mart/nisan 2013/02 fiyatı 2 tl ıssn 1302-692x162
Transkript
mart/nisan 2013/02 fiyatı 2 tl ıssn 1302-692x162
İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! MART/NİSAN 2013/02 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X162 • EDİTÖRDEN editörden - içindekiler Değerli okuyucu, yeni sayı ile merhaba. Bu sayımızın Başyazısını Kürt hareketi ile devlet arasında yürütülen görüşmeler, pazarlıklar ile ilgili son günlerde yeniden gündeme gelen ve adına “çözüm süreci” yada “İmralı süreci” denilen süreci değerlendiren, bu sürecin bizler açısından ne anlama geldiğini irdeleyen “Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz!” başlıklı yazıyı bulabilirsiniz. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. 18 Mart, politik tutsaklarla dayanışma günü. Türkiye’de binlerce insan çoğu zaman sadece fikirlerinden dolayı politik tutsak olarak cezaevlerine kapatılıyor. Güncel sayfalarımızda politik tutsaklarla dayanışmak ve devrimci tutsakların mücadelesinin bizim de mücadelemiz olduğunu göstermek amacıyla bir makaleye yer verdik. Kadın sayfalarımızı tahmin edeceğiniz gibi 8 Mart’a ayırdık. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü yaklaşırken 2013 yılında kadınların uğradığı şiddeti, eşitsizliği, ayrımcılığı irdeleyen ve buna karşı kadınları özgürlük ve insanca yaşam mücadelesine çağıran kapsamlı bir yazıya yer verdik. İlgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. Panorama sayfalarımızda ilk olarak Katar’da yapılan BM İklim Konferasından izlenimleri bulabilirsiniz. Aynı sayfalarımızın devamında “Paylaşım dalaşında yeni bir emperyalist müdahale” başlıklı yazıyı okuyabilirsiniz. Fransız emperyalistlerinin 11 Ocak 2013 tarihinden beri Mali’de “islamcı terörizme karşı mücadele” adına resmen yürüttükleri savaş ve yaşanan gelişmeler ele alınıyor. Sayfalarımızın devamında Tunus’ta “Arap Baharı” adı verilen gelişmelerin ve gelinen aşamanın ne olduğunu değerlendiren bir röportaja yer verdik. İlgiyle okuyacağınızı tahmin ettiğimiz bir diğer makale, bu sayımızda birinci bölümünü yayınladığımız “Çin’de İşçi Sınıfının Durumu” başlıklı makale. Kavganın Doğrusu/Doğrunun Kavgası sayfalarımızda, “Sosyalizme giden yol mu?” başlıklı Arnavutluk Emek Partisi (AEP) değerlendirmesine devam ediyoruz. Yine bu sayımızda KÖZ dergisi ile troçkizm konusunda bir kez daha yürüttüğümüz daha kapsamlı bir tartışmaya yer verdik. Son olarak bir okurumuzun Rosa Lüksemburg Konferansından izlenimlerini okuyabilirsiniz. Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle.... YDİ Çağrı Şubat 2013 ✓ İÇİNDEKİLER GÜNDEM Savaşın kazananı - Barışın kaybedeni olmaz!. . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 GÜNCEL 18 Mart Politik Tutsaklarla Dayanışma Günü. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 YENİ KADIN DÜNYASI EŞİTLİK - ÖZGÜRLÜK ve İNSANCA YAŞAM İSTİYORUZ.... . . . . . . . . . 12 PANORAMA BM İklim Konferansları’nın “dayanılmaz hafifliği”!. . . . . . . . . . . . . 15 Paylaşım dalaşında yeni bir emperyalist müdahale! . . . . . . . . . . . 20 2 GÜNCEL Tunus’ta “Arap Baharı” Yasemin Devrimi Üzerine Görüşme Notları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 GÜNCEL Çin’de İşçi Sınıfının Durumu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 29 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI Sosyalizme giden yol mu? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 41 “Komünist KöZ” üzerine bir kez daha. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 48 OKUR MEKTUBU Berlin’de Rosa Lüksemburg Konferansı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 162 · Mart/Nisan 2013 • ISSN 1301-692X162 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · [email protected] 2013 yılının ilk günlerinde medyada MİT ile İmralı’da şimdi 15 yıldır tutsak olan Abdullah Öcalan arasında görüşmeler yapıldığı haberleri yayınlanmaya başladı. Yayınlanan haberlere göre; MİT Müsteşarı Hakan Fidan, 2012’nin son günlerinde İmralı’da iki gün geçirmiş ve Öcalan ile müzakeresi tamamlanana kadar adada kalmayı tercih etmiş ve nihayetinde Öcalan ile PKK’nın silah bırakması konusunda anlaşmaya varmıştı! Haberle- rin yayınlanmasının ardından AKP iktidarı MİT ile İmralı görüşmelerinin arkasında durduğunu ilan etti. Akabinde 3 Ocak’ta, Ahmet Türk ve Ayla Akat İmralı’ya götürüldü. Öcalan’ın bu görüşmede verdiği mesaj “barış” konusunda kararlı olduğu mesajıdır. Şimdiye kadar T.C devleti ile PKK ve İmralı arasında görüşmeler yürütüldü. En son Oslo görüşmelerinin basına yansıması sonucu, görüşmeler tıkandı ve her iki taraf savaşı yeniden yükseltti. İlk defa bu kadar alenen bu görüşmelerin yapılması, her iki tarafın bu işi bu kez biraz daha ciddiye aldığını gösteriyor. Zaten gelinen aşamada PKK’nin en alt düzeyde kimi talep- lerle kendisini sınırlaması ile AKP’nin Kürt sorunun çözüm programı örtüşmektedir. Kürt halkının yürüttüğü savaşın demokratik, milli baskıya karşı çıkan ve Kürt ulusuna özgürlük isteyen haklı bir yönü vardır. PKK, milliyetçi reformist bir örgüttür. Bu ama yürütülen mücadelenin haklı, demokratik muhtevasının olmadığı anlamına gelmiyor. Bu savaşın gerçek sorumlusu T.C devletidir. Bu savaşta elbetteki bütün devrimci, demokrat, sosyalist, komünist güçlerin tarafı, Kürt halkının yanıdır. Biz bu haklı mücadeleyi destekledik, desteklemeye devam edeceğiz. Elbette bu savaşın son bulması, barışın sağlanması arzulanan bir şeydir! Bizler de böyle bir isteğin canı gönülden taraftarıyız. Bahsi geçen savaş; Kuzey Kürdistan’da 29 yıldır süren bir savaş, bahsi geçen barış ise, bu savaşın son bulması ile ulaşılmak istenen „barıştır.“ Her savaşta olduğu gibi bu savaşta da iki taraf vardır: bir yanda hertürlü imkânlara sahip topyekün TC devleti, karşı tarafta ise hertürlü zulüm ve saldırıya maruz kalmış, kalmakta olan Kürt Ulusal Hareketi ve Kürt halkı vardır. 29 yıldır yürüyen bu savaşta binlerce Kürt öldürüldü. Binlerce Kürt faili meçhul (esasta belli) cinayetlerin kurbanı oldu. Köyler yakıldı, binlerce insan göç ettirildi. Kürt halkı acılar yaşadı, bedeller ödedi. Hapishaneler tıka basa Kürtlerle dolduruldu. Aslında bu savaş miyadını doldurmuştur. Çünkü 29 yıl önce ciddiye alınmayan „bir avuç çapulcu“ denen PKK bu savaşla gelinen yerde, Kürt ulusunun varlığını ve kendisini kabul ettirmiştir. TC devleti „terör örgütü“ olarak gördüğü PKK ve O’nun lideri Abdullah Öcalan ile bir masada „sorunu çözmek“ için oturma, alenen görüşmeler yürütme konumuna gelmiştir. gündem Savaşın kazananı Barışın kaybedeni olmaz! 3 gündem Genellikle Kuzey Kürdistan’da bağımsız milletvekili seçilen ve birleşerek TBMM’de BDP çatışı altında örgütlenmiş siyasi parti ile pazarlıklar yürütülür hale gelmiştir. Kürtler / PKK ne istiyor? 4 PKK kurulduğunda önüne „Bağımsız Birleşik Kürdistan“ hedefini koymuştu. Bu hedeften süreç içinde vazgeçildi, sistem içerisinde bazı kültürel hakların elde edilmesi noktasında konaklandı. Kuşkusuz Kürt kimliğinin tanınması, anayasal güvenceye kavuşturulması, andaki duruma göre iyidir. Fakat kimi kazanımların elde edilmesi, Kürt ulusal sorununun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Kürt ulusu ulusal baskı altındadır. Ülkesi bölünmüş, parçalanmış ve sömürgeleştirilmiştir. Var olan « birlik » ler, gönüllü bir birlik değil, zoraki birliktir. Eşit ve özgür birlikten bahsedebilmek için, zoraki birliğin kaldırılması, ulusal baskının son bulması, Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayin edeceği şartların yaratılmasını gerektirir. Bu olmadığı sürece ne ulusal baskı son bulur, ne de eşit ve özgür birlik olur. Öncesi bir yana TC devletinin kuruluşundan beri Kürtlere karşı yürüyen 90 yıllık bu savaşta „kendi kaderlerini tayin etme hakkına“ ulaşamamış olsalar da, talepler bir dizi değişikliğe uğrasa da, Kürt ulusu adına örgütsel olarak TC devletine dayatmak istedikleri talepler şunlardır: -Her insanın doğuştan varolan anadilini konuşma hakkı, onunla eğitim görme hakkını taleplerinin en başına koymuş durumdadır. -Üzerinde yaşadıkları topraklarda Kürt kimliğinin Anayasal hak olarak kabul görmesini en doğal hakları olarak istemektedirler; -Yerel yönetimlerin yetkisinin genişletildiği, kendi yaşadıkları alanlarda ekonomik sosyal ve kültürel haklarının tanınması ve pratik uygulama hakkının olması ve kabul görmesini istemektedirler; -Eşitlik istemektedirler. Yani, aşırı merkeziyetçi birlik devleti yerine, yerel yönetimlere daha fazla inisiyatif ve özerklik tanıyan bir yapı (devlet) örgütlenmesi ve adalet istemektedirler. -Bu arada TC zindanlarındaki binlerce Kürt’e özgürlük, Roboski/Uludere katliamının hesabının sorulması, faili meçhul cinayetlerin vb. aydınlanması, yani adaletin sağlanmasını istiyorlar. -Bütün bunlarda PKK / Kürtler adına konuşma ve karar verme yetkisine sahip A. Öcalan’ın şartlarının iyileştirilmesini istiyorlar. Görüldüğü gibi onlarca yıldır, TC devleti ve onu yönetenler için „ayrı bir çatı, ayrı bir devlet“ fobisi istenilen talepler içinde yer almamaktadır. Talepler başlangıca göre geri düzeyde de olsa, kendini demokrat diye vasıflandıran herkesin kabul etmesi gereken haklı reform talepleridir. Barış genel bir istek ama… Evet, gelinen yerde görünürde büyük çoğunluk bu savaşın sonlandırılmasından yana tavır takınıyor. Fakat halklarımızın barış isteği ne yazık ki aynı oranda değil. Savaşa ve barışa karşı tavırlar noktasında Kürtler ile Türk emekçiler henüz aynı yerde durmamaktadırlar. Ateş düşen ocaklar, yürek yangısının, evlat acısının ne olduğunu herkesten iyi bilir. 29 yıldır süren bu savaşta en fazla acıyı, zulmü, açlığı sefaleti yaşamış, işkenceye maruz kalmış, ölüm en çok ona uğramış, en fazla zaiyatı Kürt halkı vermiştir. Bunun için de barış isteği Kürt halkında daha güçlü bir yere sahiptir. Fakat onun istediği haklı olarak ne olursa olsun değil, onurlu bir barıştır. Türk halkının kaybı daha çok cepheye sürülen sömürgeci TC devletinin emekçi evlatları askerlerdir. Cephede evlatların „telef“ olduğu düşüncesi Türk halkının içinde de günbegün yayılmış, asker ölümlerini oya dönüştürme hesapları içindeki „ölüm tacirlerine“ rağmen, bu savaşın sonlandırılması isteği Türk halkı içinde de artmıştır, artmaktadır. Ancak yıllardan beri sürdürülen inkârcı imhacı devlet politikaları, „şehit cenazesi“ provokasyonları vb. sonucu Türk kesimi içinde barışa hazır olmayan, onu teslimiyet olarak kavrayan küçümsenmeyecek bir kesim de vardır. Ve bu kesim hâlâ savaştan beslenen „vur kurtulcu“ faşistler tarafından provoke edilebilir bir kesimdir. Bu bağlamda barış atmosferinin egemen kılınabilmesi için yapılması gereken epey iş vardır. TC devleti ve AKP ne istiyor? AKP, PKK ile devlet arasında yürüyen savaşı sonlandırmak istiyor. MİT ile İmralı görüşmelerinin arkasında AKP iktidarı açıkça duruyor. Her iki taraf da sürecin baltalanmaması ve “barış”ın sağlanması konusunda kararlı olduklarını söylüyorlar. Egemen olan burjuvazinin büyük çoğunluğunun isteği de bu savaşın artık bitmesidir. Savaştan doğrudan çıkarı olan, bu savaşın sürmesinden çıkarı olan burjuvazinin küçük bir kesimi bu savaşın sürmesinden yanadır. Burjuvazinin diğer kesimleri yürüyen savaştan zarar görüyor. AKP, Kürt burjuvazisinin büyük kesiminin şemsiyesi altında yeralanlar barışa karşıdırlar. Çünkü bunlar için başından beri PKK ve onun militanları “kalleştir”, “bölücüdür”, “çocuk katilidir” vs. Küçük burjuvalar içinde “bana dokunmayan bin yaşasın” zihniyetinde olanlar da boldur, fakat bunların ocağına “ateş” düştüğünde hem barışçı hem de saldırgan olabilmektedirler. Az topraklı köylünün genel durumu budur. Kendi derdi kendine yeter, daha fazla dert edinmek istememektedir. Yani sözün kısası barış isteyenler de savaş isteyenler de toplumun her kesiminde var. AKP’nin bu savaş ve barış bağlamında nerede durduğu, ne yapmak istediği anda toplumu etkileyici gücü gözönünde tutulduğunda çok önemlidir. AKP hesaplarını en az iki üç dönem daha, seçimlerden tek başına iktidar olacak çoğunluğu sağlayarak, iktidarda kalma üzerine, bu arada başkanlık sistemini geçirme hesapları üzerine kurmuştur. Gelinen yerde savaşın sürmesi bu hesaplar açısından onun işine gelmemektedir. Çatışmalı ortam hiç te işine gelmediği için hep “yeni açılımlar” peşindedir. Bir bakıyorsunuz AKP Genel Başkanı ve andaki Başbakan T. Erdoğan “bu ülkede Kürt sorunu yok, Kürt vatandaşların sorunu var” diyor, savaş kılıçını BDP milletvekillerinin üstlerinde sallarken “dağdaki ile sarmaş dolaş olanların” dokunulmazlığını kaldırma sevdalarına kapılıyor. Diğer yandan ise “İmralı” (Abdullah Öcalan) ile görüşmelerin yapıldığını ve ilerlemenin kaydedildiğini artık çekinmeden ilan edebiliyor. AKP / Erdoğan bir yandan BDP’yi yerden yere vurup, “terör örgütü PKK’nın uzantısı” yapabiliyor, diğer yandan BDP ile İmralı’yı / Abdullah Öcalan’ı kimin ziyaret edeceği konusunda pazarlık yürütüyor. AKP / Erdoğan bir yandan KCK operasyonları ile örgütlü Kürt hareketine darbe vurmak için binlerce Kürdü zindanlara tıkayabiliyor, görüşmeler yaptıklarının üzerine bombalar yağdırırken, diğer yandan gündem artık bu savaş bitmelidir talebine cevap veren bir pozisyonda duruyor. Onun için adımlar atıyor. “Barış” ortamının, çatışmasızlık ortamının gündeme getirilmesinin, bunun sağlanmasının bunu sağlayacak olana siyaseten de, oy olarak kazandıracağı küçümsenmeyecek bir getiri var. Gelinen yerde PKK’nin / A. Öcalan’ın iyice geri çektiği talepler Türk burjuvazisinin önemli bölümünün kabul edebileceği talepler haline gelmiştir. Çünki “Kürt sorunu” bunlar için gelişmelerinin ve bölgesel güç olarak emperyal yayılmacı isteklerinin önünde engeldir. Engel olduğu kadar da güç kaybıdır. Kürt sorunu aynı zamanda bunlar açısından Avrupa Birliği’ne girmenin önünde siyasal bir engel olarak ta durmaktadır. Barışçıl ortam sömürülerinin katmerleşmesi de demek olduğu için, bunların pusulası da barışa yöneliktir. Gerçek dertleri Kuzey Kürdistan’daki savaşta, ölümler ve yıkımlar değil, maksimum kârlarıdır. Büyük Türk burjuvasinin savaştan (özellikle orduya mal satanların bir kesimi) çıkarı olanlar elbette barışa sempatik bakmamaktadırlar. Bu tür savaş ağaları her dönemde “vurarak” yok etmenin hesapları içindedirler, çünki savaş durumu emekçiler açısından yıkım olmasına rağmen bunlar için daha fazla zengin olmaları demektir. Bunun için barış taraftarı değiller, bunun için her türlü provokasyona yatkın oldukları gibi, barışa karşı da inançsızlık yayarken, şahin rolünü elden bırakmazlar. Gelişmekte olan, giderek büyüyen Türk-İslam sentezcisi orta burjuvazi de savaşın son bulmasını istemektedirler. Çatışma içindeki bir Kürt sorunu bunların büyüme rüyalarına engeldir. Küçük burjuvalar cenneti olan Türkiye’de andaki esen rüzgârın gücüne meyil edenler, savrulanların, kaypakların bol olduğu gibi, “yüce Türk ulusunun” çıkarlarını en iyi kendilerinin savunduğunu kabul edenler de boldur. “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” Gelinen yerde PKK’nin / A. Öcalan’ın iyice geri çektiği talepler Türk burjuvazisinin önemli bölümünün kabul edebileceği talepler haline gelmiştir. Çünki “Kürt sorunu” bunlar için gelişmelerinin ve bölgesel güç olarak emperyal yayılmacı isteklerinin önünde engeldir. Engel olduğu kadar da güç kaybıdır. 5 gündem BDP ile Anayasa konusunda “anlaşabiliriz” diyebiliyor… AKP/Erdoğan titizlikle Roboski katliamının hesabını vermekten kaçınırken, İmralı görüşmelerinde ilerlemeler kaydedildiğini söyleyebiliyor… AKP / Erdoğan bir yandan “organik gazcı” eski MHP’li İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in KCK operasyonlarını yürütmesine ve istediği oranda aşırıya kaçmasına göz yumabiliyor, işi bittiğinde ve aşırılıkların ucu kendine dayandığında İdris’i görevden alıp, niteliksel olarak ondan farklı olmayan eski 1 Mayıs yasakçısı İstanbul Valisi Güler’i yeni İçişleri Bakanı olarak atayabiliyor... Yani günümüz “Padişahı” AKP genel başkanı T.Erdoğan bir yandan liberal büyük Türk burjuvazisinin çıkarlarının gerektirdiği adımları atarken, diğer yandan herşeyin kendi kontrolünde olmasını istemekte ve bu yönde dikkatli davranmaktadır. AKP / Erdoğan’ın yeni Anayasada geçirmek istediği iki önemli sorun var. Bunlardan biri Başkanlık sistemi bir diğeri ise yargı ile ilgili olanıdır. AKP gördü ki, yargı bütünüyle ele geçmeden rahatlayamaz... Bunu defalarca herkesin gözüne sokarak gösterdiler. Bunun için de AKP’nin yargı ile ilgili önerileri Yargıtay ve Danıştay birleştirilerek Temyiz Mahkemesi oluyor, üyelerin ¾ HSYK seçecek, ¼ ise Başkan, HSYK’nın 22 üyesinin 16 sını siyasi güç (Meclis ve Başkan) gerisi yargı içinden. Anayasa Mahkemesinin 17 üyesinin 9’u meclisten 8’ini ise Başkan seçecek… Böylece siyasi güç yargının üzerinde tam egemen olacak. Bu her ne kadar burjuva sisteminin lafta savunduğu “kuvvetler ayrılığı” anlayışına ters de olsa, istenen budur. Böylece AKP Anayasası geçtiğinde ve T. Erdoğan Başkan olduğunda Yasama-Yürütme ve Yargı tek elde toplanmış olacaktır. O zaman gerçek Padişahımız (başına mazallah birşeyler gelmez ise) 2024’e kadar tek karar verici ve uygulayıcı merci olacaktır. Bu yeni anayasa konusunda T. Erdoğan’ın temennileri içinde yeralan “herkesi kucaklayan, toplumsal mutabakat işlevini tam anlamıyla yerine getirmelidir” sözleri işin görüntüsüdür. Meclis Anayasa komisyonu tıkanmıştır, Mart 2013’te AKP kendi taslağını meclise sunacaktır. Sorun elbette meclise sunmakla bitmiyor. Andaki meclis aritmetiğine baktığımızda CHP ve MHP kesin olarak AKP taslağına karşıdır. Bir oylama sırasında AKP içinde ne kadar fire verir anda bilinmeyen bilmecelerden biridir. Çünki taslaktaki Başkanlık sistemi, yargı ve etnik köken (Türkiye Türklerindir) meselesinde AKP içindeki milliyetçiler olumsuz oy kullanabilirler. Bu anlamda AKP’nin kendi anayasa taslağının 330 oyu bulması ve referandum eşiğini yakalaması oldukça güçtür. AKP hiç fire vermezse bile başka oylara ihtiyacı vardır. BDP henüz tavrını açıklamış değildir. AKP / BDP flörtü başlamıştır ve sürmektedir. Tabii bu arada AKP’nin başkanlık sisteminden, uzlaşma AKP / Erdoğan “ileri demokrasi” oyununda elinde bulundurduğu güçlü kartları çok iyi kullanmaktadır. AKP / Erdoğan’ın demokrasiyle hiçbir ortak yanı olmadığını bir an olsun unutmak gaflete yol Hesaplar… Hesaplar ... açar. Bunlara asla güvenilmez, çünTürkiye’nin önünde ki bunlar Osmanlının torunları 3 seçim var, AKP hem kendi tabanına ve hem olduklarını her daim söyde oy almak istediği kesime lemektedirler,.. ümit vermek zorundadır. Gö- 6 rünen o ki AKP’nin hesaplarının merkezinde duran önümüzdeki üç seçimde başarı ile çıkmak. AKP / Erdoğan’ın hesaplarından biri de; Mecliste kendine destek verecek, anlaşabileceği, asgari müştereklerde uzlaşabileceği bir siyasal grup veya parti ile yeni Anayasayı referanduma götürmektir. Bu yeni Anayasa işini üç seçimin arasına veya herhangi birinin içine sıkıştırmak hesaplardan biridir. Bunun da olmadığı şartlarda - ki bu büyük ihtimaldir - “Yeni Anayasa” üçüncü seçimin – Parlamento seçimlerinin ana konularından biri olacaktır. AKP “Biz Yeni Anayasa için her şeyi yaptık. Ama hiç kimse bize destek vermedi. Yeni Anayasa için bize tek başımıza Anayasayı değiştirecek, en azından tek başımıza referanduma götürecek çoğunluğu verin! Propogandası ile halka gidecek, böyle oy isteyecektir. hem de bir nebzede olsa barışı başarabilirlerse uzun vadeli umut olmak 2024’e kadar iktidarda kalmak, yani yola devam etmek içindir… Ama oynadıkları oyun o kadar tehlikelidir ki, kazanamazlarsa Kürt sorunu öncekiler gibi hem AKP yi hem de T.Erdoğan’ı harcar, bitirir. gündem ile şimdilik vaz geçmesi, kendisini diğer bazı konularda Anayasa değişikliği ile sınırlaması, bu konuyu bir dahaki döneme bırakması da mümkündür. Sonuç ne olur birlikte yaşayacağız!.. AKP / Erdoğan kendileri için gerekli olan 330 desteğini BDP’den bulduğu ve garantiye aldığı takdirde Kürtlerin yukarda sıraladığımız taleplerine sıcak bakabilir. Bu da geçici de olsa barış getirebilir. Ama yukarda sıraladığımız demokratik talepler kâğıt üzerinde verilse bile uygulamada kaypaklıklar yaşanabileceği bilinçte tutulmalıdır! AKP / Erdoğan “ileri demokrasi” oyununda elinde bulundurduğu güçlü kartları çok iyi kullanmaktadır. AKP / Erdoğan’ın demokrasiyle hiçbir ortak yanı olmadığını biran olsun unutmak gaflete yol açar. Bunlara asla güvenilmez, çünki bunlar Osmanlının torunları olduklarını her daim söylemektedirler,.. Bilinen tarihi gerçekler, manipülasyona dayalı uygulamalar bağlamında “Osmanlıda oyun çoktur”, deyimi hep akılda tutulmalıdır. Bugün TC’de parlamenter örtülü kapalı faşizm bizzat AKP hükümeti araclığıyla uygulanmaktadır. Parlamento dışı muhalefet direnişi, gaz ve copla bastırılmakta, ODTÜ buna en yakın örnek. Eş zamanlı operasyonlarla devrimciler, onların avukatları sorgusuz sualsiz derdest edilebilmektedir. En son Çağdaş Hukukçular Derneğinin ve KESK’in başına gelenler örnektir. AKP’den olmayan belediyelere yapılan baskınların çetelesini tutamadık... Türkiye’de T.Erdoğan ve AKP’si kendini kaptırmış gidiyor ve anda O’na fren yapabilecek ne muhalefet ve ne de herhangi bir kontrol sistemi mevcuttur. Bütün bunlardan dolayı AKP / Erdoğan’ın savaş istememe yaklaşımlarının temelinde yatan iktidarlarını pekiştirmektir dersek yanılmayız. Elbette AKP / Erdoğan savaşı sonlandırmak istemektedir. Bu savaşın açtığı tahribatın bilincindeler... Ama bunların yapmak istedikleri barışın esas derdi PKK’yı silahsızlandırmak ve teslim almaktır. En iyi halde Kuzey Kürdistan’dan “kovmaktır”. “Çekilsinler, çekilirken birşey yapmayacağız” diyenlere inanmamalı, çünkü bunların dedelerinin Ermenilere soykırım sırasında yaptıklarını hatırlamakta yarar var. Bunlarla masaya otururken güçler dengesinin bunların lehine olduğunu asla unutmamak gerekli. Bizce bunlar gerçek barışın da düşmanıdır. Ama dertleri Kürt oyları olduğu için, dertleri kendi anayasaları ve başkanlık sistemi olduğu içindir ki böyle bir oyunu oynamak zorunda kalmışlardır. Hem Kuzey Kürdistan’da kaybettikleri oyları yeniden kazanmak, CHP ve MHP nerede duruyor? CHP yamalı bohça gibi, her telden sesin ayrı çıktığı bir parti görünümünde. Kemalist miras “Ne mutlu Türküm diyene” anlayışı bu parti içinde hâkimiyetini korumaktadır. Başkanları Kılıçdaroğlu birşeyler değiştirmeye çalışıyor ama CHP’nin genetiğini değiştirmek anlamına gelen değişiklik çok zor. Şimdilik yapılan idare- i maslahat. Partinin bütün kanatlarına eşit mesafede görünerek parti birliğinin sağlanması Kılıçdaroğlu’nun esas işi olarak görünüyor. Hal böyle olunca da Kılıçdaroğlu’nun örneğin Kürt sorununda istediği pek anlaşılmıyor. Kılıçdaroğlu CHP’yi değiştirmeye çalışıyor ama parti içindeki Kemalist kanat buna direniyor. “Barış”ın sağlanması ve akan kanın durması bağlamında hükümete kredi vereceğini açıkladı. Utangaç bir şekilde barış yanlısı görünmelerine rağmen, yukarda aktardığımız Kürtlerin talepleri noktasında gizli saklı tavırlar içindeler... Ama özellikle Emine Tarhan’ın başını çektiği grup Kemalist Türk devleti çizgisinde tavizkâr görünmüyor. Kimlik ve yerel yönetimler konusunde CHP MHP ile aynı ayardadır. 90 yıldır aynı türküyü söylemekten bıkmamışa benziyorlar. AKP’yi güçlü kılan bir diğer gerçek te CHP’nin yaptığı muhalefettir. Bunlardan ne köy olur ne de kasaba demek anda en doğru olanıdır. Umut yok, umutsuzluk çok. MHP bilinen çizgisinde « tutarlı » ırkçılık ve faşistliğe devam etmektedir. Bunları en iyi dostu Doğu Perinçek’lerdir demek bizi yanıltmaz. Bunlar su katılmamış faşist milliyetçilerdir. Bunların bu savaşta ölü tacirliği yaptığı, savaşla oylarını artırdığı gerçeğini akılda tutmak lazım. Bizim derdimiz bunlardan çok, solculuk adına bunların çizgisinde konaklayanlarladır. Bunlar ne istediklerini çok iyi biliyorlar... „Ya sev ya da terk et“ bunların şiarıdır. BDP ve Kürtler gerçekten barış istiyor! Bizce Kürt halkı ve onların siyasi temsilcileri barışı çoktan hak etti, onların istediği barışla AKP’nin istediği barış aynı şeyler değildir. BDP/PKK ve Apo yakalanmış bir ivmeyi yeniden kaybetme kaygısı içerisinde çok dikkatli davranmaktadırlar. Bunu en 7 gündem iyi örneğini Paris‘te öldürülen 3 PKK‘lının Kuzey Kürdistan’daki cenaze törenlerinde gösterdiler. Olay çıkmayacak dediler ve olay çıkmadı. Ama PKK ve Kürt hareketi içinde de barışı köstekleyecek provokasyonlara yatkın yeterli unsurun mevcut olduğunu da unutmayalım. Nasıl ki, Türk hâkim sınıfları içinde savaştan nemalanan şahinler varsa, Kürt Hareketi içinde de bu tür unsurlar mevcuttur. Pazarlıklarda hem TC hem de Kürt Hareketi doğrudan PKK / Apo kararlı görünmektedir. Eskiden kapalı kapılar ardında gizlice yapılan görüşmelerin 8 aksine görüşmelerin açık yapılması bu kararlılığın mesajı olarak yansımaktadır. Hem Türk hem de Kürt hassasiyetlerinin dikkate alınmasının nedeni yukarda açıkladığımız gibi özellikle Kürtlerin oyuna olan ihtiyacın tezahürüdür. Artık bilenen ve herkesçe kabul edilen Apo’nun muhatap alınmasında Kürt Hareketinin Apo’dan bağımsız hapishanelerde başlattığı ve ölümlerin göze alındığı açlık grevlerinin Abdullah Öcalan’ın talimatıyla sonlandırılması önemli rol oynamıştır. Zaten PKK-TC devleti görüşmelerinin açıklanması bunun sonucu yeniden gündeme geldi. Sorun çözüldüğünde savaşı bitiren Apo daha da kahramanlaşacaktır. Dikkatlerden kaçmaması gereken bir nokta da; PKK içinde savaşmak isteyen kesim için Apo’nun devreden çıkarılması işlerine yarar. Bu anlamda Apo’nun andaki hayatı AKP hükümetinin garantisi altındadır. Çünki O’na daha ihtiyaçları var. TC’nin elindeki en büyük kozdur. Barışın şartlarını dayatabilecekleri insan ellerindedir. Süreçin kesilmesi AKP içinde herhangi bir suikast veya Apo‘nun herhangi bir şekilde engellenmesiyle gündeme gelebilir. Nerde duracağı belli olmayan bu süreçe CHP doğrudan karşı çıkamamaktadır. Bu işte başarı sağlandığı oranda MHP’nin oyları barajın altına bile inebilir. Önümüzdeki dönemde Paris’teki gibi sürecin baltalanması yönünde provokasyonlar ve suikastlar yoğunlaşabilir. Bu tür suikastlarda en önemli soru eylemin kimin işine yaradığı sorusudur! Kürt sorunu yalnızca Türkiye’nin değil, Ortadoğu’nun sorunu Gelinen yerde bir bütün olarak Kürt sorunu artık Ortadoğunun en önemli sorunlardan biri durumuna gelmiştir. TC burjuvazisinin hesapları sadece Kuzey Kürdistan değildir. Bunlar aynı zamanda hem Irak’ta hem de Suriye’deki Kürtlerin hamisi olmak, onların kontrolünü elllerinde tutmak uğraşındalar. Dün aşağıladıkları Barzani‘yi devlet adamı statüsünde ağırlamaktadırlar. Çünkü Güney Kürdistan’daki yeniden inşaada aslan payını Türk burjuvazisi yeme peşindedir. Aynı şey Suriye’de sular durulduğunda hesaplanmaktadır. Bunun için öncelikle kendi cephe gerisini sağlamlaştırmak istiyorlar. Yani Kuzey Kürdistan’daki barış süreci yeniden şekillenen Ortadoğunun bir parçasıdır. Diğer yandan PKK yalnızca Kuzey Kürdistan’la sınırlı bir güç değil. Suriye’de iç savaştan yararlanarak çok önemli pozisyonlar elde etti. Ortadoğuda aktör olmak isteyen Türk burjuvazisi için PKK ile savaşın sürdürülmesi – PKK’nin savaşla yok edilemeyeceğinin artık açıkça görüldüğü yerde - onun bu isteğine de terstir. Evet, başlamış olan barış süreci umarız sekteye uğramaz. Biz biliyoruz ki, süreçte taraflar eşit güçte değiller, TC kendi pozisyonlarını dayatıyor, dayatacak, istediği yere getiremeyince süreci baltalayacaktır. Kürt hareketi ne kadar taviz verecek bunu birlikte yaşayacağız... Bize düşen en önemli görev, bu süreçte Kürt halkının yanında yeralmak, ama bugün pazarlığı yapılan barışın gerçekleşse bile, uzun vadeli olmayacağı, emeğin sömürüsü devam ettikçe sınıflar arası barışın mümkün olmayacağı gerçeğini haykırmaktır. Bizim gerçekten istediğimiz barış sömürünün talanın, zulmün olmadığı adil bir düzenin sağlandığı demokratik halk cumhuriyetinde olacaktır. Bunun gerçekleşmesinin yegâne yolu DEVRİMDİR. 20.02.2013 ✓ gündem 18 Mart Politik Tutsaklarla Dayanışma Günü Sınıf çelişkilerinin keskinleştiği, egemen sınıflara karşı mücadelenin yükseldiği her alanda politik tutsak sayısı giderek artıyor. Hapishaneler sınıf mücadelesinin bir cephesi olarak hep var oldu, var olmaya devam edecek. Ama aynı zamanda esas olarak teslimiyet değil, direniş kaleleri oldu hapishaneler. İ nsanlık tarihi boyunca egemenler her zaman muhalifleri sindirmenin, teslim almanın yollarını aradılar. Bunun için her türlü yöntem en acımasız ve vahşi bir biçimde uygulandı. Ortaçağ karanlığından başlayarak geliştirilen, günümüzde değişik şekillere bürünerek devam eden, sindirme ve teslim alma yönteminin bir adıdır hapishaneler. Hapishanelerin tarihi toplumların tarihi kadar eski, toplumların gelişimine bağlı olarak gelişen bir tarihtir. Sınıf çelişkilerinin keskinleştiği, egemen sınıflara karşı mücadelenin yükseldiği her alanda politik tutsak sayısı giderek artıyor. Hapishaneler sınıf mücadelesinin bir cephesi olarak hep var oldu, var olmaya devam edecek. Ama aynı zamanda esas olarak teslimiyet değil, direniş kaleleri oldu hapishaneler. Özgürlük savaşçılarını sahiplenen işçi ve emekçi yığınlar birçok ülkede tutsaklarla dayanışma örgütleri kurdular. Onların dışardaki sesi olmaya çalıştılar. 1922’de Komintern IV. Kongresi, 18 Mart’ı Politik Tutsaklarla Dayanışma Günü ilan etti. Ayrıca Komintern IV. Kongresi, Uluslararası Kızıl Yardım Örgütünün kurulmasını karara bağladı. Bu örgüt daha sonra beyaz terörün saldırısına karşı çok önemli kampanyalar düzenledi. Uluslararası dayanışmanın örgütlenmesinde, çok önemli bir rol oynadı. O günden bu güne 18 Mart, Uluslararası Politik Tutsaklarla Dayanışma günü olarak anılır, devrimci dayanışma eylem ve etkinlikleri düzenlenir, günün anlam ve önemi yaşatılır. Siyasi tutsakları her alanda sahiplenme, onlarla dayanışma içinde olmanın adıdır 18 Mart. 18 Mart’ta, bir kez daha hapsedilen politik tutsakları hatırlayalım. Ellerimizi, yüreklerimizi ve sesimizi devrimci tutsaklarla birleştirelim, dayanışmamızı yükseltelim. Aynı zamanda 18 Mart, tarihsel anlamından dolayı geçmişin ve günümüzün sınıf mücadeleleriyle bağlantılıdır. 18 Mart 1848 tarihinde proletarya, Prusya ordusuna karşı devrimci bir ayaklanma gerçekleştirdi. 1848 devrimleri, tüm Avrupa’yı etkiledi. 9 gündem 10 Prusya’nın başkenti Berlin’de, 18 Mart 1848’de halk krala karşı özgürlük istekleriyle ayaklandı. Kral IV. Frederik Wilhelm, halka anayasa hazırlama sözü verdi. Prusya’da halk kraldan istediğini almış ve isyan amacına ulaşmıştı. 18 Mart 1871’de, proletaryanın ilk iktidar deneyimi olan Paris Komünü kuruldu. 17 Mart gecesi, Paris’in silahsızlandırılması ve Ulusal Muhafızlar’ın elindeki topların alınması için müdahale başladı. Kısa sürede, Parisli kadınlar karşı direniş örgütlemeye başladı. Öncelikle kadınların, yaşlıların, çocukların Ulusal Muhafızlarla birlikte, onurları için ölümü göze alma kararlılıkları sonucu, Paris devrimi başladı… Paris’i silahsızlandırmak için müdahale eden Fransız askerleri bir gece baskınıyla bunu gerçekleştirilmeye çalıştılar. Bu eylem, Parisli işçi kadınların olayı fark etmesiyle geri püskürtüldü. Çıkan çatışmalarda hükümet güçleri Paris’ten sürüldü. Paris Komünü, işçi sınıfının ilk iktidar deneyimidir. Komünarlar Paris’i bir buçuk ay boyunca yiğitçe savundular. Fakat 21 Mayıs 1871’de karşıdevrim güçlerinin Paris’e girmesini engelleyemediler. Karşıdevrim Parisli işçilere karşı katliamlar düzenledi. 21 Mayıs’ı izleyen “Kanlı Mayıs Haftası” diye anılan bir hafta içinde 30 bin komünar katledildi; 60 bin kadar komünar zindanlara atıldı veya çalışma kamplarına sürüldü. Paris Komünü, yenilmesine rağmen, dünya işçi sınıfı tarihinin en önemli olaylarından biridir. O işçi sınıfının kendi kendini yönetebileceğini ve burjuvazisiz bir iktidarın mümkün olduğunu gösteren ilk deneyimdir. Paris Komünü deneyinden etkilenilerek, 18 Mart’ın Politik Tutsaklarla Dayanışma Günü ilan edilmesinin özel bir anlamı vardır. O günden bu yana her 18 Mart’ta tutsaklar ile dayanışmanın gereği olarak çeşitli etkinlikler gerçekleştiriliyor. Dünyanın her tarafında politik tutsak sayısı günümüz koşullarında her geçen gün artıyor. Birçok ülkede, binlerce mahkûm ölüm hücrelerinde idam edilmeyi bekliyor. Yeni bir dünya yaratmak isteyenler, insanlığın geleceği olan sosyalizm / komünizm uğruna mücadele edenler, egemen burjuvazinin saldırılarına maruz kalıyor. İşçi ve emekçilere, politik örgüt ve kurumlara, insan hakları savunucularına dizginsiz bir saldırı politikası yürütülüyor. Ağır bedeller ödenerek kazanılan kimi demokratik haklar, egemen burjuvazi tarafından geri alınıyor. Irkçı gerici yasalarla, güçlendirdikleri militarizmle, ‘anti-terör’ yasalarıyla, demokratik hak ve özgürlükler ortadan kaldırılmak isteniyor!Türkiye hapishanelerinde Şubat 2013 itibarı ile 138 bin hükümlü ve tutuklu bulunmaktadır. Bu rakamlar günlük olarak değişiyor. Türkiye’de, Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre 370 hapishane bulunuyor. Devlet durmadan yeni hapishaneler inşa ediyor. Türkçe alfabede yer alan bazı harflere göre isimler veriliyor. A, B, C, D, E, F, H, K, L, M, T ve özel tipte hapishaneler var. İlçe hapishaneleri kapatılıyor ve yerine binlerce mahkûm kapasiteli hapishaneler devreye sokuluyor. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre, son altı yılda 126 ilçe hapishanesi kapatılmıştır. Her gün yazılı ve görsel basında, kolluk güçlerinin yaptığı “operasyon”ları ve kaç kişinin gözaltına alındığını okuyoruz. Yasalar değiştiriliyor, yenileniyor. Reform adına yer yer kimi „suçlar“da hapis cezaları iki katına çıkartılıyor. Yargı çok kolay tutuklama kararları veriyor. Hapishanelerde tutuklu ve hükümlü sayısında bir rekor yaşanıyor. Hapishaneler tıka basa dolu. Mahkûmlar genelde kötü koşullarda ve sağlıklı olmayan ortamlarda yaşıyor. T.C. tarihinde mahkûm sayısının 140 bine dayanması bir rekor olarak adlandırılıyor. Faşist cunta döneminde mahkûm sayısı 79 bindi. Ceza alıp kamu işlerinde çalıştırılan veya cezaları ertelenen, para cezasına çevrilen kişiler, hapishanelerde olan mahkûm sayısına dâhil edilmiyor. Türkiye’de nüfusun önemli bir bölümü mahkemelik. Hapishanelerdeki politik tutsakların sayısı hakkın- gündem da net bilgiler yok. Politik tutsak sayısının 12-13 bin yen, sorgulamayan ve düşünemeyen bir toplum yacivarında olduğu tahmin ediliyor. Hapsedilenlerin ratmak istiyor! Bu zindanlar, bu duvarlar bunun içinbüyük çoğunluğu Kürtler. Hapishanelerde yaklaşık dir. Duvarların ardına kapatılan politik tutsakların 125 bin adli mahkûm var. Bu bağlamda söylenmesi şahsında, özgürlüğümüz, yarınlarımız teslim alıngereken çok şey var. Devlet sürekli olarak esas teh- mak istenmektedir. Türkiye hapishanelerinde binlerlikenin “terör” olduğunun propagandasını yapıyor. ce politik tutsak insanlık dışı, tecrit koşulları altında Ama egemenlerin terör olarak nitelediği „suçlar“ yaşıyor. Sömürü ve baskı koşullarına karşı mücadedan yatan mahpusların oranı %10 bile değil. Kaldı lede, her yıl birçok insan tutsak düşüyor. Tutsaklar ki, devlet kendisinden olmayanı, muhalif olanı, resmi hapishanelerde devletin baskı aygıtının saldırılarına ideolojiyi savunmayanı, devrimcileri, sosyalistleri ve maruz kalıyor. Tutsaklar, dış dünyadan yalıtmayı hekısacası öteki olan herkese “terörist” damgasını vuru- defleyen tecrit, işkence ve keyfi uygulamalara maruz yor! Hapishanelerdeki ‘suç’ oranlarına bakıldığında kalıyor. Siyasi tutsaklara yönelik uzun yıllara varan esas tehlikenin ne olduğu ortaya çıkıhapis cezaları eklendiğinde, hapishaneyor. Hırsızlık, kapkaç, uyuşturuler ve siyasi tutsaklık sorununun cu, fuhuş, mafya, tecavüz vb. ne kadar yakıcı olduğu da orTürkiye’de, Adalet esas tehlikeyi oluşturuyor. taya çıkıyor. Hapishaneler Bakanlığı’nın verilerine göre Sistem pislik üretiyor. her ülkedeki egemen Sistem suç ürettiğine sınıflara göre şekille370 hapishane bulunuyor. Devlet göre, esas tehlike sisniyor. Hapishaneler durmadan yeni hapishaneler inşa editemin ta kendisidir. o ülkedeki devletin yor. Türkçe alfabede yer alan bazı harflere Bu tablo Türkiemekçiler üzerinye’deki rejimin, bir göre isimler veriliyor. A, B, C, D, E, F, H, K, deki baskı araçlatutuklama rejimi rından biridir. Bu L, M, T ve özel tipte hapishaneler var. İlçe çerçevede olduğunu gösteroluştuhapishaneleri kapatılıyor ve yerine binlerce mektedir. rulan hapishaneAKP hukukunda ler siyasi tutsakları mahkûm kapasiteli hapishaneler devreye da, daha önce olsindirmek ve teslim sokuluyor. Adalet Bakanlığı’nın veriduğu gibi yasaların almayı hedeflemekamacı özgürleştirmek, tedir. Siyasi tutsakların lerine göre, son altı yılda 126 ilçe temel hak ve özgürlüközgürlük mücadelesi, sıhapishanesi kapatılmıştır. leri genişletmek ve koruma nıf mücadelesinin tamamaltına almak değil; devlete sorlayıcı bir parçasıdır. Bu açıdan gulanamayan bir kutsallık atfetmek bakıldığında tutsaklık sorununu ve devlet otoritesini bu kutsallık üzerinden sadece 18 Mart’la sınırlandırılamaz. Siyasi topluma hâkim kılmaktır. T.C devleti, insanı esas tutsakların mücadelesi, toplumsal mücadelenin bir almadığı için insanlar arasındaki eşitlik ilkesine de parçası olarak değerlendirmeli ve sahiplenmeliyiz. fazla itibar etmiyor. Devletin dostları ve düşmanlaİnsanlığın kurtuluşu, insanın insanca yaşaması, rı vardır. Ötekiler “düşmandır”, “vatan hainidir” vb. baskısız, sömürüsüz bir dünya kurulması için mücaDevlet, korku mitosundan beslendiği için kendi be- dele ederken esir düşen, ancak teslim olmayan tüm kasını sürdürmek için düşman üretmek zorundadır. siyasi tutsakların mücadelelerini sahipleniyoruz. Sonuç olarak; uygulamaya bakıldığında, Türkiye’de Politik tutsakları sahiplenmek, onlarla dayanışmada uygulanan hukuk, kanun devleti hukukudur. Poli- bulunmak, özgürlük mücadelesinin bir gereğidir. Öztik mahkûmlara düşman hukuku ve özel yasalar uy- gürlük ve yarınlarımız için mücadeleyi yükseltmeye, gulanıyor. Politik mahkûmlar, yasalar önünde eşit politik tutsakları sahiplenmeye, dayanışmada budeğil. Adli mahkûmların infazı üçte iki iken, siyasi lunmaya çağırıyoruz. Ellerinizi ve yüreklerinizi tutmahkûmların infazı dörtte üçtür. Bu yasalara, poli- saklara uzatmaya çağırıyoruz. 