50.sayıya ulaşmak için tıklayınız
Transkript
50.sayıya ulaşmak için tıklayınız
CMYK CMYK Halkın Kurtuluş Partisi’nden... Kartal Festivali’nde Kurtuluş Partililer stant açtı Derleniş Yayınları, İzmir Enternasyonal Fuarı’ndaydı İstanbul Kartal Meydanı’nda 29 Temmuz-1 Ağustos tarihlerinde kızıl bayrağımızı dalgalandırdık. İstanbul Kartal Belediyesinin organize ettiği “2010 Kültür Sanat Festivali”nde Parti olarak üç gün stant açtık. Hikmet Kıvılcımlı’yı ve Partimizi halkımızla buluşturmanın sevincini yaşadık. Derleniş Yayınları olarak, 27 Ağustos 5 Eylül arasında tarihleri arasında gerçekleşen İzmir Enternasyonal Fuarı’nda stant açtık. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın ve Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Ankut’un eserleri bir kez daha İzmir Halkına tanıtılmış oldu. Halkın Kurtuluş Partisi, Samandağ Evvel Temmuz Festivali’ndeydi Geleneksel olarak 5 bin yıldan bu yana kutlana gelen Evvel Temmuz, bu yıl da her yıl olduğu gibi coşkuyla kutlandı. Bizler de standımızla, pankartlarımızla, sinevizyon gösterimimizle Festival’in en görkemli standıydık. www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975 YIL: 5 • SAYI: 50 10 EYLÜL 2010 15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE Halkın Kurtuluş Partisi’nden: AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’yi “Ilımlı İslam”a götürme ve Yeni Sevr’i uygulatma projesi olan anayasa değişikliğine HAYIR! A B-D Emperyalistleri, George W. Bush’un Başkanlığı döneminde, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adını verdikleri bir plan oluşturdular. Bu projenin hedefi, batıda Kuzey Afrika’dan (Fas’tan) başlayıp doğuda Pakistan’a, kuzeyde ise Karadeniz’den başlayıp güneyde Yemen’e kadar uzanan bölgedeki 24 ülkenin haritasını, kendilerinin bugünkü çıkarlarının gerektirdiği biçimde yeniden çizmekti. Bilindiği gibi bu 24 ülke, İslam dünyasıdır. Yine bilindiği gibi haritası yeniden çizilmek istenen ülkelerden biri de Türkiye’dir. Türkiye’de “Ilımlı İslam”ı hâkim kılmak, eksik gedik de olsa var olan laik düzeni ortadan kaldırarak Türkiye’yi; Şer’i bir devlete dönüştürmek ve Yeni Sevr’i dayatarak, en az üç parçaya bölmek; böylece zayıflamış, güçsüzleşmiş bu parçaları kayıtsız şartsız kendilerine bağımlı sömürü alanlarına dönüştürmek istiyorlar. Bu konuda Emperyalistlerin Yugoslavya Halklarına çektirdikleri acılar çok ders verici niteliktedir. BOP denilen bu rezil, halkların düşmanı projeyi hayata geçirmek için kurdukları örgütlenmenin Eşbaşkanlığını ise İspanya Başbakanı ile Türkiye Başbakanı yürütmektedir. Yani BOP’un bir parçası olan ve Türkiye Halklarına ihanet demek olan Yeni Halkın Kurluş Partisi’nden: Kahrolsun ABD-AB Emperyalistlerinin Yeni Sevr Planları, Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının İkinci Kurtuluş Savaşı! 10 Ağustos 1920: Sevr Antlaşması’nın imzalanması 30 Ağustos 1922: Dumlupınar (Başkomutanlık) Meydan Savaşı Zaferi Kardeşler! Satıldık! Uyanın! Bundan 88 yıl önce, Dumlupınar (Başkomutanlık) Meydan Savaşı ve Kuvayimilliye şehitleri sayesinde kazandığımız Bağımsızlığımız elden gidiyor. Uyanın! İnönü Savaşlarıyla, Sakar- ya Zaferiyle, Dumlupınar’la kazandığımız Cumhuriyet elden gidiyor. Uyanın! Kardeşler! Ulusların tarihlerinde, hiç unutamayacakları olaylar ve tarihler vardır. Kimi olaylar, Devamı sayfa 2’de Sevr’in, iki uygulayıcısından biri Tayyip Erdoğan’dır. AB-D Emperyalistlerinin bu yeni yağma projesini, yerli satılmışlar cephesi (Yerli Finans-Kapitalistler (TÜSİAD’cılar, TOBB vb. örgütler) ile Tefeci-Bezirgân Sermaye (MÜSİAD vb. örgütler) desteklemektedirler. Tefeci-Bezirgân Sermayenin ve FinansKapitalin Medyası da bu projenin en ateşli savunuculuğunu yapmaktadır. Dediğimiz gibi Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi temsilcisi olan Tayyipgiller de bizzat BOP Eşbaşkanlığı görevini yerine getirerek bu projenin uygulayıcısı olmuşlardır. Devamı sayfa 7’de Halkın Kurtuluş Partisi’nden Tayyipgiller’in Yargıyı Teslim Alma Gayretine Onurluca Direnen YARSAV yalnız değildir! G eçtiğimiz hafta içerisinde, Tayyip’in Yargıç Ve Savcılar Birliği (YARSAV)’a sözlü saldırılarına tanık olduk. Şöyle demişti Tayyip YARSAV hakkında: “Şimdi ben YARSAV üyesi olan yargı mensuplarına nasıl güveneceğim, nasıl güvenebilirim? Çünkü açık, net kalkıp da iktidarı eleştiriyorsa hakaretler ediyorsa ben böyle bir yargı mensubuna nasıl güvenebilirim? Ben orada böyle bir oluşuma karşıyım. Yargıda dernekleşme mi olurmuş? YARSAV bir boşluktan yararlanarak geldi. Bunu en yakın zamanda halletmemiz lazım.” Ortaçağcı ideolojisinden ve pervasızlığından aldığı hızla, hem bağımsız yargıyı nasıl içine sindiremediğini ortaya koyuyordu Tayyip bu sözleriyle, hem de özelde hâkim ve savcıların, genelde ise halkın örgütlenme hakkına, düşünce ve ifade hakkına nasıl da tahammülsüz olduğunu ortaya koyuyordu. Biz yıllardır söylüyoruz, Laiklik yoksa Bilim de, Özgür- Devamı sayfa 2’de FİYATI: 50 Kr Başyazı AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçi satılmışlar, ülkemizi, adım adım Yeni Sevr’e götürüyor B u yabancı saldırganların ve yerli hainlerin, İblisçe oyunları karşısında, örgütlü ve silahlı olduğu için en önemli direnç noktası oluşturan Türk Ordusu, ne yazık ki başındaki yüreksiz, savaşkan ruhtan yoksun, ibişleşmiş Tören Paşalarının teslimiyetçi tutumlarından dolayı, saf dışı olmuş durumdadır. Böylece de bu insanlık dışı, şerefsizce saldırının önündeki en önemli barikat çökmüş bulunmaktadır. Bunda, yani bu çöküşte rol oynayan en önemli iki etkenden biri olan Tören Paşalarının teslimiyetçi ruhu, korkaklığı neden kaynaklanmaktadır? Şundan: Bu korkaklar, Osmanlı ya da Kuvayimilliye döneminde olsaydı pek azı istisna olmak üzere, hiç orduya başvurmayabilirlerdi. Aileleri bunları askeri okullara, askeri liselere, harp okullarına göndermeyecekti. Çünkü o dönemde asker olmak demek kelleyi koltuğa almak demekti. Ömrün cepheden cepheye koşmakla geçeceğini baştan kabullenmek demekti. O kabulle işe başlayan-mesleğe adım atan bir genç de ruhunu ona göre şekillendirmeye başlardı. Hep savaş meydanlarında, ordular yönetip zaferler kazanacağı, anlı şanlı paşa olarak anılacağı günlerin hayalini kurardı hep. Hayallerini bunlar doldururdu. Ona göre bilgi ve deneyimle donatırdı kendini. Mücadele sporlarına başlayan bir genç, nasıl ileride kendisini tüm ülkenin hatta o sporla ilgilenen dünya insanlarının tanıyacağı bir şampiyon olmayı düşlerse, o dönemde askeri okullara başlayan bir genç de aynı onun gibi kendini herkesin tanıyacağı ve hayran olacağı bir muzaffer komutan olmayı düşlerdi. Cumhuriyet dönemindeyse, 1974 Kıbrıs Harekâtı ve AB-D Emperyalistlerinin hizmetindeki Kore Savaşı’nı bir tarafa bırakırsak, hep bir barış dönemi olmuştur. Tabiî Kürt İsyanlarında da içeride Devamı sayfa 10’da 2 Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 Sivas Katliamı’nı Unutmadık Unutmayacağız! Kurtuluş Partisi’nden Yaktılar, işkencelerden geçirdiler, zulmettiler ama bilmiyorlar ki halklar korkutulamaz, sindirilemez, yıldırılamaz! İ nsanlığın başına 6 bin yıldan beri bela olan Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının siyasi plandaki temsilcileri olan Siyasal İslamcı güçler, dünün Derviş Mehmetleri, bugünün Tayyipgiller’i, ortamını bulunca gün yüzüne çıkan mantarlar gibidirler ama en zehirli cinsinden. Ortaçağcı Şeriatçı güçlerin, insanî hiçbir değerleri yoktur, asalaktırlar, din alıp din satan din tüccarlarıdırlar, vurguncudurlar, kamu mallarını yağmalarlar, ileri olan her şeye düşmandırlar, karşıdevrimcilerdir, insanlarımızın en masum dini inançlarını sömürürler, milli değerlere, ulusal kavramlara, ulusa karşıdırlar. O yüzden dünyada emperyalizme karşı ilk zaferle sonuçlanan Birinci Kurtuluş Savaşı’mıza karşıdırlar. Bu zaferi halklarımıza hediye eden Ordunun Komutanı Mustafa Kemal’e düşmanlıkları bu yüzdendir. Bu yüzden Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda emperyalistlerin saflarında yer almışlar, kader birliği etmişlerdir. Yıllar geçse de kinleri hiç azalmamış, ortamını buldular mı saldırmaktan geri durmamışlar, Mustafa kemal’e “Ölmüş İnek” diyerek kinlerini kusmuşlardır. 80 yıl önce Menemen’de, yedeksubay öğretmen, antiemperyalist, yurtsever ve laik Kubilay’ı testere ile kesip, kafasını sırığa geçirip sokaklarda gezdiren, Hilafeti tekrar getirmek isteyen yine Ortaçağcı Şeriatçı güçlerdir. 17 yıl önce, 2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta, 33 ilerici aydınımızı ve 2 otel çalışanını, attıkları “Şeriat İsteriz”, “Sivas Laiklere Mezar Olacak”, “Cumhuriyet Burada Kuruldu Burada Yıkılacak” naraları eşliğinde, yakarak katleden, Tefeci-Bezirgân Sermayenin örgütleyip ayaklandırdığı Ortaçağcı Şeriatçı güçlerdir. Madımak Otelinde diri diri yakılan aydın, yurtsever, laik insanların çığlıklarını bastırıyordu, katledenlerin zafer çığlıkları. Karıncayı bile incitmek istemeyen, bunu günah sayan, gerçek samimi Müslümanların yanına bile yaklaşamaz, insanların diri diri yakılmasından zevk alan bu insan müsveddeleri. Parababaları, onların siyasi plandaki temsilcileri, ruhlarını emperyalistlere satan medyanın kalemşorları ağız birliği etmişçesine, mazlumları suçluyor, katledi- Baştarafı sayfa 1’de lenlerin tahrikte bulunduğunu ileri sürüyor, din devleti kurmak isteyen canilerin masum olduklarını ilan ediyorlardı. Katliam gerçekleştikten sonra Şeriatçılar paçavra yayın organlarında “Yaşasın Sivas Kıyamımız!” diye haykırıyorlardı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın zaferle taçlanmasından sonra yapılan bütün katliamların, Menemen, Çorum, Maraş, Gazi Mahallesi Katliamlarının, Mustafa Kemal’in Devrimci Geleneğine ve bu geleneği sürdürmek isteyen Türk Ordusu’na, Yargısına ve Türk Üniversitelerine, Bilim İnsanlarına karşı yapılan bütün saldırıların gerçek sorumlusu, “Türkiye için en iyisinin Ilımlı İslam” olduğunu ve bunun ülkemizdeki mimarı olduklarını yıllarca önce, çok açık olarak itiraf eden ve bu çalışmalarına hâlâ devam eden, AB-D (ABD ve AB) Emperyalistleri ve onun yerli uşaklarıdır. Gün; Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’na ve bu onurlu mücadelenin kazanımlarına, sağlı sollu 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbeleriyle aynı kefeye konarak yok edilmek istenen 27 Mayıs Politik Devrimi’ne sahip çıkma günüdür. Gün; Sivas’ta diri diri yakılan 33 yurtsever aydınımızın katledilmesinin hesabını sormak için Şeriatçı Ortaçağcı güçlere ve AB-D Emperyalistlerine karşı mücadeleye gözü kara, ikircikliğe düşmeden girme günüdür. Gün; sadece yitirdiğimiz onurlu, namuslu, yurtsever, laik insanlarımızı ağıtlarımızla anma değil, onların anılarını ve özlemlerini mücadelelerimizle yaşatma günüdür. Gün; Halkın Kurtuluş Partisi öncülüğünde İkinci Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandırıp emperyalistleri, yerli satılmışları ve Ortaçağcı Şeriatçıları ülkemizden ikinci ve son kez geri dönmemecesine kovup, Demokratik Halk İktidarını kurup, dünya halklarına yeniden umut olma günüdür. 02.07.2010 Şeriat Ortaçağdır! Şeriata Karşı Ya Birleşmek! Ya Ölüm! Kahrolsun AB-D Emperyalizmi! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Kahrolsun ABD-AB Emperyalistlerinin Yeni Sevr Planları, Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının İkinci Kurtuluş Savaşı! Baştarafı sayfa 1’de olumlu ya da olumsuz biçimde, o ulusun geleceğini belirlendirir. Olayların kimisi o ulusun gurur duyduğu, coşkuyla andığı, kutladığı; kimisi nefretle, hüzünle, acıyla hatırladığı günler olur… İşte bugün, Türk ve Kürt Halklarının gururla, sevinçle, coşkuyla kutladığı ve kutlamakta haklı olduğu, 30 Ağustos 1922 tarihli Dumlupınar (Başkomutanlık) Meydan Savaşı’nın 88’inci yıldönümü. Ağustos ayı aynı zamanda bize 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması’nı de hatırlatıyor. O Sevr ki; Osmanlı’nın ölüm fermanı, tarih sahnesinden silinişinin antlaşmasıdır. Sevr Antlaşması’yla, Türk ve Kürt Halklarının, yine bir Ağustos ayında, 26 Ağustos 1071’de Malazgirt Savaşı’yla ortak vatan yaptıkları topraklar, Batılı büyük emperyalist devletlerin açık sömürgesi durumuna düşürülmüştür. İşte o yüzden de Sevr’i nefretle ve öfkeyle hatırlıyoruz Kardeşler! Her ölüm, bir doğum; her yenilgi, bir zafer demektir. Bundan tam 90 yıl önce Osmanlı’ya imzalattırılan Sevr Antlaşması Osmanlı’nın ölümü ise; 30 Ağustos Zafer Bayramı ise Türkiye Cumhuriyeti’nin doğumudur! edir Sevr? “10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanmış olan bu anlaşmanın giriş bölümünde, bu tarihten başlamak üzere Türkiye ile İtilâf Devletleri arasındaki düşmanca hareketlerin yerini “uzun ve sağlam bir barışın alacağı” ifade edilmektedir. “Ancak, Sevr Anlaşması barış yerine, Avrupa’yı yeni bir savaşa sürüklemiş ise, bunun nedeni, bu anlaşmanın Türkiye’nin elinden son politik ve ekonomik bağımsızlık umudunu da alması olmuştur. “Sevr Anlaşması, uluslararası ilişkilerde “sağlam ve uzun vadeli barış” çağının simgesi değil, tersine, sadece emperyalist işgal politikasının baş tacı olmuştur.” Sevr: “Dünya savaşının amaçlarından biri olarak, Sevr Anlaşması ile son duası yapılmış olan Türkiye’nin bölüşülmesi…”dir. (Stefanos Yerasimos, Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Sovyet İlişkileri 1917-1923, Boyut Kitapları, s. 572-576) Sevr: “Türkiye’yi ve Türk halkının politik ve ekonomik bağımsızlığını Avrupa’nın büyük devletlerine teslim eden (…) Anlaşma”dır. (Stefanos Yerasimos, agy, s. 501) İşte Sevr, budur! Kim söylüyor bunları? 30 Aralık 1922 tarihinde, Lozan Doğu Sorunları Konferansı’na katılan Rusya-UkraynaGürcistan Heyeti, yani başında Bolşevik Partisi’nin ve O’nun Önderi Lenin’in bulunduğu ülkenin heyeti... Ya Birinci Kuvayimilliye’nin Önderi Mustafa Kemal ne diyordu Sevr için? “Efendiler, Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra, düşman devletler tarafından Türkiye’ye dört defa barış şartları teklif edilmiştir. Bunların birincisi, Sévres taslağıdır. Bu taslak hiçbir görüşmenin ürünü olmayıp İtilâf Devletleri tarafından Yunan Başvekili Mösyö Venizelos’unda katılmasıyla düzenlenmiş ve Vahdettin’in hükümeti tarafından 10 Ağustos 1920’de imza edilmiştir. “Bu taslak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce tartışılmaya değer bile sayılmamıştır. “(…) “(…) Türk milletine karşı, yüzyıllardan Halkın Kurtuluş Partisi’nden beri hazırlanmış ve Sévres Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikast (…)” (Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927, Atatürk Araştırma Merkezi, s. 506-518) “(…) Sévres Antlaşması Türk milleti için (…) uğursuz bir idam kararnamesidir (…)”(Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927, Atatürk Araştırma Merkezi, s. 422) Sevr, tam da budur! O yıllarda Sevr’i savunabilecek kimsenin alnı karışlanırdı Birinci Kuvayimilliyecilerce. Kimse cesaret edemezdi böyle bir şerefsizliğe. Oysa bugün, AB’nin kucağında “Dincilik” oynayan Fethullah Gülen İblisinin gazetesi “Zaman”ın yazarı Mustafa Armağan, 18 Temmuz 2010 tarihli yazısında, tarihsel gerçeklikleri tersyüz ederek: “Sevr bir ‘Barış Projesi’ydi” diye yazacak cesareti bulabiliyor… Kardeşler! Ya 30 Ağustos nedir? Bunu da Rusya Sovyet Federatif Sosyalist (RSFSC) Dışişleri Halk Komiser Yardımcısı I. Karahan’ın, Türkiye Komiserler Şurası Başkanı Rauf Bey’e 3 Eylül 1922 tarihli telgrafından okuyalım isterseniz: “Türk ulusunun Yunan ordusunu kesin bir biçimde yendiği haberini aldım. Bundan dolayı en samimi tebriklerimizin kabulünü dilerim. Ordunuzun zaferlerinin yalnız Türk ulusunu sevindirmekle kalmayıp, Rus ulusunu da aynı derecede sevindirdiğini bilmenizi isterim. Önderi Mustafa Kemal’in olağanüstü askeri-politik dehası ile yönetilen Türk halkı, birkaç yıldan beri Avrupa emperyalizmine karşı yağma edilmiş Türkiye, yine de Avrupa devletlerinin zorbalıklarına karşı direnecek gücü bulabilmiştir. Ölüm kalım kavgasını sürdürerek bağımsızlığını savunan Türkiye’nin bu savaşta kaybetmesi de düşünülemezdi. “(…) “Son yıllarda bunca felakete, yağmalara, yıkımlara, acılara dayanan Türk milleti en kısa zamanda barışa kavuşmaya ve savaşın açtığı yaraların sarılmasına layıktır. “Türkiye’yi selamlayan Rusya, bugünün yakın olmasını ümit ediyor.” (Stefanos Yerasimos, agy, s. 467) Bu konuyu bir de, Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti (RSFSC) Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin Yoldaş’ın, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Dışişleri Komiseri Yusuf Kemal’e gönderdiği 14 Ekim 1922 tarihli telgraftan okuyalım: “(…) şahsınızda kardeş Türk milletini selamlamaktan ve Türk milletini, başta büyük önder, Mareşal Mustafa Kemal Paşa olmak üzere parlak ve kahramanca zaferlerinden dolayı kutlamaktan büyük bir mutluluk duymaktayım.” (Stefanos Yerasimos, agy, s. 512) İşte bundan 88 yıl önce Sovyet Hükümeti ve Sovyet Halkları, Kurtuluş Savaşı’mızın en son ve en önemli Savaşını ve Zaferini böyle kutluyorlardı. Ama ne yazık ki, bugün biz bu zaferin yıldönümünü gerçek anlamda kutlayamıyoruz. Çünkü o zaferin yerinde yeller esiyor… O Zaferle kazandığımız Bağımsızlığımız ABD ve AB Emperyalistlerine terk edilmiş durumda. Onların yarısömürgesi, açık pazarı haline dönüşmüş durumdayız. Başımızdaki iktidarlar, Birinci Kuvayimilliye’ye de karşı, Sakarya Zaferi’ne de karşı… Kuvayimilliyecilere de düşman, Mustafa Kemal’e de düşman. İşte o yüzden dur durak bilmeksizin saldırıyorlar Türk Ordusu’nun Mustafa Kemal gelenekli paşalarına, subaylarına Ergenekon maske- li saldırılarıyla… Yetinmiyorlar: Bilim insanlarımıza (İlmiye Sınıfımıza) saldırıyorlar alçakça. Yetinmiyorlar; namuslu, yurtsever Yargı mensuplarına saldırıyorlar. Saldırıyorlar ha babam, Antiemperyalistlere, Yurtseverlere, Mustafa Kemalcilere… Çünkü onları kendi aşağılık çıkarlarının önünde en büyük engel olarak görüyorlar. Çünkü Tayyipgiller Yeni Sevr’in savunucuları… Kardeşler! Yerli Finans-kapitalistlerin yüzde yüz ilk hükümeti olan Demokrat Parti’nin Genel Başkanı ve Başbakan Adnan Menderes şöyle diyordu yıllar önce Kurtuluş Savaşı’mız için: “İstiklal Savaşı diyorsunuz. Pekâlâ, üç ayda bitebilirdi. Bunun yıllarca uzatılmasında Mustafa Kemal’in yerleşme ihtirası…” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan Aktaran: Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı, Remzi Kitabevi, s. 199) Bugün onların siyasi devamcıları “Sevr bir ‘Barış Projesi’ydi” deme cüretini gösterebiliyor. Dün Birinci Kuvayimilliye’yle güzel yurdumuzdan kovduğumuz Batılı işgalci emperyalistleri, bugün F. Gülen İblisi, A. Gül ve T. Erdoğan gibileri alkışlıyorlar. Onların kardeş ve mazlum Irak, Afganistan Halkına karşı giriştikleri işgali onaylıyorlar. Onların askerlerinin sağ salim ülkelerine dönmeleri için “Allaha” dua ediyorlar. İşte bu duruma düştük, düşürüldük FinansKapitalistler ve Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı ve onların siyasi plandaki temsilcileri olan; A. Menderesler, S. Demireller, N. Erbakanlar, A. Türkeşler, T. Çillerler, M. Yılmazlar, D. Bahçeliler, Tayyipgiller tarafından… Kardeşler! Satıldık. Uyanın! Yarın Kuvayimilliye’ye de karşı çıkacaklar. Niçin Kardeşler? Çünkü, yerli-yabancı Parababaları, bir CIA planı olan “Yeşil Kuşak Projesi”yle Türkiye Cumhuriyetini bir “Ilımlı İslam” Cumhuriyetine dönüştürdüler. Gün Tayyipgiller’in günü. Gün; Damat Feritler’in, Rıza Tevfikler’in, Ali Kemaller’in devamcılarının günü. Gün; Vahdettinler’in devamcılarının günü… Kardeşler! Bu böyle gitmez! İşte Halkın Kurtuluş Partisi, bunun böyle gitmemesi için var! Kurtuluş Partisi, Birinci Kuvayimilliye’nin, Sakarya’nın, Dumlupınar’ın, Cumhuriyetin, Laikliğin Bağımsızlığın savunucusudur. Kurtuluş Partisi; Mustafa Kemal’in önderliğindeki Birinci Kurtuluş Savaşı’nı (Ulusal Kurtuluşu), Kuvayimilliye Komutanı, Devrim Ustası Hikmet Kıvılcımlı’nın Teorisi ve Pratiği ışığında; İşçi Sınıfımız önderliğindeki İkinci Kurtuluş Savaşı’yla, Sosyal Kurtuluşla, Demokratik Halk İktidarıyla taçlandıracaktır. 