l 1. Türkiye Sosyal Forumu yapıldı l Metal`de uzlaşma yok l Fındıkta
Transkript
l 1. Türkiye Sosyal Forumu yapıldı l Metal`de uzlaşma yok l Fındıkta
AYLIK SİYASİ GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! SA l 1. Türkiye Sosyal Forumu yapıldı l Metal’de uzlaşma yok l Fındıkta Kürt tarım işçisi olmak l Ben de “Kürd”üm, “Gerçek Kürt” kim? l Atom öldürür - Doğa güldürür (1) l Türkiye’de linç manzaraları l HE J AR Ekim 2006/9 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X104 YI M Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! editörden - içindekiler Editörden... Değerli Okuyucu, Lübnan’a asker gönderme tezkeresi meclisten geçti ve T.C. askeri emperyalist planların hayata geçirilmesi için yürütülen savaşa fiilen katılmak ve kanlı pastadan kendisine pay almak için yola çıktı. Bu sayımızın başyazısını Lübnan işgaline ve T.C. askerinin işgale ortak olmak için Lübnan’a gönderilmesine ayırdık. Bu konudaki temel sloganımız “İşgalciler defolun!”. Savaş önümüzdeki dönemde de gündemin baş maddelerinden birisi olmaya devam edecektir. Görev, işçi sınıfını bu konuya duyarlı kılmak ve kendi savaşı olmayan bu gerici savaşa karşı mücadele etmesini sağlamaktır. Bu sayımızda yer verdiğimiz önemli konulardan biri de Kürt halkına karşı faşist linç ve katliam girişimleri oldu. Kürt halkının barış talebine karşılık devletin yanıtı savaşı sürdürmek biçiminde oldu. Bu konuda da işçilere düşen görev, Kürtlere karşı uygulanan baskılara karşı çıkmak ve halkların kardeşliği temelinde Kürt halkıyla dayanışma içinde bulunmaktır. Unutmamalı ki başka bir halkı ezen bir halk özgür olamaz. TMY (Terörle Mücadele Yasası=Toplumla Mücadele Yasası) tüm hızıyla devreye sokuldu ve bu çerçevede devrimci-demokratik kurumlara yoğun saldırılar başlatıldı. Bu saldırıların bir bütün olarak devrimci harekete yönelik olduğunu da unutmadan, İçindekiler gözaltına alınan ve tutuklanan devrimcilerin derhal serbest bırakılmasını istiyoruz. 301. Madde ile yazarların yargılanmasına da tüm hızıyla devam edilmektedir. Her ne kadar en son Elif Şafak bu maddeden beraat etmiş olsa da, bu madde özellikle devrimci basın üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanmaya devam etmektedir. Gazetemizin ve başka devrimcidemokratik gazetelerin bu konudaki yargılanmaları ortadan kalkmış değildir. Bu sayımızda atom reaktörlerinin gerçek yüzünü gösteren kapsamlı bir araştırma yazısının ilk bölümünü bulacaksınız. Bu yazıyı büyük bir ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. Fosil yakıtlarla ilgili gelen bir eleştiri yazısını ve bu yazıya gazetemizin cevabını yer nedeniyle önümüzdeki sayıda yayınlayacağız. Bu arada birinici Türkiye Sosyal Forumu 30 Eylül-1 Ekim tarihleri arasında gerçekleşti. Bu konuya ilişkin bu sayımızda iki makale yayınlıyoruz, katıldığımız diğer etkinlikler üzerine yazıları önümüzdeki sayıda yayınlayalayacağız. Gazetemizin genç okurları tarafından Yeni Dünya Gençliği faaliyetlerinin başlatıldığını da buradan bir kez daha duyuralım. Bu konuda yapılacak faaliyetleri nternet sitemizden takip edebilirsiniz. Bir dahaki sayıda buluşmak dileğiyle... YDİ ÇAĞRI, 09 Ekim 2006 GÜNDEM İşgalciler defolun!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Türk askeri bugüne kadar nerelerde görev yaptı?. . . . . . . . . . . . . 3 PANORAMA Afganistan: “Sınırsız Özgürlük Harekâtı” sürüyor… . . . . . . . . . . . . 5 Kongo: Seçim oyununda birinci devre… . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 YENİ KADIN DÜNYASI Sendikal örgütlenme sorunları ve sendikada kadın olmak.... . . . . . . . 8 Kadınlar artık susmayacak!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 Çiğdem Nalbantoğlu ile dayanışmaya!. . . . . . . . . . . . . . . . . 10 YENİ GENÇLİK DÜNYASI 1. Türkiye Sosyal Forumu’nda gençliğin sorunları tartışıldı. . . . . . . . 12 Eylül’ün gençlik üzerindeki tahribatı. . . . . . . . . . . . . . . . . Yeni Dünya İçin Çağrı Barışarock’taydı… . . . . . . . . . . . . . . . . YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ’ne selam.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . YENİ İŞÇİ DÜNYASI Metal’de uzlaşma yok . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . AL-Co işçileri tüm saldırılara rağmen direniyor…. . . . . . . . . . Fındıkta Kürt tarım işçisi olmak…. . . . . . . . . . . . . . . . . Tansaş Depo işçilerinin direnişi, kararlı bir şekilde sürüyor. . . . . Kadıoğlu Kozmetik’te saldırılar devam ediyor… . . . . . . . . . . Graniser işçilerinin sendikalaşma mücadelesi sürüyor... . . . . . . İşten atılan Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi işçilerle dayanışma gecesi yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . Öncü Plastik ve Has Alüminyum’da mücadele sürüyor!. . . . . . . “Sağlık hak olmaktan çıkarılıp, ödev haline getiriliyor” . . . . . . . Yüksel Seramik’te sendikalaşan işçiler işten atıldı. . . . . . . . . 1. Türkiye Sosyalforumu’nda sendikaların sorunları tartışıldı... . . . HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Biz de “Çingene”yiz, hayatımız “Roman”!. . . Ben de Kürd’üm, “Gerçek Kürt” kim? . . . . . Hiç bir faşist saldırı Kürt ulusunun ulusal kurtuluş mücadelesini durduramaz! . . Diyarbakır’daki faşist saldırıyı lanetliyoruz!. . Sessiz Protesto . . . . . . . . . . . . . . . 11 12 12 12 Çekal: 1 Çekal: 2 Çekal: 3 Çekal: 4 Çekal: 4 Çekal: 5 Çekal: 5 Çekal: 5 Çekal: 6 Çekal: 7 Çekal: 8 . . . . . . . . . . . . . 13 . . . . . . . . . . . . . 15 . . . . . . . . . . . . . 16 . . . . . . . . . . . . . 16 . . . . . . . . . . . . . 16 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Zehirli atık çöplüğü olmaya hayır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 Atom öldürür - Doğa güldürür (1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 Dünyada tatlı su kaynakları giderek yok oluyor!. . . . . . . . . . . . . 20 GÜNCEL 301. madde hiç boş durmuyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 Atılım Gazetesi’ne ve devrimci-demokratik kurumlara yönelik saldırıları kınıyoruz!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 Türkiye’den linç manzaraları.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22 v ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir v Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 v Fax: (0212) 253 19 27 v e-mail: [email protected] v web: www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 v SAYI: 104 · EKİM 2006 ISSN 1301-692X104 v Fiyatı: Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli gündem İşgalciler defolun! G eçtiğimiz günlerde Türkiye gündemini işgal eden olaylardan birisi Türk ordusunun Ortadoğu’ya gitmesine olanak sağlayacak ikinci bir tezkerenin çıkarılmasıydı. Bilindiği üzere Siyonist İsrail devleti önce Filistin’e saldırmış, yakıp yıkmış; ardından Lübnan’a saldırarak orayı işgal etmişti. Siyonist İsrail devletinin Lübnan işgalinin bilançosu ağır oldu: Verilere göre 1500’ün üzerinde Lübnanlı yaşamını yitirdi, 5000 kadar Lübnanlı yaralandı. İsrail’in insan kaybının 150, yaralı sayısının ise 2000 civarında olduğu belirtildi. Siyonist İsrail devletinin Lübnan’a yönelik hava saldırısı sonucu Lübnan’ın hemen tüm alt yapısı tahrip edildi; başta Beyrut olmak üzere Lübnan’da yerleşim birimleri harabeye çevrildi. Bir milyon kadar insan evini barkını terkedip göç yollarına düştü. Siyonist İsrail devletinin Lübnan’a saldırısı ve işgali bütün tahribatıyla sürerken İsrail devletini sadece “orantısız güç kullanma” konusunda eleştiren başta Birleşmiş Milletler Örgütü olmak üzere çeşitli güçler – nihayet!– devreye girdi ve ateşkes ve Barış Gücü Planı önerdi. Plana göre İsrail işgal ettiği topraklardan çekilecek yerine BM Barış Gücü yerleştirilecekti. Hizbullah’ın silahsızlandırılması başta olmak üzere bölgede görev yapacak BM güçlerinin bölgeye yerleştirilmesine onay verilmesi planı gerçekte bir ABD-İsrail planıdır. Bu plan işletilirse Siyonist İsrail devleti kendi savaşını BM güçlerine devretmiş olacaktı. BM planı aynı zamanda bölgede güç göstermek isteyenlerin, özellikle Avrupalı emperyalistlerin de işine geliyordu. Ortadoğu’da kurulmuş bir kurtlar sofrası vardı ve bu sofrada yer almak gerekiyordu! Aynı düşünce Türk hakim sınıfları için de geçerliydi. Türk askeri Lübnan’a gidiyor… Ve Irak saldırısı ve işgali öncesinde yaşanan tartışma yine gündeme oturdu: Türkiye Lübnan’a asker göndermeli miydi? Türk ha k im sınıf ları bu konuda ikiye bölündü: AKP hükümeti Lübnan’a asker gönderilmesini savunuyordu. Ana muhalefet partisi olarak CHP’nin başını çektiği bir kesim ise Türk askerinin Lübnan’a gönderilmesine karşıydı. L Lübnan’a asker gönderilmesinin gerekli olduğunu savunanlar ile karşı çıkanların gerekçeleri ortaktı: Devletin âli çıkarları! Hükümetin başı olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Lübnan’a asker gönderme konusunda “ ‘bize ne’ci bir anlayışla sorumluluklarımızdan geri durmak, tarihimize, geleceğimize ve milletimizin yüksek menfaatlerine ihanet olacaktır’’ diyordu. Başbakan’a göre “büyük devlet olmanın sorumluluğundan kaçınılamayacağını”, “yüksek menfaatlerin bunu gerektirdiğini”, “buna uygun davra- Türk askeri bugüne kadar nerelerde görev yaptı? übnan’a asker gönderme ile ilgili tartışmaların yürümesi sürecinde Türkiye’nin bugüne kadar “yurtdışına” ne kadar asker gönderdiği, Türk askerinin nerelerde görev yaptığı konusu da verilerle ortaya kondu. Türk askerinin yurtdışına gönderilmesinin yeni birşey olmadığına örnek olarak gösterilmesi temelinde ortaya konulan verilere göre bugüne kadar 63 bin 686 Türk askeri “uluslararası barışın sağlanması amacıyla”(!) BM VE NATO kararlarıyla 13 kez yurt dışında görev yaptı. Verilere göre hâlâ Kabil, BosnaHersek, Kosova’da bin 45 asker görev yapıyor. Türkiye’nin katkısı, 1950 yılında Kore Savaşı ile başladı. Daha sonra Somali, Bosna Hersek, Adriyatik Denizi, Arnavutluk, İran-Irak, Kuveyt, Doğu Timor, Gürcistan ve Afganistan’da görev aldı. 4 Mayıs 2006’dan bu yana, Kabil’de 260 Türk askeri görev yapıyor. Önce BM harekatı olarak başlayan ve daha sonra AB harekatı olarak Bosna Hersek’te devam eden ALTHEA harekatında 300 Türk askeri bulunuyor. Kosova’da, NATO-Sofa Anlaşması gereğince 400 asker ve polis görev yapıyor. Letonya’da ise 4 F-16 uçağı, 85 personeliyle görev yapıyor. Turgut Özal’ın “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne!” sözü böylece gerçekleşmişti ancak gazetelere yansıyan tüm bu verilerde “unutulan” bir şey vardı: Kuzey Kıbrıs’ta bulunan Türk askeri varlığı! Bu bilgi yoktu, oysa Kuzey Kıbrıs’ta Türk askerinin varlığının da gerçekte bugün işgalci güç olarak Lübnan’a asker gönderen güçlerin niteliğinden özde bir farkı yok. Evet buna değinen yoktur gazetelerde… Ama “haklılar”: Kıbrıs “yavruvatan”dır, “yurtdışı” değildir; Ve yine zaten Türk askeri Kıbrıs’ta “işgalci bir güç değildir!” nılacağını” söylüyordu. Başbakan’a göre “asker göndermeye karşı çıkmak vatana ihanet”ti! Karşı çıkanların gerekçesi de devletin yüksek çıkarlarını koruma üzerine kuruluydu. Karşı çıkan bu geniş yelpazenin bir kesimi asker göndermenin ulusun yüksek çıkarlarıyla bağdaşmadığını belirtirken, bir kesim ise “Amerikan askeri olunmayacağı” söylemiyle sözümona antiemperyalist tavır takınıyordu. Bu tartışmalarla birlikte Eylül ayının başında Meclis Genel Kurulu, tek gündemle olağanüstü toplanarak, Birleşmiş Milletler Barış Gücü’ne katılmak üzere Türk askerinin Lübnan’a gönderilmesine yönelik Başbakanlık tezkeresini görüştü. 533 milletvekilinin katıldığı açık oylamada 192 “ret” oyuna karşılık 340 “evet” oyuyla tezkere kabul edildi. Bir milletvekili de çekimser kaldı. Meclis’ten Lübnan’a asker gönderme tezkeresinin çıkmasından sonra bölgede “görev yapacak Türk askerlerinin” “görev yerlerine” gitmesinin hazırlıkları yapılıyor. Ne için? Evet, Türk askeri Lübnan yolunda… Ne için? Bu soruya hakim sınıf lar örneğin “Bölgemizdeki gelişmelere kayıtsız kalamayız” diyerek yanıt veriyorlar ve biz, işçileri, emekçileri bu görüşe ve bu görüş temelinde atılan adımlara ortak etmeye çalışıyorlar. Doğrudur! Türk hakim sınıf ları gerçekte bölgedeki gelişmelere kayıtsız değillerdir: Onlar Lübnan’da yürüyen savaşa kayıtsız değillerdir, savaş sonrasında yakılıp yıkılan Lübnan’ın yeniden inşasına kayıtsız değillerdir. Evet, onlar yeniden imar edilecek Lübnan’da Türk şirketlerinin alacağı “işlere” kayıtsız değillerdir. Onlar Lübnan’da kurulan kurtlar sofrasına kayıtsız değillerdir. Orada yürüyen paylaşım dalaşında kendi paylarına düşecek paylara kayıtsız değillerdir. Peki biz, işçiler, emekçilerin bu işte çıkarımız nedir? Koca bir hiç! Evet biz, bu ülkenin işçileri, emekçileri olarak dünyada, bölgemizde gelişmelere, savaşlara kayıtsız kalmamalıyız. Ama bu konuda bizim anladığımız ile hakim sınıfların anladığı farklı şeyler? Biz, bundan, dünyanın herhangi bir bölgesinde) ülkesinde sınıf kardeşlerimizle sınıf dayanışmamızı güçlendirmek, onlarla birlikte bizi sömürenlere karşı ortak mücadeleyi anlarken, hakim sınıflar, çeşitli ulus ve milliyetlerden işçileri, emekçileri kendi bayrakları altında toplayarak kendi çıkarları için birbirlerini boğazlatmayı anlıyorlar. Onların bu heveslerini kursaklarında bırakalım! “Ne için?” sorusuna hakim sınıflar “milli çıkarlar bunu gerektiriyor” diye de yanıt veriyorlar. Peki onların “milli çıkarlar” diye gündem ileri sürdükleri şey nedir? Örneğin Lübnan’a asker giderse işçilerin, emekçilerin ceplerine üç-beş kuruş daha fazla mı girecektir? Örneğin, Lübnan’a asker giderse Türkiyeli işçilerin, emekçilerin yaşam koşullarında bir iyileşme mi olacaktır? Ya da örneğin işsizlik, yokluk, yoksulluk, açlık… son mu bulacaktır, Türk askeri Lübnan’a giderse? Elbette hayır! Onların kastettiği milli çıkarlar gerçekte kendilerinin, yani hakim sınıfların, yani burjuvazinin, yani sermaye sahiplerinin ve onların devletinin çıkarlarıdır. Bizim, işçilerin, emekçilerin önüne sürdükleri ve kaşıklamamızı istedikleri “milli çıkarlar” lapasının gerçek anlamı budur. Kendi çıkarları için bizim gözümüzü boyamak istemektedir onlar. Biz işçilerin, emekçilerin Türk askerinin Lübnan’a gitmesinden, oradaki savaşın bir parçası olmasından kazanacağımız birşey yoktur. O halde onların “milli çıkar” lapasını elimizin tersiyle itelim. “Milli çıkar” diyerek kendi çıkarları için bizi de savaşın bir parçası yapmalarına izin vermeyelim. Destek vermeyelim; bırakalım onlar kendi çıkarları için savaşı bizsiz yürütsünler!!! “Ne için?” sorusu karşısında hakim sınıflar; “büyük devlet olmanın sorumluluğu bunu gerektirir” diyorlar ve işçileri, emekçileri devletin attığı bu adıma ortak etmeye çalışıyorlar. Gerçekte bu devlet işçilerin, emekçilerin devleti değildir. Bu devlet sermaye sahiplerinin, burjuvazinin devletidir. Seksen küsur yıllık bu devletin biz işçiler, emekçiler için yaptığını halimize baktığımızda görebiliriz. Son dönemde sıkça vurgulanan bu devletin “büyüklüğünden” biz işçiler, emekçiler bir fayda görmedik. Sıkça söylenen “büyüklüğünü” biz işsizliğin, yokluğun, yoksulluğun, açlığın… büyümesi olarak yaşadık. Hal böyleyken “devletin büyüklüğünü” hakim sınıflar sermayelerini daha fazla büyüterek yaşadılar. Onlara göre bu devlet “büyük”; çünkü çıkarlarının koruyucusu ve garantisi bu devlet! Sadece bu kadarla bitmiyor devletin “büyüklüğü”… Hakim sınıfların çıkarlarının koruyucusu ve kollayıcısı olan bu devlet emperyalistlerin de çıkarlarının koruyucusu ve kollayıcısıdır, onlara bağımlıdır, onların Ortadoğu’daki çıkarlarının savunucusudur da… Peki, bizim devletimiz olmayan, emperyalizmin işbirlikçisi bu devletin “büyüklüğü” bizi niye ilgilendirsin? Biz, işçiler, emekçiler bu “büyük” devletin çıkarlarının niye peşinden gidelim? Niye emperyalistlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin çıkarları için cepheye gidelim, niye vurulalım, vuralım? Niye, aynı sınıfın üyesi olan çeşitli ülkelerden işçiler, emekçiler, yoksullar olarak birbirimizin boğazına sarılalım? “Amerikan askeri olmamak…” Yukarıda belirttiğimiz gibi son günlerin önemli gündem maddesi olan tezkere bağıntısında hakim sınıfların bir kesimi tezkereye ve Türk askerinin Lübnan’a gönderilmesine karşı çıkıyor. Gerçekte onların karşı çıkışı samimi bir karşı çıkış değil. Çünkü karşı çıkanlara göre de diğerlerinin anladığı anlamda “bölgemizdeki gelişmelere kayıtsız kalınmamalı”, “milli menfaatler neyi gerektiriyorsa yapılmalı”, “büyük devlet olmanın gerekleri yerine getirilmelidir”… Onların Lübnan’a asker gönderilmesinden yana olan AKP hükümeti gibi devlete ve onun görevlerine ilişkin bir farklılıkları yoktur. Onların sermayenin çıkarlarını savunma konusunda siyasi hasımlarından farkları yoktur. Onların biz işçilere, emekçilere yaklaşım konusunda da diğerlerinden ayrı değillerdir. Ama onların bir farkları var: İktidarda değiller! İşte bütün kıyamet de buradan kopuyor. Onlar Lübnan’a asker gönderilmesine karşılar, çünkü Türkiye’de iktidar ilişkileri ve dalaşı onları böyle davranmaya itiyor. Gerçekte kendileri iktidarda olsa hiç de AKP hükümetinden farklı davranmayacak olan ve Türk askerini çeşitli bölgelere gönderecek olanlar, bugün tezkere karşıtlığı ile siyasi çıkar elde etmeye, AKP hükümetini yıpratmaya uğraşıyorlar. Onlar bu olay üzerinden de AKP hükümeti ile emperyalistlerin, özellikle de ABD emperyalistlerinin ilişkilerinin bozulması için uğraşıyorlar. Eğer bu kez de tezkere geçmemiş olsaydı ABD’nin AKP hükümeti hakkında değerlendirmesinde bir farklılık olabilirdi. Ama olmadı, her ne kadar önceki gibi değilse de ABD hâlâ AKP hükümetinden yararlanabiliyor. Tezkere karşıtı olan cenahtan daha “ideolojik” takılanları da “antiemperyalizm” söylemine sarılıyorlar. Ve sloganı patlatıyorlar: “Amerikan askeri olmayacağız!” Peki ne olacağız? Türk devletinin askeri örneğin?! Neden olmasın? Niteliği açısından özde hiç de farkı olmayan, gerçekte sermayenin çıkarlarını koruyan Türk devletinin askeri olursak mesele çözülecek, bunlara göre… Hatta ABD emperyalizminin askeri olmadığımız için antiemperyalist bile olacağız böylece!!! Hayır! Bu sloganı patlatanlar Türk devleti hakkında yanlış görüşlere sahipler. Onlar Türk devletinin emperyalizme bağımlılığını görmüyorlar. Onlar antiemperyalistliği ABD emperyalizmine karşı çıkmakla sınırlayıp emperyalizm karşıtlığını iğdiş ediyorlar. Onlar ABD karşıtlığı adına, emperyalizme karşı olma adına ırkçı ve şoven pozisyonlarda duruyorlar vs. vb. Bu yanlış görüşlere prim vermeyelim! Onların salt ABD karşıt- lığı temelindeki sözümona antiemperyalistliğinin sakatlığını görelim. Onların “ABD emperyalizmine karşı çıkma” adına düştükleri ırkçı ve şoven politikalarını elimizin tersiyle itelim. Gerçek antiemperyalist tavrın Türk devletine karşı çıkmaktan da geçtiğini görelim, buna uygun davranalım. ABD emperyalizmine karşı çıkma adına Türkiyeli işçiler ve emekçiler Türk devletini savunmak, onun savunucusu olduğu sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket etmek zorunda değil. Bu gerçeği görelim. Ne Türk devletinin Lübnan’a asker gönderme yanlılarının, ne buna karşı çıkanların, ne antiemperyalistlik ayağına şovenizm savunucularının laflarına aldanalım! Çağrımızdır: Bizim Lübnan’da ya da dünyanın başka bir bölgesinde sınıf kardeşlerimizle, işçileriyle, emekçileriyle bir alıp veremediğimiz yoktur! Bizim düşmanımız sermayenin iktidarıdır, burjuvazidir; onların devletidir. Bizim düşmanımız, işçileri, emekçileri birbirlerine boğazlatan emperyalizmdir. İşçileri, emekçileri birbirlerine karşı kışkırtan, boğazlatanlara karşı mücadele edelim. Onların sistemini, devletini yerle bir edelim. Sermayenin hakimiyetini yıkalım, insanın insanca yaşadığı, halkların kardeş olduğu yeni bir dünya yaratalım; sosyalizmin dünyasını yaratalım! Böyle bir dünya için mücadeleye değer… Haydi mücadeleye! 26 Eylül 2006 ✓ N A İL Bu kitapları isteyin, okuyun, okutun... DÖNÜŞÜM YAYINLARI 5 i l 200 lık dirim a r A 0 İn esi 4 t % t Lis a Fiy ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ • • • • • • • • 3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00 KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00 MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • • • • • • • • • • GÜNCEL POLİTİKA STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00 EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00 MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00 FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50 DOĞA VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50 KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY (2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • • • • KADIN DİZİSİ KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00 • SİZİN MASALINIZ Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • BİZİM LİSE Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 • ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • DİLAN N. Doğan (ANI ROMAN) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • NAZİ KIZLARI Hermynia Zur Mühlen. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • YAĞMUR MASALI SADULLAH Şaban Demir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 ŞİİR DİZİSİ • PANTA REİ Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • HİKMETİ MAVİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 • ACILAR DA ÜŞÜR Orhan Bahçıvan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 • 45’LİK Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 • MEYDAN DÜŞÜ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 Ankara Cad. No-31 / 51 Cağaloğlu–İstanbul Tel / Fax: (0212) 519 16 16 panorama PANOR AM A “Sınırsız Özgürlük Harekâtı” sürüyor… - AFGANİSTAN - B u yazıyı okuduğunuzda, ABD emperyalizmi önderliğindeki müttefik güçlerin Afganistan’a karşı saldırıya geçmelerinin üzerinden beş sene geçmiş olacak. 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yönelik saldırılar gerekçe gösterilerek emperyalistler tarafından, uzun bir dönem sonu gelmeyecek ve ezilen halklara eziyet, acı, yokluk, yoksulluk, açlık ve ölümden başka bir şey getirmeyen, getirmeyecek olan bir savaş döneminin startı verildi. “Terörizme karşı mücadele” adına halklar üzerinde terör estirilmeye başlandı… Bunun da ilk adımı Afganistan’a karşı savaşın başlatılması oldu. Emperyalistler, yürüttükleri bu savaşın gerçek yüzünün kitleler tarafından görülmemesi, ya da bunu kitlelere şirin göstermek için tüm sahtekârlıklarını sergileyip “demokrasi savunuculuğu” yalanına başvurup işgal ve talan savaşının adını “Sınırsız Özgürlük Harekâtı” koydular. Kavramlara takılıp kalmayanların açıkça görebileceği gerçeklik, sınıflı ve sömürü sistemi toplumlarında egemen, sömürücü sınıflar ile ezilen, sömürülen sınıflar arasında uzlaşmaz bir çelişkinin olduğu; bunun doğrudan bir parçası olarak da “demokrasi” ve “özgürlüğün” içeriğinin de farklı farklı doldurulduğudur. Bu açıdan bakıldığında “Sınırsız Özgürlük Harekâtı” tanımı hem kitlelerin bilincini karartmakta ve emperyalistlerin “şirin” görülmesine hizmet etmektedir, hem de emperyalistlerin gerçekte “sınırsız özgürlüğe” sahip güçler olarak istedikleri ve işlerine geldiği gibi işgal ve talan harekâtını gerçekleştirdikleri gerçeğini ifade etmektedir. Diğer örnekleri bir kenara bırakıp sadece Afganistan’a baktığımızda da, savaşın başlatıldığı günden bu yana geçen beş yıllık süreç, şu gerçeği ye- niden ispat etmiştir: Emperyalistlerin “sınırsız özgürlüğü”, ezilenler için, işgale maruz kalan ülke halkları için sınırsız eziyet, baskı, işkence, tecavüz, yoksulluk, açlık, ölüm vb. vb. anlamına gelmektedir. Emperyalistlerin “sınırsız özgürlüğü”, ezilenlerin yaşam imkânlarını ortadan kaldırmak, nefes borularını tıkamak demektir. Emperyalistlerin “sınırsız özgürlüğü”, işgal ve savaşın sürdüğü ülkelerde kadınlar üzerinde erkek egemenliğinin barbarlığının sınırsızlığı demektir. Doğanın tahribi, talanı demektir. Geleceğin sahibi olması gereken çocukların, gençlerin yaşamının karartılmasıdır emperyalistlerin “sınırsız özgürlüğü”… Ezilenlerin cephesinde soruna bakıldığında, emperyalistlerin bu sınırsız “özgürlüğü”ne, barbarlığına son verecek, ya da en azından sınırlayacak bir güç, hareket yok. Dalaş emperyalistlerin kendi aralarında yürüyor esas olarak. Devrimci, demokrat temelde mücadele yürütenlerin gücü çok zayıf, sınıf bilinçli insanların, komünistlerin durumu ise çok daha zayıf. Emperyalistler kendilerinin iktidarını tehdit edebilecek devrimci bir gücün, hareketin yokluğunu tepe tepe kullanmaktadır. Onlar bu bağlamda da “sınırsız özgür”ler… Afganistan’a karşı savaşı başlattıklarında Taliban rejimini yıkıp ülkeye “demokrasi” ve “refah” götüreceklerini vaat ettiler. Yaklaşık üç aylık “sıcak” savaş ile Taliban rejimini devirdiler ve ardından ülkeyi işgal güçlerinin denetimine böldüler. BM’ye bağlı ISAF güçleri ile ABD emperyalizminin “Sınırsız Özgürlük Harekâtı” güçleri Afganistan’a yerleşti. Ülkenin Doğu’su ABD’nin, Batı’sı İtalya’nın, Kuzey’ i A lma nya’nın, Güney’ i Britanya’nın ve başkent Kabil ve çev- resi ise Fransa’nın denetimine sunuldu. Bir de vaat ettikleri “demokrasi”yi ihraç edebilmek için konferanslar yapıp “geçiş takvimini” belirlediler… “Kurucu Meclis”in toplanması, Anayasa’nın kabulü, başkanlık ve genel seçimlerin yapılmasını öngörüyordu bu “takvim”. Bu planları istedikleri gibi ve istedikleri süre içinde olmasa da 2005 Eylül ayında yapılan genel seçimlerle tamamlanmış oldu. İşgalcilerin planları tamamlandı da, Afganistan’a demokrasi misafir olarak bile uğramadı. Afganistanlı halklar hâlâ demokrasiye, ekmeğe, suya, başını altına sokacak bir çatıya, hastasına bakacak doktora hasret… Evet, Taliban rejimi devrilmişti Afganistan’da. Ama, yerine gelen işgalciler ve onların işbirliği yaptığı savaş ağaları, uyuşturucu tüccarları, hanlar vb.leri halka karşı Talibanı aratmayacak düzeyde ve biçimde baskıyı sürdürdü, sürdürüyor. Emperyalistlerin borazanları, savaşın başlarında Afganistanlı kadınların Taliban rejiminden kurtarıldığı yalanlarını yüksek tonla seslendirdiler. Formel olarak parlamentoya kadın milletvekilleri seçtirildi. Ama Afganistan’da kadınlar hâlâ esir… İşgalcilerin dayatmasıyla oluşturulan Anayasa bile İslam’a dayanmaktadır. Kısacası Taliban rejimi dönemi ile sonrası dönem arasındaki fark öze ait değildir. Kadınlara çok değer verdiği görüntüsünü yaratmaya çalışan emperyalistlerin medyası, kalemşorları kısa sürede Afganistanlı kadınların sorunlarını bir kenara bıraktı. Arada bir görüntüyü kurtarmak için bu konuya da değinmektedirler işte, o kadar. Bunlardan başka türlü bir tavır, yaklaşım beklemek de zaten boşunadır. Afganistan’a yönelik savaşla ülkeyi daha fazla yakıp yıktılar, taş üstünde taş bırakmadılar. Ama beş yıllık süreçte yakıp yıktıklarını bile yeniden kuramadılar. Yeniden yapılanma, inşa vb. palavraları sürse de, gerçekte halk için durum içler acısı. “Savaşın yaralarının” sarılması sözkonusu değil, ama savaş sürüyor ve yeni “yaralar” açılıyor… Sözümona yeniden inşa için öngörüldüğü söylenen paralar, önce tekellerin ardından da onların taşeronlarının kasalarına aktı, ama halk için gerekli olan alt yapıya hemen hemen hiç bir şey kalmadı. Savaş ve işgalin beş yılı bir kez daha Afganistan somutunda da, barışın ve demokrasinin, emperyalistler tarafından, onların savaşı ile sağlanamayacağını; savaşın ve evet barbarlığın doğrudan kaynağının emperyalist sistem olduğunu kanıtladı. Emperyalist sisteme karşı mücadele edilmeden ve bu sömürü sistemine son verilmeden de gerçek barış ve ezilenler için demokrasi ve özgürlük gerçekleştirilemez. İŞGALCİLER ZOR DURUMDA… Taliban rejimi