55.sayıya ulaşmak için tıklayınız
Transkript
55.sayıya ulaşmak için tıklayınız
CMYK CMYK www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975 Parababalarının Seçim dedikleri şey bir Alicengiz oyunudur YIL: 6 • SAYI: 55 24 TEMMUZ 2011 Burjuva demokrasisinin sihirli kutusu: “Sandık” 1 Seçimler” yapıldı. 2 Haziran 2011 tarihinde Türkiye’de “Genel Biçimsel bakımdan burjuva demokrasisinin olmazsa olmazı: “iktidarlar sandıktan çıkmalıdır” demagojik formalitesi yerine getirildi. Sanki tüm sınıfların özgürce kitle örgütlerini, sendikalarını ve partilerini kurmaları ve eşit malî olanaklarla halklarımızın karşısına çıkmaları sağ- lanmış gibi bir hava estirildi. Seçim yalanıyla halklarımız kandırıldı. Zaten burjuva demokrasisinde (daha açık ifade edersek burjuva diktatörlüğünde, daha da net söylersek, burjuvaların bile sınıf olarak tamamının değil, en zenginlerinin oluşturduğu Parababaları zümresinin diktatörlüğünde) seçim demek, halkı “Sandık” yalanıyla kandırmak demektir. Bu, bütün gelişmiş Batılı Kapitalist ülkelerde de aynen böyledir. Örneğin, ABD’de siyahî bir başkan adayının 15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE sandıktan çıkması için Parababaları her şeyi yaptı. Obama seçildi. Tüm halklara bu bir devrim olarak sunuldu. Demokrasinin ne kadar faziletli bir sistem olduğunun propagandası yapıldı. Bush gitti, Obama geldi. ABD Emperyalistlerinin programlarında en ufak bir değişiklik, bir aksama oldu mu? Irak’tan, Afganistan’dan kuvvetlerini çekeceğini vaat ederek gelen Obama, tam tersine Afganistan’a yeni kuvvetler gönderdi. Bugünlerde NATO maskesi altında Libya’yı bombalıyor. Yani “Sandık” böylesine bir aldatma aracından ibarettir, demokrasicilik oyununda. Medya artık Birinci Kuvvettir Türkiye’ye dönersek: Ülkemizde yukarıda sözünü ettiğimiz eşitsiz koşullar giderilse bile (ki bu mümkün değildir) yine de seçimlerde eşitlik sağlanmış olmaz. Çünkü yerli-yabancı Parababalarının onay vermediği bir parti, medyada hiç yer almazken Parababaları partileri, özellikle de iktidar partisi, tüm yazılı ve görsel medyayı ele geçirmişse buna, halk özgür iradesiyle oy kullandı, denilebilir mi? Elbette denilemez… Devamı sayfa 14’te 2 Simon Bolivar’ın 200 yıl önce yaktığı Özgürlük Meşalesi Hugo Chavez Yoldaş’ın elinde dünyayı sarıp sarmalıyor 00 yıl önce Simon Bolivar ve öğretmeni General Miranda tarafından yakıldı özgürlük meşalesi o günkü sömürgenlere karşı. Bugün o meşale Venezüella’da Chavez Yoldaş’ın ellerinde daha da harlanarak, ABD ve AB (AB-D) Emperyalistlerinin ve yerli uşaklarının zulmüne karşı halklara umut, moral, cesaret oluyor. AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçileri ne yapsalar ne etseler önleyemiyorlar Yiğit Venezüella Halkının Yiğit Önderi Chavez Yoldaş’ın önderliğinde yükselen Özgürlük ve Sosyalizm mücadelesini. Simon Bolivar’ın Latin Amerika Halklarının birleşik, güçlü, tek bir ülke idealinin tüm Latin Amerika’yı sarıp sarmalaması, çıldırtmakta Emperyalistleri. Özgürlük ve Sosyalizm Mücadelesinin önderlerine karşı girişilen karşıdevrimler, suikast girişimleri Venezüella Halkı ve Ordusu tarafından püskürtüldü, şimdi de Chavez Yoldaşın kanser hastalığından medet umuyorlar, emperyalist haydutlar. Chavez Yoldaş, Kübalı Doktorların mahir elleriyle bu hastalığı da yeneceğini haykırdı tüm dünyaya ve Dünya Halklarının umudu bir kez daha harlandı “Kanser Düzeni”ne karşı mücadeleye boylu boyunca dalanları, insanlığın kurtuluş mücadelesine tüm varlıklarını adayanları, dünyada durduracak hiçbir güç yoktur. Marks, Engels, Lenin, Kıvılcımlı, Bolivar, Miranda, Che, bedence aramızda yoklar ama onlar hâlâ insanlığın kurtuluş mücadelesinde yol göstermeye, ışık olmaya devam ediyorlar. O yüzden AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçiler boşuna sevinmesinler, Chavez Yoldaş’ın ve Venezüella Halkının ellerinde harlanan Özgürlük Meşalesi hiçbir zaman sönmeyecek. Latin Amerika’da harlanan özgürlük meşalesinin sıcaklığını ve aydınlığını Halkın Kurtuluş Partisi taşıyor bu topraklara. Venezüella’nın önemli her gününde birlikteyiz Venezüellalı Yoldaşlarla. Her türlü katkıyı sunmayı dev- Devamı sayfa 6’da FİYATI: 50 Kr Kurtuluş Partisi Clinton’ın Türkiye’ye gelişini protesto etti İnsanlık dışı emellerinize ulaşamayacaksınız! Ankara A BD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ABD’nin aşağılık planları için ülkemize geldi. Onların bu planlarını ve işbirlikçilerini teşhir etmek için Kurtuluş Partisi olarak eylemler gerçekleştirdik. İstanbul’da 15 Temmuz’da saat 14.00’da Taksim Travmay Durağında, Ankara’da ise 16 Temmuz’da saat 14:00’da ABD Büyükelçiliği önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Kurtuluş Partililer olarak haykırdık: Libya, Ortadoğu ve Afrika Halklarının zenginliklerini sömürmek için yaptığınız tüm bu çabalar, katliamlar boşuna. Tarihin akışını engelleyemeyeceksiniz ve yarattı- Başyazı ğınız bu kaosta boğulacaksınız! Eylemde sık sık; “Katil ABD Ortadoğu’dan Defol”, “Emperyalistler, İşbirlikçiler Geldikleri gibi gidecekler”, “Libya Halkı Yalnız Değildir”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganlarımızı haykırdık. İstanbul ve Ankara’dan Kurtuluş Partililer Kurtuluş Partisi’nin “Halkların kaderleri kendi ellerindedir!” başlıklı Basın Açıklaması sayfa 2’dedir. Beşiktaş ve Silivri’deki Nemrut Mustafa Paşa’nın torunlarından oluşan heyetleri; hukukçu-adalet dağıtıcı-mahkeme sayanlar ya gafildir ya hain! P eki kimdir bunlar? Bunun cevabını, yılNitekim H. Avcı, kitabının yayımından larca emniyet istihbaratının başında bu- birkaç ay sonra dediğine uğradı. Ve hâlâ da lunmuş, deneyimli, zeki polis şefi ya da içeridedir. Artık onun da kaderi, Silivri ve emniyet müdürü Hanefi Avcı çok net biçim- Hasdal zindanlarında tutsak olan namuslu de vermektedir, “Haliç’te Yaşayan Simon- yurtseverlerinkiyle birleşmiştir. Ve öyle görülar” adlı ünlü kitabında: nüyor ki yıllarca yataBunların bir bölümü caktır burada, yani Sidoğrudan cemaatin adalivri’de. mıdır. Görev yaparken H. Avcı’nın zindaemri yasalardan değil, na tıkılmasına gerekçe bağlı oldukları Cemaatin gösterilen yani ona isimamından alırlar. Bir nat edilen suça eşekler bölümününse Cemaatin bile güler. Ve onun bu elinde görüntülü kaseti işi yapacağına inanvardır. Dolayısıyla bunmaz. lar da Cemaatin tutsağı Adam, uzun mesdurumundadır. Ve Celek hayatının tamamını maatin adamlarının dediantikomünist mücadeğini yapmak mecburiyeleyle-devrimci örgüttindedir. lerle mücadeleyle geYine H. Avcı, Ceçirmiş. “Çiftehavuzmaatin emniyette ve adlilar Operasyonu” gibi Fethullah Gülen yede sıkıca örgütlendiğicaniyane katliamlara ni, Ergenekon adı verilen bu davanın bunlar katılmış, onları yönetmiş biri. Üstelik de mesaracılığıyla yürütüldüğünü söylemektedir. lek hayatının hemen tamamında (son birkaç Üstelik şunu da söylemektedir: Bunları aylık bölümü hariç) Fethullah Gülen Cemaayazdığım için ben de aynı gücün saldırısına ti’nin örgütlerine katılmış, F. Gülen’in konfeuğrayacağım. Bunu da biliyorum. Fakat bunu ranslarını dinlemiş, onu her düzeyde önder da göze aldım. Devamı sayfa 12’de 2 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Kurtuluş Partisi’nden Halkların kaderleri kendi ellerindedir! Emperyalistler! İşbirlikçiler! Ne “Büyük Ortadoğu Proje”niz, ne “Genişletilmiş Ortadoğu Proje”niz, ne de “Yeni Sevr” planınız asla hayat bulmayacak! BOP’unuz, GOP’unuz ve Yeni Sevr Planınızla birlikte sizi er geç Tarihin çöplüğüne göndereceğiz! Geçmişte planlarınızı, projelerinizi yırtıp attık, tarihin çöplüğüne gömdük. Bugün de gömeceğiz. Bunu unutmayın! Kardeşler! ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ülkemizde, güzel İstanbul’umuzda. Az ötemizde… Niye geldi Clinton? Görünürdeki neden: “Libya Temas Grubu 4’üncü Dönem Toplantısı”. Yani Libya’nın seçilmiş yöneticilerini devirmek, Libya Halkının iradesini çiğnemek için geldi. Ama asıl neden, “Füze kalkanı Projesi”ni Türkiye’ye kabul ettirmek, Suriye ve İran hakkındaki aşağılık planlarını hayata geçirmek için Türkiye’ye yeni emirlerini vermek! Başka hiçbir şey için değil. Nedir bu emirler? Bildiğimiz gibi BOP’un en büyük amacı, Ortadoğu’yu ve hatta Afrika’yı bu Proje’yle birlikte yeniden dizayn etmek, ABD’nin, dünyayı “bin devletli” bir hale getirmek amacının bir parçası olarak işlev görmektir. Emperyalistler bir yandan NATO şemsiyesi altında, kardeş Libya Halkını 118 gündür gece gündüz, asker sivil demeden bombalıyorlar. Günlerdir süren bu bombalama esnasında şu ana kadar 1.100’den fazla sivil hayatını kaybetti. Amaç yukarıda da söylediğimiz gibi, Libya’nın seçilmiş yöneticilerini devirmek, kendilerine bağlı ajanlaştırılmış Libya muhalefetini iktidara getirmek… Hatırlayacağımız gibi, Başbakan Tayyip, bir zamanlar Libya Lideri Kaddafi’ye “Kardeşim” diye hitap ediyor, aralarından su sızmıyordu. Ama ne zamanki ABD’den ve NATO’dan emir geldi: Libya’yı bombalayın! diye, anında çark etti Tayyip. Başlangıçta, “e işimiz var Libya’da” diyen Tayyip ve emrindeki hükümet, daha Tezkere kararı çıkmadan savaş gemilerini Libya’ya gönderdi. Ve şu anda da en büyük askeri güç Türkiye’nin, Libya operasyonunda… Bunlar böyledir! Dün “Kardeşim” diye hitap ettikleri insanları bir çırpıda satıverirler. Aynen Libya’da Kaddafi’ye, Suriye’de Beşar Esad’a, İran’da Ahmedinejad’a yaptıkları gibi… Niye satarlar, niye söylediklerini yalayıp yutarlar bir anda? Çünkü emir büyük yerden gelmiştir! Emir ABD’den gelmiştir! O ABD ki, kendilerini iktidara getirendir, “kendilerini lağım deliğinden süpür”ecek olandır! O yüzden onlar dün söylediklerini bugün hiç ağızlarına bile almazlar-alamazlar. Bildiğimiz gibi Tayyip ve Partisi AKP, üçüncü kez seçim kazandı. Türkiye Halklarının oylarının yüzde 50’sini alarak iktidara geldi. İstanbul Bu seçim “başarısı”nın sırrı nerede? Bir; AB-D Emperyalistlerinin açık desteğinde; İki; Mazlum, kandırılmış, saf halklarımızı din iman sömürüsü yaparak, Allah’la aldatmayı başarmalarında. Seçimi açık farkla kazandırılan Tayyip için, artık o kazancın diyetini ödetmek zamanı geldi. Clinton, tam anlamıyla teslim almaya geliyor Tayyip’i. Libya’da ajanlaştırılmış, AB-D Emperyalistlerinin uşağı, kölesi haline gelmiş muhalefeti destekle; Suriye’de Esad’ı gözden çıkardık, bunun şartlarını oluşturmamda bana hizmet et; Füze Kalkanı Projesi’ni hayata geçireceğim ve böylece İran’a karşı kesin hâkimiyetimi sağlayacağım. Bu konuda da emirlerimi yerine getir. Ya sonuçları? Onlar için Tayyip’in ve TC’nin düşeceği onursuz durumun hiçbir önemi yoktur. Yeter ki kendi aşağılık sömürü, vurgun, soygun, talan, katliam planları hayata geçsin… Vurulan ve vurdurulan, katledilen, yeraltı ve yerüstü servetleri AB-D Emperyalistlerinin eline geçen ülkeler Müslümanmış, din kardeşiymiş, Müslümanların kutsal Ramazan ayıymış, yapılan gerçekte bir Haçlı Seferi’ymiş; bunların hiçbir önemi yoktur… Füze Kalkanı Projesi demek, Türkiye’yle İran’ın arasının kesin olarak açılması demektir. Ama ne önemi var Emperyalistler için. Emir yerine getirilecektir! Yoksa? Yoksa işte “lağım deliği!” Sen bilirsin!.. Bu yüzden Tayyipgiller, AB-D Emperyalistlerinin taşeronlarıdır, kuklalarıdır. Onlar ne derse, o olur. Seçme hakkın, belirleme hakkın yoktur. Değerli Basın Emekçileri! Kardeşler! Milliyet Gazetesi bugünkü haberinin başlığı: “Libya’nın kaderi İstanbul’da”. Oysa biz biliyoruz ki en temel haklardan bir tanesi, ki Birleşmiş Milletler Anayasası’nda da böyle yazar: “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”dır. Kim, hangi hakla bir başka ulusun kaderini tayin etmeye çalışıyor? Ama ne yazık ki, bugün içinde bulunduğumuz gerçeklik. AB-D Emperyalistleri dünyayı babalarının çiftliği gibi görüyorlar ve babalarının çiftliğini yönetir gibi yönetiyorlar dünyayı. ABD Planları bir bir uygulamaya konulmaya çalışılıyor: BOP, GOP, Yeni Sevr diyerek… “Büyük Ermenistan Projesi” denerek… “Büyük Kürdistan Projesi” denerek… Bu “Proje”lerin hiçbirisi halkların çıkarlarına hizmet etmiyor etmeyecek! Sadece AB-D Emperyalistlerinin aşağılık çıkarlarının hayata geçirilmesine hizmet edecek. Ama bu “Proje”ler, bu “Plan”lar sökmeyecek! Tarih, mazlum ulusların, mazlum halkların bir gün, ama mutlaka bir gün efendilerinin kölelik zincirlerini kırıp, kendi kaderlerini ellerine aldıklarının onlarca örneğiyle doludur. İşte Latin Amerika, ABD’nin arka bahçesi olmaktan çıktı. Şimdi orada Sosyalizm rüzgârları esiyor. Latin Amerikalı liderler, Başkan Chavezler, Moralesler ABD’nin kâbusu olmaya devam ediyorlar. Küba ve Halkı, Fidel’in ve Raul’un önderliğinde, Che’nin yol göstericiliğinde ABD’nin ablukasına rağmen onlarca yıldır direniyor ve kazanıyor. Yarın Ortadoğu’da da, Afrika’da da ve dünyanın her yerinde de kazanan, Direnen Halklar olacaktır! AB-D Emperyalistleri Yenilecek, Halklar Kazanacaktır! Clinton! İşbirlikçi Liderler! Halklar aleyhine kararlar almaktan vazgeçin! Halkları bombalamaktan, aralarına nifak sokmaktan, bölüp parçalamaktan vazgeçin! Tarihin hükmüne karşı duramazsınız. Yenilmeye mahkûmsunuz! Bizde zaman aşımı yoktur! Bizde insanlığa karşı işlenmiş suçların affı yoktur! Bilin ve unutmayın! 15.07.2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Selam Olsun Bizden Önce Geçene Selam Olsun Savaşırken Düşene Recep Vurmuş 1973-22.05.2007 Yol ver ölüm Çök yıkıl ey mezar Bak Devrim dev gibi dimdik İnsan ateştir, yanarken yakar Bomba patlarsa açılır gedik Mehmet Eker 1957-20.07.2006 Tayyipgiller’in Yargı’yı teslim alma operasyonundan sonra AKP’nin Hukuk Bürosu’na dönüştürülen HSYSK göreve devam ediyor… Özel yetkili İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Köksal Şengün sürgün edildi0 S öze girerken hemen belirtelim ki, “Özel gılananlarla ilgili tahliye kararı veren yargıçlarYetkili Ağır Ceza Mahkemesi” falan fi- dan Oktay Kuban, Ercan Çanak, Zafer Başkurt, lan… Hepsi yalan… Bu mahkemeler, geç- M. Faik Saban, Yılmaz Alp, Tuncay Aslan da mişin DGM’lerinin (Devlet Güvenlik aynı kaderi paylaşmıştı. Son günlerde, önüne Mahkemesi) isim değiştirmiş halidir. Bir başka gelen dosyalarla ilgili Tayyipgiller’i rahatsız anlatımla Tayyipgiller Hükümeti, Batılı eden muhalefet şerhleri yazan 11. Ağır Ceza Emperyalistlerin halklarımızın gözünü boya- Mahkemesi’nin Başkanı Şeref Akçay’ın da mak için başvurduğu bir hile ile eski DGM’lerin önümüzdeki günlerde aynı kaderi paylaşması adını “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri”ne kuvvetle muhtemeldir... dönüştürmüştür. Tabiî bu arada Anayasa’nın 138, 139 ve 140. Bu mahkemelerde de (DGM’lerde olduğu maddelerinde düzenlenen ve Tayipgiller’in dahi gibi) polis fezlekeleri iddianameye dönüşür... ileride işimize yarar düşüncesiyle dokunmadığı Önce kişiler gözaltına alınır sonra kanıtlar top- “HÂKİMLİK VE SAVCILIK TEMİNATI”nın, lanır… Daha doğrusu gözaltına alınan şüpheli- yani hakim ve savcıların serbestçe hukuka ve lerin suçluluklarını kanıtlamak yerine şüpheli- vicdani kanaate göre karar vermesi ilkesinin den suçsuzluğunu kanıtlaması istenir... Ceza yok edildiği malumdur. Diğer bir deyişle, söz yargılamasının temel prensiplerinden olan “de- konusu AKP ise “Hukuk” da “Vicdan” da teferlilden sanığa gitme” ruattır, yok edilmelikuralı yok sayılır, dir! “sanıktan delile” gidiBu sürgün bir kez lir. Hatta yeri gelir, daha göstermiştir ki; delil uydurulur. Ta y y i p g i l l e r Polisin takdiriyle “orH ü k ü m e t i , ganize-örgütlü suçBeşiktaş’ta kurduğu lar” kapsamına sokuemrut Mustafa lup bir kez gözaltına Paşa Divanı’nda alındın mı, artık 24 çatlak ses istemiyor. saat kimseyle (avukaBunlar için hak-hutınla dahi) görüştürülkuk-adalet sadece mezsin… Emniyette kendileri için vardır. “susma hakkını” kulEğer yargı kendilerilanacağım desen dahi nin denetiminde degözaltı süresi savcı ğilse; “kendini milli tarafından uzatılır... iradenin üstünde göKöksal Şengün Gözaltında en fazla üç ren, seçilmişlere kan avukatın hukuki yardımından faydalanılabili- ağlatan bir kurum”dur. Geçmişte Anayasa nir… Avukatlar ise dosyadaki “gizlilik kararı” Mahkemesinin, Danıştayın, Yargıtayın ve nedeniyle genellikle dosyayı inceleyemeden HSYK’nın kararlarına karşı yaptıkları saldırgan “savunma” yaparlar... Yargılamaların TUTUK- açıklamalar hatırlanacaktır. Yargıyı kendi hukuk LU yapılması istisna değil kuraldır, bir kere tu- bürolarına dönüştürdükten sonra ise “bağımsız tuklandın mı birkaç seneden önce tahliye olabi- yargının işine karışamayız” derler… lirsen büyük “şans”lısındır. Yargılama aşamaBu son hamleler, AB-D Emperyalizmi ve sında dahi, dosyadaki delillerin tamamı savun- yerli satılmışlar cephesinin, Yeni Dünya Düzeni ma avukatlarına gösterilmez… ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin ülkemizdeki uyGeçmişte tüm bu hukuk katliamları gulanışında, kendilerine direnç noktası olabileDGM’ler eliyle, devrimcilere karşı onlarca defa cek, bağımsızlıkçı, yurtsever, antiemperyalist, işletilmişti. laik, Mustafa Kemalci kesimlerin yıldırılması, Daha pek çok hukuk gasplarını burada sıra- susturulması ve teslim alınması sürecinin birer lamak ancak örnekleri çoğaltmak ve yerimizi parçalarıdır. daraltmaktan başka bir işe yaramaz. Böylesine Bu aşamaya gelene kadar yukarıdaki değerantidemokratik ve insan haklarını hiçe sayan bu leri savunan Basını, Üniversiteleri, Orduyu yılmahkemelerde hasbelkader göreve gelmiş ve dırıp teslim aldılar. Sıra, yargının teslim alınmaiktidarın beklentilerinin dışında kararlar veren sına gelmişti ve yine yukarıda belirtildiği gibi, yargıçlar ise anında cezalandırılmaktadır. referandumdan sonra da Yargının teslim alınmaKöksal Şengün’ün başına gelenler de bunun bir sı süreci tamamlanmış oldu. Böylece geçmişte parçasıdır. kendileri ile ilgili iddianame hazırlamış, yargıBilindiği gibi, 12 Eylül 2010’da yapılan lama yapmış, ceza kararları vermiş yargıç ve Anayasa değişiklikleriyle AKP’nin yargı, özel- savcılardan da intikam almaya geldi sıra. Örnelikle Yüksek Yargı üzerindeki denetimi iyice ğin AKP’nin Anayasa Mahkemesi kararıyla “irpekiştirildi. Biz buna YARGI’I AKP’İ ticai faaliyetlerin odağı haline geldiği” tescilleHUKUK BÜROLARIA DÖÜŞTÜRÜL- nen davanın iddianamesinin hazırlanmasında MESİ demiştik. Süreç tam da bu tespit doğrul- katkıda bulunan Yargıtay Savcıları da sürgüne tusunda gelişti. Yargı’yı ele geçirme (teslim al- gönderilmişti, Yaz Kararnamesi’yle. ma) planı adım adım uygulanarak, ilkin Bu teslimiyet o kadar ileri boyutlara vardıHSYK’nın yeni yapısı oluşturuldu ardından da rıldı ki, görevi yürütmenin işlemlerinin hukuka kendi yandaşlarını Danıştay ve Yargıtay’a dol- uygunluğunu denetlemek olan Danıştayın yeni durarak buraların Başkanlarını da ilk turda seç- seçilen Başkanı; “Bizim yürütmeyi incitecek tirdiler. bir kararımız olamaz” diyerek, yürütme ile Sıra, yerel mahkemelerdeki, yargının (iktidarla) birlikte davranacaklarını açıklamakAKP’nin hukuk bürosuna dönüştürülmesine tan çekinmemektedir. Maalesef bu pervasız ve karşı çıkabilecek namuslu, dürüst, insan hakla- bir hukukçu olarak utanılacak sözleri, önümüzrına saygılı yargıçlardan kurtulmaya geldi. deki günlerde yapılacak yeni Anayasa ile birlikKöksal Şengün ise AKP’ye karşı böyle bir mü- te daha da fazla duymaya başlayacağız. cadele yürütmüyordu bile… Buna rağmen Ancak Kurtuluş Partili Hukukçular olaBolu’ya sürülmüştür. K. Şengün. Bunlar için, rak, bir kez daha ilan ediyoruz: Toplumumuzu kendilerine karşı doğrudan bir mücadele yürüt- hızla Ortaçağın karanlığına doğru çekmek istemek gerekli de değildir. Kendilerinden yenler erken bayram etmesinler... (Cemaatten, Tayyipgiller’den) değilsen sürgün Bu ülke, Batılı Emperyalistlerin ve onlarla vb. cezalar için yeterlidir durumun… işbirliği yapan Saltanat ve Hilafet özlemcisi Peki, K. Şengün’ün suçu neydi? Ortaçağcıların açık işgallerine karşı, (tam da işGörünürdeki, açıkladıkları suçu; yıllar önce lerini bitirdik dedikleri anda) verilen şanlı mügündeme getirilen, “Yargıtay üyeliği vaadiyle cadelelerle işgalden kurtarıldı. Hain, işbirlikçi Ergenekon davasında çeşitli sanıkların tahliye Osmanlı yöneticilerine imzalattıkları Sevr edilmeleri yönünde oy kullanma” iddiasıyla Antlaşması dört yıllık bir zorlu savaşın sonunda açılmış bir soruşturma.. Yıllar önce ortaya atıl- parçalanıp yüzlerine nasıl fırlatılıp atıldıysa, aymış bu iddiadan dolayı şimdiye kadar bir karar nı güçlerin bugün de ülkemize dayattığı Yeni verilmeyerek beklenmesi, uygun zamanın kol- Sevr hevesleri aynı kararlılıkla ve inançla kurlandığını açıkça göstermektedir. Nitekim tam da saklarında bırakılacaktır. Bunun adı da: İkinci Tayyipgiller için en uygun zamanda bu karar Kurtuluş Savaşı’dır… alınmıştır. Halkın Kurtuluş Partisi bunun için vardır. Gerçekteyse O’nun suçu; “Ergenekon” Halklarımızı uyandıracak, örgütleyecek ve bu Davası’ndaki bir kısım sanıkların tahliye edil- emperyalist hayâsızca akına karşı ordulaştırameleri, özellikle de milletvekili seçilen Mustafa rak, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştıraBalbay ve Mehmet Haberal’ın tahliyesi yönün- rak Demokratik Halk İktidarını kuracaktır. de oy kullanmaktır. 15/07/2011 Benzer kararlar veren yargıçların da sonu böyle olmamış mıydı? Kurtuluş Partili Hukukçular “Ergenekon” ve “Balyoz” davalarında yar- Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 internet: www.kurtulusyolu.org e-posta: [email protected] 3 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı’nın Kocaeli Kitap Fuarı’ndaki Konuşması: 3 Güneş balçıkla sıvanamaz: 27 Mayıs Politik bir devrimdir! Değerli konuklar, . Kocaeli Kitap Fuarı’nda, Derleniş Yayınları-Kurtuluş Yolu olarak düzenlediğimiz, “27 Mayıs Politik Devrimi’nden Bugüne Türkiye ve Büyük Ortadoğu Projesi” konulu panelimize hepiniz hoş geldiniz. 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi, nispi de olsa demokratik kazanımlar getiren önemli bir ilerici harekettir. Bugün biz 27 Mayıs’ı, “Büyük Ortadoğu Projesi”ni ve ülkemizin bugün içinde bulunduğu, götürülmekte olduğu Yeni Sevr’i gündem edeceğiz. Bununla ilgili konuğumuz, Halkın Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Sayın Gürdal Çıngı, ben sözü daha fazla uzatmadan kendisine vermek istiyorum. Buyurun Gürdal Yoldaş. Değerli arkadaşlar, Öncelikle hepiniz hoş geldiniz. 27 Mayıs dediğimizde, Türkiye’de farklı bakış açılarını doğuran bir olayı hatırlıyoruz. Bir kesim, “27 Mayıs aramızda hayalet gibi dolaşıyor”, diyor. “Cumhuriyetin ilk darbesi”, diyor. AKP Milletvekili aday adayı Mümtazer Türk’öne: “27 Mayıs, tarihimizde bir kara leke. Hafızamızı kirleten bir sapkınlık hali. Bu lekeden kurtulmak, bu ağır yükü sırtımızdan atmak, hesaplaşmakla mümkün. Hesaplaşmak, çürüdüğü için kokusu her tarafa yayılan cenazeyi, usulüne uygun bir şekilde ait olduğu yere gömmekle bitecek.”, diyor Zaman Gazetesi’nin 30 Mayıs 2008 tarihli sayısında. Taha Akyol, “27 Mayıs, kanlı bir utançtır, Türkiye’yi “meşruiyet krizi”ne atan siyasi bir cinnettir”, diyor Milliyet’teki köşesinde 27 Mayıs 2008 tarihinde, değerli arkadaşlar. Özgür-Der adlı dernek, “27 Mayıs’tan 12 Eylül’e, 28 Şubat’tan Ergenekon’a tüm darbecileri lanetliyoruz”, diyor. Bunlar kendilerini 27 Mayıs Devrimi’nin karşısında gören, demin de okuduğum gibi, 27 Mayıs’ı lanetleyen, çürümüş olduğunu kabul ettikleri için de ait olduğu yere gömmeye çalışan bir siyasi zihniyet. Bir kesim bunlardan oluşuyor. Bir kesim de kendine ilerici, devrimci, halkçı diyor. Ama onlar da 27 Mayıs’a az önce bakanlar gibi bakıyor. Örneğin “Atılım” adlı bir yayın organı, Ezilenlerin Sosyalist Partisi’nin görüşlerini savunan bir yayın organı, az önce okuduğum, “27 Mayıs’tan 12 Eylül’e, 28 Şubat’tan, Ergenekon’a tüm darbecileri lanetliyoruz” diyen Özgür-Der’le aynı sloganı atıyor: “27 Mayıs’tan 12 Mart’a, 12 Eylülden 28 Şubat’a bütün darbeciler sanık sandalyesine”, diyor. Kendisini ilerici, devrimci, solcu olarak niteleyenlerin içinde de en çarpıcı bir biçimde, bu sloganı kullanan, bir anlamda hepsini ifade eden bu sloganı kullanan, bu kesim var. Dolayısıyla karşımızda iki farklı anlayış gibi gözükse de, yani bir taraf sağda: Ortaçağcı, Şeriatçı; bir taraf solda: İlerici, Sosyalist gözükse de iki kesimin de olaylara yaklaşımları, hatta attıkları slogan bile tamamen aynı, gördüğümüz gibi. 27 Mayıs’a sağdan bakanların tutumu zaten açık. Soldan baktığını söyleyenlerin de, en azından büyük çoğunluğunun, tutumu da bu. Dolayısıyla böyle bir tablo karşısındayız, değerli arkadaşlar. Peki 27 Mayıs’a farklı bakanlar var mı? Evet var. Biz 27 Mayıs’a farklı bakıyoruz, arkadaşlar. 27 Mayıs 1960, Demokrat Parti İktidarı’na karşı yapılmış, Kurtuluş Savaşı’ndan, Birinci Kuvayimilllye’den sonra Birinci Kurtuluşun getirdiği kazanımları yok etmek isteyen ve geleceğini ABD Emperyalistlerine bağlamış olan Demokrat Parti İktidarına karşı yapılmış bir harekettir. Demokrat Parti İktidarı, Amerikancı bir iktidardır. Bunun hiçbir tartışılır yanı yoktur. Adnan Menderes, bizzat Amerikan Büyükelçisinin anılarında da anlattığı gibi, herhangi bir Bakanı atamadan önce ABD’ye sorup, onay alıp, atamamda bir mahsur var mıdır, diye onay alıp, ondan sonra atama yapan bir iktidarın başbakanıdır. Bu, bizzat o dönemki Amerikan Büyükelçisi George McGee tarafından anılarında açıklıkla dile getirilmiştir. Ki, Adnan Menderes’in ve Demokrat Parti İktidarının, bu şekilde yaptığı onlarca atama vardır. Bakanların atamasında kesinlikle ABD’nin onayı alınmıştır. Ve Demokrat Parti İktidarının Amerikancılığını sadece bu örnekle anlatmak yetmez. Yani örnekleri anlatmakla da bitiremeyiz zaten. Türk Ordusu’nu NATO’ya sokabilmek, NATO üyesi olabilmek için, bizden binlerce kilometre ötedeki Kore Savaşı’na katılınmış- münasip yerlere yerleştirdim. Saat 10.0011.00 arasında birkaç defa bölgeyi dolaştım, dikkat çekecek bir kalabalık yoktu. Fakat Sultanahmet ile Beyazıt Meydanı arasındaki anayola çıkan ara sokaklarda gruplar görünüyordu. Örfi İdare, küçük toplulukları dahi hemen dağıttığı için, önce ufak gruplar halinde ve sokak aralarında buluşmayı, sonra toplamayı planladıkları anlaşılıyordu. “Öğlene doğru beklediğimiz emir geldi. 3. Zırhlı Tugay Kumandanı Refik Tulga, telsizle şu emri verdi: “Tank Taburu ve emrinizdeki motorlu piyade birlikleriyle, derhal Beyazıt Meydanı’na hareket edin, yolu açarak Sultanahmet Meydanı’na kadar bölgeyi kontrol altına alın.” “Beyazıt Meydanı’na geldiğimizde gerçekten bir insan seli ile karşı karşıyaydık. 15, 16 yaşındaki liseliler çoğunluktaydı. Çoğunun elinde de tarih kitapları vardı. “Tarihten utanın, tanklarınızla bize değil düşmana saldırın, zulmün uşakları olmayın, tarih sizi affetmez” gibi sözlerle kitapları yüzümüze atıyorlardı. “Birliği durdurdum, ne yapacağımı düşünürken, bizi izlemekte olan Refik Tul- bur olduğumuzu” anlatmaya çalıştım. Bu arada görebildiğim ve üç günde çoğunu ismen tanıdığım üniversiteli talebe liderlerine de bize yardım etmelerini söyledim. Tutumları değişmeye başladı. Yüzlerindeki nefret, kin ve korku belirtileri silindi. Biz ağır ağır ilerlemeye devam ettikçe talebelerde daha dost ve güvenli bir hava meydana geldi. Bir ara benim bindiğim cipi havaya kaldırdılar ve “Yaşasın Ordu!” diye bağırdılar. Bu hava içinde yolumuza devam ederken, korktuğumuz başımıza geldi. Arkadaki tankın kumandanı bir talebenin tanktan düşerek paletler altında kaldığını rapor etti. Ambulans istedik. “Hepimizin asabı kopacak derecede gerilmişti. Elimizden gelse orada duracaktık. Bindiğim arabayı kullanmakta olan Yzb. S. Andaç, bir taraftan alnında biriken terleri silerken, gözlerimin içine bakarak: “Binbaşım duralım. Bir sürü talebe çiğnenmesin. !e olursa olsun” diyordu. “Ama durmamız imkânsızdı. Mutlaka Sultanahmet’e kadar gitmemiz ve bu insan denizini aşmamız gerekiyordu. Tepemizde dolaşan helikopterde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun vardı. Yukarıdan gelişmeleri izliyordu. Durduğumuz takdirde beni görevden alarak yeni bir kumandan vermeleri hiç de uzak bir ihtimal değildi. Zaten hareketimizi yavaş ve etkisiz bularak helikopterden Beyazıt Meydanı’ndaki kumandana şu emri vermişti: “- Süratle topluluğu dağıtın! Gerekirse tanklar ateş etsin!” “Emir, Tulga’nın Harekât Şubesi Müdürü tarafından bana ulaştırılmıştı. “Tabiî emri uygulamadım. Ama Orgeneral Rüştü Erdelhun bu emir nedeniyle Yassıada’da yargılandı ve mahkûm oldu. “Erdelhun’un emri, talebeler arasında da yayılmıştı. Emri duyunca yaptıklarının hatalı olduğunu anlayarak yolumuzu açmaya çalıştılar. “Ama galiba iş işten geçmişti. Sultanahmet’e yaklaşırken bir cankurtaran yanımızdan siren çalarak geçti. Cankurtarandaki, tank paletleri altında ezilen !edim Özpolat’tı. 30 !isan gününün şehidini gözyaşları içinde selamladık. “(…) “Biz Beyazıt ile Sultanahmet arasındaki kanlı geçişi yaparken, Belediye Sarayı civarında vazifeli olan Yzb. Özköker de sık sık telsizle durumu bana rapor ediyordu. Erdelhun’un helikopterle attığı emrin zorlamaları onu da bulmuş, fakat bildiği yoldan şaşmamıştı. “Akşamüzeri yeni bir emir aldık; Vilayete giden yolları kesecektik. Artık vazifemiz, yol kesmek, kalabalık dağıtmak, adam çiğnemekti! Çaresiz gittik ve isteneni yaptık. Tankları yolların açıldığı yerlere yerleştirdim, kimse ile konuşmadım ve kati emir verdim. “- Buralardan kıpırdamayacaksınız. İcap ederse tankı terk edin, fakat benden habersiz hiçbir emri yapmayın!” “Arkadaşlarıma güveniyordum. (…) Gece yarısı kıtaları kontrolden dönerken, Vilayetten geçtim. Park yerinde birçok lüks makam arabası vardı. “Celal Bayar’ın arabası da bunlar arasındaydı. Yeni bir sürprizin bizi beklediği belliydi. ga’dan ikinci emri aldım: “!e duruyorsunuz, ilerleyin” diyordu. “Bu duraklamadan faydalanan talebelerin çoğu, tankların üzerlerine atladılar ve önümüz tamamıyla tıkandı. Talebelere hitap ederek “Kendilerini tutuklamak için değil, korumak için geldiğimizi, kimsenin zarar görmeyeceğini, bu mitingi yapmakla üniversiteli ağabeylerini desteklemelerinin bizi memnun ettiğini, tank geldikçe yolu açmalarını, Sultanahmet’e gitmeye mec- “Ertesi gün meşhur tebliğ yayınlandı: Beş kişiden fazla topluluklara ateş edilecekti! Gece yarısı Bayar’ın başkanlığında bu tebliğ hazırlanmış ve Örfi İdare Kumandanlığı’nın haberi olmadan yayınlanmıştı… “(…) “30 !isan günü yaşadığımız olayları, yayın yasağı bulunduğu için gazetelerimiz yayınlayamadılar. Ama talebelerin tanklar üzerindeki hali ve kardeşçe pozları yansıtan fotoğraflar yabancı gazetelerde, ordu- tır. Ve Kore’de, bizim Kurtuluş Savaşı’mızda yaptığımız gibi, birliğini korumaya, bölünmüşlüğünü engellemeye çalışan, bir Ulusal Kurtuluş Savaşı veren halka karşı, ABD’nin desteklediği işbirlikçileri iktidara getirme savaşında, mazlum ulusa karşı ABD’nin yanında yer alınmıştır. Ve savaşa katılan ordular içinde 1350 kayıp vererek, sayıya oranla en büyük kaybı Türk Ordusu ve Türk Mehmetçikleri vermiştir. Ve o savaşın sonunda da Türk Ordusu, NATO’ya kabul edilmiştir. Türkiye NATO’ya girmiştir ve Türk Ordusu’nun Başkomutanı, NATO Ordusu’nun Başkomutanı olan ABD’li bir General olmuştur. Demokrat Parti İktidarı, özgürlük ve demokrasi vaatleriyle iktidara gelmiştir. Ama yaptığı uygulamalar tamamen bunun tersi, hakları ve özgürlükleri kısıtlayıcı, bir avuç zengine olanak tanıyan (ki sloganları da “her mahallede bir milyoner yetiştirmek”ti), bunun için çalışan, ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini ABD’nin hizmetine açan, Batılı büyük emperyalist devletlerin hizmetine açan bir politika izlemiştir. Bütün bunlar çok açık ve kanıtlıdır. Demokrat Parti’nin uygulamalarına karşı ayaklanan, mücadele eden, haklarını talep eden öğrencilere, işçilere ve memurlara karşı acımasızca orduyu ve askeri sevk eden bir iktidardır Demokrat Parti İktidarı. Ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile DP İktidarı, 27 Mayıs öncesi gösteri yapan gençlere “ateş açılması” emrini vermiştir, verebilmiştir. 27 Mayıs’ı gerçekleştiren subaylardan, Milli Birlik Komitesi üyesi Orhan Erkanlı “Askeri Demokrasi” adlı anılarında, bu olayı şöyle anlatır: “30 !İSA! “ERDELHU! ATEŞ EMRİ VERDİ “Talebelerin 30 !isan günü yeni ve büyük bir miting düzenleyecekleri haber alınmıştı. Örfi İdare kumandanlığı gerekli tedbirleri alıyordu, burada bizim tank taburuna da Laleli yokuşunda hazır bekleme görevi verildi. Taburu Aksaray bölgesinde nun işi ciddiye almadığı ve talebeleri desteklediği şeklindeki yorumlarla yayınlandı. “Ancak bizim gözleri kararmış yöneticilerimiz, bunun manasını anlamadılar.” (age, s. 29-30-31-32-33) Celal Bayar, Menderes ve emirlerindeki Genelkurmay Başkanı Erdelhun, Ordu Gençliği’nin “ateş” emrine uymayışı üzerine kendilerince önlem alırlar ve bu birlikleri yeni birliklerle değiştirirler. Bu olayı da O. Erkanlı şöyle anlatır: “27 MAYIS DEVRİMİ “İSTA!BUL sıkıyönetim birlikleri 30 !isan’dan sonra değiştirildi. Trakya’dan yeni zırhlı ve piyade birlikleri getirildi. Bizim tugay ihtiyata alındı, görevlerimizi yeni gelenlere devrettik. Bu devir esnasındaki bir olayı hiç unutmadım: Genelkurmay Başkanı Erdelhun’un bizimle konuşacağı bildirildi. 3. Zırhlı Tugay ve Lüleburgaz’dan gelen 1. Zırhlı Tugay subayları, Beyazıt Camii’nin önünde toplandık. Erdelhun geldi, 3. Zırhlı Tugay subaylarının ayrılıp, başka bir yerde topluca bulunmalarını emretti. Bizler sanki mağlup bir ordunun subaylarıydık. 1. Zırhlı Tugay subaylarıyla konuştu, sonra bizim olduğumuz yere geldi. “Görevinizi yapmadınız, orduya leke düşürdünüz, sizi şimdilik ihtiyata alıyorum, bir dahaki sefere hepinizi divanı harbe vereceğim!” diyerek bizleri azarladı. Erdelhun gittikten hemen sonra iki tugayın subayları bir araya gelerek konuşmaları birbirlerine anlattılar. Yeni gelen arkadaşlarımız bu konuşmalardan sonra bizim gibi hareket edeceklerine söz verdiler ve bu sözlerini de tuttular.” (age, s. 39) Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın emriyle “tanklar ateş etsin!” diye emir vermiştir Erdelhun askerlere. Emir yerine getirilmemiş, Ordu Gençliği, Sivil-Aydın Gençliğe silah sıkmamıştır. Bu olay üzerine Bayar küplere biner ve Ankara’da yeni bir toplantı düzenleyerek daha sert tedbirler alınmasını ister görevlilerden, arkadaşlar. Bunun hikâyesini de (ilk döneklerden) Ş. S. Aydemir’den dinleyelim. Olayı Aydemir’e anlatan, bizzat bu toplantıda görüşü alınmak (bir anlamda akıl vermek) üzere çağrılmış bulunan İstanbul Üniversitesi Anayasa Hukuku Profesörü Ali Fuat Başgil’dir. Zamanınızı daha fazla almamak için özetleyerek aktaracağım toplantıyı: “BAYAR SERT KA!U!LAR İSTİYOR “Zaten bu gizli toplantıya girilmeden de vaziyet belli olmuştur. (Gizli toplantıya; C. Bayar, A. Menderes, F. R. Zorlu, R. Koraltan ve A. F. Başgil katılmıştır. – K. Y.) “Hocanın (Ali Fuat Başgil’in. – Kurtuluş Yolu) görüşü şudur: “- Son derece ihtiyatlı davranmanızı tavsiye ederim sayın reisicumhur. Önce, anayasaya tamamen uymadığına göre, salahiyet kanununun hükümlerini tatbik etmemelisiniz. Bu bakımdan tekrar gözden geçirilmesi için, kanunu derhal Meclise geri göndermelisiniz. Bilhassa gençliğe karşı çok sert tedbirlere baş vurmamalısınız.” “Ama Bayar, başka görüşlerdedir: “- Ben hiçbir şekilde bu görüşe katılmıyorum. Bilakis, son derece sert davranmak ve tahrikçileri, nümune-i imtisal olmak (başkalarına misal teşkil etmek) suretiyle cezalandırmak lazımdır. Hükümet makamlarının çalışma tarzı, şimdi böyle olmalıdır…” “Hatta Başgil’e göre Bayar bu, “cezalandırmak” yerine, “tenkil” sözünü kullanmıştır. Ali Fuat Başgil, bu kelimenin taşıdığı mananın şiddetinden ürktüğü için, acaba reisicumhur tenkil değil de tenkit mi demek istedi? diye sorar. Çünkü tenkil, en ağır şekilde bastırmak, ezmek, çiğnemek manasına gelir. Ve Bayar’a bu tereddüdünü açıklar. Ama Bayar’ın cevabı kesindir: “- Tenkit zamanı çoktan geçti. Şimdi tahrikçileri tenkil zamanıdır.” (Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı, s. 379) 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’ün zıttıdır Yani, Celal Bayar ve Adnan Menderes, halkına karşı böylesine zalim, böylesine düşman yöneticilerdi. Yaptıkları bütün uygulamalarla da Birinci Kuvayimilliye’nin, Mustafa Kemalcilerin kurduğu Cumhuriyetin kazanımlarını yok etmeye, bağımsızlığı yok etmeye, ekonomik ve kültürel olarak da Türkiye’yi Amerika’nın hizmetine sunmaya çalışan bir iktidardır. Dolayısıyla 27 Mayıs, bu iktidara karşı yapılmış bir harekettir. 27 Mayıs, getirdikleri kazanımlar itibariyle de bir avuç Parababasına ve onların siyasi iktidarlarına karşı gerçekleştirilmiş bir harekettir. Biz olaylardan hareket ederiz. Olaylar ne ise onu olduğu gibi görür ve değerlendiririz. Duygularımızla hareket etmeyiz. Kendi sübjektif duygularımız burada hiçbir şey ifade etmez. Biz bir hareketi, kime karşı olduğuyla ve getirdikleriyle değerlendiririz. 27 Mayıs; zalim, vurguncu, soyguncu Demokrat Parti İktidarına karşı yapılmıştır. Ve işçilerin, öğrencilerin, kamu çalışanlarının haklarını korumak için yapılmıştır. 27 Mayıs’ın sonucu olarak hazırlanan 61 Anayasası, Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde gerçekleştirilmiş en ilerici anayasadır. Bunda, bütün namuslu bilim adamları mutabıktır. Hiçbir tereddüde yer vermeyecek denli ilerici, halktan yana bir Anayasadır. Hak ve özgürlükler getiren bir Anayasadır 61 Anayasası. Dolayısıyla 27 Mayıs’ın bu yanını, bu yüzünü görmezsek, işin özünü görmemiş oluruz. Şimdi, Türkiye’de gericiler ve Sevrciler diye adlandırdığımız, kendisini sol diye adlandıran kesimlerin bir bakışları var 27 Mayıs’a ve darbelere karşı. Onlar aynen, yüzlerce yıl öncede kalmış Aristo mantığıyla düşünüp davranıyorlar, değerlendiriyorlar. Diyorlar ki bir ön kabul olarak, “Darbeler kötüdür”. Devam ediyorlar, “27 Mayıs da bir darbedir. Dolayısıyla 27 Mayıs da kötüdür”. Bu, tam da Aristo mantığıdır. Aristo mantığının da işleyişi tamamen böyledir. Biz Marksist-Leninistler, Aristo mantığıyla düşünüp davranamayız. Biz diyalektik düşünüp davranan insanlarız. Olaylara “hem, hem” diye bakan insanlarız. Bir şeyin, bir olgunun, bir olayın her yanını görüp değerlendiren insanlarız. Saf, arı hareketler yoktur toplumsal olaylarda. Her yanıyla iyi, her yanıyla doğru, ya da her yanıyla kötü, her yanıyla yanlış hareket yoktur. Bir şeyin ağır basan yanı nedir, buna bakmak durumundayız. Kime hizmet ediyor, hangi sınıfa hizmet ediyor, buna bakmak durumundayız. Ama saf olamayacağı için de ister istemez başka kesimler tarafından, kaçınılmazca, dolaylı etkiler olur. 61 Anayasası, Cumhuriyet Tarihindeki en ilerici anayasadır. Ve yeni kazanımlar getirmiştir Türk Toplumu’na. O zaman ağır basan yanı nedir? Budur. Bunu böyle görüp, kabul etmek zorundayız. Şimdi, 27 Mayıs demek aynı zamanda ve kaçınılmazca Türkiye için Ordu meselesi demektir. Ordu meselesini anlamadan da 27 Mayıs’ı tek başına anlamak mümkün değildir. Şimdi, yakın ve uzak tarihimize baktığımızda Türkiye toplumsal olaylarında, Türkiye Devrimler ve Karşıdevrimler Tarihinde ordunun bir rolü vardır. Nedir bu? 27 Nisan, 28 Şubat, 12 Eylül, 12 Mart, 27 Mayıs, I. Ulusal Kurtuluş Savaşı, 1908 II. Meşrutiyet, 1876 I. Meşrutiyet... Ana noktalar olarak bu hareketleri görüyoruz. Bu hareketlerden 1876, 1908, 1923, 1960, 28 Şubat ve 27 Nisan; halktan yana, ilerici hareketlerdir. Halkın sömürü ve zulme karşı bir nebze de olsa nefes almasını sağlayan hareketlerdir. İrticacı hareketlerin gelişmesini önlemeye çalışan hareketlerdir. Ve bunların tamamını Ordu yapmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül’ü de Ordu yapmıştır… Ve 12 Mart ve 12 Eylül karşıdevrim hareketleridir. Halka rağmen, halkın bütün hak ve çıkarlarını gasp etmeye yarayan hareketlerdir, karşıdevrimlerdir. Burada, bu hareketleri “Ordu yapmıştır” ibaresini aslında düzeltmek gerekir: 27 Mayıs’ı Ordu Gençliği yapmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerini ise ABD, Ordu Gorillerine yaptırtmıştır. O yüzden 27 Mayıs Politik bir Devrim; 12 Mart ve 12 Eylül ise Faşist Darbelerdir. Biri halka, kısmî de olsa, yetersiz de kalsa, demokratik haklar 4 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 getirirken, diğerleri bu hakları ortadan kaldırmak için yapılmıştır. Yani böylesine akla kara kadar zıttırlar. 12 Mart, o zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın da söylediği; 27 Mayıs’ın sağladığı “Sosyal gelişme, iktisadi gelişmeyi aştı” gerekçesiyle ve “Bu elbise bize bol geliyor” denerek 61 Anayasası’nın halkın bir nebze nefes almasını sağlayan hak arama yollarını daraltmak amacıyla yapılmış bir karşıdevrimdir. 12 Eylül ise, 12 Mart’ın eksik, yarım bıraktığını tamamlamak üzere gerçekleştirilmiş harekettir. 12 Eylül’de bildiğimiz gibi (bizler bizzat yaşadık, sonraki kuşaklar okudular biliyorlar, televizyonlardan izliyorlar), bütün hakların gasp edildiği, sendikaların, Partilerin, yığın örgütlerinin kapatıldığı, işçilerin bütün hak arama yollarının tıkandığı, grevin, toplusözleşmenin yasaklandığı, kamu çalışanlarının örgütlenme hakkının elinden alındığı, yüz binlerce insanın işkencehanelerden geçirildiği, binlercesinin onlarca yıl cezaevinde kaldığı ve daha 18’ini bile doldurmamış Erdal Eren de dahil onlarcasının asıldığı, kanlı bir darbedir. Kim bu gerçeklikleri inkar edebilir?.. Oysa yukarıda okuduğumuz gibi Taha Akyol ne diyordu 27 Mayıs için? “Kanlı bir cinnettir.” Oysa 27 Mayıs’ta üç kişi ölmüştür. Bu üç kişinin üçü de bizzat devrimi tutan; devrimin ya doğrudan uygulayıcısı ya da kutlayıcısı olan kişilerdir. Yani karşıdevrimcilerden tek bir kişi bile ölmemiştir. Bunlardan biri genç bir subay olan Teğmen Ali İhsan Kalmaz’dır, değerli arkadaşlar. Teğmen Ali İhsan Kalmaz’ın görevi Ankara Ulus’taki PTT Genel Müdürlük binasını almaktır. Bu görevini yerine getirirken 27 Mayıs 1960 Cuma günü 04.00 sıralarında paniğe kapılan bir jandarmanın silahından çıkan kurşunla hayatını kaybetmiştir. Diğeri ise Harbiye 1. sınıf öğrencisi Sökmen Gültekin’dir. O da 27 Mayıs gecesi askeri darbeye hazırlanırken silahının yanlışlıkla ateş alması sonucu hayatını kaybetmiştir. Hayatını kaybeden üç kişiden birisi olan küçük yaştaki Ersan Özey ise 27 Mayıs sabahı askeri darbeyi kutlamak için babasıyla sokağa çıkmıştır. Ancak sokağa çıkma yasağını ihlal neticesinde yanlışlıkla vurularak hayatını kaybetmiştir. (Milliyet, 8-9-10-11-12 Haziran 1960) 27 Mayıs’ı gerçekleştiren genç subaylardan olan ve Milli Birlik Komitesi Üyesi Orhan Erkanlı, “Askeri Demokrasi” adlı Anılarının 66-67’nci sayfalarında topçu Teğmen Ali İhsan Kalmaz’ı şöyle anlatır: “27 Mayıs’ın unutulmaz şehidi, Harbiye’nin ölmez ruhunu Allah’a ulaştıran Teğmen Ali İhsan Kalmaz, o gece Harb Okulu talebelerinin duygularını eşsiz bir samimiyet ve isabetle şöyle dile getirmiştir: “Harp Okulu, 26 Mayıs, Saat 10:45 Ali İhsan Kalmaz “Türk tarihinde yeni bir sayfa başlamak üzere. Saat 10:45… “Memleketin mukadderatını emin ellere tevdi etmeye hazırlanan, tarihinde ikinci defa şerefli bir vazifeye çağrılan Harbiye’nin genç teğmenlerine yirmişer mermi verildi. Kader gülerse memlekette yarın 27 Mayıs 1960 mübarek Cuma namazı, kalplerde huzur ve gönüllerde imanla kılınacak. Hepimiz daha bıyıkları yeni terleyen harp okulunun en genç mensuplarıyla, başta inandığımız kumandanlarımızla, şerefli sancağımızı Harp Okulu Kulesi’nden Çankaya sırtlarına taşımaya hazırlanırken, kalbimizde, bütün benliğimizde en ulvi heyecanları duyuyoruz. “Aldığımız irfan, kahraman Atatürk’ün, Harbiye’nin girişindeki beyaz mermer üzerindeki, kalbimizde hak ettiği gençlik hitabesi, Harbiye’yi taşıyan sütunlar üzerindeki şehit ağabeylerimizden üstün olarak bir mazlum milletin hürriyetini yadetmek için değil, asırlardır hürriyete susamış, hürriyet aşığı aziz Türk Milleti’ne huzur getirmeye memur etti. “Parola: İnkılâp, İşaret: El Kaldırma. “Şu anda saatler ilerlemekte. Kader gülerse satırlarıma yarın şafakla devam edeceğim. İnandığımız sancak altında yürürken, tarihin kadrine uğrarsam, inanarak öleceğim. Kalbimde huzur var, arkamda kalan annem, babam ve kardeşlerim; müsterih olun. Bugün için doğdum, severek gidiyorum. “Ali İhsan Kalmaz (Top. Tğm. 1959/2)” ları kimse Türkiye Cumhuriyeti Tarihinden ve insanların belleğinden çıkartıp atamaz. 27 Mayıs, bu halka eşitlik ve özgürlük yolunda, birazcık daha insanca yaşayabilmesi uğrunda nispi de olsa haklar getirmiştir. Ve 27 Mayıs Anayasası bütün devrimciler tarafından gerçekten layıkıyla savunulmuştur. Örneğin örnek aldığımız, bugün ideallerinin bizde yaşadığını söylediğimiz ve onların ideallerini de gerçekleştireceğimizi söylediğimiz Deniz’ler ve Mahir’ler de 27 Mayıs’a aynen böyle bakıyorlardı. Bir Politik Devrim olarak adlandırıyorlardı. Şerefli olarak adlandırıyorlardı ve 27 Mayıs Anayasası’nı savunuyorlardı, 27 Mayıs’ı halkımız büyük bir Adalet Partisi İktidarına karşı ve gericilere coşkuyla benimsemiştir Bütün bu somut kanıtlardan sonra 27 Ma- karşı… Bildiğimiz gibi Türkiye Devrimi’nin Önyıs’a hangi vicdan sahibi, “kanlı bir cinnet” diyebilir? 27 Mayıs nasıl “kanlı bir cinnet” deri Hikmet Kıvılcımlı, daha 28 Mayıs sabahı, Türk Ordusu’na yayınladığı Açık Mekolabilir?.. Ama söylediğimiz gibi; insanda her şey- tup’la, 38 genç subayı, Milli Birlik Komiteden önce namus ve vicdan olmalı. O yoksa?.. si’ni kutluyor ve bu kutsal mücadelelerinde diliyordu. İşte Hikmet İşte o zaman bu söylenenler söylenir-söylene- başarılar Kıvılcımlı’nın düşüncelerini bu yanıyla savubilir, değerli arkadaşlar… Bu üç şehit ve 27 Mayıs öncesi yaşanan nan Deniz ve Mahir Yoldaşlar da, o kardeşleolaylar sırasında şehit düşen iki kişi; Turan rimiz de, o arkadaşlarımız da 27 Mayıs’a ayEmeksiz ve Nedim Özpolat, 27 Mayısçılar ta- nen böyle bakıyorlardı, değerli arkadaşlar. rafından “Hürriyet Şehidi” ilan edilmişler ve Dolayısıyla da 27 Mayıs, Tarihimizde şerefle beşinin de mezarları Ankara’da Anıt yer almış bir olgudur. Ve biz 27 Mayıs’ı soKabir’de toprağa verilmiştir. Şimdi bunun ay- nuna kadar savunmaya devam edeceğiz. Türkiye’nin 27 Mayıs 1960’dan sonra yarıntılarını aktarmak istiyorum arkadaşlar, yine o zamanki Milliyet Gazetesi’nden: şanan süreçlerine baktığımızda, bütün gelişen “27 Mayıs askeri darbesinin ardından olayların 27 Mayıs’ın izini ve tozunu Tarihhayatını kaybetmiş olan Turan Emeksiz ve ten silmek olarak planlandığını görürüz, deedim Özpolat için, 9 Haziran’da İstanbul ğerli arkadaşlar. İşte en yakın örnek. 04 Nisan Beyazıt Meydanı’nda bir tören düzenlendi. 2011 Pazartesi günü Bakan Egemen Bağış açıklama yapıyor ve: “Yassıada temizleniyor”, diyor. Başbakan Erdoğan, 19 Mayıs günü gazetelerde: “Ayağa kalkmayan General bedelini ödedi”, diyor. “Başbakan anma törenine gider de bir Korgeneral ayağa kalkmaz mı? Çanakkale’de anma törenlerine gidiyoruz, bu beyefendi ayağa kalkmıyor. Gereği yapıldı, gideceği yeri buldu”, Turan Emeksiz-edim Özpolat diyor. Nereye gitmiş? Tören, üniversite rektörü Sıddık Sami Silivri Zindanı’na gitmiş. Onar ve sivil-asker devlet erkânının hazır Yani Başbakana karşı bir hareket yaparsabulunduğu binlerce insanın eşlik ettiği geniş bir katılımla yapıldı. Rektör Onar, tö- nız yeriniz neresiymiş? Silivri’ymiş. rende “ iki şehidimiz için yapılan bu tören Silivri neymiş? sembolik mahiyettedir. Daha başka ölüle“Yassıada’nın temizlen”mesiymiş, değerli rimiz de vardır. aaşlarını belki bulamaarkadaşlar. yacağız. Ama onları da kardeşleri gibi Yani o günden bu yana mücadele sürüAta’nın yanında kalplerimize gömeceğiz.” yor… diyordu. Rektörden sonra konuşan OrgeBakın ne diyor Başbakan Yardımcısı Bünaral Fahri Özdilek “Ankara’da da birkaç lent Arınç. yavrumuz öldü.” Birkaç haftadan beri geNe zaman? ce gündüz çalışıldığını, fakat naaşlarının 14 Mayıs’ta. bulunamadığını söyledikten sonra “ne “Derslerini aldılar topuk selamıyla söze olursa olsun onlar için de büyük merasim başlıyorlar. Artık her şey normalleşti, köşe yapılacağını” belirtiyordu. kapmaca oynamaktan vazgeçtiler”, diyor. “Yapılan törenin ardından kortej eşliDerslerini alan kim? ğinde Sarayburnu’na getirilen naaşlar, buTürk Ordusu. radan deniz kuvvetlerine ait bir gemi ile Kimin karşısında almışlar? Haydarpaşa’ya getirildi. Haydarpaşa’dan Şeriatçıların karşısında. da tahsis edilmiş bir trenle Ankara’ya doğKimmiş bu derslerini alan insanlar? ru yola çıktılar. Ertesi sabah Ankara’da ABD’ye, NATO’ya ve Türkiye Toplubüyük bir tören ile karışlandıktan sonra mu’nun Ortaçağa götürülmesine karşı çıkan iki cenaze Cebeci Camii’nde bulunan diğer insanlarmış. 3 cenazenin yanına götürüldü. Kılınan ceAçıklıkla yazmışlar mı bunu? Yazmışlar naze namazının ardından top arabalarına ve söylemişler mi? yerleştirilen 5 kişinin naaşları, binlerce kiOkuduk, gözlerimizle gördük, kulaklarışilik kortej eşliğinde Anıtkabire doğru yo- mızla duyduk ki, NATO’ya karşılar, ABD’ye la çıktı. Hava kuvvetlerinden uçakların al- karşılar, Ortaçağcılığa karşılar. çak uçuş yaptıkları, top atışları ile selamlaO zaman bedeli ne? maların yapıldığı törene neredeyse tüm Silivri Zindanı’na tıkılmak, değerli arkadevlet erkânı katıldı. Cenazeler toprağa sı- daşlar. rasıyla verildi. Her cenazenin toprağa veYani bu mücadele onlarca yıldır sürüyor. rilmesinin ardından tören bölüğü havaya Bugün 27 Mayıs’ın üzerinden 51 yıl geçti. 27 üç el ateş ederek saygılarını sunuyorlardı.” Mayıs’ı baz alırsak, bu mücadele 51 yıldır kesintisiz sürüyor. Ama sadece 51 yıldır değil, (agy) 12 Mart ve 12 Eylülcülerin kıydıkları on- Kurtuluş Savaşı’yla birlikte başlayan bu mülarca cana, 90 günü aşan gözaltılarda en vah- cadele kesintisiz bir biçimde sürüyor. Bildiğimiz gibi CIA’nın sesi olan Taraf şi, en aşağılık, en insanlık dışı işkencelerden Gazetesi’nin, Ergenekon operasyonları başlageçirdikleri yüz binlerce insana karşılık, 27 dığında, Paşalar ve Subaylar tutuklandığında, Mayıs’ta halktan hiç kimsenin burnu bile kabilim adamları, aydınlar tutuklandığında, attınamamıştır. Sadece ilk gün birkaç yüz kişi gözaltına alınmıştır. Kaldı ki, onlar da özür ğı başlık şuydu, hatırlayan arkadaşlarımız dilenerek serbest bırakılmıştır. Yalnızca geri- olacaktır: “1923’te kuruldu 2008’de arınıci iktidarın sorumluları tutuklanmış ve yargı- yor”. Şimdi, 1923 ne? lanmıştır. Bunlar dışında kimse tutuklanmaCumhuriyet’in kuruluş tarihi. mış ve bu tutuklulardan hiçbirisinin burnu biYani Cumhuriyet ne yapmış? le kanamamıştır. Hiç kimsenin, değerli arka“Ergenekon” diye “darbeci” bir örgüt kurdaşlar… muş, değerli arkadaşlar. Dolayısıyla 2008’de Dolayısıyla bu gerçekleri görmez ve Ordu gericidir, dolayısıyla da Ordunun yaptığı bü- AKP İktidarı ve ABD-AB Emperyalistleri, 1923’te kurulan “Ergenekon” örgütünü tün darbeler gericidir, 27 Mayıs da bir darbe2008’de temizliyor, arındırıyorlarmış. dir. Dolayısıyla o da kötüdür anlayışıyla yakYani bütün dert ve dava, Amerika da dâlaşmak, Tarihimizi bilmemek, gaflete düşhil, Batılı Emperyalist devletlerin ülkemizden mek, ihanete düşmek olur. kovulduğu, dünyanın zaferle sonuçlanmış ilk Biz Türkiye’nin yurtseverleri, namuslu Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kötülemek, ülkenin savunucuları, halkseverleri olarak olayları ne bağımsızlığa, onura, özgüvenine kavuştuğu iseler olduğu gibi görmek zorundayız. 