30 Ağustos 2010 Dumlupınar Zaferi, Sevr’in İnkârıdır! Dumlupınar Zaferi, Sevr’in Parçalanıp Atılmasıdır! Dumlupınar Zaferi, Mazlum Türk ve Kürt Halklarının Batılı Emperyalistlere Karşı Zaferidir! Yaşasın Yeni Sevr’e Karşı İkinci Kurtuluş Savaşı’mız! HALKIN KURTULU4 PARTİSİ GENEL MERKEZİ Tayyipgiller’in Yargıyı Teslim Alma Gayretine Onurluca Direnen YARSAV yalnız değildir! lük de, Demokrasi de yoktur diye. Tayyip ve şürekâsının Şeriatçı ideolojisi, her toplumsal alana Şeriatın yüzde yüz egemenliğini gerektirir. Bu anlamda siyasi iktidar da, Şeriatın uygulayıcısı olarak tüm bu alanlara hâkim olmalıdır. Yargıya da, basına da, eğitim kurumlarına da, hatta halk örgütlerine de… Dolayısıyla Tayyip, bağımsız yargı yerine monarşik devletin Şerri hukukunu ister, Yargıç yerine Kadı ister. Bağımsız yargı istemediği gibi; dernek, sendika gibi İşçi Sınıfı ve emekçilerin yüzyılları aşkın mücadeleleri sonucu ortaya çıkmış örgütlenme araçlarına da saygı duymaz. Hem sonra, örgütlenme hakkı da neymiş! Ya Tayyip’in örgütündensindir, onun güdümündesindir, ya da hiçbir hakkın yoktur! Parababaları iktidarlarının genel tahakküm biçimiyle örtüşen bu durum, söz konusu Tayyipgiller olduğu zaman daha da perçinlenir. Çünkü onlar Ortaçağdan kalma Antika Parababasıdırlar. Modern Parababalarına kıyasla demokrasiye, laikliğe, bilime ve özgürlüğe on kat daha düşmandırlar. Peki, neden YARSAV? Tayyip düşmanlığını kusarken neden en çok bu YARSAV isimli Hâkim ve Savcıların kurduğu derneğe saldırdı? Çünkü Tayyip için YARSAV’ın “günahı” çoktu. İlk kurulduğunda, Hâkim ve Savcılık sınavının mülakat aşamasının Tayyip’in Adalet Bakanlığınca yapılmasına karşı davalar açtı, bu uygulamanın bir süreliğine de olsa durdurulmasını sağladı. Bunun üzerine Tayipgiller, konu henüz mahkemede görülürken Anayasa suçu işleyerek “Hâkimler ve Savcılar Yasasında Değişiklik Yapan 5720 Sayılı Yasa”yı Meclisten geçirdiler. YARSAV buna karşı da mücadele etti. Daha sonra, Yargının nasıl ele geçirileceğine ilişkin AB Emperyalistlerine sunulan bir başka Tayipgiller operasyonu olan “Yargı Reformu Strateji Taslağı”na karşı da YARSAV sert eleştirilerde bulundu. Bu da yetmedi, “Ergenekon” maskeli saldırının tüm hukuksuzluklarına dikkat çekerek, oldukça sert açıklamalar yaptı YARSAV. Hatta bu nedenle bir önceki başkanı Ömer Faruk EMİNAĞAOĞLU “yargıyı etkilemek” suçundan yargılandı. Yine bu süreçte demokrat-yurtsever-laik-namuslu Erzincan Başsavcısı İlhan CİHANER’e de sahip çıktı YARSAV. Bir hukuk faciası olan CİHANER’in tutuklanma ve yargılanma sürecindeki hukuk gasplarını teşhir etti. Ve son olarak, Tayipgiller’in yargıyı bütünüyle ele geçirmek üzere hazırladığı Anayasa değişikliğine karşı da aktif mücadele ediyor YARSAV. Mevcut Anayasa değişikliği için “yargının siyasal iktidar tarafından ele geçirilmesi, demokratik hukuk devletinin yok edilmesi” tespitinde bulunmuştu YARSAV, “Yargı-sız İnfaz Olmasın” isimli broşüründe ve pek çok basın açıklamasında... İşte YARSAV’ın büyük “günahları” bunlardı. Bu nedenle Tayyip “en yakın zamanda halletmem lazım” diyordu YARSAV için. Ancak YARSAV bu tehdide de boyun eğmeyerek “gücün yetiyorsa YARSAV’ı kapat” diye cevap vermiştir. Bugün, AKP iktidarının cibilliyet-i iktizası gereği, Laiklik ilkesine ve Cumhuriyet’e nasıl saldırdığını, “bakıp da kör olma- Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 yan” İlmiye Sınıfımız (Bilim-Yargı insanlarımız)) duruca görerek, Tayyipgiller’in bu gerici ataklarına karşı en net-kesin-kararlı tavrı alan kesim olmuştur, biz gerçek devrimcilerle birlikte. İşte bu İlmiye Sınıfımızın bugünkü öncülerinden olan YARSAV’ı, aldığı bu kararlı-direngen-mücadeleci tavır nedeniyle kutluyor ve yanlarında olduğumuzu belirtiyoruz. Tayyip’in tehditlerine karşı biz de haykırıyoruz: AKP’nin YARSAV’ı Kapatmaya Gücü Yetmeyecek! 15.08.2010 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi internet: www.kurtulusyolu.org e-posta: [email protected] 3 Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 Halkın Kurtuluş Partisi’nden Venezüella’nın Yiğit Halkıyla Dayanışma: “Yiğit Halk, Yiğit Başkan ABD Emperyalistlerine Meydan Okuyor” Konferansımız Konya’da Büyük Bir Heyecan Yarattı! (2) Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut Yoldaş: Hiçbir düşman yenilmez değil; Hele halkların düşmanı olursa* Orhan Özer Yoldaş: Ortaçağcı irticaya karşı İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı zafere ulaştıracak, zafere ulaştırma iddiasında olan Halkın Kurtuluş Partisi’nin Genel Başkanı Nurullah Hoca’mızı, Nurullah Ankut’u çağırıyorum. (Alkışlar… Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi… Halkız Haklıyız Kazanacağız… Yaşasın Bağımsız Laik Demokratik Türkiye…) Sevgi ve saygı değer arkadaşlarım Ve Konyalı hemşerilerim, Bazı arkadaşlarımızın bildiği gibi ben de Konyalıyım. Çocukluk ve gençlik yıllarımı burada yaşadım. İlk ve Orta öğrenimimi burada yaptım. Ve siyasi görevlerim öyle emrettiği için bu Tarihî, güzel şehrimizden ayrılmak durumunda kaldım. *** Belki bazılarınızın aklına şöyle bir soru gelmiş olabilir: Dünyanın öbür ucundaki ülkelerde olan hareketlerden, yaşadığımız Türkiye’ye ne yarar var? Ne ilgisi var buralarda olanların bizimle? Halkın Kurtuluş Partisi neden böyle bir konuda etkinlik yapıyor? Acaba Türkiye’de şu anda çok canlı biçimde yaşanan yakıcı siyasi ve ekonomik olayları konu alan bir etkinlik düzenleseydi, daha iyi olmaz mıydı? Saygı değer arkadaşlar; Venezüellalı ve Kübalı Yoldaşlarımızın da anlattıklarını dikkatle değerlendirirsek, aslında o anlatılanların bizim hikâyemiz de olduğunu görürüz. Geçen haftaki gazetelerin birinden kısa bir paragraf okumak istiyorum. Biliyorsunuz, İsrail Dışişleri Bakanı Lieberman, Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’ı, Chavez’e benzetti. Bunu konu alan, bunu hicveden bir haber, Cumhuriyet Gazetesi’nden. Vedat Özdemiroğlu’nun bu gazetede bir köşesi var; “Paşa gönül kriterleri” diye. Mizah unsuru taşıyan olayları konu ettiği, alaya aldığı, çarpıcı bir ifade ile göz önüne serdiği, eleştirdiği bir köşe. O köşesinde de “Yalan Ajans” yani olması imkânsız, olması mümkün olmayan olayları olabilecekmiş gibi, olmuş gibi varsayarak, o konu üzerinde çelişik ifadeleri, görüşleri, uyuşmazlıkları alaycı bir dille eleştiren, mizahi bir dille konu eden bir köşesi var. Okuyorum arkadaşlar: “Chavez’den şok istifa “Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez istifasını açıkladığı toplantıda, ‘ne ABD baskısı ne de iç sorunlar yüzünden istifa ediyorum. İstifamın sebebi İsrail Dışişleri Bakanı Lieberman’ın Tayyip Erdoğan’ı bana benzetmesidir. (Alkışlar…) Ben bunu hak edecek ne yaptım? (Gülüşmeler…) Dünyaya küstüm yemin ederim’ dedi.” İnsanların zekâsı ve aklı, konuşmaların- dan, satırlarından akar, parlar. Burada da bu köşe yazarı genç delikanlının zekâsını görüyoruz. Gerçekten de dünyada böyle kıyaslanamayacak belki de en uç örneklerden biri, Chavez’le Tayyip Erdoğan. Chavez Yoldaş’ın mücadelesini izledik yoldaşlarımızın, Türkiye’deki resmi temsilcilerinin ve Venezüella’daki dava arkadaşlarının ağzından, canlı bir şekilde. Bir halk çocuğu Chavez. Annesi de babası da eğitim emekçisi. Ve bizim gibi yoksul. ABD’nin yarısömürgesi durumundaki Venezüella’da geleceğini kurtarmak için en güvenli yollardan birine, askeri okula başvuruyor ve orayı üstün derece ile bitiriyor. Ve subay olarak orduya katılıyor. Bu arada, dünya ve ülke tarihi ile ilgili araştırmalar yapıyor. Halk çocuğu olduğu için halkının ve kıtasının içinde bulunduğu durumu, bunun sebeplerini ve çözüm yollarını çok merak ediyor. Bakıyor ki, bu konuda örnek alınacak mücadele yürütmüş büyük devrimci önderler var. Onlardan biri Simon Bolivar. 1783’te doğar Bolivar. O zaman, Latin Amerika’nın tümü İspanyol sömürgesi, açık sömürge… Ve o sömürgecilere karşı mücadeleye adar kendini. Ve sömürgeciler, tıpkı ABD’nin, İngiltere’nin, geçen yüzyılın başında yaptıkları gibi -hani bir tek Arap Ulusunu 22 parçaya bölüyorlar ya- Latin Amerika’yı da parça parça bölmüşler. Niye? Kolay lokmalar halinde, kolayca yutabilmek için. İşte günümüzde de aynı siyah Afrika’yı onlarca parçaya bölüyorlar Latin Amerika’yı da birçok parçaya bölmüşlerdi. Bunu görüyor, arkadaşlar Bolivar. Simon Bolivar, o zaman, bir yandan İspanyol sömürgecileri ülkeden kovmak için mücadele ederken, bir yandan da aynı dili konuşan, aynı tarihe sahip, aynı ruhi şekillenmeye sahip, aynı ekonomik çıkar birliğine sahip tüm kıta halklarının, tek bir ulus ve tek bir bayrak altında birleşmesi gerektiğini ve bunun en çıkar yol olduğunu görüyor ve onun mücadelesini veriyor. Ne yazık ki mücadelesi tümüyle başarıya ulaşmıyor, ama kısmen başarıya ulaşıyor. Venezüella ve Bolivya’nın da aralarında bulunduğu beş Latin Amerika ülkesini özgürleştiriyor; İspanyol sömürgecilerinden kurtarıyor. Zaten Bolivya da Bolivar sayesinde kurtuluşa ulaştığı için, adı o saygının bir belirtisi olarak Bolivya olarak benimseniyor. Ama halkların kendi aralarında düştükleri anlaşmazlıklar, yaptıkları küçük hesaplar, halkların önderlerinin o zamanki küçük hesapları yüzünden, tümüyle kıta özgürleştirilemiyor. Ancak 5 ülke özgürleştirilebiliyor. O yüzden tüm Latin Amerika’da Bolivar’ın adı “Libartator”: “Özgürleştirici”dir. Demek ki, onun yarım bıraktığı mücadeleyi sonuna kadar götürmenin, zafere ulaştırmanın en önemli siyasi devrimci görevlerden biri hatta en önde geleni olduğunu görüyor Chavez. Yine 1967 9 Ekimi’nde, CIA ajanlarının yönettiği faşist Barrientos’un askerleri tarafından Bolivya’da katledilen, tuzağa, pusuya düşürülerek katledilen Che’yi örnek almak gerektiğini görüyor. Che de bildiğimiz gibi, Bolivar’ın yarım bıraktığı mücadeleyi ele almak ve onu Sosyalist Devrimle taçlandırmak için mücadele etmişti. Ve bu mücadelede karşısındaki düşmanın, yalnızca Latin Amerika’nın değil, tüm Dünya Halklarının karşısındaki en büyük haydudun, en büyük zalimin, kanlı zalimin ABD Emperyalizmi olduğunu görmüştü. Sinevizyonda da bizzat kendi sözlerini arkadaşlarımız aktardı bize: “İnsan soyunun en büyük düşmanı ABD Emperyalizmine karşı mücadele bayrağıdır, insanlığa mücadele çağrısıdır bizim mücadelemiz, Bolivya’da yürüttüğümüz mücadele” diyor. Gerçekten de ABD Emperyalizmi, 1945’ten bu yana, insan soyunun dünyadaki en büyük düşmanıdır, arkadaşlar. Bugün, günümüze bakıverdiğimizde bile aynı gerçeği görürüz. İşte geçen haftaki haber bültenlerine bir görüntü düştü, internet sitelerinde de var, aynı görüntülü haber. 2007’de ABD Askerlerinin Irak’ta katlettiği, 2 Batılı gazetecinin de aralarında bulunduğu, 10 sivilin görüntüsü. Apaçi helikopterinden ateş ederek, ısrarla ateş ederek, yerdeki 10 masum sivili tarayarak katlediyorlar. İşte birkaç güne bir Afganistan’da yaptığı katliamları görüyoruz. Onlarca, yüzlerce sivili katlediyor ABD Emperyalistleri. Yine Pakistan’da yaptığı katliamları görüyoruz haber bültenlerinde, gazete sayfalarında. 2003’te Irak’a girdi, ABD. O günden bu yana, 4 milyonu aşkın Müslüman Irak Halkını katletti. 2 milyonunu göçe zorladı, yerlerinden etti. Ve ülkeyi harap etti, altyapısını tümüyle çökertti. Şu anda zengin petrol yataklarına el koymuş durumda. Ve defolup gidecek biliyorsunuz bir yıl içinde. Ülkeyi cehenneme çevirdikten ve ülkeyi parça parça böldükten, halkları birbirine düşman ettikten sonra defolup gidecek. Ne yazık ki, bizim şu anda Çankaya’da, Cumhurbaşkanlığı makamında oturan Ab- dullah Gül de, ABD’nin bu katliamlarını alkışladı: “Amerika, 50 yıldan bu yana demokrasi için dünyada evlatlarını şehit veren ülkelerin en önde gelenidir. Onlarla aynı idealleri paylaşıyoruz. ABD, 30 yıl daha Irak’ta komşumuzdur” diye açıklamalar yaptı biliyorsunuz. Yani bunlar, Tayyipgiller, en aşağılık siyaseti yaparak, insanlarımızın temiz din duygularını, siyasi araç olarak kullanarak, o duyguları en hayâsız biçimde sömürerek iktidara geliyorlar, o makamlara geliyorlar, ondan sonra da dünyanın başhaydut devleti, Müslüman ve Müslüman olmayan masum halkları katlederken, onlara yardımcı oluyorlar, hizmetkârlık ediyorlar. İsrail, masum Filistin Halkını, 1-2 yılda bir, hatta birkaç ayda bir, Gazze’ye, Batı Şeria’ya, veya Lübnan’a girerek geniş bir biçimde katlediyor. Bunu hep izliyoruz. O İsrail uçakları, ne yazık ki Konya’mızda, Karapınar’da atış ve vuruş eğitimlerini yapıyorlar. Yine geçen aylarda, hem hükümet hem genelkurmay bunu doğruladı. Yani hedefleri nasıl vuracaklar; onun egzersizini, eğitimini burada yapıyorlar. Ondan sonra da bizim başbakan kalkıyor, kalpazanca “one minute” kandırmacılarıyla güya bu katliama karşı çıkmış görünüyor. Oysa Yiğit Chavez, geçen yıl yapılan katliam karşısında büyükelçisini çekti ve İsrail’le ilişkileri kesti, arkadaşlar. Bir tek Müslüman ülke bunu yapabildi mi? Yapamadı. O zaman Müslüman geçinen, din sömürüsü yapan tüm ABD uşakları, gerçek anlamda Chavez kadar bile Hz. Muhammed’e ve 4 Halife’ye layık değiller. (Alkışlar…) 2003’te 1 Mart Tezkeresi’ni eğer hükümet Meclisten geçirebilseydi, 70 bin Amerikan askeri bizim Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgesine yerleşecekti. Kıl payı yani başa baş gelen bir denklikle o tezkere Meclisten geçmedi. Hükümetin sunduğu bir tezkereydi. Altında, Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olarak, Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanı olarak imzasının bulunduğu bir tezkereydi. Ve o askerlerin Türkiye’den ne zaman çıkacağı sorulunca Tayyip Erdoğan; “ben de bilmiyorum” diyordu. Tezkere geçmedi ama İncirlik Üssü’nden havalanan Amerikan bombardıman uçakları, Amerikan helikopterleri ve Amerikan askerleri Irak Halkını vurmaya devam etti. Ve şu anda da devam ediyor, arkadaşlar. Yiğit Chavez ve Fidel Yoldaşların ne denli cesur olduğunu biliyoruz, gördük. Onlar ne denli cesursa, ne yazık ki bizimkiler de o denli korkak. Hain korkak olur, der bir atasözümüz. Biliyorsunuz Kuzey Kıbrıs’ta yani KKTC’de “Annan Planı” onaylandı, halk oylamasına sunuldu ve kabul edildi. Rumların, daha fazlasına Türkiye’yi razı ederiz anlayışı gereği orada, Güney’de kabul görmemiş oldu. Eğer orada da kabul görseydi, Türk Ordusu Kıbrıs’tan çıkacaktı, Kıbrıs kademe kademe önce Ada Rumlarına, sonra Yunanistan’a ve ardından da Avrupa Birliği’ne ve Amerika’ya teslim edilecekti. Onların, Akdeniz’in ortasındaki batmayan uçak gemisi ve askeri üssü olacaktı. İsrail’e ve tüm Arap ülkelerine çok yakın mesafede bulunduğu için Kıbrıs, ABD oradaki askeri gücüyle istediği ülkeyi anında vurabilecekti. O planın hazırlıkları yapılırken bir açıklaması oldu Tayyip Erdoğan’ın, bazı arkadaşlar hatırlayabilirler: “Bu planın kabul edilmesi, adanın tümden Türklerin kontrolünden çıkması, Zürih ve Londra Antlaşmalarının Türkiye tarafından feshedilmesi anlamına gelir ve Türkiye’nin Kıbrıs’la bütün bağlarını koparır” dediler, namuslu Yurtseverler Tayyip’e. Erdoğan’ın cevabı şu oldu: “Eğer biz bunu şimdi kabul etmezsek, bir gün birileri gelir, ‘hadi çıkın der’, siz de kuzu kuzu çıkarsınız.” Düşünebiliyor musunuz, yürek sefaletini görebiliyor musunuz, arkadaşlar? Yani birileri “hadi” dediği zaman, “çıkın” dediği zaman, “kuzu kuzu çıkarız” diyor. Bu denli yüreksiz, korkak... Tayyipgiller’in “Açılımları” Halkların Kardeşliğine değil düşmanlığına hizmet ediyor Geçenlerde, Bush’un yerine gelen ve bence ondan daha aşağılık, daha şerefsiz bir kişi olan Obama Türkiye’ye geldi. Bush, hiç değilse ne ise oydu, açıktı. Ama bu ikiyüzlü. Riyakâr. Hem Bush’un politikalarını aynen sürdürüyor, hem de savaşa karşıymış, Dünya Halklarına düşman değilmiş gibi bir görünüm vermeye çalışıyor. O bakımdan, bence Bush’tan daha kalitesiz biri. İşte yaptıkları meydanda geldikten sonra. Ve hem bizim hükümetle görüşmesinde, hem de Mecliste yaptığı konuşmada, Türkiye’ye dört ödev verdi: Birincisi; Ermeni Açılımı, İkincisi; Kürt Açılımı, Üçüncüsü; Kıbrıs Açılımı, Dördüncüsü; Ruhban Okulu ve Patrikhane Açılımları. “Bunları gerçekleştireceksin” dedi. Ve ardı ardına bizimkiler bunları, bu görevleri yerine getirmeye soyundular. Ermeni Açılımı başlattılar önce. Şimdi bu konuda çok konuştuk ve yazdık. O bakımdan bizim arkadaşlarımız görüşlerimizi bilir. Ve kitap olarak da yayımladı arkadaşlarımız, stantta da şu anda bulunmakta. O yüzden Ermeni Meselesi’nin tarihsel kökenine şu anda zaman darlığı yüzünden girmeyeceğim, arkadaşlar. Ama 1071’den bu yana Türk ve Kürt Halklarıyla kardeşçe yaşayan Ermeniler, 150 sene önce İngiliz, Fransız, Alman, Amerikan Emperyalistleri ve Rus Çarlığı tarafından kışkırtılarak, Türkiye’ye karşı onların başlattığı savaşın bir piyonu oldular. Haksız isyanlar başlattılar. Haksız taleplerde bulundular. Ve Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte topladıkları 190 küsur bin kişilik gönüllü Ermeni Ordusu’yla, Osmanlı’yı yıkıp Türkiye’yi tümden yok etmek isteyen emperyalist devletlerin safında bize karşı savaştılar. Bunun belgeleri, kanıtları çok açık, arkadaşlar. O yüzden karşılıklı bir savaş, yaşanan ve bu savaşı başlatan, bu düşmanlığı sokan da, yine insanlığın başhaydutu ABD ve Avrupa Birliği Emperyalistleri ve bir de Çarlık Rusyası. Hani o zaman bizim düşmanımızı da Mustafa Kemal çok veciz şekilde tanımlıyordu. Diyordu ki: “Varlığımıza kasteden düşmanlar, Amerika da içinde olmak üzere, tüm Batı âlemidir.” Demek ki bizim varlığımıza kasteden düşmanlar, sadece bizim değil, tüm dünya halklarının varlığına kastediyorlar. İşte Venezüellalı Yoldaşımız da, Kübalı Yoldaşımız da aynı düşmana karşı vermiş oldukları ve şu anda da vermekte oldukları mücadeleyi anlattılar bize. O bakımdan biz görüyoruz ki, düşman aynı. Tüm mazlum milletlerin düşmanı aynı, arkadaşlar. İşte onların kışkırtmasıyla Ermeni milleti, ulusal kimliğini Türk düşmanlığı üzerine inşa etti. Yunanistan da aynı şekilde Türk düşmanlığı üzerine inşa etti. Yani bu iki milletin ulusal kimliklerinin bir parçası, Türk düşmanlığıdır, arkadaşlar. O yüzden böyle basit açılımlarla bu meseleler çözülmez. Bu meselenin çözülmesi için, önce bu alçak emperyalistlerin aradan çıkarılması gerekir. Ancak ondan sora biz bu iki milletle sorunlarımızı çözebiliriz. Oysa bunların çıkarı, halkların birbirine düşmanlığının artması ve sürmesi yönünde… 4 Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 Sonuç ne oldu, arkadaşlar? Bizim başta Azerbaycan olmak üzere, Asya’daki Türk Cumhuriyetleri kardeşlerimizle aramızın açılması oldu. Çünkü şu anda Azerbaycan topraklarının beşte biri Ermeni işgali altındadır ve 1 milyon Azerbaycan insanı yerlerinden, yurtlarından edilmiştir. Şimdi bu işgal sonlandırılmadan Ermenistan’la herhangi bir anlaşma yapmamız, haklı olarak bu kardeşlerimizi üzer, kırar, bizden uzaklaştırır; ki böyle de oldu. Bunun siyasi sonucu bu. Ama bir de ekonomik sonucu var. Biz bildiğimiz gibi büyük miktarda Azerbaycan’dan doğalgaz alıyoruz. Ve Azerbaycan bin metre küpünü 300 dolara satıyor Rusya’ya doğalgazı, bize 127 dolara satıyor. Niye? Kardeş ülke, kardeşimiz diye. Aliyev açıkladı: “Bundan sonra artık uluslararası genel geçer fiyatı uygulamak zorundayız Türkiye’ye karşı da” dedi. Yani 127 dolara aldığımız 1000 m3 doğalgaz artık 300 dolara alınacak. Bu fatura kime kesilecek? Tabiî ki halka kesilecek, yoksul halkımıza kesilecek. Yani, bir de böyle sonuç doğurdu. Şimdi ne yazık ki, hep sırıtkan bir yüz ifadesiyle ortalıkta dolaşan (O da hemşerimiz, Taşkentli. Değil mi?..) Dışişleri Bakanı, “komşularımızla sıfır sorun” sloganı ile yola çıktı ama hiçbir sorunu çözemediği gibi, Azerbaycan ve Orta Asya’daki kardeşlerimizle de dostluğumuzu bozdu; arada yeni sorunların oluşmasına, ortaya çıkmasına yol açtı. Araya kırgınlıkların, kızgınlıların girmesine yol açtı. Bunlar ABD’ye odaklı oldukları için, yani yetiştikleri, bugüne kadar görüp bildikleri ortam o ortam olduğu için, bizim halklarımızın gerçek çıkarlarını bilemezler, kavrayamazlar, göremezler… Ayrıca görmüş olsalar bile o doğrultuda davranacak cesaret de yok bunlarda. Şimdi de bizimkiler devamlı söz veriyorlar ki, yıl sonuna kadar Kıbrıs’ta görüşmeleri olumlu bir sonuca ulaştıracağız, meseleyi çözeceğiz, diye. Bu nasıl olabilir? Bu ancak ABD’nin istediği şekilde olabilir. Başka türlü olamaz. Parti’mizin politikası ne bu konuda, arkadaşlar? Çok açık ve net. Sade. Diyoruz ki; şu anda 700 bin Rum var Kıbrıs’ta, 200 bin de Türk var. 9 bin kilometre kare de Kıbrıs’ın toprağı var. Bu nüfusa orantılı şekilde bölünür, Türklerin payına düşen Türkiye’nin bir vilayeti olur, Rumların payına düşen de Yunanistan’ın bir vilayeti olur. Çünkü Türk ve Rum Halklarından ayrı, bu iki milletten ayrı bir üçüncü millet yok orada. O zaman bir Kıbrıs Halkı, Kıbrıs Milleti diye bir millet de yok. Şimdi ABD ve Avrupa Birliği Emperyalistleri bütün dünyayı bölerken, bu iki ayrı milletten halkı ve iki ayrı ulusun parçası olan insanları ısrarla niye birleştirmek istiyorlar Kıbrıs’ta? Türkiye’yi aradan çıkarmak için. Bu çok açık... O bakımdan, bu mesele de, eğer ABD’nin, Obama’nın verdiği görev şeklinde algılanır ve sonucuna götürülürse, o görevler yerine getirilirse, Kıbrıs’la Türkiye’nin bütün bağları kopar. Bir ilgisi kalmaz. Yani Kıbrıs bütünüyle elden çıkar gider! Gelelim Kürt Açılımı’na Şimdi bir de Kürt Açılımı başlattı biliyorsunuz Tayyipgiler. O da hüsranla sonuçlandı... Tam tersine, yine, 1071’den beri kardeşçe bir arada yaşayan bu iki halkın arasına, daha fazla, ne diyelim; kavga, gürültü, uyuşmazlık, kırgınlık, dargınlık girdi. Artık futbol maçları bile kavgalı ortamlar yaratmaya başladı. İllerde, ilçelerde, kasabalarda Türk-Kürt kavgaları görülmeye başlandı. Çünkü ABD’nin istediği, bu iki Halkın tümüyle birbirinden kopması. Onun çıkarı orada. O Türkiye’yi Yugoslavyalaştırmak istiyor, Iraklaştırmak istiyor. Zaten haritası da yayımlandı, işte BOP Haritası diye. Tayyip de Eşbaşkanı biliyorsunuz. Orada, o planda tam 24 Ortadoğu ülkesinin sınırları yeniden belirleniyor, çiziliyor ABD tarafından. Ne ölçü alınıyor? Amerikan çıkarları. Türkiye de üçe bölünüyor orada; Ermenistan, Kürdistan ve Türkiye olarak. Açık. Oysa bu iki halk, 1000 yıldır, hatta 1000 yılı aşkın bir süredir birlikte yaşıyor. Hep kardeşçe yaşamışlar. Hep söyledik. Arap Tarihçileri var o zaman. Biz daha Çoban Toplum biçiminde yaşadığımız için bizde okuryazarlık yok, o zamanlar tarihçi filan yok bizde bu nedenle. Arap Tarihçiler bu olayların tarihini kayda geçirirler. Alparslan’ın 60 bin civarında olduğu tahmin edilen ordusunda, 10 bin de Müslüman Kürt savaşçı var. Demek ki, bu vatanın ortak vatan yapılmasında yan yana savaşmışız Bizans’a