devrildi, Afganistan işgal edildi. Ama Taliban güçlerinin işgalcilere karşı mücadelesi değişik düzeylerde sürdü, sürüyor. Emperyalistlerin atadığı Karzai ve parlamento gerçekte ülkeyi yönetme durumunda değil. Afganistan, bir yandan işgalci güçlerin ve onların açık işbirlikçileri tarafından, bir yandan da savaş ağaları, hanlar, uyuşturucu tüccarları –çoğunlukla bunlar içiçe ve parlamentoda da savaş ağaları, hanlar, uyuşturucu tüccarları çoğunluğu oluşturyor–, Taliban kalıntıları vb. tarafından yönetiliyor. Çok yönlü veya farklı güçler, kendi nüfuz alanlarında egemenliğini sürdürüyor. Yani Afganistan’da hâlâ gerçek bir merkezi yönetim sağlanmış değildir. panorama Taliban güçleri ise son iki yıllık süreçte yeniden güçlenmekte ve işgalcilere karşı mücadeleyi giderek sertleştirmektedir. Özellikle Irak’ta işgale karşı verilen mücadele biçimlerini –intihar eylemleri, arabalara patlayıcı madde yükleyerek patlatma vb. biçimleri– devralarak işgal güçlerini zor durumda bırakmaktadır. Taliban rejiminin devrilmesinden sonra, ABD emperyalizminin işgal gücü dışında BM’nin de kararıyla Afganistan’a “Uluslararası Güvenlik Destek Gücü” (ISAF) adı altında işgalci güç yerleştirildi. İlk başta sayısı 5000 civarında iken, bu sayı giderek artırıldı. Şimdi ISAF gücü sayısı 19 bin olarak veriliyor. ISAF gücü sayısının artırılmasının perde arkasında esasta iki olgu yatıyor. Birincisi, Irak’ta ve başka bölgelerde savaşta yer almıyor gibi görünen güçlerin, Afganistan’daki asker sayısını çoğaltarak ABD emperyalizminin Afganistan’daki asker sayısını azaltmak ve böylece ABD’ye destek verme isteği, amacıdır. İkincisi ise, varolan işgal gücü ile Afganistan’da istedikleri “ölüm sessizliğini” sağlayamamalarıdır. Böylece ISAF’ın askeri gücü giderek çoğaltılmıştır. Afganistan’da özellikle Taliban güçlerinin son dönemde giderek daha yoğun biçimde saldırı eylemlerini gerçekleştirmesi gerçeği de, ABD emperyalizminin asker sayısını azaltmasına izin vermemektedir. Kısa süre öncesinde sayısı 19 bin civarında olan ABD emperyalizminin işgal gücü sayısı 16.500’e düşürülmek istenirken 23.000’e çıkarılmıştır. Böylece Afganistan’da resmi verilere göre varolan işgal gücünün sayısı 40 bin civarındadır. ISA F g üc ü nü n komut a sı 11 Ağustos 2003’ten beri NATO’da. Bu güçlerin hareket alanı da bu süreçte genişletildi. İlk başta esas olarak Kabil ve çevresi ile sınırlıydı, şimdi hemen hemen tüm Afganistan’a yayılmış durumda. Afganistan halkları için ABD emperyalizminin “Sınırsız Özgürlük Harekâtı” (Operation Enduring Freedom) güçleri ile ISAF güçleri arasında özde bir fark yoktur. ISAF gücü her ne kadar “yardım gücü” gibi görünse de, gerçekte işgalci ve Afganistan halklarının güvenliğini tehdit eden güç olma olgusunun üzerini örtemiyor. Afganistan’daki Britanyalı bir komutan görevinden istifa etmenin gerekçesini açıklarken, “Biz önceden Amerikalıların köylüleri kurşun yağmuruna tutması ve köyleri bombardıman etmesinden farklı davranacağımızı söylemiştik, fakat daha sonra aynısını biz yaptık.” itirafında bulunuyordu. Gelinen yerde Taliban ile mücadelenin başarısının Eylül ayı başında startı verilen “Megusa” askeri operasyonuna bağlı olduğu söyleniyor. Son iki hafta içinde 500’den fazla Taliban gücünün öldürüldüğü haberleri verilmesine rağmen, Afganistan’daki kimi işgal gücü komutanları, Taliban ile mücadelenin 3-5 yıl daha sürebileceğini söylüyor. NATO yönetimindeki güçlerin anda esas çatıştıkları alan Güney Afganistan. Güney Afganistan uyuşturucu tüccarlarının, savaş ağalarının cirit attığı bölge durumunda. Haşhaş ve afyon üretiminde rekor artış var. Haşhaş üretimi %59 artış gösterirken, dünya çapında tüketilen afyonun %92’sinin Afganistan’da üretildiği bilgisi veriliyor. NATO yetkililerinin Afganistan’da askeri gücü bulunan devletlerden, askerlerini çatışmaların yoğun olduğu Güney Afganistan’a aktarması yönlü talebi ise müttefik güçlerin kendi aralarındaki tartışmaların yoğunlaşmasını getirdi. Bu yazı yazılırken NATO yönetimindeki askeri operasyon sürüyordu. Taliban güçleri ile çatışmalar işgal güçlerini zorluyor. Bunun doğrudan sonucu olarak da NATO yetkilileri 26 NATO ülkesinin yetkililerinin bir araya geldiği toplantıda 2500 civarında daha askere ihtiyaç olduğunu açıkladılar. Türkiye’den de daha fazla asker istenmektedir. Pla nla na n bir başka şey de, ABD’nin Afganistan’daki işgal güçlerinin büyük bölümünün de NATO komutası altına verilmesidir. Bu tartışmalar sürerken Bush Afganistan’a 12 bin asker daha yollama yönlü düşüncesini kamuoyuna açıklıyordu. Taliban güçleri, NATO yetkililerinin daha fazla asker talebine karşı cevabı, Kabil’de intihar eylemleri gerçekleştirerek verdi. NATO Komutanı General James L. Jones, NATO’nun daha fazla asker istemesinin de gerçekte sorunu çözemeyeceğini şu sözlerle ele veriyor: “Geçici de olsa, en azından günü kurtarmak için bölgede daha fazla güce ihtiyacımız var.” (Hürriyet, 8 Eylül 2006) Evet, onların Afganistan halklarını kurtarma diye bir sorunları yoktur. Onlar günü kurtarmaya bakıyor… Bu arada ama kendi günlerini kurtarmaya çalışırken, Afganistan halklarının canına okuyorlar… Onların günlerini zindan ediyor, yaşamlarını çalıyorlar. Kısacası “Sınırsız Özgürlük Harekâtı” tüm barbarlığıyla sürüyor. Anda işgalci güçler Taliban güçlerine göre daha güçlü görünse de, işgalci güçlerin işi zor. NATO yetkililerinin imdat sirenlerinin ne kadar çalacağı, ya da çatışmaların ne kadar süreceği belli değil. Afganistan’da da belirleyici olan hem işgale, işgal güçlerine karşı, hem de Taliban güçlerine karşı devrimci temelde bir mücadelenin verilmesidir. Emperyalist işgalden ve ortaçağ gericiliğinden kurtulmak, gerçek kurtuluşu elde etmek için mücadele, devrim için mücadele olduğunda başarıya ulaşabilir. Gerisi ham hayaldir. 18 Eylül 2006 ✓ Seçim oyununda birinci devre… - DEMOKRATİK KONGO CUMHURİYETİ - 30 Temmuz’ da yapı lması planlanan parlamento ve başkanlık seçiminin birinci tur seçimleri gerçekleştirildi. Parlamento seçimleri için kayıtlı olan 282 partinin 213’ü yarıştı. Ayrıca üç farklı seçim bloku da oluşturuldu. Bunlar başkanlık yarışında da başa oynayan Kabila ve Bemba’nın başını çektiği seçim blokları ile Mobutu döneminde bakanlık yapan Jean Pay Pay’ın başını çektiği Kongolu Demokratlar Koalisyonu adlı bloktu. Parlamento seçimlerinde toplam 500 koltuk için yarışan aday sayısı ise 9000’in üzerindeydi. Eylül ayı başında seçim komisyonunun yaptığı resmi olmayan açıklamaya göre Kabila önderliğindeki blok seçimleri kazandı, ama hükümet kurmak için gerekli çoğunluğu elde edemedi. Parlamento seçimlerinin kesin sonuçlarının 9 Kasım’da açıklanacağı söyleniyor. Kongo’da iktidar mücadelesi için parlamento seçimlerinin başkanlık seçimleri kadar önemi yoktur. Parlamento seçimleri esasta başkanlık seçimlerinin gölgesinde kalan, ona bağlı ele alınan seçimler olduğundan, hem yerli güçlerin hem de Kongo’da işgal gücü bulunduran “yabancı” güçlerin öne çıkardığı se- çimler, başkanlık seçimleri oldu. 20 Ağustos’ta kitlenin baskısı sonucu daha önce belirlenen tarihten önce açıklama yapan seçim komisyonunun ilk resmi olmayan sonuçlarına göre, seçime katılım %70 civarında olmuştur. Kabila oyların %44.8’ini, Bemba ise %20’sini alarak ikinci tur seçimlere katılma hakkı elde etmiştir. Üçüncülüğü elde eden Gizenga ise oyların %13’ünü almıştır. Başkanlık seçimlerine katılan diğer 30 adaydan sadece biri %5 civarında oy almış, diğerlerinin büyük bölümü ise %1 bile oy alamamıştır. 13 Eylül’de Yüksek Mahkeme seçimlere gelen itirazları da ele aldığı görüşmede, açıklanan seçim sonuçlarını onayladı. İkinci tur seçimlerin tarihini ise anayasaya aykırı diye önce iptal etti, ardından da yapılan itirazlarla bu kararını geri alarak 29 Ekim’de yapılmasını onayladı. Kongo’daki seçimlerin sonuçlarının rakamlarla verileri kısaca böyledir. Fakat tartışılması gereken esas nokta rakamlardan çok, siyasi olarak neler yaşandığı, kimin kime kazık atmaya çalıştığı ve Kongo’ya “yardım” adına emperyalist güçlerin sahtekârlıklarıdır. Kelimenin gerçek anlamıyla bir seçim oyunu oynanıyor. Oynanıyor diyoruz, çünkü bu seçim oyunu daha bitmedi. panorama Kongo ile ilgili, en son dergimizin 102. sayısında tavır takınmış ve emperyalistlerin işgal planlarının perde arkasında yatan kimi olgulara değinmiştik. Bu yüzden, bu yazımızda esas olarak seçimlerle bağıntılı tartışmalara değineceğiz. Yazılarını ve haberlerini takip ettiğimiz burjuva medya ve yazarların istisnasız tümünün üzerinde birleştiği nokta, 30 Temmuz seçimlerinin 40 yılı aşkın bir süre sonra “ilk hür, demokratik ve şeffaf ” seçimler olduğu noktasıydı. Bu süreyi belirlemelerinin perde arkasında ise Belçika’nın sömürgesi olmaktan çıkışın ve resmi olarak bağımsızlığın elde edildiği 30 Haziran 1960 tarihinden sonra seçimlerin gerçekleşmiş olmasıdır. Seçimleri kazanan Lumumba sadece formel olar a k B e l ç i k a’n ı n Kongo’yu sömürge olmaktan azletmesiyle yetinmeyip bağımsızlığın gerçek hale gelmesi için mücadele ettiğinden, yine Belçikalı sömürgeci güçlerin yönetimi ve yönlendiriciliğiyle 1961’de katledildi. Bu süreçte gündeme gelen ve CIA’nin de karıştığı ve yönettiği iç çatışmalar 1965’e gelindiğinde demokratik güçlerin ezilmesi ve karşıdevrimci güçlerin zaferiyle sonuçlandı. İşte 1965’i baz alanlar 40 yılı aşkın bir süreden, 1961’i baz alanlar ise 45 yıllık bir süreden bahsediyorlar. Aralarındaki bu farklılık ama, bunların 30 Temmuz seçimlerinin “hür, demokratik ve şeffaf ” seçimler olduğu konusundaki birlikteliğini değiştirmiyor. Sözkonusu seçimlerin “hür, demokratik ve şeffaf ” olduğu tespiti büsbütün yalandır. Emperyalistlerin medyasına söylettiği, kitleleri kandırmak için başvurulan bir siyasi sahtekârlıktır. Emperyalistlerin sahtekârlığı daha en başta seçimlerin yapılmasının planıyla başlamaktadır. Sözkonusu seçimler 2002 yılı Aralık ayında savaşan Kongo’lu kesimlerin temsilcilerinin BM temsilcileri tarafından bir araya getirildiği ve anlaşma sağlandığı Sun-City Anlaşması’na dayanmaktadır. Gerçekte seçimler emperyalist güçler tarafından gündeme getirilmiş, Kongo halklarına dayatılmıştır. Bu olgu bile seçimlerin “hür ve demokratik” olduğu yalanını ortaya koymaya yeterlidir aslında. Sun-City Anlaşması’na göre Kabila başkanlığında kurulan yönetim iki sene içinde seçimlere gitmenin ön koşullarını oluşturması gerekiyordu. Buna göre 30 Haziran 2003’te kurulan geçici yönetimin görev süresi 30 Haziran 2005’te doluyordu. Fakat yine Kabila gibi en güçlü savaş ağasını destekleyen emperyalist güçlerin yetkilileri, bu sürenin bir yıl daha uzatılmasını da Sun-City Anlaşması’nı imzalayan taraf lara dayattılar ve süre uzatıldı. 30 Haziran 2006 tarihinden bu yana aslında Kongo’daki yönetim meşruluğunu yitirmiştir. Ama yine de iktidarda… Tüm bunlar Kongo’daki emperyalist güçlerin ve en başta da BM’nin denetiminde yapılıyor. Kabila’nın başkanlığı da bu güçlerce destekleniyor. Peki Kabila kim? En büyük savaş ağalarından biri. Yardımcıları da, şimdi başkanlık seçiminde Kabila’yı en çok zorlayan Bemba gibileri ve bunlar da savaş ağaları. Her savaş ağasının kendisine bağlı silahlı güçleri bulunuyor. BM’nin ve emperyalist güçlerin Kabila’yı, ya da bir başka başkan adayını desteklemesi durumu da, sözkonusu seçimlerin “hür ve demokratik” ve de “şeffaf” olmadığının bir delili. Kabila’yı seçimlerde en çok zorlayabilecek olan ve Kongo’da en büyük muhalif güç olarak bilinen “Demokrasi ve Sosyal Kalkınma için Birlik”in (UDPS) seçimleri boykot etmesinin gerekçelerinden biri de, Sun-City Anlaşması’na bağlı olarak seçimlerden önce nüfus sayımının yapılmamasıdır. 4-5 milyon insanın yaşamını yitirdiği bir savaş sonrası dönemde yapılacak seçimlerde –ki yerel, bölgesel, parlamento seçimleri de sözkonusu– seçmen sayısının ne kadar olduğunun belirlenmesi gerekiyordu. Yapılmadı. Yine Sun-City Anlaşması’na göre ve UDPS’nin savunduğu şey, önce yerel, bölgesel ve parlamento seçimlerinin yapılması, bunlardan sonra başkanlık seçimlerinin gerçekleştirilmesi düşüncesidir. Emperyalist güç ve kurumlar bunu da yok saymış, istedikleri gibi davranmışlardır. Fakat UDPS’nin seçimleri boykot etmesinin gerekçeleri sadece bunlar değil. Hani şu “hür, demokratik ve şeffaf ” seçimler var ya… bu seçimlere hazırlık sürecinde, emperyalistlerin desteklediği Kabila, muhalefeti devredışı bırakmak için değişik ayak oyunlarına da başvurdu. Bunlardan biri seçimlerde kendisini zorlayabilecek esas güç olan UDPS’nin adıyla ve logosuyla dört naylon parti kurmasıydı. Böylece UDPS’nin seçimlere katılmasını engellemek, engelleyemediği durumda da nüfusun büyük bölümünün okuryazar olmadığı seçmenlerin verdiği oyların naylon partilere aktarılmasının, sayımda onlara sayılmasının yolunu açmaya çalıştı. UDPS’nin temsilcilerinin yaptığı açıklamalara göre seçmen kaydı yapılırken UDPS’nin sempatizanlarının büyük bölümünün –7 ile 12 milyon arası– seçmen listesine kaydı reddedilmiştir. Ayrıca bazı bölgelerde, ör- neğin Karsai [dikkat Afganistan başkanı ile karıştırmayın] Bölgesi’nde dört milyon insan seçmen kaydını yapmayı reddetti. Kayıt edilen seçmenlerin sayısı 25.7 milyon olarak verilmektedir. Bu kaydedilen seçmenlerin 1.2 milyonunun da kaydı –her nedense artık?– kaybolmuştur. Bu durumda kabaca hesaplandığında yaklaşık 15 milyon seçmenin kaydının yapılmadığı, ya da kaybedildiği ortaya çıkmaktadır. Bu da yaklaşık seçmenlerin %40 oranını oluşturmaktadır. Bir de seçimlere katılımın %70 olduğu, yani kayıtlı seçmenin de %30’unun seçimlere katılmadığı bilince çıkarıldığında, bu sayı daha da yükselmektedir. Böylece gerçekte seçmenlerin yarısından fazlasının seçimlere katılmadığı ortaya çıkmaktadır. İşte size, seçimlerin “hür ve demokratik” olduğunun bir belgesi daha! Evet tüm bunlar UDPS’nin seçimlerin eşit ve demokratik seçimler olmasının önkoşulunun olmadığı sonucuna götürerek seçimleri boykot etme kararını vermesine yol açmıştır. Burada aktardığımız örnek ler daha seçimler olmadan yaşananlardır. Kabila’nın muhalif güçlerini bertaraf etmek için başvurduğu oyunlar ise daha da çoktur. Evet, Kabila veya Bemba, hangisi seçilirse seçilsin, ikisi de savaş ağası, katil, rüşvetçi, soyguncu ve bu mealde aklınıza ne gelirse söyleyebileceğiniz olumsuz karaktere sahip olanlardır. Bunların sözkonusu karakterleri, soyguncu vb. oldukları BM raportörleri tarafından da tespit ediliyor. Ama buna rağmen bu soyguncuları destekliyorlar. İşlerine böyle geliyor ve büyük soyguncuların küçük soyguncuları desteklemesinde de şaşılacak bir şey yok tabii ki… UDPS’nin temsilcilerinin haklı olarak tespit ettiği gibi, bu seçimler “ülkeyi talan edenlerle onların uluslararası destekçilerinin kılık değiştirerek meşru kılınmasının üzerini örten bir perdedir”. Kabila’nın zaferi de seçimlerden önce programlanmıştır. Çünkü Kongo’da kimin daha çok silahı ve silahlı gücü varsa devlet erki de, iktidar da onun elinde oluyor… Anda Kabila en büyük savaş ağası ve emperyalistlerin ülkedeki çatışmaları kızıştırmadan onun yerine koyacak kuklaları yok bugün. Seçimin kendisinde de sahtekârlık yapıldığı burjuva medyaya yansımaktadır. Fakat bu tür haberler esas olarak seçim sonuçlarına itiraz eden ve mahkemeye başvuran 300’ün üzerindeki başvuru haberlerini aktarma biçiminde veriliyor. Ya da oy sayımında sahtekârlık yaptığı iddiasıyla onlarca insanın tutuklandığı, gözaltına alındığı haberleri aktarılırken ortaya çıkıyor. Kullanılacak oy pusulalarının basımında bile sahtekârlık yapıldığı söyleniyor. Örneğin 25.7 milyon seçmen kaydedilmiş ama kimi haberlere göre 33 milyon pusula basılıp dağıtılmıştır. Kabila’nın oyların %91-95’ini aldığı kimi kırsal alanlar ise ülkenin en ulaşılmaz ve teknik olarak en düşük donanımlı alanları olduğu halde, seçim sonuçlarının en çabuk sonuçlandırıldığı alanlardı. Da ha fazla detaya g irmeden UDPS’nin temsilcilerinin dediği gibi, savaş halinin sürdüğü, tarafsız bir seçim ortamının olmadığı, her şeyin manipüle edildiği, sahtekârlık yapıldığı; siyasi partilerin eşit haklara sahip olma durumunun izinin bile olmadığı bir seçim yapılmıştır Kongo’da. Seçim sonuçlarının 20 Ağustos’ta açıklanmasının hemen ertesinde Kabila ve Bemba taraftarları, silahlı güçleri arasında çatışmalar yaşandı onlarca insan yaşamını yitirdi. Kabila’ya bağlı silahlı güçler Bemba’nın karargahına ağır silahlarla, panzerlerle saldırdı. Emperyalistlerin temsilcileri arabuluculuk yapmaya çalıştı, Kabila ile Bemba bu arada görüştüler. Ama özde değişen bir şey olmadı. Kabila seçim öncesinde başvurduğu muhalefeti devredışı etme siyasetini Bemba’ya karşı da sürdürmektedir. Bunun en son görüntüsü, Bemba’ya ait olan televizyon ve radyo yayının yapıldığı stüdyonun-vericinin yanması oldu. Bemba yanlıları bunu Kabila yanlılarınca ve evet Kabila’nın emrindeki devlet güçleri tarafından yakıldığını söyleseler de, kimyaktıya gitmiş durumda… İşte kabaca aktardığımız bu koşullarda, eğer durum değişmezse 29 Ekim’de başkanlık seçimlerinin ikinci turu yapılacak ve Kabila ile Bemba yarışacak. Seçimleri boykot eden UDPS’nin ve seçimlerde üçüncü ve dördüncü olan diğer kesimlerin kimi destekleyeceği sorunu önemlidir. Fakat Kabila’nın kazanacağına kesin gözüyle bakılabilir. Bunun ilk turda belirlenmemesinin bir nedeni de esas olarak kaybedenlerin seçim sonuçlarını kabul etmesine zaman tanımaktır. Fakat Bemba’nın veya bugün öne çıkmayan kimi diğer savaş ağalarının meydanı öyle kolay kolay Kabila’ya bırakacağını düşünmek saflık olur. Kabila resmen başkanlık koltuğuna oturmaya devam etse de, Kongo’da barış ve istikrarın sağlanması kısa sürede mümkün görünmüyor. Kongo’da da filler tepişiyor çimenler eziliyor… Olan yine savaşın beraberinde getirdiği açlıktan, yoksulluktan, hastalıktan her ay ölen 31 bin insana ve nüfusun %80’inin mutlak yoksulluk sınırı altında yaşayan insanlara oluyor. Kongo’da yaşananlar da bir kez daha ezilenlerin kurtuluşunun hem içteki savaş ağalarına, ezenlere karşı, hem de onların destekçileri emperyalistlere karşı mücadeleyi gerektirdiğini; bu mücadelenin zorunlu olduğunu gösteriyor. Seçim oyununun ilk devresinin gösterdiği en önemli sonuçlardan biri budur. 20 Eylül 2006 ✓ yeni kadın dünyası Sendikal örgütlenme sorunları ve sendikada kadın olmak... Öncelikle kendinizi okurlarımıza tanıtır mısınız? Kaç yıldır sendikacılık yapıyorsunuz? Ekim 1964 Iğdır doğumluyum, lise mezunuyum ve evliyim. 10 yıldır sendikal faaliyet yürütüyordum. Sendikadaki görevim ise DİSK’e bağlı Genel-İş sendikasının İstanbul Konut İşçileri Şube Başkanlığı. Haziran 2007 tarihine kadar bu görevim devam edecek. Sonrasında genel kurul yapılacak, bir dahaki genel kurulda aday olupolmayacağımın kararını o süreçte vereceğim. Bu mücadele mutlaka, bu işe inananlara devredilmelidir, uzun süre bu makamların işgal edilmemesi gerektiğini savunuyorum. Benim uzun süreli bu görevi yürütmemdeki neden, üyelerimin baskısı ve önermesi sonucudur. Üyelerimiz konut işçileri çalıştığı işyerinden ve her alandan dışlanan emekçilerdir. En rahat ettikleri yer sendikalarıdır. Onlarla ilişkilerimiz çok sıcak ve güvenilirlik içinde. Her sorununu, ailevi meselelerini dahi taşıdıkları yer sendikaları, paylaştıkları kişiyse benim. Bu da beni mutlu ediyor ve onurlandırıyor. Dolayısıyla üyelerimiz izin verirse önümüzdeki genel kurulda aday olmamayı düşünüyorum. Son dönemde hareketli bir süreç yaşadınız. Bunu biraz anlatır mısınız? Sendikamız 28. Işkolunda, yani hizmet sektöründe örgütlüdür. Sendikamıza çoğunlukla belediye işçisi üyedir. İki yılda bir örgütlü olduğumuz belediyelerde, üyelerimizin ekonomik ve demokratik haklarını yükseltmek ve varolan Toplu İş Sözleşmesinden doğan kazanımları korumak için, örgütlü olduğumuz belediyelerde TİS görüşmeleri yürütülmektedir. Dolayısıyla bu yıl birçok belediyelerde TİS görüşmeleri yapıldı. Genelde ve yerelde iktidar olan AKP belediyelerde de ciddi zorluklar çıkardı. Özellikle işçilerin sözleşme ile elde ettiği birçok kazanımı geri çekip, 4857 sayılı iş kanununda işçi haklarını gasp edebilecek (taşeron, ödünç işçilik, esnek çalışma, vb.) maddeleri dayattı, ayrıca ücret politikaları oldukça sıkıydı. Genel Merkezimiz ve bağlı şubelerimiz kararlı bir politika izleyerek, bir kısım belediyelerde kısa süreli grevler de yaşanarak, Toplu İş Sözleşmelerimiz anlaşma ile sonuçlandı. Dolayısıyla bu süreç Şubat ve Ağustos aylarında bizim sendikada bir yoğunluk yaşattı. Bu alanda çalışan işçilerin iş ve çalışma güvenliği, çalışma koşulları ve aldıkları ücret ile ilgili durum nedir? DİSK/Genel-İş sendikasına bağlı, Aşağıda, DİSK Genel-İş Sendikası İstanbul Konut İşçileri Şubesi Başkanı Nebile Irmak Çetin ile sendikal örgütlenme ve kadın işçilerin sendikal sorunları ile ilgili yaptığımız söyleşiyi yayınlıyoruz. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Ydi Çağrı İstanbul Konut İşçileri Şubemiz esas olarak, sitelerde görev yapan güvenlik personeli, temizlik işçisi, bahçe düzenlemesini yapan, muhasebe kayıtları ve sekreterlik hizmetini yürüten, kısacası site yönetiminde sigortalı olan tüm işçiler ile bireysel olarak apartmanlarda çalışan konut işçilerini üye yapmaktayız. Bu alanda örgütlenme faaliyetlerini yapmak oldukça zordur. Her şeyden önce İstanbul büyük bir metropol. Her geçen gün bir yerinde bir mega kent, toplu konut ve siteler kuruluyor. Burada çalıştırılan güvenlik personeli oldukça genç ve sendikalaşmayı ve bunun yararlarını bilecek bilinç seviyesine sahip değil. Birçok site yönetimi, güvenlik işini özel şirkete yani taşerona devrediyor. Taşeron, site yönetiminden işçi başına yüklü para alıp işçiyi asgari ücretle çalıştırıyor. Sigortasını ise deneme adı altında 4-6 ay sonra yapıyor. Bu alanda çalışan işçiler çoğunlukla sigortasız ve asgari ücret ile kuralsız çalıştırılıyorlar. Bazı yerlerin konut işçisine tahsis ettiği lojmanlar insan sağlığına elverişli olmayan ve aile bireylerinin sağlık durumunun tehdit altında olduğu yerler. Hafta tatili yaptırılmaz, dini ve milli bayramlarda çalıştırılırlar, karşılığında ücret dahi ödenmez. Çok işverenlik olan tek işyeri apartman ve sitelerdir. Yani bir işçi 60 daire apartmanda çalışıyorsa 60 işvereni var demektir. İşçi sürekli hizmet ve emirlere hazırdır. Konut işçisi, işçinin de işçiliğini yapan çağın modern kölesi durumundadır. Apartman ve sitelerde çalışan işçilerin doğru dürüst can güvenliği yoktur. Türkiye’de, diğer iş kollarında olduğu gibi, bizim alanda çalışan işçilerin de iş güvenceleri yoktur. Emekçilerin kaderi, ekmeği ve emeği işverenlerin iki dudağı arasında olup sermayenin keyfiyetine terk edilmiş durumdadır. İşçileri sendikada örgütlerken nasıl bir yöntem izliyorsunuz? Bilindiği üzere 1980 sonrası işçi profili oldukça farklı. Örgütlenme kelimesi onun için çok ürkütücü. Toplumun diğer kesimleri gibi sindirilmiş, işsizliğin, yoksulluğun, sefale- tin yoğunca yaşandığı Türkiye’de, asgari ücretli de olsa işini kaybetmek istemez. Dolayısıyla işçi, bir sendikada örgütlenirsem işimi kaybederim kaygısı da taşımaktadır. Aslında haksız da sayılmaz. Her ne kadar sendikalaşma anayasal bir hak ise de, gerek iş kanununda gerekse sendikalar yasasında sendikal hak engellenemez ibareleri varsa da, sermayenin egemen olduğu iktidarlarda bu ibareler kâğıt üzerinde kalıyor ve sendikalaşma nedeniyle birçok sektörde işten çıkartılmalar yoğunca yaşanıyor. Tüm bu saldırılara rağmen, emekçiler örgütlenmeyi ısrarla savunmalıdırlar. Bizler de örgütleyeceğimiz işçileri, çalıştıkları işyerindeki durumlarını, aldıkları ücreti, çalışma saat ve koşullarını araştırıyoruz. Genelde içinde bulundukları koşullardan şikâyetçiler. Bunun önüne geçmek için örgütlenmenin faydalarını ve kazanımın elde edilebilmesi için kullanılacak yöntem ve argümanları anlatıyoruz. İşçilere çoğu zaman referansla gideriz, çünkü sistemle iç içe olan kimi sendikaların pratiğinde görülen güvensizlik duyumları, işçide iyi bir izlenim bırakmadığı için, işçiyi örgütlemek için güven vermek gerekiyor. Bizler de çalışmalarımız ve sendikal bakışımıza referans olacak kişilerle diyalog kuruyoruz, bunlar da genellikle sendikamıza üye olan işçiler üzerinden yapılıyor. Toplu iş sözleşmesi yapılabilecek işyerlerinde, kesinlikle çoğunluğu ya da tüm işçiyi sendikaya üye yapmadan, işverenin haberi olmuyor. İşçilere özellikle işverenin örgütlenme çalışmasının olduğunu asla duymaması gerektiğini, duyduğu an üzerinizde baskı kuracağını ve caydırma yöntemlerine başvurarak başarısız olmanız için elinden geleni yapacağını anlatıyoruz. İşçiyle iş saatlerinin dışında örgütlenme ilişkisi içinde oluyoruz. Bazı işyerlerinde tüm kazanımları elde etmemize rağmen, yine işveren baskısına yenik düşmeler ve sendikadan istifa etmeler yaşanabiliyor. Sendika ile ilişiğini kesen işçi bile, çoğu yerde işten çıkartılıyor. Yani patron bırakın sendikalı işçiyi, sendikayla tanışan işçiyi bile çalıştırmak istemiyor. İşçiyi örgütlerken mutlaka öncelikle sınıfsal davranışı ve bu davranışın kazanımlarını, etik değerleri, mücadeleye saygıyı onlara kavratmaya çalışıyoruz. Bu davranışın işçi olarak kendilerine özgüven kazandıracağını anlatıyoruz. Örgütlenme alanında karşılaştığınız en önemli zorluklar nelerdir? Örgütlenme koşulları oldukça zordur, bunun birçok nedeni vardır. Mevcut yasaların yetersizliği, sendikal üyelikte noter şartının getirmiş olduğu maddi külfet, işverenlerin çıkarının ön planda olduğu bu düzende işverenden gelen dizginsiz saldırılar, işverenin saldırısını destekleyen ve işçiye karşı şiddet kullanan güvenlik güçleri vs. Bu listeyi daha da uzatmak mümkündür. Yine adına Terörle Mücadele Yasası denilen, aslında toplumla mücadele yasasında yer alan; örgütlülüğü, demokratik mücadeleyi ve dayanışmayı cezalandıran, antidemokratik yasalar da örgütlülüğün önünde en büyük engellerden biridir. Başka ve önemli bir etken de, sınıfsal ve emekçilerin çıkarlarından uzaklaşıp, sermaye ve sermayedar iktidarların arka bahçesi olan mevcut bir kısım sendikal anlayışlardır. Bunlar emekçilerden temsil yetkisini alarak, onların aleyhine ve sermayenin çıkarına göre, iktidarın çizdiği sınırlarda kalarak, emeği istismar ediyorlar. Bu durum işçiler üzerinde ciddi bir güvensizlik oluşturuyor. Yine sendikal örgütlülüğün önünde en büyük handikaplardan birisi taşeronlaştırmadır. Taşeronun olduğu işyerinde, işçilerin sendikal örgütlenmesi imkansızlaşıyor. Diğer bir etken, 12 Eylül darbesinin 21.yüzyıl işçi jenerasyonu üzerinde yaratmış yeni kadın dünyası olduğu korkudur. İşçiler kimi yerde çıkarlarından önce siyasal anlayışına göre veya işverenin belirlediği sendikalarda örgütlenmekteler. Özellikle belediyelerde bu durum çokça yaşanıyor. 1980 sonrası işçi kuşağı çoğunluğu sınıfsal davranıştan, toplumsal sorunlardan oldukça uzaktır. Bu yapıdaki işçinin örgütlenmesi zordur ve zaman almaktadır. Bugün Türkiye’deki sendikal yapıları politikaları, işçi sınıfı içerisindeki örgütlülükleri bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de 54 milyona yakın insan Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve Sigortaya dâhildir. Yani bu kurumlara, bağlı olanların eş ve çocuklarıyla beraber sayısı budur. Bu rakamın yarısından fazlası sigortalıdır, yani işçidir. Ancak 1980 öncesi sendikalaşma oranı bugüne göre daha yüksekti. 