18 Mart’ın çağrısıyla tik mahkûmların yararlanmaması için özel maddeler özgürlük uğruna dövüşenleri, düşenleri, zindanlarda konuyor. yatan politik tutsakları selamlıyoruz. AKP de kendinden önceki hükümetler gibi bilmeŞubat 2013 ✓ 11 yeni kadın dünyası 8 Mart 2013: Taleplerimiz Değişmedi B 12 EŞİTLİK - ÖZGÜRLÜK ve İNSANCA YAŞAM İSTİYORUZ... aşbakan Erdoğan her fırsatta “üç çocuk” istediğini söyleyerek (hatta son zamanlarda iyice şahlandı, şimdilerde üç çocuk yetmez bize beş gerek diyor), hükümetin / devletin kadına bakış açısını ortaya koymuş oluyor: Ev kadınlığı ve annelik. Zaten şu an ev kadınlarının sayısı 12,2 milyonu buluyor. Başbakana kalsa, bu kadınların eve ve aileye mahkûm olma durumlarında hiçbir şey değişmeyecek!!! Malum, ekonomi “tıkırında”, sermaye büyüyor... iş gücüne ihtiyaç doğuyor, dahası emperyalist emeller var... savaşlar falan … eh, kadınlara da çocuk doğurup büyütmek düşüyor... Açıkçası Başbakan, Türk sermayesinin ihtiyaçlarını dile getiriyor. Kapitalizmin geliştiği her yerde olduğu gibi ülkelerimizde de kadınlar ister istemez çalışma hayatına yöneliyor ve çalışma koşullarının zorluğuyla aile içindeki ikiliüçlü yüklerin üst üste bindiği koşullarda kadınların çocuk yapma isteği de yıldırım hızıyla düşüyor. Bunun böyle olmasına da şaşılacak bir şey yok: Örneğin bir çikolata fabrikasında 10-12 saat mesai demeden, hafta sonu - gece vardiyası demeden, tamamen patronun keyfine göre ve hem de asgari ücrete çalışmak zorunda kalan işçi kadınların bitkinlikten kocalarının yüzünü görmeye dahi takatleri kalmazken, tuzu kuru Başbakanın “şimdi çocuk büyütmek kolay, bez yıkamıyorsunuz” diye nutuk atması yüzsüzlük ötesi bir şeye denk düşüyor... Ancak, her zaman her şey Başbakanın isteğiyle olmuyor... Boş propagandayla da peynir gemisi yürümüyor. Hasta ve yaşlı bakımından çocuk bakımına dek ailenin bütün yükleri kadınların omuzlarında olduğu sürece “çocuk teşvik programı”larının işlemediğini bugün Avrupa’nın bir dizi ülkesinde görüyoruz. Örneğin Almanya’ya bakalım, kadınları çocuk doğurmaya teşvik edeceğiz diye milyonlarca para döküp esasta laf ürettiklerinden, ama örneğin sıfırüç yaş grubu çocukların çocuk kreş ve yuvalarında bakımı için gerçek bir atılım yapmadıkları için, kadınlar bu teşvik programlarına dudak büküp geçiyorlar... Yani ne kadar ekmek, o kadar bebek!!!! Boş vaatlere kadınların karnı tok... Başbakan da bunun farkına varmış, onun için son zamanlarda “5 çocuk” talebiyle birlikte “akademisyen kadınlar için İskandinavya modelini uygulayacağız” lafları eder oldu. Önce burda “akademisyen kadınlar”ı ayırdığını, yani en baştan ve hiç çekinmeden burjuva kadınlara başka, işçi emekçi kadınlara başka politikalar uygulayacaklarını ilan ettiğini dikkate alalım. Başka türlü de olamazdı zaten... İskandinavya’yı örnek alacakları laflarının ise, bugünün Türkiye gerçekliği göz önünde tutulduğunda Başbakan’ın alışılmış palavralarından öte bir şey olmadığı açıktır. yeni kadın dünyası Keşke alsa, nerde o günler! Almadığı ve alamayacağı Başbakan bir dizi olayda olduğu gibi kendini hayal çok açık. dünyasına kaptırmış gidiyor. Başbakan TC’de kaİskandinavya ülkeleri olarak anılan Norveç, İsveç, dınların ekonomik fırsat eşitliği bağlamında dünyaDanimarka, Finlandiya ve İzlanda bugün kadın-er- daki yerini biliyor mu acaba? Bizce biliyor ve bilinçli kek eşitliğinin birçok açıdan en gelişkin olduğu ül- olarak çarpıtıyor. keler... Bu öyle bir fark ki, T.C. meclisine seçili kadın milletvekili oranı % 9 iken, İskandinavya ülkelerinin Alın size rakamlar: ortalamasında bu oran % 41,4 olarak belirleniyor. Bu Ekonomik fırsat eşitliği bağlamında basit bir karşıülkelerdeki hükümetlerdeki kadın temsilîyet oranı laştırma yaparsak çıkan sonuç şudur: 128 ülke değerlendirmesinde 100 puan üzerinden ise % 47,5 ile parlamentodaki kadın oranından da yüksek. Hatta bakanlarının yarısından fazlası ka- 90,4 puan alan İsveç listenin birincisi, Norveç 88,3 dınlardan oluşan Norveç ve Finlandiya hükümetleri puanla ikinci, 88,2 puanla Finlandiya üçüncüdür. Türkiye ise 53,2 puanla 65. dir. Türkiye’nin İskandidünyanın iki yıldızı. Bu ülkeler, toplumsal zenginlik, ekonomik gelir, de- nav ülkeleri seviyesine yaklaşması için ülkede devrim mokratik özgürlükler ve kadınların çalışma koşulları olması gerekli. (Rakamlar, The Economist dergisinin açısından Türkiye’den fersah fersah ilerideler. En baş- “Women’s economic opportunity 2012“-Raporunta kadınların ekonomik bağımsızlığı konusunda kar- dandır.) Ücretler politikasında da kadın ile erkek şılaştırılamayacak bir düzeydeler. İskandinavya ücretleri arasındaki fark açığının en ülkelerinde kadınların üretime katılım Başküçük olduğu ülkeler arasında oranı daha 1960’larda % 50 iken, sayılıyorlar. Dünya Bankası vebu oran 1990’lardan itibaren % bakan bir dizi rilerine göre TC de erkek ve 80’lere varmış ve aşmış duolayda olduğu gibi kenkadın ücretleri arasındaki rumda. Yani “ev kadınlığı” dini hayal dünyasına kapfark %20’dir. oralarda az görülen veya Bütün bu gelişkinliğe geçici bir dönem için söz tırmış gidiyor. Başbakan TC’de rağmen, İskandinavya konusu olan bir şey. Ve bu kadınların ekonomik fırsat eşitülkeleri kadın-erkek eşittabii ki, kadınların omuzliğinin ve özgürlüklerin larındaki çocuk bakıliği bağlamında dünyadaki yetam sağlanmış olduğu mının yüklerinin önemli rini biliyor mu acaba? Bizce “cennet” değil şüphesiz. ölçüde alınmış olmasıyla el Oralarda da kapitalist sömüele gidiyor: Üç yaşından bübiliyor ve bilinçli olarak rü söz konusu ve bizzat kendi yük bütün çocuklara anaokulu çarpıtıyor. araştırmalarıyla ortaya koyduklahizmeti sunuluyor. Sıfır-üç yaş rı üzere toplumsal kurum ve kuruluşçocuklarına da devlet ve özel kreşlerlarda olduğu kadar, aile ve diğer ilişkilerde de bakım olanaklarını sağlamış durumdalar. Özellikle Danimarka, küçük çocukların bakımı de erkek egemenliğinin kalıntıları varlığını hâlâ sürkonusunda en ileri durumda. Finlandiya’yı dışta tu- dürüyor. Bunun en belirgin göstergesi olarak, örnetarsak, diğer bütün İskandinavya ülkelerinde küçük ğin kadına yönelik şiddeti henüz tümüyle bertaraf çocukların % 70-90’ı kamusal bakım hizmetlerinden edebilmiş değiller... Ancak, yine de TC ile karşılaşfaydalanıyor. Kreş ve çocuk yuvalarında sunulan ba- tırılamayacak kadar ileride bir demokrasi, özgürlük kım ve eğitimin kalitesinin sürekli yükseltilmesine ve eşitlik koşullarına ve kültürüne sahip durumdade özel önem veriyorlar. İskandinavya ülkeleri kaliteli lar. Durum böyleyken, Başbakan’ın gerici 3-5 çocuk öğretim ve öğrencilerin başarılarını ölçen Pisa sına- propagandasını ‘İskandinavya’yı örnek alıyoruz’ pavında (OECD ülkelerinde yapılan yıllık araştırma) iyi lavrasıyla yaldızlaması, en iyi durumda kadın kitlelenot alan ülkelerin başında geliyor. OECD ortalaması riyle alay etmek anlamına gelmektedir. Hayır, Başbakan’ın vizyonunda emekçi kadın kit500 iken TC ortalamanın altında 424 puanla katılan ülkeler içinde sonuncu Meksika’dan öncedir. Başba- lelerinin ihtiyaçları nedir sorusuna yer yoktur. O serkanın uygulamayı istediği İskandinav modeli içinde mayenin ve onun devletinin ihtiyacına odaklanmış. Kadınları çocuk doğurma makinası olarak algılıyor yer alan Finlandiya ise 563 puanla liste birincisidir. 13 yeni kadın dünyası ve onlara yeni nesil “Türkçük”ler doğurma görevini yüklemeye çalışıyor. Avrupa’da da yaygın olan bu ulusal nüfus çoğaltma politikasının gerisinde dünya çapında giderek artan milliyetçilik, militarizm ve yeni emperyalist savaşlara hazırlık duruyor. TC devleti araştırmış, böyle giderse genç nüfusa sahip olma konumunu yitirecekmiş, 2050 yıllarına gelindiğinde nüfus artış oranıyla şu an dünyanın 18.si olma durumunu koruyamayacakmış, vesaire... Peki, nüfus azalsa ne olur? Bugün var olan nüfusu doyurmaktan ve insanca yaşamı sağlamaktan aciz bir sistemin böylesi hırslara kapılmasının ardında hiç de insani kaygılar yatmadığı açıktır. Yoksa dünya nüfusu 6 milyara varmış durumda, yani insan “kıtlığı” falan yok ortada... Ama tabii ki, “ille de Türk olsun, benden olsun” bakış açısına sahip olanlar için bir şey ifade etmez bu gerçeklik... İşçi ve emekçi kadınların, dibinde milliyetçiliğin ve emperyalist yayılmacılığın yattığı bir nüfus politikasına hizmet etmede hiçbir çıkarı yoktur. Başbakanın ısrarlı isteğini karşılamak için 3 değil 5 çocuk için kuluçkaya yatacak da değildir. Tam tersine! Kadınların anne olmaktan öte geliştirebilecekleri yetenekleri ve yaşam özlemleri vardır. Doğurup doğurmayacağımıza, anne olacaksak ne zaman ve hangi sıklıkta anne olacağımıza kendimiz karar vermek istiyoruz. Çocuk doğuracaksak eğer, bunu devlet-sermaye istediği için değil, çocuk sevgisi için yapmak istiyoruz. Sevdiğimiz için ve sevebileceğimiz kadar çocuk! Bunun ötesinde bir görev-yükümlülük tanımıyoruz! Erkeklere kölelikten kurtulmak, ekonomik olarak bağımsızlaşmak istiyoruz. Çalışmak istiyoruz, ama patronun sömürüsüne terk edilmiş bir esneklikle değil! İnsanca yaşamamıza izin veren ücretle ve çalışma süresi belli iş istiyoruz. 6 saatlik işgünü, 5 günlük iş haftası istiyoruz. Kadın ücretlerinin derhal arttırılmasını istiyoruz. Emeklilik ve sigortalılık haklarımızı istiyoruz. Çocuklarımıza kaliteli, demokratik eğitim istiyoruz. Çocuk bakımı, yaşlı ve hasta bakımının kadınların omuzlarından alınmasını ve devlet tarafından üstelenilmesini istiyoruz. Ve her şeyden önce can güvenliğimizin sağlanmasını istiyoruz!!! Kadınlar İçin Dünya Güvenlikli Bir Yer Değil... Türkiye Hiç Değil! 14 Gün geçmiyor ki, bir kadının katledildiği ya da ağır saldırıya uğradığı haberi almayalım. Haber olanlar olaylar ki, erkek saldırganlığının en vahşi örnekleri oluyor... Kadınlara yönelik olağan şiddetin gerçek boyutları ölçülebilmiş dahi değil. Ancak tahminler yürütülebiliyor... Fakat biz biliyoruz ki kadınlar aile içinde yoğun baskı ve şiddete maruz kalıyorlar ve bu çok yaygın ve “olağan” bir görünüm sergiliyor. Kadına yönelik şiddete karşı özellikle kadın örgütlerinden oluşan dar bir kesim sürekli olarak buna karşı direniş ve mücadeleyi gündemde tutmaya çalışıyor, özellikle de kadın katillerinin cezalandırılmaları için davaların peşini izliyorlar... Kadın örgütlerinin bütün kararlı ve son derece duyarlı mücadelesine karşın kadınlara yönelik şiddetin sona ermesi için ne toplumsal duyarlılık yeterli ne de devlet görevini yerine getiriyor. Gerçi AKP hükümeti yenice kadına yönelik aile içi şiddetle mücadele yasası ve projesi gündeme getirilmiş durumda, ancak bunun ne kadar hayat bulacağını göreceğiz. Kâğıt üzerinde kalan yasalarla hiçbir şeyin değişmeyeceği açıktır. Örneğin, 2005 yılında çıkan belediyeler yasasına göre 50 binin üzerinde olan belediyelerin sığınma evi açması gerekirken, hali hazırda 2012 yılında 43’ü Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu bünyesinde, 27’si belediyelere ve 5’i de kadın kuruluşlarına ait kadın sığınma evi vardır. Bunlar ne verdikleri hizmet açısından ne de sayısal olarak yeterlidir. Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde Türkiye’de 1400 kadın sığınma evinin açılması yasal zorunluluk olarak getirilmiş olmasına karşın bu konuda gelinen nokta hâlâ budur. Kaldı ki, kadın sığınma evi açmak da yetmiyor. Kadınların kendilerine şiddet ve işkence uygulayan aile ortamlarından çıkıp bağımsızlaşması için en temel koşul ekonomik bağımsızlıktır. Devlet ne kadınların can güvenliğini sağlayacak ve ne de onlara gerekli ekonomik ve sosyal yardımları sunabilecek durumdadır. Böyle bir niyeti de yoktur... Tam tersi, “üç çocuk yetmez, beş çocuk” şiarında ifade edildiği gibi, AKP hükümeti kadınların en güvensiz ve en tehlikeli ortam olan aile içinde tutsak kalmasını istemektedir. Bu bağlamda “kadının yeri ailedir” şeklindeki muhafazakâr dünya görüşüyle, sermayenin-devletin nüfus artış talepleri örtüşebilmektedir. Sermayenin-devletin-ve toplumdaki erkek egemenliğinin olağan saldırganlıklarına karşı kendimizi savunmamızın bir tek yolu var: Örgütlenmek! Eşitlik - özgürlük ve insanca yaşam istiyoruz! Yaşasın 8 Mart! Şubat 2013 ✓ panorama PA NOR A M A BM İklim Konferansları’nın “dayanılmaz hafifliği”! - DOHA/ KATAR - G enel olarak insanlık, özel olarak da BM, doğanın talanından, çevrenin kirletilmesinden ve de iklim değişikliğinden kaynaklı sorunlara “gecikmeli” bir müdahalede bulunmuştur. Bu gecikmede ne yazık ki komünistler de yerini almıştır. Sorunun varlığının yaygın biçimde bilinçlere çıkması, esas olarak doğanın “isyanı”, “isyanları” olarak da adlandırılabilecek gelişmeler, buna ek olarak atom santrallerinden kaynaklı radyasyon yayılması ve benzeri noktalar ve bunlara karşı doğanın, çevrenin korunması için verilen mücadeleler sonucu olmuştur. 1980’li yıllarla karşılaştırıldığında, çevre sorunu artık günlük siyasetin bir parçası olma durumundadır. Bu açıdan önemli bir gelişme sözkonusudur. Buna rağmen, kitlelerin iklim değişikliğinin insanlık için gerçek tehdit boyutlarını kavradığı anlamına gelmiyor. Dünya emekçilerinin, iklim değişikliğinden en çok zarar görenlerin, egemenleri ciddi önlemler almaya zorlayabilecek, dayatabilecek güçte bir uluslararası mücadelesi (ki, geçmişe göre çok ve yer yer de militan mücadeleler yaşanmaktadır, ama hepsi de esasta yerel mücadelelerdir) ve hareketi de ne yazık ki gelişmemiştir. Bunun da ötesinde kısaca ifade edersek, işçi sınıfı önderliğinde, doğayı, çevreyi koruma ve de kurtarma mücadelesi ne yazık ki çok zayıf durumdadır. Genelde egemen olan yaklaşım da “işçi sınıfının başka işi mi yok” vb. tavırlarla sorunun küçümsenmesi yaklaşımıdır. Buna bağlı olarak çevreyi koruma mücadelesinde orta tabakalar, çoğunlukla da küçük burjuva kesim öne çıkmaktadır. Mücadelelerin komünistlerin ve işçi sınıfı önderliğinde yürütülmemesi durumu, gerçek çözüme giden yolu tıkayan bir olgudur. Yine de verilen mücadeleler egemenlerin bu konuyu gündemlerine almasına yol açmıştır. BM İKLİM KONFERANSLARININ KISA ÖZETİ... Dünyanın egemenlerinin bu konuyu uluslararası düzeyde tartıştıkları en üst kurum BM’dir. BM 1980’li yıllardaki gelişmeler, tartışmalar sonucunda 3-14 Haziran 1992 tarihlerinde Brezilya’nın Rio de Janeiro şehrinde örgütlediği Çevre Zirvesi ile bu konudaki BM merkezi toplantılarını başlattı. İklim konusunda uluslararası ilk anlaşma da –BM İklim Çerçeve Anlaşması- karara bağlandı ve bu anlaşma 1994 yılında yürürlüğe girdi. Buna bağlı olarak 1995’te 28 Mart – 7 Nisan tarihleri arasında Almanya’nın Berlin şehrinde yapılan 1. İklim Konferansı, COP 1, yani sözkonusu anlaşmayı imzalayanların konferansı ile BM İklim Konferansları başlatıldı... Resmi adlandırmaya göre şimdiye kadar 18 Konferans (COP 18) gerçekleştirilmiştir. 6. Konferans ise gerçekte iki konferans ol- 15 panorama 16 muştur. 13-24 Kasım 2000 tarihlerinde Den Haag/ Hollanda’da yapılan COP 6’da pazarlıklar uzlaşmayla sonuçlanmayınca, tartışmalar bir dahaki konferansa ertelendi. COP 6-2 ise 16-27 Temmuz 2001 tarihlerinde Almanya’nın Bonn şehrinde yapıldı. Zirve ya da konferanslar arası dönemde yapılan toplantıların ise sayısı belli değil... Böylesi toplantılar genelde kamuoyuna yansıtılmayan toplantılardır. Bu nedenle de böylesi toplantılardan haberdar olabilmek için özel çaba gerekiyor. 11 Aralık 1997’de Japonya’nın Kyoto şehrinde yapılan iklim konferansında (COP 3) BM İklim Çerçeve Anlaşması’na “Ek Protokoll” olarak kararlaştırılan ve adı “Kyoto Protokolü” olarak bilinen anlaşma ise, çevreyi koruma amacıyla atmosfere zehirli gaz salınımını azaltmak için yükümlülük getiren ilk uluslararası düzeydeki anlaşmaydı, anlaşmadır. Bu anlaşmaya göre sanayileşmiş devletlerin 2008-2012 yıllarında zehirli gaz salınımını 1990 yılı ölçümlerine/ verilerine göre % 5,2 oranında azaltması öngörülüyordu. Azaltılmak istenen oranı, gerçekten iklim değişikliğini frenleyecek, atmosferin ısınmasını 2 derecenin altında tutacak bir oran olarak kabul etsek bile, en başta bu yükümlülüğün yerine getirilmesinin 15 senelik bir zamana yayılması, işin ciddiyetini bozuyordu. Anlaşmanın ne zaman ve nasıl yürürlüğe gireceği konusundaki önkoşul ise, anlaşmayı imzalayanların bu süreçte ciddi bir önlem almayacaklarına işaret ediyordu. Kyoto Protokolü’nün yürürlüğe girmesi için anlaşmayı imzalayan devletlerden en azından 55’inin anlaşmayı tasdik etmesi ve bu tasdik eden devletlerin atmosfere salınan zehirli gazların toplam %55’inden fazlasını salan devletler olması gerekiyordu. 2002 yılında imzacı devletlerin sayısı 55’i bulmuştu ama ikinci önkoşul yerine getirilmemişti. 5 Kasım 2004 tarihinde Rusya’nın anlaşmayı onaylamasıyla bu ikinci önkoşul yerine getirilmiş ve Kyoto Protokolü 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girmişti. Bu durumda en azından Kyoto Protokolü’nü imzalayan sanayileşmiş denen ülkelerin 2012 yılı sonuna kadar zehirli gaz salınımını 1990 yılına göre %5,2 oranında azaltmaları için zaman vardı. Dünya çapında %5,2’lik oran her devlet için de ayrı bir oranı öngörüyordu. Kyoto Protokolü’nün yürürlüğe girmesine bağlı olarak 28 Kasım – 9 Aralık 2005 tarihlerinde Kanada’nın Montreal şehrinde yapılan konferanstan itibaren COP 11 ve CMP 1 olarak iki raylı pazarlıklar yürütülmeye başlandı. COP 11 ve devamında BM İk- lim Çerçeve Anlaşması’nı imzalayan, CMP 1 ve devamındakiler de ise Kyoto Protokolü’nü imzalayan devletlerin toplantıları olma durumundalar. Pratikte ise, ABD ve Kanada (Kanada Durban’daki konferanstan (2011) sonra yükümlülüklerini yerine getirmediğinden ve bunun maddi olarak cezasını ödemek istemediğinden Kyoto Protokolü’nden çıkışını ilan etti) dışındaki tüm devletler her iki anlaşmayı da imzalamışlardır. Kyoto Protokolü sanayileşmiş ülkeleri içerdiğinden, o dönem sanayileşmiş ülkeler içinde ele alınmayan ama atmosfere zehirli gaz salınımında önemli yer alan Çin, Hindistan, Brezilya vd. devletler herhangi bir yükümlülük taşımıyordu. Protokolü imzalayan ve onaylayan devletler ise 1997’den 2007’ye kadar, hedefin çok altında kalan bir oranda zehirli gaz salınımını azaltarak kitlelere “bakınız biz bu işi ciddiye alıyoruz” vb. demagojileri için kullanmanın ötesinde herhangi ciddi bir önlem almadılar. 3-14 Aralık 2007 tarihlerinde Endonezya’nın Bali şehrinde yapılan iklim konferansında Kyoto Protokolü sonrası dönemde ne yapılacağı üzerine tartışıldı ve 2009 yılında Kopenhag’da yapılacak konferansa kadar tüm devletleri içine alacak bir anlaşmanın sonuçlandırılması konusunda tavır belirlediler. Bu durum iklim değişikliğine karşı önlem almada ne kadar “ciddi” olduklarına yorumlandı. Dağ fare bile doğurmadı! Bu arada Kyoto Protokolü sonrası dönem için yürütülen tartışmalar, Kyoto Protokolü’nün yükümlülüklerini kabul edenlerin 2012 yılı sonuna kadarki görevlerinin üzerini örtmekten, dikkatleri 2012 yılı sonrasına çevirmekten başka önemli bir rol oynamadı. 2009 yılında Kopenhag’da yapılan konferans gerçekte bir fiyaskoydu. COP 15/ CMP 5, bu konferansa iklim değişikliğine karşı önlem alınacağı konusunda umut bağlayanlar hayal kırıklığına uğradı. Hayal kırıklığına uğramayanlar esasta kapitalistlerden gerçek bir çözüm beklemeyen ve onların herhangi bir konuda anlaşmalarının sadece ve sadece sözkonusu olan tarafların ortak çıkarları olduğunda, ya da güç dengelerinde daha güçlülerin kendi çıkarlarını daha az güçlülere dayatmasıyla mümkün olduğunu, bunun da çözüm olmadığını düşünen, soruna sınıfsal temelde yaklaşanlar oldu. Biz dergimizin sayfalarında Kopenhag’da da gerçek bir çözüm bulunmayacağını konferanstan önce tespit ettik ve gelişmeler bu konudaki tavrımızı doğruladı. 2010 Cancun/ Meksika ve 2011 Durban/ Güney rak adlandırılan rapordan bu yana egemenler açıkça da kazanç hesapları yapmaktadırlar. Eğer “önlem alınmazsa daha çok pahalıya mal olur” düşüncesi pazarlıklarda tarafların anlaşabilmeleri için öne sürülen açıklamaların başında geliyor. Buraya kadar özetle anlattığımız durum, gerçekte BM’nin bu konferanslarında iklim değişikliğini frenlemek, önlemek için ciddi hiç bir kararın ve önlemin alınmadığını, bunun da iklim felaketine gidişi engellemede ne kadar dayanılmaz olduğunu göstermektedir. İklim felaketini engellemede BM çok hafif gelmektedir... İklim felaketini engellemede alınacak herhangi bir karar ya da önlemi olumlu görsek de, işin özünün değişmeyeceği bizim için açıktır, mesele bunu emekçi kitlelere kavratmaktır. panorama Afrika’da yapılan konferanslarda da ileriye doğru özde farklı olan herhangi bir sonuç çıkmadı. Özellikle Kopenhag fiyaskosu sonrasında konferanslardan beklentiler diplere çekildi ki, sonuçta konferansların başarısız olduğu kitlelerden gizlenebilsin. Egemenlerin temsilcileri de medyaları da görüşmelerin bütünüyle son bulmamasını, yani bir konferansta, konuyu bir dahaki konferansta görüşelim yönlü bir tavır belirlendiğinde, bunu kamuoyuna “başarı” olarak sunmaktadırlar. Her şeyden önce iklim değişikliğini frenlemek, atmosferin ısınmasını 2 derecenin altında tutabilmek için herhangi bir başarı sözkonusu değildir. İkincisi ise sömürücü egemenlerin gerçekte bu konuda başarı elde etme diye bir sorunu ya da yaklaşımı da yoktur. Onlar için başarı, karlarını mümkün olduğunca yükseltmekten vazgeçmemek, zorunlu olunduğunda da kayıpları mümkün olan en az oranda tutmaktır. Emperyalistlerin, kapitalistlerin yenilenebilir enerji alanlarına yönelmelerinin temelinde yatan esas şey yine kendi çıkarlarıdır. Fosil enerji kaynaklarının günün birinde tükeneceği, ya da en azından kimi güçlerin elinde yoğunlaşacağı onların bilincindedir. Enerji, sanayileşmenin, bu temelde gelişmenin ve bunun sürdürülebilir hale gelmesinin en temel kaynağı, dayanağı, gücü vb.dir... Ne ad verilirse verilsin enerjiye, enerji kaynaklarına sahip olunmadan dünyanın paylaşımı için dalaşta da yer alınamaz, ya da dalaşta kalınamaz. Bu temelde de hem yenilenebilir enerji alanlarına yönelmekteler, hem de atom enerjisi konusunda, andaki resmi atom güçleri bu alanda tekellerini sağlamlaştırmak için dalaş içindeler. Bunun en açık örneği İran’a karşı tavırlarıdır. Farzedelim ki hiç bir devlet atom silahı falan üretmesin. Buna rağmen atom enerjisi üretimi, uran vd. madenlerin çıkarılmasından, işlenmesine ve çöplerine kadar tüm süreç ve işlemlerde atmosfere salınan zehir –bu ister radyasyon isterse de başka isim altında olsun değişmez- dünyamızı, çevremizi, doğamızı yaşanmaz kılmaktadır. Demek ki, egemenlerin iklim konferanslarındaki pazarlıkları da, dünyamızı, çevremizi, doğamızı kurtarmak amacıyla yapılmamaktadır. Gerçeklik özetle böyle olduğundan BM İklim Konferansları’ndan da gerçek bir çözüm beklenemez. Egemenler için alınabilecek önlemlerin temelinde de kazanç hesapları var. Özellikle ekonomik ve mali hesabının ne olacağı konusunda görevlendirilen ve raporu yazanın soyadından dolayı “Stern Raporu” ola- DOHA/ KATAR’DAKİ KONFERANS’TAN NE ÇIKTI? İklim değişikliğini önleme, frenleme konusunda ileriye doğru herhangi önemli bir karar, önlem çıktı mı diye soruyu sorarsak, verilecek tek cevap: Hayır, hiç bir şey çıkmadı! cevabıdır. Özellikle Kopenhag konferansından bu yana yaşanan gelişmelere bakıldığında, Doha konferansında önemli bir kararın ya da sonucun çıkmayacağı başından belliydi. Buna rağmen konferanstaki gelişmelere kısaca bakmakta ve hakim sınıfların sahtekarlığını bu somutta da ortaya koymakta yarar var. BM İklim Konferansı (COP 18/ CMP 8) 26 Kasım – 8 Aralık 2012 tarihleri arasında Katar’ın başkenti Doha’da yapıldı. 7 Aralık’ta sona ermesi planlanmıştı ama bir gün uzadı... Gündemde esas olarak Kyoto Protokolü’nün 2017’ye kadar mı 2020’ye kadar mı uzatılacağına karar vermek, Kopenhag’daki konferansta sonuçlandırılmak istenen ama gerçekleştirilemeyen Kyoto Protokolü sonrası için anlaşmanın, Durban’daki karara göre 2015 yılına kadar sonuçlandırılmak istenen ve tüm devletleri içeren anlaşma taslağının görüşülmesi, teknoloji transferi ve iklim finansmanı sorununun açıklığa kavuşturulması (Kopenhag’da gelişmekte olan ülkelere zehirli gaz azaltımı ve uyum çalışmaları için öngörülen mali destek (Yeşil İklim Fonu) bağlamında 2020 yılından itibaren yıllık 100 milyar dolar destek için kimin ne kadar kaynak sağlayacağı vb.nin somutlaştırılması gerekiyordu.), emisyon haklarının ya da “salım ticareti” mekanizmasının 2013 yılından itibaren nasıl işleyeceği vb. sorunlar vardı. Konferanstan önce BM İklim Raporu gibi Dünya 17 panorama 18 Bankası’nın ve kimi kurumların raporları da kamu- KYOTO PROTOKOLÜ ÖLDÜ YAŞASIN oyuna açıklandı. Buna göre konferansta yer alan 194 KYOTO –2! devletin temsilcileri ve yaklaşık 20.000 katılımcının Kyoto Protokolü’nün 2020 yılına kadar uzatılması sözkonusu bu raporlardan haberdar olduğu -zaten kararı alındı ve bu karar medyanın ve konferansa konferansta andaki durumun bilinciyle tartışılması katılanların bir kesimi tarafından, konferansın başaistendiğinden raporlar açıklanmıştı- açıktı. Rapor- rılı olduğunu kitlelere empoze etmek için kullanıldı. larda iklim değişikliğiyle ilgili veriler, durumun –ki Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla bu 2020’ye kadar genelde durum olduğundan iyi gösterilmektedir- gi- uzatma kararı dışında da, gündemin esas konuları derek kötüye gittiği, atmosfere zehirli gaz salınımının hakkında herhangi somut bir karar alınmamıştır. 2011 yılında rekor düzeye ulaştığı (2012 yılı verileri Kyoto sonrası dönem için 2015 yılında sonuçlandıdaha hesaplanmamıştır) açıklanmaktadır. Veriler- rılmak ve 2020 yılında yürürlüğe girmesi istenen de, rakamlarda farklılıklar olsa da bu olgu değişme- anlaşma için “yol haritası” belirlendiği bilgisi verildi, mektedir. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ekonomi detayları açıklanmadı. Yeşil İklim Fonu bağlamında Forumu’nun verilerine göre 2011 yılında atmosfere önceden söz verenler sözlerini yinelediler, somut olasalınan zehirli gaz miktarı 34 Milyar tondur. BM rak da Almanya’nın 2013 ve 2014 yılları için toplam İklim Raporu’na göre 2000 – 2012 yılları dönemin- 3,6 Milyar Avro, İngiltere’nin ise toplam 2,2 Milyar Avro’yu fona aktaracağı vb. sözler dışınde zehirli gaz salınımı oranı %20 kadar da açığa kavuşturulan bir şey yok. artmıştır. Eğer ciddi önlemler alınBM 2020 yılından itibaren 100 Milmazsa 2020 yılına kadar zehirİklim Raporu’nun yar ABD dolarının kaynağı li gaz salınımı miktarı 58 belli değil. Milyar tona yükselecek. olgu tespitlerinden biri, Uzun sözün kısası Bu durumda şimdiye andaki teknolojik gelişmeyle Kyoto Protokolü’nün kadar salınım azaltma 2020 yılına kadar uzasözü veren devletler, iklim değişikliğinin frenlenmesi, tılması dışında ciddi en yüksek oranda kurtarılması için gerekli olan salıbir karar çıkmamışsözlerini yerine getirseler bile, atmosferin nım azaltılmasının mümkün oldu- tır. Formel olarak ele alındığında kuşkuısınmasının 2 dereceyi ğu, bunun için yeni, henüz tam suz ki kararların alıngeçmemesi için öngögelişmemiş teknolojiye ihtiyaç masının ertelenmesi de rülen 44 Milyar tondan karardır. Fakat biz iklim 8 Milyar ton kadar fazlalık olmadığı yönlü tespitdeğişikliğini frenlemek, kurhesaplanmaktadır. Bu hesaptir. tarmak vb. açıdan gerekli olan lara bağlı olarak da artık 2 derece kararları tartışıyoruz. Bu temelde ele yerine 3-5 derecelik tartışmalar, tahalındığında Kyoto 2 hiç yoktan iyidir. İyi de, biz minler gündeme gelmiştir. BM İklim Raporu’nun olgu tespitlerinden biri, an- daha az kötü olanı seçmek zorunda ve savunma dudaki teknolojik gelişmeyle iklim değişikliğinin fren- rumunda değiliz. Ev sahibi Katar’ın konferans yöneticisinin uzatmalı lenmesi, kurtarılması için gerekli olan salınım azaltılmasının mümkün olduğu, bunun için yeni, henüz günün son saatlerinde aceleye getirip dayattığı ve ititam gelişmemiş teknolojiye ihtiyaç olmadığı yönlü raz edenlere de karar alındıktan sonra söz verdiği bir tespittir. Bu, doğrudur da! Mesele zaten teknolojinin prosedürle konferansın tamamen fiyaskoyla sonuçgeriliğinden kaynaklanmıyor. Egemenlerin, emper- lanması engellense de, iklim değişikliğini önleme açıyalist-kapitalistlerin çıkarlarından, dünyayı paylaşım sından Kyoto 2 dönemi Kyoto Protokolü’nün birinci dönemine göre daha da kötüdür. Bunu açıklamak dalaşından vb. vb. kaynaklanmaktadır. Tekrar vurgularsak, konferansa katılanlar raporlar- için kimi olgulara daha yakından bakalım. Kyoto Protokolü’nün yürürlüğe girmesi için 55 devda ortaya konan bu durumdan haberdardı. Konferans sürecinde neler yaşandığını, kimlerin neyi tartıştığı- letin onayı ve bu devletlerin zehirli gaz salınımının nı vb. detayları bir kenara bırakıp sonucuna bakarsak %55’inden fazlasını salan devletler olması gerekliydi. Kyoto 2’de ise önceki süreci uzatma sözkonusukarşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır. caktır ve dünyamız, öncelikle de dünyanın yoksulları en büyük zararı görmeye devam edecektir. Konferansta salınımı azaltmak için tartışmaktan çok emisyon hakkı ya da “salım ticareti” olarak adlandırılan, gerçekte ise doğayı kirletme, zehirleme hakkının nasıl kullanılacağı sorunu üzerine tartışıldı. AB kendi içinde özellikle Polonya ile tartıştı. Sorun uzlaşmayla ertelendi ama çözülmedi. 2013 yılı sonlarına doğru Polonya’nın Warşova şehrinde yapılacak olan COP 19/ CMP 9’da ertelenen konular üzerine görüşmelere devam edilecek. En geç 2014 yılı sonlarında Güney Amerika’da (ülke belli değil daha) yapılacak konferansta Kyoto sonrası anlaşmanın temel taşlarının belirlenmesi ve 2015 Mayıs ayına kadar da taslağın son halinin bitirilmesi gerekiyor. COP 18/ CMP 8 sonuç itibariyle, çevreyi koruma, iklim değişikliğini frenleme, kurtarma vb. noktalarda yine boş bir konferans olmuştur. 2015 yılında sonuçlandırılmak istenen anlaşmanın durumunun ne olacağını kuşkusuz ki takip edeceğiz. Fakat en iyi senaryoyu, yani tüm devletleri yükümlülük altına alma konusunda 2015 yılında anlaşılacak ve 2020 yılında anlaşma yürürlüğe girecek senaryosunu kabul etsek bile, daha şimdiden söylenmesi gereken gerçeklik, 2020 yılında iklim değişikliği konusundaki durumun, bugüne göre daha kötü olacağıdır. Bu tespit felaket tellallığı değildir! Tersine, gidişatın kökten değiştirilmediği koşullarda iklim felaketinin kendisini daha da şiddetli biçimde ve de giderek büyüyerek göstereceğinin haberidir. Bu gidişata dur demek isteyenlerin doğayı koruma, iklim değişikliğini frenleme, kurtarma mücadelesini, dünyamızı yaşanır hale getirme mücadelesini, kapitalist-emperyalist sisteme karşı, sosyalizm-komünizm için mücadeleye dönüştürmeleri gerekiyor. Dünyanın egemenleri kendi karları, çıkarları için doğayı talan edip iklimi zehirlemektedirler. Dünyanın ezilenlerinin de kendi çıkarları için bu sömürücülerin egemenliklerine son verip sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için mücadele etmeleri gerekiyor. Sonuçta “Ya barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!” sloganı durumu en kısa ve açık biçimiyle ortaya koymaktadır. Barbarlık içinde çöküşe karşı olanların sosyalizm için mücadele etmelerinden başka çıkar yol yoktur! ÇAĞRI’mız her zaman olduğu gibi baskısız, sınıfsız, sömürüsüz bir Yeni Dünya İçin mücadeleyedir! panorama dur ama böylesi bir önkoşul yok. Bunun da ötesinde herhangi yeni bir salınımı azaltma yükümlülüğü de getirilmiyor. Kyoto 2’nin öncekinden daha kötü olduğu olgusu ise sadece salınımı azaltmada yeni yükümlülüklerin olmaması değildir. Kanada 2011 yılında Durban konferansından hemen sonra Kyoto Protokolü’nden çıkışını açıklamıştı. Kyoto 2’de ise Rusya, Japonya, Yeni Zelanda vd. devletler yer almamaktadır. Kyoto 2’de yer alan devletler 27 devletli AB ve artı 10 devlet olmak üzere 37 devlet yer almaktadır. Sözkonusu bu devletlerin zehirli gaz salınımının oranı -yine değişik kaynaklar farklı oran vermektedir- %13-16 arası bir orandadır. AB %20 oranında salınım azaltmayı taahhüt etmiştir ve anda bu hedefi tutturduğu açıklanmaktadır. Yani eğer AB salınım oranını yükseltmezse değişen bir şey olmayacaktır. AB kendi içindeki anlaşmazlıklar nedeniyle sonuçlandıramadığı bu oranı %30’a yükseltmek için tartışmalarını önümüzdeki süreçte sürdürecek. Varsayalım ki bu toplam %13-16’lık oran %20 yerine %30 oranında azaltılsın. Bu durumda Kyoto 2’nin salınımı azaltmadaki oranı %3,9 ile 4,8 arasında bir azaltma olacaktır. Hiç yoktan iyidir. Ama bu oran andaki salınım oranına göredir, 1990 yılına göre değil. Kyoto 2 devletleri kabul ettikleri yükümlülükleri yerine getirse bile, iklim değişikliğini engellemek mümkün değildir. İklim değişikliğine yol açan, atmosferin zehirlenmesinin en büyük sorumluları 2020’ye kadar herhalükarda herhangi bir yükümlülükleri olmadan zehir salınımını sürdüreceklerdir. Yukarıda bahsettiğimiz raporlardaki farklı verilere rağmen atmosfere zehirli gaz salınımının başını çekenler Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ekonomi Forumu’nun 2011 verilerine göre şunlardır: Çin, 8,9 Milyar ton; ABD, 6 Milyar ton; Hindistan, 1,8 Milyar ton; Rusya, 1,6 Milyar ton ve Japonya, 1,3 Milyar ton. 2011 yılının toplam salınımının 34 Milyar ton olduğu gözönüne alındığında, bu ilk beş sıradakiler 19,6 Milyar ton salınımı gerçekleştirmişlerdir. Bu ise kaba bir hesapla %57,6 oranı tutmaktadır. Kyoto 2 devletlerinin toplam katkısı %16 olarak hesaplansa bile, bu ancak 5,4 milyar ton tutmaktadır. Bunun da %20’sinin azaltıldığını kabul edelim. O zaman 1,088 Milyar ton azaltılmış olacak. Yani 34 Milyar tondan 1,088 Milyar ton azaltılacak! Kısaca aktardığımız bu rakamlar, hesaplar aslında durumu açıkça ortaya koymaktadır. Kyoto 2 durumu iyileştirmemektedir. 