayımlandı. İngiliz Daily Mail gazetesinin haberine göre, Irak’ta direnişin en yoğun yaşandığı bölge olan Ramadi’de görev yapan ve keskin nişancı olarak Iraklı direnişçileri hedef seçen Kyle’a “Ramadi Şeytanı” adı verilmişti. Uzun bir süre kimliği ortaya çıkarılamayan ABD Donanması mensubu Kyle’ın başına Iraklılar 20 bin dolar ödül koymuştu. Daily Mail’e konuşan Kyle, Amerikan Deniz Kuvvetleri’ne katılmadan önce iyi bir nişancı olduğunun farkına varamadığını, ancak ordudaki aktif görevi sırasında bu yeteneğini keşfederek, Iraklı direnişçilerin ortadan kaldırılmasında kullandığını açıkladı. Chris Kyle, “Çocukken babamla geyik avına çıkıyorduk. "işan almayı ve hedefimi isabetle vurabilmeyi babamdan öğrendim” dedi. Şimdiden, ABD tarihinin en çok insan öldüren keskin nişancısı olarak tarihe geçen Chris Kyle tecrübelerini anlattığı bir kitap da yayımladı. Kyle, “Amerikan Sniper” adlı kitapta en ünlü atışını da gururla anlattı. Irak’ın başkenti Bağdat’ın Sadr bölgesinde, ABD askeri konvoyunu hedef alan bir intihar bombacısını 920 metreden vurduğunu kaydeden Kyle, sadece Felluce kentinde 40 kişiyi öldürdüğünü belirtti. Kitaba göre, Kyle, keskin nişancılık deneyimi sırasında yalnızca bir defa, bir kadını öldürürken tereddüt ettiğini de itiraf ediyor.” (Sabah, 04.01.2012) Kur’an, “muhakkak ki insan çok zalimdir” (Ahzab Suresi 72’nci Ayet) derken işte böylelerini ve onların bizdeki Tayyipgiller gibi, Suudiler gibi, vb. gibi hain işbirlikçilerini kastetmektedir. Ve yine şunu da belirtelim ki, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in düşmanı zalimlerdir. AB-D’nin insanlık dışı katliamlarının suç ortağıdır Tayyipgiller AB-D Emperyalistleri Irak’ta 5 milyon civarında masum Müslüman kanı içtiler. On binlerce Müslüman kadının namusunu kirlettiler. Ülkenin ekonomik altyapısını tümüyle çökerttiler. Ülkeyi cehenneme çevirdiler. Bununla da yetinmediler üçe böldüler Irak’ı. Bu canavarlıklar, tecavüzler, işgaller, yağmalar olurken sen ne yaptın Tayyip? Siz ne yaptınız Tayyipgiller? 2003 1 Mart Tezkeresi’ni hazırlayıp imzalarınızla bezeyip Meclise sevk ettiniz. Ne diyordu o Tezkere? ABD Ordusu tüm ağır silahları ve personeliyle birlikte İskenderun Limanı’ndan girip tüm güneydoğu illerini kat ederek Irak sınırına varacak ve orada katliamlarına, işgaline başlayacak. Ha bu arada 70 bin ABD askeri de Türkiye’de üstlenecek. Türkiye’nin tüm liman ve havaalanları ABD’nin emrine sunulacak. Bilindiği gibi Tezkere Meclisten geçmedi. Ama siz sanki Tezkere geçmiş gibi, ABD askerlerinin hizmetine ve emrine verdiniz Türkiye limanlarını ve topraklarını. İskenderun Limanı’ndan yine ABD silahları ve personeli geldi Irak’a girdi. Irak’ı vurdu. İncirlik’ten kalkan ABD savaş uçakları Irak’ı vurdu. Siz “hizmette sınır yoktur efendimiz AB-D’ye” diyerek, üstüne üstlük ABD askerlerinin katliam ve Müslüman kadınlara tecavüzlerini daha başarılı şekilde yapabilmeleri için, ““Ben kahraman Amerikan askerlerinin sağ salim vatanlarına dönmeleri için Allahıma dua ediyorum” diyen açıklamalar yaptınız ABD’nin medya organlarına. O zamanki Dışişleri Bakanı, bugünün devlet başkanı Abdullah Gül, 15 Mayıs 2006 tarihinde Takvim Gazetesi’nde yayımlanan röportajında aynen şöyle diyordu: “Dünya barışı için, barışı korumak, barışı yapmak için, son 50 senede dünyada en çok Amerikalılar kendi çocuklarını feda etmişlerdir.” Böyle mi? Böyle! Ümmet-i Muhammed’e karşı bu kadar ihaneti, bu kadar büyük bir suçu, günahı Ebu Rigal bile etmemiştir, işlememiştir. Siz ihanette, tarihteki benzerini bile fersah fersah geçtiniz Tayyip ve Gül. Tabiî tüm şürekânız da… Ne için yaptınız bunu? Koltuk için, makam için, ün için, poz için ve hepsinden daha da önemlisi küpünüzü doldurmak için, kamu mallarını yağmalamak için. Tayyip! Sen değil misin altı tane yüz kızartıcı suçtan yargılanan. Bunlar bildiğimiz gibi kalpazanlık-ihaleye fesat karıştırma-görevi kötüye kullanma-rüşvet-zimmet gibi hepsi de yüz kızartıcı tabir edilen suçlar kategorisine girmektedir. Yine bildiğimiz gibi, sen dokunulmazlık zırhına girdiğin için, bu suçları kovuşturan mahkemeler seni yargılayamaz olmuştur. Tabiî sen hince şöyle düşünüyorsun: Yargıyı nasıl olsa ele geçirdim büyük ölçüde. Bir süre sonra tümüyle yani en alt düzeydeki mahkemeler de dahil olmak üzere ele geçireceğim. Artık hepsi benim memurlarım olacak bu mahkemelerde görev yapan savcıların, yargıçların. Tabiî o zaman da benim dokunulmazlık zırhına ihtiyacım kalmayacak. Otomatikman böyle olacak. İşte o zaman ben o zırhtan çıkacağım. Benim mahkemelerim de beni beraat ettirecek. Mecburen ettirecek. Çünkü onların sahibi ben olacağım. Böyle düşünüyorsun aynen değil mi? Tabiî vurguncu olan sadece sen değilsin. Hemen tüm bakanların, milletvekillerin, il ve ilçe yöneticilerin, belediye başkanların, belediye meclis yöneticilerin hepsinin senin gibi. Vurgun, yağma peşinde. Hep söylediğimiz gibi siz aslında AB-D’nin hizmetinde çıkar amaçlı bir suç örgütüsünüz. Hem kendiniz soyuyorsunuz Türkiye’yi ve Türkiye insanlarını, hem de efendiniz AB-D Emperyalistlerine peşkeş çekiyorsunuz. Sizin gibilerin İslam dininde yeri yoktur. Tabiî gerçek İslam dininde. Yani Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin bildirdiği, uyguladığı, örnek olduğu İslam dininde. Gerçek İslamda sizin gibilerin cenaze namazı bile kılınmaz: “ALLAH’ı, Kuran’ı, İslamı, Peygamber’i kimselere bırakmazlar.... “Peki, Hazreti Muhammed’in kamu haklarına, mallarına el uzatanların cenaze namazını kılmadığını bilir miyiz? “Ya da daha açık yazalım, şöyle bir cümle: “Hz. Peygamber, kamunun haklarına, mallarına musallat olanların Kuransal deyimle, gulul (kamu malı talanı) suçu işleyenlerin cenaze namazlarını kılmaz. Bu Muhammedi tavır, Türkiye’yi yönetenlere, siyasetçilerimize, kamu mevkilerinin su başlarında bulunanlara, ibadetleri şov aracı yapanlara ithaf olunur.” “Kim söylüyor bunu? “Prof. Dr. Yaşar "uri Öztürk... “Yedi yıl önce bunu yazıyor... “Başbakan’ın sık sık “Onlara sorma- lı” dediği ulemanın buna tavrı, tepkisi ne? “En azından çekimserlik, “acaba” diye kuşku... “* * * “OYSA Yaşar "uri Öztürk, sağlam, ciddi, bilimsel kaynaklar gösteriyor ve örnekleri sıralıyor. “Hz. Peygamber, kamu malından iki dirhemlik bir miktarı çalan Eşcalı sahabisinin cenaze namazını kılmamıştır.” “Bir harp sırasında Hz. Peygamber’e filanca falanca şehit oldu diye tekmil verdiler. O bunlardan biri için şöyle dedi: Hayır! İşte o dediğiniz kişi şehit olmamıştır. Ben onu cehennemin içinde görüyorum. Sebebi de kamu mallarından çaldığı bir giysidir.” “Hayber seferi sırasında ölen birinden söz ettiklerinde Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Arkadaşınızın cenaze namazını siz kılın. Bu sözü duyan sahabilerin yüzü renkten renge girdi. Bunu gören Hz. Peygamber dedi ki: O arkadaşınız kamu mallarından bir miktar aşırmıştı. Sebep işte budur. Bunun üzerine sahabiler ölen adamın eşyasını karıştırıp baktılar; bir de ne görsünler, Yahudilerden ganimet olarak ele geçmiş, bir deri pabucu aşırmış.” (Yaşar Nuri Öztürk’ten Aktaran: www.turkish-media.com) Prof. Yaşar Nuri Öztürk, bu düşüncelerini katıldığı tv programlarında da açıkça dile getirmiştir. O programların videoları internetteki sitelerde bulunmaktadır. Demek ki Hz. Muhammed, Yahudilere karşı verilen bir savaşta yani cihatta şehit olan bir Müslümanın cenaze namazını bile bir çift deri pabucu gizlice aşırıp torbasına koydu diye kılmıyor. Ya sizin aşırdığınız kamu malları Tayyipgiller? Milyarlarca dolar değil mi? Daha da gözünüz doymuş değil. Hâlâ da aşırmaya devam ediyorsunuz. Allah sizi ıslah eder mi acaba? Pek sanmıyoruz biz. Siz o noktayı çoktan geçmişsiniz. Hani siz, Kur’an’ın şu veciz söyleyişinde dile geldiği gibi “Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” (Elmalılı Hamdi Yazır Meali) kategorisine girmişsiniz çoktan. Sizi ıslah etmek o nedenle ölüyü diriltmekten farksızdır. Üstelik sizin bu duruma gelmeniz daha doğrusu düşmeniz bilmezlikten değil, kesinkes bilerek ve isteyerektir. Tayyip, Kaddafi ve Esad’a nasıl ve neden düşman oldu? Libya’ya gelelim Tayyip: Libya lideri yurtsever ve halksever Muammer Kaddafi’nin elinden 28-30 Kasım 2010’da “İnsan Hakları Ödülü” aldın. “Kardeşim” diye hitap ederek Kaddafi’yle kucaklaştın. Aradan bir yıl kadar zaman geçti, efendin Obraha, Libya’ya NATO aracılığıyla savaş açacağını ilan etti. Sen boş bulundun. “NATO’nun Libya’da ne işi var yahu?” dedin. Efendin buna çok kızdı. “Uslu çocuk ol, söz dinle”, dedi. Sonra kanalizasyonun deliğini gösterdi. “Oraya süpürülmek mi istiyorsun?” dedi. Sen aman diledin hemen. “Boş bulundum, bağışlayın efendimiz, beni kullanmaya devam edin”, dedin. Ve hemen başladın: “Kaddafi diktatördür. NATO askeri bir operasyonla bu diktatörü yok edip Libya’ya demokrasi getirmelidir. Biz savaş gemilerimizle bu operasyonda yer alacağız. Bu askeri harekatın merkez üssü de İzmir olsun” dedin. Efendin de “aferin” dedi enseni sıvazladı. “Tamam, dediğin gibi olacak”, dedi. NATO, sekiz buçuk ay Libya’yı havadan vurdu. Silahlandırdığı Libyalı lümpenleri de eğiterek içeriden Kaddafi’ye karşı kara savaşına sürdü. Ve sonunda bazı kabileleri de kandırarak safına çekmeyi başardı. Kaddafi, en sonunda yenildi ve memleketi Sirte’de ele geçti. Lümpenler her türlü insani duygularını yitirmiş oldukla- rı için Kaddafi’yi linç ettiler. Tabiî efendin AB-D ettirdi. Bu insanlık dışı katliamı sen, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu ve diğer şürekân alkışladı. Hiç vicdanınız sızlamadan. Hiç utanmadan… Ama bu duygular yok ki sizde. Tabiî bu süreçte 50 bin masum Libya insanı da hayatını kaybetti. Şu anda da 70 bin siyasi tutuklu var Libya zindanlarında. Şu an Libya’da yönetimi ele geçirmiş bulunan çakalların insafına terk edilmiş durumda. Bu 70 bin insana işkence ve tecavüz edildiği medyaya yansıyan bazı haberlerden öğrenilmektedir. Ve üstüne üstlük Libya da parçalanmanın eşiğindedir. Yani Libya da şu an cehenneme döndürülmüş durumdadır. Tabiî bu arada Libya’nın doğal zenginliği olan petrol ve doğalgaz da Libya pazarlarıyla birlikte tamamıyla AB-D’li Emperyalist haydutların eline geçmiş durumdadır. Yani ey Tayyip! Muammer Kaddafi’nin ve 70 bin Libyalı masum insanın kanlarına da bulanmış durumdadır ellerin. Ve ellerini, ellerinizi hiçbir nehrin suyu yıkamaya, temizlemeye yetmez. Sizi sadece toprak kurtarabilir. Toprak temizleyebilir… Ama orada bile gerçek Müslümanlar sizi rahat bırakmayacaklardır. Sizi ve sizin gibileri hep lanetle anacaklardır. Tıpkı Ebu Rigal gibi… Tüm bu ihanetler gözünü doyurmadı senin. Hâlâ ihanet, ihanet diye bağırıyorsun kürsülerden, mikrofonlardan. Beşar Esad diktatördür. Devrilmelidir, diyorsun. Efendin Obraha’nın ezberlettiği cümleleri papağanca tekrarlıyorsun durup dinlenmeden. Tabiî sadece sen değil tüm Tayyipgiller de aynı işi yapıyor. Oysa ne yapmıştın iki sene önce: Beşar Esad’ı Türkiye’ye davet etmiştin. Ankara’yı, İstanbul’u, Boğaz’ı gezdirmiştin. “Biz kardeşten de ileriyiz Beşar Esad’la” demiştin. Şam’a bakanlarınla gidip Suriyeli mevkidaşlarınızla ortak toplantılar yapmıştınız. Kararlar almıştınız ekonomik, siyasi planda. Antlaşmalar yapmıştınız. Kardeşlik mesajları vermiştiniz. Ne oldu, ne değişti? Efendin Suriye’yi düşman ilan etti değil mi? Sana da “haydi saldır” komutunu verdi. Sen de başladın saldırmaya. Ayıptır ya… Utanır insan. Ama sizde nerede utanmakmış, ayıpmış. Bunlar yok sizin lügatinizde. Siz satarsınız. Her şeyi satarsınız. Yeter ki çıkarınız öyle gerekli kılsın. Gelelim İran’a. İran’dan ne istiyorsun? Ne zararı var sana? Ama bunu da efendin emretti değil mi? “Benim bölgedeki çıkarım ve stratejik müttefikim İsrail’in güvenliği için İran’ın vurulması gerekir, nükleer silaha asla sahip olmaması gerekir. Ayrıca da gelişkin savaş araçlarına sahip olmaması gerekir. O nedenle İran’ı vuracağız. Sen de bu saldırıya dahil olacaksın.”, dedi sana değil mi? Sen de hemen “emret sahip!” dedin. Ve Kürecik’e getirdin AB-D’nin radar üssünü kurdun. ABD askerlerini yerleştirdin buraya. Bu radar üssü ve askerleri kimi koruyacak? İsrail’i değil mi? Ve sen, İsrail’in koruyuculuğunu yapacaksın. Şu düştüğünüz duruma bak. Cüppeli Ahmet Hoca namıyla maruf Ahmet Ünlü bile Kur’an ayetleriyle yaptığının İslama iha- net olduğunu gösterince tuttun onu da bir bahaneyle Silivri zindanına tıkıverdin değil mi? “Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.” (Elmalılı Hamdi Yazır Meali, Maide Suresi, Ayet 51) Bak Kur’an apaçık tarif ediyor sizi. Uyarıyor ilkin. Ama sizin gibi uyarıyı dinlemeyenlere de artık onlardansınız, diyor. Zalimlerdensiniz, diyor. Ahmet Ünlü de bu apaçık gerçeği söyledi. Ama tahammül edemediniz. Edemezsiniz değil mi? Burada işin şu noktasına da değinmeden geçmeyelim. Ahmet Ünlü’nün bu konudaki dürüstlüğü ve namusluluğu da kısa sürdü ne yazık ki. Silivri zindanında 6 aylık bir mahkumiyet onun da size teslim olmasına yetti. Ona da diz çöktürdünüz. Bu konuda yine Sabahattin Önkibar’dan şu satırları aktaralım: “Cübbeli cezaevinden çıkmak için Suriye’ye sövüyor “Cübbeliyi biliyorsunuz malum seks kasetleri ve şantaj iddialarından ötürü hapsedilen şahıstır. “İşte bu Cübbeli hiç utanmadan cezaevinden cihat fetvalarını veriyor ve Suriye’ye hücum diyor. “Ona sorarsanız Şiası, Alevisi kâfir ve onları öldürmek cihat! “İslam’ı cübbe ve sarığa hapseden bu şahıs evet açıktan Müslümanlar arası bir savaşa yani yeni bir Kerbela faciasına hiç utanmadan çığırtkanlık yapıyor. “Peki, bunun arkasında ne mi var? “Cübbeli cemaatinin eski bir mensu- buna göre Ahmet Hoca F Tipi ile Tayyip Erdoğan’a bu demeç ile selam gönderip, “Beni cezaevinden çıkarırsanız bu konuda size hizmet ederim” mesajını veriyor.” (Sabahattin Önkibar, Gerçek Gündem, 17.05.2012) Cüppeli ve benzeri tarikat şeyhlerinin en namuslu geçinenin bile ya da hasbelkader bir konuda İslama uygun bir tutum benimseyenin bile namusluluğu bu kadar oluyor işte… Bunlar daha önce de defalarca söylediğimiz gibi birer din derebeyi. Bunların gerçek İslamı ve Muhammed’i anlamaları, benimsemeleri mümkün değil. Kendisi de bir Ortaçağcı irtica taraftarı olan İsmail Nacar bunlar hakkında en doğru tanımlamayı yapıyor bizce. Diyor ki, “tüm tarikatlar birer yılan yuvasıdır…” Geçelim. Evet. İhanetinizi gösterenlere her kim olursa olsun tahammülünüz yok. Tüm hainlerin ve zalimlerin de olmaz zaten. Size ne demeli bilmem ki. İnsan kızmalı mı yoksa acımalı mı size? Bunu uzun uzun düşününce şu yön daha ağır basıyor: Size acımak gerek aslında. Sizler acınası yaratıklarsınız. Her şeyinizi sattınız ve boylu boyunca ihanete battınız. Hâlâ da doymuyorsunuz. Size Allahtan başka kim yardım edebilir?.. Sanmayın ki yaptıklarınız yanınıza kalacak. Tarihte Ebu Rigal’in, Suudilerin, Kuveytli El Sabah’ların, Damat Ferit’lerin, Sait Molla’ların, Ali Kemal’lerin yanında yerinizi alacaksınız. Bunu adınız gibi bilin. Hiç kurtuluşunuz yok bundan… 14 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Deniz-Yusuf-Hüseyin Yoldaşların Yere Düşürmediği Devrimci Mücadele Bayrağını Kurtuluş Partililer Dalgalandırıyorlar H er geçen gün artan bir sevgi ve özlemle anılan, 40 yıldır unutulmayıp çoğalan, tüm mücadele alanlarında devrimcilerle birlikte olan, Deniz-Yusuf-Hüseyin Yoldaşlar; Halklarımızın bilincinde, gönlünde ve hak alma mücadelelerinde yaşamaya devam ediyor. 6 Mayıs 1972 tarihinde asarak katlettiler 3 Fidan’ımızı. Tıpkı Şeyh Bedrettin’in Serez Çarşısı’nda asılarak katledilmesi gibi. Tıpkı 1 Mayıs’ın yaratıcısı dört yiğit işçi önderi; Albert PERSOS, Adolph FISCHER, George EGEL ve August SPIES’in asılarak katledilmesi gibi. Sandılar ki Tefeci-Bezirgânlar, Şeyh Bedrettin’in kesilirse nefesi, dalgalandırdığı bayrak yere düşer. Halkların soluduğu, içine çektiği Bedrettin’in nefesindeki gül kokuları, Bedrettin asılırsa artık yayılmaz olur, insanlar soluksuz kalır sandılar sömürgenler. Ama bugün Bedrettin, Halkların Devrimci Mücadelesinde yol göstermeye, o gül kokularını halklara yaymaya devam ediyor. Halklarımız o gül kokularıyla yaşam buluyor, nefes alabiliyor, umutlarını devam ettirebiliyorlar. Tefeci-Bezirgânların yaydığı o pis kokular bastıramıyor gülün kokusunu. Sandılar ki egemenler, dört yiğit işçi önderinin kesilirse nefesi, İşçi Sınıfının hak alma mücadelesi sona erer. Dört yiğit işçi önderinin gül kokuları yayan nefeslerini kesersek, uğruna yaşamlarını feda ettikleri mücadeleleri milyonlara örnek olmaktan çıkar dediler, o gül kokularını milyonlar koklayamaz sandılar bir avuç sömürücü asalak. Ama dört yiğit işçi önderinin önderlik ettiği mücadeleyi, tüm dünyadaki milyonlarca emekçi, İşçi Sınıfının Birlik Mücadele Dayanışma Günü olarak kutluyor. Milyonlar alanlara akıp azlık sömürgenlere karşı çokluğun öfkesini, kinini haykırıyorlar. 126 yıl önce dört yiğit işçi önderinin yaydığı gül kokularını tüm dünyada emekçiler solumaya, o gül bahçesinin kokularıyla hayat bulmaya devam ediyorlar. Emperyalistlerin tüm dünyaya yaymaya çalıştıkları lağım kokularının arasında o gül kokularını milyonlar hâlâ hissedebiliyorlar. Sandılar ki kanlı zalim ABD beslemesi 12 Martın faşistleri, 3 Fidan’ın kesersek nefesini, koparırsak gövdesinden dallarını Devrimci Mücadele sona erer. 3 Fidan’ın gül kokuları yayan nefeslerini kesersek Türkiye Halkları o kokuları artık koklayamaz, “Tam Bağımsız Türkiye”, “İkinci Kurtuluş Savaşı”, Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist mücadele sona erer sandılar, ABD ve AB Emperyalistleri ve yerli satılmışlar. Ama yanıldılar 12 Mart Faşizminin yaratıcıları AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar. Önce mahkeme süreçlerinde teslim alabileceklerini düşündüler 3 Fidan’ı, olmadı. 3 Fidan dar ettiler mahkeme salonlarını AB-D Emperyalistlerinin güdümündeki insan görünümündeki yargıç ve savcılarına. Gül kokularını mahkeme salonlarında da yaymaya devam ettiler. İdam kararları yüzlerine okunduğu zaman sararmadı, solmadı o güzelim yüzleri; normal temposunun üzerinde çıkmadı yürek atışları. Tıpkı her gerçek devrimci gibi… Tıpkı Hikmet Kıvılcımlı gibi, “İçerde, dışarıda, derste, sırada” mahkeme salonlarında, cezaevinde, üstüne üstüne yürüdüler, tükürdüler “yüzüne celladın, fırsatçının, fesatçının, hayının”. O fırsatçılardan, o hainlerden, o cellâtlardan, o yüzüne tükürülenlerden, hani Deniz, Yusuf, Hüseyin darağacında can verirken keyiften sigara içen Ali Elverdi, bir lokma yutarken nefesi kesilip pis canını yitirirken, Üç Fidan’dan yayılan o hoş kokular herkesi sarıp sarmalamaya devam ediyor. Bu insan müsveddesinin cenazesi bir avuç insanla kaldırılırken, her 6 Mayıs’ta kurtuluşları için mücadele eden Üç yiğide unutulmadıklarını göstermek için gidiyor binler… Üç Fidan, kısacık yaşamlarına büyük mücadeleler sığdırdıkları, teslim olmadıkları, yargılanan değil yargılayan oldukları, son nefeslerinde “Yaşasın Türk ve Kürt Haklarının Kardeşliği”, “Yaşasın Marksizm-Leninizm” sloganlarını haykırdıkları, mücadelelerini, ideallerini satmadıkları içindir ki her geçen gün artan bir özlemle anılıyorlar. Binler, her 6 Mayıs’ta alanlara akıyorlar; 40 yıl önce yayılan gül kokularının yayılmaya devam ettiğini kanıtlamak, ne kadar yaymaya çalışırsanız çalışın pis kokularınızı, bakın gül kokularını bastıramıyorsunuz demek için… 40 yıl önce Üç Fidan’ın yaydığı gül kokularını bugün, Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileri Kurtuluş Partililer yaymakta. Kurtuluş Partililer, 1 Mayıs Mücadelesinin her zaman en ön safında mücadele yürüttüler ve Taksim’i yeniden 1 Mayıs Alanı yaptılar. 1 Mayıs 2012 1 Mayıs Alanı’nda Denizler’le, Mahirler’le birlikte saf tuttular. Kurtuluş Partililer, ülkemizi Yeni Sevr’e doğru götürmeye çalışan A B D Emperyalistlerine ve yerli satılmışlara karşı mücadele yürüttüler, hainlerin planlarını ortaya çıkarttılar, hainlerin dümen suyuna girmiş gafilleri kendilerine getirdiler. Kurtuluş Partililer, Şeriata, bayrağı Türbana, siyasi plandaki temsilcisi Tayyipgiller’e karşı militan bir mücadele yürüttüler. Türbana kılık kıyafet özgürlüğü çerçevesinde bakan “Devrimcilere” karşı da uyarı görevlerini yerlerine getirdiler her platformda. Kurtuluş Partililer, ülkemizi en az üçe bölme, bin yıllık Türk ve Kürt kardeşliğini parçalama projesinin bir parçası olan sözde Ermeni Soykırımı’nın olmadığını en kör gözlere batarcasına tüm kanıtlarıyla ortaya çıkarttı. Rahatsız etti Sorosçuları ve peşlerinden giden şaşkınları. Kurtuluş Partililer, Kürt Sorunu’ndaki Emperyalist Çözümü, daha doğrusu çözümsüzlüğü teşhir etti. Köklerini Kıvılcımlı Usta’mızdan alan, Kürt Sorunu’nun gerçek çözümü demek olan, Devrimci Çözümün, bin yıllık kardeşliği çok daha ilerilere taşıyacağını, Kürt-Türk Halk Cumhuriyeti’nin emperyalizme karşı yıkılmaz bir kale olacağını savundu. Kurtuluş Partililer, Denizler’in, Mahirler’in uğruna yaşamlarını feda ettikleri ideallerini, mücadelelerini savunmaya, bu uğurda kanlarının son damlalarına kadar mücadele etmeye devam ediyorlar, devam edecekler. Bugün Denizler’in, Mahirler’in gerçek savunucuları biz Kurtuluş Partililerdir, diyorsak, Onların ideallerini, Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist mücadelelerini en militanca biz savunduğumuz, bu uğurda mücadele ettiğimiz içindir. O yüzden 6 Mayıs’ta Ankara’da Karşıyaka Mezarlığı’nda Denizler’le, Mahirler’le buluşmaya, Onlarla söyleşmeye gittik. Dedik ki onlara; 40 yıl önce sizin yaydığınız gül kokularınızı bugün biz yayıyoruz, sizin ideallerinizi biz yaşama geçireceğiz; bugün “İkinci Kurtuluş Savaşı’nı” biz yürütüyoruz; AB-D Emperyalistlerine, Ortaçağcı Şeriatçılara karşı mücadele bayrağını biz dalgalandırıyoruz, demek için buluştuk Deniz, Hüseyin, Yusuf’la. Rahat uyuyun, bu bayrak çok daha yükseklerde dalgalanacak, emperyalistlerin ellerindeki tüm kalelere bu bayrak dikilecek demek için. Sizlerin mücadelesi boşa gitmedi demek için haykırdık “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Faşizme karşı Ya Birleşmek Ya Ölüm”, “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” ve onların çok sevdiği “Hoşt Hoşt Amerika Puşt Puşt Amerika” sloganlarını. Partimizin gençlik komitesinden Hasan Yoldaş’ımız okudu basın açıklamasını. Dicle Yoldaş’ımız da “Bizi mahvetmek isteyen Emperyalizme, ve bizi yok etmek isteyen Faşizme karşı, sayımızın azlığına, düşmanın çokluğuna bakmadan, bıkmadan, yılmadan, Proletarya Partisini yeniden örgüt- leyip, Demokratik Halk Devrimini gerçekleştireceğimize, Sosyalizmi Zafere ulaştırmak için, kanımızın son damlasına kadar mücadele edeceğimize” dair Andımızı içirdi. Deniz-Yusuf-Hüseyin Yoldaşların mezarı başındaki anma etkinliğinden sonra, bu Üç Fidan’ı kurtarmak için, ayrı örgütten olmasına rağmen kendini feda eden Mahir Çayan Yoldaş’ın mezar başına gittik, Kurtuluş Partililer olarak. Mezar başında, Kıvılcımlı Usta’nın öğrencisi olarak militan bir mücadele yürüten, mücadeleden bir an bile olsun geri durmayan, faşizmin zindanlarında 10 yılını geçiren, işkencelerden ustaları ve önderleri gibi alnının akıyla çıkan, o dönemdeki yayın organımız Devrimci Derleniş Gazetesi’nin Yazı İşleri Müdürü Ayhan Erkan Yoldaş’ın coşkulu konuşmasıyla Mahir Yoldaş’ı da selamlamış olduk. Sonrasında Şentepe’yi Faşistlerden temizleyen, faşistlerin korkulu rüyası, Şentepe Halkının Kahramanları Mahmut-Sadi-İbo Yoldaş’ın mezar başına gittik. Üç Şehitler’in mezar başında Şentepe İPSD’nin açılışında yer almış, gerek öğrenci gençlik mücadelesinde, gerek İşçi Sınıfı mücadelesinde, gerek faşistlere karşı mücadelede her zaman en ön safta kavga vermiş Partimiz Genel Sekreteri Ali Serdar Çıngı Yoldaş’ımızın coşkulu konuşmasıyla da Üç Şehitlerimizi de anmış olduk. Sonrasında daha 16 yaşında kalleşçe faşistler tarafından arkadan vurularak katledilen Engin Yüzbaşıoğlu Yoldaş’ın mezar başına gittik. Mezar başında, gerek öğrenci gençlikte verdiği mücadelesiyle, gerek fabrika cehennemlerinde verdiği sendikal mücadelesiyle hep en önde yer almış, işkence tezgâhlarında çözülmemiş Ankara İl Başkanımız Sait Kıran Yoldaş’ın coşkulu konuşmasıyla Engin Yoldaş’ımızı da anmış olduk. Engin Yoldaş’a rahat uyu Yoldaş, “Yoldaşlarım mücadelemi devam ettirsinler” vasiyetini yerine getiriyoruz ve her alanda mücadeleyi yükseltiyoruz, yükselteceğiz, sözünü verdik. (Tüm konuşmaları aşağıda yayımlıyoruz.) Denizler, Mahirler, Mahmutlar, İbolar, Sadiler, Enginler, daha hayatlarının baharlarındayken katledildiler. Tarih kanıtlamıştır ki Devrimciler asmayla, kesmeyle, vurmayla yok olmazlar, bitmezler, tükenmezler. İnsanlığın kurtuluş mücadelesinde insanlığından başka her şeyini bu