21. yüzyılda toplumların, sınıfların daha çok hak ve özgürlükler anlamında örgütlü olması gerekirken, günümüzde daha suskun, onaylayıcı, kaderci, umutsuz bir durum söz konusudur. Türkiye’nin de imza koyduğu uluslararası anlaşmalar hayata geçirilmiyor. İç hukukta anayasal bir hak olan sendikalaşma hakkı maalesef kullanılamıyor. Bizim ülkemizde Dünya Bankası, IMF ve bunların dayattığı neo-liberal politikaları oldukça söz sahibidir. Yakın tarihte IMF başkan yardımcısı Anne KRUEGER’in dehşet verici bir açıklaması hepimizin kanını donduracak cinstendi. Halen uygulamada olup, bize göre sefalet ücreti olan asgari ücreti çok bulup, aşağıya çekilmesini ve emekçilerin alınteri olan kıdem tazminatının da ortadan kaldırılması direktifini vermişti. Bütün bu pervasız saldırganlıklar, örgütsüzlüğün temelini oluşturuyor. Sermaye ve iktidarlar kendi sendikalarını yaratıyorlar. Buna karşılık milyonlarca emekçinin örgütsüz olduğu Türkiye’de 700 bine yakın örgütlü işçi üç ayrı konfederasyonda örgütlenerek bölünmüştür. Sınıfın gücünü bölen bu zihniyet kendi istediğini mevcut konfederasyonlara rahatça yaptırabiliyor. Bunun örnekleri çokça vardır. Lübnan’a asker gönderilmesin diye DİSK kampanya başlatıp, eylem yaparken, TÜRK-İŞ adeta AKP’nin kuyrukçuluğunu yaparak Lübnan’a asker gönderilmesini desteklemiştir. Sermayenin ve sermayedar iktidarın çıkarını, emekçilerin çıkarlarının üstünde tutan emek örgütleri, işçi sınıfının örgütlenmesini, politikleşmesini iktidarları için tehlikeli görüyorlar. Yani emeğe ve emekçilere inançları olmayanlar sınıf ve taban örgütlenmesinin önünde ciddi engeldirler. Ayrıca bir dizi sendika emekçi yığınları toplumsal yapılardan uzak tutarak, sırf ücret sendikacılığı anlayışı pompalanmakta, böylelikle işçi sınıfı demokratik mücadeleden ve adalet duygusundan uzaklaştığı oranda sınıf ideolojisi de körelmektedir. Bu yaklaşım sınıf hareketini daraltmakta, örgütlülüğü zayıflatmaktadır. Maalesef günümüzdeki sendikal anlayış budur. Çalıştığınız sektörde kadın çalışan var mı? Sektörümüz hizmet iş kollu olduğu için, çalışan kadın sayısı azdır, yani üyelerimizin ancak % 6’sı kadındır. Kadın işçileri örgütlemede karşılaştığınız en önemli sıkıntılar nelerdir? En büyük sorun kadının yoğun çalıştığı sektörde (tekstil) sendikal örgütlülüğün olmayışı, ya da zayıf oluşu, kadınları harekete geçirecek iletişim ve araçların olmaması. Sendikalı olunan hizmet, metal, sanayi ve inşaat sektöründe ise kadın sayısı oldukça azdır. Sendikalı olan kadınlar genellikle sendikal faaliyetlerde bulunmak istemezler. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Bu erkek egemen toplumda kadın olmaktan kaynaklı sorunlar başta geliyor. Çalışan kadın işyerindeki mesaisi bittikten sonra, evde ikinci mesaiye başlıyor. Ev işleri, çocuk bakımı, baba veya eşe bağımlılığı, onu sosyal ve siyasal sürecin dışına itiyor. Ücretli de çalışsa ekonomik özgürlüğü yoktur, çünkü kazandığı maaşı çoğu zaman babası veya eşi harcama hakkına sahiptir. Sendikal faaliyete katılmasını engelleyen faktörlerden biri, sendikalı olup olmayacağına işçi kadının kendisi değil babasının yada kocasının karar vermesidir. Tabii önemli bir sebep ise sendika yöneticilerinin yaklaşımıdır. Sendikalar erkeklere göre şekillendiği için kadın üyenin temsilci veya şube organlarına seçilmeleri için bir yaklaşım içinde değiller. Ancak kendileri için oy isterken kadın işçiyle görüşürler. Yapılan toplu iş sözleşmesi müzakerelerinde, yasada kadına tanınan haklardan başka, kadın taleplerini içeren bir madde konulmaz, ya da kadın işçiye işyerinde sizin ihtiyaç duyduğunuz ve sözleşmede yer almasını istediğiniz bir talebiniz var mıdır diye sorulmaz. Dolayısıyla işyeri erkek çoğunluğu olduğu ve sendikaların yönetimleri de erkeklerden oluştuğu için, sanki bu iş erkeklere mahsustur mantığı kadınlarda oldukça yaygındır. Bunun aşılabilmesi için özel bir çalışma gerekli, kadına özgüven kazandırılmalı, kadını sendikal yönetime çekmek için özendirici faaliyetler yürütülmelidir, diye düşünüyorum. Sizin sendikacılık yaptığınız alan oldukça erkek egemen bir alan. Siz bir kadın sendikacı olarak ne gibi sıkıntılar yaşıyorsunuz? Çok sıkıntı yaşadım, halen de yaşamaktayım. Başta içinde bulunduğunuz erkek egemen yapı, sizi kabullenmemekte ve ciddiye almamaktadır. Bu yapı kadın sendikacı olmaza kendisini inandırmıştır. Aradan ge- çen süre içinde, kürsüde yaptığınız konuşmanız, önerileriniz, yaptıklarınız, yapmak istedikleriniz öğreniliyor. Size olan davranış biçimleri değişiyor, sizinle hangi konuyu ve ne şekilde konuşacağını biliyor ve ona göre davranıyorlar. Açık olan bir şey var, politik bir kadınsan, onların her söylediğini doğrulamayıp, eleştiriyorsan işlerine gelmez ve sizi kabullenmezler. Erkek sendikacıların çoğunluğu, kariyerist, takım elbise giymek, önlerde oturmak, önlerde yürümek, basında çıkmak isterler. Bu sıkça görülmektedir. Örneğin bizim sendikanın da katıldığı herhangi bir eylemde öne geçme sevdalarından dolayı çoğu zaman aralarında ezilme tehlikesi yaşıyorum. Ya da örneğin sendikanın bir toplantısı oluyor. Toplantılarda belli bir mola zamanı var. Bu molalarda ben tek bayan olduğum için onlar gibi araya girme vs. yapamıyorum. Birbirlerini geçme yarışı içerisindeler zaten. Ancak hepsi çayını, kahvesini aldıktan sonra ben gidip alabiliyorum. Bazen alamıyorum çünkü o zamana kadar mola bitmiş oluyor vs. Ayrıca tek bayansın toplantı aralarında veya toplantı sonrası zamanlarda, tek başınasın, ortak paylaşacak, konuşacak ikinci bir kadın yok. Kadın olarak davranışlarına, oturup kalkışına daha çok dikkat ediyorsun, yer yer tabucu ve feodal davranış içine girebiliyorum. Bazen bunların arasında ne işim var düşüncesi yoğunlaşıyor vs. Fakat bunun tabi şöyle bir yanı da var: Bir kadının o yapı içinde oluşu, toplantılarda erkek sendikacıların davranış biçimini de değiştiriyor. Üsluplarına daha fazla dikkat ettikleri için toplantılar daha seviyeli geçiyor diyebilirim. Yaşadığım tüm bu zorluklara rağmen sendikada olmam gerekliliğine ve kadın sayısının daha fazla olması ihtiyacına inanıyorum. Sendikalarda özel bir kadın çalışmasını, pozitif ayrımcılık gibi uygulamaları nasıl değerlendiriyorsunuz, sendikanızda bu konuda özel bir çalışma var mı? Ya da düşünülüyor mu? Diğer demokratik mücadele veren örgütlerde, siyasi partilerde olduğu gibi, bu can alıcı sorun sendikalarda da pandoranın kutusu gibidir. Kadın örgütlülüğünün önemsenmesi söylem düzeyinde oldukça sık karşılaştığımız ama eyleme geçilmeyen bir konudur. Sistemin yasalarından ve koyduğu kurallardan beslenen sendikalar erkek egemen bir sistemle şekillenmiştir. Burada da yönetim düzeyinde kadının yeri yoktur. Biliyoruz ki; nüfusun yarısını oluşturan kadınlar, verilen her mücadelenin dışında tutulduğu zaman başarı şansı oldukça azdır. Özellikle emek örgütlerinde kadının olmayışı, mücadelenin dibe vurduğunun gerekçelerindendir. Genel ve yerel yönetimlerden tutun da, si- yasi parti ve demokratik örgütler ile emek örgütlerinde kadınlar ile erkekler eşitçe yönetimi paylaştıkları an, demokratik işleyiş ve adalet mümkün olacağına inanıyorum. Sendikalarda ve sendikamızda kadınlar için özel bir çalışma söz konusu değildir. Bazı dergilerde, sendikal faaliyet ve yasalarla ilgili eğitim ve seminerlerden söz edilebilir. Ancak pozitif ayrımcılık, kota vb. konular gündemleşmemiştir. Sendikamızda son yıllarda 8 Mart ölçekli eğitim çalışmaları, bildiri, afiş ve kutlama çalışmaları yapılıyor.. Yakın tarihte Temsilciler ve Başkanlar Kurulunda pozitif ayrımcılık ve işçi kadın örgütlenmesiyle ilgili öneriler vardı. Konfederasyonumuz DİSK’de benzeri çalışmalar yapılmakta. Bir kadın işçi komisyonu oluşturuldu. Önümüzdeki dönemde sendikalarda kadın çalışmalarının daha çok tartışma konusu olacağına inanıyoruz. Son olarak önümüzdeki dönem faaliyetleriniz ile ilgili bilgi verir misiniz? Neo-liberal politikaların egemen olduğu, DB ve IMF’in söz-karar sahibi olduğu dünyada ve ülkemizde, emeğe saldırılar sürecektir. Özellikle Türkiye’de sermaye emekçilerin kazanımlarını yok edecek renklere, haki ve yeşile, bürünmüştür. Bu renkler koyu ve karanlıktır, emeği düşman gören renklerdir. Gelecek emekçi kuşağın dünyasını karartacak güçtedir. Bu işsizlik, açlık, sefalet, yoksulluk demektir. En büyük tehlike kıdem tazminatlarını ortadan kaldırmaya yönelik girişimler olacaktır. Emek örgütleri ve emekçiler tek başına bu renklerle mücadele edecek güçte değillerdir. 1980 sonrası emek hareketini yaratmak için, emeğin dostları ve müttefikleriyle ortaklaşmalıdır. Toplumsal sorunlar ve emekçilerin sorunları ortaklaştırılarak birleşik bir mücadele ağı mutlaka örülmelidir. Dolayısıyla bizi bekleyen bu zorlu süreçte, konfederasyonumuz ve bağlı sendikaların alacakları eylem kararlarını desteklemek ve yaşamsallaşması için mücadele etmek görevimizdir. İleriki gün ve tarihlerde bu eylem biçimi ve yöntemlerini hep birlikte tartışacağız ve göreceğiz. Esas dünya emekçi halkları ve Türkiye emekçi halklarını yoksullaştıran savaş politikalarıdır. Kara para sektörü olan uyuşturucu ve fuhuştur. Emek örgütleri, uluslararası ve ulusal emek güçleri ve demokratik halk hareketleriyle ortak mücadeleyi bu üç noktaya odaklandırmalıdır. Savaşların olmadığı bir dünya ve ülke insanları daha özgür, eşit ve insan onuruna yakışır bir yaşama kavuşurlar. Bu emeğin iktidarını da yaratır. Böyle bir dünya ve ülke özlemiyle, derginizde görüşlerimizi paylaşma fırsatı verdiğiniz için, teşekkür ediyor, yayın hayatınızda başarılar diliyorum. Eylül 2006 ✓ yeni kadın dünyası K Kadınlar artık susmayacak! ürt halkının yoğun olarak yaşadığı illerden biri olan Diyarbakır’da bir kez daha bombalar patlatıldı. Kontr-gerilla örgütler yine işbaşındaydı. 12 Eylül’de patlatılan bombalar sonucu 7’si çocuk 10 kişi hayatını kaybetti. Burjuva basın bunun ‘teröristlerin işi’ olduğunu hep bir ağızdan bağırsa da, olayın üzerinden çok geçmeden saldırıyı ‘Türk İntikam Tugayı’ (TİT) adlı bir kontrgerilla örgütlenmesi üzerlenerek bu saldırının Kürt halkına yönelik baskı ve katliamların bir devamı olduğunu ortaya çıkardı. Buna rağmen burjuva basın utanmazca başka adresler göstererek olayın üzerini kapatmaya çalıştı, çalışıyor. Başta Kürt halkı olmak üzere bütün devrimci demokrat çevreler yaşanan bu vahşeti kınayarak, kontrgerilla örgütlenmelerinin dağıtılması ve Diyarbakır saldırısının faillerinin bir an önce yakalanması talepleriyle sokaklara çıktılar. Bu saldırılarda en çok çocuk ve kadınlar hayatını kaybetti. Çünkü bombanın konduğu yer en çok kadın ve çocukların bulunduğu bir parktı. İstanbul Kadın Platformu da yaşanan bu barbarlığı protesto etmek ve Kürt kadınları ve halkı ile dayanışma içerisinde olduğunu haykırmak amacıyla İstanbul Galatasaray Lisesi önünde 22 Eylül günü saat 19.00’da bir eylem gerçekleştirdi. Yaklaşık 60 kadının katıldığı eylemde, yapılan basın açıklamasında; Susurluk’taki çetelerin ve ‘derin’ güçlerin korunarak güçlendirildiği, Şemdinli’de arka arkaya patlayan bombaların faillerinin açığa çıkartılmadığı, üstelik bombayı patlatanların değil, açığa çıkaran halkın cezalandırılarak “iyi çocukların” koruma altına alındığı dile getirildi. Şimdi Diyarbakır’daki bombalama bağlamında da faillerin belli olmasına rağmen egemen güçlerin hedef şaşırtmaya çalışarak olayın üzerini bir an önce kapatma çabası içerisinde oldukları ifade edildi. Kürt halkının yaşadığı baskı ve katliamlara değinilerek, erkek egemen sistemin yönettiği savaş ve militarist politikaların yine en çok kadın ve çocukları vurduğu, Erdoğan’ın “kadın da olsa, çocuk da olsa gereken yapılacaktır” sözü hatırlatılarak, bu saldırıda bir kez daha kadın ve çocukların hedeflendiği dile getirildi. 405 asker tarafından tecavüze uğrayan Ş.E.’nin davasının askerler lehine beraatle sonuçlanmasına da değinilerek, özellikle Kürt ve muhalif kadınlara yönelik devlet şiddetinin hangi boyutlarda olduğunun açık olarak ortaya çıktığı söylendi. Kadınlar olarak, bu memlekette bütün tecavüz suçluları cezalandırılıncaya kadar mücadeleye devam edileceği vurgulandı. Basın açıklamasının sonunda; çözümün ne patlayan bombalarla, ne öldürülen çocuklarla, ne katliamlarla, ne de TMY yasaları ile gerçekleşeceği, çözümün ancak halkların birleşik mücadelesi ile mümkün olabileceği ifade edildi. Çözümün ancak örgütlü mücadele ile geleceği belirtilen açıklamada, faillerin ortaya çıkarılıp cezalandırılmaları ve Kürt halkının demokratik istemlerinin kabul edilmesi talep edildi. Açıklamada son olarak; “Sesimizi Amed halkıyla birleştirerek artık yeter diyoruz. Halkların katledilmesine karşı güçlerimizi birleştirip ezilen halkların şiddeti ve savaşı yaşayan kadınların yanında olduğumuzu bir kez daha haykırıyoruz.” denildi. Eylemde, Kürt halkı üzerindeki baskıların protesto edildiği, halkların kardeşliğinin vurgulandığı, kadınlara yönelik şiddetin son bulması ve Diyarbakır’daki katliamın hesabının sorulması taleplerinin yer aldığı çok sayıda döviz taşındı. Ayrıca ”Diyarbakır, Şemdinli, Susurluk…. Kadınlar Susmayacak” sloganın yer aldığı bir pankart ise en önde taşındı. 23 Eylül 2006 ✓ Çiğdem Nalbantoğlu ile dayanışmaya! Ö 10 yle bir ülkede yaşıyoruz ki gece belli bir saatten sonra kadın olarak sokağa çıkmanız yasak! Tabii ki yasalarda değil fakat gerçek hayatta bu böyle. Eğer gecenin geç saatlerinde bir başınıza dışarıdaysanız, hele bir de bir barın önünde duruyorsanız ve kadınsanız işte o zaman korkmalısınız! Sadece size asılacak, size orospu gözüyle bakacak erkeklerden değil, aynı zamanda sözüm ona sizin güvenliğinizden sorumlu olan polislerden de! Çünkü gecenin geç saatlerine kadar dışarıdaysanız kesinlikle “masum” değilsinizdir. Bu nedenle de gerek çevredeki erkeklerden gerekse polis tarafından her türlü muameleyi hak ediyorsunuzdur! Bir kadın milletvekili için bir erkek milletvekilinin “bir kadın gece 2’den sonra eve geliyorsa o kadına iyi gözle bakılmaz” dediği bir ülkede aslında yukarıda saydıklarımızı çok görmemek lazım. Erkek egemen sistemin kadına bakış açısı bu. Bu erkek egemen sistem korkunç bir ikiyüzlülükle bir taraftan kadınları fuhuş sektörüne sürükleyerek onların sırtından trilyonlar kazanırken, diğer taraftan bir kadın geç saatte tek başına sokağa çıktığı için onu “kötü kadın” olarak damgalayarak kadına karşı her türlü muameleyi kendisine hak olarak görüyor. Bu sistem en küçük yapılanmadan en üst organ olan devlete kadar erkek egemen. Erkek egemenliğinin en barbar görüntüsü olan kadına yönelik şiddet bu sistem tarafından hergün yeniden ve yeniden üretiliyor. Kadınların bu baskı ve şiddete karşı en ufak bir başkaldırısı, polis dayağı ile, namus cinayeti vs. ile karşılanıyor. Kadına yönelik şiddet kapitalist-emperyalist sistemin ayrılmaz bir parçası ve bu düzen var olduğu sürece de kaçınılmaz bir durum. Buna bir örnek yine geçtiğimiz günlerde yaşandı. 11 Ağustos 2006 tarihinde Beyoğlu Gümüşsuyu Mahallesi Muhtarı Çiğdem Nalbantoğlu, İstik lal Caddesi Sadri Alışık Sokak’ta gittiği bir barın önünde polisler tarafından durdurularak kimlik kontrolü yapılmak isteniyor. Buna itiraz eden ve bu uygulamanın gerekçesini soran muhtar Çiğdem Nalbantoğlu’na kimlik kontrolü yapmak isteyen kadın polisler “İlçeye yeni gelen ilçe emniyet müdürümüz, ne kadar travesti, ibne, orospu varsa hepsinden iğrendiği için biz de defterlerini düreceğiz, temizleyeceğiz” şeklinde cevap veriyorlar. Buna tepki gösteren ve kendisini aratmayacağını söyleyen Nalbantoğlu kadın polisler tarafından arkada bekleyen erkek polislerin üzerine atılıyor. Erkek polisler sokak ortasında Çiğdem Nalbantoğlu’nu dövüyorlar. Bu yetmezmiş gibi Karakola götürülen Nalbantoğlu muhtar olduğunu söylemesine rağmen burada da şiddete ve ağır hakaretlere maruz kalmaya devam ediyor. Onun muhtar olması da kendisini kurtaramıyor. Bu olayın ardından Nalbantoğlu kendisini döven polisler ve İlçe Emniyet Müdürü hakkında suç duyurusunda bulunarak başta Gülsuyu Mahalle sakinleri olmak üzere tüm duyarlı insanları kendisi ile dayanışmaya çağırdı. Bunun üzerine İstanbul Kadın Platformu 14 Eylül’de Perşembe günü akşam saatlerinde Gülsuyu parkında yaptığı bir basın açıklamasıyla Çiğdem Nalbantoğlu ile dayanışmasını dile getirdi. Çeşitli kurumlardan kadınların, Gülsuyu Mahallesi’nde yoğun olarak yaşayan travesti ve eşcinsellerin ve içerisinde sanatçıların da bulunduğu mahalle sakinlerinin katıldığı basın açıklamasında Çiğdem Nalbantoğlu’na yönelen bu saldırı kınanarak, kimsenin cinsel yönelimleri dolayısıyla farklı muameleye maruz bırakılamayacağı ifade edildi. Basın açıklaması, kadına yönelik her türlü şiddeti, özellikle de polis ve devlet şiddetini protesto eden ve kadınların dayanışması ve mücadelesini vurgulayan sloganlarla sona erdirildi. 15 Eylül 2006 ✓ yeni gençlik dünyası 1. Türkiye Sosyal Forumu’nda gençliğin sorunları tartışıldı 1. Türkiye Sosyal Forumu 30 Eylül - 1 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşti. 70’den fazla kuruluşun yer aldığı toplantılarda Türkiye ve dünyayı yakından ilgilendiren konular ele alındı. Toplam 40 atölye ve seminerlerin düzenlendiği forum Türkiye’de ilk olmasına rağmen ilgi oldukça yüksekti. T ü r k i ye S o s y a l For u m’u (TSF) Porto Alegre’de başlayan Dünya Sosyal Forumu ve daha sonra kurulan Avrupa ve Akdeniz Sosyal Forum’larının bir parçası olarak 14 Haziran 2005 tarihinde bir basın açıklamasıyla duyurulmuştu. 1. Türkiye Sosyal Forumu 30 Eylül - 1 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşti. 70’den fazla kuruluşun yer aldığı toplantılarda Türkiye ve dünyayı yakından ilgilendiren konular ele alındı. Toplam 40 atölye ve seminerlerin düzenlendiği forum Türkiye’de ilk olmasına rağmen ilgi oldukça yüksekti. Katılımcı olarak yer aldığımız 1. Türkiye Sosyal Forumu’nda önerilerimizi ve çözüm yöntemleri üzerine düşüncelerimizi dile getirdik. Yeni Dünya Gençliği olarak katıldığımız bazı atölye çalışmaları ve seminerler şunlardı: * “Gençliğin çok yönlü ifade kanalları ve Üreti-yorum Gençlik Günleri deneyimi.” Üreti-yorum kolektifinin düzenlediği bu atölye çalışmasında kolektifin gerçekleştirdiği etkinliklere değinildi. Edindikleri deneyimleri paylaşan kolektif, tartışma süresi içinde gençliğin kendini ifade edebilme kanallarının tıkalı olduğundan ve gerçekleştirdikleri etkinlikler sonucunda kişilerin kendilerini ifade etme aracı olarak kültür, sanat vb. alanlara yönelmesi gerektiğini ve bu konuda önemli değişimlerin gözlendiği belirtildi. Bu konu toplumsal açıdan ele alındığında egemen olan yoz anlayışın mevcut sistemden kaynaklandığı ve buna alternatif olunması gerektiği tartışıldı. İki saat süren atölye çalışması birçok açıdan verimli geçti. * “Piyasa ve devlet kıskacında eğitim, eğitimin piyasalaştırılması karşısında toplumsal hareketlerin yanıtı ne olmalı?” sorusu altında gerçekleşen söyleşide konuşmacılar, eğitim hakkının özellikle 1980’lerde başlayan neoliberal politikaların da etkisiyle bir kamu hakkı olmaktan çıktığını ve son dönemde eğitimin özelleştirilmesine yönelik çalışmala- ÖSS’ye yönelik eleştirilerde bulunan katılımcılar, bunların kaldırılması gerektiğini, yüksek öğretim kurumlarının sermayedarlar için birer rant rın çözüm değil çözümsüzlük olduğunu, bunun parası olan okur anlamına geldiğine değindiler. YÖK’e ve kapısı değil, eğitim kurumlarının özerk olması vb. talepleri dile getirdiler. * “Gençliğin sorunları ve gençlik hareketinin geleceği” başlığı altında gerçekleşen söyleşide, içerik olarak öğrenci, işçi, işsiz gençliğin sorunları, yozlaşmanın boyutları, gençliğin mücadelesinde bugünkü durum, neoliberal eğitim, gençlik hareketinin durumunu konu alan toplantıda ağırlıklı olarak öğrenci gençliğin sorunları dile getirildi. Türkiye’de bugün bir gençlik hareketi var mıdır, yok mudur tartışmasıyla başlayan söyleşide, bugün gençlik hareketinin bitmediği, ancak çok zayıfladığı ve darlaştırılmaya çalışıldığına dikkat çekildi. Konuşmacıların ve katılımcıların hemen bir çoğunu öğrencilerin oluşturduğu bu söyleşide, çözüme yönelik alternatif öneriler eksik kaldı. YDİ ÇAĞRI gazetesinden gençler olarak (Yeni Dünya Gençliği) söz aldığımızda, var olan öğrenci hareketlerinin proletaryanın yedek gücü olması gerektiğini, çözümün onun yanında yer alarak mücadele etmesiyle mümkün olacağını, işçi sınıfından bağımsız bir öğrenci hareketinin her an yenilgiyle karşı karşıya olacağını belirttik. Burada öncelikle hedef alınması gereken mevzinin üniversiteler değil, fabrikalar olması gerektiği, fabrika ve atölyelerde günde 12 saat çalışan ve sömürü düzeninin ağırlığı altında ezilen, sanatla, bilimle ve eğitimle hiç tanışmamış genç işçilere yönelerek gençlik hareketinin sağlam adımlarla büyüyeceğini, aksi halde özlemle beklediğimiz güzel günlerin daha uzun yıllar hayal olacağını vurguladık. Genel anlamda değerlendirdiğimizde reformist taleplerin öne çıktığı ve aynı zamanda yeni olmasından kaynaklı bazı eksikliklerin yaşandığı, geniş kapsamlı bir Türkiye Sosyal Formu gerçekleşti. Yeni Dünya Gençliği ✓ 11 yeni gençlik dünyası 12 Eylül’ün gençlik üzerindeki tahribatı 1 2 Eylül askeri darbesinin üzerinden 26 yıl geçti. ABD destekli bu faşist darbenin yarattığı ağır tahribat aradan çeyrek asır geçmesine rağmen bugün de ekonomide, siyasette ve eğitimde hala etkilerini sürdürmeye devam ediyor. Toplumun içine düştüğü bu ortaçağ karanlığında faşizm tüm vahşi yüzünü göstermiş, kendi gerici yöntemleriyle önüne çıkan her türlü direnişi ezip geçmiştir. Sonuç binlerce gözaltı, yıllarca süren hapis cezaları, yasaklar, ölümler ve insanlık dışı uygulamalardır. 12 Mart’ın devamı olan bu faşist darbenin gerçekte amacı emperyalistlerle işbirliği içinde bulunanların 24 Ocak Kararları’nın yolunu açmak ve bu sömürü düzeninin daha da sistemleştirilmesinin tasarısıydı. Bugüne gelindiğinde 12 Eylül uygulamalarının ve onun yasa koyucularının yarattığı içine sindirilmiş, suskun bir halk ve belleğini yitirmiş milyonlarca genç bir nüfustur. Hemen her alanda ezilen, sömürülen, yasaklar içinde yaşamaya zorlanan gençlik bu yozlaşma içinde her geçen gün daha da köreltilmektedir. 12 Eylül’ün gençlik üzerinde yarattığı bu ağır tahribat toplumun geleceğini de karanlığa sürüklemiştir. Toplumun bilim yuvaları olarak nitelendirilen üniversitelerde eğitimin içi boşaltılmış, üniversiteler birer ticarethanelere dönüştürülmüştür. YÖK’ün baskıcı uygulamaları sonucu üniversiteler hapishanelere benzetilmektedir. Bu uygulamaların bilimle uyuşan hiçbir yanı yoktur. Sopayla eğitim vermek despot, hasta ruhlu sistemin işidir. İşçilerin yasal haklarını arayabildiği bazı sendikaların patronların kontrolünde oluşu, birçok gerici, dinci örgütün her alanda bu kadar rahat ip atlaması vb. hepsi 12 Eylül zihniyetinin ürünüdür. Bu sömürü düzeni daha ne kadar devam edecek? Baskı ve yasaklara hep böyle boyun mu eğeceğiz? Yaşananlara hep böyle suskun ve se- yirci mi kalacağız? Değil tabi ki! Biz gençlere düşen görev 12 Eylül zihniyetini ve onu yaratan gerici burjuva sistemi yok etmek, onu kendi kokuşmuş zindanlarına; ait olduğu yere mahkum etmektir. Bu ancak mücadele etmekle, proletaryanın devrimci mücadelesinin safında yer almakla mümkündür. Yeni Dünya Gençliği ✓ Yeni Dünya İçin Çağrı Barışarock’taydı… 2 12 6-27 Ağustos tarihlerinde, 4. Barışarock “karşı festival” mottosu ile Sarıyer Mehmet Akif piknik alanında yapıldı. 2003 yılında Coca Cola şirketinin Rock’n Coke adıyla gerçekleştirdiği festivale tepki olarak doğan Barışarock’a binlerce kişi katıldı. YDİ Çağrı dergisi olarak bizler de Barışarock’a katıldık. St a nt a la n ı nd a ma s a aç t ı k . Masamızın arkasına, “Ortadoğu’da emperyalist işgal ve savaşa hayır!” pankartını astık. Masaya YDİ Çağrı’nın son sayısını ve eski sayılarını, eğitim dizilerimizi, İnter ve Dönüşüm yayınlarına ait kitapları yerleştirdik. 1 Eylül “dünya barış günü” ile ilgili ve nükleer enerji, nükleer santral üzerine çıkardığımız bildirileri de masaya koyduk. Bu bildirileri masamıza gelen kişilere verme yanında, iki gün boyunca festival alanında binlerce adet dağıttık. Festival alanında iki gün boyunca yapılan kimi toplantılara da katıl- dık. Örneğin “Ortadoğu’da savaş”, “Nükleer santral”, “İran Irak olmasın” konulu toplantılara katıldık. Toplantılarda söz alarak, konu ile ilgili gazetemizin görüşlerini verili zaman içinde aktarmaya çalıştık. İki gün boyunca gazetemizi ve devrimci görüşlerimizi katılımcılara tanıtmaya, aktarmaya çalıştık. Açtığımız masa ile katıldığımız toplantılarda anlattığımız görüşlerimizle, dağıttığımız bildirilerle, dergimizi tanıttık. Kimi eksiklikler yanında devrimci görüşlerimizin yaygınlaşması ve Çağrı’nın tanınması alanında olumlu işler yaptık. Eylül 2006 ✓ YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ’ne selam... S elamlar! Ülkemizde apolitik bir gençlik yaratan faşist devlet gençleri alkol, esrar gibi alışkanlıklara sürüklüyor, ama bizler buna dur demenin zamanı geldiğini savunarak yeni dünya gençlik çalışması yapıyoruz. Genç arkadaşlar, yarınların kurucusu bir gençlik yaratmaya varmısınız? “OLMAZ DEME, BENSİZ OLMAZ DE” sloganıyla yola çıktık dostlar! Çalışma saatlerini uzatan burjuvazi şimdi de haklarımızı elimizden alıyor. Bunlara dur demeyecek miyiz? Bana değmeyen yılan bin yaşa- sın mi diyelim? HAYIR dostlar! Yaşanmaz olan bu hayatı gelin beraberce güzel ve YAŞANIR BİR DÜNYA kurarak yaşanır hale getirelim. Hiç fark etmez, Kürt, Türk, alevi, suni, Arap, Bulgar vs. Yaşasın hakların kardeşliği! Güzellikler sizin olsun! YA Ş A S I N DOSTLAR! MÜCA DELEN İZ [email protected] (Bu yazı internet sitemizin ziyaretçi defterinden alındı) Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ B Metal’de uzlaşma yok irleşik Metal-İş Sendikası MESS ile 16 Ağustos 2006’da başladığı toplusözleşme görüşmelerinin 3. Toplantısını 19 Eylül 2006’da yaptı. MESS bu toplantıda sunduğu karşı teklif le esasında esnekliği dayattı. MESS bu teklifinde denkleştirme süresinin 4 ay olarak uygulanmasını dayatmaktadır. Sendika yaptığı açıklamada denkleştirme süresi hakkında şu bilgiyi veriyor: “Denkleştirme uygulaması 4847 sayılı yasa ile iş yasasına giren ve esas olarak işçilerin fazla mesai ücretlerinin ödenmemesine dayanan bir uygulamadır ve yasanın 63. Maddesinde de haftalık çalışma süresinin haftanın çalışılan günlerine eşit olarak dağıtılmasının temel prensip olduğu açıkça vurgulanmaktadır. Sendikamızın teklifi haftalık çalışma süresinin 45 saat olduğu ve bu sürenin haftanın çalışılan günlerine eşit olarak dağıtılacağı biçimindedir.” Birleşik Metal-İş esnekliğe kapı aralayan tüm hükümlerin çıkarılmasını teklif etmiştir. MESS bu teklifi son toplantıda reddetmiştir. Sendika esneklikle ilgili şu belirlemeyi yapıyor: “Esneklik, işçinin çalışma ve yaşam koşullarının, piyasa koşullarına bağımlı kılınması, işçilerin güvencesini azaltarak işverenlere olan bağımlılığının artması ve kölelik koşullarının ağırlaşması demektir. Bu tespitlerden hareketle sendikamız 2006-2008 grup toplu iş sözleşmesi teklifinde, esneklik uygulamalarına kapıyı aralayan, işçilerin güvencesini ortadan kaldırma ve onların çalışma hayatlarını kuralsızlaştırma tehlikesi taşıyan maddelerde değişiklik önermiştir.” Birleşik Metal-İş, 2002-2004 Grup Toplu İş Sözleşmesi ve aynı dönem içinde yasalaşan 4857 sayılı yasa ile, sözleşmelere giren esneklik hükümlerinin sözleşmelerden çıkarılmasının metal işçilerinin ortak hedefi olması gerektiğini savunuyor. Sendika kaldırılmasını istediği esnek lik hükümlerini “Sendika Temsi lci leri ”, “Uy uşma zl ı k la rı Çözüm Kurulu ve Özel Hakem”, “Disiplin Kurulu”, “Çalışma Süreleri”, “İş ve işyeri değişikliği”, “Kıdem Tazminatı” başlıkları altında topluyor. “Çalışma Süreleri” konusunda sendika şunları talep ediyor: da yaklaşılmış oldu. 60 günlük yasal süre, Türk Metal için 9 Ekim’de, Çelik İş için 13 Ekim’de ve Birleşik Metal-İş için 14 Ekim’de doluyor. “Denkleştirme uygulamalarına kapıyı kapatmak, işçilerin fazla çalışma ücretlerinin ortadan kaldırılması girişimlerine karşı çıkabilmek için haftalık çalışma süresinin haftanın çalışılan günlerine eşit dağıtılmasını, fazla çalışmaların günlük çalışma sürelerinin üzerinde olan süreler olarak hesaplanmasını teklif ediyoruz. Aynı şekilde, çalışılmış sayılan sürelerle ilgili yaptığımız teklifle, telafi çalışmasına karşı çıkıyoruz.” 