karşı, arkadaşlar. İran’a karşı Osmanlı’nın yaptığı savaşlarda yine yan yana savaşmışız. Çanakkale’de yine savaşmışız yan yana. Birinci Milli Kurtuluş Savaşı’nda, Mustafa Kemal’in önderliğinde verdiğimiz Kurtuluş Savaşı’nda yine yan yana savaşmışız. Osmanlı’nın sınırları ve çatısı altında yaşayan Hıristiyan ve Müslüman başka bütün halklar Osmanlı’yı tek tek terk edip giderken, emperyalistlerin bütün oyunlarına rağmen, Kürt Halkı ihanet etmemiş, terk etmemiş Osmanlı’yı. Sıkı sıkıya yapışmışız, sarılmışız birbirimize. Yani kardeşliğimizi sürdürmüşüz. O zaman, hakkaniyetli bir, gerçek anlamda hakkaniyetli bir çözüm ortaya koyarsak, bu iki halk, kardeşçe yine binlerce yıl beraberce yaşar. O zaman nedir hakkaniyetli, kardeşçe bir çözüm? Bunu da açıkça koymuşuzdur. Hiç lafı dolandırmayız. Yani en cahil insanımızın bile kolayca anlayacağı şekilde formüle ederiz tezlerimizi. Biz diyoruz ki: TürkKürt Halk Cumhuriyeti istiyoruz. Bunun gerçek çözümü bu. (Alkışlar…) Ama bugün olduğu gibi sadece lafta kalan kardeşlik değil, sözde eşitlik değil, gerçek anlamda eşitlik. Her alanda gerçek anlamda eşitlik… Bu temele dayanan bir birliktelik, bir cumhuriyet istiyoruz. Ve bu cumhuriyet tabiî ki sadece bugünkü Türkiye sınırları içinde olmayacak. Niye? Çünkü bizim, daha 5 parçaya bölünmüş Orta Asya’da aynı tarihi, aynı dili, aynı ruhî şekillenmeyi birlikte yaşadığımız, sürdürdüğümüz kardeşlerimiz var. Onlarla da birleşmemiz gerekir, arkadaşlar. Nasıl Bolivar, Che ve Chavez Yoldaşlar, Fidel Yoldaşlar tüm Latin Amerika Halklarının, ülkelerinin tek bir çatı ve bayrak altında birleşmesini istiyorsa biz de bütün Kürtlerin ve Türklerin tek bir çatı altında birleşmesini istiyoruz. (Sloganlar… Yaşasın Halkların Kardeşliği… Alkışlar…) Edirne’den Doğu Türkistan’a kadar uzanacak, Doğu Türkistan’ı da kapsayacak şekilde, Çin sınırına dek uzanacak gerçek anlamda devrimci, sosyalist Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti olacaktır bu birliktelik. İşte o zaman, ABD’nin bölgemiz üzerindeki bütün oyunları sona erecek, ABD Emperyalistleri defolup gidecekler ülkemizden. Tabiî sadece ülkemizden değil, tüm Ortadoğu’dan ve Asya’dan! İşte aynı haydutları bugün Kübalı ve Venezüellalı Yoldaşlar Latin Amerika’dan kovmak istiyorlar. Ve biraz önce, dikkat edersek, Chavez Yoldaş ne diyordu? “ABD Emperyalistlerine uzak olan, özgürlüğe yakın olur.” Emperyalistler yüzyıllardır dünya halklarına kan kusturuyorlar Çünkü 15’inci Yüzyıl’dan itibaren bu sömürgeciler nereye ayak basmışlarsa, ölüm cellâdı da bunların yanı başında oraya ayak basmıştır. Bunlar, Amerika’da sayısı 20-30 milyonu aşan Amerikan yerlisinin kökünü kurutmuşlardır. Avustralya’da yine aynı şekilde katliam yapmışlardır. Afrika’da benzer katliamlar yapmışlardır. Hindistan’da 4 milyon masum insanı katletmişlerdir İngiliz Emperyalistleri. Ve işte yine katliamlara devam ediyorlar… Demek ki, emperyalistler, diyelim ki, olmaz ya, başlarına çok iyi niyetli bir veya birkaç devlet adamı geçmiş olsa bile bu politikalarını değiştiremezler. Çünkü emperyalizm, insanların iyi ya da kötü niyetlerinden kaynaklanan bir durum değil. Emperyalizm, tekelci kapitalizmdir, arkadaşlar. Yani bir ülke sınırları içinde sermaye o denli birikir, yoğunlaşır ki, artık ülke sınırları içine sığamaz olur. Ve dünyanın tüm pazarlarını ve tüm doğal kaynaklarını ele geçirmek ister. Onun için ülkede siyasi iktidarları belirler, kendi çıkarına, hizmetine uygun partileri iktidara getirir, devletleri o çıkarların bir aracı haline dönüştürür. O şekle so- kar, o görevi başaracak, yapacak biçime, o işlevi yapacak yapıya dönüştürür. Öyle olunca emperyalizmden hiçbir şekilde geri dönülemez, vazgeçilemez. O, ne zaman yok olacaktır? Yani emperyalizm ne zaman yok olacaktır? Ancak o emperyalist tekeller yeryüzünden yok olduğu zaman, o politika da doğal olarak maddi, ekonomik temelli ortadan kalktığı için, ortadan kalkacaktır. İşte onu başarabilmek için de Venezüellalı ve Kübalı Yoldaşlar sadece kendi ülkeleri için mücadele etmiyorlar. Tüm Latin Amerika’dan, 400 milyon nüfusa sahip bu devasa kıtadan, bu haydutları kovdukları zaman, bu emperyalistin en önemli kollarında birini kesmiş olacaklar. Eğer biz de Edirne’den Çin sınırına kadar bu alçağın kolunu kesersek, buradaki hegemonyasını, zulmünü, sömürüsünü, vurgununu sona erdirmiş olacağız. Yine Afrika’dan bunu uzaklaştırırsak, o da siyah kıtanın tümüyle tek ülke, tek bayrak altında birleşmesiyle mümkün olacaktır, o zaman oradan da çıktı mı kendi ülkesinin yani bir anlamda bu haydut, bu canavar kendi ininin içine girmeye mecbur kalacak. Ondan sonra da Amerikan İşçi Sınıfı ve Amerikan Halkı onların işini bitirecektir. O tekelleri ortadan kaldıracaktır. Ancak o zaman insancıl devletler; yeni, halkçı devletler ortaya çıkacaktır Amerika’da ve Avrupa’da, arkadaşlar. (Sloganlar… Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm… Alkışlar…) Tabiî bunlar da ancak bu ülkelerde gerçekleşecek birer sosyalist devrimle mümkün olacaktır. Emperyalistlerin çıkar aracı olan bugünkü devletler yıkılacak, yerlerine İşçi Sınıfının elinde olan yeni demokratik, sosyalist devletler kurularak mümkün olabilir. Ancak o zaman bu ülkeler dünya halklarına ve kendi halklarına zarar vermeyen, tersine onlara gerçekten hizmet eden insancıl devletler kurabilirler. Venezüella Devrimi emekçi halka refah ve mutluluk getirdi Şimdi yoldaşlar, arkadaşlarımız bir de mücadelelerinin ekonomik boyutunu anlattılar. Birkaç cümleyle de onu özetlersek… Venezüella, petrol rezervleri açısından dünyanın en zengin 5 ülkesinden biridir. Bu denli zengin doğal kaynağa sahip bir ülke. Ama 1998 öncesinde yani Chavez’in devrimle iktidara gelmesinden önceki dönemde, bu büyük rezervin kullanılmasıyla ortaya çıkan, ki o zamanki petrol fiyatları baz alınarak hesaplandığında, 40 milyar dolarlık bir servet, tümüyle ABD ve İngiliz petrol şirketlerinin kasasına akıyordu. Venezüella’nın kukla Amerikan uşağı temsilcileri, yöneticileri, yetkilileri diyordu ki o zaman; petrol gelirleri, petrolün çıkarım giderlerini, o maliyeti ancak karşılayabiliyor. O yüzden devletin kasasına bir şey bırakmıyor. Oysa o büyük servet, emperyalistlerin kasasına akıyordu, bu uşaklar da ihanetlerinin bedeli olarak, çok küçük bir kısmını kendi küplerine aktarabiliyorlardı. İşte Chavez Yoldaş, Bolivarcı Devrimle iktidara gelince, ilkin bu doğal kaynağı kamulaştırdı. Bir anda 40 milyar dolarlık bir servet ortaya çıkıverdi. O zaman petrolün varili 40-50 dolar civarındaydı şu anda sanıyorum 83 mü? Bir Dinleyici: O civarda. urullah Ankut Yoldaş: O civarda. Yani şimdiki fiyatlara göre aynı miktarda petrol çıkarıldığını varsayarak hesaplarsak, neredeyse iki misline yakın yani 70-80 milyar dolarlık bir gelir, arkadaşlar. İşte Chavez Yoldaş, ilkin bunu, ülkede en yoksul, en çok acı çeken, en çaresiz, en mutsuz insanların durumunun en kısa sürede iyileştirilmesine harcadı. İşte Raul Yoldaş’ımızın adlarını saydığı Misyonlar, o gelirin nasıl aktarıldığını ve bundan böyle de nasıl aktaracağını belirleyen halk örgütleridir. Yoldaşımız bunları bize ayrıntılıca anlattı, önümüze koydu. Misyon: Görev demektir, arkadaşlar, yani devrimin, önüne koyduğu görevleri, gerçekleştirmekle kendini sorumlu tuttuğu görevleri ifade eder. İşte 30’a çıktı dedi şu anda Misyonların sayısı; onları da zamanımızın elverdiği sınırlar içinde çok özet bir şekilde bize aktardı, arkadaşlar. Ve bu halkçı davranış karşısında onu ortadan kaldırmak, yok etmek için emperyalistlerin nasıl bir mücadele yaptıklarını anlattı Raul Yoldaş. İkinci olarak da, Chavez Yoldaş’ın önderliğinde gerçekleşen Bolivarcı Devrimin Köylülere ne verdiğini, onlara neler kazandırdığını anlattı Raul Yoldaş bize. Devrim öncesinde, Venezüella’nın geniş toprakları, bir avuç ABD tarım tekelinin ve yerli tarım tekellerinin, zengin toprak sa- hiplerinin, büyük çiftlik sahiplerinin elindedir. Yani ülke toprakları bu ABD’li ve yerli tarım tekellerinin işgali altındadır. Köylüler yoksul, topraksız köylü durumunda. O zaman toprağı aldı, üretmen köylülere paylaştırdı. Bununla da yetinmedi, boş arazileri de kullanılır hale getirerek yine köylülere dağıttı, arkadaşlar. Sadece toprak dağıtmakla üretim yapılmaz. Gerekli eğitimi, ziraat mühendisini ve ekipmanı da verdi. İşte böylesine insancıl, halkçı görevler yapıyor bu Yoldaşlarımız. Bizimkiler ne yapıyor? Elde olanlarını da çıkarıyor elden. Ha bire satıyorlar değil mi?.. Kuvayimilliye yadigârı kamu kuruluşlarını bir bir sattılar. Et Balık Kurumu vardı biliyorsunuz. Konya’da da çok güçlü, etkin bir tesisi vardı. Babam bizi, köyden gelince, besicilikle Köylü ne ister? Bir: toprak ister, İki: ekipman ister, Üç: hayvan ister. Dört: ziraat mühendisleri, tekniker ister, veteriner hekim ister, kredi ister, teşvik ister. Yani tarımla hayvancılık iç içedir. Bunların hepsini verdi köylüye, Bolivarcı Devrim. O zaman, köylü çektiği korkunç acılardan bir anda, büyük ölçüde kurtuldu. Mutlu bir yaşam sürmeye başladı. İşçi Sınıfı işe, aşa kavuştu. Eğitimsiz insanların, nasıl kısa sürede okuma yazma bilir hale getirildiğini anlattı bize Yoldaşımız Raul. Şu anda Küba’dan sonra, dünyada okuma yazma bilmez oranı sıfır olan ikinci ülkedir Venezüella. Bildiğimiz gibi Küba bu başarıyı on yıllar önce yakalamıştı. Şimdi de Venezüella aynı duruma geldi. Bizde durum hâlâ vahim değil mi, arkadaşlar. Vahim… Özellikle kadınlarımızda okuma yazma bilmeyenlerin oranı hayli yüksek. Bu rakamlar gün gün değişmekle birlikte, yine de iç açıcı değil. Tüzük-Programımızda da ayrıntılıca işlendi bu konular Partili arkadaşlarımızın bildiği gibi. Demek ki, bizdeki burjuva iktidarlarının on yıllardır yapamadığını, kısacık bir zaman dilimi içinde, bir iki yıl içinde gerçekleştirdi Venezüellalı yoldaşlarımız. Başka ne yaptı? Sağlık konusunda çok büyük iyileştirmeler yaptı bu Devrim. Geçen haftanın en önemli eylemlerinden biri de neydi? İçimizde sağlık emekçisi olan arkadaşlar varsa bilirler; devlet hastaneleri de özelleştiği anda (elde kalan hastaneleri de özelleştiriyor bildiğiniz gibi, Tayyipgiller İktidarı), halkımız o hastanelere bile cebinde sosyal güvenlik kurumunun kartı olmasına rağmen girip parasız tedavi olamayacak. Sağlık giderleri de büyük giderler bildiğiniz gibi. İşte sağlık emekçileri buna karşı halk oylaması yaptı değil mi, arkadaşlar? Emekçiler ve halkımız, hastanelerin özelleştirilmesini istemiyoruz, diye Türkiye’de oylama yaptılar. Demek ki, Türkiye’de sağlık büyük ölçüde özelleştirildi, elde kalanlar da elden çıkarılmaya çalışılıyor. Chavez, bunun tam tersini yapıyor gördüğünüz gibi. Kübalı Yoldaşların da, büyük doktor yardımıyla, desteğiyle birlikte Venezüella Halkına parasız sağlık hizmeti sunuyor Devrim. Sağlık bir bütün tabiî. Misyonlardan biri de neydi? dikkatinizi çekmiştir: Güler Yüz Misyonu, yoldaşlar. Ne kadar önemli ağzımız da. Tümüyle dişleri sağlam olan bir arkadaşımız var mı aramızda? Hepimizin bir ya da birkaç hatta yarıya yakın dişleri, benim tanıdığım kadarıyla, kullanılmaz halde, arkadaşlar E, ağız sağlığı da, genel sağlığın çok önemli bir parçası, sadece maddi bir sorun değil, ağız ve diş sağlığı... Yani diş hastalıkları, diş eti hastalıkları bir sürü başka hastalıklara yol açtığı gibi, çiğnemeyi zorlaştırır, yaşam kalitesini düşürür. Ayrıca istenmeyen kokuların ağızda oluşmasına yol açar, sosyal ilişkileri de bozar. Sosyal ortamı da çok olumsuz yönde etkiler. İletişimi de etkiler insanlar arasında, olumsuz yönde. Bu denli önemli bir şey. Ama bizimkilerin hiç umurlarında olmuyor halkın sağlığı ve dişleri, ağzı. geçindirdi. Yakın yoldaşlarım bilir, hayvancılık yaparak yani aile ekonomisi biçiminde, aşağı yukarı 30-40 civarında hayvan besleyerek, ailemizin geçimini sağladı. Büyüttü, yetiştirdi, yaşattı. Yani o bakımdan yakından bilirim bunu. Saman Pazarı’ndaki hayvan pazarına, babamla beraber ilkokul yıllarından beri hayvanlarımızı götürür, orada satardık. Babama yardım ederdim hayvanların pazara götürülmesinde ve orada satılmasında. Et Balık Kurumuna götürülmesinde de yardım ederdim babama. O bakımdan nasıl hayvan alındığını, nasıl işlemler yapıldığını yakından bilirim. Şimdi ne oldu oralar, arkadaşlar? Gitti! Yok, ortada. Ve etin kilosu, büyük şehirlerde 30-40 liraya çıktı. Halkımızın ulaşamayacağı rakamlara çıktı. Ve acıdır, bunun sonucunda hayvancılık da öldü Türkiye’de. Türkiye’deki canlı hayvan sayısı, sığır ve koyun sayısı, 30 yıl öncekinin bile şu anda gerisinde. Bundan otuz yıl önce Türkiye’de on altı milyon büyükbaş canlı hayvan vardı. Şu anda bu rakam on milyon beş yüz bindir. Mahvettiler yani Türkiye’de tarımı ve hayvancılığı… Sümerbank vardı değil mi, bir de. O da yok oldu... O da gitti. Onun da adı kaldı. Fabrikaları çürümüş vaziyette. Bir kısmının makinelerini söküp hurdacılara verdiler. Arazilerini yandaş müteahhitlere peşkeş çektiler, işçilerini sokağa attılar. Başka?.. Tekel vardı değil mi, arkadaşlar? Geçen haftalarda… Bir Dinleyici: SEK. urullah Ankut Yoldaş: SEK. Başka Bir Dinleyici: TARİŞ. urullah Ankut Yoldaş: TARİŞ, SEKA… Evet, evet… Yani arkadaşlar, öncelikle tarımda. Yani öncelikle tarıma baktığımız zaman… Şimdi, TEKEL, arkadaşlar, ne kadar önemli. Yani özelleştirilmeden önce, yarım milyona yakın, 468 bin aile yaprak tütün üretiyordu Türkiye’de. Yani bu nüfusça neye tekabül eder? Ortalama köylü nüfusumuz, hane başına beş kişiden aşağı düşmez. Ana-baba ve çocuklar olmak üzere. Yani iki buçuk milyon nüfus demektir en azından, arkadaşlar. Yani iki buçuk milyon insan, sadece tütünden geçim sağlıyordu. Karın doyuruyordu, ekmek yiyordu. Şimdi bu satıldı. Bir Dinleyici: Fabrikada çalışanlar hariç. urullah Ankut Yoldaş: Fabrikada çalışanlar hariç. Fabrikada 15 bin civarında insan çalışıyordu. Onlar da işsiz kalmış oldular. Sokağa atılıyor. Aldıkları maaşın üçte biri fiyatına, geçici olarak o da, yani yılsonuna kadar bir yerlerde çalıştırırız sizi, ondan sonra sokağa atarız, diyorlar. Onun direnişini yaptık Tekel İşçileri arkadaşlarla birlikte. Yani onu da öldürdüler… Tekel sadece tütün işlemiyor. Dışarıdan da yaprak tütün alıp onu da işleyip satıyordu, arkadaşlar. Böylece 400 milyon dolar civarında döviz giriyordu her yıl Türkiye’ye. O da yok oldu. Kime sattılar?.. British American Tobacco tütün firmasına sattılar. Şimdi tiryaki arkadaşların ceplerindeki Tekel yazılı sigaralara verdikleri para hep onların kasasına gidiyor. Türkiye’ye hiçbir şey kalmıyor. Tekelin 56 tütün işleme fabrikasını 1 milyar 720 milyon dolara bu 5 Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 firmaya sattılar. Bu İngiliz-Amerikan ortaklığı firmaya sattılar. Ve tekel adını da birlikte sattılar. Şimdi Tekel markasıyla üretilen bütün sigaralar bunların malıdır aslında. Ve işin acı tarafı: Türkiye’de sigara içenlerin oranı, Amerika’ya ve Avrupa’ya kıyasla yahut onların tersine artıyor azalmıyor. Yani ABD’de, Avrupa’da tiryakilerin sayısı günbegün azalıyor, bizdeyse artıyor. Bu konuda da yeterli eğitim alınmadığı için verilmediği için, sigara içme oranımız gittikçe artıyor, sigara içme yaşımız gittikçe düşüyor. Yani tiryakilerimizin her yıl verdikleri milyarlarca dolar da bu şirketlerin kasasına akıp gidecek… Demek ki sadece işçilerimize iş sağlamıyordu Tekel, köylülerimize de geçim sağlayacak bir gelir getiriyordu. O da yok oldu, arkadaşlar, Alkollü içkiler bölümünü yine, 292 milyon dolara Mey İçki’ye sattılar. O da, birkaç yıl sonra, bir Amerikan şirketine sattı. 900 milyon dolara sattı. Düşünebiliyor musunuz, arkadaşlar?.. 292’ye al, 900 milyon dolara sat. Vurgunu görebiliyor musunuz?.. Başka nereyi sattı Tayyipgiller? Paşabahçe’yi, Paşabahçe Alkollü İçkiler Fabrikası’nı sattı. Rıhtımı ve limanı da var buranın. Yani böylesine değerli kamu malları haraç mezat vurgunculara yeyim edildi, peşkeş çekildi. Bir dinleyici: Burjuva medyası da bundan hiç söz etmiyor. Bu anlattıklarınızı hiç anlatmıyor. urullah Ankut Yoldaş: İşine gelmiyor. Dinleyici devamla: Burjuva basını ve burjuva medyası… urullah Ankut Yoldaş: Bunlar da bu vurgundan pay alıyorlar, bu ihanetten. Ondan söz etmiyorlar. Günümüzde Medya, Sinema ve Futbol Parababalarının halkı uyutma araçlarıdır Niye pay alıyorlar? Şimdi aslında halkın çıkarını savunan bir medya, bir basın kalmadı. Hepsi Parababalarının medyası. Turhan Selçuk’un deyimi ile, Gözlüklü Samiler Medyası. Parababalarının hain, satılmış medyası diyoruz biz bunlara. Şimdi onların köşe başlarını tutmuş, ki çoğu döneklerden oluşuyor, alçak yazarçizerleri, her ay on binlerce dolar maaş alıyorlar. Milyon dolarlık transfer ücreti alıyorlar. Şimdi öyle olunca, bu düzen onlar için cennet. Ve bu yapılanlar onlar için çok olumlu. O yüzden yazmazlar bunları. Eski basın kalmadı, arkadaşlar, yok. Şimdi… Cüneyt Arcayürek anlatmıştı altı yedi sene kadar önce. Bildiğimiz gibi çok meşhur bir burjuva yazarı. Hiç de solcu filan değil. İşte yaşıtım, diyor, Çetin Altan. Aile boyu dönekliğin Türkiye’deki temsilcisi olan ailenin, en kaşar döneği. O zamanlar, çok eskiden, dönek değildi, bizim öğrenciliğimiz yıllarında Sosyalist yazardı kendileri. Hatta geçen, Sahaflar’da buldum, “Onlar Uyanırken” diye bir de kitabı var. Aldım, ibretlik olsun diye kitaplığıma koydum. Acı acı, gülerek bakıyorum o zamanki yazılarına. Tabiî namuslu şeyler o zamankiler. Diyor ki Cüneyt Arcayürek: “O zaman Gedikpaşa’dan bir ayakkabı alacak bile cebimizde nakit paramız olmazdı. Ayakkabı almaya beraber giderdik. Ben ona, o bana kefil olurdu. Veresiye, senet yaparak ayakkabı alırdık. Birkaç taksitte öderdik.” Şimdi o zamanki yazarçizerler, kiminle paylaşıyorlar hayatı?.. Halkla. O zaman halkın çektiği acıları, sıkıntıları duyuyorlar yüreklerinde, yaşadıkları için duyuyorlar. O zaman ister istemez, halka daha yakın oluyorlar. Halkın problemleri onları yakıyor. Ama şimdi on binlerce dolar maaş alan bir insan için, Türkiye’de pahalılık diye, yokluk diye bir şey söz konusu olabilir mi, arkadaşlar? Olamaz Türkiye cennet onlar için. O yüzden, biz onlara Pezevenkler Medyası, diyoruz. Hainler Medyası, Parababalarının Satılmışlar Medyası, diyoruz. İkoncanlar Medyası, diyoruz. (Alkışlar…) Dertler o kadar çok ki… Ama zamanımız çok az, arkadaşlar… Gençliğimizde, filmlerini ilgiyle seyrettiğimiz Cüneyt Arkın’ın geçenlerde bir söyleşisi yayımlandı: “Çalışmakla geçen bir ömrün muhasebesi, arkadaşlar. Yani geriye dönüp baktığımda değmezmiş. Günde 11, 12, 15 saat çalışırdık. Ama değmezmiş”, diyor. Şimdi burada, zaman yok okumaya: “Şimdiki sinemayı nasıl buluyorsunuz?” diye soruyorlar. “Şimdi çok güzel artistler var, yönetmenler var. Yetenekliler. Ama bunların yaptıkları işlerde halkın sorunları yok. Şimdi böyle mi olmalı yahu? Yani ben illa ders kitabı gibi filmler çevrilsin istemiyorum. Ama hiç değilse 10 film çeviriyorsan, 2’sinde halkın sorunlarını anlat yahu. Yani biz fedakârlığı, dostluğu, sevgiyi, alçakgönüllülüğü aşılamaya çalışırdık. Onları yüceltirdik filmlerimizde. Ama şimdi hiç ilgisi yok bu değerlerle, yaptıkları filmlerin, dizilerin”, diyor. Yine bir örnek veriyor: “Orhan Günşiray, bizim dönemimizin artistlerinden, (Yine aynı satırları, burada diyor ki:) bugünün parasıyla 1 milyon dolara denk gelen bir parayı, sinemadan kazanırdı ve sette set işçilerine hepsini dağıtır, sessiz sedasız ama, kimseye reklamını yapmadan, dağıtır, çıkar giderdi. Böyle biriydi. Böyle insanlar vardı. Ama şimdikilerde bu lüks tutkunluğu ne yahu? eredeyse çocuklarının oyuncak arabalarına bile özel şoför tutacaklar.” Yani her şey sunileşti. Çığırından çıktı Türkiye’de. Niye? Niye böyle oldu Sinema? “Mesela Beyaz Şov’da, bilmem neyde, hiç halkın sorunları yok. Türkiye bu mu yahu? Sanatçı böyle mi olur yahu? Bu mu sanatçının görevi?” diyor. İsyan ediyor, arkadaşlar. Ama niye? Onlar da, dikkat edersek vergi şampiyonları arasında, arkadaşlar. Türkiye’nin, açıklandı ya geçen hafta, ilk yüze giren, en çok vergi ödeyen yüz kişisi, onların arasındalar… Şimdi onlar için de bu ülke ve bu düzen, bu iktidar cenneti sağlıyor. Niye anlatsınlar halkın derdini? Niye başlarını yahut devasa gelirlerini, düzenlerini, cennetlerini tehlikeye atsınlar? Demek ki Parababaları her şeyi çığırından çıkardı, insanlıktan uzaklaştırdı. Canavarlaştırdı! Yine, Galatasaray Futbol Kulübü’nün Kurucusu Ali Sami Yen’in eşi konuşmuştu, ömrünün son yıllarında, 10 sene kadar önce. İsmini unuttum şimdi bu saygıdeğer kadının. Diyor ki: “Rahmetli, (Eşini kastediyor. - Nurullah Ankut) Galatasaray’ı kurarken, bugünkü futbolu hiç aklından geçirmedi. O zamanlar her şey spor için, spor aşkına yapılırdı. Hiç para düşünülmezdi. Ama şimdi her şey paraya döndü. Spor, futbol kalmadı” diyor. Dikkat edersek, artık futbol kulübü diye bildiklerimizin hepsi ayrı büyük bir şirket. Bütçelerine baktığımız zaman, yüz milyon dolarlar konuşuluyor, değil mi? Topçu ve teknik adam ücretlerine baktığınız zaman, yine milyon dolarlar, milyon avrolar konuşuyor. Ve futbol kulüpleri de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu gibi değil mi, arkadaşlar? Dünyanın her ulusundan sözde sporcu var. Bu spor değil yahu? Yani spor bu değil… Bunun sporla hiç ilgisi yok. Spor ne? İşte Küba’da yapılan, spor. Tüm halk spor yapıyor. Ve nüfusuna oranla Küba, her seferinde istisnasız, olimpiyatlarda dünya şampiyonu, arkadaşlar. Birinci geliyor. Yani nüfusu ve kazandığı madalyalar kıyaslandığı zaman, hep birinci çıkıyor. Ve on bir milyonluk bir ülke, Küba. asıl başarıyor? Halkına spor yaptırarak, sağlıklı bir yaşamı vaat ederek, onun imkânlarını sağlayarak, onun eğitimini vererek. Sebebi o, arkadaşlar… Yoksa bizimki spor değil. Hiç ilgisi yok bizimkinin. Yani afyonkeşlik bizimki… Halkın sağlığıyla hiç ilgisi yok. Tersine, halkı uyutma amaçlı. Bir de halkı kardeşleştirmiyor, halkı ayrıştırıyor. 