mücadeleye adayanlar bir düşerler ama bin doğarlar. Onlar sadece bedence düşerler toprağa. Ama o devrimciler binlere, milyonlara tohum olurlar, yeniden gelirler dünyaya. Yeniden gelirler ki dünyaya gül kokuları yayılabilsin… İnsanlığın Kurtuluş Mücadelesinin Teorik ve Pratik önderleri Marks-Engels-LeninKıvılcımlı Ustalarının Teorik ve Pratik Hazinelerini insanlık bir bütün olarak eninde sonunda sahiplenecek. Tarihin akışı o yöne doğru. Bu geriye çevrilemez, çevrilemeyecek. İnsanlık sosyalist bir aile olduğu zaman tüm yeryüzü, işte o zaman gül kokularıyla kaplanmış olacak. Unutulup gidecek zamanında pis kokuları yayanlar. Ama unutulmayacak o güzel kokuların tüm dünyaya hâkim olması için mücadele yürütenler. Unutulmayacak Devrimciler! Unutturulmayacak! Ankara’dan Kurtuluş Partililer Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’ya saygısını her zaman dile getirmiştir. Daha henüz MDD Hareketi’nden koparken, Kurtuluş Dergisini çıkarmanın ön günlerinde yayımladıkları bir yazıda, Mahir Çayan Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı için, “O dağlarca teorik ürünü üreten en eski ve en yılmaz bir savaşçıdır” diye saygısını belirtmiştir. Yine 12 Mart’ın faşist mahkemelerinde savunmalarında, “Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye Devrimci Hareketinin her zaman saygıyla anacağı bir devrimcidir” diye saygısını belirtmiştir. *** Ayhan Erkan Yoldaş’ın Mahirler’in mezar başındaki konuşması: Mahirler, kahramanlıklarıyla bilincimizde ve yüreğimizde yaşıyor Yoldaşlar, Az önce Denizler’i andık. Şimdi Mahir’i ve dokuz yoldaşını yani On’ları anacağız. Biraz sonra da 3 şehidimizi; Mahmut-İboSadi’yi anacağız. Ne mutlu bu Devrimcilere, ne mutlu bu Yoldaşlara ki, savaşırken düştüler! Yoldaşlar, Mahir Çayanlar’ın, On’ların anmasında iki nokta her zaman en öne çıkacaktır: Birincisi bu yoldaşların Kahramanlıklarıdır. Mahirler o günün en zeki gençleri, en militan gençleri idiler. Kurulan ölüm tuzağını bile bile, göre göre, ama inançları uğruna gözlerini kırpmadan ölümü göğüslediler. Kahramanca, silahı elinden bırakmadan, damarlarındaki son kana kadar çarpışa çarpışa, dövüşe dövüşe, şehit oldular… İkinci özellik olarak da Devrimci Kardeşlik ilkesini bize unutulmaz bir şekilde miras bıraktılar. Bildiğimiz gibi On’lar Kızıldere’ye, Denizler’i kurtarmaya gittiler, Denizler başka bir siyasetin önderleriydi. Kızıldere eyleminde, Mahirler’in içinde, On’ların içinde, Denizler’in iki yoldaşı vardı. Yani iki siyaset, Denizler’i kurtarmak için kahramanca ölüme gidip, devrimci kardeşliğin altını ölümle imzaladılar. Bu iki özelliği biz de sürekli hatırlayacağız ve kavgamızda yaşatacağız. Yoldaşlar, Denizler olsun, Mahirler olsun Türkiye’yle ilgili birçok konuda, birebir Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı gibi, bizim gibi düşünüyorlardı. Onlar da Kurtuluş Savaşı’na Antiemperyalist bir savaş diyorlardı ve Kurtuluş Savaşı’nın önderi Mustafa Kemal’i (Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nun -yaşı müsait olan arkadaşlar hatırlarlar- duvarı aynı şekilde duruyor mu bilmiyorum, upuzun bir duvarı vardır, oraya Mustafa Kemal’in büyük bir resmini) nakşetmişlerdi. Altına da gene Mustafa Kemal’in: “Ya İstiklal Ya Ölüm!” sloganını, en altına da “Dev-Genç” imzasını atmışlardı. Yoldaşlar, 27 Mayıs konusunda da Mahir Çayan ve Deniz Gezmişler, tıpkı Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı gibi, bizler gibi düşünüyorlardı: 27 Mayıs’ı bir Politik Devrim olarak görüyorlardı. Şimdiki “Yetmez ama Evetçiler”, Sorospu çocukları gibi, 27 Mayıs’ı da; 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbeleriyle aynı kefeye koymuyorlardı. Ve Mahir Çayan Yoldaş, Yoldaşlar, Demin bahsettiğim Basın Yayın’ın duvarında, Mustafa Kemal’in o portresinin yanında, bir yazı daha vardı. Che Guevara’nın, “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi sefa geldi” sözleri yazılıydı. Che Guevara için, Mahirler için ölüm hoş geldi sefa geldi. “Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizmin Leninizmin yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kurtuluşu” diyerek, idam sehpasına kendi ayağıyla tekmesini atan Deniz Gezmiş için, ölüm hoş geldi sefa geldi… 70 yaşındayken ve kanserin ağır kanamaları içindeyken, boynunda 3 tane idam fermanıyla 12 Mart Faşizmine hesap sormaya gelen Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı için, ölüm hoş geldi sefa geldi! Az sonra anacağımız 3 şehidimiz için ölüm hoş geldi sefa geldi! Spartaküsler, Bedrettinler ve tüm devrim şehitleri için ölüm hoş geldi sefa geldi! Yoldaşlar, Ve hepsinin acısı yüreklerimizde büyüyor. Bizden önce savaşarak düşenlerin acısı yüreklerimizde büyüyor ama bu acıyla birlikte öfkemiz de büyüyor! Öfkemizle birlikte bilincimiz de büyüyor, azmimiz, kararlılığımız da büyüyor, cesaretimiz de büyüyor. Sözlerimi, Usta’mızın veciz sözüyle bitirmek istiyorum: “Görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmak da vardır, vurulmak da. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.” Biz Halkın Kurtuluş Partililer için vurulmak da var vurmak da var, yoldaşlar. Evet bugün cenazelerimiz savaş sloganlarıyla kaldırılıyor, ama ne yazık ki mitralyöz seslerimiz çok cılız geliyor. Fakat elbette o gün de gelecek yoldaşlar. Türkiye Proletarya Partisini, gerçek Proletarya Partisini hayata geçirip, Halk Kurtuluş Ordusu’nu kurduğumuzda, cenazelerimiz savaş sloganlarımızla ve mitralyöz sesleriyle kaldırılacaktır. Hepinize saygılar sunarım. *** Kurtuluş Partisi Genel Sekreteri Ali Serdar Çıngı Yoldaş’ın 3 şehitlerin mezar başındaki konuşması: Üç Kızıl Yıldız parlamaya devam ediyor Sevgi ve saygı değer yoldaşlarım, 1978 1 Eylül şafağında, tam da bu gökyüzünde, tam da bu noktada 3 yıldız kaydı. Bu yıldız, kızıl yıldızdı. Üç Kızıl Yıldız tam da bu gökyüzünden kaydı. Çünkü bu gökyüzünün altında Şentepe vardı… O Şentepe ki, Üç Şehitler’in ilmik ilmik antifaşist mücadeleyi ördüğü topraklardı. Bu Şentepe ki, lağımlarından açıktan akan suları vardı. Su yoktu, ancak sabaha karşı bir iki saat su gelebiliyordu. Şentepe Halkı yoksul bir halktı. Ve bir dönem, Partimizin militanları Şentepe’ye özgürleştirene kadar, Mahmut-İboSadi Yoldaşlar bayrağı devralana kadar, bu topraklarda faşistler kısa bir süre etkili oldular ama fena halde yanıldılar. Çünkü Üç Şehitler, işkencede direnmeyi en büyük erdem sayan, bu topraklardan bir saniye uzaklaşmayan, Türkiye Devrimi’nin Önderi, Dünya Halklarının ustalarından olan Hikmet 15 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Kıvılcımlı’dan bayrağı devralmışlardı. Onun içindir ki, yılmadan usanmadan, faşistlere karşı, devlete karşı, işsizliğe pahalılığa karşı, bu zulme karşı bayrağı devraldılar. Ve onlar daha çocuk denecek yaştaydılar. İki Yoldaş’ımız henüz 18 yaşındaydı. Bir Yoldaş’ımız da sadece 21 yaşındaydı. Ama onlar Türk ve Kürt Halklarının kurtuluşuna yürekten inanmışlardı. Demin dediğim gibi, Onların önderi Hikmet Kıvılcımlı’ydı. Yoldaşlar, Üç Şehitler’imiz, Yoldaşlarımız, daha gencecik yaşta, yine Usta’larından aldıkları öğütle, “başta İşçi Sınıfı gelmek üzere” şiarına uygun olarak fabrikalarda çalışıyorlardı. Çünkü, anaları babaları yoksulluktan onları okutamamıştı. Onlar fabrika cehennemlerinde sömürülüyorlardı, sabaha kadar, çalıştırılıyorlardı ama demin dediğim gibi nasıl ki bu semtte mücadele bayrağını yükselttilerse, fabrikalarda da yükselttiler. Yoldaşlar, Üç Şehitler, akşama kadar fabrikada çalışıyorlardı, işçi kardeşlerini örgütlüyorlardı. Akşam fabrikadan gelince de bu semtte, bu mahallede gerektiğinde silah elde, bayrak elde, en önde savaşıyorlardı. Bunlar, mezarları başında sadece ajitasyon olsun diye söylenen sözler değildir. Bunlar, bire bir yaşananlardır, tanımayan, bilmeyen yoldaşlar için söylüyorum. Yoldaşlar, Onlar vatan sevmenin ustası idiler. Onlar Hikmet Kıvılcımlı’nın, az önce dediğim gibi; düşünce oğulları idiler ve onlar, bu vatan için, bu yurt için ölümü hiçe sayıyorlardı. Ama Onlar insanca yaşamak için, buralardaki yoksul kardeşlerinin yoksulluktan kurtulması için, bu düzenin, bu kahrolası düzenin yıkılması için mücadele ediyorlardı. Ve Onlar biliyorlardı ki Yoldaşlar, Hikmet Kıvılcımlı Usta’mızın dediği gibi, “görev” yapıyorlardı ve biliyorlardı ki “muhallebi” yapmıyorlardı”. Ve “Görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmak da vardır, vurulmak da. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.” diyorlardı… Onlar, Türk ve Kürt Halkının kurtuluşu için, bu ülkede gerçek bir Proletarya Partisi, gerçek bir İşçi Sınıfı Partisi ve gerçek bir Halk Kurtuluş Cephesi kurulması için mücadele ediyorlardı. O dönem Devrimci Derleniş bayrağı altında savaşıyorlardı. Yoldaşlar, Partimizin bugünkü şiarları o gün de geçerliydi. Onlar, emperyalizmin yok olmasını istiyorlardı, Dünya Halklarını sömüren AB-D Emperyalizmin yok olmasını istiyorlardı. Yani Onlar, Antiemperyalistlerdi. Ama şimdiki kimi sol geçinenler gibi, kimi Sevrci Sahte Solcular gibi, sadece göstermelik, soyut, ne idiği belli olmayan bir antiemperyalizm değildi onlarınki. Onlar Amerikan Emperyalizmi başta olmak üzere, her türden emperyalizmin, Avrupa Birliği Emperyalizminin yıkılması için de çalışıyorlardı. Onlar, Antifeodal mücadelenin en önünde savaşıyorlardı. Onlar, Amerikan İslamı’nı, CİA İslamı’nı yok etmek için, bu ülkede halklarımızın Allah adıyla kandırılmasına son vermek için dövüşüyorlardı. Onlar Şeriatçılara, şeriat ideolojisine ve onların örgütlerine karşı yılmadan en önde dövüşüyorlardı. Ve Onlar, Antişovenisttiler. Üç Yoldaş’ımız arasında Kürt olan Yoldaşımız da vardı, Türk Yoldaşımız da vardı. Hiçbir zaman bu durum Onları, Halkların Kardeşliği uğrunda dövüşmekten alıkoyamadı. Bir saniye bile birbirlerinden ayrılmadılar ve aynı şekilde silah silaha, omuz omuza, bu topraklarda yaşayan iki halkın kurtuluşu için ölümü kucakladılar. Yoldaşlar, Mahmut-İbo-Sadi Yoldaşlar, gerçekten insan severdiler. Bu vatanı sevmenin ustası idiler ve halkı sevmekte ustaydılar. Onlar semtlerinde komutandılar, faşistlerin gördükleri yerde, bütün içtenliğimle söylüyorum, gerçek olarak söylüyorum, faşistlerin, tâ kilometrelerce öteden, geldiklerini haber aldıklarında, kaçacak delik arayıp, Şentepe’yi terkedip Ankara’nın başka bölgelerine kaçırtan insanlardı. Bu yoldaşlar çocuktular belki ama işte böyle militandılar… Mahallerinde komutandılar ama örgütlerinin, ama Partilerinin birer neferiydiler… Önderliğin anlayışı onları bu denli kararlı ve korkusuz kılmıştı. Onlar fabrika cehenneminde yüksünmeden işçi örgütlediler dediğim gibi. İşte onların bu meziyetleri bizlerin de meziyetleri, özellikle genç arkadaşlarımın örnek alması gereken meziyet olması gerekir. İkinciKurtuluşSavaşı’mızdaDenizlerolmak* MARE OSTRUM En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim, O, onun en güzel yüz metresini koştu En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak... En hızlısıydı hepimizin, En önce göğüsledi ipi... Acıyorsam sana anam avradım olsun, Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun! (Can Yücel) 68 Kuşağı devrimci mücadelesinin gençlik önderleri olan Üç yiğit kızıl Fidan’ımızın ölümsüzlüğe ulaşmasının üzerinden 40 yıl geçmesine rağmen onlar devrimci mücadeleye yol göstermeye devam ediyorlar. Korkmadan inançları uğurunda mücadele edip Türkiye Halklarına canlarını feda eden, vatanın bağımsızlığından başka bir şey istemeyen 3 yiğit devrim neferiydiler onlar. Yaşamlarının baharında insancıl olmayan bu sömürücü Parababaları düzenine karşı mücadele ederek can verdiler. Sadece bedence aramızdan ayrıldılar, düşünceleri bugün Kurtuluş Partililerin devrimci kavgasında halen canlıdır. Bu bilinç ışığında Kurtuluş Partisi Antalya İl Örgütü olarak bir anma etkinliği düzenledik. Anma programımız Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan şahsında tüm Devrim Şehitleri için saygı duruşuyla başladı. Daha sonra Partimizin Antalya İl Başkanı Hikmet Yılmaz Yoldaş’ın açış konuşmasıyla devam etti. Kurtuluş Partisi Genliği’nden Atakan Yoldaş Parti bildirisini okudu ve konuya ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Ana konuşmayı Yaşar Ali Avcu Yoldaş’ın yapmasıyla anma devam etti. Yaşar Ali Avcu Yoldaş, Türkiye’de dünden bugüne Devrimci Mücadelenin tarihi ve bu tarih içindeki Denizler’in önemine değinerek, bugün Deniz Gezmiş adına yola çıkanlarının yaptıkları pratikleriyle Deniz Gezmiş’in adını bile anmaya haklarının olmadığını ve Denizler’i anlamanın ve savunmanın nasıl olduğunu ortaya koyan bilgilendirici bir seminer verdi. Denizler’in, kararlıca ABD ve Avrupa Birliği (o dönemde Ortak Pazar diye adlandırılıyordu) karşıtı yani Antiemperyalist ol- Yoldaşlar, İşin ilginç bir yanı, büyük bir tesadüf, onlar da bizim (nasıl ki Deniz-YusufHüseyin Üç Fidandılar), onlar da bu toprakların Üç Fidanıdırlar. Onlar da tıpkı ağabeyleri; Denizler, Mahirler gibi omuz omuza burada yatmaktalar. Onlar da şuna inanmıştır ki, bu topraklarda Türk ve Kürt Halkının Demokratik İktidarı, Cumhuriyeti kurulacaktır. Bunda hiç ikircikliğe düşmediler. Onlar da ağabeylerinin yolunda namludan ilk çıkanlardır. Yoldaşlar, Onların bu inançlarıyla, bu bilinciyle, onların bayrağı yukarılarda tutma kararlılığıyla kendimizi donatmalıyız. İşte bu önderlerimiz sayesinde, tüm baskılara rağmen hiçbir zaman karamsarlığa düşmüyoruz. Ve inanıyoruz ki, bu ülkede deminki söylediğim üç ilke de hayata geçecek ve bu ülkede mutlaka Sosyalizm gelecektir. Hikmet Kıvılcımlılar, Denizler, Mahirler, Sadiler, Mahmutlar, İbolar önderlerimiz oldukları sürece bu topraklar mutlaka sosyalizme kavuşacaktır. Onlar, bu Üç Kızıl Yıldız gökyüzünde… Üç Şehitler, bizim yüreğimizde, bizim bilincimizde yüzlerce yıl yaşayacaktır. Onlar, Kahraman Gerilla Che’nin dediği gibi “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi sefa geldi” kabulümüz dediler ve yüreğimize gömüldüler, bilincimize girdiler, üç kızıl yıldız olarak parlamaya devam ediyorlar. Ve şuna inanın; silahları ve bayrakları yerde kalmadı. Bedence, sadece bedence aramızdan ayrılan yoldaşlarımız, bizlere de bir görev bırakıp gittiler. Bu görev nedir? Silahları, bayrakları daha daha yukarı kaldırmak görevidir. Bu görev kabulümüzdür ve onlara sözümüzdür: bu görev başarılacaktır! Eski adıyla Şentepe, onların katledilmesin sonra Üç Şehitler Tepesi’nde o bayraklar sonsuza dek, bir kez daha sonsuza dek dikilecek ve sonsuza dek dalgalanacaktır. Bundan en ufak bir şüphemiz yoktur. Hepinizi; Mahmutları, İbolar’ı, Sadiler’i, Denizler’i, Mahirler’i ve Hikmet Kıvılcımlı’yı unutmadan, yılmadan, sayımızın azlığına, düşmanın çokluğuna bakmadan savaşmaya devam etmeye çağırıyorum. Bu çağrı hepimizedir ve bu çağrının gerekleri yerine getirilecektir. Teşekkür ederim Yoldaşlar. duklarını, oysa bugün Denizler’in devamcısı olduğunu iddia eden grupların bu bakış açısı ile çeliştiklerini somut örneklerle gösterdi. Bu grupların, bugün Laikliği de savunmadıklarını ve Şeriatın simgesi olan Türbanı, “İnanç Özgürlüğü” diyerek savunduklarını anlattı. Onların Antifeodal olamadıklarını da dile getirdi. 2. Kurtuluş Savaşı’mızın Modern Finans-Kapital Zümresine ve müttefikleri Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfına karşı Demokratik Halk Devrimi şeklinde verileceğinin altını çizerek, Denizler’in de 1. Kurtuluş Savaşı’mızı desteklediklerini, “Tam Bağımsız Türkiye” şiarı ile de İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı savunduklarını anlattı Yaşar Ali Avcu Yoldaş. Denizler’in, Kıvılcımlı Usta ile tanışmalarının 1969 yıllarında olduğunun, Kıvılcımlı’nın öğrencisi İsmet Demir’in Başkanı olduğu Yapı İşçileri Sendikası (YİS)’in binasının bir bölümünün, Denizler’in kurduğu Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB) tarafından kullanıldığının ve buralarda Usta’mızla da ideolojik bilgi akışı seminerlerine katıldıklarını, o günün tanıklarının bu konularda detaylı anılarının basında yer aldığının altını çizdi. Ve Denizler’in ideolojik olarak Usta’mızdan olumlu yönlerde etkilendiklerini dile getirdi. Daha sonra seminer soru-cevap şeklinde ve yakın gündem değerlendirmeleriyle devam etti. Yoldaş’ımız son olarak; Halkın Kurtuluş Partisi olarak inancımız tamdır: bizden önce Devrim yolunda can verenlerin bayrağını yere düşürmeyeceğiz, sözümüzdür! Tarihe, İşçi Sınıfına ant olsun! diyerek konuşmasını sonlandırdı. Antalya’dan Kurtuluş Partililer *** Kurtuluş Partisi Ankara İl Başkanı Sait Kıran Yoldaş’ın Engin Yüzbaşıoğlu’nun mezarı başındaki konuşması: Engin Yoldaş’a sözümüzdür: Devrim Bayrağını asla yere düşürmeyeceğız! Yoldaşlar, Engin Yüzbaşıoğlu Yoldaş, Partimizin Devrim Şehitlerinden, Kızıl Karanfillerinden biri. Hani biraz önce Deniz Yoldaş’ın mezarı başında, yoldaşlarımız basın açıklamasında Deniz’den bir alıntı yapmışlardı: “Bir insanın ne kadar yaşadığı önemli değil, önemli olan yaşadığı sürece ne yaptığıdır”, diye. Engin Yüzbaşıoğlu Yoldaş’ın tüm yaşam süresi 16 yıl, arkadaşlar. Öldüğünde henüz 17 yaşını doldurmamıştı ama Engin Yüzbaşıoğlu Yoldaş bu kısacık süreye bir devrim savaşçısını sığdırdı. Engin Yoldaş, kararlı, mücadeleci, faşizme karşı, emperyalizme karşı mücadeleden bir an bile geri durmayan, bu uğurda ölümden korkmayan, geri durmayan çekinmeyen bir Yoldaş’tı. Hareketimizle tanıştığı ilk günden itibaren kararlıca mücadele etmiş ve Karşıyaka bölgesinde faşistlerin korkulu rüyası haline gelmiştir bu küçücük yaşında. O kadar korkutmuştu ki faşistleri, faşistler bu genç Yoldaş’ımıza cepheden, karşıdan saldırma cesaretini gösteremediler. Siyasi ve kişisel tabiatlarına uygun bir biçimde kancıkça, kalleşçe, düşmanca arkadan yanaşarak kurşunladılar. Yoldaş’ımız bir süre hastanede ağır yaralı kaldıktan sonra devrim şehitleri kervanına katıldı. Ve Yoldaş’ımızın şu bilincine, şu kararlılığına bakar mısınız, son soluğunda, son anda ağzından çıkan son söze bakar mısınız? “Yoldaşlarım bayrağımızı, devrimci bayrağımızı yerde bırakmasınlar, sonuna kadar yükseltsinler.” Ve Yoldaşları, Halkın Kurtuluş Partililer, Engin Yoldaş’ın devrim şehitleri kervanına katıldığı, devrim bayrağını bize teslim ettiği 14 Eylül 1970 tarihinden bu yana, O’nun bayrağını bir an bile yere düşürmediler. 12 Eylül Faşizminin en karanlık günlerinde bile… 12 Eylül’den önce yüz binleri yürüttüğünü iddia eden, yarın, öbür gün devrim yapacağım büyük afra tafralarla gezinen siyaset- ler bir bir çökerken faşizmin zindanlarında, polis tezgâhlarında ya da dışarıda olanlar postu Avrupa kapılarına, emperyalizmin topraklarına atarken; Engin Yüzbaşıoğlu Yoldaş’ın savaş arkadaşları, devrim savaşçıları Halkın Kurtuluş Partililer, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı gibi bu ülke toprağını terk etmediler. Faşizmin zindanlarında, polis tezgâhlarında direnmeyi en büyük erdem bildiler. Ve dost da düşman da kabul eder ki, 12 Eylül Faşizmi döneminde işkence tezgâhlarında en büyük direnme, her zaman Halkın Kurtuluş Partililerindedir. Yine düştükleri faşizm zindanlarında onurluca, Ustalarına layık bir biçimde, o zindanları birer üniversiteye çevirerek, direnen, mücadele eden devrim önderleri, devrim savaşçıları yarattı Halkın Kurtuluş Partisi. Engin Yüzbaşıoğlu Yoldaş’a sözümüzü bir kez daha tekrarlıyoruz: Yoldaş, Senin yükselttiğin bayrak, Devrimci Derleniş bayrağı bugün Halkın Kurtuluş Partisi saflarında, Halkın Kurtuluş Partililerin ellerinde, Halkın Kurtuluş Partisi savaşçıların ellerinde yükseliyor, yükselmeye devam edecek! Bu bayrak er geç, yerli yabancı Parababalarının ellerindeki, yönetimindeki bu emperyalist kalenin burcuna mutlaka dikilecek! Ve bu Halklar, bu topraklar, gerçekten Demokratik Halk İktidarını, bir Sosyalist İktidarı yani insanın insanca yaşadığı, birlikte üretip birlikte paylaştığı bir düzeni mutlaka görecek. Yoldaşların o güne kadar, bu devrim bayrağını, senden devraldığı bu devrim bayrağını bir an bile yere düşürmeyecekler. Bu sana karşı sözümüzdür, sözümüzü sonuna kadar yerine getireceğiz! Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi; “Görev yapmakta vurmakta var vurulmakta hepsi vız gelir ve de gelmelidir”. Sen bunu kanınla ispatladın. Bütün Yoldaşların, senden bayrağı devralan bütün Yoldaşların, bu uğurda gerektiğinde kanlarını dökmeye, vurmaya da, vurulmaya da her an hazırdırlar. Yattığın yerde rahat uyu Engin Yoldaş! 6 Mayıs Şehitleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan Kurtuluş Partisi Gençliği tarafından anıldı 6 Unutmadık, Unutturmayacağız! Mayıs 1972’de darağacında can veren ama düşüncelerinden ve kararlılıklarından ödün vermeyen devrimci gençlik önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ı, bedence kaybedişimizin 40’ıncı yılında İzmir Karşıyaka’da yürüyüş ve basın açıklamasıyla andık. 6 Mayıs günü Karşıyaka İZBAN önünden çarşı boyunca yürüyüş yapıp Karşıyaka İskelesi’nin önüne geldik ve halkımızın da desteğiyle basın açıklamamızı yaptık. Yürüyüşümüz boyunca “Deniz Gezmiş”, “Yusuf Aslan”, “Hüseyin İnan” çağrısına coşkulu bir şekilde “Yaşıyor” diye cevap vererek “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” sloganını attık. Bayraklarımızla, pankartlarımızla “Emperyalistler, İşbirlikçiler geldikleri Gibi Gidecekler”, “Emperyalistler, İşbirlikçiler 6. Filo’yu Unutmayın”, “Gençlik Gelecek Gelecek Sosyalizm”, “Kahrolsun Emperyalizm, Yaşasın Sosyalizm” “Şeriat Ortaçağdır”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi” sloganlarıyla devam eden yürüyüş kolumuz, Kurtuluş Partisi Karşıyaka İlçe Örgütü’nün önünde durdu. Burada Parti binasından sarkıtılan, üzerinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın resimleri bulunan pankarta doğru yumruklar sıkılarak bir dakikalık saygı duruşunda bulunduk. Yürüyüşümüz İş Bankası’nın önünde yaptığımız basın açıklamasıyla son buldu. Genç bir Yoldaş’ımız tarafından okunan basın açıklaması sırasında da sloganlarımızı haykırdık. Hep birlikte söylediğimiz Gündoğdu Marşı’yla 3 Fidan’ımızla ilgili eylemimiz sona erdi. İzmir’den Kurtuluş Partisi Gençliği 16 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Dün Taksim’i kazandık yarın halklarımızı kurtuluşa ulaştıracağız! Baştarafı sayfa 1’de Ne güzel demiş şair, devrim şehitleri için değil mi: “Öldüler ama çoğaldılar ölümsüz”… Bu topraklarda da Devrim Davası için, İnsanlık Davası için ve bu davanın belki de en önemli mihenk taşı olan özgür-devrimci 1 Mayıs’lar için nice şehit verildi: Kanlı 77 Mayıs’ında 34 şehit verdik, Mehmet Akif Dalcı’yı 1989’da şehit verdik, Hasan Albayrak, Dursun Odabaşı, Levent Yalçın, Akın Rençber’i 1996’da… lenin önü açılır, işçilerin emekçilerin gözleri alanlara dikilir, hesap sorulur zalimliklerinden… Bu bilinç ve arayış artarak yoğunlaşır, örgütlenme-derlenme gerçekleşir, halk cephesi kurulur, siyasal hedef netleşir, iktidarları sallanıverir… Hatta yıkılıverir… İşte böylesine bir “Devrim Provası”dır 1 Mayıs, işçi-emekçilerin, devrimcilerin gücünü hem kendileri, hem dost-düşman görür. Buna göre sınıflar mücadelesinde mevzilerini gözden geçirir hem devrimciler, hem egemenler. “Uykular bir daha kaçmasın diye, Sömürülmesin diye şu çocuk eller” nice şehitler verdik. Baskı, zulüm, sömürü son bulsun diye, “insanın hayvan yerine konması” son bulsun diye, nice yiğitler “düştüler toprağa, özgürce, korkusuz”… İşte 1 Mayıs’lar, baskıya-sömürüye-zulme karşı verilen mücadelenin sınandığı, bilendiği, devleştiği günlerdir. Yıllarca yasaklı olmuştur 1 Mayıs kutlamaları, gerek Tek Parti İktidarı döneminde, gerek Demokrat Parti-Adalet Partisi’nin “sivil” baskı ve zulüm düzenlerinde, gerekse 12 Mart ve 12 Eylül Faşizmi dönemlerinde. 1 Mayıs’lar kutlanabilsin diye ne bedeller ödenmiştir… Ancak Proletarya Sosyalistleri, önce Devrimci Derlenişçiler, sonra Devrimci Mücadeleciler ve en sonu Halkın Kurtuluş Partililer, bu “icazetli 1 Mayıs” oyununun kırılması görevini başardılar, bilimli-bilinçli-kararları mücadeleleriyle… Oya işler gibi ördüler Taksim’de özgür-devrimci 1 Mayıs kutlanmasının stratejik yolunu. Yıllarca İstanbul’da Türkiye merkezlibirleşik-tek 1 Mayıs’ı savundular kararlılıkla. Malum, “güçlerin en büyüğü”nü, “düşmanın en zayıf yeri”ne -ya da en zayıflayacağı yere- yığma gerekliliğini öğrenmişlerdi Usta’larından, “Halk Savaşının Planı”ndan. Bu savunularını stratejiden taktiğe, “kuvveden fiile” geçirmek için Devrimci 1 Mayıs Platformları kurdular bulundukları şehirlerde. Önceleri biriki derken giderek daha çok yapıyı 1 Mayıs’ta İstanbul’a gitmeye ikna ettiler. Bu gidişlerine yıldan yıla siyasi-sendikal zafer ve kazanımlarla muştulanan sayısal artışları eklendi. Giderek 1 Mayıs’ın kaderini belirleme güçlerini nitelikçe ve nicelikçe arttırdılar. DİSK içerisindeki Proletarya Sosyalizminin temsilcisi, DİSK Genel Başkan Yardımcısı, Nakliyat-İş Genel Başkanı, İşçi Sınıfı Önderi Ali Rıza Küçükosmanoğlu ve yoldaşları da, ilmek ilmek bu noktaya çektiler DİSK’i. Onların yanı başında ikircikleyeni hayat çarpardı. Ya ikircikleyemez hale geldiler, ya çarpıldılar, DİSK içindeki diğer sendikacılar. 