3. toplantıda anlaşma sağlanamadığından ertelenen maddeler şunlar: 1. Çalışma Süreleri 2. Vardiya Çalışmaları 3. Çalışılmış sayılan süreler 4. Fazla çalışmanın düzenlenmesi 5. Hafta tatili 6. İş ve işyeri değişikliği 7. Deneme Süresi 8. Kıdem Tazminatı 9. Sosyal sigortalar ile ilgili izinler 10. İş sağlığı Birleşik Metal-İş’in 3. toplantıda kabul edilen teklifleri şunlar: 1. Ara dinlenmesi 2. Saat kartları ve işe geç kalma 3. İş sözleşmesinin Toplu İş Sözleşmesi ile ilişkileri 4. Çalışma belgesi 5. İşe alınma 6. Toplu işçi çıkarma 7. Çıkarılan işçilerin işe çağrılması 8. İhbar tazminatı 9. Tazminatların hesabı ve ödenmesi 10. Hükümlü ve tutukluluk hali 11. Yıllık ücretli iznin toplu kullanımı 12. Yıllık ücretli izin kurulu 13. Ücretlerin ödenme şekli 14. Gebe ve emzikli kadınların izin hakkı 15. Havlu ve temizlik malzemesi yardımı 16. Mazeret izni Birleşik Metal-İş ile MESS arasındaki grup toplusözleşme görüşmelerinin 4. Toplantısı 4 Ekim’de MESS’in esneklik konusundaki dayatmalarını sürdürmesi nedeniyle yine uyuşmazlıkla sonuçlandı. Böylece görüşmelerin yasal sürelerinin dolmasına 5. ve sonuncu toplantıda görüşülecek olan ücret zammı konusunda Çelik İş %18, Türk Metal ise %19 ücret zammı teklif etmişlerdir. Birleşik Metal-İş ise zam oranı kadar, zammın uygulanış biçiminin de önemli olduğunu savunarak şu teklifte bulunmuştur: Saat ücretleri 2.80 YTL’nin altında olanların ücretinin bu düzeye çıkarılması ve bundan sonra ortalama olarak %8 artı 0.40 YTL zam yapılması. Verilen bilgiye göre, 20012005 arası dönemde metal işkolunda katma değer %81 oranında artarken, aynı dönemde ücretler %38 oranında artmıştır, yani göreli ücretlerde %24 oranında bir erime olmuştur, böylece işçiler daha verimli ama daha ucuza çalışmaya başlamışlardır. Böylece parasal konulardaki ve esneklik konularındaki anlaşmazlık 5. toplantıya ertelenmiş oldu, bu toplantıdan da büyük olasılıkla anlaşmazlık çıkacağı bekleniyor. Birleşik Metal-İş 4. Toplantı ile il- İÇİNDEKİLER Metal’de uzlaşma yok . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 AL-Co işçileri tüm saldırılara rağmen direniyor… . . . . . . . . . . . . . . 2 Fındıkta Kürt tarım işçisi olmak… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Tansaş Depo işçilerinin direnişi kararlı bir şekilde sürüyor . . . . . 4 Kadıoğlu Kozmetik’te saldırılar devam ediyor… . . . . . . . . . . . . . . 4 Graniser işçilerinin sendikalaşma mücadelesi sürüyor... . . . . . . 5 İşten atılan Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi işçilerle dayanışma gecesi yapıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 Öncü Plastik ve Has Alüminyum’da mücadele sürüyor! . . . . . . . . 5 “Sağlık hak olmaktan çıkarılıp, ödev haline getiriliyor” . . . . . . . . 6 Yüksel Seramik’te sendikalaşan işçiler işten atıldı . . . . . . . . . . . . . 7 1. Türkiye Sosyalforumu’nda sendikaların sorunları tartışıldı... . 8 Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ EK: gili yaptığı açıklamada şu görüşlere yer verdi: “Metal işçileri son 2 yıllık dönem içinde gerçekleştirdikleri üretim artışlarının karşılığını istiyorlar. Çalışma ve sosyal yaşamlarını alt üst edecek esneklik uygulamalarının toplu iş sözleşmesine sokulmasına karşı çıkıyorlar. Güvenceli ve kurallı çalışmak istiyorlar. MESS ise tarafların menfaatlerini dengeleyen bir toplu sözleşmesinden bahsediyor. Esneklik ve güvencesiz çalışma dayatması varken; aynı işi yapan işçiler arasında 4 misli 5 misli ücret farklılığı ortaya çıkmışken; işyeri ortalama ücretleri asgari ücrete doğru yakınlaşırken ve metal işçilerine gerçekleştirdikleri büyümenin karşılığı verilmeden tarafların menfaati dengelenemez.” Açıklamanın sonunda şöyle deniyor: “Metal işçileri büyük bir sabırla, MESS’in karşı teklifini bekliyorlar.” İşte biz de sorunu bu cümlede ifadesini bulan yaklaşımda görüyoruz. Sermayenin esneklik saldırısı yeni gündeme gelen bir şey değil, özellikle de metal sektöründe yıllardan beri dayatılan bir konu. Patronların temel gerekçeleri hazır: üretim modelinin uluslararası ve ulusal rekabete uyumlu hale getirilmesi gerekiyor. Ancak sermayenin rekabet koşullarını iyileştirmesi ve dolayısıyla karını artırması işçinin kazanılmış kimi hakları pahasına gerçekleştirilmek isteniyor. Sendikaların esnekliğe karşı mücadelesi yeterli olmamıştır. Metal sektöründe örgütlenen Birleşik Metal-İş sendikası esnekliğe karşı yürüttüğü mücadelesini maalesef etkili kılamamıştır. Gelinen yerde patronların topyekün saldırılarına karşı topyekün direniş ve mücadelenin örgütlenmesi yerine maalesef tek tek cılız kalan direnişler yürütülüyor. Bu da kuşkusuz yetersiz kalıyor ve patronların dayatmasına karşı bekle-gör tavrı benimseniyor. Görüşmeler son aşamasına da gelmiş olsa Birleşik Metal-İş’in artık mücadeleyi daha aktif örgütlemesi gerekiyor, örneğin bildirilerini Türk Metal’in ve Çelik İş’in örgütlü olduğu fabrikalarda da dağıtmalı, oradaki işçilerle de ortak mücadeleyi örgütlemek için çabalamalıdır. Bizim okurlarımız da metal sektöründeki gelişmelere seyirci kalmamalı, aktif bir şekilde işçilerin haklı taleplerinin elde edilmesi için işçilere destek vermelidirler. (Bu yazıda Birleşik Metal İşçileri Sendikası Gazetesi’nin Eylül 2006 Özel Ekinden ve http://www.birlesikmetal.org/ sitesinden yararlanılmıştır.) 6 Ekim 2006 ✓ AL-Co işçileri tüm saldırılara rağmen direniyor… İ zmit’in Akmeşe beldesinde kurulu olan teflon tencere fabrikası Al-Co, kamuoyunda organize suç şebekesi elebaşısı olarak yargılanması ile tanınan Hayyam Garipoğlu’na ait. Al-Co Tencere fabrikası Trakya Sanayi A.Ş. bünyesinde teflon tencere üreten iki yıllık bir fabrika. Sadece teflon tencerelerde kullandığı boyayı ithal ediyor. İşçiler, metal işkolunda faaliyet yürüten ve birden fazla şirketi olan bu holdingin çoğu fabrikasının taşerona verildiğini ve her fabrikada 6-7 tane taşeron olduğunu belirttiler. Altı ay önce fabrikalarında da patronun taşeronlaştırmayı gerçekleştirmek için girişimlerde bulunduğunu, bunun var olan ağır sömürü koşullarının daha da ağırlaşacağı anlamına geldiğini bildikleri için sendikalaştıklarını ve bu yüzden tazminatsız işten atıldıklarını söylediler. İşçiler kendilerini işten atmakla kalmayan patronun iki-üç günde bir ya çetelerini ya da yalan ve iftiralarla devlet güçlerini üzerlerine saldırttığını dile getirdiler. Al-Co işçilerinin yaşadığı bu baskıları daha önce de YDİ ÇAĞRI gazetesi olarak internet sitemiz üzerinden kamuoyuna duyurmuştuk. Eylül ayının ortalarında YDİ ÇAĞRI gazetesi olarak işçilerin yaşadıkları süreci ve kendilerine yönelen saldırıları öğrenmek ve dayanışmamızı göstermek için İzmit’e gittik. İşçilerde, 31 Mart’ta fabrikanın taşeronlaştırılacağı duyumlarını aldıktan sonra buna karşı neler yapılabileceği üzerine kafa yorarken sendikalaşma düşüncesi olgunlaşmaya başlıyor. Ve sendikalı olmak gerektiği konusunda karar alıyorlar. Bu sürece kadar işçiler, kendi deyimleri ile, dostluğu, dayanışmayı, güveni kendi aralarında sağlayarak bir aile olmayı başarıyorlar. Yaklaşık 4 aylık bir sendikalaşma sürecinden sonra İzmit’teki Al-Co fabrikasında çalışan toplam 112 işçiden 86’sı (10’u kadın) üç günde sendikaya üye oluyor. Sendikalaşmayı öğrenen Al-Co patronunun iki işçiyi işten atması üzerine örgütlü olan bütün işçiler kendilerini 30 saat boyunca fabrikaya kilitleyerek iş bırakıyorlar. Patron işçileri ancak jandarma ve çevik kuvvet zoru ile fabrikadan çıkarabiliyor. Sendika üyesi tüm işçileri tazminatsız işten çıkaran patronun tüm engelleme çabalarına rağmen işçiler yaklaşık bir ay boyunca fabrika önünde direnişlerine devam edi- Al-Co işçileri patronun ve jandarmanın bütün saldırılarına rağmen direnişlerini sürdürmede kararlı olduklarını belirtiyorlar. yorlar. İşçilerin direnişini kıramayan ve beraberliğini bozamayan patron, fabrikada çalışmak üzere dışarıdan, başka illerden işçi getirterek çalıştırıyor. İşçilerin belirttiğine göre dışarıdan getirilen bu işçilerin bir bölümü ‘grev kırıcılığı’ yapmak üzere geldiklerini bilmiyorlar. Bunu öğrenen işçilerin bazıları geri dönüyor. Fakat gidenlerin yerine yenileri getirilerek, fabrikaya özel güvenlik önlemleri ile sokuluyorlar. İşçiler, şu anda grev kırıcısı olarak fabrikada yaklaşık 70 kişinin bulunduğunu tahmin ediyorlar. Değişik şehirlerden getirilen ‘grev kırıcıları’, korktukları için bir ay süre boyunca fabrikadan dışarı çıkmamışlar. İşçilerin az sayıdaki bir bölümünün kapının önünde direnişte olduğu bir gün patron, dışarıdan getirdiği işçileri direnişteki işçilere saldırtarak, çok sayıda işçinin yaralanmasına sebep oluyor. Saldırıyı gerçekleştirenlerin polis tarafından gözaltına alınması gerekirken bunun yerine direnişteki işçiler gözaltına alınıyor. İşçiler polisin çok açık bir biçimde patronun yanında olduğunu belirtiyorlar. Genç bir işçi bu konudaki duygularını şöyle ifade ediyor: “Eskiden bizim mahallemizde bir olay olsa polis iki saat sonra gelirdi. Fakat burada biz bir adım atalım polis hemen yanımızda bitiyor, önümüze barikatlar kuruyor” diyerek bu süreçte polisin ve devletin kimin yanında olduğunu bir çok işçi gibi kendisinin de çok açık bir şekilde anladığını ifade ediyordu. Fabrikanın kapısından uzaklaştırılan ve çadırları sökülen işçiler fabrikadan 300 metre uzakta mahalle muhtarlığının binasında bekliyorlar. Bu binada işçileri direnişlerinin 40. gününde ziyaret ettiğimiz saatlerde emekli bir polis olan işçi dostu muhtar da geldi. Hep birlikte sendikal hakların neden ve nasıl engellendiğini ve bu saldırılara karşı nasıl mücadele eedilmesi gerektiğini konuştuk. İşçiler, bu saldırının ertesinde 6 Eylül’de çevredeki halkın da desteği ile saldırıları kınayan ve sendikal haklarını savunan bir basın açıklaması yaptıklarını ve 500’e yakın kişiyle bir yürüyüş gerçekleştirdiklerini belirttiler. Patronun, kiralık adamları aracılığıyla direnişteki işçilere saldırısı bundan sonra da devam etti. 18 Eylül’de yine 40 kişilik bir grupla işçilere saldırarak 4 işçi çeşitli şekillerde yaralandı. İşçiler patronun ve jandarmanın bütün bu saldırılarına rağmen direnişlerini sürdürmede kararlı olduklarını belirtiyorlar. Sendikaları önderliğinde haklı ve meşru direnişlerini İzmit kamuoyuna anlatmada başarılı olduklarını, halktan, Büyük Şehir Belediyesi’nden, bölgedeki çoğu sendika, demokratik kurum, kişi ve partilerden destek aldıklarını belirttiler. Fakat bunun henüz kazanmaya yetmediğini patronun ve onun yanında yer alan devletin saldırılarına karşı başarabilmek için tüm emek dostlarından gösterdikleri dayanışmadan daha fazlasını göstermeleri gerektiğini söylediler. Biz de YDİ ÇAĞRI gazetesi olarak tüm sınıf bilinçli işçi ve emekçileri Al-Co işçilerinin zaferi için onlarla dayanışmada bulunmaya çağırıyoruz. Eylül 2006 ✓ T Fındıkta Kürt tarım işçisi olmak… “İşçi temsilcileri ile iş bağlantısı yapmayan işçi ve işçi grupları ilçeye alınmayacaktır.” biçiminde karar vermiştir. Bu karar açıkça Kürt tarım işçilerine karşı alınmış bir karardır ve öyle de uygulanmıştır. Tren ve minibüslerle bölgeye gelen çok sayıda Kürt işçisi ilçelere alınmayıp geri gönderilmiştir… İş bağlantısının bölgeye gelmeden nasıl yapılacağı ise bu kararı alanların gizi. Bu ve benzeri kararlar 2006 yılında da Kürt işçilerine karşı Türk şovenizminin, ırkçılığının bizzat devlet yetkilileri tarafından uygulandığını ortaya koymaktadır. Evet, fındık toplama sezonunun başlamasıyla birlikte Kürt tarım işçileri son yıllarda olduğu gibi bu sene de, geçici de olsa iş bulma umuduyla düştü yollara. Kimi işçilerin kendileriyle konuşan gazetecilere anlattığı gibi, yollarda onlarca kez polis kontrolüne maruz kalmış, eşyaları indirilmiş, trafik cezaları verilmiştir. Gittikleri şehirlerde, bizzat emniyet yetkililerinin açıklamalarına göre, şehre gelenlerin tümünün –çoluk çocuk, kadın-erkek, yaşlı demeden herkesin– kimliği belirlenmiş, ortaya çıkarılmıştır. Bunun perde arkasındaki gerçek ise, Türk devletinin yetkililerinin Kürtleri potansiyel “terörist” olarak görmesidir. Sadece ve sadece Kürt kökenli oldukları için işçileri PKK’li ilan edip linç etmeye kalkışan kitlenin yolunu, bizzat devletin ve yetkililerin Kürtlere karşı siyaseti ve uygulamaları açıyor. Sakarya’da olduğu gibi fısıltı gazetesinin yaygınlaştırmasıyla 4 Kürt işçisinin PKK’li ve “terörist” olarak ilan edilmesi ve linç edilmek istenmesi de Türkiye’de şovenizmin, ırkçılığın ve somutta Kürtlere düşmanlığın ne kadar yaygınlaştırıldığını ortaya koymaktadır. MHP’li faşistlerin öncülük ettiği bu linç etmeye kalkışma eyleminde atılan sloganlar arasında “Katil Kürtler” ve “Akyazı Kürtlere mezar olacak” vb. sloganlar da vardı. Tüm bunlara rağ men a ma Türkiye’de egemenler, aralarında sözleşmiş gibi “Türkiye’de etnik ayrımcılık yoktur, herkes birinci sınıf vatandaştır” teranesini dile getiriyor ve bizleri de bu yalanlara inandırmaya çalışıyor. Prati k uygulamalar ise tersini ispatlıyor. Eğer Türkiye’de “etnik ayrımcılık” yoksa ve herkes “birinci sınıf vatandaş” ise, neden Kürt tarım işçileri, ya da sezon işçileri istedikleri yere serbestçe gidemiyor? Neden birçoğu şehir sınırlarında gerisin geriye yollanıyor? Neden yollarda, şehir girişlerinde sık sık kimlik kontrolleri yapılıp yine sık sık kimlikleri ellerinden alınıyor ve polisin andaki keyfine göre “hoşuna gitmeyenler” dertop edilip sürgün ediliyor? Neden, aynı işi yapan işçilere aynı ücret ödenmiyor? Neden, yerleşme imkânları mümkün olduğunca kısıtlanıp yaşamları daha da çekilmez kılınıyor? Tüm bu soruların ve daha da çok sorulabilecek soruların bir tek yanıtı var: Türkiye’de etnik ayrımcılık, ırkçılık var ve herkes birinci sınıf vatandaş değil de ondan! Ulusal varlığı inkâr edilen ulus ve ulusal azınlıklara karşı baskılar değişik biçimlerde sürüyor. Sadece ulusal baskı temelinde ezen ve ezilenlerin varlığı sözkonusu değil Türkiye’de. Tüm kapitalist, sömürü sistemlerinin kaçınılmaz kıldığı sömürücüler, egemen sınıflar ile sömürülen ve ezilen sınıflar da var. Sömürünün, sınıfsal baskının ve ulusal baskının olduğu bir sistemde “herkesin” “birinci sınıf vatandaş” olması mümkün değildir. Egemenler emekçi kitleleri aldatmak, siyasetlerine alet etmek için açıkça yalan söylemektedirler. En basitinden fındık toplamak için yollara düşen binlerce Kürt işçisinin durumuna baksak bile, egemenlerin bu söylediklerinin yalan olduğunu görebiliriz. Türkiye’de herkes birinci sınıf vatandaş olsa, binlerce emekçi insan, hem de çoluk çocuğuyla sonu bilinmeyen, iş bulup bulmayacakları bile belli olmayan bir yolculuğa çıkmaz. Herkes birinci sınıf vatandaş olsa, bu vatandaşların bir bölümü sadece ve sadece ekmek parası için –yani zengin olmak için değil–, yaşayabilmek için her türlü zorluğa, aşağılanmaya, dıştalanmaya katlanmaz. Birinci sınıf vatandaş ise neden ekmek parası kazanmak için yollara düşüyor ki? Kürt tarım işçileri hem Kürt kökenli olduklarından ulusal baskıya, hem de işçi olduklarından sınıfsal baskıya, sömürüye maruz kalmaktadırlar. Sömürü çarkı katmer katmer… İş var deyip Kürt emekçilerini yollara düşürenler, işçiler geldiklerinde onları meydanda bırakmaktadır. Mümkün olduğunca düşük ücret ödemek için çok çeşitli yollara, sahtekârlıklara başvurulmaktadır. Bunun doğrudan sonucu da Valilik, Kaymakamlık tarafından belirlenen ücretlerin büyük bölümü “elçi”nin, “dayıbaşı”nın ve adı her ne ise insan tüccarı olan aracıların, simsarların cebine akmaktadır… Kimi zaman işçiler ne kadar yevmiye alacaklarını bile bilmeden çalışma durumundadır. İşleri bittiğinde paralarının ödenmediği durumlar da yaşanan zorluklardan biri. Barınma sorunları çoğunlukla çadırlarda, barakalarda tuvaletin, suyun, elektriğin vb. olmadığı koşullarda çözülmeye çalışılıyor. Yiyecek, sağlık vb. sorunlar da yaşanan zorlukların doğal parçaları durumunda. Bu zorluklar içerisinde iş bulup çalışanlar hallerine şükrediyor… Çünkü kimileri, iş bulamadığından borç ettikleri yol paralarını bile geri ödeyebilecek durumda olmuyor. Kürt tarım işçileri, emekçileri, tüm baskılara, zorluklara ve sömürü çarkına rağmen ekmek kavgasındadır. Sınıfsal baskı ile ulusal baskının üstüste bindiği, somutta Kürt işçilerinin yaşamında açıkça görülmektedir. Burada kısaca özetlediğimiz Kürt tarım işçilerinin durumuna ve karşılaştıkları baskılara karşı mücadele en başta Türk ulusundan işçilerin, emekçilerin görevidir. Sınıfsal baskının, sömürünün ve ulusal baskının da kaynağı kapitalist sömürü sistemidir. Bu devlet sömürücülerin devletidir. Bu yüzden de sömürüden, sınıfsal ve ulusal baskıdan kurtulmak için mücadele sisteme karşı verilmek zorundadır. Kürt tarım işçilerinin ekmek kavgası da emek kavgasına, devrim için mücadeleye dönüşmelidir. İşçilerin emek kavgası ise, tüm ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin birliği, sınıf kardeşliği ve ortak mücadelesiyle kazanılacaktır. Kürt işçilerine, emekçilerine karşı ırkçı, şoven baskılara hayır! Seyahat ve çalışma özgürlüğü gibi, ulusal özgürlükler de onların en temel demokratik haklarıdır. Her millet kendi kaderini özgürce kendisi tayin etmelidir. Yaşasın halkların ve tüm ezilenlerin kardeşliği. 19 Eylül 2006 ✓ Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ emmuz ayı sonlarına doğru fındık üreticilerinin eylemleri ve fındık alım fiyatlarının tespiti sorunları gündeme geldi. Üreticilerin hükümeti ve diğer sorumluları protesto eylemleri Eylül ayı ortalarına kadar değişik biçimlerde sürdü ve en son Giresun’da olduğu gibi AKP’li milletvekiline karşı protesto eylemi gibi eylemlerle de sürmektedir. Fındık üreticisinin sorunları sürüyor. Fındık alım fiyatlarının protestolar sonrasında 5 YTL olarak belirlenmesi de üreticinin talebini karşılamaktan uzaktır. Çünkü alım fiyatının 5 YTL olması için konan önkoşullar, üreticilerin durumuna uygun değil ve sonuçta bu önkoşullar yerine gelmediği için de alım fiyatı 5 YTL’nin altında gerçekleşiyor. Fındık üreticisi Fiskobirlik’ten 2005 yılı alacaklarını bile almadığı bir durumda, üreticinin patronu olduğu tarım işçilerinin –somutta fındık toplayan işçilerin– durumu nasıl? Hele bir de bu işçilerin ulusal kökeni Kürt olursa? Pamuk, çay, tütün ve fındık işleri sezonluk işler… Yaşadıkları şehirlerde iş bulamayan, ekmek parası için neredeyse yılın büyük bölümünü oradan oraya göçerek geçiren Kürt tarım işçilerinin karşılaştığı zorluklar, ırkçı tavırlar Türkiye’de ulusal baskı ile sınıfsal baskının içiçe geçtiğini gösteren en açık örneklerden birini oluşturuyor. Fındık toplamak için Ordu, Giresun, Adapazarı, Samsun, Trabzon vd. şehirlere giden Kürt tarım işçilerinin ırkçı ayrımcılık temelinde karşılaştıkları sorunlar esas olarak son on yılda öne çıktı. Bu süreçte yaşananlar valilerin, kaymakamların, emniyetin değişik yasaklarıyla doluydu. Kürt tarım işçilerinin sözkonusu şehirlere girmesi bile yasaklandı, bir nevi “gümrük kapıları” dikildi karşılarına. Kürt tarım işçilerine karşı baskılar daha onlar yollardayken polisin kontrolleriyle başlıyor, ceza kesilmesiyle sürüyor ve gitmek istedikleri şehrin sınırlarında geri gönderilmekle zirveye ulaşıyordu. Bugün, yani 2006 yılının fındık toplama sezonunda da durum özde farklı değil. Geçmiş yıllara göre devlet yetkililerinin baskıları, yasakları biraz azalsa da sürüyor. Örneğin Sakarya’da Karasu ve Kocaali ilçelerinde Kaymakam, Belediye Başkanı ve Tarım İlçe Müdürlüğü ve ilgili kuruluşların temsilcilerinden oluşan komisyon, Temmuz ayı ortalarında yaptığı toplantıda fındık işçilerine karşı aldığı kararın birinci maddesinde EK: Tansaş Depo işçilerinin direnişi, kararlı bir şekilde sürüyor Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ İ EK: zmir Pınarbaşı Tansaş deposunda çalışan işçiler, anayasal haklarını kullanarak 30 Haziran 2006 tarihinde DiSK’e bağlı Nakliyat-İş Sendikası’nda örgütlendiler. Bu ülkede sendikalaştıkları için işçilerin başına gelenler, Tansaş depo işçilerinin de başına geldi. Nakliyat-İş yetki almak için 5 Temmuz’da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurdu. Bu başvurudan sonra, sendikadan haberi olan patron, önce Nakliyatİş’de örgütlenen 10 işçiyi, ardından iki aylık deneme süresinde olan 25 işçiyi işten attı. Tansaş mağazalar zinciri Koç Holding tarafından satın alınmıştır. “Tansaş’ın Migros’a iltihak ettiği” gerekçe gösterilerek taşeron firma A-Lojistik’in ihalesi Tansaş deposunda feshedilmiştir. A-Lojistik ’in 300 civarında (282’si Nakliyat-İş üyesi) olan işçisinin çalışması bu şekilde engellenmiştir. 25 Temmuz tarihinde Migros’tan getirilen işçiler çalıştırılmak üzere depoya sokulmuştur. Bu durumu protesto etmek için, depo işçileri ve Nakliyat-İş yöneticileri, depo önünde basın açıklaması yaptılar. İşyerine sokulmayan işçiler, polisin coplu, biber gazlı saldırısına uğradılar. Saldırı sırasında bir işçinin burnu kırılmış, içlerinde sendika yöneticilerinin de olduğu 10 kişi yaralanmıştır. 25 Temmuz’dan bu yana, Tansaş deposunda Migros’tan getirilen işçiler çalıştırılıyor. MBM adlı taşeron şirket, A-Lojistik’in yerine işyerine sokulmuştur. A-Lojistik işçileri, sendikalaştıkları için Tansaş deposunda çalıştırılmayan işçiler, 25 Temmuz tarihinde direnişe geçtiler. Depo önünde kurduk ları çadır ile direnişlerini sürdürüyorlar. İşçiler seslerini duyurmak için İzmir’in çeşitli yerlerinde basın açıklamaları yaptılar. Migros’un Gümrük, Konak, Şirinyer, Alaybey, Çankaya mağazaları önünde basın açıklamaları yaptılar. İşçiler yer yer polisin müdahalesi ile karşılaştılar. İşçiler 7 Eylül günü Basmane Fuar girişinde basın açıklaması yapmak istediklerinde, polisin coplu, biber gazlı saldırısına maruz kaldılar. Bu saldırı sırasında polis havaya ateş etmeyi de ihmal etmedi. 11 Eylül günü Nakliyat-İş şubesini ziyaret ettik. Şubede sen- dika dışında oluşturulan Direniş Komitesinden üç kişi (Lütfü, Mazlum, Onur) ile görüştük. Direniş komitesinden arkadaşlar şunları anlattılar: “Günde 14-15 saat çalıştırılıyorduk. Fazla mesai zorunlu olmasına rağmen, mesailer saat olarak az gösteriliyordu. İadesi olan malların parası bizlerden kesiliyordu. Maaşlarımızdan 20, 30 YTL kesinti yapılıyordu. Elimize ayda 360, 370 YTL geçiyordu. İki hafta önce bakanlıktan yetki geldi. Diğer sendikalardan dayanışma yok denecek kadar az. Sadece bir kez Genel-İş bizi ziyaret etti, yemek verdi. İşten atılan 10 arkadaş için işe iade davası açıldı. 60 civarında arkadaş iki aylık sözleşmeliydi. Bir bölüm kişi yönetici olduğu için sendikaya üye olmamıştı. Şu anda 200 civarında işçi direnişi sürdürüyor. Biz A-Lojistik’ in işçileriyiz. Biz çalışmak istiyoruz. Bize Kemalpaşa’da, Akhisar’da iş gösteriyorlar. Verilen adreslere gidiyo- Kadıoğlu Kozmetik’te saldırılar devam ediyor… Y eni Dünya İçin Çağrı gazetemizin 103. sayısında, “Sendikalaşmak suç mu?” başlığıyla, İstanbul-Bayrampaşa’da bulunan Kadıoğlu Kozmetik’te, sendikalaştıkları için işten atılan işçileri ziyaretimizle ilgili bilgi vermiştik. Direnişteki işçileri 13 Eylül’de bir kez daha ziyaret ettik. Direniş yerinde biri kadın (Gülbeyaz) biri erkek (Musa) olmak üzere iki tane işçi arkadaş bekliyordu. Fabrikanın karşısındaki kaldırımda direnişlerini sürdüren işçiler geçen zaman içerisinde yer konusunda büyük sorunlar yaşadıklarını, polisin ve işverenin baskısı ile karşılaştıklarını anlattılar. Kadıoğlu Kozmetik bina olarak Zeytinburnu ilçe sınırları içerisinde. Yolun karşı tarafı ise Bayrampaşa. İşçiler yolun karşısında direnişlerini sürdürerek beklediklerinde polis fabrikanın kendi sınırları içerisinde olmadığını, işçilerin burada bekleyemeyeceğini söylüyor. Fabrikanın kapısının önünde beklemek isteyen işçiler ise bu kez de mağazada çalışan elemanları korkuttukları! söylenerek polisin ve işverenin müdahalesi ile karşılaşıyorlar. Bu gerekçeler dışında polisin öne sürdüğü gerekçelerden bir tanesi de kaldırımı işgal ettikleri ve halkın şikayetçi olduğu yönünde. İlçe halkı ile konuştuklarını belirten işçiler halktan böyle bir şikayet almadıklarını belirtiyorlar. İşçileri son ziyaret ettiğimizde güneşten korunmak için bir şemsiyeleri ve üzerinde talepleri bulunan dövizleri vardı. Bu ziyaretimizde işçilerin üzerinde yalnızca Petrol-İş Sendikası yazılı önlükleri vardı. Dövizler güneşten silik hale geldiği için onları kaldırmışlardı. Yenilerini en kısa zamanda yapacaklardı. İşçilerin üzerindeki Petrol –İş Sendikası imzalı önlükler bile sadece Kadıoğlu Kozmetik işverenini değil, yandaki BP Petrol İstasyonu şeflerini de –önlüklerin üzerinde petrol yazdığı için- rahatsız ediyor. Direnişteki işçilerin kendi işçileri ile karıştırıldığını ve müşterilerin rahatsız olduğunu söylemişler… Direnişteki işçi sayısı 17 olmasına rağmen işçilerin hepsi direniş yerinde bulunamıyor. Bazı arkadaşlar uzaktan gelmek zorunda olduğu için her zaman yol parası bulamıyorlar. Ayrıca yemek de sorun olmaya başlamış. Sendika bu konuda yeterli duyarlılığı göstermiyor. Bu nedenle işçiler direniş yerinde ancak nöbetleşe bekleyebiliyorlar. İşçilerin beklediği kaldı- ruz. Adresler doğru çıkmıyor. Boş tarla ile karşılaşıyoruz. Migros’un merkezi yerlerdeki mağazalarına gidiyoruz. Yüklü alış verişleri kasadan geçirip, “Koç paramızı vermedi” diyerek, malları poşetlenmiş şekilde bırakıp çıkıyoruz. Depo içinde Çevik Kuvvet var. içeriye girmemizi engelliyorlar. 600 YTL maaş, yılda iki ikramiye ve sendikalı olmak istiyoruz. Fazla birşey istemiyoruz.” Tansaş depo işçileri, Lütfü arkadaşın belirttiği gibi çok şey istemiyorlar. Sadece daha iyi bir ücret ve sendikalı olmak istiyorlar. Sermaye için temel dürtü daha fazla kardır. Onlar işçilerin sendikalarda örgütlenmesini istemiyorlar. Örgütlenen işçilerin bilinçleneceğinden, bilinç ve örgütlenme seviyelerinin işçileri, iktidarı almaya götüreceğinden korkuyorlar. Korkuları yersiz değil! Üretenler bir gün mutlaka hakları olan iktidarı alacaklardır. Tansaş depo işçilerinin bu haklı direnişini desteklemek herkesin görevidir. YDİ Çağrı okurlarını, Türkiye’de büyük burjuvazinin bir üyesi olan, Koç Holding’e karşı Tansaş depo işçilerinin verdikleri haklı mücadeleyi desteklemeye çağırıyoruz. 11 Eylül 2006, YDİ Çağrı/İzmir ✓ rıma bir kez daha mazot dökülmüş fakat işçiler belediyeye yıkatmışlar mazotu. İşçilere herhangi bir gelişmenin olup olmadığını sorduğumuzda, fazla bir gelişme olmadığını, 19 Eylül’deki işe iade mahkemesini beklediklerini, mahkemeyi kötü yönde etkilememesi için de henüz bir eylemlilik organize etmediklerini fakat son dönemde düzenlenen savaş etkinliklerine katıldıklarını belirttiler. Direnişteki işçiler, patronun kendilerini tekrar işe alacağını düşünmüyorlar. Mahkeme sonuç olarak patrona iki seçenek sunuyor; ya işten attığı işçileri geri işe alacak ya da kötü niyet tazminatı ödeyecek. Patronun çok büyük ihtimalle ikincisini seçeceğini söyleyen işçiler, direnişlerinin devam edeceğini belirtiyorlar. Bütün bu olumsuzluklara rağmen sonuna kadar gideceklerini, sendika yetkiyi alıncaya kadar direnişe devam edeceklerini belirtiyorlar. Kendileri tekrar işe alınmasa bile fazla bir şey kaybetmeyeceklerini, önemli olanın diğer işçilere örnek olmak olduğunu, patronu korkuttuklarını ve patronun artık işçilere eskisi gibi davranamayacağını söylüyorlar. Direnişteki işçilere yanımızda götürdüğümüz son sayımızdan verdikten sonra en kısa zamanda tekrar geleceğimizi söyleyerek ve mücadelelerinde başarılar dileyerek direniş yerinden ayrıldık. 