27 Ma1923’ü kötülemek ve karalamak. 1923’te kuyıs tarihe mal oldu. Ne yapsak değiştireme- rulmuş Ergenekon… Gülerler buna. Ama ne yiz. 27 Mayıs’ın halkımıza getirdiği kazanım- yazık ki bunu bilinçli bir şekilde, düzenli bir şekilde sürdürüyorlar, değerli arkadaşlar. O bakımdan biz, olayı, demin de söylediğim gibi, olduğu gibi görmezsek, olaylardan yanlış şekilde etkilenirsek gerçeğe gözlerimizi kapar ve Türkiye kurtuluş mücadelesinde yanlış yollara saparız, az önce okuduğum arkadaşların yaptığı gibi, yani Şeriatçı ÖzgürDer’le aynı sloganı atar konuma geliriz. Niyetimiz ne olursa olsun, kendimize ne dersek diyelim; yaptığımız, objektif olarak AB-D Emperyalistlerinin ve Tayyipgiller’in savunduğunu savunmak olur. Ve biz o yüzden bu arkadaşlara “Sevrci Soytarı Sahte Sol”, diyoruz. Bir hakaret olsun diye değil, kötülemek amacıyla söylemiyoruz, kızgınlıkla söylemiyoruz. Biz sadece olayın adını koyuyoruz. O bakımdan, biz Türkiye’de gerçek devrimci hattı sürdüren biricik Partiyiz. Bugün için etkimiz fazla olmayabilir, Parababaları medyasının ablukası yüzünden sesimiz fazla duyulmayabilir, kitleleri etkilemek konusunda yeterli gücümüz olmayabilir, ama biz teorik olarak biricik doğru hattı savunan Partiyiz. Ve yaptığımız eylemlerimizde de bu hattı sonuna kadar savunan ve hattı geliştirmeye, yığınlarla bütünleştirmeye çalışan bir Partiyiz. Geçtiğimiz yılı hatırlayalım. 27 Mayıs’ın 50’nci yılında bizim dışımızda (ve 27 Mayıs’ı gerçekleştirenlerden hayatta olan birkaç kişi dışında), 27 Mayıs’ı başkaca savunan oldu mu, değerli arkadaşlar? Hayır. Bir tek Partimiz bu mücadeleyi verdi ve bütün Parababalarına ve onların siyasi partilerine ve Sevrci Sahte Solcularına karşı, 27 Mayıs’ı kararlıca savundu. İşte bu mücadele böylesine sürmeye devam ediyor. göstermiştir. İşte yanı başımızdaki Irak ve Mısır’da hangi partiler iktidardaydı yakın zamana kadar? Ve şimdi Suriye’de hangi parti iktidarda bütün gericiliğine rağmen? BAAS Partisi. BAAS Partisi’nin1950’lerdeki kuruluş amacı neydi, değerli arkadaşlar? Arap Halkının birliğini sağlamak, Sosyalist bir Arap Cumhuriyeti kurmaktı. Ve tek tek ülkelerdeki parçalar bu hedefe hizmet eden partilerdi. Suriye’deki, Irak’taki, Mısır’daki… Yani BAAS Partisi Sosyalist bir Arap Cumhuriyeti kurmayı hedeflemiş düşüncenin ürünüydü. İşte dikkat edersek orada da Ordu Gençleri halkın yanında, halkı desteklemek ve sosyalist bir toplum kurmak, birleşik bir Arap toplumu kurmak için mücadele ediyorlardı. Mısır’da Cemal Abdülnasır, bir darbeyle iktidara geldi. Bakarsanız, şeklen baktığımızda, darbeyle iktidara geldi. Ama Krallığın tasfiyesini, Millileştirmeleri vb.lerini yapan kim oldu? Cemal Abdulnasır oldu, öyle değil mi, değerli arkadaşlar? Şimdi burada, Şevket Süreyya Aydemir’den biraz uzunca bir aktarma yapmak istiyoruz sabrınıza sığınarak: “İhtilal, 22/23 Temmuz gecesi başlamıştı. Aktif unsur, Cemal Abdülnasır ve diğer arkadaşlarıydı. Cemal, Albay rütbesindeydi. 15 Ocak 1918’de İskenderiye’de doğdu. “(…) “İlkokulu 1928’de tamamlandı. 8 yıl sü- Değerli arkadaşlar, Yine Parababalarının, özellikle ABD’nin darbe karşıtı geçinmesi ve halkları kandırışı var son yıllarda. Ve o kandırışa uyan, kendisini devrimci olarak adlandıran kesimler bile var. Öylesine bir gaflet uykusundalar ki (kimileri için ihanet içindeler ki dememiz gerekiyor); 28 Haziran 2009 tarihinde HonCelal Bayar-Adnan Menderes duras’taki Faşist Darbeyi bile kimin yaptırdığını görmüyorren Orta ve Lise öğrenimini, Kahire’deki lar, ya da gözlerden kaçırıyorlar: Elmada okulunda yaptı. O yıllar, karışık “2006 yılında Liberal Parti üyesi olarak yıllardı. Milliyetçi Vafd Partisi iktidarda devlet başkanı seçilen, ancak 2008 yılından olmakla beraber, Anayasa 1930-1935 araitibaren sol bir çizgiye yönelen, politikasını sında feshedilmiş ve Kral, yetkileri elinde “sosyalist liberalizm” olarak tanımlayan, toplamıştı. İşte genç Cemal, bu hava içinde Küba ve Venezüella ile yakınlaşan ve kendini, milli meselelere ve siyasi düşünceülkesini Latin Amerika’daki anti-emperyalist ülkelerin ittifakı olan ALBA’ya lere, tam manası ile verdi. Kültürü genişliüye yapan Manuel Zelaya, Honduras or- yordu. Mesela asır, Fransız İhtilali’ni hadusu tarafından tutuklandı.” (29 Haziran zırlayan düşünürlerin eser ve fikirlerini iyi kavramış, aydın bir insan olarak bilinir. 2009 tarihli Gazeteler) Bu darbe şu an için dünya çapındaki son Yabancı dillere de önem veriyordu. Bunlardan başka, Mustafa Kamil ve Muhamdarbedir. Yaptırıcısı da AB-D’dir. Dünyada ilk faşist darbeleri gerçekleşti- met Abde gibi, hem Vatanperver, hem Din ren; İran (bu karşıdevrim hareketinde elbette meselelerinde ileri görüşlü Mısır düşünürİngilizler de rol almıştır ama darbeyi fiilen leri ile, İslam dininde yetkili bilginleri de ABD gerçekleştirmiştir) ve Guatemala’dan incelemişti. İskender, Sezar, apolyon gibi tarihî şahsiyetleri de incelemeye düşkünbaşlayarak bu süreci başlatan kimdir? Çok açık ve net: ABD Emperyalistleridir. dü. “Önce Sosyalist Partisi’ne ve cereyanlaVe ondan sonra da dünyanın değişik bölgelerinde onlarca faşist darbe tezgâhlamıştır rına sempati duydu. 1930’larda klasik sosABD Emperyalistleri. Şimdi bu faşist darbe- yalist cereyanlardan hayal kırıklığına uğleri gerçekleştiren, Endonezya’da olduğu gibi rayarak, bir Faşist sosyalizmini savunan yalnızca birkaç hafta içinde, çoğu tüyler ür- Ahmet Hüseyin Partisine girdi. Bunlara, pertici biçimde 500 bin ila bir milyon arasın- Yeşil Gömlekliler de denilir. Ama bir süre da Endonezyalıyı katleden, on milyonlarca sonra, bu hareketin de, Mısır’ın beklediği insanı gözaltılarda işkencehanelerden geçi- hareket olmadığı kanısına vardı. (…) ren, onlarca yıl cezaevlerinde tutan-tutturan “(…) ABD Emperyalistleri, şimdi darbe karşıtı ge“Hulasa, Mısır’ın bir takım problemleçiniyor. Darbelere karşı çıkıyor gözüküyor. ri vardı. Ve daha niceleri gibi bir genç Ve bizim Sevrci Solcular da ne yazık ki ina- adam, kendini ve misyonunu arıyordu. nıyorlar ve alkışlıyorlar... 1935-1936’da asır, genç öğrencilerle İnÖrneğin Türkiye’de, ne diyor ABD ve AB giliz polisi arasındaki, bazı çatışmalara da Emperyalistleri? katıldı. Bunların birinde, bir tabanca kur“Ergenekon davasında sonuna kadar gidil- şunu, alnını sıyırıp geçti. Ölümle arasındasin.” ki mesafe, bir santimden azdı. Ama kader, Ne diyor bizim Sevrci Arkadaşlar? asır’ın yaşamasını istiyordu. Ve bir mis“Ergenekon davasında sonuna kadar gidil- yon adamı, büyük bir tarihi vazife için sesin”! çilen bir Fellah torunu, hayat yolunda yüYani aynı görüşteler. “Ergenekon” dava- rüyüşüne devam etti. sında aynı düşünceleri savunuyorlar. “1936’da, bir İngiliz-Mısır Anlaşması Oysa bildiğimiz gibi, bir CIA Operasyonu imzalandı. Bunu Vafdist liderler başardı, olan “Ergenekon” davası, yapılacak bir dar- fakat genç Milliyetçiler yetersiz olarak beyi engellemekle uzaktan yakından ilgisi ol- karşıladılar. Ama ortada gene de bir kamayan; Antiemperyalistlerin, Mustafa Ke- zanç vardı. Ve bu madde, asır ve arkamalcilerin, Yurtseverlerin, Antiamerikancıla- daşlarının, bir gün atılacakları ihtilale zerın, NATO karşıtlarının sindirilmek istendiği min hazırlayacaktı. Bu madde, Mısır orbir davadır. dusunun İngilizler için artık bir sömürge Demin de söylediğim gibi, biz bir toplumteşekkülü değil, bir müttefik olduğu esasını sal olayı değerlendirirken kime, hangi sınıfa getiriyordu. Gerçi Dünya Savaşında bu hizmet ettiğine bakarız, kime karşı, kimin yakayıt yürümeyerek İngilizler, Mısır ordunında olduğuna bakarız. Sadece Ordudur, sunu silahsızlandıracaktı. Ama ne de olsa darbe yapmıştır diye bakarsak yanılgıya düartık Mısır Ordusu’nun varlığı ve kadrosu şeriz. Bizim Ordu Gençliği dediğimiz kesimikabul olunuyordu. İşte bu Anlaşma uyamizin, Osmanlı’dan gelen bir Devrimci Gelerıncadır ki, İngilizlerin de desteği ile Mıneği vardır, bildiğimiz gibi. O gelenek sadece sır’da, halktan gençler için bir Askeri AkaTürkiye topraklarında değil, Osmanlı’nın hâdemi açıldı. asır ve arkadaşları bu Akakim olduğu toprakların hepsinde de etkisini demi’de yetişecek, hem ihtilalde, hem bu- 5 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 gün, Mısır’ın kaderini ellerinde tutacaklardır. Mesela, bugün asır’ın yerini alan Enver Sedat ile ihtilalin bütün öncüleri, bu okulun yetiştirmeleridir. Göze çarpan da şuydu ki, bu Akademiyi çoğunlukla Halk çocukları doldurdu. Soylulardan olanlar azınlıktaydı. Kaldı ki bunların da bir kısmı bugün de adları geçen İhtilalcilerdir. Şimdi tutuklu olmasına rağmen, Mustafa Sabri gibi… “asır, Akademi’ye 1937’de girebildi. Arada 6 ay kadar da Kahire Üniversitesinde Hukuk’a devam etmişti. Temmuz 1938’de Teğmen olarak Üniversiteyi bitirdi. Ondan sonra ve İhtilale kadar devam eden askerlik hayatı normal terfilerle geçti. Önemli olan, onun Akademide, gelecek ihtilalin öncüleri olan asker arkadaşları ile tanışması, yakınlaşmasıydı. Bu arkadaşlık Ordu hayatında da devam etti. Bu suretle Kahire Askeri Akademisi’nin, bizdeki Erkânı Harbiye Mektebi (Kurmay Okulu) gibi, memleketin siyasi hayatında önemli vazifeler alanlara kaynak olması gibi bir vasfı vardır. Daha ilk ordu günlerinden başlayan ordu içi örgütlenmede asır, aktif rol oynadı. Onun ilk vazife yeri olan Sudan’da çalışırken, Kahire’de gizli örgütlenmeye Cemal Abdülnasır rehberliği Enver Sedat yapıyordu. Bu tür Reform veya İhtilal örgütleri ise Mısır’da, artık çeşitli ve yaygındı. asır, İhtilalin Felsefesi isimli eserinde, İhtilalci özlem ve teşebbüslerini de anlatır, ama kan dökülmesine karşı da çıkar. “15 Mayıs 1945’te İngilizler, Filistin’in bağımsızlığını tanıdılar. Yahudiler, İsrail devletini kurdular. Bu hadise, Arap ihtilal ve milliyetçiliğinde de bir dönüm noktası oldu. Araplar için artık, Ebedi denilebilecek bir mücadele hedefi doğmuştu. asır, 12 Mayıs’ta Kurmay sınıfını bitirmişti. Binbaşılığa terfi etti. 16 Mayıs’ta da müstakbel İhtilal Öncülerinden, arkadaşları Zekeriya Muhittin ve Abdülnakim Amr ile beraber Sina cephesinde, İsrail sınırında Gazze’ye atandılar. Gazze, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunun, İngilizlerle, ciddi, kanlı, ama zaferle biten muharebelerinin hatıralarını yaşatan bir yerdir. Ondan sonra İsrail’le savaş, Mısır milliyetçi subayları için de bir mektep oldu. Yüzyıllar, yani Mısırlıların en az 2.000 yıldan beri yaşadıkları yabancı hâkimiyetleri, milletin, daha doğrusu, bir taraftan yeni yeni Milletleşmekte olan Mısırlıların, savaş istidadını eritmişti. İsrail’in kurulması üzerine Mısır devleti ordusuna, İsrail’e girmek emrini verdi ama, savaş başarısızlıkla sonuçlandı. Ve neticede, Mısır-İsrail “Ateşkes!” Anlaşmasının imzalandığı Ocak 1949’a kadar her şey, Mısırlılar ve genç subaylar için, haysiyet kırıcı geçti. Ve bu subaylar, bütün başarısızlıkların suçunu, Krala, Hükümete, hatta işi ihanete kadar vardıran bazı kral adamlarına yüklediler. İşte 1952 İhtilalinde bu İsrail yenilgisi de, genç subayların kafalarında, İhtilalin ve Krallığa karşı nefretin, ayrı ve sürükleyici bir nedeni oldu… “İhtilal için 5 Ağustos tarihi kararlaştırılmıştı. Ama bazı sebeplerle ihtilalin 22-23 Temmuz gecesi Kahire’de başladığını kaydetmiştik. Genç subaylar arasında en yüksek rütbeli olarak, ancak albaylar ve Cemal Abdülnasır vardı. Fakat hiç olmazsa General rütbesinde biri lazımdı. Bu sebeple, adı o zaman az duyulmuş olan ve daha sonra asır tarafından tasfiye edilen General ecip akla geldi. ecip, başlangıçta ihtilalcilerin dışındayken, 23 Temmuz sabahının erken saatlerinde vazifeye çağırıldı. ecip, daveti kabul etti. Bizde Cemal Gürsel’in davet edilişinde olduğu gibi. O andan itibaren de General ecip, İhtilalin yahut Milli Birlik Komitesi’nin ve dolayısıyla Devletin Fiilen başkanı oldu. Cemal Abdülnasır, onun yardımcısı olarak belirdi. Hükümetin kuruluşu ve Kralla ilk temaslara, sivil bir politikacı olan Mahir Sit Paşa memur edildi. İşlerin ondan sonrası, artık İhtilalin ve Reformların gelişmesinin tarihidir. Bunlar üzerinde ayrıntılarıyla durmasak da olur. Çünkü hedefler, daha önce kaydettiğimiz gibi, zaten belliydi: “- Krallığın tasfiyesi, “- Toprak reformu, “- Zaten gayri milli olan Soylular, Paşalar saltanatının ortadan silinmesi, “- İngilizlerin Mısır’dan (Süveyş Kanalından) çekilmesini sağlamak, “- Kanalın millileştirilmesi, “- Ordunun yeniden teşkili ve orduda savaş, ruh ve heyecanının yaratılması, Halk yaşantısında değişiklikler, “- ihayet, İsrail’le savaş ve İsrail’in çökertilmesi…vb. “Bunların üzerinde durmayacağız. Yalnız şu kadarını kaydedeceğiz ki İsrail’le savaş ve İsrail’in çökertilmesi bahsi, tamamen ve daima Mısır’ın aleyhine işlemişti. Çünkü aslında, Mısır halkının, bu gibi savaşlar için olgunlaşması, daha doğrusu milletleşmesi gerekiyordu. Diğer alanlarda başarılar sağlandı. Bir süre sonra da General ecip’in tasfiyesiyle Şeflik, asır’ın elinde toplandı. Ve iktidar, ilk kadrosunu uzun yıllar muhafaza edebilmek kudretini gösterdi. Makul ve kademeli aşamalarla yürütülen Reformlarla, Yarı Sömürgelikten Milli İstiklale geçiş, bütün Arap ülkeleri arasında, bilinçli, fakat ihtilale sadık bir evrimciliğin, en başarılı misalini Mısır’da vermiştir. asır, ilk günden ölümüne kadar, şahsi hayat ve yaşantısında, kaynağına ve halkına titizlikle bağlı kalan bir üstün insan olarak görünür. Kendini ilahlaştırmayan bir Halkçılığın, övünülecek misalini verir. Bu arada onun, 1956’da İngiliz ve Fransızların, Süveyş Kanalı’nın devletleştirilmesi gibi, en meşru bir hakka karşı yaptıkları tipik emperyalist saldırıya- ki, buna İsrail de katılmıştır- karşı davranış ve direnişi, büyük bir karakter vasfıdır” (Ş. S. Aydemir, İhtilalin Mantığı, s. 87-88-8990-91-92) Ordu Meselesi’ne Diyalektik Metotla yaklaşmalıyız 1974’te Portekiz’de “Karanfil Devrimi” diye bir devrim gerçekleşti. Ve faşist Salazar diktatörlüğüne karşı Genç Subayların gerçekleştirdiği o devrimle birlikte, Portekiz sömürgeciliğine son verildi. Portekizli Genç Subaylar, gerçekleştirdikleri devrimle birlikte Mozambik’ten, Angola’dan ve diğer Portekiz sömürgelerinden Portekiz Ordusu’nu çekti ve halklara özgürlük getirdi. Ve halk bu devrime “Karanfil Devrimi” dedi. Ve bugün de o Devrim, bir zamanlar Türkiye’de 27 Mayıs’ın “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlandığı gibi (12 Eylül Faşizmi bu Bayram’ın kutlanmasını 12 Eylül Anayasası’yla birlikte ortadan kaldırmıştır), bir bayram olarak kutlanmaya devam ediyor hâlâ. Oysa o da şeklen bir darbeydi. Ama bilimsel adıyla söylersek bir Politik Devrimdi. Çok daha yakına gelelim. Venezüella’da, Latin Amerika’dan sol rüzgârlar estiren Venezüella’da Başkan Chavez kimdir? Bir Genç Subay değil midir, değerli arkadaşlar? Ordu Gençliği’nden arkadaşlarıyla darbe girişiminde bulunmuş, başarılı olamamış, sonrasında yaşanan süreçlerde siyasi partisiyle seçimlere katılarak iktidara gelmiş bir asker değil midir? Ve 2002’de bir karşıdevrimle gözaltına alındığında, ABD’nin emriyle gerçekleştirilen karşıdevrimle gözaltına alındığında, Venezüella Parababalarının başkan olarak atadığı Carmona’nın, Başkan Chavez’in Venezüella Halkına kazandırdığı bütün kazanımları bir kararnameyle elinden aldığı Venezüella’da, devrimi gerçekleştirenler kimdir? Kökenleri nedir? Başkan Chavez’i ve Bolivarcı Venezüella Devrimi’ni kurtaran kimdir-kimlerdir? Gericilerin karşıdevrim girişimini alt eden, alaşağı eden askerler, Ordu Gençliği değil midir, değerli arkadaşlar? Hepimiz bunu yaşadık. Gözlerimizle canlı olarak izledik televizyonlarda. Şimdi dolayısıyla nasıl karşı çıkabiliriz Venezüella Ordusu’ndaki Genç Subayların devrimin kazanımlarını korumasına? Karşıdevrimcileri alt etmesine?.. Karşı çıkabilir miyiz? Bunun neresinde mantık olabilir? Bunun neresinde, yurtseverlik, halkseverlik olabilir? Kime hizmet etmiş oluruz? O zaman karşıdevrimciler başarılı olsaydı, Chavez ve yönetimi iktidardan gitseydi, Parababaları iktidarı ve darbeciler Venezuela’da halka zulmetmeye devam etselerdi, Venezüella’nın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini başta ABD olmak üzere, bir avuç Parababasına peşkeş çekselerdi… Bu mu doğruydu, değerli arkadaşlar? Yani toplumsal olaylara böyle Aristo mantığıyla bakamayız. Ya nasıl bakarız? Marksist-Leninistler olarak Diyalektik Metodla bakarız. Hangi sınıfın yararına ve hangi sınıfa karşı yapılmıştır eylem? Ölçümüz, biricik ölçütümüz budur. O bakımdan, konumuza dönersek; 27 Mayıs, halk için ve özellikle Sivil Asker Gençliğimiz tarafından gerçekleştirilmiş Politik bir Devrimdir. Her devrim, sosyal değişikliğe neden olmaz. Yani o ülkenin ekonomik yapısını değiştirmeyebilir. Ekonomik altyapının kökten değiştiği toplumsal olaylara bildiğimiz gibi, bilimsel olarak Sosyal Devrim denir. Ama bir de üstyapıda değişiklikler yaratan toplumsal olaylara da Politik Devrimler denir ki, işte 27 Mayıs, bu Politik Devrimlere birebir örnektir, değerli arkadaşlar. O bakımdan 27 Mayıs’ı bir Politik Devrim olarak alkışlıyor ve 27 Mayıs’ın kazanımlarını ve amaçlarını savunmayı sonuna kadar sürdüreceğimizi belirtmekten gurur duyuyoruz. Çünkü 27 Mayıs, yerli-yabancı Parababalarına karşı yapılmıştır. Çünkü zalim Demokrat Parti İktidarına karşı yapılmıştır. Çünkü gençliğe acımasızca ateş emri veren Bayar’lara, Menderes’lere karşı yapılmıştır. ğerli arkadaşlar. Dolayısıyla Ermeni Meselesi’nin çözümünü, emperyalistlerin yüzyıldan beri savundukları tezin aynısını savunarak çözmeye kalkmak, emperyalistlerin planlarına, oyununa gelmek, planlarının savunucusu olmak anlamına gelir. Bu bakımdan Partimiz asla bu oyuna düşmeyecektir. Ve Parababalarının, yerli-yabancı Parababalarının bu oyunlarını bozmak için her cepheden açıkça mücadele edecektir, değerli arkadaşlar. Emperyalistler, Ermeni Meselesini kendi çıkarlarına uygun kullanmaya devam etmektedir Türkiye’nin bunun yanında birçok sorunu var, bildiğimiz gibi değerli arkadaşlar. Kıbrıs Meselesi, Ermeni Meselesi, Kürt Meselesi gibi çok önemli, çok temel sorunlarımız var ve bu sorunlarda da ne yazık ki AB-D Emperyalistlerinin çabalarını, girişimlerini, örgütlendirmelerini ve adım adım mesafe almalarını görüyoruz. Daha 24 Nisan’da, yirmi gün kadar önce, İstanbul, Ankara ve İzmir’de eylemler gerçekleştirdik. Kime karşı ve ne için eylemler gerçekleştirdik? AB-D Emperyalistlerinin tezlerini birebir savunan, “Ermeni soykırımı olmuştur” diyen Sevrcilere karşı Tarihsel gerçekleri açıklayan ve bu planın Emperyalist plan olduğunu, ABD planı olduğunu açık eden eylemler gerçekleştirdik. Başkaca gerçekleştiren oldu mu, değerli arkadaşlar? Hayır. Yani Kurtuluş Partisi bir kez daha net, açık bir tavır aldı. Tutum aldı. AB-D Emperyalistlerinin planlarına cepheden, yekten karşı çıktı. Ama kendisine solcu, devrimci diyen arkadaşlar, AB-D Emperyalistlerinin planlarını sokaklarda haykırdılar. Sanki Türk Halkına hakaret etmek, geçmişimize hakaret etmek bir marifetmiş gibi... Emperyalistlerin tezlerini savunmak devrimciliğin gereğiymiş, demokrasi zahir buymuş sandıkları için emperyalist tezleri savunmaya devam ediyorlar. Tarihsel gerçeklikler çok açık. Ermeni Burjuvaları, kaderlerini Batılı Emperyalist devletlerin kaderleriyle birleştirmişlerdir. Ermeni burjuvaları kaderlerini Batılı Emperyalistlerin kaderlerine bağladıkları için Osmanlı’nın bölünmesi, yok edilmesi, tarihten silinmesi planlarında Batılı Emperyalistlerle işbirliği yapmışlardır, ortak olmuşlardır. Ve Batılı Emperyalistleri Birinci Kurtuluş Savaşı’yla nasıl yendiysek, Ermeni Burjuvalarını da aynı şekilde yenmiş olduk. Evet, bir savaş yaşandı, evet karşılıklı katliamlar oldu. Bunlar yadsınamaz… Burada emperyalistlerce saptırılmış sayıların etkisinde kalamayız. Çünkü tarafsız, hatta bizzat Ermeni Önderlerin verdikleri rakamlara göre Müslümanların kaybı Ermenilerden çoktur. Her savaşta masumlar ölür. Her savaşta, savaşan askerler ölür. Ölmeyen ve savaşlardan kârlı çıkan bir tek kesim vardır: Emperyalistler, büyük silah tüccarları, silah sanayicileri savaşlardan para kazanırlar. Savaşlardan tek kazanan, bir anlamda onlar olur. Onlar kimdir? Uluslararası Parababalarıdır. Dolayısıyla savaşlarda masum insanlar ölür, halk çocukları ölür. Parababalarının çocuklarının öldüğünü hiçbir savaşta, yani Birinci, İkinci Emperyalist Savaşlarda olsun, yerel savaşlarda olsun, savaşların aşağı yukarı hiçbirisinde Parababaları çocuklarının öldüğünü görmedik ve duymadık. Bütün savaşlarda masum halk çocukları ölür. Onlar kurban olurlar. Kimin için? Bir avuç Parababası ve onların kâr hırsı için. O Parababalarının dünyayı sömürme, yağmalama, talan etme hevesleri için kurban olurlar. İşte Ermeni Meselesi’nde, mazlum Ermeni Halkıyla birlikte Müslüman Halklar Türkler ve Kürtler, Ermeni Burjuvalarının ve Batılı Emperyalistlerin kurbanı olmuştur, değerli arkadaşlar. Ama Sosyalist Sovyetler Birliği İktidarı, yani Sosyalizm ne yapmıştır? Bir Ermeni Sosyalist Cumhuriyeti kurarak, Ermeni Halkını, Ermeni İşçi Sınıfını, mazlum Ermeni insanlarını, eşit, özgür yaşayabilecekleri bir devlette bir araya getirmiştir. Yani Ermeni Meselesi’ni de kim çözmüştür? Sosyalistler, Devrimciler çözmüştür, de- Hugo Chavez Ülkemizin bir de Kıbrıs Meselesi var bildiğimiz gibi ve şu gazete kupüründe, çok çarpıcı bir başlık var. Geçtiğimiz Nisan ayındaki Kıbrıs görüşmelerinde, Rum lider Hristofyas, Kıbrıs’taki “Türklerin sayısının dörtte biri geçmemesi gerektiği” sözlerini bir Türk yetkili, “Hristofyas açık açık bize doğurmasın, diyor” şeklinde değerlendirdi. Gerçekten de öyle, değerli arkadaşlar. Türk nüfusun dörtte biri geçmemesi için ne yapılacak? Ya katledeceksiniz, öldüreceksiniz ki çoğalmayacak, ya da analar doğurmayacak ki Türk nüfus artmasın. Anlayışları bu. Yani ellerinden gelse bire dek kıracaklar. Aynen geçmişte Amerika’nın birçok ülkede yaptığı gibi… Ordu’nun devrime giden yanını tutup geliştirmeliyiz İşte yalanlar üzerine kurulan savaş: Irak savaşı. İşte Afganistan’da yaptıkları… İşte Libya’da yaptıkları… İşte Fildişi Sahili Cumhuriyeti’nde yaptıkları… Bildiğimiz gibi şu anda İspanya’da, İspanya’nın en büyük meydanında, gençler çadırdalar. Kaç gündür çadırlarda, daha fazla özgürlük için mücadele ediyorlar. Libya’da da muhalefet çadırlardaydı. NATO askerleri ne yaptılar? ABD ile birlikte geldiler ve vurdular Libya’daki yönetimi ve yönetimi destekleyen masum insanları. Kaddafi’ye karşı olmak, özgürlük ve demokrasiyi savunmak gerekçesiyle. Eğer “muhalefetin çadırlarda olması” bir ülkeye silahlı müdahale için yeterli gerekçe ise buyurun İspanya’ya da müdahale edin. Ve nitekim Büyük devrimci, Küba Devrimi’nin efsanevi lideri Fidel son makalesinde bu ikiyüzlülüğü teşhir eder: “Hadi İspanyol yönetimini de vurun bakalım.” diye. Fidel böyle söylüyor. “Hadi vurun” diyor. Yani onlar ikiyüzlüdür, onlar alçaktır, onlar kendi çıkarlarına hizmet etmeyen kim olursa olsun onun karşısındadır ve ona düşmandır. Arap dünyasında gerçekleşen ayaklanmalar oldu bildiğimiz gibi. Aynen 27 Mayıs’ta olan gibi. Bir bakıma olan gibi... 27 Mayıs da dediğimiz gibi, politik devrimdir, ne yaptı? Gerici iktidarı bir gecede vurup devirdi. İlerici bir anayasa yaptı. Halka özgürlükler getirdi. Nispi de olsa özgürlükler getirdi. Yeterli olmasa da özgürlükler getirdi. Tunus’ta ne oldu, arkadaşlar? Halk isyan etti kırk yıllık ABD diktatörüne ve devirdi değil mi? Mısır’da da ne oldu? Kırk yıllık Mübarek’i devirdi. Ama örgütsüz ve programsız olduğu için o devrim ne oluyor şimdi? Tekrar kontrol altına alınıyor. Tekrar Parababaları, hâkimiyeti ele geçiriyorlar. O devrimin, Politik Devrimin getirdiği kazanımları geri almaya çalışıyorlar. Bildiğimiz gibi, Mısır’daki bu halk hareketinin başarılı olmasındaki en büyük etken, Ordu Gençliği’nin halka hiçbir zaman silah doğrultmaması, dolayısıyla bu hareketin bir parçası olmasıydı. Şimdi ise yönetim Mübarek’in kadrosundan oluşan bir “Askeri konsey”e devredilerek, yani Ordu eliyle bu Politik Devrim piç edilerek, yeniden Parababalarının düzeni korunmaya çalışılıyor. Hikmet Kıvılcımlı’nın Türk Ordusu için söylediği: “Ordu devrime de gider, faşizme de gider. Biz devrime giden yanını tutmalıyız.” Veciz sözü, Mısır gerçeğinde de bir kez daha kanıtlanmaktadır. Biz devrimciler böyle bir olayda Ordu Gençliği’nin halktan yana olan tutumunu elbette tutmalı ve geliştirmeliyiz. Diğer yandan da Ordu’nun Amerikancı Goriller eliyle gericiliğin kasap satırı olabileceğini hiçbir zaman göz ardı etmeksizin mücadele etmeliyiz. Venezüella’da nasıl Ordu Gençliği’nin bu yanını, ilerici, devrime giden (Bolivarcı Devrimi savunan) yanını tutuyor ve destekliyorsak, Türkiye’de 27 Mayıs’ı desteklemişsek, destekliyorsak, eğer bir başka ülkede de böyle bir gelişme olursa, biz o devrimin o ilerici, halktan yana olan ve Parababalarına karşı olan yanını tutacağız ve geliştirmeye çalışacağız, değerli arkadaşlar. Bizim bilimsel mantığımız, diyalektik mantığımız, bize bunu emreder. Yoksa biz Aristo mantığıyla hareket edemeyiz. Dolayısıyla değerli arkadaşlar, Türkiye’nin önünde çok önemli üç tane görev var: 1- Antiemperyalist savaşı yükseltmek, 2- Antifeodal savaşı yükseltmek, 3- Antişovenizmi yükseltmek. İşte yeni yapılan bir araştırma var. Bir Amerikan araştırma şirketinin yaptığı araştırmaya göre, iki gün önce yayınlandı bu araştırma, dünyada ABD karşıtlığının en yoğun olduğu ve en yüksek olduğu ülke Türkiye imiş. Ve ABD karşıtlığının en yoğun olduğu halk Türk Halkıymış. ABD’nin dünya halklarına zalimlik yaptığını, demokrasi ve özgürlük götürmediğini savunan yine en yüksek oranda Türk Halkıymış. İşte biz bu halkla gurur duyuyoruz. Bütün kandırılmışlığına, bütün aldatılmışlığına, bütün örgütsüzlüğüne rağmen, ABD Emperyalistlerinin iğrenç içyüzünü gördüğü için, o geleneklerine, Birinci Kuvayimilliye geleneklerine sahip çıktığı için biz bu halka sonuna kadar güveniyoruz ve biz bu halkla birlikte İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başaracağız. (Alkışlar…) Türkiye’yi gerçek kurtuluşa biz ulaştıracağız Dört yıl süren Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, nasıl ki Batılı Emperyalistleri yenmiş ve onları inlerine göndermişsek, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı da aynı şekilde başarıya ulaştıracağız. Biz Türkiye Halkına inanıyor ve güveniyoruz. Değerli arkadaşlar, bir de bildiğimiz gibi Kürt Meselesi var. Her gün onlarca gencimizin can verdiği, anaların, babaların, kardeşlerin acı çektiği acıklı bir süreç var. Ve ne yazık ki bu süreç de ABD planı doğrultusunda işlemeye devam ediyor. ABD Emperyalistlerinin biz hiçbir zaman, halklar yararına iş yaptığını, bir eylem gerçekleştirdiğini görmedik. ABD Emperyalistleri, büyük Batılı Emperyalistler, nereye gitmişlerse, hangi ülkeye gitmişlerse ölüm meleği de onlarla birlikte gitmiş, binlerin ve yüz binlerin katliamcısı olmuşlardır. Örneğin yanı başımızdaki Irak’ta da aynı şekilde olmuştur. Meşru, seçilmiş BAAS Partisi ve Saddam İktidarı devrilmiş ve kukla iktidar işbaşına getirilmiştir. Ve o kukla iktidarın bileşenlerinden olan Kürt burjuvaları da Kürt dağlarında “Thank you Amerika” sloganlarıyla ve Amerikan bayrağıyla çocukları dolandırıyorlar. Ve şu anda da, Amerika Irak’tan gitmesin diye, karar değiştirmeye çalışıyorlar Irak parlamentosunda, değerli arkadaşlar. ABD, Irak’ta Kürt Halkına bir şey vermedi. Başta Irak’taki Sünni ve Alevi kesimle, Araplarla olduğu gibi, diğer ülkelerdeki, diğer Ortadoğu coğrafyasındaki Arap halklarıyla, Kürt Halkı arasına kan davası soktu, halklar arasına düşmanlık soktu. Zaten hep bunu yapıyorlar. İşte bu bakımdan da ABD Emperyalistlerinin planı budur, değerli arkadaşlar. Bizim ülkemizde de aynı planı hayata geçirmeye çalışıyor AB-D Emperyalistleri. Türk ve Kürt Halkını birbirine düşürmeye, aralarına kan davası sokmaya çalışıyor. Biz gerçek devrimciler olarak bu oyunlara gelmeyeceğiz. ABD’nin alçakça planlarını bozacağız. Türk ve Kürt Halkının kardeşçe birliğini sağlayacağız. Eşit, özgür, Demokratik Halk İktidarında birlikte yaşayacağız. 1071’den bu yana birlikteyiz, yüzlerce yıl da birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Birliğimizi bozmaya hiçbir emperyalist devlet, hiç bir emperyalist plan yetmeyecek, değerli arkadaşlar. O yüzden yolumuz zor, yolumuz uzun. Sarp bir yolda ilerliyoruz. Etrafımız sağdan ve soldan kuşatılmış durumda. Ama Hikmet Kıvılcımlı gibi bir Usta’nın savunucuları, onun yol göstericiliği ışığında mücadele eden gerçek devrimciler olarak, gerçek hattımızdan, devrimci hattan bir milim bile sapmaksızın, Türkiye Halkının gerçek kurtuluşunu sağlayacağız. Demokratik Halk İktidarını mutlaka kuracağız. Sözlerimi daha fazla uzatmak istemiyorum, beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum. 6 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Halkın Kurtuluş Partisi Venezüella Halkı’yla omuz omuza... Simon Bolivar’ın 200 yıl önce yaktığı Özgürlük Meşalesi Hugo Chavez Yoldaş’ın elinde dünyayı sarıp sarmalıyor Baştarafı sayfa 1’de rimci bir görev, enternasyonalist bir dayanışma olarak görüyoruz. Venezüella Halkının mücadelesini kendi mücadelemiz olarak görüyoruz. Bütün yoldaşlarımız haberdar Bolivarcı Devrim’den, Yiğit Önderi Hugo Chavez’den ve Venezüella Halkının AB-D Emperyalistlerine karşı verdiği mücadeleden… Bu anlayışla 2 Temmuz 2011 Cumartesi günü Bolivarcı Devrim’in 200’üncü Yılını kutlamak üzere Ankara’da Genel Merkez binamızda Venezüella Halkının ülkemizdeki temsilcisi, Büyükelçisi Raúl José Betancourt Seeland Yoldaş’ımız ve elçilik görevlisi Berna Talun Üğüten Arkadaş ile birlikte bir etkinlik düzenledik. Raul Yoldaş, 200 yıl önce özgürlük meşalesinin nasıl yakıldığını, Simon Bolivar’ın, O’nun öğretmeni Miranda’nın Sömürgecilere karşı verdikleri mücadeleyi, verilen o mücadelenin 200 yıl sonra Chavez Yoldaş’ın önderliğinde daha da büyüdüğünü anlattı. Bolivarcı Devrim’in Venezüella Halkına kazandırdıklarını aktardı, devrimci coşkusu Partili Yoldaşlarımızı da coşkulandırdı. Etkinliğimiz, Büyükelçi Raul Yoldaş’ın, Chavez Yoldaş’ın sağlık durumuyla ilgili bilgilendirmesiyle devam etti. Büyükelçi Raul Yoldaş, Chavez Yoldaş’ın sağlık durumunun iyiye gittiğini, ülkedeki 5 Temmuz kutlamalarına ka- Halkın Kurtuluş Partisi Ankara İl Başkanı Sait Kıran Yoldaş’ın Açılış Konuşması H oş geldiniz. Bugün 5 Temmuz 1811’de Venezüella’nın Simon Bolivar önderliğinde bağımsızlığının ilanının 200’üncü yıldönümü nedeniyle Partimizde düzenlediğimiz etkinliğe hoş geldiniz. Venezüella Bolivar Cumhuriyeti Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland Yoldaş bu konuda, Bolivarcı Devrim’in gelişimi hakkında bize kısa bir sunum yapacak. Kendisine şimdiden huzurlarınızda teşekkür ediyoruz. Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland Yoldaş’ın Konuşması: Ç ok teşekkür ediyorum sevgili dostum, kardeşim ve birçok etkinlikte vermiş olduğumuz savaşlardan dolayı, Yoldaş’ım. Hepinizi teker teker Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez Frias adına, Bolivarcı Cumhuriyet ve tüm Venezüella Halkı adına selamlamayı bir borç biliyorum. Sevgili dostumuz, Partinin Genel Başkanı Nurullah Ankut Hoca’mıza da geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz, en kısa zamanda tekrar bizlerle olur inşallah. O’nun yokluğunda naçizane bir müjdem olsun, bugün bizlerle değil ama sanıyorum o yüzden de altı saatten önce tamamlayabileceğiz bugünkü faaliyetimizi. Her zaman biliyorum ki kendisinin söylediği şeyler çok çok önemli, çok çok özel ama hani ben onların sadece bir kısmını anlayabiliyorum, çeviri mevzubahis olduğundan dolayı. O yüzden Berna, sadece en önemli noktalarını, önemli olanlarını çevirip söylediği için O’nun söylediği kadarını anlayabiliyorum. Benim için de tabiî ki sizlerle buradan tekrar bir günü paylaşıyor olmak çok önemli, Halkın Kurtuluş Partisi’nin değerli üyeleriyle. Ki Partiniz benim için son derece kardeş ve önemli bir yapı, kuruluş. Dönemin, üzerimizde baskı kuran İspanya’nın zincirlerini kırdığımız 5 Temmuz tarihini anmak ve bağımsızlığımızın 200’üncü yılını kutlamak için Venezüella şu anda tüm hazırlıklarını tamamlamış durumda. Bu 5 Temmuz’da imzalanan bir Bağımsızlık Akdi’miz var ve bu Bağımsızlık Akdi’ne göre, dönemin, o dönemde Venezüella’nın adı Venezüella Kral aipliği olarak geçiyor ve Güney Amerika’nın en önemli kral naipliklerinden bir tanesi ve burada yer alan 5 tane eyalet var; bu 5 eyalet, İspanya Krallığı’na karşı bağımsızlıklarını ilan eder; bunu içeren bir metindir bu Akit. Bu bahsetmiş olduğumuz metin başlıca olarak Juan German Roscio adında bir kişi tarafından kaleme alınıyor ve Venezüella, bildiğiniz gibi 5 Temmuz 1811 tarihinde Carakas’taki Santa Rosa Lima Şapeli’nde imzalanıyor. Tabiî ki bu imza süreci hemen olup biten bir imza süreci değil. 5 Temmuz’da başlıyor ve aynı yılın 18 Ağustosu’na kadar devam eden bir tartışma süreci yaşanıyor. Bu yüzden de biz kendi bağımsızlık sürecimizi, 19 Nisan 1810’da başlayıp 5 Temmuz tılacağını söyledi. Ayrıca Chavez Yoldaş’ın sağlık durumuyla ilgili partimizce yapılan açıklama için: “Böyle günlerde dostlarımızın yanımızda olduğunu görmek çok güzel. Bu açıklamanızı ben gerekli kanallar aracılığıyla Chavez’e ilettiğimi de bildirmek isterim.” dedi. Ankara İl Başkanımız Av. Sait Kıran Yoldaş da, Simon Bolivar’ın önderliğinde verilen Özgürlük mücadelesiyle Mustafa Kemal önderliğinde verilen Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Mücadelesi arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları aktardı. Ve Chavez Yoldaş önderliğinde Venezüella Halkının verdiği mücadelenin zaferle taçlanacağını, emperyalistlerin hezimete uğrayacağını belirtti ve konuşmasını “Zafere Kadar Daima! Kazanacağız!” sloganlarıyla tamamladı. *** 5 Temmuz 2011 Salı günü Simon Bolivar’ın Büstünün karşısında yeniden bir araya geldik Venezüellalı Yoldaşlarla, 5 Temmuz Özgürlük Günü’nü kutlamak üzere. Latin Amerika Ülkelerinin Büyükelçilik Yetkilileri, Ankara Üniversitesi Rektörü, Çankaya Belediye Başkanının katıldığı tören saygı duruşuyla başladı. Yapılan konuşmalardan sonra ilk olarak Çankaya Belediye Başkanı ve Raul Yoldaş tara1811’de sonuçlanan bir süreç olarak değerlendiriyoruz. Bu süreç içerisinde İspanya Krallığı’na bağlı bulunan eyaletlerin bağımsızlıklarını kazanması ve diğer eyaletlerin de gönüllü olarak bize katılmak istemesi süreci bir arada işleniyor. Venezüella’daki bağımsızlık kıvılcımını ilk kim ateşledi sorusuna vereceğimiz cevap, General Francisco de Miranda’dır. Kendisi çok genç yaşta Venezüella’dan çıkıyor ve İspanyol Ordusu’na katılıyor. İspanyol Ordusu’na katılışı, ne yazık ki yüzbaşı rütbesini İspanya’dan satın almak sureti ile oluyor. Aldığı bu rütbe ile birlikte Fransız Devrimi başta olmak üzere, Amerika Birleşik Devletleri’nin bağımsızlığı ve daha sonra da kendi ülkesi Venezüella’nın bağımsızlığı olmak üzere birçok savaşta başroller üstleniyor. Kendisi Avrupa’dan döndükten sonra Venezüella topraklarına girmek için birçok askeri harekât girişiminde bulunuyor. Bu arada askeri harekâtlarla Venezüella’yı bir şekilde bağımsızlığına kavuşturmak istiyor. Kendisinin en büyük şanssızlığı, düşündüğünün ortaya çıkmaması. Çünkü Venezüella kıyılarından anakaraya ayak Miranda bastığında, Venezüella Halkı kendisini görünce ve kendi söylediği bağımsızlık düşüncelerini duyunca beni desteklerler, diye umuyor, fakat bunun tam aksi cereyan ediyor. O yüzden biz diyoruz ki; Venezüella bağımsızlığının mimarı, sadece mimarı, Francisco de Miranda’dır. Bu iki önemli Venezüellalı şahsiyet, daha öncesinde de İzmir’den, o dönemin Konstantinopolis olan, İstanbul’undan da geçmiştir, oraları ziyaret etmiştir. Sizlerin de bazılarının bildiği gibi Ankara’da onun onuruna dikmiş olduğumuz bir büst, onun adını taşıyan bir park mevcuttur. Bundan birkaç sene sonra ise General Miranda, genç Bolivar ile tanışıyor. O zaman teğmen rütbesi var Bolivar’ın ve ilk diplomatik misyonu olan Londra görevine gitmiştir. Bu görüşme sırasında Bolivar, Francisco De Miranda’yı ikna etme yoluna gider ve kendisinin varlığının Venezüella bağımsızlığı için son derece vazgeçilmez bir unsur olduğunu söyler. Bütün bu olan bitenle birlikte tarih 18 Nisan 1810 olur. O tarihte de hâlâ Venezüella İspanya Krallığı’nın bir Kral Naipliği olarak devam etmektedir. O tarihte, Venezüella’da tarihindeki ilk bağımsızlık hareketi gerçekleşir. Hani bugünkü tabirlerle, bir darbe diyebiliriz buna. O dönemin valisi Emparan’ın yetkilerine karşı yapılan bir fından Bolivar’ın Büstüne çelenk kondu. Ardından Partimiz tarafından hazırlanan “Bolivarcı Devrim 200 Yaşında Halkın Kurtuluş Partisi” yazılı çelenk Genel Başkan Yardımcımız Av. Metin Bayyar ve Ankara İl Başkanımız Sait Kıran tarafından Simon Bolivar Anıtı’na kondu. Sonrasında Venezüellalı ve Partili Yoldaşlar ve Büyükelçilik görevlileriyle birlikte Miranda’nın Büstünün bulunduğu parkta General Miranda’yı selamladık. Raul Yoldaş ve Metin Bayyar Yoldaş’ın yaptıkları kısa konuşmalarla 5 Temmuz etkinlikleri tamamlanmış oldu. Simon Bolivar’ın, Miranda’nın, Che’nin, uğruna mücadele verdikleri idealleri, eninde sonunda yaşam bulacak. Eninde sonunda Latin Amerika’dan esen sol rüzgârlar dünya halklarını sarıp sarmalayacak. Bilimsel Sosyalizmin Kurucuları Marks-Engels, Bilimsel Sosyalizmi ete kemiğe büründüren Devrimler Kartalı Lenin Usta’nın, Bilimsel Sosyalizmin 20’nci Yüzyıldaki en büyük geliştiricisi Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın, İnsanlığın Kurtuluşunu gösteren teori ve pratikleri doğrultusunda tüm dünya insanlığı, tek bir sosyalist aile olacak! Ankara’dan Kurtuluş Partililer darbe. Çünkü kendisi o kadar fazla ikna olmuştur ki bahsettiğimiz Vali, diyelim, Vicente Emparan, Venezüellalı vatandaşların kendisine olan desteğine, bir gün balkona çıkar ve der ki: “Beni destekliyor musunuz?” Ve tabiî ki desteklemedikleri cevabını alır. Hatta bu çıktığı balkonlar bugünkü Venezüella dışişleri Bakanlığının Merkez Binasındaki balkonlardan bir tanesidir. Bugünkü adıyla Bolivar Meydanı’na bakar ve şu soruyu yöneltir: “Beni bir sonraki valiniz olarak kabul ediyor musunuz”? Bu sormuş olduğu soru karşısında da “Hayır” cevabı alan Vali, Kral Naibi: “Siz beni istemiyorsanız ben sizi hiç istemiyorum” diye cevap verir. O yüzden diyebiliriz ki, halkın toplu olarak vermiş olduğu bu cevap ve bunun sonrasında Venezüella’daki ilk toplu Halk Hareketi, Özgürlük Hareketi başlamış olur. Venezüella, Amerika Kıtası’nın tamamındaki bağımsızlığını kazanan üçüncü ülkedir. Haiti ve Amerika Birleşik Devletlerinden sonra… Önümüzdeki 5 Temmuz’da, sizlerin de haberi olduğu üzere, gerek Bolivar Parkı’mızda gerek Miranda Parkı’mızda bir dizi etkinliklerimiz olacak ve bu tarihe benzer bir tarihte, Carakas’ta ilk defa olarak kesin ve kesin artık biz özgürlüğümüzü elde edelim yönündeki hareketin temeli atılmış olacak. Tabiî ki bu tarihte başlayan bağımsızlık süreci, arkasından birçok savaşı da beraberinde getiriyor ve kati olarak milli egemenliği, 24 Haziran 1821 Carabobo Savaşı ile kazanılıyor. O savaşın yapılacağı gün, General Simon Bolivar tarafından tayin ediliyor ve karşı kuvvetlere, İspanyol kuvvetlerine, bu tarihte savaş yapmak istediği bildiriliyor ve bir saati aşmayan bir sürede, tüm krallık kuvvetleri bertaraf ediliyor. Her ne kadar, Tarihte bu savaş, bağımsızlığı elde ettiğimiz son savaş olarak bilinse de, bundan iki sene sonra, 24 Temmuz 1823’te bir deniz savaşı yapılıyor. Maracaibo Deniz Savaşı olarak geçiyor ve ülkemiz topraklarındaki İspanyol hâkimiyeti tamamen ortadan kalkmış oluyor. Carabobo Savaşı’nın ardından, birçok krallık kuvvetine mensup savaşçılar farklı noktalara kaçıyorlar ve daha sonrasında bu deniz savaşını yapmak zorunda kalıyorlar ve bununla da tüm İspanyol baskısı kırılmış oluyor. 30 Mart 1845 tarihinde ise İspanya resmi olarak Venezüella’nın bağımsızlığını tanıyor. Carlos Soublette, Venezüella Devlet Başkanı ve İspanya Kraliçesi 2’nci Isabel arasında bir Barış Antlaşması imzalanıyor. Bu son söylemiş olduğum cümle ile bu Tarihi kısmı tamamlamış oluyoruz. Bolivar sadece Venezüella’nın değil tüm Latin Amerika’nın Kurtarıcısıdır Biraz da Bolivarcı Devrim’den bahsetmek istiyorum. Tüm bu anlattıklarımıza özet olarak şunları söyleyebiliriz ki, bu seneki 5 Temmuz’un önemi bağımsızlığımızın 200. yıldönümü olmasıdır. Şunu da bilmekte fayda var, Simon Bolivar sa- Venezüella Büyükelçisi Raul Betancort Seeland Yoldaş’a Hugo Chavez Yoldaş’a geçmiş olsun dileğimizdir Şahsınız aracılığıyla, Latin Amerika’dan sol rüzgârları estiren, ABD ve AB Emperyalistlerinin son yıllardaki en büyük kâbusu, Dünya Halklarının umudu Hugo Chavez Yoldaş’a geçirmiş olduğu ameliyat nedeniyle, Halkın Kurtuluş Partisi olarak geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Hugo Chavez Yoldaş’ı ABD ve AB Emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerinin komploları, darbe girişimleri, suikast teşebbüsleri durduramadı, bir diz ameliyatı hiç durduramayacaktır. Hugo Chavez Yoldaş birkaç günlüğüne ara verdiği çalışmalarına yeniden dönüp, dünya halklarına umut aşılamaya, Sosyalizmi Venezüella’da örmeye, Emperyalizmin oyunlarını bozmaya, insanlığın başındaki kara bulutları dağıtmaya devam edecektir. Biliyoruz ve inanıyoruz ki, Chavez Yoldaş, Kübalı Doktorların mahir elleriyle sağlığına çok kısa bir sürede kavuşup, Sosyalist Güneşin pırıltısını ve sıcaklığını Dünya Halklarına hissettirecektir. Halkın Kurtuluş Partisi olarak, Chavez Yoldaş’ın sağlığına bir an önce kavuşup görevlerinin başına çok daha sağlıklı bir şekilde dönmesi temennilerimizle, Size ve sizin şahsınızda Venezüellalı Yoldaşlarımıza en içten Devrimci selamlarımızı gönderiyor, Chavez Yoldaş’a acil şifalar diliyoruz. 14.06.2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi dece Venezüella’nın kurtarıcısı değil aynı zamanda; Kolombiya’nın, Ekvator’un, Bolivya’nın ve Panama’nın kurtarıcısıdır. Bu da demek oluyor ki, bu Venezüella’nın sadece kendi halkının özgürlüğü ile yetinmemiş, diğer 5 ülkenin de halklarına özgürlük getirmiştir, bu yüzden de 6 milletin birliğini temsil eder. Uh! Ah! Chavez Başkan Chavez, Simon Bolivar’ın portresi önünde halka hitap ediyor. no se va!.. söylediğini bilmek isterseniz, Berna güzel şarkı söyler üç dilde. Olur da isterseniz aklınızda bu(Berna Arkadaş: Baktım hepiniz biraz sıcaktan dolayı mayışmış durumdasınız, o yüzden lunsun diye… Berna Arkadaş: Şimdi benden devam edibir sloganla harekete geçelim istedim, diyor Büyoruz. Haberiniz olsun, diye söylüyor Büyükelyükelçimiz.) Raul Yoldaş: Çok merak duymayın, zaten çimiz. Böyle anons ediyor. Yaklaşık 4,5 aylık kısa konuşacağım. Bugün başka bir faaliyetiniz hamileyim. Kendisinin sağ kolu olduğumdan daha olduğunun bilincindeyim. Adnan Bey ve dolayı kendisi biraz endişeli olduğunu söylüyor. Sait Bey, Büyükelçiliğe ziyarete geldiklerinde Allah izin verirse Aralık ayından itibaren 5 ay de zaten konuştuk. O yüzden çok öz konuşacağımı söyledim, sizlerin de, olur da soracağınız bir şey olursa, tabiî ki seve seve cevaplayacağım ama bu demek değil ki, yani ben bütün gün öğleden sonra sizleri burada çakılı tutacağım, bundan yana müsterih olabilirsiniz… Bir dinleyici: Raul Yoldaş’ı dinlemekten zevk alıyoruz. Raul Betancourt Seeland: Bir dahaki haftaya da şöyle yapalım o zaman; öğleden sonra 5’te başlayalım ertesi güne kadar devam edelim. Sait Yoldaş: Genel Başkanı da getirsek olur. Raul Yoldaş: Gelirse evet bunu yapabiliriz. Şöyle de yapabiliriz, arkadaşımız çok güzel şarkı söylüyor. İsmini hatırlayamıyorum kusura bakma. Türk isimleri konusunda hafızam birazcık yetersiz. Sen de o gün bol bol şarkı söylersin, faaliyeti tamamlamış oluruz. Ben sadece dinlemekle yetinirim tabiî ki, şarkı söylemekte oldukça kötüyüm. Olur ki şimdi davet etmek isterseniz diye söyleyeyim: kimin daha iyi şarkı süreyle sizlerle olamayacağım. Raul Yoldaş: Kendisi yokken benim de umudum yok. Ben ne yaptıysam bugüne kadar, sağ kolum olarak Berna yaptı. Ben bundan sonra ne yapacağım? Berna Arkadaş: Döneceğim İnşallah. Raul Yoldaş: Ben baştan pazarlığımı yapmıştım. Ben burada görevimi bitirene kadar hamile falan kalmak yok, dedim ama beni dinlemedi. Ne yapalım… Raul Betancourt Seeland: Evet Bolivarcı Devrim… Sizlerin de bildiği gibi, geçtiğimiz Şubat ayının ikisinde 12’nci yılımızı kutladık Bolivarcı Devrim’imizin de. Tabiî ki liderimiz, komutan, devlet başkanımız Hugo Chavez Frias liderliğinde. Tabiî ki kendisinin varlığı, bugüne kadar olan devlet başkanlarının varlığından tamamen farklı bir olgu oldu bizim için. Daha önce konuştuğumuz konularda bahsettiğimiz gibi, o ge- 7 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Halkın Kurtuluş Partisi Venezüella Halkı’yla omuz omuza... lene kadar hep beşer yıllık dönemlerde milliyetçi hareket ve demokratik hareket partilerinin hükümetlerini görüyorduk. O dönemdeki hükümetlerin yaptığı tek şey, kendini dünyanın sahibi sanan Amerika Birleşik Devletleri’nin vermiş olduğu talimatları yerine getirmek. Tabiî ki kendini dünyanın sahibi sanan onlar.. Ben hiçbir şekilde onlar dünyanın sahibi olsun diye kalkıp da bir yerde oy kullandığımı hatırlamıyorum. Ama bu da bir gerçek ki kendilerini dünyanın en süperi zannediyorlar, en güçlüsü zannediyorlar. O yüzden şöyle bir tespitte bulunabiliriz; günümüzde Başkan Chavez’e gelene kadar her zaman ve her zaman sağcı hükümetler görev yaptı. O yüzden biz Venezüella Halkı olarak, hiçbir zaman, olur da yarın bir gün yeni bir devlet başkanı gelir de tüm devlet yapısını baştan aşağı değiştirirse diye hiç düşünmemiştik. Başkan Chavez’le 21’inci Yüzyıl Sosyalizmi’ne yöneldik Başkan Chavez’in gelişiyle biz Venezüellalılar, aslında sahip olduğumuz, varlığını bile hatırlamadığımız birçok şeyi geri aldık. Biz milli egemenliğimizi geri kazandık. Uluslararası kamuoyunun saygınlığını kazandık. Ensemizde duran ve bizi ezen Yankee çizmesini de üstümüzden söküp attık. Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti’ne gerekli şeyleri söyledik ve dedik ki; eğer ki bizden saygı bekliyorsanız, önce siz bize saygı duyacaksınız. Daha fazla iç işlerimize müdahalenizi kabul etmiyoruz, dedik. Daha öncesinde kardeş cumhuriyet Kolombiya’dan kaynaklanan uyuşturucu satışlarını engellemek amacıyla Venezüella hava sahasının ihlal edilmesine, daha fazla bunları yapmalarını asla ve asla izin vermedik. Ve daha sonrasında da ülkemizi kesin ve radikal değişikliklerle 21’inci Yüzyıl Sosyalizmine yönelttik. Ve biz daha sonra ne yaptık? Tüm insanî şartlarda hizmetlerden uzaklaştırılmış Venezüella Halkı için çalıştık. Sağlık, eğitim imkânları verdik. Chavez Hükümeti’nin başlıca amacı bu sosyal misyonlardır. Yıllar boyunca dışlanmış olan Venezüella Halkı, Chavez sayesinde bugün bir şeylerin sahibi olmaya başladı. Daha öncesinde lise eğitimini tamamlamış birçok genç, maddi güçleri yeterli olmadığından dolayı üniversitede okuyamıyordu. Şu anda devletin Bolivarcı üniversiteleri, ülkenin her bölgesinde çalışmaktadır. 2005 yılında herkes okuryazar olmuştur, bunu anayasa onayladı ve Küba’dan aldığımız tekniklerle, “Robinson Bir” ve “Robinson İki” sosyal görevlerimizle; “Ben okuyabiliyorum” ve “Ben okumaya devam edebiliyorum” görevleriyle birçok insanımıza okuma yazma öğrettik. Venezüella oligarşisi de tabiî ki, doğal olarak, Başkan Chavez’in karşısındaki yerini aldı. Çünkü kendilerinin yıllardır veremediğini Venezüellalılara çok kısa sürede vermeye çalışan bir Başkan, hiçbir şekilde işlerine gelmedi. Biz Venezüella Halkı, başkanımızı, liderimizi derin bir sevgiyle seviyoruz ve ona gerçekten çok bağlıyız. Son derece karizmatik ve son derece insancıl bir liderimiz var. Öyle çok seviyoruz ki liderimizi, siz de biliyorsunuz; 2002 yılının 11 Nisanı’nda olan darbedeki tutumumuzu. Bu darbe, oligarşi temelli ve ABD destekli idi. Ve dönemin önemli ülkelerinin silahlı kuvvetleri başta olmak üzere, bu darbeyi doğrudan tanıdılar. Biz ne yaptık 47 saat boyunca sokaklarda? Başkanımızı geri verin, diye protestolarda bulunduk. Ve kendisini bu süre boyunca, biliyorsunuz, tamamen iletişimden yoksun olduğu bir adada ve ABD kuyruk numaralı bir uçakla ülkeden çıkarmak üzere hazır bir şekilde tutuyorlardı. Darbenin başındaki isimler de çok iyi biliyorlardı ki, eğer çok kısa sürede Başkan Chavez görevine iade edilmeseydi, Venezüella’da sivil savaş çıkacaktı. 