2004 yılına gelindiğinde yükselttikleri Taksim ısrarı ile belirli oranda devrimci güçler ve sendikal güçlerce de dillendirilmesini sağladılar bu hedefin. 2004’te Taksim açılamadı belki, ama Taksim’de 1 Mayıs mücadelesinin pratik-kaçınılmaz yolu açılmış oldu. Yıllar sonra ilk özgür 1 Mayıs kutlandı ve yasaklı olan bir başka alan Saraçhane Meydanı açıldı işçilereemekçilere-devrimcilere. Ve kitlenin gücü ile kararlılık birleştiğinde alanların kazanılabileceği gerçeği bilinci bir kez daha yer etmişti devrimci bilinçlerde. Tabiî aynı oranda da korku salmıştı egemenlerin yüreklerine. Bu bilincin durulaşmasından sonra vazgeçilemezdi Taksim hedefinden. Bu bilincin devrimci pratikte mutlak ve yakın bir uğrak noktasıydı artık Taksim. Başarılırsa sınıf mücadelesi gelişecek, başarılamazsa gerileyecekti. Proletarya Sosyalistleri için görev bu kadar açık ve belliydi. 2007 yılına gelindiğinde, Taksim’in “di- Çünkü şu gerçeği Parababaları da gayet iyi bilmektedirler: 1 Mayıs’lar büyürse, devrimci mücadele de büyür! Bilincimizi bir yoklayalım, yoklayalım ki sönmesin Parababalarına karşı öfkemiz: Daha 2010 yılı 1 Mayısı’na kadar 1 Mayıs fiilen yasaktı. Daha doğru söylemiyle, bu toprakların 1 Mayıs alanı olan Taksim’de 1 Mayıs yasaktı. Bu yasakla Parababaları, “bizim istediğimiz ölçüde ve sınırlarda kutlanabilir 1 Mayıs, başka türlüsünde provokasyon çıkar(tırız)”, demiş oluyorlardı. Korkularındandı bu yasakları, yıllardır sürdürdükleri ihanetlerindendi. Öyle ya hain korkak olur! Maazallah ülkede sol mücade- renç” kapısı açıldı. Taksim’e izin vermemek için son yıllarda görülmemiş bir Burjuva Terörü estirdi Tayyipgiller’in eline geçmiş olan devlet ve kolluk gücü. Kurtuluş Partililer, denizden, karadan, gidebildikleri her yerden işgaller, direnişlerle karşılık verdi bu teröre, vapurlar zaptedildi denizden gelen yoldaşlarca, otoyollar işgal edildi Anadolu bağlantılı İstanbul yollarında. İstanbul otoyol gişesi girişinde, polisin ilk gazlı coplu saldırısında sağa sola savrulan sol güçler, bizzat Kurtuluş Partili avukatlarca toparlandı, polisin elinden alındı, yeniden gruplarına emanet edildi. İlk saldırıdaki direngenliğimiz ve etkin oluşumuz sayesinde, en azından fire vermeden (gözaltı olmadan) ricat (geri çekilme) yaptırılabilmişti sol güçlere. Ankara’ya kadar geri dönmekte olan sol güçlerin şefleri tarafımızdan tek tek aranarak, Anadolu’nun diğer şehirlerinden gelen güçlerle buluşulması ve otobanın bir kez daha katbekat kitlesellikte işgali sağlanmıştı o 1 Mayıs’ta. Ankara Platformu’nda bulunan “sol” ya da bazı Sevrci Sahte Solcular, henüz aldıkları “HKP ile ilişkilerini askıya alma” kararını yalayıp yutmuşlar, pratik-taktiksel önderliğimizi açık-zımni kabul etmişlerdi. İstanbul’da da Taksim, karşıdevrimci güçler tarafından çepeçevre aşılmaz gibi gözüken bir ablukada tutulmasına rağmen, abluka orasından burasından aşılarak, zaman zaman 1000 kişiye ulaşan kitlelerle Taksim’e çıkabilmişti çeşitli sol güçler, 2007 1 Mayısı’nda. Halkın Kurtuluş Partisi ise Genel Başkanı, Başkanlık Kurulu ve Genel Yönetim Kurulu’yla birlikte ve belirli sayıda bir öncü güçle Taksim’de ünlü 1 Mayıs Afişi’ni açmış, sloganlarını haykırmıştı biber gazlarına, polis ve panzer saldırılarına rağmen… 2008 yılı 1 Mayısı’nda, DİSK Genel Merkezi önünde yükseltilerek başlamıştı Taksim Direnişi. Devlet güçleri bu kez Taksim’e çıkan tüm sokak ve caddeleri tutmuştu. Proletarya Sosyalistleri, Kurtuluş Partililer, DİSK önündeki amansız gaz bombası ve basınçlı-boyalı su saldırısına karşı bir pankartlarını ve bayraklarını dahi hiç indirmeden direndiler. Tâ ki yaklaşık 50 kişilik temsili bir grupla Taksim-1 Mayıs Alanı’na çıkıp burada basın açıklamasını gerçekleştirene kadar. Buna izin vermek zorunda kalmıştı devlet güçleri. Çünkü bu 50 kişinin binlerce kişilik kolluk gücüne karşı kaçmadan-dağılmadan gösterdiği direniş destansıydı. 2008 yılı 1 Mayısı’na, ertesi günün hemen tüm gazetelerinin manşetine yansıyan bu fotoğraf damgasını vurmuştu, bir de DİSK önünde “Yaşasın 1 Mayıs” sloganı dindirilemeyen dönemin DİSK Örgütlenme Sekreteri Ali Rıza Küçükosmanoğlu Yoldaş’ın yılın emekçisi seçilmesi. Bu 1 Mayıs, bizim damgamızın vurulduğu ve Taksim’in de surlarına çıkıldığı 1 Mayıs olmuştu. Artık Taksim’in fethi durdurulamazdı. 2009 1 Mayısı’nda Taksim fethedilmişti. Kurtuluş Partililer bu Fethin de en önünde ve en görkemli karelerindeydi. Kıran kırana bir mücadeleyle girilmişti Taksim’e… Öyle kolay olmamıştı Kızıl Bayrak ve Pankartlarımızla Taksim’i kızıla bürümek… Kurtuluş Partisi’nin üç militanı yaralanmıştı plastik mermiyle… DİSK aracındaki Yoldaşları da, “bir an önce olsun bitsin” telaşesindeki sendikacıları etkisizleştirerek, Polis barikatlarının ardındaki binlerce emekçinin alana girişini sağlamak için sokak sokak direnmiş ve 10 dakikalık yolu tam 2 saatte aşabilmişti DİSK aracı… 2010 1 Mayıs çalışmalarında, bunun ödülünü almıştık. Ankara’daki 1 Mayıs standımızda tanıştığımız orta yaşlı bir yurttaşımız da bize; “Taksim’i Kurtuluş Partililer kazandı, siz kazandınız!” diyerek hakkımızı teslim etmişti. Tek kişi de söylese, dışımızdan birinin söylediği bu doğru sözle tarihe not düşülmüştü ve doğru sözün “rahmet”i (bereketi) garantiydi: “Daim doğru sözü söyle, kovarlarsa da meclisten, mutlak rahmet göreceksin; doğru söylersen halıktan (yaratıcıdan).” (Hz. Muhammed). Bunu doğru sözün yaratıcıdan (İşçi Sınıfından) bereketini mutlaka göreceği şeklinde de okuyabiliriz. 2010 1 Mayıs’ı ise, ilk kez bu sürecin sonunda, izinli ve tatil olarak kutlandı Taksim’de. Haber kanalları “çıktık açık alınla” altyazısıyla veriyordu, 1 Mayıs otobüsü üstündeki Ali Rıza Küçükosmanoğlu Yoldaş’ı daire içinde göstererek. Bu çabanın kiminkimlerin ürünü olduğunu dost-düşman herkes biliyordu zira. Dost-düşman biliyordu derken, dostlar biliyordu da söylüyor, o sıradan yurttaş gibi veriyor muydu hakkımızı? Hayır! Türkiye siyasal ortamını, gruplar ortamını, Küçükburjuvalıktan Sevrciliğe sıçrayan kimi grupçuklarımızı tanıyan Kurtuluş Partililer için bu da şaşılası değil elbette. Onlar için de Mark Twain’in şu veciz sözü söylenebilir: “Doğru söz etkili olabilir, ama hiçbir söz vakitli bir suskunluk kadar etkili olmamıştır.” Özetle onların “vakitli suskunluğu” hem ikrardan gelir, hem de yeğdir. Taksim’in 1 Mayıs’a açılması zorlu mücadelemiz boyunca, bunların karşı propagandaları olmuştu bu yıllar içinde. Bizlerin çabasını, kal Güç Birliği Platformu, TÜRK-İŞ konfederasyonu içinde oldukları halde, zamanenin TÜRK-İŞ kuyrukçusu Sahte Sosyalistleri gibi yapmamış, Taksim 1 Mayıs’ındaki yerini almıştır ya da böyle yapmak, davranmak zorunda kalmıştır. Her iki halde de sonuç, Devrimci 1 Mayıs’ın ve bunun için verilen mücadelenin gücünü, meşruluğunu gösterir. Bizim açımızdan, Halkın Kurtuluş Partisi açısından da bugün için anlamlı bir eşiğin kesin olarak aşıldığını söyleyebiliriz. Taksim mücadelesine paralel olarak, bizim de 1 Mayıs’taki sayımız son üç yıldır binin altına düşmemekte ve giderek yükselmektedir. devrimci mücadelenin ivmelenmesi olarak görecekleri yerde, “alan fetişizmi”, “kitleden kopukluk”, “hayalcilik” vb. biçiminde eleştiren, “alternatif alan”lara “izinli 1 Mayıs” için başvuru yaparak, Taksim mücadelesi verenleri polise hedef gösteren, “kitlecilik” yalanıyla sarı TÜRK-İŞ’in bölücübozguncu sözde 1 Mayıs’larına kuyrukçuluk yapanları unutmadık. Şimdi bunlar, geçmişlerinin hiçbir özeleştirisini yapmadan “gerine gerine” geliyorlar 1 Mayıs’ta Taksim’e. Proletarya Sosyalistlerinin övgü bekledikleri yok… Taksim’i onlara da açtık. Onlar ancak zaferlerin kutlamasında olabilecek kadar devrimcilerdi zaten. Bizse o zaferleri yaratanız… Kıymetimizi bu tatlısu “balık”ları bilmese de “halik” (İşçi Sınıfı diyelim) bilir. Amacımız eski defterleri açmak değil… Dedik ya Devrim Yıllar içinde yüzerle ölçülen sayımızı binlerle ölçülür hale getirebildik. Her 1 Mayıs’a yeni işçi örgütlenme-direniş-işgal ya da grevi ile girmeyi başarabildik. Ağır ama emin adımlarla büyüyor, gelişiyoruz. Ama yetmiyor… Yetmiyoruz… On binlerle ölçülür hale gelmeliyiz. Asıl görevimiz de budur. Ancak o zaman, teorik ve pratik gücümüz kitle gücümüzle birleştiğinde öncü grup olarak Derleniş İhtilalini başarabileceğiz. Bu topraklardaki tüm iyi niyetli sosyalist gruplar, bugünkü teorik-stratejik-taktiksel açmazları ne olursa olsun, iyi niyetli kaldıkları sürece, öncülüğümüzde gerçekleşecek bu ihtilalde yer alacaklar ve Proletarya Partisi Reorganize olacak. İşte o zaman, geçmiş tüm provalardan alınmış derslerin önderliğinde, düşümüz gerçek olacak… Bu ülke halkları Devrimci- Provası’dır 1 Mayıs diye, provada yapılan hataları not düşelim de, aslını yaparken yanılmasın gelecek kuşaklar diyedir hesabımız… Geçelim… Bu 1 Mayıs’ta önceki iki yılda olduğu gibi yüz binler akmıştır Taksim’e… Bu ölçek düşmez bundan gayrı. Devrim cephesinin bileşenleri ve müttefikleri artık yüz binlerle ölçülür. Amaç bu cepheyi milyonlara çıkartmaktır. Bir görev budur. Sarı-Gangster TÜRK-İŞ’in; AKP’nin arka bahçesi HAK-İŞ’in, Memur-Sen’in; faşist Kamu-Sen’in devrim cephesinden ayrılarak kendi yalandan 1 Mayıs’larını Taksim dışında kutlama numaraları da hayra alamettir bizce. Bir yandan dost-düşman safları netleşir, diğer yandan bu sendikalardaki gerçek işçi-emekçi sınıf bileşenleri de karamıkla buğdayı ayırmayı öğrenir zamanla. Gerçek devrimcilerin-sendikacıların kimler olduğunu görür, kavrar ve zamanla terk eder yanlış safları. Dolayısıyla buralardaki kitleler de zamanla devrim cephesinin saflarına geleceklerdir, bundan eminiz. TÜRK-İŞ içindeki Sendikal Güç Birliği’ni oluşturan 9 sendikanın tavrı, bu durumu özetleyen göstergelerden biridir. Sendi- Demokratik Halk İktidarı ile ve ardından Sosyalizmle tanışacak. Önderliğimiz, kararlılığımız, kesin teorik ve pratik üstünlüğümüz bu yolu gösteriyor, bu yolu aydınlatıyor… Nasıl Taksim 1 Mayıs’a kazanılmışsa, bundan nasıl emin olduysak, bu yolun öncülüğünü nasıl ilmek ilmek ördüysek; Devrime giden yolu da aynı şekilde, aynı niteliklerle öreceğimize adımız kadar eminiz. İşte o gün, 1 Mayıs Şehitleri de, tüm Devrim Şehitleri de aramızda olacak, anılarıyla gücümüze güç katacak. Yaylar şimdi daha güçle gerildi Yarın adına göğüs göğüs kuşandık gecede Gecede en yenilmez güç bizde gönendi Ölüler koştular ordu ordu dağlardan Ölüler ansızın içimizde dirildi… 17 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Başka bir dünya mümkün! Baştarafı sayfa 1’de Hikmet Kıvılcımlı’yı anarak başladı. Küba ve Venezüella’daki halk yararına bilimsel, laik, parasız eğitim sistemleri ile Türkiye’deki gerici, paralı eğitim sistemlerini kısaca karşılaştıran Yoldaş’ımız, ardından konuşmacıları davet ederek kendilerine söz verdi. Necati Kutlu Hoca’mız etkinliğe katılan herkesi gerçekten çok etkileyen konuşmasında, Latin Amerika’da geçen yaşamından verdiği örneklerle, bizlere Latin Amerika’yı anlattı, Latin Amerika Halklarının sıcaklığını getirdi o küçük salona. Küba Halkının Yiğit Önderi Fidel Yoldaş’ın Dünyanın en mütevazı, en ilgili ve bilgili önderlerinden olduğunu aktardı. Simon Bolivar’ı, Jose Marti’yi anlattı bizlere Necati Hoca’mız. Küba Büyükelçisi Yoldaş, Küba’da Sosyalizmin inşası sürecini anlattıktan sonra, Emperyalizmin baskıları karşısında Sosyalist uygulamalarda yaşanan sıkıntıları anlattığı konuşmasında, tek kutuplu dünyada ayakta kalmanın zorluklarını paylaşarak, gelinen noktada iyi bir alternatif olmak ve Sosyalizmi temsil etmek için çok çaba sarf ettiklerini anlattı. Venezüella Büyükelçisi Raul Yoldaş ise, hazırlamış olduğu sinevizyon sunumu eşliğinde yaptığı konuşmasında, ayrıntılarıyla Venezüella’da Bolivarcı iktidarın geliştirdiği eğitim sistemini anlattı. Çoğu katılımcı için ayrıntılı bilgiler edinilmesini sağlayan bu sunumdan, Venezüella’daki eğitim “misyon”larını, küçük Simon, Robinson, Ribas ve Sucre misyonları ile her Venezüellalı birey için henüz ana karnına düştüğü anda eğitim sisteminin işlemeye başladığını, bu misyonlar çerçevesinde Küba’dan örnek alınan “yapabiliyorum” ve “devam edebiliyorum” sloganlarıyla simgeselleştirilen okuma-yazma seferberliğinin hayata geçirildiğini öğrendik. Raul Yoldaş konuşmasını, “Artık Küba Asla Yalnız Değildir” vurgusuyla sonlandırdı. Katılımcıların soruları ve konuşmacıların cevaplarıyla devam eden konferans, Hasan Yoldaş’ın kapanış konuşmasıyla sona erdi. Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland Yoldaş konuşmasının başında her zaman alışık olduğumuz devrimci sıcaklığıyla Partimize, Halkın Kurtuluş Partisi’ne dayanışmalarımızdan dolayı teşekkür etti. Bizler de ülkemizin Aydın Gençliği olarak, Latin Amerikalı Yoldaşlara, bayrağı bizden önce burçlara diken Yoldaşlara ve halklarımıza söz veriyoruz: İnsanın insana kulluk etmediği, insanca yaşanabilir “Başka Bir Dünya” için, Sosyalizm bayrağının dalgalandırılması için, mücadelenin en ön saflarında yer almaya devam edeceğiz. “Bilimsel Düşünce”, gerici-ezberci-skolâstik düşünceyle olan mücadelesini kazanacak. Ankara Üniversitesinden Kurtuluş Partisi Gençliği BDT Başkanı Hasan Saygın Tümkaya Yoldaş’ın konuşması “Başka bir dünya” için Aydın Gençlik ne yapmalı? Değerli konuklarımız, “Başka bir dünya mümkün Küba ve Venezüella örnekleri” adlı etkinliğimize hoş geldiniz. İnancın kararlılığın simgesi sayın Fidel Castro’nun ülkesi Küba Büyükelçisi Sayın Jorge Quesada Concepcion aramızda, hoş geldiniz. Latin Amerika’nın ABD tarafından sömürülmesine başkaldıran Antiemperyalist, yurtsever, halkçı mücadelesini tüm Latin Amerika’ya yayan ve dünyanın ezilen uluslarıyla dayanışmaktan bir an bile geri dur- mayan Sayın Hugo Chavez’in ülkesi Venezüella’nın Büyükelçisi Sayın Raul Betancourt Seeland aramızda, hoş geldiniz sayın büyükelçi. Ve bu etkinliğin sizlerle buluşmasına çok önemli katkılar sunan üniversitemizin demokrat, ilerici bilim insanı, Latin Amerika Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü’müz Sayın Prof. Dr. Mehmet ecati Kutlu aramızda, hoş geldiniz. Hocam katkılarınızdan dolayı çok teşekkür ediyoruz. Bugün bu etkinliği yapabiliyorsak, büyük bir katkısı vardır Mehmet Hoca’mızın. Çok teşekkür ediyoruz. Arkadaşlar, Ben Bilimsel Düşünce Topluluğu Başkanı Hasan Saygın Tümkaya. Kimya Mühendisliği ikinci sınıf öğrencisiyim. Topluluğun Başkanlığını yürütüyorum ve bu etkinliğin sunumunu da sizlere yapacağım. İlk önce Prof. Dr. Mehmet Necati Kutlu Hoca’mızdan bir açılış konuşması dinleyeceğiz. Daha sonra Küba Büyükelçimiz sizlere hitap edecek ve daha sonra, Sayın Venezüella Büyükelçisinin sizlere bir hitabı olacak. Ve kendi ülkelerini anlatacaklar, o “başka bir dünyayı” sizlerle buluşturacaklar. Tabiî söz konusu Küba ve Venezüella olunca bir ismi atlamadan geçemeyeceğiz. Mutlaka ve mutlaka anmamız gereken bir isim; her antiemperyalist, devrimci, ilerici mücadelenin isyan bayrağı ve ezilen her halkın mücadelesinde yaşamaya devam eden ölümsüz Kahraman Gerilla Che Guevara’ya bin selam olsun, diyoruz buradan. Değerli konuklar, Aydın olmanın yani demokrat, yurtsever, ilerici bir aydın olmanın, ülkemizde, coğrafyamızda bedelleri çok ağırdır ve ülkemizde pek çok demokrat, aydın, ilerici ve devrimci, bu bedeli canıyla, kanıyla, işkencehanelerde gördüğü işkencelerle ödemişlerdir. Fakat bu aydınlar bugün hâlâ yaşıyorsa, bugün hâlâ mücadele ediyorsa, kendilerine yöneltilen bu saldırılardan bir an bile geri durmayarak, korkmayarak mücadele etmesinden dolayıdır. Düşüncelerinden dolayı uzun yıllar hapis yatan ve memleketinden çok uzakta yaşamak zorunda bırakılan halk şairi azım Hikmet gibi. Daha 17 yaşında, elinde silah Kurtuluş Savaşı’mızda Antiemperyalist Mücadelenin bayrağını yükselten, yüzlerce eseri ülkemize kazandıran ve pratik çalışmalarıyla da Türkiye Halklarına yol göstermiş, 22,5 yılını Türkiye zindanlarında geçirmiş büyük Önder Hikmet Kıvılcımlı gibi. Ve tabiî ki katledilen şairimiz, yazarımız Sabahattin Ali’yi de unutmadık. Arkadaşlar biliyorsunuz, bundan 9 gün önce, yine aydın olmanın bedelini darağacında ödeyen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı da unutmadık, unutturmayacağız. Ve kaderi, Venezüella Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Önderi Simon Bolivar’la ve Küba Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Önderi Jose Marti’yle ortaklaşmış olan Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın Antiemperyalist Lideri Mustafa Kemal’i de unutmayacağız, arkadaşlar. Değerli konuklar, Biliyorsunuz ki ülkemizde bir gerici eğitim sistemi hâkim. Antiemperyalist ve ulusal bağımsızlıkçı bilinç yok edilmek isteniyor. Devrimci ve ilerici değerlerin içi boşaltılmakta ve her geçen gün daha geriye doğru giden bir eğitim sistemiyle karşılaşmaktayız. Daha ilkokula adım attığımızdan beri ailelerimizin sırtına yüklenen bir maddi külfetle karşı karşıyayız. Liselerde, özellikle üniversiteyi kazanabilmemiz için, binlerce lirayı dershanelere vermek zorundayız. Hele meslek lisesi öğrencisiysek staj adı altında ucuz işçi gücü olarak kullanılmakta ve sömürülmekteyiz. Üniversiteye bu engelleri aşıp geldiğimizde ise sorunlar maalesef bitmemektedir. Sorunlar büyüyerek devam etmektedir. Önce harç karşımıza çıkar. Daha sonra, memleketimizden çıkıp geldiğimizde, barınma sorunuyla karşı karşıya kalmaktayız. Barınma sorununu bir şekilde halledebilrsek artık bizi çetin bir yaşam koşulları beklemektedir. Arkadaşlar eğer barınacak yer bulamazsak, maalesef ülkemizde adım adım örgütlenmiş; her şehirde, her mahallede, her sokakta hatta her apartmanda örgütlenmiş cemaat evlerine ve cemaat yurtlarına mahkûm bırakılmaktayız. Fakat “başka bir dünya mümkün”, biz bunları yaşamak zorunda değiliz. Burada sizinle karşılaştıracağımız iki örnek var. Bunlardan biri Küba, diğeri de Venezüella. Biz bilmekteyiz ki, Küba’da her kademede eğitim parasızdır ve üniversite öğrencilerinin barınma sorunu çözülmüş, herhangi bir masraf yaptırılmamaktadır. Üstelik 100 Küba pesosu da burs verilmektedir. Peki bizim ülkemizde durum nedir, arkadaşlar? 260 lira veriliyor. Burs değil, kredi olarak ve mutlaka geri ödememiz isteniyor. Ve bir iki yılda da, verdikleri sürenin yarısı sürede de, geri ödememizi istiyorlar. Şu an verdikleri süre kadar bir süre vermiş oldular bize. Arkadaşlar, peki bizlerin yapması gereken nedir? bunu düşünmemiz gerekiyor. Aslında bugün bu salonun bu kadar boş olması, burayı dolduranlar tarafından bir kere daha düşünülmeli. Biz biliyoruz ki, son zamanlar içerisinde, belki de insanların bilincini geliştirebilmek için yapılabilecek en güzel etkinliklerden birine imza attık, atıyoruz ve ne yazık ki, bu etkinlik böylesine boş bir salonla gerçekleşiyor. Biz öncelikle, bu ülkeyi yöneten, bu ülkenin gelişimini zehirleyen Ortaçağcı İrticaya ve Emperyalizme karşı mücadele etmemiz gerektiğini bir kere daha bilincimize çıkartalım. Küba gibi, Venezüella gibi olabilmenin yolu ancak bu bilince eriştiğimizde açılacaktır. Teşekkür ediyorum ve konuşmalarını yapmak üzere konuklarımızı kürsüye davet ediyorum. AÜ Latin Amerika Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Mehmet Necati Kutlu Hoca’nın konuşması Sesim duyuluyor herhalde değil mi yukarıdan? Duyuluyor mu? Ben ayakta konuşacağım müsaadenizle. Zaten ben daha kısa konuşacağım diğer konuşmacılara göre. Öncelikle çok teşekkür ediyorum tüm katılımcılara. Sevgili öğrencimiz, ki bu etkinliğin düzenlenmesi için çok çalıştı, salonumuz boş gibi, dedi. Yani bakış açısına bağlı. Salonumuz boş değil, salonumuz kısmen boş. Salonumuz dolu, beklenen insanlar gelmişler, vakitlerini ayırmışlar ve konuşmacıları dinleyecekler. Dediğim gibi, ben konuşmacılardan biri değilim esasında, kendisi çok nazik bir şekilde ifade etti; benim küçük bir katkım oldu. Ben bürokratik, nasıl diyelim, bürokratik açıdan bir iki telefon ettim bu etkinliğin gerçekleşebilmesi için. Çünkü ben üniversitenin öncelikle öğrencilerin olduğunu biliyorum. Düşünüyorum falan demiyorum, çünkü gerçeği bu zaten. Üniversite esasında öğrencilerindir, sayısal olarak daha kalabalıklar, bir de üniversitenin varoluş nedeni öncelikle öğrencilerin burada eğitim görmesi, öğrencilerin hayata hazırlanması. O halde öğrencilerin yapacağı bir etkin- lik benim için kıymetlidir. Ha ben kendilerini hiç tanımazdım, geldiler çok açık yürekli bir şekilde, biz Küba Büyükelçisini, Venezüella Büyükelçisini davet ettik, siz bize kefil olur musunuz? dediler. Ya olmam, dedim. Ben sizi tanımıyorum. Peki nedir konu? dedim. Ya işte onlarla, “Başka Bir Dünya Mümkün” konulu, onların düzenlerini, onların yapmış olduklarını birazcık üniversitelilerle paylaşacakları bir etkinlik. Ha olur, dedim o zaman, ben de size yardımcı olmaya çalışırım… Bu fakültenin dekanını aradık, dekan yardımcılarıyla görüştük, dekanıyla görüştük. Kendileri de gayet doğru ve iyi bir yaklaşımla bu salonu sevgili öğrencilerimize tahsis ettiler. Şimdi benim konuyla ilgim; ben üniversitemizin Latin Amerika Çalışmalarını Araştırma ve Uygulama Merkezinin Müdürlüğünü yürütüyorum üç senedir, dördüncü senenin içindeyiz. Üç seneyi yakın zamanda bitirdik. Bizim görevimiz; Latin Amerika’yı multidisipliner bir bakış açısıyla incelemek, araştırmak, araştırmalarımızın sonuçlarını kendi kamuoyumuzla paylaşmak, Türkiye’nin oradaki tanınırlığını artırmaya çalışmak, aynı şekilde onların ülkemizdeki, toplumumuzdaki tanınma düzeyini artırmaya çalışmak. Dolayısıyla o açıdan bizim çalışma alanımıza da giriyor. Ha bunun ötesinde, Küba nedir? Venezüella nedir? Tabiî bir ülkeden, o ülkelerin halklarından, insanlarından, geçmişlerinden bahsetmek, hiç şüphesiz bir açılış konuşmasının çok ötesinde zaman ve oldukça da önemli hazırlık gerektirir. Ancak ben müsaade ederseniz Küba’yla Venezüella dendiğinde ben ne hatırlıyorum, benim için oralar ne ifade ediyor, onu paylaşayım. Nasıl olsa en üst düzeyle siz Küba’yla Venezüella’nın ne olduğunu, ne olmadığını doğrudan doğruya devlet başkanlarını temsil eden büyükelçiler aracılığıyla öğreneceksiniz. Ben çok şanslı bir çocuktum, ben çocukluğumu ve gençlik dönemimin bir kısmını Latin Amerika’da geçirdim. Şanslı olmamın sebebi, birincisi çok güzel ülkelerdi, çok güzel yani hem kulağa hoş gelmesi açısından güzel hem de içeriği açısından, zenginliği açısından. İşte dünyadaki geçerliliği açısından çok önemli bir lisanı yerinde öğrenme imkânı bulmuştum. Çocukluğum ve gençliğimin bir kısmı Venezüella’da geçti. Venezüella benim için, o hepimizi her zaman mutlu edecek, çocukluk ve gençlik anılarımızın geçtiği yer. Bir kere başlı başına insanı mutlu ediyor ve insan açısından oranın önemini artırıyor. Venezüella dünyanın en güzel iklimine sahip ülkelerinden bir tanesidir. Onların içinde Caracas, yani işte bu kadar tropik iklime yakın olup da serin, bu kadar güzel, çünkü arada dağ vardır denizle, rutubet, nem de gelmez, son derece güzel bir şehir böyle. Bir eski Vakanüvis yazıyor bunu, krala yazıyor, İspanya Kralı sömürdü ya onları 1492den sonra, İspanya Kralı’na anlatıyor oraları: “Sonsuz baharlar şehri efendim”, diyor burası. Hakikaten sonsuz baharlar şehri… Ve tropik, biliyorsunuz. Büyükelçi, bunların hepsini ayrıntılı anlatabilecek. Çok çok zengin bir ülke Venezüella aynı zamanda. Dünyada petrol üreten, petrol ihraç eden, petrol rezervleri açısından bakıldığında birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü gibi. İşte ihracatlarına göre farklı, rezervlerine göre farklı ama çok çok önemli, OPEC’in Kurucu Üyesi olan bir petrol ülkesi. Dolayısıyla hani bizde şey vardır, Latin Amerika ülkelerine bakarsınız, nasıl yerler diye, işte küçük, çok fazla üretimin olmadığı, ondan sonra işte sorunlu, ezilen… Bu ülkeler küçük falan değil bir kere, bunda anlaşalım. Bunlar coğrafi açıdan oldukça büyük ülkeler. Örneğin Venezüella, ki en büyüklerinden değildir, Arjantin, Brezilya falan, Türkiye’den yüzölçümü büyük. Görece nüfusları bazılarının düşük, Venezüella bunlardan biridir, yüzölçümü Türkiye’den büyüktür, ama nüfusu Türkiye’den oldukça azdır ve çok çok sevimli bir ülkedir. Başka ne denilebilir?.. Venezüella, Simon Bolivar’ın ülkesidir. Venezüella bir şekilde Latin Amerika’ya