15 Eylül 2006 ✓ Graniser işçilerinin sendikalaşma mücadelesi sürüyor... M anisa’nın Akhisar ilçesi, Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu bulunan, Granit Seramik Sanayi ve Tic. A. Ş. (Graniser)’de işçilerin sendikalaşma mücadelesi sürüyor. 1999 yılında üretime başlayan Graniser, günümüzde seramik üreten ilk 4 üretici arasındadır. Graniser’de, duvar ve yer karosu, sırlı granit, bordür, dekor, fayans yapıştırıcı, derz dolgu ve inşaat kimyasalları üretimi yapılıyor. Graniser fabrikası sürekli büyüyor. Patron sürekli zenginleşiyor. Graniser’in ‘karı’ her yıl artıyor. Graniser patronunun zenginleşmesini sağlayanlar, zenginliğin yaratıcıları olan işçiler ne kadar ücret alıyorlar? Hangi koşullarda çalışıyorlar? Graniser’de işçiler, asgari ücret karşılığında çalıştırılıyorlar. 380 YTL düzenli olarak patron tarafından ödenmiyor. Öyle ki, işçiler yer yer iki ayda bir tek maaş alıyorlar. İşçilere yaptırılan fazla mesailerin parası ödenmiyor. Düşük ücret karşılığında, kötü koşullarda, sosyal haklardan yoksun çalıştırılıyor işçiler. Bu koşullar altında çalışan işçiler, Türk-İş’e bağlı, Türkiye Çimento Seramik Toprak ve Cam Sanayi İşçileri Sendikası, Çimse-İş Sendikasında örgütlenmeye karar veriyorlar. 980 işçinin çalıştığı fabrikada, kısa süre içinde 800’e yakın işçi Çimse- İş Sendikası üyesi oluyor. Patronun işçilerin sendikalaşmasına verdiği yanıt, süreç içinde 51 işçinin işten çıkarılması oldu. Graniser’de 24 Temmuz’da başlayan sendikalaşma mücadelesi, kararlı bir şekilde sürüyor. 19 Eylül tarihinde, Çimse-İş İzmir Şubesi’nde, şube başkanı Kazım Belek ile Graniser’deki sendikalaşma mücadelesi üzerine konuştuk. Kazım Belek Graniser’de süren sendikalaşma mücadelesi üzerine şu bilgileri verdi: “Graniser işçisi sendikal örgütlenme için gayet kararlı. İşçiler arasında birlik var. Mücadelemiz sonuna kadar sürecek. İşveren sendikayı kabul etmek zorunda. Başka çaresi yok. 11 Eylül’de çoğunluk tespiti geldi. Akhisar’da Graniser işçilerine yoğun destek var. Esnaf destekliyor. Sivil toplum kuruluşları destekliyor. Destek konusunda bir sıkıntımız yok. Verilen destekten memnunuz. Sendikalaşma prosedürü, yasal prosedür uzun sürdüğü için, biz de yapacağımız aktiviteleri zamana yayıyoruz. İşverenin attığı adıma göre, etkinlik belirliyoruz. Şu an fabrika önünde, direniş çadırı yok. İşveren bizi zorlarsa onu da yaparız.” Graniser işçileri sendikal örgütlenme için oldukça kararlı. Yasal prosedür, işten atılan işçilerin mücadelesi, fabrika içinde işçilerin mücadelesi sürüyor. Graniser işçisinde bu kararlılık olduğu sürece, sendikal örgütlenme de başarılacaktır! 20 Eylül 2006, YDİ Çağrı/İzmir ✓ Öncü Plastik ve Has Alüminyum’da İşten atılan Dokuz Eylül mücadele sürüyor! Üniversitesi Hastanesi işçilerle normal tazminatlarını aldıklarını dayanışma gecesi yapıldı İzmit-Gebze D süreci ile işe geri döneceklerini” belirterek, konuşmasını “işçi sınıfının olduğu her yerde mücadele devam edecektir.” vurgusu ile tamamladı. Gece boyunca çeşitli sloganlar atıldı. “Yaşasın sınıf dayanışması!”, “İş, ekmek, yoksa, barış da yok!”, “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “Direne, direne kazanacağız!” Dayanışma gecesinde yapılan konuşmalar içerisinde, en anlamlısı, Manisa Akhisar ilçesinde üç aydır sendikalaşma mücadelesi veren Graniser fabrikası işçileri adına bir Graniser işçisinin yaptığı konuşma idi. Graniser işçisi yaptığı konuşmada; “Graniser işçisinin sınıf dayanışmasını göstermek için geldik. Arkadaşların sıcak selamlarını getirdik. Üç aydır direniyoruz. 700 üyemiz var. 50 arkadaşımız işten atıldı. Asıl amacımız geleceğimiz olan gençlere onurlu bir mücadele bırakmaktır. Sendikalar sonuna kadar işten atılan işçilerin yanında olsunlar, onları desteklesinler.” Tavrını takındı. 300 civarında insanın katıldığı dayanışma gecesine, bizler de YDİ Çağrı olarak dayanışma mesajı ilettik. Mesajımız etkinlikte okundu. Cevdet Bağca’nın söylediği güzel türkü ve şarkılarla etkinlik son buldu. 24 Eylül 2006 YDİ Çağrı/İzmir ✓ İzmit- Gebze Organize Sanayi Bölgesinde kurulu ÖNCÜ Plastik Fabrikası’nın işten atılan işçilerini örgütlendikleri Petrol- İş Sendikası Gebze Şubesi’nde ziyaret ettik. Sendika üyesi fabrikada çalışan ve sendikal nedenden dolayı işten atılan bir grup işçi ile yaptığımız kısa sohbette edindiğimiz bilgilere göre -eskisi kadar olmasa bile- sendika üyesi işçilere patron tarafından yapılan baskıların sürdüğünü öğrendik. Sendikal nedenlerden dolayı işten atılan 10 işçinin geçtiğimiz günlerde İşe İade Davası görülmüş fakat karar verilmemiş. Davanın iki ay daha uzatılmasını büyük bir adaletsizlik olarak değerlendiren işçiler, atılan işçiler olarak her sabah ve akşam vardiya çıkışlarında fabrikanın önüne gidip alkışlı protestolarda bulunduklarını belirttiler. Böyle yapmalarındaki temel amaçlarının hem patronun baskılarını protesto etmek, hem de içerde çalışan sendika üyesi işçi arkadaşlarına mücadelenin sürdüğünü ve yalnız olmadıklarının mesajını vermek olduğunu söylediler. İşten atılan işçiler olarak neden fabrikanın önünde direniş çadırı kurarak direnişlerini sürdürmedikleri sorumuza işçiler böyle bir beklemenin pek yararı olacağına inanmadıkları için sendikada beklediklerini belirttiler. Burada bir düzeltme yapmak istiyoruz. İşçiler gazetemizi arayarak yanlış anlamadan kaynaklı bir iki noktanın düzeltilmesini istediler. Bizi arayan işçiler, atılan işçilerin İstanbul- Pendik Pe n d i k-D o l ay o b a S a n ay i B ö l g e s i ’n d e k u r u l u H A S Alüminyum fabrikasında çalışan 130 işçiden 80’e yakını DİSK/ Birleşik Metal- İş Sendikası’na üye oldular. Bunların 17’si tazminatsız işten atıldı. Bu işten atılan işçilerin bazıları fabrika önünde kurdukları direniş çadırına gelerek akşam vardiya değişiminde içerde çalışan sendika üyesi işçi arkadaşlarıyla görüşüyor ve gelişmeler hakkında bilgi alışverişinde bulunuyorlar. Eylül ayında bu direniş çadırında ziyaret ettiğimiz işçi arkadaşların verdiği bilgiye göre içerde patronun sendika üyesi işçilere usanıp işi bırakıp gitsinler diye halen her türlü baskılara başvurduğunu öğrendik. Sohbet ettiğimiz işçiler içerde özellikle üretim müdürünün sendika üyesi işçilere yıldırma amaçlı saldırılarının sürdüğünü, işçilerin vardiyalarını ve yaptıkları işleri sık sık değiştirdiğini belirttiler. Gazetemizden ve gazetemizin Yeni İşçi Dünyası ekinden alan işçiler tüm bu saldırılara rağmen kazanana kadar mücadeleye devam edeceklerini ifade ederek kararlılıklarını dile getirdiler. Eylül 2006 ✓ Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ okuz Eylül Üniversitesi Hastanesi’nde çalışan taşeron işçileri, uzun bir süre sendikalaşma mücadelesi yürüttüler. İşçiler, 3 yıl yılmadan mücadele ederek, 3. yılın sonunda, DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası’nda örgütlenerek, Toplu İş Sözleşmesi (TİS) yetkisi aldılar. TİS sürecine girildiğinde, 9 Eylül Üniversitesi Rektörlüğü, TİS yapma yerine, 212 işçiyi, 9 Haziran 2006’da işten attı. Sendikalaşma faaliyetini yürüten, çalışmaya önderlik eden bütün işçilerin işten atılması, hastane yönetiminin baskı ve karalama kampanyası, işten atılmayan, çalışan sendika üyesi işçileri sindirdi. İşten atılan işçiler, bir ay boyunca, hastane önünde beklediler. Maddi imkansızlıklar sonucu, bu bekleyişlerine son vermek zorunda kaldılar. İşten atılan işçilerin işe iade davaları sürüyor. 23 Eylü l t a r i h i nde, İzm i r Narlıdere’de, işten atılan işçilerle bir dayanışma gecesi yapıldı. Dayanışma gecesinde; işten atılan işçiler adına, Özgür Aslan yaptığı konuşmada: “Kötü çalışma koşullarını düzeltmek, insanca çalışılabilir koşullar yaratmak için, hastane yönetiminin bütün yıldırma ve karalama kampanyasına rağmen sendikalaştıklarını, TİS sürecinde 212 işçinin işten atıldığını, mahkeme belirttiler. Ayrıca çalışan işçilerin de fazla mesai ücretlerini aldıklarını belirttiler. Düzeltir ve işçi arkadaşlardan özür dileriz. EK: “Sağlık hak olmaktan çıkarılıp, ödev haline getiriliyor” Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ “ EK: Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu” 19 Nisan 2006 tarihinde, TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilmişti. Cumhurbaşkanı tarafından 10 Mayıs 2006 tarihinde veto edilen yasa, Meclis tarafından değiştirilmeden yeniden Cumhurbaşkanlığı’na gönderilmişti. Cumhurbaşkanı tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülen, yasa hakkında Anayasa Mahkemesi süreci devam ediyor. Genel Sağlık Sigortası (GSS) hakkında, okurlarımızı kısmen de olsa bilgilendirmek için, İzmir Tabip Odası Doktorlarından, Uzman Doktor Zeki Gül ile görüştük. 10 yıl boyunca Türk Tabipler Birliği’nde; Merkez Konsey Yönetim Kurulu üyeliği, Genel Konsey Kongre Delegeliği, İzmir Tabip Odası Başkanlığı olmak üzere, çeşitli görevlerde bulunan, Dr. Zeki Gül halen İzmir’de Doktor olarak çalışmasına devam ediyor. YDİ Çağrı: AKP hükümeti GSS’nı savunurken hiç kimsenin reddedemeyeceği argümanlar ileri sürüyor. Mesela, herkesin sosyal güvenlik çatısı altına alınacağı, tek çatı altında verilecek sağlık hizmetinin hizmet sunumundaki eşitsizlikleri ortadan kaldıracağını, hasta ile doktor arasında para ilişkisinin bitirileceği gibi. Gerçekten durum hükümetin savunduğu gibi mi? GSS hangi olumsuzlukları taşıyor? Dr. Zeki Gül: Aslında AKP hükümetinin, IMF programlarının uygulandığı diğer ülkelerde olduğu gibi sağlık alanında, özü itibariyle savundukları gerçeği yansıtmıyor. Toplumun aslında yanıltıldığı çok açık. Çünkü, örneğin SSK’dan bakacak olursak, daha rahat anlarız. SSK’nın devri sırasında, bir çok kurum, kişi, SSK’nın devrine, tek çatıya karşı çıkmakla birlikte, birey olarak, bazı bireyler, belki de SSK’yı, “ya bu SSK’yı alalım, SSK çok yoğun” cümleleri üzerinden gerçeklik sağlamayı tercih etmişti. Aslında bunun en somut örneği, GSS’na geçtikten sonra, herkese eşit ve ulaşılabilir sağlık hizmeti sunulamayacağının net göstergesi, SSK’nın devrinden sonra, SSK’lara bakarak anlamak mümkün. Örneğin SSK’nın devrinden önce, tamam kuyruklar vardı, bu kuyruklar çözülebilirdi. Doktor sayısı artırılabilirdi. Hemşire sayısı artırılabilirdi. Kuyruklar çözülebilirdi. Ama bu tercih edilmemiştir. Örneğin SSK hastanelerinde hekimlerin ve hemşirelerin yaklaşık yüzde 20’si varken, o kentte yaşayan insanların zaman zaman yüzde 70’i o hastanelere gidiyordu. SSK’da çok daha fazla hastaya bakılıyordu. Bunlar düzeltilebilir şeylerdi. Bunlar yapılmadı. Peki SSK hastaları, SSK’nın devrinden sonra ne ile karşılaşmış oldular? Örneğin dediler ki, anlaşmalı bütün özel hastanelerle, SSK’lı hastalar yararlanabilirler dediler. SSK’lı hastalara sadece kamu hastanelerinden değil, özel hastaneler hizmetlerinden sınırsız yararlanabilecekleri söylenmişti. Ne ile karşılaştık? SSK’lı hastalar, evet, özel hastanelere gidebilirler. Fakat ceplerinden ek para ödemek kaydıyla. Yani insan cebinden para ödedikten sonra, sosyal güvenlik sistemine ihtiyacı yok ki. Parası varsa, dünyanın herhangi bir yerinde, parasını verir, muayene olur. Ne yaptılar SSK’lı hastalara? Dediler ki, isteyen hastane istediği kadar para alabilir. Yani bir apandisit ameliyatı için 1 milyar lira civarında para alan hastane, SSK’nın devrine kadar bunlar ücretsizdi. Böylece kamu hastanelerinin içi boşaltılarak insanlar zorunlu bir şekilde zaman içerisinde özel hastanelere daha çok yönlendirilmiş olacaklar, her biri cebinden çok daha fazla para ödemiş olacak. Muayeneler için ek para aldılar. Örneğin yakın zamana kadar ücretsiz olarak yapılan, gastroskopi dediğimiz, mideye sonda ile bakma, bazı işlemler, bazı film ve tetkikler, geçmişte de özel hastanelere sevk edilirken hastaların cebinden tek bir kuruş para çıkmıyordu. Şimdi SSK’nın eskiden ödediğinin iki üç katı, hem SSK’dan alınıyor, hem de hastalardan alınıyor. Bu basit örnek bile, GSS’nın, bu dönemdeki niyetin, aslında gerçekleştiğinde, hastaların sandığı gibi olmayacağını gösteriyor. Bunun başka örnekleri de var. Örneğin, söylem ve gerçek her zaman birbirine uymuyor. Yani inanmamak gerekiyor. Belki de GSS’nın erken taslaklarına bakarak, bu yasanın hangi sosyal güvenlik sistemsizliğini yaratmayı istediğini daha iyi kavrayabiliriz. Çünkü yasaların son hali genelde eleştirilerle, muhalefeti sürdürme olarak örtülü bir hale getirilir. Yani içerik, öz değiştirilmez. Fakat itirazları baskılamak için daha sonra, çıkartılacak yönetmeliklere, ek yasalara atıfta bulunarak, aslında yasalar, bir anlamda kapatılır. Ama gelecek değişmez kendi kafalarında. Bu yüzden GSS’nı kavrayabilmek için, bu yasanın erken dönemdeki 2. 3. 4. 5. taslaklarını okumakta fayda var. Örneğin 5. taslağı çok çıplak ve nettir. Çünkü eleştirilerin süzgecinden geçmiş bir taslaktır. Son çıkarılan, geçen 7. taslaktır yanılmıyorsam. Çok net olarak şunu söylüyordu: “GSS hayata geçtikten sonra, ödevini yapmayan hastalar cezalandırılır.” anlamına gelen bir cümle kullanılıyordu. Onu şöyle söylüyordu: “eğer bir hekim hastasına tavsiyelerde bulunmuş olsun, ikinci muayenesinde doktor hastasının kendi önerdiği tavsiyelere uymadığının farkına varırsa, o hastanın, o hastalığın, sosyal güvenlik kapsamı dışına çıkarılması gerekir.” Şimdi üzeri örtülü. Biraz daha içini açacak olursak; şeker hastası,. doktoru hastasını tedavi ediyor. Eğer doktor şeker hastasının diyetine uymadığının kanaatine varırsa, -çünkü doktor evinde yaşamıyor- artık şeker hastalığı ile ilgili, teşhis tedavi, ilaç, ameliyat masrafları, ne gerekiyorsa, artık kişinin cebinden ödeyeceğini öngörüyordu. Bu çok vahim bir şey. Birey ödevlerini yapmasa, tavsiyelere uymasa, artık o hastanın parasını, maliyetlerini karşılamam diyor. Aslında burada sağlıkta ay- rımcılığı da görmek mümkün. Şeker hastalığı üzerinden bakacak olursak, yine iyi anlatır GSS’nı. İki hasta alalım. Birisi kentin biraz kıyısında yaşasın. Gelir durumu oldukça düşük olsun. Ama sosyal güvencesi olsun. Örneğin SSK’lı olsun. Diğer hasta gelir durumu iyi, SSK’lı ya da Emekli Sandığı’ndan olsun. Şimdi baktığımızda bu iki hastadan, evinde şeker ölçme cihazı hangisinde var diye sorduğumuzda, geliri iyi olanda olacak. Çünkü kendi cebinden alıyor. Parası var. Şeker ölçtürmenin bir maliyeti var. Diğer hastanın evinde ölçüm cihazı olamayacak. Çünkü yoksul zaten. Şimdi geliri iyi olan hastaneye yakın oturuyor. Onun ulaşım için maliyeti çok düşüktür. Oysa kentin kıyısında oturanın düşük gelirlinin ise, iki otobüs biletidir bir şeker ölçtürmesi. Genelde kentin kıyısında, sosyo ekonomik düzeyi düşük olanların, şeker hastalığı kötü seyreder. Çünkü komplikasyon dediğimiz, diyabetik ayak dediğimiz sakatlanmalar, organ kayıpları, maddi durumları iyi olanlarla karşılaştırıldığında oldukça sık görülür. Bu nedenle yoksul hastaların bir çoğu, tek başına hastaneye gidemez. Bir başkasının yardımına ihtiyacı vardır. Ne anlama geliyor bu? Gelir durumu düşük olan şeker hastasının ileri dönemlerinde hastaneye iki kişi gelmesi, yol masraflarının ikiye çarpılması anlamına gelir. Gelir durumu iyi olanın öyle bir derdi yok. Zaten evi yakındır sağlık kurumuna. Buradan baktığımızda, bu hastanın sık sık şeker ölçtürmesi mümkün değildir. Çünkü hastanın bir kişi ile birlikte gelmesi, geri dönmesi 8 bilet eder. Ertesi gün sonucu almaya gittiğinde 16 bilet eder. Bunun maliyeti zaten 13 küsur milyon liradır. Hasta açlık sınırına yakındır. Açlık sınırında yaşamaktadır kişi. Bu nedenle ancak üç ayda bir şekerini ölçtürür hasta. Geliri iyi olan hasta, özel nedenler yoksa, psikolojik nedenler yoksa, aşağı yukarı şekeri daha çok refiledir. Çünkü evinde şekerini ölçmektedir. Doktora ulaşması kolaydır. Geliri kötü olan hastanın ayrıca şekeri ölçmesi mümkün değildir. Çünkü o maliyeti karşılayamamaktadır. Bu nedenle yoksul hastanın tedavisi aksar. Ne diyor GSS? Ödevini yapmayan hasta, doktorunun dediğine göre, ne dedi doktor, her gün şeker ölçtürsün, haftada bir şeker ölçtürsün, şunu yesin, bunu yemesin. Yemek üzerinden bile iki hasta arasında bir fark var. O halde GSS sağlığı özel hale getirdiğinde, sağlıkta ayrımcılığı da getiriyor. Tam tersine parası olmadığı için özel sağlık hizmetlerinden yararlanamayacak olan hastaya, diyor ki, “ne yaparsan yap, ölürsen öl” kelimeyi, her cümleyi, aslında negatif bir içerikle örterek bize karşı kullanmış oluyorlar. Ek teminat, temel teminat güven veren şeyler. Oysa ki şunu söylüyor: SSK’lı, Bağ-Kur’lu, Emekli Sandığı’nda olan, tüm sosyal güvenlik kurumunda olanlar, şu an bir prim ödüyorlar. Maaşlarından kesiliyor. Sadece Bağ-Kurlular ceplerinden öder. Diğerleri ceplerinden ödüyor, ama maaşlarından kesiliyor. Şu an ödediğiniz primlerle, artık eskiden olduğu gibi tüm ameliyatları olamayacaksınız. Peki ne olacak? Eğer sen daha önceden olduğu gibi bütüncül sağlık hizmetinden yararlanmak istiyorsan ek teminat yatıracaksın. Ek teminat ne? Özel sigorta şirketlerine, benim karşılamayacağım masraflar için para yatıracaksın. Peki neden? Bugüne kadar tüm sağlık hizmetlerin- den yararlanılıyordu. Hani daha iyi olacaktı? Gerçek böyle değil. Burada özel sigorta şirketleri tarafından, bu ülkenin kaynak olarak kullanması gündemde. Özellikle, özel sigorta şirketlerinin, ulus ötesi şirketlerin özel hareket alanının Türkiye olacağı bekleniyor ki, eğer bizler duyarlılık gösterip engellemezsek. Daha sonra bu ek teminatın üzeri örtüldü. TÜSİAD’ın çıkardığı kitaplara baktığımızda, ek teminat üzerine sonsuz yayın var orada. Aslında ek teminat ile başka şeyleri de hedefliyorlar. SSK’lı, BağKur’lu hastalar, kurumun anlaşmalı olduğu özel hastanelere gittiğinde, cebinden ayrıca para ödüyor. Diyor ki, para ödemek istemiyorsan, git özel sigorta şirketlerine ek teminat yatır. Bütün bu mantık, arabası olanların daha iyi anlaya- bileceği kasko sigorta mantığıdır. Kasko mantığı güdüyorlar. Bu ülkede yaşanılan sorunlara bakıldığı zaman, insanların bunu bile kavramaları çok zor. Ama kasko modelini yine de anlatacak olursak, orada bir zorunlu sigorta var. Bunu herkesin yapması zorunlu. Primi düşük ve kapsayıcılığı çok dar. Birde ne var. Kasko var. Ama o kasko da eşit değildir. Yani ne kadar çok para verirseniz o kadar çok kapsar. Örneğin yangına, depreme, sele, yıldırıma ya da kasıtlı hareketlere karşı sigortalı olacaksanız, bunun bir bedeli vardır. Eğer paranız yoksa, sadece hırsızlığa karşı yaparsınız. Diğerlerine karşı yapmazsınız. GSS’ da insan sağlığı üzerinden, bu araba modelinde olduğu gibi, bu noktayı kullanmakta. ✓ (Devam edecek) Yüksel Seramik’te sendikalaşan işçiler işten atıldı A ydın’ın Söke ilçesinde kurulu bulunan, Yüksel Holding’in şirketlerinden biri olan, Yüksel Seramik işçileri sendika üyesi oldukları için, patron tarafından kapı önüne konuldular. 1998 yılında üretime başlayan Yüksel Seramik’te; duvar karoları, yer karoları, granit yer karoları üretimi yapılıyor. 245 işçinin çalıştığı Yü ksel Seramik’te, 26 işçi Çimse-İş üyesi oldukları için, patron tarafından işten atıldılar. Çimse-İş Sendikası’na üye olan işçiler, patronun yoğun baskıları sonucu, kimi işçiler baskılara dayanamayarak, sendika üyeliğinden istifa ettiler. İstifa etmemekte direnen işçiler ise patron tarafından işten atıldılar. Yüksel Seramik’te asgari ücret ölmeye çok, yaşamaya az- karşılığında çalışan, sürekli olarak maaşlarını bir ay gecikmeli olarak alan, yasal yıllık izinlerini bile kullanmayıp çalışan işçiler, çalışma koşullarını birazcık olsun düzeltmek, biraz daha fazla ücret almak için, yasal haklarını kullanmaya, sendikalaşmaya karar verdiler. Sendikal faaliyetten haberdar olan patron, Çimse-İş üyesi olan işçiler üzerinde yoğun baskı yapmaya başladı. 13 Eylül günü Söke’de yapılan basın açıklamasında, bu konuda, Çimse-İş İzmir Şube Başkanı Kazım Belek şunları söylüyor: “Yüksel Seramik dahilinde çalışan sendika üyesi arkadaşlarımıza üyeliklerinin ilk gününden itibaren fabrika işverenlerinin yoğun baskısı vardı. Bu baskı halen devam etmektedir. Bazı işçi arkadaşlarımız işverenin ağır baskılarına dayanamayıp, bıkkınlık getirip üyelikten istifa etmek zorunda kaldılar. Bu işçi arkadaşların daima destekçiyiz. Yüksel Seramik’ten atılan işçi arkadaşlarım, zaten onlar da buradalar şu an. Çimseİş sizlere destek olmaya devam edecektir.” Yüksel Seramik’te, üyelik işlemleri, sendikal mücadele devam ediyor. Yüksel Seramik, MHP’li olarak bilinen Sazak aile- sine ait. Yüksel Seramik’te çalışan işçiler de MHP’li olarak biliniyor. Sermayenin dini, imanı, rengi olmaz! Olmuyor! Sermayenin tek bir derdi var: Daha fazla kar elde etmek! Sermayeyi daha fazla çoğaltmak! Zenginliğin yaratıcıları olan, sermayenin çoğalmasının temelinde yatan ücretli emeğin çalışanları olan işçiler, sınıf bilincine varmadıkları için, düzen partilerine, faşist partilere oy verebiliyorlar. Yüksel Seramik deneyiminin gösterdiği gerçek şudur: Patronun MHP’li olması, onun MHP’li olarak çalıştırdığı işçilerin dostu olduğu anlamına gelmiyor. İşçiler kölelik koşullarında, düşük ücret karşılığında yıllarca çalıştılar. Sendika üyesi olduklarında, kendilerini kapı önünde buldular. Yaratan ve üreten işçi sınıfıdır. Yaratan ve üretenler, hakları olan iktidarı da almalıdırlar. Bunun için sınıf bilinçli, kendisi için sınıf olan, iktidar perspektifli, bir sınıf hareketi gereklidir. Yüksel Seramik işçileri de sınıf çıkarlarının farkına varmalı, örgütlü işçi sınıfı hareketi içinde yerlerini almalıdırlar. 20 Eylül 2006 YDİ Çağrı/İzmir ✓ Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ noktasına getiriyor. Şimdi niyetin özünü bu yansıtmaktadır. Peki GSS’nda sağlığın bir ödev haline getirilmesini, bu cümle kaldırıldı mı? Hayır. Yasa halinde çıktığında, sadece üzeri örtüldü. Nasıl örtüldü? Diyor ki; “Kişiler için gereken ölçüde sağlık hizmetlerinin bedelinin karşılanması esas alınmakla birlikte, bu hizmetlerin kişilerin her türlü bireysel isteklerini ve taleplerini sınırsız olarak karşılaması beklenemez.” Gibi her tarafa uçan bir cümle veriliyor. Bu önemli. Mevcut yasa ile, mevcut yasanın çıkmış hali, aynı zamanda, tüm hastalıklara karşı bir güvence vermiyor. Bu çok önemli Biraz önce konuştuğumuz, ödev haline getirilmesi, aslında sağlıktaki, sosyal güvenlik sisteminin, ödevlerini azaltmak, bireye yüklemektir. Hastalarımızın artık eskisi gibi davranmaması gerekiyor. Ben özel hastaneye giderim. GSS beni kapsam dışı tutar. Olmaz. Otomasyon sistemi var. Türkiye’de gerçekleşmek üzere. Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası üzerinden, Türkiye’nin neresine giderlerse gitsinler, kendileri ile ilgili konulan bir şerhi, veya daraltmayı, sağlık kartından mahrumiyeti karşılarında bulacaklardır. Şeker hastalığına dair bir ameliyat gerekiyorsa, yine hasta cebinden ödemek zorunda GSS’na göre. Bu bir kapsamı daraltma meselesi idi. Kapsamı daraltılacak başka şeylerde var GSS’nda. Yasa çıkmadan önce, erken taslaklarda bu durumu görmekteyiz. Örneğin bazı hastalıkların kapsam dışına alınacağı söyleniyordu. Bu durum, Dünya Bankası’nın, IMF’nin programlarının uygulandığı ülkelerde var. Hangi hastalıklar bunlar? Bunlar kanser gibi, diyaliz gibi, böbrek hastalıkları gibi, pahalı ameliyatlar, maliyeti yüksek hastalıklar, kapsam dışına alınacağı söyleniliyordu. Bunu yeni taslakta şöyle söylüyor: “Maliyet fayda, maliyet-etkinlik ve benzeri ölçütleri temel alarak ve Sağlık Bakanlığı’nın görüşleri alınarak hangi hastalıklarda, hangi tedavi metotlarının sosyal güvenlik kapsamına gireceğine daha sonra karar verilecektir.” B e n d i yor, t e rc ü me e d e cek olursak, GSS’nı çıkardım. Tereddütlerim var. Erken taslaklardaki, kurumların itiraz ettiği noktaları, ben yasaya koymadım. Ama bilahare, bunu Sağlık Bakanlığı ile görüşerek, nasıl daraltacağıma karar vereceğim diyor. Bu anlama gelen yasada cümleler var. Yine son yasada, örtülmüş ve geleceğe miras bırakılmış, bir nokta var ki, bu çok önemli. Erken taslakta şunu söylüyordu; Ek teminat paketinden bahsediyordu. Aslında Dünya Bankası’nın dili bu. Bizim için pozitif anlam ifade eden her EK: 1. Türkiye Sosyalforumu’nda sendikaların sorunları tartışıldı... Ekim 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ D EK: ünya Sosyal Forumu’nu marksist bakış açısıyla eleştiren yazılar daha önce dergimizde yayınlanmıştı. Emperyalistlerin her yıl düzenledikleri Dünya Ekonomik Forumu’na karşı “Yeni Bir Dünya Mü m k ü n” sloga n ıy la Por to Allegre’de kurulan Dünya Sosyal Forumu önüne kapitalist küreselleşmenin sonuçlarına karşı küresel direnişi örgütlemeyi hedef olarak koymuştu. Ancak onun esas işlevi emperyalist sisteme karşı gelişen uluslararası mücadelenin devrimci bir dinamik kazanması riskine karşılık bu mücadeleyi emperyalist sistem için de kabul edilebilir hale getirmekti. Türkiye Sosyal Forumu Dünya Sosyal Forumunun bir parçası olarak kuruldu. TSF ilk toplantısını 30 Eylül - 1 Ekim tarihi arasında gerçekleştirdi. Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi olarak TSF’nin kurucuları arasında yer almasak ta onun çalışmalarına katılmayı önemli bulduk. TSF’u -olumlu olarak- önemli bir muhalif potansiyeli biraraya getirmeyi başardı. Bu toplantılara katılan özellikle gençlerin önemli bir kesimi “Başka Bir Dünyanın Mümkün” olduğuna gerçekten inanmaktadırlar. Biz özellikle bu kesime doğru devrimci düşünceleri taşımak açısından, ama bir dizi mücadele yürüten örgütün deneyimlerinden yararlanmak ve kendi deneyimlerimizi onlarla paylaşmak açısından da bu toplantılara katılmayı önemsedik ve ilgimizi çeken toplantılara da katıldık. Katıldığımız toplantıların hemen tümünde ortak konu küreselleşme saldırısına karşı eski yöntemlerin, eski tipte örgütlenmelerin yetersiz, etkisiz kaldığı, bunun için yeni tip örgütlenmelerle yeni yöntemlerin geliştirilmesi gerektiği düşüncesiydi. Katıldığımız toplantılardan birisi “Neoliberal politikaların sendikalara etkileri ve çözüm önerileri” başlıklı paneldi. Toplantıyı yöneten DİSK Genel Başkan Yardımcısı Adnan Serdaroğlu yaptığı açılış konuşmasında neoliberal politikalarla, esnekleştirmeyle, özelleştirmeyle, sosyal hakların budanmasıyla, örgütlenme hakkına saldırılmasyla işçi sınıfının haklarının gaspedildiğini anlattı. Serdaroğlu konuşmasında sendikaların güç kaybettiğini söyledi. İlk konuşmacı araştırmacı/yazar Tarık Ali’ydi. Tarık Ali konuşmasında şu görüşlere yer verdi: SB’nin ve doğu blokunun çökmesi dünyada başka bir alternatif yok algılamasına yol açtı. Kapitalizm ideolojik, politik, ekonomik, askeri ve psikolojik alanda büyük başarı elde etti. Washington uzlaştırması adı verilen ideoloji dünyaya hakim kılındı. Bu ideolojiye göre artık dünyada özel kapitalizmin giremeyeceği alan kalmadı. Aslında SB’deki sistem oradaki insanlar için olumlu değildi ama yine de batıdaki işçileri olumlu etkilediği için batı kapitalizmi için olumsuzdu. Özelleştirme ve kuralsızlaştırma dünyaya yerleştirildi. Washington uzlaştırmasının iki ayağı var: 1. IMF, DB, DTÖ; 2. ABD ordusu. Özellikle 90’lardan sonra dünyaya bu şema yerleştirilmeye başlandı. İnsanlar bugünkü sendikaların neo-liberalizme karşı çıkamayacağını düşünüyor. İşte bu nedenle sendikalar eski taktikleri değiştirmeleri gerekiyor. Sendikalar kapitalizmi sınırlamaya yönelik örgütlerdir. Batı Çin’de sendikaların, sendikal mücadelenin olmadığı sisteme hayran. Batı diyor ki, biz Çin’le nasıl rekabet edebiliriz ki, orada kapitalizm daha serbest. Bu da sendikalara karşı getirilen önemli bir argüman. Dünyada kırlardan şehirlere müthiş bir göç var. Şehirlere gelenler orada marjinal bir yaşam sürdürüyorlar. Sendikaların yeni dönemdeki görevleri, bütün cemaatlere ve topluluklara girebilecek bir mekanizma yaratmaktır. Latin Amerika’daki sosyal hareketler iyi bir örnek. 