2013 yılından 2020 yılına kadar atmosferimiz daha çok zehirlenecektir, iklim değişikliği kötüleşmeye doğru yol ala- 24 Şubat 2013 ✓ 19 panorama Paylaşım dalaşında yeni bir emperyalist müdahale! - MALİ - 11 20 Ocak 2013 tarihinden beri Fransız emperyalizmi Mali’de “islamcı terörizme karşı mücadele” adına resmen bir savaş yürütmektedir. Resmen diyoruz çünkü, 11 Ocak 2013 tarihinden önceki aylarda da, medyaya yansıdığı kadarıyla Fransız askerleri güçleri Mali’de “örtülü” savaş yürütüyordu... Emperyalistler tarafından Mali’ye askeri bir müdahalenin olasılığı, özellikle 2012 yılının son aylarında ön plana çıkmıştı. Sözkonusu askeri müdahalenin doğrudan BM tarafından talep edildiği ve planlandığı da BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararlarda belgelidir. Sözkonusu kararlarda ama esas olarak askeri müdahalenin 15 devleti içeren “Batı Afrika Devletleri Ekonomik Birliği” (ECOWAS) tarafından yapılması isteniyor ve en son taslağı Fransa ve ABD tarafından hazırlanan ve 20 Aralık 2012 tarihinde alınan kararla (BM’nin 2085 /2012 sayılı kararı) ECOWAS’ın askeri müdahalede bulunması onaylanmış, BM’nin diğer üye devletlerine de bu müdahaleyi destekleme çağrısı yapılarak Mali’deki savaş uluslararası düzeyde “meşru” ilan edilmiştir. Müdahalenin adını da kısaltılmış haliyle AFISMA koydular! Açılımı “Mali’de Afrikalılarca Yönetilen Uluslararası Destek Misyonu”. Buradaki yönetmeyi komuta etme olarak da tercüme edebiliriz. Yani askeri müdahalenin komutası ECOWAS’da İngiliz, ABD ve Alman emperyalist devletleri Fransa’nın Mali’ye müdahalesini ilk selamlayanlardan ve desteklerini ilan edenlerdendi. Onlara göre “islamcı terörizm” sadece Afrika için değil “Avrupa için de” “dünya için de” tehlikeliydi ve Avrupa’nın “komşusunda” “teröristlerin üssü olabilecek bir gelişmeye izin verilemezdi”!!! olacak, diğer BM üyesi devletler de bu müdahaleyi destekleyecek! BM’nin bu kararı son yıllarda giderek çok daha açığa çıkan “taşeron savaşlar” yürütme siyasetinin de yeni bir belgesidir. BM’nin 2085 sayılı kararında müdahale için herhangi bir zaman belirtilmemiş olduğundan ve de ECOWAS devletlerinin müdahale için hazırlıklı olmamasına bağlı olarak müdahalenin 2013 yılı Eylül-Ekim aylarında –yağmur mevsimi de gözönüne alındığından- gerçekleşebileceği yönlü tahminler piyasayı kaplamıştı. Fransız emperyalistlerinin 11 Ocak’ta müdahaleyi resmen başlatması sözkonusu bu tahminleri boşa çıkardı. Bu edim de taşeronların hazır olmadığı bir durumda, emperyalistlerin kendi çıkarlarını korumak için müdahaleden geri kalmayacağını gösterdi. Kuşkusuz bu, işin devamını taşeronlara devretmekle çelişmez. İngiliz, ABD ve Alman emperyalist devletleri Fransa’nın Mali’ye müdahalesini ilk selamlayanlardan ve desteklerini ilan edenlerdendi. Onlara göre “islamcı terörizm” sadece Afrika için değil “Avrupa için de” “dünya için de” tehlikeliydi ve Avrupa’nın “komşusunda” “teröristlerin üssü olabilecek bir gelişmeye izin verilemezdi”!!! Buna bağlı olarak da Almanya’nın Başbakanı Merkel: “Fransa anda hepimiz için zor olan bir askeri misyonu yerine getiriyor” MALİ HAKKINDA KISACA... Mali Cumhuriyeti, bölge olarak Batı Afrika’nın iç devletlerinden biri. Komşuları Moritanya, Cezayir, Burkina Faso, Nijer ve Guinea’dır. Alanı 1.240.192 km karedir ve dünya sıralamasında 23.dür. 22 Eylül 1960’a kadar Fransız emperyalizminin sömürgesiydi. 22 Eylül “Cumhuriyet Günü” adıyla ulusal tatil günü olarak kutlanmaktadır. Resmen sömürge olmaktan çıksa da, Mali de yeni-sömürgeciliğin kurbanlarından biridir. Bağımsızlık ilanından sonra belli bir süre (1968’e kadar) Sovyetler Birliği’ne yönelmiş olmasına rağmen (kimileri bu dönemi “sosyalist deneyim” olarak da adlandırmaktadır), 1992’ye kadar ordu ülkenin düzenine damgasını vurmuştur. Sözkonusu ordunun esasta resmi sömürge döneminde Fransız emperyalizminin oluşturduğu, eğittiği ordu olduğu da bilinçte tutulmalıdır. 1992’de parlamenter demokrasiye geçilmiştir. Yönetim biçimi yarı Başkanlık sistemidir. Mali’nin resmi dili Fransızcadır, başkenti ise Güney Mali’de olan Bamako’dur. Mali’nin devlet sınırları Afrika devletlerinin çoğunda olduğu gibi sömürgeciler tarafından çizilmiştir. Bu arada sözkonusu sınırlar içinde yaşayan milliyetlerin, milletlerin varlığı gözönüne alınmadığından aynı millet ya da milliyetler de suni sınırlar tarafından bölünmüştür. Mali’nin nüfusu, bağlamında değişik kaynaklar farklı rakamlar vermektedir ve bu rakamlar 14,5 Milyon ile 15,8 milyon arasında değişmektedir. Mali nüfusu çok etnili, 30 civarında etnik kökenli millet, m i l l iyet lerden olu ş m a k t a d ı r. Sayısı en fazla olanlar Bambara’lardır. Oranı %32-37 arası ver i l mek ted i r. “Fischer Weltalmanach 2012’nin verilerine göre Bambara’ları %14 ile Fulbe (Peul), %9 ile Senufo ve Soninke, %8 ile Dogon, %7 ile Songhai ve Malinke, %3 ile Diola, %2 ile Bobo, Oule ve Tuareg’ler izlemektedir. Verilen bu oranların başka kaynaklarda farklı verildiği olgusunu da yeniden vurguluyoruz. Diğer etnik kökenlilerin sayısı daha azdır. Nüfusun %85-90’ı kadar Müslüman, %10-15’i ise farklı dinlerden oluşuyor. Hristiyanlar’ın sayısı (Katolik ve Protestan) % 2 ve Animist’lerin sayısı %1 olarak gösterilmektedir. Kimi yerli inançların da var- panorama tespitini yapıyordu! Bu yaklaşımlarına uygun olarak da ABD, Almanya ve İngiltere değişik araçlarla ve biçimlerde savaşta doğrudan yer aldılar. Savaşta yer aldıktan sonra da, örneğin Almanya, parlamentoda aldığı kararla hem savaşı destekleme, hem de Mali’ye “Mali ordusunu eğitme” ve “lojistik destek” adına askeri gücünü yollama adımını resmileştirdi... Fransa bile savaşı başlattıktan sonra parlamentoda sorunu görüştü. BM Güvenlik Konseyi’nde alınan kararlara onay veren Rusya ise 22 Şubat 2013 tarihinde “anti-terör girişimi”nde yani savaşta yer alacağına karar verdi. Fransa’nın Mali’ye askeri müdahalesi konusunda şimdiye kadar takınılan tavırlarda emperyalist güçler arasında önemli bir çatlak ses çıkmadı. Emperyalistlerin temsilcilerinin ve borazanı medyanın kamuoyuna yansıttığı tabloya göre “islamcı terörizme karşı mücadele ve Mali’yi şeriatın ilan edildiği bir devlet olma tehlikesinden korumak için” bir “askeri müdahale” sözkonusudur. Fransa’nın Savunma Bakanı Jean-Yves Le Drian’ın deyimiyle: “Fransa, çok, çok hızlı müdahale etmeye yükümlüydü, çünkü aksi halde Mali yok olacaktı”! Mali’yi “yok olmaktan kurtarmak için” yapılan bu müdahalede de “tüm yardımsever devletler” yerini almaktadır! Bu a n lat ı la n la r ı n s a htek a rl ı ğ ı n ı ortaya koymak için, Mali hakkında kısaca bilgi verip askeri müdahaleye, savaşa gidiş sürecindeki gelişmelere bakalım. 21 panorama lığını koruduğu ya da Müslümanlığın bu dinlerden etkilendiği yönlü bilgiler de verilmektedir. Amnesty International’in (AI) 2012 raporuna göre, 2011 yılında okur-yazarlık oranı %26,2’dir. Başka deyimle nüfusun dörtte üçü okuma-yazma bilmemektedir. Nüfusun 0-6 yaş kesimini gözönüne aldığımızda bu oran daha da yükselmektedir. Aynı kaynağa göre yaş ortalaması 51,4 senedir. Başka kaynaklara göre yaş ortalaması 48 senedir. İşsizlik oranı ise %30 civarında verilmektedir. Son 15 yıl içinde işsizliğin üç kat arttığı söylenmektedir. “Dünya Açlık Endeksi 2012”ye göre açlık oranı %16,2’dir. Fakat açlık sınırı oranı burjuva medya tarafından çoğunlukla yoksulluk sınırı oranı olarak gösterildiğinden gerçek açlık sınırı oranında olan insanların sayısı bilinmemektedir. %36 olarak gösterilen yoksulluk oranını açlık sınırı oranı olarak kabul etmenin önünde hiçbir engel yoktur. Mali’nin yeraltı zenginlik kaynak ları açısından zengin olması, O’nun dünyanın en yoksul ülkeleri arasında olmasını dıştalamıyor! BM’nin ya da başka emperyalist kurumların istatistikleri her sene başka ölçülerle değişse de, Mali yer yer en yoksul 10, yer yer de 20 ülke arasında yer almaktadır. BM üyesi olarak kabul edilen 194 devlet sayısını temel aldığımızda, zengin devlet sayısının da bunun küçük bir oranı olduğunu bildiğimizde, Mali’yi yoksul devletlerin de yoksul devletleri arasında saymak abartı olmayacaktır. Mali’ye askeri müdahalede bulunulmasının esas açıklaması, emperyalistlerin borazanlarının kamuoyuna empoze ettiği gibi “islami terörizm” değil, Mali’nin yer altı zenginliklerini elde tutma, elde olmayanları da ele geçirme amacıdır. Mali’ye askeri müdahalenin temelinde dünyanın yeniden paylaşımında enerji ve zenginlik kaynaklarına hakim olma dalaşı vardır. Mali Afrika kıtasının altın üreten 3. büyük devletidir. İhracatının %80’inden fazlası altın, %8,5’ini ise pamuk ürünleri oluşturuyor. Ama emperyalistler için en önemlisi üretilmemiş yeraltı zenginliklerinin varlığıdır. Onlar için Altın’dan çok daha önemli olan Uran vardır Mali’de. Fransız emperyalizmi atom santrallerinin Uran ihtiyacının önemli bölümünü Mali’de, Nijer sınırındaki Uran madenlerini talan ederek karşılamaktadır. Mali’de varlığı tespit edilen sadece Uran değildir. Mangan, Bakır, Gümüş, Boksit (Alüminyumtaşı), Fosfat, Petrol, Doğalgaz gibi yeraltı kaynaklarının varlığı da tespit edilmiştir. Son yıllarda tespit edilen bir şey de, sözkonusu bu kaynakların ton ya da litre vb. ölçülere göre varlığı, eskiden varsayılandan çok daha büyük olduğudur. Sözkonusu bu kaynakların bir bölümü yıllardır talan edilirken (somutta Fransa, Kanada, İngiltere ve Avusturalya’nın tekelleri tarafından), varlığı sonradan tespit edilen kaynakların önemli bir bölümü de henüz paylaşılmamıştır. Tüm bunlara ek olarak Mali’nin Çin ile ticaret ilişkileri de –anda öncelikle Mali’nin Çin’den ithalatı önde gidiyor- gelişmektedir. Bu durum aslında Fransız emperyalizminin Mali’de kendi egemenlik alanını koruma ve geliştirme amacını da, ABD, Almanya, İngiltere ve Rusya’nın “destek” adına savaşta yer almalarını da açıklamaktadır. Paylaşılacak daha çok şey var ve savaşta yer alanlar her halükarda pastadan pay alacaktır! Mali’ye askeri müdahalede bulunulmasının esas açıklaması, emperyalistlerin borazanlarının kamuoyuna empoze ettiği gibi “islami terörizm” değil, Mali’nin yer altı zenginliklerini elde tutma, elde olmayanları da ele geçirme amacıdır. Mali’ye askeri müdahalenin temelinde dünyanın yeniden paylaşımında enerji ve zenginlik kaynaklarına hakim olma dalaşı vardır. 22 GELİŞMELER VE SAVAŞ... Burada özetle değineceğimiz gelişmeler, esasta 2012 Ocak ayından bu yana olan gelişmelerdir. Ama yer yer gerekli olduğunda bu çerçevenin dışına da çıkacağız. Bilinçlere çıkarmak istediğimiz bir nokta da Mali’deki durum hakkında, özellikle de sözkonusu edilen yanlısı tavrıları nedeniyle Tuareg’lerin hemen hepsi Libya’dan sürülmüştür. Sözkonusu bu eski askerler (sayısı binlerce olarak açıklanıyor) Kuzey Mali’ye, Azavad’a geldiklerinde Mali merkezi devletine karşı –ki askeri olarak zayıf bir devlettir Mali devleti, medyaya yansıyan bilgilere göre silahlı çatışmalara girecek asker sayısı 2 ile 4 bin arasındadır-, arazi alanı olarak Güney Mali’nin iki katı olan ama nüfusun az olduğu Kuzey Mali’de mücadele etmenin olanaklı olduğunu gördüler. Kendisini Tuareg’lerin ve tüm Azavad bölgesinin temsilcisi olarak gösteren ve Kasım 2010 tarihinde kurulduğu söylenen “Azavad Milli Kurtuluş Hareketi” (MNLA) 17 Ocak 2013 tarihinde Nijer sınırı yakınlarındaki Menka şehrini ele geçirdiğini ve şehri Mali’den kurtardığını ilan etti. Bu arada kimi islamcı gruplar, örgütler de bölgede öne çıkmaya, faaliyet göstermeye başladı. Yaşanan çatışmalar, gelişmeler ertesinde Kuzey Mali merkezi devletin kontrolü dışına çıkmıştı... Sözkonusu islamcı örgütlerle MNLA belli bir ortak davranış içinde hareket ettiler ve kısa bir zamanda islamcı örgütler MNLA’yı belli oranda etkisiz hale getirdiler... Bu noktadan itibaren gerçekte neler yaşandığı, islamcı örgütlerin kitlelere ne kadar baskı yapıp yapmadığı, şeriatı ilan etmeye çalışıp çalışmadıkları konusunda güvenilir kaynak olmadığından işin bu yanını geçiyoruz. İslamcılarla MNLA arasındaki ilişki ya da çelişkiden bağımsız olarak Kuzey Mali merkezi devletin denetiminden çıkmıştı. Bu durum kimi ordu mensuplarını rahatsız etmiş ve sonuçta suçlu bulunmuştu: Başkan Amadou Toumani Toure! 21 Mart 2013 tarihinde rahatsız olan ordu kesimi Başkan’a başkaldırdı ve 22 Mart’ta, Başkan güvendiği askerlerle güvenilir bir yere kaçabilse de, ordu Yüzbaşı Sanogo önderliğinde darbe yapmıştı! Yeni Başkan Sanogo anayasayı geçersiz ilan ederek tüm devlet kurumlarının lağvedildiğini, Nisan ayında öngörülen başkanlık seçimlerini de iptal ettiğini açıkladı. Darbenin nedeni “Başkanın Kuzey Mali’de teröristlere karşı kararlı bir mücadele” vermemesi olarak açıklandı! Normal insan mantığıyla yaklaşıldığında, ordunun darbe yapmasından sonra Kuzey Mali’yi yeniden kontrol altına almaya yönelik adımlar atması gerekiyordu. Ama Ocak ayına kadar böyle olmadı! Başta BM olmak üzere tavır takınan emperyalistler darbeyi kınamış ve bir an önce “anayasal düzene geri dönme” ve yönetimin sivillere devredilmesi yönlü panorama muhalif ve islamcı gruplar hakkında güvenilir haber kaynaklarının -ne yazık ki- olmadığıdır. Bu durumda takip edebildiğimiz kadarıyla varolan haberler içinde mümkün olduğu “kabul” edilebilir olanları seçme durumundayız. Kuşkusuz ki bu durum her zaman tespitlerimizde yanılma olasılığını barındırmaktadır. Ama başka seçenek de yoktur. Tespitlerimiz andaki verilere, haberlere dayanmaktadır. Veriler haberler değiştiğinde veya olgular olduğu gibi aktarıldığında tespitlerimiz de buna uygun değişecektir. Askeri müdahaleye bahane edilen gelişmeler 2012 yılı Ocak ayında Tuareg’lerin milli haklarını elde etmek için Mali’nin Kuzey’ini kontrolü altına almaya yol açan eylemleriyle başladı. Tuareg’ler sömürgecilerin Afrika’da belirledikleri devlet sınırlarının kurbanı olan, üzerinde yaşadıkları toprakların en azından altı devlete bölündüğü, Mali somutunda da baskı altında kalan bir halk, millet. Tuareg’ler başta Mali ve Nijer olmak üzere Burkina Faso, Nijerya, Cezayir ve Libya’da yaşamaktadırlar. 1960 yılında Mali’nin bağımsızlığını elde etmesinden sonra Tuareg’ler milli hakları için birkaç kez merkezi devlete karşı isyan etmiş ve isyanları kanla bastırılmıştır. Tuareglerin taleplerinin neler olduğunu ortaya koyan belgeler ne yazık ki elimizde yok. Ama verilen bilgilere göre esas talepleri özerklik olmuştur. Talepleri ister özerklik, isterse de ayrı devlet talebi olsun, işin özü değişmiyor: Tuareg’ler milli baskıya karşı kendi kendini yönetmek istiyor! En basit demokratik haklarını dile getirmektedirler. Bu noktadan soruna baktığımızda sorunun kendisi de, Tuareg’lerin talebi ve mücadelesi de yeni değildir. Peki 2012 yılı Ocak ayında silahlı eylemlerle Kuzey Mali’yi ele geçirmenin perde arkasında ne var? Belki okurlarımıza inanılmaz gelebilir ama, Tuareg’lerin zaten varolan taleplerine eklenen ve Kuzey Mali’yi kontrollerine geçirmeye yol açan şey Libya’daki savaş ve sonucu olmuştur. Libya’da zaten Tuareg’ler yaşamaktadır. Mali somutunda da işsizliğin, yoksulluğun yoğunluğu Tuareg’lerin Libya’ya göçmesine yol açmıştır. Kaddafi yönetiminin Tuareg’lerle ilişkileri iyi olduğundan ve Tuareg’lerin de Kaddafi yanlısı olmalarından kaynaklanan bir ilişki sözkonusu olmuştur. Çoğu Tuareg Libya ordusunda da yer almış ve Libya’ya karşı NATO’nun/ emperyalistlerin yürüttüğü savaşta Kaddafi’nin tarafında savaşmışlardır. Yenilgi, sözkonusu askerlerin ele geçirdiği silahlarıyla Mali’ye geri dönmeye yol açmıştır. Bunun da ötesinde Kaddafi 23 panorama 24 talebi dile getirmiştir. 29 Mart’ta ECOWAS devreye girmiş ve darbecilere anayasal düzeni sağlamak için ültimatom verdi ve bunun yerine getirilmesi için de üç günlük mühlet tanıdı. Aksi halde Mali’nin sınırlarının kapatılacağı, ticaretin dondurulacağı ve Mali’nin Batı Afrika Merkez Bankası’ndaki hesaplarına el konacağı uyarısını yapmış ve buna uygun da davranmıştır. 3 Nisan’da da Mali’nin ECOWAS’a üyeliği düşürüldü. Darbecilerin başı gelen tepkilerin baskısı altında 1 Nisan’da anayasal düzene yeniden geçildiğini ve “demokratik seçimlerin” düşünüldüğünü açıkladı. 6 Nisan’da ise Sanogo ECOWAS tarafından ortaya konan “Çerçeve Anlaşması’nı kabul ederek yönetimi sivillere devretmeye evet dedi! Buna karşılık ECOWAS yaptırımlarından vazgeçti. Sözkonusu bu planın yerine getirilmesi için de darbeye uğrayan Başkan Toure, 8 Nisan’da resmen istifa ettiğini açıkladı. Azavad cephesinde ise Tuareg isyancıları kontrol altında tuttukları bölgeyi 6 Nisan 2012 tarihinde Bağımsız Azavad olarak ilan ettiler. Bu ilana tepkiler Azavad’ın Mali’nin bir parçası olduğu, böylesi bir bağımsızlığın gelecekte de tanınmayacağı yönündeydi. Başkan ve başbakan atandı, istifa ettirildi, yeniden atandı vb. vb. fakat Mali’deki durum, anayasal düzene geçiş bağlamında darbe öncesi duruma bile dönemedi. Başkanlık seçimlerinin ise savaş durumu elverirse yaz’dan önce yapılacağı açıklandı. Başkan ve Başbakan atansa da ordu esas söz sahibi durumunda- dır, ama ordunun kendisi de halkın kendisine karşı mücadelesinin zayıflığı ve de emperyalist destekçileri sayesinde düdük öttürmektedir... 11 Ocak 2013’e kadarki dönemde yaşanan gelişmeler içinde anlatmadığımız gelişmelerde iki noktaya dikkat çekelim. Birincisi, yaşanan çatışmalar, güvensiz ortam, gıda su sıkıntısı vb. nedenlerle Ocak – Temmuz 2012 döneminde 250.000 insanın komşu ülkelere kaçtığı, 105.000 insanın Kuzey Mali’de, 69.000 insanın da Güney Mali’de “iç kaçış” göçmen durumunda olduğu yönlü bilgiler verildiği, Temmuz – Aralık döneminde de bu sayıların çoğaldığı noktasıdır; ikincisi de BM’nin savaşın esas hazırlayıcısı konumudur. Mali’nin “birliğini, bütünlüğünü tesis etme” adına, özellikle 20 Aralık 2012 tarihli 2085 sayılı karar ile resmen askeri müdahalenin yolu açıldı. 10 Ocak 2013 tarihinde basına yansıyan haberlere göre islamcı gruplar Güney Mali’de bulunan (Kuzey Mali ile sınır) Konna şehrine saldırıda bulunmuş ve işgal etmişti. Aynı günün akşamı atanmış Başkan Dioncounda Traore Fransa’dan askeri yardım istedi. 11 Ocak günü daha bu haber basına bile yansımadan Fransız emperyalistleri özel timlerle ve uçaklarla askeri müdahaleye başlamıştı bile. Bu durum bile savaşın önceden hazırlandığını ortaya koymaktadır. Tüm manipulasyonlara rağmen, şiddetli bir çatışma olmadan ve empoze edilmek istenen duruma göre çok az sayıda ölüyle 28 Ocak’a kadar Konna, Goa ve Timbuktu şehirlerinin ele geçirildiği açıklandı. Fransa askeri müdahaleye 400 kadar askerle başladığını açıklamıştı, şimdi 4000 kadar askeri Mali’dedir. 5250 kadar da ECOWAS’a üye olan ülkelerin askerleri var. 330 kadar Alman askeri ve “AB ortak desteği” temelinde “logistik” ve “askeri eğitim” için gönderilen askerler bu hesaplarda yok. Sonuçta Fransa asker sayısını azaltacağını, müdahalenin yönetimini BM’ye, ECOWAS’a devretmek istediğini açıklasa da yuvarlak hesapla 10.000 kadar loğa hazır görünmektedir, ama islamcı kesim değişik biçimlerde mücadeleyi sürdüreceğe benziyor. Bu mücadele sadece Mali’de değil komşu devletlerde de yansımasını buluyor. Örneğin Cezayir’de rehin alma eylemi gibi eylemler de varlığını sürdürecektir. Fransa Savunma Bakanı’nın: “Biz, bir tek direniş yuvasını geriye bırakmayacağız.” tespiti ile Mali’nin atanmış Başkanı’nın Fransa’yı kastederek “Birlikte teröristleri son inlerine kadar avlayacağız!” taahhüdü birleştiğinde Mali’yi işgal, AFISMA misyonunun kısa sürede sona ermeyeceği garantilidir! Kuzey Mali’deki şehirlerin üç hafta içinde ele geçirilmesinin bir şova da ihtiyacı vardı! Fransa Başkanı François Hollande Mali’yi “ziyaret” etti... Timbuktu’ya gitti! Medyaya Mali halkının Hollande’yi nasıl sevinçle kutladığı, Fransa’nın “kurtarıcı desteği” için “Teşekkürler Fransa” ya da “Baba Hollande” gibi sloganlar atıldığı resimleri, haberleri yansıdı. Bu “kurtarıcılığa teşekkür” için de Hollande’ye bir küçük deve hediye edildi! Eh Avrupalılar bu hediye ile alay geçtiler! Ama Hollande’ye esas “hediye”, UNESCO tarafından verildi... Bilindiği gibi UNESCO, BM’nin bir örgütü! İlgili alanı da eğitim, bilim ve kültür olması gerekiyor. UNESCO birçok emperyalist kurum gibi ödüller de dağıtıyor! Örneğin BARIŞ ÖDÜLÜnü! Bu sene UNESCO Barış Ödülü, Fransa Başkanı Hollande’ye verildi! Açıklaması ise Fransa’nın “Afrika halklarına gösterdiği destek!” somutta da Mali’ye askeri müdahalesidir! Yani emperyalist kurumlar savaşı ödüllendirmektedirler! Evet, Mali’de emperyalistlerin ödüllendirdiği bir savaş, işgal sözkonusudur. Savaşta ne kadar “teröristin”, askerin ve de sivilin yaşamını yitirdiği, savaş ve işgalin ne kadar mali giderleri olduğu, olacağı ve de bu savaşın Mali halklarına ne kadar zarar verdiğinin hesabı, dökümü, işin tali yanıdır. Gerektiğinde bu da yapılır elbette! Meselenin esası ise dünyanın egemenlerine, emperyalist güçlere ve sisteme karşı, yerel gerici, işbirlikçi güçlere karşı, dünyanın ezilenlerinin, halklarının, işçi ve emekçilerinin mücadele cephesini yaratabilmektir. Mali’deki gelişmeleri kuşkusuz ki takip edeceğiz. Gelişmelerin nasıl olacağından bağımsız, şimdiden söylenmesi gereken şeylerin başında emperyalist müdahaleye, savaşa ve işgale hayır! Tüm işgalci güçler Mali’den defolun! vb. tavrı gelmektedir! 26 Şubat 2013 ✓ panorama askerle Mali işgal edilmiştir. Fransa Savunma Bakanı ve Başkanı ilk başta müdahalenin birkaç haftalık bir harekat olacağını açıkladılar. Kısa süre sonra bu açıklama “gerekli olduğu sürece müdahale sürecek” ifadesine dönüştü. Gerekli olduğuna ise kuşkusuz ki Fransız emperyalizminin çıkarlarına göre karar verilecektir. Fransa’nın BM’den Mavikasklı askeri güç talebinde bulunması ise savaşın ve işgalin giderlerinden kurtulmak içindir de! Kuşkusuz ki ECOWAS’a devredilmek istenen görev BM çatısı altında gerçekleşeceğinden, ECOWAS’ın Mali’deki askeri gücü de Mavikasklı güç olarak gösterilebilir. Daha şimdiden ECOWAS asker sayısını 7-8 bine çıkaracağını açıklamıştır. Fransa geri plana çekilecek. Ayrıca işgalin mali giderlerinin karşılanması ve tek devlete yüklenmemesi düşüncesiyle 29 Ocak 2013 tarihinde Etiyopya’nın Başkenti Addia Ababa’da yapılan “Bağışçılar Konferansı”nda 455,53 Milyon ABD Doları ve miktarı açıklanmayan askeri malzeme/ silah vb. ve askeri eğitim malzemesi “bağışlandı”! Japonya savaşa en yüksek “bağışı” -120 Milyon Dolaryaparak katıldı! ABD 96 Milyon, Fransa 47 Milyon ve Almanya 20 Milyon Dolarla en fazla “bağış” yapan devletler oldu. Ayrıca Afrika Birliği (AU) ve Avrupa Birliği (EU) birlik olarak da “bağış”ta bulundular. Mali’ye askeri müdahale ve işgalin uluslararası karakterde olduğu, emperyalist bir müdahale olduğu hem savaşın hazırlanmasında, hem de pratiğe geçirilmesinde açıkça ortaya çıkmaktadır. Bunun Afganistan, Irak veya Libya’dan farkı, Mali devletinin yönetiminin de bu askeri müdahaleden, savaştan yana olmasıdır, emperyalistlerle ortak davranmasıdır. Tuareg’ler ve sözkonusu edilen islamcı grup ve örgütleri –genelde de nüfusun azının olduğu Kuzey Mali’yi- saymazsak, nüfusun çoğunluğunun yaşadığı Güney Mali’de egemenlere karşı halkın, ezilenlerin mücadelesinin hemen hemen olmadığı bir durum sözkonusudur. Yaklaşık üç haftalık bir süreçte Kuzey Mali islamcı gruplardan da, MNLA’dan da geri alınmış, ama sorunlar 11 Ocak’tan öncesine göre azalmamış, çoğalmıştır. İşgalci güçlerin sayısı ne kadar ya da hangi devletten olursa olsun, Mali’de daha uzun süre bu müdahalenin devamı ve sonuçlarıyla uğraşılacaktır. Ayrıca sözkonusu şehirlerin geri ele geçirilmesi, ne MNLA’nın ne de islamcı grup ve örgütlerin varlığını ortadan kaldırmıştır. MNLA görüşmelere, diya- 25 güncel Tunus’ta “Arap Baharı” Yasemin Devrimi Üzerine Görüşme Notları Ocak 2013 de Tunus/Hammamat’ta ETTAJDID temsilcisi Bay Guediche Fethi ve Hatem Knechine ile yapılan bir görüşmenin notlarını okurlarla paylaşmak istiyorum. Bilindiği gibi Tunus Arap Baharı’nın “Yasemin Devrimi” (17 Aralık 2010-14 Ocak 2011) ile başladığı ilk ülkedir. Tunus, 162.155 km2 yüzölçümüyle Kuzey Afrika’da yer alan bir ülkedir. Doğusu ve kuzeyinde Akdeniz, güneydoğusunda Libya, batı ve güney batısında Cezayir bulunmaktadır. Ülkenin güney kısmını Büyük Sahra Çölü kaplar.. Tunus Cezayir ile 965 km, Libya ile 495 km sınıra sahiptir. Tunus genel 26 olarak bir tarım ülkesidir. Ülke topraklarının % 55’i tarıma elverişlidir. Ancak bu alanın % 35’i ekilebilir topraklardan oluşmaktadır. Tunus, zeytincilikte dünyadaki ilk 10 ülkeden biridir. Nüfusu 10 milyondur. Kişi başı yıllık gelir 4000,- Dolar civarındadır. Fransa sömürgeciliğinden kurtuluş tarihi 20 Mart 1956’dır. İlk devlet başkanı 1957‘de iktidara gelen H. Burgiba’dır. Görüşme yaptığımız Guediche Fethi Bey 1994-1999 tarihleri arasında ETTAJDID (Yenileme Hareketin) de milletvekilliği yapmıştır. ETTAJDID (Yenileme Hareketi) Zine el-Abidine Ben Ali ‘nin iktidarda olduğu/başkanlığı döneminde legal alanda var olan az sayıda ‘muhalefeti’ temsil etmektedir. ETTAJDID Nisan 1993 de dağılan eski Tunus Komünist Partisinin kalıntılarından doğmuş bir partidir. Bu partinin muhalefetinin faşist Ben Ali‘nin çizdiği sınırlar içinde‚’izinli’ bir muhalefet olduğu bilinmelidir. ETTAJDID (Yenilenme Hareketinin) ideolojik çizgisi vikipedia bilgilerine göre demokratik sosyalist sekuler (laik) ve sol cumhuriyetçiliktir. Bir çeşit bizdeki Ortanın Solu gibi bir şey. .. Bir anlamda 1957-1987 yılları arasında başkanlık yapmış Tunus Kemalisti Burgiba‘nın sol çizgisi, yani Türkiye’deki Ecevit çizgisine denk düşmektedir.. Anda ALMASSA denen ittifak içindeler ve 217 Delegeli Tunus Kurucu Meclisinde 6 temsilcileri / delegeleri vardır. Görüşme soru cevap şeklinde oldu. Soru: - Kurucu mecliste kim hâkim? Radikal İslamcılar temsil ediliyor mu? Cevap: - 217 delegenin olduğu Tunus Kurucu Meclisinde en güçlü parti 89 delege ile Rachid al-Ghannouchi’nin başkanlığındaki Tunus İslamcılar Partisi EN NAHDA’dır. Bunlar Türkiye’deki AKP ayarında bir partidir. Onun daha sağında radikal İslamcılar da var mecliste. Soru: - Tunus Devrimi nasıl gelişti? Cevap: - İlk başta kadınlar, halkın yoksul kesimleri, laikler ayaklandı. İslamcılarla alakası olmayanlar ayaklandı. 17 Aralık 2010‘da başlayan yoğun ayaklanma 14 Ocak 2011’de Ben Ali’nin devrilmesiyle du- Soru: - Halk neden ayaklandı? Cevap: - Devlet çalışmıyordu, İçişleri bakanı saf dışı edilmişti, İslamistler ülkeye giremiyordu.. Devrimci romantizm vardı, kimin geleceği kimseyi ilgilendirmiyordu. İslamistlere Suudi Arabistan‘dan ve Katar‘dan korkunç paralar akıyordu.. Esas ayaklanma ekonomik ve yoksulluktan doğdu. Önce diğer şehirlerde başladı sonra Tunus’a (başkent) geldi. Hareketin temeli 2008’de fosfat madenindeki işçiler tarafından atılmıştı. Madenlerin olduğu bölgede 6 ay boyunca sıkıyönetim vardı.. Özünde ayaklanmayı fosfat işçileri başlatmıştır. Ben Ali’nin gitmesinde İslamistlerin rolü olmamıştır. Onların büyük güç olması Suudi ve Katar’dan gelen paralarla satın alınarak sağlanmıştır. Tunus’taki UGTT (Tunus Genel İşçiler Birliği) Sendikası ayaklanmada önemli rol oynamıştır. Bu sendika tüm olanaklarını ayaklanma (nın hizmetine sunmuştur.) için kullanıma açmıştır.. Ofislerin kullanılması, örgütlenme işleri buradan yapılmıştır. Ben Ali Rejiminin baskısı altındakilere UGTT Sendikası kapılarını açmıştır. Bu sendikada bağımsızlar, sollar ve kendini gizleyenler vardı. Sendika yönetimi solcuların elindeydi. Bugün de öyledir, bu sendikada İslamistler yoktur. Ben Ali Rejimi çöktü, çünkü Ordu ve Polis Ben Ali’yi bıraktı / terk etti. Yeni gelenlerin içinde ilericiler vardı. Mesela İçişleri bakanı bunlardan biriydi. 14 Ocak 2011’deki geçici hükümete karşı aşırı solcular (Front Populer-Halk Cephesi- Eski Maocular/ Troçkistler anda Kurucu Mecliste 3 delegeleri var) İslamcılarla işbirliği yaptılar. Eski Ben Ali Rejiminin adamları da bunları destekledi.. 2 büyük yürüyüşle Ben Ali’den sonra kurulan 2 hükümet de devrildi. 1959’da yapılan Anayasa ile modern laikler arasında uzlaşma ile devlet laik ilan edilmiş ve halkın dini İslam olarak Anayasaya yazılmıştır. Anayasanın tanıdığı imkânlarla demokrasi verilmiş, kadınlara kürtaj vb haklar tanınmıştı. Devlet tüm dinlere aynı uzaklıkta idi. (TC deki gibi tepeden inme yasalar..) Tüm bunlar Kemal (Atatürk) hayranı Burgiba önderliğinde yapılmıştı. Burgiba Kemal hayranı olmasına rağmen Kemal‘in yöntemini radikal olarak değerlen- diriyordu. Devrim/Ayaklanma sonrası yapılan ilk seçimlerde İslamcılara dıştan gelen maddi yardımın dışında, çok fazla bölünme olunca, parsayı İslamcılar topladı. İnsanlar yoksulluk, rüşveti vs duymuyordu. 150 listenin olduğu bir seçimde maddi olarak güçlü olan İslamcılar kazandı.Katar’dan yayın yapan Aljazeera TV imkânlarını İslamcılara sundu, yolu açtı.. Aljazeera TV ile Tunus TV sürekli Ben Ali’nin rezilliğini montajlayıp sundular... İnsanlar Ben Ali’den kurtulalım da ne olursa olsun diyordu, İslamcılar da bundan yararlandı. güncel ruldu. İslamcılar ayaklanma içinde yoktular. Onlar Fransa ve İngiltere’de gizlice Ben Ali ile görüşüyorlardı. Bilindiği gibi 1959’da Burgiba döneminde yapılan Anayasa ile yasal haklar Fransa‘dakinden farklı değildi. Anda bu haklar (var olan) hükümetteki İslamcılar tarafından geri alınmaya çalışılıyor. Soru: - Ben Ali Burgiba’nın devamı, nasıl oldu da Ben Ali iktidara geldi? Cevap: - 80’li yıllarda ekonomik krizden dolayı belirli ayaklanmalar olur. O dönemde Ben Ali askeriyede Gizli Servis şefidir. Burgiba yaşlanmıştı... Dönemin ABD- Başkanı baba Bush’un desteği ve zorlamasıyla Ben Ali iktidara getirilir. Soru: - İslamcılar iktidarda, perspektif nedir? Cevap: -Suudiler Tunus’ta aynı zamanda Salefileri de destekliyor, bunların özel milisleri var ve bu milisler demokratlara, solculara ve laiklere saldırıyorlar. Soru: - Bu Salefiler AL NAHDA’cılara da karşılar mı? Cevap: - İslamcılarda da birçok akım var, onlar da bir bütün değiller. Karşı oldukları da var, Salefiler içinde Cihadcılar da var. Anayasa için bir sürü kavga var. İslamcılar şeriat istiyor. Demokratlar da şeriata karşı. Soru: - AL NAHDA/İslamcılar şeriat istiyor mu? Cevap: - Açık değil, 1959 Anayasasının 1. Maddesini kabul ediyor. 148. Maddeyi de kabul ediyorlar.. Açık değil gizli oynuyorlar.. 1959 Anayasasında 27. Madde sınırsız grev hakkıyla ilgili ve AL NAHDA bu hakkı sağlık ve güvenlik alanlarında sınırlandırmak istiyor. 1959 Anayasasında kadınlar eşit hakka sahip, bunlar kadınları erkeklerin tamamlayıcısı olarak görüyorlar, tartışmalar sonucu geri adım attılar… Soru: - Anayasa ne zaman oylanacak? Cevap: - Normal olarak süre bitti, 23.10.2012’de oylanması gerekliydi. Sürekli uzatarak zaman kazanmak istiyorlar. Bu arada devlet de kadrolaşmayı yoğunlaştırmış durumdalar. Kırsal alanda İslamcıların 27 güncel 28 güçleri pek yok. Daha çok şehirlerin yoksul kesimlerinde etkililer... Demokratik kesim Anayasanın biran önce yapılıp sonuçlandırılmasının peşinde. Hükümettekiler ise oyalamaya çalışıyor. Muhalefet yeni seçimler yapılana kadar Adalet, İç ve dış İşleri bakanlıklarının bağımsız olmasını istemektedir. * Bağımsız bilgiye özgürce ulaşma. Durum kötü olmasına rağmen şimdilik hükümetin kaybetmesi garanti değil. Muhalefet birliğini sağlam tutamaz ise, hükümettekiler yeniden kazanabilir. Hükümete yeniden dış destek söz konusu. Muhalefet seçimler öncesinde üç bakanlığın (İç-dış işleri ve Adalet Bakanlığı) bağımsız olmasını istiyor. Soru: -Kaç tane yeni Anayasa taslağı var.? Cevap: - Anayasa tartışmalarında üç ittifak söz konusu. Bunlar. 1.ittifak: AlJoumham + Nidaa Touness (merkezci sekuler) + Al Massa (ETTAJDID) 2.ittifak: Front Populare (PDM) Halk Cephesi 3. ittifak. İslamistler AL NAHDA Tartışmalardaki gruplaşmalar/saflaşmalar böyledir. 1. ittifaktaki üçlü partiyi/bloğu İslamistler parçalama çabaları içindeler. Ben Ali artıkları da bu üçlünün içindeler. Bunlar Ben Ali döneminde olanları reddediyor ve Burgiba’ya sahip çıkıyorlar... Burgibacıların gücü bilinmiyor. Bu üçlü ittifakın kazanma ihtimali var. Bunun için de İslamistler bu birliği kırmak istiyor. Hatta Burgibacıları Ben Alici diye yasaklama yasası çıkarmak istiyor. Soru. - Anlattıklarınızdan 14 Ocak 2011 geriye gidişin başlangıcı olduğu gibi bir sonuç çıkıyor. Doğru mu anladık? Cevap: -Bu sorunun cevabı finale bağlı. Demokrat muhalefet kesimi kazanırsa, daha ileri gitmenin önü açılabilir. Kadınların şimdiye kadarki durumları ne olacak, onlar gidişata müsaade edecekler mi! Ekonomik gelişmenin durumu belirleyecek.. Bireysel özgürlükler gerçekleşecek mi? Uluslararası bazı antlaşmalarda Tunus’un imzası var, bunlar tanınacak mı? Yoksa ret mi edilecek! Tüm bu vb. sorular cevap bekliyor. Bunlar gidişatın yönünü belirleyecektir. Suriye ve Cezayir düşerse, bahar, uzun dönem sürecek kara geceye dönüşür. Soru: - Anayasa ve Referandum zaman açısından ne kadar daha uzatılabilir? Cevap:- En fazla 1 yıl. İslamistler seçime gitmekten korkuyor. Tüm partilerden bakan alıp milli mutabakat hükümeti kurma önerisini muhalefet ret etti. Çünkü hem ekonomik hem de politik olarak işler kötüye gidiyor, muhalefet sorumlu olmak istemiyor. İşler kötüye gittiği için de daha fazla uzatamazlar. Düşüşü hükümet de hissediyor. Kriz çok büyük. Açık oturumlarda açık olarak tartışılmaktadır. İşsizlik acayip artmış durumda. 400 bin işçi işe alınacağı ilan edildi, ama 30 bin kişiye iş verildi. İleri sürülen talepler İş, Ulusal onur, Özgürlük ve demokrasi Ben Ali zamanındaki eylemlerde ölü sayısı 60 idi. Ben Ali’nin yıkıldığı 14 Ocak 2011 den bu yana ise eylemlerdeki ölü sayısı 200 buldu. Katiller bulunsun mahkemeye çıkarılsın denildi, ama olmadı. Sosyal adalet gerçekleşmedi. Ben Ali gitmeden bir gün önce 300 bin işsize iş vaat etti. Bunlar 400 bin vaadinde bulundular. Bugün işsizlik 1 milyonu buldu. Bunlar (İslamistler) Ben Ali’nin son döneminden daha da geriye gittiler. Devrim sözde devrim oldu. Talep * Bağımsız Yargı/Adalet Soru: - Ordunun durumu nedir? Cevap: - Anda savunma bakanlığı İslamistlerin elinde değil. Ordunun % 70 yakını Cumhuriyetçi. Anda ortadalar. Yasalara bağlı, tarafsız kalmak istiyorlar. O yüzden siyasetin belirlediği yöne giderler. Bizim sorduğumuz sorulara verilen cevaplar böyleydi. Elbette onlar da bize bir dizi sorular sordular. Örneğin: AKP ‘nin durumu nedir? Bunlar kendilerini Müslüman kardeşlerden ayırıyorlar mı? Gerçekten öyle mi? Türkiye’nin ekonomisi dıştan bakıldığında iyiye gidiyor, bu halka yansıyor mu? İsrail Türkiye çatışmasında durum nedir? Türkiye ile Suriye arasındaki sürtüşmede halk ne düşünüyor? Kürtlerin durumu nedir? Vb sorular soruldu, bizler de dilimizin döndüğü kadar YDI Çağrı’daki çizgiyi onlara anlatmaya çaba sarf ettik.. Görüşmeden karşılıklı memnuniyet ve teşekkürlerle ayrıldık. Görünen o ki, Tunus’ta da gelişmenin nereye doğru olacağı sorusu henüz cevaplanmış bir soru değil. Muhalefetin Burgibacı kanadının genel değerlendirmesi ve muhalefetinin özü CHP ‘nin AKP’ne karşı yürüttüğü muhalefetle parallellik gösteriyor. YDİ Çağrı Okuru Ocak 2013 ✓ güncel Çin’de İşçi Sınıfının Durumu I.Bölüm Ön açıklama: 1976 yılında Mao Zedung’un ölümü ve 1978’deki modern revizyonizmin iktidarı devralmasıyla bütünüyle Çin’de kapitalizmin restorasyonu çok hızlı bir şekilde gelişti. Her şeye Rağmen Çin’in bürokratik-devlet kapitalisti bir sistemden “büyük güç olma yolundaki emperyalist bir güç”e dönüşmesini 2007’de tespit etti. (HR, S:46, sf:52, 2. Konferans Raporu). Bu değerlendirme, 2009’da “Çin: Büyük güç olma yolundaki emperyalist ülke” başlıklı makalede Çin ekonomik, siyasi, askeri ve ideolojik olarak tüm alanlarda tahlil edilerek kanıtlandı. (Sayı:51, sf:3). Her şeye Rağmen 2011’de Çin’in büyük güce gelişmesini kapanmış bir süreç olarak değerlendirdi ve “Çin’i emperyalist büyük güç olarak” kabul etti. (Sayı:58, Sf:4, 3. Kongre Raporu). Aşağıdaki makalede ana konumuz Çin’de işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin durumudur. Bu değerlendirmenin ağırlıklı olarak Almanca kaynaklara dayandığını en baştan saptamak istiyoruz. A şağıdaki makalede ana konumuz Çin’de işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin durumudur. Bu değerlendirmenin ağırlıklı olarak Almanca kaynaklara dayandığını en baştan saptamak istiyoruz. Sayısal olarak dünyanın en büyük proletaryası Çin’de yaşamakta ve mücadele etmektedir. Çin’deki kadın ve erkek işçilerin günlük yaşamı kapitalist iş dünyası ve - anayasa, çalışma-ve sendika yasalarında kayıt altına alınmış - geniş kapsamlı bir hak yoksunluğu, feci bir insan hakları durumu ve bizzat geçerli hakların hiçe sayılması ile belirlenmektedir. İşçiler, sermayenin ve onun devletinin, sosyal-faşist diktatörlüğün tam karşısında duran ezilen, sömürülen sınıftır. Çinli kadın ve erkek işçiler kaderlerine teslim olmuyorlar. Onların direniş eylemleri, grevleri, yürüyüş / gösterileri ve örgütlenmesi, özellikle son on yıl içinde durmaksızın gelişti. Dünya çapında emperyalist bir büyük güç haline gelen Çin’in ekonomik gelişmesi hâlâ hızlıdır. Hemen hemen 30 yıllık bir zaman dilimi baz alındığında, Çin’in ekonomik dinamizmi ile karşılaştırılabilecek hiçbir kapitalist ülke örneği yoktur. 