çok çok önemli liderler, yazarlar, şairler kazandırmış bir ülkedir. O onların büyük şan- sı olmuştur. Bunların en başında da biliyorsunuz hangi ülkelerin kurtarıcısıdır? Venezüella’nın kurtarıcısıdır değil mi Simon Bolivar? Başka? Kolombiya’nın kurtarıcısıdır. Başka? İsmini ondan alan bir ülke var, Bolivya’nın kurtarıcısıdır. Ekvator’un, Peru’nun bir kısmının ve Panama, o zaman yoktu ama, sonuç olarak And Ülkeleri dediğimiz ülkelerin birçoğunun kurtarıcısı olarak önümüze çıkmaktadır Simon Bolivar. Ve Bolivarcılık diye de bir akım var. Tabiî Bolivar’ın bugünkü durumunu bize ve yahut bugünkü düşüncelerini bize, Büyükelçilerimiz anlatacaktır. Bir başka Caracaslı vardır çok önemli, 1810 yılında İlk Bağımsızlık Ateşini yakan, Bolivar’dan da önce ortaya çıkan, Francisco de Miranda’dır. Ve günümüzde de Chavez’in ülkesini, Chavez’i artık biz de tanıyoruz, bütün dünya da tanıyor, kendi insanları en yakından tanıyorlar ama Amerika Birleşik Devletleri de tanıyor ve dünyanın dört bir yanında Chavez’in adı duyuluyor. Miranda dediğimizde, Miranda 1810 yılında ilk bağımsızlık ateşinin İspanya’ya karşı yandığında, orada bunun önderliğini yapan, günümüzdeki Venezüella Bayrağı’nın renklerinin bile sarı, lacivert ve kırmızı şeklinde şekillenmesine önayak olan, onu tasarlayan kişidir. Bizim açımızdan da çok önemlidir Francisco de Miranda. Türkiye’ye gelmiştir, Osmanlı İmparatorluğu’nda üç ay yaşamıştır, seyahat etmiştir. Osmanlı’yla ilgili bir seyahatnamesi vardır Francisco de Miranda’nın. 1786 yılında Türkiye’ye gelmiştir, İzmir tarafından karaya çıkmıştır, ondan sonra İzmir’de bir süre kaldıktan sonra, Çanakkale üzerinden İstanbul’a da gelmiştir Francisco de Miranda. Bir başka ünlü, oldukça ünlü Venezüellalı şahsiyet, Türk tarihine geçmiştir, Rafael de ogales Méndez. Birinci Dünya Savaşı’nda bir Venezüellalı yüzbaşı. İnanılır gibi değil ama böyle, bir Venezüellalı yüzbaşı… Kalkıp, sırf, o kendisi öyle yazıyor kitabında, macera dürtüsüyle bu Cihan Harbi’ne katılmak istemiştim, diyor. Diğerleri paralı asker olmasını öneriyorlar, Fransızlar vesaireler. Önce karşı tarafa müracaat ediyor ama en sonunda Bulgaristan’a geldiğinde, Türk Büyükelçisine başvuruyor. Zaten eğitimini Almanya’da almış, Alman askeri heyeti var Türkiye’de o zaman, onlarla beraber geliyor, ifadesinde, bir anda, diyor kalpağı başıma geçirmiş ve dilini, dinini, adetlerini, göreneklerini bilmediğim bu insanların subayı olmuştum, diyor. Ama bunu çok sevdim ve bu bayrağa her zaman sadık kaldım, diyor. “Hilal Altında Dört Yıl” diye bir kitabı vardı. Çok değişik cephelerde savaşıyor, Sina Cephesi ve Van’da-Doğu Cephesi’nde savaşıyor. İstanbul’da görev yapıyor. Ve o da “Hilal Altında Dört Yıl” diye, “General ogales’in Hatıraları” diye iki ayrı kitapta toplamış. Bunlar Türkçeye de çevrildi, bu kitaplar, isteyenler alıp okuyabilirler. Dolayısıyla şey algısı yanlış, çok uzakta, alışverişimiz olmayan küçük ülkeler… Küçük de değiller, önemsiz de değiller evet, uzaktalar, ama yüz yıl önce de bu uzaklığı yakın yapan insanlar olmuş. Küba nedir peki, benim için tabiî?.. Küba’ya genç bir araştırmacı olarak gittim, Yüksek Lisans, Doktora çalışmaları sırasında. Her gittiğim sefer kitap aldım. Son derece ciddi, son derece iyi insanlarını tanıdığım ülke benim için. 1997 yılında bir resmi heyetle gitmiştim ve şimdi Küba’ya gidenlerimiz varsa, muhtemelen bunu teyit edeceklerdir, Küba çok zengin bir ülke değil, hatta Küba birçok yönüyle çok orta halli bir ülke, ama herkes için orta halli. Şeyi hatırlıyorum; Allah rah- 18 met eylesin İsmail Cem gittiğinde, biraz sonra dışişleri bakanı gelecek, demişler, ben bunu kendisinin koruma müdüründen öğrenmiştim, o anlatmıştı. Hocam şaşırdım, diyor. Dünyanın dört bir yanını gezdik, diyor, dışişleri bakanı gelecek dediler, diyor, biraz sonra bizim bir Murat 124 geldi, diyor, kapının önünde durdu. Adama diyorum ki, çek kardeşim, şimdi bakan gelecek diyorum, diyor. Çekmiyor adam arabayı. Ya arkadaşım çek şu arabayı, dedim artık, sinirleniyorum falan diyor… En sonunda ben İngilizce konuşunca, şoförün yanında biri oturuyordu, o indi, ben dışişleri bakanıyım, merak etme, dedi diyor. İsmi Felipe. Roque soyadı da. Çok gençti, çok genç bir adamdı kendisi de. O zamanlar 40 yaşında falandı. Evet, çok orta halli bir ülke. Hani büyük lükslerin yaşanmadığı (artık yaşanmadığı, 1959’dan sonra) bir ülke ama hiç kimse yaşamıyor. Ve aynı eğitim, aynı insanlar ve ciddiyet. Ciddiyet var, eğitim var, araştırma var… Bu konuda bir deneyimimi daha anlatayım. Rüştü Kazım Yücelen adında siyasetçimiz vardı Devlet bakanlığı yaptı. Ben daha gençken, araştırma görevlisiyken, resmi heyetlere tercümanlık da yapardım, işte onunla gittik. Böyle arabayla Devrim Sarayı’na gittik. Orada da o zaman, Carlos Lage idi, işte bizim başbakana benzer bir konumda, bakanlar kurulunda koordinatör bakan konumunda, çok önemli bir bakandı, işte onunla görüştürdüler. Bizi Devrim Sarayı’na kadar çıkarttı. Bir araba tahsis etmişler, orta yaşlı bir şoförümüz var, onunla da sohbet ediyoruz, falan… Tam kapının önünde çıktı Carlos Lage, bize iyi günler dedi. Bizim arabayı kullanan bey indi, ne haber Lage? dedi. İyidir senden ne haber? dedi. Valla iyidir. Çoluk çocuk işte, dedi. Görüyorsun, dedi. Ya görüşelim, bu aralar, dedi. Tamam, hafta sonu müsait misin? Yaparız bir şeyler, hadi görüşürüz, filan dedi, gitti… Şimdi bu bizim bakan için inanılmaz bir durum değil mi? Böyle mavi kırmızı ışıklar olacak, sağdan soldan herkes çekilecek, çekilmeyenlere omuz atılacak filan. Öyle bir şey yok… Ya, dedi, çok çok huzursuz oldum. Sizden rica ediyorum, bir sorun ne olur, dedi. Akrabası mıymış sayın başbakanın, dedi. Oraya gittik, sorduk; yo, bizim mahallede oturuyor, dedi. Başbakanla aynı mahallede oturuyor ve arkadaşlar… Tabiî bunlar düşündürücü şeyler. Öte yandan da böyle bir yer Küba. Peki, başka neyi hatırlatır bize? Devrimi hatırlatır, değil mi? Hasan çok güzel anlattı burada, Che Guevara’nın ülkesi, dedi. Che Guevara esasında Kübalı değildir, değil mi? Nerelidir Che Guevara? Arjantinlidir ama Kübalılarla beraber kader birliği yapmıştır ve Küba Devrimi’ne katılıp dünya tarihinde yerini almıştır. Fidel Castro’yu hepiniz tanıyorsunuz. Şimdi Raúl Castro var. Ben çok konuştum, konuşmacılar beni affetsinler, en azından bu coğrafyada çok dünya lideri görme imkânı buldum. Tercüme yapıyordum çünkü daha gençliğimde. Ne bileyim ispanya Kralı’nı gördüm… En mütevazısı derseniz, en ilgilisi, hakikaten ciddi bir bu mütevaziliğin içinde, o ilginin içinde muazzam bir karizma olduğu, bunu herkes görmüyor. Esasında devlet adamının da, işte hangi mevkide, hangi makamda olursanız da olun, mütevazısı daha makbul galiba. O insana hakikaten çok yüce bir insanî değer katıyor. Castro’yla karşılaştığımızda, sadece ben değil, Yıldırım Aktuna’ydı yanımızdaki, Sağlık Bakanıydı hatırlayacaksınız, o da rahmetli oldu şimdi, o vardı yanımızda ama herkes bakandan, işte bakanın özel kalem müdürüne kadar, bu ne kadar kibar bir adam, ne kadar ilgili bir adam, diye konuşmaya başladı. Ben çeviriyorum, işte bakan bir şey, dedi. Dur, dedi, Castro, sen kimsin? dedi. İşte efendim, ben Ankara Üniversitesinden araştırma görevlisi, falan filan. Araştırma görevlisi ne demek? dedi. İşte asistan demek, şöyle böyle, falan filan. Ne yapıyorsunuz? Master falan… Şimdi bakan, gene aynı lacivert ışıkların, kırmızı ışıkların adamı ya, benle nasıl konuşur koskoca Fidel Castro? Kesin ona bir şeyler söylüyor, ben çevirmiyorum. Çevirsenize, diyor. Efendim, benle konuşuyor şimdi dedim. Size çevirecek bir şey yok. Bana soruyor. Allah Allah, falan dedi, bekledi. Castro, bir on dakika falan önce benimle konuştu. Çok güzel İspanyolca konuşuyorsunuz, nerede öğrendiniz? İşte Şili’de Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 öğrendim, Venezüella’da öğrendim. Sizin ülkenize ilk gelişim, üniversite sistemini bana anlatın, dedi. Nasıl araştırma görevlisi olunuyor? Maaş mı alınıyor? Sonra ne oluyor, falan on, on beş dakika sürdü ve heyetteki herkesle konuştu. Siz gazetecisiniz. Hangi gazetedensiniz? Siz avukatsınız. Peki Baro sistemi nasıl? Baro seçimlerini nasıl yapıyorsunuz? Avukatlık nasıl gidiyor?.. Herkesle tek tek ilgilendi. Castro’dan hatırladığım bu. Jose Marti’den bahsetti. Jose Marti bir dâhidir. Bunu burada Küba Büyükelçisi var, falan diye söylemiyorum. Aranızda benim öğrencilerim de var. Ben, Latin Amerika Edebiyatı dersi veriyorum. Hakikaten Jose Marti bir dâhidir. Kim midir Jose Marti? Gazetecidir Jose Marti. Yazardır, çevirmendir. Çevirmenden kastım, kitapları vardır, çevirilmiş kitapları vardır. Oyun yazarıdır. Denemeleri vardır. Gazete makaleleri yazmıştır. Araştırmacıdır. Hukukçudur. Sürgüne uğramıştır 16 yaşında yazdığı bir tiyatro oyunu ve yazıları yüzünden. O zaman henüz İspanya’dan bağımsızlığını kazanmamış Küba. Küba, en son bağımsızlığını kazanan sömürgesidir İspanya’nın, 1898 yılında. Ve bunun mücadelesini de Jose Marti ve arkadaşları başlatmıştır. Küba Devrimci Partisini kim kurdu? Diye, bir “Kim 500 milyar ister?” sorusu olsa, çoğu kişi Castro, der, değil mi? Hayır, Jose Marti kurmuştur. Jose Marti ve arkadaşları kurmuşlardır. 1895 yılında da, bu şair, bu dünya çapındaki şair, elinde silah İspanyollara karşı mücadele ederken vurularak ölmüştür, yaşamını kaybetmiştir. Ha niye mi dâhidir? Çünkü 42 yıllık yaşamına 25 cilt sığdırıyor. Dil Tarihin Kütüphanesinde var, Küba Büyükelçiliği hediye etmişti Külliyatı, tüm eserleri 25 cilt tutuyor. Ha başka mı ne yapmış? Başka, Küba Devrimci Partisi’ni kurmuş Jose Marti. Ülkesini İspanyollardan kurtarmaya çalışmış. Bunun hem önderi olmuş, hem elde silah önde savaşmış. Ömrü boyu sürgünde yaşamış. Guatemala’da yaşamış, Meksika’da yaşamış, ABD’de yaşamış, Fransa’da yaşamış, İspanya’da yaşamış… ama her yerden, Latin Amerika için ne yapabilirim? onu düşünmüş. Bunun yanında çok da iyi bir baba olmuş. Ailesi var, çocuklarını çok seven, onlarla çok ilgili bir baba olmuş. Devlet adamı olmuş, gazeteci olmuş. Ve çok ciddi, çok iyi, çok modernist bir şairdir. Ben, dünyadaki bütün şairleri tabiî ki bilmem, çoluğu çocuğu için şiir yazmış, bütün şairleri de bilmem, ama benim gördüklerim içinde, bir babanın çocuğuna, oğluna duyduğu sevgiyi en iyi anlatan şair, Jose Marti’dir. Ben daha ötesini görmedim. Müsaade eder misiniz, çok kısa bir şiirdir. Ataol Behramoğlu da çevirmiş, Fransızcadan çevirmiş. Birkaç sene önce biz İspanyol dilinde derste çevirdik bu şiiri. Müsaade ederseniz ben size okuyayım; Jose Marti’nin bir başka yönünü görelim. Şiirin ismi Mi Cabalerro: Şövalyem anlamına geliyor. Mi Cabalerro Sabahları küçüğüm Kocaman bir öpücükle uyandırırdı beni Oturup göğsüme bir atlı gibi Kavrardı saçlarımı dizgin misali O sarhoş mutluluktan Mutluluktan ben sarhoş Mahmuzlardı benim küçük şövalyem e yumuşak mahmuzlardı onlar O körpecik ayaklar e güzeldiler küçük şövalyem Ben öperdim doyasıya Tek bir öpücüğe sığan o minicik ayakları Çocuğu olanlar beni daha iyi anlayabilecekler, çocukluğunu unutmayanlar da hatırlayacaklar. Bebeklerin küçücük ayakları olur, değil mi? Çok çok güzel ayakları vardır. Ve biz o ayakları hep alırız ve sevgimizi onların ayaklarıyla göstermeye çalışırız. Böyle bir adam Jose Marti. Hem bir ülke kurmayı, hem bir imparatorluğu ülkesinden atma iddiasında, ömrü sürgünlerde geçmiş. Hukukçu, şair, yazar. Ama bunlardan önce, bir babanın oğluna duyduğu sevgiyi bu kadar iyi ifade eden bir şair… Peki bizimle ilgili neler var? azım var tabiî ki değil mi?.. “Sen bana mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?”, diyor, değil mi? Sonra ne diyor, bilen var mı? Mutluluğun resmi neymiş, bilen var mı?.. Evet birisi söylesin. Kim söyleyecek? Evet, lütfen söyler misiniz? (Dinleyicinin cevabı anlaşılamadı) “Çok şükür, çok şükür bu günleri de gördüm demektir”, diyor. “1959 yılında Havana’da olmaktır”, diyor. O şiiri okuyun yahu! O şiirin başını hepimiz biliyoruz da, sonunu… Hani biraz sonra okuruz, burada vardır, açarız, eğer isterlerse büyük elçilerimiz de, okuruz. Biliyorsunuz, azım Hikmet, Küba Devrimi olduktan sonra, 1961 yılında, o devrimi tanımak üzere davet ediliyor. Gidiyor, orada bir ayı aşkın süre, iki aya yakın kalıyor Nazım. Fakat Nazım, ne o aileden, ne o ülkeden, yani bizim ülkemizden, oraya giden ilk kişi değil. Önemli bir görevle veyahut da önemli bir seyahatle, Nazım’ın dedesi de gitmiş. Nazım’ın dedesini bilen var mı aranızda? Hasan Enver Paşa. Hasan Enver Paşa, bu Birinci Dünya Savaşı’na girişte, hani Kaizer Wilhelm gibi bıyıkla dolaşan Enver Paşa değil. Ondan daha kıdemli. Bu, Leh asıllı olan, hani Nazım başka bir şiirde diyor ya: “Atalarımın bir kısmının Lehistan’dan olmasından gurur duydum bugün”, diyor, tam Naziler’den bahsederken, Polonya’nın işgalini anlatırken dizelerinde… Hah o Lehlilerden biri olarak, bir çocuk … (bir sözcük anlaşılamadı – Kurtuluş Yolu) olarak Türkiye’ye gelen, adını Enver’e çeviren, sonra general olan kişiyle Abdülhamit (2. Abdülhamit), bizde Girit İsyanı var, çünkü Küba da İspanya’ya isyan etmiş, Nazım’ın dedesi bir şekilde Küba’ya gidip olayları yerinde gözlemiş. Bunun belgeleri var. Nazım da dedesinden çok sonra, kaç yıl sonra? 1961… 1898 yılında gittiğine göre, 63 yıl sonra gidiyor. Fakat garip bir şekilde, Nazım galiba dedesinin de orada bulunduğunu bilmiyor. Çünkü ben konuyu araştırdım, bir şeyler yazdım, internete bakanlar görecektir, hiç Nazım’ın eserlerinde, benim dedemin de bulunduğu topraktayım, falan diye bahsetmemiş… Son: Tabiî ki “bir başka dünya” mümkün. Ütopya mıdır başka bir dünya? Evet ütopyadır. Eduardo Galeano’nun adını duyanlarınız var mı? Eduardo Galeano, Uruguaylı bir yazar. Yaşayan en iyi yazarlarından Uruguay’ın. En iyi yazarı. Dünya çapında. Türkçeye de çevrilmiş eserleri var. “Latin Amerika’nın kesik damarları”, diye bir kitabı var. Latin Amerika’ya gideceksiniz o kitabı okuyacaksınız. Türkçeye de çevrildi. Ne olmuş, fetihten, keşiften bu yana, her şey var o kitapta. Mükemmel bir kitap… Chavez, hatırlarsanız, onu Bush’a hediye etmişti. Siz bizden bahsediyorsunuz, Latin Amerika’dan bahsediyorsunuz, eh sayın Başkan, buyurun bir okuyun, deyip verdiği kitabın yazarı. Ütopyalar konusunda ne mi diyor? Şöyle diyor: Efendim, diyor, ütopyalar ufuk gibidir. Eduardo Galeano. Siz üç adım atarsınız, ufuk da üç adım geri gider. Siz on adım atarsınız, ufuk da on adım geri gitmiştir, diyor. 50 adım atarsınız, ufuk da sizden 50 adım uzaklaşmıştır. Peki neye yarar efendim bu ufuklar, ya da ütopyalar? Yürümeye yarar, efendim diyor. İlerlemeye yarar, diyor... Biz de bunu anlamaya çalışalım, yürümeye, ilerlemeye çalışalım, diyorum ve sözü, esas mikrofonun sahiplerine bırakıyorum. Teşekkür ediyorum… Küba Büyükelçisi Jorge Quesada Concepcion Yoldaş’ın konuşması Küba, özlemini çektiğimiz dünya için ilerlemeye devam edecek! Üçüncü Dünya Halklarının büyük bölümünde olduğu gibi Küba’nın gerçekliği de, ülke içindeki işbirlikçilerini ve müttefiklerini hakim ekonomik sektörlerde bulan sömürgeciliğin ve yenisömürgeciliğin varlığı tarafından belirlendi. Ezilenlerin direnişi, beş asırdır kıtada hüküm süren ve hepimizin maruz kaldığı az gelişmişlik sorununun temel kaynağı olan kapitalizmin dayattığı egemenlik sistemine meydan okudu. Emperyalizm bu direnişe her türden saldırı ile karşılık verdi. Amerika Birleşik Devletleri’nin devrimci Küba’ya karşı uyguladığı abluka ve sistematik saldırıları az önce anlattıklarımın bir örneğiydi ve tüm bu yıllar boyunca Küba’daki durumu doğrudan etkiledi. Küba’nın bugünkü durumunun kökleri 1959’da gelen devrimci çözümde yatmaktadır. Bu devrimci çözüm, yabancı hakimiyetine geçit veren sömürü sisteminini değiştirme ihtiyacının doğurduğu isyanın zafere ulaşması ile elde edildi. 1959’dan itibaren Devrim ülkede gerçekleşecek olan büyük değişikliklerin aktörlerini yarattı, bu değişiklikleri hayata geçirdi, devrimci bir iktidarın kalıcılığını ve kuvvetini güvence altına aldı ve de insanların hayatında ve toplumsal ilişkilerde derin dönüşümlerin elde edilmesini sağladı. Küba’da halk, tüm devrimci dönüşümlerin öncüsü oldu ve olmaya devam ediyor. Bu, ülkemdeki insanların sosyal gelişimini anlatabilmek için belirtilmesi gereken temel bir bilgidir. Devrimci iktidar, eylemleriyle temel kazanımlarımızın sürekliliğini koruyan ve Devrim’in kalıcılığını güvence altına alan halkımızın büyük eseridir. Bu iktidarın iki temel özelliği var: İktidarımız, bir yandan Küba Halkının mücadele tarihinin, İsyan Ordusu, Tarım Reformu, Okuma Yazma Kampanyası, Ulusal Ekonomi Üzerinde Kontrol ve tüm Halkın Ordusunun yaratılması gibi Devrimin büyük eserlerinin bir meyvesidir; Diğer yandan, devrimi gerçekleştiren kuşağın çok öncesine uzanan bir kurtuluş projesinin rehberliğinde ilerlemektedir. Bu nedenle Devrimci bir Halk İktidarıdır. Ekonomi söz konusu olduğunda bu iktidar, Küba toplumunun diğer sektörlerinde olduğu gibi, egemen bir ülkenin ulusal stratejisi bağlamı içerisinde gelişen ekonomik ilişkileri temel alan sosyalist planlar aracılığıyla tüm halkın refahını sağlamayı gözetir. Bunlar bugünkü Küba’nın temellerini teşkil etmekte ve yaşadığımız karmaşık dünya içinde kalıcılığını sağlamaktadır. 90’larda Küba’da yaşadığımız büyük kriz şu iki sürecin sonucuydu: 1- 20’nci Yüzyılın ikinci yarısı boyunca Üçüncü Dünya ülkelerinin güçlenme ve kalkınma ideallerinin herhangi bir başarıya ulaşamaması. 2- Dünya ölçeğinde büyük sermaye tarafından başlatılan yenisömürgeleştirme. Kübalılar olarak bizler ülkemizin sahipleriyiz, uluslararası ilişkilerimizi kendimiz belirlemeyi sürdürüyoruz; ancak aynı zamanda “azgelişmiş” bir ülkeyiz; bizim kontrolümüz dışında gelişen pek çok değişkenle karşı karşıya kalıyoruz. Bunun bir sebebi, ekonomik sistemimizin büyük bölümünün ilişkili olduğu Sovyetler Birliği ve onun müttefiki olan ülkelerle iktisadi ilişkilerimizi kaybetmiş olmamızdı. Bu Küba gibi bir ülke için büyük bir darbe idi. Ama zaman içinde tek kutuplu bir dünya düzenine geçişi de hesaba katacak olursanız, bu kadar zorlu iki sürecin çakışmasına rağmen yeni toplum ve Kübalıların iktidarı ayakta kaldı. Emperyalizmin, enformasyon üretimi ve günlük olarak kamuoyu oluşturma üzerindeki ideolojik hegemonyasının önemli bir yönü, hangi konuların gündeme getirileceğine ve yaygınlaştırılacağına karar vermesidir. Bu karar, konuların nasıl anlaşılacağı, hangi fikrin hakim fikre dönüşeceği ve hangi kamuoyunun tüketimine sunulacağı gibi noktaları da içerir. Bu nedenle, on yıllar boyunca Küba’nın kendi kendini yönetemeyeceği varsayımına dayanan bir yalanlar sistemi varlığını korudu. Bununla, Avrupa Sosyalizminin çöküşüyle imajı zayıflamış olan bir sisteme saldırılmak isteniyordu. Böylece sosyopolitik ve ekonomik bir sistem olarak Sosyalizmin ülkeye ve çerçevesini oluşturan sosyal ve tarihsel bağlama göre farklı parametrelerle gelişeceği gerçeği yok sayılıyordu. 1- Hayatta kalmayı başarmak, 2- Ekonominin kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamak, 3- 90’lı yıllarda yaşanan krizin sonucu ortaya çıkan modelin doğasının nihai olarak ne olduğunu belirlemek. Ancak, krizin en ağır anında bile biz Kübalılar olarak egemenlik ve sosyal adaleti tavizsiz bir biçimde savunmakta kararlıydık ve bunları ancak devrimci iktidarın savunabileceğine ikna olmuştuk. Bu zor dönemden faydalı dersler çıkardık. Sosyalizmin ne olmadığı, kendi ilkelerimize ve gücümüze güvenme gereği, Küba Sosyalizmini sürdürme ve geliştirmenin doğruluğu, bizim için açık hale geldi. Son yirmi yılda Küba’da önemli değişimler meydana geldi. Uluslararası kriz ve krize karşı uygulanan önlemlerin, yeni toplum ve yeni toplumu kurmak için geliştirdiğimiz projeler açısından geciktirici bazı etkileri oldu. Ama genel strateji, alınan önlemlerin büyük bölümü ve bunların yarattığı değişim iradesinin, Küba’nın gelişim süreci açısından kritik önem taşıdığı ortaya çıktı. Halkın siyasi birliği ve kendisini temsil eden hükümete sağladığı destek, siyasi alanda en önemli faktördür. Devrimci siyasi iktidar değişmeksizin korundu ve bu sebeple ulusal ekonomiyi ve uluslararası ekonomik ilişkileri kontrol etmeye devam ediyor. Strateji ve bu kapsamdaki eylemler bu iktidar tarafından yürütülüp, kontrol ediliyor. Kaynakların kullanımı devrimci politika tarafından yönlendiriliyor. Karşı karşıya kaldığımız çok sayıda güçlüğe rağmen, Küba Sosyalizminin temel sosyal hizmetleri sürdürülüyor. Zenginliğin çoğunluk lehine sistematik olarak yeniden dağıtımı da bu sebeple hayati önemini koruyor. Devlet tarafından uygulamaya konan ve kontrol edilen farklı araçlar ve inisiyatifler aracılığıyla herkes için fırsat eşitliğinin sürdürülmesi için mücadele ediliyor. Kişilerarası ve sosyal ilişkileri geliştirmek için, kişileri daha özgür kılarak onları dönüştürmeyi hedefleyen bu adımların pozitif etkileri açık olsa da, bir sistem olarak sosyalizm henüz kapitalizme karşı mücadelesinde etkili ve kendi lehine yeterli kültürel kuvvet biriktirememiştir. Kapitalizm, azınlıkları dışlayan, antidemokratik, militarist, saldırgan ve gezegenimiz için zararlı olan kendi doğasından kaynaklı olarak çıkmaz bir sokağa varmışsa da, dünya ölçeğine yaydığı kültürel modelden büyük fayda sağlamaktadır. Bununla, Küba da dâhil olmak üzere tüm halklara karşı bir kültürel savaş yürütmektedir. Bu savaşla, her birimizin hayatını, kişisel olarak kendimizi gerçekleştirme biçimimizi ve yaşadığımız çevreyi kontrol etmeyi hedeflemektedir. Devrimci bir iktidarı olan ve sosyalist bir dönüşüm gerçekleştiren her ülkede olduğu gibi, Küba’da da sosyalizmin ilişki ve değerleri ile kapitalizmin ilişki ve değerleri arasında sürekli bir mücadele yürümektedir. Devrimci iktidar ve halkın bizim toplum biçimimizi savunma kararının ötesinde, Küba’da barışçı bir varoluşumuz vardır, kişiler ve ailelerden başlayıp komünite ve ulus ölçeğine varıncaya kadar. Siyasi gerilimler söz konusu değildir. Bu durum, devrimin en büyük zaferlerinden biridir. Ancak, yaşama ve algılama biçimi açısından sosyalizmin ilişki ve değerleri ile kapitalizminkiler arasında büyük bir mücadele mevcuttur. Son yirmi yılda kapitalizm kendini tahkim etmiş olsa da, Küba Sosyalizminin insanlara daha üstün bir hayat biçimi sunduğu bilinmektedir ve esas alanlarda üstünlüğünü sürdürmektedir. Küba zor bir ödevle karşı karşıyadır ve biz Kübalılar bunun farkındayız. Devrimci hükümet sorunları çözmeye yönelik, aynı zamanda en yüksek değerimiz olan sosyalist karakterimizi muhafaza eden adımlar atmaktadır. Güncel mücadelemizin aşkın bir öneme sahip olduğunu biliyoruz. Ayrıca, mücadelemiz Latin Amerika’nın kaderinde de rol oynamaktadır. Küba, Latin Amerika’da açılan yeni mücadele etabında önemli bir rol oynamakta- 19 Yıl: 6 • Sayı: 59 /26 Mayıs 2012 dır. Ve bunu, ilkelerinden vazgeçmeden direnmesini bilen; maddi olanaklarının çok ötesinde nitelik, beceri ve siyasi bilinç sahibi bir halk yaratan; hayatı ve toplumu, refah ve saygınlığını artırarak değiştiren devrimin büyüklüğü sayesinde yapabilmektedir. Küba, dünyanın sömürgeleştirilen ve ezilen halkları için müstesna bir örnektir ve Küba’nın prestiji ona moral açıdan ayrıcalıklı bir konum vermektedir. Ancak, aynı zamanda, sağlık ve eğitim alanındaki katkılarında olduğu gibi, kıtamızın mütevazı insanları için etkili bir biçimde harekete geçebilme becerisine güven duymaktadırlar. Bununla birlikte, ülkeleri için kendi kaderini tayin hakkı talep edenlere ve halkları için zenginliğin yeniden dağıtımını isteyenlere siyasi desteğine de güven duymaktadırlar. Büyük devrimler büyük yükümlülükler altına girerler. Küba, özlemini çektiğimiz daha iyi, barışçıl ve saygıdeğer bir dünya ve insanlığın iyiliği için en uygun olduğuna inandığı sistemi savunarak ilerlemeye devam etmektedir. Azınlığın bencilliğini kesin olarak defettiğimiz ve nihayet eşitlik ve adalete yaklaştığımız bir dünya için. Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland Yoldaş’ın konuşması Bolivarcı Eğitim Sistemi Yeni İnsanı yaratmayı hedefliyor İyi Günler! Her birinizi Venezuela Bolivar Cumhuriyeti Devlet Başkanı Komutan Hugo Chavez Frias, Bolivarcı Hükümetimiz, Türkiye’deki Büyükelçiliğimiz ve 2 Şubat 1999 günü Venezuelalıların çoğunluğunun desteği ile göreve gelişine müteakiben Başkan Chavez tarafından liderlik edilen ülkemizdeki siyasi ve sosyal sürece sahip çıkmasını daima bilmiş Venezuela Halkı adına sizleri selamlıyorum. Bu vesile ile Halkın Kurtuluş Partisi’ne ve Ankara İl Başkanı ve sevgili dostum Avukat Sait Kıran’a ve Bilimsel Düşünce Topluluğu’na, kardeş ülke Küba Cumhuriyeti Büyükelçisi Sayın Jorge Quesada Concepsion ve Ankara Üniversitesi Latin Amerika Araştırmalara Merkezi Müdürü Sayın Prof. Dr. Mehmet Neceti Kutlu ie birlikte “Başka Bir Dünya Mümkün İsimli” bu söyleşiye davet ettiklerinden dolayı şükranlarımı sunarım. Bu çok sevdiğimiz eğitim kurumu çatısı altında bugün sizlere, halkın sosyal entegrasyonu ve gelişminin temel taşı olan ve 1999 yılından itibaren Bolivarcı Hükümet tarafından ele alınan hem Bolivarcı Eğitim Sisteminden hem Bolivarcı misyonlardan söz etmeye çalışacağım. *** Bolivarcı Eğitim, Venezuela Bolivar Cumhuriyeti Anayasası tarafından belirlenmiş bir haktır ve insanın entegre gelişimini desteklemektense bizi teslimiyete hazırlayan 40 yılllık geleneksel ve emperyalist eğitim sistemi hakimiyeti altında kalmış bir halkın dışlanmışlığı ve sosyal ihtiyaçları karşısında doğan borçları karşılamak ve ödemek amacıyla Milli Gelişim Planın’nında tasarlanmış bir stratejidir. Bolivarcı Eğitim Sistemi, Venezuela Devleti’nin yeni bir cumhuriyet vücuda getirme yolunda yeni vatandaş yaratma amacıdır, ki böyle de olmuştur. Okul, aile ve toplum, Anayasada betimlenen gelişim modeline uygun olarak, yeni vatandaşın oluşturulmasında, birey, bilgi, yapma ve paylaşma öğelerini birleştirmek suretiyle önemli roller üstlenirler. Bolivarcı Eğitim Sistemi, bebeğin ana rahmine düşmesinden itibaren Küçük Simon Programıyla başlar ve Bolivarcı okullar, Bolivarcı Liseler, Robinsoncu Teknik Liseler, Bolivarcı Üniversiteler veya diğer üniversitelerle devam eder. Bunlara kırsal okullar ile iki dilli kültür okulları ve özel okullar da dahildir. Yeni devlet-toplum ilişkisinde Bolivarcı Eğitim, saygıdeğer bir yaşama ulaşma yolunda dengesizliklerin düzeltilmesi ve düzeltilenlerin sürdürülebilirliği ve sosyal üretimin büyümesi vasıtasıyla endojen ve egemen bir gelişim modelini kuvvetlendirmek için gerekli kurumsal ve kültürel değişiklikleri başarmak için katılımı destekler. Yeni eğitim uzmanları, Bolivarcı Eğitim Sistemi ile bağlantılı olmalıdır. Bu sebeple, Milli Eğitimci Yetiştirme Programı ile Bolivarcı Üniversite ve Sucre Misyonu, üç eğitim süresi boyunca öğrenim projeleriyle katılımcılarının kişisel ve profesyonel gelişimi için gereken teorik ve pratik temelleri oluşturmakla mükelleftir. Genel Amaç: * Gelişimci odaklanma ile Bolivarcı Eğitim Sisteminin farklı seviyelerinde öğrenme sürecini kolaylaştıracak didaktik strateji ve eylemleri planlamaktır. Özel Amaçlar: * Farklı seviyelerde ve türlerde Bolivarcı Eğitim Sistemini oluşturan temelleri açıklamak. * Değişimci profesyonel tavır ortaya koyarak, eğitimde karşılaşılan sorunlar karşısında alternatif çözümleri değerlendirmek. * Başlangıç eğitimi, Bolivarcı okullar, Bolivarcı liseler, Robinsoncu teknik okullar, yetişkinlerin eğitimi, kırsal kesim, yüksek öğrenim yani Bolivarcı üniversiteler gibi Bolivarcı eğitim sisteminin farklı seviye ve türlerinde öğrenim gören öğrencilerin gelişim özelliklerini karşılayacak eğitimöğretim sürecini kolaylaştırmak. KÜÇÜK SİMO PROJESİ: Venezuela Eğitim ve Spor Bakanlığı tarafından çocuklara ana rahmine düştüklerinden itibaren 6 yaşına kadar, ailenin ve toplumun da katılımıyla, başlangıç eğitimi vermek amacıyla oluşturulmuş bir projedir. Başlangıç eğitimi odaklı projenin bir parçası olarak gerçekleştirilen eğitim ve stratejiler şunlardır: Eğitim sürecinin temeli olarak sosyokütürel çeşitlilik odaklı katılım. Farklı kurum ve kuruluşların katılımıyla çocuk entegre bakım ağları. Sosyal katılımın daimi ve gelişimci süreci içinde kaliteyi arttırmak amacıyla çocuk, ebeveyn, yönetici, yardımcı ve toplum bireylerinin oluşturduğu temel rollerin de desteği ile aile, toplum ve okul bütünleşmesi. Eğitim sürecine katılımda temeli olan ve çocukların sosyalleştiği ilk kurum olan ailenin eğitimi. Aile gelişimi için uygun ortam oluşturacak eğitim eksenli toplum. Proje, dağıtım ve kapasitasyon faaliyetlerinin gerçekleştirilmesiyle desteklenir. Bu amaca binaen eğitim amaçlı Görsel Medya Vakfının da yardımlarıyla, temel aile, hamilelik süreci, emzirme, 0-6 yaş arası çocukların oynadıkları oyunların önemi, aile değerlerinin öğretilmesi, evde okuma-yazma, çocuk davranışları, başlangıç eğitimi ve aile eğitimi üzerine konunun uzmanı kişilerce hazırlanmış yazılı materyallerin, görsel ve işitsel olarak kitlelere dağıtımını gerçekleştirmek amacıyla bir kampanya düzenlenmiştir. Programın birinci kısmında, milli basında yer alan, ailelere başlangıç eğitimi için tavsiye ve yönlendirmeler içeren broşürler dağıtıldı. Bununla beraber yine aynı içeriğe sahip televizyon spotları ve haftalık radyo programları düzenlendi. Projenin ikinci kısmında ise konunun uzmanlarına ailelerin eğitimi için yardımcı kaynak olması ve ülkenin farklı sosyal ve kültürel seviyelerine hitap etmesi amacıyla tüm bu broşürlerde anlatılanları içeren bir kitap yayımlandı. ROBISO 1 ve 2 MİSYOLARI ROBISO 1 “Evet Yapabiliyorum”: Bu misyon ile bilginin ışığı Venezuela’nın her köşesine götürülür ve hâlâ daha okuma yazma bilmeyen Venezuelalılara eğitim verilir. Bu seviyede “Evet Yapabiliyorum” adı Küba Eğitim metodu kullanılır. Buna göre harfler ve rakamlar arasında bir ilişki kurulur; daha önceden verilen ses dizisi eğitimiyle yani fonem ile her harf bir rakamla eşleştirilerek okuma yazma bilmeyen yetişkinin sezgisel olarak rakamları ta- nıması sağlanır. Bu ilişki bilinen rakamlarla bilinmeyen harflerin ilişkilendirildiği bir karteladır ve eğitimin kitleselleşmesine yardımcı olarak televizyon, video gibi görsel ve işitsel materyallerden de faydalanılır. ROBISO 2 Altıncı Sınıf İçin Mücadele: Robinson 2 Misyonu, 15 Eylül 2003 tarihinde gerek Robinson 1 Misyonundan çıkışlılara gerekse herhangi bir nedenle eğitimlerini sonlandırmış kişilere altıncı sınıfı tamamlatmak güvencesi vermek amacıyla oluşturulmuş bir misyondur. Bu seviyede “Evet Devam Edebiliyorum” metodu kullanılır, bu noktada da televizyon, video-ders ve broşürler eğitim startejisi olarak kullanılır. Misyonun Kazanımları: * 28 Ekim 2005 tarihinde Venezuela Bolivar Cumhuriyeti Birleşmiş Milletler UESCO tarafından herkesin okuma yazma bildiği ülke ilan edilmiştir. * Robinson Misyonu ile Amazonas, Anzoátegui, Apure, Bolívar, Amacuro Deltası, Monagas, Sucre ve Zulia’da yaşayan ve toplumun en az hizmet alan kesimlerinden biri olan Yerli üfusa okuma yazma öğretilmiştir. Yerli nüfusa okuma yazma öğretmek misyonun en büyük başarılarından biri olmuş bu sayede Jivi, Ye’kwana, Kariña ve Warao yerli dillerindeki metinlerin çevirisi elde edilmiştir. * Robinson Misyonu en başından itibaren tutukevi ve cezaevlerinde bulunan vatandaşları da içermiş ve onların Bolivarcı eğitim sistemine katılmasını hedeflemiştir. Böylece okuma yazmayı talep ederek Ribas ve Sucre misyonlarına devam etmek isteyen tutuklu ve hükümlülere altıncı sınıfa kadar olan ilköğretim hizmeti verilmektedir. * Ve engelli nüfus için “Yapabiliyorum” kartelâları Braille Tekniğinde hazırlanmış ve özel dizayn edilmiş kitapçıklarla birlikte sunulmuştur. Böylece bu nüfusun ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir yenilik getirilmiştir. RİBAS MİSYOU Adını Venezuela Bağımsızlık Süreci Kahramanlarından José Félix Ribas’tan alan Ribas Misyonu, Başkan Chavez Hükümeti tarafından 2003 yılında yürürlüğe konulan ve orta öğrenimlerini tamamlayamamış kişilere bu fırsatı sunan bir eğitim programıdır. Ribas Misyonunun asıl amacı, yaş engeline takılmaksızın orta öğretimini tamamlamayı arzu eden Robinson Misyonu çıkışlılara ya da örgün eğitimden ilkokulu bitirmiş olanlara altıncı sınıf ya da lise diploması vermektir. Venezuela Halkına hiçbir dışlanmaya mahal tanımadan kaliteli eğitim hakkı sunulur ve milli üretime ve yüksek öğrenime katılması kolaylaştırılır. Kısa ve orta vadede hayat kaliteleri arttırılan kişilerin ülke hakkında verilecek kararlarda katkı sahibi olmaları sağlanır. Bu bağlamda, orta öğretimini tamamlamak isteyen ancak maddi olanakları yetersiz olan kişiler için 100 bin adet burs verilmektedir. Orta öğretimin tamamlanmasının ardından katılımcıların enerji, maden veya petrol alanlarına yönelmeleri ya da okumaya Sucre Misyonu ile devam etmeleri planlanır. SUCRE MİSYOU Sucre Misyonu, lise mezunları için üniversite eğitimini güvence altına almak ve yüksek eğitimden dışlanmış olanların şartlarını iyileştirmek için kurumsal sinerjiyi ve toplumsal katılımı desteklemeyi hedefler. Vizyonu sürdürülebilir entegre kişisel gelişimin stratejik unsuru ile sosyal adalete, milli egemenliğe ve demokratik ve katılımcı bir toplumun inşasına dayanır. Bu sebeple, tüm toplumun bilgi gelişimi, dönüşümü, dağıtımı ve yaratıcılık öğelerine katılımını güvence altına almak zaruridir. XX. Yüzyılın son yıllarında, Venezuela Devleti, eğitim alanında ve özellikle de yüksek öğretim alanındaki sorumlulukları yavaş yavaş asgariye indirmişti. 1989-1998 yılları arasında yüksek öğrenime yapılan yatırımların düşmesi, sosyal alanlarda bütçe kısıtlamalarına gidilmesi ve en önemlisi yüksek öğretimde gerçekleştirilen özelleştirme projeleri bunun kanıtıdır. Büyük bir sosyal borç birikimine neden olan bu durum üniversite kayıtları esnasında dar gelirli gençlerin sıkıntı çekmeye başladığı ve dışlandığı durumlar yaratmıştır. Birçok alanda yapılan çalışma, yüksek öğretimin maddi gücü yüksek, büyük şehirlerde yaşayan ve özel okul mezunlarının çıka- rına dönüştürüldüğünü göstermiştir. Kısacası yüksek öğrenim kamudan çıkarak özel öğrenime dönüşmüştür. Milli Hükümetimiz 1999 yılından bu yana, herkes için ülkedeki kaliteli eğitim fırsatlarının garantörü olan Devlet girişimini kurtarmanın gereklilik arz ettiğinin bilincinde olarak Venezuela eğitim sistemini güçlendirmek için çalışmaktadır. Yüksek öğrenime erişimle ilgili olarak Milli Hükümet Enstitülere ve Yüksek Okullara ve diğer Milli Üniversitelere kayıt başvurularını genişletmiştir. Bu konuda gerek yöneticilerden gerekse bu kurumlardan yardım alınmıştır. Bununla birlikte 1999 yılından bu yana 5 yeni üniversite faaliyete geçirilmiştir. Bunlar: Milli Yaracuy Üniversitesi (Rafael Caldera döneminde kara bağlanmış ancak Başkan Chavez döneminde hayata geçirilmiştir); Karayipler Denizcilik Üniversitesi; Milli Bolivarcı Silahlı Kuvvetler Politeknik Üniversitesi; Milli Sur del Lago Üniversitesi ve elbette Bolivarcı Üniversite. Yine Bolivar, Apure, Barinas ve Tachira Eyaletlerinde Üniversite Teknoloji Enstitüleri açılmıştır. Bu kurumlar, orta öğrenimini tamamlamış lise mezunlarına yeni eğitim imkânları sunmakta ve Sosyal ve Ekonomik Gelişim Planı tarafından belirlenen Toprak Eşitliği kurulmasındaki coğrafi dağılım konusunda yüksek öğrenimin dönüştürülmesi ve değiştirilmesi gerekliliğine cevap vermektedir. Sucre Misyonu, Milli Bilişim Sistemleri Eğitim Programları sunmaktadır. Profili ise şöyle tanımlanabilir: “Yeni Bilişim Sistemleri uzmanlarından teknolojik bağımlılığı azaltmak için software free kullanarak bilgi ve iletişim teknolojilerindeki öğrenme sorumluluğunu üstlenmeleri beklenmektedir.” VEEZUELA BOLİVARCI ÜİVERSİTE Venezuela Bolivarci Üniversite ya da UBV, son 10 yıl zarfında, Başkanlık kararnamesiyle kurulan ve 2003 yılında faaliyete geçirilen ilk devlet üniversitesidir. Aynı yılın eylül ayında ders verilmeye başlamıştır. Bolivarcı Üniversite, Sucre Misyonunun eylem aracı olarak yüksek öğrenimden dışlanmış sektörlere hizmet amacıyla kurulmuştur. Eğitim programlarının şehir düzeyinde işlemesi sebebiyle bugün tüm ülkede en fazla öğrenci kaydı bulunan üniversite Bolivarcı Üniversitedir. Bu üniversitenin ve Sucre Misyonunun kurulmasıyla Venezuela, UNSCO tarafında hazırlanan son raporda Latin Amerika ve Karayiplerde üniversite eğitimi düzeyinde ikinci sırada yer almıştır. Bu rakamlara göre Venezuela’daki yüksek öğrenim Küba, Çin, Kore, Finlandiya ve Yunanistan’ın ardında dünyada beşinci sıradadır. Yani, teoride Meksika ve Filipinler gibi ülkelerin önüne geçmiştir. Bolivarcı üniversitenin eğitim programı, ülkenin, Venezuela Halkının, ihtiyaç sahiplerinin ve halkın sosyal gerçekliklerinin gereksinimlerine cevap verebilecek profesyoneller yetiştirmek amacıyla devrimci ve değişimci bir vizyona sahiptir. Üniversite şu bölümlerde eğitim vermektedir: Agroekoloji, Mimarlık, Toplumsal İletişim, Politik Ekonomi, Eğitim, Hukuk Araştırmaları, Siyasi Araştırmalar, Gaz, Çevre Yönetimi, Sağlık Yönetimi, Sosyal Yönetim, Sosyal, Bütünleyici Tıp, Petrol, Radyoterapi, Rafineri ve Petrokimya için Bilgi Yönetimi. Yerleşkeler: Üniversite ülkenin belli başlı eyaletlerinde yerleşkelere sahip olması öngörülmüştür ve günümüzde Barinas, Barquisimeto, Ciudad Bolívar, Ciudad Guayana, Caracas, Maracaibo, Monagas, Maracay, San Cristóbal, Valencia, Punto Fijo, Porlamar ve Sucre’de eğitim vermektedir. Üniversiteye giriş: Bolivarcı Üniversitedeki bir bölümde okumak isteyen öğrencilerin illa Sucre Misyonu çıkışlı olmaları şartı aranmaz yani özel ya da devlet her hangi bir liseden mezun olmuş öğrenciler üniversiteye girebilirler. Kayıtlar Üniversite yönetiminin temel planları doğrultusunda yapılır. *** Sizlerin de tüm bu anlattıklarımda tahlil edebileceği gibi Bolivarcı Devrim çok şey başarmış ve başarmaya da devam etmektedir. Sözlerimi, Bolivarcı Devrim’in 13 yıl zarfında elde ettiği, Venezuela oligarşisini ve neoliberalizmi dehşete sürükleyen bazı kazanımlarına değinerek tamamlamak istiyorum. Elbette ülkeyi yıllar boyunca yönetmiş ve sefalet ve ölümden başka bir şey su- namamış Venezuela muhalefetinin bunları takdir etmesi zordur. Venezuela oligarşinin canını en çok yakan şey, başında daima unutulmuşlar için yasal olan her şeyin mücadelesini veren Devlet Başkanımız Hugo Chavez’in bulunduğu Bolivarcı Devrim çerçevesinde, yeni ve olgun devrimle, sosyal ve ilerici iyileştirmeler kazandırılarak eski sömürücü sefalete ait istatistikleri yerle bir etmesidir. İşte kazanımlarımızdan bazıları: * Venezüellalıların öz güvenlerinin yeniden tesisi. * Ülkenin egemenliğinin tesisi. * Petrol endüstrisinin kurtarılması. * Venezüela’nın dünyada hak ettiği yere gelmesi. * Barrio Adentro misyonu: Entegre tanı merkezleri, rehabilitasyon salonları, yüksek teknoloji merkezleri ve halk kliniklerinin açılması. * Cojedes Eyaletinde spor üniversitesinin açılması. * Venezüela’nın Asya, Afrika ve Avrupa ile olan ilişkilerinin genişletilmesi. * Hastanelerin ekipmanlarının Arjantin, Almanya, Uruguay ve diğer ülkelerden getirilmek üzere üst düzey cihazlarla donatılması. * Venezüela havayolları Conviesa’nın kurulması. * Tarım alanlarının kurtarılması. * Bu toprakların köylülere verilmesi. * Ülkenin Uluslararası Para Fonu IMF’den kurtulması. * Ülke ticaretinin farklı ülkelere yönelmesiyle çeşitlilik kazanması. Bugün Amerika Birleşik Devletleri, Küba, Jamaika, ve tüm Karayipler’e ve aynı şekilde Arjantin, Uruguay, Hindistan, Çin, Litvanya ve diğer birçok ülkeye satış yapıyoruz. Önceden bu ülkelerle çalışmıyorduk ve doğrudan Amerika Birleşik Devletleri pazarına bağımlıydık. * Petrokimya alanının genişletilmesi. * Uluslararası rezervlerin artırılması. * MERCOSUR’a giriş. * Yüzde seksenlerde gezen fakirliğin yüzde otuza indirilmesi. * Bugün insanlara içilebilir su, elektrik hizmetlerinin götürülmüş olması. * Negra Hipolita misyonu ile birlikte sokaklarda yaşayan yüzlerce insana yardım edilmesi. * Sokak çocuklarına yardım edilmesi. * Latin Amerika ve Karayip’teki en yüksek asgari ücret. * Evsiz barksız kalan yüzlerce insana yardım edilmesi. * Yaşlı kimselerin aldığı emekli aylıklarının artırılması. * Gerek atalarımızdan aldığımız derslere binaen, gerekse anayasamızın bize öngördüğü temelde tüm kardeş halklarla olan dayanışmamızı artırmak. * PETROSUR’un kurulması. * PETROCARİBE’nin kurulması. * TELESUR kanalının açılması. * Güney bankasının açılması. * Bolivarcı haber ajansının oluşturulması. * 10 binden fazla okulun kotarılması * 58ç236 yeni okul yapılması * ABD tarafından kurulan ALCA’ya alternatif olarak Amerika Halkları için Bolivarcı Alternatif’in yani ALBA’nın kurulması. * Mucize misyonu sayesinde görme sorunu yaşayan birçok insana yardım edilmesi ki bu misyon aynı şekilde venezüela sınırlarını aşarak tüm kıta seviyesine yayılmış bir misyondur. * Milli Silahlı Kuvvetlerimizin Kuzey Amerika ekolünden uzaklaşması. * Fuerte Tiuna karargâhında bulunan Amerika Birleşik Devletleri misyonunun çıkışının verilmesi. * Milli Silahlı Kuvvetler Garnizonlarında ajanlık yapan Amerika Birleşik Devletleri teknik ekiplerinin çıkışının verilmesi. * INAMUJER adıyla Milli Kadın Enstitüsü’nün açılması. * Simon Bolivar Uydusu’nun fırlatılması. * Venezüela Devlet Kanalının kurtarılması, modernizasyonu. * Çocuk ölümlerinin % 27 oranında azaltılması. * Halkımızın kültürel seviyesini yükseltmek amacıyla elli milyonu aşkın bedava kitap dağıtılması. * Gereksiz işten çıkarmaların önüne geçilmek üzere geçici iş görmezliğin konulması. * Gecekonduların evlere dönüştürülmesi. * Ülkemiz tarafından Amerika Devletle- 20 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 ri Örgütüne sunulan sosyal amaçlı yapılacakların kabul edilmesi. * İlk yerli kanalın açılması. * Tüm felaketlerde zarar görmüş olanlara devlet elinin uzatılması ki Venezüela tarihinde bunu yapan tek hükümet Chavez Hükümetidir. Çok teşekkürler… (Alkışlar…) Soru-cevap bölümü Hasan Yoldaş: Değerli konuklar, büyükelçimizin konuşması burada sonlanmıştır. Sorunuz varsa, sorularınızı yönlendirebilirsiniz. Soru sorulmadığı takdirde etkinliğimiz burada sonlanmış olacak. Evet, soru sormak isteyen arkadaşlarımız var mı? Evet, buyurun… Bir dinleyici: Benim Venezüela Büyükelçisine soracağım bir soru var. Üniversitelerin durumu nedir? Raul Betancourt Seeland: Tabiî ki, elbette bu başlangıç sürecidir ve şu anda hemen hemen her eyalette Bolivarcı üniversiteler eğitim hizmeti vermektedir. Tabiî ki bölümlerin çeşitliliği de önümüzdeki dönemlerde arttırılacaktır. Bunu da unutmamak lazım hala günümüzde Venezüella’da gerek devlet, gerekse özel üniversiteler çalışmaktadır. Ve tabiî ki uzmanlık dallarının arttırılması da gündemde olan bir konudur. İkinci Dinleyici: Benim Venezüela Büyükelçisine soracağım bir soru var. Ülkedeki işsizlik oranı, şu andaki durumu nasıldır ve devrimden önceki durumu nasıldı? Küba Büyükelçisine de sorum; 90’larda oluşan siyasi krizin sebepleri tam olarak ne idi? Betancourt Seeland: Venezüella’da Bolivarcı Hükümet, işsizlik oranını elinden geldiğince azalttı fakat hala istediğimiz rakamlara ulaşmış değiliz ama Hükümet iş kaynaklarını ve istihdamı son derece destekleyecek projeler yapıyor. Bunlara örnek olarak da halkı toprağa, köylerine geri dönmeye teşvik ediyor. Aynı zamanda büyük konut misyonu diye bir proje yürütülmekte Venezüella’da ve gerçekten yüz binlerce insana ekmek kapısı olmuş durumda bu konut projesi ki Türkiye’den de yaklaşık sekiz yüz tane taahhütlü firması şu anda Venezüella’da bize bu konuda yardımcı oluyorlar. Venezüella’da gerçekten çalışmak isteyene her zaman iş kapısı var. Fakat Bolivarcı Hükümetin şanssızlığı biraz da oldukça kötü bir muhalefete sahip olması. Gerçekten aslında verebileceği çok fazla şey varken bu muhalefetin politikaları sayesinde istediği kadar veremiyor ve elbette ki bunun karşısında çalışmaya devam ediyor Bolivarcı Devrim. Ve bir gün gelecek tüm vatandaşlarına sahip olmayı hak ettikleri mutluluk seviyesini vermeyi başaracaktır. Jorge Quesade Concepcion: Sizlerin de bildiği gibi Küba’da Devrim öncesinde ülkenin ekonomik üretimi tarıma dayanmaktaydı. Çok az sanayileşme vardı. Ve genelde tarım da şeker kamışı üretimine bağlı olarak yürümekteydi. Şeker kamışı üretimi de her istediğinizde olmuyor ne yazık ki, yılın belli dönemlerinde gerçekleşiyor. Bu şeker kamışının ekim ve hasat dönemlerinde tabiî ki istihdam son derece yükseliyordu fakat yaklaşık altı ayı içine alan bir ölü sezon vardı ki bu dönemde işsizlik rakamları korkunç seviyelere yükseliyordu. Aynı şekilde o dönemde var olan, kültürel seviyesi oldukça düşük ve kaliteli iş standartlarını tanımayan bir genç nüfustan bahsediyoruz. Tabiî devrimin gelmesiyle birlikte devrimi gerçekleştirenlerin eğitim sisteminde ve hazırlık süreçlerinde yapmış olduğu büyük dönüşümler sayesinde Küba Halkı’nın gerek yeni kurulan sanayileşme sürecinde iş elde edebilmelerinin aynı zamanda da kalifiye işçi olarak çalışabilmelerinin önündeki engeller yavaş yavaş kaldırılmaya başlanmıştır. Hatta bundan çok kısa bir süre öncesine kadar hemen hemen Küba’da herkesin bir işi vardı. Ki Küba bu süreç zarfında dünyada çok az ülkede rastlanılan işsizliğin yüzde birden daha az olduğu ülkelerden bir tanesiydi. Tabiî ki son zamanlarda yaşamış olduğumuz bu Küba ekonomik modelindeki değişiklikler ve işgücünün yeniden ele alınması konularıyla bu yüzde yaklaşık ikiye, yüzde ikiye falan yükseldi. Şu anda elimde özet bir şey yok. Tabiî ki bu neden, sırf ortadan bu işyerlerini kaldırıp bunların ortadan işyerlerinin kaldırılması idaresidir bu. Yeniden yapılanma sürecinde ülke ekonomisinin yönlendirilmesinin gerekliliğine inandığımız alanlarda da yeni istihdama açılabilmek amacıyla ortaya çıktı. Venezüella Büyükelçisinin dediği gibi Küba’da da herkes için iş mevcut. Tabiî ki bu biraz da kişinin seçimlerine bağlı; kişi nerede çalışmak istiyorsa, özellikle tarım alanında çok fazla iş imkânı var. Eğer insanlar tarımla uğraşmak istiyorlarsa imkanlar sonsuz. İstihdam dediğimiz unsur aynı zamanda kişinin eğitim süreci ile doğru orantılı olarak ilerleyen bir durum. Çünkü kişilerin eğitimi üretimi etkiliyor. (Dinleyicinin sorduğu ikinci soruya cevap olarak- Kurtuluş Yolu) İki tane unsur vardı. Önce kendi iç meselelerimizden bahsetmek istiyorum, 90’lardaki krizle ilgili olarak. Küba Hükümeti tarafından ekonomide yapılmış hatalar vardı. Yanlış ekonomik proje birikimleri vardı. Bunlar inşa süreci için genel geçer şeylerdi. Ki bunu da kabul etmek lazım, Küba’daki devrim hala bir ilerleme sürecinde. Elbette ki bu süreç zarfında birçok kazanımlarımız oldu ve dünya da gayet hayranlıkla karşılıyor bunu. Ve biz hala başlangıç sürecindeyiz, olmak istediğimiz toplum için daha önümüze yol var. Bu hükümetin yapmış olduğu en büyük yanlışlardan bir tanesi de ekonomimizi tamamen daha önceki Sosyalist Blok’la ilişkilendirmesiydi. Bu bizim isteye isteye seçtiğimiz bir şey de değildi, çünkü önümüzde çok az seçenek vardı. Elbette ki bu, devrimi son derece etkileyen ve geliştiren bir süreç oldu ve devrim gerçekten buna çok şey borçlu. Biz Kübalılar asla Avrupa Sosyalist ülkelerinin bize verdikleri yardımları ve desteği hiç unutmayacağız. Ama elbette ki bizim kendi modelimizi oluşturmamız gerekiyordu. Ve 90’lı yıllar geldiğinde, Avrupa’da Sosyalist devletler ortadan kalktığı zaman Küba ne yazık ki bu sürece hazır olmadığını fark etti. Ve böyle olunca da yapmış olduğu ticaretin, mevcut ticaretinin yüzde 80’inin karşı tarafı ortadan kalkmış oldu. Ve biz de dış ticaretimizi yeniden yapılandırmak zorunda kaldık. Gerçekten bizim ekonomimiz dış ticaretimize bağımlı. Ve ABD ambargosu altında yaşamak zorunda olan bir ülkeden bahsediyoruz ki bunu hiçbir zaman unutmayalım. Her tarafımızdan gırtlağımıza basılmaya çalışılan bir dönemde yaşarken, Küba bir şekilde geçmişi arkasında bırakarak yeni bir çıkış yolu bulmaya çalışmalı. Çünkü artık Sosyalistler ortada yok. Stratejik olarak tüm dünya tek kutuplu bir yöne doğru gidiyor. ABD egemen kılmaya çalışıyor kendini. Ve tabiî ki Küba’yı bloke altına alan da ambargo altına alan da ABD. Gerçekten tüm bu saymış olduğumuz öğeler Küba’yı sınır noktasına kadar getirdi. Ve tabiî ki biz bu sınıra geldik ama bu sınıra dayanmayı bir şekilde aşabiliriz. Çünkü biz içeride halkımıza zaten olacağını tezahür ettiğimiz bir kurgu içerisinde hazırlamaya başlamıştık, halkımızı hazırlamıştık. Bizi yönlendirdiğine inandığımız değerlerimizi koruyarak her şeyi yeniden yapılandırmaya çalıştık. Ve gerçekten bu döneme ait çok fazla deneyim elde ettik. O andan itibaren neyin yapılamayacağını ve neyin yapılabileceğini bilir olmuştuk. Küba’daki bu yeni ekonominin aktüalize edilme süreci de o zamanlardan gelen deneyimlerimize bağlıydı. Hasan Yoldaş: Evet, son bir soru alabileceğiz, buyurun. Üçüncü Dinleyici: Venezüella Büyükelçisinin de Küba Büyükelçisinin de katkılarını almak isterim. Bugün emperyalizm boş durmuyor. Ortadoğu kan gölü içerisinde. Venezüella’da bir çıkış var emperyalizme karşı, özellikle ALBA’dan kaynaklı. Hani o kıtadaki o yükseliş emperyalizmin açık bir saldırısını bekliyor muyuz? Yani önümüzdeki günlerde? Şanlı Küba, ambargoya baş kaldırıyor. ALBA çıkışı da emperyalizme karşı güçlü bir çıkış. Kıtada değişim ve dönüşüm oluyor. Bu değişim- dönüşüm emperyalizm açısından yani ABD tarafından açık bir saldırı olarak, bir tehdit olarak geldiği zamanları görüyorlar mı? Çevirmen: Yani ALBA mı ABD’ye karşı tehdit oluşturuyor? Üçüncü Dinleyici: Mesela Chavez… Chavez’in çıkışı. Chavez’i devirebilmek için her türlü şeyi deniyorlar. Suikastlar, işte hastalıklar, Kolombiya’yı saldırtmalar vs gibi. Ama bunlar başarılı olmazsa yakın bir zamanda silahlı ya da işte Kolombiya tarafından ya da direkt emperyalizm tarafından silahlı bir saldırı, yıkılması için Sosyaliz- min ya da alt yapının çökmesi için bekliyorlar mı? Raul Betancourt Seeland: Önceden tek başına olan Küba artık yalnız değil her şeyden önce. Bugün Bolivarcı Devrim’imiz var. Ve Latin Amerika’nın birçok ülkesinde ilerici hükümetler işbaşındalar. Daha önceki döneme baktığınızda yalnız başına duran bir adayı işgal etme cesaretine dahi kalkışamayan bir ABD bugün, genelinde birleşmiş bir Latin Amerika Kıtası karşısında böyle bir şeye teşebbüs edeceğine biz inanmıyoruz. O yüzden ABD tarafından ülkelerimize karşı gerçek anlamda bir tehdit olacağına da ihtimal vermiyoruz. Ben hiçbir ülkenin ABD de buna dahil- resmi yollarla savaş çıkarıp da Venezüella’yı işgal edeceğine inanmıyorum. Onların her zaman yaptığı şey, bildiğimiz gibi. İçeriden kendi adamlarını, kuklalarını bulmak, bir şekilde hükümeti devirmeye çalışarak ülkenin istikrarını alt üst etmek olmuştur. 