1. örnek: Arjantin: Arjantin kısa zaman öncesine kadar refahlı bir toplumdu. Çünkü Arjantin’li yerlilerin tümü daha sonra yerleşenler tarafından imha edilmiştir. Neoliberal politikalar uygulamaya sokuldu. Sonunda sistem çöktü. Neo-liberal düzene karşı isyan başladı. Milyonlarca insan Buenos Aires çevresinde yaşıyordu. Geceyarısından sonra çocuklar çöpleri döküp yararlı şeyler arıyorlardı. Mahalle komiteleri kuruldu ve mahelleler örgütlendiler. İşçiler fabrikaları ele geçirdiler. Bu hareket tabandan gelmeydi ve kendiliğindenciydi. 2. örnek: Venezüella. Dışarıdan bakıldığında Chavez bir askerdir denebilir fakat bu doğru değil. Aslında neoliberal düzene karşı ilk büyük muhalefet Seatle’de değil, çok daha önce Caracas’ta gelişti. Ülke IMF proğramını kabul etmişti. Yoksullara yönelik tüm sübvansiyonlar kaldırılmıştı. Yarı ayaklanma denen bir isyan başladı. Bu isyan askeri olarak bastırıldı. 600 kişi öldürüldü. Chavez gibi ordudaki radikal subaylar dışarıdaki sol radikal kesimlerle ilişkiye geçtiler. Venezüella’daki hareketin temelini en yoksul kesim oluşturdu ve bunlar şimdiye kadar 5 seçim kazandılar. 3. örnek: Bolivya. Bolivya Che Guevara’nın öldürüldüğü ülkedir. Son seçimlerde Che Guevara’nın intikamı alındı, seçimi yoksullar kazandı. Morales seçimden önce özelleştirmeye karşı en büyük hareketin önderiydi. Suyun özelleştirilmesine karşı büyük isyan başladı. Bu isyancılar kendilerini ‘su savaşçıları’ olarak adlandırdılar. Bu su mücadelesi Morales’in zaferinin temelini oluşturdu. Eskiden Latin Amerika’da çok diktatör vardı, oysa bugün güçlü sosyal hareketler var. Bu neo-liberal dünyada eski yöntemlerle mücadele edemezsiniz. Sendikalar da eskinin kuralları ile mücadele edemezler. Nasıl ki kapitalistler birbirlerinden öğreniyorlarsa, sendikaların da birbirlerinden öğrenecekleri çok şey var. 2. konuşmacı K ESK Genel Sekreteri Abdurrahman Daşdemir konuşmasında şu görüşlere yer verdi: Neoliberal politikaların insan psikolojisi, insanlararası ilişkilere olumsuz etkileri vardır. Esnek üretim, kalite kontrol vb.’ne dayanan üretim biçimleri geliştirilmiştir. Fordist üretim sistemine göre şekillenen bir sendikal anlayışın yeniyi örgütleme şansı yoktur. Dünyada 100 milyonlarca işsizlik ve 100 milyonlarca iç göç, çocuk işçiliği, kayıt dışı istihdam vardır. Bunu temel alan bir sendikal anlayış tartışılmalıdır. Daşdemir konuşmasının devamında, ücret ve TİS sendikacılığının neoliberalizmin bir dayatması olan sosyaldiyalogcu anlayışa kapı açtığını, sosyaldiyalogcu anlayışın devlet artı sermaye ittifakı ile ittifakçı duruma düşme tehlikesini içinde barındırdığını ifade etti. Daşdemir, eski modellere karşı yeni modelleri tartışırken, sınıf perspektif li geleneksel anlayışı yeniden oturtmak gerektiğini savundu. Daşdemir konuşmasının sonunda sosyalforum hakkında şöyle bir değerlendirme yaptı: “Sosyalforumlar sanki gazımızın alındığı organizasyonlardır, sanki bir el bilinçli bir şekilde bunu amaçlıyor.” 3. konuşmacı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yrd. Doç. Dr. Metin Özuğurlu, dünya sendikal hareketi konusunda çok karamsar bir tablonun çizildiğni, büyük düşüş olduğunu ama yine de sendikalarda çok sayıda örgütlü insanın olduğunu, yeni liberal saldırıya karşı yeni bir emekçi hareketinin de ortaya çıktığını, bugünkü sendikal krizin bir temsiliyet krizi olduğunu, işçilerin iddia edildiği gibi buharlaşmadığını, tam tersine işçiler dışında geniş kesimlerin de proletaryaya katıldığını savundu. Ekim 2006 ✓ ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer v Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 e-mail: [email protected] v www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 SAYI 104’ün İşçi Eki · Ekim 2006 v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli halkların kardeşliği için HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Biz de “Çingene”yiz, hayatımız “Roman”! Türkiye’deki ulusal azınlıklar arasında devletin ve evet değişik ulus ve milliyetlerden halkların da baskısına, horlanmasına, dışlanmasına vb. uğrayan azınlıkların başında “Çingene” diye tanıdığımız Romanlar gelmektedir. Dergimizin 78. ve 79. sayılarında Romanların ve Sintilerin de AB çerçevesindeki konumuna ve Türkiye’deki durumuna değinmiştik. Kuşkusuz ki Sinti-Romaların durumunu anlatabilmek için biriki makale yetmez. Bu bağlamda esas mesele sorunu bilince çıkarmak ve pratik tavırlarda buna uygun davranmaktır. T ürkiye’nin gündeminde yine savaş var… Hem Kürtlere karşı savaş kızıştırılıyor, devletin “gizli”, gerçekte bilinen güçleri provokasyonlar gerçekleştiriyor, hem de Lübnan’a, savaşa asker gönderiliyor. Ortadoğu’da kazan kaynıyor ve barut fıçısı çoktan patlamış durumda. Gündemde öne çıkan bu olaylar yaşanırken, halkların kardeşliğinin gerçekleştirilmesinin önünde önemli engel oluşturan ama geri planda kalan olaylar da yaşanıyor. Türkiye’de ulusal baskıya sadece Kürt ulusu maruz kalmıyor. Tüm ulusal azınlıklar da ulusal baskıdan payını alıyor. Türkiye Cumhuriyeti devletine boşuna “halklar hapishanesi” denmemiştir. Türkiye’deki ulusal azınlıklar arasında devletin ve evet değişik ulus ve milliyetlerden halkların da baskısına, horlanmasına, dışlanmasına vb. uğrayan azınlıkların başında “Çingene” diye tanıdığımız Romanlar gelmektedir. Dergimizin 78. ve 79. sayılarında Romanların ve Sintilerin de AB çerçevesindeki konumuna ve Türkiye’deki durumuna değinmiştik. Kuşkusuz ki Sinti-Romaların durumunu anlatabilmek için bir-iki makale yetmez. Bu bağlamda esas mesele sorunu bi- lince çıkarmak ve pratik tavırlarda buna uygun davranmaktır. Sömürüsüz, sınıfsız yeni bir dünya yaratma mücadelemizde ulusal baskının tüm türlerine karşı olduğumuzu ilan etmiş bulunuyoruz ve bu düşüncemize de uygun davranmaya çalışıyoruz. Bu bağlamda ulusal azınlıklara karşı uygulanan baskılara da kökten karşıyız. Bizim özel olarak şu ya da bu ulusal sorunu yaratma diye bir amacımız yoktur. Ama irademiz dışında varolanı da inkâr edemeyiz. Sömürüsüz, sınıfsız bir dünya yaratma mücadelesinde ulusal baskıya karşı mücadele de olmazsa olmazlardan biridir. Esas olarak “Çingene” diye tanıdığımız Romanlara yönelik baskılar, yaşanan olaylar vb. durumlar da burjuva medyasının esasta üzerini örttüğü gelişmelerdir. Romanların kendilerinin hakları için seslerini çıkarma durumu veya insan hakları savunucularının tavırları da olmasa, gerçekte yaşanan olayların neler olduğundan haberdar olamayacağız. Burjuva medyası esas olara k Romanlara karşı uygulanan baskıların üzerini örtmeye çalışırken bu yılın ilk yarısında “İskan Kanunu”nun değiştirilmesi için tasarıyı “72 yıllık ‘Çingene ayıbı’ bitiyor” vb. başlıklarla öne çıkardı. Sözkonusu tasarı CHP tarafından sunulmuş ve hâlâ –TBMM’nin internet sayfasındaki bilgiye göre– komisyonda bekliyor. Tasarı ile amaçlanan 14/6/1934’te kabul edilen ve 2510 sayılı kanunun 4. Maddesinde Türkiye’ye muhacir olarak kabul edilmeyecekler arasında yer alan “Göçebe Çingeneler” tanımının yasadan çıkarılmasıdır. Bu tasarının perde arkasında yatan gerçeklik ise esas olarak AB’nin Romanlara yönelik uygulamalar konusunda Türkiye’yi eleştirmesidir. Meclisin bu konuyla ilgili komisyonunda iki tasarı bekliyor. Biri 22.02.2006, diğeri de 31.03.2006 tarihli. İkisi de CHP tarafından sunulmuş ve birincisi Romanlardan bahsederken, ikincisinde “Çingeneler” sözkonusu. Yine birincisinde 1934’teki yasanın 1. Maddesi de değiştirilmek istenirken, ikincisinde sadece 4. Maddedeki “Geçici Çingeneler” tanımının çıkarılması talebi öne sürülmektedir. Yani ikincisi birincisinden de kötü. Sorunun özü ise, burjuva kalemşorların kitlelere empoze ettiği gibi, “Göçmen Çingeneler” tanımının si- linmesiyle, gerçekte “72 yıllık ‘Çingene ayıbı’”nın sona ermeyeceğidir. En başta Romanlara karşı devletin yasalarıyla uygulanan ırkçılık varlığını koruyor, bu düzen varlığını korudukça ırkçılık da varlığını koruyacak. Sözkonusu tasarı onaylansa da bu gerçeklik, olgu, ortadan kalkmayacaktır. Bunun en açık belgesi sözkonusu yasadır. Yasa değişikliği önerisi de aynı ırkçı yaklaşıma sahiptir. Tasarıyı sunanların esas kaygısı “AB ilerleme raporunda Çingenelerin, Türkiye’deki kültürel haklarını gereğince kullanamadıkları belirtilmektedir. Ayrıca Çingenelerin Türkiye’ye göçmen olara k girmesinin yasaklanmış olması eleştiri konusu yapılma”sıdır. Sözkonusu yasa tasarısı ile bu eleştirinin maddi temeli ortadan kaldırılmak isteniyor. Ama çabaları boşuna… Evet onların çıkış noktaları Romanlara yönelik ırkçılığın son bulması değil, AB’nin eleştirisinin gereksiz kılınmasıdır. Çabaları boşuna dedik, çünkü yasanın tüm yaklaşımı, içeriği ırkçıdır. Şu ya da bu tanımın yasadan çıkarılmasının, yasanın temel yaklaşımını değiştiremeyeceği açıktır. Tersini savunanlar ya siyasi körlerdir, ya da halkın bilincini karartmaya çalışan 13 halkların kardeşliği için siyasi hokkabazlardır. Olg u, gerek 1934’ dek i İska n Kanunu’nda, gerekse de sunulan tasarı da, temel yaklaşımın Türkçülük, ırkçılık olduğunu gösteriyor. Yasanın en temel düşüncesi “Türk kültürüne bağlılık ”tır. Kimlerin “Türk kültürüne bağlı” olduğu ise İcra Vekilleri Heyeti tarafından kararlaştırılıyor ve buna bağlı olarak kimin göçmenliğe kabul edilip edilmeyeceği belirleniyor. Sunulan tasarıda da 4. Maddenin A şıkkı aynen kalıyor. Buna göre “Türk kültürüne bağlı olmayanlar” “Türkiye’ye muhacir olarak alınmazlar”. 1934’teki yasa tüm hatlarıyla ırkçılığı simgelerken, CHP’nin sunduğu tasarıda Türk ırkçılığı kendisini Romanların “Türk milletinin bir parçası” olduğu yönlü düşüncede göstermektedir. İnceltilmeye çalışılan ya da kılıfına uydurulmak istenen bir ırkçılık sözkonusu… Tasarıda gerekçe bölümünde aynen şöyle deniyor: “Türk Milletinin eşit, saygın ve özgün bir parçasını oluşturan Çingenelere ne yazık ki siyasal, ekonomik ve sosyal yaşamda farklı bir gözle bakılmaktadır.” Bu tavır, “Türk boyları, Anadolu’nun yerli halkları ve Osmanlı coğrafyasının göçmenleri, bir arada bir bütün olarak, Türk Milletini oluşturmuşlardır.” tespitine bağlı olarak takınılmaktadır. Bu tavır Türkiye’de “azınlık mazınlık yok” tavrının bir versiyonu. İskan Kanunu’nda değişiklik yapılmaya çalışılırken bile Romanların ulusal azınlık olduğu gerçeği reddediliyor ve “Türk milletinin mozayiği” yaklaşımı sergileniyor. Türkiye’de ırkçılık, inkârcılıkla elele yürüyor… AB’ye uyum yasaları bağlamında çıkarılan paketlere 9. Reform Paketi de ek lenmeye çalışılıyor. İskan Kanunu’ndaki değişiklik de bu çerçevede ele alınıyor. İlk anda demokratikleşmede olumlu bir adım atılacağı kanısına kapılmak mümkün. Ama gerçekte “72 yıllık ‘Çingene ayıbı’” ortadan kaldırılmıyor. Hayatın gerçekleri bize şunları gösteriyor. ROMANLARA YÖNELİK BASKILARA KİMİ ÖRNEKLER 14 Türkiye’de son dönemlerde özellikle Kürtlere ve devrimcilere yönelik linç girişimleri sık sık yaşanıyor. En son olaylardan biri Lübnan’a asker göndermeye karşı yapılan eylemlerde yaşandı. Devletin güvenlik mensupları, ya da yetkilileri takındıkları tavırlarla böylesi çabaları teşvik etmekte, desteklemektedir. Linç olayı ama sadece devrimcilere ve Kürtlere karşı yaşanmıyor. Türk şovenizmi ve ırkçılığıyla beyinleri yoğrulanlar, kendilerinden olmayanlara, farklı olanlara karşı gerçek yüzlerini fırsatını buldukça göstermektedirler. Burjuva medyanın fazla yer vermediği olaylardan biri 29 Nisan 2006 tarihinde Afyon’un Şuhut ilçesinde yaşandı. Yerel gazetenin internet sitesindeki habere göre: “Şuhut’ta göçebe olarak yaşayan bir ailenin çocuklarının bazı kız öğrencileri rahatsız ettikleri iddiasıyla toplanan çok sayıda vatandaş, aileye ait 2 ev ve 5 at arabasını ateşe verdi.” (29 Nisan 2006, Cumartesi 20:36) Ateşe verilip yakılan sadece at arabaları, evleri ve sığındıkları ev değil, sözkonusu “göçebeler” de canlı canlı yakılmaya çalışılmıştır. Sözkonusu “göçebeler” ise Roman. Afyon’un Şuhut ilçesinde İHD’nin açıklamasına göre yaklaşık bin insan, sadece iddia üzerine Roman ailenin çocuklarını linç etmeye çalışmış, çocuklar evlerine kaçıp barakalarına sığındıklarında ise evleri ateşe verilerek insanlar canlı canlı yakılmak istenmiştir. Olaya müdahale eden polis Roman aileyi yanmaktan kurtarmış ama kitlenin romanlara saldırısı bitmemiştir. Polisin hayırhah tavrı sonucu da kitlenin saldırısına yeniden maruz kalan Roman aile bir başka eve sığınmış ve sözkonusu ev de kitle tarafından ateşe verilip yakılmıştır. Evet kabaca özetlediğimiz olay, okul müdürünün şikayeti sonucu gözaltına alınan ve savcılığın ifade almasından sonra serbest bıraktığı; yani suçsuz oldukları bizzat devlet mercileri tarafından onların serbest bırakılarak teslim edildiği bir durumda yaşanıyor. İnsanlar diri diri yakılmaya çalışılıyor. Ve bu olay Milliyet gibi gazetelerin “72 yıllık ‘Çingene ayıbı’ bitiyor” haberlerini yaygınlaştırmasından kısa süre sonra yaşanıyor. Türkiye’nin tarihine bakıldığında kuşkusuz ki insan yakmaya çalışmak ve yakmak yeni bir olay değil. Fakat bu olgu, özellikle de Hitler faşizminin soykırımına maruz kalan Sinti-Romalar için, açıkça faşizmin zulmüne maruz kalmanın bir örneğini ortaya koyuyor. Türkiye’de her gün barbarlığın değişik yüzlerini görüyoruz, yaşıyoruz. Fakat barbarlığın daha da yoğunlaşabileceğini, bunun potansiyelinin varlığını sürekli bilinçlerde tutmak ve bu gerçekliğe uygun olarak mücadele yürütmek her samimi demokratın, devrimcinin görevidir. Romanlara karşı devlet tarafından uygulanan baskıların bir örneği de, sayısı 100.000 civarında tahmin edilen Romanların Türkiye’de kimliksiz yaşaması durumudur. Bunlar “vatansız” sayılıyor ve sadece kimlik kartları var. Ama sözkonusu kimlik kartları da onlara hukuksal olarak hak arama hakkını ve imkânını vermiyor. Yani her türlü haktan yoksunlar… Türk vatandaşı olarak kabul edilmeyenlerin haklardan yoksunluğuna vurgu yapmamız, Türk vatandaşı olarak kabul edilenlerin Türk milletinin fertleriyle eşit haklara –ki Türkiye’de Türk halkının, işçilerin, emekçilerin de hakkı postallar altında– sahip olduğu anlamına gelmiyor. Edirne’de yaşandığı gibi, Romanlar fişleniyor da! Edirne Valisi “Yoksulları tespit edin” direktifini veriyor ama İl Sağlık Müdürlüğü Romanları fişleyen anket formları hazırlıyor. Yine tarihe bir örnek düşülüyor… Nazi Almanyası’nda da Sinti-Romalar katledilmeden önce fişlenmişlerdi! Sözkonusu fişleme formlarının hazırlandığı, hazırlık aşamasında ortaya çıkması ve tepkilere yol açması sonucunda yapılmak istenen fişleme gerçekleşmedi. Buna rağmen ama, İl Sağlık Müdürlüğü’nün bu çabası bile, Romanlara karşı varolan ırkçılığın hangi boyutlarda olduğunu ortaya koymaktadır. Edirne Valisinin “sorumluları” ortaya çıkarmak için soruşturma açması ise esas olarak Edirne’de yoğun olan Roman nüfusun tepkilerinin “istenmeyen” olaylara yol açmamasını sağlamak amaçlıdır. 2006 yılının ilk yarısında öne çıkan gelişmelerden biri, özellikle İstanbul’da esas olarak Romanların yaşadığı mahallelere yönelik yapılan operasyonlar oldu. Karabayır, Sarıgöl ve Hacı Hüsrev mahallelerine yapılan operasyonlara binlerce polis katıldı. Çelik yelekli, kar maskeli özel harekat timleri “Bahar Temizliği” operasyonu gerçekleştiriyordu… Güvenlik güçlerinin gerekçeleri, sözkonusu mahallelerin “suç bataklığı” haline geldiği biçimindeydi. Medya sözkonusu baskınları bir aksiyon filmi gibi aktarıyor ve operasyonların ne kadar haklı olduğu imajını yaratmaya çalışıyordu. Bu arada “Kapılar tek tek kırıldı”, “Evler didik didik arandı” tespitleri de yapılarak bazı gerçekler teslim ediliyor ve Romanlara karşı zaten varolan önyargılar kullanılarak düşmanlık körükleniyordu. Tüm bunların zirvesi “Kentsel dönüşüm” adı altında gerçekleştirilen yıkımlar, gerçekte ise Romanların yaşadıkları mahallelerden sürgün edilmesi anlamına gelen uygulamalar oldu. Hacı Hüsrev, Kağıthane, Kuştepe, Küçükbakkalköy ve Sulukule gibi yerleşim alanlarında “kentsel dönüşüm” adına devletin eliyle Romanlar yerlerinden sürgün ediliyor. Hürriyet gazetesi gibi burjuva basında böylesi haberler ancak “yabancı” basına yansıdığında yer alıyor… İngiltere’de yayınlanan “Economist” dergisi Sulukule’de yaşanan olaylara dikkat çektikten sonra Hürriyet de bu olayı haber yaptı. Kimi yazarlar ise, örneğin Radikal’de yazan Korhan Gümüş, haklı olarak 24 Ağustos tarihli yazısının başlığını “Yoksullukla değil, yoksullarla savaş” olarak attı. Evet, Türk tarihinin resmi yazarları, ya da resmi ideoloji Türklerin/ Osmanlının bu coğrafyada 700 yıllık tarihi olduğunu yazar… Oysa Romanların bu coğrafyadaki tarihi yaklaşık 1000 yıldır. Sulukule ise en eski yerleşim alanlarından biridir. Gerçekte “dağdaki gelip bağdakini kovma” durumundadır. 19 Temmuz’da Küçükbak kalköy’de Roman vatandaşlara eşyalarını al- masına bile izin verilmeden evleri yıkılıyordu. Evleri yıkılan insanların yıkıntılar altında kalan çeşmeden su içmelerini engellemek için çeşmenin suyu kesiliyordu… Evleri yıkılmış insanların tuvaleti, suyu, elektriği yok, operasyonda kullanılan biber gazının etkisinde kalan çocuklar hasta, insanlar sokaklarda, bebekler aç susuz, hastalık kol geziyor… Durum özetle böyleydi Küçükbakkalköy’de… Tabii ki diğer yıkım yapılan yerlerde de benzeri durum yaşandı. Tüm bunlar devletin çıkardığı 5366 sayılı yasaya dayanılarak ve “Kentsel dönüşüm” adına devletin belediye ve güvenlik güçleri tarafından gerçekleştiriliyordu. İskan Kanunu’nda “Gezginci Çingene” tanımı çıkarılmaya çalışılırken, yerleşik Romanlar yerlerinde sürgün edilip “gezginci” hale getirilmeye çalışılmaktadır… Ulaşılabilir Yaşam Derneği’nin (UYD) verilerine göre sözkonusu “kentsel dönüşüm” ya da “yenileme” projesi şimdiye kadar sadece Romanların yaşadığı bölgelerde uygulanmaya çalışılmıştır. Burada aktardığımız kimi örnekler de Türkiye’de Romanların ulusal baskıya maruz kaldığını açıkça ortaya koymaktadır. Romanlar en başta devletin yasalarındaki ırkçılıkla karşı karşıyadırlar. Ama sadece bu değil, devletin memurlarından, güvenlik güçlerine kadar ve ırkçılıkla, Türk şovenizmiyle beyinleri yoğrulan kitlelere kadar herkes tarafından aşağılanmakta, hor görülmektedir. Hatta, kendisi ezilen ulus olan Kürt ulusu mensupları tarafından bile hor görülmekte, aşağılanmaktadır. Yani ezilenlerin de ezileni konumundadır bizim Romanlar… İHD’nin 18.08.2005 tarihinde “Biz Çingeneyiz” başlığı altında ve değişik halkların kardeşliğine vurgu yapmak için yaptığı açıklamaya atfen yazımızın başlığını “Biz de ‘Çingene’yiz, hayatımız ‘Roman’” diye yazdık. Romanların sorunlarına da sahip çıkmak ve onlar üzerindeki baskılara da karşı mücadele etmek için BİZ DE “ÇİNGENE”YİZ diyor ve onların sorunlarına sahip çıktığımızı bir kez daha ilan ediyoruz. Evet, biz de “Çingene”yiz, hayatımız “Roman”! Sorunun özü, romanda neyin yazılı olduğudur! Romanımıza halkların kardeşliğini, sömürü sistemine son vermeyi, insanca bir düzeni, sömürüsüz, sınıfsız bir toplumu kurmayı yazmak için; eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği; insanlar, halklar arasındaki farklılıkları zenginliğimiz olarak görüp birliği gerçekleştirmiş bir tarihin romanını yazmak için mücadele etmek her sınıf bilinçli işçinin görevidir. “Çingene”ler üzerindeki her türlü baskıya son! Yaşasın halkların kardeşliği! Halkların kardeşliği için tek yol devrim! 16 Eylül 2006 ✓ halkların kardeşliği için A Ben de Kürd’üm, “Gerçek Kürt” kim? ğustos ayı sonlarında Antalya, Marmaris ve İstanbul’da meydana gelen ve sivil insanların ölümüyle sonuçlanan patlamalar, kimi burjuva kalemşorlar tarafından Kürt ulusuna karşı düşmanlığı körüklemenin, Türk şovenizmini kışkırtmanın aracı olarak kullanıldı, kullanılıyor. Türk egemenleri borazanlarıyla, tanklarıyla, toplarıyla yine saldırıda… Bu ortamda “barış” istemek bile yasaklı durumda. Milyonlarca Kürt insanı “barış” diye haykırıp duruyor, ama onların barış istemi bile Türk milletinden işçilere, emekçilere “terörizmi desteklemek”, “gizli tertip” vb. olarak gösteriliyor. Bir bakıma Kürt milleti çatışmaya, savaşa zorlanıyor… Kürtlere karşı düşmanlığı körükleyen kalemşorların başında gelen “köşe” yazarlarından biri de Hürriyet’in yazarı Ertuğrul Özkök. Özkök 30 Ağustos tarihli Hürriyet gazetesinde “Eğer siz gerçek Kürtseniz” başlığıyla yazdığı yazıda kimi dernek ve partilerin temsilcilerine seslendiği gibi “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt vatandaşlarına” da seslendi. Ne sesleniş ama! Türk şovenizminin, sömürgeciliğinin, Kürt ulusu ve ulusal azınlıklar üzerinde egemen güç olmanın tüm pisliği kusuluyor ortaya… Özkök’ün bu seslenişine kimileri haklı olarak Türk devletinin Kürtler üzerindeki baskılarını teşhir ederek cevap verdi. Kimi “eğer gerçek demokrat Türk iseniz” diye Özkök’ü doğrudan muhatap alarak tavır takınmaya çalıştı, kimi de “eğer insansanız” diye. Ben de devrimci bir Kürt işçisi olarak Özkök’ün tavrı hakkında görüşlerimi açıklamak istiyorum. Muhatabım kuşkusuz ki Özkök’ün kendisi değil. O, zaten egemenlerin, sömürgecilerin düdüğünü çalıyor. Görüşleri ise Türk şovenizminin ağusunu kusuyor. Türkiye’de günlük gazeteleri biraz da olsa takip edenlerin teslim edeceği gibi Hürriyet gazetesinin logosunda “Türkiye Türklerindir” yazıyor. Böylesi bir gazetenin “köşe” yazarlarından biri, hem de Kürt ulusunun ulusal varlığını reddeden, daha düne kadar Kürtleri “karda yürürken kartkurt sesleri çıkaran dağ Türkleri” olarak gören, gösterenlerin temsilcisi, bugün “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt vatandaşları”na sesleniyor. Ne hikmetse artık? İnsanlar değişir elbette, görüşleri de… Sorunun özü ortaya konan görüşlerin temelinin ne olduğu ve nasıl bir görüş savunulduğudur. Özkök’ün yazısında dile getirilen hemen hemen her düşünce üzerine sayfalarca yazmak mümkün. Fakat ben bu seslenişinde Özkök’ün şovenizmini ortaya koymakla kendimi sı- nırlıyorum. En başa konması gereken tespit “gerçek Kürt” tespitidir. Bu tespitin kendisi Özkök’ün ırkçılığının bir ifadesidir. Neden ve nasıl mı? En başta şu ya da bu millete ait olmayı “gerçek” “sahte” vb. biçimde ayırmaya kalkışmak yanlıştır. Bu yaklaşımın uç noktasında, kafatası ölçmek gibi ırkçılığın, faşizmin uygulaması vardır. “Gerçek Kürt” kim? Buna nasıl cevap verilecek? Kim bunu belirleyecek? Ölçü nedir? vb. sorular sorulduğunda bile, cevap verilmeye kalkışıldığında işin içinden çıkılmaz olduğu görülecektir. Özkök kendi ırkçılığını bu temelde ortaya koyarken aslında istediği “gerçek Kürt”ün ulusal kimliğini inkâr eden, hakları için mücadele etmeyen, hatta ve hatta Türk şovenizminin, ırkçılığının yardakçılığını, devletin işbirlikçiliğini yapan Kürt olduğunu da ortaya koymaktadır. Yani “iyi Kürt ölü Kürttür” düşüncesini başka kavramlarla, taleplerle savunmaktadır. Özkök, Kürtlere “Bu ülkeyi seviyor musunuz?” sorusunu sorup ardından da eğer böyleyse “Sesinizi çıkartın…” vb. tavır takınmakla, aslında “Ya sev, ye terk et” ırkçı yaklaşımı da savunma durumundadır. Bu mantıkla sesini Özkök’ün istediği gibi çıkarmayanlar bu “ülkeye” ait değildir… Özkök gibi burjuvazinin çanak yalayıcılarının “mertlikten”, “kardeşlikten” bahsetmesi, insan haklarını savunuyor rolüne girmesi normal insanın bile sabrını taşırmaya, burjuvazinin sistemine olduğu gibi, onun düdüğünü çalanlara da nefreti taşırmaya yetiyor da artıyor bile. Devrimci bir Kürt işçisi olarak bizim Özkök gibileriyle kardeşliğimizin mümkün olmadığını burada bir kez daha ilan etme durumundayım. Biz ezilen “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt vatandaşları”nın kardeşi, Türk milletinden ve tüm ulusal azınlıklardan işçiler, emekçilerdir. En azından biz devrimci Kürt işçiler diğer ulus ve milliyetlerden halkları dost, kardeş olarak görüyoruz. Ama hangi ulus ve milliyetten olursa olsun, egemenleri, sömürücüleri ve de bilimum burjuvazinin yardakçılarını sınıf düşma- nımız olarak biliyoruz. Özkök Kürtlere “Ülkenize, çocuklarınıza, gençlerinize, vatanınıza sahip çıkın.” çağrısında bulunuyor. Kuşkusuz ki onun sahip çıkın dediği “ülke” ve “vatan” Kürtlerin kendi ülkesi, vatanı değil, “Türklere” ait olduğu her gün Hürriyet gazetesinin logosunda söylenen “Türkiye”dir. Kürtler kendi ülkelerine, vatanlarına, çocuklarına sahip çıktığında Türk devletinin savaş aygıtının tümünü karşısında bulmaktadır. Kürtler anadillerinde eğitim talep ettiklerinde, en temel insani haklarını istediklerinde “terörist” olarak damgalanıp zindanlara tıkılıyorlar. Daha düne kadar bu memlekette “Kürdüm” demek bile takibat gerekçesi, katletme gerekçesi değil miydi? Bugün özde değişen ne? Haydi elde silah çatışanlara karşı devlet güçlerinin çatışmasını “normal” görelim. Ya 6, 9, 12… vb. vb. yaşlarda çocukların “terörist” diye sokak ortasında kurşuna dizilmelerine ne diyelim? Devlet güçleri Amed’de, Kızıltepe’de, Batman’da… çocukları kurşuna dizdiğinde bay Özkök’ün Kürtleri “şımarık azınlık” olarak gösterip Kürtlere karşı düşmanlığı körüklemesine ne demeli? Kardeşlik şimdi mi aklına geliyor? 80 yılı aşkın Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Kürtlere uygulanan sürgünler, katliamlar, zorla Türkleştirme çabaları; Kürtlerin varlığının inkârı günümüze dek sürmüştür. Fakat Özkök gibileri Türkiye’de terörün sorumlusu ve suçlusu olarak Kürtleri gösteriyor. Sanki tüm Kürtler aynı siyasetin savunucusu? Sanki Kürtlerin hepsi “terörist”? Özkök ve benzerlerinin ırkçılığı, tüm Kürtleri aynı kefeye koymakla da ortaya çıkmaktadır. Onlar için şu ya da bu terör eylemini gerçekleştirenin ulusal kökeni Kürt ise, o zaman tüm Kürtler bu terör eyleminden sorumludur, suçludur ve de tabii ki yargılanması, hatta ve hatta temizlenmesi gerekir… Tersine ama, bir Türk kökenli eğer benzeri bir şey yaparsa, o zaman “Türklükle alakası olmayan” biri olarak ilan edilir o şahıs. Bu arada tabii ki yapılan bir sahtekârlık da, sanki tüm Kürtlerin savaş yanlısı olduğu resminin çizilmesidir. Bugün Türk güvenlik güçleriyle, askeriyle çatışmak zorunda bırakılan PKK bile, yıllardır devletle barışmak için çırpınıyor. Günümüzde çatışmaları isteyen ve körükleyen, PKK’yi de çatışmalara zorlayan Türk devletidir. Kendileri arasındaki iktidar dalaşında, Ortadoğu’ya müdahalede, Güney Kürdistan’da bir Kürt devletinin kurulmasını engelleme çabası içinde, devlet erkini elinde tutan kesim, Kürtlerle savaşı kullanmaya çalışıyor. Savaşı körükleyen Türk devleti, kurban yine ezilen Kürt halkı oluyor. Devrimci bir Kürt işçisi olarak her şeyden önce, Türk sömürgeciliğine, şovenizmine, ırkçılığına karşı mücadelenin tüm ezilenler tarafından, ortak bir mücadele olarak verilmesinin gerekliliğini savunuyorum. Antalya, Marmaris vb. yerlerde gerçekleşen patlamaların değişik halkların, işçi ve emekçilerin sömürü sistemine karşı mücadelesine hizmet etmediği; tersine devrimci mücadeleye zarar veren eylem biçimleri olduğunu düşünüyor ve bu tür eylemleri reddediyorum. Özkök gibi tarihleri kanla, katl ia m la , soyk ı r ı m la dolu ola n egemenlerin ve çanak yalayıcılarının baskıya karşı mücadele edenlere söz söyleme, onlara akıl verme hakları yoktur. Bizim insanlar arasındaki ayrımımız “gerçek Kürt, Türk” ya da “sahte Kürt, Türk” vb. ırkçı yaklaşımlar değil, ezen ve ezilenler, burjuvazi ve işçiler, emekçiler ayrımıdır. Sözkonusu patlamalara yaklaşımımız da, bu eylemlerin sınıf mücadelemize hizmet edip etmediği temelindedir. Özkök’ün tavrına karşılık “gerçek Kürtler” işte şunu yapıyor, bunu yapıyor vb. tavır takınmak da yanlıştır, milliyetçiliğin, ırkçılığın başka biçimlerde, hem de ezilen bir ulusun haklarını savunma perdesine bürünen biçimde savunulmasıdır. Devrimci bir Kürt işçisi olarak başta Türk şovenizmine, ırkçılığına karşı mücadele edilirken, Kürt ya da başka bir milliyetçiliğe karşı da mücadele edilmesinin tüm devrimci, sınıf bilinçli işçilerin görevi olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de Özkök gibilerine ve tabii ki Türk şovenizmine karşı mücadelede Türk milletinden işçiler, emekçiler görevlerini yerine getirdikçe, sınıf kardeşliğimizin birliğe dönüşüp pekişmesi de, ortak mücadelemizin güçlenmesi de gerçek hale gelecektir. Yaşasın proletarya enternasyonalizmi! Yaşasın değişik ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin birliği ve ortak mücadelesi! Kahrolsun Türk şovenizmi! 