2006’dan 2010’a kadarki 11. Beş Yıllık Plan döneminde Çin, satın alma paritesine göre ölçülen GSİÜ’de ekonomik güç olarak dünya sıralamasında beşincilikten ikinciliğe çıktı. Çin’in iktisadi büyümesi son 30 yıl içinde ortalama % 10 civarında idi. Dünya Bankası Kasım 2011’de, Çin’deki GSİÜ-büyümesi ile ilgili tahminini 2011 yılı için tahmin edilen % 9,1 den sonra, 2012 yılı için % 8,2 olarak yaptı. (23.11.2011 tarihli Junge Welt adlı günlük gazete). Çin ticaret hacminde dünya çapında ikinci sırada bulunmaktadır. Çin’in döviz rezervleri 2010 yılı sonu itibariyle 2,85 bilyon ABD-Doları tutmaktadır. “Çin’in yurtdışındaki dolaysız yatırımları, mali sektör dışta tutulduğunda 2009 sonunda toplam yaklaşık 172 milyar ABD-Doları buldu. Çin’in yurtdışındaki dolaysız yatırımlarının toplam tutarı 2010’da geçen yılla karşılaştırıldığında 59 milyar ABD-Doları (+ % 36,3’e tekabül eder) oranında arttı.”1) Çin’de zenginlik ile yoksulluk arasındaki farklar aşırı derecede büyüktür ve makas giderek daha da açılmaktadır. Nüfusun en zengin % 10’u özel servetin/varlığın % 40’tan fazlasına sahiptir; buna karşılık en fakirler % 2’den daha azına sahiptir.2) Sorumuz şudur: Çin’deki kadın ve erkek işçi ve 29 emekçilerin somut durumu nasıldır? güncel Dünya çapında en büyük işçi sınıfı Çin’in 2010’da nüfusu 1,341 milyardır. Bunun yaklaşık 761 milyonu çalışanlardır.3) Her yıl yaklaşık olarak 9 milyon “yeni” çalışanlar hesap edilmekte veya devlet tarafından planlanmaktadır. Karşılaştırmak için: Aşağıdaki devletler / devletler topluluklarının çalışanların sayısı birlikte ele alınsa bile: 27’lerin AB, 30 222,9 milyon, ABD 139 milyon, Rusya 75,8 milyon, Japonya 62,57 milyon, Kanada 17 milyon ve Avustralya 11,25 milyon 4) buna rağmen Çin’deki çalışanların sayısı daha da yüksektir. ILO (Uluslar arası Çalışma Örgütü)’ya göre dünya çapında yaklaşık 3.261 milyon insan çalışmaktadır. Çinli emekçilerin dünya çapında tüm çalışanlarda oranı yaklaşık % 25 civarındadır. Çin’deki kadın ve erkek işçiler çeşitli tabakaları kapsamaktadır: devlet işletmeleri, özel-devlet (ortaklığı - ÇN) işletmelerinin kadın ve erkek işçileri, yerli ve yabancı “karışık” şirketlerin ve özel ve yabancı büyük holdinglerin işçileri ve kır proletaryası. Özel sektör – 40 milyonun üzerinde özel işletme ve ‘bireysel’ şirket var – 7,8 milyonu son beş yıl içinde devlet işletmelerinden işten çıkarılan işçiler olmak üzere, toplam 160 milyondan fazla insanı çalıştırmaktadır. Özel işletmelerdeki işçilerin sayısı, devlet işletmelerinde çalışan çalışanların sayısı gittikçe azalırken, sürekli artmaktadır.5) “2001’e kadar devlete ait tüm işletmelerin % 86’sı bütünüyle veya kısmen özelleştirilmiş idi.” 6) ----------1) Wirtschaftdaten kompakt [Yoğun bir şekilde ekonomik veriler – Almanca - ÇN], 15. 07. 2011 tarihi itibariyle, FAC’nin Pekin Elçiliği, www.peking.diplo.de 2) www.amnesty.ch/de/aktuell/magazin/52/china-soziale-probleme,2008 3) 15. 07. 2011 tarihi itibariyle Wirtschaftdaten kompakt 4) www.stockworld.de, 15.12.2011;ILO, 2009 5) “Çin’in özel ekonomisi 160 milyon insanı çalıştırıyor”, ÇHC’nin Ticaret Bakanlığı, 07. 02. 2011, german.mofcom.gov.cn;”Özel işletmeler Çin’in işsizlik sayısını düşürüyor”, RIAnovosti, 2010, de.rian. ru/business 6) “All China Federation of Trade Unions” (=Tüm Çin Sendikalar Birliği Federasyonu – ÇN) nun rolü: Onun Çin işçileri için bugünkü önemi”, Bai Ruixue, “Working USA – The Journal of Labor and Society”, Volume 14. 03. 2011 (= Çalışan ABD – İşçi ve Toplum ‘Dergisinin 14.03. 2011 tarihli sayısı’dan – ÇN), www. forumarbeitswelten.de Kızıl Çin döneminin, proletarya diktatörlüğünü uygulayan ve sosyalist büyük sanayide çalışan işçi sınıfı artık varlığını sürdürmemektedir. 19.yüzyılda İngiltere’deki sanayileşme-sürecinin birçok özellikleriyle karşılaştırılabilir olan onun ‘ilk birikimi’yle, Çin’de kapitalizmin gaddarca gelişmesi kırda yoksullaşmaya ve gerçekten kırdan kaçışa zorlanmaya götürdü. Bu ise Çin proletaryasının en fazla ezilen ve sömürülen kesiminin, “göçebe işçilerin” doğum saati oldu. Onlar yaklaşık 242 milyon insandır.7) Çin devleti Hukou (ikamet kayıt) sistemi ile kırdan gelen işçilere kentlerde oturma hakkı vermediğinden, onlar köyleri ile kentlerdeki işyerleri arasında oradan oraya göç etmeye zorlanmış durumdadırlar. Yaklaşık 761 milyon çalışanın 347 milyonu şehirlerde, 414 milyonu ise kırda çalışmaktadır. Kentlerdeki 347 milyon çalışanın 64 milyonu hâlâ devlete ait işletmelerde çalışmaktadırlar. “Kentlerde devlet işletmelerinde çalışanların sayısı 1998’den 2009’a kadar 90,58 milyondan 64,20 milyona geriledi ve onların toplam çalışanlar sayısındaki payı % 41,9’dan % 20,6’ya düştü; buna karşın limitet şirket ve anonim şirketlerde çalışanların sayısı 8,94 milyondan 33,89 milyona çıktı; onların toplam sayıdaki payı % 4,1’den 7) 15. 07. 2011 tarihi itibariyle Wirtschaftsdaten kompakt “Beyaz Kitap”, Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi’nin Basın Dairesi, Eylül 2010, Pekin, german.china.org.cn 9) Tüm sayılar 15. 10. 2011 tarihi itibariyle Wirtschaftsdaten kompakt’tan 10) 15. 07. 2011 tarihi itibariyle Wirtschaftsdaten kompakt 8) koşullarında yatmaktadır. Çin HC’nin Anayasası Tek tek yasalara değinmeden önce iki merkezi noktayı baştan belirtmek istiyoruz. Birincisi: Emekçiler için çok sınırlı sayıda ve kısıtlanmış olan hak yasalarla güvence altına alınmıştır. Hemen hemen bütün sorunlarda bizzat yasaların içinde zaten az sayıda güvence altına alınmış hakların ortadan kaldırılmasına izin veren istisnai düzenlemeler vardır. Bu anlamda birçok hakların sadece kâğıt üzerinde varlığından söz edilebilir ve bu hakların üzerinde yazıldıkları kâğıt kadar bile değeri yoktur. İkincisi: Çinli parti ve devlet bürokrasisinin diktatörlük sistemi tanınan az sayıda hakların talep edilmesini bile işçiler için zorlaştırmakta ve imkânsız hale getirmektedir. Neden? Çünkü Çin mahkemelerinde açılan davaların büyük çoğunluğunda hak arayanın başarılı olma şansı yoktur. Bütün yargılama erki sosyal faşist diktatörlüğün bir parçası olup, sisteme karşı koşulsuz yükümlüdür. Bu yargılama erki kendi “sınıfsal çıkarlarına” uygun olarak karar vermektedir. Eğer yasalarda işçiler lehine değişiklikler yapılıyorsa, eğer davalarda tek tek işçilerin lehine kararlar çıkıyorsa, bu yalnızca emekçilerin yoğun direnişinin egemenleri buna zorladığı içindir. güncel % 10,9’a; özel işletmeler ve tek kişilik firmalarda 32,32 milyondan 97,89 milyona, onların toplam sayıdaki payı %15,0’dan % 31,5’a yükseldi.”8) Toparlarsak bu, kentlerdeki çalışanların çoğunluğunun göçebe işçiler olduğu anlamına gelir. Göçebe kadın ve erkek işçilerin özel durumunu makale dizimizin II. Bölümünde inceleyeceğiz. Çin’de çalışanların % 45’i kadınlardır. Çalışanlar yüzdesel olarak şu dallara ayrışmaktadır: Tarımda % 37, sanayide % 29 ve hizmet sektöründe % 35. Resmen açıklanan işsizler 9,1 milyon (% 4,1) dur. 9) Ne var ki bizzat Çinli uzmanlar bile bu sayıların ‘düzeltilmiş’ veriler olduğunu itiraf etmektedirler. İşsizlik oranı verilen sayının çok üstündedir. “Çinli iş piyasası uzmanları kentsel işsizliğin % 10’nun üstünde olduğunu, kırsal alanda ise 100 milyondan fazla “ iş bulamayan işgücü” olduğunu tahmin etmektedirler.”10) Çin’deki toplumsal zenginliğin kaynağının kimler olduğunu bu veriler bilince çıkarmaktadır. Çin’deki on yıllardır çok hızla büyümenin arkasında çalışma, yüz milyonlarca Çinli emekçinin iş gücü durmaktadır. Onların acımasızca sömürülmesi ve Çinli egemenler ve yabancı tekeller / holdinglerin elde ettiği ekstra- kârın azamileştirilmesi, son 30 yılda devasa boyutlardaydı. Çin “mucizesi”nin gizemi her şeyden önce Çinli kadın ve erkek işçilerin inanılmaz yoğunlukta azgınca sömürülmelerinde, posalarının çıkarılmasında ve onların feci yaşam ve çalışma ----------- Çin HC’nin Anayasası Sosyalizmin inşasından kapitalizme geri dönüş aşaması Çin KP’sinin parti-egemenleri propagandalarında, Çin’in eskiden olduğu gibi halen de güya işçi sınıfının yönettiği “sosyalist” bir “devlet” olduğunu söyleyerek övünüyorlar. Bu Anayasada da böyle kayıt altına alınmıştır. Bu yalanın Almanya’da da hâlâ taraftarları vardır. DKP(Alman Komünist Partisi), Sol Parti ve KAZ(Komünist İşçi Gazetesi) gibi örgütler Çin’i “Sosyalizmi Çin tipi inşa yolunda olan” toplum olarak savunmaktadırlar. Birkaç Troçkist gruplar da Çin’i “sosyalist” olarak savunuyorlar, ama onu aynı zamanda “dejenere olmuş “ bir “işçi devleti” olarak adlandırıyorlar. Bu nedenle de anayasa ve yaşanan gerçeği kısaca ele almak gereklidir. Kısaca tarihçe… Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilk, henüz geçici Anayasası Halk Siyasi Danışma Konseyi’nin 1. Genel Toplantısı’nda (21.- 30.09. 1949) kararlaştırıldı. Bunu 1 Ekim 1949’da Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşu izledi. Eylül 1954’de gözden geçirilmiş Anayasa kabul edildi. Kültür Devriminden sonra yeni bir anayasa hazırlandı ve Ocak 1975’te IV. Ulusal Kongre tarafından kabul edildi. Bu Anayasa’nın 1. maddesinde Çin “halk devleti” olarak değil, bilakis işçi sınıfının önderlik ettiği ve işçi ve köylülerin ittifakına dayanan proletarya diktatörlüğünün sosyalist bir devleti “ olarak tanımlanır. (Çin HC’nin Anayasası, 1975, Pekin, s.10) 1978’de Mao Zedung’un ölümünden sonra anayasa yeniden gözden geçirildi ve Aralık 1982’de yeniden karar altına alındı. Bu anayasa bugüne kadar geçerlidir. Ne var ki 1988, 1993, 1999 ve 2004 yıllarında 31 güncel 32 “reform ve açılış” revizyonist siyasetiyle gerçekleşen somut gelişmelere “uyarlandı”. Ülkenin egemenleri olan parti patronları 1975 Anayasasının birçok saptamalarını, bu arada bunların arasındaki Çin Halk Cumhuriyeti’nin “sosyalist devlet” olarak adlandırılmasını da korudular. Oysa buna karşın bir dizi özsel değişiklikler yapıldı. 1975 Anayasası’nda devletin “proletarya diktatörlüğü” olarak nitelendirilmesi, 1982’de “halkın demokratik diktatörlüğü” ile değiştirildi. Peyderpey ‘özel ekonomi’, yani ‘özel kapitalizm’ anayasanın parçası haline getirildi. Anayasadaki bu adım adım değişikliklere bir örnek: 1975’te 7. maddede şunlar deniyor:”Halk komünlerinin kolektif ekonomisinin gelişmesi ve mutlak önceliğinin sağlanması koşulu altında halk komünlerinin tek tek üyeleri kendi özel kullanımları için küçük çaplı arazileri işleyebilir ve evsel yan zanaatı cüzi kapsamda yapabilir, hayvancılık bölgelerinde kendi özel kullanımları için cüzi miktarda hayvana sahip olabilirler.”(S. 14-15) 5. maddede somut olarak şunlar belirtiliyor: “Devlet, tarım dışında çalışan tek tek emekçilere yasalar çerçevesinde başkalarını sömürmeksizin bireysel olarak çalışma izini verir; bu çalışma kentlerde ve küçük şehirlerde bina bloklarının örgütleri tarafından veya kırsal halk komünlerinin üretim grupları tarafından standartize düzenlenir. Aynı zamanda bu emekçiler adım adım sosyalist kolektifleştirme yoluna yönlendirilmelidir.” (S.13) Bireysel çalışma ve belirli koşullarda kendi gereksinimi için üretimin mümkün kılınması burada apaçık bir şekilde yazılmıştır. Ama burada bununla ilgili özsel olan şey başkalarını sömürmeksizin çalışmaktır. Toplumsal hedef olarak kolektifleştirme saptanmaktadır. Peki, 1982 Anayasası ve onun “diğer uyarlamaları”nda neler yapıldı? “Bireysel ekonomi” etiketi altında adım adım kapitalist özelleştirmenin ilerletilmesi ve buna yasal bir çerçeve vermek hedef olarak konmaktadır. Bu, 11. maddenin çeşitli aşamalarla değiştirilmesiyle gerçekleşti. 1982’de ilk kez bireysel ekonominin hakları anayasal hukuk olarak sağlama alındı. “11. Madde: Kent ve kırdaki emekçilerin bireysel ekonomisi, yasal hükümler çerçevesinde gerçekleştirilmesi halinde, ortak mülkiyet sosyalist ekonomisinin bir tamamlayıcısıdır. Devlet bireysel iktisadın yasal haklarını ve çıkarlarını korur. Devlet, bireysel ekonomiyi yönetir, destekler ve idari denetim vasıtasıyla kontrol eder.” (www.verfassungen.net/re/ver182.htm) 1988 Anayasasına birinci ekte, daha sonra 11. maddeye yapılan şu ek ile kapitalist “özel iktisat” “tamamlayıcı” olarak kabul edilir: “Devlet yasal hükümler çerçevesinde özel ekonominin varlığına ve gelişmesine izin verir. Özel iktisat sosyalist ortak mülkiyet ekonomisinin bir tamamlayıcısıdır. Devlet özel iktisadın yasal haklarını ve çıkarlarını korur ve özel ekonomi karşısında yönetim, denetim ve düzenleme uygular.” Amma velâkin bu hâlâ yeterli olmuyor! 1999’da 11. madde metni değiştirilir ve bu bağlamda “ortak mülkiyet iktisadı” “sosyalist pazar ekonomisi” ile değiştirilir. 11. Maddenin 2. Paragrafı 2004’de şimdiye kadarki son şeklini alır:”Devlet iktisadın kamusal olmayan sektörünün yasal haklarını ve çıkarlarını aynı zamanda ekonominin bireysel ve özel sektörünün hak ve çıkarlarını korur… devlet kamusal olmayan sektörün gelişmesini cesaretlendirir, destekler ve yönetir.” Özel mülkiyet bütünüyle tanınır ve korunur. Dahası devlet özel iktisadın “cesaretlendirilmesini” ve “desteklenmesini” kendisine anayasal görev olarak koyar. Der Spiegel dergisi, bununla Çin’deki sözüm ona sosyalizmi kötüleyebildiğinden pis pis sırıtarak, ama içeriksel olarak aslında doğru bir şekilde bu anayasa değişikliklerini şöyle yorumluyor: “Alman Anayasasının tanıdığı gibi (en azından kağıt üzerinde! - HR) özel mülkiyetin sosyal yükümlülüğü bununla devletin özel yükümlülüğüne dönüşmüştü. Başka hiçbir ülkede şirket sahiplerine böylesine kur yapılmadı. Mülkiyet Çin’de halktan daha fazla haklara sahiptir.”1) 2004’de 13. maddede yapılan değişiklik de Çin devletinin “kapitalist” mesaj verme bilincine uygundur: “Vatandaşların yasal özel mülkiyeti dokunulmazdır. Devlet, yasayla uyum içinde, vatandaşların özel mülkiyet ve miras haklarını korur.” Burada özel mülkiyet ilk kez bireysel özel hak haline getirilmektedir. Bu ‘dokunulmaz’ dır ve ‘sınırsızca’ miras bırakılabilir ve tabii alınıp satılabilir.. Anayasadaki değişiklikler revizyonist-kapitalist parti burjuvazisinin denetimi altında kapitalizmin “legalize edilmesi” ve özelleştirilmesinin teşvik edilen sürecini belgelemektedir. Kapitalizm elbette yasa yoluyla kabul ettirilmemektedir. Hayır, yasalar sadece somut duruma, yani kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerine uyarlanmakta veya onlara “hukuksal” olarak kapı açmaktadır. Sonuçlar… ----------1) “Kâr açgözlülüğü gaddarlıkta sınır tanımıyor”, Gabor Steingart, 13. 06. 2006, www.spiegel.de Temel Haklar Anayasaya göre şu geçerlidir: “35.madde: Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşları konuşma, yayınlama, toplanma, örgütlenme, gösteri yapma ve yürüyüşler düzenleme özgürlüklerinden yararlanma hakkına sahiptirler.” Vatandaşlar “inanç özgürlüğüne sahiptir”… Ve metne göre hatta “Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşlarının kişisel özgürlüğü dokunulmazdır.” Bunlar 2004’te “devlet insan haklarına saygı duyar ve korur” cümlesi ile tamamlanmıştır. Anayasanın metni çıkış noktası alındığında Çin’in burjuva, demokratik siyasi bir sisteme sahip olduğu varsayılabilir. Oysa bu çok yanlıştır. Tabii ki burjuva dünyada anayasada tespit edilen haklar uygulamada tırpanlanmakta ve sınırlandırılmaktadır. Bu genel bir olgudur. Bu Çin’de bizzat Anayasa’da yapılmaktadır. Çin Anayasasında bir maddede haklar kabul edilirken, bir diğerinde kaldı- rılmaktadır. Buna iki örnek 40. ve 41. maddedir: “Madde 40: Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşlarının haberleşme özgürlüğü ve haberleşmenin gizliliği yasal olarak korunmaktadır. Vatandaşların haberleşme özgürlüğü ve gizliliğinin herhangi bir nedenle zedelenmesine, (şimdi dikkat! – HR) devlet güvenliği veya cürümlerin aydınlatılması nedeniyle kamu güvenliği organları veya savcılık organları için yasal olarak öngörülen işlem uyarınca haberleşmenin sansür edilmesine izin verilen olaylar dışında - hiçbir örgüt ve tek tek şahsın hakkı yoktur.” Neymiş! Yani devlet gerçekte her halükârda sansür uygulayabilir. Egemenlerin işine gelmeyen her muhalif tutum, kamusal güvenliğin sorunu olarak ele alınıp, buna uygun olarak sansürlenebilir. Pratik de budur. Devamında şunlar yazılıyor: “Madde 41:Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşlarının her devlet organı veya devlet fonksiyoneri karşısında eleştiri getirme ve öneride bulunma hakkı vardır; onlar devlet organı veya devlet fonksiyonerleri tarafından yapılan hak ihlali veya yükümlülük ihmali nedeniyle ilgili devlet organı nezdinde bir başvuru, dava açma veya suç duyurusunda bulunma hakkına sahiptir; (şimdi dikkat! - HR) ne var ki olguların uydurulması veya çarpıtılması yoluyla sahte suçlamalar ve iftiralar getirilmemelidir.” Yani kadın ve erkek vatandaşların her ne kadar suç duyurusunda bulunma, eleştirme veya dava açma hakları varsa da, aynı zamanda bununla bizzat kendilerini suç işlemiş hâle getirebilirler. Yasa “devlet organına iftira atma” gerekçesiyle her an her eleştiriciye karşı kullanılabilir. Ama devlet aynı zamanda bu anayasa maddesiyle kendi organ ve fonksiyonerlerini denetlemektedir. Eğer keyfilik fazla ileri giderse, akraba-dost kayırıcılığı tabak gibi ortaya çıkarsa, eğer bunlarla egemenlerin çıkarları tehlikeye girerse, o zaman uygun önlemler alınır. Devam edersek her ne kadar anayasa metni kimi genel hakları içerse de, birbirleriyle karşılaştırıldıklarında vatandaşların devlet karşısındaki yükümlülükleri haklarına epey ağır basmaktadır. Örneğin 52. maddede şunlar şart koşulmaktadır: “Çin Halk Cumhuriyeti’nin vatandaşları anayasa ve yasalara uymalı, devlet sırlarını saklamalı, kamu mülkiyetine saygı göstermeli, çalışma disiplinini uygulamalı, kamu düzenini korumalı ve toplumsal davranış tarzlarına uymalıdır.” Tek başına bu 53. madde bile güncel Anayasa hukuku açısından bugünkü Çin, özel iktisadın “kamu sektörü” gibi aynı şekilde korunduğu “ sosyalist pazar ekonomi” li bir ülke konumundadır. Zaten uzun süreden beri devlet kapitalizmi uygulayan Çinli egemenler salt özel iktisadı ve onun korunmasını adım adım anayasada sağlamlaştırmakla kalmadılar, aynı zamanda Çin’in sosyalist bir devlet olarak değerlendirilmesini de adım adım yumuşattılar. Daha 1982’de anayasanın önsözünde şunlar yazıyordu: “Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin sosyalist dönüştürülmesi tamamlanmıştır; insanın insan tarafından sömürülmesi sistemi ortadan kaldırılmış ve sosyalist sistem yerleşmiştir.” Bu pasaj 1993’de şöyle değiştirildi:”Ülkemiz sosyalizmin başlangıç evresinde bulunmaktadır.” Ve 1999 bir kez daha yeniden formüle edilir: “Ülkemiz daha uzun süre sosyalizmin başlangıç evresinde bulunacaktır.” Güya insanın insan tarafından sömürülmesinin ortadan kaldırıldığı yerleşmiş sosyalist sistemden (1982) bir aşama geriye “daha uzun süre sosyalizmin başlangıç evresine” (1999) dönüş yapılmaktadır. “Özel mülkiyetin korunması” ancak “Sosyalist Pazar Ekonomisi” safsatası aracılığıyla “sosyalizm-örtüsü” ile örtülebilir. “Çin tipi sosyalizm “ herhalde bu olsa gerektir?! Bu olsa olsa acayip bir satir olur. 33 güncel kuşkulu kadın ve erkek vatandaşları veya politikacıları takibat altına almaya, onlara zulmetmeye ve onları terörize etmeye yeterlidir. Burada vatandaşların her yükümlülüğü iktidar sahiplerinin egemenlik aracı haline gelmektedir. Hakları, çalışma zamanları, izinleri vs. için mücadele eden devlete ait işletmelerin işçilerine karşı Çin adliyesi günbegün bu 53. maddeyle “kamu düzenini bozanlar” olarak kovuşturma yürütmekte ve onları bu madde uyarınca cezalandırmaktadır. İşçilerin Anayasadaki Hakları 34 İşçi sınıfının durumu için grev hakkı, çalışma hakkı, izin hakkı veya eşit işe eşit ücret sınıf mücadelesinde merkezi demokratik haklardır. 1975 Çin Anayasası’nda henüz “vatandaşların gösteri ve protesto yürüyüşleri yapma özgürlüğü ve grev hakkı vardır.” (Sf. 32) deniyordu. Grev hakkı 1982’de Anayasadan silindi. Sosyalist sistemin “proletarya ile şirket sahipleri arasındaki sorunları ortadan kaldırdığı” 11) iddiası bunun gerekçesi idi. Yani Çin’de kapitalist dönüşümün küreselleştirilmiş kapitalizm aracılığıyla tamamlanmasına girişildiği bir zamanda ‘bizde sosyalizm vardır’ yaftasıyla grev hakkı bir çırpıda silinmiştir. Bu baştanbaşa antidemokratiktir ve sosyal-faşist diktatörlüğün yasal bir temel direğidir. İçinde Çinli ve yabancı holdingler ve finans kapitalistlerin, işçiler karşısında istedikleri gibi at oynayıp cirit attıkları “sosyalist pazar ekonomisi”ni Çin KP’si anayasaya bando-mızıka ile yazdırmıştır. Yani bu parti sömürücülere tüm hakları vermekte ve sömürülen sınıfın elinden en temel hakkını almaktadır. Kadın ve erkek işçiler grev hakkından yasal olarak mahrum bırakılmaktadır. Onlar sadece böylesi bir hak ile taleplerini güçlü ve mücadeleci bir şekilde gerçekleştirebilirler. Bu yasa daha en başından her türlü direniş ve eylemi illegalize ediyor. 1975’te 27. maddede şunlar saptanır: “Vatandaşlar çalışma hakkı ve eğitim hakkına sahiptirler.” (Sf:31) 1982’de anayasadaki çalışma hakkı küçük bir ifade değişikliği ile ortadan kaldırılır: “42. madde: Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşlarının çalışmaya hem hakkı hem de yükümlülüğü vardır. Devlet çeşitli kanallarla istihdam koşullarını yaratır, çalışmanın güvenliğini güçlendirir; çalışma koşullarını iyileştirir ve üretim genişletilmesi temelinde işin ücretlendirilmesini yükseltir ve sosyal avantajları çoğaltır. Çalışma çalışabilir durumdaki her bir vatandaşın şanlı yükümlülüğüdür. Kent ve kırdaki devlete ait işletmeler ve kolektif iktisadın örgütlerindeki emekçiler ülkenin efendileri oldukları bilinciyle işlerini yapmalıdırlar. Devlet sosyalist çalışma yarışmasını destekler ve örnek ve ileri emekçileri ödüllendirir.“ Çalışma hakkı böyle küçük bir ifade değişikliği ile böyle basitçe silinip süpürülür. Vatandaşların şimdi artık sadece “çalışmaya hakkı” vardır. Bu ise her vatandaşın eğer iş bulursa, çalışabileceğinden başka bir anlama gelmez. İlk anda anlamsızmış gibi görünse de bu değişikliğin geniş kapsamlı sonuçları olan bir anlamı vardır. Çalışma hakkı, yani çalışacak somut bir işe sahip olmak, hak olmaktan çıkmaktadır. Bununla sosyalist ekonominin bir ilkesi yasal olarak da ortadan kaldırılmaktadır: Proletarya diktatörlüğünün devleti bütün vatandaşlarına çalışma hakkını - bu çalışacak somut bir iş anlamına gelir - garanti eder. --------11) Uluslar arası Sendikalar Birliği, 2007, Sendikal Hakların Zedelenmeleri Üzerine Yıllık Toplu Bakış, Çin, survey07.ituc-csi.org Çin Anayasasında çalışma diğer yandan “şanlı yükümlülük” haline getirilmektedir. Ve devlete ait işletmelerdeki emekçilere onların “ülkenin efendileri” oldukları güvencesi verilmektedir. Nasıl bir alay etmedir bu! Vatandaşlar çalışmaya yükümlü kılınırken, devlet kendisini vatandaşlara uygun işyerlerini garanti etmek yükümlülüğünden kurtarmaktadır. O alttan almakta ve sırf sadece “istihdam için koşulları” yaratmaktadır. Doğal olarak bunun sonucu kadın ve erkek işçiler arasında aşırı yüksek derecede işsizlik, kesinleşmiş rekabet ve kıt-kanaat geçindirecek ücretlerdir. Dinlenme hakkı geçerli anayasada şöyle formüle edilmektedir: “Madde 43:Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşları dinlenme hakkına sahiptirler. Devlet, emekçilerin dinlenmesi ve iyileşmesi için tesisleri geliştirir ve işçi ve hizmetlilerin iş saatlerini ve izin düzenlemelerini tespit eder.” Bununla ilgili olarak Çin HC’nin iş yasasına baktığımızda, o zaman ikinci cümleyle burada “dinleme hakkı”nın aslında devlet işletmeleriyle sınırlandığı hemen açıklığa kavuşur. Özel işletmelerde neler olduğu devleti ilgilendirmemektedir. Dinlenme hakkı çalışma zamanlarının düzenlenmesi ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Devlet iş saatlerini ve izin düzenlemelerini “Çin HC’nin iş yasası”nda saptamaktadır. İş Yasaları 12) h t t p : // l e h r s t u h l . j u r a . u n i - g ö t t i n g e n . d e / chinarecht/940705b.htm, Sf:15, [Göttingen-Üniversitesi, Hukuk Kürsüsü, Çin Hukuku - ÇN] çıkarlarını korumak, çalışma ilişkilerini düzenlemek, sosyalist pazar ekonomisine uygun bir iş düzeni kurmak ve korumak ve ekonomik gelişmeyi ve sosyal ilerlemeyi teşvik etmek için anayasa temelinde bu yasa belirlenmektedir.” Birinci bölümde “ genel kurallar” saptanmaktadır. D(iğerlerinin). y(anında). burada şunlar söylenmektedir: “2.madde: Çin HC sınırları içindeki şirketlere ve Çin HC sınırları içindeki bireysel iktisadın örgütlerine (bundan sonra bunlara kısaca: işveren birimleri denecek) kendileriyle iş ilişkileri oluşturulan çalışanlara bu yasa uygulanır. Resmi makamlar, kurumsal birimler, toplumsal kuruluşlar ve kendileriyle iş sözleşmesi ilişkileri kurulan çalışanlar karşısında bu yasa uyarınca uygulama yapılır.” “İşveren birimlerinin” yükümlülükleri söz konusu edilmeden önce, çalışanların hak ve yükümlülükleri tespit edilir: “3.madde: Çalışanlar eşit haklara sahip olarak istihdam edilme ve kendi mesleklerini seçme hakkına, iş ücretini alma hakkına, istirahat/paydos zamanları ve izin hakkına, meslek tekniği açısından eğitim alma hakkına, sosyal sigorta ve sosyal hizmetlerden yararlanma hakkına, iş anlaşmazlıklarının ve diğer yasa tarafından belirlenen iş haklarının düzenlenmesi için başvuru yapma hakkına sahiptirler. Çalışan (kendisinin) iş yükümlülüğünü yerine getirmeli, mesleki yeteneklerini yükseltmeli, çalışma güvenliği ve sağlık yönetmeliklerine uymalı, çalışma disiplini ve mesleki ahlâkını korumalıdır.” Haklar böylesine genel saptandığında, belki bu ilk bakışta çok iyi görülebilir! Görünürde işçiler metne göre grev hakkı dışında iş dünyasındaki hemen hemen tüm gerekli haklara sahiptirler… Ama bu bir yasal metninin nasıl yanıltıcı olabileceğine sadece bir örnektir. Örneğin burada da çalışma hakkından söz edilmemekte, bilakis çalışanların “eşit haklara sahip olarak” “çalıştırılması “ gerekliliğinden bahsedilmektedir. “İşveren birimleri” işyerine geldiğinde tüm kadın ve erkek işçileri “hak eşitliğiyle” sıkıp suyunu çıkarabilir, sömürebilir, bizi fabrika/işletme kapısının önüne koyabilir. Çalışanların yasa yoluyla “iş ücretini alma” hakkının kabul edilmesi iyidir iyi olmasına ama bu pratikte gerçekten nasıl uygulanmaktadır? Çin’de milyonlarca işçi yıllardır sadece kendilerinin kıt-kanaat geçinmelerine yetecek ücretlerinin ödenmesine ulaşmak için her zaman ve yeniden mücadele etmektedirler! Özellikle göçebe kadın ve erkek işçilerin ücretlerinin gasp edilmesi gündemdedir. “Sosyal pazar ekonomisi” sloganıyla iş yasasıyla da açıktan açığa kapitalizm yönünde diğer bir “resmi” adım atılmaktadır. Sonunda kapitalist sömürü, hâlâ sürekli olarak “Çin tipi sosyalizm”den söz edilse de, legalize edilmektedir. güncel 1987’den 1995 başına kadar devlete ait olmayan işletmelerde, özellikle de serbest ticaret bölgelerinde çalışan işçiler pratikte her türlü haktan yoksundu. Bugün hâlâ geçerli olan iş yasası 1995 başında yürürlüğe girdi. Ucuz iş gücü olarak hadsiz-hesapsızca sömürülen tüm işçiler için bu yasa asgari bir iyileşme getirdi. Devlete ait işletmelerde çalışan yaklaşık 100 milyon emekçi için ise bu yasa mutlak bir kötüleşme anlamına geliyordu. O zamana kadar bunlar en azından güvenceli, işten çıkarılamaz (daimi) bir işyerine sahiptiler. Devlet işletmelerinin özelleştirilmesiyle ve yeni iş yasasıyla bu güvence kaldırıldı. Bu iş yasası işçiler ve devlet arasındaki yasal ilişkiler ile ilgili olarak değil, bilakis işçiler ile “Çin HC sınırları içindeki şirketler ve bireysel iktisadın örgütleri” arasındaki ilişkilerde uygulanmaktadır (Madde 2). Bu yasanın anlamı üzerine Alman yayıncılar şu yorumu yapıyorlar: “Bu yasa iş hukuku reformunu sonuçlandıracak ve iş ilişkilerinin, iş sözleşmesine dayanma zorunluluğunu ve bununla da devlet işletmelerinin tüm iş ilişkilerinde, önceden orada var olan devlet memuru türündeki devlet işçilerinin yasal ilişkisinin, iş sözleşmesi ilişkileri ile değiştirilmesini sonal olarak kabul ettirecektir.” 12) İş yasası 13 bölüm ve 107 madde veya paragraftan oluşmaktadır. Yasama erki iş yasasının gerekliliğini 1. maddede şöyle gerekçelendirmektedir: “Çalışanların legal haklarını ve ----------- İş Sözleşmeleri 3. Bölüm iş ve toplu iş sözleşmeleri için düzenlemeleri içermektedir. Bunlardan en önemlileri şunlardır: “bir iş ilişkisinin kurulması için bir iş sözleşmesi yapılmalıdır.” “İş sözleşmesi” ”çalışan ile işveren birimi arasındaki bir iş ilişkisini kuran ve her iki tarafın hak ve yükümlülüklerini açıklığa kavuşturan bir anlaşmayı içerir”. Çalışanların en asgari haklarını korumak için bu yasa hükmü sineye çekilebilir. Ne var ki bu bütünüyle değersiz bir durumdadır. Çünkü iş yasasının 35 güncel bütününde, iş sözleşmesinin yapılmadığı hallerde istihdamın cezalarla veya yaptırımlarla tehdit edilmesi yoktur. Aslında hiç iş sözleşmeleri yapmamak için tam da bu “yasal boşluk” Çinli ve yabancı kapitalistler tarafından tüm araç ve yollarla kullanıldı. Bu apaçık gözler önünde olduğundan ve devlet kadın ve erkek işçilerin sert protestolarının “uyum içindeki iş ilişkileri” için bir tehlike oluşturmasından çekindiği için 2008 yılında yeni bir “iş sözleşmesi yasası” çıkarıldı. Süresiz iş sözleşmelerini engellemek amacıyla, bu yasa yürürlüğe girmeden önce milyonlarca işçi işten çıkarıldılar. Birinci maddede bu yasanın hedefi şöyle ifade edilmektedir: “Bu yasa iş sözleşmesi hukukunun iyileştirilmesine, sözleşme taraflarının hak ve yükümlülüklerinin saptanmasına, çalışanların yasal hak ve çıkarlarının korunmasına ve uyumlu ve dengeli çalışma ilişkilerinin yaratılması ve daha da geliştirilmesine hizmet eder.” Bu, iş yasası ile karşılaştırıldığında belirli bir iyileştirme getirmektedir. Bu yasada iş sözleşmesinin bulunmadığı hallerde yaptırımlar getirildi. Aynı zamanda örneğin ücretin zamanında ödenmemesi veya işten çıkarılma / atılma vs. de hangi tazminatların ödenmesinin zorunlu olduğu düzenlendi. Egemenler bu yasayla kadın ve erkek işçilerin hoşnutsuzluğunu yatıştırmak istiyorlar. Çalışma Zamanı ve Dinlenme / İzin 36 Anayasada gördüğümüz gibi devlet “işçi ve hizmetlilerin çalışma saatlerini ve çalışma kurallarını tespit eder.” (Madde 43) Bu esas olarak iş yasası ile gerçekleşmektedir. İş zamanları ve dinlenme dördüncü bölümde düzenlenmektedir: “36. madde: Devlet, günlük çalışma zamanını 8 saati ve haftalık ortalama çalışma zamanını 44 saati aşmayacak şekilde düzenler.”;”38. madde: İşveren birimi çalışana haftada en az bir dinlenme günü sağlamak zorundadır.” Yani “sosyalizm”de haftada 6 günlük ve 44 saatlik çalışma zamanı. Aynı zamanda bu saptama derhal peşinden gelen paragrafta ortadan kaldırılır ve değerini yitirir. “39.madde: Eğer şirket üretim koşulları nedeniyle 36. ve 38. maddeye uyamazsa çalışma idaresi bölümünün izniyle çalışma ve dinlenme(zamanı)için başka bir yöntem seçebilir.” Bununla böylece 36. ve 38. maddelerdeki hükümlerden yasa yoluyla sakınılmaktadır. “Çalışma idaresi bölümü”ndeki parti ve devlet bürokratları ile iyi geçinen her şirket, yüksek miktarda rüşvet de vererek 39. madde uyarınca işçileri istediği kadar uzun süre çalıştırabilir. Sermayenin gücü 41. maddeyle daha da güçlendirilir. Kadın ve erkek işçilere karşı keyfilik deyim yerindeyse “yasal olarak” düzenlenmiştir. “41. madde: Eğer işveren birimi, üretim ve işletmenin ihtiyaçları gerekli kılıyorsa, sendika ve çalışanlarla pazarlık görüşmelerinden sonra çalışma zamanını uzatılabilir, fazla mesailer kural olarak günde bir saati aşamaz; eğer özel nedenler iş zamanının uzatılmasını gerekli kılıyorsa, çalışanların bedensel sağlığı sağlandığı sürece, günde 3 saate kadar, ama ayda 36 saati geçmemek üzere fazla mesailer yapılabilir.” Yani iş yasası 8-saatlik iş gününü bile garanti etmiyor; bilakis çalışma zamanının istenildiği gibi uzatılabilmesini öngörüyor. Öyle ki, somut iş gününde 11-saatlik çalışma süresi çok “normal”dir. Hafta sonu yoktur ve çalışma günleri sabah erkenden gece geç vakitlere kadardır. Yıllık izin durum nasıldır? “45.madde: Devlet ödemeli bir yıllık izni öngörür. Aralıksız bir yıl süresince çalışmış olan çalışanların ödemeli bir yıllık izin hakları vardır. Somut düzenlemeyi devlet konseyi yapar.” Devlet işletmeleri için ödemeli bir yıllık izin öngörülmektedir, ama burada yılda en azından kaç izin gününün zorunlu olduğu somut olarak tespit edilmemiştir. Başka işletmelerdeki yıllık izin süreleri hakkındaki veriler 7 ile 14 gün arasında değişmektedir. Eğer birisi bütün bir yıl boyunca kesintisiz çalışmamış ise, onun ödemeli yıllık izin hakkı yoktur. İş Ücreti İş Yasası’nın 5. Bölümünde “ücret” ile ilgili olarak şunlar deniyor: “46.madde: Ücretler işe / katkıya göre dağıtım ilkesine uygun olmalıdır; eşit işe eşit ücret geçerli olmalıdır. Ücret seviyesi ekonomik gelişme temelinde yavaş yavaş yükselir. Devlet toplam ücret üzerinde makro bir denetim uygular.” Burada da her şey, hiçbir somut ve bağlayıcılığı olmayan saptamalar içeren tumturaklı laf-ı güzaf. Eşit işe eşit ücret evet çok iyidir! Ama hemen peşinden bu ilke 47. maddede yine toz oluyor. “47.madde: İşveren birimi, üretim ve işletmenin ekonomik verimliliğinin özgüllüklerine uygun olarak yasa uyarınca özerkçe, bu birimin ücret dağıtım biçimlerini ve ücret düzeyini belirler.” Yani neymiş? Her şey sermayeye ve holdinge teslim ediliyor. Ücretlerin ne kadar düşük veya yüksek olması gerektiği veya asgari ne kadar olmak zorunda olduğu sorusu ağırlıklı olarak yanıtsız bırakılıyor. Ücretler yeniden üretim, yani yaşam için gerekli her şey, beslenme, konut, çocuklar-ailenin geçimi, kültür, boş “Eski Çamlar Bardak Oldu!” “Şimdi sendika somut olarak ne iş yapar ve bunu nasıl yapar? Sun bununla ilgili olarak bize şunları anlattı: Sendika işçi sınıfının bir kitle örgütünü oluştururken, parti proletaryanın öncü örgütüdür. Bu nedenle sendika örgütleri – fabrikadan çeşitli büyük üretim tesislerine kadar – tüm alanlarda ilgili düzeyin parti örgütünün önderliğinde çalışır. Sendikanın her şeyden önce yerine getirmesi gerekli görevi, işçiler arasında Marksizm-Leninizm ve Mao Zedung Düşüncelerinin incelenmesini örgütlemek ve işçileri ideoloji ve siyasi çizgi ile ilgili olarak eğitmektir. Şuanda tüm fabrika Marks ve Engels’in ‘Komünist Partinin Manifestosu’nu ve Lenin’in ‘Devlet ve Devrimi’ni inceliyor. İşçiler nöbetleşerek / sıra ile kısa yoğun kurslara katılıyorlar. Bu süre içinde ücretlerini tam bir şekilde ödenmiş olarak alıyorlar… Sendikalar işçilere onların üretici işlerini iyi yapmalarında da yardım ediyorlar. Sendika, işçilerin yönetimi tüm alanlarda denetlemesini ve ona(yönetime – ÇN) işinde destek olmasını sağlıyor. Sendika elbette işçilerin yaşamı ile ilgilenmelidir. Sendikanın yeni seçilen komitesi, fabrikadaki sendika yönetim organı 24 üyeden oluşmaktadır. Onlardan birçoğu, başkan yardımcısı Yü Hsiao-ming de fabrikadaki eski işlerinde çalışmaya devam etmektedirler. Sendika Komitesinin bir başkanlık ve parti komitesinin bir yardımcı sekreterliği makamlarını üstlenmesine karşın, Sun Tsung-jung eskiden olduğu gibi hâlâ işçi olarak aldığı ücreti almaktadır. Fabrikanın önder yoldaşları çok alçak gönüllüdürler… Bizler ne işçilere hükmeden bir ‘menajer kesimi’, ne de bir ‘işçi aristokrasisi’ tarafından yönetilen bir sendika örgütü gördük. İşçiler, fabrikanın gerçek efendileridirler.” Bunlar Çin Devlet Sendikası (ACGB)’nın güncel çalışmasının bir anlatımı değildir. Hayır, Peking Rundschau, 10. 