11, 12 ve 13 Nisan tarihlerinde 47 saat süren ve devlet başkanı Hugo Rafael Chavez Frias’a karşı gerçekleştirilen bir hükümet darbesi olmuştur. Bu darbe, bu hükümet darbesi, Venezüella oligarşik zümrelerinin, ABD başta olmak üzere ve diğer birçok ülkenin de desteği ile meydana gelmiştir. Bu esnada Venezüella kıyılarında demirlemiş ABD’ye ait bir donanma gemisi bulunmaktadır. Ve orada bulunan ABD subayları Venezüella subaylarına neyi yapıp neyi yapmamaları konusunda talimatlar vermiştir. Ve halk 47 saat boyunca, 48 saat boyunca sokaklara dökülerek liderleri Hugo Chavez Frias’ın geri getirilip görevine iade edilmesi için son derece ısrarlı olmuştur. Elbette günümüzde de Venezüella’yı bir kaos ortamına sürüklemek isteyen dahili ve harici insanlar bulunmaktadır. Böyle bir süreç dâhilinde de 7 Ekim’de Venezüella’da seçimlere gideceğiz. Venezüella muhalefeti de son derece mevzunun bilincinde, onlar da yasal yollardan, seçim yoluyla, sandık yoluyla hiçbir şekilde başkan Chavez’i alt edemeyeceğini anladılar. Çünkü onlar da Başkan Chavez’in on yıllar boyunca unutulmuş bir halkla ilgilenen ilk Venezüellalı devlet başkanı olduğunun gayet bilincindeler. Şu anda Venezüella’nın her şehrinde bu devrimci ateşi görmemiz mümkün. Daha önce hep unutulmuş insanların olduğu yerdi. Venezüella Halkı olarak Bolivarcı Devrim’in elimizden kolay kolay alınmasına mahal vermeyeceğiz. Bizim için tehdit oluşturan unsurların başında Kolombiya topraklarına kurulan sekiz tane Amerikan üssü gelmekte. Biz Venezüella hükümeti olarak gerçekte Kolombiya Hükümeti’nin ne amaca binaen bu askeri üslerin topraklarında yerleşmesine müsamaha gösterdiğini anlamış durumda değiliz. Sanıyoruz ki bunlar Latin Amerika’nın ilerici ülkelerine karşı kullanılmak üzere yerleştirildi. Daha önce söylediğimi tekrarlayarak son vermek istiyorum sözlerime. Küba artık yalnız değil; Küba’nın yanında Bolivarcı bir Venezüella var ve gerçekten bizler halklarımızın en iyisine sahip olmasını isteyen iki kardeş ülkeyiz. Jorge Quesade Concepcion: Ne yazık ki düzen değişti ve ABD de bunun farkında. Kıtamızda ilerici görüşlere sahip devletlerin sayısı artmakta. Ve her şeyden önce bir Venezüella var. Kıtamızdaki ağırlığı tartışılmaz bir ülke olan Venezüella var ve orada da var olan bir Bolivarcı sistem var. Ben Venezüella Büyükelçisine bu bağlamda katılıyorum. Ne kısa ne orta ölçekte ülkelerimize yapılacak bir askeri işgalden korkum yok. Tabiî böyle bir olasılığı da hiçbir zaman göz ardı etmiyoruz. Ve gerçekten ülkelerimizin herhangi birine yapılacak olan bu tarzda askeri bir işgal zaten Amerika’ya çok pahalıya mal olur. Zaten onların kullanmış olduğu usuller de böyle değil. Bizi içeriden yıkmaya çalışırlar, içeriden istikrarı bozmaya çalışırlar. Bize tuzaklar kurarlar. Bizi zayıflatmaya çalışırlar, bizi bu şekilde bölmek isterler. Bu sebeptendir ki Latin Amerika’nın birleşmesi zaruridir. Bu yüzden de bu güçlenme her seferinde onların işine biraz daha gelmemektedir. Hasan Yoldaş: Latin Amerika’dan esen sol rüzgârları kampusumuzda bizlerle buluşturan Büyükelçilerimize teşekküre ediyoruz. Ayrıca anlaşmamızı sağlayan Berna Hanım’a ve katkılarını bizden esirgemeyen Prof. Dr. Mehmet Necati Kutlu Hoca’mıza çok teşekkür ediyoruz. Etkinliğimiz burada sona ermiştir. Katıldığınız için teşekkür ederiz. (Alkışlar...) Partimiz İzmir İl Başkanı Av. Tacettin ÇOLAK’ın Bürosunu Basarak Yoldaşlarımıza Saldıran Tayyip ERDOĞAN’ın Korumalarına Mahkemeden Ceza! 2 009 yılının 30 Eylül’ünde, AKP İzmir İl binasının açılışı bahanesiyle, kendisi ve yandaşlarının “gâvur” diye niteledikleri İzmir ilimize gelen Tayyip için, İzmir İl polisi alarma geçirilmiş, yollar tutulmuş, uçan kuştan kimlik sorulur hale getirilmişti, Tayyip’in geleceği bina ve çevresi. Kaderin cilvesi bu ya, Partimiz İzmir İl Örgütü de, MK üyesi ve İzmir İl Başkanı Av. Tacettin ÇOLAK’ın avukatlık bürosu da, açılışı yapılacak AKP binasının tam yanındaki binada bulunmaktaydı. Tayyip’in korumalarının gün boyunca estirdikleri terör öylesine azgındı ki, diğer yerel polisler bile bu durumdan usanmışlardı. Girişi tamamen ayrı olan bu iki binanın tamamının giriş çıkışlarını tutan polisler, Av. Tacettin ÇOLAK Yoldaş’ımızın ofisine gelen müvekkillerinin ve hatta eşinin dahi binaya girmesini engellemişlerdi. Bunun üzerine yoldaşımız, bürosunun camından seslenerek polisin bu tutumunu eleştirmiş ve “Başbakan geldi diye hayatı durdurdunuz, halkından böylesine korkan biri başbakan olamaz” şeklindeki tepkisini haykırmıştı. Efendilerine kimsenin söz söyleyemeyeceğini sanan Tayyip’in 15-20 koruması bunu duyunc,a biraz da ezberlerinin bozulmasının verdiği hışımla yoldaşımızın bürosunu basmışlar, o an büroda bulunan bir diğer avukat yoldaşımız da dâhil olmak üzere iki avukat yoldaşımıza saldırmışlar, küfürler etmişler, yere yatırarak ve darp ederek kelepçe takmışlardı. Yoldaşlarımız, hem avukatlıktan kaynaklanan hem de HKP’li olmanın verdiği inançla, haklı-meşru ve yasal dirençlerini gösterdiklerinde, bir süre sonra geri adım atarak olay yerinden ayrılan Tayyip’in bu pervasız korumaları hakkında aynı gün suç duyurusunda bulunmuşlardı. Tayyip’in korumaları hakkında “Zor Kullanma Yetkisinin Aşılması Suretiyle Kasten Yaralama” ve “Hakaret” suçlarından açılan davanın İzmir 18. Sulh Ceza Mahkemesi’nde süren yargılaması 24 Mayıs 2012 günü sona erdi. Sanıklardan Başbakanlık Koruma Müdürü Zeki BULUT ve diğer sanıklar İsmail DALKIRA, Refik FARSAKOĞLU ve Aydın AKGÜL her iki suçtan da suçlu bulundular. Haklarında verilen hapis cezaları paraya çevrilerek hükmün açıklanması geri bırakıldı. Verilen cezanın sonuçları Ceza Usul Yasası uyarınca yumuşatılmış olsa da, şimdiye kadar yaptıkları hep yanlarına kâr kalan bu saldırganlar, artık meydanın boş olmadığını gördüler. Yasa-hak-hukuk tanımaz bu güruhun bundan sonra suç işleyeceği zaman ellerinin titremesini sağlayacak bu kararı olumlu karşılıyoruz. Yargının, Tayipgiller tarafından AKP’nin Hukuk Bürosuna dönüştürüldüğü bugünlerde verilen bu kararı Partili avukatlarımızın ve davayı bizlerle takip ederek destek sunan İlerici Avukatlar Grubu’ndan dostlarımızın bir hukuk mücadelesi zaferi olarak addediyoruz. Tayipgiller ve şürekâsı hakkında cezalandırmanın tam müeyyidesiyle uygulanacağı Halk Mahkemelerinin ve Demokratik Halk İktidarının kurulacağına inancımızla bir kez daha yineliyoruz: GÜ GELECEK, DEVRA DÖECEK, TAYYİPGİLLER HALKA HESAP VERECEK! 24.05.2012 Kurtuluş Partili Hukukçular Kocaeli Kitap Fuarı’nda HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı’dan Konferans: “ABD, AB (AB-D) Emperyalistlerinin Suriye’deki Oyunları ve Görevlerimiz” 1 2-20 Mayıs tarihleri arasında Kocaeli’de Uluslararası Fuar Merkezi’nde düzenlenen 4’üncü Kocaeli Kitap Fuarı’nda, Derleniş Yayınları olarak stant açtık. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın her biri birer teorik hazine olan kitaplarıyla Partimizin günümüz siyasi ve ekonomik sorunlarını aydınlatan kitaplarını halkımızla buluşturmak üzere fuardaki yerimizi aldık. Kocaeli Belediyesi tarafından düzenlenen fuarda, tahmin edebileceğimiz gibi gerici, Ortaçağcı yayınevleri çoğunlukta olmasına rağmen, Kocaeli halkına yayınevimizi ve Partimizi tanıtmak amacıyla fuardaki yerimizi aldık. 9 gün boyunca 10.3021.00 saatleri arasında arkadaşlarımız fedakârca ve heyecanla standımızı açtılar. İnsanlarımız standımıza ilgi gösterdi. Fuarda “böyle bir başka stant daha yok” diyenler, “sizi görmek yüreğimizi ferahlattı” diyenler de bizim yüreğimizi ferahlattı. “Tayyipgiller’in Kökeni ve Sınıf Yapısı” adlı kitabımızı görüp geri dönen ve “Tayyipgiller ismi harika, çok iyi bulmuşsunuz” diye tebessüm gösteren pek çok insanımız oldu. Fuarın son günü olan 20 Mayıs Pazar günü, “ABD, AB (AB-D) Emperyalistlerinin Suriye’deki Oyunları ve Görevlerimiz” konulu bir de panelimiz oldu. Panele Derleniş Yayınları Editörü ve Halkın Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı konuşmacı olarak katıldı. Gürdal Çıngı, Suriye’nin AB-D Emper- yalistlerinin yeni hedefi olmasının gerçek sebebine değinerek, aslında iddia edilenin aksine Suriye’de sürekli bir kargaşa ortamı olmadığını, insanların günlük yaşamlarına her zamanki gibi devam ettiklerini belirtti. Tayyipgiller’in geçmişte Suriye’yle ve Beşar Esad’la içli dışlı olduklarını, ancak ABD’nin emriyle bir anda diğer uca giderek Beşar Esad yönetiminin en azılı karşıtlarından biri olduğunu, iplerin ABD’nin elinde olduğunu ve iktidarda kalabilmek için Tayyipgiller’in bu iplere sıkı sıkı tutunduğunu ifade etti. AB-D Emperyalistlerine meydan okuyan, ülkesini ve halkını emperyalistlere peşkeş çekmeyen Beşar Esad yönetiminin bugünkü mücadelesinin son derece haklı ve doğru olduğunu söyledi. Gürdal Çıngı, emperyalistleri Suriye’den ve tüm Ortadoğu’dan defetmek için bir an önce örgütlenmek gerektiğini belirterek, halkımızı Partimiz çatısı altında örgütlenmeye çağırdı. Panel sonrası topluca standımızı ziyaret eden katılımcılara çay ikramı yapıldı. Önümüzdeki yıl yine Kocaeli Halkıyla kitaplarımızı buluşturmak dileğiyle kapanışı yaptık. 21.05.2012 21 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın İlk Kıvılcımı 19 Mayıs 1919 Unutturulamaz! T ürk ve Kürt Halklarının emperyalizme karşı, omuz omuza zafere ulaştırdıkları Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın İlk Kıvılcımı 19 Mayıs’ı özellikle bugünlerde kutlamak son derece anlamlıdır. CIA İslamcıları olan Tayyipgiller’in ülkemizi adım adım “Ilımlı İslam” adı altında Şeriata götürmeye çalıştıkları, 19 Mayıs’ın ve Mustafa kemal ve Birinci Kuvayimilliyecilerin ruhunun ve izinin silinmeye çalışıldığı, emperyalistlerin ve yerli ortaklarının Yeni Sevr’i dayattıkları bugünlerde, İlk Kıvılcım olan 19 Mayıs’ı kutlamak çok daha fazla anlam taşımaktadır. Bu nedenle Kurtuluş Partililer birçok ilde 19 Mayıs’a ilişkin eylemler yaptılar. Antalya’da, Ankara’da, İzmir’de, İstanbul’da, Bursa’da Seydişehir-Konya’da alanlara çıkarak emperyalistlere karşı kazanılan zaferin unutturulamayacağını belirterek “Emperyalistler geldikleri gibi gidecekler” diye haykırdılar. İstanbul 19 Mayıs’ları unutturmayacağız! Emperyalist “Yedi düvel”in zulmüne dur demek için, Dünyanın başarıya ulaşmış ilk Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nın kıİstanbul Ankara İzmir vılcımıdır 19 Mayıs 1919. O savaşladır ki, tarih sahnesine çıkış amacı halkları kan ve gözyaşına boğmak olan emperyalizmin kâğıttan kaplan olduğu, Çanakkale Zaferi’nden sonra bir kez daha görülmüştür, gösterilmiştir. O savaştır ki, çökkün Osmanlı’nın hain yöneticilerinin tüm ihanetlerine karşın, bir ulusun küllerinden yeniden doğuşunun destansı hikâyesidir. O savaştır ki, mazlum dünya halklarına zulme karşı başkaldırıda ilham kaynağı olmuştur. O savaştır ki, dünyanın ilk İşçi-Köylü Devletini, ilk Sosyalist Devrimini hayata geçiren Bolşevik Parti’nin önderi, Devrimler Kartalı Lenin Usta tarafından hararetle selamlanmış ve desteklenmiştir. Ve işte o bağımsızlık mücadelesidir ki, bugün Türkiye tarihinin en işbirlikçi, en halk düşmanı iktidarı tarafından halklarımıza unutturulmaya çalışılıyor. O bağımsızlık savaşının kazanımları teker teker ortadan kaldırılıyor. O bağımsızlık savaşının ruhunu dipdiri yaşatan, o bağımsızlık savaşının önderlerinin “İstiklal-i Tam Türkiye” idealini benimseyen ne kadar antiemperyalist, ne kadar yurtsever, ne kadar laiklik yanlısı insan varsa susturulmaya, sindirilmeye çalışılıyor, o da olmazsa Silivri’lere Hasdal’lara tıkılıyor. O önderlerin insani ve askercil namusunu taşıyan Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği’miz lejyoner askerlere, antiemperyalist, yurtsever, laik ordu komutanlarımız tören paşalarına dönüştürülmek isteniyor. Velhasıl Birinci Kuvayimilliyecilerin kanları, canları pahasına kurtardıkları vatan toprakları AB-D Emperyalistleri ve onların sadık kulları Tayyipgiller eliyle parça parça satılıyor. Biz Kurtuluş Partililer, Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın halklarımıza kan, can pahasına armağan ettiği değerleri savunmak gerektiğinin bilinciyle 23 Nisan’lara, 19 Mayıs’lara, 30 Ağustos’lara, 29 Ekim’lere sahip çıkıyoruz, çıkacağız. Bu anlamda Tayyipgiller’in bu sene daha yoğun biçimde saldırdığı 19 Mayıs’ın önemini bir kez daha vurgulamak, “Tam Bağımsız Gerçekten Demokratik Türkiye” özlemimizi ve bu ideale ulaşmak için verdiğimiz İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı kitlelerle buluşturmak için Tak- MKÜ’de Soruşturma Terörü devam ediyor: Yoldaşlarımıza ceza/ H atay Mustafa Kemal Üniversitesi (MKÜ) Mühendislik Fakültesinde geçtiğimiz Mart ayında, aralarında Kurtuluş Partisi Gençliği’nden arkadaşlarımızın da bulunduğu 65 kişiye soruşturma açılmıştı. 8 Mart günü, MKÜ Mühendislik Fakültesinde, okulumuzun bir öğrencisine, poşu taktığı bahanesiyle faşistler silahla tehdit ederek saldırmış, bu faşist saldırı tüm devrimci-ilericiyurtsever gençliğin tepkisini çekmişti. Bizler de bu olaya seyirci kalmayıp, olayın ertesi günü devrimci demokrat öğrencilerin ortak kararıyla Mühendislik Fakültesinde sloganlarla, dövizlerle faşizm ve uzantılarını bir ba- sın açıklamasıyla teşhir ettik. Eylem sırasında Dekan Yardımcısının “Demokratik ve haklı tepkinizi gösterdiniz” şeklindeki beyanlarına rağmen; olaydan birkaç gün sonra aralarında Kurtuluş Partisi Gençliği’nden 3 arkadaşımızın da olduğu 65 kişiye soruşturma açılmıştı. Soruşturmalar 23 Mayıs günü sonuçlandı. Sadece anayasal demokratik protesto hakkını kullandığı için soruşturma açılan öğrencilerden 7’si okuldan atılırken, aralarında bir Yoldaş’ımızın da bulunduğu birkaç arkadaşımız bir yıl, bir kısmı bir dönem, yine yoldaşlarımızın da bulunduğu diğer arkadaşlarımız ise bir ay gibi okuldan uzaklaş- tırma cezalarına maruz kaldılar. Buna karşılık olayın faili silahlı saldırıda bulunan faşist hiçbir cezaya çarptırılmadı. 24 Mayıs günü, Soruşturma Terörüne karşı MKÜ Öğrencileri olarak Hatay Eğitim-Sen’de bir basın açıklaması gerçekleştirerek kamuoyunu bilgilendirdik ve karalılığımızı bir kez daha belirttik. Bütün bu baskılara, yıldırma politikalarına karşı Kurtuluş Partisi Gençliği olarak yılmayıp, pes etmeyip doğru bildiğimiz yolda yürümeye, haksızlıklarla mücadele etmeye devam edeceğiz. Yaşasın Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim Mücadelemiz! İskenderun Kurtuluş Partisi Gençliği sim Meydanı’nda bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Saat 13:00’da başlayan basın açıklamamızın açılış sunumunu, İl Sekreterimiz Ramazan Kap Yoldaş gerçekleştirdi. İl Sekreteri’mizin yaptığı etkileyici konuşmadan sonra basın açıklamamızı İl Başkanımız Av. Pınar Akbina Yoldaş okudu. Pınar Yoldaş açıklamasında; Birinci Kuvayimilliyecilerin hayatları pahasına kurtardıkları bağımsızlığımızı, bugün yerli işbirlikçiler eliyle AB-D Emperyalistlerinin yok etmeye çalıştığını, Tayyipgiller’in bu amacı gerçekleştirme niyetlerinin en bariz göstergesinin, 19 Mayıs kutlamalarını değersizleştirmek ve bir süre sonra da tümden kaldırmak için yerel yönetimlere devretmesi olduğunu ifade etti. Mustafa Kemal’den, tam da bugünün koşullarını niteleyen alıntılarla açıklamasına devam eden Yoldaş’ımız; Birinci Kuvayimilliyecilerin kazandıkları zaferin İkinci Kuvayimilliyeciler eliyle tekrarlanacağını, yani İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın da Kurtuluş Partisi öncülüğünde başarıya ulaşacağını söyleyerek açıklamasını sonlandırdı. Çoğunluğu gençlerden oluşan kalabalık bir kitle tarafından ilgiyle takip edilen basın açıklamamız sırasında sık sık, “Yaşasın 19 Mayıs, Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız”, “Emperyalistler, İşbirlikçiler, Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi, Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganları atıldı. Ankara İkinci Kurtuluş Savaşçıları Kurtuluş Partililer, bu anlamlı günü Ankara’da Kızılay Meydanı’nda kutladılar. ABD ve AB Emperyalistlerinin ve işbirlikçileri Tayyipgiller’in ülkemize yönelik politikaları da teşhir edildi bu kutlamalarda. Mustafa Kemal-Lenin, Deniz GezmişMahir Çayan Pankartlarımızla, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek” sloganlarıyla gerçekleştirdik kutlamamızı. Güne damgasını vuran ABD ve AB Emperyalistleri, sefa süren yerli yabancı Parababaları. Kendilerini ülkeyi “yönetme” rolü biçilen Tayipgiller de kalan kırıntılarla günlerini gün etmekteler. Ama bütün bunlar gelip geçici. Eninde sonunda Türkiye Halkları bu zulme yeter artık deyip başkaldıracaktır. İşte o zaman Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı, İkinci Kurtuluş Savaşı’yla nihai sonucuna ulaştırılacak, Demokratik Halk İktidarı Kurulacak, emperyalist güruhun tamamı, yerli ortaklarının takım taklavatı Tarihin çöplüğüne bir daha geri gelmemek üzere gönderilecektir. İzmir 19 Mayıs’ın ışığı sönmeyecek! Tayyipgiller’in, 19 Mayıs kutlamalarını daraltarak, Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın ve Mustafa Kemal’in aşama aşama unutturulması ve değersizleştirilmesi, oluşan ulusal-manevi bilincin yok edilmesi çabalarına inat, Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın ilk kıvılcımı olan 19 Mayıs’a sahip çıkmak için, her ilde olduğu gibi İzmir’de de çıktık sokaklara. Karşıyaka İzban durağının önünden, “Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız!”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi!”, “19 Mayısın Işığı Sönmeyecek!”, “Yeni Sevre Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız!”, “19 Mayıs Engellenemez!”, “AKP Gençlikten Elini Çek!”, “Şeriat Ortaçağdır!”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayipgiller Halka Hesap Verecek!”,” Emperyalistler, İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler” sloganlarıyla yürüyüşümüze başladık. Halkımızın da büyük desteğiyle yol boyunca sloganlarımıza devam ederek Karşıyaka İskelesi’nin önünde basın açıklamamızı yapmak üzere toplandık. Basın açıklamamızı genç bir yoldaşımız okudu. Antalya Bursa Antalya Antalya’da 19 Mayıs coşkusu Kurtuluş Savaşı’mızın ilk kıvılcımı olan 19 Mayıs 1919, bugün Tayyipgiller tarafından hazmedilemese de halen kıvılcımı ateş olmuş yanmaktadır. Eninde sonunda ateşiyle Tayyipgiller’le birlikte AB-D Emperyalistlerini de İkinci Kurtuluş Savaşı’nda yakacaktır. Bu inançla mücadele eden İkinci Kurtuluş Savaşçıları Kurtuluş Partililer, bulundukları her alanda 19 Mayıs 1919’u kutladılar. Halkın Kurtuluş Partisi Antalya İl Örgütü olarak özenle hazırladığımız dev pankartı, 19 Mayıs günü parti binasına asarak başladığı eylemimiz. Ve büyük ilgi gördü halkımız tarafından. Bunun ardından Cumhuriyet Meydanı’nda toplanarak bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Basın açıklamasına olan ilgi büyüktü. Basın açıklamamızı, İl Örgütü Yöneticimiz Yaşar Ali Avcu Yoldaş gerçekleştirdi. Yaşar Yoldaş, Birinci Kuvayımilliyecilerin Kurtuluş Savaşı için verdikleri mücadelenin değerini anlatarak, bu verilen mücadelenin kazanımlarını Tayyipgiller’in yok etmeye çalıştığına, bunun için kurduğu senaryolarla aydınlarımızı, bilim insanlarımızı cezaevlerine kapattığına, Antiemperyalist her kıvılcımın kendisini yakacağının korkusuyla bu tezgâhı çevirdiğine değindi. Basın açıklamamız daha sonra sloganlarla son buldu. Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız! e ABD e AB Tam Bağımsız Türkiye! Bursa Halkın Kurtuluş Partisi Bursa İl Örgütü Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın başlangıç günü olan 19 Mayıs 1919’un unutturulmak istenmesine karşı alanlardaydı. Öğrenciyiz Haklıyız Kazanacağız! B izler “Öğrenci Kimliği Haktır Satılamaz” sloganı etrafında bir araya gelmiş Mustafa Kemal Üniversitesi öğrencileriyiz. Aynı isimle açtığımız bir de facebook grubumuz bulunmakta. Bizler üniversitemizin bu döneminin başlangıcında uygulamasına başlanan akıllı kart sistemine ve kartın öğrencilere 10 lira karşılığında verilmesine karşı imza kampanyası başlatmıştık. Çünkü üniversitelerin öğrencilerden harç dışında para toplamasının hiçbir yasal dayanağı yoktu. Diğer yandan akıllı kart ile öğrencilerin lehine değil aleyhine olan uygulamaların kolayca devreye sokulduğunu başka üniversitelerdeki deneyimler göstermişti. Bu uygulamayla öğrenciler sabıkalı durumuna getiriliyor. Başlatmış olduğumuz bu kampanya sürecinde sizlerin de destekleriyle yaklaşık 1000 dilekçe toplamış ve bu dilekçeleri rektörlüğe yollamıştık. Rektörlük bu süreçte, bizim temsili olarak daha erken bir tarihte Seydişehir 19 Mayıs günü saat 14.00’da Bursa Kent Meydanı’ndaki basın açıklamasını İl Başkanı Halil Ağırgöl okudu. Yağmur altında Bursa Halkına seslenen Partililer sık sık, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız”, “19 Mayıs Sürüyor Sürecek” sloganlarını attılar. Tayyipgiller tarafından 19 Mayıs ve 30 Ağustos kutlamalarının iptalinin ve sonra da Gençliğe Hitabe’nin kaldırılmasının planlandığının, İzmir’de artık 15 Mayıs 1919’da işgale karşı ilk kurşunu atan Hasan Tahsin’in bile anılamadığı vurgulandı. Basın açıklaması sloganlarla sona erdirildi. Seydişehir Seydişehir’de; ADD, Eğitim-Sen, Eğitimiş ile birlikte ortak bir eylem yaptık. Basın açıklamasında, 19 Mayıs’ların unutturulmaya çalışıldığı, bunun emperyalist politikanın bir parçası olduğu belirtilerek, “buna asla izin vermeyeceğiz” denildi. Açıklamada ayrıca, “ADD, Eğitimsen, Eğitim İş ve Halkın Kurtuluş Partisi olarak anımsatıyor ve uyarıyoruz: “Ulusal bayramların içini boşaltmaya, ulustan soğutmaya, koparmaya çalışan zihniyet amacına ulaşamayacaktır.” denildi. Pankartlarımız ve sloganlarımızla eyleme coşku ve heyecan aktık. Seydişehir’de antiemperyalist mücadeleyi yükseltmeye devam edeceğiz. karşılığında toplanan paranın iptal edilmesi ve toplanan paranın iadesi istenmiştir. Dava sürecini aşağıda adresini verdiğimiz facebook sayfasından takip edebilirsiniz. Biz “Öğrenci Kimliği Haktır Satılamaz” grubu olarak; Mustafa Kemal Üniversitesi’nin daha demokratik, bilimsel ve öğrencilerin rahatça yaşayabileceği bir üniversite olması için çapa harcıyoruz ve hakkımız olanı almak için gereken her türlü meşru ve hukuki mücadeleyi vereceğiz. vermiş olduğumuz dilekçeye cevap vermişti. Bu cevabı facebook sayfamızda aynen yayınlamıştık. Son süreçte davanın açılabilmesi için gereken, dosya masraflarını okulumuz mühendislik fakültesinde topladık. Mayıs ayının 11’i itibariyle de davayı açmış bulunmaktayız. Avukatlarımız aracılığıyla açtığımız dava tam olarak şu argümanlara dayanSende sayfamıza üye ol, destek ver. makta ve aşağıdaki talepleri içermektedir: * Mustafa Kemal Üniversitesi’nin, öğrenci kimlik kartını “akıllı kart” adı altında facebook.com/ogrencikimligihaktirsatiaynı zamanda Halk Bankası müşteri kartı lamaz haline getirmesi, * “Akıllı kart bedeli” adı altında 10 TL ÖĞRENCİ KİMLİĞİ HAKTIR tutarında ücret tahsil etmesi işlemlerinin SATILAMAZ! yetki, şekil, sebep, konu, amaç yönlerinden hukuka aykırılığı sebebiyle öncelikle yürütmesinin durdurulmasına ve iptaline karar verilmesi istenmektedir. Böylece dava ile öğrenci kimlik kartının banka kartına