47 saati aşkın süredir sokaklarda protesto hâkimdi. Şöyle diyebiliriz Venezüella Halkı için; Başkan kendilerine ne kadar sevgiyle yaklaşıyorsa onlar da o sevgiyle sahip çıktı Başkanlarına. Ve biz Venezüella’da şöyle tanımlıyoruz; sevgi, sevgi ile ölçülür. Siz de biliyorsunuz Bolivarcı Anayasayı. Türkçeye Berna tarafından çevrildi, Partiye de gönderildi sanıyorum. Bir gözatılmasını isterim. Bana işaret yapıyorlar, biraz daha çabuk olun diye. O yüzden başka konuya geçeceğiz. Sait de Berna da beni iyi tanıyorlar, nasıl konuştuğum konusunda. Eğer onların işaretlerine aldırmazsam, nerelere kadar götürebileceğimi ben bile bilmiyorum. Sizler de bunu haberlerde duymuşsunuzdur, gazetelerde okumuşsunuzdur. Amerika Birleşik Devletleri’nin Venezüella’nın başlıca petrol şirketi PDVSA’ya yapmış olduğu yaptırımlar, uygulamış olduğu yaptırımlar var. Amerika Birleşik Devletleri, Venezüella petrolünü neden İran gibi ülkelere satıyor türünden bize çeşitli yaptırımlar uygulamaya kalktı. Yapmış oldukları yaptırımların başında ise PDVSA şirketinin diğer Amerikan petrol şirketleri ve hükümetlerle yapacağı anlaşmalarının, bunun sonunda elde edilecek finans kaynaklarının bir şekilde ortadan kaldırılmasına yönelikti. Ben bunu her zaman söyledim. PDVSA Başkanımız ve Petrol Bakanımız Rafael Ramirez de birçok konuşmasında dile getirdi: Petrol bizim ülkemizde çıkıyor, petrol bize ait. Kime satmak istiyorsak ona satarız. O yüzden de ABD ya da hangi ülke olursa olsun, bizim topraklarımızda Venezüella Halkına ait olan bir doğal kaynağın satışını yapmak için kimseden izin alacak değiliz. Eğer yaptırım uygulamak istiyorlarsa buyursun yapsınlar… Yani ne bizim uykularımızı kaçırıyor, ne bizi korkutuyor, ne de bizi herhangi bir yükümlülük altına sokuyor. Başkan Yardımcınızın bana yöneltmiş olduğu bir soru vardı, Başkanın sağlığı ile ilgili. Gerek Venezüella’da, gerek dünyada, Başkan Chavez, asla dinlenmeyen, asla tatile çıkmayan, resmi bayramlardan yararlanmayan, hep çalışan bir makine olarak bilinmektedir. Hiçbir zaman şöyle bir haber duymazsınız: Başkan Chavez falanca sahil şeridindeki yazlığında dinleniyor… Çiftlik evinde şunları şunları yapıyor… Asla böyle bir şey olmaz. Başkan her zaman devletinin yanındadır. Tabiî ki insanoğlunun başına gelebilir. Bu vücut dediğimiz şey, makine gibi tekleyebilir. Kendisi, Brezilya’yı, Ekvador’u ve en son Küba’yı kapsayan bir başkanlık gezisinde, en son Küba’ya geldiği zaman, general Fidel Castro ile yapmış olduğu konuşma sırasında, Fidel Castro kendisine soruyor: “Chavez, hayırdır kendini kötü mü hissediyorsun?”, diyor. O da, “Çok iyi değilim komutanım”, filan deyince, bir grup Kübalı doktor ve Chavez’in doktorları, Chavez’i muayene ediyorlar. Ve kalça kemiğinin oralarda bir sorun olduğu gözlerine çarpıyor. Küba’ya yapmış olduğu resmi ziyaret sırasında aslında birçok anlaşmaya imza atıyor, oldukça verimli geçen bir program tamamlanıyor. Ve kendisinin tabiî diz sorunu var ve bu sorunun sürekli koşturmadan kaynaklanan bir nedene bağlı olduğunu düşünüyor, ama hiçbir zaman kalça kemiğinin orada yerleşen bir olgunun buna sebebiyet verdiğini tahmin etmiyor. Tabiî ki bu özel medya kuruluşları, hiçbir fırsatı kaçırmadığı gibi, başkanın Küba’da olmasını da fırsat bildiler. “Devlet başkanı devletinin başında olur. Bu süreli olarak görevi bırakmaktır”, diyorlar. Ama unuttukları bir şey vardı: Başkan Chavez sağlık sorunları yüzünden Küba’daydı. Kendisinin yerine vekâleten bıraktığı Devlet Başkanı Yardımcısı vardı. Baş- kan Yardımcısı’nın görevi de kendisine verilen emirleri doğrudan uygulamaktı tabiî ki. Kendisini ilk başta 10 Haziran’da ameliyat ettiler. Bu ameliyatın ardından, kendisine yönelik yapılan incelemeler devam etti. İncelemeler sonucunda kendisinin kalça kemiği bölgesinde apse yapmış bir tümör olduğu ve bu tümörün de kanserojen yapıda hücreler içerdiği ortaya çıkıyor. Bu yüzden kendisini ikinci kere ameliyata aldılar. Şu an kendisi Küba’da. Bakanlar kendisini Küba da sürekli ziyaret ediyor, gerekli direktifleri de telefon aracılığı ile iletiyor. Kendisinin geçirmiş olduğu ikinci ameliyatın ciddiliğinden doktorları yerinden kalkmamasını tavsiye etmiş olmasına rağmen Başkan geçtiğimiz günlerde televizyon kameralarının karşısına çıkıp sağlık durumu ile bilgi verdi. Hâlâ yönetiminin başında olduğunun söyledi. Hakikaten de yönetmeye halen devam ediyor, sadece geçici olarak Carakas’ta değil, Küba’da. Bu size bahsetmiş olduğum dedikodular çok fazla ayyuka çıkınca, gerçekten ülkenin iç huzurunu etkileyecek rahatsızlıklara sebebiyet verince, 30 Haziran’da devlet televizyonunda bir konuşma yaptı. Artık bu dedikodular, boş konuşmalar gerekli cevabı aldı. Çünkü hepimiz insanız, hepimiz o dönemlerden geçebiliriz. Gerek Başkan, gerekse Venezüella Silahlı Kuvvetleri Başkanı, sahip olduğu görevlere bir gün için arkasını dönmemiştir. Bu fırsattan istifade, Sait Bey şahsında tüm Partililere teşekkürleri bir borç biliyorum. Başkanımızın sağlığı ile ilgili endişelerini bize yazılı ilettiklerinden ve geçmiş olsun dileklerini sunduklarından dolayı. İlk toplantıda Sait’e de söyledim. Gerekli çevirisi ile birlikte Başkan’a iletilmek üzere Dışişleri Bakanlığına gönderilmiştir. Aynı zamanda Amerika ve Karayipler Zirvesi düzenleniyor. Bu, Margarita Adası’nda düzenlenecek, ancak Başkan’ın sağlığından dolayı 5-6 Temmuz’a ertelenmiş durumda. Kendisinin resmi olarak ülkeye ne zaman döneceği bilinmiyor, ama yaptığı konuşmada “geliyorum, bekleyin” dedi. Büyük bir ihtimalle bu 5 Temmuz’da olacaktır. Ülkede yapılan kutlamalara başkanlık etmesi hususunda. Ama çok kısa süre içerisinde ülkenin başına geçecektir. Her ne kadar şu anda doktorların tavsiyeleri çok fazla hareket etmemesi yönünde olsa da, kendisini biraz bilen bir insan olarak, kendi kararını kendi alır. 5 Temmuz sonrası ne zaman dönmeye karar verirse döner. İnşallah size verdiğim sözü tutmuşumdur. Az konuşacağım dedim, sizlerin sormak istediği bir şey varsa, bildiğim bir şeyse seve seve cevap veririm. Sizlerin söylemek istediği şeyleri dinlemek çok hoşuma gidiyor. Çünkü Türkiye’de sizler tarafından Venezüella’nın ne şekilde göründüğünü bilmek benim için çok önemli. Basın yayın kuruluşlarından Venezüella’nın takip edildiğini biliyoruz ama… Sizlerin söylemek istediğiniz bir şey varsa seve seve cevap veririm. Siz karar verin… Kurtuluş Partisi Genel Başkan Yardımcısı Metin Bayyar: Ben söz alayım. Türkiye ile Venezüella’nın ilişkileri son dönem artmışa benziyor. İran olgusunu biliyoruz. İran ile Venezüella biraz samimi. Bu konuları biraz bilgi verebilir misiniz? Raul Yoldaş: Sayın Başkan Yardımcısı’nın da söylemiş olduğu gibi, Venezüella ile Türkiye arasındaki ilişkiler son dönemde, geçtiğimiz yılın Kasım ayında Venezüella Dışişleri Bakanı’nın yapmış olduğu geziyle birlikte, onun sayesinde fazlası ile hatırı sayılır bir biçimde artmış bir durumda. Bu ziyaret sırasında işbirliği anlaşması imzalandı. Türk tarafının imza atan ismi Taner Yıldız, Enerji Bakanı. Tabiî ki yapılan bazı diğer anlaşmalar da var, yapılması beklenenler de var. Ve- nezüella’nın petrolüne karşılık Türk altyapı sanayinin Venezüella’da hizmet vermesi gibi... Tabiî ki diğer bir husus da Türk yapı sektörünün son derece gelişmiş olması. Biz, Türklerin ne kadar iyi müteahhitler olduğunu biliyoruz. Çok kısa sürede çıkarmış oldukları işlerin yakın takipçisiyiz. Venezüella Halkının yaşamakta olduğu çok kötü şartlardaki evleri daha düzgün evlere çevirmek gibi görevimiz var. Ve Türk işçilerinin Venezüella’ya gidip bu işleri yapması bekleniyor. Ama şu an halen istişare aşamasında. Diğer sormuş olduğunuz soruya istinaden, yani Türkiye egemen bir ülkedir. Venezüella da egemen bir ülkedir. Venezüella’nın İran ile olan ilişkileri sadece kendisini bağlayan bir olaydır. Türkiye için de bu geçerli. İki egemen ülke kendi arasında ticaret yapmak istiyorsa, üçüncü arabuluculara gerek olduğuna inanmıyorum. Ve bunu bir kez daha söyledim. Biz ticaret yapmak istiyorsak, bunu yaparız. Ne Amerika Birleşik Devletleri, ne de başka değişik ülke bunu engelleyebilir, bunu etkileyebilir. Halkın Kurtuluş Partisi Ankara İl Başkanı Sait Kıran Yoldaş’ın Konuşması Türkiye ve Latin Amerika’nın Ulusal kurtuluş Mücadelesi benzerdir Yoldaşlar, Raul Yoldaş da belirtti. Aslında aynısını söyleyecektim, ama bunu tekrarlamaya gerek yok. Yalnız, Latin Amerika’daki sömürge kurtuluş savaşı dönemini değerlendirdiğimizde, bizim Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız ile çok benzer nitelikte. Bizim Ulusal Kurtuluş Savaşımız’ın askeri önderi nasıl Mustafa Kemal ise, Latin Amerika Devrimi’nin önderi de simon Bolivar’dır. Simon Bolivar da, biraz önce Raul Yoldaş anlattı, altı Latin Amerika ülkesinin kurtuluşunu sağlayan önder. O yüzden, kurulan meclisin kararıyla Kurtarıcı unvanı veriliyor kendisine. Bizde de Mustafa Kemal’e, biliyorsunuz Atatürk adı verildi daha sonra, ulusal kurtuluş savaşındaki rolünden dolayı. Ama Latin Amerika’daki Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın verdiği bir ders daha var ki, bugün Fidel Yoldaş, Raul Yoldaş, Chavez Yoldaş bu dersi almış durumda ve ona uygun politik mücadele yapıyorlar. Nedir bu ders? Tek başına sömürge kurtuluşu veya ulusal kurtuluş yetmez. Bu bir toplumsal kurtuluşla sonuçlanmadığı takdirde mutlaka yerel Oligarşilerin, Parababalarının eline iktidarlar geçer. Halk, gerçek anlamda özgürlük ve demokrasiden yararlanamaz. Yine uzun vadede, mutlaka bu ülkeler, emperyalist ülkelerin ekonomik, siyasi bağımlılığı altına girer. Latin Amerika süreci de bunu bir kez daha kanıtladı. Daha düne kadar, 1998’de, işte Hugo Chavez Yoldaş’ın Venezüella’da iktidara gelişi sürecine kadar, biliyorsunuz, Latin Amerika, ABD Emperyalizminin arka bahçesi olarak nitelendirilirdi. Tek istisnası vardı; 1959’da Sosyalist Devrimi’ni başaran Küba. O da küçücük bir ada. Yoldaş biraz önce anlattı. Gerek nüfus bakımından, gerek ekonomik zenginlik bakımından, siyasi bakımdan baktığımızda, Latin Amerika’yı çok da etkilemeyen bir ülke konumundaydı. Askeri gücü sınırlı, ekonomik gücü sınırlı bir ülke. Latin Amerika’nın geri kalanının tamamı ABD Emperyalizminin uşağı, ABD Emperyalizmine satılmış yerli iktidarlar tarafından yönetiliyordu. Şimdi, bizim Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız ile Latin Amerika’daki Simon Bolivar önderliğindeki Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın benzerliği bir noktada değişir. Biliyorsunuz, biz de özellikle karşıdevrim diye nitelendiriyoruz 1950’deki Demokrat Parti’nin iktidara gelmesini. Parababaları, tümüyle Mustafa Kemalciler önderliğinde gerçekleştirilen, ya da Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde elde edilen özgürlüklerimizi emperyalistlere 1950’lerden sonra tam anlamıyla sattılar, gerçek anlamda ihanetçi iktidarlar kurdular. Mustafa Kemal’in sağlığında yine burjuva iktidar kurulmuştu, elbette tercih kapitalist bir devletten yana yapılmıştı. Fakat Mustafa Kemal’in bir özelliği de, özellikle o dönem, Lenin Usta’nın önderliğindeki Sovyetler Birliği’nin Ulusal Kurtu- luş Savaşı’mıza verdiği büyük desteğin de getirdiği siyasi ve sosyal iklimden dolayı, 1950’deki kadar açık biçimde, Parababaları ülkeyi emperyalizme teslim edemiyorlardı. Mustafa Kemal’in ölümünden sonra İsmet İnönü iktidarı ile başlayarak adım adım yol aldılar ve 1950 Demokrat Parti İktidarı ile (biz karşıdevrim diye nitelendiriyoruz) tam anlamıyla iktidarı ele geçirdiler. Simon Bolivar’ın bir talihsizliği de (yine Tarihe baktığımızda, Raul Yoldaş’ın belirttiği 6 ülkeyi Kolombiya adı altında tek bir çatı altında birleştiriyor ve hedefi tüm Latin Amerika’yı birleştirmek, tek bir konfedere devlet adına birleştirmek. Fakat yerli oligarşiler, Simon Bolivar’ın sağlığında, Venezüella’da, Kolombiya’da, Ekvador’da ve Peru’da yer yer başkaldırılar gündeme getirdiler. Ve maalesef Kurtarıcı sağlığında, bir anlamda kendi eliyle kurduğu ülkesinin, devletinin parçalandığını, yerel Parababaları tarafından bu ülkelerin yeniden dağıtıldığını gördü. Fakat Simon Bolivar’ın kendisi son nefesine kadar buna karşı mücadele etti. Yani artık ölümcül hasta yatağındayken bile teslim olmadı, her zaman onlara karşı mücadele etti. Fideller’in, Hugo Chavezler’in sahip çıktıkları siyasi mirası da, tam da budur. Bolivarcı Devrim’in ana esprisi; emperyalizme karşı güçlü bir mücadele verebilmek için Latin Amerika Halklarının bütünleşmesi, birleşmesidir. Chavez Yoldaş, Bolivarcı Devrim’in bu ana halkasından yararlandığı için Venezüella’da halkı nezdinde başarılı oldu, halkına önemli kazanımlar sundu. Yoldaş bazı toplantılarda ayrıntılı şekilde bunları anlattı. Misyonlar sayesinde sosyal ve ekonomik anlamda bir sürü kazanımlar sağladı. Biraz önce petrol şirketini anlattı (biliyorsunuz PDSVA deniyor), Hugo Chavez Yoldaş Bolivarcı Devrim’le iktidara gelene kadar, büyük bir gelir, dünyanın petrol kaynağı anlamında beşinci büyük gücü olan Venezüella’daki bu kaynak, bir avuç Parababasına ve başta ABD Emperyalizmine olmak üzere, emperyalist devletlerin kasasına akardı. Venezüella Halkının bu gelirden hiçbir kârı olmazdı. Hugo Chavez Yoldaş, bunu tersine çevirdi. Bugün oradan elde edilen gelirin büyük bir kısmı Venezüella Halkına, daha önemlisi Latin Amerika Halkının birleşmesi için harcanmakta. Küba’yla devamında Bolivya, bugün Paraguay, Ekvador vesaire bir sürü Latin Amerika Halkı, Küba ve Chavez Yoldaş önderliğindeki Venezüella Bolivar Cumhuriyeti’nden güç alarak, adım adım ABD Emperyalizmini Latin Amerika’dan söküp atıyorlar. Bugün Latin Amerika artık ABD’nin arka bahçesi değil. Tek bir ülke var halen kendisine koşulsuz köpeklik yapan; Kolombiya. O da süreç içerisinde Latin Amerika Halklarının mücadelesi ile ve kendi halkının uyanışı ile gerçekten demokratik, sol, ilerici iktidarın eline geçecek. Buna inancımız tam. Değerli Yoldaşlar, Hugo Chavez Yoldaş, insanlık için bir toplumsal kanser demek olan ABD Emperyalizminin Latin Amerika’dan sökülüp atılmasında büyük bir rol oynadı. ABD Emperyalizmini, bir anlamda yenilgiye uğrattı. Biz inanıyoruz ki, kendi vücudunu sarmak isteyen biyolojik kanseri de mutlaka yenecek. Halkının başında, Bolivarcı Devrim’i daha nice yıllara uzatmak için yeniden görev başına gelecek, buna inancımız tam. Şimdiden Chavez Yoldaş’a geçmiş olsun diyoruz. Sözlerimi, Chavez Yoldaş’ın (demek çok seviyor ki, kanser olduğunu açıkladığı 30 Haziran tarihindeki basın açıklamasını bu sözlerle bitiriyor. Che nin meşhur ettiği, biliyorsunuz) “Hasta La Victoria Siempre! Venceromos! Zafere Kadar Daima! Kazanacağız!” diyerek bitirmek istiyorum. (Viva Chavez… Viva Venezüella…) 8 İ Kurtuluş Partisi’nden İstanbul’un Fethi bir büyük Tarihsel Devrimdir stanbul’un Fethinin 558’inci yıldönümünü kutluyoruz. stanbul’un Fethi’ni kutlamak son derecek haklı ve hatta gereklidir de. Neden? Çünkü İstanbul’un fethiyle İnsanlık Tarihinin gelişimi önünde bir engel olan derebeyileşmiş Bizans İmparatorluğu ortadan kaldırılmıştır. Bu yüzden ne kadar kutlasak yeridir. Peki, Ortaçağcı-gerici Tayyipgiller neden kutlamaktadır, Ortaçağcı söylemlerle? Tayyipgiller’e ve tüm Şeriatçı güçlere göre İstanbul’un Fethi bir Müslümanlık-Hıristiyanlık çarpışmasıdır. Onlar, Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın 1953’te kaleme aldığı “Fetih ve Medeniyet” adlı eserinde de belirttiği gibi, İstanbul’un Fethi’ni bir dinin öteki dine karşı zaferi olarak görürler. Hâlbuki din, kadim savaşlar için sadece bir bayraktır. Yani savaşın sebebi değil, ancak sembolü olabilir. Ancak Medeniyet Tarihinin bütünlüğünü kavramayanlar İstanbul’un Fethini bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık çarpışması derecesinde küçültebilirler. Bugün Ortaçağcı Tayyipgiller ve şürekâsı da din sömürüsüyle halkımızı ve ülkemizi vurgun ve talan cennetine çevirdikleri için onların işine gelen de budur. “Fetih” güzel bir tesadüfle “açmak” anlamına gelir. İstanbul’un kapıları da hem içeriden hem de dışarıdan açılmıştır. Yani sadece İlkel Sosyalist bir toplum düzeninde yaşayan Osmanlı’nın, Müslüman halkın zoru ile değil, Hıristiyan ve Musevi halkın da gönlüyle fethedilmiştir İstanbul. Çökkün, derebeyileşmiş Bizans Medeniyetini ortadan kaldırarak Medeniyete yeni ufuklar açmıştır, İnsanlığı bir çıkmazdan kurtarmıştır. İşte bu yüzden bir büyük Tarihsel Devrimdir. Derebeyileşen Bizans İmparatorluğu’nda alt tabakalar alabildiğine ezildiler. Köylülerin toprakları mütegallibenin, kilisenin-rahiplerin imtiyazına geçti. Halk ağır vergiler altında inim inim inliyordu. Artık Bizans İmparatorluğu halk için çekilmez olmuştu. Diğer yandan üst sınıflar arasında da tepişmeler başlamıştı. Osmanlı’nın eşitlikçi ve adaletli toprak düzenini-dirlik düzenini, yani fethettiği yerlerdeki toprakları çiftçiler arasında Taksim ettiğini bilen Bizans Halkı İstanbul’un kapılarını gönüllüce açtı. Bu taksim, bir çift yani her yıl ekilen ve ürün veren iki öküzlük arazi demekti. “Osmanlı’nın iktidara geçtiği yerde, hemen o gün, dirlik düzeninin bütün kanunları hayata geçiveriyordu.” (H. Kıvılcımlı, agy) Üstelik Dirlikçilerin yani bu düzenin eşit ve adaletli olarak sürmesinden sorumlu olanların sayısı da çok azdır. Bu yüzden Dirlik düzeni ucuz bir devlet şeklidir. Halkın sırtında yük değildir. İşte Hıristiyan halka İlkel Sosyalist bu ilk Osmanlı İlblerini cazip kılan da bu eşitlikçi ve adaletli toprak düzeni ile ucuz devlettir. Osmanlı, barışla fethettiği İstanbul’daki halkın inancına, ibadet yerlerine karışmadı. Yine bu fetihçi ilk Türk İlbleri savaşlarda kazandıkları ganimetleri kendilerine ayırmadılar yurt imarına ayırdılar. İstanbul’un Fethi Dünya Ticaretinin de açılmasını sağlamıştır. “Boğazların “İtalyanlardan” ve “hasseten Venedikliler”den kurtarılması, Boğazlar üzerine tıkayıcı ve fonksiyonsuz bir ağırlık gibi çökmüş bulunan Bizans derebeyliğinin kaldırılması demektir. Bu sayede Boğazlar, Uzak ve Yakındoğu ile Tuna ve Akdeniz ticaretine engelsiz ve şartsız kayıtsız serbestlikle açıldı.” (H. Kıvılcımlı, agy) İstanbul’un Fethi ayrıca bu vesileyle Batı Medeniyeti’nin doğuşu sonucunu da vermiştir. Bizans’ta mahpus kalmış olan kültür tohumları bütün Batı Avrupa’yı kaplamıştır. İşte İstanbul’un Fethi İnsanlık Tarihi’nin önünde bir engel olarak duran molozlaşmış-derebeyileşmiş Bizans İmparatorluğu’nu Barbarlık akınıyla yıkarak Medeniyetin gelişiminin önünü açmıştır. Fethi yapanlar İlkel Sosyalist Toplum geleneklerini sürdüren Osmanlı Atalarımızdır. Fethedilen ve İlkel Sosyalist Osmanlı’nın Barbar akınıyla yıkılan, çürümüş Bizans İmparatorluğu’dur. Antika Tarih’te ölüleri kaldırmanın yolu yordamı buydu. Modern Tarihte, artık Sosyal Devrimlerle İnsanlığın gelişiminin önünde engel olan sınıflar, zümre ve tabakalar ortadan kaldırılıyor. Bugün bu görev biz Modern Sosyalistlere düşüyor. İlkel Sosyalist Atalarımız gibi, halkları işsizlik, pahalılık, zam, zulüm cehenneminde inim inim inleten çürümüş, köhne Parababaları İktidarını ve onların en büyük müttefiki Ortaçağcı Tayyipgiller’i Tarihin çöplüğüne göndereceğiz. Ama bu sefer tek gerçek eşitlikçi düzen olan Modern Sosyalizm’i kuracağız. İnsanlığa huzur ve mutluluk getireceğiz. 29.05.2011 Kurtuluş Partisi İstanbul il Örgütü ÖDP Genel Merkezi’ne Bir gidip bin geleceğiz halklarımıza sözüBu yüzdendir Devrimcileri birer birer kırmüzdür... maları. Çektirdiğiniz acıların hesabını da eninde Devrimcilerde görürler kendi ölümlerini, bu sonunda soracağız... yüzden azgınca saldırırlar savunmasız insanlaep dediğimiz gibi, Tayyipgiller’de en ra, gazla, bombayla, kurşunla, panzerle… ufak insani kırıntı yok. Bunların sadece Artvin Hopa’da “Su Haktır Satılamaz” diye suretleri insan. Dünyaya insan olarak haykıran, sularımızın Parababalarına peşkeş çegeldiler ama insan olarak ölemeyecekler. İnsan- kilmesine isyan eden insanlara karşı saldırıları lık tarihinde kara bir leke olarak anılacaklar bu insanlık dışı oldu Tayyipgiller’in. Bu insanlıkinsan müsveddeleri. İnsanlık bunları hak ettikle- tan çıkmış güruhun saldırıları sonucu Partiniz ri yer olan tarihin çöplüğüne fırlatıp atacak. üyesi bir yoldaş da şehitler kervanına katıldı: Bu söylemlerimizin hiçbiri abartı değil, hep- METİ LOKUMCU. si gerçeği yansıtmakta. HaEmekli Öğretmen. Ama karet olsun diye söylenmiş köşesine çekilip emekliliğin sözler değil. İçinde en ufak tadını çıkaranlardan, keyif bir acıma duygusu olan, insürenlerden değil. Örgütlü sani duygulara sahip olan, mücadeleye inanan bir devkısacası insan olan insan, rimci. Parababalarının zulölen bir insan için “Tabiî müne karşı mücadele veren bu arada bir tanesi de kalp onurlu bir insan. Metin Lokrizi geçirerek, kimliğini kumcu, insan doğup insan bilmiyorum, üzerinde durölenlerden. maya da gereğini duymuMetin Lokumcu Devrim yorum kalp krizi sonucu Şehidi olarak anılacak inölmüş” demez. Ölen Taysanlardan. yipgiller’in zulmüne karşı İnsanlığın Kurtuluşu mücadele yürütmüş ise, İnMücadelesinde düşen insanlığın Kurtuluşu için sanlar insanlık izin vermeMetin Lokumlu mücadele etmiş ise, “Su diği sürece unutulmazlar. Haktır Satılamaz” diye haykırmış ise ve ölen Metin Lokumcu’da insanlığın unutmayacağı Devrimci ise, İnsanlık düşmanı Tayyipgiller insanlar kervanına katıldı. için böyle ölümler sevinilecek ölümlerdir. Ne mutlu O’na. Çünkü bu insanlık düşmanları bilirler ki, Tüm ÖDP’li Arkadaşların başı sağ olsun. kendilerinin sonunu getirecek olanlar DevrimciÖDP Üyesi Metin Lokumcu hepimizin şehilerdir. Kendilerini insanlığın kurtuluş davasına di. Tüm Devrimcilerin başı sağ olsun. adayan Devrimcilerin, Halklarımıza kan kustuAnt olsun ki bu acıların, bu ölümlerin hesaran, acılar çektiren, işsizlik ve pahalılık cehen- bı sorulacak. nemine mahkûm eden, Parababalarını ve onlaParababaları ve O’nların iktidarları bu herın gerici iktidarlarını alaşağı edeceklerini çok saptan kurtulamayacaklar. 02.06.2011 iyi bilirler. Halkın Kurtuluş Partisi İşte bu yüzdendir Devrimcilere olan düşBaşkanlık Kurulu manlıkları. H Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Korkulan oldu: Kütahya’da siyanür suya karıştı Kütahya’da Mayıs ayında Eti Gümüş İşletmelerinde seddenin yıkılması üzerine siyanürün suya karışma ihtimaline karşı halk isyan etmiş, meslek odaları ayağa kalkmış, ama Tayyipgiller umursamaz bir şekilde seçim çalışmalarına devam etmiş, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu korkulacak bir şey olmadığını söylemişti. Beklenen oldu, Kütahya Eti Gümüş İşletmelerindeki siyanürün karıştığı Dulkadir Köyü’nde su şebekesini kullanan hayvanlar telef oldu, 7 kişi suyu içmedikleri, sadece ellerini yüzlerini yıkadıkları halde zehirlenerek hastaneye kaldırıldı. Bu köylülerin zehirlenmesi kader değildir. Bu konuda önlem almayanlar suçludur. Eti Gümüş İşletmesi Müdürü utanmazca “Ortada bir sabotaj var” dedi. Kılıç şöyle konuştu: “Dulkadir Köyü’ne giden bir su hattı var. Dün öğleden sonra nasıl olmuşsa biri gitmiş, fabrikanın özelleştirilmesinden bu yana gerektiğinde Dulkadir Köyü’ne su verilen ve 2 aydır tamamen kapalı olan hattın vanasını açmış. O hatta bizim içme suyu hattımızın dışında, özelleştirmeden önce devletin yaptığı bir şebeke suyu var. O vanayı kim açmış bilmiyoruz. Oraya gönderdiğimiz bir içme suyu yok. Regülatör suyu ile bir bağlantımız yok. Depolar boş, hiçbir şekilde depoda su yok. Bunlar İl Sağlık Müdürlüğü tarafından tespit edildi. Durup dururken havuzdaki siyanürlü suyu, vanayı açıp köye verir miyiz? e olduğunu araştırıyoruz.” “ŞÜPHELEDİĞİMİZ KİŞİLER VAR” “Bunun bir “suikast” olduğunu savunan Eti Gümüş A.Ş. Genel Müdürü Ergun Kılıç, “Hem güvenlik güçlerinin, hem de bizim şüphelendiğimiz kişiler var. Bu suyun kesinlikle Dulkadir’e gitmemesi gerekiyor. Fabrika dışından olması muhtemel kişi veya kişilerce vana açılmış. Bu su, işletme içerisinde kullanılıyordu ve bu olay meydana geldi” diye konuştu. “BAZI KİŞİLERİ BİZDE PARA KOPARMAK İÇİ YAPTIĞI BİR İŞ” “Kılıç, devlet kurumlarının kendilerinden Dulkadir Köyü’nün bulunduğu alanın satın alınmasını istediğini, aksi takdirde kamulaştıracaklarını söylediklerini, bunun üzerine köylülerle görüştüklerini belirtti. Kılıç, “Orada dağdan gelen arsenik sorunu var ve bizimle hiçbir ilgisi yok. Köylüler, köyü terk etmek istediklerini söyledi. 100’den fazla dönümlük bir alan söz konusu. Köylülere, burayı alabileceğimizi söyledik. Ancak bize geldiler ve aile başı yüklü miktarlarda para istediler. Bu sabotaj, bazı kişilerin bizden para koparmak için yaptığı bir iş” ifadelerini kullandı.” (Star Gazetesi, 15.06.2011) İşveren, yıldırmak ve ucuza kapatmak için köy arazilerinden halkı uzaklaştırmak istiyor. İnsanlar bıksın, orada yaşamaktan korksun, arazileri ucuza kapatayım, diye düşünüyor. Bu sabotajı, işyeri alanını ve vananın yerini iyi bilen kişi yapmışsa bu neden işverenin bilgisi içinde yapılmış olmasın?.. İşverenin gerekçeleri, daha doğrusu çıkarı var; insanların köyden soğuması için bu yola başvurabilir. Nitekim yukarıda görüldüğü gibi işveren, farkına varmadan, vanadan zehirli suyun verilmesinin kendi yararına olduğunu itiraf ediyor. MUHTAR: “BU SUYU YILLARDIR KULLAIYORUZ” “Bu şebeke suyunu yıllardır kullandıklarını söyleyen Muhtar Se- G lim İlhan ise, köyden kimsenin vananın yerini bilmediğini, zaten su hattının da kapalı olmadığını iddia etti.” (Star Gazetesi, 15.06.2011) Biz de soruyoruz sayın müdüre: tel çitlerle çevrili maden sahasına girip de hangi insan köylüsünü ve geçim kaynağı hayvanların zehirlenmesini ister? Bu akıl almaz görüş; önlem almayan, uyarıları dikkate almayan işverenin panik içindeki suçu başkasına at, kurtul mantığıdır. Atık devridaim suyu köye verilince önce dana ölüyor. Sonra onunla temas eden çocuklar mide bulantısıyla hastaneye kaldırılıyor, sonra da abdest almak için suyu kullanan kadınlar hastalanıyorlar. Temiz su yerine atık devridaim suyunu, yani regülatör suyunu köye içme suyu olarak verenler, köylüyü bu arazilerden uzaklaştırmak, yıldırmak isteyenlerdir. Çünkü işveren Eti Gümüş İşletmesine çok yakın olan bu köyün arazilerini ucuz fiyata kapatmak istemekte, köylü de bunu kabul etmemektedir. Kullanılmayan ve açılması sabotaj olarak değerlendirilen vana, Eti Gümüş İşletmeleri içindedir ve güvenliğini sağlamak Eti Gümüş işverenindir. Yeterince önlem almayan, kâr hırsıyla üretimi çoğaltan, çevre köylülerin arazilerine el koymak için oyunlar düzenleyen, siyanürlü gümüş üretiminde çalışan işçilerin sağlıksız koşullarda çalışmasına göz yuman işveren yargılanmalı; teknik önlem almayan ve halkın sorunlarıyla ilgilenmeyen vali ve bakanlık yetkilileri hakkında soruşturma açılmalıdır. Seçimlerde % 65 oy da verseler Kütahya Halkı burayı güllük gülistanlık gösteren Tayyipgiller’in gerçek yüzünü yaşayarak görecektir. Siyanürle zehirlenmek Kütahya Halkının kaderi değildir. Kütahya Halkının Temiz Çevre–Yaşanabilir Doğa ve Sağlıklı Yaşam’a ihtiyacı vardır. Devlet yetkililerinin görevi bunu yerine getirmektir. Yoksa o koltuklarda oturmaya hakları yoktur. Türkiye Halkları bir gün mutlaka bu sağlıksız gidişe dur diyecek, başta Kütahya Halkı olmak üzere toplumun Temiz Çevre, Yaşanabilir Doğa ve Sağlıklı Yaşam’a kavuşması için Halk İktidarını kuracaktır. Bunu başarabilmek, yazgısını değiştirebilmek için halkımız Kurtuluş Partisi etrafında kenetlenmelidir. Birleşik Örgütlü Halkların yenemeyeceği hiçbir güç yoktur. 16.06.2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde Parababaları doğayı katletmeye devam ediyor özlerini kâr hırsı bürümüş yerli-yabancı Parababaları, çıkardıkları yasalardaki boşluklardan yararlanarak oksijen deposu ormanlarımızda maden arayarak ağaçları katlediyorlar. Özgür akan derelerimizin üzerine kurdukları binlerce HES ile doğanın dengesini altüst ederek, derelerin kurumasına, balık türlerinin yok olmasına neden olan suyun ticarileşmesini isteyen de uluslararası sermayedir. Maden yasasında yapılan değişikliklerle gayrisıhhî müessese ruhsatı alma işini İl Özel İdare Memurlarına bırakan anlayış, maden şirketlerinin birtakım düzenbazlıklarla özellikle altın ve gümüş maden şirketlerinin doğayı katletmeleri için ruhsat almalarını kolaylaştırıyor. İstedikleri yerlerde ÇED Raporu’na muafiyet getiren anlayış taşocaklarının açılmasına, ağaçların kesilmesine ve vatandaşların mağdur olmasına yol açıyor. Tayyipgiller’in “Çılgın Proje” ismini verdikleri rant projesi ile doğal dengeyi altüst edecek ve Karadeniz’le Marmara’yı birleştirecek Kanal’dan petrol tankerlerinin geçişi ile emperyalistlere hizmet edecek ve yandaşlara arazileri peşkeş çekecekler, su havzalarını kirleteceklerdir. Tayyipgiller, uşaklıkta sınır tanımıyor, çevreyi kirletme konusunda kararlı adımlar atıyorlar. Meraları yasak bölgeler ilan ederek hayvancılığı yok etmekte, uyguladığı politikalarla insanların sağlıklı beslenmesine engel olmaktadırlar. Hasankeyf gibi, Allioni gibi tarihi eserleri yok saymakta, onları sular altında bırakmaktadır. Doğa, Çevre ve Tarih düşmanı politikalarını halka hizmet gibi göstermekte ve oy avcılığı yapmaktadır. En ilkel ve insan sağlığına zararlı yöntemlerle maden çıkarılmakta ve çevreye verdiği zararlarla insanlar kanser olmakta ve köylerini terk etmek zorunda kalmakta, ürettiklerini pazarlarda satamaz duruma gelmekte ve ekonomik olarak gerilemektedirler. Bugün Kütahya’da Eti Gümüş’te yaşananlar dün Turgutlu’da, Uşak Kışladağ’da yaşanmış, hayvanlar şekil değiştirmiş, ölmüşler, kanserli insanlar çoğalmıştır. Emperyalist tekeller para kazansın diye siyanür atık depoları açık alanda oluşmuş ve kentleri besleyen su havzaları ve barajlar tehlikeye sokulmuştur. Halkımız yakın zamanda temiz içme suyu yerine zehirli su içmek zorunda kalacaktır. Gördes Barajı yakınında çıkarılmak istenen nikel madeni doğayı kirletecek, İzmir Halkı ya zehirli su içecek ya da susuz kalacaktır. Tayyipgiller’in söyledikleri gibi “Gâvur İzmir”, bu madenler hayata geçirilirse “Susuz İzmir” olacaktır. İnsanlar, sağlıklı ve güvenilir yapılarda barınma hakkına sahip olmaları gerekirken, en küçük bir depremde panik halinde sokağa dökülmekte, deprem korkusuyla çadır kentlerde yaşamlarını sürdürmektedirler. İşte Kütahya Simav’ın durumu budur ve içler acısıdır. Kütahya Halkı ise deprem olmasın, Eti Gümüş Madeni’ndeki setler yıkılmasın diye dua eder hale gelmişlerdir. Bu Kütahya Halkının kaderi değildir. Parababaları teknik önlemleri alsalardı, insanlar sağlıklı yapılarda yaşarlar ve yarınlarına güvenle bakabilirlerdi. Ama şimdi korku içinde yaşıyorlar. Tayyipgiller ise çözümü bulmuş, yeni yerleşim birimleri kuralım, Kütahya Halkı oraya yerleşsin, diyorlar. Hem insanların deprem sigortası alacaklarını ödeme, hem insanları sağlıksız yapılarda yaşamaya mahkûm et, şimdi de Kütahya Halkı taşınsın diye palavralar sık… Buna kargalar güler. Kime rant kapısı açmayı planlıyor Tayyipgiller, incelemek gerekir. Depremin üzerinden haftalar geçmiş Tayyip oraya adımını atamazken, seçim bölgelerinde nutuklar atmaya devam ediyor. Deprem bölgelerinde yaşayanlar şunu iyi biliyor ki, ne deprem sigortasından paraları ödeniyor, ne de devlet görevlileri görevlerini yerine getiriyorlar. Tepkileri de bundan. Ne Kütahya Halkının ne de Türkiye Halklarının yazgısı bu değildir. Herkesin temiz bir çevrede, yaşanabilir doğada ve sağlıklı evlerde yaşama hakkı vardır ve de olmalıdır. Bunu istemek ve bu uğurda mücadele etmek zorunludur. Emperyalist tekeller nükleer santral dayatarak enerji kaynaklarımızı da sömürmek gayretindeler. Türkiye Halkları, emperyalistlerin oyununu bozacak sorumluluktadır. Çünkü antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’nı başardıkları gibi, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı da başarıp mantıkî sonucuna ulaştıracaklar, Demokratik Halk İktidarını kurarak emperyalistleri bu ülkeden bir daha gelmemek üzere kovacaklardır. Parababalarının dayattığı biçimde, AB-D Emperyalistlerinin istekleri doğrultusunda peşkeş çekilen yeraltı ve yerüstü servetleri derhal kamulaştırılmalı ve kamu yararına çevreye zarar vermeden, doğayı kirletmeden, insan sağlığına önem vererek, fen ve sanat kurallarının en son tekniği uygulanarak işletilmelidir. Bunu başaracak olan Halk İktidarıdır. İnsanların insanca yaşayacağı, özgür ve mutlu bir aile olarak, yarınlarını düşünmeyecekleri bu düzen mutlaka kurulacaktır. Kurtuluş Partisi bu konuda; TEMİZ ÇEVRE, YAŞAABİLİR DOĞA, TEMİZ TOPLUM yaratma mücadelesinde yapması gerekenler konusunda sorumluluk sahibidir. Mücadele etmektedir, toplumun bu konuda bilinçlendirilmesi ve kavganın paydaşı olması için çalışmaktadır. Bu 5 Haziran’da da görev omuzlarımızdadır. Bu karanlık çemberi kıracak olan bizleriz. Mutlaka başaracağız. 04.05.2011 Haklıyız Kazanacağız! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 9 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Kurtuluş Partisi’nden Tayyipgiller’in Beşiktaş’taki Nemrut Mustafa Paşa Divanı saldırılarına devam ediyor/ A B-D Emperyalistlerinin ve Tayipgiller’in, Fethullahçıların; ABD, AB, NATO karşıtı Yurtsever-Laik-Mustafa Kemalci sivil-asker güçlere; Ergenekon, Balyoz vb. isimler altında sürdürdükleri saldırılara bir yenisi daha eklendi. Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Bilgin Balanlı ve emrindeki subaylar, Menzil Tarikatı’na ait olan Eskişehir’deki Bilvanis Çiftliğini havadan ve karadan takip etmek ve burayı havadan bombalamak üzere hazırlık yapmak ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmayı planlamak gerekçesiyle gözaltına alındılar. Harp Akademileri komutanı Orgeneral Bilgin Balanlı, 30 Mayıs 2011 günü tutuklanarak cezaevine gönderildi. Parababaları medyasının da yazdığı gibi, bu tutuklama, bu süreçteki en yüksek rütbeli muvazzaf subay tutuklamasıydı. Çok kısa bir süre önce, azılı şeriatçılardan ve Tayyipgiller’in akıl hocalarından Bülent Arınç şöyle kusuyordu askere karşı öfkesini: “28 isan sabahı derslerini aldılar. Sen benim emrimde bir memursun. Anayasaya, babayasaya karışma. Cumhurbaşkanını parlamento seçecek. Sen oturduğun yerde oturacaksın. İş bitti. 4 ay gecikmeyle Cumhurbaşkanını seçtik. Hanımefendinin elini sıkmaktan kaçtılar. Şimdi aradan 3 yıl geçti. Her şey normalleşti. Artık topuk selamı verip, ’Cumhurbaşkanım’ diye söze başlıyorlar. Köşe kapmaca oynamaktan vazgeçtiler. Şimdi hepsi sırada. ’Hoş geldiniz’ diyorlar.” (13 Mayıs tarihli gazeteler) Bu üslup ve cüret, Tayyipgiller’in nasıl bir TSK düşmanlığı içinde olduklarını, kendi ülkelerinin askerine nasıl pervasızca saldırmaktan keyif aldıklarını ispata yetiyordu. Ve bir itiraf barındırıyordu açıklamaları: 27 Nisan’ın (ve 27 Mayıs, 28 Şubat vb. ilerici hareketlerin) rövanşı alınıyordu Türk Ordusu’ndan ve Ordu Gençliği’nden. Yine geçtiğimiz günlerde Tayyip ise, ayağa kalkmayan generali nasıl tutuklattığını ballandıra ballandıra anlatıyordu şu sözlerle: “Başbakan anma törenine gider de bir korgeneral orada ayağa kalkmaz mı? Çanakkale’de anma törenlerine gidiyoruz, bu beyefendi ayağa kalkmıyor. Gereği yapıldı, bedelini ödedi. Şimdi gideceği yeri buldu.” Gittiği-gönderildiği yer neresi? Silivri Zindanı! İşte bunların insanlıktan, hukuktan, “ileri demokrasi”den anladıkları budur. Kendilerine kul köle olmayan, el etek öpmeyen herkesi emrindeki mahkemelere tutuklat, bununla da böbürlen. Şimdi soruyoruz: Nasıl güvenilir bunların iktidarına, yönetimine? Açıkça itiraf ettikleri üzere emrindeki mahkemelere, hâkimlere savcılara nasıl güvenilir? Bunların kararlarına, tutuklamalarına, Ergenekon, Balyoz vb. operasyonlarının adaletine, hukuka uygunluğuna nasıl güvenilir? Bu operasyonlar, Parababaları Medyasındaki bitmek bilmeyen dizilere döndü. Ne zaman gündem değiştirmek isteseler, dizinin yeni bir bölümünü vizyona sokuyorlar… Böyle hukuk, böyle adalet olur mu?.. Ama onların hukuku da, adaleti de budur! Bu son tutuklamayla Tayyipgiller pek çok mesaj vermiş olmaktadır. Başta Ordu Gençliği olmak üzere, namuslu, yurtsever, halksever, antiemperyalist, Ortaçağcılığa karşı olanlara: Türk Ordusu tümüyle bizim irademize girmiştir. Anayasamıza, babayasamıza (Ilımlı İslam ve Yeni Sevr projelerine) karışamaz, karşı çıkamaz! Herkes ayağını denk alsın. 12 Eylül Referandumu’ndan sonra artık bu ülkede (yüksek mahkemeler de dahil) mahkemeler tümüyle bizden sorulur. Biz her istediğimizi, istediğimiz zaman gözaltına aldırır, tutuklatırız! demektedir. AB-D’li efendilerine de; sadakatimizi ve hizmetkârlığımızı görün, bizi kanalizasyon deliğine süpürmeyin, kullanmaya devam edin! demektedirler. Kendi müritleştirilmiş, meczuplaştırılmış taraftarlarına; bakın geçmişte bizi yenen, iktidardan uzaklaştıran Halifeliği kaldıran, Laikliği, Cumhuriyeti getiren, Birinci Kuvayimilliye’yi, 27 Mayıs’ı, 28 Şubat’ı ve 27 Nisan’ı yapan, Türbanı yasaklayan Mustafa Kemalcileri, Mustafa Kemalci Ordu Gençliği’ni dize getirdik. İşte gördüğünüz gibi “Artık topuk selamı verip” emrimize girdiler, diye moral vermektedir. Tayyipgiller bir yandan da, “darbecileri yargılıyoruz” diyerek, 12 Eylül’ün Faşist gorilleri Kenan Evrenleri ifade vermeye çağırmakta, böylece, yıllarca 12 Eylül Faşizminin zulmü altında inleyen Türk ve Kürt Halkının ağzına bir parmak bal çalarak kandırmaya, aldatmaya çalışmaktadır. Kim inanır buna?.. Bunlar bir de böyle operasyonlar yaparak, 12 Haziran seçimlerinde halklarımızın oylarını avlamak istemektedirler… Bunlar CIA’nın yönetimindeki gerçek Kontrgerillacılarla etle tırnak gibi kaynaşmışlardır. Bunlar CIA’nın Kontrgerilla operasyonunun uygulayıcıları, emireridirler. Bunlar kendilerine karşı olan herkese karşı, bir caninin acımasızlığı içindedirler. İşte daha dün Hopa’da, ÖDP Üyesi emekli öğretmen Metin Lokmacı’yı bunlar katlettiler. Hopa Halkına acımasızca saldırdılar, onlarcasını gözaltına aldılar. Bu ülke AB-D Emperyalistlerine ve Ortaçağcı Fethullahçılara-Tayyipgiller’e bırakılmayacaktır. Gerici-işbirlikçi-vatan haini iktidarlar (Vahdettinler, Damat Feritler, Ali Kemaller, Rıza Tevfikler, Dürrüzadeler vb.leri) geçmişte boylarının ölçüsünü almışlardır. Bunlar da mutlaka alacaklardır. Bundan adımız gibi eminiz! Birinci Kuvayimilliyecilerin, Mustafa Kemalcilerin parolası belliydi. Bugün da parola bellidir: Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye! Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız! Kahrolsun Emperyalizm! Kahrolsun Ortaçağcılar! 02.06.2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 2 2011 Yaz Kararnamesiyle HSYK, AKP’nin Hukuk Bürosuna dönüştüğünü bir kez daha kanıtlamıştır! 0 Haziran 2011 günü “Yeni” HSYK (Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu)’nun jet kararnamesi yayımlandı. Neydi bu kararnamenin içeriği? Bakalım: “Anayasa değişikliği ile yapısı değiştirilen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, göreve başladığı günden bu yana en kapsamlı kararnamesini hazırladı ve 1816 kişilik adli yargıç ve savcı, 254 kişilik idari hâkimin görev yerini akşam saatlerinde açıkladığı yaz kararnamesiyle değiştirdi. “Ergenekon” davasında hukuksuz tutuklamalar ve insan hakları ihlali yapıldığını savunan “Beşiktaş” savcılarından Kasım İlimoğlu Büyükçekmece savcılığına tayin edildi. “Habur ve Mahmur’dan gelen PKK mensupları ve mültecilerin ünlü “Habur” çadır mahkemesinde sorgulanarak serbest bırakılması nedeniyle eleştirilen Diyarbakır Başsavcısı Durdu Kavak ise İzmir Başsavcılığı’na atandı. “AKP aleyhindeki kapatma davasının iddianamesini yazan savcı olarak bilinen Yargıtay Savcısı Zekeriya Sevimli Üsküdar Savcılığı’na atandı. Yargıtay Başsavcılığı’ndaki kritik isimlerden Savcı Mahir Kara da İstanbul Savcılığı’na atandı. “Başbakan Erdoğan aleyhinde ağır sözlerin dile getirildiği ses kaydındaki isim olduğu iddiasının ardından Ankara Özel Yetkili Savcılığı’ndan alınarak düz savcı yapılan Salim Demirci de Kahramanmaraş’a savcı olarak atandı. “Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı’yken hakkında ilk iddianame hazırlayan Ömer Faruk Eminağaoğlu’nu ise Yargıtay savcılığından İstanbul hâkimliğine atadı.” (Basından) Tabiî Yargıtay Savcısı Eminağaoğlu’nun “tek suçu” bu da değildi. Daha büyük “suç”lar işlemişti Eminağaoğlu! Önce, Demokrat-İlerici-Yurtsever Hâkim ve Savcıların ilk demokratik örgütlenmesi olan YARSAV’ın (Yargıç ve Savcılar Birliği) Kurucu Başkanı olmuştu. YARSAV kurulur kurulmaz, Hâkim ve Savcılık sınavının mülakat aşamasının Tayyip’in Adalet Bakanlığınca yapılmasına karşı davalar açtı, bu uygulamanın bir süreliğine de olsa durdurulmasını sağladı. Bunun üzerine Tayyipgiller, konu henüz mahkemede görülürken Anayasa suçu işleyerek “Hâkimler ve Savcılar Yasasında değişiklik Yapan 5720 Sayılı Yasa”yı Meclisten geçirdiler. YARSAV buna karşı da mücadele etti. Daha sonra, Yargının nasıl ele geçirileceğine ilişkin AB Emperyalistlerine sunulan bir başka Tayyipgiller operasyonu olan “Yargı Reformu Strateji Taslağı”na karşı da YARSAV sert eleştirilerde bulundu. Bu da yetmedi, “Ergenekon” maskeli saldırının tüm hukuksuzluklarına dikkat çekerek, oldukça sert açıklamalar yaptı YARSAV. Hatta bu nedenle dönemin YARSAV Başkanı olan Ömer Faruk EMİNAĞAOĞLU “yargıyı etkilemek” suçundan yargılandı. Yine bu süreçte demokrat-yurtsever-laik-namuslu Erzincan eski Başsavcısı İlhan CİHANER’e de sahip çıktı YARSAV. Bir hukuk fa- Bağımsız Değil! CIA Güdümlü Fethullahçı Yargı İş Başında! ler. Önce Hatip Dicle’nin vekilliğini düşürdü- Neymiş? Kesinleşmiş hapis cezası varmış... Yargıtay Dicle hakkındaki kararı 22 Mart’ta, yani 12 Haziran seçimlerinden yaklaşık 3 ay önce kesinleştirdi. Hatip Dicle, milletvekilliği adaylık başvurusunu 11 Nisan 2011’de, kararın kesinleşmesinden 20 gün sonra yapmıştı. YSK, Hatip Dicle’ye, “terör örgütü üyeliği mahkûmiyeti”ni gerekçe göstererek “hayır” dedi önce. Dicle mahkemeden, “memnu”, yani “yasaklanmış” haklarının iade edildiğine dair karar alınca “milletvekilliğine aday olabileceğine” hükmedilmişti. Daha sonra, H. Dicle’nin kesinleşen dosyası mahkemesine gelmiş, mahkeme bu hükmü H. Dicle’nin adli siciline kaydettirerek infaz için dosyayı 2 Haziran’da İnfaz Bürosuna göndermiş. İnfaz Bürosu da 9 Haziran da YSK’ye H. Dicle hakkında bildirimde bulunuyor. Yani YSK, seçimden 3 gün önce H. Dicle’nin kesinleşen mahkûmiyetini öğrenmiş bulunuyor, ama bir şey yapmıyor. Seçilmiş Vekiller Cezaevlerinde... YSK, H. Dicle 77.709 oyla seçildikten 9 gün sonra 21 Haziran’da, “milletvekili seçilme yeterliliği yok” diyerek milletvekilliğini düşürüyor. YSK’nin ilk engelini aşan H. Dicle, seçimi kazandıktan sonra çıkartılan ikinci engeli aşamayarak cezaevinde yatmaya devam ediyor. Şimdi bu sürecin hukuk neresinde? Bırakın koca koca yargıçları, profları, ilkokulu yeni bitirmiş bir çocuk bile önüne konan bu “hukuk”u kaldırıp çöpe atacaktır. Ha bir de, YSK’nin H. Dicle’den aldığı mazbatayı, apar topar AKP’den seçilememiş bir adaya vermesi var!.. Hangi yetkiyle, hangi teamülle?.. Bunu artık ilkokulu bitirmemiş çocuğa bile yutturamazsınız. Hukuk sadece yazılı metinlerden mi ibarettir? Yazılı metinlerin hayatın akışıyla çeliştiği durumlarda çelişki, hayatın akışı yönünde giderilmez mi? Dünyanın her yerinde her çağda ve her sistemde üstyapı kurumu olan hukuk altyapıdaki değişimlere er veya geç kendini uydurmak zorunda kalmıştır. Ama sınıflı toplumlarda hukuk ve yargı emekçilerin boyunduruk altına alınmasını sağlamak içindir son tahlilde. Tâ ki zor oyunu bozana kadar. Seçim öncesi YSK, AKP’nin emriyle bazı adayların başvurusunu geri çevirince Kürt Halkı bu oyunu bozmuştu. Şimdi de ya aynı şekilde zor oyunu bozacak, ya da defalarca olduğu gibi AKP ve AB-D ile pazarlık/uzlaşı arayışları uğruna yapılanlar sineye çekilecektir. Biz birici yolu tercih etmelerini dileriz. Sanırız seçimi kazanan 6 KCK tutuklusunun tahliye talepleri de ret olunacak, aynı sözde savcı-yargıç güruhu tarafından... Balbay ile Haberal’in tahliye talepleri de hukuka aykırı bir şekilde reddedildi. Onların kesinleşmiş mahkûmiyetleri de yoktu. Zaten hukuka, vicdana, insanlığa aykırı bir şekilde cezaevinde tutuluyorlar. Yargılandıkları “Ergenekon” adı takılan dava süreci de; değil yasayla, hukukla, değil en temel insan haklarıyla, en ufak bir insanî değerle, en ufak bir ahlâkla, en ufak bir namusla, en ufak bir onurla, en ufak bir vicdanla zerre ciası olan CİHANER’in tutuklanma ve yargılanma sürecindeki hukuk gasplarını teşhir etti. Ve son olarak, Tayyipgiller’in yargıyı bütünüyle ele geçirmek üzere hazırladığı Anayasa değişikliğine karşı da aktif mücadele etti, mevcut Anayasa değişikliği için “yargının siyasal iktidar tarafından ele geçirilmesi, demokratik hukuk devletinin yok edilmesi” tespitinde bulundu YARSAV, “Yargı-sız İnfaz Olmasın” isimli broşüründe ve pek çok basın açıklamasında... İşte YARSAV’ın, dolayısıyla EMİNAĞAOĞLU’nun büyük “günahları” bunlardı! Bu nedenle Tayyip “en yakın zamanda halletmem lazım” diyordu YARSAV için. Ancak YARSAV üyelerince bu tehdide de boyun eğilmeyerek “gücün yetiyorsa YARSAV’ı kapat” diye cevap verilmişti, yine dönemin onurlu bir diğer ismi olan Emine Ülker TARHAN tarafından. TARHAN milletvekili seçilemeseydi, eminiz ona da bu “günah”larının bedeli ödettirilirdi. Ve son olarak, bir devrimci çıkış daha yapan EMİNAĞAOĞLU, 2010 yılında bu kez YARGI-SE’i (Yargıç ve Savcılar Sendikası) kurdu, arkadaşlarıyla beraber ve Kurucu Başkanı oldu. İşte böylesine ağır, taammüden “suç”lar işlemişti EMİNAĞAOĞLU. Tabiî Tayyipgiller için “suç” kabul edilen bu davranışlar, biz devrimci hukukçular için en demokratik, haklı, onurlu mücadele ve örgütlenme örnekleridir. Bu çabalar Cumhuriyet Hukukunun kazanılmış ilkelerine sahip çıkmanın en doğal sonuçlarıdır. Peki ya Zekeriya SEVİMLİ? O da YARSAV’ın eski Genel Başkan Yardımcısıydı. Yani yukarıda sayılan “suç”lara iştirak etmişti. Yine AKP’nin kapatılması istemli davada İddianameyi hazırlayan savcı olarak da “sanık” sıfatı kazanmıştı Tayyipgiller için! Onun “suç”unun sübutu açısından başkaca bir delil aramak da safdillik olurdu! Liste böylece uzayıp gitmektedir. İşte böylece, AKP’nin 2010 tarihinde “Referandum” aldatmacasıyla, sağlı-“sol”lu, “Yetmez Ama Evet” Sorosçusu bilimum vatan ve halk düşmanının ve “Boykot” Sevrcisi gafillerin açık-gizli, doğrudan-dolaylı desteğiyle hayata geçirdiği son Anayasa Değişikliği’nin amacı gerçekleşmiş oldu. Bu anayasa değişikliği ile HSYK’nin düzenlendiği 159. madde de değiştirilmişti hatırlanacağı üzere. Buna göre, sözde yerel mahkeme hâkimlerinin seçtiği, gerçekte bir grup “F Tipi” militanın Adalet Bakanlığı müsteşarlarınca hazırlanan blok listeye oy verdirtilmesiyle yeni HSYK oluşmuştu. Ve her vesileyle Yüksek Askeri Şura kararlarına karşı yargı yolunun kapalı olmasını antidemokratik bulduğunu iddia eden AKP, bu anayasa değişikliği kapsamında Anayasa’nın 125. maddesinde yaptığı değişiklikle YAŞ kararlarına karşı (terfi ve emeklilik hariç) yargı yolunu açarken, HSYK’nın düzenlendiği 159. maddesindeki değişiklikte HSYK’niın meslekten çıkarma dışındaki kararlarına karşı yargı yolunu kapalı tutmuştur! Şimdi soruyoruz: Bu mudur ileri Demokrasi? Yandaş olmayanları cezalandır, yandaş olanları ödüllendir ve yargı yolunu kapat, bu mudur adalet? Bu mudur Yargı Bağımsızlığı? kadar alakası olmayan; tamamen düzmece, sahte delillere dayanan, insanların mahremiyetlerine el atan ve bunları Fethullahçı medya ve Parababalarının pezevenkler medyası vasıtasıyla çarşaf çarşaf teşhir eden ahlâksız, vicdansız bir CIA operasyonudur. AB-D (ABD ve AB) Emperyalistlerinin Yeni Sevrci saldırılarının önündeki en ciddi direnç noktası olan Kuvayimilliye gelenekli, Mustafa Kemal’in antiemperyalist, laik değerleriyle yetişmiş Ordu Gençliği’ni, namuslu aydın, yazar ve yargıçları etkisizleştirmek için hukuk kılıfı giydirilmeye çalışılan bir operasyondur “Ergenekon”, “Balyoz” vb. gibi davalar. Son anayasa referandumunun birincil amacının yargıyı AKP’nin hukuk bürolarına dönüştürmek olduğunu söylemiştik, haykırmıştık. Ne kadar haklıymışız… Referandumda boykotçuluk yapanlar... Hiç sızlanmayın şimdi. Herkes ektiğini biçermiş... Bir söz de “Yeni CHP”ye... Halkın oyu namusunuz olmalı. Hukuksuz, vicdansız bir şekilde CIA beslemesi Fethullahçı savcılar, yargıçlar vasıtasıyla esir tutulmaya devam olunan Vekilleriniz onurunuz olmalıdır. Ya türban açılımı, Yeni Sevrci diğer açılımlar ve 27 Mayıs Devrimi düşmanlığıyla kanıtladığınız gibi ABD Emperyalizmin dümen suyunda seyretme Sonuç olarak; Referandum sürecinde Kurtuluş Partililerin, bu değişikliklerin esas amaçlarından birisinin de YARGI’YI AKP’NİN HUKUK BÜROLARINA DÖNÜŞTÜRME olduğu öngörüsü maalesef gerçekleşmiş oldu. Biz yıllardır söylüyoruz, Laiklik yoksa Bilim de, Özgürlük de, Demokrasi de yoktur diye. Tayyip ve şürekâsının Şeriatçı ideolojisi, her toplumsal alana Şeriatın yüzde yüz egemenliğini gerektirir. Bu anlamda siyasi iktidar da, Şeriatın uygulayıcısı olarak tüm bu alanlara hâkim olmalıdır. Yargıya da basına da eğitim kurumlarına da hatta halk örgütlerine de… Dolayısıyla Tayyipgiller, bağımsız yargı-demokratik hukuk yerine monarşik devletin Şerri hukukunu ister, Yargıç yerine Kadı ister. Bağımsız yargı istemediği gibi; dernek, sendika gibi İşçi Sınıfı ve emekçilerin yüzyılları aşkın mücadeleleri sonucu ortaya çıkmış örgütlenme araçlarına da saygı duymaz. Hem sonra, örgütlenme hakkı da neymiş! Ya Tayyipgillerin örgütündensindir, onun güdümündesindir ya da hiçbir hakkın yoktur! Parababaları iktidarlarının genel tahakküm biçimiyle örtüşen bu durum, söz konusu Tayyipgiller olduğu zaman daha da perçinlenir. Çünkü onlar Ortaçağdan kalma Antika Parababasıdırlar. Modern Parababalarına kıyasla demokrasiye, laikliğe, bilime ve özgürlüğe on kat daha düşmandırlar. Biz bu konuda, mevcut Anayasa’da dahi henüz ortadan kaldırılmayan 138, 139 ve 140. maddelerde düzenlenen Hâkimlik ve Savcılık Teminatının açıkça çiğnendiğini görüyoruz. Zira Anayasanın 138. maddesinde “Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar… Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz” denmektedir. Tayyipgillerin hukuk bürosuna dönüşmüş olan HSYK (Hâkimler Ve Savcılar Yandaşlık Kurulu olarak okunabilir), anayasanın istediği maddesini uygulamakta, istemediği maddesini uygulamamaktadır. Önümüzdeki günlerde ise Tayyipgiller, henüz ortadan kaldıramadıkları bu ve benzeri maddeleri yok edecekleri yeni bir anayasa yapma sürecine gireceklerdir. Ve yine her türden gaflet, dalalet ve hatta ihanet içinde olan yandaş bulacaklardır. Tabiî, Yargının bütünüyle AKP’nin Hukuk Bürosu’na dönüştürülmesinden sonra da dokunulmazlıkları kaldıracaklar ve başta Tayyip olmak üzere yüz kızartıcı onlarca suçtan dosyası bulunanların hepsini beraat ettirecekler. Böylece “Yargı” tarafından da “aklanmış” olarak geçmiş suçlarının hesabını vermekten kurtulmuş olacaklardır. Hesapları budur. Ancak bu hesap Bağdat’tan dönecektir. Bugün sahte sandık demokrasisiyle, her türlü devlet imkânıyla, tarikatlarla kandırılmış, meczuplaştırılmış kitlelerden, AB-D Emperyalizminin ve Sorosçuluğun maddi-manevi desteğinden ve dahası milyonlarca sahte oydan aldıkları geçici bir üstünlükleri olabilir. Ancak son sözü de, son hükmü de örgütlü-bilimli-bilinçli Emekçi Halk kitleleri verecektir. Bundan hiç kuşkumuz yoktur. 21.06.2011 Kurtuluş Partili Hukukçular “yeni”liğinize devam edeceksiniz, ya da Mustafa Kemaller’in, İnönüler’in Kuvayimilliyeci CHP’sine dönüp Vekillerinizle birlikte onur ve namusunuzu koruyacaksınız. Ya yumuşak mızıldanmalarla onur ve namusunuzu çiğnetecek ya da parlamentoyu boykotla, % 26 seçmen tabanınızla her türlü meşru militan direnişlerle onurunuza ve namusunuza el uzatanlara gereken karşılığı vereceksiniz. Son söz de AB-D Emperyalistleriyle onların yerli uşaklarına: Anayasa Referandumundan evetle çıkmış, seçimlerde % 50 oy almış olabilirsiniz. Hatta yapacağınız yeni Anayasayı da, belki CHP ve BDP’nin de yardımlarıyla istediğiniz gibi sonuçlandırabilirsiniz. Ama hiç kuşkunuz olmasın! Birinci Kurtuluş Savaşı’nı başaran bu halklar, sizin tüm bölme çabalarına rağmen, el-ele, omuz-omuza Halkın Kurtuluş Partisi önderliğinde İkinci Kurtuluş Savaşı’nı da başarıya ulaştıracak, bir daha gelmemek üzere sizi yerli uşaklarınızla birlikte inlerinize dek kovalayacak, İşçi Sınıfı ve tüm Dünya Halklarla birlikte ininizi başınıza yıkacaklardır. 25 Haziran 2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 10 1 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Kurtuluş Partisi’nden Suriye’de yaratılmaya çalışılan kaos ve yıkımın tetikçileri “Büyük Ortadoğu Projesi”ni (BOP’u) gerçekleştirmeye çalışan ABD ve AB Emperyalistleridir! 