15-20 yaşındaki gençler karşı takımdan diye, düşman olarak algılıyor birbirini. Döner bıçaklarıyla vesairelerle birbirlerine saldırıyorlar. Bunun sporla ne ilgisi var? O bakımdan, demek ki bu ülkelerde yapılanların tam tersi yapılıyor Türkiye’de. Niye? Çünkü ABD öyle istiyor. Emperyalistlerin taşeronu bizimkiler. Bu bakımdan “yalan ajans”ın yazarı genç, çok doğru söylüyor. Dünyada birbirine benzetilemeyecek belki de en uç noktadaki kişiler Chavez ve Tayyip Erdoğan’dır. Geçen hafta, arkadaşlar, bir de Süt Üreticilerinin direnişi vardı değil mi? Bir Dinleyici: Devam ediyor hâlâ da. urullah Ankut Yoldaş: Devam ediyor hâlâ da… Geçen, bir Platform Sözcüsü’nün konuşmasını izledim öğle ajansında. “Direnişi bırakmak yani sonlandırmak durumundayız”, dedi. “Çünkü sen sütü, bir fabrikada bir madeni eşya üretir gibi üretmiyorsun ki… Üretimi durdurdum artık ben süt vermiyorum, diyemezsin. Canlı hayvan söz konusu bizim işte. Her gün beslenmesi gerekir. Yani bir yemi var ve onun karşılığında da ürettiği sütün işlenmesi ve para olarak en azından o giderleri karşılaması gerekir.” Şimdi üretmen insanlarımız, üretmen köylümüz ne kadar dayanacak buna? İşte süt fabrikatörleri de bunu bildikleri için, Platform Sözcüsü anlatıyor: “2002’de Tayyip Erdoğan iktidara geldiğinde, ham sütün litre fiyatı 40 kuruştu bugünün parasıyla.” Şimdi her şey 2002’den bu yana kaç kat arttı, arkadaşlar dikkat edersek? “Ama 2005-2006 yıllarına kadar sütün fiyatı 40-45-50 kuruş arasında kaldı. Ancak 2006’dan sonra 70’e tırmanabildi. En son geçen Ocak ayında, üreticilerle biz oturduk, 85 kuruşa fiyat belirledik. Litre fiyatı belirledik. Bir buçuk ay kadar bu fiyattan aldı süt fabrikaları, ondan sonra dedi ki, ben bu fiyattan süt almıyorum. 68 kuruştan alırım, dedi tek taraflı olarak. Biz, olmaz, bu üretim maliyeti bile değil, dedik”, diyor. Bir Dinleyici: 72 kuruş Hocam üretim maliyeti. urullah Ankut Yoldaş: Evet Abdullah, o zaman 72 kuruştan alırım, dedi diyor. Olmaz. Bu ancak üretim maliyeti arkadaşımızın da söylediği gibi… Şu anda 72-72,5 kuruş üretim maliyeti. O zaman nasıl geçinecek bu insanlar?.. Bu süt üreticileri, onların bakmakla yükümlü olduğu çoluk çocuğu? Bu işi yaptı diyelim süt üreticisi, yani sütü 72 kuruşa verdi diyelim, tamam gelir gidere, inekte, sütte denk düştü diyelim ama bir de kendi geçimi var. Çocuklarının geçimi var. “Olmaz, dedik. O zaman almıyorum, dedi fabrikalar” diyor, arkadaşlar. Şimdi ne yazık ki, 2002’den bu yana da süt üretimi artmadı Türkiye’de, diyor. Ama marketlerde biz baktığımız zaman, kutu sütlerin fiyatı iki liraya çıktı. Demek ki, süt fabrikatörü alıyor 60-70 kuruşa sütü, işliyor, onu iki liraya markete sattırıyor, komisyonunu veriyor markete yüzde 10-15 kuruş ya da biraz daha fazla neyse, gerisini cebine koyuyor… Düşünün, yani üreticinin geçen hafta açıklıyor ki: “İletişimde yabancı sermayenin olması bir sakınca yaratmaz”, diyor. İyi de, gelirin Türkiye’de kalması sakınca yaratır mı?.. Bunlara göre yaratıyor. Niye? Efendileri olan yabancı Parababalarının çıkarına uygun düşmüyor da ondan. Yani böyle bir ülkede yaşıyoruz ne yazık ki… Demek ki yapılanlar, Venezüella ve Küba’da yapılanların, halkçı uygulamaların tam tersi Türkiye’de. İşte bu yüzden bizdeki iktidarlar maalesef ABD Emperyalizminin işbirlikçileri, hizmetkârları. İktidara da onlar getiriyor zaten bunları. Arkadaşlar, şimdi şu söz söylenebilir mi yahu? “Beni kanalizasyon deliğinden aşağı süpürmeyin, kullanın.” Bunu söyleyen insanın yüzüne bakılır mı hiç? Bunu Tayyip söylüyor. Cüneyt Zapsu’yu, Şaban Dişli’yi gönderiyor Amerika’ya, Amerikan Emperyalizminin temsilcileri önünde, böyle, onlar aracılığıyla diz çöküyor, yalvarıyor, arkadaşlar. Ve ne yazık ki, Türkiye’de, Başbakan diye, bu adam geçiniyor kürsülerde, meydanlarda konuşuyor. Konuşuyor… Böylesine acıklı, felaketli günler yaşıyoruz. Şimdi bunu ne sayede yapabiliyor? durumu bu… Bunun çözümü ne? Üreticilerin örgütlenmesi ve süt işleyecek ve pazarlayacak organizasyonu kurması, yani süt fabrikaları kurması ve onun, tüketiciye ulaşacak ağını kurması. Böylece aracıları aradan çıkarması… O zaman kendisi hakkaniyetli gelirini elde edebilecek. Başka çözümü yok. Ama hangi üreticimizin bu imkânı var? Hiç birinin yok, hiç birinin yok... Ne yazık ki, tam da böyle bir felaketle karşı karşıya süt üreticilerimiz, diğer küçük üreticiler gibi... İşte Kübalı Yoldaşlarımız, bunu da devrimci iktidarın bir sorumluluğu olarak devraldıkları için, 7 yaşına kadar tüm çocuklar günde 1 litre bedava süt alma ve içme hakkına sahipler Küba’da. Sağlıklı beslenmeleri için iktidar bunu her Kübalı çocuğa sunuyor. Bir Dinleyici: O kadar ablukaya rağmen! urullah Ankut Yoldaş: Ablukaya rağmen tabiî. Elli yıldır uygulanan ablukaya rağmen... Şimdi, her şey özelleşiyor bizde, arkadaşlar. Cebimizde telefonlar, alo dedik mi hep yabancı tekellerin kasasına paralar akıyor. Bir şey yok bize. Binali Yıldırım daha Neyle? Din sömürüsüyle, arkadaşlar. Bunların en büyük marifeti bu biliyorsunuz. Başka bir marifetleri yok. Başka bir yetenekleri yok. Oysa bunların gerçek İslamiyetle de hiçbir ilgileri yok. Bizim eskiden beri bir tezimiz var. Her konuda olduğu gibi, İslamiyet konusunda da diyoruz ki; en iyi biz biliriz, İslamın ruhunu en iyi biz anlarız, Hz. Muhammed’in kalp atışlarını en iyi biz hissederiz! Niye? İslamın ekonomi görüşünün, felsefesinin, anlayışının özü ne, arkadaşlar? İnfak. İnfak ne? İnsanın sahip olduğu malı, mülkü, geliri, serveti başkalarına, ihtiyacı olanlara dağıtması. Peki bunun ölçütü ne, arkadaşlar? Ölçütü şu: çok açık koyuyor Hz Muhammet, Bakara Suresi Ayet 219’da. Diyor ki: “Sana neyi infak edeceğini soruyorlar. Söyle. Kendini ve bakmakla yükümlü olanları geçindirecek kadarını alıkoy, gerisini dağıt.” Tayyipgiller’in Gerçek İslamiyetle hiçbir ilgisi yoktur En halkçı Halife Hz. Ali çocukluğumdan itibaren cenklerini neredeyse ezberleyecek derecede tekrarlayarak zevkle okuduğum halifedir. Onun yiğitliği, fedakârlığı, alçakgönüllülüğü, kendini adamışlığı hep hayran bırakmıştır beni. Diyor ki: “Her zeki insan, akıllı değildir, akıllı olmaz. Her bakan görmez, her duyan kulak işitmez.” Gerçekten ne kadar özlü bir söz… Halkımız zeki. Zeki insanlarımız… Ama ne yazık ki, bunların, bu siyasilerin bu durumunu göremiyor ihanetlerini, satılmışlıklarını, uşaklıklarını ve küp dolduruculuklarını, vurgunculuklarını. Göremiyor… Kanıyor bunlara. Niye? Aklı uyuşturuluyor, bu yüzden göremiyor. Zeki olmasına rağmen, aklını kullanamıyor. Niye kullanamıyor? Aklı bloke edilmiş vaziyette. Baskılanmış durumda. (Alkışlar…) Yani şahsının ve geçimini sağlamakla sorumlu olduğun insanların ihtiyacına, geçimine yetecek kadarını alıkoyacaksın, gerisini tümden halka dağıtacaksın. Bir Dinleyici: Amerika’daki hoca biliyor mu bu anlattıklarınızı?.. urullah Ankut Yoldaş: Amerika’daki hoca bunları bilse de hiç ağzına almaz. İşine gelmez çünkü. O da ABD Emperyalizminin kucağında dincilik oynar, din alır satar, arkadaşlar. Ve dikkat edersek, 2003 Irak saldırısında, ABD Emperyalizminin Irak’a saldırısında ve 1990 yılındaki Birinci Körfez Savaşı’ndaki saldırısında, onayladı ABD ve müttefiklerinin saldırısını, katliamını; destekledi o caniliği. Birinci Körfez Savaşı’nda, İzmir’de vaaz verdi cemaatine ait olan, cemaatinin elinde olan diyelim bir camide; “Şu anda Saddam’a karşı Amerika’yı desteklemek İslama uygundur”, diye. İkincisinde de desteğini aynen sürdürdü. Şimdi sadece Bakara Suresinde 13 kez tekrarlıyor Hz. Muhammed: “Mallarınızı infak edin. Allahın size verdiklerini infak edin”, diye. Bir Surede 13 kez tekrarlıyor. Kur’an’ın tamamında 20 küsur kez tekrarlanır infak. Elinde Türkçe Kur’an çevirisi olan arkadaşlar, arkadaki indeksten bakarlarsa “infak” kavramına, o ayetlerin sırasını görürler. Şimdi niye durup dinlenmeden tekrarlıyor Hz. Muhammed? Çünkü ekonomi anlayışını bu temel üzerine oturtuyor. Yani eşitlikçi, kardeş bir toplum kurmak istiyor, arkadaşlar. Yine Tevbe Suresi 34’üncü Ayette: “Söyle, Allahın onlara verdiklerini ihtiyacı olan halkın kullarına vermeyip dağıtmayıp da altın ve gümüş olarak biriktirenlere biz ne acı bir azap hazırlıyoruz cehennemde.”, diyor. Böylesine uyarıyor ümmetini. Bir Dinleyici: O zaman Erbakan ayvayı yedi. urullah Ankut Yoldaş: Erbakan’ı dediniz değil mi, arkadaşlar? Evet, ne diyordu mal beyanında? 148 kg altınım var, diyordu. Utanıp arlanmadan söylüyordu bunu. 148 kg altın… Altın küpü olmuş bu insan. Kendi ağırlığının bir buçuk katı neredeyse. Bilmem 600 bin dolarlık dövizim var. Şu kadar arsam, arazim, apartmanım, dükkânım var, diyordu aynı mal bildiriminde, arkadaşlar. Evet şimdi Tayyip… Tayyip de aynı. Rahmi Koç ne dedi, arkadaşlar? 1 milyar dolarlık serveti var, dedi. Eski İstanbul Ticaret Odası Başkanı Mehmet Yıldırım: 1 milyar dolarlık serveti var, dedi. Tayyip bunlara karşı bir itirazda bulunmadı o zamanlar. Sadece küsüştüler bir dönem, Rahmi Koç’la, küsüştüler böyle dediği için… Sonra Moskova’da Rahmi Koç, Holdinginin bir alışveriş mağazasını açtı, alışveriş mağazasını. Onun açılışına gitti Tayyip, orada barıştılar. Çünkü çıkarları uzun süre küs kalmayı gerektirmez, çelişir. İzin vermez. Bir Dinleyici: Kaldırmaz. urullah Ankut Yoldaş: Kaldırmaz. Şimdi bu, İstanbul Belediyesinin spor kulübünde, İETT Spor Kulübü’nde ikinci kalite bir futbolcuydu, arkadaşlar. Ve oradan Erbakan’ın çömezliğine geliyor, oradan İstanbul İl Başkanlığına geliyor, Erbakan’ın Partisinin, oradan da İstanbul Belediye Başkanlığına geliyor, oradan ABD’nin gözüne çarpıyor bu din tüccarı vurguncu. ABD alıp yetiştiriyor, arkadaşlar. Bir Dinleyici: İl başkanlığı döneminde. urullah Ankut Yoldaş: İl başkanlığı döneminde, arkadaşlar, Ama bazı iddialara göre daha eskiden, ama il başkanlığından itibaren artık, Cüneyt Zapsu’nun Boğaz’daki villasında, İstanbul Belediyesindeki Tayyip’in makam odasında görüşmeler yapıyorlar. Hazırlıyor Tayyip’i, ABD Emperyalizminin bu konularda uzman görevlileri, arkadaşlar. Bir Dinleyici: Ergün Poyraz, Kanlı Pazar’a kadar uzandırıyor. urullah Ankut Yoldaş: Uzandırıyor Ergün Poyraz. Ruşen Çakır da, bildiğimiz gibi hiç de solcu molcu olmayan bir yazar, değerli arkadaşlar. O çevrelerle de içli dışlı biliyorsunuz. Onun da “Tayyip Erdoğan” diye bir kitabı var. Bu ilişkileri o da anlatıyor. Amerika’yla ve İsrail’le, MOSSAD’la ilişkilerini anlatıyor. Tâ o zamanlardan başlayan ilişkilerini. Şimdi oradan yükselip geliyor. Kendisi geçen ay açıkladı servetini. Trilyonları var, değil mi, kendi açıkladığı miktarda bile? Şimdi İstanbul’da sırf Üskü- 6 dar Kısıklı’da beş adet villası var. Birbirine komşu süper Boğaz manzaralı, havuzlu beş villası. Bu villaların her birine yedi milyon Türk Lirası fiyat biçiyor emlakçılar. Sırf onlara biçiliyor bu fiyat.. Başka nakiti de bir sürü var Tayyip’in. Oğullarına baktığımız zaman, altın şirketleri, gemi şirketleri var, değil mi? Damadına, işte devletin kasasından, Halk Bankası’ndan, Vakıf Bank’tan 750 milyon dolar aldı, verdi. Değil mi?.. Bizim malımız, arkadaşlar. Verdi damadına. Onun şirketi de televizyon aldı. Gazete aldı patronluğunu yaptığı şirket. Hiç para harcamadan yani… Vurup ödeyecekler. Bir Dinleyici: Kıyak Emeklilik yaptı kendine. urullah Ankut Yoldaş: Evet, Evet… Şimdi Hz. Muhammed, sadece Kur’an’da müminlere bunları emretmekle kalmıyor, kendisi de özel yaşamında titizlikle uyguluyor, bu kuralları, arkadaşlar. Böyle yaşıyor. Yani ümmetinin en yoksul insanları gibi yaşıyor, onların düzeyinde bir hayat biçiyor, sürdürüyor. Hatta, hep anlatırım, Hz. Ayşe isyan ediyor böyle yaşamaya. Olmaz, diyor. Onun başını çektiği dört eşi, yeter artık, artık sınırlarımız genişledi, devletimizin kasasına büyük paralar doldu, e, bizim de gelirimiz biraz artsın, diyor. Kabul etmiyor Hz. Muhammed. Ahsab Suresi başlı başına bunu işler: “Ya Allah’ın dediğini ve onun Resulünü kabul edeceksiniz, ondan yana olacaksınız ya da dünya hayatını tercih edeceksiniz.” Asla esnemiyor. Ve babalarının evlerine gönderiyor eşlerini. Bir ay düşünün, karar verin, diyor ve sonunda mecburen kabul edip evlerine geri dönüyorlar. Esnemiyor asla Hz. Muhammed. Öldüğünde yine yoksul. Hep anlatırım. Hiçbir serveti olmadığı gibi, zırhı da bir Yahudi bezirgânda doksan kg arpa karşılığında rehin, arkadaşlar. Rehin… İşte hırkası var, ıbrığı var, hasır yatağı var ve hurma liflerinden doldurulmuş bir yastığı var. Başka bir şeysi yok. Dört Halife de böyle yaşıyor… Ama Emeviler’den itibaren iş tersine dönüyor. Yani gerçek İslamiyet ortadan kalkıyor. Muaviye ve Yezid’le beraber, gerçek İslamiyet ortadan kalkıyor. Zaten Yezid’in Kerbela’da yaptığı bile yani bunu kanıtlamaya yeter, Hz. Muhammed soyundan gelen 23 kişi de aralarında olmak üzere, 73 Müslümanı katlediyor orada,Yezid’in ordusu. Fırat kenarında. Günlerce susuz bıraktıktan sonra. Katletmekle kalmıyor, cesetlerini atlara, askerlerinin, taraftarlarının atlarına, kâğıt gibi ezilinceye kadar çiğnetiyor, arkadaşlar. Başını kesip götürüp Hz. Hüseyin’in, başını kesip götürüp Yezid’e gösteriyorlar. Hz Hüseyin ki, Hz. Muhammed’in dünyada en sevdiğim, canım dediği insan. Şimdi bunların Müslümanlığı olur mu? Olmaz! Hz. Muhammed’le ilgisi olur mu bunların? Asla ilgisi olmaz! Nitekim sarhoşken, bir av eğlencesinde, bir eşeğin üzerine kurulan tahttan başının üzerine düşerek ölüyor Yezid. Ölümü de böyle… İşte bizimkiler onların devamcısı, arkadaşlar. Onların devamcısı… Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin değil. Muaviye’nin ve onun oğu Yezid’in… Bizim bu anlayışımız, ki İslamiyetin en doğru, biricik gerçek yorumudur, kavrayışıdır, bazı araştırmacı İslam yazarları tarafından da kabul görmeye, öne sürülmeye, dillendirilmeye başlandı, arkadaşlar. Geçenlerde bir kitap çıktı. Eren Erdem adlı bir yazarın, “Gayya Karanlığından Kur’an Aydınlığına”. Bizim bu tezimizi işliyor. Hatta bu kitabını tanıtan bir de yazısı var internette; “Abdestli Kapitalistler Dinden Çıktı” başlığını taşıyan. Yine namuslu araştırmacı Yılmaz Yunlak’ın, “Benzerleriyle Değiştirilenlerin Öyküsü” diye kitabı var. Aynen bizim bu tezimizi işler. Ki, gerçek İslamiyetin biricik doğru kavranışı budur. Demek ki, Hz Muhammed’in gönlünde yatan da bizim savunduğumuz, gerçek anlamda eşitlikçi bir adalete dayanan toplum. O yüzden Hz. Muhammed’in en meşru, en doğru devamcısı, mirasçısı da biziz arkadaşlar. (Alkışlar…) Din derebeyleri tarafından Halkımız için İslamiyet “seccadeye tapınmaya” indirgendi Orhan Özer Yoldaş: Sayın Hocam, sizi dinlemeye doyum olmuyor. Sabaha kadar dinleriz, ancak süremiz az, salon izin ver- Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 miyor. 10 dakikamız kaldı Hocam… Üzülerek söylüyorum. urullah Ankut Yoldaş: Demek ki, arkadaşlar, Hz. Ali’nin o vecizesinde ne kadar haklı olduğunu görüyoruz şimdi. Yani masum, İslamiyete içtenlikle inanan halkımız için, temiz din duygularına sahip olan halkımız için İslamiyet neye indirgendi bugün, arkadaşlar? Öbür dünya korkusuna. Ve o korkudan kurtulmak için ya da o korkunun bir sonucu olarak, onun itmesi ile de neye indirgendi? Anlamını bilmediği Kur’an ayetlerini bol bol dinlemeye, tekrarlamaya ve seccadeye, Hayyam’ın deyimiyle, deyişiyle, “seccadeye tapmaya”, arkadaşlar. Saf halkımız için İslamiyet buna indirgendi. Müslümanlık denince halkımız bunu anlıyor. Yani ne kadar ben Kur’an dinlersem, ne kadar tekrarlarsam, okursam, ne kadar çok namaz kılarsam o kadar iyi Müslüman olurum. Öbür dünyada da cehenneme gitmekten kurtulurum, cennete giderim anlayışına indirgendi. Onun dışında İslamiyet kalmadı… İslamiyetten başka bir şey anlamıyor halkımız artık. Halbuki Hz. Muhammed’in namazla da, oruçla da, hacla da, cehennem korkusuyla da, cennet ödülüyle de varmak istediği yer, bu dünyada gerçek anlamda insancıl bir toplum düzeni kurabilmektir… Hepsinden muradı; o eşitlikçi, kardeşler toplumunu yaratmak, arkadaşlar. Yaratmak… Başka hiçbir şey yok. Murat etmiyor da zaten Hz. Muhammed, amaçlamıyor. İşte o gerçek amaç unutuldu halkımız için. Çünkü halkımıza gerçek İslamı öğretmediler, anlatmadılar. Arkadaşımızın söylediği gibi, hiçbir hoca, hiçbir üniversite profesörü, hiçbir şeyh bunları anlatmaz, arkadaşlar. Anlatamaz... İşlerine gelmez. Çünkü onlar, o şeyhler, tarikat şeyhleri, din derebeyi. Onlar da uyutucu, kandırıcı, düzenbaz. Anlatmaz. Onların şu anki en büyüğü de, arkadaşımızın dediği gibi, ABD’nin kucağında dincilik oynayan İblis. Yani yine Hz. Muhammed’in deyimiyle, “insanları Allahla aldatan o büyük aldatıcı, iblis”. Peki siyasiler için din neye indirgendi? O aracı kullanarak, küp doldurma, vurgun yapma ve koltuk kapma yarışına… Çok kârlı bir siyaset onlarınki… Dünyada bundan kârlı bir siyaset, iş olmaz bunlar için. İşte saf insanlarımızı, böyle zeki olmasına rağmen, kandırabiliyorlar, arkadaşlar. Kandırabiliyorlar… O alçak din bezirgânları… ne götürüyorlar. Ve ABD tanıyor o darbeyi ve darbeyle iktidara gelen alçakları. Avrupa Birliği tanıyor. Ve kim karşı çıkıyor o alçaklara? Kübalı Yoldaşlar, Fidel karşı çıkıyor. Demek ki 2002’ye kadar Venezüella’daki faşist darbe girişimi de dahil olmak üzere darbeleri sadece ABD yapar bütün dünyada. Bundan sonra da yapabilirse yine ABD yapar. İşte bizde 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerini kim yaptı? ABD… Yunanistan’da adına “Albaylar Cuntası” denen 67 darbesini yaptı. İlk darbeyi İran’da yaptı, arkadaşlar ABD. Azeri Türkü Musaddık’ı devirdi ve o namuslu, halkçı, yurtsever aydını, halk önderini katletti… Musaddık, 1951’de iktidara geldi. İran’da, Toprak Reformu ve Chavez’in diğer yaptıklarını yaptı. Petrolü millileştirdi. ABD, 1953’te bir darbeyle hem iktidardan alaşağı etti, hem de hapse attı Musaddık’ı. Yerine Şah’ı, Amerikan uşağı Şah Rıza Pehlevi’yi getirdi. 1954’te yine Latin Amerika’da, Guetamala’da, Arbenz’i -aynı Chavez’in yaptıklarını yapan Arbenz’i- alaşağı etti iktidardan, faşist bir darbeyle. Che de o zaman Guetamala’da. Ve ondan sonra Latin Amerika’da onlarca faşist darbe yaptı ABD adlı haydut devlet. Şimdi bu darbeci alçak kalkıyor, kendi kuklalarına, uşaklarına, kendine karşı olanları darbeci diye, bu davayla tutuklatıyor. Bu konuda da yüzlerce sayfa yazdık. Kanıtlarıyla her şeyi ortaya koyduk. Tetikçisi kim bunun? Bu bir CIA operasyonu olan Dava’nın? Taraf Gazetesi. Neden mi? CIA’nın sesi, sözde bir yayın organı. İşte Yasemin Çongar’ın eşinin CIA ajanı olduğunu, bu son sayımızda, kendi cv’si ile İngilizce orijinal biyografisiyle ortaya koy- Şimdi arkadaşlar, geçtiğimiz haftaların en önemli siyasi olaylarından biri de nedir? dersek, herhalde tüm arkadaşlarımız ve hemşerilerimiz diyecek ki, “Ergenekon Davası” adlı operasyon. Değil mi? Şimdi ABD Emperyalistleri, siyasi amaçlarına, çıkarlarına ulaşabilmek ve o BOP projeleriyle, haritasını yayımladıkları Yeni Sevr’e varabilmek ve onu Türkiye’ye dayatabilmek, kabul ettirebilmek için bu operasyonu düzenlediler. Biz baştan itibaren bu adı koyduk: Bir CIA operasyonu dedik, bu davaya. Bu davada kimler hedef alınıyor? Antiemperyalistler, Mustafa Kemalciler, laikler, yurtseverler ve Amerika’ya, NATO’ya karşı olanlar hedef alınıyor. Yoksa gerçek darbeyi yapanlar değil. 