dönüştürülmesi işleminin iptali istenmiş; hem de öğrenci kimlik kartı 22 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Uludere Katliamı’nın düşündürdükleri Baştarafı sayfa 24’te “Little, “Biz Wall Street Journal’ın verdiği haberin farkındayız. Bu haber üzerine söyleyebileceğim şudur: Türk müttefiklerimizle istihbarat paylaşımı konusunda yorum yapmayacağım, Türkiye ile sürekli ve çok güçlü askeri ilişkimiz var” dedi. Savunma Basın Sekreteri şunları ekledi: “Türkiye ile ulusal güvenlik alanında çok geniş kapsamlı bir çalışma içindeyiz. Ayrıca, kuşkusuz Türkiye önemli bir ATO üyesidir”. “(…) “Gazeteciler sorunun peşini bırakmak niyetinde değildi ve haberin ‘bir sızıntı’ olup olmadığını sordular: “Little şöyle cevapladı: “Bu bir sızıntı mı? Bu raporun nereden geldiğini bilmiyorum, haber türü konusunda yorum yapmayacağım. Sızıntı olabilir mi? Maalesef oluyor.”” (Wall Street Journal, 18 Mayıs 2012) Durum açık. ABD’li yetkili olay hakkında yun yeri işaretlendi ve hemen arkasından savaş uçakları devreye girdi. Bombalanan konvoyun Kürt kaçakçılardan oluştuğu yerel askeri kuvvetler tarafından biliniyordu. (Askerlerle birlikte çalışan korucuların, askeri yetkililere konvoyun sivillerden oluştuğunu bildirdiği belirtiliyor.) Nitekim, Hava Kuvvetlerinin durumu şüpheli görerek veya inandırıcı bulmayarak “bombalayın” emrini yazılı olarak istediği ve bu yazılı emir geldikten sonra uygulamaya geçildiği bildiriliyor. Malum, “Emir demiri keser!” Öte yandan, kaçakçılık o coğrafyada on yıllardır süren bir ekonomi biçimidir. Bölgede işsiz gençlerin yapacağı başka bir iş, geçim kaynağı yoktur. Askerler veya Devlet, bu kaçakçılığa ekonomik nedenlerden bilinçli olarak göz yummaktadır. Kaçakçılığı yapılan maddeler bellidir: Benzin veya mazot, sigara, şeker. (Uyuşturucu kaçakçılığı varsa da başka organizasyonlar gerektirir.) Katledilen kaçak- Katliamın Anatomisi. Uludere katliamı sürecinde harita üzerinde olayların akışı ve katliam yeri. Buna göre akşam saat 9.30-10.00 arasında konvoy Türkiye’ye giriş yapmak üzereyken durdurularak bombalanıyor (Kaynak: Wall Street Journal, 16 Mayıs 2012). “yorum yok”, “sızıntı olabilir” diyerek haberi doğruluyor. TayyipGül bunun üzerine gerçeği kabul edip, “Hata olmuştur, hatayı yapandan gerekirse hesap sorulur” demeye başladılar ve böylece kendilerini sıyırarak hedefe bir kez daha Türk Ordusunu oturttular. Olay aslında tam bir katliamdı. Haritada görüldüğü gibi (bakınız Resim 1) bombalama konvoy hemen sınırdan geçmek üzereyken yapıldı. Önce top ateşiyle konvoyun yerinde kalması, Türkiye’ye doğru ilerlememesi sağlandı. Sonra aydınlatma fişekleriyle konvo- çıların yükleri de bunlardır. Olayda TayyipGül’ün yaptığı, hasından Amerikan Uşaklığıdır. ABD ne kadar “Biz sadece görüntüleri verdik, ötesine karışmadık” diyerek kendini sıyırmaya çalışırsa çalışsın, katliamın tamamen içindedir. İstihbaratın nasıl yürütüldüğü bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. “ABD insansız uçaklarının Türkiye’ye destek verişi Kasım 2007’ye dek uzanır. Bu tarihte Bush Yönetimi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yönetimi ile bağları güç- Vatandaş can, AKP para derdinde G eçen yıl ilaç sanayicileri, eczacılar, doktorlar ve Sağlık Bakanlığı yetkililerinin konuşmacı olarak katıldığı bir toplantıda; bir ilaç sanayi yetkilisi “siyasi iktidarın Sağlık ve ilaç konusunda 2005’ten sonra yürürlüğe koyduğu uygulamaları iktidara en az % 12–15 oy desteği sağlamıştır.” söyleminde bulunmuştu. Doğrudur. Çünkü her boy ve cinsten AKP şakşakçıları, yazılı ve görsel yayın araçları, açık oturumlar ve panellerde görevlerini yerine getirip bu uygulamaları alkışladılar. Sade vatandaş bu söylemlere inanmak zorunda bırakıldı. Çünkü günlük yaşamı olumlu yönde etkileyen uygulamalar söz konusu idi. “Yarın Allah kerim”di. Öyle de oldu. Bir iki gün önce, güya halkın, iktidarın hangi uygulamalarından ne ölçüde memnun olduklarına ilişkin yapılan anket sonucunda, giderek azalsa da % 65’le sağlık uygulamaları açık ara birinci gelmiş. Aynı dönemde geleceği doğru okuyan başta doktorlarımızın örgütlü gücü Türk Tabipleri Birliği ve diğer bazı sağlık örgütleri, sendikalar, gene kimi aydınlarımız ve namuslu sosyalistlerimiz bu uygulamaların kandırmaca olduğunu anlatmak için ellerinden gelen ne varsa yaptılar. Soruşturmalar geçirdiler, haklarında davalar açıldı. Mutlaka AKP’nin gerçek yüzü açığa çıkacak, “yalancının mumu yatsıya kadar” misali bir kez daha doğrulanacaktı. Ve beklenen oldu. Mum sönmeye başladı. Önce, 224 sayılı Sosyalizasyon Yasası gereği faaliyete bulunan sağlık ocakları iptal edilerek buralar Aile Sağlığı Merkezi (ASM) haline getirildi. Bu ASM’ler de orada çalışan doktorlara kiraya verildi, yani bir nevi özelleştirildi. Aynı zamanda, çalışan işçilerimizin emekleri ile kurulan SSK sağlık tesislerinin tümü bir gecede Sağlık Bakanlığına devredildi. Cicim yıllarında vatandaşın hekime ulaşmasını kolaylaştırmak adına bürokratik işlem denen sağlık karnesi, sevk kâğıdı gibi tüm evraklar ortadan kaldırıldı ve nüfus cüzdanı ile sağlık kuruluşuna başvurulabileceği ilan edildi. Sağlık çalışanlarına performans uygulaması getirildi. "e kadar hasta bakarsan o kadar para şeklinde özetlenebilecek ücretlendirme başladı. Sağlık çalışanları geçimlerine katkı uğruna tatillerinden vazgeçmeye başladılar, hasta olmaktan bile korkar hale getirildiler. Öte yandan bu muayene ve tedavilerin neredeyse ücretsiz olduğu reklâm edilerek, vatandaşın, istediği özel ve kamu sağlık tesislerine sevk zinciri gerekmeden başvurmasının yolu açıldı. Sigorta hastanelerindeki hasta ve ilaç kuyrukları kaldırılmıştı ya, sağlık için başka neye gerek vardı… Koş vatandaş koş( Sağlık hizmeti bedava, hem de kuyruksuz Ama siyasi iktidarın asıl niyeti tüm sağlık hizmetlerini özelleştirmekti. Bunun için ise önce sağlık arzını arttırmak, otel hizmetlerini geliştirmek ve aynı diğer özelleştirmelerde olduğu gibi bu kuruluşların kârlı işletmeler olduğunun gösterilmesi gerekecekti. Sonuç: tüm bu kampanyalar neticesinde 2004 yılında insanlarımız ortalama yılda iki kez doktora başvururken, 2011 yılında bu sayı 8’e çıktı. 2008 yılında, ASM’ler hariç sadece hastanelere başvuru sayısı toplam 216.930.107 iken, bu sayı 2011’de 316.500.000’e çıkmış. Vatandaşlarımız SGK yetkilerinin başka bir söylemi ile 72.000.000 (ülkemiz nüfusu) x 8 = 576.000.000 kez hekime başvurmuş. Alan memnun, satan memnun, AKP’ye gelen oylar şahane: % 50. Takke düştü kel göründü Tüm bunların sonucu 2004 yılında SGK’nin 16.185 milyar TL olan tüm sağlık harcamaları, 2010 yılında 32.8 milyar TL’ye, 2011 yılında ise yaklaşık 37 milyar TL’ye çıkarken, 2012 beklentisi 43 milyardır. Bu rakama, SGK’nin 2010 yılında emeklilerine ödediği 92 milyar TL’nin 2012’de 105 milyar TL olması bekleniyor. Tahmini açık 25 milyar TL. Bu açık nasıl kapanacak? Sıkıntı başladı. Çünkü mutlaka yabancı sermayeye hoş gözükmek, bütçe dengesini sağlıyormuş görüntüsü vermek gerek ki, dışarıdan sıcak para akışı devam edebilsin. Bunun için önerilen yol, sağlık giderlerini azaltmak, katılım payını arttırarak vatandaşın cebinden daha çok para almak. lendirmek amacıyla Ankara’da adına Birleşik İstihbari Füzyon Odası denilen bir birim kurdu. Burada ABD ve Türk subayları yan yana oturarak (diz dize diyebiliriz – KY) loş ışık altında Predatör’lerden gelen netliği düşük, karmaşık gerçek zamanlı video görüntülerini değerlendirirler.” (Wall Street Journal, 16 Mayıs 2012) Olay açık! Predatörler kimin uçağı? ABD’nin! Predatör görüntülerini kim daha iyi değerlendirir? ABD subayları! Kaldı ki, bu birim bizce sadece Predatör görüntüleriyle veya Kürt sorunu ile ilgili değildir. Çok daha önemlisi var. İlk kez gazeteci Yavuz Donat’ın Sabah Gazetesi’nde verdiği bir haber ile bu bilgileri birleştirmek gerek. Yavuz Donat, bundan yaklaşık 10 yıl önce, AKP iktidarının başlangıç döneminde “Erdoğan’ın Özel Timi” başlığıyla şöyle yazmıştı bu istihbarat birimi hakkında: “Doğrudan Başbakanlığa bağlı bir organizasyon. İçişleri ve Adalet Bakanlarının bilgisi dâhilinde. Bütün ‘iç güvenlik birimleri’ bu organizasyonun içinde. Çalışmaları gizli. Çalışmaları yürütenler ise en az beş yıldır yolsuzluk dosyaları üzerinde çalışan, operasyonel yeteneği yüksek, tribünlere oynamayan bir takım. Bu işlerin yürütüldüğü karargâha gelince. O da gizli. Bir bakanlık binası değil. Ankara’nın göbeğinde, fakat ‘gözlerden uzak, kulaklara kapalı, dış etkilenmelerden arındırılmış, TBMM’ye yürüme mesafesinde’ bir yer.” (Sabah, 11 Temmuz 2003) İşte Füzyon Odası’nın çekirdeğini bu örgüt oluşturmuştur. Daha sonra, 2007’de Bush-Tayyip görüşmesi (Kasım 2007) sonrasında 35 kişilik CIA ajanı getirilerek bu istihbarat odasının fonksiyonu genişletilmiştir. Dememiz o ki, 2007’den beri karşılaştığımız bütün bomba ve silah bulma, sözde belge, yalan haber, psikolojik savaş, kaset operasyonları vb. operasyonların (kısacası Ergenekon Operasyonları diyebiliriz), hatta Suriye ile ilgili girişimlerin kaynağı bu Füzyon Hücresidir. Öyle anlaşılıyor ki, Uludere Katliamı’nın kaynağı da burasıdır. Predatör’den gelen görüntüler CIA ajanları ve onların emrindeki sözde Türk subayları tarafından çarpıtılarak değerlendirilmiş, bütün uyarılara rağmen bombalama (katliam) düğmesine basılmıştır. dirme peşinde. Yeni Sevr’in stratejisinin en büyük parçasını ise Kürt Sorunu’nun emperyalist çözümü oluşturur. Buna göre Kürt ve Türk Halklarını birbirine düşürüp ayrıştırarak bölmek, tümüyle emperyalizm güdümlü bir kukla Kürt Devleti kurmak stratejik hedef. Bunu zaten belli ölçüde hayata geçirdi emperyalizm. Irak’ın kuzeyinde Barzani her şeyi ile bir devlet niteliğindedir. Amaç, Barzani odaklı bu kukla Kürt Devletini kararlı hale getirmek, tanıtmak ve Türkiye Kürtlerini de Barzani’ye yaklaştırmaktır. Katliamın başlıca amacı budur. Ancak, Kürt ve Türk Halkları yüzyıllardan beri birlikte yaşayagelmişler, iç içe geçmişlerdir. Bu sayede bütün bu provokasyonlar halklarımızı birbirine düşürmekte başarılı olamamaktadır. Gene de olumsuz etkileri yabana atılamaz. Kürtler ve Türkler son zamanlarda daha az ortak işe yapmakta, daha az kız alıp vermekte, daha az komşuluk yapmaktadır. Bazı bölgelerde küçük çaplı da olsa çatışmalar ola- pılmak isteniyor. Birlikte değerlendirelim: kullanılan raporlu ilaçlardan katılım payı alınmaya başlanıyor:1 Mart 2012 gecesi kabul edilen memur intibak yasasını kuyruğuna takılan bir madde ile ilaçta katılım payı % 1’e düşürüldü şeklinde kamuoyuna da duyurusu yapılan bir karar alındı. Ancak gerçek tam tersi. İşin doğrusu bu tarihe kadar kronik hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçlardan hiç alınmayan ilaç katılım payı en az % 1-10 aralığında ek olarak alınmaya başlanacak. Neden? Pekiyi, katliam neden yapıldı? denecek. Çeşitli nedenleri var. En başta Kürt ve Türk Halklarını birbirine düşürme stratejisinin bir parçasıdır bu katliam. Dökülen kan, özellikle de ulusal bir soruna dayanıyorsa, yüzyıllar boyu unutulmaz ve hep daha sonraki olayları etkiler, tırmandırır. Emperyalizm uzun süreden beri Yeni Sevr’i Türkiye’ye kabullen- A-İnsanımız, hekimin yazdığı reçeteyi aldığı eczaneye 5 ayrı isim altında para ödemek zorunda bırakıldı: 1- Muayene katılım payı: Kamuda 5 TL. Özel kuruluşlarda 12 TL. Bu rakam 2005 yılında SSK devredildiğinde 80 kuruştu. Yeni sistemde bir muayene fişin karşılığı doktorun istediği tahlil, tetkik vb. yetmeyecek durumda ise 2. ya da 3’üncü muayene fişi almak zorunda kalırlar. 2- İlaç katılım payı: Ayaktan tedavilerde çalışanlardan % 20, emekli olanlardan % 10 olarak alınan katılım payı. 3- İlaç fiyat farkı: SGK birbirinin eşdeğeri gözüken ilaçların piyasadaki en ucuzu üzerinden ödeme yaptığı için hemen, hemen tüm ilaçlardan çıkan fiyat farkı. 4- Reçete katılım payı: Reçetede yazılı 3 kalem ilaç için 3 TL. 3’üncü kutudan fazla yazılan her kutu ilaç için 1 TL. 5- Sağlık Primi: Asgari ücretle çalışan işçi adına bile 106,40 TL olarak başlanan ve diğer SGK’lilerin (devlet memuru, bağ-kur, isteğe bağlı) emekliliğe esas aylık brüt ücretlerinin % 12’si tutarında alınan sağlık primi. B- Sağlık kuruluşlarının acil polikliniklerine başvurusu ücretli hale getirildi: Kamu ve özel sağlık kuruluşlarının acil polikliniklerine başvuru halinde hiçbir şekilde ücret alınmayacağının reklamı yapılarak, tüm vatandaşların acil servislere başvurması teşvik edildi. Ancak, acil servislere başvuru sayısı tüm hastaların 1/3 seviyesine yükselince, bu durumun önüne geçmek, masraftan kısmak için, acil hal durumunun tarifi yeniden yapılarak, birçok hastadan acil muayenelerden para alınmaya başlandı. Bunu tutarı da yine kamu için 5 TL özel için 12 TL olarak belirlendi. C- Aynı branşa 10 gün içinde yeniden başvuru ücretine % 100 zam yapıldı: Kulaklarınızdan rahatsızlandınız ve KBB’ye başvurdunuz, kamu hastanesine 5 TL muayene ücreti karşılığı muayene oldunuz ve tedaviniz başladı. Ancak 7–8 gün sonra bu kez boğazınızdan raNe kadar para, o kadar sa l khatlandınız ve yine KBB’ye başvurmak durumunda kaldınız. Bu kez ödemeniz gereken mud nemi resmen ba lad AKP yönetimindeki SGK, vatandaşın sağlı- yene ücreti 10 TL olarak tahsil edilmesi uygulağını kesintiye uğratmak için adeta yapmadığını ması başladı. bırakmıyor. Bu uğurda neler yapıldı, neler yaD- Bazı kronik hastalıkların tedavisinde Suriye Kürt lideri Marshaal Tammo: 7 Ekim 2011’de öldürülerek, suç Esad Yönetimine atıldı. Kürtler suikastı Türk İstihbaratının yaptığını belirtiyor. Ancak zarar gören Esad Yönetimi oldu. bilmektedir. Amaç tabiî ki sadece halklarımızı birbirine düşürmek değildir. İkinci büyük amaç Türk Ordusu’nu hem Kürt Halkının, hem de Türk Halkının gözünde küçük düşürmektir. ABD, yapılan açıklamalarla biz işin içinde yokuz demiştir. Böylece, katliam Türk Ordusu’nun beceriksizliğine veya acımasızlığına bağlanmaktadır. Nitekim başta TayyipGül, siyasetçiler de hemen benzer bir tutum takınmışlar ve orduyu suçlamaya başlamışlardır. İçişleri Bakanı İdris, kısaca “Emri ordu verdi” açıklamasını yapmış, BDP’li Hasip Kaplan ise “Emri hangi hayvan verdi?” diyerek suçlamayı sürdürmüştür (Gazeteler, 24 Mayıs 2012). Oysa, sınır dışında operasyona hükümet onayı olmadan ordu tek başına karar veremez. Hüseyin Çelik ise savcıları göreve davet etmiştir, göstermelik olarak. Genelkurmayda Tombalak Paşa olunca, askerin hiyerarşik yapı içinde gerçekleri dile getirmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, soruşturma bile açılmaksızın, açılsa bile ya zamana yayarak veya güdükleşti- E- Yeşil Kart sahipleri ile 65 yaşını doldurmuş bakıma muhtaç kimseler SGK kapsamına alındı: İlk başta kulağa hoş gelen bir söylem. Ancak gerçek; bu grup vatandaşlarımız gelir tespiti şartına tabi tutularak gelirleri asgari ücretin üçte birini geçenlerden 35 TL aylık sağlık pirimi, 886,50 TL olan brüt asgari ücret düzeyinde geliri olan vatandaşlardan aylık 106.38 TL sağlık pirimi ödenme şartı getirildi. Devlet ancak kişi başı aylık geliri asgari ücretin 1/3’ü olan 295 TL’den aşağı olanların sağlık primini üstlenmeyi kabullenebildi. Ancak bu grup vatandaşlarımız 2’nci sınıf vatandaş olarak değer bulup bunların üniversite ve vakıf üniversitelerinin hastanelerine başvuruları diğer kamu kuruluşlarından sevk şartına bağlandı. Ayrıca bu vatandaşlarımızın özel sağlık kuruluşlarına gitmelerine de yasak getirildi. Başka bir deyişle “Ne kadar para o kadar sağlık “dönemi resmen başladı. F- Birinci basamak sağlık hizmeti paralı hale getirildi: Şeytanın aklına gelmeyecek uygulamayı AKP yürürlüğe koydu. İlgili yasa gereği 1’inci basamak sağlık hizmetleri güya ücretsizdi. İlk uygulama başladığında 2 TL olarak alınan Aile Hekimlerine başvuru ücreti, Türk Tabipleri Birliği’nin açtığı dava sonucu iptal edilmişti. Padişahlık anlayışı bunu hazmedemedi. Ve karar alındı. Bundan böyle muayene katılım payının adı değiştirildi ve ikiye bölündü: Muayene Katılım Payı ve Reçete Katılım Payı. Bunlar güya birinci basamaktan muayene katılım payı almayacaklar ama reçete katılım payı almaya devam edecekler. İlacın başına gelmedik kalmadı AKP iktidarının bu sağlıkta dönüşüm palavrasının en önemli malzemesi ilaç oldu. En önemli insan hakkı sağlıktır. Ülkemizde bu sağlık hakkı güya anayasa ile teminat altına alınmıştır. Devletin en önde gelen bu görevini göz rerek ya da ilerici subayları suçlayıp tasfiye ederek ilerleyecek bir süreç izlenebilir önümüzdeki günlerde. Sonuçta Türk Ordusu suçlanacak, etkisiz kılınacak, belki tasfiyeler yapılacak, Tombalak Paşa güçlendirilecek, Türk Ordusu tümüyle Amerikan Uşağı haline sokulacaktır. Ordunun stratejik bakışı zaten AKP dönemiyle birlikte değişmiştir. Yaşar Büyükanıt’ın genelkurmay başkanlığının ilk dönemlerinde, ordu için Türkiye’ye karşı en büyük tehdit Barzani yönetiminin devletleşmesi iken, bugün bu tehdit olmaktan çıkmıştır. Barzani TayyipGül tarafından Devlet Başkanı olarak ağırlanmakta ve muamele görmektedir. Katliamın diğer bir nedeni Suriye olaylarıdır. ABD Emperyalizmi, Suriye’ye karşı TayyipGül’ü daha da saldırgan hale getirmek için arada bir böyle sıkıştırmaktadır. Oslo görüşmeleri, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a soruşturma açılması, katliam bilgilerinin sızdırılması hep bu çerçevede düşünülmelidir. Bu saldırılardan Feto da olumlu yönde nasibini almakta, iktidar alanını genişletmektedir. Wall Street Journal, katliamla ilgili bu bilgileri açıklamasa belki de olay kapanıp gidecekti. Ama bu bilgiler sızıp, olayın bilinçli bir katliam olduğu ortaya çıkınca TayyipGül güç duruma düştü. Bu bakımdan zorda. Tombalak Paşa sayesinde suçu orduya yükleyerek sıyrılma çabasında. Bu arada ABD’nin sopasını yedikçe Suriye’ye karşı daha saldırgan bir tutum sergilemek durumunda kalıyor. Nitekim, Suriye Yönetimi resmen, silahlı birliklerin Türkiye’den giriş yaptığını açıkladı. Bu çok net. Ayrıca, 7 Ekim 2011’de Suriye Kürt lideri Marshaal Tammo’ya yapılan ve ölümle sonuçlanan suikastı da Türkiye yönetiminin yaptığı belirtilmektedir (bizce CIA da yüzde yüz olayın içindedir). Amaç, suikastı Esad Yönetimine yükleyerek Esad’a karşı pasif kalan Suriye Kürtlerini daha da keskin muhalif hale getirmekti. Bu oyun kısmen tuttu, kısmen tutmadı denebilir. Sonuç olarak Uludere Katliamı bilinçli yapılmıştır; CIA-Pentagon ve Tayyipgil boylu boyunca işin içindedir; amaç Kürt Sorunu’nun emperyalist yoldan çözümüne, emperyalist kuklası Kürt Devletinin oluşumuna yöneliktir; Türk Ordusu, bu saldırının ikincil hedefi durumundadır; iyice kullaştırılan Türk Ordusu emperyalist politikalara daha kolay çekilebilecektir böylece; TayyipGül emperyalist politikaların uygulanmasında daha da cesurca davranmaya itilmiştir; bu süreçte ABD destekli Feto ekibi daha da güçlenecektir. Emperyalizm ulusal soruna hiçbir yerde çözüm getirmez, getiremez. Tersine yaraları daha da deşer. Uludere katliamı bunun göstergesidir. Bu gelişmeler karşısında Kürt ve Türk Halklarının oynanan oyunları görerek emperyalist politikalara dur diyeceğini düşünüyoruz. boyayarak insanımızın günlük yaşamını kolaylaştıran tedbirlerle ilacın serbest eczanelerden alımının önü açıldı. Bunun için de ilaç sektörünün tüm bileşenlerinden indirim istendi. Kamu Fiyatı denen bir fiyat yaratılarak ilaçta çifte fiyat uygulaması başlatıldı. Bu uygulama başlarken ilaç sanayinden % 12, eczanelerden % 3 olarak kabul edilen toplam % 15 kamu ilaç alım indirimleri sürekli arttırılarak % 40-43 (sanayiden % 40, eczanelerden % 3) seviyesine yükseltilmiştir. Bugün etiket fiyatı 100 TL olan bir ilaç için siz eczaneye 100 TL öderken, devlet bu ilaca 57 TL ödemektedir. Böylelikle ilaçta çifte fiyat uygulamasının mucidi olarak sahne alan SGK, ilaç sanayisine gücü yetmediğinden ilacın etiket fiyatını düşüremedi ve bu yükü eczanelerin üstüne attı. Bu uygulama sonucu başlangıçta eczanesinde 100.000 TL stoku olan bir eczanenin stoku bedelsizce bir nevi zor alımla 57.000 TL’ye düştü. Bu zoralıma tepki gösteren eczacılar, ilaç fiyat indirimine karşılarmış gibi lanse edildi. Eczacılar bir türlü kendilerini anlatamadılar bile. Bu da yetmedi AKP vatandaşın cebinden çaldığı katılım paylarını tahsildarlığını da eczacılara yaptırmaya başladı. Eczaneler adeta SGK bayisi durumuna getirildi. Geldik bugüne. Bugün tüm bu tedbirlere rağmen ilaç ve tedavi giderlerini aşağı çekmeyi beceremediler. Artışlar devam etmektedir ve edecektir. Artık ok yaydan çıkmıştır. Sağlık ve ilaç tamamen özelleştirme yoluna girmiştir ve kapitalizmin acımasız kuralı gereği fiyatlar arztalep ilişkisine göre belirlenecektir. Son örnek; AKP iktidarı “SAĞLIK SERBEST BÖLGELERİ” oluşturma kararı ile dünya sağlık pazarından pay alma savaşına girmektedir. Önümüzdeki günler, halkımızın sağlık hakkından faydalanabilmesi için cebinden daha çok para vereceği günler olacağı apaçık ortadadır. Sonuç: Ne Sağlığımız, ne Sosyal Güvenliğimizi Allaha emanet edilecek kadar ucuz değildir. Gelecek Halkımızın kendi elindedir… Eczacı Mesut Küçükosmanoğlu 23 Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012 Dr. Ersin Arslan cinayetinin sorumlusu Tayyipgillerdir! Baştarafı sayfa 24’te bulunmaya başladı. Recep beylerin söyledikleri, “Bu doktorlar iğne yapmasını bilmezler”,” doktor efendi”, “tuzu kuru doktorlar” gibi sözler, vatandaşın gözünde sağlık çalışanına şiddet uygulamanın meşru olduğu gibi bir ortamı doğurdu, anlayışı getirdi. Hâlbuki sağlık çalışanları da halkın bir parçasıdırlar. Gaziantep’te saldırı sonucu hayatını kaybeden Dr. Ersin Arslan, Gaziantep’in yoksul semtlerinden Karşıyaka’da büyümüştü. Babası fırıncılık yapıyordu. Dr. Ersin, sekiz çocuklu ailenin okuyarak meslek sahibi olan tek çocuğu idi. Tayyipgiller hükümeti sağlıkta dönüşüm programının son hamlelerini yapıyor. KamuÖzel ortaklığı ile büyük kampus hastaneleri ihaleye çıkarılıyor. Bu yöntemle tüyü bitmemiş yetimin hakkı üç-beş yerli ve yabancı Parababasına peşkeş çekiliyor. Son çıkarılan 663 sayılı KHK ile Kamu Hastane Birlikleri Yasası çıkartıldı. Anayasaya aykırı olarak çıkartılan bu yasa ile kamu hastaneleri özel şirketler gibi CEO’lar eliyle yönetilecek. Amaçları kâr etmek olacak, müşteri memnu- Baştarafı sayfa 24’te niyeti esas olacak. Kölelik düzeni diyebileceğimiz bu düzende, sağlık emekçilerinin karşı karşıya kalacağı şiddetin daha çok artacağı şimdiden görünüyor. Daha önce sağlık alanında yaşanan şiddet konusunda adım atmayan Sağlık Bakanı Bay Recep Akdağ, olayın ertesi günü Türk Tabipleri Birliği (TTB) Başkanı ile görüştü. TTB’nin şiddet konusundaki önerilerini aldı. Sağlık Bakanlığı ve hastane yöneticilerinin, sağlık emekçilerinin yaşadıkları şiddet konusundaki tavırları oldukça ibret vericidir. Sağlık alanında yaşanan olumsuzlukları bakanlığa doğrudan bildirmek için kurulan Alo 184 SABİM Hattı ile yaşanan herhangi bir olumsuzluk hemen bu hatta şikâyet ediliyor. Genellikle sağlıkçılardan değil de kurumdan kaynaklanan şikâyetleri, yalnızca kişisel olarak değerlendiren hastane yöneticileri de olayı hiç araştırmadan sağlık çalışanından savunma istiyorlar. Sağlık alanında şiddet özellikle acillerde ve gece yaşanmaktadır. Daha çok da kadın sağlık emekçileri şiddetle karşı karşıya kalmaktadır. Şiddet gören pek çok sağlık emekçisi durumu, hastane idaresine bildirdiği halde genellikle hiçbir önlem alın- Yusuf Ziya Özcan’ı Konya’da rahat bırakmadık Necmettin Erbakan Üniversitesi ve Fethullah Gülen İblisi’ne doğrudan bağlı Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nin ortaklaşa gerçekleştirdiği “Şehircilik ve Üniversite” konulu konferansa konuşmacı olarak davet edilmişti. Konya Ticaret Odası’nda gerçekleşen bu konferansa Konya Kurtuluş Partisi Gençliği olarak biz de katıldık. Amacımız tabii bu zatı dinlemek değil, onu protesto etmek, Tayyipgiller’e Konya’nın dahi dikensiz gül bahçesi olmadığını göstermekti. “Türbanı üniversitelere sokan YÖK Başkanımız” diye kürsüye davet edilen Özcan sözlerine başladığı anda bir arkadaşımız ayağa kalkarak “sizin üniversitelerle ilgili söz söylemeye hakkınız yok, ben Kurtuluş Partisi Gençliği adına konuşuyorum, üniversitelerin ticarethanelere dönüştürülmesi ve tüm üniversitelerin laiklikten yoksunlaşması sizin döneminizde gerçekleşmiştir.” dedi. Genç arkadaşımız sözlerini tamamlayamadan sivil polisler ve güvenlik görevlileri tarafından grubumuza müdahale edildi. Salondan çıkarılırken bir arkadaşımızın “bu mu sizin ileri demokrasi anlayışınız?” demesi üzerine salondan destek alkışları aldık. Salondan çıkarken de moral gücümüzü elimizde tuttuk: “Gün gelecek devran İşçi Sınıfı, başına musallat olmuş eli kanlı sarı sendikacılardan elbet kurtulacaktır! Bosch İşçisi artık DİSK üyesidir! B ursa Organize Sanayi Bölgesi’nde faaliyet gösteren Alman kökenli Bosch firmasında çalışan işçiler, bir ay önce kayıtlı oldukları sarı-gangster Türk-Metal Sendikası’ndan istifa ederek DİSK Birleşik Metal- İş Sendikası’na üye olmuşlardı. İşçilerin, Birleşik Metal-İş Sendikası’nı tercih etmelerinin önüne geçmek isteyen işveren destekli Türk Metal Sendikası, şiddet başta olmak üzere çalışanlara karşı her türlü yönteme başvurmuştu. Başlangıçta, sendikal tercihleri açısından çalışanlara karşı tarafsız kalacağını açıklayan Bosch işvereni ise kendisine taşeron olarak kullandığı Türk Metal Sendikası’nın başarısızlığın- dan sonra bir aylık süreç içinde asıl rengini açıktan belli ederek, Birleşik Metal-İş’ten istifa etmeleri için işçilere baskı yapmaya başladı. Daha önce, işçilerin işe alınmadan bir gün önce işveren tarafından masrafları bizzat ödenerek Türk Metal Sendikası’na zorla üye kaydedildikleri düşünüldüğünde, firmanın bu sendikayla nasıl iç içe geçtiği daha iyi anlaşılacaktır. İşverenin açık desteğiyle fabrika içerisinde dolaşarak işçileri baskı altına almaya çalışan Türk Metal Sendikası yöneticileri, yasalara aykırı olmasına rağmen, işyeri önüne Noter getirerek işçileri zorla sendikalarına üye yapmaya dahi kalkıştı. Ancak işverenin ve ona bağlı taşeron sarı-gangster sendikanın tüm çabalarına rağmen Bosch İşçisi sendikal tercihine sadık kalarak, Birleşik Metal-İş Sendikası’ndan ayrılmadı. 