5 Mart’tan bu yana komşu ülke Suriye’de başlayan iç kargaşalığın boyutu göstermektedir ki, ABD-AB emperyalistleri, Sorosçular Suriye’deki bu karışıklıkların tetikçisidir. Halk düşmanı, insanlık düşmanı Barak Obama, Suriye’yi tehdit ediyor. “Ülkede demokrasi yok diye reformlara gitmesi gerekiyor”. (Kendilerinin insanlığa yaşattığı yağma ve talanı, acıları demokrasi olarak görüyor olsa gerek.) Şimdi bütün bunları AB-D Emperyalistleri niçin yapmakta, neyi neden kaşımaktadır? İnsanlık, ortalama dokuz yüz yıldan beri (Haçlı Seferleri’nden beri), bu Batılı haydutlardan çektiğini hiçbir şeyden ve hiç kimseden çekmemiştir. Buna son bir örnek, 10 Mayıs tarihli gazetelerde yayımlandı. Milliyet’in manşet üstü haberi şöyle: “İnsanlık Akdeniz’de öldü” Bu başlığın hemen önünde de NATO amblemi var. Bu işaretle, insanlığı öldürenin NATO olduğunu kendince belirtmiş oluyor, Milliyet’in sayfa hazırlayıcısı. Başlığın hemen altında da gazetedeki haberin bir paragraflık bir özeti verilmekte. Şöyle deniyor: “Libya’dan kaçan mültecileri taşıyan teknenin yakıtı bitti. Ama ATO güçleri göz göre göre yardım etmedi. Denizde geçen 16 günün bilançosu ağır oldu: 61 insan açlık ve susuzluktan öldü.” (agy) Haberin ayrıntısı da aşağısında verilmekte. Mülteci dolu bir teknenin resmi de var, haberde. Milliyet’in yönetmeni, NATO adlı saldırgan askeri örgütün, insanlıkla falan hiç ilgisi olmadığını söyleyemediği için, lafı dolandırıyor. Gargara yapıyor. “İnsanlık Akdeniz’de öldü” diyerek olayı tekilleştiriyor. Suçu seyreltiyor… NATO’nun karakterinin hep bu olduğunu söylemekten kaçınıyor… AB-D haydutlarının, Suriye’deki muhalefeti kışkırtmaları da aynı amaca yöneliktir. Bu alçaklar Libya’da amaçlarına ulaşır ve kucağa aldıkları muhalefeti iktidara getirip Kaddafi Yönetiminin işini bitirirlerse, Suriye’ye de aynı şekilde saldırmayı planlamaktadırlar. Suriye’de muhalefeti yanına çekerek yaptırdıkları eylemler, yapmayı düşündükleri saldırının ön hazırlığı kapsamındadır. Libya ve Suriye’deki muhalif hareketler, AB-D Emperyalistlerinin doğrudan yönetimine girdikleri, hatta yalnızca ittifaka girdikleri andan itibaren meşruiyetlerini tümüyle yitirmişlerdir. O nedenle bunlar, artık ihanete karmış ve AB-D güçleri durumuna gelmiş hareketlerdir. Bunların başarılı olmaları o ülke halklarının zararınadır. O nedenle bunlar, karşı çıkılması gereken hareketlerdir artık… İşin bir diğer acı yönü de şu anda Libya’yı vuran NATO uçaklarının komuta merkezi, İzmir’deki NATO Karargâhı’dır. Yani ülkemiz de Libya’da Müslüman kanı akıtan, kadın çocuk demeden cana kıyan bu modern Haçlılar Seferi’ne ev sahipliği yapmaktadır. Şimdi de Ordumuzun Suriye’ye müdahale etmesini istiyorlar! NATO’nun Suriye’ye saldırması (ki, bu Türkiye’nin de saldırının içinde yer alması anlamına gelir), iki ülke arasındaki tüm barışçıl ve kardeşçil bağların ortadan kalkması demektir. Suriye’nin İran’la Stratejik İşbirliği Anlaşması var. Yani bunlardan birine saldıran devlet diğerini de karşısına almış olacak! ABD’nin gönlünü yapmak uğruna komşumuz İran’la da ilişkilerin bozulması demektir Suriye’ye ordunun müdahalesi… Emperyalistlerin Suriye’ye yönelik tehdit ve müdahaleleri, haksız ve meşru olmayan bir girişimdir. Türkiye’nin buna alet olması ise tesadüfî değildir. Bizim gibi ülkelerde iktidara kimin geleceğini ABD–AB Emperyalistleri belirlerler. Onların tüm pis işlerini yapmayı kabul edenler başa getirilir. Bugün gelinen noktada ise İnsanlık düşmanı Obama, Suriye’nin sınırdaki askerine karşılık Türk askerlerini yığmakla tehdit etmektedir. Suriye’deki gelişmeler olumsuzluğa doğru gitmeye başlarsa Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’un Türkiye ayağı başlatılacak. Aslında emperyalistlerin Suriye’ye yapacakları müdahale, kaçınılmazca ülkemize sıçrayacak, bundan nasibini Lübnan ve İran da alacaktır. Biz gerçek devrimcilerin kabul ettiği bir yasa vardır: “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”. Suriye halkının iç işlerine Suriye halkları karar verir. Tüm emperyalistler ve Tayyipgiller bunu böyle bilmelidirler. AB-D Emperyalistlerinin “demokrasi” götürdükleri ülkelerin durumlarını görmekteyiz. İşte Yugoslavya, işte Irak... Tek ulus olan Arap Ulusu’nu İngiliz Emperyalizmi 22 parçaya böldü ama BOP için bu kadarı da yetmiyor. Daha da küçücük devletçiklere ayırmak istemektedirler Arap Ulusunu, planlarını uygulamak için. Yugoslavya’da kardeşçe bir arada yaşayan halkların arasına nifak tohumlarını AB-D Emperyalistleri ekti; Yugoslavya’yı kan gölüne çevirdi. Sonra da kurtarıcı rolüne büründü. Çünkü Emperyalistlerin alçak emellerinin uygulanması için Yugoslavya’nın bölünmesi, yönetimlerinin değişmesi gerekirdi ve onların istediği yönetimler gelmeliydi. Lenin Usta’nın dediği gibi “emperyalistler bir ülkeye girdiklerinde o ülkedeki en gerici güçlerle ittifak kurarlar”. Bugün Suriye’ye baktığımızda da halkları birbirine düşürmek için mezhep ve ırk çatışmalarını gerici unsurlarla ittifak kurarak yapmaktadır. Suriye halkının iç sorunları vardır. Olabilir. Ancak bu sorunları Suriye Halkının kendisi çözmelidir. Suriye’den kaçan mültecilerin çadırlarını Angelina Jolie’ye ziyaret ettirdi CIA. CIA görevlisi Angelina Jolie’yi barış meleği yaptılar! Angelina Jolie’nin ilk mülteci kampı ziyareti değildi. O da CIA emrinde çalışan bir insanlık müsveddesi. Angelina Jolie ziyaretinden sonra şöyle konuştu: “Gezdiğim mülteci kaplarından en mutlu, neşeli, gülen yüzleri bu kampta gördüm. Türkiye’yi bundan dolayı kutluyorum.” Bu söylemle Türkiye’nin gururu okşandı. Angelina Jolie’nin bu ziyareti, Hatay valisini cuşa getirmiş ki: “Angelina Jolie’ye hediyeler vermek istedik izin verilmedi. Angelina’nın gelmesiyle bölgemizi tüm dünya tanıdı. Turizm açısından önemli bir gelişme olarak değerlendirmekteyiz” şeklinde demeçler verdi. Güler misiniz ağlar mısınız?.. Komşu Suriye Halkı, emperyalist alçaklar tarafından tehdit altında, bu durumdan Türkiye de nasibini alacak, bizimkiler de turizm açısından iyi oldu demektedir. Milliyet yazarı Güngör Uras da, Jolie’nin, bu ziyaret sırasında kolundan hiç çıkarmadığı zembile (örgü-sepet çantaya) dikkat çekiyor. Çünkü Bu çanta Louis Vuitton markaymış. Lüks eşya meraklılarının gözleri bu çantada! Angelina bir yıl boyunca bu çantayı kolunda taşımak için bu firmadan 10 milyon dolar almış!.. Dünya ve Türkiye basınında satılmış kalemşorlar, Suriye hakkında durmadan emperyalistlerin emellerine çanak tutan haberler yayınlamakta, kamuoyunu yanıltmakta ve kafalar bulandırılmaktadır. Gerçekler hasıraltı edilmektedir. Hatay Yayladağı’nda Suriyeli mültecilerin bulunduğu çadır kente gittik. Olayları orada bulunan mültecilerle de paylaşmak istedik. Çadır kentteki insanların dışarıyla teması kesinlikle yasak edilmiş ve perde ile tamamen izole edilmişlerdi. Görüşme isteğimiz güvenlik güçlerince engellendiği için teller üzerinden görüşme yapabileceğimiz birilerine bakındık. Bu esnada konuşmalarından akrabası olduğunu anladığımız, mesleği doktorluk olan Suriyeli vatandaşın teller üzerinden akrabalarıyla konuşmaları sırasında: “Büyük hata yapıyorsunuz, kandırılıyorsunuz geri dönün!” şeklindeki konuşmalarına şahit olduk. Daha sonra biz bir yeri yırtılmış perdenin altından birkaç yetişkinle konuşma fırsatı bulduk. Kafalar karışık ve korkmuş insanlar bulduk karşımızda. Suriye ile ilgili Arap televizyonlarında memleketlerine dönen ve hiçbir sorunla karşılaşmadıklarını anlatan insanları da izlemekteyiz aynı zamanda. Bölge insanlarımız Suriye Halkının yanında olmakla beraber olayları tedirginlik içinde izlemektedirler. Bölge halkımız başta olmak üzere Suriye Halkını AB-D Emperyalistlerinin provokasyonlarına karşı uyanık olmaya çağırıyoruz. Emperyalistler BOP’u uygulamanın taşlarını yavaş yavaş döşeyecekler; bizler de o günlere her anlamda hazır olmalıyız. Saldırıları bertaraf etmek için gücümüzü halk örgütleriyle birleştirmeliyiz. Suriye Halkı Yalnız Değildir! Yaşasın Halkların Kardeşliği! Halkız Haklıyız Kazanacağız! Halkın Kurtuluş Partisi Samandağ İlçe Örgütü Kurtuluş Partisi Sivas Katliamı’na karşı alanlardaydı Baştarafı sayfa 24’te İstanbul Her sene gerçekleştirdiğimiz anma etkinliğini bu sene de 2 Temmuz akşamı saat 19.30’da Sancaktepe İlçemizin Veysel Karani Mahallesi’nde halkımızın yoğun katılımıyla gerçekleştirdik. Anma etkinliğimiz açılış konuşması ve saygı duruşuyla başladı. Daha sonra Sivas’ta yakılan ilerici insanlarımızın isimleri teker teker okundu, okunan her isimden sonra “burada” diyerek, Sivas şehitlerinin ölmediğini, bizlerin yanında olduklarını haykırdık. Sancaktepe İlçe Başkanı’mız Durmuş Pala yapmış olduğu basın açıklamasında; “Sivas Katliamı’nı unutmadığımızı ve katliamı yapan Ortaçağcı Şeriatçılardan hesap soracağımızı” dile getirdi. Anma etkinliğimiz genç bir arkadaşımızın okuduğu şiir ve arkadaşlarımızın hazırlamış olduğu müzik dinletisiyle sona erdi. Ankara İzmir İstanbul Bursa Sivas şehitleri Bursada yapılan yürüyüş ve basın açıklaması ile anıldı. Kent Meydanı’ndan başlayan yürüyüş Fomara Meydanı’nda yapılan basın açıklaması ile sona erdi. Basın açıklamasına siyasi Bursa partiler, demokratik kitle örgütleri katılarak destek verdiler. Eyleme Halkın Kurtuluş Partisi İl Örgütü de bayrak ve flamaları ile katılarak, Şeriatçı güçlere ve onların ağababası AB-D Emperyalistlerine olan öfkelerini haykırdılar. Eylem boyunca sık sık “Gün Gelecek Devran Dönecek Katiller Halka Hesap Verecek”, “Şeriat Ortaçağdır” , “Kahrolsun Şeriat Yaşasın Sosyalizm”, “Faşizme Karşı Omuz Omuza”, “Sivas’ı Unutma Unutturma”, “Sivas Şehitleri Ölümsüzdür” sloganları atıldı. Kurtuluş Partililer Ne Zaman Aşımı, ne de Mahkemeleriniz Sivas Katliamı’nı unutturamaz, yapanları ve yaptıranları aklayamaz! B undan 18 yıl önce Sivas’ta 33 aydın insanımız, 2 otel çalışanı insanımız göz göre göre vahşice katledildi. Katliamı yapanlar yıllardır halkımızı Allah’la kandıran-korkutan Tayyipgiller zihniyetindendi. Bu vahşi katliamı gerçekleştiren sanıkların bir kısmı hâlâ firarda, kalanlar ise zaman aşımından paçayı sıyıracaklar. Öyle sansınlar… Bu katliamı yapanların avukatlarının bir kısmı Tayyipgiller tarafından ödüllendirilerek 12 Haziran seçimlerinde milletvekili seçildiler. Böylesine bir vahşetin savunuculuğunu yapanlar insanlıktan nasibini almamış kimselerdir. Bunlar Kerbela’da Hz. Hüseyin’i, Banaz’da Pir Sultan Abdal’ı, Serez’de Şeyh Bedreddin’i, Menemen’de Kubilay’ı, Çorum’da, Maraş’ta yaşlıgenç, kadın-erkek çoluk-çocuk demeden, yüzlerce insanı hunharca katledenlerin soyundandır. Amerikan 6. Filosu’nu protesto eden devrimci gençliğe saldıranlar da bunlardı. Ülkemizi AB-D Emperyalizminin boyunduruğuna sokanlar da bunlardır. Bunların Müslümanlığı Yezid’in Müslümanlığıdır. Hz. Muhammed ve Dört Halife’nin Müslümanlığı ile uzaktan, yakından hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar halklarımızın temiz din duygularını sömüren din bezirgânlarıdır. Siyasette ve ticarette dini kullanırlar. Her türlü ilerici hareketin karşısında oldukları için karşıdevrimcidirler. Mustafa Kemal’e ve onun geleneklerini sürdüren Ordu’ya da bu yüzden düşmandırlar. “Ergenekon”, “Balyoz” adı altında CIA patentli operasyonlarla, Nemrut Paşa Divanı Mahkemelerle Ordu’yu (özellikle Ordu Gençliği’ni) ve Laik aydınları, Bilim insanlarını dolayısıyla halklarımızı baskı altına almak iste- mektedirler. Bu amaçlarında kısmen de olsa başarılı olmuşlardır. Kısmen diyoruz, çünkü bu topraklarda yaşayan halklar, her türlü gerici ve emperyalist kuşatmaya rağmen dünyadaki başarıya ulaşmış ilk Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nın mimarlarıdır. Bu ikinci kuşatmayı da bir daha geri gelmemek üzere Tarihin çöplüğüne atacaktır. Gün; Sivas’ta diri diri yakılan 33 yurtsever aydınımızın katledilmesinin hesabını sormak için Şeriatçı-Ortaçağcı güçlere ve AB-D Emperyalistlerine karşı mücadeleye gözü kara, ikircikliğe düşmeden atılma günüdür. Gün; sadece yitirdiğimiz onurlu, namuslu, yurtsever, laik insanlarımızı ağıtlarımızla anma değil, onların anılarını ve özlemlerini mücadelelerimizle yaşatma günüdür. Gün; Halkın Kurtuluş Partisi öncülüğünde, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandırıp emperyalistleri, yerli satılmışları ve Ortaçağcı Şeriatçıları ülkemizden ikinci ve son kez geri dönmemecesine kovup Demokratik Halk İktidarını kurup, dünya halklarına yeniden umut olma günüdür. Halkın Kurtuluş Partisi bunun için vardır. 02.07.2011 Şeriat Ortaçağdır! Sivas Katliamı’nı Unutmadık Hesap Soracağız! Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 11 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Kurtuluş Partisi’nden Kurtuluş Partisi, karalayanlara inat, 27 Mayıs’ı kutladı İstanbul İstanbul 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi‘nde Kurtuluş Partisi 27 Mayıs günü İstanbul Taksim’de eylemler yaptı. Eylemde 27 Mayıs’ın, 12 Mart ve 12 Eylül Amerikancı Faşist Darbelerden farklarının altı çizildi. Eylemde sık sık “Yaşasın 27 Mayıs Politik Devrimi”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” sloganları atıldı. Ankara Sakarya Meydanı’nda gerçekleştirilen eylemde, 27 Mayıs Politik Devrimi’nin halkımıza getirmiş olduğu ilerici yenilikler vurgulan- dı ve bu devrime sırt çeviren ihanet içerisindeki çevrelerin tutumu teşhir edildi. Eylemde; “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Yaşasın 27 Mayıs Devrimi”, “Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi” sloganları atıldı. Bursa 27 Mayıs’ta saat 19.00’da Kent Meydanı’nda gerçekleştirilen basın açıklamasını İl Başkanı Av. Halil Ağırgöl yaptı. Basın açıklamasında sık sık; “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek”, “İşsizliğe, Pahalılığa, Zama, Zulme Son”, “Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır” sloganları atıldı. İzmir 27 Mayıs Politik Devrimi’nin Yıldönümünü, Karşıyaka Çarşı girişinde kutladık. Kutlama eyleminde İl Başkanı Av. Tacettin Çolak, Parti Genel Merkezi tarafından hazırlanan bildiriyi okudu. Eylem anında Çarşı’da bulunan halktan birçok insanımız, eylemimizin içeriğinden ve cesaretimizden dolayı bizleri kutladılar ve eylemimize candan alkışlarıyla katıldılar. Basına ve Halk Örgütlerine 1 27 Mayıs; Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği’nin “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak” gerçekleştirdiği Politik bir Devrimdir 2 Mart ve 12 Eylül ise fosilleşmiş generallerin “emir komuta zinciri içinde ve emirle” yaptıkları AB-D ve dolayısıyla CIA destekli faşist darbelerdir. Bu her üç hareketin de Ordu tarafından gerçekleştirilmiş olması, özellikle son yıllarda, hepsinin eşitlenmesine ve hatta “darbelerin başlatıcısı, darbelerin anası” denerek, 27 Mayıs’a Partimiz 27 Mayıs’a sahip çıkmaya devam etmektedir, edecektir de… 27 Mayıs’a gelmeden önce ülkemizde halk düşmanı bir iktidar vardı: Demokrat Parti (DP). Bu iktidar; Bakanlarını dahi ABD’nin onayını almadan atayamazdı… Meclis kararı almadan, Kore’ye ABD’li generaller komutasında savaştırılmak üzere asker gönderdi ve ABD Emper- İzmir daha çok küfredilmesine yol açmaktadır. Kendisine “sosyalistim” diyen bazı gafillerin dahi 27 Mayıs’a saldırdığını, 27 Mayıs’ın devirdiği Amerikancı Bayar-Menderes’i “demokrasi kahramanı” ilan ettiklerini görmekteyiz. Öyle ki, CIA, MOSSAD ve Fethullah operasyonuyla CHP’nin Genel Başkanlık koltuğuna oturtulan K. Kılıçdaroğlu bile 27 Mayıs 2010’da yaptığı açıklamada; “27 Mayıs’ı yapanlar bugün utanıyorlar.” diyebilmiştir. Bir zamanlar herkesin göğsünü gere gere savunduğu, “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutladığı 27 Mayıs’a, O’nun topluma kazandırdıklarına sahip çıkmak günümüzde neredeyse kahramanlık yapmakla eş anlamla hale gelmiştir. Geçmişte 27 Mayıs’ı sahiplenen bazı Kemalist çevreler dahi bugün bu sahiplenmeyi bırakmış durumdadırlar. Bütün bunlara karşın Bursa yalizminin pis çıkarları için 1350 gencimizin hayatını kaybetmesine neden oldu. 1952’de Türkiye’yi NATO’ya sokarak Türk Ordusu’nu yine ABD’li generallerin komutasına verdi... Türk parasının değerini yüzde 320 oranında düşürdü. Parababalarının sömürüsü ve talanları akıl almaz boyutlara ulaştı. Milletvekillerinden oluşan “Tahkikat Komisyonu” eliyle her türden muhalefeti susturmaya, direnenleri hapislere doldurmaya başladı... ‘‘Vatan Cephesi’’ adlı uyduruk bir sözde “cephe” kurarak toplumu Demokrat Partililer ve diğerleri diye ikiye böldü… Dönemin Başbakanı A. Menderes, meydanlarda; “ben odunu aday göstersem o da seçilir”, Meclis Grubunda da; “Siz isterseniz Hilafeti bile getirebilirsiniz” diyerek nutuklar atıyordu. Kısacası bu iktidar, halkla hiçbir ilgisi olmayan, tamamen bir avuç yerli yabancı Parababası ile Antika TefeciBezirgânın çıkarlarını savunan ABD kuklası ve Ortaçağ özlemcisi bir iktidardı… Bayar-Menderes iktidarının bu halk düşmanı saldırılarına karşı başta Asker-Sivil Gençliğimiz olmak üzere yurtsever-namuslu aydınların direnişleri yaşanıyordu. Bu direnişlere de azgınca saldırıyorlar, Turan Emeksiz, edim Özpolat gibi devrimci gençlerimiz şehit ediliyordu. Ankara’da iktidarı protesto eden Harbiye Öğrencileri ise okuldan atılmak ve zindanlara tıkılmak isteniyordu. En küçük bir demokratik tepki dahi zulümle bastırılıyordu. Artık bu zulme daha fazla sabredilemezdi… Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği’miz, 27 Mayıs gecesi bir vuruşta, Amerikancı Parababaları iktidarını kendini en güçlü zannettiği bir günde alaşağı etti... Bir gecede bütün “Vatan Cephe”leri, “Tahkikat Komisyon”ları, “isterlerse hilafeti dahi getirecek olan” milletvekilleri, bakanları tuzla buz oldular. Başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere geniş halk kitleleri ise derin bir nefes aldı. Ülkeye sınırlı da olsa Demokrasi ve Özgürlük ortamı geliverdi. 61 Anayasası ile Düşünce ve Örgütlenmenin önündeki engeller kaldırıldı. Bu Anayasa ile ilk kez iktidarların kanunsuzluklarını, keyfi davranışlarını yasal kılıfa büründürme girişimlerini engellemek için Anayasa Mahkemesi kuruldu… 1963’te yeni bir İş Kanunu ile buna uygun Sendikalar Kanunu, Toplusözleşme ve Grev Kanunları kabul edildi. Gerçek Sınıf Sendikacılığının yolu açıldı. İşçi Sınıfımız örgütlenme ve hak arama özgürlüğüne kavuştu. Sosyalizm serbest bırakıldı. Marksist klasikler Türkçeye çevrildi, geniş kitlelerce okundu, benimsendi… Sosyalist Gençlik, sosyalist aydınlar, işçiler yetişti. 1967’de DİSK kuruldu. İşçi Sınıfımız içinde hızla örgütlendi. DİSK öncülüğünde İşçi Sınıfımız grevler, direnişler yapıyor, patronlara karşı kıran kırana hak mücadelesi yürütüyordu. 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlük ortamında eğitim emekçileri de kendi örgütlerini, Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS)’ü kurdu. Ülke çapında grevler yaptı. Köylüler de yer yer ayaklanarak ağa zulmüne başkaldırıyor, ürününün hakkını almak için fındık, tütün mitingleri, toprak işgalleri yapıyordu. İşte bunları hazmedemedikleri için AB-D Emperyalistleri, 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerini yaptırttı. Bu darbeler CIA’nın ”Bizim Oğlanlar” adını verdiği Amerikancı generaller eliyle ve yine CIA’nın yönetiminde gerçekleştirildi. Peki, 12 Mart ve 12 Eylül ne getirdi? 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbeleriyle, 27 Mayıs’ın getirdiği tüm özgürlükler ortadan kaldırıldı. 61 Anayasası 12 Mart’ta kolları kanatları kesilerek budandı, 12 Eylül Faşist Darbesinde de tamamen ortadan kaldırıldı. 12 Mart Faşizmi ile Deniz, Yusuf ve Hüseyin idam sehpasında katledildiler, Mahir’le İskenderun Bir zamanlar herkesin göğsünü gere gere savunduğu, “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutladığı 27 Mayıs’ı kimse sahiplenmemiş hatta ihanet ediyor olsalar bile! Her yerde olduğu gibi biz HKP İskenderun İlçe Örgütü olarak 27 Mayıs’ta alanlardaydık. Parti binamızdan Atatürk Anıtı Meydanı’na kadar sloganlarımızla gerçekleştirdiğimiz yürüyüşün ardından basın açıklamamızı yaptık. Eylemde “27 Mayıs Politik Devrim’dir”, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” sloganları atıldı. 28 Mayıs Cumartesi günü, HKP Mersin İl Başkanı Arif Çakır’ın katılımıyla “27 Mayıs Politik Devrimi” başlıklı bir seminer gerçekleştirdik. Arif Çakır Yoldaş, akıcı anlatımıyla gerçekleştirdiği seminerde; 27 Mayıs Politik Devrimi’nin halkımıza getirmiş olduğu ilerici yenilikleri anlattı. Denizler’in, Mahirler’in 27 Mayıs’ı nasıl değerlendirdiklerini bizzat onların sözleriyle vurguladı. 27 Mayısın neden Politik Devrim olduğunu, bu devrime sırt çeviren, ihanet içerisindeki çevrelerin nasıl savrulduklarını belirtti. Ayrıca Yoldaş’ımız 27 Mayıs’ın, 12 Mart ve 12 Eylül Amerikancı Faşist Darbelerden ne denli farklı olduğunu da örneklerle kanıtladı. İskenderun birlikte On devrimci genç de Kızıldere’de… Ki onlar (Denizler ve Mahirler), son sözlerinde bile 27 Mayıs’a ve onun getirdiği Anayasaya sahip çıktılar. 27 Mayıs’ı “Politik Devrim” olarak niteliyor ve selamlıyordu Mahirler “THKP-C Savunmaları”nda. Savunuyorlardı Denizler “THKO Savunmaları”nda… Yüz binlerce devrimci-demokrat zindanlara tıkıldı, işkencelerden geçirildi. Ziverbey Köşkü 12 Mart’ın işkencehanesi olarak ünlendi. İşçi Sınıfımızın ve emekçi halkımızın örgütlenme özgürlüğü elinden alındı, devrimci sendikalar kapatılmak istendi. Şanlı 15-16 Haziran Direnişi 100 bin işçinin ekonomik haklarına sahip çıktığı ve DİSK’i kapatmak isteyen Parababaları iktidarını dize getirdiği eylemdir. Ancak AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar cephesi 12 Mart’ta yarım bıraktıklarını 12 Eylül’de tamamladılar. Bu kez darbeye zemin hazırlamak için 5 binin üzerinde masum insanı katlettirdiler. Sözde “can güvenliğini ve huzuru sağlama” amacıyla faşist darbelerini oturtunca yine devrimci avına çıktılar. Bu kez Mamak, Metris, Diyarbakır Cezaevleri başta olmak üzere ülkenin her yeri işkencehaneye çevrildi. Hikmet Kıvılcımlı kırk yıl önce, “FinansKapital kanlı bir öç almak istiyor. 27 Mayıs’ı yaralayanlar onu öldürmek istiyor.” demişti. Bu öngörüsü gerçekleşti ne yazık ki… Günümüzde ise Sosyalist Kamp’ın çökmesinden bu yana dünyanın dengesi değişti. AB-D Emperyalistleri, ezilen halklara Project Democracy’sini dayatıyor artık. Dünyayı 1000 parçalı eyalet devletçikler şekline bölerek daha kolay yutulur lokma haline getirmek istiyorlar. Bu amaçları doğrultusunda her geçen gün yol almaktalar. Başta Ortadoğu olmak üzere Dünya’nın birçok yerinde açık işgaller yaparak, kukla devletler kurmaktalar. Her iki Körfez Savaşı’nda da masum Irak Halkını çoluk-çocuk, yaşlı-genç, kadın-erkek demeden katlettikleri yetmiyormuş gibi, Arap Halkının kukla iktidarlara karşı başlattığı programsız halk hareketlerinin de başını bağlamaktalar. AB-D Emperyalistleri, ülkemizde tezgâhladıkları bu her iki faşist darbeyle gelişip güçlendirdikleri “Siyasal İslam” eliyle toplumumuzu Ortaçağın karanlıklarına götürmek istemektedir. Hain, işbirlikçi iktidarlar eliyle Birinci Kuvayimilliye’nin kazanımlarının neredeyse tamamı ortadan kaldırılmakta, kamu malları yerli-yabancı Parababalarına peşkeş çekilmektedir. Ekonomik, siyasi, askeri, hukuki, kültürel ve sanatsal vb. alanlarında tam bir emperyalist işgalle karşı karşıyız. Bu işgale karşı çıkan, tam bağımsızlıkçı, yurtsever, laik, ilerici, demokrat, devrimci kim varsa zindanlara tıkılmakta... Yani, AB-D Emperyalistleri tarafından iktidara getirilmiş olan Tayyipgiller Hükümeti efendilerine kusur etmeden hizmete devam etmektedir. AB-D uşağı yerli satılmışlar cephesinin vurgun ve talanına karşı İkinci Kuvayimilliye (Kurtuluş Savaşı) seferberliği 27 Mayıs 1960’ta olduğu gibi bugünün de meselesidir. Emperyalizm aynı emperyalizmdir ve dünün Bayar’ıMenderes’i bugünün Tayyipgiller’idir. Bu nedenle 27 Mayıs Politik Devrimi ile 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerini birbirine karıştırmadan, karşıdevrim cephesi ile devrim cephesinin sınırlarını bulanıklaştırmadan inançlıca, kararlıca, yılmadan mücadele etmeliyiz. Hikmet Kıvılcımlı’nın Milli Birlik Komitesi’ne yazdığı “Açık Mektup”ta belirttiği şekilde görevimiz; Birinci Kuvayimilliye seferberliğinde olduğu gibi: yedisinden yetmişine, çobanından mareşaline kadar, demir çarık, demir asa: Ucuz Devlet - Bilinçli Ticaret - Toprak Reformu uğruna, İkinci Kuvayimilliye seferberliğine çıkmaktır. Halkın Kurtuluş Partisi, Partimiz; işte bu kutsal İkinci Kuvayimilliye Hareketi’nin Partisidir. Er ya da geç bu kutsal insanlık davası başarı kazanacaktır. 27 Mayıs 2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Ankara 12 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Başyazı Beşiktaş ve Silivri’deki Nemrut Mustafa Paşa’nın torunlarından oluşan heyetleri; hukukçu-adalet dağıtıcı-mahkeme sayanlar ya gafildir ya hain! Baştarafı sayfa 1’de bilmiş ve desteklemiş bir polis şefidir, H. Avcı. Kitabının birinci bölümünde de, F. Gülen örgütünün elemanlarınca sürdürülen “Ergenekon Davası” adlı CIA operasyonunu savunmaktadır, H. Avcı. Ne zaman ki kendisinin de CIA’ca yönetilen bu örgütçe izlemeye, kendi deyimiyle “teknik takibe” alındığını öğreniyor, işte o zaman şafak atıyor, H. Avcı’da. Çünkü evli olmasına rağmen bir kadınla gayrimeşru bir ilişkisi vardır. Cemaatin bunu öğrenince, kullanarak kendisini bir kukla gibi oynatmak isteyeceğini; hep öyle yaptıklarını tanık olduğu birçok olay- Hanefi Avcı dan bilmektedir. H. Avcı, her ne kadar F. Gülen’i ve Cemaatini desteklese de anarşist bir ruh yapısına sahiptir. Yani başına buyruk olmaya aşırıca düşkündür. İşte bu nedenden F. Gülen hareketiyle bir hesaplaşmaya girişir. Kitabının ikinci bölümünü bu işe ayırır. Onlar benim işimi bitirmeden ben onların işini bitirmeye çalışayım, en azından içyüzlerini açığa çıkarayım, der. Kitabını dikkatle okuyanlar iki bölüm arasındaki 180 derecelik karşıtlığı, çelişikliği göreceklerdir. İşte bu hesaplaşma işinden dolayı, F. Gülen Cemaati ve onun “Emniyet-Beşiktaş-Silivri” üçgenindeki, sacayağındaki Emniyetçi, Hukukçu (Savcı-Yargıç) görünümü ya da maskesi ardındaki kadroları hemen davranışa geçmişler, bebelerin bile inanmayacağı bir kulp takarak, suç icat ederek H. Avcı’yı Silivri Zindanı’na tıkıvermişlerdir. “Madem öyle, işte böyle” diyerek. “Emniyet, Mahkeme” adı verilen bu Cemaat organlarındaki kişiler, “H. Avcı, Devrimci Karargâh adlı illegal terör örgütüne yardım ve yataklıkta bulunmaktadır. Bu nedenle suçludur, tutuklanmıştır”, diyorlar, Parababalarının emrindeki siyasiler ve medyacılar da bunları tekrarlıyorlar. “Konu yargıya intikal etmiştir. Yargının bileceği iştir. O karar verecektir”, diye ciddi ciddi açıklamalarda bulunuyorlar. Hiçbiri de kalkıp “Yahu güldürmeyin bizi, buna bebeler bile inanmaz”, demiyor, diyemiyor. Çünkü onlar da AB-D’nin, CIA’nın dolaylı veya dolaysız emrindedir, hizmetindedir. Demek istediğimiz, sadece bu H. Avcı olayı bile, söz konusu kurumların ve buradaki görevlilerin kimler olduğunu kanıtlamaya yeter de artar bile… Daha böyle yüzlerce kanıt kolayca ortaya konabilir, bu kurumların yasalara bağlı devlet kurumları değil de birer Cemaat Yuvası, buralarda çalışanların da hangi kimlik altında olurlarsa olsunlar, aslında Cemaatin adamları olduğunu gösteren. F. Gülen’e dokunan kim olursa olsun yanıyor! edim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanıp Silivri’ye tıkılmaları da başlıbaşına bir hukuk cinayetidir. Bu insanlar yıllarca bu CIA operasyonunun arkasında olmuşlar, onu savunmuşlardır. Fakat kendilerinin her konuyu yazabileceklerini sanarak, F. Gülen Cemaati’nin de bir illegal örgüt olduğunu ve karanlık ilişkilerini açığa çıkaran yazılar, kitaplar yazmaya girişmişlerdir. Biz yıllardır bu “Dava”yı savunuyoruz, nasıl olsa bunu yürüten polis şefleri, Beşiktaş ve Silivri’deki savcılar, yargıçlar bize bir şey yapmaz, diye düşünmüşlerdir. Oysa işin aslını bilmemekteydiler. Bu meşru bir “Dava” değildi. Bir CIA operasyonuydu, Türkiye’deki namuslu, yurtsever, laik, Mustafa Kemalci, tam bağımsızlıkçı güçlere (askerlere, yargı mensuplarına, bilim insanlarına ve medyadaki aydınlara) karşı. Onları tasfiyeye yönelikti. Onları ezecek, korkutacak, sindirecek ve ortadan kaldıracaktı. Bu amaca ulaşınca da Yeni Sevr’i uygulamasının önünde hiçbir engel kalmayacaktı AB-D Emperyalistlerinin. Amaç, hedef buydu… F. Gülen Cemaati-Tarikatı da tıpkı Tayyipgiller, Satılmış Parababaları Medyası ve FinansKapitalistler (TÜSİAD’çılar, MÜSİAD’çılar, TİSK’çiler, TOBB’çular) gibi bu hainane gidişte, bu İblisçe oyunda vazgeçilmez aktörlerdi. Bu satılmış, AB-D hizmetkârı kadrolar aracılığıyla yürütüyordu CIA, Yeni Sevr planını. Bunların iğrenç içyüzlerinin açığa çıkmasına izin vermezdi. O nedenle bunlar (A. Şık ve N. Şener) de hemen içeri tıkılmalıydı. Ve öyle oldu. Kurunun yanında yaş da yanar özdeyişinin kapsamı içine giriyordu durumları. E… AB-D kadroları da böyle fire verebilirdi. Görev zayiatıydı bu tür şeyler. Nedim Şener ve Ahmet Şık yıllarca ABD’nin “Project Democracy” diye adlandırdığı çizgide gazetecilik ve yazarlık yapmışlar, dolayısıyla da AB-D’ce makbul insanlar sayılmışlar, AB-D’nin “Demokrasi Güçleri” dediği Yeni Sevrci güçler arasında yer almışlar fakat sonunda Fethullah Gülen Cemaati’ne dokunmuşlardı. İşte onların affedilmez suçu buydu. Çünkü bu Cemaat, AB-D’nin Türkiye’deki en önemli dayanaklarından biriydi. Bu nedenle de Ahmet Şık’ın iş işten geçtikten sonra anladığı gibi, ona “Dokunan Yanar”dı… Bu iki gazetecinin başına getirilenle sadece onlar cezalandırılmış olmuyordu. Dışarıdaki bu türden yazarçizerlere de açık ve kesin bir mesaj verilmiş oluyordu: F. Gülen ve Cemaatine asla dokunmayacaksınız. O bizim için dokunulmazdır. AB-D’nin dediği buydu. İşte bu nedenden Tayyipgiller’in her türden temsilcileri belli aralıklarla, ABD’nin kucağında dincilik eden, din alıp satan; böylelikle de insanları “Allah’la Aldatan” bu “Büyük Aldatıcı”ya, İblis’e saygılarını sunarlar. Müteveffa B. Ecevit bile aynı şeyi yapardı. İnsan sefaleti Deniz Baykal, “kaset skandalı”yla vurulup koltuğunu yitirmekle yüzyüze kalınca hemen bu İblis’e saygı ve teşekkürlerini sundu. Oysa adı gibi biliyordu vuranın o ve ardındaki ABD casus örgütü olduğunu. D: Baykal, artık teslimim, ben ettim siz etmeyin, diyordu F. Gülen’e. Çünkü kasetin tahrip gücü yüksek ikinci bölümünün piyasaya sürülmesinden korkuyordu. F. Gülen de nedameti ve aman dilemeyi kabul edip gerisini ortaya çıkarmadı. Onun amacı zaten insanları teslim almaktı. Amaç da hâsıl olmuştu. CHP’nin Yeni Başkanı AB-D’nin yeni uşağı Kemal Kılıçdaroğlu da “cemaatlerin topluma faydası”ndan boşuna dem vurmuyor. O da aynı güce barış sinyalleri gönderiyor… Hatırlanacaktır, Yeni CHP’nin Ankara milletvekili Bülent Kuşoğlu “Tekke ve zaviyelerin kapatılması yanlıştı, bunlar açılmalıdır” diyecek kadar işi ileri götürmüştü. Adam, Mustafa Kemal’in, 30 Ağustosta Mustafa Kemal’in Kastamonu’da söylediği: “Ölülerden medet ummak, medeni bir toplum için, şindir (lekedir). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.“ Sözleri yanlıştı, diye reddediyor. Türkiye yeniden “şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi” olsun diyor. Yine Mustafa Kemal’in önerisiyle 30 Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe giren “677 sayılı Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” gereksizdir, boştur, diyor. Özetçe Türkiye’yi yeniden Ortaçağa götürelim, diyor. Bilim de neymiş? demek istiyor. Özetçe dersek, burjuva siyaseti, partileri, insanî yön açısından tümüyle çürümüştür. İler tutar yerleri kalmamıştır. Dışarıda AB-D’ye kölece, kulca uşak, içeride de yerli Finans-Kapitale ve Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfına, o Antika asalak sınıfın dünya görüşünü savunan tarikatlara tam anlamıyla bağımlı hale gelmiştir. Tabiî hepsi. Eskiden Sosyal Demokrat CHP tarikatlardan uzak durabiliyordu. Şimdiyse Yeni CHP artık uyum içindedir bu Ortaçağ örgütleri ile. Operasyonla yapılan saldırı tam bir Ortaçağ Engizisyonudur Tarikatlar büyük şehirlerimiz dahil olmak üzere bütün Türkiye’yi kuşatmışlardır, örümcek ağı benzeri örgütlenme yapılarıyla. Bu ağın merkezindeyse ABD, Pensilvanya’daki “Büyük Aldatıcı-İblis” F. Gülen oturmaktadır. Bu alçak, AB-D Emperyalistlerinin İslam Ülkelerine yönelttiği “Haçlı Seferleri”ni, verdiği dini fetvalarla, dinen meşrulaştırmaktadır. Yani Yirminci Yüzyılın ilk çeyreğinde, Şerif Hüseyin’in ve Şeyhülislam Dürrizade’nin yaptığını yapmaktadır çeyrek asırdan beri. Yeni Sevr’i hedefleyen ABD ve CIA da “Ergenekon Davası” adını verdiği Yeni Sevr’i hedefleyen alçakça ve namussuzca operasyonunu, bu Muaviye ve Yezid soyunun örgütü-cemaati aracılığıyla yapmaktadır. Fethullahçı polis şefleri ve sözde savcılar, yargıçlar eliyle yaptırtmaktadır bu saldırıyı. Emniyet, Beşiktaş ve Silivri karargâhlarına dönersek; bunların hakla, hukukla, adaletle hiç ilgileri bulunmadığını gösteren bir diğer olay da Ahmet Şık’ın daha yayınlanmamış kitabı yüzünden şafak vakti operasyonlarıyla apar topar gözaltına alınması, kitabın kayıtlı olduğu bilgisayar sabit diskine ve çıktılarına el konulmasıdır. Yine hatırlanacağı gibi A. Şık’ın yazmakta olduğu bu kitabı, F. Gülen örgütlenmesini konu ediyordu. Ve “İmamın Ordusu” adını taşıyordu. Fethullah’ın tarikatının tüm toplum kesimleri ve kurumlarındaki örgütlenmesini bir kez daha açık ediyordu. İşte buydu suçu A. Şık’ın… Bu gazetecilere, yazarlara yapılan saldırı tam bir Ortaçağ Engizisyonudur. Saldırıyı yapanlar da Ortaçağcı Güçlerdir. Yani AB-D’nin emrindeki tarikatlardır. Tarikatlar bilindiği gibi Ortaçağın ürünüdür. Din Derebeylikleridir. Tabiî Tayyipgiller de bu saldırıların siyasi plandaki düzenleyicileridir. Emperyalizm de Lenin’in dediği gibi, yağmalamak için girdiği bir ülkede en gerici güçlerle ittifak etmektedir. ABD Emperyalistleriyle başta Fethullahçılar gelmek üzere Ortaçağcı Tarikatlar ve Tayyipgiller ve bunların sınıf temeli olan Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı etle tırnak gibi kaynaşmıştır. Modern Finans-Kapitalistler yani TÜSİAD’çılar zaten kaynaşıktır, AB-D Emperyalistleriyle. Onlarla şirket ortaklıkları kurmuşlardır ve onların montajcısı durumundadırlar. Modern ve Antika gerici güçler tümüyle AB-D’yle kaynaşıktırlar ve onların iş ortağı aynı zamanda da hizmetkârı durumundadırlar. Yayımlanmamış, yazılmakta olan bir kitaptan dolayı insanları şafak baskınlarıyla alıp zindana tıkmak, yazı ve yazı malzemelerine el koymak 12 Eylül Faşizminin en azgın günlerinde bile görülmedi. 12 Eylül Faşistlerinin haberi olmazdı yazılmakta olan kitaplardan. O zamanlar, böylesi gelişkin “Teknik Takip” adı verilen insanların yatak odalarına varıncaya dek dinleme, gözetleme, izleme, görüntüleme işleri yoktu. O nedenle bu tür davalar da yoktu. Soner Yalçın, Doğan Yurdakul, Nedim Şener, Ahmet Şık, Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay gibi gazetecilere yapılan bu saldırı ve zulümler düşünce yasakçılığıdır. Düşüncelerinden, kanaatlerinden dolayı insanları suçlamak ve cezalandırmaktır. Hep dediğimiz gibi bu sözde davanın hukuk açısından hiçbir ciddi tarafı yoktur. Yani hukukla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Hukuk kılıfı giydirilerek insanların cezalandırılmasıdır, zulme uğratılmasıdır. Bu davanın hukuk açısından iler tutar yeri olmadığını kesince kanıtlayan daha onlara örnek verilebilir. Kuddisi Okkır’ın “Ergenekon’un Kasası” olduğu suçlamasıyla alınıp tutuklanması ve ada- Ahmet Şık mın içeride kahrından, üzüntüsünden kansere yakalanıp ölmesi, daha doğrusu öldürülmesi de bu örneklerden biridir. Sapasağlam adam içeride kanser oluyor, eriyip kuruyor, üzeri deri kaplanmış iskelete dönüyor kanserden. Yataktan kalkamaz hale geliyor, buna rağmen salıverilmiyor-tahliye edilmiyor. Ancak ölümünden beş gün önce bırakılıyor. Tabiî sedyeyle taşınarak alınıp hastaneye götürülüyor. Gözaltılar, tutuklamalarla muhaliflere susun mesajı verilmek istenmektedir Beşiktaş ve Silivri’deki hukukçu postuna bürünmüş, “savcı-yargıç” adlı Fethullahçılar da, tıpkı Ortaçağ Engizisyoncularında olduğu gibi adalet duygusunun da, vicdan ve merhametin de, acımanın da, velhasıl insancıl değerlerin de zerresi yoktur. Onlar Ebu Sufyan-Muaviye-Yezid’in torunlarıdır. Onların anlayışının devamcılarıdır. Yani insanları, saf Müslümanları “Allah’la aldatan” İblis’in memurlarıdır, görevlileridir. Yezid, Kerbela’da Hz. Muhammed soyundan-ailesinden 23 kişinin de aralarında olduğu 72 temiz, inançlı gerçek Müslümanı günlerce aç susuz bıraktıktan sonra katlettiyse, Beşiktaş ve Silivriciler de vatana, halka, yurtseverlere, tam bağımsızlıkçılara, laiklere ve M. Kemalcilere savaş açmışlardır. Bu namuslu insanları zindanlarda çürüterek öldürmek istemektedirler. Bu insanlar saf dışı edilince AB-D Emperyalistleri Yeni Sevr projelerini gönüllerince uygulayabileceklerdir. ABD ve CIA işte bu nedenle bu “Dava”yı daha doğrusu saldırıyı planlamış ve uygulamaya koymuştur. Fethullahçılar ve Tayyipgiller, ABD’nin, AB’nin ve casus örgütü CIA’nın taşeronu rolünü oynamaktadır bu saldırıda… Kuddusi Okkır öldü, öldürüldü. O zaman görüldü ki, K. Okkır Ailesinin, bırakalım zengin olmayı, cenaze kaldıracak kadar bile parası yokmuş. Adamlar cenaze giderlerini bile eşin dostun yardımıyla karşılayabiliyor. Bu da netçe gösterdi ki K. Okkır’ın namuslu olması dışında bir suçu yokmuş. Dediğimiz gibi Beşiktaş-Silivriciler namusa, insancıl olan tüm değerlere düşmandır. Bir melek kadar saf, temiz, sevecen, fedakâr Türkan Saylan’a, ÇYDD’ye yapılan saldırı da yine bu Ortaçağcı örgüt aracılığıyla yapılan hukuksuzluğun, zalimliğin, gaddarlığın, acımasızlığın bir diğer örneğidir. Ölümün eşiğindeki bu kanser hastası Eğitim ve Sağlık Meleği’nin bir şafak operasyonuyla evi basıldı, arandı, sorgulandı. Başında bulunduğu ÇYDD, bir suç örgütü gibi gösterildi. Bu zulümle, bu yüce insanın ömründen en az birkaç ay çalındı. Eser miktarda insanlık olan biri bu zulmü reva görmezdi bu melek kadına… Bir başka Sağlık ve Eğitim Meleği olan Mehmet Haberal da aynı zulüm uygulanarak öldürülmek istenmektedir. Bilindiği gibi o da ağır kalp hastasıdır. Cezaevinde tutulması, hastalığı dolayısıyla ölümcül risk oluşturmaktadır. Fakat Silivricilerin isteği de zaten bunu sağlamaktır. Onlar ellerinden gelse Yezid’in Kerbela’da yaptığını yapacaklar tüm namuslulara… Fakat Yirmi Birinci Yüzyılda ancak bu kadarını yapabiliyorlar: Zindanda çürüterek öldürme… Dışarıdaki namuslulara da şu mesajı veriyorlar: Namuslu olsanız bile namuslu davranmayın. Namusluluğunuzun emrettiği şekilde davranmayın. Susun, sessiz olun, hareketsiz olun ve bize tabi olun! Yoksa başınıza aynısı gelebilir… AB-D Emperyalistlerinin ve yerli taşeronların ilk saldırılması gereken hedefi, Ordu’ydu. Çünkü Ordu (en azından Ordu Gençliği baz-temel alındığında), hem Devrimci Geleneği sürdüren bir direnç noktasıydı hem de örgütlü ve silahlı güçtü. O yüzden Yeni Sevr’e karşı en etkili direnişi koyabilecek kurumdu. Ordu’yu bertaraf etmeden Yeni Sevr’i hayata geçirmek imkânsızdı. İşin bir diğer önemli yanı, Ordu, özellikle Ordu Gençliği, 1991’den yani Sosyalist Kamp’ın yıkılışından itibaren dünyayı daha doğru okumaya başlamıştı. Bilindiği gibi, bu tarihten sonra AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’ye olan tutumu bütünüyle değişmiştir. 1991 öncesinde Türkiye ve Türk Ordusu, Sovyetler’i alttan kucaklayan ve olası bir savaşta Sovyetler’in ilk vuruşlarını göğüsleyecek, böylece de AB-D Emperyalistlerine karşı saldırıda bulunabilmek için, tabiî gerekli savunma tedbirlerini alabilmeleri için de, yeterli zamanı kazandıracak bir piyon ülke ve onun ordusuydu. Bu nedenle Türkiye’nin, her ne kadar gelişkin bir kapitalist ülke olmasına izin verilmese de, en azından ordusunun orta düzeyde bir askeri güce, yani savaş gücüne, sahip olması gerekiyordu. Sovyetler’i bir süre meşgul edebilmesi için bu gerekliydi. 1991 sonrasındaysa artık böyle bir olasılık ortada yoktu. O zaman Yeni Sevr’i hayata geçirmenin zamanı gelmiş sayılırdı. Bunun için de, buna tepki gösterecek antiemperyalist, tabiî yurtsever, laik, Mustafa Kemalci namuslu güçlerin saf dışı edilmesi gerekiyordu. Sistemli darbelerle bu güçlerin sindirilmesi, korkutulması, itibarsızlaştırılması, özgüvenden yoksun bırakılması; böylece de Yeni Sevr uygulaması karşısında ses çıkaramaz, tepki gösteremez hale düşürülmesi gerekiyordu. Yurtsever güçlerdeki uyanışı engellemek için düzenlendi bu operasyonlar Bu antiemperyalist güçler, 1991 sonrasında, AB-D’nin bu alçakça planını sezmeye başlamıştı. Ve başta Ordu Gençliği gelmek üzere, her geçen gün AB-D’ye karşı bir öfke biriktirmeye başlamıştı. Hatırlanacağı gibi, Ordu Gençliği’nin ruhunu ve psikolojisini taşıyan bazı namuslu generaller bile ATO’dan çıkmalıyız, yönümüzü Doğu’ya çevirerek Avrasya Birliği’ni düşünmeliyiz, Türkiye’nin ulusal çıkarları, NATO’da değil, buradadır; diye yurt içinde ve dışında açıklamalar yapmışlar, konferanslar vermişlerdir. Yurtsever güçlerdeki bu uyanışı anında izleyen AB-D Emperyalistleri, ellerini çabuk tutmalarının önemini hemen kavramışlardır. Şimdi, şu Wikileaks belgesine bir bakalım: “WIKILEAKS BELGELERİDE ASKER “Wikileaks belgeleri TARAF’ta yayımlanıyor ve yankılar yapıyor. “Sızıntının izlerini sürmek de ilginç oluyor. “Dünkü Wikileaks belgeleri ABD Ankara Büyükelçiliği’nin Genelkurmay Başkanı Özkök ve dönemin komutanlarıyla ilgiliydi. “Özetle... “XXX” diye gösterilen ve açık isimleri verilmeyen “duyarlı” kaynaklardan ABD diplomatlarına, asker için oluk oluk bilgi akıtılmış. “Komutanların 3 bloka ayrıldığı... “Katı kemalistlerin Org. Özkök üzerine ağırlık koymaları, Özkök’ün tereddütlü olduğu... “O komutanların büyük kısmının Amerika karşıtı oldukları ve Türk halkının ABD karşıtı psikolojiye zemin hazırladıkları... “Dünyaya daha açık, daha iyi yetişmiş, daha esnek zihniyette subayların gelmesi gerektiği... “Daha önceki Wikileaks belgelerinde 1 Mart tezkeresinin TBMM‘den geçmemiş olmasında komutanlar sorunlu gösteriliyordu. “Dost bildiklerimiz, ABD’nin geleneksel müttefiki asker” gibi söylemlerle yapılıyordu bu sorumluluk göndermeleri. “ABD’nin Kuzey Irak‘a Türkiye üzerinden girmesini öngören tezkerenin geçmemesi askerle olan makası açmıştı. “TARAF’ın yayımladığı Wikileaks belgesindeki bu satırlar kafalardaki bazı sorulara cevap eskizleri çiziyor. Ama... “ABD faktörü” tek başına cevap değil. “Sadece bir yerlere “yalnız değilsiniz” mesajı olabilir. “Ama ya askerin içinden kimilerinin “Allah’ım aklım sana emanet” dedirten “kendi küpüne zarar keskin sirke üreticileri!” (Güneri Cıvaoğlu, Milliyet, 29 Mart 2011) ABD Emperyalistlerinin kendi aralarındaki gizli yazışmalarında, gördüğümüz gibi, Türk Ordusu’ndaki bu değişim süreci, onlarda büyük rahatsızlık yaratıyor. On yılların AB-D uşağı, dönek Güneri Cıvaoğlu bile bu gerçeği köşesine taşıyarak dile getirmek ihtiyacı duyuyor. O bile “Ergenekon Davası” adlı operasyonla varılmak istenen hedef, acaba bu belgelerde görülen ABD Emperyalistlerinin işaret ettiği hedef mi? diye, sormak durumunda kalıyor. Kendi deyimiyle; “kafalardaki bazı sorulara cevap eskizleri çiziyor.” Tabiî ondan netçe bir namuslu tutum beklemek saflık olur. O şu anda yapabileceği en dürüst tavrını koymuş oluyor. Daha fazlası, ihanetle dolu geçmişinden dolayı, mümkün olmaz. Yazısının son satırında, yine kişiliğine uygun pis tutumuna geri dönüyor. “Ama ya askerin içinden kimilerinin “Allah’ım aklım sana emanet” dedirten “kendi küpüne zarar keskin sirke üreticileri!” diyerek, askerlerin de akılsızca işler yaparak, bu davaya haklı gerekçeler verdiğini, iddia ediyor. Yani ABD her ne kadar böyle söylemiş olsa da askerlerin de suçları var, demiş oluyor. Onların kişiliği bu!.. Biz, “Ergenekon Davası” adlı saldırının bir CIA operasyonu olduğunu söylerken, bu saldırının ilk günlerinde bu tür belgelerden, bilgilerden haberdar değildik. Olayları, teorimizin gücüyle, yani ışığıyla görüp değerlendirerek böyle edim Şener bir sonuca ulaşmıştık. Hayatı diyalektik mantık ve metotla izlersek yanılma payımız en aza iner. Ve genelde doğru görür, doğru değerlendiririz. AB-D Emperyalistleri şu anda Ordu’ya saldırırken “katı Kemalistler” diye adlandırdıkları ordu kesiminin sembol isimlerinin önemli bir bölümünü Silivri ve Hasdal Zindanına tıkmış durumdadırlar. Tabiî saldırıları durmayacak, hep sürecek bundan sonra da. Sonunda sıra “katı” olmayan “Kemalistlere” yani ikinci plandaki yurtseverlere, Mustafa Kemalcilere de gelecektir. Tâ ki Ordu’nun komuta kesiminin tamamı Hilmi Özkök benzeri Amerikancı, Fethullahçı yüreksiz ordu fosillerinden oluşuncaya dek. Ordu’nun komuta kesimini bu şekilde oluşturdular mı, giderek gövdesini de buna uyumlu hale getirmeye çalışacaklardır. Gidiş budur. Zaten Wikileaks Belgelerinde de böyle olması gerektiği açıkça önerilmektedir, yukarıda da görüldüğü gibi. Hep söylediğimiz gibi, en önde gelen düşmanları Ordu olmakla birlikte, alçakların tek düşmanları bundan ibaret değil; tüm namuslu 13 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 antiemperyalist, yurtsever, laik, Mustafa Kemalci güçler, bunlar için yok edilmesi gereken güçlerdir. Yeni Sevr için bu gereklidir. Önlerinde engel-set oluşturacak bir şey kalmamalıdır. Ancak o zaman projelerini rahatlıkla uygulayabilirler. O yüzden Ordu’nun ardından namuslu güçlerin tümüne karşı genel bir taarruz başlattılar. Yılların AB-D uşağı, Bilderbergci ve Ortaçağcı satılmış Fehmi Koru (şu anda yazdığı Ortaçağcı gazete ve devlet televizyonlarında yaptığı meşrebine uygun çalışmaları karşılığında elde ettiği toplam gelirinin aylık 110.000 TL olduğu basında ve televizyonlarda birçok kez yazıldı ve söylendi.), Taha Kıvanç müstear ismiyle (takma adıyla) 30 Nisan ve 01 Mayıs 2001 tarihli (yani bugünden on yıl önce, Ergenekon saldırısının başlatıldığı 12 Haziran 2007’den ise altı yıl önce) Yeni Şafak’ta yazdığı iki yazıda bu konuyu ele alıyor. Yani “Ergenekon” saldırısının ilk sinyallerini veriyor: “Yeniden kurulsun” diye hakkında rapor hazırlanan Ergenekon çok kapsamlı, bir partiyle irtibatı bulunmayan ‘devleti yapılandırma’ amaçlı bir örgüt...” (agy, 01 Mayıs 2001) Satılmış AB-D uşağı, elimizi çabuk tutmazsak yurtseverler hepimizin çanına ot tıkayacak, efendilerimizin vurgun ve soygun düzeniyle bizlerin ondan çöplenme işimiz sona erecek. O yüzden acilen hukuki bir kılıf uydurarak bunların işini bitirelim. Yılanının başını küçükken ezelim, diyor. Fethullah’ın yazılı medyadaki önemli organlarından biri olan “Aksiyon Dergisi”nde ise aynı satılmışlar güruhunun bir temsilcisi olan Harun Odabaşı, Fehmi Koru’dan 10 gün sonra bu konuyu ele alıyor. Belli ki efendilerinden aynı talimatı almışlar. Koro halinde ürümeye başlıyorlar: “Ergenekon ile alakalı ilk ciddi çalışma Can Dündar ve Celal Kazdağlı’ın ‘40 dakika’ belgeselinde ve programın kitap versiyonu olan Ergenekon’da ortaya kondu. Ancak kitap belki bilgi yanlışları olmamasına rağmen son derece ciddi değerlendirme eksikliğine sahip. “Ergenekon’u netice itibarı ile Alparslan Türkeş, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Korkut Eken, Mehmet Ağar gibi çoğu ülkücü kökenlilerin kurduğu bir mekanizma olarak ortaya koyuyor. Ve filmin perde arkası kahramanları çok iyi saklanıyor! Örneğin MİT’teki iktidar kavgası anlatılırken siyasilerin MİT’i ele geçirme mücadelesi sanki illegal bir hareketmiş gibi ortaya konuyor. Askerin ise Başbakanlığa bağlı MİT üzerindeki hâkimiyeti de normal kabul ediliyor! Bizce (haksızlık ettiğimizi düşünecek ama) Can Dündar, Ergenekon’un asıl unsurlarına hiç dokunmadan figüranlar üzerinden yorumlarla işi geçiştiriyor. Celal Kazdağlı’ya Ergenekon’un sol ayağının eksik olduğunu söylediğimizde, bu eleştiride haklılık payı bulunduğunu belirterek, “Ergenekon ismini bize Erol Mütercimler verdi. Dört seneden beri bu örgütü ortaya çıkarmak için uğraştığını anlattı. Örgütün sağ ayağı olduğu gibi sol ayağı da vardı ama biz eldeki belge ve bilgiler ışığında ancak sağ tarafını ortaya koyduk. Sol kesimin bulgularına ulaşsa idik onu da yazardık ama olamadı.” diyor.” (Harun Odabaşı, Aksiyon, Sayı: 336, 12 Mayıs 2001) Bugünkü “Ergenekon”un gerçek Ergenekon’la yani Kontrgerilla’yla bir ilgisi yoktur Bu hain de bugünkü saldırıda hedef alınan namuslu yurtseverlerle 1952 Eylülü’nde, Türkiye’nin NATO’ya girişinden 6 ay sonra kurulan, CIA yönetimindeki Süper #ATO-Kontrgerilla, Türkiye’deki adıyla da “Ergenekon” yani gerçek Ergenekon arasında bir bağlantı olduğunu ortaya koymaya çalışıyor. Ama koyamıyor tabiî… Çünkü böyle bir bağlantı olmadığı gibi, bu namuslu yurtseverlerle eski Kontrgerillacıların kişilikleri, ideolojileri, amaçları birbirinin tam karşıtıdır. Eski gerçek Ergenekoncular ya da Kontrgerillacılar, ABD ve CIA uşağıdır. Haindir, uşaktır, satılmıştır… Bunlar yurtseverlere, antiemperyalistlere, Mustafa Kemalcilere ve devrimcilere düşmandır. Ve hep bu namuslu güçlerle savaşmışlardır. Hem de en alçakça, en İblisçe yöntemlerle… Bu şerefsizler, 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerine zemin hazırlayabilmek, onlara meşruiyet kılıfı uydurabilmek için 5000 masum Türkiye insanını katletmişlerdir. Bu darbelerden sonra da durmamışlar 3000 insanı daha katletmişlerdir, Kontrgerilla şeflerinden olan Mehmet Ağar’ın döneminin sonuna kadar. Ağar’dan sonra da katliamlarını sürdürmüştür bu örgüt. 