07. 1973 tarihli, 27. Sayısından 1) bir alıntıdır. Evet, tüm hatalara veya geriye götüren darbelere karşın sosyalist Çin’de çalışanların çıkarlarını temsil eden bir sendika vardı. Kadın ve erkek işçilerin komünist partisi önderliğinde kendilerinin en özsel gücünü nasıl uyguladıklarına ve bu bağlamda sendikanın hangi işleve sahip olduğuna: ideolojik-siyasi eğitme, teorik eğitim ve aynı zamanda işletmedeki işçilerin çıkarlarını güvence altına alma; bir örnektir bu. Sendika aktifistleri üretimde çalışmayı sürdürdü- ler ve kendilerinin yürüttüğü sendika çalışmasından dolayı hiçbir maddi avantaja sahip olmadılar. -------1) “Çin HC’nin sosyalizmdeki yeni yaşamı – Çin üzerine güncel zaman için yetiyor mu? Kendisini iş yasası olarak adlandıran bir yasa için bunlar da ölçek olarak alınmamıştır. birkaç başlıca olgular, 10 Soru ve cevap”, Rotfront (Kızıl Cephe - ÇN) Yayınevi, Kiel, 1974/75, Sf: 122-124) Ücret seviyesinin “ekonomik gelişme temelinde yavaş yavaş yükselmesi”, Çinli emekçilerin feci yaşam gerçekliğinin – şayet gerçekleşirse – sadece yavaş yavaş iyileşeceğini vaat etmektedir. Toplumsal zenginlik çabukça yükseklere tırmanmakta ve fakat bu öncelikle devlet ile özel burjuvaziye yaramaktadır. Bu değerleri yaratanlar, ücrete bağımlılar kıt-kanaat geçinebilecekleri ücretler almaya devam etmektedirler. Ve ücretlerin yavaş yavaş arttırılması bile hiçbir şekilde garanti edilmemiş durumdadır. Özel kapitalist holdinglerde çalışan 160 milyon kadın ve erkek işçi için 47. madde bağlayıcıdır ve onların ücretleri veya “ücret dağıtımının biçimleri” kapitalistler tarafından “ özerk olarak” belirlenir. (Yarı özelleştirilmiş işletmeler burada hesaba katılmamıştır.) 48. maddede sadece yerel bir asgari ücret teminatı verilir. 48. madde: Devlet bir asgari ücreti garanti eder. Asgari ücret için somut meblağlar PAS (Devlet Kurumu)’ın Halk Hükümeti tarafından tespit edilir ve Devlet Konseyine arşive konulmak üzere bildirilir. İşveren biriminin çalışana ödediği ücret yerel asgari ücretin altında olamaz.” Ücretlerin nasıl ödenmesi gerektiği şöyle saptanır: “50. madde: Ücret her ay para olarak bizzat çalışana ödenmelidir. Çalışanın ücretinden kesintiler yapmak veya temelsiz bir şekilde ödemeyi geciktirmek caiz değildir.” Bu da kulağa hoş geliyor! Fakat gerçek bununla bütünüyle çelişki içindedir: Ödenmemiş, zamanında ödenmeyen veya hiç ödenmeyen ücretler veya ücretten yapılan kesintiler son yıllarda yürütülen çoğu grev ve iş mücadeleleri için en önemli nedenlerdir. Sermaye İle Emek Arasındaki Çatışmalar Önceden de söylendiği üzere grev hakkı yasal olarak yoktur. O halde “iş ihtilafları” denilenler meydana geldiğinde ne oluyor? Bununla 77. madde uğraşıyor: “İşveren birimi ile çalışanlar arasında bir iş ihtilafı çıktığında, bu durumda taraflar yasaya göre uzlaşma ve bir hakem işlemi başvurusu yapabilir veya dava açabilir; onlar (taraflar – ÇN) ihtilafı müzakerelerle ortadan kaldırabilirler. Hakem ve yargı işleminde uzlaşma 37 güncel ilkesi uygulanır.” Grev-ve iş mücadeleleri yerine müzakereler öngörülmektedir. “Uyum içindeki çalışma dünyası “ için bunun gerekli olduğu su götürmez! Müzakereler, uzlaşma ve hakem işlemi eşit haklara sahip iki taraf arasında yürümemektedir. Sendika (bakınız bundan sonraki bölüm), bütünüyle iktidar aygıtının parçası olan bir devlet sendikasıdır. Kadın ve erkek işçilerin gerçek bir temsilcisi yoktur. Yani müzakereler sadece gerçeğin üstünü örtme işlevini görmektedir. Uzlaştırma komisyonu, çalışanların, “işveren birimi”nin ve sendikanın temsilcilerinden oluşmakta ve başkanlığı sendika temsilcisi üzerlenmektedir. Hakem komisyonu ise çalışma idaresi, sendika ve “işveren birimi” temsilcilerinden oluşmaktadır. Nihayetinde işçilere sadece halk mahkemesi nezdinde dava açmak yolu kalmaktadır. Bu ise aslında buna bağlı baskılara karşı direnmek için çok uzun bir soluğu, yürekliliği ve cesareti gerekli kılmaktadır. Ve önceden zaten söylendiği gibi “halk mahkemeleri” gerçekte neredeyse her zaman halka karşı karar vermektedirler. Grev hakkı olmaksızın, işçiler çıkarlarını kabul ettirmek için ilkesel olarak hiçbir legal olanağa sahip değildirler. Sonuç: Çin devletinin yasaları tüm araçları kullanarak, emekçileri enternasyonal sermaye ve Çin sermayesi için itaatkâr sömürü nesnesi olarak uslandırmaya ve yıldırmaya çalışmaktadır. Bu kanunlar sosyal-faşist müdahale tarzlarını yasal dayanaklar üzerine sağlamca oturtmakta ve ancak kimi asgari demokratik hakları zoraki olarak kabullenmek durumunda kalmaktadırlar. Örneğin “bağımsız sendikacı” olan, “Çin İşçi Bülteni” adlı yayın organını çıkaranı Han Dongfang haklı olarak şöyle yorumluyor: “Bu yasalar, hükümet çok aydınlandığından değil, bilakis sürekli ve geniş kapsamlı hak ihlallerine karşı işçi grevleri ve protestoları böylece iş mücadelelerinin artarak sürmesini engellemek için hükümete yasa değiştirmekten başka tercih bırakmadığındandır.” 13) Direniş, grevler ve yürüyüşler/gösteriler örgütleme son yıllarda sıçrayarak arttı. Kadın ve erkek işçiler arasında kendi gücünün bilinci arttığından, egemenler küçük tavizler vermeyi sürdürmek zorunda kalacaklardır. Ama aynı zamanda zapturapt sopasını sallayacaklar ve gelecek ayaklanmaları kanla bastırmaya çalışacaklardır. Tüm Çin Sendikalar Birliği (ACGB) ve 38 Sendika Hakları 1995 İş Yasasında şu haklar ‘verilmektedir’: “Çalışanların, yasa gereğince sendikalara katılmak ve sendikalar örgütlemek hakları vardır. Sendika, çalışanların legal haklarını temsil eder ve korur ve yasa uyarınca bağımsız ve özerk faaliyet yürütür.” Ama burada söylenenler de sadece lafta kalıyor. Çünkü yalnızca bir tek “çalışanlar-örgütü” yasal olarak tanınmaktadır, o da Tüm Çin Sendikalar Birliği’dir. Sendikaya üye olmak ancak Çin Sendikalar Birliği içindeki bir sendikada mümkündür. Evet, bu bir haktır. Ama gerçekte bu bir zorunlu üyeliktir. Çünkü ACGB’den bağımsız bir sendika kurmaya veya örgütlemeye izin verilmez. Böylece üyelik için üye olunacak örgütü seçme / tercih etme olanağı da yoktur. “Bağımsız ve özerk” sendikalarda örgütlenme hakkının yasada kabul edilip kayıt altına alınması demagojidir. Çünkü bu hakkın tek başına ve sadece devletin yönlendirdiği ACGB içinde kullanılabileceği dikte edilmektedir. ACGB işçi sınıfının temsilcisi değil, bilakis revizyonist KP ve yeni burjuvazinin temsilcisi ve iktidar aracıdır. Bu sahte sendika kadın ve erkek işçileri kendilerinin az sayıda, var olan hakları konusunda bile aydınlatma görevini yerine getirmemektedir. Bu, gerçek sendika yasasına ve onun değişikliklerine de yansımaktadır. Ekim 2001 tarihli güncel sendika yasasının 1.maddesinde esas görev olarak şunlar saptanmaktadır: “Bu yasa Çin Halk Cumhuriyeti’nin Anayasası ile uyum içinde sendikaların, devletin siyasi, ekonomik ve sosyal yaşamındaki hakları ve yükümlülüklerini tespit etmekte ve onların sosyalist modernleşmeye katkısındaki rolünü oynamaları için yürürlüğe girmektedir.” Bu birinci madde tüm yasanın belirleyici noktasıdır. Sendikaların görevi işçilerin çıkarlarının temsil edilmesi değildir. “Sendikaların devletin siyasi, ekonomik ve sosyal yaşamındaki “ konumu merkeze konmaktadır. Yani Çin-revizyonist tarzı pazar ekonomisinde “sosyal ortaklık”. ---------13) “ Çin grev hakkı ve toplu iş sözleşmeleri yolunda mı?”, Rosso Vinzenzo, Telepolis, 08. 07. 2008, www.heise.de/tp/ druck/mb/artikel/28/28258/1.html Grev hakkı zaten daha 1982’de Anayasadan çıkarıldı. Şayet grev yapılırsa, o zaman ACGB’nin görevi nedir? 27. maddede şöyle deniyor: “Bir şirketteki bir iş bırakma veya işi yavaşlatma grevi olması durumunda, ların çoğunu iç iş göçmenlerinin oluşturduğu büyük üretim bölgelerindeki anlaşmazlıklarla ve kolektif eylemlerin çoğuyla hiçbir ilgisi yoktur. Sadece az sayıda göçebe iş güçlerinin kendi şirketlerindeki sendikaların varlığının --------- güncel sendika şirket, kurum veya söz konusu grup ile yürütülen danışmada personeli ve çalışanları temsil eder; personel ve çalışanların görüş ve taleplerini dile getirir ve çözümler bulması gerekir. Şirket veya kurum, işletmedeki personel ve çalışanların makul talepleri temelinde anlaşmazlığın uzlaşma ile aşılmasına çaba göstermelidir.” 14) Burası aslında fazla yorum gerektirmiyor. ACGB’nin için öngörülen rol arabulucu rolüdür. Aman ha aman işçileri kesinlikle mücadele etmeye cesaretlendirmemeli veya teşvik etmemelidir! En iyisi anlaşmazlığı uzlaştırma yoluyla aşmalıdır! ACGB, “işletme tarafları - yani kapitalistler ve işçiler - arasında arabulucu mercii” olduğundan kendi üyelerinin çıkarlarını savunmamaktadır. 10. madde ACGB’nin sendika tekelini sağlama alıyor. ACGB “birleşmiş ulusal örgüt” ilan ediliyor. Yasal olarak 25 üyeden itibaren sendika örgütleri kurmak mümkündür. Ama her sendika örgütü ancak eğer bir seviye üstteki örgüt tarafından onaylanırsa o zaman resmen tanınmaktadır. Her sendika örgütü ise ACGB’ne bağlı olmalıdır. Yani ACGB’ne bağlı olmayan bir sendika mevcut olarak geçerli sayılmaz. Uluslar arası Sendikalar Birliği (İGB) her yıl “Çin’deki sendikal hakların ihlalleri hakkında yıllık Toplu Bakış” yayımlamaktadır. Bunda ACGB’nin rolü şöyle değerlendirilmektedir: “Tüm Çin Sendikalar Birliği (ACGB) ülkenin biricik izin verilmiş sendika örgütüdür. Onun rolü, üstteki yerel birliklerin alttaki birlikleri denetlenmesi işlevinin ve her şeyden önce ihtilaflı iş sorunlarının açıklığa kavuşturulması yoluyla ‘uyumlu’ bir ‘toplum’ ve’ uyumlu’ bir ‘işyeri’nin ülke çapında inşasının teşvik edilmesinin 2008 yılındaki yasalarla pekiştirilmesiyle güçlendirildi” 15) Sendika seçimleri hakkında şu bilgiler veriliyor: “Sendika yasası sendika fonksiyonerlerinin bütün düzeylerde seçilmesini zorunlu kılmasına karşın, bu çoğu kez bilinmemezlikten gelinmekte ve fonksiyonerlerin çoğu atanmaktadır. Ayrıca seçilen adaylar ACGB’nin taşra illeri düzeyindeki komisyonları tarafından onaylanmalıdır. Prensip olarak işletme yönetimi ve ACGB’nin yerel fonksiyonerleri tarafından kurulan ‘ kâğıt üzerindeki sendikalar’ eskiden olduğu gibi hâlâ yaygındır ve birçok çalışanlar kendi işletmelerindeki bir sendikanın varlığının hiçbir şekilde bilincinde değildirler. “ (agy) Ve ACGB “iş anlaşmazlıkları ”nda nasıl davranmaktadır? “Tüm Çin Sendikalar Birliğinin (ACGB), özel şirketlerin çoğunun yerleşmiş olduğu ve çalışan- 14) Enternasyonal Sendikalar Birliği, Yıllık Toplu Bakış 2007, survey07.ituc-csi.org 15) Enternasyonal Sendikalar Birliği, Yıllık Toplu Bakış 2011, www.ituc-csi.org/China bilincindedirler ve çok daha azı yasal hakları zedelendiğinde sendikadan destek isteme durumundadır.” (agy) İGB’nin bu değerlendirmeleri Globalisation Monitor, China Labor Net vs. gibi bağımsız Çinli sendika aktifistlerinin İnternet forumlarındaki birçok bilgiler ile örtüşmektedir. İGB’nin değerlendirmeleri anti-kapitalist bir bakış açısından yapılmamıştır. Hayır, bunlar sarı, ‘sosyal ortaklıkçı’ dünya çapında hareket eden bir sendika birliğinin değerlendirmeleridirler. ACGB bu IGB’ye göre bile haddinden fazla “sosyal ortaklıkçı”dır. ACGB bir holdingde sendika şubeleri kurmak isterse, bu, onun kadın ve erkek işçilerin çıkarlarını temsil etmek istediği anlamına gelmez. ACGB bu bağlamda sadece işletmelerde Çin KP’nin siyasetini gerçekleştirmek ve işletmelerdeki işçileri denetlemek istemektedir. Buna bir örnek verelim: “İlk adımda Wal-Mart henüz sendika şubelerinin kurulmasına karşıydı; bu durumda ACFTU (ACGB’nin İngilizcesinin kısaltılmışı – HR) bizzat kendisi işçilerle bağlantı kurdu ve onları sendikaları inşa etmek için harekete geçirdi. Bu aşamada işçiler demokratik seçimlerle sendika komiteleri ve sendika başkanlarını belirlediler. Wal-Mart tavrını değiştirip ACFTU’ya yöneldikten ve diğer geride kalan işletmelerde sendikaların kurulmasını kabul ettiğini açıkladıktan sonra ACFTU kendisinin eski politikasına, sendikalar kurulurken şirket yönetiminin onayını almaya geri döndü. Diğer bir ifadeyle Wal-Mart mağazalarında sendika olarak yer almak hedefine ulaşır ulaşmaz, işçileri doğrudan harekete geçirmeyi bıraktı. ACFTU’nun birinci planda işçilerin çıkarları için çalışmadığına, bilakis aslında bizzat kendisini ve bunun üzerinden ÇKP’ni işletmelerde pekiştirmek ile ilgilendiğine bir diğer kanıt şudur: Wal-Mart’a mağazalarda neden sendikalara izin verildiği sorulduğunda bir Wal-Mart sözcüsü şöyle cevap veriyor:’Çin sendikaları batıdaki sendikalardan ilkesel olarak farklıdırlar. … 39 güncel Sendika kendisinin hedefinin işverenlerle işbirliği yapacağını ve çatışma aramayacağını vurguladı.’ ACFTU için bizzat kendi varlığı, ÇKP’nin önderlik iddiası işçilerin çıkarlarından daha önemlidir. O gerçekte bunun için mücadele ederken, işçileri savunduğu yalanını ileri sürebilmektedir.” 16) Sonuç: Sendika Yasası “uyum içinde” bir “toplum” ve “uyum içinde ” bir “işyeri” için ACGB’nin konumunu ve onun arabuluculuk rolünü “sağlamaktadır”. ACGB bir devlet sendikasıdır. Bu, onun holdinglerde ve fabrikalarda örgütlenme ve “çıkarları temsil etme” işini belirlemektedir. Kadın ve erkek işçilerin çıkarlarının savunulması açısından o hiçbir işe yaramaz.. Makalemizin ikinci bölümünde Çinli kadın ve erkek işçilerin yaşam ve çalışma koşullarını, aynı zamanda onların devlete, sermayeye ve zorunlu sendikaya karşı direniş ve grevlerini konu edineceğiz. İşçiler geniş bir cephe içinde kaderlerini kendi ellerine almakta ve kendi örgütlerini yaratmaktadırlar. -------16) “’Tüm Çin Sendikalar Birliği’nin Rolü: Çinli işçiler için onun bugünkü önemi”, Bai Ruixue, “Working USA – The Journal of Labor and Society” (ABD’de Çalışma – İşçi ve Toplum Gazetesi – ÇN) de yayınlandı, 14. 03. 2011 tarihli sayı, www.forumarbeitswelten.de 40 Açıklama: Bu makale dizisinde üzerinde durduğumuz yazarlar ve onların pozisyonlarının kategorize edilmesi ile ilgili olarak onların siyasi olarak farklı farklı konumlandıklarını saptamak istiyoruz. Her ikisi de Assoziation A Yayınevi’nde “gongchao’nun dostları” (gongchao: iş mücadelesi/işçi hareketi) tarafından çıkarılan iki kitapta, Çin’deki işçi sınıfı hakkında bilgi verici, önemli tahliller, sosyolojik uzun süreli gözlemler ve raporlar yayımlanmaktadır: “Dagonmei, Çin’in dünya pazarı fabrikalarından işçiler anlatıyorlar”, Pun Ngai,Liwanwei , 2006 ve “İkinci Kuşağın Yolo koyuluşu” Pun Ngai -Ching Kwan Lee, v.d., 2010. ‘Hongkong Uygulamalı Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde kadın profesör olan Pun Ngai yazılarında Kızıl Çin’i ve kapitalist Çin’i epeyi ayrımcı bir şekilde tahlil etmektedir. O her ne kadar bir komünist olmasa da, yine de Mao’nun Çin’indeki kadın ve erkek işçilerin sınıfsal durumunun objektif olarak bugünkü Çin’den özsel olarak farklı ve daha iyi olduğunu anlatmaktadır. Bu ise kitabın önsözünde wild- cat (Almanya’da yayınlanan anarko sendikalist bir dergi - ÇN) ‘a açıktan açığa sempati duydukları belli olan, anti-Maoist, anti-Stalinist “gongchao’nun dostları” nın şu serzenişini getiriyor: Bu tahlillerin gücü somut sömürü deneyimlerinin ve bunların arkasında duran sömürü koşullarının anlatımında yatmaktadır. Ama yer yer de Maoist sınıf egemenliğinin hissedilen küçümsenmesinde… olduğu gibi zaafları vardır.” Böylece “gongchao’nun dostları” Çin’deki işçi hareketine “yeni –Maoist grupların sosyalist-milliyetçi ve devlet odaklı pozisyonlarının dışında bir sınıfsal solun biçimlenmesini” ‘diliyorlar’. 17) Labournet sitesinde de Çin’li yazarların zengin verileri / bilgileri içeren güncel yazıları yayımlanmaktadır. Örneğin Au Loong Yu (China Labour Net’in çıkardığı Hongkong’daki Globalization Monitor’un elemanı) veya Bai Ruixue (China Labour Net’te yazar) gibi yazarlar. Onlar sadece bugünkü gerici Çin rejiminin karşıtları değildirler. Onlar burjuva demokrasisinin ateşli savunucuları, anti-komünisttirler ve “maoizm”i insan düşmanı olarak mahkûm etmekte ve bir bütün olarak sosyalist Çin’i reddetmektedir. Ne var ki onlar 1949’dan 1976’ya kadar ile 1978’den bugüne kadarki işçilerin durumu arasındaki açıktan açığa farkları bütünüyle görebilecek tespit edebilecek kadar da “objektif”tirler. Onların değerlendirmesine göre durum şöyle görünmektedir: “Kısaca: Mao döneminde işçiler en az “ hoşnut olmayan” sınıf idiler ve bu aslında büyük bir oranda belirgin iş mücadelelerinin yokluğunun ve her şeyden önce özerk işçi örgütleri kurulması çabalarının yokluğunun da açıklamasıdır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonraki ilk yıllarda yerel ekonomik grevler, aynı zamanda ‘kültür devrimi’ sırasında da vardı. Ama bunlar çok küçüktü. Onlar siyasi olsalar bile, parti önderi Mao Zedung’dan veya bir bütün olarak partiden siyasi bağımsızlığa ulaşmayı, daha sonraları söz konusu olduğu gibi, başaramadılar.” 18) ----------17) “İkinci Kuşağın Birden Ortaya Çıkışı”, Sf.: 17 “Çin’de bugün iş direnişi 1989-2009”, Au Loon Yu, Bai Ruixue, 24. 01. 2010, www.labournet.de, “Arbeitswelten China-Deutschland”, (Çin-Almanya iş dünyaları - ÇN ) başlığı altında. 18) (HERŞEYE RAĞMEN, s.:59-2012, Sf. 3-14, Almanca’dan çevrilmiştir.) ✓ Arnavutluk’taki Devrim ve Arnavutluk Emek Partisi kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Almanya’da yayınlanan ML dergi “Trotz Alledem” (Her şeye Rağmen)’in 61. sayısından (Eylül 2012) çevrilmiştir. ✒ Sosyalizme giden yol mu? -Tezler Halinde Değerlendirme- II VIII. AEP ve Çin KP: Modern Revizyonizme Karşı Mücadelede Müttefikler mi? 58. AEP 6. Parti Kongresi Kasım 1971’de gerçekleşti. Devletin adı daha hâlâ ‘Arnavutluk Halk Cumhuriyeti’ olmasına ve kitleler, sosyalizmin inşası için proletarya diktatörlüğünün olmazsa olmaz ön koşul olduğu doğrultusunda henüz yeterli eğitilmiş olmamasına rağmen, 6. Parti Kongresi raporunun daha girişinde “sosyalist toplumumuz” dan söz edilmektedir. (Enver Hoca, Arnavutluk Emek Partisi Merkez Komitesi’nin Faaliyeti Üzerine Rapor, VI. Parti Kongresi, sf: 3, Tiran, 1972, Alm.) VI. Parti Kongresi’nde Sovyetler Birliği’nde kapitalizmini restorasyonunun deneyimlerinden yola çıkılarak ve bizzat Arnavutluk’taki revizyonist tehlikeler dikkate alınarak önemli kararlar alındı: Kadroların rotasyonunun gerekliliği; tüm kadroların dolaysız üretime katılımı; kadroların kitlelerin denetimine tabi kılınması ve işçiler ve kooperatif köylüleri karşısında hesap verme yükümlülüğü; taban örgütü partinin temelidir; sosyalizmi kitleler inşa eder, parti bilinci (kitlelerin) içine taşır; liberalizme karşı mücadele, keskin ideolojik-siyasi mücadelelerin gerekliliği: Örneğin: tarımda kooperatifin daha yüksek tipleri için (kooperatifte devlet fonları, ücretleri devlet sektöründeki ücretlere eşitleme) mücadele; İşçi-köylü denetimini tüm branşlara genişletme (bilim ve ordu içinde de); bunun parti kontrolü ile birbirine karıştırılmaması (Örneğin işletme ve kooperatiflerde komünist ve partisizlerden oluşan denetim grupları fonksi- yonerleri geçici olarak görevlerinden alabiliyorlardı); eğitim grupları için MELS’in düzinelerce eserlerinin çıkarılması. 59. VI. Parti Kongresi döneminde Arnavutluk SHC ile Çin HC arasındaki ilişkiler dışa karşı örnek, proleter enternasyonalist ilişkiler olarak gösteriliyordu. Bu ilişkiler konusunda AEP’nin VI. Parti Kongresi’nin Raporunda şöyle deniyordu: “Bizler, onların başında büyük önderi, Arnavut halkının çok değerli dostu başkan Mao Zedung olmak üzere Çin Halk Cumhuriyeti’nin 700-milyon halkı ve Çin Komünist Partisi gibi müttefik yoldaşlar ve dostlara sahip olduğumuz için gurur duyuyoruz. Büyük devrimci Arnavut-Çin dostluğu, Arnavutluk ve Çin arasındaki Marksizm-Leninizmin öğretilerine ve proleter enternasyonalizmine dayanan ve emperyalizme, revizyonizme ve tüm gericilere karşı ortak mücadelede çelikleşmiş kardeşçe birlik ve tüm yönlü işbirliği tüm kanıtlama sınavlarını geçmiş ve her iki ülkeye de başarılar ve zaferler kazandırmıştır. Partimiz ve halkımız Çin halkının onun şanlı KP ve başkan Mao Zedung önderliği altında büyük proleter kültür devrimi ve sosyalizmin inşasında eriştiği parlak zaferlerden olağanüstü bir sevinç duymaktadır ve onlar (partimiz ve halkımız – ÇN) bu zaferleri bütünüyle candan selamlamaktadır. Çin Komünist Partisi’nin 9. Parti Kongresi, başkan Mao Zedung’un devrimci ve proleter çizgisinin dönek Liu Şao-Şi’nin gerici burjuva çizgisine karşı belirleyici tarihi zaferini taçlandırdı ve onayladı; proletarya diktatörlüğünün pozisyonlarını daha da pekiştirdi, mücadeleci devrimci ruhu bir üst kademeye çıkardı ve Çin 41 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası halkı ve onun sosyalist geleceği için parlak perspektifler açtı.” (VI. Parti Kongresi, sf: 49-50) Dışa karşı yukarıdaki gibi kopmaz birlik deklare edilirken, Çin ile kopuştan sonra Arnavutluk’ta yayınlanan Enver Hoca’nın anılarından öğreniyoruz ki, onların (AEP’lilerin – ÇN) Çin KP’nin siyasetine ağır eleştirileri varmış. Örneğin Hatıra Defterine 31 Temmuz 1970 tarihli kayıtta “Çinliler revizyonistlerle aşna-fişneliğe girmişler. Uyanık Olmalı!: Böylece Çinliler rezil bir rol üstlendiler; onlar hainlerin itibarlarını geri vermek istemekte ve bize yalan söylemeye çalışmaktadırlar” (Enver Hoca, Çin Üzerine Düşünceler, Siyasi Günlükten Bölümler, cilt 1, Tiran 1979, sf: 533/534, Alm.,) denmektedir. Kruşçof-revizyonizmine karşı mücadelede yapılan aynı, Marksizm-Leninizm ile çelişen yöntemsel hatalar, Çin KP’nin hatalarına karşı mücadelede daha aşırı olarak yinelenmektedir. IX. Üç Dünya Teorisi ve AEP – Çin KP ve Mao Zedung’a karşı Mücadelede AEP 42 60. AEP VII. Parti Kongresi Kasım 1976’da yapıldı. VI. ile VII. parti kongresi arasında dünya MarksistLeninist hareketinde en önemli gelişme, “Üç Dünya Teorisi”nin ortaya çıkışı ve buna karşı tavır sorunudur. Çin KP içinde, Deng Hsiao Ping çevresindeki açık sağcı, revizyonist kanat ile (revizyonistler tarafından “dörtlü Çete” olarak karalanan) Jiang Qing, Zhang Chunqiao, Yao Wenyuan, Wang Hongwen gibi önder kadın-erkek yoldaşların da içinde bulunduğu ‘sol kanat’ arasında, Nisan 1976’da Deng Hsiao Ping’in kısa süreli olarak yeniden iktidardan uzaklaştırılması ile sonuçlanmış gibi görünen, ama Mao Zedung’un ölümünden sonra en şiddetli bir şekilde yeniden patlayan ve süren bir iktidar mücadelesi söz konusudur. Çin KP tarafından geliştirilen anti-Marksist “Üç Dünya Teorisi”, ABD ve sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği’ni iki süper güç olarak adlandırarak bunları ‘1. dünya’ ilan etti. Üç Dünya teorisi emperyalist ülkelerin büyük bir kesimini ‘ikinci dünya’ ilan ederek, onlara olası müttefikler olarak göstererek, hedef tahtası olmaktan çıkardı. Sözüm ona üçüncü dünyadaki birçok gerici rejimler dünya devrimci sürecinin faal müttefikleri ilan edildiler. Her ne kadar AEP bu teorinin açık karşı-devrimci pozisyonlarından kendini ayırsa da, bu teorinin örneğin ‘süper güçler’in tüm halklar için dünya çapında baş düşman olarak sap- tanması vs. gibi bazı yanlış temel tezlerini bizzat kendisi savundu. Bu kendisini “Üç Dünya Teorisi”nden yarım-yamalak ayırma VII. Parti Kongresi Raporunda da devam etti. Çin KP hakkındaki tavır ile ilgili olarak bu raporda şunlar tespit edilmiştir: “Arnavutluk komünistleri ve halkı, kardeş Çin halkının Çin Komünist Partisi’nin önderliği altında, Çin’deki sosyalist devrim ve sosyalist inşada proletarya diktatörlüğünün sağlamlaştırılması, anavatanın güçlendirilmesi ve ilerletilmesi için yürütülen sınıf mücadelesinde kazandığı başarıları sonsuz bir sevinçle karşılamaktadır. Büyük Proleter Kültür Devriminin zaferi, Liu Şao-şi, Lin Biao, Deng Siaoping’in karşıdevrimci tertiplerinin yerle bir edilmesi, Çin’de devrimci bir durum yaratmış ve sosyalizmin ve proletarya diktatörlüğünün mevzilerini sağlamlaştırmıştır. Çin halkının şanlı devriminde ve sosyalizmin inşasında kazandığı tarihi zaferler, yeni Halk Çin’inin yaratılması ve onun bugün dünyada sahip olduğu büyük itibar, büyük devrimci Mao Zedung yoldaşın adına, öğretilerine ve önderliğine doğrudan bağlıdır. Bu mükemmel Marksist-Leninistin eseri, proletaryanın devrimci teorisinin ve pratiğinin zenginleştirilmesine yapılmış bir katkıdır.” (Enver Hoca, AEP VII. Parti Kongresi’ne Raporu, Tiran 1976, sf: 207-208; Türkçesi: Yeni Bir İdeolojik Saflaşmanın Temelini Oluşturan AEP, Belgeler, Partizan Yayınları No: 8, Şubat 1980, sf: 79) Mao Zedung resmen ve tüm dünya kamuoyu önünde “mükemmel Marksist-Leninist” olarak göklere çıkarılırcasına övülürken, şimdi Enver Hoca’nın iç değerlendirmelerinden öğreniyoruz ki, Enver Hoca daha o zamanlar bütünüyle başka, olumsuz bir değerlendirmeye sahipmiş. Çin Üzerine Düşünceler’de Mao Zedung’un ölümü vesilesiyle 09 Eylül 1976’da şunlar söyleniyor: “Düşünür ve filozof olarak, Çin halkının devrimci demokrat önderi olarak Mao Zedung tarihsel bir şahsiyettir; oysa tarih ve Çin’deki durumun Marksist-Leninist tahlili, onun her ne kadar kapsamlı bir kültüre sahip bir filozof olsa da, ama bir MarksistLeninist olmadığını açıklığa kavuşturacaktır. O (Mao – ÇN) Konfüçyus v. d.nin eski Çin felsefesinden çok derinden etkilenmişti. Ve eklektik olan onun eserinde Marksizm-Leninizm sadece bölük-pörçük ilkeler ve düşünceler biçiminde yer buldu.” (Düşünceler, cilt II, sf: 284-285, Alm., altını çizen HR) Çin’de “Marksist” olmayan birinin önderliğinde güya sosyalizmin nasıl inşa edildiği Enver Hoca’nın bir gizidir. Bu değerlendirmeyi yapmasına karşın, de- 61. VII. Parti Kongresi’nde “sosyalist toplumun tam inşasının yeni anayasası” onaylandı ve “Arnavutluk Sos63. yalist Halk Cumhuriyeti” ilan edildi. Yeni Anayasada AEP’nin VII. ve VIII. Parti Kongreleri arasında şunlar saptandı: “Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhu- hem Arnavutluk SHC ile Çin HC arasındaki ilişkiriyeti, tüm emekçilerin çıkarlarını temsil eden lerde hem de AEP’nin çizgisinde esaslı ve teve savunan proletarya diktatörlüğümelli değişiklikler vardır. 7 Haziran Ennün bir devletidir.” Bu teorik 1977’de Zeri i Populit’te “Devolarak doğru bir iddiadır; rimin Teori ve Pratiği” ver Hoca “Çin Üzeama anayasa metni ile başlığıyla yazı kurulurine Düşünceler” deki kendi iç ülkenin yaşam gernun bir makalesi yanotlarında, pratikte 1970’den itibaren, çeği arasında bilinyınlandı. Bu mace çıkarılması zokalede kamuoyu Çin HC’nin dış politikasını eleştirmekten runlu olan kimi önünde ve isim başlayıp, Çin KP’nin “Zikzaklı rotası” hakmerkezi çelişkivererek “sözde kında dert yanmaktadır. Yetmişli yılların orler vardır: ‘Üç Dünya Teo- Bu devletrisi’ “ne doğrutasından itibaren bu içteki eleştiriler, Çin’in teki ‘proletarya dan saldırıldı. “Arnavutluk karşısındaki ekonomik yüküm- Üç Dünya teorisi d i k t a t ö r l ü ğ ü ’, ‘halk demokrasi“Devrim için tek lülüklerini tam olarak yerine getirmedisi diktatörlüğü’ ile bir görev bile tespit ği” ve “iktisadi baskı” uyguladığı herhangi bir özsel farka etmeyen, tersine devvs. yönüne yönelmektesahip değildi. rim görevlerini unutan” - Arnavutluk – muazzam bir teori olarak eleştirildi. dir. ilerlemelere rağmen – Avrupa’nın “Üç Dünya Teorisi”ne bir dizi en geri ekonomilerinden biriydi. O sırada Çin doğru, Marksist-Leninist eleştiri getirildi; ne HC’ne bağımlılık ilişkisi çok büyüktü. var ki Üç Dünya Teorisinin bazı kavramları ve tezleri - Sistemde Faaliyet Raporunda kısmen adlandırılan bu teorinin parçaları olarak bütünüyle reddedilmedi. ve buna karşı mücadele yürütülen birçok bürokratik Çin’de revizyonistler, aynı Sovyet revizyonistlerinin görünümler vardı. 1961’de gösterdikleri reaksiyonu gösterdiler. Onlar da - Bu devlette “sosyalist toplumun tam inşası” dan ekonomik ilişkilerin kesilmesiyle tehdit ettiler. AEP, söz etmek çok abartılı ve yanıltıcıdır. “Üç Dünya Teorisi”nin karşı-devrimci görüşlerine karşı eleştiriyi kendi basınında ve uluslar arası alanda 62. sürdürdü. Çin KP’nin tehdidinin peşini bunun pratiEnver Hoca “Çin Üzerine Düşünceler” deki kendi ğe geçirilmesi izledi: iç notlarında, pratikte 1970’den itibaren, Çin HC’nin 7 Temmuz 1978’de Çin Halk Cumhuriyeti’nin dış politikasını eleştirmekten başlayıp, Çin KP’nin Dışişleri Bakanlığı Pekin’deki Arnavutluk Sosyalist “Zikzaklı rotası” hakkında dert yanmaktadır. Yet- Halk Cumhuriyeti Büyükelçiliği’ne, Çin hükümemişli yılların ortasından itibaren bu içteki eleştiriler, tinin şu kararının bildirildiği resmi bir nota verdi: Çin’in “Arnavutluk karşısındaki ekonomik yüküm- “Arnavutluk’a ekonomik ve askeri yardım durdurulur kavganın doğrusu / doğrunun kavgası lülüklerini tam olarak yerine getirmediği” ve “iktisadi baskı” uyguladığı vs. yönüne yönelmektedir. (Bkz: Düşünceler, cilt II, sf: 110, Alm.) Bundan dolayı 7. Parti Kongresi Raporunda vurgulanan şeyler şaşırtıcı değildir. Arnavutluk “İdeolojik ve siyasi tutumun, iktisadi, kültürel ve siyasi ilişkiler için bir engel olamayacağı” (Enver Hoca, AEP VII. Parti Kongresi’ne Raporu, Tiran 1976, sf: 201; Türkçesi: Enver Hoca, AEP VII. Parti Kongresi’ne Raporu, Koral Yayınları:19, Kasım 1976, İst, sf:173) görüşünü savunmaktadır. ✒ vamen hâlâ Mao Zedung önderliğindeki Çin’in kızıl olduğundan ve Çin’in onun önderliğinde Arnavutluk HC’ne “enternasyonalist ruhla yardım ettiğin” den vs. (Düşünceler, cilt II, sf: 286, Alm.) söz etmektedir. Ulusal kurtuluş hareketinin devleti olan Arnavutluk’ta da bu devletin kuruluşundan başlayarak “proletarya diktatörlüğünün bir biçimi” olarak görüldüğü düşünüldüğünde bu sır çözülmektedir. 43 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası ve bu tarihe kadar Arnavutluk’ta çalışan ekonomik ve askeri uzmanları geri çekilir” (Arnavutluk Emek Partisi MK ve Arnavutluk Hükümetinin Çin Komünist Partisi MK ve Çin Hükümetine 29 Temmuz 1978 tarihli Mektubu, “8 Nentori” Yayınevi, Tiran, 1978, Türkçesi: Halkın Kurtuluşu Yayınları - 13, Ağustos 1978, sf: 5’den Alıntı) Bu adıma AEP, 29 Temmuz 1978’de “Arnavutluk Emek Partisi MK’nin ve Arnavutluk Hükümeti’nin Çin Komünist Partisi MK’ne ve Çin Hükümeti’ne “ bir “Mektup”u ile cevap verdi. Bunun içinde “Çin HC ve KP’nin ikiyüzlü ve düşmanca tavrı” en keskin bir şekilde mahkûm edilir ve şunlar tespit edilir:“Arnavutluk Emek Partisi Merkez Komitesi ve Arnavutluk Hükümeti, Sosyalist Arnavutluk’a yardım ve kredilerin gaddarca kesilmesini, büyük devlet konumundan hareketle yapılmış bir gerici eylem olarak, içeriği ve biçimiyle Çin’in de eskiden mahkûm etmiş olduğu Tito, Kruşçof ve Brejnef’in gözü dönmüş, şövence yöntemlerini yineleyen bir eylem olarak tüm dünya kamuoyu önünde teşhir eder.” (agy, Türkçesi: agy, sf: 6) Bu, Arnavutluk SHC ile Çin HC ve AEP ile Çin KP arasındaki “kardeşsel ilişkiler”in resmen kopmasıydı. 64. Bu resmi kopuştan üç ay sonra AEP 1978’de Tiran’da “bugünkü dünya gelişmesinin sorunları” üzerine “bilimsel bir toplantı” düzenledi. (Bugünkü dünya gelişiminin sorunları, AEP Merkez Komitesi nezdindeki Marksist-Leninist Araştırmalar Enstitüsü, Tiran, 1978) Bu bilimsel toplantıda Çin revizyonizmi üzerine tartışılır ve şunlar tespit edilir: “Çin revizyonizmi, ancak kısa bir süre önce açıktan ortaya çıkmış olan bir akımdır, ama o derin köklere sahip çok eski bir anti-Marksist akımdır. O şu anda devrim ve sosyalizm davası ve halkların özgürlüğü ve bağımsızlığı için çok büyük bir tehlikedir.” (age. sf: 67, Alm.) Bu değerlendirme ne kadar doğru olursa olsun, bu değerlendirmenin ancak Çin HC ile ilişkilerin bizzat Çin HC tarafından koparılmasından sonra yapıldığı olgusu unutulmamalıdır. Bu, AEP’nin pragmatik (faydacı) ve anti-Marksist yaklaşımının kanıtıdır. 44 65. Çin KP’nin revizyonizmine kamuoyu önünde yapılan teorik eleştirinin bir sonraki adımı Enver Hoca’nın “Emperyalizm ve Devrim” kitabıyla (Tiran, 1979) geldi. Bu adım her şeyden önce Çin KP ile muğlak bir he- saplaşmadır. Enver Hoca’nın Kitabı “Emperyalizm ve Devrim” kitabının III. Bölümünde “Mao Zedung Düşüncesi: Anti-Marksist bir teori” (Alm., sf: 445, Türkçesi, Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim, Yıldız Yayınevi:1, sf: 275) başlığı altında, AEP’nin pratikte Ekim 1978’deki “Bilimsel Konferans”a kadar kamuoyu önünde Çin KP’nin ve Mao Zedung’un çizgisi ile ilgili savunduğu her şey bütünüyle ve temelden revize edilmektedir. Şimdiye kadar göklere çıkarırcasına övülen “Büyük Proleter Kültür Devrimi” şimdi “Mao Zedung’un bir çağrısıyla ortaya çıkan kaos halinde bir patlama” olarak karalanmakta; “ne bir devrimdi, ne büyüktü, ne de kültüreldi ve özellikle zerre kadar proleter değildi. İktidarı ele geçirmiş olan bir avuç gericiyi tasfiye etmek amacıyla yapılan tüm Çin çapında bir saray darbesiydi.” (Alm., sf: 452-454, Türkçesi, age, sf: 279-281); şimdiye kadar Arnavutluk basınında büyük Marksist-Leninist olarak göklere çıkarırcasına övülen Mao Zedung şimdi birden artık ”Marksist-Leninist değil”di. “Görüşleri” birden “eklektik” (Alm. sf: 460, Türkçesi, sf: 285) idi. Mao Zedung güya AEP’nin yeni çizgisine göre “proleter bir sınıf partisinden yana değildi; bilakis sınıfsal sınırları olmayan bir partiden yanaydı.” (Alm., sf: 461, Türkçesi, age, sf: 285) vs. Burada Mao Zedung’un gerçek görüşlerinin ilkel bir şekilde E. Hoca tarafından tahrif edilmeleri ve çarpıtılmaları sayısızdır. AEP’nin Çin KP’ne karşı polemikten şimdiye kadar neden kaçındığı sorununa ilişkin “özeleştiri” de bütünüyle inandırıcı olmayan bir tarzda şunlar söylenmektedir: “(bunun nedeni) … Onun (AEP’nin) böyle bir polemiği sürdürmekten korkması değil, bu parti (ÇKP – ÇN) ve Mao Zedung’un yanlış, anti-Marksist yolu hakkında onun (AEP’nin) elindeki verilerin eksik olması ve kesin sonuçlar çıkarmaya olanak vermemesidir.” (Emperyalizm …, Alm., sf: 449, Türkçesi, age, sf: 277) Gerçekte Çin-Arnavutluk ilişkilerindeki biricik yeni olgu iktisadi anlaşmaların (Çin tarafından) fesih edilmesi ve 7 Temmuz 1978 tarihi itibariyle Çinli uzmanların Arnavutluk’tan geri çekilmesi idi. Kamuoyu önünde Çin KP’nin tüm politikasının AEP tarafından revizyonist olarak yeni değerlendirilmesi bu adımla birlikte gerçekleşti. Bu davranış, Çin KP’ne ve Mao Zedung’a bu yeni, yoğun eleştirinin arkasında, revizyonizme karşı Marksizm-Leninizm’in savunulması yerine “milliyetçi-yurtsever” bir motivasyonun bulunduğunu daha berrak bir şekilde göstermektedir. Zaten bazı noktalarda önemli hatalara sahip olan 7. Parti Kongresi’nin çizgisi böylece yeni 66. AEP’nin Kasım 1981’deki VIII. Parti Kongresi, VII. Parti Kongresi’nden sonra revize edilen AEP’nin bu yeni çizgisini onayladı ve pekiştirdi. Bu çizgi artık Marksist-Leninist olarak değerlendirilemez. AEP kendi kendine şöyle methiyeler düzüyor: “ Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in ölümsüz öğretisine partimizin sınırsız sadakati, bu öğretiyi ülkenin koşullarına ve karmaşık uluslar arası ilişkilere yaratıcı tarzda uygulama yeteneği, pek çok iç ve dış düşmanların saldırı ve çarpıtmalarına karşısında onun ilkelerinin saflığını savunma kararlılığı, halkımızın tüm başarı ve zaferlerinin temeli olarak kalmaktadır.” Ve bu “yeni bir deneyimin nedeni” olarak ortaya konmaktadır: “Bu nedenledir ki ülkemizde devrim ve sosyalizmin inşası hiçbir zik-zak hatlar veya gerilemeler tanımadı; bilakis daima ileri gitti ve sürekli zaferler kazandı. Arnavutluk örneği, proletarya diktatörlüğü tarihinde yeni bir deneyimdir; sosyalizm ve Marksizm-Leninizmin teori ve pratiğine değerli bir katkıdır.