12 Eylül 2006 YDİ Çağrı okuru ✓ 15 halkların kardeşliği için HİÇ BİR FAŞİST SALDIRI KÜRT ULUSUNUN ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİNİ DURDURAMAZ! DİYARBAKIR’DAKİ FAŞİST SALDIRIYI LANETLİYORUZ! F 16 aşist katiller yine iş başındaydı. 12 Eylül akşamı Diyarbakır’da Bağlar beldesi Koşuyolu parkında çekirdek kırarak eğlenmeye çalışan insanların arasına bırakılan termos içerisine yerleştirilmiş olan bombanın, bir çocuğun termosun kapağını açması sonucu patlamasıyla 7’si çocuk 10 kişi hunharca katledildi. Yetkililer, cesetlerin patlama nedeniyle parçalandığını ve tanınmayacak durumda olduğunu, bu nedenle kimlik belirleme çalışmalarının güçlükle yapılabildiğini söylediler. Katliamın hemen arkasından emniyet suçu PKK’nın üzerine atmak için harekete geçti. Olayın hemen arkasından olayı üstlenen JİTEM taşeronu Türk İntikam Tugayı’na (TİT) rağmen, Hükümet ve Emniyet olayı PKK’nın üstüne yıkmaya çalıştı. Uzun yıllardır herhangi bir saldırının olmadığı Diyarbakır’da JİTEM’cilerin tekrar göreve çağrılmasıyla böyle bir saldırının gerçekleşmesi hiç de tesadüf değildi. Diyarbakır’daki patlamayla ilgili ortaya atılan başka bir iddia da, “Atabey gerillaları” adlı grupla ilişkili olabileceğiydi. İddialara göre, Atabeyler operasyonunda ele geçirilen telsizlerle, Diyarbakır’da 10 kişinin ölümüne yol açan bomba düzeneklerinde kullanılan telsiz parçaları aynı marka ve modeldi. Emniyet, bu iddialara ilişkin herhangi bir açıklama yapmadı. Tesadüfe bakın ki, Diyarbakır’daki saldırıdan iki gün sonra mahkemeleri olan ‘Atabey gerillaları’nın üyeleri tahliye edildi. Diya rba k ı r’ d a k i bombacı la r, Şemdinli’nin bombacıları olan “iyi çocuklarının” acemiliklerinden ders çıkarmışlardı. Biz komünistler, sosyalistler genel kitleyi hedefleyen hiçbir saldırı ve bombalama eylemini doğru bulmadığımızı burada bir kez daha açıklıyoruz. DTP’nin ateşkes çağrısına provokatif bir cevap olan bu katliamdan sonra, Diyarbakır’da bulunan İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu’nun, TİT açıklamalarını ciddiye almaması, ikinci bir Şemdinli sıkıntısı yaşamamak için bu kez „dikkatli“ ve Genelkurmay ile uyumlu hareket etmeye çalışmaktadır. Bu katliamın arkasından yapılan barış çağrılarına Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ “PKK terörünün sonu gelene kadar savaşacaklarını“ söyleyerek PKK önderliğinde gelişen Kürt Ulusal Hareketine karşı şiddet dışında bir çözüm görmediklerini açık bir biçimde dile getiriyordu. Aynı tavrı, ABD’nin PKK ile Mücadele Koordinatörü emek li Orgeneral Joseph Ralston’un; PKK’ya karşı askeri operasyonun “son seçenek” olarak görülmesi gerektiği şeklindeki tavrına karşı Edip Başer; “PKK muhatap alınırsa bu iş biter” diyerek sorunun çözümü konusunda şiddet dışında başka bir çözümün seçenek olmadığını söylüyordu. Tüm bu açıklamalar devletin, Kürt sorununun çözümünde (devlet için zaten Kürt sorunu diye bir sorun yoktur, terör ‘sorunu’ vardır) şiddet dışında başka yol tanımadığını bir kez daha ilan ediyordu. DTP ve bazı aydınların PKK’ya tek taraflı ateşkes çağrısı yapmasına, devlet, bunlar tamamıyla imha edilecek tehdidiyle cevabını verdi. Kürt ulusu- nun ulusal haklarının tarih boyunca şiddetle ezilmesi, bundan böyle de bu potikanın değişmeyeceğini gösteriyor. ABD’nin Koordinatör atamasına gelen eleştiriler karşısında Başer “Koordinatör değil, özel temsilciyim” diyerek PKK’yla müzakereye girecekmiş gibi gösterilmesine oldukça kızgın ve sert bir tavır takındı. Kuzey Kürdistan’da sürekli operasyon halinde olan TSK’nın, Güney Kürdistan’a operasyon düzenleyerek sorunu şiddetle çözme dışında bir yol tanımadığını açıkça gösteriyordu. Devlet bir taraftan bu operasyonları yaparken, diğer taraftan Türk işçi ve emekçileri arasında Kürtlere karşı her türlü şoven, milliyetçi, ırkçı, kafatasçı saldırılarını da azdırarak sürdürmektedir. Bu saldırıların da bir sonucu olarak Türk ulusundan işçi ve emekçi yığınları sessizliğini koruyarak suç ortaklığına devam etmektedirler. Başka bir halkın ezilmesine ses çıkarmamak suça ortak olmak demektir. Özgür olmamak demektir. Gerçek özgürlük eşitler arasındaki özgürlüktür. Ezenle ezilen arasında eşitlik olamaz. Tarih boyunca Kürt ulusunun her türlü ulusal haklarını baskı ile yok sayanların ve bu haklı talepleri zorla bastıranların varlığı şartlarında gerçek bir barıştan söz edilemez. Gerçek barış ancak eşitler arasında mümkündür. Sermaye egemen olduğu sürece gerçek barış olamaz. Gerçek barış için sermayenin egemenliğine son vermek gerekir. Bu da ancak devrimle mümkündür. Diyarbakır’daki katliamı burada bir kez daha lanetlerken, bu katliamın hesabının da devrimle sorulacağını söylüyoruz. Kahrolsun Türk şovenizmi! Halkların kardeşliği için tek yol devrim! Bimre koleti, biji azadi! 19.09.2006 ✓ Sessiz Protesto Amed’de (Diyarbakır) son günlerde çete=devlet tarafından sivil insanlara yönelik olarak bir bomba patlatılmıştı. Olaya karşı yas ilan eden Amed’li kepenk kapatarak olayı kınadı ve saldırıların kendilerine yapıldığı bilinciyle haklı tepkisini koydu. Üçüncü gününde 32 sivil toplum örgütü ve çeşitli siyasi partilerin destek verdiği bir miting yapılacaktı. Buna izin vermeyen valilik yine yasaklarına devam etti. Ancak kitle saat 12.00’de olayın yaşandığı alana yakin olan Koşuyolu’nda insan hakları anıtının önünde bir araya gelerek sesiz olarak bir protesto yapılacağı belirtilen basın açıklamasını yaptı. Tabii kitle çoğunlukla buna uymayarak “Katil devlet hesap verecek!”, “Katil AKP hesap verecek!”, “Bebek katili Erdoğan!”, “Biji serok Apo!” ve “PKK halk, halk burada!” sloganlarını attı. Basın açıklaması yapılan araçtan S. Tanrıkolu’nun bütün anonslarına rağmen kitle alkış ve sloganlarına devam etti. Yaklaşık olarak 30-50 bin arasında katılan kitleye basın açıklamasında destek veren 32 sivil toplum örgütü sayıldı. Bunların arasında 3 bin operasyonla Kürt halkının kanı üzerinde yükselen bir parti de dikkat çekmekteydi. Ağar’ın Dogruyolu da vardı. Ölenler için bir saygı duruşu yapıldı. Ortak açıklamayı Diyarbakır IHD başkanı da olan S. Tanrıkolu yaptı. Basın açıklaması bitiminde dağılmayan çoğunluğu genç olan kitle sloganlar eşliğinde yürüyerek olayın olduğu yere karanfil bıraktı. Buradan yürüyerek ölenlerin mezarlarına gitti. Polisin bütün uyarı ve ikazlarına aldırış etmeden haklı tepkisini ortaya koydu. Bu sistem sürdükçe ezilen emekçilere karşı yeni olayların gelişmesinin engeli yoktur. Engel bilinçli bir örgütlülükle varılacak devrim ve sosyalizmle sağlanacaktır. Yaşasın örgütlü toplum, yaşasın devrim ve sosyalizm! Amed’den Yeni Dünya İçin Çagri okuru ✓ yaşam temellerini koruma mücadelesi NE TÜRKİYE’DE, NE FİLDİŞİ SAHİLİ’NDE NE DE BAŞKA YERDE: Zehirli atık çöplü ğü olmaya hayır! G erçekte yaşamanın çok pahalı olduğu ve insan değerinin sıfır olduğu bir toplumsal sistemde, sömürü üzerine kurulu kapitalist sistemde yaşıyoruz. Barbarlık bu sistemin kaçınılmaz yol arkadaşı. Küreselleşmenin kendisi yeni bir şey olmasa da, dünyanın küçüldüğü, özellikle de çevrenin katledilmesinin de küreselleştiği, ya sosyalizm ya barbarlık içinde çöküş sloganının güncel ve acil durumu ifade ettiği bir tarihi dönemdeyiz. Türkiye’de de gündem çok hızlı değişmekte ve insan hafızası bu kadar yoğun olan sorunları kaydetmekte zorlanıyor. Daha dün… evet dün müydü? Yoksa çok daha önce miydi? Tuzla’da ve… tüh be adını yine unuttuğumuz şu ova bu ova mıydı? Zehirli atıkların varillerle toprağa gömüldüğü ortaya çıkmamış mıydı? vb. diye sorulara cevap vermekte zorlandığımız bir durumdayız toplum olarak. Sayısı belirsiz zehirli atık varillerinin insanların piknik yaptığı, gezdiği, oynadığı yerlerde ortaya çıktığında, kısa bir süre ayağa kalkıp sesleniyoruz. Ardından hemen gerisin geriye oturuyoruz yerimize. Otururken de bir yerlerimizi incitip yatalak oluyor, uyuyoruz. Ta ki, acımız dinip uykumuz geçene ve bizi ayağa kaldıran yeni bir skandal, rezillik ortaya çıkana kadar… Evet, zehirli atıklar ortaya çıktı Tuzla’da… kimilerine sorumlu diye 7500 YTL ceza kesildi ve sorunun üzeri kapatıldı. Ama çevreye ve de insanlara verilen zararın ne olduğu kimseyi fazla ilgilendirmedi. Ve biz de Tuzla’yı muzlayı unuttuk… Asbestli gemi sorunu gündeme gelene kadar zehirli atık sorunu üzerine; Tuzla’daki atıkların gerçekte hepsinin ortaya çıkarılıp çevreye ve insanlara zarar vermeyecek şekilde imha edilip edilmediği vb. sorunların üzerine gitmedik. Asbest yüklü “Otapan” adlı geminin Hollanda’ya geri iade edilmesi için mücadele biraz da olsa insanı teselli eder gibi oluyor ama, olmuyor. Zehirli atık lar sorunu sadece Türkiye’nin sorunu değil. Çevreyi ve doğayı korumak isteyenlerin ve insan yaşamına değer verenlerin, dünya çapında yaşanan barbarlığa sesiz kalmaları mümkün değil. Sermaye ne kadar küreselleşmişse, doğamızı, çevremizi tehdit eden emperyalist barbarlık da o kadar küreselleşmiştir. Tıpkı, sınıf mücadelesinin enternasyonalliği gibi, doğanın talanına, çevrenin kirletilmesine karşı mücadele de sınıf mücadelesine bağlı ele alınması gereken enternasyonal bir mücadeledir. Sömürü sistemine karşı mücadelede dünya devrimi tek tek şu ya da bu devlet sınırları içinde gerçekleşmesi gerekirken, radyasyon, doğanın talanı ve çevrenin kirliliği, sermayenin dolaşımı gibi herhangi bir sınır tanımamaktadır. Sonucu tek cümlede ifade edersek, dünyayı barbarlık içinde çöküşe gitmekten kurtarmak istiyorsak; gelecek kuşaklara üzerinde yaşanabilecek bir dünya, doğa ve çevre bırakmak istiyorsak, sömürü sistemine, emperyalist dünya sistemine karşı devrim için mücadele vermek zorundayız. Mücadelemiz uluslararası düzeyde olmak zorundadır. Dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, işçilere, emekçilere saldırılar; doğayı talan ve çevreyi katletme, biz dünyanın tüm işçilerine, emekçilerine, doğamıza, çevremize saldırıdır. Bunun doğal sonucu olarak da, sadece kendi ülkemizde yaşanan olaylarla ilgilenmek yetmiyor. Tuzla’da, Hasankeyf ’te, Akkuyu’da, Sinop’ta, Bergama’da, Aliağa’da vb. vb. yaşananlara karşı pratik olarak mücadele ederken, dünyanın şu ya da bu ülkesinde yaşananlarla da ilgilenmek ve emperyalist barbarlığın her türüne karşı mücadele etmek zorundayız. Aksi halde, barbarlık içinde çöküşe gidiş engellenemeyecek. Evet, Türkiye’de zehirli atık bağlamında gündeme gelen asbest yüklü “Otapan” adlı geminin Hollanda’ya geri iade edilmesi üzerine tartışmalar sürüyor. Türkiye’de bunlar yaşanırken yine Hollanda’nın işin içinde olduğu ve kimi çevreyi koruma yanlılarının tespitlerine göre şimdiye kadar Afrika’da tespit edilmiş en büyük zehirli atık skandalı Fildişi Sahili’nde yaşandı. Basına yansıdığı kadarıyla sözkonusu atık skandalının kısa öyküsü şöyledir. Panama bandıralı ve Yunanistan’a ait “Proba Koala” adlı tanker Hollandalı bir şirket tarafından kiralanıyor. Tankerde 580 ton civarında yüksek düzeyde zehirli atık bulunmaktadır. Sözkonusu atıklar aslında Hollanda’da atık yakan bir firma tarafından imha edilmesi gerekiyor. Bu işleme başlanıyor da. Atıklar boşaltılmaya başlandığında dayanılamaz bir koku yayılmaya başlıyor ve boşaltma işlemi durduruluyor. Sözkonusu atıkları imha etmesi gereken APS adlı firma, tankerde bulunan atıkların verilen bilgilere uygun olmadığını tespit ettiğinde, imha etme fiyatını yükseltiyor. Bunun üzerine sözkonusu firmanın yeni fiyata atıkları imha etmeye yaklaşmaması, atıkların Amsterdam’dan başka yere taşınmasını gündeme getirmiştir. Rüşvet yiyen bir yetkili memurun sözkonusu tankerin Amsterdam’ı terkedebileceğini onaylaması ile bu onaya dayanarak Çevre Bakanlığının da onay vermesiyle zehirli atık taşıyan tanker Amsterdam’ı terk ediyor. 19 Ağustos’u 20 Ağustos’a bağlayan gece tanker Fildişi Sahili başkenti Abidjan limanındadır ve zehirli atıklar Fildişi Sahili’li bir firma tarafından en azından 14 ayrı çöplüğe taşınır. Aynı gece çöplüğe yakın yaşayan insanlar dayanılmaz koku ve boğazlarının yanmasıyla uyanırlar. Hatta çöplüğe başka kamyonların girişini engelleyerek daha fazla çöpün dökülmesine engel bile olurlar. Kimilerine göre başka çöplüklere zehirli atıkların dökülmesinin gerekçesi, sözkonusu çöplüğe yakın oturanların kamyonlara engel çıkarmasıydı… Kamyonları engelleyen insanların sözkonusu çöplüğe karşı mücadelesi sadece şimdiki zehirli atıkların dökülmesiyle sınırlı değil. Onlarca yıldır sözkonusu çöplüğün oradan taşınması isteniyor. İnsanlar haklı olarak “sağlığımızı sattınız” diyerek barikat kurup kamyonlara geçit vermemeye çalışıyor. Kuşkusuz ki her zaman başarılı olamamışlar bundan. Bu atıklar sadece çöplüklere değil, açık kanalizasyona, ya da cadde kenarlarına da dökülmüştür. Sözkonusu çöplerin zehirli atık olduğu ve öngörülen teknik yollarla imha edilmediği, tersine rast gele meydanlara serpildiği; Eylül ayı başlarında yüzlerce insanın hastanelere düşmesinin ortaya çıkardığı merak ya da soruya cevap aranırken hastaların anlattıklarıyla ortaya çıktı. 20 Eylül tarihli verilere göre 7 kişi öldü, 66 kişi hayat tehlikesiyle hastanelerde özel muayene görüyor, toplam 44.000 kişi ise sağlık merkezleri tarafından muayene edilip ilaçlar verilmiştir. Evet, çöplüklere dökülmesinden yaklaşık iki hafta sonra binlerce insanın hastalanmasına, onlarca insanın ölüm tehlikesi geçirmesine ve 7 kişinin ölümüne yol açmıştır bu zehirli atıklar. Bütün bunlar toplam bir aylık süreçte yaşanıyor. Bunun uzun süreli zararlarının ne kadar olacağı ise bilinmiyor. Bu süreçte zehirli atıklardaki maddelerin ne olduğu bile bilinmiyordu. Tüm bunlar göstermelik de olsa geçici hükümetin istifa etmesine yol açtı. Başbakan Charles Konan Banny yeniden hükümet kurmakla görevlendirildi ve kısa sürede yeni kabine kuruldu. Taşıma ve Çevre bakanları sözkonusu skandalla ilişkileri olduğu gerekçesiyle görevlerinden oldular. Sonuçta sözkonusu at ı k la rı n Avrupa’ya taşınacağı ve Fransız bir firmanın bu atıkları imha edeceği açıklandı. İş bununla bitmiyor tabii ki. Zehirlenenlerin sağlığı gerçekte yerine gelmeyecek. Hatta kimi yetkililer, sözkonusu atıkların döküldüğü çöplüklere yakın çevrede üretilen sebze ve meyvelerin, ya da üretilen balıkların yenmemesi gerektiği yönlü uyarılar da yaptı. Tüm bunlar arasında foyası ortaya çıkanlar, sorunu kendilerinin uluslarası anlaşmalara uygun davrandığı, suçlu olmadığı, ya da suçlunun yerli firma olduğu ve benzeri temelde tartışmalar yürütmeye başladı. Ne büyük sahtekârlık ve pişkinlik… Gerçekte suçlusu hangi firma olursa olsun zehirli atıkların insanların yaşamını yok edecek, sağlıklarını ellerinden alacak biçimde; zehirlerin yayılmasının önüne geçilemeyen yerlere dökülmesinin kendisi insanlık düşmanı bir uygulamadır, edimdir. Kim suçlu diye tartışmak tabii ki gereklidir. Fakat yapılan cürümü uluslararası kurallara uygun olduğu açıklamasıyla haklı çıkarmaya çalışmak da en azından işlenen cürüm kadar yanlıştır, suçtur. Biz sözkonusu suçlu olan firmanın, ya da suçlu diye tutuklanan kimilerinin isimlerini bilmiyoruz. Fakat suçlunun kim olduğunu biliyoruz. 17 yaşam temellerini koruma mücadelesi 18 Çünkü bunda belirleyici olan şu ya da bu isim değildir. Belirleyici olan bu cürümün işlenmesinin perde arkasında daha fazla kâr çabasının yattığı gerçeğidir. Tuzla’daki zehirli çöp varillerinin ortaya çıktığı günlere bir dönelim. Bu çöplerin gizlice toprağa gömülmesinin nedeni nasıl açıklanmıştı? İmha etmek için ödenecek para, ya da fiyat yüksektir. Daha az para verilerek çöp varilleri oraya buraya gömülerek çöplerden kurtulunuyor… Evet, tam da bu açıklama ile zehirli atıklar imha edilecek Hollanda’dan taaaa Fildişi Sahili’ne gönderiliyor. Neymiş efendim? Hollanda’da imha fiyatı 250.000 Euro çok yüksekmiş. Eee… bu fiyat ödenmeyerek daha ucuza atıklardan kurtulunmuş. Afrikalı insanların zehirlenmesinden, ölmesinden ya da sakat kalmasından kime ne! İşin bir diğer yanı da tabii ki Fildişi Sahili’nde de derdi, amacı daha fazla kâr etmek olan tabakalar var. Onlar için de fakirin, yoksulun hayatının değeri sıfırdır. İşte, kapitalizmin doğayı talan etmesine, çevreyi kirletmesine karşı mücadelenin sınıfsal mücadele temelinde ve ona bağlı olarak yürütülmesi gerektiğini söylerken, tam da bu ilişkiyi bilince çıkarmak istiyoruz. Kapitalizm için insanların, doğanın, çevrenin değeri sadece onların çıkarlarına uygun olduğu, onlara hizmet ettiği sürece ve ölçüde vardır. Onun ötesinde hiç bir değeri yoktur… Kâr, daha fazla kâr, azami kâr… “büyük insanlığa” yaşamı zehirleyen, onların geleceğini ellerinden alan, nefes borularını tıkayan bu sömürü sisteminin temel dürtüsüdür. Basel Anlaşması’na göre zehirli atıkların başka ülkelere taşınması ve benzeri işler iyice kısıtlanmıştır, belli ölçülerde yasaklanmıştır da. Ama temel dürtüleri azami kâr olanların kendilerinin koyduğu kuralları çiğnemesi de doğaldır. Çünkü onların koydukları kurallar da esasta belli sivri uçları törpülese de, yine onların çıkarlarına uygun olduğu sürece geçerlidir. Çıkarlarına ters geldiğinde ya sözkonusu kuralları değiştirirler, ya da şu ya da bu yolla kuralları bir kenara atıp, işi kılıfına uydururlar. Fildişi Sahili’nde ortaya çıkan zehirli atık skandalı da, doğayı ve çevreyi koruma mücadelesinin uluslararası işçi sınıfının ve emekçilerinin sınıfsal mücadelesine bağlı olarak ve uluslararası düzeyde emperyalist sisteme karşı yürütülmesi gerektiğini bir kez daha ortaya koymaktadır. Bu bilinçle yürüyen mücadelelerin birbirinden kopuk yürümesine karşı, sözkonusu mücadelelerin bir mecrada birleştirilmesi için çaba göstermek gerekir. İster Türkiye çapında olsun isterse de uluslararası düzeyde olsun mücadeleyi sürekli ve sistemli biçimde yürütebilmek amacıyla çabamızı yükseltelim. Zehirli atık çöplüğü olmaya hayır! 20 Eylül 2006 ✓ ATOM (NÜKLEER) ENERJİSİ TARAFTARLARI YALAN SÖYLÜYORLAR… YERİNE ATOM SANTRALI KURULMASIN! VAROLANLAR KAPA Ş Atom öldürür - Doğ imdilik Anadolu’da Sinop’u seçtiler, ses çıkarmaz isek yarın bunlara yenileri eklenecek…. Başımızdaki doğal felaketler yetmezmiş gibi, bir de azami kar ve silahlanma hırslarının bedelini bize, doğmamış çocuklarımız ve torunlarımıza ödetmek istiyorlar. Torunlarımızın geleceğini ipotek altına aldıkları yetmezmiş gibi, birde onları doğarken sakat bırakmak için planlar yapıyorlar. Bu planın ismi atom santralleri yapma işi. Neymiş efendim; „enerji açığımız varmış, bu açık 2020’lere kadar daha da artacakmış, bunun önlemini bugünden almak için atom santrallerine ihtiyaç varmış“. Yalanınız batsın! Elbette; insan yaşamının bir parçası da enerji tüketimidir. İhtiyaçlar ve refah düzeyi yükseldikçe enerji tüketimi de doğal olarak fazlalaşmaktadır. Doğadaki denge bozuk olduğu gibi, enerji tüketiminde de korkunç bir bozukluk-dengesizlik söz konusudur. Tabloda görüldüğü gibi insanlığın %75’i dünya standartlarının altında enerji tüketirken, bu tüketimde büyük emperyalist ülkelerde durum farklıdır. Birilerinde 2 haneli (fakirlerde) birilerinde ise 5 haneli (zenginlerde) rakamlar söz konusudur. Bu durumu ülkeler somutuna indirgediğinizde de aynı tablo ile karşılaşmak çok doğaldır. Aşağıdaki Tablo durumu göstermektedir: nün refahı için kullanılmakta, pazarlanmaktadır. Dünya insanlığı, başından beri doğanın kendisine sunduğu bu fosil enerji kaynaklarını kullanırken her yeni buluş ve keşifle hem bu kaynaklara bağlılığını arttırmış, hem de hep artan ölçüde bu kaynakları tüketmeye yönelmiştir. Fosil enerji kaynaklarına bağlı kalışta üretim araçlarını, ormanları, akarsuları, madenleri, petrol yataklarını özel malı haline getirenler, köleci sistemden zamanımıza kadar doğanın ırzına geçilmesinin öncülüğünü de yapmışlardır. Bir avuç sömürücü asalak bugünde bilinçli olarak insanlığın enerji ihtiyacını kendi kar hırslarına göre yönlendirebilmektedirler. Bunun için gazeteleri, dergileri, televizyonları yani yeterli propaganda ril fiyatı 78 Dolardır. Doğalgaz derseniz o da aynı.. Günlük piyasaya sürülen milyonlarca varilin 4 yıllık hesabını yapmaya kalkarsanız, kontrolü elinde tutanların elde ettikleri karı da hesaplamış olur ve Irak itler vadisindeki kurt dalaşının gerçeğini de biraz olsa anlamış olursunuz. İşte bizdeki yalancıların sahtekarlığı, tam bu noktada kendini göstermektedir. Neymiş efendim „petrole, enerjide dışa bağımlılığa son vermek istiyoruz, bunun içinde atom santrallerine ihtiyacımız var”mış. Yalanınız batsın! Fosil enerjinin alternatifi yalnızca atom enerjisi mi??? Yoksa hesaplarda gizlenen başka gerçekler de söz konusu mu? Atom dışa bağımlılığı da ayrı bir konu, onu aşağıda inceleyeceğiz. Son aylarda dünya İran’ı atom santralleri bağıntısında tartışmaya başladı, atoma sahip devletler İran’ın böyle bir güce sahip olmasına temelden karşılar. Acaba Türkiye’deki iktidar sahipleri de İran’ın bu isteğine karşı kendi tedbirini mi almak istiyor, yani ilerde TC de atom gücü olmaya niyetli mi ? Bu sorulara cevap vermeden önce atom enerjisi denilen illetin içini biraz açalım..: Enerji nedir, nasıl sağlanır? Çok değil bir asırdır tüketilen fosil enerji kaynakları (kömür-doğalgaz-petrol) artık suyunu çekmeye başladı. Bu kaynaklar doğada tüm insanlığın malı olarak bulunmasına rağmen, hala kapitalistlerin kasalarına saat başı milyonlarca dolar karlar bırakmakta, bir avuç sömürücü- araçları mevcuttur. En barizi ikinci Irak savaşından bugüne kadar petrol fiyatlarındaki oynamalarla elde edilen milyarlarca dolar ekstra kardır. Irak’a ABDİngiliz ve müttefikleri saldırısı öncesi günlerde Varili 22 Dolardan piyasaya sürülen petrolün bugünkü va- Enerji insanın ısınmasından, aydınlanmasına, pişirmesinden kurutmasına, bir noktadan bir başka noktaya ulaşmasına kadar gerekli olan tüketim madde ve araçlarının toplamıdır. Dünden bugüne bu alanda büyük değişiklikler ve gelişmeler sağlanmıştır. Petrolden kömüre, doğalgazdan oduna onbinlerce yılda oluşmuş olan bu doğal fosil yakıtlar insanlığın rahatı uğruna tüketilmektedir. Terk edilen fosil enerji kaynakları atıklar aracılığıyla hava, su ve toprağı da kirletmektedir. Bu kirlenme yaşam temellerini koruma mücadelesi … SADECE SİNOP’A DEĞİL DÜNYANIN HİÇBİR ANSIN!… YALANA KARŞI DOĞRUSU.. ğa güldürür (1) gelinen yerde yakın çevrenin ötesinde atmosferi de içine alarak iklim değişikliğine yol açmaya başlamıştır. Yani dünyadaki yaşamı tehdit eder hale gelmiştir. Fosil yakıtların çevre ve insan açısından yarattığı olumsuzluklar doğaya salınan 6 sera gazının zehirleyici ve kirletici etkisinde yatmaktadır. Bunların başında CO2 ve Metan ve kükürt gelmektedir. Atom enerjisi lobisi tam da bu noktada devreye girmekte, “kirli” fosil enerji kaynakları yerine “temiz” atom enerjisi propagandası yapmaktadır. Gerçekte “çevre sağlığı” adına atom enerjisi kullanımını savunmak bela yerine daha büyük belayı savunmaktır. Neden yapılıyor bu? Çünkü daha fazla kar söz konusudur. Yenilenebilir enerjiye yatırım daha az kara yatırım anlamına geldiği için kapitalizm doğasına uygun olan alana, atoma yatırım yapmayı daha uygun ve gerekli görmüştür. Bir taşla birkaç kuş vurmak çok daha işe yarar strateji olduğu için atoma yönelinmiştir. Atom ve atom enerjisi : Nazım Hikmet 1958’de bir şiirinde şöyle diyordu: “Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm.” Barbarlığı bayrağına yazmış emperyalist sistemde ölüm dünyaya iniyor. Nazım’ın 48 yıl önce yazdıklarını anlamak onca zor olmamasına rağmen, bugün O’nun Anadolu’suna yeni “ölümleri indirme” çabasında olanlar hangi kılık ve rütbe ile atom/nükleer enerji kullanımını savunurlarsa savunsunlar, onlar birer ölüm taciridirler. Atom enerjisi kullanımı hemen her durumda aynı zamanda sömürücü egemenlerin atom silahı, atom bombasına sahip olma amacıyla, hedefiyle bir arada yürümektedir. Dünyada, BM verilerine göre şimdiye kadar gerçekleşen 200’ün üzerinde atom/hidrojen bombası denemesi sonucu 400 bin üzerinde insanın hayatını kaybetmiş, 20 milyon üzerinde insanın sakat kalmıştır. Denizlerde yapılan denemelerde ne kadar deniz canlısının yok edildiğini tespit etmek dahi mümkün olmamış ve olmamaktadır. İlk denemeyi anlatan; “New York Times” muhabiri “Başka dünya’dan gelen bir ışık, dünyanın şimdiye kadar görmediği bir güneşin doğuşu. Şimdiye kadar görülmemiş bu güneş, saniyenin bir kaçta biri kadar zamanda 2.500 metreye yükseldi. Göğü ve yeri gözleri kör eden bir ışıkla tutuşturdu. 