16 Nisan 2012 tarihinde, işçilere yönelik baskıları kınamak ve yetkili sendika olunduğunu açıklamak amacıyla aralarında DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve akliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun da bulunduğu, Birleşik Metal-İş Sendikası yöneticileri ve üyeleri, Nakliyat-İş Sendi- Antalya’da “Tam Bağımsız Türkiye ve Suriye’de Müdahaleye Hayır” eylemi. A B-D Emperyalistlerinin, Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırma ve tamamen hakimiyeti altına alma projesi olan BOP çerçevesinde; halklar birbirine düşürülmeye ve aralarına nifak tohumları ekilmeye çalışılıyor. Tayyip’in, daha düne kadar “Kardeşim” dediği Libya, Suriye, İran gibi yönetimleri, emperyalist efendilerinin emri doğrultusunda bir anda sattığı ve aldığı direktifler sonucunda hakkı olmadığı halde komşumuz Suriye’nin iç işlerine karıştığı ve savaş kışkırtıcılığı yaptığı ortadadır. Suriye’de CIA eliyle hareket eden Müslüman Kardeşler Örgütü’nün ajanlarını Hatay’da güvence altına alarak Beşar Esad’a karşı ordulaştıran, bu hainlere en iyi imkânları sağlayan Tayyipgiller Hükümeti, aynı duyarlılığı Van’da yaşanan deprem sonucu mağdur olan Kürt Hal- kına göstermemiştir. Aynı Tayyipgiller, Mustafa Kemal önderliğindeki Birinci Kuvayimilliyecilerin emperyalistlere karşı kazandıkları Ulusal Bağımsızlığımızı da yok etmişlerdir. Ülkemizde ve Ortadoğu’da oynanan bu oyunlara karşı Kurtuluş Partililer olarak bulunduğumuz her yerde sesimizi yükseltiyoruz. Antalya’da “Tam Bağımsız Türkiye ve Suriye ile Savaşa Hayır” sloganı çerçevesinde 20 Nisan’da saat 17.30’da bir eylem gerçekleştirildi. Eylem, Büyükşehir Belediyesinden Saat Kulesi önüne yapılan yürüyüşle başladı. Antalya ADD’nin çağrısı üzerine bir araya gelen, aralarında Partimizin de yer aldığı siyasi partiler, dernekler, sendikalar, odalar yaşananlara karşı tepkilerini ortaya koydu. Eylemde Halkın Kuruluş Partisi’nin taşıdığı mamakta, olay basite indirgenmekte “iyi ki canına bir şey olmadı” denmektedir. Bu da sağlık emekçisinde çalışma isteği bırakmamaktadır. Aynı durumun benzeri eğitim alanında da yaşanmaktadır. Alo 147 denilen hat ile öğretmenler, veliler tarafından doğrudan bakanlığa şikâyet edilmektedir. Bu durumda, olay araştırılmadan anında öğretmen hakkında soruşturma açılmaktadır. Sağlık emekçisini, öğretmenini korumak yerine olur olmaz iddialarla onları itibarsızlaştırmaya çalışan Tayipgiller hükümetinin, halka nasıl düşmanca bir tavır aldığı son olaylar ile bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Yerli-yabancı Parababalarının bir dediğini iki etmeyen Tayyipgiller, emekçileri işsizlik ve yoksulluk cehenneminde ezmektedir. Vatandaşı ahmak yerine koyan bu Tefeci-Bezirgân iktidarına cevabı, Halkın Kurtuluş Partisi’nde örgütlenen emekçi halkımız verecektir. Dr. Ersin Arslan’ın ailesine ve tüm hekimler adına Türk Tabipleri Birliği (TTB)’ne, Sağlık Emekçileri Sendikası (SES)’e baş sağlığı dileklerimizi iletiyoruz. 24.04.2012 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi dönecek Tayyipgiller halka hesap verecek” sloganı ile çıktık. Ana haber bültenlerinde ve basın bültenlerinde geniş yer tutan protestomuz amacına ulaştı. Halkın Kurtuluş Partisi var olduğu sürece Tayyipgiller’e rahat nefes almak haramdır. Bu böyle biline! Yaşasın Demokratik Laik Anadilde Eğitim Mücadelemiz! Yaşasın Gençliğin Devrimci Mücadelesi! Yaşasın Kurtuluş Partisi Gençliği Konya’dan Kurtuluş Partisi Gençliği kası Yöneticileri, basın açıklaması yapmak üzere işyeri önünde toplandılar. Ancak Bursa Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan işyeri önüne eli işçi kanına bulaşmış Türk-Metal Çetesi gelerek, işverenden aldığı desteğin güveniyle, Birleşik Metal-İş Sendikası üye ve yöneticilerine taş, sopa ve kesici aletlerle saldırdı. Bu hain saldırgan güruh, kalabalık ve silahlı olmasına karşın DİSK’liler tarafından püskürtüldü ve basın açıklaması işyerinin önünde gerçekleştirildi. Böylelikle gangster Türk Metal Sendikası’nın bu saldırısı da Bosch İşçisinin kararlı tutumuyla boşa çıkarılmış oldu. Ülkemizdeki İşçi Sınıfı mücadelesinin, sendikal hak ve özgürlüklerin önündeki en büyük engellerden biri, hiç kuşkusuz ki işverenlerle kaynaşmış bu tür sarı-gangster sendikalar ve sendikacılardır. Ancak Bosch İşçisi, kararlı tutumla bu aşağılık ittifakın da üstesinden gelinebileceğini dosta da düşmana da göstermiştir. İşçi Sınıfı için değil, Parababalarına hizmet için var olan bu aşağılık sarı sendikalar ve sendikacılar, bu saldırının ve diğer tüm ihanetlerinin hesabını er ya da geç vereceklerdir. Biz Kurtuluş Partililerin, işçilerimizin er ya da geç en devrimci hatta doğru yöneleceğine inancı tamdır. Yeter ki devrimci mücadeleci sendikal anlayışla İşçi Sınıfımız tanışsın. İşçi Sınıfımıza, Birleşik Metal-İş Sendikası’na ve DİSK’e yönelik bu alçakça saldırıyı kınıyor, mücadelelerinin mücadelemiz olduğunu bir kez daha belirtiyoruz. 18.04.2012 Kurtuluş Partisi Genel Merkezi M.Kemal ve Lenin pankartı ilgi gördü. Saat Kulesi’ne kadar, “Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi”, “Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye”, “Türkiye-Suriye Kardeştir” sloganları eşliğinde yürüyen kitle, Saat Kulesi önünde yapılan basın açıklamasıyla dağıldı. Akdeniz Üniversitesinden Kurtuluş Partisi Gençliği AKP’nin bir başka Rant Küpü olan “Okul Sütü”nde daha ilk günden fiyasko Baştarafı sayfa 24’te Edirne’de 30, Antalya’da ise en az 50 çocuk çeşitli hastanelere kaldırıldı. Adana’da da 24 Kasım İlköğretim Okulunda ücretsiz dağıtılan sütten içen yaklaşık 200 öğrencide karın ağrısı, mide bulantısı ve baş dönmesi görüldü. Yine aynı şekilde, Kırıkkale ve Sivas’ta da öğrenciler benzer rahatsızlıklarla hastanelere kaldırıldı. Toplamda 6 ilde 500’den fazla çocuk, dağıtılan sütlerden zehirlendi. Olay bununla da bitmedi. Kamuoyundan gelen süt dağıtma kampanyası sonlandırılsın tepkilerine rağmen süt dağıtımına devam edildi ve yine çocuklar aynı rahatsızlıklarla hastaneye kaldırıldı. Bu arada örneğin İstanbul’da basına yansımayan zehirlenmeler de meydana geldi. Diyarbakır ve Edirne valileri zehirlenmelerle ilgili yaptıkları açıklamalarda, bazı öğrencilerin psikolojik olarak da etkilenmiş olabileceğini iddia etti. Ayrıca durum bu vahamette olunca Tayyipgiller’in konuyla ilgili 3 bakanından açıklamalar geldi. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker ve Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, aslında sütlerin bozuk olmadığını, sorunun süte karşı hazımsızlıktan kaynaklandığını, kampanyanın aralıksız devam edeceğini söylüyorlar. Bir yandan da Bakan Eker, şüpheli sütlerin piyasadan toplatıldığını belirtiyor. Peki bay bakan, sütlerde bir sorun yok ve sorun süt hazımsızlığıysa neredeki, hangi şüpheli sütleri toplattınız? Hangi şüpheyle toplattınız; bu şüphelenme nereden çıktı, çocukların yaşadığı zehirlenmenin kesinlikle süt hazımsızlığı olduğunu iddia ediyorsanız? Diğer taraftan da konuyla ilgili olabilecek bazı kurumların temsilcileri, ODTÜ Gıda Mühendisliği Bölüm Başkanı Haluk Hamamcı ve Ankara Üniversitesi Süt Teknolojileri Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Emel Sezgin de öğrencilerin yaşadığı dramla ilgili, zehirlenme değil, süt şekerinin sindirilememesinden kaynaklanan bir durum olduğu açıklamasını yaptılar. Açıklamalarda dikkat çeken nokta ise, bilimsel kuruluşlar olması gereken bu kurum temsilcilerinin bilimselliği tartışılır ifadeleri. Hamamcı, duyduğu kadarıyla çocuklarda şişkinlik, gaz ve ishal gibi belirtilerin olduğunu, bunun da laktoz intoleransı denilen süt şekerinin sindirilememesinden kaynaklanan bir durum olduğunu söylüyor. “Duyduğu kadarıyla”… Ciddi olması gereken bir kurumun temsilcisi olacaksın, ama yorum ve açıklamalarını duyumlara göre yapacaksın. Bu ne acele yahu?.. Yangından mal mı kaçırıyorsun?.. Çocukların hayatının söz konusu olduğu bir konuda, kamuoyunu bilgilendirmek için açıklama yaparken duyumdan başka veri yok mu? Emel Sezgin ne demiş? “Verilen sütler UHT sütler. Ben bu sütlerden zehirlenme yapabilecek bir şey olabileceğine inanmıyorum.” Öyle mi? Niye? AKP size fazlasıyla güven veriyor anlaşılan. Evet, UHT süt uzun ömürlü süt, yüksek ısıda içindeki mikroorganizmaların öldürüldüğü süt. Ama bu sadece kutuda yazan. Sen sütün içeriğine baktın mı? Bir bilim adamı olarak çocukların zehirlendiği sütlerden herhangi birini alıp çeşitli analizlerle bu sütün gerçekten mikroorganizmalardan arındırılmış, sağlıklı ve güvenli bir süt olup olmadığına baktın mı? Neye, hangi veriye dayanarak-güvenerek, böyle kesin bir yargıda bulunuyorsun? Kusura bakmayın ama burada aklımıza tek bir şey gelebilir, sen-siz Tayyipgiller’e fazlasıyla güveniyorsunuz. Çünkü ortada sütlerin ve çocukların durumuyla ilgili analiz-inceleme sonuçları olmadan kesin bir yargıya varıyorsunuz: “Zehirlenme değil, süt hazımsızlığı…” Tayyipgiller’in bakanlarının aynı içerikteki açıklamalarını bir nebze anlayabiliriz. Onlar suçüstü yakalanmanın telaşıyla her zaman en iyi yaptıkları şeyi yapıyorlar, halkı kandırıyorlar. Ama bilim insanı olarak siz ne yapmaya çalışıyorsunuz? Laktoz intoleransı diye bir rahatsızlık vardır, evet. Süt ile alınan süt şekeri laktozun bağırsaklardan emilebilmesi için laktaz enzimi tarafından parçalanması gerekir. Laktaz ince bağırsak yüzeyinde bulunur. Kimi az süt tüketen insanlarda bu enzim az bulunabilir ya da hiç bulunmayabilir. Bu durumda da süt sindirilemez ve sindirilmeden kalan laktoz osmotik dengeyi bozarak bağırsak içinde sıvı ve elektrolit birikmesine neden olur. Genişleyen bağırsaklarda hareketlilik artar ve ishal ortaya çıkar. Öte yandan serbest halde yakılmadan kalın bağırsaklara ulaşan laktoz buradaki bakteriler tarafından fermantasyona uğratılır ve ortaya hidrojen gazı çıkar. Fazla miktardaki hidrojen hem ishali arttırır hem de gaz ve şişkinlik başta olmak üzere diğer sindirim sistemi yakınmalarına yol açar. Kısaca tanımladığımız laktoz intoleransında, yani süt hazımsızlığında en önemli belirtilerden biri ishal gördüğümüz gibi. Ama hastaneye kaldırılan çocuklarda ishal olduğuna ilişkin bir bilgiye rastlamadık. İlk gün hastaneye kaldırılan çocuklarda ateş görüldüğü tespiti var. Ateş demek mikrop var demektir. Vücut mikroplara karşı savaş açar, ateş yükselir. Zehirlenmenin bazı belirtileri, mide bulantısı, karın ağrısı gibi, laktoz hazımsızlığının bazı belirtileriyle benzeşiyor diye, ortada hiçbir analiz-inceleme sonucu olmadan bu çocuklarda zehirlenme yoktur, süt hazımsızlığı vardır demek, bilimsel midir? Aynı anda yüzlerce çocukta süt hazımsızlığı olması ne kadar mantıklıdır? Bu çocuklar daha önce hiç mi süt içmemişlerdir, bilmezler mi süt içtiklerinde karınlarının ağrıdığını? Evet, karşınızdaki daha bir çocuktur ama her süt içtiğinde karnının ağrıdığını, hastanelerdeki o perişan duruma düştüğünü hiçbir çocuk unutmaz ve süt verildiğinde en azından, öğretmenim ben süt içtiğimde karnım ağrıyor, süt içemiyorum, diyebilir-der. Hiçbir çocuk mu bunu dememiş? Bu kadar çok süt hazımsızlığı yaşayan çocuk var ve bir tanesi bile kalkıp, süt bana dokunuyor öğretmenim dememiş ve hepsi sütü bile bile içmiş öyle mi? Bu yersen lokantasından ancak yukarıda adlarını zikretmek durumunda kaldığımız sözde bilim insanları yerler. Televizyonlarda izlediğimizde yüreklerimizi sızlatan o görüntülerdekiler, koca insanlar değildi, hepsi daha çocuktu. Bir kez daha gördük ki, Tayyipgiller’de insan sevgisinin, insana-çocuğa değer vermenin zerresi yokmuş. Çocuklar zehirlendikten sonra bile yaptıkları açıklamalarla kendi postlarını kurtarma derdindeler hâlâ. Çocuklar umurlarında bile değil. Onlarda süt hazımsızlığı var nasılsa, o da geçer beyim boş ver aldırma, milyonlarca çocuk var onlarla mı uğraşacağız, bozuk mozuk süt veriyoruz ya. İşte onların anlayışı bu… Zehirlenmeye yol açan süt numunelerinin analizleri-incelemeleri bağımsız ve tarafsız bir kurum tarafından yapılmalı ve sonuçları kamuoyuyla paylaşılmalıdır. Rant için çocukların sağlığını tehlikeye atanlar, en alttakinden en tepedekine kadar cezalandırılmalıdır. Çocuklarımızı da zehirlediniz… Bu ilk değil, anlaşılan siz var olduğunuz sürece son da olmayacak. Ama bizde zaman aşımı yoktur. Acılar içinde kıvranan halk çocuklarının her bir gözyaşı damlasının hesabı sorulacaktır. 07.06.2012 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Selam olsun Direnen Togo İşçilerine Baştarafı sayfa 24’te hep bir ağızdan attık. Otoyoldan geçmekte olan vatandaşların korna çalarak ve el sallayarak destekleri de görülmeye değerdi… Çankaya İlçe Başkanı Bayram Yoldaş’ımız, bir konuşma yaparak, 27 Nisan’dan bu yana direnen işçilerin sendikalı olmasının yasal bir hak olduğunu belirtti. Bayram Yoldaş, direnen işçilerin örgütlü ve bilinçli olduğunu, örgütlü işçilerin asla yenilmeyeceğini söyledi. Bayram Yoldaş, Hz. Ali’nin “Doğru ile savaşan yenilir” sözünü anımsatarak, işçilerin de doğru olduğunu, işçiyle savaşan Togo Patronlarının da yenileceğini belirterek konuşmasına devam etti. Bayram Yoldaş, Togo’lu işçi kardeşlerimizin yürüdüğü bu yolda da her zaman yanlarında olacağımızı belirterek, başarılar dileyerek konuşmasını tamamladı. Konuşmanın ardından İşçilerle birlikte tek sıra kortej oluşturarak, Togo’nun önünden duraklara doğru sloganlar eşliğinde yürüdük. Ankara’dan Kurtuluş Partililer CMYK CMYK Uludere Katliamı’nın düşündürdükleri G Halkın Kurtuluş Partisi’nden Bolivarcı Venezüella’nın Yiğit Halkı, Yiğit Başkanı AB-D Emperyalistlerine meydan okumaya devam ediyor! A AKP’nin bir başka Rant Küpü olan “Okul Sütü”nde daha ilk günden fiyasko Milli Eğitim Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığının ortaklaşa düzenlediği ve yaklaşık Türkiye genelinde 7 milyon 200 bin öğrenciyi kapsayan “Okul Sütü Akıl Küpü” adı altındaki süt da- ğıtma projesi tam bir fiyaskoyla başladı. Aynı fiyaskoyla sürmeye devam ediyor. 2 Mayıs’ta Türkiye genelinde başlatılan süt dağıtımından sonra, Diyarbakır’da en az 3 okulda yaklaşık 200 çocuk zehirlenme şüphesiyle hastanelik oldu. Okul yetkilileri, ilk olarak birkaç çocuğun bayıldığını, ardından ateş, karın ağrısı şikâyetleriyle öğrencilerin hastaneye kaldırıldığını bildirdi. Antalya’da da çok sayıda öğrenci zehirlenme şüphesiyle hastanelere kaldırıldı. Devamı sayfa 23’te Selam olsun Direnen Togo İşçilerine 2 7 Nisan’dan bu yana kararlı bir direniş sergileyen, ekmekleri ve onurları için mücadele eden Togo İşçileri er ya da geç kazanacaktır. TÜRK-İŞ’e bağlı Deri-İş Sendikası’na üye olan Togo İşçileri, daha onurlu bir yaşam için yasal haklarını kullandılar. Ama gel gör ki, Parababaları kendi yasalarına dahi aykırı davranarak işçileri işten attı. Sendikalı oldukları için işten çıkarılan işçiler, ODTÜ’nün karşısındaki işyerlerinin önünde mücadelelerini sürdürüyorlar. Çevik kuvvet ekipleri, her zamanki gibi, işyerinin önünde hakkını arayan emekçilere karşı, işçilerin attığı slogandan durduğu yere kadar müdahale ederek, Parababalarının hizmetlerinde olduklarını bir kez daha gösteriyorlar. Direnişin başladı- ğından 18 Mayıs tarihine kadar, çeşitli bahanelerle işçiler üç kez gözaltına alınmış durumda. İnsanın hayvan yerine konulmasına karşı çıkanların, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere diyerek kavgaya koşanların ve İşçi Sınıfı içinde sayısız Direniş-İşgal-Grev örgütleyenlerin Partisi, Kurtuluş Partisi, onurlu Togo İşçisini de yalnız bırakmadı. 18 Mayıs günü, “Togo işçisi yalnız değildir” sloganıyla işçileri ziyarete giden biz HKP’lileri, işçi kardeşlerimiz coşkulu ve mücadeleyi özetleyen sloganlarıyla karşıladılar. “Togo İşçisi Yalnız Değildir”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Sendika Yoksa Üretimde Yok”, sloganlarını Devamı sayfa 23’te B-D Emperyalistlerinin Venezüella’da, 2002 yılında tezgâhladıkları karşıdevrim hareketinin yenilgisinin 10’uncu yılı anısına, Venezüella Halkının, dünyanın her yerinde kutladığı “Yiğit Halk Haftası”nı, Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü olarak, 15 Nisan 2012 tarihinde İzmir TÜYAP Kitap Fuarı’nda düzenlediğimiz söyleşiyle kutladık. İzmir TÜYAP Kitap Fuarı’nda Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland ve İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak’ın katılımı ile düzenlediğimiz “Yiğit Halk Yiğit Başkan AB-D Emperyalistlerine Meydan Okuyor” konulu söyleşiye ilgi büyük oldu, 300 kişi- lik salon doldu ve ayakta kalan konuklar oldu. Venezüella Bolivar Cumhuriyeti Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland, kendileriyle her zaman dayanışma içerisinde olan Halkın Kurtuluş Partisi’ne ve üyelerine teşekkür ederek başladığı konuşmasında; Venezüella’nın Yiğit Halkı ve Yiğit Başkanı’nın el ele vererek Emperyalist çakalları nasıl bozguna uğrattıklarını ve bununla birlikte Venezüella’nın uluslararası alanda kazandığı saygınlığı ve bu zaferle birlikte dünya çapında tüm halkların yol göstericisi ve umudu olduklarını aktardı. Devamı sayfa 10’da Sağlıkta Dönüşüm, sağlıkta şiddeti azdırıyor… 1 Dr. Ersin Arslan cinayetinin sorumlusu Tayyipgillerdir! 7 Nisan günü Gaziantep Devlet Hastanesinde, Göğüs Cerrahı Dr. Ersin Arslan, 17 yaşındaki bir genç tarafından bıçaklanarak hayatını kaybetti. Cinayeti işleyen gencin 80 küsur yaşındaki dedesini Dr. Ersin Arslan geçen ay içinde ameliyat etmişti. Ciddi bir operasyon başarıyla tamamlamasına rağmen, hastanın genel durumu daha fazla yaşamasına olanak tanımadı. Bu saldırı olayı Sağlık alanında yaşanan şiddeti daha gözle görünür hale getirdi. Son on yıldır Tayyipgiller hükümetlerinin uygulamaya çalıştıkları sağlıkta dönüşüm politikaları, sağlık alanında şiddeti artırdı. Sağlık alanın- da yaşanan tüm olumsuzlukları, sağlık emekçilerine yükleyen hükümet, sağlıkçıları halkın gözünde küçük düşürücü söylemlerde Devamı sayfa 23’te Yusuf Ziya Özcan’ı Konya’da rahat bırakmadık Tayyipgiller’in YÖK’teki temsilcisi Yusuf Ziya Özcan’ı geldiği Konya’da protesto ettik. O Yusuf Ziya Özcan ki, YÖK Başkanlığı yaptığı dönemde türbanı üniversitelere sokan zattı. Harçlara yüzde 500 zam yapmak istemiş, kamuoyunun baskısı nedeniyle yapamamıştı. Bunun yerine 2014-2015 eğitim-öğretim yılında geçerli olmak üzere kredi başına katkı payı uygulaması ile yüzde 300’lere varan zamlı harç sistemini kabul etti. Yani alttan 3’ten fazla ders bırakana veya okul uzatanlara yüzde 300 zam geliyor. O Yusuf Ziya Özcan ki, üniversiteye hazırlanan binlerce öğrencinin ve onların velilerinin emeğinin, parasının, hakkının gasp edildiği şifre skandalında emrindeki ÖSYM Başkanını görevden almayarak, hırsızlığa sahip çıktı. O Yusuf Ziya Özcan ki “fırsat eşitliği” adı altında kat sayı farkını yok seviyesine getirerek İmam Hatip Liselilerin (İHL) bütün üniversitelere girmesini sağlayan zattı. Hangi bir suçunu sayalım… Efendileri gibi bu ülkeyi Ortaçağın karanlığına götürmek için canla başla çalıştı. Başarılı da oldu. Bu başarılarının ödülünü de Polonya Büyük Elçiliğine atanarak aldı. Hem de Dışişleri Bakanlığının teamüllerini bozarak. Teamül olarak Dışişleri Bakanlığı, diplomatları bakanlık personeli içerisinde çekirdekten yetiştirir. Yusuf Ziya Özcan dışişleri bakanlığı personeli olmamasına rağmen, efendileri tarafından büyükelçi yapıldı. Yusuf Ziya Özcan’ın Konya’ya gelmesine dönecek olursak; Yusuf Ziya Özcan 27.04.2012 tarihinde Konya Büyükşehir Belediyesi, Devamı sayfa 23’te eçen yıl sonunda 28 Aralık’ta 34 Kürt vatandaşımız hava akınıyla katledilmişti, malum. Bu Katliam’ın sorumlusu bir türlü ortaya çıkmamıştı. Ancak genel gidiş neyin ne olduğunu bizce ortaya koyuyordu zaten. TayyipGül durumu gizlemek için ıkınıp sıkınıyordu. Bu hallerinden bazı önemli bilgileri sakladıkları besbelliydi. Bizce yapılan katliam, uzun süreden beri uygulanan Türk ve Kürt Halkları arasına nifak sokma çabalarından biriydi. İstihbaratsa, tabiî ki ABD tarafından verilmişti. Elde yeterli bilgi olmadan böyle düşünmüştük. Nihayet, Amerikan Wall Street Journal gazetesi durumu bir nebze aydınlığa kavuşturdu. İlk bilgiyi ABD’nin insansız uçağı Predatör aktarmıştı buna göre. Şöyle deniyordu gazetede: “Resmi yetkililer, insan ve yüklü Uludere güneyinde sınır ötesinde meydana gelen olayda, ilk görüntünün ABD İnsansız Hava Aracından (Predatör) verildiği iddia edilmektedir. “2. Haber gerçeği yansıtmamaktadır. Olayda grubun ilk görüntü tespiti Türk Silahlı Kuvvetlerine ait İnsansız Hava Aracı tarafından yapılmıştır. Konu ile ilgili ayrıntılı bilgiler olayı inceleyen makamlara gönderilmiştir.” (http://www.tsk.tr/3_basin_yayin_faaliyetleri/3_1_basin_aciklamalari/2012/ba_03.h tm) Tayyip ise işi sulandırıp bulandırıp kafalarda karışıklık yaratmayı düşünmüş olsa gerek, gazete tarafından aktarılan bilgiyi yalanlayarak, “Uydurmadır”, “Bu açıklama seçime girecek Obama’yı zora sokmak için yapılmıştır” dedi (ABD sevgisine bakın!). Uludere Katliamı sonrasında yaşanan acı… İçişleri Bakanı idris’in deyişiyle “Figüranlar”ın yanık bedenleri battaniyelere sarılı... hayvanları saptayanın ABD Predatör insansız uçağı olduğunu ve ABD’li subayların Türkiye’yi uyardığını söylediler.” “ABD Savunma Departmanı (Pentagon– Kurtuluş Yolu) tarafından The Wall Street Journal’a yapılan iç değerlendirmeye göre ABD uçağı grubun hareketlerini rapor ettikten sonra saldırı yapıp yapmama kararını Türk askeri yetkililerine bırakarak uzaklaştı.” (Wall Street Journal, 16 Mayıs 2012) ABD, saldırı ile ilgili istihbaratın kendileri tarafından verildiğini açıklıyordu. Bu açıklamanın aslında ABD’yi aklamak için yapıldığı ortada. Buna rağmen TayyipGül bu açıklamadan aşırı rahatsız oldu. Çünkü yalanları, zaten ortada olan Amerikan Uşaklıkları, bu kez böyle kanlı bir olayla ortaya çıkmıştı. TayyipGül önce olayı Tombalak Paşa’ya yalanlattı. Genelkurmay Başkanlığı tarafından 17 Mayıs 2012’de yapılan açıklama şöyleydi: “1. Bazı basın yayın organlarında, bir yabancı gazeteye dayanarak verilen haberlerde, 28 Aralık 2011 tarihinde Kamuoyu bu yalanları yutmadı tabiî. Taraf Gazetesi bile “Zorda olan sensin aslanım” manşetiyle Tayyip’i makaraya aldı ve “Asıl zorda olan katliamın hesabını hâlâ veremeyen kendisi” diyerek sürdürdü yazısını. (Taraf, 19 Mayıs 2012) Taraf’ın dayanağı ABD’li yetkililerin yeni açıklamalarıydı. Wall Street Journal da haberinin arkasında duruyordu. Wall Street Journal’ın haberi ve Genelkurmay ile Tayyip’in gerçekleri yalanlaması üzerine Pentagon Basın Sekreteri George E. Little sahneye çıkarak şu açıklamalarda bulundu (Wall Street Jornal’dan aktarıyoruz): “Washington –28 Aralık 2011’de Türk savaş uçaklarının Roboski köyünü (Ortasu köyü – KY) bombalaması sonucunda 34 sivil Kürt’ün öldürülmesi olayında Wall Street Journal’ın Türk Ordusu’na istihbaratın Amerikan insansız uçakları tarafından aktarıldığını bildirmesi üzerine, ABD Savunma Bakanlığı Basın Sekreteri George E. Little soruları cevapladı. Devamı sayfa 22’de
Benzer belgeler
55.sayıya ulaşmak için tıklayınız
İşte o gün, alayı nedamet getirecek bu korkakların. Buna inancımız her geçen gün artarak devam ediyor, edecek! 15.04.2012