12 Eylül öncesi ve sonrası için verilen bu 8000 masum insan sayısı resmi ifadelerdir, medyada sürekli dile getirilen rakamlardır. Bizce katliamların gerçek boyutu bundan çok daha fazladır. Onun sayısını ancak Allah bilir… Bu namussuz, “Ergenekon’un sol ayağının eksik olduğunu” öne sürüyor, Can Dündar’la Celal Kazdağlı’nın yaptıkları araştırmalar so- nucu ulaştıkları bilgi ve belgelerle yazdıkları kitaplarında. Buna göre “Can Dündar, Ergenekon’un asıl unsurlarına hiç dokunmadan figüranlar üzerinden yorumlarla işi geçiştiriyor.”muş. Celal Kazdağlı ise bunun anlatımına göre, sol ayağının da olduğunu kabul etmiş. Peki, sonra ne olmuş? Sonra da şunu demiş C. Kazdağlı: “(…) biz eldeki belge ve bilgiler ışığında ancak sağ tarafını ortaya koyduk. Sol kesimin bulgularına ulaşsa idik onu da yazardık ama olamadı.” Açıkça ne diyor Kazdağlı? “Sol kesimin bulgularına ulaşsa idik onu da yazardık ama olamadı.” Olamaz tabiî… CIA’nın kurup yönettiği, CIA ideoloğu David Galula’nın yazıp kitaplaştırdığı ve tüm Kontrgerilla şubelerine dağıtıp burada yazılanları ezberlettiği bir örgütte; Süper NATO ya da Kontrgerilla adlı bir örgütte hiç sol yan ya da ayak, bacak bulunur mu? Örgütün amacı zaten, dünyanın neresinde olursa olsun solu ortadan kaldırmak, kazımak, yok etmek. Böyle bir örgütte nasıl sol olabilir? Bu ne yaman çelişkidir?.. Ne namussuzca bir anlayıştır?.. Ama açık konuşmaz bu alçaklar tabiî. Biz bugün Türkiye’deki namusluları, yurtseverleri tasfiye edeceğiz; sindirip korkutarak bertaraf edeceğiz, yok edeceğiz demezler. Diyemezler böyle bir şey… İblisçe oyun oynayacaklar. Buna mecburlar. Diyecekler ki, bu yurtseverler, CIA’nın deyişiyle; bu “katı Kemalistler” “Ergenekon’un sol ayağıdır”, onun uzantısıdır, onun bir parçasıdır. Dolayısıyla da bu da onun gibi bir illegal terör örgütüdür. Böyle diyor işte alçaklar. Hani kurdun kuzuya “suyumu niye bulandırdın” deyişi… Demek ki AB-D Emperyalistleri 2000’li yıllardan itibaren Türkiye’deki namuslu yurtseverleri yok etmek için çalışmalara başlamışlar. Zaten hatırlayacağımız gibi, özellikle Ordu içindeki namuslu, yurtsever Mustafa Kemalcilerin, AB-D’ye ve NATO’ya karşı tavır alışları ve Avrasya’ya yönelmeliyiz, Türkiye’nin çıkarları bu yöndedir hükmüne varışları ve bu yönde davranışlar ortaya koymaları 90’lı yılların ikinci yarısından sonraya denk gelir. Demek ki AB-D Emperyalistleri, Ordu’daki bu uyanışı anında görüp değerlendirmişler ve İblisçe planlarını yapmaya başlamışlar. “Ergenekon” saldırısını başlatmak için 7-8 yıllık bir ön çalışma, hazırlık, zemin oluşturma uğraşına girmişler. Emniyeti, en tepesinden başlamak üzere, bu saldırıya uygun hale getirmişler. Tabiî özellikle de Ankara’daki merkezini ve İstanbul Emniyetini. Çünkü bu saldırının polis ayağını, bu iki merkez yürütmektedir. Sonra da başta İstanbul Beşiktaş’taki Özel Yetkili Mahkemeler olmak üzere, bütün Özel Yetkili Mahkemeleri, savcısıyla, yargıcıyla bu saldırıyı yapacak kadrolarla donatmışlar. Bir de Ordu içinde yetiştirdikleri Fethullahçılarla yapılacak göreve uygun eğitim çalışmaları yapmışlar. Bunlar, bir yandan ajanlık faaliyeti yürütürken diğer yandan da kışlalardaki, tüm askeri birimlerdeki uygun noktalara suç unsuru olabilecek bomba, lav silahı vb. türünden askeri malzemeleri gömmeye başlamışlar. Söz buraya gelmişken “Zir Vadisi” rezaletinden söz etmeden geçmeyelim: Hani kimliği belirsiz muhbir vatandaş telefonlarıyla şurada burada gömülü “Ergenekon Terör Örgütü”ne ait silahlar olduğu gerekçesiyle kazılar yapılıyordu ya… İşte “Zir Vadisi” de bunlardan biri… Burada bir polis ekibi kazıyı yapmış, onları da gözlemci olarak bir binbaşı ile başçavuş izlemiştir. Bu olay görüntülü olarak kaydedilmiş, kayıt da “Oda TV”de yayımlanmıştır. Bu yayımlama, Beşiktaş-Silivri Çetesinin “Oda TV”ye; bunlar artık tahammül sınırlarımızı aştı diyerek saldırmasına neden olmuştur. O tarihten beri de “Oda TV”nin sorumluları Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul içeridedir. (Silivri’de…) Görüntülerin çözümü şudur: “Konuşmalar: Sincan J. Bl.K.’nı Tuncay Bnb. İle Bçvş. Alpaslan Keleş arasında 07 Ocak 2009 tarihinde Zir Vadisi’nde geçmiştir. “- Sıfır malzeme mi bunlar (Bnb.) “- Sıfır malzeme… (Bçvş.) “- Kutular da sıfır… Malzemeler de sıfır. (Bnb.) “- Kar.., Falan görmemiş! Komutanım. (Bçvş.) “- Kesinlikle…, İki günlük… (Bnb.) “- Evet… Komutanım. (Bçvş.) “- Çünkü ıslanmamış! Üstünde gazeteler vardı. Ve ben onları aldım. (Bçvş.) “- Aldın mı? (Bnb.) “- Aldım… Aldım (Bçvş.) “- Tarihi Kaçtı? Gazetenin üzerine bak! Tarih yazıyor mu? Projektör ile bakalım! (Bnb.) “- Eski kitap tekrarı bunlar da..! (Bçvş.) “- Tabiî.. yaa.. #e çıkacağını da biliyor bunlar! Sana söyleyeyim. (Bnb.) “- Kesinlikle biliyorlar Komutanım. (Bçvş.)” Gömüden çıkan malzemeleri bir Emniyet biriminde sergileyen polislerin arasında geçen konuşmada ise şöyle denmektedir: “- Dün, evvelki gün Amerikalı uzmandan kurs aldık. “- İki gün önce kurs aldık…” Rezaleti görüyor musunuz?.. Adamlar, neler yapılacağına dair Amerikalı uzmandan iki gün önce kurs alıyorlar… Aynı anda “Zir Vadisi”ne bir miktar askeri malzeme gömülüyor; sonra da kimliği belirsiz şahıs ihbarını yapıyor; filan yerde gömülü silahlar vardır, diye… Gidiyor oraya bir polis ekibi, yukarıda anlatılan işi yapıyor. Ondan sonra da Ordu’nun en namuslu, en yiğit birkaç subayı daha şafak baskınlarıyla gözaltına alınıp Hasdal’a tıkılıyor. Yat bakalım yıllarca da akıllan! deniyor. Gömülü silah olaylarının hemen hepsi bu türden namussuzluklardır. Şimdi yukarıdaki silahlar benzeri silahların bin mislini toplasanız, bırakalım darbe yapmayı, bir bölüğü bile yenip teslim alamazsınız. Yani yukarıdaki sözde silahlar askeri açıdan hiçbir işe yaramaz. Onları gerçekten bir yerlere gömen insanların, bırakalım asker olmasını, normal sivil bir insan bile olması mümkün değildir. Ancak aklından zoru olan yani akıl sağlığını yitirmiş, halkımızın “Deli” diye adlandırdığı insanlar yapabilir bu tür anlamsız işleri. Fakat AB-D’nin, CIA’nın ve yerli işbirlikçi hainlerin aşağılık amaçları için çok işe yaramaktadır, bu tür provokatif düzenbazlıklar. Namuslu, yurtsever, Mustafa Kemalci subaylara saldırmak, onları zindana tıkmak ve bilinçsiz halk kitleleri gözünde itibarsızlaştırmak için fevkalade işe yaramaktadır. Onlar bu oyunu oynamakta, satılmış Parababaları medyası da günlerce ekranlarından, radyolarından, gazetelerinden “Ergenekon Terör Örgütü”nün şurada da silahları çıktı diye, bu şerefsizce yalanları haykırmaktadır. Tam bir Nazi Propaganda Yöntemi… Hani yukarıda dedik ya, maksat, Türkiye’deki namusluları tasfiye etmek… Amaçları doğrultusunda yol alıyorlar da işte… Azılı kaşar, Ortaçağcı, Mustafa Kemal düşmanı Bülent Arınç boşuna mı diyor: “Dünün darbecileri, bugün artık topuk selamı veriyorlar.” diye. Arınç, birkaç yüreksiz fosil generali korkuttuk diye erken bayram ediyor, bizce… Ordu Ertuğrul Özkök Gençliği, bu olanlar karşısında kin ve nefret biriktiriyor ve diş gıcırdatıyor. *** Ordu’daki namuslu, yurtsever unsurlar tek tek belirlenmiş. Bu saldırıya malzeme oluşturabilecek askeri dokümanlar, bulundukları yerlerden gizlice alınarak cemaatin uzman birimlerinin eline ulaştırılmış. Bu dokümanlarda suç unsuru oluşturabilecek bir unsur bulunmadığı için, bunlara, cemaatçe, daha doğrusu cemaat uzmanlarınca sahte belgeler yani suç unsuru olacak bölümler eklenmiş. Dokümanların kayıtlı olduğu bilgisayarlara, disklere ve yazılara CIA’nın yönlendirmesiyle cemaatin uzman ekipleri tarafından yeni bölümler konulmuş. Hani deniyor ya; “Balyoz Darbe Planını hazırlayanlar, Fatih Camii’ni bombalayacaktı, Ege’de kendi F-16 savaş uçağımızı düşüreceklerdi. Böylece karışıklık yaratıp yönetime el koyacaklardı” diye. İşte böyle bölümler her gerçek belgeye sonradan eklenmiştir. Bu eklenmiş sahte belgelerin gerçek olduğuna bir çocuk bile inanmaz. Hatta bırakalım çocuğu eşekler bile inanmaz. Ama işte böylesine trajikomik gerekçelerle Ordu’nun şu anda 43 muvazzaf general ve amirali zindandadır. Ve katmerli ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemleriyle sözüm ona yargılanmaktadır. Bu uydurma belgeler öylesine inandırıcılıktan uzak ve komiktir ki, AB-D Emperyalistleri ve bu işin taşeronu olan Beşiktaş ve Silivri’deki sözde hukukçular, insan mantığıyla ve vicdanıyla alay etmektedirler. “Balyoz Darbe Planı” diye adlandırdıkları metinlerin ekleme bölümleri 2005’te piyasaya sürülen bir yazılım programıyla kaleme alınmıştır. Oysa “darbe planı” diye adlandırdıkları askeri seminerin yapılış tarihi 2003’tür. Bu ekleme planda adı geçen pek çok komutan o yıllarda başka yerlerde ve başka görevlerde bulunmaktadır. Yine bu ekleme planda yer alan bazı savaş gemileri ancak 2006 yılında Deniz Kuvvetlerinde hizmete sokulmuştur. Daha buna benzer onlarca komik iddia, suçlama vardır bu eklemelerde. Ama bunları kime anlatırsın… Adamların derdi namuslu unsurları yok etmek. Gerekçenin şöyle ya da böyle olması onların umurunda bile değil. Adamlar “yersen lokantası” açmışlar. Bizde böyle diyorlar… Tayyipgiller de aynı şeyi diyor. Arkalarında da AB-D var. Bu İblisçe saldırıyı onlar yönetiyor. Türkiye Halkının yüzde 50’sini de zaten kandırıp “Allah’la Aldatarak” yanlarına çekmişler. Artık istediğimizi yaparız. Namuslulara, yurtseverlere, laiklere, Mustafa Kemalcilere bu ülkede yer yok, diyorlar. AB-D karşıtlarına, tam bağımsızlıkçılara yer yok, diyorlar. Devir bizim devrimiz, istediğimizi yaparız, diyorlar. Şimdi dönek, AB-D uşağı Ertuğrul Özkök’ün 19 Şubat 2011 tarihli Hürriyet’teki köşesinde şu yazdıklarına bir bakalım: “Merak böceği ısırınca kanatıyor “BİLİYORUM, hafta sonu cuma sabahı başlar. “Bugün size çok daha keyifli şeyler yazabilirdim. “Üstelik öyle pek anladığım, bildiğim şeyler de değil. “Ama merak böceği ısırınca, ısırdığı yer de durmadan kanıyorsa, duramıyorsunuz. “Yazıyorsunuz. “* * * “Balyoz Davası’nda komutanların tutuklanmasına karar veren mahkemenin açıklamasında bir cümle dikkatimi çekti. “Mealen şöyleydi: “Askeri bilirkişi tarafından hazırlanan bir rapor varsa, bunun İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığından istenmesine.” “Cümle bana tuhaf geldi. “Böyle bir bilirkişi raporu var mı, yok muydu? “* * * “Araştırdım. “Gerçekten varmış. “Raporun üzerindeki tarih “14 Ocak 2011”. “Hazırlayan kişiler, yüzbaşı, binbaşı ve tuğamiral rütbesinde 5 subay. “Bu kişiler, 6 Aralık 2010 günü Gölcük’te bulunan belgelerle ilgili askeri bilirkişi heyetinin üyeleri. “Belge askeri kaynaklı olduğu için, ben de “Teenni” ile yaklaşıyorum. Ama, raporun sonuna 8 sayfalık bir “Manipülasyon” bölümü eklemişler ki, insan okuyunca “#e oluyor” demeden geçemiyor. “* * * “Yerim sınırlı olduğu için, bilirkişi raporunda yer alan daha 5-6 sayfalık somut yanlışı koyamıyorum. “Ben bu konularda uzman bir insan değilim. Ama bunca hatayı görünce ister istemez şüpheye düşüyorum. “O yüzden merak ediyorum. Tutuklama kararı veren hâkimler acaba bu raporu okudu mu? “Okuduysa, doğruluğunu inceledi mi? “Canım ne var bunda. İşin aslını ilgilendirmeyen küçük hatalar” diyebilirsiniz. “Hatırlatırım. “Amerikan tarihinin en ilgi çekici davasında O. J. Simpson, olay yeri inceleme memurlarının yaptığı çok basit bir hatadan dolayı beraat etmişti. “Bu kadar “sehven”i olan bir davada da bu bilgilerin doğruluğunun ciddi olarak incelenmesi gerekir. “2003 tarihli darbe planında 2008 tarihli banka alındısı “- SUGA Harekât Planı’nda, görevi icra edecek ast birlikler, Gölcük Birlik Komutanlığı, Ankara Birlik Komutanlığı, İzmir Birlik Komutanlığı, İstanbul Birlik Komutanlığı şeklinde sıralanmış. Dz. K.K.’lığı teşkilat yapısında bu isimde ast birlikler yoktur. “- Özden Örnek’in ilk harfleri olan ÖÖ kullanılarak verilmiştir. Ancak Oramiral Özden Örnek görevi süresince ÖÖ kısaltmasını kullanmamıştır. “- (2003 tarihli darbe belgesinde) Dz. Kur. Yb. Durhan Mertcan’ın yanına yazılan kadro, ilk kez 1 Temmuz 2004 tarihinde kurulmuş ve kendisi bu kadroya 15 Ocak 2005 tarihinde atanmıştır. “- Dz. Pb. Kd. Bnb. Levent GÜLME# ve İda. Kd. Bçvş. Cem KAYA, ele geçirilen listede “Piyade ve İdari sınıflarında” görülmektedir. Oysa her ikisi de 2003 yılında istihbarat sınıfında yer almaktaydı ve piyade ve idari sınıflarına 2007 yılı içerisinde geçirilmişlerdi. “- İşçi Tanju Veli Aydın ve Turgut Sörmez’in görev yeri “Donanma Komutanlığı” olarak belirtilmiştir. O dönem görev yaptıkları yer “Gölcük Tersanesi K.’lığı”dır. “- Listede “Tls. Kd. Üçvş. Engin Çetin” isimli personelin birliği “Karadeniz Bölge K.’lığı” olarak belirtilmiştir. Anılan personelin o dönem görev yaptığı birliğin adı “TCG Fİ#İKE K.’lığı/Erdek”tir. “- “Sey. Üçvş. Murat AKYAZI” isimli personelin birliği “TCG E-6” olarak belirtilmiştir. Anılan personelin o dönem görev yaptığı birliğin ismi “TCG S.MEHMETPAŞA K.’lığı/Tuzla-İstanbul”dur. “- “Dz. Kur. Kd. Alb. Zahit Oğurlu” isim- li personelin birliği “#AVSOUTH” olarak belirtilmiştir. Anılan personelin o dönem görev yaptığı birliğin ismi “CI#CSOUTH STRIKFORSOUTH PL .ve PRE#.Ş.MD#APOLİ”dir. - Dz. Kur. Alb. “Olcay Uyar” isimli personelin birliği “JHQ SOUTHCE#TER” olarak belirtilmiştir. Anılan personelin o dönem görev yaptığı birliğin ismi “JHQ SOUTHWEST HRK. BŞK.TAT ve EĞT. Ş.MD.MADRİD”dir. “- 2003 tarihli darbe planında adı yer alan Tuğa. “Burhan Durcan” isimli personel 05 Temmuz 2000 tarihinde vefat etmiştir. “- Aynı tarihli listede ismi yer alan Tuğa. #evzat “Hilmi Sertel” isimli personel 03 Kasım 1998 tarihinde vefat etmiştir. “- (Gölcük’te ele geçirilen listede) Albay “Fahri Ekşioğlu” şeklinde bir isim mevcuttur. Dz. K.K.’lığından emekli böyle bir personel bulunmamaktadır. “- (Darbe planı olduğu iddia edilen belgede) Dz. K.K.’lığının 07 Kasım 2002 gün ve İSTH.: 3200-27-02 sayılı “Yeniden Yapılandırma Faaliyetleri” konulu yazısı” ifadesi bulunmaktadır. İlgi yazılırken konu kullanımı “MY 75-1B”, Karargâh Hizmetleri Yönergesi’nin 2008 yılında yürürlüğe girmesi ile başlamıştır. “- (2003 tarihli) Dz. Kur. Yb. A. Durhan MERTCA#’ın “Birliği” hanesinde “CC MAR #APLES HRK.BŞK.” yazılmıştır. Ancak anılan tarihte “#AVSOUTH”tu. Bu isim, 01 Temmuz 2004 tarihinde “CC MAR #APLES” olarak değişmiştir. “- Aynı listede yer alan Dz. Kur. Alb. “Zahit Oğurlu’nun “Birliği” hanesinde “#AVSOUTH” yazılmıştır. Ancak anılan tarihte kendisi “STRIKEFORSOUTH” emrinde görevlidir. “- 2002 tarihli olarak gözüken “Hrp. Ak. Plan Çalışma Grubu.doc” isimli bilgi notunun imza hanesinde “Z. Erdim İ#AL, Dz. Kur. Yb. Dz. Plan Subayı” ifadesi bulunmaktadır. Anılan personel 2002 yılında Yzb. rütbesindedir. 2006 yılında Yb. rütbesini almıştır. “- Dz. Kur. Kd. Alb. R. Cem GÜRDE#İZ’in Gölcük bölgesinde görevli olduğu ve İstanbul-Gölcük arasında özel kurye hizmetinin koordinatörü olarak tefrik edildiği belirtilmektedir. Anılan personel o tarihte Dz. K.K.’lığı PI.P. Bşk.lığı/Ankara’da görevlidir. “- Yine aynı yazıda Gölcük’te görevli olduğu ve İstanbul-Gölcük arasında özel kurye olarak tefrik edildiği belirtilen Dz. Kur. Bnb. O.G. Bora OĞURLU yazı üzerinde yazan tarihte Gn. Kur. Bşk.lığı/Ankara’da görevlidir. “- Ocak 2003 tarihli “Aksaz” isimli dosyanın imza hanesinde “Dz. Kur. Alb. F.Can Yıldırım” yazmaktadır. Ancak anılan personel 2005 tarihinde albay olmuştur. “- Ocak 2003 tarihli “sıkıyön.doc” isimli dosyanın imza hanesinde “As. Hak. Alb. A. Cengiz Şirin” yazmaktadır. Ancak anılan personel 2005 tarihinde albay olmuştur. “- Tümamiral Deniz Cora yazan Ekim 2007 ve Ağustos 2007 tarihli yazıların üst başlığında “TC Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Donanma Komutanlığı, Gölcük/İstanbul” yazmaktadır. Doğrusu Gölcük/KOCAELİ olmalıdır. “- Dosyada, İsth. Bçvş. Erdinç Yıldız’ın eşi Yasemin Yıldız’ın “Bireysel Emeklilik ve Hayat Sigortasına” ait 2 adet “Banka alındı” belgesi bulunmaktadır. Bu iki belge, Temmuz ve Ağustos 2008 tarihlerine aittir. Son kaydetme tarihleri 20 Ağustos 2003 olarak görünen kasette, 5 yıl sonrasına ait belgeler nasıl yer almıştır? “- Dosyada, Deniz Kurmay Yarbay “#uri Alacalı” tarafından yazıldığı iddia edilen “Yeniden Yapılandırma Faaliyetleri” konulu bilgi notu bulunmaktadır. Kurmay Albay #uri Alacalı 29 Temmuz 2002-20 Haziran 2003 tarihleri arasında ABD’de War College’da eğitim görmekteydi. Bu nedenle belirtilen yazıyı söz konusu tarihte hazırlamış olması mümkün değildir. “- 02 Ocak 2003 tarihli bir toplantı tutanağı imza blokunda Dz. Kur. Kd. Binb. Barbaros Büyüksağnak ismi yer almaktadır. Oysa kendisi 04 Kasım 2002-31 Ağustos 2003 tarihleri arasında “EUROMARFOR Gözlemci Subayı” olarak İtalya’da bulunmakta olduğundan toplantıya iştirak etmiş olması mümkün değildir.” (Hürriyet, 18 Şubat 2011) Gördüğümüz gibi, on yılların kaşar döneği, AB-D ve Tayyipgiller uşağı Ertuğrul Özkök bile demeye getiriyor ki, böylesine inandırıcılıktan uzak, düzmece belgelerle operasyon yapılmaz. Davalar açılmaz. İnsanlar tutuklanmaz… Yani onu bile isyan ettirecek trajikomiklikteki sözde belgeler bunlar. Ama yukarıda da söylediğimiz gibi meydan bizim, diyor adamlar. İster inan ister inanma. İster ye ister yeme. Biz sizi tasfiye edeceğiz. Sizin işinizi bitireceğiz. Fırsat bu fırsat. Biz on yıllardır bugünlerin gelmesini bekledik… 14 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Parababalarının Seçim dedikleri şey bir Alicengiz oyunudur Baştarafı sayfa 1’de Çünkü medya günümüzde öylesine gelişmiştir ki, artık Dördüncü Kuvvet değil, Birinci Kuvvet olmuştur. Bu Antika+Modern Parababalarının (Tefeci-Bezirgân+Finans-Kapitalin) tekelindeki medya, öyle bir propaganda bombardımanı yürütür ki, halkın doğru bilgilenmesi, gerçek çıkarının nerede olduğunu anlaması mümkün olmaz. Bu beyin yıkama da yalnızca seçim günlerinde değil; yıl 365 gün, 24 saat kesintisiz yürütülür. Tek taraflı beyin yıkamayla halk, kendi çıkarına tam anlamıyla karşı cepheyi oluşturan Antika-Modern Parababaları partilerine oy verir hale getirilir. Bunun adı da “Hür Seçimler” olur. Oysa bu Alicengiz oyununun “Hür”lükle de “Seçim”le de bir ilgisi yoktur. Bu 4 yılda bir oynanan sandık oyunuyla, Halklarımıza denilmek istenir ki: “İşte sandık, oyunu kime vereceksen ver, çoğunluğu alan iktidar olsun, seni 4 yıl yönetsin.” Halk, böyle gelmiş hükümetlerin icraatından memnun olmazsa: “E, ne yapalım, kendin seçtin.” denir ya da halkın böyle algılaması sağlanır. Ayrıca halka şu telkin de yapılır ya da kendiliğinden bu sonuç elde edilir: “Bu hükümetin icraatından memnun değilsen çaresiz de değilsin. Gelecek seçimde bu iktidarı değiştirirsin. Daha iyisini seçersin. Bu senin elinde.” Oysa yukarıda anlattığımız düzenden (daha doğrusu düzenbazlıktan) dolayı hiçbir şey halkın elinde değildir. Eğer halklarımızın elinde olsaydı; gelmiş geçmiş tüm Parababaları hükümetlerince ezilen halklarımız, Parababaları partilerinin tümünü tarihten silmiş olurdu. Yani seçim oyunuyla halka her şey senin elinde denirken, gerçekte halkın elinden bütün iradesi alınır. Halkımıza reva görülen yaşam Parababaları iktidarlarından birinin gitmesi, diğerinin gelmesi halkımızın derdine deva değildir. Bunların hiçbir derde deva olmadığı, yüzde 50’ye yakın oy alan AKP’nin halkımıza reva gördüğü yaşam tarzından bellidir. Bizzat devlet kurumu olan TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) “2009 YOKSULLUK ÇALIŞMASI SOUÇLARI”nı açıklıyor. İşte verdiği rakamlar: “Türkiye’de yoksulluk oranı % 18,08’dir “2009 yılında Türkiye’de fertlerin yaklaşık % 0,48’i yani 339 bin kişi sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırının, % 18,08’i yani 12 milyon 751 bin kişi ise gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. “(…) “2009 yılında, 4 kişilik hanenin aylık açlık sınırı 287 TL, aylık yoksulluk sınırı ise 825 TL olarak tahmin edilmiştir.” (T.C. Başbakanlık İstatistik Kurumu Haber Bülteni, sayı: 3, 06 Ocak 2010) TÜİK’e göre, “sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırı” 287 TL’dir. Yani 288 TL geliri olan 4 kişilik bir aile “açlık sınırını” aşmıştır TÜİK’e göre. Parababalarının ve tabiî Tayyipgiller hükümetinin emrindeki TÜİK’in vicdanına bakar mısınız: “2009 yılında, 4 kişilik hanenin aylık açlık sınırı 287 TL” imiş. Yani eğer bir ailenin aylık geliri 288 liraya çıkmışsa, o aile açlık sınırından çıkmış, argo deyişle yırtmıştır… Bunları yazan insanlar hiç mi çarşıya pazara çıkmazlar? Türkiye’nin gerçeklerinden bu kadar mı kopuklar?.. “Yalnızca gıda harcamaları” için belirlenen bu gelirin altında bir gelirle yaşamaya çalışan 339 bin insanımız var, deniyor. Baştarafı sayfa 13’te “Ergenekon “Davası” adlı bu CIA operasyonunun cezası, sonucunda değil sürecindedir. Sureti haktan görünen ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu, CHP Grup Başkan Vekili Akif Hamzaçebi gibi koftiden bazı siyasi önderlerin bile söyledikleri “Yargı sonunda doğru kararı verecektir”; Tayyipgiller ise zaten bu İblisçe planın tüm ayrıntısını bildikleri için; “Bu yargının işidir, biz ona müdahale etmeyiz”, diyerek, Beşiktaş-Silivricilerin arkasında olduklarını açıkça tekrar tekrar belirtiyorlar belli aralıklarla. Tabiî kazmanın ruh yapısı hasta olduğu için bazen kendini tutamayarak ağzından kaçırıyor işin aslını. Şöyle deyiveriyor bazen: “Çanakkale’de Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tören alanına geldiğinde ayağa kalkmayan general yaptığı saygısızlığın bedelini ödedi. Şu anda Silivri’de yatıyor.” Kastettiği emekli general Engin Alan’dır. Bu sözüyle gördüğümüz gibi Beşiktaş-Silivri divanlarının hukuki değil ideolojik, siyasi kararlar aldıklarını açıkça ağzından kaçırmış oluyor, o. Eğer eski HSYK ve Yargıtay olsaydı, muhakkak ki, bu sözde mahkemelerin çok uzun yıllar sonra da olsa verdikleri kararlar tümden bozulacaktı. Fakat onun da çaresini buldu AB-D Emperyalistleri ve işbirlikçisi Tayyipgiller. 12 Eylül Referandumu sonrasında yaptıkları yasa düzenlemeleriyle HSYK, Yargıtay ve Danıştay da dahil olmak üzere tüm yargıyı avuçları içine aldılar. Artık yargı, referandum öncesinde de İyi de “yalnızca gıda harcamaları”yla geçinen bir aile tasavvur edilebilir mi? Bu, burjuva iktisatçılarının çok sevdiği Robinson Crusoe hikâyesinin bir başka versiyonudur. 4 kişilik bir aile, adı üstünde ailedir. Bir evde oturması, yiyip içmesi, giyinmesi, çocuklarını okula göndermesi vb. vb. ihtiyaçlarını karşılaması gerekir. Halkımızın deyimiyle “ağaç kovuğunda yaşayan” bir aile düşünülebilir mi, böyle bir durumu vicdanı olan kabul edebilir mi? 288 lirayla bir aile, yoksulluk sınırında da olsa, gıda harcamalarını, barınma, giyinme gibi zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamaz. Bu paraya kiralık ev bile bulamaz. Nasıl olur da açlık sınırından kurtulur ve onun bir üst basamağı olan “yoksulluk sınırı”na terfi(!) eder? “Yoksulluk sınırı” tespiti ise bir başka faciadır: TUİK’in pek değerli yöneticilerinin incisi şudur: “2009 yılında, 4 kişilik hanenin (…) aylık yoksulluk sınırı ise 825 TL olarak tahmin edilmiştir.” İyi de sen TÜİK’sin, senin görevin “tahmin” etmek değil ki… Piyasaları araştırarak somut rakamlarla gerçekliği ortaya koymakla görevlisin. Ama sen sokaktaki adam gibi “tahmin” yürütüyorsun. Sokaktaki adam sözü, sözün gelişidir. Yoksa sokaktaki hiçbir adam, gerçeklerden bu kadar kopuk bir “tahmin” yürütmez, yürütemez. Çünkü halkımız işsizliği ve pahalılığı bu Parababaları sözcüleri gibi, “tahmin”en değil; etinde kemiğinde duyarak yaşıyor. 825 TL, büyük şehirlerimizde sağlıklı-hijyenik bir evin kirası bile değildir. Bu para, aslında gerçek “açlık sınırı”nı temsil edebilir ancak. Sekiz buçuk yıldır iktidar olan AKP Hükümetlerinin Türkiye’yi getirdiği nokta işte budur. Böyle bir partinin iktidardan tekerlenip gitmesi gerekmez mi? İşleyen gerçek bir demokrasi olsa elbette bir gün bile iktidarda kalamaz. Ama gelin görün ki, bu parti 12 Haziran 2011 Genel Seçimlerinde % 50’ye yakın oy almıştır. Asgari ücret mi, rezalet mi? Yukarıda andığımız gerçeklerin yanı sıra AKP Hükümetlerinin en belirgin icraatlarından biri de asgari ücrettir: Asgari ücret, 01 Ocak 2011 tarihinden itibaren 16 yaşından büyükler için brüt asgari 796,50 lira, net asgari ücret 629,96 liradır. 2011 yılının ikinci yarısında 16 yaşından büyükler için brüt 837 lira, net 655,57 lira olarak belirlenmiştir. Net asgari ücretleri kalın harflerle yazdık. Çünkü bir işçi ailesinin geçinmesini sağlayacak olan gelir budur. Bilindiği gibi gerisi vergi ve sigorta primi olarak kesilir. AKP Hükümetinin Parababalarıyla el ele vererek 2011 yılı için belirlediği rakamlar bunlardır. Asgari Ücret Yönetmeliği’nin 4’üncü maddesinin d bendi asgari ücreti şöyle tanımlar: “Asgari ücret: İşçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret.” Bu ihtiyaçları karşılayacak olan asgari ücret (haydi ikinci altı ayın rakamını verelim) 655,57 TL’dir. Oysa yukarıda gördük; TÜİK’in bizzat kendisi “yoksulluk sınırı 825 TL” diyordu değil mi? Demek ki asgari ücretle çalışan milyonlarca işçimiz yoksulluk sınırının çok altında yaşa- söylediğimiz gibi, Tayyipgiller’in “Hukuk Bürosu”na dönüşmüş durumdadır. Dolayısıyla da yargı olmakla da hukukla da bir ilgisi kalmamıştır artık, tepeden tırnağa tüm “yargı kurumları”nın. Bu sebepten Beşiktaş-Silivri mahkemelerinin verdiği cezalar bunlar tarafından da büyük olasılıkla bir iki küçük-detay değişikliğin dışında onaylanacaktır. O küçük değişiklikler de: “Bakın biz aynen oralardan gelen kararları onaylamıyoruz.” diyebilmek için olacaktır. Beşiktaş 13’üncü Ceza Dairesi Başkanı Köksal Şengün, geçen sene: “Bu dava 30 yıl sürer.” demişti. Cemaatçilerin ve arkalarındaki AB-D’nin niyetinin de bu olduğu görülüyor. Çünkü adamların amacı bu süreçte yukarıda andığımız namuslu güçleri ortadan kaldırmaktır. En diri unsurlarını yıllarca zindanda çürüterek öldürmek, sakat bırakmak ve saf dışı etmektir. Geriye kalanları da terörize ederek-korkutup sindirerek pasifize etmektir. Böylece de namuslu, yurtsever, tam bağımsızlıkçı, laik ve Mustafa Kemalci güçlerden kurtulmaktır. Onları, önlerindeki engel olmaktan çıkarmaktır. Başka türlü ifade edersek yok etmektir. Bu şekilde Yeni Sevr’in yolunu temizlemektir. Yol üzerinde bulunan engelleri ortadan kaldırmaktır. Bu aşağılık iş, bu alçaklık olduktan sonra, yapılan davadan ceza çıksa ne olur çıkmasa ne olur… Alçaklık bir defa yapılmış, puşt puştluğunu etmiş, amaç hâsıl olmuştur… Farz edelim ki bu davaların tümü beraatla sonuçlandı. Türk Silahlı Kuvvetlerinin komuta kesimi, kaybettiği onurunu yeniden kazanabile- maktadır. Bu hükümetin ve Parababalarının halkımıza reva gördüğü yaşam tarzı budur. Halk bu rezalete nasıl razı ediliyor? Pekiyi nasıl oluyor da halka bu zulmü yapan bir parti, oyların yüzde 50’ye yakının alabiliyor? Bunun cevabını kısmen yukarıda verdik. Gerçekliğin tam anlaşılabilmesi için bir şeyi daha göze batırmak gerekiyor. O da Cemaatler, Tarikatlar gerçeği ya da tuzağıdır. Tüm Cumhuriyet Tarihi boyunca çalışamadıkları kadar serbestçe ve saldırgan bir çalışma yürütmektedir, bu örgütlenmeler. CIA tarafından planlanmış operasyonlar, AKP Hükümetleriyle el ele veren Fethullah Cemaatinin, daha doğrusu tarikatının poliste ve yargıda köşe başlarını tutmuş elemanları tarafından; “Ergenekon Davası”, “Balyoz Davası” maskeli olarak yürütmektedir. Uyduruk belgelerle, düzenlenmiş delillerle, monte edilmiş telefon dinlemeleriyle, video kayıtlarıyla antiemperyalistleri, yurtseverleri, NATO karşıtlarını (kafa bulandırmak için iki-üç eli kanlı Kontrgerillacıyla bir araya toplayarak) hiçbir haklı delil göstermeden, üç yıla yakındır tutuklu bulundurmakta, sözüm ona yargılamaktadırlar. AB-D Emperyalistleri ve onların yerli ortağı AKP İktidarı ve Fethullahçılar, bu operasyonlarla özellikle Türk Ordusu’nu, genelde Üniversiteleri, namuslu Basını ve Yargı’yı sindirmek ve ele geçirmek istemektedirler. Bu amaçlarına varmak için çok da yol kat etmişlerdir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP’u), Eşbaşkan Tayyip aracılığıyla hayata geçirirken hiçbir çatlak sesin çıkmamasını arzulamaktadırlar. İşte bu nedenle hem açıkça örgütlenmeleri için yolları açılmış hem de Türkiye’deki ilerici, yurtsever, antiemperyalist güçlere saldıracak cesaret verilmiştir AB-D Emperyalistlerince, tarikatlara, cemaatlere… Cemaatlerin halkımızı kafadan nasıl gayrimüsellah hale getirildiğini (yani kafadan nasıl silahsızlandırdığını) anlamak için son bir örnek yeterince açıklayıcıdır: “Hakan Şükür’den güldüren yorum “(…) “Kendisine Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun desteklediği bağımsız milletvekillerinin Meclis’e gitmeme kararları hakkında görüşleri sorulan Şükür, gündemi takip edemediğini, böyle bir karar varsa bunun yargının ve YSK’nın aldığı bir karar olduğunu söyledi. “Şükür, değerlendirmesine şöyle devam etti. “Bunun değerlendirmesini bizim büyüklerimiz, bakanlarımız, tecrübeli büyüklerimiz yapıyordur. Ben bu konuda henüz erken olduğu için bir şey söylemek istemiyorum.” (Gazeteler) Hakan Şükür, herkesin çok iyi bildiği gibi, Fethullahçıdır. Ve belli ki onun kontenjanından AKP Milletvekili olmuştur. Sorulunca bu zat-ı şahane; “gündemi takip edemediğini” söylüyor. Bu kaçamak cevabı tam olarak anlamak istedik mi şu sonuç çıkar: “Gündemi takip etmiyorum. Çünkü gündemi takip etmem de gerekmiyor zaten. Çünkü: Bunun değerlendirmesini bizim büyüklerimiz, bakanlarımız, tecrübeli büyüklerimiz yapıyordur. Daha da doğrusu dini önderimmürşidim Fethullah Gülen her şeyin en doğrusunu bilir. Onun söylediklerini yapmam yeter.” İşte asıl söylemek istediği tamı tamına budur. cek mi? Hayır. Şu anda, AB-D Emperyalistlerinin ve onların uşağı Tayyipgiller’in önünde diz çökmüş, şamar oğlanına dönmüş durumdadır. Bu dava beraatla sonuçlansa bu durumdan çıkabilecek mi? Hayır. Zaten Tayyipgiller de bunu bildikleri için tüm yazarçizer ve siyasetçileri “Ordu vesayetinden kurtulduk. O dönem bitti” diyorlar kendi dilleriyle. Yani bizim için amaç hâsıl oldu, diyorlar. Köksal Şengün, sadece yukarıdaki sözü etmedi. Duruşmalarda da hep sanıkların tahliyesi yönünde görüş belirtti, o yönde oy kullandı. Fakat hep hatırlanacağı gibi, tahliye başvuruları bire karşı iki oyla (iki Fethullahçı sözde yargıcın oyuyla) reddedilmişti. Köksal Şengün bu namuslu tutumunun bedelini ödedi. Artık sen haddini aştın, tahammül edilmez noktaya geldin denilerek; Tayyipgillerci Yeni HSYK tarafından 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığından alınarak Bolu’ya düz yargıç olarak atandı. Yani tenzil-i rütbeye uğratıldı. Yine çok iyi hatırlayacağımız gibi, Şeref Akçay diye bir namuslu yargıç daha vardır Beşiktaş’ta. Bu davadaki namuslu tutumundan dolayı hep AB-D’nin, Tayyipgiller’in ve Cemaatin hedefi olmuştur. Daha geçen haftalarda 7’si general 8 asker hakkında verilen yakalama kararına yapılan itiraz, kendisi izinden dönmeden Cemaatin yargıçları tarafından karara bağlanarak reddedilmişti. Hem de Cuma gecesi saat 24’ten sonra. Yığınla klasörden oluşan dosya, Cemaatçi yargıçlar tarafından 45 dakikada incelenmiş görünerek, karara bağlanmıştı. Çünkü Şeref Akçay, o günü izleyen Pazartesi göreve başlaya- Cemaatlerin halkımızın büyük bir çoğunluğunu getirdiği nokta da tamı tamına budur. İşin özeti, cemaatler eliyle meczuplaştırılmış insanlarımıza şu empoze ediliyor; ya da insanlarımız şu tarzda doktrine ediliyor: “Bizim sınırlı zekâmız ve kavrama yeteneği- Büyükler ve küçükler... miz, gerçeği, doğruyu bulmamıza yetmez. Yanlıştan sakınmak, dinen yanlış yapıp günaha girmemek için mürşit ne derse tartışmasız yerine getirmek gerekir.” Türkiye çapında durup dinlenmek nedir bilmeden, ev kadınlarıyla yapılan mukabelelerde, camilerde, yurtlarda, Işık Evleri’nde, dershanelerde, okullarda, hatta cenazelerde yapılan propagandanın, doktrine etmenin özeti budur. Bunun somut örneği de milletvekili Hakan Şükür’dür. Bu Hakan Şükür ki Futbol Milli Takımının kaptanıyken diğer oyuncuların (kendi deyimleriyle) karizmatik lideridir. O bile bu haldeyse gerisini anlatmaya hacet kalır mı?.. Hikmet Kıvılcımlı’nın tekrar tekrar belirttiği gibi, bir taraftan Parababalarının pezevenkler medyası, bir taraftan tarikatların bu bombardımanı, halkımızda düşünme yeteneği bırakmamakta, onları kafadan gayrimüsellah hale getirmektedir. Böylece halkımız cellâdını kurtarıcı sanmakta, % 50’ye varan oranda oy vermektedir. “One minute” ya da ikiyüzlülüğün zirvesi Bu inanç sömürüsüne bir de “one minute” (bir dakika) sömürüsünü katmak gerekiyor. ABD Emperyalistlerine elçiler göndererek; “Beni lağım deliğinden süpürmeyin, kullanın” diye yalvaran Tayyip, Davos’ta danışıklı bir dövüşle İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e cevap vermek için panel yöneticisine “one minute” diyerek, söz alıp eleştirince; başta Filistin Halkı olmak üzere Müslüman halklara şirin göründü. Bu tutum kafadan gayrimüsellahlıkta bizden aşağı kalmayan diğer Müslüman halklarda bir sempati yarattı. Bu sempatinin Türkiye kamuoyuna yansıyan kısmı da oya tahvil edildi tabiî ki. Oysa bu öylesine kof bir İsrail karşıtlığıdır ki… İsrail’le yapılmış bütün antlaşmalar yürürlüktedir. İsrail’in en büyük koruyucusu olan, başta ABD olmak üzere, tüm AB-D ülkeleriyle her türlü uşaklık antlaşmaları yürürlüktedir. Türkiye toprakları, ABD ve NATO üsleriyle doludur. Bu üsler gerektiğinde başta Müslüman caktı. Eğer itiraz başvurusu Pazartesiye kalırsa adları gibi biliyorlardı ki, Mahkeme Başkanı Şeref Akçay bu tutuklamaların hukukla da mantıkla da vicdanla da adaletle de uzaktan yakından ilgisi olmadığını görecek ve bu sebeple de itiraza olumlu yönde yani yakalama kararının kaldırılması yönünde oy kullanacaktı. İşte bundan kurtulmak için Cemaatçiler gece yarıları 45 dakika içinde işleri kılıfına uyduruyorlardı. Şeref Akçay bunu gördü ve açıkladı. Bunun hukukla uyuşmazlığını dile getirdi haklı olarak. Şeref Akçay, geçen yıl Balyoz Davası’ndaki aralarında Birinci Ordu eski komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın da bulunduğu 162 subayın tutuklanmasına isyan ederek, bu tutuklamaların hiçbir mantıkî ve hukukî gerekçesi yoktur, demişti. Bizce Köksal Şengün gibi, onun cezalandırılıp kıyıma uğratılması da yakındır… Eninde sonunda Demokratik Halk İktidarı Kurulacaktır Fakat AB-D Emperyalistleri ve yerli uşakları, fena halde yanılıyorlar. Onlar sanıyorlar ki namuslu yurtseverlerin işi bitti. Bundan sonra biz, onlarla oyuncakla oynar gibi oynarız. Yeni Sevr’in yolu artık dümdüz açık... Onların korkuttuğu ve sindirdiği sadece Türk Ordusu’nun tepesindeki bir avuç ordu fosilidir. Devrimci Gelenekli, Mustafa Kemalci Ordu Gençliği korkutulamaz… Sindirilemez… Jöntürk Gelenekli Gençliktir o… Yüzyıllarca süren Devrimci Geleneği tüm dünyaca bilin- Halklar olmak üzere, mazlum halklara karşı kullanılmaya hazırdır. Birinci ve İkinci Körfez Savaşlarında, bugün Libya’da olduğu gibi… Bu koftiden kahramanlığın son tezahürünü Libya’ya NATO’nun müdahalesinde gördük. Önce çok havalı bir biçimde; “ATO’nun ne işi var Libya’da” dedi, BOP’un Eşbaşkanı Tayyip, en kabadayı tavrıyla. Sonra ne oldu? NATO’nun Libya’ya müdahalesine Türkiye, daha doğrusu BOP Eşbaşkanı Tayyip olur verdi. Sonra?.. Başbakan Erdoğan imzasıyla TBMM’ye gizli oturumda görüşülmek üzere bir Tezkere sunuldu. Niçin gizli? Çünkü bu tezkerenin amacını, ne Türkiye Halkına ne de diğer Müslüman Halklara anlatmak mümkün değildir. Ve sonuç: “Tezkere Kabul Edildi “Libya`daki ATO deniz gücünde Türkiye’nin de görev almasını öngören Başbakanlık Tezkeresi Meclis Genel Kurulu’nda kabul edildi. “Şu an 5 ülkede askeri bulunan Türkiye, Libya’ya da askeri güç gönderiyor. “Hükümet, Libya’daki uluslararası güce katılmak üzere Meclis’ten 1 yıllığına izin aldı. Bu konudaki tezkere, Meclis Genel Kurulu’nda kabul edildi. “Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, tezkerenin ardından, “Muhalefetin tavrı olum- Ve ATO Libya’da... luydu” dedi. “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan imzalı tezkerede Türkiye’nin katkısının çok boyutlu olacağı vurgulandı. “Ayrıntılar ise tezkerenin gerekçesinde açıklandı. “Uluslararası güce katılmanın Türkiye’nin çıkarına olduğu, silah ambargosunun uygulanmasına ve insani yardım çabalarına vurgu yapıldı. “Sınırlı harekât uygun görülmüştür, kara harekâtı söz konusu değildir” denildi.” (24.03.2011 tarihli Gazeteler) Yani bir kez daha emperyalistler emretti, Tayyip topuk selamına durdu. Muîn-i zalimin dünyada erbab-ı denaettir Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten amık Kemal’in Hürriyet Kasidesi şiirindeki bu beyitin bugünkü Türkçeyle anlamı: Dünyada zalimin yardımcısı alçaklık erbabıdır. İnsafsız avcıya hizmet etmekten zevk alan köpektir. Eşbaşkandan bir inci daha: “Türkiye asla ve asla Libya halkına silah mektedir. Tabiî Sivil Gençliğimiz de aynı gelenek ve ruhiyata sahiptir. Bu alçakça saldırılar karşısında Gençliğin tepkisi ve öfkesi, her geçen gün artmakta, bilenmektedir. Ortalama 60-65 yıldan bu yana sürdürülen psikolojik harekâta, toplumun Ortaçağın karanlıklarına götürülme çabalarına rağmen halklarımızın yüzde 50’si 12 Haziran Seçimlerinde görüldüğü gibi, Tayyipgiller iktidarına karşıdır. Yani AB-D Emperyalistlerinin yarım yüzyılı aşkın bir süreden beri “Yeşil Kuşak Projesi” adını verdikleri; toplumu Ortaçağa geri götürerek tümden uşaklaştırma çalışmalarına rağmen kafasını, mantığını yitirmemiştir. AB-D Emperyalistlerinin hayâsızca saldırıları, işbirlikçilerinin ise ihanetleri sürdükçe, arttıkça buna paralel olarak halklarımızdaki uyanış ve bilinçlenme de artacaktır. Başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere, kamu emekçilerimiz, köylülerimiz, esnaflarımız, aydınlarımız, bilim insanlarımız uyanacak ve örgütlenecektir. Ve bu halk kitlesi kendinin bir parçası olan Ordu Gençliği’yle de kaynaşacak, aynı saflarda bir araya gelecektir. Bu devrimci halk güçleri, eninde sonunda Antiemperyalist, Antifeodal ve Antişovenist Halk Devrimini zafere ulaştıracak; Demokratik Halk İktidarını kuracaktır. İşbirlikçi hainler de yaptıkları ihanetin bedelini kesinkes ödeyeceklerdir… 15 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 doğrultan taraf olmayacaktır.” (22 Mart 2011 tarihli Gazeteler) Oysa gerçeklik ne? Türkiye en geniş biçimde Libya Harekâtına katılan NATO ülkesidir. “Toplam 16 geminin bulunduğu ATO filosuna en büyük katkıyı, 5 gemi ve 1 denizaltı ile Türkiye veriyor.” (24 Mart 2011 tarihli Gazeteler) NATO harekâtının Komuta Merkezi de İzmir’dir. Önce Tayyipgiller bunu da yalanladılar. Ama mızrak çuvala sığmadı, bu gerçeklik de ortaya çıktı. Bütün bunlar neyi gösteriyor? Libya denen safaride, avı avlayacak olan avcıların arasında Türkiye yoktur. Zaten olamaz da. Libya olayı petrol olayıdır. Bu petrolü, emperyalistlerin Tayyipgiller’e yedirmesi beklenemez. Ama öbür yandan bu safaride asıl avcı olan AB-D Emperyalistlerinin, kendilerine yardımcı olacak unsurlara (hele de Müslüman bir ülkenin yardımına) ihtiyacı vardır. Tıpkı basit bir safaride olduğu gibi, taşıyıcılara (silah, mühimmat, yiyecek, içecek taşıyacaklara), avın yerini gösterecek rehberlere vb. ihtiyaç duyarlar. İşte Tayyipgiller’e biçilen rol budur. Safariciliğin kendisi yeterince insanlık dışı, iğrenç bir iştir. Ama o av, tuzağa düşürülsün diye rehberlik, yardımcılık etmek, ondan daha da iğrenç, aşağılık bir iştir. Yıllar önce TRT’den izlediğimiz bir programdan çağrışım oldu: Dünyada nesli tükenmek üzere olan ve yalnızca Türkiye’de Toros Dağları’nda bulunan bir yaban koyunu türüne karşı yapılan bir kıyım, ne yazık ki, devlet kanalından ballandıra ballandırıla anlatılıyordu: Uluslararası üne sahip avcılar, devlete belli bir miktar dolar ödeyerek av izni alıyorlar. Devlet, onlara hayvanların yerini gösterecek bir rehber veriyor. Bu rehber, yalnızca yol göstermekle kalmıyor. Hayvanların hangi saatte, hangi dereye su içmek için geldiklerini de biliyor. Hayvancıkların en çaresiz, en savunmasız anlarında onları bu insanlıktan çıkmış (çünkü bu avlar bir ihtiyaca binaen yapılmıyor, sırf zevk için yapılıyor) avcıların tuzağına düşürüyor. Sonrası daha kusturucu: Bu avlanan hayvanın boynuzunun uzunluğu ölçülüyor ve boynuzun uzunluğu oranında devlet bir miktar daha dolar alıyor. Yani toplamda birkaç yüz dolar için bu rezalet yaşanıyor. O programı izlediğimizde nasıl bir nefret duygusuyla dolduğumuzu aynı yoğunlukta bugün de duymaktayız. İnsanlıktan çıkmış avcıya duyduğumuz nefreti bastıran ise bu rezalete sebep olan devlet yöneticilerine duyduğumuz nefretti… Ve, acıma ve nefret duygularının birbirine karıştığı duygularla rehbere yönelen tepkimiz… Rehbere acıdık, çünkü ailesini geçindirebilmek için alacağı üç beş kuruş karşılığında böyle rezil bir görevi yapmaktaydı. Ama asıl duygumuz kızgınlıktı. Çünkü insan, hiçbir şey için onurunu bu kadar ayaklar altına almamalıydı… Bu derecede onurdan yoksun olmamalıydı… Libya konusunda Tayyipgiller’in, sözünü ettiğimiz ava izin veren devlet görevlilerinden ve rehberden ne farkları var? Küpünü doldurmak karşılığında Emperyalistlere hizmet etmek, masum halkların kanını dökmelerine aracı, yardımcı olmak, zavallı rehberden çok daha aşağılara düşmek değil midir? Öyledir… Ama gel gör ki kafadan gayrimüsellah hale getirilmiş halkımız, bunları mazlum halkların dostu, Siyonizm’in ve emperyalizmin düşmanı sanabilmektedir. Ya da dinci propagandanın etkisiyle öylesine uyuşmuş ki, tekrardan çekinmeyelim, cellâdını kurtarıcı sanmaktadır. Halkımız işte böylesine oy davarı haline getirilmiştir. Ama insanın hayvandan bir farkı var: Düşünür. Bu yüzden insanlık sürgit sürü yerine konulamaz. Bu gidiş elbette bir gün tersine dönecektir. İşçi Sınıfının Gerçek Partisi önderliğinde halkımızı örgütlediğimiz gün her şey tersine dönecek, bu Parababaları uşakları kaçacak delik bulamayacaklardır. “Balkon konuşması” kime ne mesajıdır? Tayyip, seçim sonuçları kesinleşir kesinleşmez bir balkon konuşması daha patlattı. Konuşmanın boş cümlelerini geçelim, yalnız birkaç cümlesi üzerinde durulmaya değer: “Bugün küresel ölçekte mazlumların mağdurların umudu kazanmıştır. İnanın bugün İstanbul kadar, Saraybosna kazanmıştır. İzmir kadar Beyrut kazanmıştır. Ankara kadar Şam kazanmıştır. Diyarbakır kadar Ramallah, Batı Şeria, Kudüs, Gazze kazanmıştır. Bugün Türkiye kadar Orta Doğu, Kafkaslar, Balkanlar, Avrupa kazanmıştır.” Tayyip, yukarıdaki cümlelerle “one munite” çağrışımı yaparak, kendisine inananlara dünya lideri olduğu havası vermek istemektedir. Kendisine inanlar da bu cümleleri böyle okumuşlardır. Fakat bu okuma, yanlış okumadır. Doğru okuma Emperyalistlerin yapacağı okumadır. Bildiğimiz gibi, tekrar hatırlatalım, Tayyip BOP’un Eşbaşkanıdır. (Diğer Eşbaşkan İspanya Başbakanıdır.) AB-D Emperyalistleri, kendisine BOP Eşbaşkanlığını vermiş, hizmet beklemektedirler. Bu hizmetlerin içeriği de Em- peryalistlerin Afganistan, Libya müdahalesindeki gibi koşulsuz uşaklıktır. Ve tıpkı Mısır olaylarında olduğu gibi, Suriye’nin de içişlerine karışmaktır; o ülke liderlerine ve halklarına emperyalistlerin projelerini empoze etmeye çalışmak, onların suflörlüğünü yapmaktır. Bilindiği gibi, Mısır olaylarında ABD henüz ne yapacağını açıklamak için zamanı erken bulmuş, düşüncelerini Tayyip’in ağzından duyurmuştu. Yani ateşe elini sokmak yerine maşayla (Tayyip’le) tutmuştu, ateşi Obama. Suriye’de de süreç aşağı yukarı benzer bir seyir izlemektedir. Ve gerektiğinde Suriye’de de Libya’da olduğu gibi, emperyalistlerin yardımcılığını, uşaklığını yerine getirecektir. CHP’nin durumu Yüzde 26 oyu başarı sayan Genel Merkez ile yenilgi sayan “Baykalcı, Savcı” ekipler yeni düellolara hazırlanıyorlar. Fakat burjuva partilerinde yönetimdeki ekibi devirmek olağanüstü durumlar dışında mümkün değildir. Bu olağanüstü durumlarsa Baykal’ın bir kasetle devrilmesi gibi durumlardır. Yoksa, parti yönetimini eline geçireni devirmek mümkün değildir. Baykal’ın yıllardır hiçbir başarı göstermemesine rağmen iktidardan devrilemeyişi (kaset olayına kadar) bunun en belirgin göstergesidir. Bilindiği gibi, CHP’yi barajın altına düşürünce zevahiri kurtarmak için istifa etmiş, fakat tamamen kontrolünde olan örgüt; “Baba bizi kurtar.” diyerek çağırmış, o da kurtarıcı edalarıyla konfeti yağmuru altında merdivenlerden inerek, tıpkı bir pop sanatçısı gibi arzı endam etmişti. Kemal Kılıçdaroğlu Yani sözün kısası, AB-D Emperyalistlerince Kemal Kılıçdaroğlu önderliğinde dizayn edilen “Yeni CHP” yola devam edecektir. AKP’nin tek başına beceremeyeceği emperyalistlere hizmet programı, “Yeni CHP”nin katkılarıyla aksamadan yürütülecektir. Buna örnek de “Libya Tezkeresi”nin TBMM’den geçişinde CHP’nin takındığı “olumlu” tavırdır. Kim için olumlu olduğunu söylemeye gerek yoktur. Şimdilerde Mecliste Yemin Protestosunda bulunmak gibi tepkiler, demokrasicilik oyununun gerekleridir. Sonunda “uzlaşma sağlanır. MHP’nin başarısı(!) Kürt düşmanlığını körükleyerek şoven duyguları ayağa kaldırmak ve bunu oya tahvil etmekten başka bir becerisi olmayan MHP’nin aldığı yüzde 13 oyu gerçekten başarı saymak gerekir. Türk Halkının bir açmazı da MHP’dir. Irkçı, şoven söylemlerin bu denli prim yapması ayrı bir beyin yıkamanın sonucudur. Bu beyin yıkamanın zehirli meyveleri 53 milletvekilidir. Tabiî daha da kötüsü MHP’nin şoven, ırkçı söylemleri Türk Halkını zehirlemekte, halkların kardeşliğine büyük zarar vermektedir. Uluslararası sözleşmelere göre ırkçı, faşist partiler yasaktır. 1952’de NATO’ya girerken ABD’ye verilen sözün gereği olarak CIA eliyle Türkiye’de Kontrgerilla (Süper NATO) kurulmuştur. Kontrgerillanın partisi ise MHP’dir. 12 Mart, 12 Eylül Faşist Darbelerine zemin hazırlamak için bu partinin elemanları kullanılmış; devrimcilere, demokratlara, yurtseverlere karşı hunharca cinayetler işlettirilmiştir, bildiğimiz gibi. O yüzden ırkçı bir parti olmasına rağmen açık açık faaliyet gösterebilmiştir. Bu da emperyalistlerin nasıl ikiyüzlü olduklarının bir başka kanıtıdır. Bu partiye oy veren kitle öylesine bağnazlaşmıştır ki, seçim sürecinde su yüzüne çıkan kaset rezaletlerine ve istifalara rağmen yüzde 13 oy alabilmiştir bu parti. Yeri gelmişken söz etmeden geçemeyeceğimiz bir konu da Türkiye’de neredeyse vak’ayı adiyeden (sıradan olaylardan) sayılacak hale gelen “kaset skandalları”dır. CIA’nın ve MOSSAD’ın koordinatörlüğünde, AKP-Fethullah işbirliğiyle; yıpratılmak istenen hangi antiemperyalist kişi, kuruluş varsa, haklarında dinleme kasetleri, videolar piyasaya sürülüyor. Bu kayıtlarla ya koca koca davalar açılıyor (Ergenekon, Balyoz Davaları gibi) ya da kişiler istifaya zorlanarak etkisizleştiriliyor (Baykal gibi)… Bunun istisnası MHP kasetleridir. Çünkü sıfır numara ABD-CIA’nın örgütü olan MHP, antiemperyalist olduğu, gerçek yurtsever olduğu için bu muameleye tabi tutulmamıştır. Bu olaydaki amaç, MHP’yi barajın altına iterek, AKP’nin 367’den daha fazla milletvekili çıkarmasını sağlamaktır. Böylece AKP’nin, AB- D’nin ve Fethullahçıların ve tabiî tüm dinci örgütlerin istediği tarzda bir anayasa yapabilmek kolaylaşacaktı. Bir yanılgıdan da kaçınmak gerekiyor: ABD çok isterse MHP’ye istediğini çok kolay yaptırır. A. Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasındaki MHP rolünü hatırlamak bunun için yeterlidir. Fakat normal koşullarda, MHP de kendi tabanını yıllarca milliyetçilik edebiyatıyla uyuttuğu için, göstermelik de olsa anayasa değişikliklerine direnecektir. Oysa 367’nin üzerinde milletvekili çıkarmış bir AKP, başkanlık sistemi de dahil, tüm gericilikleri barındıracak tarzda bir anayasa çıkarabilecekti. MHP kasetlerinin ortaya dökülmesinin sebebi budur. Dediğimiz gibi, bu kasetler bile mecnunlaşmış MHP tabanını, MHP’ye oy vermekten alıkoyamamıştır. Yani halkımızın bir başka kesimi de milliyetçilik edebiyatıyla oy davarına dönüştürülmüştür, MHP eliyle. Parababalarının olanakları bitmez. Ellerindeki tek silah dincilik değildir. Milliyetçi-Mukaddesatçı, Milliyetçi Toplumcu (yani Nasyonal Sosyalist) beyin yıkama tröstü de çok yönlü işlerine yaramaktadır. Yeri gelince devrimcilerin, yeri gelince Kürt hareketinin, yeri gelince antiemperyalist uyanışın önünü kesmek için; arada bir dile getirilen milliyetçilik sosuna bulandırılmış, antiemperyalist söylemlerle, kitleler gerçek uyanıştan uzak tutulmuş olur. Yani MHP ağababalarına hizmette berdevamdır. BDP’nin becerisi ve bağımsız adaylarla yakaladığı başarı BDP, geçen seçimde olduğu gibi, bu seçimlerde de barajı aşamama tehlikesini göze alamadığı için bağımsız adaylarla seçime gitti. Geçen seçimlerden çıkarılan derslerin ışığında yürütülen bir çalışmayla ve çok başarılı bir organizasyonla 36 milletvekili çıkardı. Bu milletvekillerinden Hatip Dicle’nin milletvekilliğini Yüksek Seçim Kurulu (YSK), mazbatasını almış olmasına rağmen, düşürdü. Diyarbakır’da boşalan yere de AKP’li bir bayanı milletvekili olarak atadı. Bunun dışında KCK Davasından yargılanan 5 milletvekiline de tahliye vermedi, Özel Yetkili Mahkeme. Yani eski Devlet Güvenlik Mahkemelerini bile aratan AKP ve Fethullahçıların güdümündeki mahkeme… Bunun üzerine BDP’li bağımsızlar, TBMM’yi boykot kararı aldılar. Yemin etmiyorlar. Grup toplantılarını da Diyarbakır’da yapıyorlar. Bu gerilimler, birçok pazarlığın yapılacağını, bu sorunların çözülmesi karşılığında kimin kime ne kadar ödün vereceğini belirleyecektir. Ama bilinen bir şey varsa artık Kürt Sorunu, yeni bir aşamaya geçmiştir. Ve ne yazıktır ki, tarafların çözümleri Devrimci bir çözüm değil hep burjuva çözümlerdir. Türkiye solunun acıklı hali Belirli prensipler çerçevesinde (asgari müştereklerde) bir araya gelip Gerçek Proletarya Partisini hayata geçirse Türkiye’de hiç de yabana atılmayacak bir gücü olan Sosyalist Hareket, ne yazık ki yine darmadağınıktır. Kimileri de Kürt Burjuvazisinin temsilcisi olan BDP’ye şirin görünmek için sosyalist değerleri bir kenara bırakıp Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nda yer aldı. Bunların başında gelenler de EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel ve Sosyalist Yeniden Kuruluş Parti Girişimi içinde yer alan Ertuğrul Kürkçü’dür. Ertuğrul Kürkçü, Mersin’de seçime girmiş; 92.017 oy, yani oyların % 9,54’ünü alarak milletvekili seçilmiştir. Levent Tüzel ise İstanbul 3’üncü Bölgeden aday olmuş ve 137.725 oyla milletvekili seçilmiştir. Bu iki milletvekili, Bloka kattıkları oylarla seçilmiş değillerdir. Örneğin EMEP’in bağımsızlar dışında tüm Türkiye’de aldığı oy 31.414’tür. Yani İstanbul 3’üncü Bölge’de Levent Tüzel’e verilen oylar, tüm Türkiye’de EMEP’in aldığı oyları aşağı yukarı dört buçuk misline katlamaktadır. Yani ne Ertuğrul Kürkçü’nün ne de Levent Tüzel’in aldıkları oylarda kendilerinin bir payı yoktur. O oyların tamamına yakını Kürt seçmenlerin oyudur. BDP’nin yönlendirmesiyle verilmiş oylardır. Yani sosyalist oldukları için bu oyları aldıkları gibi bir tezi ileri sürmeleri mümkün değildir. Diğer yandan Yeni Sahte TKP’nin tüm Türkiye’de aldığı oy 60.914’tür. Yüzdesini hesap etmeye gerek bile yoktur. Zaten kendileri de bu hezimeti kabul etmişlerdir. Üzerinde fazla durmaya gerek yoktur. Pekiyi yıllardır biriken sosyalist potansiyel nereye gitmiştir? On yıllar boyu meydanları dolduran, Türkiye’yi sarsan eylemler koyan sosyalistler, ilericiler, yurtseverler buhar olup uçtu mu? Hayır. O güçler, büyük oranda yerli yerinde duruyor. Ama artık hiç kimsenin, bu darmadağınık soldan bir başarı beklentisi yoktur. O yüzden, bir ankete dayanmıyoruz ama, şu açıkça söylenebilir: Türkiye’nin AKP eliyle götürülmek istendiği “Ilımlı İslam” gericiliğine karşı sosyalist oylar, CHP’de birleştirilmiştir. Bunda da şaşılacak bir yön yoktur. Gerçek bir Proletarya Partisini örgütleyip kitlelerin karşısına çıkamadığımız sürece bu böyle olacaktır. Suçlu, bu grup partilerine oy vermeyen sosyalistler değildir. Suçlu olan, objektif olarak grup olmalarına rağmen kendilerini Proletaryanın biricik partisi sanan zavallı sö- züm ona önder kadrolardır. 