12 Mart ve 12 Eylül Faşizmini yapanların hiç adı geçiyor mu bu davada, arkadaşlar? Yok! Bir Dinleyici: Onlar resim yapıyor. urullah Ankut Yoldaş: Onlar resim yapıyor. Başka işler yapıyor. Onlara kimse dokunmuyor. Tam tersine, onlar Çankaya’da A. Gül tarafından ağırlanıyor. Kenan Evren orada ağırlandı değil mi? Bu operasyon, NATO’ya ve ABD’ye tavırlı olanlara karşı sürdürülüyor. İşte geçen haftanın gazetelerinden birinin başlığı: “Kenan Evren’in basın danışmanı Ali Baransel (arkadaşlar, Fikret Otyam’ın da damadı): ABD’siz, ATO’suz askeri darbe olmaz”. Demek ki Türkiye’de ve bütün dünyada… İşte Venezüella ve Chavez’in Temsilcisi Raul Yoldaş da anlattı: 2002 darbesini kim destekliyor? ABD. Ve Chavez Yoldaş’ı o karşıdevrimle tutsak aldıkları zaman nereye götürüyorlar? ABD’nin elindeki bir askeri deniz üssü- Son duruşmada emperyalistler yenilecek halklar kazanacaktır urullah Ankut Yoldaş: Tamam. Chavez Yoldaş diyor ki: “Düşmanı yenilmez kabul ederseniz düşman yenilmez olur.” Oysa biz düşmanı, aynı düşmanı, Birinci Milli Kurtuluş’ta yendik, Mustafa Kemal’in önderliğindeki Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda! Vietnam Halkı yendi! Küba Halkı yendi! Domuzlar Körfezi Çıkartması’nı anlattı Kübalı Yoldaş’ımız. Ve elli yıllık ablukaya karşı, 90 mil açığında namusluca, yiğitçe Kurtuluş Partisi’nden Hatay’da Anayasa Değişikliklerine Hayır Kampanyası (Sloganlar… Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek… Alkışlar…) AB-D’nin hedefi Yeni Sevr’in önündeki bütün engelleri kaldırmaktır duk. Beraberce CIA’ya nasıl hizmetler yaptıklarını, yayımladık. Demek ki, bu davada da net tutum alan sadece biziz, siyasi hareket olarak. Kararlı, açık, yiğitçe tavır koyan biziz, arkadaşlar. Namuslu, yurtsever, NATO karşıtı paşalar tutuklandığı zaman, bizzat orada, Beşiktaş’ta, o özel mahkemenin önünde -ki biz bunun mahkeme sıfatının olduğunu kabul etmiyoruz, o da bir CIA üssü bizim için, arkadaşlar, yurtseverleri, laikleri, antiemperyalistleri, ABD’nin, CIA’nın emriyle hukuk kılıfı altında yargılayıp zindana atan bir CIA üssüdür- orada açıklamalar yaptık. Yine Suç Duyurusu’nda bulunduk evvelki gün. Dünkü gazetelerde çıktı, suç duyurumuz. Demek ki bu konuda tavrımız da net, açık, her konuda olduğu gibi. Hiçbir şeyi gizli, dolaylı, lafı döndürerek, pısırıkça, ürkekçe, utangaca söylemeyiz. Her şeyimiz, her konudaki tutumumuz, tavrımız açık, net, kesindir, arkadaşlar. Şimdi zamanımız da sanıyorum bitti. Orhan Özer Yoldaş: Hocam süremiz bitti. Ne olur! Salonu boşaltmak durumundayız artık, salon sahibiyle yaptığımız sözleşme gereği. Ü lkemizin her yerinde olduğu gibi, Parti olarak Hatay’da da 12 Eylül Referandumuna yönelik çalışmalar yürüttük. İskenderun ve Samandağ’da afişleme; Antakya, İskenderun ve Samandağ’da binlerce bildiri ve Samandağ İlçe Örgütü’müzün düzenlediği, “12 Eylül Anayasasına da Tayyipgiller Anayasasına da Hayır” paneli ile eylemler gerçeekleştirdik. Samandağ ilçemizde, polis, afiş yapan arkadaşları gözaltına alarak, karakola götürdü. Yapılan müdahaleler sonucunda arkadaşlar serbest bırakıldı. Samandağ İlçe Örgütü’müz, Parti binamızda “12 Eylül Anayasasına da Tayyipgiller Anayasasına da Hayır” konulu, Merkez Komite Üyemiz Av. Sait Kıran’ın katıldığı bir panel düzenledi. Panelimiz, tüm Samandağ’ına afişlerle, davetiyelerle ve birebir yapılan çağrılarla duyuruldu. İlçe Başkanı’mızın açış konuşmasıyla başlayan panelimiz, Merkez Komite Üyesi Sait Kıran Yoldaş’ın konuşmasıyla devam etti. Kıran Yoldaş, ülkemizin ABD ve AB Emperyalistlerinin, ülkemizi 12 Eylül 2010 referandum sürecine getirişinin siyasal ve tarihsel sürecini geniş bir şekilde anlatarak başladı konuşmasına. Türk Ordu’sunun tarihsel niteliğini, Ordu Gençliği’mizin, ta Osmanlı’dan günümüze kadar gelen ilerici yönünün nedenlerini ve sonuçlarını, “Ergenekon” maskeli saldırı sürecinin, gerçekte neyi hedeflediğini, anlattı. Kıran Yoldaş, ülke genelinde “Hayır” oylarının yükseldiğini ve Tayyipgiller’in kaybedebileceklerini düşündüklerini, bunu Tayyip’in her tarafa pervasızca saldırma- sından netçe görülebileceğini örneklerle anlattı. Referandumda, “evet çıkması için her türlü yola başvuracaklarını” söyledi. Referandumla gerçekleştirmek istedikleri oyunları bozmak için, etrafımızdaki insanları “Hayır” demeleri için bilgilendirmek ve bilinçlendirmek gerektiğini söyledi. Kıran Yoldaş konuşmasını, “Halkız Haklıyız Kazanacağız” sözleriyle noktaladı. meydan okuyor Küba Halkı bu alçak emperyalist düşmana. Yani ABD’ye. Chavez Yoldaş meydan okuyor, arkadaşlar. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nden Yoldaşlar meydan okuyor. Hiçbir düşman yenilmez değildir. Hele halkların düşmanı olursa… Biz de eninde sonunda bir kere daha yeneceğiz bu başhaydutu! (Alkışlar…) Bu kanlı zalimler er geç yenilecek ve insanlık içine çıkamayacak! Tarihte lanetle, tiksintiyle anılacaklar. Gelecek kuşaklar da iğrenerek söz edecek bu şerefsizlerden, alçaklardan! Ve dünya halkları mutlaka kazanacaklar! Ve Fidel Yoldaş’ın dediği gibi: Eninde sonunda insanlık tek bir sosyalist aile olacak! Halkız Haklıyız Yeneceğiz! Venceremos! (Sloganlar: Halkız Haklıyız Kazanacağız… Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm… e ABD e AB Tam Bağımsız Türkiye… Alkışlar… Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi… Alkışlar…) lar, Orhan Özer Yoldaş: Değerli arkadaş- Özellikle hepimizi aydınlatan ve coşturan Genel Başkan’ımız Sayın Nurullah Hoca’mıza bu konuşmasından dolayı teşekkür ediyoruz. Konferansımız burada sona ermiştir. Katıldığınız için hepinize teşekkür ediyorum, iyi akşamlar diliyorum. (Alkışlar…) Sait Yoldaş, katılımcıların, solun dağınıklığının nedenleri, Parti olarak neden daha çok kitleye ulaşamadığımız, sol gurupların bazılarının neden “evet” dediği, bazılarının ise neden “boykotçu” olduğu, kurtuluşun nasıl gerçekleşeceği, önümüzdeki görevlerin neler olduğu gibi değişik konularla ilgili sordukları sorulara doyurucu, net, açık, kesin yanıtlar verdi. Etkinliğimize katılan tüm insanlar, Sait Yoldaş’a konuşmasının içeriğinden ve Parti Yöneticilerimize de böyle bir Panel gerçekleştirdiğimiz için teşekkür ettiler ve aydınlanmış olarak ayrılacaklarını söylediler. Halkımızla bir kez daha buluşmaktan, siyasi düşüncemizi anlatmaktan, kitlelere duyurmaktan heyecan ve onur duyduk. Halkız Haklıyız Kazanacağız! Hatay’dan Kurtuluş Partililer ,entepe ,ehitleri 1 Eylül’de İzmir’de Anıldı 1 Eylül şafağında, üç kızıl yıldızımız: Mahmut-İbo-Sadi Yoldaşlar’ımız hunharca katledilmişlerdi 1978 yılında Parababalarının aylıklı cellâtlarınca. Üç Şehitler’imizin anısına düzenlediğimiz İzmir İl binasındaki toplantı, Üç Şehitler’in nezdinde tüm devrim şehitlerimiz için saygı duruşuyla başladı. Ana konuşmayı Değer Yıldız Yoldaş’ımız yaptı. Ülkemizin içinde bulunduğu durumu anlatan Değer Yoldaş’ımız, bizlerin daha çok çalışması gerektiğine vurgu yaptı. Aras Kargo işgalini fiili olarak olayı yaşayan Yusuf Gençer Yoldaş’ımız Aras Kargo İşgali’nin öncesini ve İşgali anlatarak, önderliğin nasıl yapıldığını ve sarı sendikacılara nasıl ders verildiğini anlattı. Gerçekleştirdiğimiz Direniş ve İşgallerle mücadelenin devam ettiğini, bugün de görevin, referandumda “Hayır” çıkması için mücadele etmek olduğunu anlattı. Konuşmanın ardından iki genç yoldaşımızın “Üç Şehitler Destanı”nı içtenlikle duyarak okuması hepimizi duygulandırdı. Levent Çelik Yoldaş’ımız, “1 Eylül Dünya Barış Günü”nün önemine değindi ve örneklerle Sovyet Halkının mücadelesinin önemini anlattı. İl Başkanımız Tacettin Çolak Yoldaş söz alarak görevlerimizi bir kez daha hatırlattı. Şehitlerimizin katledilişinin 32’nci yılında söz veriyoruz: Onların yarım bıraktıklarını mutlaka tamamlayacağız! Ve Onlar: Her örgütlenmede, her Direniş, İşgal, Grevde bizimle birlikte olacaklar! İzmir’den Kurtuluş Partililer Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 TAYYİPGİLLER ANAYASASINA HAYIR! AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’yi “Ilımlı İslam”a götürme ve Yeni Sevr’i uygulatma projesi olan anayasa değişikliğine HAYIR! Baştarafı sayfa 1’de Bu vatan satıcı hainler çetesinin karşısında en kararlı, en sarsılmaz gücü oluşturacak, Birinci Kurtuluş Savaşının kazanımlarını ödünsüz savunacak İşçi Sınıfımız ve onun önderliğinde ordulaşacak emekçi sınıflarımız (köylülük, kamu çalışanları, esnaf ve sanatkârlarımız vb.) ise ne yazık ki bu saldırıyı göğüsleyip püskürtecek bir örgütlenmeden çok uzaktır. Bunun en başlıca sebebi ise İşçi Sınıfımızı örgütlemek gibi tarihi misyonunu yerine getiremeyen Sosyalist Hareketin dağınıklığıdır. Bu dağınık ortamda AB-D Emperyalistlerinin oyunlarına karşı direnç noktası oluşturan güçler; Osmanlı’dan beri ilerici hareketlerin itici gücü olmuş ve Osmanlı’da Devlet Sınıfları adını almış güçlerdi. Bunlar:1- Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği (Osmanlı’da Seyfiye), 2- Üniversitelerimiz (Osmanlı’da İlmiye) ve 3- Osmanlı’da yine İlmiye Sınıfı içinde yer alan Yüksek Yargı Organları: Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) idi. AB-D Emperyalistleri, özellikle ABD ve onun casus örgütü CIA, bu direnç noktalarını etkisizleştirmeden amaçlarına ulaşamayacaklarını biliyorlardı. İşte günümüzde yaşanan bütün olayların sebebi, yerliyabancı karşı devrimci cephenin bu direnç noktalarını etkisizleştirme girişimleridir. “Ergenekon” maskeli CIA planı bu yüzden devreye sokulmuş, “Balyoz” vb. tutuklamaları bu yüzden tezgâhlanmıştır. Ordunun başına Genelkurmay Başkanı olarak getirilen Hilmi Özkök, Yaşar Büyükanıt, İlker Başbuğ ise bu oyundaki yerlerini almışlardır. Bu Tören Paşaları, gelmiş geçmiş en vatan haini Hükümet olan Tayyipgiller Hükümetiyle el birliği ederek bir kayıkçı dövüşü yürütmüşlerdir. Bu kayıkçı dövüşünün amacı, Ordu Gençliği’ndeki Devrimci Geleneği iğdiş etmek, Ordu Gençliği’nden gelebilecek itirazları ortadan kaldırmaktır. Bu Tören Paşaları, ordu komutanlığı yapmış emekli orgenerallerden, hâlâ görev başında olan kuvvet komutanlarına ve teğmenlere kadar tutuklamalar yapılırken ya sessiz kalmış ya da Ordu Gençliği’ni uyutmak için göstermelik tepkiler vermişlerdir. Yani esasta CIA planının askeri kanattaki uygulayıcıları olmuşlardır. Bütün bu tutuklamalarda, “şüpheli sıfatı”yla ifadeye çağırılmalarda şaşmaz bir kural işlemiştir: Tutuklanan bütün ordu mensupları (göz boyamak için araya katılan birkaç istisna dışında), ATO’ya ve AB-D’nin Türkiye’ye dayatmaya çalıştığı “Yeni Sevr”e karşıdırlar. Kardeşler, Son Yüksek Askeri Şura’da yaşananlar da bu CIA planının uygulanmasından baş- ka bir şey değildir. Şurası açıktır ki CIA’dan ve tabiî ki ABD’den güç almasalar, ordudan gelecek en ufak e-muhtırada bile tası tarağı toplayıp kaçmak isteyen yüreksizler bu cesareti bulamazlardı. Bu aylarca süren ve infaza dönüşen tutuklamalar ve yargılamalarla ve Tören Paşalarının gizli desteğiyle ordunun burnunu sürtmüş oluyorlar. Yapacakları ihanete karşı ordudan bir tepki gelmesini, Türkiye’nin antiemperyalist bir mecraya girmesini önlemiş oluyorlar. Üniversitelerde ise Tayyipgiller, düne kadar karşı oldukları YÖK’ü ele geçirince, YÖK’çü oldular. Artık Üniversitelerde gönüllerince at oynatabiliyorlar. YÖK en gerici rektör adaylarını, tek oy alsalar bile A. Gül’e sunuyor, A . Gül de bu en az oyu almış gericiler içinden en gerici olanı rektör olarak atıyor. Yani YÖK onlar için artık ele geçirilmiş bir mevzidir. Geriye bir tek direnen yargı kalmıştı. Elbette onun da defteri dürülmeliydi. Bunun için ortaya çıkıp ben yargıyı doğrudan kendime bağladım denilemezdi. Onun yerine bin yıllardır uygulanan Tefeci-Bezirgân oyunu tezgâhlandı: Daha demokratik bir anayasa sloganıyla kafa bulandırılıp yargıyı ele geçirecek düzenlemeler yapıldı. Bu oyun da tutarsa yargıyı da denetim altına almış, Yüksek yargı organlarını Tayyipgiller’in hukuk bürosuna dönüştürmüş olacaklar.Bu durumda Yüksek yargı organlarının nasıl işleyeceği, YÖK’ün bugünkü işleyişine bakılarak kolayca anlaşılır. İşçiler, emekçiler, yurtseverler, Oyun bu kadar açık oynanıyor. Bu sözüm ona anayasa değişikliklerine evet oyu vermek; AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’yi yok etme planlarına “evet” demektir. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşında başaramadıkları amaçlarına ulaşmalarına “evet” oyu vermektir. Birinci Kurtuluş Savaşı’mızla yurdumuzdan kovduğumuz emperyalistlere; o gün ülkemizi parçalayamadınız, bugün gelin parçalayın; o gün sömürge konumuna düşüremediğiniz Halklarımızı, gelin bugün boyunduruk altına alın, ülkemizi sömürgeniz yapın demektir. Durum bu kadar ciddidir! Görev bu kadar önemlidir! Bu rezil çember, her birimizin vereceği “HAYIR” oyuyla parçalanabilir. Bu emperyalist saldırı püskürtülebilir. Tüm bu gerçeklerden dolayı Halkın Kurtuluş Partisi tüm emekçi halkımıza sesleniyor: Kardeşler, bu vatan ve millet düşmanı saldırıyı bertaraf etmek için Referandumda sandık başına gidelim ve HAYIR oyu verelim. 20.08.2010 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Devrimci Mücadelemizde Yaşıyorlar! Tayyipgiller’in tüm engellemelerine karşın halkımızla buluşuyor Kurtuluş Partililer referandumda hayır için alanlarda T Kurtuluş Yolu ürkiye bugünlerde çok önemli günlerden geçiyor. AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller referandum oyunuyla halkımızı, ülkemizi bir bataklığa çekmeye hazırlanıyor. 12 Eylül’de yapılacak halk oylamasında halkımıza “evet” dedirtmek için Tayyipgiller, her türlü olanağı, iktidarın imkanlarını kullanarak halkımızı dört bir yandan kuşatmış durumdalar. Buna karşın halkımıza gerçekleri göstermek, Tayyipgiller’in emperyalistlerin emirleri doğrultusunda ülkemize götürdüğü yeri halkımıza anlatmak için çalışma yapan “hayır” diyen devrimci, yurtsever ve demokratlara ise her türlü engel çıkarılıyor. “AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’yi “Ilımlı İslam”a götürme ve Yeni Sevr’i uygulatma projesi olan anayasa değişikliğine Hayır!” diyen Halkın Kurtuluş Partisi’nin halkımıza ulaşmaması için stant, afişleme çalışması ve bildiri dağıtımında engeller çıkarılıyor. Ama Kurtuluş Partisi Tayyipgiller’in hür türlü engellemesine Parababaları medyasının susuşa getirmesine rağmen kararlıca bulunduğu her yerde emekçi halkımıza ulaşıyor. Şehirlerin merkez meydanlarından emekçi halkımızın yaşadığı semtlerine giderek halkımızla buluşuyor. Kurtuluş Partililer, İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Konya, Gaziantep, Hatay, İzmit, Eskişehir gibi illerde de yaptığı eylemler, afişlemeler, bildiri dağıtımları, stantlarda halkımıza “hayır” demesi için çağrıda bulunuyor. Yapılan eylemlerden bazılarını aşağıda sunuyoruz: İzmir Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü, Referandumda “Hayır” Kampanyasının İzmir çalışmalarını Karşıyaka’da yaptığı eylemle başlattı. İzmir İl Örgütü 20 Ağustos Cuma günü saat 18.30’da Karşıyaka Çarşı’da bir eylem yaptı. Eylem sırasında halka bildiri dağıtıldı. İl Başkanı Avukat Tacettin Çolak halka seslenerek bu değişikliğe “Hayır” denmesi için çağrı yaptı. Halkın yoğun ilgisini çeken eylem alkışlar ve sloganlarla bitirildi. Karşıyaka eyleminin ertesi günü, 22 Ağustos günü Konak Metrosu önünde stant açarak pankartlarla saat 14.30’da bir basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasının ardından bildiriler dağıtıldı. Kampanyanın bir ayağı da Yamanlar Semtiydi. 23 Ağustos Pazar günü kahveleri dolaşarak, ev ev gezerek Tayyipgiller Anayasasına Kurtuluş Partililer’in neden “hayır” dediği anlatıldı. Yamanlar pazar yerinde kısa bir açıklama yaparak halkı “Hayır” demeye çağırdı ve bildir sloganlar eşliğinde dağıtıldı. Kahvelere “Tayyipgiller Anayasasına Hayır” afişi asıldı. Kampanyanın bir ayağı da Eşrefpaşa Semtine bağlı Duatepe Mahallesi’ydi Burada da halkla buluşarak, işsizliğin, pahalılığın nedenlerini anlatıldı; sorunların çözümünün gerçek bir halk iktidarında olduğunu vurgulandı. İlk kez kitlesel çalışma yapılan Duatepe Mahallesi’nde iyi izlenimler İzmir bırakıldığı halkın yaklaşımlarından belliydi. Ayrıca İzmir Enternasyonal Fuarı’nda da referandum çalışması yapıldı. Ankara Halkın Kurtuluş Partisi Ankara İl Örgütü, 21 Ağustos Cumartesi günü Kızılay Eski Gima önünde yaptığı basın açıklamasıyla başlattı. Ankara İl Başkanı Avukat Sait Kıran’ın yaptığı ve anayasa değişikliğinin iç yüzünü anlatan açıklamamız çevreden ilgi ve destek gördü. Açıklamada Ankara Valiliğinin stand çalışmamıza koyduğu keyfi engelleme de protesto edildi. Açıklama ardından Kızılay bölgesinde yaygın bildiri dağıtımı gerçekleştirildi. Bunun dışında Batıkent, Dikmen, Anıttepe, Sıhhiye, Ulus, Cebeci’de ve Ankara’nın ana otobüs duraklarında bildiri dağıtımları, afişleme çalışmaları yapıldı. Ankara Mehmet Eker Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü, 29 Ağustos günü de İstanbul Taksim’de saat 13.00’da bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada, Tayyipgiller’in anayasa değişikliğiyle aslında Türkiye’yi bir yandan Ilımlı İslam diğer yandan Yeni Sevr bataklığına çekmeye çalıştığı anlatıldı. Bu oyuna karşı durmak için referandumda Hayır denilmesi için çağrı yapıldı. Kurtuluş Partililer “12 Eylül Faşist Anayasasına da Tayyipgiller Anayasasına da Hayır” diye haykırdı. Ardından kortej halinde sloganlar eşliğinde İstiklal Caddesinde bildiri dağıtıldı. Halkımız bildiri dağıtımına yoğun ilgi gösterdi, alkışlarla destek sundu. Bursa 12 Eylül’de yapılacak halk oylamasında, “Hayır” için Bursa İl Örgütü bir dizi eylemler düzenledi. Gaziantep Kurtuluş Partililer, Gaziantep’te hemen her gün bildiriler dağıtıyor. 21 Ağustos’ta da Gaziantep Balıklı Parkı’nda basın açıklaması yaparak Tayyipgiller Anayasasına “HAYIR” diye haykırdılar. Coşkulu bir şekilde atılan “Tayyipgiller Anayasasını İstemiyoruz”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek”, “ Katil ABD Ortadoğu’dan Defol”, “Yeni Sevr-e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” sloganlarının ardından Gaziantep İl Başkanı Sultan Çelik bir basın açıklaması yaptı. Çelik, açıklamada referandumla Tayyipgiller’in Halkı aldatmaya çalıştığını, asıl amaçlarının Yargıyı kendi Hukuk Bürolarına dönüştürmek olduğunu; bütün çabalarının kendilerinden olanların yaşama haklarını korumak, kendilerinden olmayanları ise yok saymak olduğunu açıkladı. Çelik, “Bizler Halkın Kurtuluş Partilileri olarak Halkımızla birlikte varız ve yok olmayacağız. Referandumda da HAYIR oyu kullanacağız” diyerek basın açıklamasını sona erdirdi. Basın açıklamasının ardından; bazı vatandaşlarımızın “Nerdesiniz; hiç HAYIR çalışması yapılmayacak sanmıştık. Hep etrafımızda EVET çalışması görüyoruz. Ağustos’un 45 derecelik sıcağında kömür dağıtan EVET oyu isteyen AKP’lileri görüyoruz. Yeter artık halkı dilenci yerine koydukları, bunlara dur deme vakti geldi ve geçiyor” şeklinde söylemleri oldu. Ayrıca Gaziler Caddesi, Elmacı Pazarı, Bakırcılar Çarşısı, Mütercimasım, Şıhcan Caddesi, Karagöz Caddesi ve Marif’te de bildiri dağıtıldı. Bildiri dağıtılırken halkın yoğun ilgisiyle karşılaşıldı. Halkımız Kurtuluş Partililer’den bildiriler, “hayır” tişörtleri isteyerek dağıtma talebinde de bulunuyor. Bursa İstanbul Hasan Semerci 7 İstanbul’da da Avrupa ve Anadolu yakasında geniş bir şekilde bildiri dağıtımları, afişleme çalışmaları sürüyor. Kurtuluş Partililer, Taksim, Bakırköy, Kadıköy, Aksaray, Beşiktaş, Tuzla, Kartal, Avcılar, Esenyurt, Sarıgazi, Sultanbeyli gibi alanlarda halkımıza bildiri dağıtarak “hayır” çağrısında bulunuyor. Anadolu Yakasında mahallerde yapılan sesli anonslarla “hayır” çalışması yapılıyor. Gaziantep İstanbul İlk olarak 28 Ağustos’ta Osmangazi Metro İstasyonu’nda stant açılarak, Bursa Halkına bildiriler dağıtıldı. Ayrıca şehrin belirli yerlerine afişler yapıldı. 4 Eylül’de de Kurtuluş Partisi Bursa İl Örgütünün de içinde yer aldığı çeşitli sendika, dernek ve siyasi partiler tarafından düzenlenen “12 Eylül Anayasasına da AKP Anayasasına da Hayır” mitingine katılındı. Yürüyüş ve Mitinge, Halkın Kurtuluş Partisi Bursa İl Örgütü de pankartları, dövizleri, önlükleri ve bayrakları ile katılarak mitingin en düzenli, hazırlıklı ve kalabalık kortejlerinden birini oluşturdu. Özellikle Parti Genel Merkezi tarafından hazırlanan ve üzerinde “Tayyipgiller Anayasasına Hayır” yazılarının yer aldığı tişörtler halkın ilgisini çekti. Kurtuluş Partililer yürüyüş ve miting boyunca “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek”, “Yoksulluğa Hayır”, “Yolsuzluğa Hayır” “Zama-Zulme Hayır”, “AKP Anayasasına Hayır”, “ABD-AB Emperyalizmine Hayır”, “İşsizliğe Pahalılığa Zama Zulme Hayır”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Halkız Haklıyız Kazanacağız” sloganlarını haykırdı. Öte yandan Gebze ve Konya’da da Tayyipgiller’in bütün engellemelerine rağmen stant açılarak, bildiriler dağıtılarak AKP ve AB-D Emperyalistleri teşhir edildi, halkımıza oyuna gelmemesi çağrısında bulunuldu. 8 Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 TAYYİPGİLLER ANAYASASINA HAYIR! ABD ve AB Emperyalistlerinin Tayyipgiller eliyle Türkiye’yi “Ilımlı İslam”a götürme ve Yeni Sevr’i uygulatma projesi olan “Anayasa Değişikliğine Hayır!” standımıza Ankara Valiliğinin izin vermemesini protesto ediyoruz T ayyipgiller’in Yargıyı kendi hukuk bürolarına dönüştürmesi demek olan Tayyipgiller Anayasasına HAYIR demek için Ankara’da kurulacak stantlarımıza, Ankara Valiliği izin vermeyerek Tayyipgiller’e hizmette kusur etmediğini kanıtlamış oldu. Sarı Gangster Hakİş Sendikasının yasalara aykırı “EVET” afişleri bilbordları kaplarken müdahale etmeyen Tayyipgiller yandaşı Ankara Valiliği, ülkemizin geleceğini karartacak Tayyipgiller’in Anayasasına HAYIR çalışmalarını engellemeye çalışıyor. İzmir, Bursa ve Gaziantep Valiliklerinden “HAYIR” stantlarımıza izin çıkmışken ve mevcut yasalara göre de izin verilmesi gerekirken, Ankara Valiliğinin antidemokratik bu tutumu, Tayyipgiller Anayasasına şimdiden hazır olduklarının ve Valilikçe Halk Düşmanı bu anayasaya “EVET” dediklerinin bir göstergesidir. Tayyipgiller, her türlü EVET çalışmasının önünü açıp teşvik ederken, Halklarımızı tehdit ederek, “EVET” oyu çıkmazsa “EVET” oyu için çalışmayan, “HAYIR” için çalışma yürüten YARSAV, DİSK gibi kurumları bertaraf edeceğini söyleyerek aslında, çıkartacakları Anayasanın 12 Eylül Faşist Anayasasından daha da geri olacağının ipuçlarını da vermiş oluyor. Bizler şunu çok iyi biliyoruz: Bu sözüm ona anayasa değişikliklerine evet oyu vermek; AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’yi yok etme planlarına “evet” demektir. Birinci Kurtuluş Savaşı’mızla yurdumuzdan kovduğumuz emperyalistlere; o gün ülkemizi parçalayamadınız, bugün gelin parçalayın; o gün sömürge konumuna düşüremediğiniz Halklarımızı, gelin bugün boyunduruk altına alın, ülkemizi sömürgeniz yapın demektir. Halklarımızın işsizlik, pahalılık, zam ve zulüm cehenneminde daha fazla yanmasına onay vermek demektir. Hırsızlıkların, yolsuzlukların, önünün daha da açılmasına evet demektir. En ufak hak arama talebinin önünün kesilmesine evet demektir. Tayyipgiller’in Anayasasına EVET demek kısacası geleceğimizin karartılmasına, aydınlık günler için mücadele eden Devrimci, Demokrat ve Yurtsever insanların ve Halklarımızın çekecekleri eziyetlerin katlanarak artmasına izin vermek demektir. Durumun bu kadar ciddi, görevin bu kadar önemli olduğunu, bu rezil çemberin, her birimizin vereceği “HAYIR” oyuyla parçalanabileceğini, bu emperyalist saldırıların püskürtülebileceğini, tüm emekçi halkımıza duyurabilmek bütün çabamız. Mücadelemiz bitmeyecek. Halkımıza bildirilerimizle, afişlerimizle, elimizdeki bütün araçlarla ulaşıp, ülkemiz üzerinde oynanan oyunları anlatacağız. Ankara Valiliğinin engellemeleri halklarımıza gerçekleri anlatmamıza engel olamayacak. 