“ (Enver Hoca, AEP 8. Parti Kongresine Rapor, Tirana, sf: 128, Türkçesi:, Enver Hoca, Arnavutluk Emek Partisi 8. Kongresine Sunulan Rapor, Özgürlük Yayınevi, Nisan 1982, sf: 54) Çekilmez, yanlış bir kendi kendini övgüye dayanan bu ‘teori’, diyalektik materyalizm ile ve Arnavutluk HC ve AEP’nin gerçek tarihi ile hiçbir bir ilgisi olmayan değerlendirmeleri aktarmaktadır. Aynı zamanda Enver Hoca’yı Marksizm-Leninizmin ustaları ile aynı seviyeye koymanın gülünççe çabalarıdır. Diğer taraftan bu, AEP’nin kendisinin yanlış çizgisinden geri dönüşünün neredeyse imkânsız olduğunu da kanıtlamaktadır. Revizyonist yozlaşma tam istim üzerindedir. 67. VIII. Parti Kongresi’ne Rapor’da AEP’nin Çin revizyonizmine karşı mücadelesi şöyle değerlendirilir: “Partimiz Çin revizyonizmine, Çin KP’nin ideolojisine, siyasetine, tavır ve eylemlerine karşı büyük, açık ve ilkeli bir mücadele yürütmüştür.” (Enver Hoca, AEP VIII. PK’ne Rapor, Tirana, 1981, sf: 283, Türkçesi: K. Demirkapı, AEP Değerlendirmesi, Dönüşüm Yayınları, Kasım 1991, İst, sf: 113; age. sf:115) kavganın doğrusu / doğrunun kavgası XI. Revizyonist Yoldaki AEP Olgu bunun tam tersidir. Bu mücadele ne büyük, ne açıktan ne de ilkelere bağlı olarak yürütüldü. Bu mücadele, ancak Çinli revizyonistlerin Arnavutluk HC’nin ulusal çıkarlarına doğrudan dokunduğunda yürütüldü. “Partimiz, iyi dostluk ilişkileri sürdürdüğü Çin Komünist Partisi ve Çin devletinin bu anti-Marksist yolunun fark etmek için belirli bir zamana gereksinim duydu.” (Age, sf: 286, Türkçesi, age, sf:116) Dışa karşı sahtekârca Marksizm-Leninizm temelinde enternasyonalist ilişkiler değerlendirmeleri yapılırken, içerde E. Hoca’nın başka şeyler düşündüğü ve not defterine yazdığı olgudur. Bunun biraz geç farkına varmak vs. ile değil, bilakis pragmatik (faydacı), milliyetçi motiflerle ilgisi vardır. “Önce yoldaşlar arasındaki tartışmalar gibi ilkeli bir mücadele yürüttük. Oysa bu mücadele Çin’in anti-Marksist tutumları nedeniyle giderek keskinleşti.” (Age, sf:286, Türkçesi, age, sf:116) Olgu ise şöyledir: Mao’nun “Marksist değil” olarak, Çin KP’nin çizgisinin “revizyonist” vs. olarak değerlendirildiği, AEP tarafından yürütülmüş olduğu belgelenen tek bir iç tartışma yoktur. Bu değerlendirmeler ancak Çin HC ile Arnavutluk-SHC arasındaki kopuştan sonra ortaya çıkmaktadır. AEP, sadece kendisinin düşman olarak tanımladığı veya onun düşman olarak değerlendirdiği partilere karşı açık ve kamuoyu önünde bir eleştiri getirmiştir. Bu Marksist-Leninist, ilkeli bir tutum değildir. “Arnavutluk Emek Partisi’nin mücadelesinin önemi, iki efsaneyi alaşağı etmesinde yattı: Sosyalizmin inşa edildiği ülke olarak Çin efsanesi ve çağımızın Marksizm-Leninizmi olarak Mao Zedung Düşüncesi efsanesi.” (Age, sf:286/287, Türkçesi, age, sf: 116) Olgular şunlardır: 1. Bunlar efsane ise, o zaman AEP bu “efsaneler”in yaratılmasında baş aktörlerden biri idi. 2. Çin’de “sosyalizmin inşası” bir efsane değil, bilakis en azından aynı Arnavutluk’taki ‘sosyalizmin inşası’ gibi bir olgudur. Bu her iki halk-demokratik devletler arasında “Sosyalizmin inşası” konusunda özsel hiçbir fark yoktur. 3. “Zamanımızın Marksizm-Leninizmi olarak Mao Zedung-Düşüncelerini”, AEP’den önce, örneğin TKP/ML’in I. Parti Kongresi Belgelerinde görüleceği gibi, kimi küçük Marksist-Leninist partiler reddetmişti. 4. AEP’in Çin KP ve Mao ZedungDüşünceleri konusundaki kendisinin imal ettiği efsanenin yıkılışı, içeriksel-nitelik bakımından Sovyet modern revizyonistlerinin saldırılarından sadece nüansta farklıdır. ✒ bir parti kongresi olmaksızın demokratik olmayan, Marksist olmayan bir yöntemle bütünüyle revize edildi. 45 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 46 68. VIII. Parti Kongresi’nden hemen sonra AEP-Önderliğinde, Siyasi Büro’nun yıllardır üyesi, Arnavutluk HC’nin başbakanı, AEP’nin kurucu kadrolarından biri, “AEP-Hiyerarşisi”nde pratikte Enver Hoca’nın arkasında bulunan Mehmet Şehu’nun “gizemli ölümü” gerçekleşti... “İkinci adam” 1981 Aralık ayının ikinci yarısında ortalardan kayboldu. Sonra kendisinin yatağında kafasına bir kurşun sıkarak intihar etmiş bulunduğu resmen açıklandı. 1983’de Tiran’da çıkan kitabı “Titocular”da, Enver Hoca, onu bir “poli ajan” yaptı: Önce İngiliz-Yugoslav, sonra ABD, daha sonra Sovyet ajanı ve sonra aynı anda hepsinin ajanı. Enver Hoca’ya göre o “Titoist İstihbarat Teşkilatlarının bir numarası” idi. (Enver Hoca, Titoistler”, Tiran, 1983, Alm.,) Enver Hoca’nın komik anlatımlarına göre “Mehmet Şehu, oğlunu çevresinde altı, yedi tane kaçak savaş suçlusu bulunan bir ailenin kızı ile nişanladı… Parti hemen müdahale etti; nişan bozuldu, Mehmet Şehu yoldaşlar tarafından bu kaba siyasi hatadan dolayı eleştirildi.” Bütün yoldaşlar “Mehmet Şehu’nun özeleştirisi hakkındaki hoşnutsuzluklarını ifade ettiler; ondan böylesi bir hatanın kaynağının nerde yattığı üzerine esaslı düşünmesini ve ortaya çıkarmasını talep ettiler.” Onun hatasının cezası olarak “ sadece kadro dosyasına ağır bir ihtar verilmesi istendi.” (age, s: 699, Türkçesi: K. Demirkapı, AEP Değerlendirmesi, Dönüşüm Yayınları, sf:155-156, 1991, Ist.) M. Şehu, Siyasi Büro toplantısı arifesinde güya Yugoslav ajanları merkezinden (UDB) “kendisinin ilişki adamı Fecor Şehu üzerinden… ‘Enver Hoca her ne pahasına olursa olsun toplantıda bile öldürülmelidir, Mehmet Şehu’nun kendisi de öldürülse bile” diyen ültimatomu” (age, sf: 698-699; Türkçesi: age, Sf: 157) iletmesi için Mehmet Şehu’ya gönderdi. Resmi açıklamaya bakılacak olursa o (M.Şehu – ÇN) gece intihar etti. “Hazırlamakta olduğu suçun belki ortaya çıkarılmış olabileceği görüşündeydi… kendisine ait bir plan düşündü ve onu uyguladı… intihar etmeye karar verdi… bununla böylece geçmişini kaybetmez ve ailesi zarar görmezdi.” (age, sf: 700; Türkçesi: sf: 158) Şehu’nun ölümünden yaklaşık bir yıl sonra birçok parti ve devlet fonksiyonerleri tutuklandı ve gizli yargılamalar sonucu mahkûm edildiler. Bunlar arasında M. Şehu’nun karısı Fikret ve onun oğulları, savunma bakanı Kadri Hazibu ve Mehmet Şehu ile akraba olmayan içişleri bakanı Fecor Şehu, dışişleri bakanı Nesti Nase vs. vardı. Hepsi, M. Şehu yönetiminde CİA, UDB ve KGB hesabına bir devlet darbesi hazırlamış olan ajanlar ilan edildiler. AEP-tarihinde, egemen çizginin hemen hemen tüm siyasi karşıtlarının yurtdışının – her şeyden önce Yugoslavya’nın - ajanları olduğunun açıklanması, olgu olarak bir gelenektir. XII. “Enver Hoca Öğretisi”nin Kutsallaştırılması 69. Ekim 1983’de AEP tarafından bir “Arnavutluk Emek Partisi ve yoldaş Enver Hoca’nın Marksist-Leninist teorik düşüncesi üzerine bilimsel konferans” organize edildi. Pratikte bu, “Enver Hoca yoldaşın öğretilerini” Marksizm-Leninizm’e büyük katkı olarak değerlendiren ve onu Marksizm-Leninizm’in bir ustası rütbesine terfi ettiren bir konferanstı. 70. Nisan 1985’te Enver Hoca, 76 yaşında kalp yetmezliğinden öldü. Daha kendisi yaşarken, artık bedenen ve zihnen yönetemeyecek durumda iken, parti yönetimi pratikte Ramiz Alia tarafından üstlenilmişti. Ne var ki, bu nöbet değişikliği Enver Hoca görünürde parti önderliğinden almaksızın yapıldı. Bu yalnızca Enver Hoca somutunda AEP tarafından yaratılmış olan inanılmaz derecede bir kişiye tapma kültü ile açıklanabilir bir olgudur. Kasım 1986’daki IX. Parti Kongresi Enver Hoca’sız ilk parti kongresidir. Bu parti kongresinde “Enver Hoca’nın öğretileri “partinin genel çizgisinin temeli” (Ramiz Alia, AEP IX. PK.’ne Rapor, 1986 Tiran, s.7, Türkçesi: Ramiz Alia, AEP IX. Kongre Raporu, Sun Yayıncılık, Ist, Aralık 1989, sf: 11) ilan edilir. VIII. Parti Kongresi’nin revizyonist çizgisi IX. Parti Kongresi’nin Raporunda daha da geliştirilir. Parti kongresinden sonra ekonomik yaşamın demokratikleştirilmesi adına yabancı sermayeye ve özelleştirmelere kapılar açılır. Kapitalizmin restorasyonu hızla ilerler. 1991’de Arnavutluk SHC’nin resmi sonu geldi. XIII. Toparlama * Ulusal Kurtuluş Savaşındaki AEP: AEP yabancı işgalcilere karşı ulusal kurtuluş savaşı içinde Arnavutluk’un bağımsızlığından, ulusal egemenliğinden yana en tutarlı bir şekilde tavır takınan siyasi güç olarak doğmuştur. Modern Revizyonizme karşı Mücadele İçinde: - AEP, milliyetçi, hegemonyacı tutumların Arnavutluk’un bağımsızlığını tehlikeye düşüren Yugoslavya KP’ne karşı doğru tavır takındı. Arnavutluk’un bağımsızlığını tehdit eden Tito-revizyonizmi karşısındaki düşmanlık Arnavutluk siyasetinde sonuna kadar kırmızı çizgi olarak kalmıştır. - AEP, Kruşçof-revizyonizmine karşı, o Yugoslavya KP’nin itibarını iade ettiğinde yönelmiştir. Kruşçof-revizyonizmine karşı mücadelede AEP’nin SBKP’ne eleştirisi ancak Kruşçof revizyonistlerinin Arnavutluk HC ile iktisadi ilişkileri kestiğinde ve uzmanlarını geri çektiğinde, ilk olarak kamuoyu önünde yürütülmüştür. Yani açık eleştiri ancak Arnavutluk HC’nin ulusal çıkarlarına direkt olarak saldırıldığında yapılmıştır. - Kruşçof-revizyonizmine karşı mücadelede ideolojik olarak 1957 ve 1960 Moskova Deklarasyonları komünist dünya hareketinin Marksist-Leninist genel çizgisi olarak savunulmuştur. Bu eklektik belgeler dünya hareketi içinde nesnel olarak SBKP-20. Parti Kongresi’nin revizyonist çizgisinin uluslar arası alanda ML-teorinin ilerletilmesi olarak tanınması rolünü oynamıştır. Emperyalizm ve ‘Üç Dünya Teorisi’ ile İlgili Tavrında: AEP oldukça geç bir dönemde de olsa karşı devrimci üç Dünya teorisini ret etmiş, doğru eleştiriler getirmiştir. Ancak bu teorinin temel taşlarından biri olan “Süper güçler teorisi” AEP tarafından da sonuna kadar savunulmuştur. Çin Devrimi ve Mao Zedung’un Değerlendirmesinde: Çin devrimi ve Mao Zedung’un AEP tarafından değerlendirilmesi, Çin HC ile ekonomik ilişkilerin kopmasından sonra 180 derecelik bir değişime uğramıştır. Kruşçof-revizyonizmine karşı mücadeledekine benzer bir şekilde, bu mücadele ancak siyasi karşıt, düşman olarak değerlendirildiğinde, ancak o zaman Sosyalizmin İnşası Sorunları: Buradaki teorik ana sorun, halk demokrasisi diktatörlüğünün “proletarya diktatörlüğü”nün bir biçimi olarak deklare edilmesinde, bunun sonucu olarak aşikâr bir şekilde yanlış olan “sosyalizmin inşası”nın ulusal kurtuluş hükümetinin 1944’de iktidarı ele almasıyla başlatılmasında yatmaktadır. Ne var ki bu hata tek başına AEP mahsus değildir. Bu, 1948’den sonra komünist dünya hareketinin genel çizgisiydi. Bu hata asla düzeltilmedi ve AEP’nin siyaseti ile Arnavutluk SHC’nin sonuna kadar sürdü. kavganın doğrusu / doğrunun kavgası * AEP’nin Komünist Dünya Hareketi içindeki Yeri ve Tutumu: kamuoyu nezdinde yürütülmüştür. AEP’nin Mao Zedung’a ve Çin KP’ne eleştirisi içeriksel-niteliksel olarak Sovyet revizyonistlerinin maoizme eleştirisinden özde farklı değildir. ✒ Bu parti kendisini 1948’e kadar siyasi güç olarak Ulusal Kurtuluş Cephesinin (daha sonra Demokratik Cephe) arkasına saklamıştır. Leninist Partinin Temel İlkelerinde: - Demokratik merkeziyetçiliğin, tartışmanın ve parti içinde karar almanın propaganda edilmesi ve uygulamasında “parti her zaman haklıdır” antiMarksist ilkesinin AEP içinde kabul ettirmenin güçlü eğilimleri vardı. - Parti içindeki sınıf mücadelesinin gerekliliğinin AEP tarafından doğru bir şekilde altı çizilmektedir. Çin KP’nin genel kural olarak “parti içinde iki çizginin sürekli olarak varlığı” teorisine karşı AEP tarafından ikna edici bir şekilde polemik yürütülmüştür. Ne var ki AEP bu polemikten temelde yanlış bir sonuç geliştirmiştir: Marksist-Leninist parti içinde iki çizgi olamaz. Bu mekanik ve idealist görüş bizzat AEP pratiği tarafından çürütülmüştür. - Mao ile ilgili kişiye tapmaya karşı doğru bir şekilde karşı çıkılmıştır. Ama bizzat AEP’nin kendisi kişiye tapmadan muaf değildir. Enver partidir’den başka bir anlama gelmeyen “Enver-Parti” yanlış sloganı AEP’nin ana sloganlarından biriydi. Sonuç: AEP kendisinin 8. Parti Kongresi’ne kadar, çizgisinde kısmen önemli, ilkesel hatalar da olan ML bir partiydi. VIII. Parti Kongresi’nden sonra yanlış, revizyonist Hocacı bir çizgi ile revizyonist yozlaşma yolunda bulunan ML bir partidir. Revizyonist gelişme süreci IX. Parti Kongresi ile tamamlanmıştır. ✓ 47 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası “Komünist KöZ” üzerine bir kez daha D ergimizin 158. sayısında, “Troçkizm Üzerine” yazı dizimizin son bölümünde yarı Troçkist olarak değerlendirdiğimiz “Komünist KöZ”e kimi noktalarda eleştirel notlar yöneltmiştik. Bu eleştirel notlarımızın bir bölümüne, “Komünist KöZ Gazetesinin 28. sayısında bir cevap yazısı yayınlandı. Bu sayımızda KöZ Gazetesinin kimi eleştirilerimize tavır takındığı yazısı üzerinde durmak istiyoruz. Eleştiri Yöntemi Nasıl Olmalı? 48 Eleştiri, doğru ve gerçek olanı bulmak için girişilen bir diyalog süreci, bir fikir alışverişidir. Karşı tarafın öne sürdüğü fikirleri olduğu gibi almadan, onları bütünlüğü içinde bağlarından koparmaksızın kavramadan, peşin hüküm ve önyargıyla yapılan „eleştiri“ gerçeği bulmaya hizmet edemez. Herhangi bir konuda eleştiri yapanların önce konuyu etraflıca araştırmaları, asgari düzeyde de olsa bilgi sahibi olmaları gerekir. Olay ve olguların gerçek yüzlerini ortaya çıkartmak ve doğrulara ulaşmak için ML-bilimin de kabul ettiği diyalektik yöntemin temel alınması önemlidir. KöZ’ün cevap yazısına baktığımızda, kimi eleştirilerimizi anlamadığını, görüşlerimizin önemli bir bölümünden haberdar olmadığını görüyoruz. Şöyle yazıyor KöZ: “Bu çerçevede hem KöZ’ün genel çizgisini eleştiren hem de Troçkizm dosyasında dile getirdiği Troçkizm eleştirisinin kendilerince yetersizliklerini ortaya koyan bir eleştiri yayınladılar.”(Bkz. KöZ sayı 28, sf.11, Aralık 2012. Aksi belirtilmedikçe, KöZ’den Yapacağımız bütün alıntılar adı geçen derginin 28. sayısı, sf.11-12’dendir.) Öncelikle bizim yazdıklarımızın iyi anlaşılması gerekir. Biz, dergimizin 158. sayısında aynen şunu söyledik: “Biz bu yazımızda KöZ’ün savunduğu temel görüşlerinin bir analizinden ziyade, kimi noktalarda savunduğu görüşlerine eleştirel notlar yöneltmek istiyoruz.” (Bkz. YDİ Çağrı, sayı 158, sf.49) Dizi yazımızın son bölümünde, KöZ’ün “genel çizgisini eleştiren” bir yazı yazmadık. KöZ’ün savunduğu görüşlerin kimi noktalarına eleştirel notlar yönelttik. Kuşkusuz KöZ’ün savunduğu görüşlerin daha çok eleştirilecek yanları var. Ama KöZ yazarı, kimi noktalarda çizgilerine yönelttiğimiz eleştirileri, “genel çizgi”lerine yönelen eleştirilere dönüştürüyor. Devam ediyor KöZ yazarı: “Kuşkusuz sol içerisinde birbirini oportünist olarak gören akımların birbirleriyle eylem ve mücadele birliği yapmasında bir sorun yoktur. Ancak söz konusu durumda her iki cenahtan da birbirini her daim karşı devrimci olarak gören akımlar söz konusudur.” KöZ bu satırları yazarken – biz kendi somutumuz için konuşuyoruz - doğru yazmıyor. KöZ’ün iki cenah olarak adlandırdığı cenahlardan biri içinde (anti Troçkist cenah içinde) herhalde biz de varız... Ne Stalin’in kendisi ne de biz Troçki ve Troçkizmi ‘her daim karşı devrimci’ olarak değerlendirmedik. ML olmamak eşittir karşı devrimci olmak demek değil. Troçki hiçbir zaman tutarlı bir Bolşevik, bir ML olmadı. Fakat birinci dünya savaşı içinde ML pozisyonlara yakın, Enternasyonalist, devrimci bir tavır içinde idi. Ekim devrimi öngününde devrimci pozisyonda idi. O’nu Bolşevik Parti’nin programını ve tüzüğünü en azından lafta kabul ederek Bolşevik Partisi’ne katılmaya götüren de bu konum idi. Troçkizmin işçi sınıfı hareketi içinde devrimci bir akım olmaktan çıkıp, karşı devrimci bir akıma dönüşmesi 1920’li yılların sonlarına kadar süren bir süreç içinde gerçekleşmiştir. O’nu karşı devrimci kılan Sovyetler Birliği’ne karşı giriştiği pratik yıkıcı eylemlerdir. Bugünkü Troçkizm, kimi açık provokatör, işbirlikçi grupları dışında, ‘sol’ hareket içinde yer alan, yer yer gerçek Bolşevik olma iddiasını ileri sürenleri de içinde barındıran, ortak ideolojik noktaları anti Stalinizm olan, bütünü hakkında karşı devrimci değerlendirmesi yapmadığımız oportünist akımlardan biridir. Temel niteliklerinden biri merkezciliktir. Anti Stalinizm adına getirdikleri kimi ‘eleştiriler’ açık burjuva anti-komünizminin komünizme saldırıları Bir kez daha Troçkizmin özelliklerinin ne olduğunu anlatalım. Troçkizm, iradeci subjektivizmdir. Troçkizm, “proleter devrim” teorisini savunma adına köylülüğün önemini ve devrim mücadelesinde oynadığı rolü inkâr etmektedir. Kendi içinde tutarlı bir dünya görüşü olmayan Troçkizm, Marksist görüşlerle, çeşitli türden oportünist görüşlerin karman çorman bir devşirmesidir.Troçkizmi belirleyen bir başka unsur ilkesizlik ve pragmatizm (faydacılık) Marksizm-Leninizmi Savunma Kıstasımız Sadece Stalin’e Yaklaşım Sorunu dır. Troçki’nin ilkesizliği kendini geDeğildir rek ideolojik siyasi alanda, gerekKöZ devam ediyor: “Tıpkı Troçse örgütsel alanda “sentrizm” Marksizmkistlerin soruna Troçki’ye (merkezcilik) şeklinde gösLeninizme düşman olan sahip çıkmak yahut saygı termektedir. Troçki’nin göstermek çerçevesinen önemli özellikleTroçkizm tüm temel sorunlarda de yaklaştıkları gibi, rinden biri onun ilMarksizm-Leninizme karşı reviz Çağrı da başkalakesiz olması, bugün rı gibi, Troçki’yi ve söylediğinin tersini yonizm ile birleşmektedir. Bolşevik yarın aynı bağnazörgütlenmeyi reddeden Troçkizm parti Troçkizm’i merkezci oportünist çizgisi ve lıkla savunabilmesi içinde hizip özgürlüğünü savunma, her tasfiyecilikle ilişkisi dir. Marksizm-Lenibağlamında ele alnizme düşman olan türlü oportünist unsurla aynı parti mıyor. Bunun yerine, Troçkizm tüm temel içinde bir arada barınmayı savuonları Stalin ve onun sorunlarda Marksizmnan ilkesiz birlik taraftarıdır. temsil ettiği çizgiye dair Leninizme karşı reviz tutumları üzerinden ele alıyonizm ile birleşmektedir. yor.” Hayır, eksik söylemiş Köz. Bolşevik örgütlenmeyi reddeden Biz “Stalin ve onun temsil ettiği çizTroçkizm parti içinde hizip özgürlügiye dair tutumları” değil yalnızca; Lenin ve ğünü savunma, her türlü oportünist unsurla aynı parti içinde bir arada barınmayı savunan ilkesiz Lenin in temsil ettiği çizgiye dair tutumları da değerlendirmede tabii ki temel alıyoruz. Ve zaten bunlar birlik taraftarıdır. bir ve aynı çizgi. Sorun oportünist akımlardan TroçŞöyle diyor KöZ: “Yeni Dünya İçin Çağrı Dergisi Troçkizm’i Oportü- kist olanı ile Marksizm-Leninizm arasında. KöZ’ü nizmin Bir Türü Olarak Ele alamıyor.” KöZ bir iddia utangaç ya da yarı Troçkist kılan ML akımın en ileri sürüyor ama iddiasını ispatlama gereği duymu- önemli temsilcilerinden birini ML görmemesi. Sorun yor. Nereden çıkıyor bu? Bu kadar yanlış bir iddia, burada. Bu bağlamda evet Stalin’e karşı tavır ML’e bu kadar belge ortada iken nasıl ileri sürülebiliyor? karşı tavırda turnusol kâğıdı rolü oynuyor. “DolayıDergimizin 153. sayısında (sf. 59) Troçkizmin özel- sıyla da aynı kıstasa göre KöZ’ü de tastamam değilse liklerinin ne olduğunu uzun uzun anlattık. Söyle- de, ‘yüzde 50 Troçkist’ olarak değerlendirmektedir.” diklerimiz açık ve net. “Troçkizm’i Oportünizmin Bir Biz yüzde vermedik. Yarı lafı burada matematik bir kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Troçkizmin Özellikleri Nedir? Türü Olarak Ele” almıyoruz iddiası boş bir iddiadır. KöZ’ün 153. sayıda yazdıklarımızı okumadığını varsayalım. Ama KöZ’ü eleştirdiğimiz 158. sayıda, Troçkizm, Marksizmi savunma adına konuşan oportünist akımlardan biridir” diyoruz. (Bkz.YDİ Çağrı, sayı 158, sf. 53) KöZ’e önerimiz, yazdıklarımızı okumaları ve söylemediğimiz, savunmadığımız görüşleri bize mal etmemeleridir. KöZ, “Troçkizmi merkezci oportünizmin bir türü olarak ele alama”dığımızı söylüyor. Biz Troçkizmi çok genel olarak ele alındığında tabii ki merkezci oportünizmin bir türü olarak ele alıyoruz. Fakat o kadarla kalmıyoruz. Merkezci oportünizm pratik siyasette kimi zaman karşı devrimci hale de geliyor! 1930/1940’ların Troçkizminde olduğu gibi. KöZ bu gelişmeyi yok sayıyor. ✒ ile örtüşmektedir. Yani “her iki cenahtan da birbirini her daim karşı devrimci olarak gören akımlar” içerisinde biz yokuz. KöZ, öncelikle bizim neyi savunup, savunmadığımızı doğru anlaması gerekiyor. KöZ’ün savunmadığımız kimi görüşleri bize mal ederek “eleştiri” getirmesi, görüşlerimizi kavramadığını, anlamadığını gösteriyor. 49 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası deyim değildir, kimi Troçkist görüşleri de savunma anlamındadır, SB’nde sosyalizm inşası deneyimine yaklaşımının Troçkist akımın yaklaşımı ile aynı olması anlamındadır. Tabii KöZ Troçkizmden kendini Troçki ve Troçkizmi oportünist akımlardan biri olarak değerlendirmesi ile ayırıyor. Ona ‘Troçkist değil’ dememizin nedeni budur. Yarı- Troçkizm değerlendirmesi, onun anti-Troçkist tavrının tutarsızlığı, ML’e getirdiği kimi eleştirilerin Troçkizmin cephaneliğinden alınmış olmasını ifade eden bir değerlendirmedir. “Tıpkı Troçkistlerin muhatap yahut muarızlarını Stalin’e ilişkin duruş ve görüşlerine göre ele aldıkları gibi, Çağrı da herkesi bir kefesinde mutlaka Stalin’in durduğu bir teraziyle tartmak istemektedir”. Terazimizde kefede duran ML’in bilimidir. Troçki bağlamında, dünya üzerinde tek başına da olsa sosyalizmin inşasına çalışan Sovyetler Birliği’ne karşı pratik tavırdır vs. Ölçümüz ve kıstasımız yok mu(ş!)? 50 KöZ, “Daha önemlisi ve esaslı olan ise şudur: Çağrı’nın ‘öteki yüzde 50’yi ölçmek ve tarif etmek için bir ölçüsü ve kıstası yoktur” diyor. Yüzde vermediğimizi yukarda açıkladık. “Öteki yüzde 50’yi ölçmek ve tarif etmek için bir ölçüsü ve kıstası”mızın olmadığını söyleyen KöZ yanılıyor. Kıstaslarımız var. Ortaya koyduğumuz kıstaslar, esasta Dünya Komünist Hareketinin unsurlarının Marksizm-Leninizm ile revizyonizmin aktüel olarak çatıştığı bazı temel noktalarda takınması gereken tavırlar, ayrım çizgileridir. Bu kıstaslar, esas olarak uluslararası hareket için kıstaslardır. Bunun ötesinde her ülkenin sınıf mücadelesinin sorunları ile ilgili olarak belirleyici aktüel konularda da takınılan tavırları irdeliyoruz. Somut olarak Marksizm-Leninizm adına konuşan güçleri belli temel noktalarda sorguluyoruz. Ülkelerimizin Bolşevikleri, bundan 30 yıl önce daha 1983’te Marksizmin-Leninizmin güncel kıstaslarının ne olduğunu şöyle tespit ettiler: “—Marx, Engels, Lenin, Stalin’i MarksizmLeninizm’in klasikleri olarak kabul etmek; —Kruşçev modern revizyonizmine karşı çıkmak; Kruşçev tipi modern revizyonizmi, şimdi çökmüş olan Rus sosyal-emperyalizminin ideolojik dayanağı olarak kavramak ve mahkûm etmek; —Kruşçev modern revizyonizmine karşı ideolojik mücadelenin tamamlanmamış olduğunu, bu mücadele içinde çok önemli hata ve sapmalar bulunduğunu, bu mücadelenin tamamlanmasının bugün de önümüzde görev olarak durduğunu kabul etmek; —”Üç Dünya Teorisi”ni karşı-devrimci bir teori olarak mahkûm etmek; “Üç Dünya Teorisi”nin köklerine ve tüm varyasyonlarına karşı mücadeleyi görev olarak kabul etmek; —Mao Zedung’un değerlendirmesinde, hem onun Marksizm-Leninizm’in beşinci klasiği olarak değerlendirilmesine ve hem de 1957 sonrası için revizyonist genel değerlendirilmesine karşı çıkmak; Maoizmi, Leninizm’den bir sapma olarak red ve mahkum etmek; —Arnavutluk Emek Partisi’nin 1978 sonrası çizgisinin revizyonist olduğunu tespit ve bu çizgiyi mahkum etmek; —Dünya Marksist-Leninist Hareketi’nin birliğini sağlamak için, bugün Dünya Komünist Hareketi’nin ortak bir platform temelinde birleştirilmesi çalışmasının kavranacak esas halka olduğunu; gerek uluslararası alanda, gerekse tek tek ülkelerde Marksist-Leninist Hareket’in birliğini sağlamanın yönteminin açık ve kamuoyu önünde ilkelere dayalı ideolojik mücadele olduğunu kabul etmek; —”Leninist Parti Öğretisi”ni, bugün özellikle de bu öğretinin partinin nasıl yaratılacağına ilişkin “İki Aşamalı Parti Öğretisi” alanını evrensel bir öğreti olarak savunmak; —Marksizm-Leninizm’in yöntemsel önermelerine, özellikle “teori-pratik uyumluluğu” ve “özeleştiri” yöntemlerine sıkıca bağlı olmak.” (Bolşevik Parti İnşa Öğretisi Üzerine, H. Yeşil, Dönüşüm Yayınları, Ocak 1997, İstanbul, sf.184-185) Biz, her dönemde Marksizm-Leninizmin devrimci özünü savunanların Marksist-Leninist olarak değerlendirilmesi gerektiğini; yine her dönemde Marksizm-Leninizmin devrimci özünü savunma”nın ne anlama geldiğinin içeriğinin revizyonizme-oportünizme karşı mücadelenin gerekleri göz önüne alınarak somut olarak açıklanması, doldurulması gerektiğini tespit ediyoruz. Her dönemde somut olarak tespit edilmesi gereken Marksizmin güncel kıstasları elbette Marksist-Leninist bilim temelinde yükselmelidir. Bu kıstasların Marksizm-Leninizmin her üç alanındaki temel görüşleriyle çelişmemesi ve onlara uygun olması gerekir. Tespit edilmesi gereken güncel kıstaslar, oportünizme / revizyonizme karşı mücadele içinde Marksist-Leninistleri bir program etrafında birleştirmenin bir aracıdır. Her dönemde tespit edilen güncel kıstasların kabulü ve bu kıstaslar doğrultusunda çalışma yapılacağının açıklanması, dünya MarksistLeninist hareketinin parçası olarak görülmenin ilk ön şartıdır. Güncel olarak tespit edilen kıstasların Şöyle yazıyor KöZ: “Çağrı’nın da KöZ’ün Troçki ve Troçkizm’i bu referansların, yani somut olarak Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongre belgelerinde en billur ifadesini bulan kıstasların mihengine vurarak kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Temel Aldığımız Referanslar Nedir? değerlendirmesini anlaması mümkün değildir. Çünkü onların mihenk taşı da başka yerdedir. Ama kullanmaktan özenle imtina ettikleri bu referansları büsbütün rafa kaldırmaya cüret edemedikleri için de, KöZ’ü de mutlak biçimde mahkûm etmeyip, ‘yarı-Troçkist’ olarak itham etmektedirler.” Bizim referanslarımız ilk dört kongre ile sınırlı değil. Bizim referanslarımız Komintern bağlamında onun bütün kongrelerinde aldığı kararlardır. Bunlar bizim için Marksist-Leninist Dünya Hareketinin ortak kararlarıdır. Yalnızca onlar değil, bir dizi KEYK kararı da bizim referanslarımızdır bu bağlamda. KöZ ile bu bağlamda aramızdaki temel fark da budur. KöZ kendi kafasında Komintern’in 4. Kongresi ertesinde, ilk dört kongreden saptığı vb. teorisini kabul etmiştir. Bu Troçkistlerin temel iddialarından biridir. Gerçek ise, Komintern’in genel çizgisinde, doğrultusunda Dördüncü Kongreye kadar olan dönemle sonrası arasında bir kopukluğun sapmanın vs. söz konusu olmadığıdır. Aynı temel doğrultu üzerinde gelişen, yetkinleşen, taktik konularda zenginleşen bir çizgidir söz konusu olan. Sorun şudur ki, merkezi çizgideki bu gelişme ve yetkinleşme tek tek seksiyonların da otomatikman aynı yetkinliğe kavuşması anlamına gelmiyor. Biz, referanslarımızın ne olduğunu açık olarak yazıyoruz. Dergimizin 158. sayısında KöZ’e somut sorular sorduk. Lenin sonrası dönemi inkâr eden, bir dizi olumlu gelişmeyi görmeyen KöZ’ün yaklaşımı idealisttir. KöZ’ün görevi söylem düzeyinde değil, gerçek anlamda 1924 sonrasını araştırmaktır. Komintern’in yalnızca ilk dört kongresi referans olarak alınıyorsa, Beşinci, Altıncı ve 7. Kongre kararlarının incelenmesi ve ilk dört kongre ile nasıl çeliştiğini ortaya koymak KöZ’ün görevidir. Sadece Komintern kongreleri değil, Lenin sonrasını tufan olarak değerlendirenlerin görevi, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin inşasını ve hangi konularda Lenin öğretisi ile çeliştiğini açıklama görevleri var. Bunun yapılmadığı yerde, söz konusu olan yalnızca ispatlanmayan (bizce ispatlanması da mümkün olmayan) iddialardır... ✒ herhangi birinde esasta yanlış pozisyonda duran ve bu yanlış pozisyonunu temelli eleştirilere, ilkeli ideolojik mücadeleye rağmen savunanlar ve bu anlamda hatalarını düzeltme imkânı görülmeyenler, MarksistLeninist, dünya Marksist-Leninist hareketinin parçası vb. olarak değerlendirilemezler. Bugün modern revizyonizme ve her türden oportünizme karşı Marksizm-Leninizmin savunulmasının aktüel gerekleri ve dünya Marksist-Leninist hareketinin durumunu göz önüne alarak, otuz yıl önce ML olmanın kıstaslarını tespit etmemizin nedeni budur. KöZ yazarı devam ediyor: “Bir başka deyişle, Stalin’i usta kabul etmemek yarı-Troçkist yaftasını hak etmek için yeterlidir; ama Çağrı bakımından Leninizm ve Bolşevizm’in tarifini yapmak üzere doğrudan doğruya Leninizm’den ve Bolşevizm’den aldıkları bir kıstas yoktur. Onların biricik ölçüsü ‘Stalin’e ilişkin tutum’dur… İlginçtir ki muhtelif Troçkist çevrelerin ölçüsü de aynıdır!” Kıstaslarımızın olduğunu, tek kıstasımızın Stalin’e karşı takınılan tavır olmadığını ve güncel kıstasların ne anlama geldiğini yukarda açıkladık. Doğrudan doğruya Leninizm ile ilgili kıstasımızın olmadığını yazan KöZ gene yanılıyor. Marksist olmanın en genel kıstası nedir? Proletarya diktatörlüğü konusunda tavır... Dünyadaki tek proletarya diktatörlüğü bütün eksiklik ve hatalarına rağmen Troçki’nin düşman ilan ettiği Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği idi. Troçkistler bu devleti yıkma faaliyetleri yürüttüler. Bizim ölçülerimizi “muhtelif Troçkist çevrelerin ölçü”leri ile aynılaştırmak sapla samanı birbirine karıştırmaktan başka bir şey değildir.”Tıpkı DİP ve Marksist Bakış’ın KöZ’ü kendilerince anti-Stalinist olarak görmedikleri için ciddiye almadıkları gibi, Çağrı da KöZ’ü Stalin’i kendileri gibi görmediği için tam komünist olmamakla itham etmektedir.” KöZ’ü komünist değil, devrimci bir grup olarak değerlendiriyoruz. Yarı Troçkist değerlendirmemiz, devrimci olmadığı anlamına gelmiyor. Devrimci olmanın kıstasları ile komünist olmanın kıstasları bir ve aynı kıstaslar değildir. Devrimci olmanın kıstasları; sistemle uzlaşmamak, sisteme karşı mücadele etmek vb. dir. Biz kimi başkalarının tersine KöZ’ü ‘ciddiye ‘ alıyoruz! KöZ, Marksizm-Leninizm bilimini temel alıyor mu? KöZ’ü eleştirdiğimiz yazıda, KöZ’ün ML isimlendirmesini kullanmadığını belirttik. KöZ yazarı, ML isimlendirmesini kullanmadıkları yönünde getirilen eleştirinin doğru olmadığını ama “Marksizm-Leninizm kavramının içini Çağrı ve benzerleri gibi doldurmadığı”nı yazmaktadır. KöZ yazarının 51 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 52 bu söylemi üzerine yeniden dönüp temel belgelerine lerin ve tüm eğilimlerin köklerinin maddi üretici güçbakma ihtiyacı duyduk. KöZ’ün temel belgesi, “Amaç lerin durumunda yattığını kanıtlayarak, toplumsal ve İlkelerimiz” broşürüdür. Bu broşürde KöZ, amaç- ekonomik formasyonların, oluşma, gelişme ve çökme larını, ilkelerini ve varılacak hedeflerini açıklamak- sürecini kapsamlı ve çok yönlü inceleme yolunu göstadır. Temel bir belgede Marksizmin-Leninizmin te- termiştir. İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, fakat mel alınacağı ve referanslarının Marksizm-Leninizm insanların, özellikle insan kitlelerinin güdülerini neolduğu yönünde bir söylem yoktur. Kimi belgelerde yin belirlediğine, birbirleriyle çelişen düşünce ve çabaevet birbirinden bağımsız Marksizm, Leninizm kav- ların çatışmalarının nereden kaynaklandığına, İnsan ramları kullanılmaktadır. Örneğin “Bolşevizm Def- toplumlarının tüm kütlesi içindeki bu çatışmaların terleri” başlıklı kitapta sadece bir yerde Marksizm- toplamının neyi anlattığına, insanların bütün tarihLeninizm terimi kullanılmaktadır. Bu anlamda “ ML sel davranışlarının temelini oluşturan maddi yaşamın isimlendirmesini KöZ’ün kullanmadığı”şeklindeki üretimin koşullarının neler olduğuna, bu koşulların genel tespitimizin hatalı bir tespit olduğunu belirt- gelişme yasasının ne olduğuna –tüm bunlara Marks mek istiyoruz. dikkat çekmiş ve bütün muazzam çeşitliliği ve KöZ, ML isimlendirmesini yer yer çelişkililiği içinde yasalara bağlı tekil fakat sadece söylem düzeyinde bir süreç olarak tarihi bilimsel 1848’de Komükullanıyor. tarzda araştırmanın yoluKöZ yazarı, Marknu gösterdi. “ (Lenin, nist Manifesto yazıldığında, sizm-Leninizm kavage, sf. 32) Lenin, Marksizm egemen bir ideoloji değildi. ramının içeriğini Marksizmi böyle Komünist Manifesto, Marksizmin temelleÇağrı gibi dolduranlatıyor. KöZ ise madıklarını yazıMarksizmi sarinin atılmasında çok önemli tarihsel bir belyor. Marksizmgedir. Kuşkusuz Marks ve Engels’in 1948 öncesi dece „Komünist Leninizm işçi Manifesto“da orKomünistler Birliği içerisinde yürüttükleri sınıfının bilimitaya konulan göçalışma da vardır. Marksizmin hâkim olmadir. Marksizm-Lerüşlerle sınırlıyor. ninizm bütünlüklü K ö Z , dığı dönemde, Marks ve Engels, “sosyalist” bir teoridir. KöZ, Komintern’in ilk olduğunu iddia eden akımlarla ideolo“Marksizm’i kendini dört kongresini refejik hesaplaşma içerisine girdiler. Komünist Manifesto’yla rans aldığını tekrarlayıp takdim eden siyasal akım duruyor. KöZ’ün bu söyçerçevesinde kavradığını “söyleminden yola çıkarak, KöZ’ü lüyor. Evet, Manifesto ilk program eleştirdiğimiz yazıda bir yorum yaptık. ilanıdır. Temeldir. Ama Marksist akımı bununla sı- Bu yorum şudur: “KöZ ilk dört kongreden sonra önnırlandırmak sığlaştırmaktır. Bu, 1848 sonrası mu- derlik boşluğunun oluştuğunu iddia ediyor! KöZ’ün bu azzam hazineyi, en başta da burjuva devlet aygıtı- savunusu diyalektiğe ve bilime aykırıdır. Lenin’in ölünın devralınamazlığı, parçalanmak, yeni bir aygıt mü ertesinde, „gerisi tufandır“ anlayışını savunuyor oluşturulmak zorunda olunduğu tezlerinin Marksist KöZ. Lenin sonrası dönem araştırılmadan, Sovyetler akımın ayrılmaz parçası olduğunun unutulmasıdır. Birliği’nin nerden nereye geldiği kavranmadan, yüzeyMarx ve Engels, bilimsel sosyalizmin temel taşları sel bir takım tespitler yapmak, kendilerine „komünist“ nı ortaya koydular. “Marksizm, Marks‘ın görüşlerinin diyenlere yakışmıyor.” Yaptığımız yorum bu. KöZ, bu ve öğretisinin sistemidir.” (Lenin, “Karl Marx” Lenin, yorumumuzu kendi kendimize “tahayyül ettiği”miz Seçme Eserler, cilt 11, s 24; İnter Yayınları, İstanbul, bir yel değirmenine saldırı olarak niteliyor. Gerçekte 1997) „Marksizm, birbiriyle çatışan tüm eğilimlerin bu yorumumuz doğrudur. Çünkü KöZ’ün eleştirdibütününü inceleyerek, bunların kaynağını toplumun ğimiz yaklaşımında Marksizm darlaştırıldığı gibi, çeşitli sınıflarının tam olarak saptanabilir yaşam ve Leninizm de darlaştırılıyor. Leninizm, emperyalizm üretim koşullarında görerek, bazı “egemen” düşünce- ve proleter devrimleri çağının Marksizmidir. Lenilerin seçimi ya da yorumlanmasında subjektivizmi ve nizm, proleter devrimin teorisi, taktiği, proletarya keyfiliği ortadan kaldırarak ve istisnasız tüm düşünce- diktatörlüğünün teorisi ve taktiğidir. Emperyalizm kavganın doğrusu / doğrunun kavgası kın! Ne Yapmalı’ya bakın! Bir Adım İleri İki Adım Geri’ye bakın! Zimmerwald’a bakın! Komünist Enternasyonal’in kurulmasındaki rolüne bakın! Stalin’de ‘Zafer sarhoşluğuna kapılanlar’ da yazdıklarına; son yazılarında yazdıklarına ve partinin pratiğine bakın! Bunlar keramet sahibi kişiler değil; fakat teorik seviyeleri, ideolojik sağlamlıkları, siyasi berraklıkları genelin çok üzerinde olan Komünistler. Ne yazık ki bunlar o kadar kolay yetişmiyor! 1848’de Komünist Manifesto yazıldığında, Marksizm egemen bir ideoloji değildi. Komünist Manifesto, Marksizmin temellerinin atılmasında çok önemli tarihsel bir belgedir. Kuşkusuz Marks ve Engels’in 1948 öncesi Komünistler Birliği içerisinde yürüttükleri çalışma da vardır. Marksizmin hâkim olmadığı dönemde, Marks ve Engels, “sosyalist” olduğunu iddia eden akımlarla ideolojik hesaplaşma içerisine girdiler. Bu ideolojik mücadele Marks ve Engels’in eserlerinde şekillendi. 