1969’larda Hikmet Kıvılcımlı tarafından atılmış olan “Anarşi Yok! Büyük Derleniş!” şiarı, bir kez daha en kör göze bile göstermiştir ki: Derleniş yoluna girilmez, belirli prensipler çerçevesinde Birleşilmez ve Proletarya Partisi Yeniden Örgütlenmez ise yenilgiler kaçınılmazdır. Türkiye’deki Seçim ve Yunanistan olaylarının öğrettiği Biz Marksist-Leninistler, elbette halkla en geniş buluşma, programımızı kitlelere anlatma olanağı sağlayan seçimleri ve burjuva parlamentolarında yer almayı prensip olarak reddetmeyiz. Fakat bütün çalışmamızı da buna bağımlı kılmayız. Devrimciler için aslolan devrim yapmaktır. Tabiî biz devrim yapmak istedik diye devrim olmaz. Bunun için devrimin objektif ve sübjektif şartlarının oluşması gerekir. Kısaca söylemek gerekirse bir ülkede devrimin objektif şartlarının oluşması, o ülkenin derin ekonomik bunalıma girmesi, bunun bir sonucu olarak politik bunalımların (hatta savaşlara varacak kertede) alıp yürümesidir. Devrimin sübjektif şartları ise: “(…) aynı zamanda hem PARTİ’nin, hem devrimci SIIF’ın hem de KİTLELER’in devrime elverişli bir psikoloji ve ideoloji tesiriyle hazır bulunmaları demektir. Bu üç başlı kuvvetlerden ve şartlardan birinin eksikliği, devrimin sübjektif şartlarının yerine gelmediğini gösterir.” (Hikmet Kıvılcımlı, Devrim Nedir, Derleniş Yayınları, 2008, Üçüncü Baskı, s. 104) Bu partiden kasıt, elbette cılız grup partileri değildir. Ülke çapında örgütlenmiş biricik Proletarya Partisidir. O olmayınca hiçbir şey yok demektir. Çünkü Devrimler Kartalı Lenin Usta’nın özdeyişiyle: “Proletarya partiliyse heptir. Partisizse hiçtir ya da sıfırdır.” O yüzden seçimlerde gerçek bir İşçi Sınıfı Partisi yokken sınıfın ve kitlelerin seçimlerde bir varlık göstermesi, ölü gözünden yaş ummaktır. Bu bağlamda bir öğretici örnek de Yunanistan’da yaşanıyor. Yunanistan çok derin bir ekonomik ve politik kriz içindedir. (Tıpkı 2001 yılında Arjantin’in içine düştüğü kriz gibi.) Yani devrimin objektif şartları oluşmuştur. Kitleler ayaktadır. Kazanımlarını AB’ye ve IMF’ye yeyim etmemek için genel grevler koymaktadır. Fakat bu genel grevler, iktidarı almak için konulan siyasi genel grevler değildir. Ekonomizmin ve anarkosendikalizmin öngördüğü, ik- Yunanistan’da kriz... tidar talep etmeyen grevlerdir. Böylesi grevlerin İşçi Sınıfına ve kitlelere gerçek bir yararı olmaz. Nitekim Yunanistan Parlamentosundan “Ekonomik Önlemler Paketi” geçti ve uygulanacak. Zaman zaman bu uygulamalara karşı da kitlelerin tepkisine tanık olacağız. Fakat Devrimin sübjektif şartları olmadığı için yerli ve yabancı Parababaları, bu krizden de istediklerini alarak çıkacaklardır. (Tıpkı 2001 Arjantin’deki krizden çıktıkları gibi. Arjantin Krizi, çok daha gürültülü olduğu için özellikle ondan söz ediyoruz. Yoksa 2001’de ülkemizin yaşadığı ekonomik kriz de ondan pek aşağı kalmazdı. Fakat bizde sübjektif şartlar Arjantin’den de geri olduğu için Parababaları tarafından daha kolay atlatılmıştır. AKP’yi yaratan da bu kriz şartlarıdır. Sosyalistler ise yaya kalmışlardır. Niçin yaya kaldıklarını bile bilince çıkarıp gereğini yapamamışlar, örgüt problemini kavrayamamışlardır.) Oysa 2001’lerde Arjantin’de, bugünse Yunanistan’da sübjektif şartlar mevcut olsa devrim an meselesidir. Yani Marksist-Leninistler için Gerçek Proletarya Partisi yoksa devrim de yoktur. Kaldı ki Proletarya Partisinin tek başına varlığı da yetmez. Bu partinin İşçi Sınıfını ve tüm halk kitlelerini örgütleyip devrime inandırması gerekir. Büyük Ekim Devrimi’nin, teori olmaktan çıkarıp her yönüyle doğruluğunu kanıtladığı devrim anlayışı, demek ki bugün de yolumuzu aydınlatıyor. Ama Ekim Devrimleri’ni başarmak için Leninler’in yaptığını yapmak gerekir. Yani her şeyden önce Gerçek Proletarya Partisini yaratmak, daha da doğrusu Türkiye pratiğinde, 1920’lerde kurulmuş olan Proletarya Partisini (Gerçek TKP’yi) Reorganize etmek (Yeniden Örgütlemek) gerekir. Görev böylesine canalıcı ve acildir. 06.07.2011 Orhan Şimşek Yoldaş’ı kaybettik, Mücadelemizde yaşayacak! Orhan Şimşek Yoldaş’ı 20.07.2011 tarihinde kaybettik. Orhan Şimşek, genç yaşlarında Türkiye İşçi Partisi (TİP) saflarında İşçi Köylü Gönüllüsü olarak çalışmış bir işçi arkadaştı. Kanlı Pazar’da İstanbul’da Şeriatçıların hain saldırısına direnen Orhan Şimşek’i, İsmet Demir ve ecmettin Giritlioğlu ile birlikte omuz omuza İzmir-Aliağa PETKİM Direnişi’nde görüyoruz. 1970 yılındaki İPSD İzmir Mitingi’nin düzenleyicilerinden olan Orhan Şimşek, bir Proletarya Sosyalistiydi. 12 Mart ve 12 Eylül Faşizminin işkenceli sorgularından onuruyla çıkmıştır. Örgütlü mücadeleye inanan, alçakgönüllü, bilinçli, kararlı bir devrimciydi. Kurtuluş Yolu’nu okur ve okutur, Eneski Sosyalistlerin Kurtuluş Partisi’nde örgütlü mücadele vermesi gerektiğini savunurdu. 21.07.2011 tarihinde Karabağlar Mezarlığı’nda toprağa verdiğimiz Orhan Şimşek Yoldaş’ın cenazesinde, HKP İzmir İl Sekreteri Levent Çelik Yoldaş bir konuşma yaparak, Orhan Yoldaş’ın devrimci kişiliğini, mücadelesini, yaşamından kesitlerle anlattı. Söz veriyoruz; Türkiye Halklarını örgütleyerek Demokratik Halk Devrimini başararak, göremediğin o Güzel Gün’de birlikte seni anacağız. Orhan Şimşek Yoldaş Mücadelemizde Yaşayacak! İzmir’den Kurtuluş Partililer Selam Olsun İşçi Sınıfına! Selam Olsun Mas-Daf İşçilerine! D İSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlendikleri için kıyıma uğrayan Mas-Daf İşçilerinin Düzce’den Ankara’ya 19.07.2011 günü başlatacakları yürüyüşleri işveren tarafından Polis marifetiyle engellendi. Yöneticileriyle birlikte gözaltına alındılar. Gece yarısı serbest bırakıldılar. İşçilerin örgütlenmesine tahammül gösteremeyen Mas-Daf patronu, 4 Nisan 2011 günü pervasızca 120 işçiyi kapının önüne attı. İşçileri İşsizlik ve pahalılık cehennemine mahkûm ederek cezalandırmak istiyor işveren, her zaman olduğu gibi. Ama onlar 4 Nisan’dan itibaren her türlü baskıya ve olumsuz şartlara karşın, İş, Aş, Ekmek ve Onur mücadelelerini sürdürüyorlar-direniyorlar yiğitçe sendikaları DİSK/Birleşik Metal-İş’le birlikte. Yiğit Mas-Daf İşçilerinin saldırıya uğraması, Parababalarının ve Tayyipgiller’in Halklarımıza ve İşçi Sınıfımıza yönelik zulmünün bir parçası, bir örneğidir. İşçi Sınıfımızın kanı canı pahasına kazandığı en önemli haklarından biri olan Kıdem Tazminatı hakkının gasp edilmeye çalışıldığı, işçileri tam bir köle haline getirecek olan istihdam büroları, esnek çalışma ve bölgesel asgari ücret uygulamalarının Tayyipgiller tarafından yeniden gündeme getirildiği bugünlerde Mas-Daf İşçilerinin (ve Direnişte olan diğer işçilerin) mücadelesi daha da önem kazanmaktadır. Halkın Kurtuluş Partisi olarak, Mas-Daf İşçilerini selamlıyoruz. Sendikaları Birleşik Metal-İş öncülüğünde verdikleri mücadeleden dolayı bir kez daha kutluyoruz. 20.07.2001 İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız! İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek! Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü 16 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Tayyipgiller, TMMOB’u da Tayyipgiller’in MühendisMimar Odaları Birliği’ne dönüştürmek istiyor T ayyipgiller Hükümeti, 12 Haziran seçimleri öncesinde Meclis’ten geçirdiği Yetki Yasası kapsamında çıkardığı Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK), Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ve bağlı odaları Tayyipgiller meslek örgütüne dönüştürmek istiyor. Nedir bu KHK’ler? Resmi Gazete’de 8 Haziran 2011’de yayımlanan KHK’lerle bazı bakanlıklar kapatılarak yeni bakanlıklar oluşturulmuştur. Bunlardan biri de yazımızın konusunu oluşturan, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı ve Çevre ve Orman Bakanlığının birleştirilerek 636 sayılı KHK ile kurulan Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığıdır. Önce bu iki bakanlığı birleştiren AKP, seçimlerden sonra söz konusu bakanlık henüz oluşturulmadan 4 Temmuz 2011’de yayımladığı yeni bir Kanun Hükmünde Kararnameyle, Bakanlığı “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” ve “Orman ve Su İşleri Bakanlığı” olmak üzere ikiye böldü. 636 sayılı KHK, 3 Mayıs 2011 gün ve 27923 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan “6223 Sayılı, Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu” kapsamında çıkarılmıştır. Kanun, bakanlıklar arasındaki dağılımın yeniden belirlenmesi konusunda Bakanlar Kuruluna 6 aylık bir süre için yetki vermiştir. Tayyipgiller’in Bakanlar Kurulu da jet hızıyla “çalışmış” ve 8 Haziran 2011’de, genel seçimlere günler kala alelacele bakanlıkların yeniden oluşturulmasına ilişkin bir dizi KHK çıkarmıştır. Tayyipgiller’in burada yapmak istediği bir taşla iki kuş vurmaktır. Asıl amaçları, Parababalarına, yandaşlara sağlanacak rant için çevre mevzuatının uygun hale getirilmesi, orman arazilerinin imara ve şehirleşmeye açılması için orman mevzuatının uygunlaştırılmasıdır. Bunu yapabilmek için de seçime günler kala yaptıkları hukuksuzluğu hukuk kılıfına sığdırabilmek için bu Kanun Hükmünde Kararnameleri çıkarmışlardır. Seçim döneminde ortaya attıkları “çılgın proje”lere en büyük tepkiyi bilim insanları, TMMOB ve bağlı odalar göstermiştir. Tayyipgiller bu “çılgın vurgun”larını hayata geçirebilmek için önünde engel olarak gördükleri mevzuatları ve meslek örgütlerini bertaraf etmenin yolunu yeni bakanlıklar oluşturmakta, onların görev alanlarını genişlemekte bulmuştur. Ardından çorap söküğü gibi devamı gelecektir: Özelleştirmeler… Özelleştirilecek neyimiz kaldı demeyin, memleketimizin her karış toprağı Tayyipgiller’in iştahını kabartıyor. Su kaynaklarımız olan akarsularımız, tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz bir bir Parababalarına peşkeş çekilecek, yağmalanacaktır. Galataport, Haydarpaşa, Kanal İstanbul, 3’üncü Köprü gibi doğanın ve tarihsel mirasın tahribatına sebep olacak projelere karşı çevre ve orman mevzuat engellerini, meslek örgütlerinin muhalefet engellerini kaldırma çabasıdır bu. Bu doğa ve çevre talanını rahat rahat yapabilmek için de önünde bir engel olarak gördüğü TMMOB’yi hedef almıştır. Tayyipgiller Hükümeti her zaman yaptığı gibi bu olayda da hukuku hiçe saymaktadır. Meclis’ten kendilerinin geçirdiği Yetki Yasası’na bile aykırı davranmıştır. Yetki Yasası hükümete, bakanlıklar ve onlara bağlı kuruluşlarla ilgili düzenleme yapma yetkisini tanırken, Tayyipgiller bu çerçevenin dışına çıkmıştır. Bakanlıklarla hiçbir hiyerarşik bağı bulunmayan, ayrı yasası olan meslek odalarının yetkilerine müdahale etmek, AKP’ye karşı muhalif bir cephe olan TMMOB ve bağlı meslek odalarını da kendi güdümüne almak ya da işlevsizleştirmek istemektedir. Mühendis ve mimarların en önemli çalışma alanları olan Bayındırlık ve İskân Bakanlığıyla Çevre ve Orman Bakanlığının birleştirilmesiyle kurulan “Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı”nın yapısı içinde oluşturulacak Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğü- nün görevleri içinde mühendis ve mimarların meslek alanları ile TMMOB ve bağlı odaların yetkilerini “düzenlemeye” yönelik maddeler yer almıştı. Daha sonra bu bakanlığı yani “Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı”nı da ikiye böldüler. Birini, “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı”, diğerini ise “Orman ve Su İşleri Bakanlığı” diye adlandırdılar. Yeni kurulan “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı”nın amaç bölümünü ise yeni bir anlayışla düzenlediler. Yani bölünmezden önceki “Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı”nın amaç bölümünden farklı olarak “meslek odalarının mevzuatını düzenleme” ifadesi çıkarılmıştır. Onun yerine amaç bölümü, bakanlığın görev alanıyla ilgili mesleki hizmetlerin norm ve standartlarını hazırlamak, geliştirmek, uygulanmasını sağlamak ve ilgililerin kayıtlarını tutmakla sınırlı tutulmuştur. Burada sanki bir geri adım atılmış gibi görünse de bu bakanlık bünyesinde oluşturulan Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğünün görev tanımı, mühendis-mimarlar ve meslek örgütleri aleyhine daha da genişletilmiştir. Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğünün görevleri daha detaylı bir şekilde tanımlanırken; önceki kararnamede yer alan “Ülkenin planlama, projelendirme ve yapım işlerinde faaliyet gösterenlerin rekabet gücünü artırmak için inceleme ve araştırmalarda bulunmak, stratejiler geliştirmek, meslek odaları ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapmak ve koordinasyonu sağlamak” ifadesi yeni KHK’de kaldırılmıştır. KHK’nin 12’nci maddesindeki Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğünün görevlerini kısaca özetlediğimizde, meslek odalarının ka- yıtlarının Bakanlıkça tutulacağı, mimarlık ve mühendisliğe ait hizmet alanlarında çalışan kişilerin görev, yetki ve sorumluluklarının Bakanlıkça belirleneceği, Odaların hali hazırda üyelerine vermiş olduğu belgelerin bundan sonra Bakanlıkça verileceği, eğitimlerin Bakanlıkça düzenleneceği öngörülmektedir. Sayılan görevler hâlihazırda TMMOB ve bağlı meslek odalarının yapmakta olduğu ve TMMOB’nin yasasıyla düzenlenmiş görevlerdir. KHK’de ayrıca, “Bakan tarafından verilen diğer görevleri yapmak.” şeklinde de ucu açık bir hüküm bulunmaktadır. Bu KHK’yle TMMOB ve bağlı odalar bertaraf edilerek Tayyipgiller’in çevre, doğa ve orman üzerindeki her türlü yağmacılığının denetimi yine Tayyipgiller’e emanet edilmek isteniyor. Kuzuyu kurda emanet etmek olur bu. Ve nerede görülmüş işi yapan-yapmak isteyenle denetim mekanizmasının aynı el olduğu? Bunun neresinde hukuk ve adalet olabilir? Bu durum TMMOB’yi ve bağlı Odaları işlevsiz hale getirecek ve Kamu Kurumu niteliğindeki yapısından uzaklaştıracaktır. Tayyipgiller’e “dokunan yan”ıyor. TMMOB’a gözdağı vererek, ya sen de yargı vb. gibi Tayyipgiller meslek örgütü olursun ya da böyle defterini dürerim mesajını veriyor Tayyipgiller. “Anayasa’nın 135’inci Maddesi’nde meslek örgütlerinin kanunla kurulacağı ve organlarının da kendi üyeleri tarafından kanunda gösterilen usullere göre seçilecek kamu tüzel kişilikleri olduğu belirtilmektedir. Yine Anayasa’nın 124’üncü Maddesi’ne göre kamu tüzel kişilikleri kendi alanlarıyla ilgili yönetmelik çıkarma yetkisine sahip kılınmışlardır. Bu çerçevede bir kamu tüzel kişisi olan TMMOB ve bağlı odalar kendi mesleki düzenlemelerini yapma konusunda Anayasal olarak yetkilidir. Anayasa’nın yerinden yönetim kuruluşu olarak tanımladığı meslek örgütlerine yönelik olarak iktidara tanıdığı sınırlı yetki sadece “idari ve mali denetime ilişkin” olup, onu da yasama organının yapacağı kanun düzenlemesi ön koşuluna bağlamıştır. Anayasa’dan aldıkları yetkiye dayanarak meslek örgütlerinin tüm düzenleme, karar ve işlemlerinin hukuka uygunluk denetimi yine Anayasa’nın 125’inci Maddesi gereği yargı organı tarafından yapılmaktadır.” (Elektrik Mühendisleri Odası, 29.06.2011 tarihli açıklama) Anayasaya dayanarak oluşturulan TMMOB’nin mevcut yasası hâlâ yürürlüktedir. Çıkarılan KHK ile TMMOB ve bağlı odaların yetkilerinin gasp edilmeye çalışılması bir çelişki oluşturmaktadır. Bu da uygulamada ciddi sorunlar yaşatacaktır. Tayyipgiller’in seçim öncesi yangından mal kaçırırcasına çıkardığı bir başka Kanun Hükmünde Kararname de Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığını kaldırarak Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığını oluşturan 639 sayılı KHK’dir. Yeni kurulan bakanlığın isminden de anlayacağımız gibi, Köyişleri artık tamamen saf dışı bırakılmıştır. Köyler ve hâlâ nüfusumuzun yaklaşık yüzde 40’ını oluşturan “memleketin efendisi” köylümüz Allah’a emanet… Bu KHK’de de Bakanlık bünyesinde oluşturulan kurumların görev ve yetki tanımlarının yetersiz, birbirine girmiş olmasından dolayı uygulamada sıkıntılar yaşanacağı aşikâr. Yine bakanlık, kooperatifçiliği teşvik etmekten vazgeçmekte, tam tersine bakanlık bünyesinde varlığı korunan Tarım Reformu Genel Müdürlüğünün ilk görevleri arasında “rekabetçi bir tarım sektörünün oluşturulması” yer almaktadır. Tayyipgiller’in yeniden, üstelik oylarını artırarak hükümeti kuran parti olmasıyla birlikte önümüzde zor günler bizi bekliyor. Peki kimin için zor günler? Elbette ki İşçi Sınıfımız ve Emekçi Halkımız için. Tıpkı halkımız gibi, doğa ve tarihsel miraslarımız da bu zor günlerden payına düşeni alacak ne yazık ki. ABD-AB Emperyalistleri, onların yerli uşakları içinse, bir süreliğine de olsa vurgun ve sömürülerini artıracakları günler. Ama onlar için Türkiye, dikensiz gül bahçesi olmayacak. Çünkü önümüzdeki günler zor olduğu kadar İşçi Sınıfımız, Emekçi Halkımız ve onların partisi olan Partimiz için de mücadeleyle dolu günler olacak. Karanlıkları yara yara aydınlıklara varacağımız günler… Elbet işler tersine dönecek. Rüzgâr bugün için Tayyipgiller’den yana esiyor olabilir ama Latin Amerika’yı saran sol rüzgârlar gibi ülkemizde de sol rüzgârlar esecek, fırtınalar kopacak. İşte o zaman biz doğaya, tarihe, insana saygılı bir düzen kuracağız: “Kurtuluş Partisi, insan hayatının sürmesinin, bitkiler ve hayvanlarla birlikte, doğal dengeyi hiç bozmadan mümkün olabileceğini çok iyi bilmektedir. Bunun için doğaya ve diğer canlılara saygılı, onlara zarar vermeyen bir üretimin yapılmasından yanadır. Bunun için ülke içinde gereken önlemleri almaktan çekinmeyecek, insanlık ve doğa düşmanı emperyalist devletlerle mücadeleden de geri durmayacaktır. “(…) Parababaları yalnız insana değil, Tarihe ve Tabiata da hiç saygı duymamaktadır. Sevgi beslememektedir. Bu sebeple de şehirlerimizin Tarihi dokusunu, yeşil alanlarımızı, kıyılarımızı acımasızca tahrip etmekte, yok etmektedir. “(…) Oysa bilime göre, şehirlerin Tarihi dokusu korunur, yeni ilaveler, genişletmeler, çevredeki boş araziler üzerine yapılır. (…) “Kıyılarımız, koylarımız, yeşil alanlarımız, göllerimiz, nehirlerimiz ve denizlerimiz de gözümüz gibi korunur. Kirletilmez, bozulmaz. “(…) Partimizse, Parababalarınınkinin tam tersi bir tutumla, bütün bu konularda sadece bilimin emrettiği şekilde davranacaktır. Yapılması gerekenleri, bedelini umursamaksızın, hızla yerine getirecektir.” (Halkın Kurtuluş Partisi Tüzük ve Programı, s.114-116) İyi sendikacı nasıl olunur?.. Aklı olmayan kişi hayvan misali kim binerse onun olur. İmam Cafer-i Sadık, Buyruk- S-38 “B ir işçi, işgücünü emeğe dönüştürdüğü sürece yani çalıştığı ve ürettiği sürece işçidir. Ve bir işçinin işgücü de ne denli hünerli ise ve bu hünerini kullanarak ne kadar çok değer yaratabiliyorsa o işçinin değeri o kadar çoktur. Kısaca en iyi işçi en çok değer yaratan işçidir. En iyi doktor hastalarını en iyi tedavi eden doktordur. En iyi öğretmen öğrencilerini en iyi yetiştiren öğretmendir.” En iyi sendikacı da en çok işçi örgütleyip bilinçlendiren sendikacı olmalıdır. Ve böyle örnekler devam eder gider. “Arının iyisi çok bal yapandır. Arının bal yapmayanına “Eşek Arısı” der halkımız. Ona iyi gözle bakmaz.” (Devrimci Derleniş, Mart 1981) Saygıdeğer arkadaşlar, geçen günlerde bir sendikacı işyerimizi ziyarete gelmişti. Kendisiyle sohbet ederken, övünerek, bana: “20 yıldır sendikanın başındayım” dedi. Bu arada etrafımızda bizi dinleyen işçi arkadaşlarım kendi aralarında mırıldanarak, “helal olsun be! Demek ki 20 yıldır sendikanın başındaymış vay be!” diyerek, bu “abimize” övgüler sıralayarak, “sendikacı dedin mi böyle olur” diyerek, aralarında konuşarak, bizleri dinlemeye devam ettiler. Tabiî bende bir işçi olarak, kısa bir süreliğine de olsa işçilerin hür iradesiyle seçilip sarı gangster sendikacıların bitmez tükenmez ayak oyunlarıyla ya da “hür iradeleriyle” uzaklaştırılmış bir işçi olarak, bu sendikacı “abimizin” 20 yıldır bu sendikanın başında nasıl durduğunu tahmin edebiliyorum. Neden sendikacılık ülkemde bir meslek yani bir geçim kapısı haline dönüşmüş? Tabiî bu işi hakkıyla yapan gerçek sendikacıları ya da İşçi Sınıfı önderlerini ve bu mücadelede yaşamını yitiren herkesi bunun dışında tutuyor ve o onurlu, namuslu insanların önünde saygıyla eğiliyorum. Tekrar konumuza dönersek, şimdi değerli arkadaşlar, baştan başlarsak, ülkemizin nüfusu son sayımlara göre 75 milyon olarak tahmin ediliyor. Bunu baz alırsak, çalışanlarımızın sayısı ise 23 milyon olarak biliniyor ya da ben öyle biliyorum. Mevcut Sendikalar Yasasına göre bir işkolunda toplu iş sözleşmesi yapabilmek için, o işkolunun en az % 10’unda örgütlü olmak gerekiyor. O zaman 23 milyonun % 10’u, 2 milyon 300 bin eder. Ülkemdeki meşhur sendikacılara sorarsak, değil diyerek 2 kere 2’nin nasıl 4 olmadığını anlatırlar. Çünkü bunlar diyalektiğin “olanı olduğu gibi görmek, anlatmak” şaşmaz prensibini tersine çevirmiş; “olanı olduğu gibi” anlatmamaya yemin etmişlerdir. Şimdi bu on yıllık, yirmi yıllık sendikacılarımız, hesabı yuvarlayarak, aşağı yukarı 23 milyonun yüzde onunun 650 bin ettiğine bize inandırırlar. Tabiî kendileri de inanır. Mademki sendikacıdan başladık, o zaman bütün matematikçilerin hesaplarını altüst eden “iyi bir sendikacı nasıl olunur?”un formülünü sizlere anlatayım. Ancak peşinen söyleyeyim, ben iyi bir sendikacı olamadım, tüm işçi arkadaşlarımdan özür dilerim. KURAL 1: Öncelikle “demokrasiye” inanacaksın. KURAL 2: Bu demokrasiye inanacaksın ki attığını vuracaksın. KURAL 3: Anlatırken sararacaksın ya da kızaracaksın, olmadı rengârenk olacaksın o meşhur hayvancağız gibi. Gerçi hayvancağız yaşamda kalmak için böyle oluyor ya; neyse kusura bakmasın bukalemun… İyi bir sendikacı olmak için o koltukta kalmak için hayvanlaşacaksın, eline sazı alacaksın. Diyeceksin ki, sınıf mücadelesinde, pardon sendikacılıkta siyaset olmaz. Ey ne olacak? Suçlu bulmak lazım. O da hazır. Nitekim bu yasanın suçu. 12 Eylül yasası işçiye, memura, öğrenciye, bilim adamlarına, askere, fakire siyaseti yasakladı, diyerek, bu besteni günde 5 vakit Arapça okuyacaksın ki kimse anlamasın. Yeter mi? Yetmez. Dersimize devam edeceğiz. Demokrasi var dedik ya, onu kendimize uygun hale getirerek uygulayacağız. İşçinin örgütsüz hür iradesiyle seçim yapacağız. Önce temsilcilerini seçtireceğiz (tabiî dilediğimiz temsilciyi seçmek koşuluyla), sonra istediğimiz, sözümüzden çıkmayan delegeleri, onların oylarıyla başkanları ve tabiî ki genel-büyük başkanları seçtireceğiz. Bütün bunları da sanki işçi kendisi seçmiş sanacak. Tabiî bu seçim nasıl olur? Ortaya sandığı koyacaksın. Pardon, ondan önce, rakip mi var, o sandığa gelmeden binbir iftirayla, yalanla dolanla işverene şikayet edeceksin, huzura çağırtacaksın, baktın ki korkmuyor, sen de bıkmadan, yılmadan, “demokratik” oyunlarına devam edeceksin. Şimdi sandığı ortaya koyacaksın, sandığın sağına eli telsizli çavuşlar, soluna satılmış onbaşılar, karşısına işçiyi kucaklayan müdürler, amirler koyacaksın. Rakibin listelerini isteyeceksin. Getirmeyenleri işsizlikle ve sürgünle korkutacaksın. Baktın korkmuyorlar, o zaman oyları çalacaksın ama yakalanmayasın. Yakalanırsan, pardon de, ne yapayım, huyum dersin. Baktın ki bunlar çetin ceviz çıktı, o zaman en dokunaklı besteni söyleyeceksin: Önce işçileri ikiye böleceksin; sağcılar ve solcular, diye. Ondan sonra bir daha böleceksin; Kürtler ve Türkler, diye. Bir daha; Aleviler ve Sünniler… Olmuşken iyicene bölünsün; şuralılar buralılar, kısalar uzunlar, siyahlar beyazlar… Baktın ki daha da geliyorlar; Yunan, Ermeni diyeceksin… Öyle bir dokunaklı söyleyeceksin ki bu besteni, paramparça olmuş işçi birbiriyle uğraşırken, seni de hizmet ettiğin efendini de unutsun… Baktın yine de olmuyor, o zaman koltuk için her yol mubahtır, efendine hizmette sınır yoktur, diyeceksin. Adalet mülkü olanındır, diyeceksin. Baldırı çıplak işçinin haddine mi sendikacılık deyip hukukun üstünlüğünü devreye koyacaksın. Seçimi iptal etmek için, haraca bağladığın işçinin aidatlarıyla bir yolunu bulup, iptal edeceksin. Sonra çok hızlı bir şekilde eş, dost, akraba, ölmüş kalmış, mezar taşındaki isimlerle seçim yapacaksın. Tabiî “demokratik” bir şekilde seçileceksin. Mazbatanı alacaksın, İşverene göndereceksin. İşçi o zaman duyacak. İşçiye de; yasaya, hukuka uygun, demokratik bir seçim yaptım. Sen gelmedin, diyeceksin. O da, haberim yoktu, dediğinde, o da senin sorunun, diyeceksin. Baktın ki yine de işçi yemiyor, o zaman işi kökten halledeceksin. Sendikayı çok para verene satacaksın ve hamdolsun, diyeceksin. E, itiraz var… Hocam o itiraz, 12 Eylül netekim yasası, Evren Paşa yasası, geçti, diyerek artık 12 Eylül Tayyip Paşa (padişah) yasası geldi. Bu yasada işçiyi torbaya koyacaksın, kadını çarşafa dolayacaksın, öğrenciyi tazyikli suyla iyicene yıkayacaksın, üzerine limon ve acı biber gazı sıkacaksın, bilim adamını, askeri, yurtseveri, gazeteciyi hapse tıkacaksın, ne yapayım, Tayyip Paşa yasası böyle, diyeceksin… Tabii ki mırıldanmalar olacak, ümitliydik, e yetmez ama evet dedik, açıldık, saçıldık, göbek attık, ne oldu? Onlar için Evren Paşa yasaları daha iyiymiş… Neyse konumuza dönersek, tüm bunları yaptıktan sonra tabiî ki yıpranırsın, o zaman da mebus olup çıkacaksın… İşte “iyi bir sendikacı” olmak için böyle mücadele edeceksin. Ya da iyi bir işçi yani işgücünü emeğe dönüştüren bir işçi olarak, bir sınıfa yani İşçi Sınıfına dönüşeceksin. Bu, koltuğa ve efendisine sevdalı, sarı gangster hırsız sendikacılar kadar kendi sınıfsal çıkarın için mücadele edeceksin ki, Tarihine, Direnişlerle, İşgallerle, Grevlerle ve gerektiğinde kellesini ortaya koyarak bedeller ödemiş İşçi Sınıfı önderlerine layık olasın. Aksi halde bu “iyi sendikacı”lardan kurtulamazsın. 12.03. 2011 İzmir’den Bir İşçi Yoldaş 17 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 İ Edebiyat ve Yaşam nsan ya da insanlık, doğuşundan beri hep daha güzele ulaşmak için mücadele eder. Her alanda… Toplumsal, insancıl gerçeklikten kaynaklanan ve öyle olduğu için de zaman aşımına uğramayan bir sanat ise sınıf savaşımının güçlü bir aracıdır. Devrimin sanatı etkilemesi kaçınılmaz olduğu gibi, çöküşün kötü biçiminin yarattığı tahribattan kurtulup tekrar mücadele azmi göstermek de sanatla mümkün olabilir. Devrim sanata bir ruh, sanat da devrime kalıcılık sağlar. Böylece devrimle sanat arasındaki karşılıklı bağları, etkileri görmek mümkündür. Evet, giriş bölümünden de anlaşıldığı gibi sanat oldukça güçlüdür. Kötü gidişatı fırçayla, kalemle, dansla vb. değiştirmek mümkündür ya da en azından bu alanda büyük kazanımlar elde edilebilir. Sanat dallarından en güçlü silah ise kalem, kullanıcısı da bir edebiyatçıdır. Çünkü edebiyat evrenseldir, dünyanın her yerinde sesini duyurabilir, çok geniş kitlelerce okunabilir. Dünya edebiyatının en iyi örneklerinden biri Rus Edebiyatı’dır. Devrimi ayakta tutan, devamını sağlayan elbette toplumdur. Doğru, SSCB dağılmıştır. Şimdi diyeceksiniz ki, hani sanat devrimin kalıcılığını sağlardı? Haklısınız, yazının girişinde öyle demiştim. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Ama devrimlerin kalıcı olmasında takdir edersiniz ki birçok etken var. Bunlardan en önem- lilerinden birisi de sanat-“edebiyat”tır. SSCB’nin çöküşünde de sanatın gerçek işlevini yerine getirememesinin mutlaka büyük önemi olmuştur. Ama şundan eminim ki, dünyadaki bütün devrimleri, olumlulukları ve olumsuzluklarıyla, edebiyatla öğrenmek mümkün. Belki de kalıcılık derken bunu da kastediyor olabilirim. Evet, gelelim Rus Edebiyatı’na… Rusya’da birçok realist yazar, köleliğe, Çarın dayanılmaz baskısına ve zorbalığına karşı açılan mücadeleye katılmış, türlü yollardan sanatlarında bunu ifade etmişlerdir. Bu eylem, edebiyatta çok ilginç çizgilerle işlenmiştir. Böylece edebiyatla insan uyandırılmaya çalışılmıştır. Bu büyük uyanış bütün dünyaya eserlerle duyurulmuştur. Yazarlar hem toplumsal yapıyı eleştirmiş hem de yeni fikirleri kökleştirme gayretinde bulunmuşlardır. Puşkin, Gogol, Herzen, Dostoyevski, Turgenyev… Sanatçıların eserlerini okuduğunuzda, ki okumuşsunuzdur, devrimin ve devrim öncesinin izlerini görmek mümkündür. Puşkin, despotluğa, köleliğe ve Çarlığın hükümranlığına etkili darbeler indiren keskin bir silah olmuştur. Gogol, ülkeyi kımıldatıp uyandırmış ve toplumsal yerginin eşsiz ustası olmuştur. Gorki’ye ve onun muhteşem eseri, topluma mal olmuş, “AA”sına değinerek söyleyeceklerime devam etmek istiyorum: Edebiyatçı; çağına, geleceğin insanına yolu açmak için her şeyi yapmalıdır. Edebiyatta ideolojiye de bağlanmalıdır. Sanatçı, çağının ilgilerini, düşüncelerini, özlemlerini en geniş biçimde yansıtmalıdır. Ezilenin yanında olmalı, kötü düzeni, bozuk düzeni eleştirmeli, değiştirmek için kalemini oynatmalıdır. Hikmet Kıvılcımlı, “Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi” kitabında şöyle der: “Cedideciler, kendi çağlarında mensup oldukları sınıf ve zümrelerin içinden gelme en orijinal, en aslına uygun örneklerinden başka bir şey değildirler. Eğer bir hastalıkları, kusurları varsa, bunu sırf kişiliklerinde değil, edebi kişiliklerini gerektiren sosyal köklerinde, ortamlarında, çevrelerinde aramak ve bulmak gerekir ve elden gelir.” Usta’mızın dediği gibi, yapıtlar sanatçıların, çevrenin, toplumun birer aynası gibidir. Ve gerçekliğe ancak eserlerle ulaşabiliriz. Edebiyatta sözcük, imge, biçim, içerik bir bütünlük gösterir. İçerik ne kadar güçlü ve etkili, coşku ne kadar kuvvetli ve tutarlı olursa, edebiyat eseri de doğal olarak o kadar güçlü ve etkili olacaktır. Bir eser, toplumun sınıf yapısına, sınıfı yöneten kitlelere incelikle bağlanmıştır. Sınıfsal içerik yapıtın ideolojik ve gerçek dayanağında yansımalıdır. Her yapıt, elbette içerikçe zengin olanlar, kitlelere ulaşacak biçimde düzenlenmelidir. Edebiyatçı, eserin ideolojik içeriğini ortaya çıkarmalıdır. Şüphesiz, sadece tematik açıdan bir esere yaklaşmak, kısır bir tutumdur. Marksizmin ince çözümleme yöntemine uygun düşmez. Marksizm, edebiyata değişik açılardan yaklaşabilir. Sanat yapıtlarını, belirli yaşam koşullarını az ya da çok gerçekçi bir tutumla yansıtmaları açısından inceleyip çözümler. Eserin yazarını da sözcüsü olduğu sınıfı da tanıtır. Edebiyatımız, evriminin en belirleyici dönemlerinden birinde bulunuyor. Edebiyatımız, bu dönemi değişken çizgileriyle yansıtmayı gitgide daha iyi öğreniyor. Toplumcu, köylü ve işçi edebiyatlarındaki değişik eğilimler dışında, ülkemizde hâlâ eski tutumlarını sürdüren kimi yazarlar var. Bunlar, proletaryanın iktidarını benimsemedikleri gibi sosyalizmin temel ilkeleriyle de uzlaşamıyorlar. Günümüz sanatının, burjuva sanatının temel özelliği, içerikten yoksun oluşudur. Sanatsal alanda hiçbir duygu ve düşünce ortaya koyamamıştır. Devrim, olağanüstü boyutta geniş ve derin düşüncelerin doğuşunu sağlar, kahramanca ve karmaşık duygular uyandırır, onları körükler. Bununla birlikte sosyalizmi gerçekleştirecek olan İşçi Sınıfı bütün sanat biçimleriyle donanacaktır. Afişlerin, dövizlerin yanında derin düşünceleri, güçlü duyguları kapsayan eserler katıksız bir şekilde Sosyalist Gerçekliğin kavranmasına yardım edecektir. Bolşevik Devrimi’nin ardından Blok’un “Duz” ve Mayakovski’nin “Gülünç Gizler”inin sosyalizmin kavranmasında, özellikle edebi çizgide önemli katkıları olmuştur. Marks Usta ne demiş? “Filozoflar sadece dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindi; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Edebiyatçıların kalemleri bir kerte de olsa dünyayı değiştirmelidir, değiştirecektir de. Kocaeli’den Kurtuluş Partili Bir Eğitim Emekçisi Şafak Öğretmen’i Kaybettik, Sorumlusu Parababaları Düzenidir! Ş afak Bay… Ataması yapılmayan meslektaşlarıyla birlikte Parababalarının zulüm düzenine kafa tutuyordu. Yıllarca onca emek sarf edip, öğretmen olma yeterliliğine kavuşmalarına rağmen, KPSS gibi bir sınavı geçemediği için işsizlik cehennemine atılan, bütün hayallerini, ideallerini süresiz biçimde ertelemek zorunda kalan, sayıları 350 bini çoktan geçmiş “Ataması Yapılmayan Öğretmenler”in sesiydi Şafak Öğretmen. Şafak Bay, toplumumuzdaki en büyük yaralardan biri olan işsiz öğretmenler faciasını kamuoyuna duyurmak için insanüstü bir gayret gösterdi. Dağınık ve örgütsüz olan binlerce işsiz öğretmeni bir araya getirebilmek için Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu (AYÖP)’ün kuruluşunda yer aldı. Yürütülen mücadele kısmen de olsa ataması yapılmayan öğretmenlerimizin sesini kamuoyuna duyurdu. Binlerce ataması yapılmayan öğretmenin katıldığı eylemler yapıldı, bu eylemler TBMM’ye gündem olacak kadar ses getirdi. Ne var ki Şafak Öğretmen’in önünde birbirinden hain iki kahpe düşman vardı. İlki bedenini saran sinsi kanser illetiydi. Kemik kanserine yakalanmıştı Şafak Öğretmen. Bu zalim hastalık bedenini iyiden iyiye sarmış, günden güne onu yiyip bitirmekteydi. İkinci illet de kanserden daha beter Parababaları düzeniydi. Sinsi kemik kanseri sadece Şafak Öğretmen’i yiyip tüketiyordu, ancak Parababaları düzeni hem ona, hem yüz binlerce işsiz meslektaşına, hem de İşçi Sınıfımız başta olmak üzere bütün emekçi halklarımıza cehennem azabı yaşatıyordu. İşte Şafak Öğretmen bu iki cellâda da meydan okuyarak mücadelesini yükseltti, sesini duyurdu. Başta Tayyipgiller olmak üzere Parababaları düzeninin sahipleri Şafak Öğretmen’e hayatı zindan etti. Şafak Öğretmen’in tek istediği şey, en büyük ideali olan öğretmenlik mesleğini icra etmek, öğrencilerine kavuşmaktı. Bir röportajında “Hep rüyamda ders zilinin çaldığını, benim de sınıftan içeri girdiğini görürdüm, son zamanlarda o rüyaları da görmez oldum” diyordu. Bir taraftan tarifi imkânsız kanser ağrılarına katlanırken diğer taraftan da Ankara’da eylem yapmak için bir araya gelen ataması yapılmayan öğretmenlere destek için Abdi İpekçi Parkı’na gelmişti, yürümeye bile mecali yokken. Ve en sonunda iki kahpe düşmanın zulmüne yenik düştü Şafak Öğretmen’in bedeni. Şafak Öğretmen’i kaybettik. Tıpkı daha önce intihar eden 21 öğretmen gibi Şafak Öğretmen’in ölümünün sorumlusu da Parababaları düzenidir. Bir taraftan kamuya ait ne varsa kendilerine ve yandaşlarına peşkeş çekerken, diğer taraftan öğretmen atamalarını çeşitli bahanelerle yapmayan Tayyipgiller yaratmaktadır bu trajediyi. Bunlarda insanlıktan zerre eser yoktur. Daha dün Hopa’da bir emekli öğretmeni, bir devrimci öğretmeni, Metin Lokumcu’yu alçakça katlettikten sonra “Tabi bu arada bir tanesi de kalp krizi geçirerek ölmüş, kimliğini bilmiyorum, üzerinde durmaya da gerek duymuyorum” diyen alçaklar sürüsüdür bu katliamları yaratanlar. Şafak Öğretmen’i 11 Haziran günü Mersin’de toprağa verdik. Kurtuluş Partisi Mersin İl Başkanı ve Yöneticileri olarak son yolculuğunda onu yalnız bırakmadık. Sen rahat uyu Şafak Öğretmen’im. Elbet bir gün sana ömrünün son günlerini zindan edenlerden hesap soracağız. Demokratik Halk İktidarını kurarak Parababalarının kanser düzenini ortadan kaldıracağımız gibi Sosyalizmi kurarak halk için nitelikli ve bedava sağlık hizmetini tesis edip, seni genç yaşta ölüme götüren illetleri, örneğin kanseri önleyebileceğimiz, sağlıklı bir toplum inşa edeceğiz. Mücadelen biz devrimciler tarafından sürdürülecek ve zafere ulaştırılacaktır. Şafak Öğretmen Ölümsüzdür! Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri Şafak Öğretmen Ölümsüzdür! 11 Haziran Cumartesi günü omuzlarımızda toprağa verdik Şafak Öğretmen’i, Mersinli Kurtuluş Partililer olarak. Daha sonra ailesine başsağlığı ziyaretine gittik. Ataması Yapılmayan Öğretmenler mücadelesinde tanışmıştık Şafak Öğretmen’le. Ve aynı amaç uğruna mücadele ederken yoldaşlaşmış, kardeşleşmiştik. Bu yüzden sadece bedence aramızdan ayrılabilirdi Şafak Öğretmen. Başsağlığı ziyaretimizde de ailesine de Şafak Öğretmen’i öldüren bu kanser düzenini yok edene kadar, onun ideallerinin mücadelemizde yaşayacağının sözünü verdik. Şafak Öğret- men’in sadece onların evladı olmadığını Türkiye halklarının bir evladı olduğunu söyledik. Ve bu halklarla sonsuza dek yaşayacağını söyledik... Kahrolsun Şafak Öğretmeni Öldüren Kanser Düzeni! Şafak Öğretmen Ölümsüzdür! Mersin’den Kurtuluş Partililer Derleniş Yayınları-Kurtuluş Yolu Kocaeli Kitap Fuarı’nda Kocaeli Halkıyla buluştu D erleniş Yayınları-Kurtuluş Yolu, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği, bu yıl üçüncüsü yapılan Kocaeli Kitap Fuarı’ndaydı. 14 Mayıs-22 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilen fuara 315 yayınevi katıldı. Kitapevleri sayısının ve kitap çeşitliliğinin azlığı sebebiyle, aradığınız her kitabı bulamadığınız Kocaeli’de böyle bir fuar okuyucular için iyi bir fırsat olmuştur. Derleniş Yayınları-Kurtuluş Yolu Gazetesi olarak, Kocaeli Halkına Partimizi ve Partimizin ilk Genel Başkanı, Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’yı tanıtmak amacıyla katıldık bu Fuara. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın kitaplarını ve Partimiz Önderliği’nin gelişen süreci değerlendirdiği-çözüm ürettiği diğer yayınlarını sergiledik standımızda. Standımızı Usta’mızın posteriyle ve Partimizin ideolojisini ifade eden afişlerimizle süsledik. Fuarda siyasi bir duruşu olan tek stanttık. Ziyaretçilerin standımıza ilgisi bizi memnun etti. “Hikmet Kıvılcımlı’nın kitaplarının bulunduğu bir stant bulduğu için koşa koşa gelenler”, “standımızı tanıdıklarına tavsiye edenler”, amacımıza ulaştığımızı gösterdi. Fuarın son günü, 22 Mayıs Pazar saat 12.00’da bir Panel düzenledik. “27 Mayıs 1960 Politik Devrimi’nden Bugüne Türki- ye ve Büyük Ortadoğu Projesi” konulu panelin konuşmacısı Halkın Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı’ydı. Dikkatle ve ilgiyle izlenen Gürdal Çıngı’nın konuşması sık sık alkışlarla desteklendi. (Bu konuşmanın tamamını Gazetemizin diğer sayfalarında yayımlıyoruz.) Kocaeli’den Kurtuluş Partililer Kuzeyden Güneye her yerde biz varız! S eçimler dolayısıyla ülkenin tüm topraklarını babasının çiftliğiymiş gibi görerek dört bir yanda yarattıkları gürültü, çevre vb. kirlilikler yetmezmiş gibi kendilerine kimsenin ses çıkarmasını, kimsenin “Su Haktır Satılamaz, Çaykur Metin Lokumcu Özelleştirilmesin” diye haykırmasını istemiyorlardı. Artvin Hopa’da da gönderdiler kolluk güçlerini ve METİ LOKUMCU’yu öldürdüklerini düşündüler. Fakat bizler bir ölür bin doğarız. Öyle de oldu. Biz HKP İskenderun İlçe Örgütü olarak, Tayyipgiller’in ve onların kolluk kuvvetlerinin METİ LOKUMCU’ya ve her yerde tüm devrimcilere göstermiş oldukları insanlık dışı muamelelere karşı KESK’in düzenlediği eylemde yer almayı görev bildik. Partimizin flamalarını alarak toplanma alanına doğru yola çıktık. Kortejdeki yerimizi alarak İnönü Meydanı’ndan AKP İlçe Teşkilatı önüne kadar sloganlar eşliğinde yürüdük. Burada yapılan basın açıklamasının ardından tekrardan Parti binamıza döndük. İskenderun’dan Kurtuluş Partililer 18 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Bunlar insan sefaleti! S ınıflı toplumda yaşıyoruz. Yani yalanın, hilenin, dümenin, düzenbazlığın, köşe dönmek ya da bir makama, koltuğa, üne, poza sahip olmak için insanlığından ödün vermenin, insanlığını bir kuruş paraya satmanın erdem sayıldığı toplumda yaşıyoruz. Elbette, bu toplumu Parababaları bu hale getirmiştir. Biliyoruz, İlkel Komünal toplumda insanlar yalan, hile, düzenbazlık bilmezlerdi. Çünkü insanlar eşit kankardeşleri halinde yaşıyorlardı. Oysa sınıflı toplum, insanın insanı ezdiği, soyduğu, sömürdüğü düzendir. Dolayısıyla da ezenler ve ezilenler, soyanlar ve soyulanlar, sömürenler ve sömürülenler diye ikiye ayrılmıştır. O yüzden de ezenler, soyanlar, sömürenler safında yer almak isteyen kişiliksizler, karaktersizler çıkıyor bu toplumda bolca… İşte bunlardan bir tanesi de Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) Başkanı Ali Demir. Biz insanlara, sırf siyasi görüşlerinden ötürü kötü gözle bakmayız. Asla hakaret etmeyiz. Olaylara bakarak ve olaylar karşısındaki tutumlarına bakarak değerlendirmelerde bulunuruz. Yusuf Ziya Özcan Ali Demir’e de öyle bakıyoruz. Ancak baktığımızda kişiliksiz, karaktersiz, onur yoksunu, güvensiz, bencil, kişicil çıkarlarını önde tutan biri bir insan sefaleti görüyoruz. Niye mi? Kendisi hakkında söylenen şu sözlerden ve o sözler karşısında takındığı tutumdan ötürü. Üstelik de bu sözleri söyleyen, aynı yolun yolcusu oldukları Tayyipgiller’den YÖK Başkanı B Yusuf ziya Özcan... YÖK Başkanı Y. Z. Özcan, 29 Mayıs’ta Ali Demir için bakın ne dedi: “Maalesef ÖSYM’ye güven erozyonu oldu. Ali Demir’in krizi idare edişiyle bu noktaya geldik. Ali bey çıkıp her şeyi anlatsaydı bu noktaya gelmezdik. Deneyimsiz olması eleştirilebilir doğrudur. Ama zor bir iş. Kopya çekilmemesi için abarttı, paranoyaklık yaptı. Hatta ölçüyü fazla kaçırdı. Tuvalet iznini kaldırmak saçmaydı. İnsan nikâh yüzüğüne bluetooth nasıl koysun? İmtihan için yıllardır taktığım yüzüğü niye çıkartayım ki. (…) İdari hatası var. (…)” (Abbas Güçlü, Milliyet, 29.05.2011) Türkçe sözlüğe göre de Paranoya: “Abartılı gurur, kuşku, sanrı, güvensizlik ve bencillikle belli olan bir ruh hastalığı”dır. Y. Z. Özcan bu değerlendirmeleri hangi olaydan ötürü yaptı? Yüz binlerce öğrencinin geleceğinin söz konusu olduğu Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) sonrası yaşanan şifre ve kopya olayının açığa çıkmasından ötürü... Binlerce öğrenci, Fethullahçı-Tayyipci-Şeriatçı öğrencilere verilen şifre ve kopyaya karşı, şehirlerden ilçelere ülkenin her yanında gerçekleştirdikleri eylemlerle geleceklerinin göz göre göre karartılmasına karşı en haklı, en insanî tepkilerini dile getirip, Halk Kurtuluşçu Liseliler başta olmak üzere “Emek Hırsızı ÖSYM” adı altında örgütlenerek “A, B, C, D, E Kopyacı Şifreci AKP” diye haykırdılar eşitlik ve adillik talebini. Bütün bunlar olurken hiç sesi çıkmayan, aksine ÖSYM Başkanı Ali Demir’in şifre ve kopya iddiaları karşısında yaptığı ilk açıklamadan hemen sonra “tatmin olduk” diye açıklama yaparak, Ali Demir’e ve ekibine kol kanat geren Y. Z. Özcan yapıyor bu açıklamayı… Bu açıklama karşısında A. Demir ne yaptı? Hiçbir şey! Tık demedi. Niye? Çünkü kendisini o koltuğa getirenler onlardı. Koltuk elden gitmesin de varsın ne derlerse desinlerdi… Şimdi bu insana insan sefaleti denmez de başka ne denir?.. *** Hatırlayacağımız gibi YÖK Başkanı Özcan, başlangıçta hararetle savundu Demir’i. Şöyle söyledi 14 Mayıs’ta: “Böyle bir sınavda Ali Bey’in istifa etme- si için öğrencilerin hakkaniyetine zarar veren bir icraatı olması lazım. Bugüne kadarki tecrübelerimizden ve yargının incelemesi sonucunda böyle bir husus ortaya çıkmadı. Hiçbir öğrencinin hakkı yenmedi. Kimse kimsenin önüne geçmedi veya arkasında kalmadı. Hak yenilmedikçe Ali Bey’in istifasını istemenin bir anlamı olmadığını düşünüyoruz.” (t24com.tr) 14 Mayıs’ta bunları söyleyen Özcan, sonra Ali Demir bu düşüncesinden vazgeçti. 29 Mayıs’ta yukarıdaki değerlendirmeyi yaptı. 29 Haziran’da ise istifa etmesi gerektiğini söyledi Demir’in. Açıklaması şuydu: “Çok iyi ve çalışkan bir bilim adamı. Bence tek eksiği, iyi idareci olamaması. Cumhurbaşkanı da Başbakan da söyledi. Riski iyi yönetemedi. Kendisinden daha iyi performans beklerdik. İyi performans gösteremedi. Eğer iyi bir idareci olsaydı bunların hiçbiri yaşanmazdı. (…) “(…) “YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan bu kadar aksaklığın kendi olduğu kurumda yaşanması durumunda istifa edeceğini açıkladı ve Ali Demir’in istifasını neden istemediğini şöyle açıkladı ” Ön soruşturma sonucunda ‘suçludur’ diye gelseydi alınacaktı zaten. “Suçu yoktur” denince biz de almadık. Kendisine kalmış bir şey. Kendisi isterse istifa edebilir, engel yok.” (internethaber.com) Sadece Özcan mı savundu Demir’i? Hayır. İlk önce A. Gül savundu ve A. Demir’in yaptığı ilk açıklamadan sonra “Ben tatmin oldum” dedi. Tayyip de sahip çıktı Demir’e. Çünkü bizzat kendisi atamıştı. YGS’deki şifre skandalı o kadar ayyuka çıkıp öğrenciler gerçek anlamda ayaklanınca ve Konyalı bir öğrenci sınavın iptali için dava açınca mızrak çuvala sığmadı ve konu mahkemelik oldu. Ankara Cumhuriyet Savcılığı yaptığı so- ilindiği üzere, Partimiz Kurtuluş Partisi Gençliği’ne Başbakana hakaretten dava üzerine imzalarımızı teslim Gençliği tarafından, ettiğimiz 9 Eylül 2009 gü2008-2009 döneminde, nü, YURTKUR önünde 1 yıl süren ve Üniversite öğyaptığımız eylemi fırsat bilrencilerinin neredeyse tamamiş; hep yaptığı gibi kolluk Parti binamızda yaptığımız basın açıklamasınmını ilgilendiren Barınma Sorunu ile ilgili dan kısa bir süre sonra, basın açıklamasını güçlerini kullanarak 44 arkadaşımızı kelepolarak “YURTKUR Uyuma Öğrenciye Yurt okuyan Yoldaş’ımız Konya Cumhuriyet Savcı- çeler takarak gözaltına aldırmıştır.” Kur” konulu bir imza kampanyası başlatılmış- lığının talimatıyla Güvenlik Şube Müdürlüğü İddianamedeki iddia ise oldukça komik ve tı. tarafından ifadeye çağrılmış, ifadesi alındıktan gülünçtür. “Tayyipgiller” kelimesindeki “gil7-8-9 Eylül 2009 tarihinde, topladığımız bir süre sonra hakkında dava açılmıştır. ler” eki, “söz konusu mağdur sıfatındaki kibinlerce imzayı teslim etmek için İstanbul Takİddianame’de mağdur olarak Türkiye şinin onur, şeref ve saygınlığını aşağılamaya sim Meydanı’nda başlattığımız yürüyüşümüz, Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Er- yönelik hakaret” olarak ileri sürülmektedir. Ankara’da YURTKUR Genel Müdürlüğü doğan şeklinde bir bölüm geçmekte ve “KaGörmek isteyen herkes tarafından bilinönünde sonlanmıştı. mu Görevlisine Görevinden Dolayı Haka- mektedir ki, ne Tayyip’te, ne şürekâsında, ne YURTKUR önünde yaptığımız eylemde, ret” suçlaması yöneltilmektedir. Basın açıkla- de onların efendileri AB-D Emperyalistleri ve kolluk güçleri tarafından 44 arkadaşımız ke- mamızdaki şu cümleler nedeniyle suçlama ya- yerli işbirlikçilerinde yukarıda belirtilen değerlepçeler takılıp gözaltına alınmış, ikisi avukat pılmaktadır: lerin hiçbirisinin zerresi yoktur. olmak üzere 43 arkadaşımız hakkında 2911 saSomut olarak kampanyamızdan örnek ve“Tayyipgiller bir yıl boyunca polis, savcı, yılı yasa uyarınca “kanuna aykırı toplantı- belediye gibi her türlü olanağıyla bizi engel- recek olursak; eğer bunlarda insanî bir değer yürüyüş yapmak” suçlamasıyla dava açılmış- lemeye çalışmıştır. Bunu somut olarak kam- olsaydı, binbir zorluklarla üniversiteye yerletı. panya afişlerimizin İstanbul, Bursa, İzmir şen halk çocuklarının barınacağı devlet yurtla8 Nisan 2011 günü Ankara Adliyesinde gö- gibi illerde yasaklanmasıyla gördük. Yine rı yaparak gençlerimizi cemaat yurtlarının ve rülen davanın ilk duruşması öncesi ortak basın bunu somut olarak Hüseyin Çelik’i YURT- tarikat evlerinin eline bırakmazlardı. metniyle Ankara, İstanbul, Eskişehir, Konya KUR salonunda protesto eden arkadaşlarıBunlarda insanî bir değer olsaydı, paran varsa oku, yoksa ne halin varsa gör demezlerdi. Eğer bunlarda insanî bir değer olsaydı, gençler, gerici ve baskıcı eğitim sisteminin pençesinde olmazdı. Bunların halkımızın deyimiyle ar damarı çatladığı için kendilerine karşı yükselen her sesi susturmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Ama bizi tanımıyorlar. Tanısalardı, ömrünün 22,5 yılını Parababalarının zindanlarında geçiren ve oraları “Kızıl bir Üniversite” haline getiren Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileri olduğumuzu ve Usta’mızın deyimiyle “Yıldırılamaz Gençlik” olduğumuzu bilirlerdi. Bu tür baskılar ve saldırılar bizim için birer onur nişanıdır. Hiçbir zaman yılmadan, usanmadan mücadelemize devam edeceğiz. Ve er geç biz kazanacağız. Ellerinden geleni arkalarına koymasınlar. 