2 kilometre çapındaki ateş tüpü nerdeyse bizi yutacak diye korkup yere daha sağlam yapıştık. Bunu içinde Denemenin yapılacağı yere “Jordano do la muerto” (Ölüm bahçesi) adı verilmişti.” diyor. Deneme ile kalmadı işler tabii. Atom bombası varsa, geliştirildi ise, bu kullanmak için var. 1945 Ağustosunda ABD Japonya’da Hiroşima ve Nagazaki’ye bugünkülerle karşılaştırıldığında oldukça “küçük”, 20’şer kilotonluk iki atom bombası attı. Bu bombalar iki kenti “ölüm bahçesi”ne çevirdi. Atom bombaları Hiroşima’da 260 bin ölü, Nagazaki’de 170 bin ölü ve onbinlerce sakat hasta insanı birkaç saniye içinde geride bırakarak atom bombasının ne olduğunu görmek isteyen herkese göstermişti. Japonya’yı kayıtsız koşulsuz teslimiyete zorlayan ilk atom bombalarının ilk andaki yıkıcı ve yakıcı etkilerinden çok daha kalıcı ve korkunç etkisinin radyasyon etkisi olduğu daha sonra görüldü. Fakat bu yeni atom bombaları üretmenin ve atom bombası denemelerinin engeli olmadı. Atomun gücü içinde barındırdığı korkunç enerjiden ileri gelmektedir. Atom çekirdeği içindeki proton ve nötronları birbirine bağlayan enerjiye „Nükleer enerji“ ismi verilmektedir. Atomdaki bu olağanüstü enerji gücünü fisyon (nükleer parçalanmabölünme) ve füzyon (nükleer kaynaşma-birleşme) diye adlandırılan teknik işlemler açığa çıkarmaktadır. Pa rça la nma-bölü nme işleminde kullanılan ana madde „Uranyum“dur. Çek irdeğ inde y ü k sek say ıda proton ve nötron bulunduğu için bu maden aranan madenler listesine girmiştir. Örneğin bir hidrojen atomunda 1 proton ve 1 nötron bulunurken uranyumda 143 nötron ile 92 proton bulunur. Bunun için de ikisinin toplamı olan U-235 izotop şeklinde de ifade edilir. Dünyamızda canlı-cansız her şey atomlardan oluşmaktadır. Atomların nükleer tepkimelere girmelerini engelleyen doğada serbest halde bir çekirdeğe bağlı olmadan dolaştıklarından “beta bozumu” denilen bir bozulmaya uğrarlar. Bu durumda doğada serbest nötrona rastlanmaz. Bundan dolayıdır ki, bu durumu tespit eden bilim insanı, nükleer tepkimeye girecek nötronları uranyumdan yapay yollarla elde edilmesini sağlamıştır. Öte yandan nükleer kaynaşma (füzyon) ise; parçalanmanın tersine iki çekirdeğin birleşerek daha ağır çekirdek oluşturmasıdır. Çekirdekler pozitif elektrik yüklü olduğundan, bunların kaynaşmasını sağlamak için aralarındaki itme kuvvetini yenebilecek güçte b i r e n e rj i y e i ht i yaç vardır. Buradaki itme kuvvetinin sıcaklı k olara k karşılığı 2 milyar derecedir. İtme kuvvetini yenmek için gereken kinetik hareket enerjisi 20-30 milyon derecelik sıcaklığa eşdeğerdedir. İşte tartışması yapılan nükleer santraller bu görevi yerine getiren fabrikalardır. Şimdiye kadarki tüm deneyimler göstermiştir ki, bugünkü teknik gelişme ve dengesizlikler karşısında bu nükleer santrallerin 100% kontrolü imkan dahilinde değildir. Bu füzyon olayı bu güzelim dünyamızda yaşamın temel taşlarından biri olan güneşte milyarlarca yıldır hep olmaktadır. İnsanlık; neyle uğraştığının ve ne- yin üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştığının bilincinde mi? Evet insanlık sırf zerre ile uğraşmamakta, aynı zamanda onun içindeki proton ve nötronlar üzerinde hakimiyet kavgası vermektedir. Bu kavgada azami kar hırsı mevcut olduğu için, çok tehlikeli bir maceraya girmiştir. Aşağıdaki şema kaba haliyle bir reaktördeki işlemi göstermektedir. NÜKLEER GÜÇ SANTRALI 1. Reaktör kalbi (reactor core) 2. Kontrol çubuğu (control rod) 3. Reaktör basınç kabı (pressure vessel) 4. Basınçlandırıcı (pressurizer) 5. Buhar üreteci (steam generator) 6. Birincil soğutma su pompası (primary coolant pump) 7. Reaktör korunak binası (containment) 8. Türbin (turbine) 9. Jeneratör - Elektrik üreteci (generator) 10. Yoğunlaştırıcı (condenser) 11. Besleme suyu pompası (feedşater pump) 12. Besleme suyu ısıtıcısı (feedşater heater) Sorun zerreyi parçalamaktan öte, bu parçalama sürecinde ortaya çıkan atıkların kontrolünde yatmaktadır. Henüz kar hırsı yüzünden en basit arıtma tesislerinin problem olduğu, bacalarında filtre olmadığı için zehirli gazları dünyaya salan fabrikaların basit cezalarla sorunu hallettiği bir memlekette atom santralı halkın sağlığını, yaşamı hiçe sayan bir kumardır. ✓ (Devam edecek) 19 Dünyada tatlı su kaynakları giderek yok oluyor! Su konusunda 21. yüzyıl içinde en büyük çatışmaların, savaşların çıkabileceği bölgelerden biri Ortadoğu’dur. Ortadoğu petrol bakımından zengin olmasına rağmen, su bakımından oldukça fakirdir. Ortadoğu’da en önemli nehirler Nil, Ürdün, Dicle ve Fırat’tır. S 20 u canlıların yaşaması için gerekli olan temel maddelerden biridir. Susuz yaşam olmaz! Yaşamın temel maddelerinden biri olan su aynı zamanda yıkıcı, tahrip edici etkiye de sahiptir. Örneğin sel, büyük bir su kütlesi önünde ne varsa alıp götürür. Su her gün en az 1,5 litre içilmesi şart olan bir maddedir. Suyun içinde insanların organizmalarına gerekli olan mineraller vardır. İnsan önemli bir organik zarara uğramadan 30 gün aç yaşayabilir, ama 5 gün susuz yaşayamaz. Dünya yüzeyinde karadan çok, su vardır. Fakat bu suların yüzde 97,5’ini tuzlu su oluşturuyor. Yeryüzünde suların sadece yüzde 2,3’ü doğrudan kullanılabilir tatlı sudur. Tatlı suyun en bol olduğu kıta A s y a’ d ı r. Onu sı r ay la Gü ne y Amerika, Afrika, Kuzey Amerika, Avrupa ve Avustralya izler. Kişi başına tatlı su tüketimi ise, neredeyse tam tersi bir sıralamayı izler. Kişi başına tatlı su tüketiminde birinci sırayı Avustralya alır. Kişi başına yılda 27.500 m3, en sonda Asya gelir 2000 m3. Batıda diş fırçalamak için 8 litre, sifonu çekmek için 10-35 litre, duş almak için 100-200 litre su kullanılıyor. Bir ABD’li günde ortalama 500 litre, bir İngiliz 200 litre su tüketiyor. Emperyalist ülkelerde suyun bu şekilde hoyratça kullanımı yanında, bağımlı ülkelerde kişi başına günde 10 litrenin altında su düşüyor. Gambiyalılar günde 4,5, Malililer 8, Somaliler 8,9, Mozambikliler 9,3 litre su kullanıyor. Bir araştırmaya göre; 2050 yılında dünya nüfusunun yüzde 60’ının yeterli su kaynaklarına sahip olmadan yaşamak zorunda kalacağı hesaplanıyor. 21. Yüzyılın stratejik kartı su olacaktır. Öyle ki, su yüzünden çatışmaların, “su savaşları”nın olacağı hesaplanıyor, daha şimdiden üzerine yazılıp, çiziliyor. Su konusunda 21. yüzyıl içinde en büyük çatışmaların, savaşların çıkabileceği bölgelerden biri Ortadoğu’dur. Ortadoğu petrol bakımından zengin olmasına rağmen, su bakımından oldukça fakirdir. Ortadoğu’da en önemli nehirler Nil, Ürdün, Dicle ve Fırat’tır. Su konusunda çatışmaların, savaşların çıkabileceği bölgeler şunlardır: Etiyopya-Mısır Nil nehri Mısır için çok önemli hayati öneme sahiptir. Mısır nüfusunun hemen hemen tamamı ülkenin %3’ünü kaplayan Nil kenarında yaşamaktadır. Geri kalan %97’lik alan su kaynakları yetersiz olduğu için neredeyse bomboştur! Nil nehri Uganda, Sudan, Etiyopya’dan geçerek Mısır’a varıyor. Mısır, Nil nehrinin geçtiği ülkelerde, nehir Mısır’a gelene kadar su miktarının azalmasından endişe etmektedir. İsrail-Ürdün-Filistin Lübnan’dan çıkıp Lut Gölü’ne dökülen Ürdün Nehri, İsrail, Ürdün, Suriye ve Filistin için çok büyük öneme sahiptir. İsrail, komşularından beş kat daha fazla su tüketmektedir. Bu durum İsrail’i çevresindeki su kaynaklarını denetim altına almaya itmektedir. 1967 savaşında İsrail’in en büyük hedeflerinden biri, su kaynaklarını kontrol altına almaktı. Ürdün Nehri’ni İsrail kontrol ediyor. Nehirde su azaldığında, diğer bölgelere su akışını kesiyor. İsrail Filistinlilerin bu sudan faydalanmalarını büyük ölçüde önlüyor. Türkiye-Suriye Dicle ve Fırat nehirleri Mezopotamya için hayati öneme sahiptir. Türkiye ile Suriye arasında yaşanan en bü- yük sorun, Türkiye’nin Fırat üzerinde inşa ettiği barajlar nedeniyle, su akışını azaltmasından kaynaklanıyor. Geçmiş yıllarda iki ülke arasında gerginliklerin yaşanmasına neden olan bu sorun, küresel ısınma ve tatlı su kaynaklarının azalmasına bağlı olarak, yeni gerginliklere yol açabilir. Angola-Namibya Botswana, Namibya ve Angola arasında Okavango havzası yüzünden iki ülke arasında gerilim yaşanıyor. Kuraklık yüzünden Namibya 400 kilometrelik boru hattıyla başkentine su taşımayı planlıyor. Ancak deltanın kuruması halk için ölümcül sonuçlara yol açabilir. Çin-Hindistan Hindistan ile Çin arasında gerginliğe neden olan Brahmaputra Nehri, iki ülke arasında çatışma çıkmasına neden olabilir. 2000 yılında Hindistan Çin’i, Hindistan ve Bangladeş’te sellere neden olan ve Tibet’te de toprak kaymalarına yol açan nehirdeki su artışını önceden haber vermemekle suçladı. Çin’in nehrin yönünü değiştirme önerisine Hindistan karşı çıkıyor. Bangladeş-Hindistan Himalayalar’daki buzulların erimesiyle taşan Ganj nehri Bangladeş’te yıkımlara yol açıyor. Bu durum Bangladeş’ten Hindistan’a kaçak göçü artırıyor. Her gün 6 bin kişi Hindistan sınırını kaçak olarak geçiyor. Hindistan kaçak geçişleri önlemek için sınıra dev çitler yerleştirdi. Birkaç yüzyıl öncesine kadar tükenmez zannedilen su, zamanımızda çok az ülkenin sahip olduğu bir kaynaktır. Sanayinin gelişmesi ile birlikte, üretim süreci içerisinde o zamana kadar düşünülemeyecek boy utlarda su kullanımı gerekli hale geldi. Fabrikalar kimyasal atıklarını filtre etmeden nehirlere, denizlere akıttılar. Zehirlenmenin boyutları açığa çıktığında, zehirlerini filtre ederek akıttılar. Ancak filtre sistemi de zehirlenmeyi tamamen ortadan kaldırmıyor. Sadece zehirlenmenin miktarını azaltıyor. Kapitalistler zorlanmadıkça zehirli atıklarını temizlemek için filtre takmamaktadırlar. Çünkü onlar için kar getirmeyen her yatırım fuzulidir. Sanayi bölgelerinde fabrika bacalarından atmosfere karışan zehirler, bulutlar aracılığıyla taşınıp yağmur olarak tekrar toprağa düşerek su kaynaklarına karışıyor. Evlerde kullanıldıktan sonra kanalizasyon vasıtası ile su kaynaklarına ulaşan evsel atık sular da, doğal su kaynaklarının kirlenmesine neden olmaktadır. Sanayinin gelişmesi ile birlikte kimyevi maddeler de gelişti. Limon ruhu, tuz ruhu, deterjan, şampuan vb. piyasayı kapladı. Kimyasal maddeler doğal dönüşüm süreci içinde yok olmayıp su kaynaklarına kalıcı zararlar veriyor. Çarpık kentleşme, plansız yerleşme, ormanların yok edilmesi vb. de tatlı su kaynaklarının yok olmasına neden oluyor. Doğal kaynakların sorumsuzca tüketilmesine kapitalist sistem neden olmaktadır. Kapitalizm doğanın korunması, doğa ile uyum içinde bir yaşam esası üzerine kurulu değildir. Kapitalizm azami kar için doğal kaynakların sorumsuzca tüketilmesi esası üzerine kuruludur. Doğayı koruma, doğa ile uyum içinde bir yaşam ve gelecek nesillere içinde yaşayabilecekleri bir doğal çevre bırakmanın yolu kapitalizmi yıkmaktan geçiyor. O halde kapitalizmi yıkmak için iş başına! 4 Ağustos 2006 ✓ 301. madde hiç boş durmuyor! T ürk hakim sınıf ları AB’ye girme hazırlığı içinde yasalarda bir dizi değişiklik yaparak, AB’ne demokrasiyi yerleştirdiklerini anlatmaya çalışıyorlar. Eski TCK’daki “ifade özgürlüğünü” sınırlayan 159. maddenin yerine getirilen 301. madde eskiyi aratmayacak uygulamaları ile gündemini korumaya devam ediyor. Bugüne kadar 301’den dolayı 170’in üzerinde dava açılmıştır. Burjuva basın; Orhan Pamuk, Hrant Dink, Elif Şafak gibi 301’den yargılanan bu ünlüler dışında, 301’in diğer muhalif kesime karşı uygulamalarına mümkün olduğu kadar ses çıkarmamaktadır. Mersin’de, DTP İl Başkanı Ali Bozan’ın Mayıs ayı başında asılsız gerekçelerle tutuklanmasını protesto etmek için, Demokrasi Platformu adına basın açık lamasını okuyan Emek Partisi İl Başkanı Gürsel Şenşafak Sığınır hakkında 301. maddeden dolayı dava açıldı. 5 Mayıs 2006 tarihinde Demokrasi Platformu, bir basın açıklamasıyla Ali Bozan’ın tutuklanmasını kınamıştı. Platform adına açıklamayı okuyan Gürsel Şenşafak Sığınır hakkında savcılık; 5337 S. TCK’nun 215, 301/2, 53/1 mad. dolayı, “suçu ve suçluyu övme, türkiye cumhuriyeti hükümetini organ ve kurumlarini tahkir” suçlarından dolayı dava açtı. Açılan davada, işlenen suçlardan biri “suçu ve suçluyu övme” olarak belirtiliyor. Kendisi ile görüştüğümüz Sığınır, “Dava kesin hükmünü verene kadar Ali Bozan şüphelidir, suçlu değil. Böyle bir durumda bana ‘Suçu ve suçluyu övme’ gerekçesiyle dava açılması abestir, çünkü Ali Bozan’ın suçluluğu kesinleşmemiştir. Benim de suçu ve suçluyu övme suçum oluşmamıştır” dedi. Bu tür yasaların toplumu sindirme ve tepkisizleştirme politikalarının bir ürünü olarak doğduğunu söyleyen Sığınır; “Ben konuşmamda TMK’nın toplumu terörize edeceğini savunmuştum. Bu düşüncemle ilgili de “Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin organ ve kurumlarını tahkir” suçlaması davanın ikinci suçlamasıdır. Ben bugün de TMY ve 301. maddenin kaldırılmasını savunmaya devam edeceğim. Çünkü bu yasalar, toplumu terörize eden, sindiren yasalardır. O gün söylediğim sözlerimin bugün de arkasındayım. Düşünce özgürlüğünü savunmak suçsa bu suçu işlemeye devam edeceğim” dedi. Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in daha önce “Türklüğü aşağıladığı” için aldığı altı aylık hapis cezasının ardından, Elif Şafak ta aynı maddeden dolayı yargılandı ve beraat etti. Elif Şafak’ın beraatından dört gün sonra Hrant Dink’e Reuters Haber Ajansı’na verdiği bir demecinden ötürü tekrar dava açıldı. Şişli Cumhuriyet Savcılığı 21 Temmuz’da Agos Gazetesinde yer alan ve soruşturma açıldığını duyuran haberde kullanılan pasaja dava açtı. İddianamede, Dink ile gazetenin Sorumlu Yazıişleri Müdürü Sarkis Seropyan ve Dink’in oğlu Arat Dink hakkında, TCK’nın 301. maddesi gereğince daha önce mahkûm olduğu ‘Türklüğü aşağılamak’ suçuyla altı aydan üçer yıla kadar hapis cezası istendi. Dink bu dava ile ilgili basına şu S açıklamayı yaptı: “Elbette bu bir soykırımdır diyorum, çünkü sonuç kendisini zaten tanımlıyor ve adını koyuyor. 4 bin yıldır bu topraklarda yaşayan halkın bu olanlarla birlikte artık ortadan yok olduğunu görüyoruz. Beni hedef alanlar, Kerinçsizler gibi insanların teşkil ettiği grupların daha derinlerinden geliyor. Onların arkalarında duranlar diye düşünüyorum. Burada amaç, hem beni yıldırmak hem de haddimi bildirmek sanki. Bu çabanın sürdüğünü görüyorum. Ben Türkiye’de demokrasi mücadelemden vazgeçmeyeceğim. Herhalde onlar da benden vazgeçmeyecek.” (Kaynak www.radikal.com.tr, 26 Eylül 2006). Türk hakim sınıflarının tarih boyunca devraldıkları baskı, zulüm ve yasakçı zihniyetlerinden vazgeçeceklerini beklemek safdillik olur. Biz Hrant Dink ve Agos gazetesi üzerindeki bu anti-demokratik uygulamaları kınıyoruz. Tüm bu uygulamalar Türk hakim sınıflarının; “Bir takım anti-demokratik yasaları değiştirsem de, antidemokratik uygulamalarımdan vazgeçmem” diyen niteliktedir. Bu ülkede gerçek bir demokrasi mücadelesi verilmek zorundadır. Ama bu mücadele burjuva demokrasisi sınırları içerisinde olduğunda, bu demokrasinin her zaman rafa kaldırabilir olduğunu unutmamak gerekir. Bunun tarihte ve günümüzde birçok örneği vardır. Biz komünistler; sermayenin egemenliğinin tarihin çöplüğüne atıldığı, ezenle ezilenin olmadığı, halkların eşit haklar temelinde bir arada yaşadığı, ulusların kendi kaderini tayini anayasal bir hak olarak korunduğu bir demokrasiden yanayız. Bu demokrasi ancak sermayenin egemenliğini yerle bir edecek bir devrim sonucu kurulacak sosyalizmle mümkündür. Onun için halkların kurtuluşu için de tek yol devrim diyoruz. Çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçilere çağrımız; sermayenin egemenliğini yıkmak için mücadeleye... 26.09.2006 ✓ Atılım Gazetesi’ne ve devrimci-demokratik kurumlara yönelik saldırıları kınıyoruz! on dönemde devrimci basına ve devrimci demokratik kurumlara yönelik saldırıların yoğunlaştırıldığı bir süreci yaşıyoruz. Bu saldırıların son halkasını Atılım gazetesine ve değişik devrimci demokratik kurumlara yönelik yapılan saldırılar oluşturuyor. Bu saldırılar kısaca şöyle gelişti: 16 Eylül’de İstanbul İHD Şubesinde yapılan Basın Açıklamasında şu bilgilere yer verildi: 8 Eylül’de Atılım gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Çiçek ve Genel Yayın Koordinatörü Sedat Şenoğlu gözaltına aldındı. 12 Eylül’de “Gaye Operasyonu” adı verilen bir operasyon çerçevesinde gazeteciler tutuklandı. 14 Eylül’de “Gaye Operasyonu” hakkında haberleri içeren Atılım gazetesinin 124. sayısı gerekçe gösterilerek Atılım’a 15 günlük kapatma kararı verildi. Karar yeni Terörle Mücadele Yasası’nın 6. maddesine dayandırıldı. Sözkonusu operasyon çerçevesinde aralarında Atılım Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Çiçek, Genel Yayın Koordinatörü Sedat Şenoğlu ve Özgür Radyo Yayın Koordinatörü Füsun Erdoğan’ın bulunduğu 23 kişi gözaltına alındı ve daha sonra bunlardan 20’si tutuklandı. 21 Eylül 2006 tarihinde Atılım gazetesinin İstanbul Merkez Bürosu ve Türkiye’deki tüm il büroları, Atılım gazetesinin basıldığı matbaa, Güneş Ajans, Özgür Radyo’nun Kadıköy Bürosu, Bilim Estetik, Eğitim ve Kültür Araştırmaları Vakfı (BEKSAV), Sanat ve Hayat Dergisi Büroları, Ezi lenlerin Sosya list Platformu (ESP) Taksim ve tüm şehirlerdeki büroları, emekçi semtlerindeki güzelleştirme dernekleri, Emekçi Kadınlar Derneği (EKD) ve tüm şubeleri, Tekstil-Sen, DİSK üyesi Limter-İş Sendikası merkezi ve şubeleri, Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu (SGDF) ve tüm şehirlerdeki üye dernekleri, İstanbul, İzmir, İzmit, İskenderun, Adana, Malatya, Antalya, Antep, Dersim, Diyarbakır ve diğer illerdeki semtlerde birçok devrimcinin evi özel timler eşliğinde basıldı. Baskınlar sırasında yüzün üzerinde devrimci gözaltına alındı. Bu uygulamalar adına “Terörle Mücadele Yasası” denilen yasanın, gerçekte toplumla, Kürt ulusal hareketiyle, muhalif, devrimci, sosyalist basınla mücadele yasası olduğunu açıkça gösterdi. Egemenler, dikensiz gül bahçesi istiyorlar. Baskı, sömürü, talandan ibaret olan sistemlerinin rahatsız edilmeden ebediyen sürmesini istiyorlar. Devletin faşist saldırılarına karşı, yükseltilen şovenizm ve milliyetçilik dalgasına karşı, devrimci basına yönelen saldırılara karşı, mücadeleyi büyütmenin zamanıdır. Bu bilinçle; Atılım Gazetesine ve diğer devrimci-demokratik kurumlara yönelik saldırıları kınıyor, gözaltına alınan ve tutuklanan devrimcilerin derhal serbest bırakılmasını talep ediyoruz. Muhalif basın üzerindeki baskılara son! Devrimci basın susturulamaz! Baskılar bizi yıldıramaz! Yaşasın devrimci dayanışma! 24 Eylül 2006, YDİ Çağrı ✓ 21 Türkiye’den linç manzaraları... “Tahrike kapılan hassas vatandaşlar” meydanlarda, salonlarda, mahkeme kapılarında vb. linç girişimlerinde bulunmaya devam ediyorlar! Yayılan söylentiler üzerine “hassas vatandaşlar” “tahrik”e kapılıyor ve linç mekanizması işlemeye başlıyor. 6 22 Nisan 2005 tarihinde, Trabzon’da TAYAD üyesi 5 gencin linç edilme girişimiyle başlatılan linç olayları giderek yaygınlaşıyor. Linç girişimleri için artık Türkiye’de risk haritası çıkarmak gerekiyor! “Tahrike kapılan hassas vatandaşlar” meydanlarda, salonlarda, mahkeme kapılarında vb. linç girişimlerinde bulunmaya devam ediyorlar! Yayılan söylentiler üzerine “hassas vatandaşlar” “tahrik”e kapılıyor ve linç mekanizması işlemeye başlıyor. Linç girişimleri haberleri sıradan bir olay haline geldi. ‘Ötekiler’ diye adlandırılan sistem muhaliflerinin üzerindeki baskılara yeni bir şiddet biçimi daha eklendi. Devlet yetkililerinin yaptığı açıklamalar ‘lince’ maruz kalanları değil, linç girişiminde bulunanları desteklediğini ortaya koyuyor. Trabzon’da TAYAD’lı gençlerin linç girişimine maruz kalması ertesinde, başbakan şu açıklamayı yapıyordu: “Herkes halkımızın hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak tavrını belirlemeli. Halkın, bu milli hassasiyetlerine dokunulduğu zaman şüphesiz ki tepkisi farklı olacak. Bunu da kimse istismar etmemeli.” TAYAD’lı gençlerin ne yaptığını bir hatırlayalım. Onlar, “Hapishanelerde neler oluyor? Bilmek hakkımız, tecritte ölüm var” başlıklı bir bildiri dağıtmışlardı. Yani “demokratik” olduğu söylenen bir ülkede, demokratik haklarını kullanmışlardı. Ne diyor başbakan? Demokratik haklarınızı kullanmayın! Demokratik haklarınızı kullanırsanız, mutlaka “halkımızın hassasiyetlerini göz önünde bulundurun”. Yani “halkın hassasiyeti” neyse ona göre davranın! Farklı görüş ve düşünce doğrultusunda hareket etmeyin! Sakın halkımız iste- miyorsa demokratik hakkınızı kullanmayın! Hak arama mücadelesi yürütmeyin! Size dayatılan politikaları kabul edin! Resmi ideoloji dışına çıkmayın! Başbakanın söylediklerini başka türlü izah etmek mümkün değildir. İşte bu yaklaşım, lince maruz kalanları değil, linç girişimlerini destekleyen bir yaklaşımdır. Trabzon’da birinci linç girişiminden 4 gün sonra ikinci bir linç girişimi daha yaşandı. Trabzon valisi Hüseyin Yavuzdemir “huzur bozan cezasını çeker” açıklaması ile linç girişimcilerine destek verdi. Trabzon’da başlatılan linç girişimleri ve devlet yetkililerinin linç girişimcilerine arka çıkması sonucu, linç eylemleri diğer kentlere de sıçramaya başladı. Irkçılık, şovenizm ve milliyetçilik giderek yükseliyor. Hakim sınıflar ırkçılık ve şovenizmin yükseltilmesinde başrolü oynuyor. Kürt halkı potansiyel suçlu olarak görülüyor. PKK ile yürüyen savaşta, şehit cenazeleri ırkçılığın yükseltilmesi için bir araç olarak kullanılıyor. Tüm Kürtler PKK’li olarak görülüyor. Kürt işçilerinin batıdaki kimi il ve ilçelere girmesi yasaklanıyor. Sakarya’nın Akyazı ilçesinde görüldüğü gibi, Kürtlerin kendi aralarında ana dillerini konuşmalarına bile tahammül edilmiyor. Kürtlere saldırı için önce bir senaryo hazırlanıyor. Bunların PKK’li oldukları ve PKK lehine slogan attıkları öne sürülerek, “hassas vatandaşlar” galeyana getiriliyor. Böylece toplanan kalabalıklar linç girişimine başlıyorlar. Ta ri h 29 Ağ ustos 20 06. Yer Konya’nın Bozkır ilçesi. Kürt inşaat işçileri ile mermer işçileri arasında, elektrik kullanımı yüzünden başlayan tartışma linç girişimine dönüştü. Yaklaşık bin kişi sokağa dökü- lerek ilçede Kürt istemediklerini haykırmaya başladılar. Bir Kürt işçi linç girişiminden son anda kurtarıldı. 25 Kürt işçisi ilçe dışına çıkarıldı. Tarih 30 Ağustos 2006. Yer İstanbul. 30 Ağustos kutlama törenlerinde 4 genç “İsrail Askeri Olmayacağız!” pankartını açıyor ve slogan atıyor. Bu eylem üzerine gençler linç girişimine maruz kalıyor. İstanbul Emniyet Müdürü “Vatandaşın tepkisi güzeldir, iyi de olmuştur” açıklamasını yapıyor. Vatan Caddesi’ndeki Zafer Bayramı kutlamalarında, “İsrail Askeri Olmayacağız” pankartı açtıkları için linç girişimine maruz kalan üniversite öğrencileri, polisin ‘bunlar vatan haini’ diyerek kendilerini hedef gösterdiğini söylediler. Tarih 8 Eylül 2006. Yer Sakarya ilinin Akyazı ilçesi. Diyarbakır’dan Akyazı ilçesine fındık bahçelerinde çalışmak için gelen 10 işçi akşam saatlerinde bir çay bahçesinde oturuyorlar ve kendi aralarında ana dilleri olan Kürtçeyi konuşuyorlar. “Hassas” olduğu belirtilen kişiler, Kürtçe konuşmaya müdahale ediyorlar. Bu müdahale sonucu kavga çıkıyor. Dört Kürt işçi gözaltına alınıyor. Fısıltı gazetesi harekete geçiyor. Kürt işçilerin PKK’li oldukları ve Akyazılı bir genci dövdükleri söylentileri üzerine iki bin kişi toplanıyor. Akyazı emniyet binası önünde toplanan ve bozkurt işareti yapanlar, gözaltında bulunan 4 Kürt işçisinin kendilerine teslim edilmesini istiyor. Polis, havaya ateş açarak, “hassas” vatandaşların linç eylemini önlemeye çalışıyor! Dört Kürt işçi çelik yelek giydirilerek emniyetten kaçırılıyor ve Akyazı dışına çıkarılıyorlar. Böylece sorunun çözüldüğü düşünülüyor! Linç girişimcileri hakkında ise, hiç bir işlem yapma gereği duyulmuyor. Bu liste uzayıp gidiyor. Yukarıdaki olaylar basına yansıyan kimi olaylar. Bu ülkede “ötekileştirilen” insanlar üzerinde uygulanan baskı, sömürü ve yıldırma politikalarının yerini linç etme eylemleri aldı. Kürtçe konuşan, hak arama mücadelesi yürüten, devletin resmi ideolojisini savunmayan, İsrail askeri olmadığını söyleyen insanlar linç girişimlerine maruz kalıyorlar. Linç girişimine maruz kalan insanlar suçlu görülüyor ve haklarında dava açılıyor. Hakim sınıflar dikensiz bir gül bahçesi istiyorlar. Gülü seven dikenine katlanma cesaretini gösteremiyor. Onlar saltanatlarını sürdürmek istiyorlar. Ama güneş balçıkla sıvanmıyor. Tüm baskı ve linç girişimlerine rağmen, gelişen mücadeleyi engelleyemezler. Irkçılık ve şovenizm bilinçli ve planlı bir şekilde geliştiriliyor. Milliyetçilik ağusuyla zehirlenmiş kesimler Kürtlerin, devrimcilerin üzerine saldırtılıyor. Bu saldırılarda faşist MHP ve ülkücü faşistler başı çekiyor. Hakim sınıflar ve ordu milliyetçiliğin azdırılması konusunda gereken desteği veriyor. Ulusalcı olduğunu söyleyen Kemalistler de milliyetçiliğin yükselmesinde gereken rollerini yerine getiriyorlar. Biz işçiler ve emekçiler olarak, oynanan oyunun farkındayız. Azdırılan ırkçılık ve şovenizme karşı mücadele edeceğiz. Milliyetçiliğin panzehiri proletarya enternasyonalizmidir. İşçilerin emekçilerin görevi, hakim sınıfların piyonu olmak değildir. Görevimiz, baskı ve sömürü sistemine, bu sistemin koruyucusu hakim sınıfların devletine karşı kendi sınıf çıkarlarımız temelinde mücadeleyi yükseltmektir. Görev şovenizme, ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı mücadele etmektir. 22 Eylül 2006 ✓ SÖZ MECLİSTEN DIŞARI “Ben Erman Toroğlu olarak değil, bir Türk vatandaşı olarak konuşuyorum ve şunu istiyorum. Ben, Genelkurmay Başkanı’nı asker isterim abi. Askerin manâsı bende farklıdır. (…) ben demokratik bir Genelkurmay Başkanı istemiyorum abi. (…) benim Genelkurmay Başkanım yumruğunu masaya vuracak abi. Ben asker Genelkurmay Başkanı istiyorum. Çok anlayışlı, çok beyefendi, çok demokratik Genelkurmay Başkanı istemiyorum abi… Sokaktaki insan da asker gibi adam istiyor abi. Yumruğunu koyacak ‘Ben bunu yapıyorum lan’ diyecek asker istiyor… Benim askerim yumuşak inişe geçmeyecek. Benim askerim kodu mu oturtacak, vurdu mu oturtacak.” Evde sakın yumurta bulundurmayın!!! İ nternette bir sitenin haberine göre, Adana’da düzenlenen bir “mutfak operasyonunda” çok sayıda bomba malzemesi ele geçirilmiş. Ele geçirilenlere bakılırsa polis mutfağı didik didik etmiş. Ellerine sağlık, ülkeyi bölünmekten kurtarmışlar yine. Biz de vatandaşa yardımcı olmak maksadıyla ele geçirilen bomba malzemelerini yayınlıyoruz. Böylece halkımız evinde bulundurulmaması gereken bomba malzemelerini öğrenerek bilmeden vatanı bölme gibi bir gaflete düşmeyecek!!! İşte nefes kesen operasyonda ele geçirilen bomba malzemeleri: 18 adet şişe, yaklaşık 6 litre benzin, yarım kilogram toz deterjan, 1,5 B kilogram kimyasal madde (ne olduğu belli değil, tuz ruhu veya çamaşır suyu da olabilir mesela!), 4 adet eldiven, 5 adet sakız, 1 adet poşu, 3 adet yumurta ile 2 adet örgüt bayrağı. Hepsi de tam bomba malzemesi allah için… Mesela yumurta… deyip geçmeyin, iyi bakın, bir el bombasına benzemiyor mu? Ya da sakız… İki çiğne bir şişir, arkasından patlat! Bommmm! Poşu ile siz hiç bomba yapmadınız mı? Vah, vah… Ne kadar cahil kalmışsınııız caaaanım! Yaaa işte, burası Türkiye… Yumurtaların bomba olduğu, sakızların gümbür gümbür patlatıldığı caaanım memleket… AYIN İBRETLİK OLAYI u ayın olayı işine yeni başladık. Ama niye? Başladık, çünkü geride bıraktığımız ay Kuzey Kıbrıs’ta ibretlik bir olay yaşandı. Bu kadar da olmaz dedik ve bunu ayın ibretlik olayı olarak yayınlamaya karar verdik. Gelişmeyi biliyorsunuz ama yine de anlatalım: Evet, Kuzey Kıbrıs’ta biraz ucube de olsa bir “devlet” var. Bu “devlet”in seçilmiş bir parlamentosu, bir koalisyon hükümeti vaaaar… dı! “Dı” diyoruz, çünkü bu koalisyon hükümeti bozuldu. Hem de ne bozulma! Tam “anavatan” dedikleri Türkiye’dekilere benzer bir yolla! CTP (kestirmeden AB’ci parti diyebiliriz) ile DP (kestirmeden Denktaş partisi dersek nasıl bir parti olduğu sanırız anlaşılır!) seçimlerden sonra koalisyon kurmuşlardı. Bu koalisyon hükümeti “anavatan”dan AKP’li kimliği ile tanınan ve Kuzey Kıbrıs’ta din işlerinden sorumlu olan Ahmet Yönlüer sayesinde bozuldu. Adam DP’nin milletvekillerini istifa ettirip yeni bir parti kurdurdu. Bozulan CTP-DP koalisyon hükümeti yerine CTP, önceki koalisyonun ortağı olan partinin milletvekillerinin çoğunluğunun kurduğu bu partiyle koalisyon oluşturuyor. “Anavatan”’da bu işlerin nasıl yapıldığı Güneş Oteli örneğinde doruğa çıkmıştı. Bu olayda Ecevit başkanlığındaki CHP, Güneş Oteli’nde yaptıkları görüşmelerle 11 milletvekilini ayartıp bir çeşit transfer etmiş ve hükümeti kurmuştu. “Ana”da da, “yavru”da da burjuva siyaset aynı “değerler” üzerinden yürüyor. İmdi, “yavruvatan” “anasından” mı öğreniyor demek lazım, “ana” “yavrusuna” öğretiyor mu demek lazım?! Nasıl olursa olsun, iyi oluyor, İbretlik oluyor! Erman Toroğlu —Eski Hakem, Lig TV’de Futbol Yorumcusu— “Canım kardeşim, bakınız askerlik yan gelip yatma yeri değil. Terörle savaşırken elbette şehitler olacak. Bu gerçeği sizinle paylaşmaya mecburum.” Recep Tayyip Erdoğan —TC Başbakanı— Başbakanın not defterinden... lTezkerenin çıkması iyi oldu. 1 Mart tezkeresinin rövanşını aldık. Lübnan’da kutlanacak… lTezkereye karşı çıkanların “vatan haini” olduğunu söyledim. Bu iyi bir açılım. Geliştirilecek. Patates soymaya, top oynamaya karşı çıkanların da “vatan haini” olduğunu söylesem mi acaba? lElin ağzı torba değil ki büzesin… Şimdi de Bilal’ın askere gitmesini istiyor tezkereye karşı çıkanlar… Elin ağzı bir çeşit torba yapılıp büzülecek… Bilal askere gitmeyecek… Askere gitmeyen Lübnan’a niye gitsin? lİmam Hatip mezunu işsiz kalmadı şükür. Övünülecek. Bu durumun işsiz sayısında açtığı azalmaya vurgu yapılacak. lCumhurbaşkanlığı adaylığım konusunda dünürümün yaptığı, sonra geri aldığı açıklama ile niyetimin olmadığı sonucu çıkıyor. Bu durumu tersine çevirmek için diğer dünürlerden yardım istenecek. lRamazandan sonra Avrupa Birliği yetkilileriyle üyeliğine maç önersek nasıl olur acaba? lYan yatılmayacak, düz yatılacak… Belim feci şekilde ağrıyor çünkü. lŞu başbelası YÖK’ten kurtulmak için profesörlerin sandalyelerine raptiye konulacak. Bunun için ihale açılacak. karika[türlü] AYIN FOTOĞRAFI —“Godumu oturtur” ama “yan gelip yatmaz” bir durum…— 35
Benzer belgeler
Editörden... İçindekiler [email protected] www.ydicagri.org
Atılım Gazetesi’ne ve devrimci-demokratik kurumlara yönelik
saldırıları kınıyoruz!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21
Türkiye’den linç manzaraları.... ....