1864’te Birinci Enternasyonal kurulduğunda Marksizm işçi sınıfı hareketi içinde sosyalizm adına konuşan diğer akımlardan daha güçlü değildi. Marksizm henüz kendini bilimsel sosyalizm olarak kabul ettirmiş değildi, işçi sınıfı hareketi içinde, bazıları kendinden daha güçlü olan ve sosyalizm adına konuşan bir dizi akımla yarışmak durumundaydı. Marksizm’in egemen hale gelmesi, diğer “sosyalist” olduğunu iddia eden akımlarla ideolojik mücadele içerisinde şekillendi. Daha sonraki gelişmede de Lenin, Marksizm’i Rusya’daki oportünist-revizyonistlere karşı mücadele içinde geliştirdi. Bunun temeli, Marksizm’in gelişmesinde belirleyici bir rol oynayan Menşevizm’in öncelikle Rusya’da ortaya çıkmış olmasıdır. Kuşkusuz Lenin sadece Rusya’daki oportünist-revizyonist akımlarla hesaplaşmadı. Lenin, Emperyalizm, Devlet ve Devrim, Proletarya Diktatörlüğü ve Dönek Kautsky ve Sol Radikalizm adlı eserlerinde, öncelikle uluslararası oportünizmle hesaplaştı. KöZ, Komünist Manifesto’yu ve Komintern’in ilk dört kongresinde şekillenen çizgiyi temel aldığını söylüyor ve şöyle diyor: “Lenin’in Toplu Eserleri’ni değil, onun da içinde yer aldığı Komünist Enternasyonal kongrelerinin benimsediği karar ve tezleri esas alıyoruz.” Söylenenler açık değil mi? Komünist Manifesto dışındaki Marks ve Engels’in eserleri KöZ için referans değil! Lenin’in eserleri kendi deyimleri ile “Toplu Eserler”i referans değil! Referans aldıkları iki şey var. Komünist Manifesto ve Komintern’in ilk dört kongresi. Sorulacak ✒ var olduğu sürece Leninizm geçerlidir. Çünkü Leninizm yalnızca Rus devriminde uygulanan taktikler ve kullanılan sloganlardan ibaret değildir. Leninizm tüm dünya proleter devriminin ve sosyalizmin inşasının bilimidir. Leninizmde hiçbir zaman mücadele biçimleri, sloganlar, örgüt biçimleri mutlak olmamıştır. Leninizm emperyalizm döneminin tahliline dayanır. Onu tahlil eder, yorumlar, genelleştirir ve sonuçlar çıkarır. İşte bu sonuçlar Leninist partinin temel dayanaklarıdır. Leninist parti, emperyalizmin tahlili üzerinden çıkan sonuçları kendine esas alır. Stratejisini, taktik platformunu ve buradan da mücadele, örgütlenme ve çalışma biçimini belirler. Leninizm, Komintern’in ilk dört kongresiyle bitmedi. Sonrasında dünyanın ilk sosyalist inşa deneyimi var. KöZ’ün 1924 sonrasını reddetmesi, sosyalizmin kazanımlarını ve inşasını ret etmesi ne ile açıklanır? 1924 sonrasında hiç mi olumlu bir şey yok? Bu yaklaşımın bilimsellikle, diyalektikle hiçbir ilgisi yok ama idealizmle ilgisi var. Şöyle devam ediyor KöZ: “O nedenle ‘Marx - Engels’in eseri olan Manifesto’dan değil, Marx ve Engels’in de içinde yer aldığı Komünistler Birliği örgütünün kolektif bir programatik belgesi olarak Komünist Parti Manifestosu’ndan söz ediyoruz. O nedenle Lenin’in Toplu Eserleri’ni değil, onun da içinde yer aldığı Komünist Enternasyonal kongrelerinin benimsediği karar ve tezleri esas alıyoruz. Bir kopuş noktasını tarif ederken de Lenin’in hastalığına (zira Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin tamamı Lenin’in ne yazık ki yaralı olduğu dönemde gerçekleşmiştir) ya da ölümüne değil, örneğin Komünist Enternasyonal’in (Lenin’in yer almadığı ilk, Troçki’nin yer aldığı son kongre) Beşinci Dünya Kongresi’nde gündeme gelen revizyona dikkat çekiyoruz. Troçki’yi ve Troçkizm’i eleştirirken de bu konunun altını çizmeye dikkat çekmemiz tesadüf değil.” Biz evet Marks ve Engels’e Lenin’e ve Stalin’e özel önem veriyoruz. Gerçek onların kolektif hareket içinde de oynadıkları özel roldür. Gerçek durum şudur ki, bu insanlar kolektif hareket içinde kolektifin genelinin önünde, ilerisinde olmuşlar, yer yer kolektifi ikna edemedikleri yerde, onların kendi tecrübeleri ile deyim yerinde ise kafayı duvara vurarak kendi yanlarına gelmesini bekleme durumunda ve zorunda kalmışlardır... Marx ve Engels için Gotha ve Erfurt Programlarına kenar notlarına bakın! Lenin için, Nisan Tezlerindeki durumuna ba- 53 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası soru şudur: Marksizm denilince akla sadece Komünist Manifesto mu geliyor? Leninizm denilince akla sadece Komintern’in ilk dört kongresi mi geliyor? Marksizm-Leninizm bir bütündür. KöZ bu yüzden Marksizm-Leninizm bilimini referans aldığını söylemiyor, söyleyemiyor. KöZ’ün bu yaklaşımının Marksizm-Leninizm ile hiçbir ilgisi yoktur. Modern Revizyonizm Adeta Gökten Zembille mi İndi? Yeni Dünya için Çağrı, “Stalin’in ölümüyle birlikte modern revizyonizmin adeta gökten zembille iner gibi SBKP ve SSCB’nin başına musallat olduğunu” düşünmüyor. KöZ bu iddiada. Çağrı’nın modern revizyonizmin gökten zembille indiğini savunduğu, usta ilan edilen komünistlerin hikmeti ile vs açıkladığı ispatlanamaz boş bir iddiadır. Dergimiz sayfalarında modern revizyonizmin egemen hale gelmesi bağlamında epey yazı yazdık. KöZ’ün bu yazıları okumadığından yola çıkarak bir kez daha şunları belirtelim. Bizim modern revizyonizmi idealist bir tarzda XX. Parti Kongresi ile ‘Stalin’in ölümünden sonra’ ‘aniden’ başlattığımız; Stalin döneminde yapılan hataları görmediğimiz suçlamaları sıkça gelmektedir. Biz, Kruşçev revizyonizminin “aniden” “gökten zembille inmiş” gibi ortaya çıkıp, iktidarı ele geçirdiğini savunmadık, savunmuyoruz. Kruşçev revizyonizmini, İkinci Dünya Savaşı sonrasında önemli mevziler elde eden modern revizyonizmin bir türü, devamı olarak gördük, görüyoruz. XX. Parti Kongresi SBKP içinde revizyonist gelişmenin parti içinde kesin egemenliğini ilan ettiği kongredir. Revizyonizmin egemenliği bir süreç, XX. PK. bu süreç içinde egemenliğin açıkça ilan edildiği bir duraktır. Komintern Kongreleri ve Kimin Neyi Savunduğu Sorunu 54 Şöyle diyor KöZ: “Bu bakış açısıyla elbette Komünist Enternasyonal’in tez ve kararları üzerinde durmaya hacet yoktur.” (...) “Stalin’in damgasını vurduğu dönemin dahi o kongrelerin tez ve kararlarına kıyasla değerlendirilmesi gereklidir.” Stalin’i savunmak; Komünist Enternasyonal’in tez ve kararları üzerinde durmayı da gerektirir. Biri ötekini dışlamaz. Çağrı, işçi sınıfının uluslararası örgütlenmesini konu alan bir yazı dizisini 35. sayıdan itibaren yayınlamaya başladı. Birinci Enternasyonal’den başlayarak, Üçüncü Enternasyonal’e kadar tüm gelişmeleri okuyucularına aktardı. Komintern’in tek tek kongreleri, Kong- re öncesi yaşanan gelişmeleri ele alarak inceledi. “Stalin’in damgasını vurduğu” dönemin kongreleri de incelendi. Bu yazdıklarımız belgelidir. KöZ, internet sayfamızda söz konusu yazı dizisini inceleyebilir. Şimdi KöZ’e soruyoruz? Siz, Komintern kongrelerini, alınan kararları ve kongreler arasında yaşanan gelişmeleri araştırdınız mı? KöZ, ya yazdıklarımızı anlamıyor ya da işine geldiği gibi kimi nakaratları tekrarlayıp duruyor. Şöyle yazıyor KöZ yazarı: “Bununla birlikte, Çağrı yazarı kendince abdestinden o kadar emin ki, güya KöZ’ün Komünist Enternasyonal’in mirasına sahip çıkmadığını ispat etmek isterken baltayı ayağına vuruyor: “… KÖZ ne Bolşevizmi ne de Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde şekillenen çizgiyi savunmuyor. Mesela Komintern 2. Kongresinde “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu” bağlamında ortaya konan çizgiyi KÖZ savunduğunu iddia edebilir mi?”(Bu alıntı bizim yazıdan bn) Bununla birlikte bu sorunun peşinden Çağrı KöZ’ün Komünist Enernasyonal’in ilk 4 kongresindeki tez ve kararlarla nerede nasıl ters düştüğünü gösterme zahmetine bile gerek görmüyor. Hatta ‘Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu’ hakkındaki tezlerden söz etmişken, KöZ’ün tutumunu bu bakımdan irdeleyip iddiasını kanıtlama ve kendisini bu aynada inceleme zahmetine girmiyor.” KöZ, yazımızdan eksik bir alıntı yapıyor ve alıntı yapılan paragrafın son cümlesi, can alıcı cümlesi atlanıyor. Köz’ün aktarmadığı yerde deniyor ki; “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu” hakkındaki tezlerden söz etmişken, KöZ’ün tutumunu bu bakımdan irdeleyip iddiasını kanıtlama ve kendisini bu aynada inceleme zahmetine girmiyor.” Yukarda yazımızdan yaptıkları alıntının son cümlesi şöyledir: “Bu bağlamda TKİP için yazdıklarımız KöZ içinde geçerlidir. “ (Bkz. Sayı 158, sf. 54) Troçkist örgütlerin büyük bölümü „Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz“ sloganını kullanıyor. KöZ ise „Bütün Ülkelerin Komünistleri Birleşiniz!“ şiarını atıyor. Ulusal sorun ve sömürge sorunun proleter devrimle birleştirilmesi ve kaynaştırılması sorunu Lenin, Stalin ve Komintern tarafından teorik planda çözümlendi ve buna uygun bir siyaset geliştirildi. Komintern II. Kongresi’nde, ulusal sorun üzerine tartışma yürütüldü ve bu kongrede Lenin’in sunduğu tezler temelinde sorun tartışılarak önemli kararlar alındı. Emperyalizm ve proleter devrimleri çağında ulusal kavganın doğrusu / doğrunun kavgası kongreye sunar. Sunuşu aynı zamanda komisyonun raporuyla birlikte yapar. (Bkz. “Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi’nde Ulusal ve Sömürgesel Sorun Komisyonu’nun Raporu” Lenin Seçme Eserler, cilt 10, sayfa 262-268) Yönergelerde; - Eşitlik talebinin gerçek anlamını sınıfların ortadan kaldırılması talebinde bulduğu; - Ezen ve ezilen ulus ayrımı yapılmasının mutlaka gerektiği; - Kapitalizm şartlarında ulusların eşit şartlarda barış içinde bir arada yaşamasının mümkün olmadığı; - Komünist Enternasyonal’in ulusal ve sömürgesel sorunda siyasetinin temelinde bütün ülke ve uluslardan işçe ve emekçi yığınların burjuvazi ve toprak beylerinin iktidarını yıkmak için devrimci mücadelelerde birleştirilmesinin yattığı; - Bütün dünyada burjuvazinin Sovyet iktidarına saldırdığı, bu şartlarda Sovyet iktidarı ile dayanışmanın ezilen ulusların kurtuluşu için mutlak bir gereklilik olduğu; - Ezilen ulusların ulusal hareketi ile Sovyet Rusya’nın ittifakını gerçekleştirecek bir siyaset izlenmesi gerektiği; - Federasyonun bütün uluslardan emekçilerin birliğini sağlamak için elverişli bir geçiş biçimi olduğu; - Rusya’daki deneyimin derslerinin incelenmesi gerektiği; - En burjuva demokratik rejimlerin bile ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda sahtekârca tavır takındıklarının teşhirinin gerektiği; - Proleter enternasyonalizminin: 1. Bir ülkenin proleter mücadelesinin çıkarlarının, dünya çapındaki mücadelenin çakırlarına tabi olmasını, 2. Burjuvaziyi yenen ülke proletaryasının enternasyonal kapitalizmi yenmek için en büyük ulusal fedakârlıklara hazır olmasını talep ettiği; - Geri kalmış, feodal-patriyarkal, ya da patriyarkal köylü karakteri taşıyan ülke ve uluslarda, bütün komünist partilerin buralardaki devrimci özgürlük hareketini destekleme yükümlülüğüne sahip olduğu, bu desteğin biçiminin söz konusu ülkelerin Komünist Partileriyle birlikte belirlenmesi gerektiği; - Ezilen ulusların emekçileri içinde -yüzyıllarca kölelik sonucu haklı olarak oluşan- güvensizliği ortadan kaldırmak için onların ulusal duygularına karşı özenli davranmak gerektiği; Proletarya ile bütün ülkelerin ve milletlerin emekçi kitlelerinin birliği sağlanmak- ✒ sorun, sömürgeler genel sorunu haline geldi. “Bütün ülkelerin işçilerinin birliği” siyaseti, emperyalizm koşullarındaki değişime göre (sömürge ve bağımlı ülkelerdeki hareketlerin gelişme eğilimi göstermesi, emperyalizme darbe vurması vb.) “Bütün ülkelerin işçilerinin ve ezilen halkların birliği” siyasetine dönüştü. Bu siyaset çok açık olarak gelişmiş ülkelerdeki proletarya hareketi ile sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizme karşı ortak bir cephede birliğini sağlama siyasetidir. Bu siyaset uygulanmadığı sürece ne gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın, ne de sömürge ve bağımlı ülkelerin ezilen halklarının emperyalizmden kopuşu gerçekleşecektir. Bu nedenle doğru şiar “Bütün ülkelerin işcileri ve ezilen halklar birleşiniz!” şiarıdır. KöZ’ün savunduğu görüşlerin Komintern’in II. Kongresinde karara bağlanan tezlerle hiçbir ilgisi yoktur. KöZ bu bağlamda açıkça Troçkist pozisyondadır. KöZ yazarı diyor ki; KöZ sayfalarında en çok durulan konuların başında, Komintern II. Kongresinde „bu tezlerin ortaya çıkış süreci ve akıbeti gelmektedir.“ Troçkizm dosyasında da „bilhassa bu konuya dikkat“ çekildiğini anlatıyor yazar. Devam ediyor yazar. Komintern II. Kongresinde, Milliyetler ve Sömürgeler Sorunu konusunda Yönergeler’in esas mimarının Hintli Roy olduğunu anlatıyor. Böylece KöZ, Lenin’in oynadığı belirleyici rolü bir kalem darbesi ile arka plana atıyor. Referansı Roy olan KöZ, V. Kongre’de Roy’un II. Kongre kararlarına aykırı davranıldığı için eleştiriler getirdiğini iddia ediyor! Burada söylenenler Troçkizm dosyasında da söylenmektedir. Dergimizin 64. Sayısında Komintern II. Kongresi’nde tartışılanın ne olduğu hakkında şunları yazdık: “Milliyetler ve Sömürgeler Sorunu konusunda Yönergeler. Milliyetler ve Sömürgeler sorunu İkinci Kongrenin gündeminde çok önemli bir yer tutar. Bu konuda sunulan tezlerin ve tamamlayıcı tezlerin tartışmaları iki güne yakın sürer. Lenin kongre öncesinde kongreye sunulacak tezlerin ilk taslağını kaleme alarak tartışmaya sunar. (Bkz. “Ulusal ve Sömürgesel Soruna İlişkin Tezlerin İlk Taslağı”, Lenin, Seçme Eserler cilt 10, sayfa 254-261) Lenin kongre çalışmaları sırasında da “Ulusal Sorun ve Sömürgesel Sorun Komisyonu” çalışmalarına aktif olarak katılır. Bu komisyon kongre tarafından seçilen ve kongredeki tartışmaların ışığında kongreye sunulan karar tasarısına son şeklini veren bir kurumdur. Lenin bu komisyonun sözcüsü olarak tezlerin son biçimini 55 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 56 sızın kapitalizme karşı nihai zaferin mümkün olmadığı vurgulanır.” (Bkz. Tutanak, Alm. sayfa 224-232) (Daha geniş bilgi için bkz: Çağrı, sayı: 64) Görüldüğü gibi belirleyici rolü oynayan Roy değil, Lenin’dir. KöZ Lenin’i değil, Roy’u referans almaktadır. Komintern IV. Kongresinde sömürge sorunu üzerine de tartışılır. IV. Kongre’de, sömürge sorunu bağlamında ortaya konulan yönergeler, esas olarak II. Kongre’de ortaya konulan temel tezlerle uyum içindedir. (Bkz. Kemalist Devrim, H. Yeşil, Dönüşüm Yayınları, Eylül 2000 İstanbul, sf. 113)Yine bu yönergeler daha sonra VI. Kongre’de kabul edilen programdaki tespitlerin bir ön hazırlığı gibidir. Komintern V. Kongresi’nin gündeminde, sömürgeler sorunu tartışması yoktur. Komintern Beşinci Kongresi, Dördüncü Kongre’den sonraki dönemde olan gelişmeleri, özellikle de 1923 güzünde Avrupa’da yenilgiyle sonuçlanan ayaklanma deneyimlerini değerlendirir. Gerek objektif durumu gerekse komünist partilerin ve işçi hareketinin durumunu göz önüne alan Beşinci Kongre “Önümüzdeki tüm tarihi dönemin tayin edici sorusu proleter kitlelerin ve onun komünist öncülerinin örgütlenme derecesidir” tespitini yapar. Objektif durum ne kadar iyi olursa olsun, eğer bu objektif durumdan devrimi zafere götürmek için yararlanacak seviyede bir örgütlülük yoksa komünist öncü ile kitleler arasında sağlam bağlar yoksa devrimin zafere ulaştırılamayacağı, yenilgiyle sonuçlanan ayaklanma girişimlerinde bir kez daha görülmüştür. Şimdi artık devrimci dalganın belli bir geri çekilme sürecinde olduğu bir durumda, tüm komünist partiler, ileriki kavgalara daha iyi hazırlıklı olmak için örgütlenme düzeylerini yükseltmelidirler. Beşinci Kongre bu görüşler temelinde tüm komünist partiler için “Bolşevikleşme” şiarını, dönemin şiarı olarak ortaya atmıştır. KöZ, Manabendra Nath Roy’u referans aldığı için, Roy’un Beşinci Kongre’de “KEYK’in bu ikinci kongre kararına aykırı hareket ettiğini göstermek için yaptığı eleştiriye dikkat” çektiğini iddia ediyor! Eleştirinin ne olduğu ve hangi konularda İkinci Kongre’nin kararlarına aykırı hareket edildiğini ortaya koyamıyor KöZ. Peki, KöZ’ün referans aldığı Roy kimdir? Roy Hint kökenli bir devrimcidir. Komintern İkinci Kongresi’ne Lenin tarafından davet edilmiştir. 1929’da Komintern ile ilişkisi kesilmiştir. 1930’da Hindistan’a dönen Roy, hümanist çalışmalara koyulmuştur. Bir dönem komünist olan; sonra komünist mücadeleyi terk edip, hümanist demokratlığa soyunan Roy, KöZ’ün referans aldığı bir kişidir. KöZ, “Politik metinler yerine kimi tarihsel kişilikler”in temel alındığını ve bunun sonucu olarak oportünizme kapı aralandığını iddia ediyor! KöZ’ün anlamadığı şey şu: Biz kişiyi, kişilikleri değil, o kişilerin isimlerinde (haklı olarak!) somutlaşmış, onların isimleriyle bütünleşmiş, siyasi teori ve pratiği esas alıyoruz. KöZ İdealizmi Savunuyor Devam edelim... Şöyle yazıyor KöZ: “Söylenenlerden ve onların evrensel kapsamından ziyade, söyleyeni ve söylendiği zamanı esas alan bakış açısıyla, ‘somut şartlar’ tılsımlı formülü oportünist manevraların maymuncuğu haline gelir.” Zaman ve mekândan bağımsız bir doğru / gerçek vs. savunusu bu. Bunun adı felsefi idealizm. İdealizm, zaman ve mekânı objektif bir gerçeklik değil de, insan görüşünün biçimleri olarak kabul eder. Materyalizm bilincimizden bağımsız objektif gerçeği, yani hareket halindeki maddeyi temel veri, çıkış noktası olarak kabul eder. Materyalizm, zaman ve mekânın objektif gerçekliğini de kabul eder.Tabii ki Marksizmin yaşayan devrimci ‘ruhu’ somutun diyalektik materyalist tarzda çözümlenmesi, bir başka deyimle “somutun somut tahlili”dir! Evet, bu anlamda somut şartlar belirleyicidir. Bu bağlamda sorun somut şartların tahlili adına söylenenlerin gerçekten somut şartların diyalektik materyalist çözümlemesi olup olmadığıdır.“Böylece yeni şartların hüküm sürmekte olduğunu söyleyip, ‘yeni dönemin yeni koşullarına göre’ yeni yönelimlerin benimsenmesini mazur göstermek mümkün hale gelir.” Eğer iddia edilen yeni şartlar gerçekten de yeni ise ve bunlar gerçekten de yeni yönelimler gerektiriyorsa, komünizm adına anda var olana sahip çıkıp yeni olanı yapmamak aymazlıktır. ‘Ortodoks Marksistler’in Lenin’e karşı tavrı bu idi. KöZ’ün bu bağlamdaki referansı materyalizm değil idealizmdir. KöZ şöyle devam ediyor: “Bu tür oportünist arayışlar peşinde olanların KöZ’ün pek çoklarının da sözüm ona sahip çıktıklarını iddia ettikleri belgeleri, doktrinerlik ve dogmatiklik sataşmalarından ürkmeden, oldukları gibi benimseyip yayınlayarak kendine referans olarak almasını kabul etmesi elbette mümkün değildir.” İlginç olan şudur: Çağrı’nın sahiplendiği siyasi akım Kuzey Kürdistan / Türkiye solunda Komintern belgelerini en çok yayınlayan, bunlar üzerine en çok tartışan akımdır! KöZ, kendi yaptıklarının dışında, “İlginçtir ki, Mustafa Suphilerin katledilmesinden sonra iş başına gelen TKP merkez komiteleri, TKP’nin programına ve kuruluş amaçlarına rağmen, Kemalist hareketin kuyruğuna takılmış veya Kemalist rejimin gerici politikaları karşısında devrimci bir tutum göstermemiştir. Hatta 1927 tevkifatında olduğu gibi, TKP kendi genel sekreteri (Vedat Nedim Tör) eliyle polise teslim edilerek tasfiye edilmiş yahut ‘desantralizasyon’ kılıfları altında tasfiyeye tabi tutulmuştur.” KöZ’ün bu tespitleri doğru olmasına doğru ama KöZ, Mustafa Suphi döneminde de Kemalistlerin yanlış değerlendirildiğini de görmek zorunda. Mustafa Suphi’ler de ne yazık ki, Mustafa Kemal’i ve Kemalistleri onların olduğundan daha devrimci görmüş, onlara karşı tedbirsiz davranmıştır. Yani, sonraki TKP’nin Kemalizmin kuyruğuna takılması ‘gökten zembille inmemiştir.’ Mustafa Suphi TKP’sinin Kemalistlere karşı hayırhah tutumunun ilerletilmesidir yapılan. KöZ, Çağrı’nın “Stalin’in ölümüyle birlikte modern revizyonizmin adeta gökten zembille iner gibi SBKP ve SSCB’nin başına musallat olduğunu”düşündüğünü yazmıştı. Bu eleştiriye yukarda cevap verdik. Mustafa Suphi sonrası, TKP’nin Kemalistlerin kuyruğuna takılması ve Kemalist rejimin gerici politikaları karşısında devrimci bir tutum göstermemesi, ‘gökten zembille” inen bir durum mudur? “Çağrı Marksizm-Leninizm’i ‘Stalin’e sahip çıkma’ olarak ele aldığı gibi, Mustafa Suphi önderliğinde- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası TKP, Mustafa Suphi ve Sonrası ki TKP’nin programatik çizgisine sahip çıkmayı da ‘Mustafa Suphi’ye sahip çıkma’ olarak algılamakta ve savunmaktadır. ‘Mustafa Suphi mi, Şefik Hüsnü mü? Stalin’e sahip çıkıyor musunuz, çıkmıyor musunuz?’ kısır kıyaslamasının ardında sorunun asıl politik özü de rafa kalkmaktadır.” Stalin’i savunmanın neden Marksizmin-Leninizmin güncel bir kıstası olduğunu yukarda açıkladık. Fazla söylenecek lafı olmayanlar döne döne aynı lafları tekrarlayıp duruyor. KöZ’de aynen böyle yapıyor. Programatik çizgi bağlamında, TKP’nin 1920 Programı ile 1926 eylem programı arasında belirleyici önemde bir fark yoktur. Pratik ise giderek daha fazla Kemalizmin ilerici yanının abartılarak onun arkasına takılmak yönündedir. Bu bağlamda evet SB’nin Kemalist TC ile iyi ilişkileri / ki bu devlet siyaseti açısından doğrudur / TKP ile Kemalist Türkiye arasındaki ilişkilere taşınmıştır. Bu yanlıştır. KöZ yazarı şöyle devam ediyor: “Mustafa Suphi / Şefik Hüsnü dönemleri arasındaki çizgi farkının ardında daha önemli bir başka sorunun üzeri örtülmektedir: Şefik Hüsnü döneminden itibaren TKP’nin çizgisindeki revizyonu TKP yöneticileri kendi kendilerine mi yapmıştır? Eğer bir revizyon söz konusu ise (ki düpedüz öyledir) o esnada toplanan ve daha önce TKP programını da onaylamış olan Komünist Enternasyonal Kongresi, bu revizyonizmi gözden mi kaçırmıştır? Gerek İbrahim Kaypakkaya’nın gerekse de sonrasında Şefik Hüsnü revizyonizmini teşhis edenlerin herhangi birinin sormadığı ve KöZ’ün de ısrarla sormakta olduğu sorulardan biri budur. Sanırız Çağrı yazarını da başkaları gibi asıl rahatsız eden de budur.” Biz bu sorudan hiç rahatsız değiliz. Bu soruyu KÖZ’den çok önce sorup cevaplandırdık. Komünist Enternasyonalin, Kemalizme hayırhah yaklaştığını, O’nu uluslararası alanda haklı olarak emperyalizmden uzak tutmaya çalıştığını, bunun TKP politikasına yansımasının felaketli sonuçları olduğunu ortaya koyduk. Haziran 1997’de ortaya koyduğumuz tezler şöyledir: “Kürt milli meselesinde Komünist Enternasyonal’in ve TKP’nin tavırları hakkında tezler... Komünist Enternasyonal (Komintern), ulusal ve sömürgeler sorununa yaklaşımda proleter dünya devrimini çıkış noktası olarak almıştır. Somut siyaset belirlemede ezen ulus ezilen ulus ayrımı yapmıştır. Ulusal hareketleri ulusal devrimci ve ulusal reformist hareketler olarak ikiye ayırmış ve desteklenecek ✒ başkalarının yaptıkları çalışmaları görmezden geliyor. Şöyle yazıyor KöZ yazarı: “‘Geliştirmek ve daha ileri bir seviyeye taşımak’ elbette kulağa hoş gelen sözlerdir. Ama önce bunu kimin ve nasıl yaptığı konusuna bakmak ve ilerlemenin ölçüsünü neye göre kimin tayin ettiğini görmek gerekir. Bir kongre tarafından alınan bir kararın o kongrede tayin edilmiş bir merkez komitesi veyahut KEYK gibi bir yürütme organı tarafından kendilerine göre değiştirilip daha ileri bir nitelik kazandığı iddiasıyla tasdik edilmesi kabul edilebilir mi? Asıl önemli soru budur.” Eğer bir dünya komünist partisi olursa ve tek tek komünist partileri, o dünya Partisinin seksiyonları olursa, olur! Tek doğru olan da bu olur böyle bir durumda. Aksi komünizm adına herkesin kendi komünizminin olacağını savunmaktır! Milli komünizm saçmalığı yani! 57 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 58 olanın ulusal devrimci hareketler olduğunu açıklamıştır. Bir ulusal hareketin devrimci olmasının temel kıstasları Komintern’e göre, bu hareketin genel olarak emperyalizme yönelmesi, emperyalizmi zayıflatması ve bu ulusal hareketin önderliğinin komünistlerin işçi sınıfını ve köylülüğü ve sömürülen geniş kitleleri devrimci temelde aydınlatılmasına ve örgütlenmesine engel olmamasıdır. Komintern, ulusal hareketlerin Sovyet devletiyle ittifak halinde emperyalizme karşı mücadele vermesi için çaba sarf etmiştir. Bu çıkış noktaları temel alındığında, Komünist Enternasyonal ve TKP’nin Kuzey Kürdistan’daki Kürt isyanları bağlamında takınması gereken tavır şu olmalıydı: -Ulusal reformist oldukları açık olan Kemalistlerin Kürt ulusal hareketini bastırma siyasetine karşı çıkmak, -Kürt isyanlarının ulusal baskıya karşı çıkan demokratik içeriğini tespit etmek, Kürt ulusunun ayrılma hakkını savunmak, -Kürt isyanlarının kimi emperyalistler ve Türkiye’de kemalist diktatörlüğe karşı, daha geri bir programla mücadele eden burjuva-toprak ağası klikleri tarafından kullanılmaya çalışılmasını teşhir etmek ve komünist alternatifi ortaya koymak, -Komintern’in Kuzey Kürdistan-Türkiye’deki seksiyonu olan TKP, Kürt isyanları bağlamında Marksist-Leninist ilkelerden yola çıkarak pratik siyaset geliştirme görevine sahipti. O, Kuzey Kürdistan-Türkiye’deki devrim partisi olarak, bu devrimin baş düşmanı Kemalist iktidarı hiçbir şart altında desteklememeliydi. Kürt ulusal isyanlarının gerici genel değerlendirmesi şartlarında bile, hiçbir şekilde Kemalist diktatörlüğün bu isyanları bastırmasına pratik destek ve onay verme hakkına sahip değildi. Böyle bir destek tavrı, Türk şövenisti, burjuva kuyrukçusu bir tavırdır. 6) TKP’nin Kürt isyanlarına ilişkin, Komintern tarafından da eleştirilmeyen ve bazı hallerde (Örneğin Şeyh Said isyanı...) merkezi olarak açıkça onaylanan pratik tavrı ise şöyle olmuştur. -Kürt isyanlarının her seferinde esasta İngiliz emperyalizminin bir oyunu ve Türkiye’de iç gericiliğin emperyalizmle bağ içinde Kemalist Türkiye’ye karşı ayaklanmaları olarak değerlendirilmiştir. -Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkı somut olarak bu isyanlar bağlamında gündeme getirilmemiş, savunulmamıştır. -TKP, pratik olarak Kemalist diktatörlüğün Kürt is- yanlarını kanla bastırmasını desteklemiştir. 7) TKP’nin (ve Komintern’in) bu tavrı, hem Komintern’in ulusal ve sömürgeler sorunundaki genel çizgisiyle, hem de TKP’nin programıyla çelişmektedir. Bu somutta, Komintern açısından proleter enternasyonalizminden bir sapmadır. TKP açısından açıkça sosyal-şövenist bir siyaset anlamına gelmektedir. 8) Bu yanlış tavrın temelinde, Komintern açısından Kemalist diktatörlüğün dış siyasetteki görece bağımsız ve Sovyetler Birliği ile dostluk ilişkisini temel alan tavırlarının çıkış noktası alınması yatmaktadır. 9) İbrahim Kaypakkaya’nın isyanlar hakkında takındığı tavır, Komünist Enternasyonal ve TKP’nin tavrıyla çelişen ve fakat doğru Marksist-Leninist olan tavırdır.” (Bkz. Kazanımları Ve Hataları İle İbrahim Kaypakkaya (Genel Değerlendirme), Yeni Dünya İçin Çağrı Yayınları, sf. 223-224, 1998 İstanbul) Görüldüğü gibi bundan on altı yıl önce, Kürt milli meselesinde Komünist Enternasyonal’in ve TKP’nin tavırları hakkındaki tezlerimizi ortaya koyduk. Ne diyor KöZ? Komintern Dördüncü Kongresinden sonra bir kopuş yaşanmış! Komintern Beşinci Kongresinde benimsenen çizgi, Şefik Hüsnü ve TKP’nin çizgisi ile uyumlu imiş! Bu bağlamda on altı yıl önce şunları yazdık: “Komünist Enternasyonal ve Kemalist Türkiye 27) Proleter dünya devriminin merkezi örgütü olan Komünist Enternasyonal (Komintern), sorunlara tek tek ülkelerdeki devrim bakış açısıyla değil, proleter dünya devriminin genel çıkarları bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Proleter dünya devriminin genel çıkarları açısından, Komintern’in varolduğu yıllarda, bütün dünyada tek sosyalist devlet olan Sovyetler Birliği’nin yaşatılması, onun saldırılara karşı savunulması temel sorundu. Komintern’in bu tavrı, birçok burjuva ideologu yanında sosyalist, komünist olma iddiasında olan birçokları tarafından da, Komintern’in Sovyetler Birliği’nin dış politikasının bir aracı olduğu şeklinde suçlanmıştır. Bu suçlama, gerçekte, Sovyetler Birliği gibi bir üssün yaşatılmasının proleter dünya devrimi açısından muazzam önemini ve bunun merkezi görev olduğunu kavramayan bir saldırıdır. 28) Komintern’in haklı ve doğru olarak Sovyetler Birliği’nin yaşatılmasını merkeze koyan merkezi siyaseti, tek tek ülkelerde bire bir alınıp uygulandığında, ülke devriminin geliştirilmesinin çıkarlarıyla çelişebilir. Bu yüzden, tek tek ülkelerde Komintern seksiyonlarının görevi, Komintern’in merkezi siyasetini ülkeye bir bir uygulamak biçiminde olamaz. Her ülkede, Ko- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası hareket etmiştir.” (Bkz. age. sf. 221-222) Yıllar önce ortaya koyduğumuz tezler bunlar. Devam edelim. KöZ yazarı şöyle diyor: “Komünist Enternasyonal’in 1924’te toplanan Beşinci Dünya Kongresi’nde oylanıp benimsenen ve Manuilsky’nin sunduğu ‘Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Komisyonu’nun Raporu’, Türkiye’de Kemalistleri, Çin’de Kuomingtangcıları destekleme tutumunu tasdik eden KEYK çizgisini onaylamış ve kural haline getirilmesini sağlamıştır.” KöZ’ün burada gözden kaçırdığı şudur: Bu destek şartlı bir destektir... 1924’te emperyalistlerin doğrudan işgaline karşı bir savaştan yeni çıkmış henüz iktidara doğru dürüst yerleşmemiş bir milli burjuva iktidarını emperyalist dünyadan mümkün olduğunca uzak tutmaya yönelik bir siyaset geliştirmek gayet doğrudur. Kemalist Türkiye’nin SB’ne karşı bir saldırı üssü haline gelmemesi için ona destek vermenin yanlış bir yanı yoktur. Aynı şekilde 1924’te Çin’de milli burjuvazinin önderliğindeki bir örgüt konumunda olan ve anti komünist olmayan Komintang’a destek vermek siyaseti de doğrudur. Yanlış olan bu siyaset değildir. Bu doğru siyasetin gerekçelendirilmesinde yer yer milli burjuvazinin ilericiliğinin sınırları yeterince bilince çıkarılmamıştır. Bu siyaseti ülkelerinde uygulayan Komintern seksiyonları da yer yer milli burjuvaziyi destek siyasetini, bağımsız sınıf siyasetinden vaz geçmek biçiminde uygulamıştır. Bu görüldüğü noktada merkezi müdahaleler olmuş, yanlışlar düzeltilmeye çalışılmıştır. Bütün bunları KöZ görmüyor, görmek istemiyor. 1925’de Türkiye’de Kemalist iktidarın ve Çin’de Komintang’ın sınırlı ve şartlı desteklenmesinin objektif şartları, temelleri vardır. Burada esas sorun bu ülkelerdeki KP’lerin siyasetlerinin ne olduğu sorunudur. KöZ, Şefik Hüsnü’nün revizyonist çizgisine karşı mücadele edilirken, “meseleyi şahsi bir sorun olarak ele almamak gerektiğine ve bu revizyonizmin uluslararası düzlemdeki karşılığına dikkat çekmeyi önemse”diğini söylüyor. Meseleyi “şahsi bir sorun olarak ele” alan kim? KöZ, kişilerin isimlerinde somutlaşmış, onların isimleriyle bütünleşmiş teori ve pratiği görmüyor. Bizim somutumuzda da biz Şefik Hüsnü revizyonizmini kişiye vb. bağlamadık. Bu çizginin Komintern’in olası hataları ile bağını da araştırdık. Yukarda uzun uzun anlattık. Onun için geçiyoruz. Devam ediyor KöZ ve şöyle diyor: “Aksine Mustafa Suphi’ye sahip çıktığını iddia edenlerin Mustafa Suphi’ye mi TKP’ye mi sahip çıktıkları- ✒ mintern Seksiyonlarının temel görevi, o ülkede devrimi gerçekleştirmektir. Sovyetler Birliği’ne yapılacak en büyük destek budur. Örneğin: Komintern, İkinci Dünya Savaşı’nın öngününde, Sovyetler Birliği’ne Hitler Almanya’sının saldırısını erteleyen “Almanya Sovyetler Birliği Saldırmazlık Paktı’nı selamlamış, savunmuştur. Fakat bu, hiçbir şekilde örneğin Almanya’da devrimin başdüşmanının Nazi Alman devleti olduğu ve onun yıkılması mücadelesinin esas mesele olduğu gerçeğini değiştirmez. Sovyetler Birliği’nin Almanya ile yaptığı saldırmazlık paktı, Alman komünistlerine Nazilerle saldırmazlık paktı yapma yükümlülüğü getirmez; tam tersine, Sovyetler Birliği’ne en büyük destek ancak Almanya’da devrim mücadelesi yükseltilerek verilebilir. 29) Komintern, Kemalist Türkiye’ye öncelikle onun uluslararası alanda oynadığı olumlu rol açısından yaklaimış; Kuzey Kürdistan-Türkiye’de Kemalist diktatörlüğe karşı proletarya önderliğinde bir devrim olasılığının küçük olmasından da yola çıkarak, Kemalist Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne karşı bir saldırı üssü olmamasını onun değerlendirilmesinde çıkış noktası almıştır. Komintern, bu yaklaşımı dolayısıyla, Kemalist diktatörlüğün içte oynadığı karşıdevrimci rol üzerinde fazla durmamıştır. Kemalist diktatörlük, Komintern tarafından merkezi düzeyde hiçbir dönem faşist bir diktatörlük olarak da değerlendirilmemiştir. Kemalist diktatörlükle, onun andaki esas alternatifi olan diğer burjuva-feodal klikler arasındaki iktidar dalaşını Komintern, bu bakış açısıyla (Kemalist) devrim ve ilericilikle, karşıdevrim ve gericilik; bağımsızlıkla emperyalizme uşaklık, burjuvaziyle feodalizm arasında çatışma olarak değerlendirmiştir. Bu değerlendirme, bir yanıyla doğru olmasına rağmen, Kemalizme karşı işçi sınıfı, köylülük ve emekçilerin eğitilmesi açısından, Kemalizmin ilerici, devrimci, antiemperyalist yanını abartan bir rol oynayarak zararlı olmuştur. Yine bu bakış açısıyla, Kürt ulusal ayaklanmalarında var olan haklı ulusal yan, ulusal baskıya karşı çıkan yan da yeterince ortaya konmamıştır. 30) Komintern’in Türkiye seksiyonu olan TKP, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de Kemalist iktidarın proletarya önderliğinde bir devrimle yıkılması yönünde bir siyaset doğrultusunda çalışacak yerde, Komintern’in Kemalizm karşısındaki genel siyasetini bire bir uygulamaya çalışmış, pratikte aslında sınıf uzlaşmacısı ve Kemalizm kuyrukçusu bir siyaset geliştirmiştir. Bunun sonucunda, çok uzun yıllar Türkiye komünist hareketi sürekli Kemalizm’den etkilenmiş ve onun kuyruğunda 59 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası nı, Şefik Hüsnü revizyonizmini mahkûm ederken onun arkasındaki uluslararası iradeyi de sorgulamaya hazır olup olmadıklarını ortaya koyma zarureti vardır.” KÖZ’ün buradaki ‘teklik’ iddiası yalnızca 1924 sonrasını yozlaşmış ilan eden tüm Troçkist akımlar karşısında boş iddia olarak kalmıyor. KöZ, döne döne aynı şeyleri tekrarlayıp duruyor. Biz Mustafa Suphi’nin ismi ile somutlaşmış ve onun ismi ile bütünleşmiş TKP’nin teori ve pratiğini ele alıp inceliyoruz. Ne diyor KöZ? Şefik Hüsnü revizyonizminin arkasında Komintern var! Güya KöZ, Şefik Hüsnü revizyonizminin arkasında duran “uluslararası iradeyi” (yani Komintern’i) sorguluyormuş! Komintern’in Dördüncü Kongre sonrasını inkâr eden ve hiç bir olumlu gelişmeyi görmeyen sadece KöZ değil, her renkten Troçkist geçinen örgütlerin savunduğu bir görüştür bu. KÖZ’ün görüşüne göre Şefik Hüsnü’nün çizgisi birebir Komintern çizgisidir! Bu ama gerçek değildir. Beşinci Kongrede Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu konusunda daha önceki çizgiden bir uzaklaşma da söz konusu değildir. Yukarıda Komintern’in uluslararası arena için savunduğu kimi görüşlerin, TKP tarafından KK/T’de bire bir uygulanmaya kalktığını ve bu siyasetin yanlış sonuçlara yol açtığını örnekleri ile birlikte ortaya koyduk. Güya bu konu “Çağrı bakımından bu konu en çetrefilli konulardan biri haline gelmekte” imiş! KöZ’ün deyimiyle bu “çetrefilli” konuyu yıllar önce araştırıp ortaya koyduk ve sonuçlarını devrimci kamuoyuna da yayınladık. Eğer KöZ’ün yıllar önce yaptığımız değerlendirmelerden haberi yoksa veya okumadı ise, yukarda kaynağını verdiğimiz değerlendirmelerimize bakabilir. KöZ, Çağrı’yı eleştirecekse öncelikle Çağrı’nın ne dediğini, neyi savunduğunu bilmek zorundadır. Biz KöZ’ü eleştirirken öncelikle KöZ’ün ne dediğini belgelerine bakarak inceliyoruz, okuyoruz. Aynı yöntemi KöZ’den de bekliyoruz. Komintern’in Dağıtılması Sorunu 60 Bu bağlamda Komintern’in dağıtılması hakkındaki görüşlerimizi geniş olarak ele aldığımız Çağrı 160. sayıya bakılabilinir. Burada bir kez daha KöZ’ün görüşleri üzerinde durmayı gerekli görüyoruz. KöZ yazarı şöyle diyor: “Çağrı’nın da başka pek çokları gibi üzerinden atladığı başlıca sorulardan biri de odur. Bu konu Komünist Enternasyonal Dünya Kongrelerinden biri tarafından tayin edilmiş KEYK tarafından ikame edilmesi ve bir dünya kongresiyle kurulan Komünist Enternasyonal’in KEYK kararıyla tasfiye edilmesi konusunda tekrar karşımıza çıkmaktadır.” KEYK kararıyla tasfiye, bu kararın doğruluğu yanlışlığından bağımsız olarak, ‘bütün önemli seksiyonların onayı ile’ oldu! KöZ bir yandan kolektivizmi savunur görünüyor, diğer yandan ama kolektif kararlar alındığında - kararı yanlış bulduğundan - yakınıyor! Şefik Hüsnü revizyonizminin hâkim hale gelmesi ile, Komintern Beşinci Kongresinde onaylanan çizgi ve Komintern’i dağıtmaya yol açan süreç aynı anda başlamış!!! 