20.08.2010 Halkın Kurtuluş Partisi Ankara İl Örgütü Referandumda “evet” çalışması yapanlara her türlü özgürlük; “Hayır” çalışması yapan Kurtuluş Partililere yine engel… Gaziantep İl Örgütü Yöneticilerine Polis Baskını ve Gözaltı! H alkımızı “oy davarı” olarak gören AB-D Emperyalistleri ve Yerli Satılmışlar Cephesi, bildiğimiz gibi Yeni Sevr planlarını uygulamak ve bunun önündeki tüm engelleri kaldırmak için; Referandum oyunuyla halkımızı yine sandıklara doğru “sürüyor”. Bu planlarını hayata geçirmek için günlerdir, ellerindeki her türlü olanağı kullanarak (medya, afişleme, stand, ses araçları vb) “Anayasa Değişikliğine Evet” çalışması yapıyorlar ve halkımızı zehirliyorlar. Evet diyen siyasi partiler ve kurumlar rahat rahat çalışmalarını yaparken; onların bu hain planlarını ortaya çıkartarak “Tayyipgiller Anayasasına Hayır” çalışması yapan Kurtuluş Partisi’ne ise her türlü engeli çıkartıyorlar. İlk olarak Türkiye’nin birçok ilinin Valilik ve Emniyet Müdürlükleri tarafından açılmak istenen Parti standlarına yasaklama getirildi. Buna rağmen çalışmalarına hiç ara vermeden kararlıca devam eden Kurtuluş Partililer, bu kez de Gaziantep’te, bugün (30.08.2010) polis tarafından gözaltına alındı. Bilindiği gibi, 27 Ağustos’ta KocaeliDerince’de, 28 Ağustos’ta da Kocaeli-Gebze’de buna benzer bir durum yaşandı. Gebze’deki engellemede 11 aylık bebeğiyle bir kadın ve bir erkek üyemiz gözaltına alınarak saatlerce bekletildi. Gaziantep’in dört bir yanının Kurtuluş Partililer tarafından “Tayyipgiller Anayasası’na Hayır!” afişleri ile donatılmasından ve her gün yapılan bildiri dağıtımlarından büyük rahatsızlık duymuş olacaklar ki, Savcılık talimatıyla hareket ettiğini söyleyen polis, sabah saatlerinden itibaren eş za- manlı olarak Gaziantep İl Yöneticilerimizin evlerine, işyerlerine baskın yaptı. Gözaltına alınan Gaziantep İl Başkanımız ve yöneticilerimiz, Emniyet Müdürlüğünde ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakıldılar. Yöneticilerimiz sorgularında, “Evet” çalışması yapan hiçbir partiye engel tanınmazken “Hayır” çalışması yapan Kurtuluş Partililere yapılan bu gözaltıların çalışmalarını engelleme amaçlı olduğunu; ancak hiçbir gücün kendilerini engelleyemeyeceğini, çalışmalarına ara vermeksizin devam edeceklerini” belirterek, kararlı bir tutum sergilemişlerdir. Partimizin Gaziantep İl Örgütü’ne yapılan bu saldırının amacı bellidir: Kısa süre önce resmi kuruluşunu tamamlayan; ancak o zamandan bu yana çok önemli çalışmalar yaparak Gaziantep halkını örgütlemeye başlayan Gaziantep İl Örgütü yöneticilerimizi ve üyelerimizi yıldırmak, gözdağı vermek… Ancak bilsinler ki bugüne kadar hiçbir güç Kurtuluş Partilileri yıldıramadı ve bundan sonra da yıldıramayacaktır! Kurtuluş Partililer tarihin omuzlarına yüklediği görevi yerine getirecektir. Halkımızı örgütleyerek Demokratik Halk İktidarını kuracak ve Tayyipgiller’den de, her türlü yerli yabancı Parababasından da bu yaptıklarının hesabını soracaktır! 30.08.2010 Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi! Tayyipgiller Anayasası’na Hayır! Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek! Kurtuluş Partisi Genel Merkezi BASIA ve KAMUOYUA A “TAYYİPGİLLER ANAYASASINA HAYIR!” diyen Kurtuluş Partilileri engelleme çabaları boşa çıktı B-D Emperyalistlerinin, Türkiye’yi “Ilımlı İslam”a götürme ve Yeni Sevr’i uygulatma projesi olan anayasa değişikliğine karşı Halkın Kurtuluş Partisi olarak “HAYIR!” diyoruz. Kurtuluş Partisi olarak, diğer tüm siyasi partiler gibi, Yüksek Seçim Kurulunun propaganda yasağının kaldırıldığını ve belediyelerin uygun gördüğü yerlerde siyasi partilerin propaganda faaliyetlerini yürütebileceğini duyurmasının ardından propaganda faaliyetlerimize başladık. 27 Ağustos Pazar günü Kocaeli’de “TAYYİPGİLLER AAYASASIA HAYIR!” yazılı afişlerimizi yapıştırdık. Ancak referandumla ilgili propaganda serbestliğinin olduğu bir dönemde ne hikmetse polis tarafından arkadaşlarımızın afişleme faaliyeti Derince’de engellendi. Arkadaşlarımız saatlerce Emniyette tutularak afiş yapmaları Polis tarafından engellenmeye çalışıldı. Polis ayrıca Kurtuluş Partililerin elinde bulunan afişlere ve diğer afiş malzemelerine hukuksuz bir şekilde el koymuş, bir siyasi partinin yasal hakkı olan propaganda faaliyetine bilinçli olarak engel olmuştur. Aynı tavrı Tayyipgiller’e ve diğer Evet’çilere göstermediği gün gibi aşikardır. Polis, çifte standart uygulamaktadır. Amaç, “Tayyipgiller Anayasasına Hayır” diyenleri yıldırmak, engellemeye çalışmaktır. Yine aynı gün Gebze’de Mopaş Önü’nde “Tayyipgiller Anayasasına Hayır” broşürlerimizi dağıtmaya başladık. Ancak burada önce zabıtanın sözlü müdahalesiyle karşılaştık. Ardından zabıta, başka zabıta ekiplerini ve polis ekiplerini çağırdı. Ortalık zabıta ve polisten geçilmeyen bir mahşer yerine döndü. Bildiri almak isteyenler polisin varlığından rahatsızlık duymuş, ayrıca polis ortamı provoke etmeye çalışmıştır. Polisin orada bulunmasından cesaret alan kendini bilmez birileri broşürümüzü yırtma küstahlığında bulunmuşlardır. Bu kişilere Kurtuluş Partililerce, fiziki olarak anladıkları dilde anında müdahale edilmiştir. Bizden gerekli yanıtı alan bu kişileri, polisler yanlarına alarak bizden şikâyetçi olması yönünde kışkırttılar ve provokasyonlarına devam ettiler. Bunun üzerine kucağında 11 aylık bebeğiyle Partimiz üyesi bir Kadın Yoldaşımız ve bir Yoldaşımız daha gözaltına alındı ve saatlerce emniyette tutuldu. Emniyetteki karşılaşmada bu kendini bilmezler bize, “böyle olacağını bilseydik o broşürü yırtmazdık. Bizim zaten siyasetle ÇÜKÜ AB-D Emperyalistlerinin emriyle Yeni Sevr’i hayata geçirmek istiyorlar. ÇÜKÜ Yeni Sevr’le ülkemizi en az üç parçaya bölmek ve tıpkı Irak’ta olduğu gibi insanlarımızı kanlı boğazlaşmalara sürüklemek istiyorlar. ÇÜKÜ bugün bu geriye gidişe direnen bir tek YARGI kalmıştır. Ordu Gençliği ne yazık ki, Ergenekon maskeli hukuk ilgimiz yok. Bizi sizden şikâyetçi olmak için polisler teşvik ettiler. Yoksa ne işimiz var burada.” diyerek polisin provokasyonunu kendi ağızlarıyla itiraf etmişlerdir. Biz Kurtuluş Partililere Tayyipgiller’in polisinin, zabıtasının engelleme çabaları, provokasyonu vız gelir. Yeni Sevr’le ülkemizin üç parçaya bölünmesine ve insanlarımızın tıpkı Irak’ta olduğu gibi kanlı boğazlaşmalar içine girmesine karşı seyirci kalmayacağız. Bu planın asıl tezgâhlayıcıları AB-D Emperyalistlerine ve onun yerli uşakları Tayyipgiller’e karşı kanımızın son damlasına kadar mücadele edeceğiz. Tayyipgiller Anayasasına HAYIR diyoruz, ÇÜKÜ Tayyipgiller bu anayasa değişikliğiyle yargıyı denetim altına almak ve yüksek yargı organlarını kendi hukuk bürolarına dönüştürmeye çalışıyorlar. saldırısıyla şimdilik sindirilmiştir. Bu yüzden şimdi sırada Yüksek Yargı Organları: Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) vardır. Gün bu vatan ve millet düşmanı saldırıyı bertaraf etmek için mücadele etme günüdür. Buradan basına ve kamuoyuna, Kocaeli ve Gebze emniyetinin, Partimizin “Tayyipgiller Anayasasına Hayır!” faaliyetlerine karşı kışkırtma ve provokasyonlara varan davranışlarından vazgeçmelerini aksi takdirde Cumhuriyet Savcılıklarına suç duyurusunda bulunacağımızı açıklamak isteriz. 28.08.2010 Kurtuluş Partisi Gebze İlçe Örgütü Basın Emekçilerine ve Halk Örgütlerine AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’yi “Ilımlı İslam”a götürme ve Yeni Sevr’i uygulatma projesi olan anayasa değişikliğine HAYIR! H alkımızı “Oy Davarı” olarak gören AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar cephesi, bildiğimiz gibi Yeni Sevr Planlarını uygulamak ve bunun önündeki tüm engelleri kaldırmak için; Referandum oyunuyla halkımızı yine sandıklara doğru “sürüyor”. Bu planlarını hayata geçirmek için günlerdir, ellerindeki her türlü olanağı kullanarak (Medya, Afişleme, Stant, Ses Araçları, vb.), “Anayasa Değişikliğine EVET” çalışması yapıyorlar ve halkımızı zehirliyorlar. “Evet” diyen siyasi partiler ve kurumlar rahat rahat çalışmalarını yaparken; onların bu hain planlarını ortaya çıkartarak “Tayyipgiller Anayasasına HAYIR” çalışması yapan Kurtuluş Partisi’ne ise her türlü engeli çıkartıyorlar. Önce Balıklı Parkı’nda ve Kırkayak Parkı’nda stant açmak için Valilik, Emniyet, Büyükşehir Belediyesi ve Şahinbey Belediyesine ayrı ayrı müracaatta bulunduk. Şahinbey Belediyesi dilekçemizi 10 gün sonra cevaplandırarak, o günler içerisinde o parklarda farklı faaliyetlerin olduğunu gerekçe göstererek izin vermedi. 21 Ağustos’ta Balıklı Parkı’nda Referandumda “Tayyipgiller Anayasasına HAYIR” konulu bir basın açıklaması yaptık. Basın açıklamasından sonra bildiri dağıtırken sivil polisler tarafından arkadaşlarımızın kimlikleri alınarak, GBT’lerine bakacağız diye çalışmaları engellenmek istendi. 29 Ağustos’ta, şehrimizin tümü “Tayipgiller Anayasasına HAYIR” afişleriyle donatıldı. Akabinde Parti İl Yöneticilerimiz, 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda ev ve iş yerlerine eş zamanlı baskın dü- zenlenerek gözaltına alındılar. Gerekçe ise; AKP’nin tüm Türkiye de olduğu gibi, şehrimizin de bilbordlarına yaptığı EVET afişlerinin üzerini kapattığımız iddiasıydı. Oysa bizler de tüm siyasi partiler gibi siyasi hakkımız olan çalışmamızı yapıyorduk. Ancak Tayyipgiller’in demokrasisi bu kadardır. Onlar sadece kendi “EVET” çalışmalarını yapmak istiyorlar. “HAYIR” tuluş Savaşı’mızla kovduğu emperyalistleri “o gün ülkemizi parçalayamadınız gelin bugün parçalayın; o gün sömürge durumuna düşüremediğiniz halklarımızı gelin bugün boyunduruk altına alın; ülkemizi sömürgeniz yapın”; demek olan Anayasa değişikliğine HAYIR oyu vererek onların bu vatan ve millet düşmanı saldırısını bertaraf edeceğiz. Halkın Kurtuluş Partililer olarak, yapı- çalışmalarına da asla tahammüllerinin olmadığını, bu baskılarla bir kez daha göstermiş oldular. AB-D Emperyalistlerinin dünya görüşünde olduğu gibi; ya onlardan yana olacaksın ya da yok olacaksın. Ancak bu baskıların, engellemelerin bizleri yıldıramayacağını sindiremeyeceğini bugün buradaki eylemli varlığımızla onlara gösteriyoruz. Tayyipgiller’in, sözde Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla, yargıyı kendi hukuk bürolarına dönüştürmek için yapmış oldukları baskılara ve çalışmalara izin vermeyeceğimizi; bu halkın Birinci Kur- lan bu engellemelerin bizleri yıldıramayacağını, susturamayacağını ve çalışmalarımızı durduramayacaklarını Tayyipgiller de emperyalist ağababaları da görecek ve bunun hesabını vereceklerdir. Halkın Kurtuluş Partisi, halklarımızı kendi saflarında örgütleyerek Demokratik Halk İktidarını kuracak ve Tayyipgiller’den ve yerli yabancı Parababalarından bu yaptıklarının hesabını soracaktır! 04.09.2010 Halkın Kurtuluş Partisi Antep İl Örgütü Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 TAYYİPGİLLER ANAYASASINA HAYIR! Vatan Satıcıları, Referandumda neden Tayyipgiller anayasasına evet istiyor? Y eraltı ve yerüstü servetlerimizi, ağır sanayiye dönük kamu yatırımlarını, özelleştirme yoluyla yağmalamayı birincil görev haline getiren Tayyipgiller, her ihalenin sonunda karşısında yargıyı buluyor ve genelde ihaleler DANIŞTAY tarafından iptal ediliyor. Tayyipgiller, torba Anayasa paketi ile yalnızca Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ve Anayasa Mahkemesini ele geçirmekle yetinmiyor. Aynı zamanda özelleştirmelerin önünde set olan Danıştayı da devre dışı bırakan düzenlemeleri referanduma götürüyorlar. Kimi satılmış-hain, kimi gerçekleri göremeyen-gafil sosyalistlerimiz(!) ya da solcularımız(!) da 12 Eylül Darbecilerini yargılayacağız, sivil(!) Anayasa oluşturacağız teranesiyle özelleştirmenin önünü tamamen açan vatan satıcılarının Anayasa paketi için referandumda EVET çağrısı yapıyorlar. Bu çok bilen(!) kişiler, Anayasa paketini dikkatle inceleseler, torba paketteki maddelere ayrıntılı bir şekilde baksalar, referandumda evet oyu kullanarak vatan hainliği yapacaklarını ve yerli-yabancı Parababalarının ekmeğine yağ süreceklerini görürlerdi. Burjuva medyası bile “referanduma evet”in Parababalarına nasıl hizmet edeceğinin haberini bakın manşetten nasıl veriyor, okuyalım, görmeyen ya da görmek istemeyenlere ayna tutalım: “Koç’un uykusunu kaçıran davalar sona erecek “12 Eylül referandumunda “evet” çıkarsa, Koç Grubu’nun Tüpraş’ın yüzde 51 hissesini satın alırken yaşadığı kâbusu iş dünyası bir daha yaşamayacak.” İşte Sabah gazetesinin 15 Temmuz 2010 tarihli Finans sayfasındaki Hazal Ateş’in yazı başlığı bile neden HAYIR dememiz gerektiğini açıklıyor. Okuyalım: “Özelleştirmede “yargı engeli” son buluyor. Anayasa paketi, Tüpraş, Erdemir, Galataport gibi milyarlarca dolarlık özelleştirmelere fren yaptıran yargı kararlarına bariyer olacak. 12 Eylül referandumunda “evet” çıkarsa Koç Grubu’nun TÜPRAŞ’ın yüzde 51 hissesini satın alırken yaşadığı sıkıntıları iş dünyası bir daha yaşamayacak. KoçShell ortaklığı Tüpraş’ı 4.14 milyar dolar karşılığı özelleştirmeden almış ancak satış kararı, şirketin devrinden sonra Danıştay tarafından iptal edilmişti. Hisse devrinin tamamlanması nedeniyle karar uygulanamasa da Koç Grubu’na sıkıntılı günler yaşatmıştı. Koç, Tüpraş’ı kıl payı farkla da alsa da birçok özelleştirme, mahkeme kararı ile durdurulduğu için kamu milyarlarca dolar zarara uğradı. “EKOOMİİ ÖÜ AÇILACAK “Şimdiye kadar aralarında Boğaz Köprüsü’nün işletme hakkı devri, İzmir Limanı, Petkim, Erdemir, İGDAŞ gibi onlarca özelleştirme ihalesi “kamu yararı, yerindelik ilkesi” gibi gerekçelerle ya iptal edildi ya da yıllarca süren yargı sürecinin ardından sonuçlandırılabildi. “Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da “Ciğerlerimize kadar kan ağlatıyorlar kan” diyerek tepki gösterdiği bu karara karşı Anayasa paketi ile atılacak iş dünyasının umudu oldu.” İşte bizim hainler ve gafiller, Tayyipgiller’in can simidi ve sermayenin umudu oluyorlar. Geçmişte ABD Elçisinin umut kaynağı olanlar bugün de sermayenin umudu oluyorlar. Nasıl umut olacaklar okuyarak görelim: “Pakette, Anayasa’nın 125. maddesinde yapılan değişiklik önerisiyle, yargı yetkisinin idari eylem ve işlemlerin hiçbir surette “yerindelik denetimi” şeklinde kullanılamayacağı vurgulanıyor. Bu durumda 12 Eylül’de yapılacak referandumda “evet” çıkması durumunda, başta özelleştirmeler, kamu ihaleleri, yeni yatırımlar olmak üzere birçok alanda kritik mali süreçleri teslim alan yerindelik denetimleri ortadan kalkacak, idari yargı, yerindelik denetimi yaparak kendini idarenin yerine koyamayacak, “kamu yararı” tanımını genişleterek özelleştirme kararını iptal edemeyecek.” (agy) İşte Referandumda Evet, özelleştirmeye Evet’tir! Özelleştirme; işsizlik demektir, ailelerin aç kalması demektir. Yoksul sayısının artması demektir. Anayasa paketi diye sunulan, özünde zulüm paketidir. Yıllarca hazırlanıp hap gibi önümüze konmuştur. Tayyip’in “Ciğerlerimize kadar kan ağlatıyorlar kan” demesi boşuna değildir. Yerliyabancı sermayenin emir kulu, her özelleştirme iptalinde, ödevini yapamayan çocuk gibi mahcup oluyor, kredisi düşüyor ve yalvarmak zorunda kalıyor efendilerine, AB-D Emperyalistlerine. Şimdi ne olacak? Referandumda evet çıkarsa şimdiye kadar engellenen tüm özelleştirmeler hızla yapılacak, iptal edilen kamu ihaleleri tekrar açılacak ve yatırım yapmak için gözünü topraklarımıza dikmiş olan Parababalarının yüzü gülecek, İşçi Sınıfımız ve emekçi halkımız kan ağlayacaktır. Neden? Çünkü aşağıdaki kararlar, Danıştay tarafından kamu yararı gözeterek alınmıştı. Şimdi bunlar tekrar gündeme gelecek ve acilen çıkarılacak. Bu da Parababalarının yüzünü gerçekten güldürecek. Okuyalım: “ükleer santral, Aliağa Termik Santrali, Boğaz özelleştirmesi, İzmir Limanı, Şeker Fabrikası, Kışladağ Altını, Erdemir, Petkim, İgdaş, Sinop Santrali, Telefon Dinleme, Maden Yasası” ve daha onlarcası… Bunun sonucu oksijen deposu ormanlarımız maden şirketlerince yağmalanacak, ÇED Raporları işlevsiz kalacak, Hidroelektrik santraller peş peşe ihale edilecek, Stratejik kuruluşlarımız yabancı Parababalarının eline geçecek. Yargı kurumları işlevsiz kukla durumuna gelecekler. Bilindiği gibi, Danıştay 5’inci Dairesi, hâkim ve savcıların telefonlarının dinlemesine olanak sağlayan Teftiş Kurulu Yönetmeliği’ni durdurmuştur. Buna rağmen Anayasa Mahkemesi, CHP tarafından önüne getirilen sözünü ettiğimiz ve şu anda Referanduma konu olan Anayasa Değişikliklerinin Anayasaya aykırı olduğu konusunda karar vermek üzere yapacağı toplantıya, Anayasa Mahkemesi Başkanının üyeleri toplantıya kurye ile çağırması, telefon dinlemelerinin devam ettiğinin bir kanıtıdır ve Tayyipgiller’in yüz karasıdır. Yabancılara toprak satışları da, yeni düzenlemelerle gündeme gelecek. Birinci Kurtuluş Savaşı ile kovduğumuz emperyalistler, toprak satın alarak, tapuyu üzerlerine çıkartarak, sessiz sedasız ülkemizi işgal etmeye devam edeceklerdir. Yıllardır Siyanürlü altın madenine karşı bıkmadan usanmadan mücadele veren Bergama Ovacık Köylülerine, bu maddeye dayanarak diz çöktürülecektir. Kazanan kanun tanımaz KOZA Madencilik ve dolayısıyla FETHULLAH olacaktır. 2B yasası tekrar gündeme gelecek, orman dışına çıkarılan 4500 km2 vatan toprağı, şirketlere peşkeş çekilecektir. Biraz daha güncellersek, son çıkarılan ve Mecliste olan torba yasalarda yer alan konularda, artık itiraz edilse bile kamu yararı gözetilerek Danıştay’dan dönemeyecek ve Tayyipgiller’in yüzü gülecektir. Karayolları Genel Müdürlüğü teşkilat ve görevleri hakkında kanun tasarısı gündemdedir. Karayolları da Köy Hizmetlerinin lağvedilmesinden sonra özelleştirme kapsamına alınacaktır. Açıkça iktidar politikası olarak bu açıklanmaktadır. Meclise verilen kanun tasarısının gerekçesinde: “5539 sayılı Karayolları Genel Müdürlüğü kuruluş ve görevleri hakkındaki kanunun yürürlüğe girdiği 950 yılından bugüne kadar geçen süre içinde, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kamu yönetimi ve işletmeciliği anlayışının değişime uğradığı gözlemlenmektedir. Daha önceleri devletçilik anlayışı çerçevesinde kamu kurumları tarafından klasik usullerle doğrudan yürütülen pek çok kamu hizmeti, günümüzde liberalleştirme ve özelleştirme uygulamaları çerçevesinde özel sektörün işletmesine bırakılmıştır. Karayollarının yapım, bakım ve onarım ile ilgili hizmetlerin gönderilmesinde, Karayolları Genel Müdürlüğü dışındaki özel kişi ve kuruluşlardan yararlanılmakla birlikte, bu konuda karayolları ile ilgili mevzuatın ülkemizin ulaşmış bulunduğu liberalleş- me düzeyinden geri kaldığı açıktır. “iteliği itibariyle büyük finansman gerektiren karayollarının yapım, bakım ve onarım işleri ile günümüz ihtiyaç ve şartlarına uygun kalitede yolların yapımında ve işletilmesinde özel sektörün sermaye ve dinamik işletmecilik anlayışını devreye sokacak ya da daha etkin kılacak yeni kanuni düzenlemelere ihtiyaç bulunmaktadır. Bu çerçevede tasarı öncelikle, Karayolları Genel Müdürlüğü görev alanına dahil bulunan otoyollarının işletme hakkının devrine imkan sağlayacak hukuki alt yapının oluşturulması amacıyla düzenlemeler yapılmıştır.” Tayyipgiller, fütursuzca devletçiliği reddetmekte, liberalleşme ve özelleştirmeyi iktidar politikası olarak yasa tasarılarında gerekçe olarak öne sürmekte ve Karayollarının da özel sektöre bırakmanın hayalini yaşamaktadır. Hazırladıkları referandum paketinde “evet” çıkarsa hayalleri gerçek olacak. Türkiye’nin dört bir yanında yol yapımını karayolları kamu hizmeti olarak Doğan Tarkan başarmamış gibi, özel sektörün sermaye ve dinamik işletmecilik anlayışına ihtiyaç duyuyorlar. Çünkü bunlar, Emperyalizmin dikte ettiği kararlar. Tayyipgiller ya bu kararları harfiyen yerine getirecekler ya da lağım çukuruna atılacaklar. Namussuzca saldırısının altında yatan gerçek budur… İş Sağlığı ve İş Güvenliğinde denetimi, eğitimi, kamudan alıp özel sektöre bırakma konusunda attıkları her adım yargıdan dönünce, Torba Yasa içine sıkıştırdıkları 4 maddeyle, Türk Tabipler Birliği ve Türkiye Mimar ve Mühendisleri Odaları Birliği’ni devre dışı bırakıp, tekrar Meclis’e getiren Tayyipgiller, eğer referandumda evet çıkarsa, İş Sağlığı ve İş Güvenliğini özel sektöre peşkeş çekecekler. Şimdiye kadar ne kadar iş cinayeti işlendiyse, tamamına yakın bölümü, özel sektörün işlettiği yerlerde olmadı mı? İşyerlerinde sigortasız işçi çalıştıran, iş güvenliğini hiçe sayan özel