21 Kasım tarihinde Konya 4. Sulh Ceza Mahkemesinde görülecek duruşmada yine başımız dik, alnımız açık bir şekilde olacağız. Baskılar bizi yıldıramaz! gibi illerde bu durum protesto edilmiş ve kamuoyuna duyurulmaya çalışılmıştır. Konya’dan Kurtuluş Partisi Gençliği olarak duruşmadan bir gün önce, 7 Nisan tarihinde mızın yurttan atılmaya çalışılmasında, burslarının kesilmesinde gördük. Tüm yasaklamalara, yıldırma ve korkutma çabalarına rağmen yılmadık. Tayyipgiller bunun Biz Kurtuluş Partisi Gençliğiyiz, Biz Halkız, Haklıyız, Kazanacağız! Konya’dan Kurtuluş Partisi Gençliği ruşturma sonucunda “şifre ve kopya yoktur” dedi ve sınavın iptaline gerek görmedi ama Ali Demir hakkında “görevi ihmal ve görevi kötüye kullanma gerekçeleriyle YÖK Genel Kurulu’ndan soruşturtma izni talep” etti. “Şifre ve kopya yok”sa, “görevi ihmal ve görevi kötüye kullanma” nedeniyle “soruşturma izni tale”bi niye? Bu sorunun yanıtını Savcılıktan almak mümkün olmadı. Ama o da Tayyipgiller’in hukuk bürosunun bir elemanı olduğu için, yaptığı şey mantıklı değil ama normaldi… Zaten onlarda mantık aramak gerekmiyor. Gereken ne onlar için? Cemaatin çıkarına mı değil mi? Biricik ölçüt bu onlar için… Zaten “soruşturma izni” de vermedi YÖK ve Başkanı Özcan. YÖK Genel Kurulu’nun 22 Haziran’da gerçekleştirilen toplantısında yapılan oylamada Özcan, başsavcılığın talebinin reddedilmesi yönünde oy kullandı. E ne oldu şimdi Özcan? Hani Ali Demir paranoyaktı, hatalıydı. İstifa etmesi gerekirdi?.. Bunlar gün oğlanı. Rüzgâr ne yönden eserse o yönde eğilmeyi marifet sayıyorlar. Dün söylediklerinin bugün tam tersini söyleyebiliyorlar. O zaman bu sözleri niye söyledi Özcan? Çünkü o günlerde başta Liseli Gençlik olmak üzere toplumun büyük bir kesiminde “kopya ve şifre” olayına çok büyük bir tepki vardı. O yüzden Liselilerin ve toplumun gazını almak gerekiyordu. Tepkiyi azaltmak gerekiyordu. O yüzden böyle sureti haktan göründü… Bunların ustası, Demirel’dir, Özal’dır, Tayyip’tir… Hatırlayacağımız gibi, Demirel de “dün dündür bugün bugündür” diyerek tarihe geçmişti. Tayyip de, İsrailli MOSSAD ajanı Sami Ofer’e Galataport’u peşkeş çektiği ortaya çıkınca önce “görüşmedim” demişti. Arkasından görüştüğü kanıtlanınca “görüştüm, görüşürüm, görüşeceğim” diyerek, suçluluk telaşıyla sözde efelenmişti. O Sami Ofer ki, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun “(…) gerçek bir Siyonistti ve diğer Siyonistlere olan bağlılığını hiç unutmadı. Zirveye çıktığı günlerde bile” diyerek göklere çıkardığı biriydi. Tayyip, Özcan, Demir: Yani Tayyipgiller. Böyledir bunlar… Ar damarları çatlamıştır. *** Ya Y. Z. Özcan’ın kendisi?.. YÖK Başkanlığı’na atandıktan sonra 15 Aralık 2007 tarihinde TBMM Başkanı Köksal Toptan ile görüşen Y. Z. Özcan arasında şöyle bir diyalog geçmişti: “Köksal Toptan: YÖK ile ilgili söyleyeceğiniz varsa... “Y. Ziya Özcan: Hayır, yok hocam. Mümkün olduğu kadar bu işten kaçınıyorum. “Köksal Toptan: Arada sırada bu konularla ilgili katılım için cevap da vermek lazım. “Y. Ziya Özcan: Hem Sayın Cumhurbaşkanı tavsiye etti hem de Sayın Başbakan. ‘Aman hocam’ dedi, ‘Bir şey söylersin ipimizi çekerler’ dedi...” (Gazeteler) Yani Tayyipgiller, Özcan’a güvenmiyorlar. Boşboğaz biri olarak görüyorlar. Kendi Ortaçağcı amaçları için yanlış, zamansız bir açıklama yapabilir diye düşünüyorlar. Peki o zaman o makama niye getiriyorlar? O an için en güvenilir eleman o da ondan… Hatırlayacağımız gibi Y. Z. Özcan, YÖK Başkanlığına atandığı günlerde, dönemin Maliye Bakanı K. Unakıtan ile bir bakanlık bürokratı arasında (açık unutulan bir mikrofondan duyulan) şöyle bir konuşma geçmişti: “Bürokrat: Yeni YÖK Başkanının havası değişmiş. Gayet güzel sözler söylüyor? “Bakan Unakıtan: İsterse söylemesin... “Bürokrat: Bu ortamdan faydalanıp üniversite reformunu da yaparsak hükümet olarak Sayın Bakanım çok ciddi başarı olur. “Bürokrat: 300 milyona yakın üniversitelere iyileşme yapıyoruz yıllık. Gülüp oynasınlar. Daha sesleri çıkmaz. Tarifeyi de ufak bir rötuşla geçiştiririz böylece... (23 Ocak 2008, Gazeteler) Bir insan ancak böylesine aşağılanabilir… Bu, üç kuruş para karşılığında üniversiteleri satma değil de nedir?.. Peki Özcan ne yaptı bu konuşmalar ve değerlendirmeler karşısında? Tepki gösterdi, “beni parayla satın alamazsınız” dedi mi? Diyebildi mi? Hayır! Aynen Demir’in yaptığını yaptı. Hiçbir şey söylemedi-söyleyemedi. Çünkü onu da oraya Tayyipgiller getirmişti… Yani al birini vur ötekine… Ha Tayyip ha Demir ha Özcan... Bunlar yukarıda da söylediğimiz gibi aynı yolun yolcuları. Yolları hangi yol dersek; ün, poz, çalım, makam, koltuk peşinde koşma, vurgun vurma, soygun yapma deriz… Tayyipgiller İstanbul Halkının Ekmeğine Göz Dikiyor T ürlü yöntemlerle elde ettikleri sözde “seçim başarısı”nın ardından iyice pervasızlaşan Tayyipgiller, halklarımızı işsizlik, pahalılık, zam, zulüm cehennemine atmaya devam ediyor. Koltuğunu bir süreliğine de olsa garantiye alan Tayyipgiller işe; “Ulusal İstihdam Stratejisi” adını verdikleri soygun stratejisiyle, başta Kıdem Tazminatı ödemelerini kuşa çevirme, esnek çalışmayı yürürlüğe koyma gibi halk düşmanı tedbirleri içeren planıyla başladı, bildiğimiz gibi. Tayyipgiller’in bu halk düşmanı uygulamaları sadece sözde “Ulusal İstihdam Stratejisi”yle sınırlı kalmayacaktır. Yerellerde, yani Tayyipgillerce yönetilen belediyelerde de bundan sonra vurgunun, soygunun, sömürünün şiddeti daha da artacaktır. Bunun ilk işaretini İstanbul’da halk ekmeğe yaptıkları yüzde 25’lik zamla verdiler. Sessiz sedasız yapılan bu zamla İstanbul Halkı artık ekmeği daha pahalıya yiyecek. Dedik ya, Tayyipgiller iyice pervasızlaşmaya başladı diye. Önceden en azından yapacakları ekmek zammında daha usturuplu davranırlardı. Bir örnek verelim buna dair: Bir süre önce 300 gramı 40 kuruştan satılan İstanbul Halk Ekmeğinin önce gramajını 175 grama düşürdüler. Tayyipgiller bu 175 gramlık halk ekmeğe 25 kuruş fiyat biçtiler. Yani ekmeğin fiyatıyla gramajı orantılı biçimde değişmedi. Oysa eski gramaja göre orantılanınca 175 gramlık ekmeğin fiyatının 23 kuruş civarında olması gerekiyordu. Böylece Halk Ekmeğe gizli bir zam yapmış oldular. Hatırlanacağı gibi, bu Alicengiz oyununu daha katmerli biçimde ulaşıma yap- tıkları zamda uygulamışlardı. Yapılan son ekmek zammında ise hiçbir şeyi gizlemeye gerek görmeyen Tayyipgiller, 40 kuruşa satılan halk ekmeğin fiyatını doğrudan 50 kuruşa yükselttiler. Yani yüzde yirmi beşlik bir zam yaptılar Halk Ekmeğe. Varlık sebebi halkları soyup soğana çevirmek olan Tefeci-Bezirgân Sermayenin temsilcisi Tayyipgiller, bu zamla halkımızın “ekmeğine göz diktiğini” bir kez daha fiilen göstermiş oldu. İnsanlarımız mevcut koşullarda zaten kuru ekmekten başka doğru düzgün bir şey yiyememektedir, sağlıklı biçimde beslenememektedir. Hele hele halkımız açısından son derece önemli olan Ramazan Ayı öncesi Tayyipgiller’in yaptığı bu ekmek zammı tam bir zalimliktir. Ramazanda zaten zar zor kurulan sofralar artık daha zor kurulacaktır. Dindar geçinen Tayyipgiller, zam yapmak için Ramazan ayı- nın geçmesini bile bekleyemediler… Ama bu böyle gitmeyecektir. Elbette ezilen, sömürülen, dincilik gösterileriyle (hele Ramazan ayındaki gösterişli “İftar Çadırları”yla) uyutulan halkımız, partisi öncülüğünde, Halkın Kurtuluş Partisi öncülüğünde Tayyipgiller’i eninde sonunda layık oldukları yere, gönderecektir. 19.07.2011 Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü 19 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Birinci Kurtuluş Savaşı’mız ve Büyük Ekim Devrimi: Ortak Düşmana Karşı... (V) BELGE 158 IX. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi Başkanı’nın, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal’e Gönderdiği Telgraf(1) 3 Ocak 1922 Telgraf kanalı ile IX’uncu Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tarafınızdan gönderilen kutlama mesajını (2) ve bu mesajla birlikte iletilen Türk ulusunun Rusya halklarına bağlılık işareti olan köklü ve sağlam dostluk duygularıyla sempatilerini içten bir sevinç ve şükran duygularıyla öğrenmiş bulunuyor. Düşmanın Rusya’yı kapitalist hükümetlerin boyunduruğuna sokmak ve emekçi kitleleri devrim başarılarından yoksun etme yolundaki sürekli eylemlerine karşı mücadele veren Rusya’nın işçi ve köylüleri, düşman istilasına karşı savaşan Türk ulusuyla kopmaz dostluk bağlarıyla bağlıdır. Bu bağlar Rusya ile Türkiye arasında Moskova’da imzalanmış dostluk ve kardeşlik anlaşmasında son şeklini almıştır. Bu anlaşma ile Rusya ve Türkiye, Doğu halklarının özgürlük ve bağımsızlık haklarını resmen tanıyarak, bu halkların millî kurtuluş hareketlerinin Rusya emekçilerinin yeni toplumsal düzen uğruna mücadeleleriyle doğal bağlarla bağlı olduklarını açıkladılar. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi, Rusya ile Türkiye’nin zorlu sınavlara göğüs gerdikleri şu anda, halkları arasındaki her geçen gün daha da artan bağlılığın her iki ulusun kendilerini hâlâ tehdit eden tehlikelere karşı bundan sonraki mücadelelerinin başarıya ulaşmasında paha biçilmez bir güvence olduğunu belirterek, tüm düşmanların yenileceği, zafer günlerine yakın bir gelecekte kavuşulacağına olan inancını bildirir. IX’uncu Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi Başkanı M. Kalinin Sekreter A. Yenukidze (1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge No. 2. (2) Belge 150. BELGE 160 Tüm Ukrayna Merkez Yürütme Komitesi Başkanı’nın, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal’e Gönderdiği Telgraf(1) 4 Ocak 1922 Telgrafınız(2) Harkov’da Vl’ncı Ukrayna Sovyetleri Kongresi bittikten sonra alınmıştır. Yeni seçilen Tüm Ukrayna Merkez Yürütme Komitesi prezidyumu yaptığı ilk toplantısında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gerek kutlama mesajından dolayı teşekkürlerini, gerekse Ukrayna temsilcileri ile Türkiye temsilcileri arasında Ankara’da başlanan görüşmelerin tez ve olumlu sonuçlara varacağına olan inancını bildirmeyi görev sayar. Halkların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi ilkesini ilan edip gerçekleştiren devrimci Ukrayna, candan dostluk duyguları ile Türk milletinin bağımsızlığı uğruna kahramanca savaşını izlemektedir. Uluslarımızı bağlayan sadece dostluk bağları değil, aynı zamanda, mücadelelerini zaferle bitiren milletleri tekrar boyunduruk altına almak ve birbirlerine karşı kışkırtmak için her türlü canice yollara başvuran emperyalist vahşi saldırganlara karşı savaşmada sağlam dayanışma bağlarıdır. Dünyada zincirlerini koparıp atmak isteyen halkların iradesini kıracak hiçbir güç yoktur. Bu nedenle, düşmanlarımızın tüm komplolarının yıkılmasının an meselesi olduğuna kuvvetle inanıyoruz. Ukrayna emekçi halkı adına Türk ulusunu ve onun tek temsilcisi Büyü Millet Meclisi’ni kutluyoruz. Tüm Ukrayna Merkez Yürütme Komitesi Başkanı G. Petrovski (1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge No. (2) Belge 150. BELGE 166 Tüm Ukrayna Merkez Yürütme Komitesi Başkanı’nın, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal’e Telgrafı(1) 2 Şubat 1922 Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Hükümeti büyük bir memnunlukla Ankara’dan dönen Olağanüstü Yetkili Temsilcisi Yoldaş Frunze’nin raporunu dinledi ve Türkiye-Ukrayna Anlaşması hakkında bilgi edinerek, anlaşmanın imzalanması sırasındaki tüm görüşmelerin dostça geçtiğini öğrendi. Tüm Ukrayna Merkez Yürütme Komitesi adına, şahsımızda Türkiye Millet Meclisi’ne büyük memnunluğumuzu iletmek isterim. Ukrayna Halkı ve Hükümeti üstlendiğimiz yükümlülüklere ve Türkiye’ye karşı besledikleri kardeşlik duygularına bağlı kalınmasını onur ve şeref meselesi biliyorlar. Tüm Ukrayna Merkez Yürütme Komitesi her alanda Türkiye’ye yakınlaşmayı sağlamaya çalışarak ve böylece sonuna kadar dost ve kopmaz bir bağlaşığı olarak kalacaktır. Başkanı olduğunuz Millet Meclisi’nin, ülkesini içinde bulunduğu tüm zorluklardan ve tehlikelerden çıkarmaya gayret ettiğini yakından biliyor ve ülkenizin verdiği kayıpların ve tüm çabalarının en kısa bir zamanda büyük zaferler ve başarılarla sonuçlandığını görmenizi diliyorum. Tüm Ukrayna Merkez Yürütme Komitesi Başkanı G. Petrovski Harkov, 2 Şubat 1922 (1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge No. 37. BELGE 171 RSFSC Dışişleri Halk Komiseri Yardımcısı’nın, Türkiye’nin RSFSC deki Büyükelçisi Ali Fuat’a Notası(1) 4 Mart 1922 No. 482 Sayın Büyükelçi, RSFSC’nin Türkiye Büyükelçisi yoldaş Aralov’la, Ukrayna ve Kırım Kara Kuvvetleri Başkumandanı yoldaş Frunze’nin bana bildirdiğine göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Eğitim Komiseri bir grup Türk gencini Rusya’ya, Rus yüksek okullarında eğitimlerini tamamlamak üzere göndermek istemektedir. Rusya Hükümetimin, iki dost ulusun yakınlaşması yolunda atılan bu ilk adımlara ilişkin haberi büyük bir mutlulukla karşıladığını ve bu andan itibaren Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti emrine Rus yüksek okullarında 100 kişilik burs ayrıldığını ve ileride bu sayının daha da artırılacağını bildirmekten kıvanç duymaktayım. Yukarıdaki açıklamamı Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin bilgisine sunarsanız ve Türk gençlerinin özellikle hangi yüksek okullarda eğitilmesinin tercih edileceğini bildirirseniz, size çok müteşekkir olurum. Dolayısıyla, en derin saygılarımın kabulünü dilerim, sayın Büyükelçi. Karahan(2) (1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge No. 76. (2) L. M. Karahan, Cenova Konferansına gitmiş olan Çiçerin’e vekâlet etmekteydi BELGE 172 RSFSC Dışişleri Halk Komiseri Yardımcısı’nın, RSFSC’nin Türkiye Büyükelçisi S. İ. Aralov’a Telgrafı(1) 7 Mart 1922 Türklere derhal üç buçuk milyon altın Rublenin teslimine karar verildi. Bunu Mustafa Kemal’e iletiniz. Paranın, Karabekir’in aracılığı ile değil, sizin elinizle teslim edilmesinde karar kıldık. Derhal parayı teslim alacak kişiyi Tiflis’e gönderiniz. Türk topraklarında kendisinin çok sağlam muhafızlar eşliğinde hareketini sağlayınız, Türk topraklarında altının nakli ve güvenliği için tüm sorumluluk Türk tarafına ait olacaktır. L. Karahan (1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge No. 78. BELGE 174 Mustafa Kemal Paşa’dan V. İ. Lenin’e(1) Ankara, 10 Nisan 1922 Lenin Yoldaş’a Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Hükümeti Halk Komiserleri Kurulu Başkanı Aziz Başkan, Rusya ile vardığımız hayırlı anlaşmayı, bizimle Kafkasya ve sonra da Ukrayna Cumhuriyetleri arasındaki anlaşma izlemiş olup Türkiye Büyük Millet Meclisi bu sonuncu anlaşmayı onaylamış bulunmaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri arasından seçilmiş olağanüstü bir heyet, Sağlık ve Sosyal Yardım Komiseri Doktor Rıza Nur Bey’in başkanlığında onay belgesinin karşılıklı alışverişinde bulunmak üzere Ukrayna’ya hareket etmiştir. Moskova anlaşmasında hazır bulunan temsilcilerden birisi olan Rıza Nur Bey ayrıca özel bir görevle sizi ziyaret edecektir(2). Rus dostluğu geçmişte olduğu gibi her zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin temel politikası olacaktır. Bugün emperyalist ve kapitalist devletlerin ortaya attıkları yeni yöntemler karşısında ülkelerimizin her zamankinden daha sıkı bir blok oluşturma zorunda olduklarına inanıyorum. Rusya’nın birçok kez bize yaptığı yardım bizce özel bir önem taşımaktadır. Kuşkusuz Rıza Nur Bey konuşmaları sırasında bu konuya değinecektir. Her halükârda, içinde bulunduğumuz koşullarda bu yardımın bizden esirgenmeyeceğine büyük inancım vardır. Aziz Başkanım, en ciddi ve en derin bağlılık duygularımla, en iyi niyetlerimi sunarak bitiririm. Mustafa Kemal (1) “Atatürk’ün...”, Belge No. 425. (2) Rıza Nur hatıralarında bu görevin askerî ataşe olayını yatıştırmak olduğunu yazar. (“Hayat ve Hatıratım”, s. 906 - 907). Oysa sözü geçen olay 22 Nisan’da olmuştur, bu mektubun tarihi ise 10 Nisan’dır. Gene Rıza Nurdan (“Hayat ve Hatıratım”, s. 920-921) ve belgenin son paragrafından anlaşıldığı gibi görev, para ve malzeme istemektir. BELGE 180 RSFSC Dışişleri Halk Komiseri Yardımcısı’nın, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal’e Mektubu(1) 27 Mayıs 1922 Sayın Başkan, Sovyet düzeninin birleştirdiği halkların ve millî bağımsızlık uğruna mücadele eden Doğu halklarının ortak çıkarları bu son derece sorumlu ve karmaşık tarihsel anda önümüze dikilen birtakım somut görevleri de birleştirmiştir. Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti candan bir ilgi ile önderliğinizde büyük Türk ulusunun sürdürdüğü kahramanca mücadeleyi izlemektedir. Türk ulusunun bugüne kadar bu mücadelede elde ettiği büyük başarılar bundan sonraki zaferlerinin de güvencesi oluyor ve Türk ulusu ile onun Büyük Millet Meclisi’nin Avrupa ve Asya halklarının barış ve ilerlemeye doğru olumlu hareketinde hayati önem taşıyan bir etken olmuştur. Avrupa devletlerince Cenova’da uluslararası konferansın düzenlenmesi sorunu ortaya atılınca, RSFSC, bu konferansın amaçladığı işlere ve hedeflere, bunların çözümlenmelerine Türkiye de çağrılmadıkça ulaşılamayacağını bildiği için, Ankara Hükümeti’nin de Cenova Konferansına çağrılması sorununu ileri sürmüştür. Her ne kadar bu öneri yürürlüğe geçmemişse de, RSFSC, Türkiye’nin Cenova Konferansına katılmasının genel Avrupa sorunlarının çözümlenmesi için ve Anadolu’da barışın kurulması için hayati önem taşıdığını vurgulamaya devam etti, ancak RSFSC Hükümeti ile Ankara Hükümeti’nin arasının açılmasından çıkar uman hükümetler, Cenova Konferansı sırasında Sovyet heyetine, Anadolu’da barışın kurulmasına var gücü ile yardım edilmesi yükümlülüğünden vazgeçilmesi ve savaşan iki tarafa karşı kesin bir tarafsızlığın kabul edilmesini önerdiler. Bu öneriye karşı Sovyet heyetinin verdiği cevap aynen şöyledir: “Rusya heyeti, Rusya’nın, Türkiye’nin de konferansa çağrılması önerisine rağmen, memorandumda Anadolu’da barışın yeniden kurulması sorununun, Türkiye konferansa çağrılmadığı halde, gündeme konmasına karşı duyduğu büyük şaşkınlığı bildirir. Oysa özellikle Türkiye’nin konferansa katılması, Anadolu’daki barışın yeniden kurulmasına yardım edecektir. Rusya da, kendi açısından, Türkiye ile sıkı dostluk bağlarına dayanarak bu hedefe ulaşılmasına yardım edebilirdi. 2 Mayıs tarihli memorandum ile Rusya’dan, Türk topraklarında süren savaşta tarafsızlığın korunmasına gelince, bu tarafsızlık, zaten uluslararası hukuk ve anlaşmalarla başka devletlerden istenilen tarafsızlıktan başka türlü olamaz.” Bu durumu bilginize sunarken, Rus Hükümeti adına, sıkı dostluk ilişkilerinin ulusal çıkarlarımızı sürekli olumlu yönde etkilediğini, ileride de bugüne kadar olduğu gibi kalacağına ve içtenlik taşıyacağına olan umudumu da belirtmek isterim. Bu vesileyle İşçi-Köylü Hükümetim adına, gerek bizzat sizin gerekse Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Türk ulusunun çıkarına ve her iki Hükümetin ve ulusların dostluk ilişkilerinin pekiştirilmesine büyük yararı olan çalışmalarına duyduğumuz hayranlığı belirtmek isterim. Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti Dışişleri Halk Komiseri adına L. Karahan (1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge No. 173. BELGE 182 RSFSC Dışişleri Halk Komiser Yardımcısının, RSFSC’nin Türkiye’deki Büyükelçisi S. İ. Aralov’a Telgrafı(1) 17 Haziran 1922 Maslahatgüzar Zeki Hakkı Bey bize başvurarak, hükümetinin Fransız otomatik tüfekleri için 30.000 şarjör teslim edilmesi ricasını iletmiştir. Bu dileğin yerine getirilmesine karar verdik. L. Karahan (1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge No. 186. BELGE 183 RSFSC Hükümeti’nin Büyük Britanya, Fransa ve İtalya Hükümetlerine Notası(1) 19 Temmuz 1922 Rus Hükümeti, Yunan gemilerinin Anadolu kıyılarının muhafızlığını yaptıklarını ve aslında askeri ablukayı gerçekleştirdiklerini hayretle öğrenmiş bulunmaktadır. Bu arada gemilerimiz durduruluyor, bu gemilerle Türk limanlarına taşman yüklere el konuluyor. Yunanlıların Samsun’u bombalamaları gerçeği(2) de ortadadır, bunun sonucu olarak, Samsun’da bulunan Rus mallarının antrepolarının tahrip edilmesi olayı da Rusya Hükümeti’nin en az bu olay kadar hayretine yol açtı. Yunan gemilerinin bu eylemlerine dikkati çeken RSFSC Hükümeti, İstanbul’da bulunan ve Çanakkale geçidinden sorumlu olan İtilâf deniz kumandanlığının Yunan filosunun Karadeniz’deki yasadışı hareketlerini hiçbir şekilde engellemediğini ve Yakın Doğu’daki barış davasının böylelikle çiğnenmesine de aldırış etmediğini görüyor. Sovyet heyetine Cenova’da sunulan memorandumda, İtilâf hükümetleri Rusya Cumhuriyeti Hükümeti’ne ve ayrıca Ankara Hükümeti’ne, Anadolu’da barışın yeniden kurulmasına yardım etmelerini öneriyor. Sağlam bir barışın gerçekleşmesini candan isteyen Rus Hükümeti, bir barışın gerçekten kurulması için var gücü ile çalışıyor. Ama bunun tam tersine, bu öneriyi yapan İtilâf hükümetleri, İç Anadolu’daki barış davasına gelince, gerek bizim çıkarlarımızı gerekse Ankara Hükümeti çıkarlarını zedeleyen Yunanlıların keyfi hareketlerini engellemiyor. Bu durumu protesto eden Rusya Sovyet Cumhuriyetleri Hükümeti, İtilâf hükümetlerinden, ileride Yunanlılar tarafından tekrarlanabilecek bu tür saldırgan hareketlere son verilmesi için köklü önlemlerin alınmasını bekler. Çünkü böyle bir saldırının tüm sorumluluğu bugün Çanakkale ve Boğazların kontrolünü ellerinde tutan İtilâf hükümetlerine ait olacaktır. Dışişleri Halk Komiseri Y. L. Karahan (1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge No. 215. (2) Samsun 7 Haziran 1922’de bombalanmıştır. BELGE 184 İngiltere Dışişleri Bakanı Vekili A. J. Balfour’dan(1) L. M. Karahan’a(2) 29 Temmuz 1922 Britanya Hükümeti 19 Temmuz tarihli telgrafınızı(3) aldı ve Karadeniz’deki Yunan filosu hareketlerini protesto ettiğinizi büyük bir hayretle öğrendi. Cenova’daki İtilâf hükümetlerinin Rusya Sovyet Hükümetiyle Yakın Doğu’da barışın kurulması amacıyla işbirliği yapmaları gerçeği, savaş durumunun var olduğunu kanıtlıyor ve bu savaş durumu gerçekten Yunanistan ile Ankara arasında devam ettiği gibi, deniz savaşı eylemleri, abluka önlemleri ve düşmanın elinde bulunan cephane depolarının yok edilmesini içermektedir ve bu cephaneler, protestoda ifade edildiği gibi, barışçıl bir amaç taşıyan biri tarafından teslim edilmiş olsa bile, yasadışı sayılmaz. Britanya Hükümetinin bildiği kadarı ile, Yunanlılar, Karadeniz’deki harekât sırasında hiçbir savaş kuralına karşı gelmemiş ve savaş hali devam ettikçe kendi harekâtına devam edecektir. Yunan savaş gemilerinin Boğazlardan geçmelerine gelince, bu, Boğazların tarafsızlığı hakkındaki savaş öncesi anlaşmalar hükümlerini kaybetmiştir, bunun nedeni 1914’te “Goben” ile “Breslau” kruvazörlerinin Boğazlardan geçmesi ve Türkiye’nin gönüllü olarak müttefiklere karşı savaşa girmesi olmuştur, bunun için yeni bir uluslararası anlaşma imzalanıncaya kadar Boğazlar, Türkiye’nin 1918 yılında imzaladığı ateşkes anlaşması ile bağdaşmayan olaylar dışında, her milletin savaş gemilerine açıktır. Bundan dolayı Karadeniz’e serbest çıkış hakkı doğmuş oluyor. Sözlerimi bitirirken şunu da belirtmek iste- rim ki, söz konusu telgrafınız Sovyet Hükümeti’nin bir yandan müttefiklerin Yunanistan’ın düşmanca hareketine engel olamadıklarını protesto ederken öte yandan kendisinin Ankara’nın askerî harekâtını sürdürmesine engel olmak için herhangi bir çaba harcadığını da göstermiyor. (1) Lord Balfour hastalık izninde bulunan Lord Curzon’a vekâlet ediyordu. (2) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge No. 215’e Ek. (3) Belge 183. BELGE 185 RSFSC Dışişleri Halk Komiser Yardımcısı’nın, Türkiye Komiserler Şurası Başkanı Rauf Bey’e Telgrafı(1) 3 Eylül 1922 Türk ulusunun Yunan ordusunu kesin bir biçimde yendiği haberini aldım. Bundan dolayı en samimi tebriklerimizin kabulünü dilerim. Ordunuzun zaferlerinin yalnız Türk ulusunu sevindirmekle kalmayıp, Rus ulusunu da aynı derecede sevindirdiğini bilmenizi isterim. Önderi Mustafa Kemal’in olağanüstü askeripolitik dehası ile yönetilen Türk halkı, birkaç yıldan beri Avrupa emperyalizmine karşı yağma edilmiş Türkiye, yine de Avrupa devletlerinin zorbalıklarına karşı direnecek gücü bulabilmiştir. Ölüm kalım kavgasını sürdürerek bağımsızlığını savunan Türkiye’nin bu savaşta kaybetmesi de düşünülemezdi. Savaştan henüz zaferle çıkan Rusya hemen hemen tüm dünyanın devletlerinin saldırısına uğradığı için böylesi çetin bir mücadelenin tüm zorluklarını çok iyi bilmektedir. Bu ilk başarılar, Türkiye’nin, Yunanistan’ın üstlenmiş olduğu Avrupa emperyalizmi saldırısından tamamen kurtulması yolunda ilk adımlardır. Rusya işçi ve köylüsü, Türk halkının kuzeye doğru uzanmış elini kardeşçe sıkan ilk halk oldu, çünkü emperyalizme karşı savaşın ne demek olduğunu onlardan daha iyi bilen yoktu. Türk ulusu şunu iyice bilmelidir ki, sürdürdüğü savaşın her adımını Rusya son derece büyük bir dikkatle izlemektedir ve kendisi ile Türkiye’yi tam bir zafere yaklaştıran her başarıyı sevinçle karşılamaktadır. Bu zaferler Türkiye’yi adım adım barışçıl hayata ve huzur içinde çalışmaya kavuşturacaktır. Son yıllarda bunca felakete, yağmalara, yıkımlara, acılara dayanan Türk milleti en kısa zamanda barışa kavuşmaya ve savaşın açtığı yaraların sarılmasına layıktır. Türkiye’yi selamlayan Rusya, bugünün yakın olmasını ümit ediyor. L. Karahan (1) “Documenti Vneşney…” Cilt V, Belge No. 243. BELGE 186 Rauf Bey’den L. M. Karahan’a(1) 5 Eylül 1922 Yunanlıları yenmemizden dolayı göndermekle şeref verdiğiniz tebriklerinizi kabul etmekle büyük bir bahtiyarlık duyarım ve Türk ulusuna barışçıl hayata dönmek ve huzur içinde çalışmak imkânı verecek olan acil barış temennilerinizden son derece duygulandığımı da bildirmek isterim. En kara günlerimizde dost elini ilk uzatan hükümet olan Rus Hükümeti’nin kutlama mesajını cevaplamaktan ne denli büyük bir mutluluk duyduğumu bildirmekten kendimi alamıyorum. Türkiye ani ve yıkıcı bir saldırıya hedef olduktan sonra, çok doğru belirttiğiniz gibi, kendi halkının bitmez tükenmez enerjisinden, erlerinin olağanüstü kahramanlıklarından ve Büyük Millet Meclisi başkanının olağanüstü yeteneklerinden yeterli gücü bularak saldırgana karşı direnebildi ve onu en sonunda ülkemizden kovabildi. Zaferimizden ve çok uzakta olmayan barış anlaşmasından sonra, ülkelerimizi birleştiren dostluk ve kardeşlik bağlarının daha da pekişeceğinden hiç kuşkum yoktur. Telgrafla belirttiğiniz duygularınızdan dolayı en içten şükranlarımın kabulünü burada bir daha tekrarlamak isterim. (1) “Documenti Vneşney…” Cilt V, Belge No. 243’e Ek. Devam Edecek 20 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Tarihî mirası sahiplenmeden sosyalist olunamaz Ü lkemiz, “Yeni Sevr”in hayata geçirilme çabalarının hızlandığı bir süreçten geçiyor. Bu süreç haliyle sınıflar savaşımının bazen körün gözüne batırırcasına açık, çoğu zaman da bırakın at izinin it izine karışmasını, tüm hayvanlar âleminin tozu dumana kattığı karışık politik gündemleri pişirip halkın önüne getiriyor. Kürt, Ermeni, Kıbrıs Meseleleri, “Ergenekon” Operasyonu vb… Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal’ın (Ortadoğu konusunda uzman sayılabilir ve yıllarca Irak büyükelçiliği yapmıştır) bir sohbet esnasında Genel Başkan’ımıza söylediği gibi; “Türkiye çok karışık bir ülke”. Hal böyle olunca Bilimsel Sosyalizmin kurucuları Marks-Engels Ustaların, Devrimler Kartalı Lenin’in vasiyetini hayata geçirmek, belki de hiçbir ülke devrimcisi için olmadığı kadar zor ve zorunlu hale geliyor biz Türkiye devrimcileri için. Nedir o vasiyet? Tarihî mirası sahiplenmek, kendi ülkemizin orijinal ilişki-çelişkilerini ortaya koyarak ayağı toprağa basan devrimciler olmak… Lenin’den; Marks-Engels’in vasiyetini hayata geçiren gerçek önderden okuyalım Tarihî Miras’ın ne olduğunu: “Kişi, insanlığın biriktirdiği bilgi haznesini hazmetmeden de sosyalist olabilir derseniz, çok büyük bir hataya düşmüş olursunuz. Sosyalizme yol açan o bilgilerin tümünü elde etmeden sosyalist sloganları ve Sosyalist bilimin sonuçlarını öğrenmeyi yeterli bulmak hatalı olur. Marksizm, Sosyalizmin insan bilgisinin tümünden ortaya çıktığını gösteren bir örnektir. “Esas olarak Marks-Engels tarafından yaratılan Sosyalizm Biliminin, Sosyalist kuramın -yani bu Marksist öğretinin- kendileri birer deha olmakla birlikte, artık sadece 19’uncu Yüzyılda yaşamış iki sosyalistin eseri olmaktan çıktığını, dünya üzerindeki milyonlarca, on milyonlarca proleterin, kapitalizme karşı verdiği savaşta uyguladığı bir öğreti durumuna geldiğini okumuş ve duym u ş s u n u z d u r. Marks’ın öğretilerinin neden en devrimci sınıfın milyonlarca, on milyonlarca insanının akıllarını, yüreklerini kazandığını soracak olursanız, bir tek cevap alırsınız: Çünkü Marks eserini, kapitalizm döneminde elde edilen insan bilgisinin sağlam temeline dayandırmıştı. İnsan toplumunun gelişmesini etkileyen yasaları araştırdı Marks. Ve ardından kapitalizmin kaçınılmaz bir şekilde sosyalizme dönüşeceğini gösterdi. En önemli olanı ise, bu görüşünü, kapitalist toplumu en doğru, ayrıntılı ve derin bir şekilde araştırarak, kendinden önceki bilimin yarattığı her şeyi iyice hazmederek tanıtladı. Bir tek ayrıntıyı dahi göz ardı etmeden, insan toplumunun yarattığı her şeyi eleştirerek yeni bir biçim verdi. İnsan düşüncesinin yarattığı her şeyi, emekçi sınıf hareketi açısından yeniden ele aldı, eleştirdi. Bunlardan sonuçlar çıkardı, burjuva sınırlamaları içinde kalmış ya da burjuva önyargılarıyla bağlanmış kişiler bu sonuçlara varamazlardı. “Sözgelimi, proleter kültürden söz ettiğimiz zaman bunu aklımızdan çıkarmamalıyız. İnsanlığın bütün gelişmesinin yarattığı kültürün değişmesini bildiğimiz takdirde, proleter kültürü yaratacak duruma gelebiliriz. Bunu açıkça anlamadan soruna çözüm yolu bulmak mümkün olmayacaktır. Proleter kültür ne havadan kapma bir şeydir, ne de kendilerine proleter kültür uzmanları süsünü verenler tarafından yaratılmıştır. Bütün bunlar saçmalıktır. Proleter kültür, insanlığın, kapitalist, bürokrat, toprak ağalarından oluşan toplumun boyunduruğu altında biriktirdiği bilgi haznesinin mantıksal gelişmesi olmak durumundadır. Bütün bu yollardan proleter kültüre gidilmiştir ve gidilecektir. Aynı şekilde Marks’ın yeniden biçimlendirdiği ekonomi politik de insan toplumunun nereye ulaşması gerektiğini sınıf kavgasına geçişi, proleter devrimin başlangıcını göstermiştir bize. “Gençlik temsilcileri ve yeni bir eğitim sisteminin taraftarlarının sık sık eski okullara hücum ettikleri, eski okulların sınavdan önce ezbercilik sistemini uyguladıklarını iddia ettikleri zaman kendilerine şöyle söylüyoruz: Eski okullardan iyi olan şeyleri almalıyız. Gençlerin kafalarını bir sürü bilgiyle dolduran sistemi almamalıyız. Bu bilgilerin onda dokuzu yararsızdı, geriye kalan onda biri de yanlış. e var ki bu, kendimizi sosyalist sonuçlarla sınırlayabileceğimiz ve sadece Sosyalist sloganlar öğreneceğimiz anlamına gelmez. Sosyalizm’i bu şekilde yaratamazsınız. Kafanızı, insanlığın yarattığı hazineleri öğrenerek zenginleştirdiğiniz zaman ancak Sosyalist olabilirsiniz. “Sınavdan önce ezberleme yöntemini uygulamamız gerekmiyor. Ama her öğrencinin kafasını temel verilere ilişkin bilgilerle geliştirmek ve mükemmelleştirmek zorundayız, öğrenci elde ettiği bilgileri hazmetmeyecek olursa, sosyalizm anlamsız bir sözcük, sadece bir yafta olarak kalır; Sosyalist kişi de bir palavracı olmaktan öteye gelemez. Bu bilgileri sadece hazmetmekle yetinmemeli, bunu eleştirmelisiniz: Böylelikle kafalarınızı gereksiz safsatalarla doldurmak yerine, bugünün iyi eğitilmiş insanı için vazgeçilmez olan verilerle zenginleştirmiş olursunuz. Eğer Sosyalist’in biri —ciddî ve sıkı bir şekilde çalışmadan, eleştirili bir şekilde araştırması gereken verileri anlamadan, belirgin birtakım sonuçlar elde etti diye— Sosyalizmiyle övünmeyi kafasına koymuşsa, ona gerçekten acımak gerekir. Bu gibi yüzeyde kalan davranışlar kesinlikle zararlıdır. Eğer çok az şey bildiğimi anlamışsam, daha çok şey öğrenmeye çabalamalıyım. Ama adamın biri kalkar da, ben Sosyalistim, her şeyi en iyi şekilde bilmem gerekmez derse, Sosyalist falan olamaz asla.” (Lenin, Gençlik Birliklerinin Görevleri, Rus Gençler Komünist Birliğinin Üçüncü Rusya Kurultayında Yapılan Konuşma 2 Ekim 1920, Kültür ve Kültür İhtilali Üzerine, Arkadaş Kitabevi Yayınları, s. 114-116) Che Yoldaş’ın da sıkça söylediği, ama söylediğinden daha çok örneğini kendi davranışlarında gösterdiği gibi, devrim için mücadele eden herkes, komünist toplumun “yeni insanı”nın örneklerini kendinde yaratmak için mücadele etmek zorundadır. Bizler söylediklerimizden çok yaptıklarımızla, yani “aslında olduğumuz kişiyle” anlatıyoruz sosyalizmin ne olduğunu insanlara. Aslına bakarsanız; biz neredeysek parti orada olduğuna göre, yine öyle; biz kim isek “sosyalist insan” da, sosyalizm de odur. Daha farklı bir şekilde ifade edelim, bir insana (diyelim ki bu da ilgilendiğimiz, partili yapmaya çalıştığımız bir arkadaşımız olsun) ben sosyalistim dediğimizde, onun bizde göreceği insanda somutlaşacaktır sosyalizm kelimesi. Eğer “Sosyalizme yol açan o bilgilerin tümünü elde etmeden, sosyalist sloganları ve Sosyalist bilimin sonuçlarını öğrenmeyi yeterli bulu”yorsak yanlış yoldayız demektir. Burjuva biliminin tüm olanaklarından faydalanmanın yollarını aramıyorsak ve insanlığın bilgi hazinesine kattıklarına tam bir kayıtsızlık içindeysek, eğer bildiklerimiz arasında sebep-sonuç ilişkileri kuramıyorsak ve eğer hiçbir öğrenme isteği-merak uyandırmıyorsa bu eksikliklerimiz, o zaman doğru yolda değiliz demektir. Çünkü burjuva toplumun bir ürünü olarak onun bizde yarattığı insanı temsil ediyoruz demektir o arkadaşımızın karşısında, sosyalist insanı değil. Çünkü Sosyalist İnsan, başka bir deyişle geleceğin insanının (Yeni İnsanın) örneği böyle davranma hakkına sahip olamaz. Nasıl her yeni toplum biçiminin olanakları, içinde yaşanılmakta olan toplumun içinde filizleniyorsa (sosyalist üretimi-üleşimi olanaklı kılacak olan üretim biçiminin kapitalizmle doğuşu) yine öyle gelecek toplumu müjdeleyecek insanlar da (ki onlar sosyalistlerdir) kapitalist toplumun içinde yetişeceklerdir. Bu nedenle, Sosyalizm adına kapitalist toplum başta olmak üzere, insanlığın biriktirdiği tüm hazineden yararlanmayı sosyalistliğinin birincil görevi sayacak insanlar olmalıdır Partili yoldaşlarımız. Doğal olarak bu görev, kütüphanecilik mantığıyla hımbılca bilgi bi- riktirmek için değil, bir savaş örgütü olan Partimizin bu işlevini hakkıyla yerine getirmesine yarayacak anlayışla yapılmalıdır. Belki çok bağlantısız ve kopuk gelmiş olabilir Lenin Usta’nın söyledikleriyle bizim burada dikkat çekmeye çalıştığımız konu, o nedenle örneklerle destekleyelim düşüncelerimizi. Bugün çoğu “sosyalist”, Türk Ordusu’nun “Devrimci Geleneğini” göremiyorsa, bunu içinden çıktığımız ve aslında çıkamadığımız Osmanlı Toplum Yapısı’nda aramayı gereksiz bulduğu içindir. Ve eğer o “sosyalist”, Kadın Sorunu’na burjuvaca çözümler öneriyorsa (Sosyalist-Feministliği icat etmek gibi) bugünün burjuva aile yapısını ve yarının sosyalist-komünist toplumunda ailenin ne olup ne olmayacağını Engels Usta’nın “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” eserinde yaptığı gibi Barbar Toplumlardan bu yana Yazılı ve Yazısız Tarih içinde aramasını gereksiz bulduğu içindir. (Ama eklemek gerekir ki, o “sosyalist” okumamış ya da anlamamış olsa da Kıvılcımlı Usta’nın emeğini gereksiz bulurken, Engels Usta hakkında açıktan böyle bir söylemde bulunmayacaktır). Konumuza dönersek, bu topraklarda devrimcilik yapma iddiasında olanlar bugün bir CIA operasyonu olan “Ergenekon Davası”yla amaçlananın Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği’ne vurmak olduğunu göremiyorsa, “Kontrgerilla temizleniyor, bir ucundan başlandı ama sonuna kadar gidilsin” naralarıyla alkış tutuyorsa, işte “onlar” “vasiyeti” yerine getirmeyerek “mirasa” da sahip çıkamayanlardır. Sovyetler ayaktayken eklektik ve ezbere de olsa teorileri, esen gerici rüzgârlar bunların savrulmasına neden olmuyordu. Ama şimdi tek kutuplu dünyanın Katrinaları karşısında bin parçaya bölünüp, molozları kilometrelerce alana yayılanların, aslında derme çatma kulübeler olduğu ortaya çıktı. Onlar yıllardır sürdürdükleri yanlışlarının bedelini, AB-D’ye maskara olarak ödüyorlar şimdi. Yukarıdaki cümlelerden yanlış bir anlam çıkarılmasını istemeyiz, bu yazı “Sevrci, Soytarı, Sahte Solcular”a değil, yoldaşlarımıza ve devrimci olma iddiasında olan samimi insanlara yönelik kaleme alındı. Belki sadece Lenin’in söyledikleri dahi tek başına yeterli olabilirdi gerekli sonuçları çıkarmak için. Onun sözüne söz katmak değil buradaki amacımız, bugün “ben bu işte varım” diyenler için her daim önümüzde duran görevlerin daha da somutlaşmasına yardımcı olmaktır. Partide teori yapıcılığı herkesin görevi-işi değildir, olamaz da. Ama bu durum, “tarihi miras”a duyarsız kalmak anlamına da gelmez. Hatta tam tersi, Partinin ortaya koyduğu teoriyi anlayabilmek-hazmedebilmekdövüştürebilmek için mutlaka yerine getirilmesi gereken bir görevdir o teoriye yol açan bütün gelişmelerin öğrenilmesi. Bu yapılmadığı ölçüde her gelişen yeni süreçle, Partinin gelişen-derinleşen teorik mirasının yanında kendi durumumuz daha da sığ kalacaktır. Partili-örgütlü olmak devrimci olmanın ön koşuludur, ancak bu bizi her şeyden korunaklı kılmaz. Teorik bilincimizi-yetkinliğimizi, devrimci olmak için gerekli olan tüm yetilerimiz için de olduğu gibi, her gün yeni şeyler katarak geliştirmeli ve bilemeliyiz. “Bilgi sonsuzdur ve her şey bilinemez.” Bu doğru, ama bu gerçek hiçbir şekilde “her şeyi bilmem gerekmez” düşüncesini beslemez. O ancak sosyalist olmanın, partili olmanın, devrimci olmanın gerektirdiği görevlerden kaçmak için bulduğumuz bahanelerden biridir ve olsa olsa ancak tembelliğimizi besler. “Bilim, bilinç, tecrübe eksikliği giderilebilir”, önemli olan, Parti görevlerinin peşinden kararlıca koşturmamızı sağlayan devrimci heyecanımızdır evet ama “devrimci teorimiz varsın eksik olsun, nasıl olsa heyecanımız var” yaklaşımıyla o heyecanımızı sürekli kılamayacağımızı da bilmeliyiz. Eğer teorik hazinemizi, devrimciliğimizin gerektirdiği tüm yetilerimiz için gerekli olduğu gibi, her gün geliştirmiyorsak, bu hatamızın bedelini bir gün savrularak ödeyebiliriz. Ancak ne acıdır ki o zaman da “Sevrci, Soytarı Sahte Solcular” gibi, sığlığımızdan savruluşumuzu “haklı olduğumuz” perdesiyle örtmeye çalışırız. Ankara’dan Genç Bir Yoldaş Dostların arasındayız! Güneşin sofrasındayız!.. P Halkların kardeşlik pikniği artimizin geleneksel pikniğini bu yıl Çukurova bölgesi olarak; Mersin, Adana, Antakya, İskenderun ve Samandağlı konuklarımızın ve yoldaşlarımızın katılımıyla, kardeşleşmenin ve paylaşımın en güzel ve coşkulu örneklerinin yaşandığı bir biçimde gerçekleştirdik. Bizim her adımımızda söylediğimiz “Halkların Kardeşliği” şiarı, Çukurova Bölgesi’nden katılan insanlarımızın; Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla, Lazıyla Çerkeziyle vb.nin bir araya gelmesi ve bu yoldaşların halaylarıyla, yarışmalarıyla, sohbetleriyle, farklı bölgelerden insanlarımızın birbirleriyle kaynaşmasıyla, Partimizin geleneksel pikniğinde bir kez daha hayat buldu... Halkımızın pikniğimizde gösterdiği coşku, ilgi, bir kez daha, örgütlü olmanın; nasıl yokları var ettiğini, zorları kolaylaştırdığını göstermiştir. Bu bir piknik olsa bile böyledir. Bir plan yapılmadan, toplanmadan, bilgilendirilmeden, örgütlemeden bir pikniğin bile eylemi olamazdı… Bu pikniğimizde halkımızın bir arada olması, planlı bir şekilde yine halkımızın katkısıyla, yardımıyla, dayanışma içinde olmamız şenliğimize şenlik kattı, pikniğimizin hareketli, canlı devam etmesini sağladı. Hepimizin bir iş yapması, işbölümü yaparak hareket etmenin yararını hissettirdi. Eğlenceli geçen bilgi yarışması ve spor yarışmaları, genç arkadaşlarımızın yaptığı şiir ve müzik dinletisi, liseli genç yoldaşlarımızın kendilerinin eseri olan protesto niteliğinde kısa rap şarkılarıyla pikniğimiz devam etti. Başkanlık Kurulu Üyemiz Gürdal Çıngı ve Merkez Komite Üyemiz Sait Kıran Yoldaşlarımızın, Partimizi tanıtan ve Türkiye ile dünya gündemindeki sorunlara yönelik çözümleri, bilgilendirici konuşmaları beyinlerimizi, düşüncelerimizi besleyip doyurdu. Hataylı dostlarımız da sağlıklı ve leziz yemekleriyle midelerimizi doyurdular. Aynı sofrada beraber paylaşmanın hazzını yaşadık. Gün bittiğinde ayrılırken, piknik alanımızı bulduğumuzdan da temiz bıraktık. Kısaca Çukurova Bölgesi olarak, gelenekselleştirdiğimiz bu pikniğimize gelen konuklarımızın katkılarıyla eğlenceli bir şekilde gerçekleşen, hayatımızda kaybolmayacak biçimde anılar bırakacak olan ve halklarımızın ritmi ve müziğinin bize verdiği tempoyla adımlarımızı aynı anda eşit bir biçimde atarak çektiğimiz halaylar; ellerimizin, bütünleşmiş yüreklerimizin birleştiği gibi kenetlenmesini sağladı. Pikniğimiz sona erdiren “Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi” sloganımız ise coşkumuzun doruğuydu… Piknik alanından ayrılırken, ellerimizi ayırmış olsak bile, aynı amaç uğrunda vuran yüreklerimizin hiçbir zaman ayrılmayacağını, bir kez daha, ellerimize yansıyan yüreklerimizin sıcaklığında hissettik. Hatay’dan Genç Bir Yoldaş *** Gebze ve Kocaeli’den Kurtuluş Partililer kardeşlik sofrasında buluştu 3 Temmuz 2011 Pazar günü, Gebze ve Kocaeli’den Kurtuluş Partililer, Sapanca’da bir kez daha yaz pikniğinde buluştu. Bizim için pikniklerimiz, bu Parababaları düzeninde bir gün olsun tüm günümüzü kardeşçe paylaşmak, kardeşçe soframızı kurmak, oyunlarımızla hep beraber eğlenmek ve söyleşimizle aynı zamanda bilgilenmek için özel bir etkinliktir. Bu piknik de böyle oldu. Ortak sofranın kurulmasıyla, ortak soframızın paylaşımıyla, oyunlarımızla, sohbetlerimizle, daha bir yakınlaştığımız, kaynaştığımız pikniğimizde yapılan söyleşinin konuşmacısı Kurtuluş Partisi İstanbul İl Başkanı Av. Pınar Akbina’ydı. 12 Haziran seçimlerini değerlendiren Av. Akbina, seçimlerle bağlantılı olarak ülkemizde yaşanan son gelişmelere de konuşmasında yer verdi. Tayyipgiller’in ülkemizi adım adım Yeni Sevr batağına sürüklediğini, “SErgenekon” ve “Balyoz” Operasyonlarının, özünde bu planın önünde engel olarak gördükleri Yurtsever, ulusalcı, Mustafa Kemalci unsurları temizleme operasyonu olduğunu belirtti. Önümüzdeki günlerin biz işçi ve emekçiler için daha zor günler olacağını, Tayyipgiller’in İşçi Sınıfı ve Emekçi Halkımızın hak gasplarını daha da arttıracağını, memleketimizin her karış toprağını “pazarlama”ya çalışacağını bildiren Av. Akbina, “tabiî Halkın Kurtuluş Mücadelesi de aynı oranda artmak-güçlenmek zorundadır. Biz de bunun için mücadele ediyoruz, bu mücadeleyi büyütmeliyiz” dedi. Piknikten aldığımız moral ve enerjiyle, Demokratik Halk İktidarı’nı kurma mücadelesini büyütme kararlılığıyla pikniğimizi sonlandırdık. Gebze ve Kocaeli’den Kurtuluş Partililer *** Kurtuluş Partililer, Seydişehir Pikniğinde buluştu Konya ve Seydişehir’den Kurtuluş Partililer olarak geleneksel Seydişehir Pikniği’mizi 3 Temmuz Pazar günü Taşağıl Beldesi Mağmanda bölgesinde gerçekleştirdik. Etkinliğimiz Pazar sabahı saat: 08.30’da yola çıkmamızla birlikte başladı. Büyük bir coşku içinde şarkılar ve marşlar söyleyerek ulaştığımız piknik alanında her zaman olduğu gibi yine Seydişehirli Yoldaşlarımız bütün yoldaş sıcaklıklarıyla karşıladılar bizleri. İlk olarak ortaklaşa bir şekilde hazırladığımız kahvaltı soframıza oturduk. Kahvaltıdan sonra çevreyi tanımak maksatlı geziler yaptık. Ardından görevli arkadaşlarımız tarafından hazırlanan öğle yemeğimizi yedik. Öğle yemeğimizin ardından etkinliğimizde sohbet bölümüne geçtik. Sohbet bölümümüz ilk olarak Seydişehir İlçe Başkanımız Hasan Çatlı’nın açış konuşması ile başladı. Yoldaş’ımız konuşmasında; Pikniğimizin yoldaşlarımız arasındaki beraberliği artırmada büyük bir araç olduğunun vurgusunu yaparak, pikniğimize katılım gösteren tüm arkadaşlara teşekkürlerini sundu. Ardından aramızda bulunan Partimizin Merkez Komite Üyesi ve İzmir İl Başkanı Tacettin Çolak söz aldı. Tacettin Yoldaş’ımız; AB-D Emperyalistleri ve onların yerli işbirlikçileri tarafından Türkiye ve Dünya Halklarına yapılan zulüm politikala- rından ve insanlık dışı uygulamalarından bahsetti. Ayrıca Yoldaş’ımız, Türkiye ve Dünyada gelişen güncel olaylardan ve Partimizin bu olaylar karşısındaki bakış açısından da söz etti. Yoldaş’ımızın doyurucu konuşmasından sonra söz alan Partimizin İl Saymanı aynı zamanda DİSK İl Temsilcisi ve akliyat-İş Bölge Temsilcisi Ali Özçelik ise; İşçi Sınıfımızdan, İşçi Sınıfımızın sorunlarından ve İşçi Sınıfı içinde gerçekleştirilen örgütlenmelerden bahsetti. Daha sonra söz alan İsmail Durna Yoldaş’ımız ise; Gençliğin sorunlarından, Parti Gençliğimiz tarafından gerçekleştirilen çalışmalardan ve bu çalışmalardan kaynaklı Parti Gençliğimize yönelik baskılardan söz ederek bu baskılar karşısında hiçbir zaman yılmayacağımızı çünkü, bizlerin büyük bir Devrim Ustası olan Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileri olduğumuzun altını çizdi. Konuşmalardan sonra müzik dinletisi, söylenen türküler, okunan şiirler çok güzel bir ortam yarattı. Daha sonra yarışmalar bölümüne geçtik. Coşku içinde geçen yarışmalarda sırasıyla halat çekme, çuval yarışı ve yumurta yarışı gerçekleştirdik. Küçükten büyüğe herkesin katıldığı yarışlar çok güzel ve eğlenceli bir hava yarattı, doyasıya eğlendik. Pikniğimiz sonunda çevremizi temizleyip, arkadaşlarımızla vedalaştıktan sonra Konya’ ya doğru yola çıktık. Bir etkinliğimizi daha başarıyla noktalamak bizleri çok mutlu etti ve gururlandırdı. Konya ve Seydişehir’den Kurtuluş Partililer 21 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Aydın-Çine–İbrahim Kavağı Köylüleri rüzgâr enerji santrali kurmak isteyenleri koruyan jandarmayla çatıştı G ünümüzde sürdürülebilir enerji kaynağı olarak kabul gören Rüzgâr Enerji Santrali (RES) bu kez Çine’de şirket ile köylüyü karşı karşıya getirdi. Tüm santraller için dikkat çektiğimiz en önemli olgu, santralin kurulacağı yerin doğru seçimidir. Eğer siz santralleri köyün merasına, köylünün yaşam alanına yapmaya kalkarsanız köylüyü karşınıza alırsınız. Çünkü meralar köylünün ortak kullandıkları ve hayvanlarını otlattıkları alandır. Rüzgâr santralinin çıkardığı gürültüden köyde yaşayanlar ve merada otlayan hayvanlar rahatsız olurlar. Bu köyün bir özelliği de su kaynaklarının verimli oluşudur. Madran Suyu Ege Bölgesi’nde kabul gören şişe suyudur. Kaynakları bu bölgedir. Madranbaba Dağı’ndadır. İbrahim Kavağı Köylüleri, meralarında Kıroba şirketi tarafından kurulmak istenen rüzgâr enerji santraline karşı çıkmakta ve çeşitli kanallardan mücadele yürütmektedirler. Aydın Valiliği, Çine Kaymakamlığı, Aydın milletvekilleriyle çeşitli görüşmeler yapıp sorunlarını anlatmışlardır. Sonuç alınamamıştır. Kıroba şirketine eski Çine Belediye Başkanı ve CHP Aydın Milletvekili Osman Aydın da ortaktır. Şirket yetkilileri köy merasında kurulmak istenen RES için çalışmaya başlamak istemiştir. 100 Jandarma eşliğinde komşu Kavşit Köyü’nden 60 işçiyle ölçüm yapmak için köye gelen firma yetkilileri, karşılarında İbrahim Kavağı Köylülerini buldular. Yolu kapatan köylüler firma yetkililerini ve yanında getirdikleri komşu köyden işçileri köylerine sokmadılar. Meşru savunma yapan köylülerden yolu açmalarını isteyen Çine İlçe Jandarma Komutanına “Yaşam alanımızı kimselere vermeyiz” diyerek cevap veren köylülere, ilçe jandarma komutanının emriyle biber gazı sıkılarak müdahale edildi. Savaş alanına dönen olayda kadını erkeği, genci, ihtiyarıyla İbrahim Kavağı Köylüleri ile jandarma çatıştı. Jandarma ve köylülerden yaralıların olduğu olaylar sırasında jandarmanın orantısız güç kullanması ortamı gerdi. Olaylardan sonra üçü İbrahim Kavağı Köyü azası olmak üzere yedi köylü gözaltına alındı, firma yetkilileri ve işçiler jandarma eşliğinde santral kurulacak bölgeye girdiler. Köylülerin avukatı Kasım Demirtaş’ın köye gelmesiyle görüşmeler yapılmış ve uzlaşma sağlanmıştır ve jandarmayla birlikte işçiler çekilmişlerdir. “Olay yerine köylünün vekili Avukat Kasım Demirtaş geldikten sonra gerginlik yerini uzlaşıya bıraktı. Köylünün yaptığının kanunsuz bir eylem olmadığını belirten Demirtaş, “Bu sadece bir sivil itaatsizliktir, köylülere yapılan müdahalede orantısız güç kullanmadır” diyerek Jandarmadan köylüyü serbest bırakmasını istedi. Bunun üzerine Jandarma köylülerin dağılmasını istese de göz- lem altındaki 7 kişi bırakılmadan köylü dağılmak istemedi. Bu sırada şirket ekiplerinin çalışma yaptığı alana çıkan Demirtaş, burada şirket vekili Avukat Kaan Akın ile bir süre görüşme yaptı. Akın, ölçüm çalışması yapmak için çıktıklarını, cihazları olmadığı için henüz çalışmaya başlamadıklarını, çalışmak için cihazların gelmesini beklediklerini söyledi. Köylünün vekili Demirtaş, “Burada bir uzlaşmazlık söz konusu, burada yapılacak olan herhangi bir ölçüm çalışmasını birlikte yapmamız gerekir. Ben, siz, şirket yetkilileri ve köy temsilcileri ile bu ölçümler beraberce olmalı. Ayrıca şu an çalışmak için içinde bulunduğunuz alan meradır. Bir an önce inmenizi istiyoruz” dedi. Demirtaş’ın talebini yerinde bulan Jandarma, şirket elemanlarını dağdan indirdi” (Madran Gazetesi, 21.06.2011) Köylüler meşru haklarını kullanmış, yaşam alanlarını terk etmemişlerdir. Şirket yetkilileri köylünün ortak kullanım alanları olan meraya kanunsuz şekilde girmek istemiş, jandarmayı da kendi istekleri doğrultusunda yanlarına almışlardır. Köylüyle jandarmayı karşı karşıya getirdikleri yetmezmiş gibi komşu Kavşit Köylüleri ile İbrahim Kavağı Köylülerini de karşı karşıya getirmiştir. Özünde köylülerin çıkarı ortaktır, işsizlik cehennemindeki Kavşit Köylüleri, iş bulduk düşüncesiyle Kıroba şirketi çalışanları olarak işe gelmişlerdir. Ortada ölçüm cihazı bile yokken 100 askerle 60 işçiyle santralin yapılacağı yere girmek istemeleri şirketin art niyetini ve provokasyonunu gösteriyor. Bunu açıkça şirketin avukatı itiraf etmektedir. Cihazın gelmediğini, cihazın gelmesini beklediklerini söylemiştir. “Yaşam alanlarına kesinlikle RES kurdurmayacaklarını söyleyen köylüler, bir daha şirketin Madranbaba Dağı’na çıkmasını istemediklerini, radyasyon yayacak, dayanılmaz biz gürültü çıkaracak, muhtemel yangın ve kaza tehlikesi bulunan Rüzgâr Enerjisi Santrallerinin köy sınırlarında kurulmasına asla müsaade etmeyeceklerini söylediler. Köylüler, “Osman Aydın’ın asıl hedefi bu alandaki kaynak sularıdır. e havamızı, ne de suyumuzu çalmasına izin vermeyeceğiz” diye sloganlar attılar. “Jandarmayla bir sorunu olmadığını belirten köylüler, asker bizim evladımız. Askerle bizi birbirimize kırdıranlar ve komşu köyümüz Kavşit halkıyla bizi karşı karşıya getirmek isteyenler utansın” diye konuştu.” (Madran Gazetesi, 21.06.2011) Gördüğümüz gibi İbrahim Kavağı Köylülerinin tek isteği, yerleşim alanlarına ve meralarına RES’in kurulmamasıdır. Köylüler, içme suyu kaynaklarının da ellerinden alınacağına dikkat çekerek, mücadele edeceklerini kararlı bir şekilde ifade ediyorlar. Köylünün kafası ayıktır, derdi ne komşu köylülerdir, ne de askerlerdir. Askerlerin özünde şirketin değil, halkın yanında olması gerekir. Dipçik vurdukları kendi köylüsüdür, kendisi de halk çocuğudur. Kurtuluş Partisi, meşru hakları için mücadele veren İbrahim Kavağı Köylülerinin haklı mücadelesinin yanındadır. Meraları gasp ederek santrallere, maden işletmelerine peşkeş çeken Tayyipgillerin yasaları bir gün mutlaka çöplüğe atılacaktır. İbrahim Kavağı Köylülerinin onurlu mücadelesi, Sağlıklı Çevre, Yaşanabilir Doğa ve Temiz Toplum için verdiğimiz haklı mücadelenin bir parçasıdır. Halk iktidarı kurulana kadar mücadele bitmeyecek, sürecek ve zafere ulaşacaktır. İzmir’den Bir Yoldaş Dostların arasındayız! Güneşin sofrasındayız!. K Partimizin Pikniğini gerçekleştirdik urtuluş Partisi Bursa İl Örgütü olarak, bu yılki geleneksel pikniğimizi 5 Temmuz Pazar günü gerçekleştirdik. İşçi, sağlık çalışanı, eğitimci ve genç arkadaşlarımızla yılın yorgunluğunu hep birlikte attık. Aynı sofradan yemenin zevkini, konuşamadıklarımızı birbirimize anlatmanın, dostlarımızla paylaşmanın rahatlığını yaşadık. Antika Greklerin “Asya Olimpi” adını verdikleri, eskilerin “Keşiş Dağı” dedikleri Uludağ’ın eteklerinde gerçekleşen pikniğimizde, Partimizin Başkanlık Kurulu Üyesi Ali Serdar Çıngı ve Merkez Yönetim Kurulu Üyemiz Halil Arabulan bizleri yalnız bırakmadılar. Ali Serdar Çıngı yaptığı konuşmasında dünyada ve ülkemizde yaşanan sorunlara değinirken, yaşadığımız işsizlik ve pahalılık düzeninin ancak örgütlü mücadeleyle yok edilebileceğini vurguladı. Halaylarla oyunlarla devam eden pikni- ğimiz, yapılan değerlendirmeyle sona erdi. 1971’in 1 Temmuz gününde Partimizin Kurucusu Hikmet Kıvılcımlı “Yol Anıları”nda Sofya’ya benzettiği Bursa için şöyle demişti: “O daracık Bursa çeyrek tepsi ovacığı da, son çeyrek yüzyılın “Demir Kırat” uygarlığı ile kemirile kemirile uyuza döndürülüyor. Şehrin dağ eteklerinden Bursa’nın uçsuz bucaksız gibi gelen şeftali bahçelerine inilir, kaybolunurdu. Son yıllar bütün şeftali bahçeleri, göçmen gecekonduları, Cezaevi, Oto Terminali ile kelleştirildi. Yetmedi. Önüne gelen “Şirket” vurgunu ile adı “fabrika”, kendisi ucuz arsa kapatma yerleri olarak yozlaştırılıyor, çölleştiriliyor.” (age, Derleniş Yayınları, s. 228) Hikmet Kıvılcımlı’nın 1971’de dediği gibi hem insanı hem doğası talan edilen, sömürülen Bursa’da Partimizle yaşadığımız bu güzel anlar örgütlülüğün, birlikte mücadele etmenin önemini bizlere bir kez daha öğretti. Bursa’dan Kurtuluş Partililer Kurtuluş Partililer, Geleneksel Parti Pikniğinde buluştu! A nkara Çamlıdere’de gerçekleştirdik bu yılki pikniğimizi. İnsanlığın kurtuluş mücadelesine baş koyan yoldaşların, bu uğurda kavgayı paylaşan devrimcilerin, eğlenmeyi de paylaşabileceklerinin en güzel örneğiydi pikniğimiz. Ortak oyunlar, bilgi yarışması ve Ankara İl Başkanı’mızla; seçimler ve seçimlerden çıkaracağımız sonuç üzerine yaptığımız söyleşi ve beraber çekilen halaylarla sonlandırdık piknik etkinliğimizi. Bu etkinlikten ve hazırlık çalışmalarından başka bir özet daha çıkarılabilir: Piknik gibi basit ya da eğlence amaçlı bir etkinlik bile gerçekten örgütlü ve planlı bir şekilde yapıldığında tadından yenmiyor. Ankara’dan Kurtuluş Partililer Recep Vurmuş Yoldaş, Kurtuluş Partililerin bilincinde, yüreğinde yaşıyor Baştarafı sayfa 24’te Ankara İşçi Sınıfı davasına inanmış, bu uğurda ölümü göze almış yiğit Yoldaş’ımız Recep Vurmuş, bedence aramızdan ayrılışının dördüncü yılında Ankara’da yoldaşları, dava arkadaşları tarafından anıldı. Anma etkinliği 23 Mayıs’ta Parti binasında gerçekleştirildi. Recep Vurmuş Yoldaş nezdinde tüm Devrim Şehitleri adına yapılan saygı duruşunun ardından Genel Başkan Yardımcısı Av. Metin Bayyar, Recep Yoldaş’ın mücadele hayatını anlatan bir konuşma gerçekleştirdi. Konuşmasında Recep Yoldaş’ın öğrencilik hayatındaki önderleşme sürecini, İşçi Sınıfı Davasına olan inancını, işçi örgütlenmelerinde gösterdiği başarıyı vurgulayan Metin Bayyar, böylesine yiğit bir devrim neferini kaybetmenin Partimiz açısından büyük bir kayıp olduğunu, ancak her bir Kurtuluş Partilinin Recep Yoldaş’ın mücadelesini örnek alması gerektiğini söyledi. Av. Metin Bayyar’ın konuşmasının ardından, özellikle onu yakından tanıyan, aynı dönemlerde omuz omuza mücadele ettiği yoldaşları Recep Vurmuş’u anlattı. Konuşmalardan çıkan ortak görüşler şöyleydi: Recep Yoldaş girdiği her ortamda önderleşen, kendini davaya adamış, insanlarla kolaylıkla iletişim kurabilen, sosyalizm mücadelesine yürekten inanmış gerçek bir devrim neferiydi. İzmir Recep Vurmuş Yoldaş, bir dönem mücadele yürüttüğü İzmir’de, yoldaşları tarafından 22 Mayıs günü anıldı. İPSD İzmir Şubesi’nde yapılan anmada Recep Yoldaş’ın mücadelesini anlatan sinevizyon gösterimi yapıldı. Ardından yaşamı ve mücadelesinin ışı- İstanbul Ankara İzmir ğında bir devrimcide olması gereken niteliklerin anlatıldığı bir konuşma yapıldı. Konuşmanın ardından birlikte mücadele ettiği yoldaşları ve Abisi söz alarak Recep Yoldaş’ı anlattılar. Ve mücadelenin her geçen gün artarak devam ettiğini, onu anmanın mücadeleyi zaferle taçlandırmak olduğunu söylediler. İstanbul-Kocaeli-Ankaraİzmir’den Kurtuluş Partililer Bir Kitap: Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum B ulgaristan… Bizim ülkemize birçok yönüyle benzeyen Meriç Nehri’nin sınırımızı çizdiği Balkan ülkesi. Dünya devrim tarihine adını altın harflerle yazdıran; Dimtrov önderliğinde çok büyük bir mücadele vererek ülkesini hem Hitler Faşizminden hem de burjuva iktidarından kurtaran ülke aynı zamanda… I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Osmanlılarla aynı cephede savaşa katılan Bulgaristan, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na da Almanya saflarında katılarak her iki savaştan da yenilgiyle çıkmıştır. Bulgaristan II. Dünya Savaşı’nın ardından Balkanlar’da ilerleyen Sovyet Ordusu’nun da yardımıyla Georgi Dimitrov önderliğinde sosyalist rejime geçmiştir. 