1925! Ah bu Stalin! Devam ediyor KöZ yazarı. “Daha önemlisi bu Beşinci Kongre’de KEYK’in iki kongre arasında izlediği oportünist çizgi onaylanmakla kalmamış, KEYK’in bir bakıma Komünist Enternasyonal Kongrelerini ikame etmesini sağlayacak yol da açılmıştır. Sonuçta bir kongre ile kurulan Komünist Enternasyonal’in bir kongre ile değil KEYK kararı ile tasfiye edildiği göz önünde bulundurulursa bu esas önemli dönüm noktasına işaret etmektedir.” Yine aynı gerekçe! Kongre yapılsa idi, dağıtılmayacak mıydı? Kongreyle dağıtılmış olması halinde, KöZ buna karşı çıkmayacak mıydı? Kuşkusuz Kongre yapılmamış olması, Kongresiz dağıtılmış olması, bizzat Komintern’in kendi tüzüğüne, kurallarına aykırıdır. Ve eleştirilmelidir. Fakat bu esas sorun değildir. Komintern aslında ikinci dünya savaşı şartlarında, bir dünya partisi olmaktan çoktan çıkmıştır. Operasyonel önderlik işlevi kalkmıştır ortadan. Bu durumda dağıtılma kararı, var olan durumun açıklanmasıdır. KöZ şöyle devam ediyor: “Bu noktada da KöZ’ün Komünist Enternasyonal’i kuranlarla tasfiye edenlerin bir süreklilik içinde olduğunu savunmanın izaha muhtaç (esasen izahı mümkün olmayan) bir çelişki olduğu hakkındaki tespitiyle hesaplaşmak zorunda kalıyor. Burası açıkçası Çağrı yazarının yüz yüze kaldığı en sancılı konuların başındadır.” Çağrı, KöZ’ün aksine Komünist Enternasyonal Kongrelerini, iki Kongre arasında yaşanan gelişmeleri ve Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu Kararlarını inceledi ve bu incelemenin sonuçlarını devrimci kamuoyuna da yayınladı. Komünist Enternasyonal’i kuranlar da, dağıtanlar da evet aynı Leninist çizginin savunucusu ve uygulayıcısı idiler. Komintern, Dünya Komünist hareketinin ortak kararı ile dağıtılmıştır. Hiçbir seksiyon Komintern’in dağıtılmasına karşı çıkmamıştır. Komintern’in 31 seksiyonu Komintern’in dağıtılma önerisini onaylamıştır. Kalan seksiyonlar ise görüşlerini savaş koşulları yüzünden bildirmeyi başarmamışlardır. Komintern’i kavganın doğrusu / doğrunun kavgası tirilmesinde hızlandırıcı bir rol oynadı. İkinci dünya savaşı şartlarında Komintern’in merkezi yönlendirmesi önemli ölçüde ortadan kalkmıştı. Bir yandan kâğıt üzerinde Moskova merkezli bir enternasyonal parti vardı; diğer yandan gerçekte her biri kendi başına hareket eden, merkezle bağları iyice zayıflamış ulusal partiler vardı. Bir merkezden yönetilme, gerçek durum bu olmadığı halde, uygulanması zorunluluk olan antifaşist cephe siyasetinin uygulanmasının engellenmesi için burjuvazi tarafından kullanılıyordu. Bu durumda KE’in dağıtılması doğru bir karardı. Bizce bu kararın gerekçelendirilmesinde yapılan, tek tek seksiyonların artık merkezi bir yönetime ihtiyaç kalmayacak bir şekilde yetkinleşmiş oldukları gerekçesi yanlıştı. KöZ nedense gerekçeleri tartışmanın yanından bile geçmiyor! Buna gerek de duymuyor. Öyle ya Komünist Enternasyonal, komünizme varana kadar dağıtılamaz olan bir örgüttür! Öyle olunca dağıtma en baştan yanlıştır. Gerekçeleri filan tartışmaya gerek yoktur! ‘Teori gri, hayat yeşildir’! Daha doğrusu rengârenktir! Hayat KöZ’ün burada yaptığı gibi uydurulmuş ilkelere sığmayacak kadar renklidir. KöZ, Komintern’e katılmanın 21. koşulunu alıntılıyor ve şöyle diyor: “Burada her şey çok nettir: Komintern dağıtılamaz! Komünizm bütün dünyada egemen olana kadar kurulmuş bir örgüttür Komintern. Zaten o öyle olduğunu tüzüğünde açıklamıştır!” KöZ, Komintern’e katılmanın 21. koşulunda yazılanları tersten okuyor. 21. koşulda yazılmayanları yazılmış gibi gösteriyor. Komintern’e katılmanın 21. koşulu şöyledir: “21. Komünist Enternasyonal tarafından konulan koşulları ve ilkeleri temelden reddeden parti üyelerinin partiden çıkartılması gerekir. Aynı şey olağanüstü parti kongresi delegeleri için de geçerlidir.” (bkz. “III. Enternasyonal 1919-1943, Belgeler, Belge Yayınları, sf. 34, Birinci Baskı, Ekim 1979) Koşulun bu maddesinde, ‘konulan koşulları ve ilkeleri” reddeden parti üyelerinin partiden çıkartılacağı söyleniyor. Aynı kriterlerin ‘olağanüstü parti kongresi delegeleri için de’ geçerli olduğu belirtiliyor. KöZ, 21. koşulda yazılanların açık ve net olduğunu, Komintern’in dağıtılamayacağı sonucuna varıyor! 21. koşulda yazılanın ne olduğunu açıkladık ama KöZ hayalinde canlandırdığı bir sonuç çıkarıyor. Bununla yetinmiyor KöZ, Komintern’in “Komünizm bütün dünyada egemen olana kadar kurulmuş bir örgüt” olduğunu, “Zaten o öyle olduğunu tüzüğünde ✒ kuranlarla, dağıtanların aynı çizginin sürdürücüleri olduğunu savunmak “sancılı” bir konu değildir. Çağrı, yüzeysel değil, somut belgeler temelinde konuşmaktadır. Çağrı, araştırma, inceleme sonucu görüşlerini ortaya koymaktadır. Önerimiz KöZ’ün de böyle yapmasıdır. KöZ diyor ki; “dünya partisinin kapatılması konusu ancak en yüksek karar organının kararını gerektirir.” Savaş koşulları içerisinde bir kongre toplama imkânı yoksa ne yapılacak? Tabii ki Komintern’in en yüksek organı kongredir. KöZ, Komintern İkinci Kongresinde kabul edilen tüzük hükmünü hatırlatıp duruyor. Komintern’in dağıtılma gerekçeleri, savaş koşulları KöZ’ün hiç dikkate almadığı gerekçelerdir. KöZ yazarı devam ediyor: “Kaldı ki Komünist Enternasyonal’in bir dünya kongresi kararıyla tasfiye edilmesi dahi meşru değildir. Zira bir dünya partisinin kongrelerinin de üzerinde kurumlar vardır: bunlar o dünya partisine üye olmak için şart koşulan ve savunmak üzere bağlılık ifade etmek gereken temel belgelerdir. Örneğin bu partinin (sonradan pek çok modern revizyonistin yaptığı gibi) isminin değiştirilmesi, kimliğini belirleyen ilke ve esaslarının değiştirilmesi vb. tasarruflar esas olarak revizyon kabilinden düzenlemelerdir. Dünya devrimine önderlik etmek amacıyla, Leninist bir dünya partisi olarak kurulmuş olan Komünist Enternasyonal’in yerine bir komünist irtibat bürosunun (Kominform tastamam böyle bir kurumdur) kurulması da bu kabilden bir revizyon olarak görülmek gerekir.” İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Komintern tasfiye edilemez? Neden? O dokunulmaz bir kutsal inek mi! KöZ bir yandan Komintern tüzüğüne atıf yaparak, Komintern’in dünya kongresi kararı ile dağıtılmadığını, KEYK’in Komintern’in dağıtılması için üye partilere yaptığı çağrının tüzük ihlali olduğunu savunuyor! Diğer yandan Komintern, dünya kongresi kararı ile dağıtılsa bile bunun meşru olmadığı söylüyor! Komintern olması gereken ‘ideal’ örgütlenme biçimidir. Ama işçi sınıfının öncü örgütlerinin enternasyonal örgütlenmesinin tek biçimi değildir. Söylenen de ‘olmalıdır’ şeklinde bir tespittir. Gerçek durum ne başlangıçta bu idi, ne de gelişme içinde tam olarak bu oldu. Başlangıçta kurucular içinde RKP tek gerçek Leninist parti idi. Diğerleri kendilerini sosyal demokrasiden ve merkezcilikten ayıran, fakat henüz Leninist temellere tam olarak oturmuş partiler değillerdi. Komintern, üye partilerin Leninist partiler haline ge- 61 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 62 açıklamıştır!”diyor. Komintern tüzüğünün birinci maddesi şöyledir: “Yeni Uluslararası İşçiler Birliği, değişik ülkelerin proleterlerinin, kapitalizmi yıkma, proletarya diktatörlüğünü ve sınıfların tümden ortadan kaldırılmasına ve komünist toplumun ilk evresi olan sosyalizmin gerçekleştirilmesine yönelecek bir uluslararası Sovyetler Cumhuriyetini kurma hedefiyle girişecekleri ortak eylemleri örgütlemek için kurulmuştur.” (bkz. “III. Enternasyonal 1919-1943, Belgeler, Belge Yayınları, sf. 25, Birinci Baskı, Ekim 1979) Tüzüğün birinci maddesinde, Komintern’in amacı ve hedefinin ne olduğu ortaya konuluyor. Komintern’in bütün dünyada komünizm egemen hale gelene kadar, kurulmuş bir örgüt olduğu, komünizm egemen hale gelmeden Komintern’in faaliyetine son verilemeyeceği görüşleri Komintern’in değil, KöZ’ün görüşleridir. KöZ, kendi görüşlerini Komintern’e mal etmeye çalışıyor! Komintern belgelerinde ve tüzüğünde, Komintern amacını ve varılması gereken hedefi açıklamıştır. KöZ’ün savunduğu ile Komintern tüzüğünde söylenen farklı şeylerdir. KöZ, bu tavrıyla komünistler için her örgütün ihtiyaçlara imkânlara somut hareketin andaki durumuna şartlara bağlı olan mücadele araçları olduğunu kavramayan anti marksist bir konumdadır. O bu kafayla Birinci Enternasyonal’i dağıtan Marks ve Engels’i de eleştirebilir. Neden eleştirmiyor acaba? Birinci Enternasyonal tüzüğünde “İşçi sınıfının kurtuluşu, ancak işçi sınıfının kendisi tarafından gerçekleştirebilir” önerisiyle başlamaktadır. Tüzükte burjuva partileri, komplocu tekke örgütlenmeleri ve reformcu hareketler ile Enternasyonal İşçiler Birliği’nin farklılıkları vurgulandıktan sonra, işçi sınıfı hareketinin hedefi; “… her çeşit köleliğin, tüm toplumsal sefaletin, manevi alçalmanın ve siyasal bağımlılığın temelinde yatan emekçinin üretim araçlarını yani geçim kaynaklarını tekelinde tutanlara olan ekonomik bağımlılıktan kurtulmak” biçiminde saptanmaktadır. “Her siyasal hareketin bu hedefe varmak için bir araç” olduğu açıklanmaktadır. (Daha geniş bilgi için Çağrı sayı 35’e bakılabilinir.) KöZ’ün mantığı ile hareket edersek, birinci Enternasyonal kurulduğunda amaç ve hedeflerini belirlemişti. Kölelik ortadan kaldırılmadı. Toplumsal sefalet ve siyasal bağımlılık devam etti. Emekçiler, üretim araçlarını elinde tutanlar tarafından sömürüldüler. Birinci Enternasyonal belirlenen hedeflerine varmadan kendini feshetti. KöZ’e göre; birinci Enternasyonal’in de dağıtılmasının yanlış olması gerekir! Belirlenen hedeflere ve amaçlara ulaş- mak için, kurulan uluslararası birlikler birer araçtır. Bu araçlar dokunulmayan ve kutsal sayılan araçlar değildir. KöZ’ün kavramadığı tam da budur. Engels 12 Eylül 1874’de Sorge’ye yazdığı bir mektupta Birinci Enternasyonal’i şöyle değerlendiriyordu: “Senin istifanla birlikte (Engels’in kastettiği Sorge’nin Genel Konsey Başkanlığı’ndan istifasıdır. / BN) eski Enternasyonal artık bütünüyle kapanmış, sona ermiştir. Bu iyidir de. O bütün Avrupa’da henüz yeniden uyanan işçi hareketine birlik ve her türlü iç polemikten kaçınmayı dayatan ikinci imparatorluk dönemine aitti. Bu dönem proletaryanın ortak kozmopolitik çıkarlarının ön plana geçebildiği bir momentti. Almanya, İspanya, İtalya, Danimarka daha yeni harekete geçmişti veya başlayan harekete katılmıştı. Hareketin teorik karakteri bütün Avrupa’da –yani gerçekte kitleler içinde– 1864’de henüz hiç net değildi, Alman komünizmi henüz işçi partisi biçiminde yoktu, Proudhonizm kendi özel aptallıklarını egemen kılabilmek için henüz çok zayıftı, Bakunin’in yeni düşünceleri daha onun kafasında bile yoktu, İngiliz sendikalarının şefleri bile tüzüklerde dile getirilen programatik ilkeler temelinde harekete katılabileceklerini açıklama durumundaydılar. İlk büyük başarı bütün fraksiyonların safça birlikte yürümesini parçalayacaktı. İlk büyük başarı Komündü. Komün aslında, Enternasyonal onun için parmağını bile kıpırdatmış olmasa ve bu noktada haklı olarak sorumlu tutulmuş olsa da, Enternasyonal’in düşünsel çocuğu idi. Enternasyonal Komün sayesinde Avrupa’da bir moral güç haline gelince, gürültü başladı. Her eğilim başarıyı kendisi için sömürmek istiyordu. Kaçınılmaz olan dağılma geldi. Eski kapsamlı program temelinde çalışmayı sürdürmeye hazır olan tek gücün –Alman komünistlerinin– gücünün artmasına duyulan kıskançlık Belçikalı Proudhonistleri Bakuninci maceracıların kollarına itti. Lahey Konferansı gerçekte sondu, her iki taraf açısından da. Enternasyonal adına bir işlerin yapılabileceği tek ülke ABD idi ve talihli bir önsezi ile yönetim oraya aktarıldı. Şimdi orada da prestij tükendi ve ona yeniden hayat vermek için gösterilecek her çaba gerçekte aptallık ve güç kaybıdır. Enternasyonal 10 yıl boyunca Avrupa tarihinin bir tarafına –geleceğin olduğu tarafına– egemen oldu ve yaptıklarına gururla bakabilir. Ancak o eski biçimiyle artık zamanını doldurdu. Eski tipte, içinde bütün ülkelerin proleter partilerinin ittifakını gerçekleştiren bir enternasyonal için, 1849-1864 yılları arasında yaşadığımız gibi işçi hareketinin genel bir bastırılması gereklidir. Şimdi proleter dünya böyle bir durum için kavganın doğrusu / doğrunun kavgası yanlış bir yaklaşımdır. Adı Dünya Komünist Partisi olan bir örgüt, eğer Dünya Komünist Partisi’nin işlevini görmüyorsa, o örgüt neden dağıtılamaz? Adı ML, Komünist vs. olan bir parti, sadece ismi öyle ise ve onu değiştirme imkânı kalmamışsa o neden dağıtılmasın? Komintern’in dağıtılma gerekçeleri, o günün koşullarında bir bütün olarak ele alınması gerekir. Komintern’in dağıtılması, 1940’lı yıllardaki genel durum, faşizmin birçok ülkede güçlenmesi ve savaş koşullarından bağımsız olarak ele alınamaz, alınmamalıdır. KöZ, “Açıktır ki, göze çarpan birinci ana tema, o sırada sürmekte olan dünya savaşının ‘ikinci emperyalist paylaşım savaşı’ olduğuna dair tek bir kelime yoktur.” diyor. KöZ diyor ki; Çağrı, Komintern’in dağıtılma gerekçesini açıklarken, Stalin’in Reuter muhabiri ile yaptığı roportajdan yararlanıyor. Ama diyor KöZ, Stalin’in Reuter muhabiri ile yaptığı röportajda, dünya savaşının “‘ikinci emperyalist paylaşım savaşı’ olduğuna dair tek bir kelime yoktur.” Bütün dünyada halklar, başta Sovyet halkları olmak üzere, Nazizmin dünya egemenliğini kurmasına karşı, özgürlüğü için savaşıyor, KöZ’de bundan tek kelime yok! Anti Hitler koalisyonu içinde gönülsüz de olsa yer alma durumunda kalan emperyalistlere bakıp, ikinci dünya savaşının emperyalistler arası paylaşım savaşı olduğunu ilan ediyor! KöZ, devam ediyor: “Bunun yerine ‘kudretli anti-Hitler koalisyonu içinde iç içe geçen özgürlüksever ülkeler’ ile ‘Hitlerciler’ arasında cereyan eden bir savaş söz konusudur. Bir yandan bu tespite dair en ufak bir itirazda bulunmayıp, bir yandan da emperyalizm ve proleter devrimleri çağının dolayısıyla bu çağ boyunca emperyalistler arası paylaşım savaşlarının kaçınılmaz olduğu hakkındaki Lenin’in emperyalizm tahliline sahip çıkma iddiasını sürdürmek mümkün müdür?” Evet mümkündür. Yalnızca mümkün değil, zorunludur! Lenin birinci dünya savaşı içinde de haklı ulusal kurtuluş savaşları da olduğunu ve fakat bunların belirleyici olmadığını vs. ortaya koymuştur! “KöZ’ün sorduğu sorulardan biri budur. Cevabı olumsuzdur. Tasfiye bildirisinin ve Çağrı’nın Komünist Enternasyonal’in kapatılmasını açıklarken sarıldıkları mazeretin ardındaki revizyonist tespit şudur: Komünist Enternasyonal’in kurulduğu zamanki koşullarla tasfiye kararının alındığı dönemdeki koşullar esaslı olarak değişmiştir. Artık bir emperyalist paylaşım savaşı değil, ‘Hitlercilere karşı özgürlüksever ülkelerin savaşı’ söz konusudur;” KöZ, ikinci dünya savaşının ✒ çok büyümüş, çok genişlemiştir. Öyle inanıyorum ki, bir sonraki Enternasyonal –Marx’ın yazdıkları bir kaç yıl etkisini gösterdikten sonra– doğrudan komünist olacaktır ve bizim ilkelerimizin üzerinde yükselecektir.” (Marx-Engels, Eserler, Almanca, cilt 33, sayfa 641-642, Dietz Verlag, Berlin, 1976) 1876’da, 1. Enternasyonal kendini feshetti. Birinci Enternasyonal’in dağıtılması, işçi sınıfının artık enternasyonal bir örgüte ihtiyacı kalmadığı vb. anlamına gelmiyordu. Yalnızca, artık içinde sosyalizm adına konuşan tüm akımların yeraldığı ve çok gevşek bir örgütlenme biçimine sahip bir örgütlenmeden çok, pratikte mücadele içinde bilimsel sosyalizm olduğunu ortaya koyan Marksizmi açıkça temel alan ve daha sıkı bir merkezi örgütlenme modeline sahip bir enternasyonal örgüte ihtiyaç vardı.1889’da II. Enternasyonal kurulana dek proletaryanın uluslararası bir örgütü yoktu. I. Enternasyonal ile II. Enternasyonal arasında geçen dönem, bir anlamda, uluslararası proletaryanın örgütlenmesi açısından yeni, I. Enternasyonal’den değişik tipte bir enternasyonal örgütlenmenin hazırlık dönemi oldu. KöZ, şöyle devam ediyor: “Onların (yani Çağrı’nın bn) Komünist Enternasyonal’in tüzüğüne, kuruluş bildirgesine, Komünist Enternasyonal’e üye olmak için şart koşulan kriterlere vb. gönderme yapmasını beklemek abestir. Zira bunların Çağrı açısından bir ehemmiyeti yoktur. O, ML olmanın biricik referansı olarak kabul ettiği Stalin’in konu hakkındaki değerlendirmesini kendi sadakatinin kanıtı olarak ortaya koymakla ve tasfiye kararının metnini bu kararın doğruluğunun bir kanıtı olarak göstermekle yetiniyor.” KöZ, Çağrı’nın bu belgelere gönderme yapmasını beklemenin “abes” olduğunu söylüyor! Bu KöZ’ün bir iddiası. Ama bu iddianın ispatlanacak bir yönü de yok. KöZ ve tüm Troçkist örgütler, Stalin’in adını duyunca irkiliyorlar! Referansları Troçki olanlardan başka bir tavır da zaten beklenemez. KöZ gibi konuşmadığımız için, Komintern belgelerine, tüzüğüne, 21 koşula gönderme yapmamızı beklemediklerini söylüyorlar. Ama gerçekler inatçıdır. Pratik KöZ’den çok daha fazla Komintern belgelerini, kongrelerini incelediğimizi ve bunların sonuçlarını da devrimci kamuoyuna yayınladığımızı gösteriyor. ML olmanın kıstaslarını yukarda açıkladığımız için burada yeniden üzerinde durmayı gerekli görmüyoruz. Bu alıntıda KöZ, bir örgüt biçimini değişmez ilke haline getiren bir yaklaşıma sahiptir. Bu bütünüyle 63 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 64 belirli bir noktadan itibaren emperyalistlerarası dünya paylaşım savaşı olmaktan çıktığı tespitinin yanlış olduğunu savunuyor. Aslında İkinci Dünya savaşı emperyalistler arası bir dünya savaşı olarak başladığında da bu savaş içinde yer yer çok güçlü ulusal kurtuluş ve devrimci yönler de vardı. Örneğin Çin Halkı komünistler önderliğinde Japon işgaline karşı savaş yürütüyordu; Örneğin Nazizmin işgal altına aldığı ülkelerde Nazi işgaline karşı haklı bir savaş vardı. Avusturya’da komünistler önderliğinde direniş vardı vb. Ve fakat bu yan henüz belirleyici değildi. Nazi imparatorluğunun SB’ne saldırısı ve Sovyet halklarının SBKP önderliğinde savaşın esas unsuru haline gelmesi ile birlikte artık ikinci dünya savaşının niteliğinde bir değişme oldu. Evet emperyalistlerin kendi aralarındaki çatışmanın, emperyalistlerin dünya hegemonyası için birbiriyle savaşması yanı da vardı ve fakat artık bu yan belirleyici olmaktan çıkmıştı. KöZ’ün anlamadığı tarihsel gerçek budur. “Öte yandan ‘düşman kendi ülkemizde’ demek her ülkedeki komünistin ödevi olmaktan çıkmış gibi görünmektedir; aksine ‘özgürlük sever ülkelerde antiHitler koalisyonuna zarar vermeme’ ödevi kendini dayatmaktadır. Böyle olduğunda her komünist partinin öncelikli ödevi ‘kendi ülkesindeki burjuva diktatörlüğünü bir Sovyet cumhuriyeti ile taçlanmak zorunda olan bir proleter devrimiyle alaşağı edilmesine önderlik etmek’ olmaktan çıkmıştır.” Proleter devrim proleter devrim yapacağız demekle olsaydı şimdiye kadar dünya çoktan komünist olurdu. İkinci dünya savaşı sırasında işgal edilmiş ülkelerde proleter devrimciler eğer gerçekten proleter devrim diye ciddi bir dertleri varsa önce işgalin kaldırılması savaşının en ön saflarında savaşmak, bu savaşa önderlik etmeye çalışmak zorunda idiler. Antifaşist, anti işgal savaşı idi gündemde olan. Halkın komünistler olsa da olmasa yürütmeye hazır olduğu ve yürüttüğü savaş bu idi. ‘Proleter devrim’ isteyen önce bu savaşı, bu savaş içinde yer alan herkesle birlikte yürütmek zorunda idi. Devrim kitlelerin işidir. Masa başında ilkeler koyup hayatın bu ilkelere uymasını bekleyenlerin, uymadığında hayıflananların değil, kitlelerin hazır olduğu bizzat yürüttüğü devrimlere ya önderlik ermeye çalışacağız ve onları bu şekilde ilerletmeye çalışacağız, ya da devrimler hep bizim dışımızda gelişecek! Sorun budur. İkinci dünya savaşı içindeki parti ve kitlelere devrim yapmadıkları için eleştiri getirmek, Komintern’i antifaşist cephe siyaseti nedeniyle sapma ile suçlamak, sol çocukluktur yalnızca. “Ama öte yandan bu tasfiye gerekçesinin argümanları ile Şefik Hüsnü çizgisinin Kemalizm’i destekleme ve sözüm ona ‘anti emperyalist’ mücadeleye köstek olmamak için TKP’nin tasfiye edilmesine varan tasfiyeci oportünizm ile, ‘anti-Hitler koalisyonuna zarar vermemek’ için Komünist Enternasyonal’i tasfiye etmek arasındaki akrabalık ilişkisi üzerinde düşünmek ve bu çelişkinin üstesinden gelmek Çağrı ve benzerlerinin sorunudur.” Anti Hitler koalisyonu gerekli ve zorunlu mu idi? Soru budur. KöZ bu soruya cevap vermelidir. Bizim cevabımız nettir! Anti Hitler koalisyonu, bütün dünya halklarına olağanüstü acılar yaşatan (Yalnızca SB’deki insan kaybı minimum rakamla 20 milyon!) Savaşta Nazi imparatorluğunun askeri olarak en kısa zaman içinde yenilmesi, savaşın mümkün olan en kısa zamanda sonlandırılması için mutlak gereklilikti. Ve anti Hitler koalisyonu evet savaşı sonlandırmada olumlu bir rol oynadı. Olgu budur. Şimdi KÖZ ayrı düşünüyorsa onu ortaya koymalıdır! Ve eğer Komintern’in gerçek anlamda olmayan ‘Moskova’dan yönetme’ iddiası anti Hitler koalisyonunun kurulmasının önüne engel olarak çıkarılıyorsa, evet bu onun dağıtılmasının gerekçelerinden biridir. Bunda ne var? Neresi yanlış? Bir şey yanlış ilan edilmekle yanlış olmuyor. KöZ gerçeklerden uzak, gerekçesiz iddialarla siyaset yapıyor. Naziler tüm savaş makinaları ile Sovyetler Birliği’ne yüklenmişlerdi. 1942’de 240 Alman tümeninin 179’u SSCB’ye karşı Doğu Cephesinde savaşıyordu. Bunlara, İngiltere ve ABD ile diplomatik ilişkilerini muhafaza eden ve resmi olarak savaşa girmeyen Franko’nun İspanya’sına mensup tümenlerin de aralarında bulunduğu Nazi Almanya’sı ile müttefik ülkelerin birliklerini de eklemek gerekir. SSCB’ye karşı savaşan toplam 240 tümen vardı. SSCB, İngiltere ve ABD ile anti-Hitler koalisyonu oluşturmak için uğraşıyordu. Görünürde anti-Hitler koalisyonu oluşturulmuştu ama müttefikler Nazilere karşı ikinci bir cephenin açılmasına andaki durumda yanaşmıyorlardı. SSCB bir ölüm kalım mücadelesi veriyordu. İngiliz ve Amerikalı müttefikler tarafından SSCB’ye karşı, özellikle de ikinci cephenin açılması konusunda, açık ya da gizli gerçek anlamda birçok provokasyona giriştiler. SSCB bu dönemde Avrupa’daki savaşın tüm ağırlığını tek başına üstlenmişti. Avrupa’daki ikinci cephe, İngiliz ve Amerikan birliklerinin Fransa’ya çıkarma yapmasıyla açılmalıydı. KöZ, bolşevizmi, sadece bu ilk dört kongre karar- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası KöZ’ün Suskun Kaldığı Konular larında yazılanlar olarak algılıyor. Başkalarını değerlendirirken kendilerinin deyimiyle “bu mihenge vurarak değerlendirme tutumunu savun”uyor. Bu mihenge vurarak getirdiğimiz kimi eleştirilerde suskunluğun nedeni ne acaba? KöZ’e 158. sayıda getirdiğimiz ve cevap vermedikleri kimi eleştirilerimiz şöyleydi: KöZ’ün sosyalizmin inşası ile ilgili görüşleri, demokratik devrim/sosyalist devrim hakkındaki görüşleri, efsaneler hakkındaki yaklaşım, Moskova duruşmaları hakkında söylenenler, güya Lenin’in Stalin’e getirdiği iddia edilen “milliyetçilik” eleştirisi, bugün dünyanın her tarafında kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu anlayışı, Leninist parti modeli vb konularda KöZ suskunluğa bürünmeyi tercih etmektedir. Şöyle devam ediyor KöZ: “Ne var ki, bu referansların mihengine vurarak KöZ’ün söylediklerini ve yaptıklarını eleştirebilecek bir başka odak yoktur. “ KöZ boşuna böbürleniyor. KöZ’ü eleştiriyoruz ve kendi çizgilerine güvenenlerin görevi eleştirilerimize cevap vermek olmalıdır. Biz başka “odak”lar adına değil, kendi adımıza konuşuyoruz. KöZ’ü eleştirdik, eleştirmeye de devam edeceğiz. KöZ yazısını şöyle sonlandırıyor: “Bu bakımdan Çağrı ile KöZ arasındaki tartışma bazı metinler üzerinde bir teorik tartışma değil, bu yürüyüşün gereği olan ayrım çizgilerini çekme ödevinin bir gereği ve ifadesidir.” Bu yazının bizim açımızdan olumlu olan yanı, küfre başvurmadan tartışmasıdır. Bu da ama bugünkü solumuz açısından küçümsenmeyecek bir olumluluktur. Biz de ‘birleşmeden’ ve belki birleşebilmek için, ayrım çizgilerinin en kesin hatlarla çekilmesi amacıyla tartışmaktan, açık ve kamuoyu önünde tartışmaktan yanayız. Marksizm-Leninizm zafere, Troçkizm yenilgiye götürür. ✒ Başlangıçta ikinci cephenin 1942’de açılması ön görülmüştü. Ama müttefik emperyalistler hep yan çizdi. Onlar savaşın kimin lehine gelişeceğini beklediler. Savaşın seyri SSCB lehine gelişince ikinci cepheyi açtılar. Onlar aynı zamanda, Nazilerin yenilmesi ve SSCB’nin Avrupa halklarını özgürleştirmesini istemiyorlardı. Nazi barbarlığına karşı en büyük bedeli ödeyenlerin Kızıl Ordu ve SSCB halkları olduğu unutulmamalıdır. Batılı müttefikler Fransa’da ikinci cephe açılması görevlerini sözlerine sadık kalarak 1942’de gerçekleştirmiş olsalardı, 20 milyonu aşan Sovyet kaybı daha az olabilirdi. İşte tarihsel gerçekler böyle. Emperyalist burjuvazi bile Stalin’in Nazilere karşı oynadığı rolü kabul ederken, kendilerine „komünist“ diyenler, Stalin’in önderliği altında kazanılan zaferi anlatmaktan kaçınıyor, küçümsüyor. Kızıl Ordunun komutanlığını yapan, Sovyet halklarına önderlik eden, Nazi sürülerini Berlin’e kadar kovalanmasında doğrudan rol oynayan Stalin’dir. Stalin önderliğindeki kızıl ordu ve Sovyet halkları ölümüne tarihsel bir zafer kazandı. Anavatan savaşında 20 milyon Sovyet vatandaşı yaşamını yitirdi. Anavatanın savunulması savaşında, ön saflarda çarpışan 600 bin parti üyesi öldü. Moskova önlerine kadar dayanan, Nazi sürülerine karşı verilen savaşta, gösterilen kahramanlıklar, ölümüne yürütülen bir savaş, romanlara, filmlere konu oldu. Bu kahramanlık, sosyalist bilincin, sosyalist anayurdu koruma, tarihte bir ilk olan proleter devlete karşı ölümüne bir bağlılık idi. Bu savaşta Stalin’in önderliği ete kemiğe bürünmüş tarihsel bir olgudur. Bu tarihsel olguya rağmen, KöZ Sovyet halklarının ölümüne yürüttüğü mücadeleyi küçümsüyor. Bu zafer, evet 20 milyon Sovyet vatandaşının, en ön saflarda da komünistlerin hayatı pahasına, Sovyetler Birliği’nde barbar Nazi ordularının gerçekleştirdiği muazzam yıkım pahasına kazanılan bir zafer oldu. Fakat sonuçta emperyalizm, Sosyalizmin İkinci Dünya Savaşı öncesindeki biricik kalesini yıkma hedefine varamamakla kalmadı. Aynı zamanda bir dizi ülkede daha proletaryanın önderliğinde halk demokrasili devletler kuruldu. Bunlar emperyalizmin pazarı dışına çıktılar. Sovyetler Birliği’nin önderliğinde emperyalist dünyaya karşı ondan kopmuş ayrı bir dünya oluşturdular. Ocak 2013 ✓ Not: Komintern kongre değerlendirmeleri, Çağrı sayı 55, 62, 63, 64, 66, 67, 69, 70, 73, 75, 76, 77, 78, 79, 80, 81, 83, 85. sayılarında yayınlandı. Ayrıca Faşizm Nedir? Sosyal Demokrasi Nedir? H. Yeşil, Dönüşüm Yayınları, 1994, İstanbul ve 3. Enternasyonal’de Faşizm Üzerine Tartışmalar, Belgeler I-II, Dönüşüm Yayınları, Mayıs 1992, İstanbul’dan çıktı. Bu broşürlerde, Komintern kararları ve yürütülen tartışmalar hakkında bilgi verilmektedir. 65 ✒ okur mektubu A 66 Berlin’de Rosa Lüksemburg Konferansı lmanya’da yayınlanan “Junge Welt” isimli sol günlük gazete tarafından her yıl Berlin’de düzenlenen Rosa Lüksemburg Konferansının on sekizincisi 12. Ocak’ta yapıldı. Bu yıl da Almanya’daki hemen her türden Sol’un katılıp yayın masaları açtığı bu konferansa Almanya’nın çeşitli yerlerinden gelen 2000’e yakın insan katıldı. Bu yılki konferansın genel başlığı “Kim Kimden Korkuyor”, “Düşman Soldadır” şeklinde idi. Bu yılki konferansta da, bundan öncekilerde olduğu gibi gençler için paralel bir tartışma programı vardı. Konferansın bu bölümünde işletmelerde çalışan gençler ve sendikaların gençlik temsilcilerinin ağırlıkta olduğu forumlarda “İşçi Gençliği 2013: Nasıl Mücadele etmemiz gerektiğini öğrenelim” ana başlığı altında deneyimler aktarıldı, tartışmalar yürütüldü, 2013’teki sendikal mücadelelerde ileri sürülmesi gereken temel talepler tespit edildi. Bu bağlamda gençler açısından özellikle taşeron işin devreden çıkarılması, geçici genç işçilerin kalıcı işçiler haline geçmeleri için mücadelenin önemi vurgulandı. Konferansın “Kim kimden korkuyor” başlıklı ilk bölümünde değişik ülkelerden gelen temsilciler, ülkelerindeki durum ve mücadeleler üzerine bilgi verdiler. Şili KP MK üyesi ve Şili Sendikalar Birliği’nin (CUT) Kamu Hizmetleri bölümünün koordinatörü Carlos Insunza Rojas Şili’de gelişen öğrenci hareketinin önemine dikkat çekti. Şu anda en yoğun mücadelelerin bu alanda yaşandığını, hareketin güzel yüzü konumunda olan genç kadın devrimcinin Şili KP üyesi olduğunu, Şili KP’nin oldukça güçlü olduğunu vs. anlattı. Konuşması revizyonist Şili KP’ne bir güzelleme idi. Bu yıl yapılacak seçimlerde bütün Sol’un Halk Cephesi içinde birleşeceğini ve kazanma şansının olduğunu anlattı. Şili’de 1973 darbesi ve ertesinde yaşananlardan bir ders alındığına dair en küçük bir işaret yoktu konuşmasında. Seçimler sonucunda iş başına gelinmesi halinde sosyalizme yürüyebileceklerini düşündüklerini anlattı. Küba Genç Yazarlar ve Sanatçılar Birliği başkanı, Küba KP‘nde kültür bölümünün yöneticisi ve Küba Parlamento üyesi Luis Morlote Küba’da Yeni Ekono- mik Politika gereği daha önce devlete ve kolektiflere ait toprakların önemli bir bölümünün köylülere dağıtılmış olduğu, bunun ülkede yiyecek ihtiyacını karşılamak için gerekli olduğunu, hiçbir şekilde sosyalizmden vazgeçmek vs. anlamına gelmediğini anlattı. Görünen o ki, sosyalizm konusunda bol laf edilmesine rağmen, bireysel köylü ekonomisi hâlâ kolektif üretimden daha verimli! Bu ne biçim sosyalizmse artık! Kültür bağlamında Luis Morlote, Küba’da kültürün, kapitalist ülkelerin tersine tüketim, daha fazla tüketim üzerine kurulu olmadığını; bu bağlamda gençlerin sosyalist Küba’ya sahip çıktıklarını anlattı. Bu Küba’da bugün ABD dolarının da resmi para olarak yeniden geçerli olduğu ve bir sürü genç kadının ve erkeğin turistlere vücutlarını dolar karşılığı, belki yurtdışına çıkma imkânı karşılığı sunduğu vs. bilindiğinde sorunları görmeyen, pembe tablolar çizen, kendi kendini kandıran bir yaklaşımdı. Morlote’den sonra, Kolumbiya’da uzun süre hapiste kalan, daha sonra ölüm tehditleri nedeniyle yurtdışında yaşamak zorunda kalan Kolumbiyalı gazeteci / yazar Hernando Calvo Ospina ülkesinde 50 yıla yakın süredir bir iç savaş yaşandığını; bu savaşta ABD emperyalizminin “uyuşturucuya karşı savaş” adı altında egemen sınıfların arkasında yer aldığını, bu savaşın boyutlarının tahmin edilmeyecek kadar büyük olduğunu anlattı. Latin Amerika’da diğer ülkelerdeki darbeler sonrası öldürülen ve kaybedilen insan sayıları ile karşılaştırma içinde Kolumbiya’daki kayıpların çok daha büyük olduğunu anlattı. FARC ile hükümet arasında şimdi yürüyen barış görüşmelerinden gerçek anlamda bir barış çıkacağını düşünmediğini, ülkede sosyal adaletin barışın ön şartı olduğunu anlattı. Andaki durumda sivil direniş hareketinin oldukça güçsüz olduğunu, gerçek tek güçlü muhalefetin silahlı muhalefet olduğunu, aslında muhalefet için silaha sarılmaktan başka yol bırakılmadığını anlattı. Bu tespite Kolumbiyalı öğrencilerden itirazlar geldi. Bir öğrenci “barışçı yürüyüşlerle sesini duyuran” bir Halk Cephesi muhalefetinin varlığından söz etti. Buna Ospina’nın tavrı “umarım öyledir” şeklinde okur mektubu bir eylem. Yürüyüş: Her yıl olduğu gibi, Konferansın ertesi günü – Ocak ayının ikinci Pazarı - Rosa Lüksemburg-Karl Liebknecht- Lenin (LLL) yürüyüşü yapıldı. Daha önce bu yürüyüşe katılan küçük Troçkist ve “sol” sosyal demokrat gruplardan bir bölümü, bu yıl hemen Almanya’daki bütün devrimci ve reformist sol grupların bir türlü yer aldığı bu yürüyüşü bölmeye kalktılar. Alternatif bir yürüyüşe çağrı yaptılar. Gerekçeleri LLL-yürüyüşünde “Stalin ve Mao Zedung gibi kitle katillerinin!!!” resimlerinin taşınması idi! Onlar bu tavırları ile bir yandan burjuvazinin kaba antikomünizminin ne ölçüde yardakçıları olduklarını, diğer yandan ağızlarından hiç düşürmedikleri o “demokrasi savunuculuğu” nun nasıl bir sahtekârlık olduğunu gösterdiler. Aslında Lüksemburg’un bir komünist olduğundan bile haberi olmayan, onu bir liberal demokratmış gibi görüp gösteren bu küçük dükkâncıkların LLL-yürüyüşünden ayrılıp alternatif yürüyüş yapmaya kalkmaları kötü olmadı. Boylarının ölçüsünü gördüler. LLL-yürüyüşü her zamanki büyüklüğünden bir şey kaybetmedi. Yürüyüş her zaman olduğu gibi RL ve bir dizi komünistin, devrimcinin mezarı başında bitti. Revizyonistlerin “sessiz saygı” gösterisi her zaman olduğu gibi, komünistlerin Enternasyonali hep bir ağızdan ve değişik dillerde söylenmesi ile ”bozuldu.” RL ona layık olan şekilde anıldı. Yürüyüş sonrası, yine revizyonistlerin bir provokasyon olarak mezarlığa “Stalinizm kurbanları”nı (!) anma için koydukları taşın başında devrimcilerle, revizyonistler ve polisler arasında kısa bir itiş kakış oldu. Burada revizyonistlerle polisler el ele devrimcilere karşı bir taşı korudular! Anti Stalinizm kılığındaki antikomünizm revizyonizmin de turnusol kâğıdı aslında! Yürüyüşün ve RL mezarının başındaki eylemin ardından, mezarlığın dışında AMLP bir miting yaptı. Mitingde AMLP başkanı konuşmasında Antikomünizmi teşhir etti, burjuvazinin bütün yalanlarına rağmen gerçek sosyalizmin insanlık için tek alternatif olduğunu ortaya koydu. Bu mitingde Her Şeye Rağmen dergisi adına da bir kadın arkadaş konuştu. RL’un komünist mirasına sahip çıktığımızı ortaya koydu. Sözlerini RL’un “Ya barbarlık içinde yok oluş. Ya sosyalizm”le kapadı. Berlin’den bir YDİ Çağrı okuru 19. 02. 2013 ✓ ✒ oldu. Konferansın siyasi tutuklularla dayanışma bölümünde, geçen yıl, on yıllardan beri süren dayanışma hareketi sayesinde ölüm hücresinden çıkarılan Amerikalı devrimci siyah yazar / gazeteci Mumia Abu Cemal’in sözlü mesajı coşku ile karşılandı. Ardından ABD’den bir dizi eski mahkûm kendi deneyimlerini anlattılar. Hapis sisteminin her türlü muhalif sesi bastırmak için nasıl kullanıldığını ortaya koydular. Daha sonra Fransa’da yaşayan Latin Amerikalı gazeteci yazar Hernando Chao Cervantes’in Don Kişot’unu aslında devrimci bir roman olarak yorumlayan bir okuma, açıklama yaptı. Le Monde Diplomatique adlı gazetenin yayın sorumlusu ve ATTAC kurucularından İgnacio Ramonet ise medyanın özellikle Latin Amerika’da oynadığı rol üzerinde durdu. Örneklerle sol hükümetlerin iş başına geldiği ülkelerde medyanın nasıl esas muhalefet rolünü üzerlendiğini ortaya koydu. Konferansın “Düşman Soldadır” başlıklı bölümünde Hamburg’dan gazeteci Susan Witt Stahl; birçok göçmen davasının savunucusu avukat Gabriele Heinecke, Sol Partinin Thüringen eyalet parlamentosundaki fraksiyonunun başkanı Bodo Ramelow, Almanya Komünist Partisi (DKP)’nin başkan yardımcısı Patrik Köbele ve Antifa-hareketinden bir temsilci bir tartışma yürüttüler. İlginç olan şu idi: Konuşmacıların tümü aslında gelinen yerde devletin faşist örgütlenmelerini düşman olarak görmediği, tersine onları kullandığını örnekler vererek savundular. Devlet için düşmanın solda olduğunun net olarak ortada olduğunu savundular. Bu eski pozisyonlara göre kuşkusuz bir ilerleme. Daha önceki dönemde devlet ile kapitalizm ile faşizmin bağı görülmüyor, faşizme karşı mücadele genelde açık faşist örgütlere karşı mücadele olarak kavranıyordu. Şimdi gelinen yerde, özellikle Türklere yönelik cinayetleri işleyen NSU adlı Nazi örgütünün devletin “Anayasayı Koruma Örgütü” ile polis örgütü ile izleri örten egemen siyaset ile bağlarının ortaya döküldüğü yerde, sol adına konuşanlar devleti de eleştiriyorlar! Faşizmin kapitalizmin bir ürünü olduğunu söylüyorlar. Bu dediğim gibi bir ilerleme. Fakat hâlâ bir türlü Almanya’da da faşizmin bizzat kapitalizmden ve onun devletinden kaynaklandığını söylemeye dilleri varmıyor. Rosa Lüksemburg Konferansı herhalde Alman Solu’nun, bu arada fakat dünya yüzünde de solun bir bölümünün durumunu kavramak açısından önemli 67 8 MART 2013: DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ TALEPLERİMİZ DEĞİŞMEDİ: EŞİTLİK, ÖZGÜRLÜK VE İNSANCA YAŞAM İSTİYORUZ! 21 MART 2013: NEWROZ PîROZ BE! YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ! HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN TEK YOL DEVRİM!
Benzer belgeler
Bir - Yeni Dünya İçin Çağrı
Demokratik Kongresi (HDK) üzerine kapsamlı
bir değerlendirme yazısını bulabilirsiniz. Yine
aynı sayfalarımızda Kürtçe dili üzerine ve
Kürtçenin uğradığı yasaklar üzerine “Yasaklı
bir dilin öyküsü” ...