sektöre bu kadar önemli bir konuda yetki verilebilir mi? TMMOB ve TTB’nin teorik ve teknik birikimleri yok sayılabilir mi? Eğer kafalar toplum yararına çalışmıyorsa, insanlar “Para Tanrısı”na tapıyorlarsa, politikaları özelleştirme politikası olur, böylesi hainler de referandumda evet derler. Önlerinde set oluşturan DANIŞTAY’ı devre dışı bırakıp yetkisiz duruma düşürmek isterler… Referandum paketini kimler neden destekliyor? Referandum paketine evet denmesini ilk önce AB istemiştir. Diyoruz ya, bu işte emperyalizmin çıkarı var diye. İşte birincil kanıtı, AB Emperyalizminin desteklemesi. AB Temsilcisi, sömürge valisi gibi içişlerimize karışarak, Türkiye Halkının Referandumda evet demesini istemiştir. Yeraltı ve yerüstü servetlerimizi rahat sömürmek için, özelleştirmenin önünü açacak referanduma evet isterler. Haklılar… TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner, “TÜSİAD’ın Anayasa paketi konusunda siyasi duruşu yok, biz sivil toplum örgütüyüz” dedi. Boyner haklı. Öyle bir örgüt ki, Türkiye’de politikayı belirleyen Finans-Kapitalin üst örgütü. Konuşurken baklayı ağzından çıkarıyor Ümit Boyner: “Anayasa paketinde bizim beğendiğimiz yönler oldu, beğenmediğimiz, eksik bulduğumuz yönler oldu. TÜSİAD’ın paketle ilgili siyasi duruşu yoktur. Bizim de önerilerimiz olmuştu daha önce. Bir kısmı yer alıyor, bir kısmı yer almıyor. Bu haliyle hayırlı olsun. Terörle mücadele ile ilgili açılımın devam etmesini istiyoruz.” (Sabah, 15.07.2010) Önerileri açık: özelleştirmelerin önündeki engeller kaldırılsın. O da kaldırılıyor. Sonrakiler onlar için fasa fiso. Parababalarının çıkarı oldu mu, TÜSİAD ona bakar. Halkın çıkarını düşünecek demokratik kitle örgütü değil ki… Parababalarının çıkarını düşünen sermaye örgütüdür. Bu nedenle de, “bu haliyle hayırlı olsun” diyerek anayasa paketini desteklediğini açıklamış oldu Tayyip’le görüşmesinde. Açıktan söylemese de, üyelerinin istemi budur. Sosyalistlerin sivil örümcekleri var, adlarına “Eşitlik ve Demokrasi Partisi” diyorlar. Kısa adları EDEP mi acaba, edepsizler mi?.. Sermayenin koltuk değneği olanlar bu tanımı hak etmiyorlar mı?.. 12 Eylül’e hayır demek için Tayipgiller’e, TÜSİAD’a, AB Emperyalizmine yardakçılık yapanlara başka ne denir?.. Haa, bir de Troçkistlerimiz var. Çok keskin olduklarından adları “Devrimci Sosyalist İşçi Partisi”. Emperyalizmin bağrında “DOĞAN” bu anlayışa o isim yakışmıyor. Hele Sorosçulara hiç. Özelleştirmelere, en başta İşçi Sınıfı karşı çıkar. Sen bu evet oyu kullanarak özelleştirmelerin önünü açıyorsun bir de utanmadan adına “Devrimci Sosyalist İşçi” diyorsun. Yazık sizlere ve sizi ciddiye alanlara… Sıralayacak olursak, mücadeleden uzak olmamak için dernek kuranlar da var ve bu bahtsızlar “12 Eylül’le hesaplaşacağız” diye, Şeriatçılara koltuk değneği olduklarının farkında bile değiller. Onların ismini bile vermek gerekmiyor. İnsan bunlara sadece acıyor… Şeriat cephesini açıklamaya gerek yok. Söylenecek bir söz var, o da İblis’e yani Fethullah’a. Bu ABD uşağı pervasızca açıklama yaparak, “mezardakileri bile çıkarıp Evet oyu verdirin” diyor. İşte emperyalizmin “Ilımlı İslam” adımında geldikleri aşama. Şimdiye kadar kendilerini gizleyenler, şimdi rahat rahat at oynatabilmek için, yargının devre dışı kalması için çağrı yapıyorlar. Doğrudur; Sosyalistlerimiz için Şeriat tehlikesi yok, demokrasicilik oynarlar yarın Fethullah ile birlikte... 9 Ufuk Uras Bir zamanlar, İran’da TUDEH de aynı taktik yanlışı yapmıştı. İşte İran’ın durumu… Ama bu topraklarda hâlâ yurtsever, laik, aydınlar var. Emperyalistlerin bütün oyunlarını bozacak, her durumda gerçekleri kavrayacak ve halka kavratacak biz Proletarya Sosyalistleri varız. Sivil örümceklerin oyunlarını bozmak da bizim görevimizdir. “Özgürlükçü Sol” diye yola çıkan tövbekârlara, Ufuk Uraslar’a, Nabi Yağcılar’a, vb.lerine elbet Tarih hak ettikleri dersi verecektir. Tarihin çöplüğündeki ihanet çukurunda kendilerine yakışan yeri alacaklardır. Referandumda görev Proletarya Sosyalistlerine düşen görev, halkımıza referandumda neden HAYIR denmesi gerektiğini bütün ayrıntılarıyla anlatıp ikna etmektir. Yani Referandumda “Hayır”ı örgütleyip, sandıktan “HAYIR” çıkartıp Tayyipgiller’e tokat atılmasını sağlamaktır. Bugün referandumda evet diyecekler de, referandumu boykot edecekler de, Tayyipgiller’e, dolayısıyla AB-D Emperyalizminin ülkemizi sömürmesine “Evet” diyeceklerdir. Biz bu onursuzluğa karşı duracağız! Özelleştirmeye karşı kamulaştırmayı savunan Kurtuluş Partililer, üstlerine düşen görevi yapacaklar ve halkı aydınlatacaklardır. İlla bir anayasa istiyorsanız, işte 1961 Anayasası. Kamu yararını üstün tutan, Sosyalizmin önünü açan bir anayasa. Geliştirmek biz sosyalistlerin görevidir… Haydi Görev Başına! Tayyipgiller’in Anayasasına Hayır! İzmir’den Bir Yoldaş Ortaçağcıların kalesi Konya’dan “Hayır” eylemi: Tayyipgiller Anayasasına Hayır! A B-D Emperyalistlerinin Türkiye’yi “Ilımlı İslam”a götürme ve Yeni Sevr’i uygulatma projelerinden biri olan anayasa değişikliğine karşı “HAYIR” sesini yükseltmek için alanlardaydık. DİSK’in almış olduğu karar doğrultusunda gerçekleştirilen “12 EYLÜL ÜRÜÜ AAYASAK’A DA, 12 EYLÜL UZATISI BAAYASA’YA DA HAYIR!” Kampanyası çerçevesinde, 31 Ağustos Salı günü tüm Türkiye’de basın açıklamaları gerçekleştirildi. Bizler de Ortaçağcı ideolojinin ve “EVET”in kalesi konumunda bulunan Konya’da, saat 12.00’da, Merkez Kayalı Park’ta bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Basın metnini DİSK Konya İl Temsilcisi ve Nakliyatİş Bölge Temsilcisi Ali Özçelik okudu. Özçelik konuşmasında: “Bu halkoylamasında ‘Evet’ demek, AKP’nin kendi gücünü arttırmak amacıyla, bir değişim aldatmacası ile perdelediği 12 Eylül Anayasası’nın yeni şekline ‘Evet’ demektir. Evet demek, vesayete karşı çıkıyormuş gibi gözüken AKP’nin kendi vesayetine evet demektir. “Çünkü bu Hükümet; “— Çalışanları özelleştirme politikalarıyla işsiz bırakan, “— İşçileri taşeronlaştırmaya, örgütsüzlüğe, esnek üretime, 4-C’ye mahkûm eden, “— Krizin faturasını emekçilere keserek, açlık, yoksulluk ve işsizliği yaratan, “— Kamu çalışanlarına grevli-toplusözleşmeli sendikal hakkı çok gören bir hükümettir!” dedi. Özçelik konuşmasını, “AKP’nin siyasal hedefleriyle sınırlı olarak hazırlanan ve 12 Eylül düzenini PEKİŞTİRECEK bu sözde değişiklik paketi yırtılıp atılmalı, emekten barıştan, özgürlükten yana değişim sağlayacak bir anayasa ivedilikle gündeme alınmalıdır” diyerek bitirdi. Sayımızın olabildiğince çok ve sesimizin gür çıkması bilinciyle gerçekleştirilen eyleme; DİSK/Nakliyat-İş, Sosyal-İş, Birleşik Metal-İş, KESK/SES, Eğitim-İş, Halkın Kurtuluş Partisi, Halkevleri, ÇYDD de destek verdi. Yaklaşık 75 kişilik bir kitleyle gerçekleştirdiğimiz eylemimize halkımızın ve basının ilgisi büyüktü. “Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz”, “Yaşasın Sınıf Dayanışması”, “İşgalGrev-Direniş Yaşasın akliyat-İş” sloganlarının atıldığı eylem, hazırlanan bildirilerinin dağıtılması ve sendika binamıza yapılan yürüyüşle son buldu. Konya’dan Kurtuluş Partili İşçiler 10 Baştarafı sayfa 1’de Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 Başyazı savaş durumu doğmuştur. Fakat bunlar Osmanlı’da ve Kuvayimilliye’de olduğu gibi milletin her şeyiyle yani maddi manevi bütün gücüyle girdiği topyekûn bir savaş hali yaratmamıştır. İşte bu nedenden, Cumhuriyet döneminde, asker olmak, Osmanlı’da ve Kurtuluş Savaşı yıllarında olduğu gibi her an ölümle yüzyüze gelinecek bir yiğitlik mesleği olarak algılanmamıştır. Tehlikesi az ama halkımızın geleneksel ordu sevgisinden dolayı itibarı çok bir meslek olarak görülmüştür. İşte bu nedenden bunlar askeri okullara girmiştir. Öğrencilik yılları ve sonrasındaki askerlik hayatlarında da savaşçı bir ruh geliştirmeden bu yaşlarına kadar yaşayıp gelmişlerdir. Yani bunların meslek hayatları bir maliye memurundan ya da bir gümrük memurundan pek de farklı geçmemiştir, hayati tehlikelerle yüzyüze gelme açısından. Eğer bunlar Cumhuriyet öncesi dönemde hasbelkader şaşıp yanılıp orduya girmiş olsalardı, ya korkaklıkları yüzünden atılırlar ya da aşağı rütbelerde çakılıp kalırlardı. Komutan olamazlardı… Hilmi Özkök, Yaşar Büyükanıt, İlker Başbuğ gibi yürek yoksulu Tören Paşaları, derslerine iyi çalıştıkları ve disiplinsizlik yapmadıkları, NATO kurslarında Amerikancılıklarıyla ABD’nin gözüne girdikleri için tıkır tıkır terfi edip yükselerek gelmişlerdir, bugünkü yerlerine. Hiçbir risk almamışlardır, herhangi bir tehlikeyle karşılaşmamışlardır. Bunlar bir orduyu yönetecek, ona komuta edecek kaliteye sahip değildirler. Hele hele bir savaşı asla başarıyla yönetemezler, zafer kazanamazlar. İşte AB-D Emperyalistlerinin planlayıp yönettiği, yerli satılmışların uyguladığı, “Ergenekon Davası” adı altında yürütülen alçakça, sinsice, iblisçe bir saldırıda, bu Tören Paşaları art arda diz çökmüşler, teslimiyet bayrağı çekmişlerdir. Hem de hiç utanıp sıkılmadan. Yüzleri kızarmadan. Çünkü bunlar bostan korkuluğu gibi boylarına poslarına rağmen, mercimek kadar yürek taşımamaktadırlar. Bir avuç din tüccarı-din alıp satmaktan başka hiçbir marifeti olmayan vurguncunun önünde diz çökmüşlerdir. Onlardan aman dilemişlerdir. Kaldı ki: AB-D uşağı din sömürücüleri de en az kendileri kadar yüreksizdir. Fakat bir farkı vardır bu Ortaçağcı alçakların: Bunların arkasında AB-D vardır, CIA vardır, yerli Parababaları vardır, yine satılmış pezevenkler-ikoncanlar medyası vardır. İşte bu nedenden yendi bu alçaklar… Bildiğimiz gibi bunların başında: hak arayan köylünün anasına varıncaya kadar dil uzatmaktan sıkılmayan, işçiye, memura, namuslu bilim insanlarına, yargı mensuplarına, kuduzca saldıran ve de Mustafa Kemal’e; “ölmüş inek” diyerek alçakça ve şerefsizce kin ve nefret kusan, din alıp satıcı Çıfıt vardır. Hepsi ahlâk dışı, yüzkızartıcı suçlardan olmak üzere yedi ayrı suçtan aranan bu vurguncu, kalpazanlık, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma, resmi evrakta sahtecilik gibi bu pis işlerden dolayı açılmış olan kamu davalarından milletvekilliği dokunulmazlığı zırhına büründüğü için şimdilik paçasını kurtarmış bulunmaktadır. 1500 kişilik koruma ordusu içinde, rüzgâra tutulmuş kavak dalları gibi sallanarak, yaylanarak yürüyerek kendini lider diye satan bu ciğeri beş para etmez vurguncu, vatan ve halk satıcı, Mustafa Kemal ve Laiklik düşmanı kalpazan ne yazık ki, temiz din duygularını hayâsızca sömürdüğü cahil halk kitlelerini kandırabilmektedir. Onların oyunu alabilmektedir. Gerçekte bu adamın muhtar bile olamaması gerekir, işlediği yüz kızartıcı suçlardan ötürü. Hatta yine bu suçlardan ötürü devasa mal varlığına el konulup (çünkü hepsi hırsızlıkla, kamu malını iç ederek kazanılmıştır) otuz kırk yıl da ağır hapis cezası alması gerekir. Yani bir gün bile dışarıda dolaştırılmaması gerekir. İşte böylesine vurguncu, hain, Mustafa Kemal ve laiklik düşmanı, işçi ve halk düşmanı bir vatan satıcının ve onun yönettiği aynı kategorideki Ortaçağcı güçlerin karşısında diz çökmüş ve havlu atmıştır bu tören Paşaları. Yani H. Özkök, Y. Büyükanıt, İ. Başbuğ ve benzeri tırışkadan asker olan Pa- şalar… Tayyipgiller, Zekeriya’lar, Çolakkadı’lar, Ali Efendi’ler ve Osman Şanal’lar ve benzerleri-aynı ekibin üyeleri (hukukçu maskeli Ortaçağcılar) da aynı oranda yüreksiz-korkaktır. Yalnız söylediğimiz gibi bunların arkasında AB-D Emperyalistleri ve CIA var; IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü var; satılmış İkoncanlar Medyası var; TÜSİAD, MÜSİAD, TİSK, TOBB var. O nedenle bunlar CIA’ca hazırlanan bir planı uygulamak üzere harekete geçmişlerdir, iki yıl kadar önce… Tabiî önce Beşiktaş’taki, Erzurum’daki, Diyarbakır’daki karargâhlarını tam anlamıyla kurmuşlardır. Yani yığınakta hata ve eksik yapmamışlardır. Bundan sonra da başta Türk Ordusu olmak üzere namuslulara, yurtseverlere, laiklere, antiemperyalistlere ve Mustafa Kemalcilere karşı alçakça saldırılarına başlamışlardır. Türk Ordusu’na, Türk Yargısına, Üniversitelerine-namuslu Bilim İnsanlarına ve medyadaki namuslu aydınlara karşı iblisçe bir düzenbazlıkla saldırmışlardır. Ortaçağcı satılmış, AB-D uşağı medyanın en önde gelen yazarlarından Bilderbergci Fehmi Koru, bu saldırının, Washington’da 5 Kasım 2007’deki Bush-Tayyip Erdoğan görüşmesinde ele alınıp kararlaştırıldığını ima etmektedir. Hatta açıkça dile getirmektedir. F. Koru, 27 Ocak 2008 tarihli Yeni Şafak’taki köşesinde, “Amerika da üzerlerini çizmiş olabilir mi?” başlığı altında şöyle demektedir, konuya ilişkin olarak: Fehmi Koru “Bütün ‘millî’ veya ‘ulusalcı’ görüntüsüne rağmen, karşımıza çıkan örgüt tablosunda yer alanlar, daha 1950’lerde ATO bünyesinde oluşturulan bir özel birimin günümüzdeki kalıntılarıdır. Örgütü ATO adına ABD -daha doğrusu CIA- kurmuştu. Bütün kayıtlarının bir nüshası CIA’de vardır. 5 Kasım’da Beyaz Saray’da gerçekleşen Bush-Erdoğan görüşmesinde varılan mutabakat sadece PKK’nın tasfiyesini mi içermektedir, yoksa Türkiye’de demokratik düzeni tehdit eden bütün ‘militer’ unsurları mı? PKK yanında uzaktan kumandalı gizli örgütün tasfiyesini de göze almış olabilir mi ABD? “MHP’nin duruşu, teknolojik imkânların sıkıştırması, hatta ABD’nin arkasından çekilmesi, gizli örgütün çöküşü için elbette önemlidir; ama en önemlisi, işbaşındaki iktidarın kararlılığı... Bunu unutmayalım. Bugüne gelebilmemizi, usta manevralara dönüşen o kararlılığa borçluyuz.” (agy) CIA Patentli “Ergenekon Davası”nın gerçek Kontrgerilla’yla hiçbir ilgisi yoktur F. Koru, bu görüşlerini bir gün sonra, 28 Ocak 2008’de Kanal 7 televizyonunda da tekrarladı. AB-D uşağı, yukarıdaki satırlarında, “Süper NATO”yu ya da “Kontrgerilla”yı ABD’nin ve onun casus örgütü CIA’nın kurdurduğunu açıkça itiraf ediyor. Fakat hemen ardından pis bir demagoji yapıyor. Bugün “Ergenekon Davası” adlı saldırıda hedef alınan yurtseverlerin de bu CIA patentli örgüte mensup olduğunu iddia ediyor. Ve böylece de doğasından kaynaklanan alçaklığını yapmış oluyor. Oysa gerçeklik tam tersidir. Dünkü CIA güdümlü Kontrgerilla Türkiye’de olduğu gibi duruyor. Bu- gün hedef seçilenlerse AB-D’ye az ya da çok karşı olan yurtsever, laik, Mustafa Kemalci, Bağımsızlıkçı güçlerdir. AB-D Emperyalistleri, onyıllarca kendilerine hizmet eden, beraberce iki faşist darbe gerçekleştirdikleri, sekiz bin masum insanın canına kıydıkları kanlı cinayet örgütünü ne diye cezalandırsınlar, hedef alıp Silivri zindanına doldursunlar?.. Yine AB-D uşağı Şamil Tayyar’ın bile dile getirdiği gibi; bugün zulme uğrayanlar 1999 sonrasında AB-D’ye karşı tavır koyan yurtsever, ulusalcı güçlerdir… PKK’nin tasfiyesine ABD’nin onay vermesi meselesine gelince, bu da tam bir aldatmacadır. ABD, sana hizmete hazırım, beş bin silahlı adamımı senin komutana vereyim. Sen onlarla Ortadoğu’daki vatanseverlere, senin işgal ve hegemonyana karşı çıkan ulusalcılara karşı savaş. Daha doğrusu onları komutan altında savaştır. Senin emrinde, senin hizmetinde savaşsınlar. Gel Türkiye’yi de Irak’taki gibi vur, işgal et. Ve bize Irak’taki gibi sana uyduluk eden bir Kürt devleti kuruver, diyen bir yerel güce karşı neden hasmane davransın? Onu da TC ve diğer uydusu Ortadoğu devletleri gibi neden kullanmasın? Nitekim PKK’ye bırakalım tavır almayı, onu Kandil’de koruyup kollamaya ve askeri donanım sağlamaya devam ediyor. Malum ya AB-D’nin amacı Yeni Sevr’dir. Eğer bunda başarılı olursa yeni iki İsrail yaratmayı amaçlamaktadır. Bunlar da ABD’ci Kürt ve Ermeni devletleri olacaktır. O emperyalist haydutların planı, niyeti budur. Yine bilindiği gibi Ermeni ve Kürt açılımlarının arkasındaki güç de AB-D’dir. Bu artık her namuslu aydınca görülmüş ve kabul edilmiştir. F. Koru’nun yazısındaki asıl ilginç yön şudur: 27 Ocak 2008’de, “Ergenekon Davası” adlı İblisçe saldırının adını Zekeriya Öz koyalı-açıklayalı daha 6 gün olmuştu. 21 Ocak’ta açıklamıştı. Ondan önce, bu “Davaya” “Ümraniye Davası” deniyordu. Ve 27 Ocak’ta, yurtseverlere, Orduya, Yargıya, Üniversite’ye ve Medya’nın az sayıdaki namuslu kesimine henüz bir saldırı yöneltilmemişti. Yani AB-D Emperyalistleri ve işbirlikçi hainler-Türkiye düşmanları;, yeni Ali Kemal’ler, Damat Ferit’ler alçakça ve haince niyetlerini karınlarında saklıyorlardı. Demek ki, işin bu aşamasında bile Bilderbergci Fehmi Koru, saldırının kapsamını bütünüyle bilmektedir. Ve tabiî yine tümüyle savunmaktadır bu kirli tertibi… Hatırlanacağı gibi bu şerefsizce saldırının ilk adımı, “Ümraniye’de bir gecekondunun çatısında 27 adet el bombası bulundu” yaygarasıyla atılmıştı ya da başlatılmıştı. Güya polise Trabzun’dan böyle bir ihbar geliyordu, polis de oraya gidince 27 adet el bombası buluyordu. İşin garibi bunları imha ediyordu polis… Neden? Tehlikeyi ortadan kaldırmak için. Adamlar yersen lokantası açmış. Yersen böyle, diyorlar… İşin bir diğer ilginç yönü de, bu gecekonduya giderek “bombaları bulan” polis- Hanefi Avcı lerin, bu saldırının adının bir süre sonra “Ergenekon Davası”na dönüşecek olduğunu bilmeleri. Hem de Zekeriya Öz’ün açıklamasından yedi ay önce. 12 Haziran 2007’de… Demek ki Hanefi Avcı’nın, son günlerin en çok tartışılan “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabında da netçe belirttiği gibi; “Bu operasyonu yürüten polisler, polis değil, savcılar, hâkimler, savcı hâkim değil, bunlar Fethullah Gülen’in liderliğindeki tarikatın-cemaatın militanlarıdır. Emirleri de devletteki amirlerinden-üstlerinden değil, tarikat yapılanması içindeki şeflerinden, cemaatın diliyle söylersek “imamlarından” alırlar.” Biz bu saldırının ilk başından beri, bunu yapanların hukukçu filan olmadığını kesince söylemiştik. İşte şimdi aynı gerçeği bir istihbaratçı (Emniyet İstihbarat Dairesi Başkan Vekili-Yardımcısı) polis şefi dile getirmektedir. Fakat Hanefi Avcı, gerçeğin sadece bir yönünü dile getirmektedir. Bu polislerin, savcıların, hâkimlerin, polis, savcı, hâkim değil, cemaatın adamları olduğunu söylemekle yetinmektedir. “Özel Mahkemeler” birer CIA üssüdür Bizse bunların hepsinin arkasında duran ve bunları yöneten örgütün, ABD Casus Örgütü CIA olduğunu söylemekteyiz. Fethullah’ı da, Cemaatını da, Tayyipgiller’i de, MİT’i de, Emniyet’i de CIA’nın yönettiğini öne sürmekteyiz. Bu nedenle de “Beşiktaş, Erzurum, Diyarbakır”daki “Özel Mahkemeler” birer CIA üssüdür, diyoruz. Bunlar, Türk Milleti adına yargılama yapmıyorlar, AB-D adına operasyon yürütüyorlar, diyoruz. Burada görev yapan, hukukçu maskesi ardına gizlenmiş vatan ve halk düşmanlarının, “Nemrut Mustafa Paşa”nın torunları olduğunu ifade etmekteyiz. 