01 Mart 1941’de Bulgar hükümeti, Bulgaristan’ı Faşist Blok’a katan Üçler Paktı’nı açık olarak imzaladı. Savaşın yıkıcı etkisiyle artan sefalet ve işsizlik, kapitalist bunalımın etkisiyle katlanarak büyüdükçe, emekçi halk ve İşçi Sınıfı Bulgaristan İşçi Partisi (BİP)’in öncülüğünde 1942’de kurulan Vatan Cephesi komitelerinde yer alıyor, kentlerde Partizanların öncülüğünde mitingler ve grevler düzenliyor, işgaller gerçekleştiriyor, köylüler de yine Partizanlara yardım ve yataklık dahil her türlü açık desteklerini sunuyorlardı. 1944 yazına gelindiğinde Bulgaristan’da 11 Partizan Tugayı, 43 Müfreze ve çok sayıda küçük savaş grupları silahlı mücadelenin başını çekiyordu.Savaş ve sabotaj grupları hariç bu savaş örgütlerinde on sekiz binden fazla Partizan yer alıyordu. 1943 yılı başlarında gerçekleşen büyük Stalingrad Zaferi’nin Bulgaristan’daki antifaşist mücadeleye etkisi büyük oldu. Doğu cephesinde Sovyet Kızılordusu’nun kazandığı bu zafer cephe gerilerinde Almanlara karşı savaş yürüten tüm antifaşist mücadelelere hız kattı. Bundan dolayı Bulgaristan’da silahlı mücadelenin gittikçe artan bir şekilde yoğunlaşıp hızlanacağı bir döneme giriliyordu. BİP’in yönetiminde Bulgaristan Halkının kapitalizme, faşizme ve faşist işgalcilere karşı üç yıl boyunca yürüttüğü silahlı mücadele ile tarihinin en büyük fedakârlık sayfaları yazılmış oluyordu. Eşsiz ve büyük bir fedakârlıkla ve kahramanlıkla emperyalizme ve faşizme karşı savaşan Bulgar proletaryası 9 Eylül 1944’de zafer kazandı. İşte aşağıda tanıtacağımız kitap da yukarıda bahsettiğimiz gibi bir partizan tugayında yer alan, bilinçsiz bir fabrika işçisi iken yiğit bir savaşçıya dönüşen bir Kadın Partizanın ağzından Bulgaristan Devrimi’ni anlatıyor: “azi Ordusu’nun zulmünün doruğa ulaştığı 1940’lı yıllar. Halk günlük gereksinimlerini bile karşılayamaz bir durumda. Büyük bir acı ve önlenemez bir yoksulluk yaşanıyor. Tüm kötü koşullara ve olanaksızlıklara karşı halk, kadını erkeği, genci yaşlısıyla direniyor. Faşizme karşı direnenler Vatan Cephesi’nde birleşerek faşizmin en karanlık günlerinde özgürlük için umut ışığı oluşturuyor.” Romanın Yar Yayınları’ndan çıkan baskısının arka kapağında yer alıyor bu sözler. Mitka Gribçeva, Bulgaristan’ın yoksul bir köyünde doğar. Baba baskısından kurtulmak için Sofya’ya gelir. Fabrikada işe başlar ve burada tanışır Vatan Cephesi’yle ve mücadelenin yılmaz savaşçısı olur. İllegalitenin zor şartlarında faşizme karşı yılmadan mücadele eder. Mitka Gribçeva’ya bir faşist mahkeme başkanını öldürme görevi verilir. Görevi başarıyla bitirdikten sonra komutanı onu Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) adına tebrik eder ve bunun üzerine kahraman şunu söyler: “Beni (Mitka Gribçeva), Radomirtsi köyünden Çıplak Baço’nun kızı Mitka Gribçeva’yı birkaç yıl öncesine kadar el yazısı harflerini zor okuyabilen, kimsenin tanımadığı tekstil işçisini bu akşam saatinde parti tebrik ediyor.” (agy, s. 216) Hepimiz birer Mitka Gribçeva olursak Vatan Cephesi’nin yaptığını yapmamak için hiçbir sebep yoktur. Tabiî ki burada Bulgaristan Komünist Partisi (BKP)’den de bahsetmek gerekiyor. İllegalitenin zor şartlarında İşçi Sınıfını örgütlüyor, 1 Mayıslar kutluyor ve aynı zamanda gerilla savaşı da veriyor. Bu kitapta önemli iki husus var. Birincisi; Marksizm-Leninizmin öğretilerini doğru kullanan bir örgütün mutlaka başarıya ulaşacağını gösteriyor. İkincisi; bu kitap hem zor şartlarda verilen ama başarıya ulaşan bir mücadeleyi anlatıyor, hem de örgütlenme noktasında ufkumuzu genişletiyor. Konya’dan Kurtuluş Partisi Gençliği 22 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 Sağlıkta dönüş ne tarafa? Baştarafı sayfa 24’te “Sağlıkta Dönüşüm Programı” alth just before the general election? British Medical Journal, 21 Mart 2011) OECD belgelerinde yatan hastalarda hâlâ kamu kuruluşları ağırlıklıysa da, özel hastanelerin yatak sayısının 2004’ten beri her yıl % 15 arttığı belirtiliyor. (Gönenç R, Sahinöz S, Tuncel O., Turkey’s Improving Integration with the Global Capital Market: Impacts on Risk Premia and Capital Costs”, OECD Economics Department Working Papers, No. 812, OECD Publishing, 2010. http://dx.doi.org/10.1787/5km4nf492j0ren) Bu uygulamalar sonucu uluslararası tekellerin iştahını kabartan 75 milyonluk Türkiye Pazarının zaten aralık duran kapısı ardına kadar dışa açılıverdi. Bir yandan da popülist politikalarla pazar daha da büyütüldü ve daha cazip hale getirildi. Rakamlara baktığımızda bu durum açık seçik görülüyor: Sağlıkta Dönüşüm Programı sonucunda sağlık harcamaları 2001’deki 10 milyar dolar düzeyinden dört katı artarak 2009’da 40 milyar dolar düzeyine ulaşmıştır. Bu miktarın üçte biri ilaç harcamalarına gitmektedir. Bir o kadar da özel hastanelere aktarılmaktadır. Bu eğilimin devam edeceği, ilaç harcamalarının toplam sağlık harcamasının yarısını geçeceği öngörülmektedir. (Kilic B., Turkish health system, From socialisation to privatisation, British Medical Journal, 14 Nisan 2011) 27 Mayıs Politik Devrimi, sağlık alanında da Türkiye için bir dönüm noktası oldu. Türkiye’de sağlık hizmeti 27 Mayıs Devrimi sayesinde esas olarak kamu eliyle ve herkese parasız şekilde yürütülür hale geldi. Bundan 50 yıl evvel, Devrim daha bir yılını doldurmamışken, Milli Birlik Komitesi 224 sayılı “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun” ile herkese eşit, parasız sağlık hizmeti hakkını sağlamıştı halkımıza (12 Ocak 1961). Bu sayede ülke Sağlık Ocaklarıyla donatılmış (yaklaşık 6400 sağlık ocağı ve 12.000 ebe ve hemşire), sağlık hizmeti basitten karmaşığa basamaklandırılmış, basamaklar arasında sevk zinciri ve bağ kurulmuş, koruyucu sağlık hizmetlerine büyük önem verilmiştir. Sistem öylesine mantıklı ve pratikti ki, Türkiye bu modelle İsveç, Norveç, Finlandiya gibi ülkelere örnek oldu. Ancak, zamanla Türkiye’yi yöneten gerici iktidarlar sağlıktaki bu eşitlikçi, halkçı “Sosyalizasyon Modeli”ni bozmak için ellerinden geleni yaptılar. Altyapıyı modele uygun geliştirmediler, gerekli mali desteği sağlamadılar, politik kararlarla ve kötü yönetimle modeli bozdular, iyi çalışmaz hale getirdiler. Faşist 12 Eylül Darbesinden hemen önce Ecevit Hükümeti’nin Sağlık Bakanı Mete Tan tarafından getirilen Tam Gün uygulamasıyla (Haziran 1978) sistem diriltilmeye çalışıldıysa da, 12 Eylül bu uygulamayı ortadan kaldırarak sisteme en büyük darbeyi vurdu. Bununla da kalınmadı. Özallı yıllarda ve 1990’larda sistemin yönü tam zıttına çevrildi. Bakanlığın adı bile de- Sağlıkta Dönüşüm Programı kapsamında Sağlık Ocakları (birinci basamak) bitirildi, yerine Aile Hekimliği uygulaması getirildi, koruyucu tıp göz ardı edilerek sadece tedaviye odaklanan bir tıp yaklaşımı be- ğiştirildi. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı adı, bir anda, sessiz sedasız Sağlık Bakanlığı’na dönüştürülüverdi. Bir yandan Dünya Bankası kredileriyle özel sağlık kuruluşları mali teşvik kapsamına alınırken, diğer yandan bütçeden sağlığa ayrılan pay düşürüldü, var olan kamu sağlık kuruluşları kendini yenileyemez, gittikçe köhneyen ve kısır kuruluşlar haline getirildi. Öyle ki, sistemin temel taşı olan sağlık ocaklarının kira, elektrik, su, telefon gibi masrafları bile devlet tarafından karşılanmaz duruma getirildi. Türkiye nüfusunun yarısının kayıtlı olduğu Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK) sağlık kuruluşları için de benzer süreç işledi, SSK açıkları yıldan yıla arttı. Yapılan yanlışlar kaçınılmaz olarak sağlıkta piyasalaşma/özelleşme rüzgârlarını şiddetlendirdi. AKP ile birlikte uluslararası finans kuruluşları da işin içine girdi. AKP’nin “Sağlıkta Dönüşüm Programı”, Dünya Bankası tarafından ve Dünya Bankası aracılığıyla Dünya Sağlık Örgütü tarafından teşvik edildi ve 2003’te başlatıldı. Amaç 1961’de temelleri atılan sosyalizasyon modelini tamamen ortadan kaldırarak sağlığın piyasalaşmasını-özelleşmesinitaşeronlaştırılmasını sağlamaktı. Artık hedef halk sağlığı değil kâr idi. Yabancılarla elele vermiş yandaş özel sağlık kuruluşları pıtrak gibi çoğaldı. Özel hastanelerin oranı AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında % 8 idi; bu oran 2009’da % 40’a yükseldi. Elde ettikleri geri ödemeler ise toplam geri ödemelerin üçte birini oluşturuyor. (Terzi C., Can authors or editors publish an article as gift to a minister of he- nimsendi. Bu, dünyada ilaç tekellerinin öteden beri savunduğu, dikte ettiği bir politikaydı. Çünkü böylece dünya pazarına ilaç üreten ilaç tekellerinin ürünleri daha çok satılacaktı. Böylece Türkiye, Sağlıkta Dönüşüm Programı sayesinde OECD ülkeleri içinde ilaç harcamasındaki artışın en büyük ülke olduğu şanına ulaşmıştır. Bugün Avrupa ilaç pazarında Türkiye; Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya’dan sonra altıncı sıraya yerleşmiş durumda. (Terzi C., Can authors or editors publish an article as gift to a minister of health just before the general election?, British Medical Journal, 21 Mart 2011) Dünya piyasasında yıllık getirisi 1 milyar doların üzerinde olan ilaçlara Amerikalılar “Blockbuster” diyor. “Blockbuster”, havadan atılan çok etkili bomba anlamını taşıyor. Blockbuster ilaç, piyasada çok tutulan, üretici firmaya çok büyük gelir getiren ilaç anlamında kullanılıyor. Büyük ilaç tekelleri, belki araştırma geliştirmeye büyük paralar harcıyorlar ama kısa zamanda da acısını dünya halklarından çıkarıyorlar. İlacın piyasada tutması için her türlü etik olmayan (ahlâk dışı) yola başvuruyorlar. Kesinkes objektif olması gereken bilimi de etkiliyorlar, kendi çıkarları uğruna yönlendiriyorlar bilimi. İlaçlar, sözde “bilimsel” çalışmalarla, kullanılması kesinlikle gerekli, olduğundan daha etkili, yan etkileri daha az gösterilerek sunuluyor dünya piyasasına. “Blockbuster” ilaçların başında kolesterol düşürücü ilaçlar geliyor. Atorvastatin (piyasada Lipitor adıyla pazarlanıyor) üreticisi Amerikan ilaç tekeli Pfizer’a 2010 yı- İlaç kullanımındaki artış ilaç tekellerine bayram ettiriyor lında 13 milyar dolar getirmiş bir ilaç. Bu firma yıllık kazancının yaklaşık dörtte birini bu ilaçla elde ediyor (Pfizer firmasının yıllık kazancı 50 milyar dolar). Başka bir kolesterol düşürücü ilaç olan Rosuvastatin ise (Crestor adıyla pazarlanıyor) üreticisi İngiliz sermayeli Astra Zeneca firmasına yılda 6 milyar dolar kazandırıyor. “Blockbuster” ilaçlarla böylesine büyük kârlar elde eden ilaç tekelleri aynı amaca yönelik başka ilaç olsun istemiyorlar. Kendileri geliştirmedikleri gibi, başkaları tarafından üretilenleri de büyük ekonomik güçleriyle satın alıp kendi patentlerine geçiriyorlar. Yirmi yıl olan patent hakkı dolup ilaç üretiminde patent hakları gidince ancak yeni arayışlara girme eğilimindeler. Böylece sağlıktaki teknik gelişmeyi geciktiriyor ilaç tekelleri. Çünkü bu durumda aynı ilaç başka ilaç şirketleri tarafından da üretilebilir hale geliyor. Bu da pazarın nispeten küçülmesi demek ilaç tekelleri için. Bu alandaki “bilimsel” yanıltmacalardan biri, karar verme durumunda olan, ciddi bir kuruluşun (The Cochrane Collaboration) hazırladığı bir bilimsel çalışma ile bu yılın başında ortaya konuldu. (Statins for the primary prevention of cardiovascular disease. http://www.thecochranelibrary.com) Buna göre, düşük riskli insanlarda kolesterol düşürücü ilaçlar yok yere kullanılıyordu. İngiliz Daily Mirror Gazetesi bu çalışmayı “Statinler Aşırı Kullanılıyor” başlığıyla verdi. Yazıda milyonlarca insanın gereksiz yere kolesterol düşürücü ilaçları kullandığı belirtildi. (D. Fletcher, “Statins overused”, Daily Mirror, 19 Ocak 2011) Bu önemli bilgiler bizim basında yer almadı, nedense. Pekiyi, TayyipGül bu işin neresinde, denecek. TayyipGül, sıcak para politikasıyla ithalatı özendirerek ülkede zaten cılız, montaja (ambalaja) dayalı ilaç sanayiini bitirdi. Daha da önemlisi, eski SSK’nın yerli milli ilaç üretim tesislerini tasfiye etti. Bugün uyguladığı ilaç politikası da ilaç şirketlerinden yana. Hem popülist politikalarla ilaç tüketiminde çok büyük artışlara yol açtılar, böylece Türkiye ilaç pazarını büyüttüler, ilaç tekellerinin iştahını kabarttılar; hem de uyguladıkları fiyat politikasıyla ilaç şirketlerini memnun ettiler. Görüş olarak AKP’ye yakın bir dergi olan Medimagazin’in 25 Nisan 2011 tarihli nüshasında, Alman kökenli Boehringer Ingelheim firmasının Yönetim Kurulu Üyesi Engelbert Tjeenk Willink ile yapılan bir söyleşi yer aldı. “Fiyatlandırmada hükümetle ortak yol bulmaya hazırız” başlıklı bu söyleşide şöyle deniyor: “Türkiye’de ilaçta patent ve veri münhasıriyetinin dünya standartlarına taşınması gerektiğini ve orijinal ilaçlar ile jenerik ilaçların ayrılmaz bir ikili olduğunu belirten Boehringer Ingelheim Yönetim Kurulu Üyesi Engelbert Tjeenk Willink, ‘Türkiye’de jenerik ilaç fiyatları dünya standartlarının çok üstünde’ dedi.” (Medimagazin, 25 Nisan 2011) Pekiyi, fiyatlandırmada hükümetle ortak yol bulma arayışı nedir? Bu da henüz patent altındaki ilaçlara daha yüksek fiyat biçilmesi arayışıdır. Yazı şöyle devam ediyor: “Dünya ilaç devlerinden Boehringer Ingelheim Yönetim Kurulu Üyesi Engelbert Tjeenk Willink şirketin İstanbul’daki Genel Müdürlüğünü ziyaret sırasında, ilaç şirketi olarak kendilerinin ve hükümetin ortak hedefinin insanlara daha fazla sağlık ve bakım hizmeti sağlamak olduğunu söyledi. Dolayısıyla fiyatlandırma konusunda da hükümetle ortak paydada buluşulması gerektiğini belirten Willink, ‘Bildiğim diğer tüm ülkelerle karşılaştırdığımda yenilikçi ilaçlarla jenerik ilaç fiyatlarının bu kadar yakın olduğu başka bir ülke yok. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) patent süresi bitiminde piyasaya sürülen jenerik ilaç fiyatları orijinalinin yüzde 10’u civarındadır, oysa Türkiye’de bu oran yüzde 50’lerdedir…’ dedi” (Medimagazin, agy) İleride AKP bu kıyağı da yapar, patent altındaki ilaçların fiyatlarını da kısa sürede tekellerin istediği düzeye getirir sanıyoruz. Bir dediklerini ikiletmediklerine göre… Sonuç: başarı var mı? AKP “Sağlıkta Dönüşüm Programı” kapsamında popülist politikalar uygulamış, halkımızı kandırmayı becermiştir. Bu onlar için başarıdır. Ama gerçekte sağlık hizmeti bakımından bir başarı yoktur. Başta sağlığa ayrılan pay açısından Türkiye tüm OECD ülkelerinin gerisindedir. Aşağıdaki grafik bu durumu ortaya koymaktadır: Şekil 1. Grafikte sağlığa ayrılan pay bakımından OECD ülkeleri içinde Türkiye’nin yeri görülmektedir: Sondan birinci! (Kaynak: Gönenç R, Sahinöz S, Tuncel O., Turkey’s Improving Integration with the Global Capital Market: Impacts on Risk Premia and Capital Costs”, OECD Economics Department Working Papers, No. 812, OECD Publishing, 2010. http://dx.doi.org/10.1787/5km4nf492j0ren) Sağlıkta temel alınan yaşam süresi, çocuk ölüm oranı gibi bazı göstergeler açısından da aslında başarı yoktur. Bundan birkaç yıl önce hazırlanan bir OECD raporunda şunlar belirtilmektedir: “Türkiye’de sağlığın durumu son onyıllarda bazı açılardan hızla iyileşmekte ve OECD ortalamalarına yaklaşmaktadır (görüldüğü gibi sadece AKP dönemi değil, öncesi de belirtilmektedir onyıllar denerek - Kurtuluş Yolu) e var ki, tüm OECD ülkelerine göre Türkiye’de ortalama yaşam süresi kısa, çocuk ölüm oranı yüksektir. Sağlıkta Dönüşüm Programı altındaki son gelişmelere rağmen Türkiye’de sağlığın OECD içindeki ve dışındaki üst orta gelir düzeyindeki ülkeler ile kıyaslandığında biraz daha aşağıda olduğu görülmektedir.” (OECD Reviews on Health Systems: Turkey, 2008, ISBN 978-92-64-05108-9) Bu denilenlere göre ortada başarı değil, tersine başarısızlık vardır. Türkiye’nin kendi ekonomik durumundaki ülkelere göre (sadece OECD ülkeleri değil, dünyadaki tüm ülkeler) daha geri bir noktada olduğu belirtilmektedir. Sağlık sisteminde birinci basamak sağlık hizmetleri tasfiye edilmiş, koruyucu sağlık hizmetleri göz ardı edilmiş, sadece tedaviye yönelik sağlık hizmeti esas alınmıştır. Sağlık ocakları yerine Aile Hekimli- ği Kurumu getirilmiş ama aile hekimleri de sağlık hizmetinden çok performans peşine düşen küçük taşeronlar konumuna getirilmiştir. Genel olarak sağlıkta özel sektör teşvik edilmiş, özel hastanelerin gelişmesi için AKP tarafından elden gelen yapılmış, kamusal sağlık hizmetleri bilinçli olarak sınırlanmış ve geriletilmiştir. Sağlık çalışanları “Performans” denerek halka hizmet hedefinden uzaklaştırılmış, tek hedef daha çok performans göstermek olarak sunulmuş, böylece sağlık hizmeti daha çok gelir elde etmeye indirgenmiştir. Üstelik elde edilen gelir kalıcı değildir, özlük haklarına yansımamaktadır. Ayrıca, daha fazla performans, daha çok gelir hedefiyle sağlık çalışanları birbirine düşürülerek sağlık ortamında iş barışı bozulmuştur. Ülkenin sağlık harcamaları kat kat artmış, AKP açığı kapatmak için arayışlara girmiştir. Türkiye’de zaten dünyanın en yüksek dolaylı vergileri uygulanmakta, dünyanın en yüksek akaryakıt fiyatları ödenmektedir. Yoksul sayısı resmi rakamlarla 20 milyona dayanmıştır. Bu ortamda açıkların kapatılması için halka yeni külfetler getirilecektir. Nitekim, sağlık kuruluşlarına başvuranlardan sessiz sedasız, alıştıra alıştıra “katkı payı” alınmasına başlanmıştır. İlaç geri ödemeleri zorlaştırılmış, halk, cebinden harcayarak ilaç alma yoluna yönlendirilmiştir. Ama bunlar da yetmemektedir. Yeni vergiler, katkı paylarının artışı kaçınılmazdır. Yukarıda belirttiğimiz OECD raporunda şunlar denilmektedir: “Gelir Toplamayı Artırmaya Gerek Vardır “Sosyal Güvenlik Kurumu için sağlık sigortası amaçlı ve katkıları toplamaya yönelik kayıtları artırma yolları izlemek önemlidir. Ancak, devletin Türkiye’de uyguladığı kayıt dışı sektörü azaltma politikası göz önüne alındığında sağlıktaki kamu harcamasını sürdürebilmek için katkıları artırmak gerekir; çünkü katkılar işgücü üzerindeki “vergi tamponu”nu yükseltiyor ve böylece kayıtdışılığı cesaretlendiriyor. Kayıtdışılık azalırsa genel geri dönüşleri artırmak daha kolay olabilir. Vergi yönetimini geliştirerek ve varolan vergilerde reformlar yaparak geri dönüşleri artırma yolları vardır.” (OECD Reviews on Health Systems: Turkey, 2008, ISBN 978-92-6405108-9) Özetle, açığın var, sağlıktaki bu durumu sürdürebilmen için gelir elde etmen gerek; primleri, katkı paylarını artır; kayıtdışı çalışmayı önle, deniyor Türkiye’ye. Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK)’nin kendi rakamlarıyla 9 milyon kayıtsız işçi var Türkiye’de. Ve de özelleştirme-taşeronlaştırma-sendikasızlaştırma teşvik ediliyor TayyipGül iktidarınca. O halde seçenek zam-vergi-katkı payı uygulamaları… Şimdi seçim de bitti, yakın gelecekte bu seçeneklerin uygulamaya konması kaçınılmaz görünüyor. Bu uygulamalar sağlığın bir temel insan hakkı oluşunun yok sayılması anlamına gelir. Sağlık metalaştırılmış, alınır satılır mal haline getirilmiştir. Çözüm: Herkese parasız sağlık hakkıdır. Bunu sağlayacak olansa kuşkusuz sosyalizmdir. Elli yılı aşkındır ABD ablukası altındaki Küba’nın kişi başına geliri ABD’nin 20’de biri olduğu halde çeşitli sağlık göstergeleri açısından ABD’yi yakalaması, hatta geçmesi başka nasıl açıklanır? 23 Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011 15–16 Haziran yolumuzu aydınlatıyor!.. Baştarafı sayfa 24’te kadar süregelen mücadelenin anlatıldığı sinevizyon gösterimi yapıldı. DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Küçükosmanoğlu yaptığı konuşmada, bu Direnişin şartlarını, günümüzdeki İşçi Sınıfı mücadelesinin geldiği durumu anlattı. HKP İl Başkanı Avukat Tacettin Çolak ise günümüzde 15-16 Haziranlar yaratmak için Uyanış-Derleniş-Birleşi yoluna girip Proletarya Partisi etrafında örgütlü mücadeleyi yükseltmek gerektiğine vurgu yaptı. İstanbul Etkinlik, okunan şiirlerin ve marşların eşliğinde sona erdi. Konya Konya’dan Kurtuluş Partili İşçiler olarak; 15-16 Haziran 1970 Şanlı İşçi Direnişi’nin 41’inci yıldönümünde bir seminer düzenledik. 14 Haziran Salı günü saat 19.30’da Nakliyat-İş Sendikası binasında düzenlediğimiz etkinliğe, çoğunluğunu Ambar İşçilerinin oluşturduğu, yaklaşık 80 kişilik bir kitle katıldı. Etkinliğimiz ilk olarak DİSK Konya İl Temsilcisi ve Nakliyat-İş Bölge Temsilcisi Ali Özçelik’in açış konuşması ile başladı. A ç ı ş konuşmasının ardından 15–16 Haziran ile ilgili hazırlanan sinevizyon gösterimi yapıldı. Sinevizyon gösteriminin ardından söz alan Ali Özçelik konuşmasına; İşçi Sınıfının nasıl doğduğunu, gelişim sürecini, bu süreçte yaşananları örneklerle anlatarak başladı. Daha sonra Türkiye’deki geçmişten günümüze kadar gelişen, özellikle 27 Mayıs Politik Devrimi sonrası ivme kazanan İşçi hareketlerinden, İşçi Sınıfımızın temel örgütü olan DİSK’in kuruluşundan, DİSK’in kuruluşundan bu yana geliştirdiği sayısız işgal, grev ve direnişlerden örneklerle bahsetti. 15–16 Haziran Direnişi’nin nasıl geliştiğini ayrıntılı ve net olarak da anlatan Özçelik, Parababaları düzenine karşı mücadelenin örgütlü bir şekilde sürdürülmesi gerektiğinin altını çizerek, İşçi Sınıfımızın da örgütlü bir şekilde hareket etmesinden başka bir çıkar yolu olmadığını belirterek, bu duygu ve düşüncelerle konuşmasını noktaladı. Daha sonra söz alan Halkın Kurtuluş Partisi Konya İl Örgütü Başkanı Av. Orhan Özer ise; o dönemin canlı bir tanığı olarak, 15–16 Haziran Direniş sürecinde yaşananları örneklerle anlattı. İşçi Sınıfımızın Parababaları düzeninde Şanlı 15–16 Haziran İşçi Direnişi kanıtlamıştır ki: Örgütsüz İşçi Köle İşçidir, Örgütlü İşçi Yenilmez! Ü İşçiler, Emekçiler, Kardeşler! lkemizde halklarımız çok zor günlerden geçiyor, siyasi ve ekonomik zulüm altında adeta kan ağlıyor. Sadece bizim ülkemizde değil, dünyayı babalarının çiftliği gibi gören ABD ve AB (AB-D) Emperyalistlerinin elini attığı ülkelerdeki çalışan ve ezilen tüm halklar kan ağlıyor. AB-D Emperyalistleri siyasi planda, bu sömürü ve soygun düzenine başkaldıran, direnen ülkeleri bölüp parçalıyor. Bir devletten üç, dört, beş, altı hatta Yugoslavya örneğinde olduğu gibi yedi devlet çıkarıyorlar. Böylece dünyayı “bin ülkeli” bir hale getirmek amacında adım adım ilerliyorlar… Ülkemizde ise halklarımızı Yeni Sevr planları ile birbirine düşürmek, Türkiye’yi en az üç parçaya bölmek istiyorlar. Bunu pek öyle saklı gizli de yapmıyorlar. Haritalar yayınlayarak ilan ediyorlar. Adına kısaca BOP denilen “Büyük Ortadoğu Projesi”ni hayata geçirmek istiyorlar. Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeyi, yeniden bölüp parçalamayı amaçlıyorlar. Ve ne acınacak durumdur ki bu projenin eş başkanlığını İspanya’yla Türkiye Başbakanı yapıyor. Yani Türkiye’yi Yeni Sevr’le bölüp parçalama, Ortadoğu’ya ABD’nin istekleri doğrultusunda yeniden şekil verme projesinin Eş başkanı Tayyip’tir. Halklarımıza ve ülkemize böylesine ihanet içinde olan Tayyipgiller, aynı zamanda Ortaçağcı, Şeriatçı bir düşünceye sahiptirler. Halkımızı din afyonu ile uyutarak, nihai amacı olan Şeriat düzenini gerçekleştirmek için, bazen açık, ama çoğunlukla sinsi bir biçimde, fakat şaşmaz bir kararlılıkla çalışmakta ve Mustafa Kemal’in önderliğindeki birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızdan sonra kazanılmış olan laikliği yok etmek istemektedirler. Ekonomik planda ise gelinen durum daha da vahim. İnsanlar, açlık ve sefaletten bunalmış durumda. Özgürlük ortamının kısıtlı olmasının da etkisi ile Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da 40 yıllık diktatörler devriliyor. Ve açlık o boyutlara vardı ki, insanların, çamurdan pasta yapıp yedikleri haberlerini okuyoruz gazetelerde... Halklar böylesine giderek yoksullaşırken, hayatta kalabilmek için çamur yeme noktasına gelmişken Parababaları ne âlemde, ne yapıyor? Forbes Dergisi’nin 2011 yılı için açıkladığı zenginler listesine göre, dünyanın milyarderleri listesinde yer alan 1225 milyarderin toplam serveti 4.5 trilyon dolara çıktı. Her bir milyarderin “ortalama servetinin” geçen yıla göre 250 milyon dolar yükseldiği belirtildi. Türkiye’den de listeye bu yıl 10 yeni isim girmiş. Böylece de listedeki en zengin Türk sayısının 38’e yükseldiği belirtiliyor. Tüm bunlar karşısında ülkemizde işsizlik aldı başını gidiyor. Yüzde 20’leri aştı. Gençlerimizin büyük bir bölümü işsiz. Üniversiteli gençlerimizin 4’te 1’i işsiz… Gerçek enflasyon temel gıdada yüzde 50’lerde… Bildiğimiz gibi kara halk yığınları gelirinin yüzde doksanını konut kirasına ve temel gıdaya verir. Pahalılık insanlarımızı işte böyle cehennem ateşi içinde kavuruyor. Bu cennet vatan, çalışan, ezilen, sömürülen, soyulan insanlarımız için bir cehennem. Ama yetmiyor AB-D Emperyalistlerine! Tayyipgiller’e emir veriyorlar ve ruhunu, vicdanını, insanlığını satmış iktidar jet hızıyla halk aleyhine olan yasaları çıkarıyor. Çanka Noteri A. Gül de onaylıyor. Buna son Örnek Torba Yasa olarak bilinen 6111 sayılı yasadır. Bu zulüm ve sömürü yasasıyla, çalışanların sağlık, emeklilik, işsizlik sigortası ve daha sayamayacağımız haklarını kökünden buduyorlar. Kıdem tazminatını da ortadan kaldıracaklar. Onlarca yıllık mücadelelerle elde ettiğimiz, haklarımızı ortadan kaldırıyorlar. Mezarda Emeklilik Yasası, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasaları yetmemiş gibi… AB-D Emperyalistlerine uşaklıkta sınır tanımayan, zorda kalınca “Beni lağıma süpürmeyin, kullanın” diye yalvaran Tayyip; işçilere, emekçilere en utanmaz şekilde çemkiriyor. Alın teriyle geçim sağlayan, çalışan, onuruyla yaşayan İşçi Sınıfımıza, emekçi halkımıza “ayaktakımı”, köylümüze ise “ananı da al git” vb. ağza alınmayacak küfürler ve hakaretlerle, küçümsüyor, aşağılıyor Tayyip. MASDAF ve CASPER işçilerinin mücadelelerinde de gördüğümüz gibi; yıllarca 12-13 saat canını dişine takıp çalışarak Masdaf ve Casper Parababalarına artıdeğer üreten sizlerin anayasadan ve yasalardan kaynaklanan Sendikaya üye olma hakkınızı kullandığınızda üzerinize arabaları sürerek, işçi adı altında fabrikaya silahlı kişileri sokarak tehditler yağdırmak, hatta halkımızın en saf, temiz dini duygularını ranta dönüştürerek sömürülerini katmerlendirmek için müftülüğe “iş yavaşlatarak, grev yaparak işvereni zarara uğratmanın haram olduğu” fetvasını verdirerek biz işçilerin örgütlenme mücadelesini yani ekmeğimizi büyütme mücadelemizi dağıtmaya çalışır Parababaları. Ve Parababaları bu inanç sömürüsünü bizim gibi Kapitalizmce geri kalmış Doğu toplumlarının hepsinde uygular. Yani hep Allah’la kandırır halklarımızı. Casper’da yaşanıldığı gibi örgütlülüğü dağıtmak için basına sansür uygulamak, 15 yıldır çalışan, Casper’ı Casper yapan işçileri hiçbir haklarını vermeden işten çıkarmak ve atılan işçilerin yerine, işten anlamayan hemşerilerini işbaşı yaptırmak gibi daha nice saldırılar yapar gözünü kâr hırsı bürüyen Parababaları. Parababalarının siyasi iktidardaki temsilcileri; son örneğini Hopa’da gördüğümüz gibi kendilerine karşı mücadele eden demokratik halk örgütlerine, devrimcilere ve yurtseverlere de gaz bombaları, tazyikli sular ve coplarla saldırtırlar güvenlik güçlerini, hatta öldürtürler onlara. Kardeşler! Peki, nasıl oluyor da, AB-D Emperyalistleri, dünyada sayısı milyarları bulan emekçileri böylesine sömürebiliyor? Örgütsüzlüğümüzden… Bizler darmadağın, örgütsüz olduğumuz için, AB-D Emperyalistleri, istedikleri gibi at koşturuyorlar ülkemizde ve dünyanın birçok yerinde. Bu gidişe karşı duracak biricik güç İşçi Sınıfımızdır! 1970 15–16 Haziran Şanlı İşçi Direnişi de, ülkemizde varlığının bile tartışıldığı bir dönemde İşçi Sınıfının yükselen onurlu bir sesidir. Ordu Gençliği’nin ilerici geleneği ile yapılan 27 Mayıs Politik Devrimi’nin getirdiği kırıntı kabilinden de olsa demokrasi, İşçi Sınıfımızın örgütlenmesinin önündeki engelleri kaldırmış, İşçi Sınıfımız hızla bilinçlenmeye başlamıştı. Böylece 1967’de DİSK kuruldu. Ancak bundan rahatsızlık duyan Parababaları, 1961 Anayasası’nın getirdiği kazanımları budamak için 1970 yılında 274 sayılı Sendikalar Yasası ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasalarında değişiklikler yaparak İşçi Sınıfının örgütlenmesini engellemek istedi. Yapılan değişiklikler ile İşçi Sınıfının başı, tâ 1952 yılında ABD tarafından kurdurulan sarı sendika Türk-İş ile bağlanmak isteniyordu ve Türk-İş dışındaki sendikalara yaşama hakkı tanınmıyordu. Nitekim o dönemin Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk “çok yakında DİSK’in çanına ot tıkayacağız” demiştir. yaşadığı sorunlara da değinen Özer; bu sömürü düzenini değiştirmede başta gelecek olan İşçi Sınıfımızın örgütlü bir şekilde hareket ettiği zaman önünde ne polisin, ne askerin, hiçbir kuvvetin duramayacağının vurgusunu yaparak, sözlerini noktaladı. Yapılan bu doyurucu konuşmaların ardından etkinliğimiz soru-cevaplarla ve karşılıklı sohbetlerle son buldu. İzmir Bursa 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi 41’inci yılında Halkın Kurtuluş Partisi Bursa İl Örgütü tarafından yapılan bir eylemle ile anıldı. 15 Haziran Çarşamba günü saat 17.00’da Kent Meydanı’nda yapılan basın açıklamasını HKP Bursa İl Yöneticisi Ali Ekber Gültepe okudu. Basın açıklamasında sık sık; “İşsizliğe Pahalılığa, Zama, Zulme Son”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Yaşasın 15-16 Haziran Direnişimiz”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi, Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” sloganları atıldı. Bursa Kurtuluş Partili İşçiler Türkiye İşçi Sınıfı, örgütlenme haklarının elinden alınmasına, sendikaları DİSK’in kapatılmasına karşı mücadeleye girişti. “DİSK kapatılamaz” sloganları ile 168 fabrika ve 150 bine yakın işçiyi kapsayan direnişte, işçiler İzmit ve Gebze’den Kadıköy’e, Levent’ten Mecidiyeköy ve Taksim’e, Bakırköy’den Topkapı ve Edirnekapı’ya kadar yürüdüler. Öyle ki İstanbul’un iki yakasındaki işçilerin bir araya gelememesi için vapur seferleri bile iptal edildi; Galata Köprüsü açılarak geçişe kapatıldı. İşte Şanlı 15-16 Haziran İşçi Direnişi böyle yaratıldı. Devrimci bir yapıya bağlı devrimciler arasında yalnızca Eneski Sosyalizmin savunucuları vardı, tutuklananlar içinde. Çünkü Eneski Sosyalizmin temsilcisi Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı ve O’nun önderliğindeki öğrencileri, İşçi Sınıfının Sosyal Varlığını ve Devrimci Potansiyelini bilinçlice kavrayan tek Devrimci Hareketti. O yüzden 15–16 Haziran’da İşçi Sınıfının kendiliğinden hareketine, bilinçlice katılıp; o eylemlere Sosyalist bir içerik vermek için öncülük edenler de yalnızca onlar oldular. Bunun doğal sonucu olarak da, tutuklanalar arasında devrimci bir hareketi temsil eden yalnızca onlardı. İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD)’nin Genel Başkanı, Genel Sekreteri ve iki üyesi (ki bunlardan biri, o günlerin gençlik önderlerinden, bugün Partimizin Genel Başkanı olan #urullah Ankut’tur) tutuklandı. Tutuklanma sebepleri: o günkü Polis Siyasi Büro Şefinin deyişiyle: “İşçileri kışkırtmak”tı. “Genel Direniş diye diye işçileri kışkırttınız, işin varacağı yer burasıydı.” demişti, aynı şahıs. Çünkü bugün olduğu gibi, o gün de İşçi Sınıfının, devrimin özgücü-öncüsü olduğuna inanan bizler, eylemler başlamadan önce İşçi Sınıfı içinde çalışmalar yapmış, halk içinde bilinçlendirme faaliyetleri yürütmüş; halkımızı, getirilmek istenen gerici yasalara karşı harekete geçmeye çağırmıştık. Nitekim 17 Haziran günü dağıtmak üzere teksir makinesiyle bastığımız 10.000 bildiriyi de ilan edilen sıkıyönetim ve tutuklamalar yüzünden dağıtamamıştık. Eylemler başlayınca da bilinçli ve sonuç alıcı bir yönde yürümesi için önderlik etmeye çalışmış, elimizden geleni yapmıştık. İşçilerle birlikte polisin ve askerin kurduğu barikatları aşanlardandık. 16 Haziran 1970 tarihinde İstanbul ile Kocaeli Merkez ve Gebze ilçesinde sıkıyönetim ilan edildi. 3 ay süren sıkıyönetim sonunda işten çıkarılan işçi sayısı 5 bini aştı. Sonraki süreçte DİSK yöneticileri ve arkadaşlarımız açılan davalardan beraat etmişlerdir. Söz konusu yasa değişikliklerini içeren hükümler ise 2 yıl sonra, Anayasa Mahkemesince Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilmiştir. Parababaları o dönem yapmak istediklerini, ancak 12 Eylül 1980 Faşist Darbesinden sonra DİSK’i kapatıp, yasaları işverenler lehine değiştirerek, İşçi Sınıfını yalnızca sarı-gangster sendika Türkİş’e mahkûm ederek uygulayabildiler. Bugüne baktığımızda ise İşçi Sınıfımız yeni 15-16 Haziranlar yaratmak için, mücadelelerine, direnişlerine, grevlerine devam ediyorlar. Ptt’de, Ontex’de, Burger King’de, Desa Deri’de, Limak’da, GEA Klima’da, 115 gündür işi ekmeği onuru için direnen Casper’da, işte burada küçük sermaye sahiplerinin yaşadığı bölgenin tam göbeğinde, tabanları patlarcasına yapılan, 9 gün süren yürüyüşlerini ve 73 gündür soğuk sıcak demeden onlarca baskıya karşı direnişlerini onurluca İşçi Sınıfı mücadele tarihine geçecek şekilde yürüten Masdaf’da 15-16 Haziran geleneği yaşıyor, yaşayacaktır da… Partimizin üyeleri, yöneticileri de sizler gibi Direnişlerden, Grevlerden, İşgallerden gelen kişilerdir. Yakın tarihimize baktığımızda Partimiz onlarca direnişi; Şanlı Aras Kargo Direniş, İşgal ve Grevini, Pirelli Ekolas Direnişi- ni, Rozi Kağıt Direnişini; yine aynı bölgede Dudullu’da bulunan, Dünyanın en büyük emperyalistlerinden olan Coca Cola’ya karşı yürütülen Direniş ve İşgalimizi Türkiye’nin en büyük Parababalarından olan KOÇ’a karşı yürüttüğümüz Arçelik Direnişi’ni ve İşbankası’na karşı yürütülen #emtrans Direnişi’ni, Ünsa Çuval Direniş ve İşgali’ni, LC WaikikiMeha Tekstil Direnişi’ni başarıyla sonuçlandırmış ve İşçi Sınıfı Tarihinde yerini almasını sağlamıştır. Şanlı 15–16 Haziran Direnişi ile İşçi Sınıfımız büyük deneyler kazanmış, varlığını ve Demokratik Halk Devriminin özgücü olduğunu çok net bir şekilde dosta da düşmana da kanıtlamıştır. Ancak bu eylemler; kendiliğinden denen türdendir. Başka deyişle örgütten yoksundur. Bu örgütü kuracak olan Devrimciler ise darmadağınıktır. İşçi Sınıfını örgütleyecek olan gerçek Proletarya Partisini, ancak Partimizin ilk Genel Başkanı Hikmet Kıvılcımlı’nın “Anarşi Yok! Büyük Derleniş!” parolasını gerçekleştirerek, birleşerek kurabiliriz. Bizler Halkın Kurtuluş Partisi olarak, Ustalardan aldığımız bilinç ile Tarihimizden aldığımız güç ile gerçek İşçi Sınıfı Partisini kurmak için öncü grup olacak; İkinci Kurtuluş Mücadelemizi başaracağız ve halkımızı açlığa, yoksulluğa ve sefalete mahkûm eden Parababaları iktidarını yıkacağız. Ve bu mücadeleyi Demokratik Halk Devrimi ile taçlandıracağız. Bundan adımız gibi eminiz. Burada, sizlerin huzurunda bir kez daha söz veriyoruz! 15.06.2011 İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek! Kahrolsun Emperyalizm, Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız! Şan Olsun 15-16 Haziran’ı Yaratanlara! Şan olsun İşçi Sınıfının Tek Kurtuluşu Yüce Sosyalizme! HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ Selam Olsun 15–16 Haziranı Yaratanlara! Selam Olsun 15–16 Haziranı Yaşatanlara! D İSK Konya İl Temsilciliği ve Nakliyatİş Bölge Temsilciliği olarak; 15–16 Haziran Şanlı İşçi Direnişi’nin 41. yıldönümünde bir basın açıklaması gerçekleştirdik. 15 Haziran Çarşamba günü saat 12.30’da Konya Bölge Çalışma Müdürlüğü önünde gerçekleştirdiğimiz eylemde basın metnini, DİSK Konya İl Temsilcisi ve Nakliyat-İş Bölge Temsilcisi Ali Özçelik okudu. Özçelik konuşmasına, 1970 yılında direnişlerle geri püskürtülen 274–275 sayılı yasalardaki değişikliklerin, 12 Eylülcüler tarafından 2821ve 2822 sayılı yasalara büründürülerek İşçi Sınıfımıza dayatıldığını, böylelikle hak ve özgürlüklerin kısıtlandığını belirterek başladı. Daha sonra, Türkiye’nin, sendikal hak ihlallerinin en yoğun biçimde yaşandığı 25 ülke arasında olduğunu, sendikasız, grevsiz ve toplusözleşmesiz demokrasinin olamayacağını belirterek devam etti. güçlerinin de yetkilerinin de olduğu vurgusunu yaparak; * Yıllardır sürüncemede bırakılan 2821 ve 2822 sayılı yasalar ILO standartları çerçevesinde yeniden düzenlenmeli, %10 işkolu, %51 işyeri ve işletme barajları, #oter Şartı ve grev yasakları kaldırılmalıdır, * Evrensel standartlarda bir iş güvencesi getirilmelidir, * Asgari ücret insanca yaşanacak bir ücret düzeyine çıkartılmalıdır, * Kurallı bir çalışma yaşamı sağlanmalıdır, * Çalışma süreleri ücret kaybı yaşanmaksızın kısaltılmalıdır, * Taşeron uygulaması son bulmalıdır, * İşsizlik Sigortası Fonu, amacı doğrultusunda işsizler için kullanılmalıdır! gibi taleplerle konuşmasını noktaladı. Basının yoğun ilgisinin olduğu eylemde sık sık; “Boyun Eğmedik Eğmeyeceğiz”, Konuşmasını, asgari ücretin açlık sınırının altında olduğunu, iş cinayetleri ve kazaların ardı arkasının kesilmediğini, taşeronlaşma, kuralsız, güvencesiz çalışmanın yaygınlaştığını belirterek sürdüren Özçelik; Seçimi kazananların yaptıkları balkon konuşmasında söylediği “74 milyonun her bireyinin yaşam tarzı bize bir emanettir”, “#amusumuzdur” ifadelerini hatırlatıp, eğer gerçekten emekçilerin hayatlarını karartan sorunları çözme niyetleri varsa, bunun için “İnadına Sendika İnadına DİSK”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz” sloganları atıldı Yaklaşık 75 kişilik bir kitleyle gerçekleştirilen eyleme DİSK/ Birleşik Metal-İş, Sosyal-İş, Eğitim-İş, HKP ve TKP de destek verdi. Basın açıklamamız bittikten sonra kortej halinde sendika binamıza kadar yürüdük. Konya’dan Kurtuluş Partili İşçiler CMYK CMYK Sağlıkta dönüş ne tarafa? Kurtuluş Partisi Sivas Katliamı’na karşı alanlardaydı B nımız yakılarak katledildi. undan 18 yıl önce Ortaçağcı Şeriatçılar tarafından katledilen 35 insa- Her 2 Temmuz’da yapılan mitingler, gösteriler yüreğimizi soğutmuyor, öfkemizi dindirmiyor. Ankara’da 400 bin kişi öfkesini haykırdı katillere. Sokaklara çıkamadılar, kendilerini gösteremediler Parababaları Hükümetlerinin güvenlik güçleri. Ankara 2 Temmuz 2011’de Toros Sokak’taki yürüyüşle başlayan Kolej Meydanı’ndaki mitinge katıldık. Yapılan mitinge katılım artık en iyimser rakamla 5 bin. Acı bir durum. Daha önceki yıllarda yapılan mitinglerin bir tekrarıydı 2011 2 Temmuz Mitingi. Halkın Kurtuluş Partisi olarak “Şeriat Ortaçağdır” pankartıyla katıldık mitinge. “Sivas’ın Katili MİT, CIA, Kontrgerilla” ve “Faşizme Karşı Ya Birleşmek Ya Ölüm” sloganlarını haykırdık. Sloganlarımız günü yakalıyor, katillerden hesabın nasıl sorulacağını gösteriyordu. İzmir İzmir’de de 18 yıl önce Ortaçağcı Şeriatçılar tarafından kaldıkları otel ateşe verilerek katledilen 33 aydın, yurtsever, ilerici insanımızı her yıl olduğu gibi bu yıl da andık. Anma etkinliği için afişler yapıldı, el ilanı dağıtıldı, sesli anons yapıldı. Halkımızın bu ve benzeri katliamla- ra karşı örgütlü olması gerektiği vurgulandı. Etkinlik için, Yamanlar Mahallesi’nde bulunan İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD) İzmir Şubesi’nin önünde toplanıldı. Saat 20.30’da etkinliğin yapılacağı alan olan Nazım Hikmet Meydanı’na doğru yürüyüş başlatıldı. Önde Sivas Şehitlerinin resimleri, meşaleler, pankartlar, parti bayraklarımızın olduğu kortej, sloganlarla Kubilay Caddesi’nden meydana kadar yüründü. Halkın yoğun ilgisinin olduğu yürüyüş boyunca, Sivas Katliamı’nı, Tayyipgiller’i, ABD ve AB Emperyalizmini protesto eden sloganlar atıldı. Nazım Hikmet Meydanı’nda son bulan yürüyüşün ardından, anma programı açılış ve saygı duruşu ile başladı. Şair Münir Gençer’in okuduğu şiirlerin ardından genç ozan Seyrani sazı ve sözü ile halkı coşturdu. Ardından İPSD İzmir Şube Başkanı ve HKP Bayraklı İlçe Başkanı Yusuf Gençer bir konuşma yaptı. Konuşmanın ardından genç yoldaşımız Doğan Kaya’nın hazırlamış olduğu sinevizyon izlendi. Sinevizyonun ardından HKP İl Başkanı Av. Tacettin Çolak coşkulu ve halkın beğenisini kazanan bir konuşma yaptı. Konuşmanın ardından devrimci ozan Aliyar’ın konseri ile Anma sona erdi. Devamı sayfa 10’da Recep Vurmuş Yoldaş, Kurtuluş Partililerin bilincinde, yüreğinde yaşıyor İ İstanbul-Kocaeli şçi Kardeşlerinin Recep Başkanı bedence aramızdan ayrılalı 4 yıl olmuş. Zaman geçiyor. Ama acısı yüreğimizde taptaze duruyor. Kimdi Recep Yoldaş? Kurtuluş Partisi’nin bir neferi. Bir devrimci önder… 23 Mayıs 2007’de Malatya’ya işçi örgütlenmesi için giderken geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetti, bedence aramızdan ayrıldı. Ömrünü İşçi Sınıfı mücadelesine, halkların kurtuluşu, sosyalizm mücadelesine vakfetmişti. Ne yazık ki çok erken ayrıldı aramızdan. Daha bu mücadelede yapacağı-yapabileceği öyle çok şey vardı ki… Ölüm yakışmadı Recep Başkan’a, erken gidenlere hiç yakışmadığı gibi. Bedence aramızdan ayılışının 4’üncü yı- lında Recep Yoldaş’ımızı Kurtuluş Partisi Gebze İlçe Örgütü’nde düzenlediğimiz bir programla andık. Program sinevizyon gösterimiyle başladı. Ardından İşçi Sınıfı mücadelesinde Recep Yoldaş’la omuz omuza mücadele eden Ayhan Erkan Yoldaş, Recep Yoldaş’ın devrimci kişiliği nezdinde Partimizin gelişen mücadelesini anlattı. Ülkemizde ve dünyada yaşanan gelişmeleri kısaca değerlendirdi. Anmaya, Partimizin Genel Başkanı urullah Ankut Yoldaş da katılarak, duygu ve düşüncelerini kısaca dile getirdi. Tüm yoldaşları, Recep Yoldaş’a verilmiş, “mücadeleni zafere ulaştıracağız” sözünü inanç ve kararlılıkla tekrarladı bir kez daha. Devamı sayfa 21’de 15–16 Haziran yolumuzu aydınlatıyor!.. İstanbul Kurtuluş Partililer, 15–16 Haziran’ı özüne uygun olarak 65 gündür direnişte olan DİSK’e bağlı Birleşik Metal İş-Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atılan MAS-DAF işçileriyle 15 Haziran’da kutladılar. Kurtuluş Partisi adına konuşan iki genç işçi arkadaşımız, 15–16 Haziran’ın İşçi Sınıfı mücadelesinde önemli bir yere sahip olduğunu ve Parababalarının işçilerin ekonomik örgütü olan DİSK’i kapatma isteğini geri püskürtmek için 15–16 Haziran 1970’de iki günlük direniş ve yürüyüş yaparak Parababalarının heveslerini kursaklarında bıraktığını anlattı. Parababalarının 15–16 Haziran 1970’de yapamadığını 12 Eylül 1980 darbesiyle gerçekleştirdiğini vurguladılar. Şu an iktidarda olan Tayipgiller’in de AB-D Emperyalistlerine uşaklıkta sınır tanımadığını ve son çıkardıkları Torba Yasanın işçilerin ve emekçilerin aleyhine Parababalarının lehine olduğunu belirttiler. Buna rağmen halkımızın temiz din duygularını sömürerek üçüncü kez iktidara geldiklerini belirttiler. İşçileri temsilen söz alan Ali Rıza Arkadaş, Direniş sürecinde yaşadıklarını anlattı. Daha sonra Birleşik Metal İş-Sendikası Genel Örgütlenme Sekreteri Özkan Atar söz alarak, Mas-Daf ve Casper işverenlerinin hukuk dışı davranışlarını anlattı. Konuşmanın ardından Partili arkadaşlarımızın hazırladığı müzik dinletisi sunuldu ve halaylar çekildi. Alkışlar ve sloganlar eşliğinde etkinlik sonlandırıldı. İzmir 16 Haziran Perşembe günü saat 19.00’da yapılan etkinliğe; DİSK Örgütlenme Daire Başkanı ve akliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, HKP İzmir İl Başkanı Avukat Tacettin Çolak konuşmacı olarak katıldı. Etkinliğe sazıyla-sözüyle Ozan Aliyar katkı sundu. Etkinlik, açılış konuşması ve 15-16 Haziran Direnişi’nde Şehit olan işçiler için saygı duruşu ile başladı. Ardından 15-16 Haziran Direnişi’nin öncesinden günümüze Devamı sayfa 23’te E mperyalist uşağı Amerikancı sırtlanlar, 12 Haziran’da halkımızı demokrasi oyunu ile bir kez daha kandırmayı başardılar. Başarılarında en büyük rolü din bezirgânlığı oynadı kuşkusuz. Camiler, imam hatip okulları, resmi veya resmi olmayan Kur’an kursları, tarikatlar, cemaatler, vakıflar, dernekler, resmi okul görünümlü dinci merkezler, yurtlar, kurslar, “ışık evleri” vb. bu “başarı”nın altyapısını oluşturuyor. Bu sayede AKP Gönüllüleri organize olarak tüm yurtta en ücra köşelerdeki insanlarımıza ulaşabildiler. Seçimde bu şekilde çalışan 1.200.000 (bir milyon iki yüz) AKP gönüllüsünün görev yaptığı belirtiliyor. Tabiî, “sosyal yardım” oyunu da halkımıza ulaşmak ve insanımızı kandırmakta bir manivelaydı. Elbette sırtlanların arkasındaki devlet gücünü ve yandaş medya desteğini de etkenler içinde saymamak olmaz. Ayrıca, devrimcilerin örgütsüz olup halka ulaşamaması da din bezirgânlarının işini kolaylaştırdı kaçınılmaz olarak. Sonuçta beklenen oldu: Yerli ve yabancı Parababalarının politikalarını en başarılı, en fütursuzca uygulayan, bugün için Finans-Kapital + Tefeci-Bezirgân ittifakının has partisi olan AKP seçimi aldı götürdü. Din bezirgânlarının “seçim başarısı”nda etkili “hizmet”lerinin başında ise sağlık alanındaki kandırmacalar geliyor. AKP’nin sağlıkta uyguladığı popülist politikalar halkımızın gözünü boyadı ne yazık ki… Hem 2007, hem de 2011 seçimlerinde oy avcılığında en etkili kandırmaca oldu AKP’nin sağlık politikası. Aslında AKP’nin sağlık politikası diyerek AKP’ye değer vermiş oluyoruz bir bakıma… Sağlık alanındaki bu politikalar da, diğer alanlarda olduğu gibi, emperyalistlerin çizdiği politikalardır özünde. AKP sadece uygulayıcıdır… Sağlıkta neler oldu, oluyor? Bin dokuz yüz doksanların başında Sosyalist Kamp’ın çöküşü başka pek çok alanda olduğu gibi (emperyalist sömürü ve savaş, silahlanma, sendikal haklar, eğitim, kültürel gelişim, insan hakları vb.), sağlık alanında da Uluslararası Fi- nans-Kapitalin elini rahatlattı. Çünkü sosyalist ülkelerde, olması gerektiği gibi, tüm halka parasız sağlık hizmeti veriliyordu. Bu durum emperyalist-kapitalist sistem için rahatsız ediciydi. Sosyalizmin önünü kesmek, halklarda sosyalizmin cazibesini azaltmak için emperyalist-kapitalist sistemin metropollerinde, özellikle Kara Avrupası’nda çok ucuza kaliteli sağlık hizmeti veriliyor, hatta, İngiltere, Kanada gibi emperyalist sistemin ana halkalarında bile sosyalist sistemi aratmayacak ölçüde, kaliteli ve parasız sağlık hizmeti veriliyordu daha doğrusu verilmek zorunda kalınıyordu. Hepsi bir yana, paralı ve pahalı sağlık hizmeti verilen ABD’de bile 1965 yılında çok yoksullar için Medicaid adıyla, 65 yaşın üzerindekiler için Medicare adıyla kalitesiz ama parasız sağlık hizmeti verilir oldu. Sosyalist Kamp çöküp sosyalizm tehlikesi pratik olarak ortadan kalkınca, sağlık hizmetlerinde paralı ve pahalı Amerikan Sistemi bir anda hâkim güç oldu. ABD, en gelişmiş kapitalist ülke olmanın yanı sıra en gelişmiş sağlık hizmetinin sunulduğu ülke olarak da sunuldu dünya halklarına. Bunun için “Kanıta Dayalı Tıp” (Evidence-Based Medicine) denerek “bilimsel” destekler de sağlandı. “Gereksiz sağlık harcamalarını kesmemiz gerek” denildi. Bu gerekçelerle sosyalizm sayesinde 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 25. maddesi ile “temel insan hakkı” olarak kabul edilen sağlık, Sosyalist Kamp ortadan kalkınca kapitalist sistemin dişlilerinden biri haline getirildi, metalaştırıldı, üzerinden para kazanılan bir hizmet alanı oldu. Kamusal olan ve öyle kalması gereken sağlık hizmeti özelleştirildi. İnsanlara paran varsa sağlığın olur, yoksa temel hakkın ölmektir, sağlık = para, denildi bir bakıma… Sağlık hizmetleri ise ucuzlamak bir yana daha da pahalandı. Özellikle büyük ilaç tekelleri devasa “promosyon harcamaları” ile bilimi de etkileyerek bilimsel bilgiyi kirletip kârlarını büyüttüler. Bu rüzgârın Türkiye’deki sağlık hizmetini etkilemesi kaçınılmazdı. Devamı sayfa 22’de
Benzer belgeler
65.sayıya ulaşmak için tıklayınız
Buna ‘modern sömürgeleştirme’ diyoruz, en sonuncusunu Irak ve Afganistan’da yaşadık. Suriye’de yaşanan, güvenliği tehdit eden olaylar değil, kelimenin tam anlamıyla bir savaştır. Amerika’nın başkan...