12 Haziran 2007’de polisin çektiği bir videoda, polisler kendi aralarında konuşuyorlar. Biri soruyor: “Soruşturma nasıl?” Diğeri cevap veriyor: “Soruşturma Ergenekon adını aldığı zaman s… hâkimi savcıyı (…)” Ardından da gülüyor bu polis… Yani cemaatın içinde olan polisler bile, kendilerinden olan sözde hâkim ve savcılar için “s… hâkimi savcıyı” diyor. Onlar bile, bu hukukçu maskesi takmış Fethullahçı AB-D işbirlikçilerinin, hâkim ve savcı olmadığını biliyor, söylüyor. Ayrıca da “s…” diyor… Bu 12 Haziran günü yaşanan olaydaki ilginçlikler bitmek bilmiyor. O gün polis, iki ayrı tutanak tutuyor. Bunlardan el yazısıyla olanını “Bomba İmha Ekibi” tutuyor, olay yerinde, yani gecekonduda… Saat: 20:30’da. Diğeriniyse “Asayiş Büro Ekibi” tutuyor, bilgisayarda, saat: 19:40’ta. Oysa saatlerin tam tersi olması gerekir. Yani önce olay yerinde el yazısıyla tutulan tutanağın yazılmış olması gerekir. Bu terslik neyi gösterir? Şunu; Bulunduğu iddia edilen bombalar, önce emniyete getiriliyor; her nereden getirildi ise. Orada, “Asayiş Büro”da bilgisayarda, tutanağı tutuluyor bu bombaların. Sonra da bunlar, “Ümraniye’deki gecekondu”ya götürülüyor. Oranın çatısına konuluyor. Sonra da sanki ilk olarak orada bulunmuş gibi elle tutanak tutuluyor. Fakat saatleri bu düzenbazlığa uyumlandırmak akıllarına gelmiyor. Saatler, gerçekte olduğu gibi kayda geçiriliyor… Bu çelişkileri, Silivri’deki sözde duruşmalarda, sanık (mağdur) avukatları dile getirip göze batırdılar. Fakat kim dinler?.. Adamlar, hukukçu filan değil ki… Gerçeğin peşinde değiller ki… Onların derdi, CIA’ca hazırlanan iğrenç İblisçe planı hayata geçirmek… Benzer çelişkiler, tutarsızlıklar bu sözde davanın her yerinden fışkırmaktadır. Mesela, 2003’te, İstanbul’da, 1. Ordu Karargâhında hazırlandığı iddia edilen “Balyoz Darbe Planı”nın, 2005’te piyasaya sürülen bir yazılım programıyla yazılması gibi… Bebeleri bile kandırmaya yetmeyen ipe sapa gelmez, zırva yalan ve demagojilerle bu iğrenç saldırı sürdürülmektedir. Ve bu saldırılarla Türk Silahlı Kuvvetleri gibi köklü ve güçlü bir Ordu saf dışı edilmiş ve sindirilmiş bulunmaktadır. Burada Mustafa Kemal’in şu özdeyişi geçerli olmaktadır: Bir ordunun gücü, komutanlarının savaşkanlık kalitelerine bağlıdır. Türk Ordusu gibi tarihi efsanevi zaferlerle dolu bir ordu bile, başındaki çürümüş, fosilleşmiş Tören Paşalarının koftiliği yüzünden, ciğeri beş para etmez AB-D Emperyalistleri ve onların hizmetkarı yerli hainler tarafından saf dışı edilebiliyor… Adımız gibi biliyoruz, yiğitlik yarışı için orduya girmiş genç subayların, bu durumdan dolayı içi kan ağlamaktadır. Kendi aralarında örgütsüzlükleri ve başlarında gerçek bir komutan bulunmayışı yüzünden, tıpkı ezilen ve sömürülen Halkımızın diğer kesimleri gibi ellerinden bir şey gelmemektedir. Tabiî yalnızca şu anda… Yasemin Çongar Bakın Yasemin Çongar satılmışı ne demiş? “30 Haziran’da Amerikan Ulusal Halk Radyosu’nun (PR), Taraf gazetesi ve ‘Balyoz Planı’ üzerine yayınladığı programda, gazetenin Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar’ın kendilerini Başbakan ve MİT’in teşvik ettiği şeklindeki değerlendirmesi Meclis’e taşındı. PR’nin programında Yasemin Çongar, Mehmet Baransu, Cüneyt Ülsever, Murat Belge gibi isimlerin görüşlerine yer verilmiş, Yasemin Çongar ise Türkiye’de seçilmişlerin değil, resmi görevlilerin gücü elinde tuttuğunu ve ordunun siyasetten çekilmesi gerektiğini söylemişti. Röportajı yapan gazeteci Julia Rooke ise Çongar’ın sözlerini ‘Çongar tanıklarla konuşarak belgeleri ellerinden geldiği kadar doğruladıklarını söylüyor ve gazetenin Başbakan ve devlet istihbaratının başı tarafından teşvik edildiğini ekliyor’ diyerek aktarmıştı.” (Yasemin Çongar, Günlük, 31.08.2010) Açıkça görüldüğü gibi yerli hainler, sadece bir iki gruptan oluşmuyor. AB-D uşağı satılmışların dört başlık altında tasnif edebiliriz: 1- Ortaçağcı Tayyipgiller, hükümeti ve partisiyle birlikte, 2- Fethullahçı-cemaatçi, iblisin yani Fethullah’ın her türden, imamından, savcısına, hâkimine, akademisyeninden, yazarına çizerine varıncaya dek evlatlarından oluşan Ortaçağcılar topluluğu, 3- Taraf ve benzeri CIA’nın sesi diyebileceğimiz yazılı ve görsel medya, 4- Halk ve vatan düşmanı, AB-D uşağı Parababaları zümresi. Bu dört hain grup, sürekli bir dayanışma halindedir. Eşinin CIA şefi olduğu kendi kaleminden çıkan belgelerle kanıtlanmış olan Yasemin Çongar, görüldüğü gibi sahibinin Ulusal Radyosu’nda gerçeği itiraf ediyor: “Başbakan Erdoğan ve MİT bizi teşvik etti”, diyor. Tuncay Mollaveisoğlu Taraf, maddi-manevi AB-D tarafından desteklenmektedir Namuslu araştırmacı yazar Tuncay Mollaveisoğlu’nun belgesiyle ortaya koyduğuna göre bu “teşvik” sadece manevi planda kalmamış. Asıl milletin kesesinden milyonlar aktararak bu alçak hainlere bütün güçleriyle maddi destek vermiştir Tayyipgiller Hükümeti. Yine konuya ilgili herkesin bildiği gibi, Taraf’ın legal plandaki en büyük finansörlerinden biri de, aynı Taraf gibi karanlık bir yapıya sahip olan “Alkım Yayınları”dır. Kültür Bakanlığı bu yayınevine “Okuma Odaları” kurması için 4,5 milyon TL para vermiştir, hibe şeklinde. Güya kültürel gelişimi teşvik edecek bu şekilde. Bu yayınevi, Tuncay Mollaveisoğlu’nun araştırmasıyla vardığı sonuca 11 Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 göre, bir tek “Okuma Odası” kurmamıştır. Zaten “Okuma Odası” işin kılıfıdır. Dedik ya bunlar şeytanın bile aklına gelmeyecek hile yollarını bulurlar ve vurgunlarını vururlar, diye bu aşağılık Parababaları düzeninde. Tabiî bu 4,5 milyon TL’nin tamamına yakını (az bir miktar komisyon da almıştır, Alkım Yayınları) Taraf Gazetesi’ne aktarılmıştır. Hatırlanacağı gibi Taraf’a aktarılan kamu parası bununla sınırlı değildir. Çalışma Bakanlığından İstanbul Belediyesine varıncaya kadar pek çok yerden yukarıdakine benzer kılıflar içerisinde paralar aktarılmıştır. Fethullahçı örgütler de Taraf’a para aktarmıştır, tam sayfalık ilanlar verme kisvesi altında. Yeri gelmişken söyleyelim, Taraf’ın diğer finansörleri de CIA bağlantılı örgütler ve Arena, Armada Bilgisayar firması gibi CIA bağlantılı şirketlerdir. Yani Taraf, AB-D Emperyalistleri, onların casus örgütleri ve her türden yerli hainler tarafından maddi manevi desteklenmektedir. Bu “Ergenekon Davası” maskeli CIA operasyonu, AB-D Emperyalistlerinin güdümündeki yerli-yabancı her türden örgüt tarafından gerçekleştirilmektedir. İşte Taraf da bu aşağılık saldırıda çok önemli bir araç olarak kullanılmaktadır CIA tarafından. Taraf’ın yazarçizer, yönetici kadrosu da bilindiği gibi, sosyalizm döneği alçaklardan ve Fethullahçı Ortaçağcılardan oluşmaktadır. Yani dincilerle dönek dinsizler CIA’nın mihrabında ihanetlerini gerçekleştirmekte ve geçimlerini sağlamaktadırlar. El ele omuz omuzadırlar. TSK’nın tepesini tutan Tören Paşaları, işte bu hainler cephesi karşısında dağılmışlar, paniklemişler ve sonunda diz çökerek teslim bayrağını çekmişlerdir. ABD’nin, Pentagon’un, CIA’nın bir başka sesi olan ewsweek Türkiye, Türk Ordusu’nun düşürüldüğü bataklıktaki bu yeni haline “Yeni Türk Ordusu” diyor. Ve bu başlıklı yazısını 97’nci sayısının kapağından veriyor. Yazısından birkaç cümle aktaralım: “Askerlere nazik davranın. Köklü bir değişimin henüz başındalar ve bu konuda aslında sivillere nezaketten daha fazla görev düşüyor. eyse ki ilk kez yaşanan bir şey değil. 14’üncü yüzyılda kurulan Yeniçeri ile 18’inci yüzyıl sonunda gündeme gelen izam-ı Cedid ordularının ortak yanı, adlarındaki “yeni” ibaresi. Yenilikse alışılmadık durumlarla karşılaşmak demek ve pek konforlu sayılmaz. “(…) Genelkurmay Başkanı’nı asıl yoracak olan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) 21’inci yüzyıla intikali. Bu, ordunun son iki yüzyıldaki en büyük manevrası olabilir.” (Newsweek Türkiye, sayı: 97) Gördüğümüz gibi, “Yeni Türk Ordusu”nun artık Mustafa Kemal’in komuta ettiği orduyla, komuta kademesi esas olmak üzere, pek bir benzerliği kalmamıştır. Eski Mustafa Kemalci değerlerin, yurtseverliğin, laikliğin savunucusu olan Türk Ordusu artık tarih olmuştur. Onun yerinde AB-D Emperyalistleri ve yerli hainler önünde diz çöken korkak Tören Paşalarının komuta ettiği “Yeni Türk Ordusu” vardır. Tören Paşaları, bu duruma bir hayli zamandan beri alışmıştılar. O yüzden onlar için pek bir sorun yoktur. Onlar o kadar da rahatsız olmazlar bu durumdan. Fakat Ordu Gençliği’ni bu duruma alıştırmak çok zor hatta imkânsızdır. Çünkü onlar Mustafa Kemal’i Mustafa Kemal yapan devrimci gelenekleri taşımaktadırlar, çok canlı bir şekilde. O yüzden onlar AB-D Emperyalistlerine de yerli hainlere de veryansın etmektedirler. İşte bu durumu çok iyi bilen emperyalist yayın organının yazarçizerleri de usturuplu şekilde Tören Paşalarının Ordu Gençliği’ni bu yeni duruma alıştırmalarının onların en önemli görevleri olduğunu yazmaktadırlar, yukarıdaki satırlarda. Yeni “Genelkurmay Başkanı’nı asıl yoracak olan”ın bu iş olduğunu söylemektedirler. Bizce ruhsuz, çapsız Tören Paşaları, yerli satılmışlar ve AB-D Emperyalistleri bu aşağılık işi hiçbir zaman başaramayacaklardır… AB-D ve yerli satılmışlar, ordunun ve üniversitelerin işini artık bitirdiklerini dü- şünmektedirler. Onlar artık saf dışı edildi demektedirler. Artık bundan sonra karşımıza geçip bağımsızlıktı, laiklikti, halkçılıktı, kamu yararıydı gibi laflar edemezler, diye hesap kitap yapmaktadırlar. Medyanın da bütününe yakın bir bölümünü ellerine geçirdiklerini düşünüyorlar. Ne yazık ki bu düşüncelerinde haksız da değillerdir. Ulusal çapta bir iki gazete ve televizyonun dışında bu hainane gidişe muhalif medya organı kalmamıştır. “Evet” çıkarsa yargı tamamen Tayyipgiller’in örgütü olacaktır Geriye hâlâ yarım da olsa direnen bir yargı kalmıştır. Yargı, kamu yararına aykırı diyerek özelleştirme adı altında yapılan kamu yağmasının bir bölümüne de olsa karşı çıkabilmektedir. Tayyipgiller’in partisini kapatmaya cesaret edemese de “laikliğe karşı eylemlerin odağı” olduğu kararını verebiliyor. Başta Tayyip gelmek üzere Tayyipgiller’in yolsuzlukları, vurgunları ve bu kapsamdaki yüz kızartıcı suçları hakkında yerel mahkemeler davalar açabiliyor. Bilindiği gibi, Tayyipgiller’in özelleştirme adı altında yaptıkları kamu yağması ve bu yağma sonucunda yerli-yabancı Parababalarına peşkeş çektikleri millet mallarının parasal tutarı 47 milyar doları bulmaktadır. AB-D Emperyalistlerine, yerli Finans-Kapitalistlere ve Ortaçağcı Tefeci-Bezirgân Parababalarına bu millet malları yeyim ettirilirken işi kitabına uydurmak maksadıyla İhale Kanunu tam 20 kez değiştirilmiştir. Sadece İstanbul’un imar planı 5000 kez değiştirilmiştir, İstanbul’un taşı toprağı yandaşlara peşkeş çekilirken. Tayyipgiller, işgalci, katliamcı ABD Ordusunun İskenderun Limanı’ndan Irak’a geçirilmesi için 1 Mart Tezkeresi’ni 2003’te hazırlamışlar ve Meclise sunmuşlardır. Hatırlanacağı gibi, Meclis, 250’ye karşı 264 oyla bu teskereye evet dedi. Yani mevcut çoğunluğuyla kabul etti Tezkereyi. Fakat 264 oy 550 kişilik Meclis’in ya da milletvekilinin salt çoğunluğu olan 276’ya ulaşmadığı için Tezkere Mecliste kabul edilmemiş-reddedilmiş sayıldı. Kaldı ki, bu duruma rağmen Tayyipgiller, emperyalistlerin Irak’ı işgali süresince Anadolu üzerinden silah sevkiyatı yapmalarına her türlü izni vermiştir. İncirlik’ten kalkan ABD uçakları Irak’ı sürekli vurmuştur. ABD askerlerinin Irak’a geliş gidişleri de yapılmıştır Türkiye üzerinden. Tayyipgiller ayrıca ABD ve İsrail’le Meclisin bile bilmediği birçok anlaşma yapmışlardır. Bunların hepsi vatana ve halka ihanet kapsamına giren suçları içerir. Tayyipgiller, 1- Kendi hırsızlıklarından, kalpazanlıktan, görevi kötüye kullanmaktan, ihaleye fesat karıştırmaktan, zimmetçilikten, yani bu pis yüz kızartıcı suçlarından yakayı kurtarabilmek için, 2- Kamu mallarını yerli-yabancı Parababalarına yeyim ettirdikleri için (ki bu yağmanın miktarı yukarıda da belirttiğimiz gibi 47 milyarı bulmaktadır.), 3- Yukarıda andığımız şekilde vatana ve halka ettikleri ihanetin hesabını vermekten kurtulabilmek için, 4- Bundan sonra yapmayı planladıkları, daha doğrusu AB-D’nin kendilerine Türkiye’nin Yeni Sevr’e götürülebilmesi için verdiği emirleri rahatça, yargı engeline takılmadan uygulayabilmek için; Yüksek Yargı başta olmak üzere, yani Anayasa Mahkemesi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Danıştay, Yargıtay, Beşiktaş, Erzurum vb. Özel Mahkemeler ve giderek tüm mahkemeleri, bütünüyle ellerine geçirebilmek, bu kurumları Tayyipgiller’in hukuk bürolarına dönüştürebilmek için 12 Eylül’de Referandum biçiminde oylanacak olan Anayasa Değişikliğini yapmış bulunmaktadırlar. Yargı,12 Eylül Faşist Darbecileri tarafından zaten kısmen bu Parababalarının sözcülerince ele geçirilmişti. Şimdi bu Anayasa değişikliği 12 Eylül’de kabul edilirse Yargı, tümden Tayyipgiller’in bir yan örgütü durumuna dönüşecektir. 12 Eylül faşistlerine yargıda yaptıkları değişiklik emrini yine AB-D Emperyalistleri vermişti. Bugün Tayyipgiller’e de emri onlar vermektedir. İşte bunun en açık kanıtı, Avrupa Parlamentosu Hıristiyan De- mokrat Grubu üyesi, Türkiye Raportörü Hollandalı Ria Oomen-Ruijten’in konuya ilişkin şu açıklamasıdır: “Ruijten; kimi medya organlarında Türkiye’nin bazı bölgelerinde kimi siyasi hareketlerin vatandaşlara referandumda oy kullanmamaları yönünde baskıda bulunduğunun yer aldığını bildirdi ve bundan üzüntü duyduğunu kaydetti. “Her vatandaşın fikrini ifade etme imkânının olması gerektiğini belirten Ruijten, 12 Eylül’de gerçekleşecek referandumda tüm vatandaşların oy kullanması çağrısında bulundu. “Anayasa değişikliğinin Türkiye’nin modernleşmesi ve demokratikleşmesi adına önemli bir ilk adım olduğunu kaydeden Raportör, Türkiye’ye ve vatandaşlarına refahın geleceğini belirtti.” (Ga- Ria Oomen-Ruijten zeteler, 03.09.2010) Halklarımız Yeni Sevr felaketi karşısında örgütsüz ve bilinçsizdir AB-D Emperyalistlerinin bu tutumlarından açıkça anlaşıldığı gibi, dertleri demokrasi, hukukun üstünlüğü, hukuk devleti, bağımsız yargı, özgürlükler filan değildir. Eğer öyle olsaydı Tayyipgiller’e Ortaçağ despotlarının bile tam sahip olamadıkları yetkiler veren böyle bir Anayasa Değişikliğine hiç destek verirler miydi? Onların derdi, hep söylediğimiz gibi Yeni Sevr’dir, sömürü ve talandır. Gerisi hep bu iğrenç niyetlerini gizlemeye yöneliktir. Tüm yukarıda anlattıklarımızdan da anlaşılacağı üzere, Türkiye, halklarımız açısından bir felakete doğru sürüklenmektedir. Ne yazık ki AB-D ve yerli işbirlikçi hainler bu yönde epeyce de yol almış bulunmaktadırlar. Ordu, üniversiteler, medya saf dışı edilmiş durumdadır. Geriye yargının yarısı kalmaktadır. İşte bu Anayasa Değişikliğiyle o da bir direniş odağı olmaktan çıkarılmak istenmektedir. Halklarımızsa, hep söylediğimiz gibi, örgütsüz ve bilinçsizdir. O yüzden mezbahaya götürülen zavallı hayvanlar gibi nereye doğru sürüklendiğinin farkında değildir. Kaldı ki günlük geçim derdinden başını kaldırmaya zaten mecali ve zamanı kalmamaktadır. Bütün dünyası, günlük hayatını zar zor da olsa sürdürebilmeye endekslenmiştir. Yani kendisinin ve ailesinin geçimini sağlamaktan başka bir şey düşünemez duruma getirilmiştir. Geçim derdi tek derdi olmuştur. Ülkemizin tümünü ilgilendiren ana meseleler ne yazık ki halkımızın gündeminde değildir. Fakat yine hep söylediğimiz gibi, bu hainane gidiş hep böyle sürüp gitmeyecek; bir gün bir yerde buna dur denecek. Kitleler yeniden uyanmaya ve örgütlenmeye başlayacak. Tıpkı Birinci Kuvayimilliye’de olduğu gibi AB-D Emperyalistlerine ve yerli hainlere karşı harekete geçecek. Onlar amaçlarına asla ulaşamayacaklardır. Buna inancımız tam… Fakat öyle görünüyor ki o güne kadar da epeyce acılar çekilecek. Tarihin gidişi hep böyle… Düz bir yoldan kolayca zafere ulaşılmıyor. Binbir zorlukla, fedakârlıkla, kayıplarla ve acılarla zafere götüren yol yürünebiliyor. Geçmişte olduğu gibi bugün de öyle yürüyeceğiz. Tarihin kanunu böyle… Bizim devrimci bilincimiz bu zorlukları, kayıpları ve acıları mümkün olduğunca aza indirmemizi sağlar. Süreci kısaltmamızı sağlar. Fakat zafer eninde sonunda halkların olacak… Yeneceğiz ve kazanacağız… Bütün bu anlattıklarımızdan tabiî kesinlikle şöyle bir sonuç çıkar: Bu Anayasa Değişikliğinin 12 Eylül’de reddedilmesi için elden gelen çalışma yapılmalıdır. Ç Ve Çeliğe Su Verildi! Bir Kitap: oğumuz ya okumuşuzdur ya da duymuşuzdur bu kitabı. Hâlâ okumayanlarımız da vardır. Devrimci eserler arasında farklı bir tarafı vardır bu romanın. Romanın yazılış hikâyesi bile Ekim Devrimi’nin, insanca düzenin ne zorluklarla, ne fedakârlıklarla kurulduğunu insanlığın kurtuluşu uğruna ne destanlar yazıldığını anlatır bizlere. Merak edip bu gerçekçi romanın nasıl yazıldığını araştırınca, yazarı ikolai Ostrovski’nin yaşamı, aslında romandaki Pavel Korçagin’in yaşamı çıkar ortaya. Ostrovski’nin bu romanı neden yazdığını, nasıl yazdığını kendi ağzından dinleyelim: “Yoldaşlar, “Ve Çeliğe Su Verildi”, Genç Komünistler Birliği Merkez Komitesi’nin zamanımızın genç devrimcilerini resmetmek için Sovyet yazarlarına yaptığı çağrıya cevabımdır. Ortaçağdan günümüze dünya edebiyatını alın: Bunun başyapıtlarında tasvir edilen genç insanlar, hâkim sınıfların genç insanlarıdır. Burjuva edebiyatının büyük yazarları kendi sınıflarının genç insanlarını ne kadar canlı, ne kadar güçlü bir şekilde resmetmişlerdir: Hayatları, karakterlerinin oluşumu, amaçları: Şan-şöhret peşinde koşmak için nasıl eğitildiklerini: Ebeveynlerinin mirasını devralıp, İşçi Sınıfının kanını emme tekniğini gittikçe geliştirerek bu serveti artırmak için nasıl ilerlediklerini! “Günümüzün proleter devriminin genç devrimcilerini kitaplarında resmetmek Sovyet yazarları için bir onur meselesidir; babalarıyla birlikte, Sovyet iktidarı için savaşmış olan ve bugün sosyalizmi inşa etmekte olan genç insanları resmetmek. Mükemmel insanlar, cesur, kahraman! Edebiyatımızda böyle karakterler (genç kahramanlar) çok az bulunmaktadır. “Hayatımız kitaplardan daha kahramancadır. “asıl olup da yazar oldum? “Hastalık beni görev yapamaz hale getirdi. Yoldaşlarımın arasında çalışamıyordum; hareket edemiyordum; görme yeteneğimi kaybettim. Hayat önüme beni ilerleyen proletaryanın saflarına döndürebilecek yeni bir silaha hâkim olma görevini koydu: Yazma. Bir insan hareket edemese de göremese de yapılabilirdi. “Yazma ne hakkında? “Kendi gördüklerin ve yaşadıkların hakkında yaz.” dediler yoldaşlarım. “Tanıdığın insanlar, yetiştiğin çevre hakkında yaz. Sovyet yönetimi için Parti’nin bayrağı altında savaşmış olanlar hakkında yaz.” “Bu benim ilk konum oldu ve bu benim en büyük mutluluğum.” Bu romanı değerli kılan yazarının sadece bir yazar olmayışı, aynı zamanda bir devrimci, bir savaşçı oluşudur. Ukrayna Devrimi’nde gençlik çalışması içinde bulunan yazar kendi anılarını yazmıştır bu kitapta. Ukrayna Devrimi’nin bu zorlu ve umutlu yıllarında aksiliklere ve sınırlılıklara rağmen halkın, devrim için elinden geleni esirgemediğini göstermiştir. Yazar; yaşamıyla da, kitabıyla da dev- rim için çalışmak isteyen herkes mutlaka yapacak bir şeyler bulur, demiştir. Bunu göstermek istemiştir biraz da kitabında. Kendisi görme yeteneğini kaybettiğinde ve kalem tutamaz hale geldiğinde bile onlarca dilde çevirisi yapılacak olan böyle bir kitap yazarak, bu düşüncesini ete kemiğe büründürmüştür. O dönemin gençliğine sosyalizmin ku- ruluşunda ilham veren kitap güncelliğini hâlâ korumaktadır. Son olarak Ostrovski’nin karakterini özetleyen bir paragrafla bitirmek istiyorum. “Etrafımda insanlar görüyorum: Uykulu, ilgisiz, bitkin, bezgin. Konuşmaları küf kokuyor. Onlardan nefret ediyorum. “(…) “Hayaller, hiçbir sınır tanımıyorlar… “Genellikle beynimin bir köşesinde bir kıvılcım çakıyor ve ardından görme gücüm büyüyor ve büyük muzaffer bir ilerleme halinde yayılıyor… “Sırf şahsi olan şeylerin hepsi geçicidir. O hiçbir zaman, bir bütün olarak toplumu ilgilendiren şeyler gibi öyle engin bir faaliyet alanına ulaşamaz. Ve hayatın en onurlu görevi, hayatın en onurlu amacı, benim için, bir savaşçı olmaktır, hem de öyle insanın en şanlı mutluluğu için mücadelede, sıradan bir savaşçı olmak değil. “Herkes için sloganım, “OKU” ve bazıları için bunun yorucu bir görev olduğunu söylemeliyim.” *Nikolai Ostrovski, (1904-1936). Bir bira fabrikasında işçi olan babası, ailenin geçimine yetecek kadar para kazanmıyordu ve annesi dışarıda aşçı olarak çalışmak zorunda kalmıştı. Nikolai on iki yaşına geldiği zaman, o da bir mutfakta çalışmaya gitti. Daha sonra, bir ateşçinin yardımcısı olarak çalıştı ve ardından bir elektrikçi çırağı olarak. 1919’da Genç Komünistler Birliği’ne katıldı ve gönüllü olarak cepheye gitti. O zamandan başlayarak, yaşamı Parti’nin büyük çalışmasına ayrılmaz bir şekilde bağlanmıştır. Sağlığı ayakta çalışmasına elvermeyecek derecede kötüleştiği zaman kendisini yazmaya verdi. 1935 yılında Lenin Nişanı aldı. İç savaştan kalan yaralar ve hastalıklara karşı verdiği mücadeleyi 32 yaşında kaybetti ve hayata gözlerini yumdu. Ankara’dan Kurtuluş Partisi Gençliği 12 Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri’nden AYÖP’ün başardıkları ve başaramadıkları D aha önceki sayılarımızda da sıkça ifade etiğimiz gibi, Türkiye’de bir “ataması yapılmayan öğretmenler felaketi” yaşanmaktadır. Her KPSS sonrası ya da atama döneminde, atanmayan bir öğretmenimizin intihar haberini basın yayın organlarından takip etmek sıradan hale gelmiştir. Ataması yapılmayan öğretmenlerimizin toplam sayısı yaklaşık 350 bini bulmaktadır. Atamaları yapmakla görevli kurum olan Milli Eğitim Bakanlığı ise bu kadar ataması yapılmayan ama hamallık yapan, çobanlık yapan veya hiçbir iş bulamayan öğretmen varken ya da kadrolu meslektaşlarıyla aynı işi yapıp, onların maaşının üçte birine çalışan ücretli öğretmen varken, komik sayılarda öğretmen ataması yapmaktadır. Dolayısıyla her yıl işsiz ya da ücretli öğretmenler ordusu erimek bir yana, her dönem sayısal olarak kabarmaktadır. Kısacası, en az 4 yıl Eğitim ya da Fen Edebiyat Fakültelerinde bin bir zorluğa göğüs gererek okuyup öğretmen olma liyakatini edinmiş öğretmenlerimiz, bu kısır döngü içinde ruh sağlıklarını, özgüvenlerini, akademik yeteneklerini hatta canlarını kaybetmektedirler. Sadece onlar mı? Onlarla birlikte aynı zulmü aileleri de yaşamaktadırlar. İşte bu zulme karşı öğretmenlerimiz doğal, kendiliğinden denilebilecek bir refleksle örgütlenmişler ve Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu (AYÖP)’ü kurmuşlardır. Bu doğal ve özgün örgütlenme, bu alanda örgütlenmenin ne kadar gerekli ve elzem olduğunu göstermiş, AYÖP’ün organize ettiği eylemlere binlerce ataması yapılmayan öğretmenimiz katılmış, seslerini duyurmaya çalışmışlardır. AYÖP’ü kurarak momenti çok iyi değerlendiren ve son derece değerli bir iş yapan kurucuların dağılmasıyla birlikte, son dönemde AYÖP başlangıçtaki etkin görüntüsünden önemli ölçüde uzaklaşmıştır. Kitlesel anlamda önemli ölçüde güç kaybetmiştir. Oysa ataması yapılmayan öğretmenlerimizin yaşadığı sıkıntılar azalmak bir yana, katlanarak artmaktadır. Bu durumda Platform daha da güçlenmesi gerekirken pasifliğe sürüklenmiştir. Bunun sebeplerini ileriki bölümlerde bizim bakış açımıza göre yorumlayacağız. Şimdi AYÖP’ün son dönem gerçekleştirdiği eylemlere bir göz atalım. 11 Ağustos günü, bugün hâlâ itirazları devam eden KPSS sınav sonuçları açıklandı, bildiğimiz gibi. Sınavın açıklanması ile birlikte, biz Kurtuluş Partililerin de her aşamasına etkin biçimde katıldığımız eylemler de başlamış oldu. Eylemlerin örgütlenmesi aşamasında, Ankara’daki toplantıların tamamına katıldık. Bu toplantılardan bir kısmına, 5 Temmuz’da MEB önünde yapılan Sözleşmeli Öğretmenler eyleminden sonra kurulan Sözleşmeli Öğretmenler Platformu (SÖP)’den temsilciler de katıldı. Toplantıya katılan arkadaşlarla birlikte tıpkı yiğit Tekel işçilerinin yaptığı gibi büyük bir kamuoyu ilgisi yaratabileceğimiz eylem biçimlerini tartıştık. Toplantıların sonunda kabaca eylem planımız belli olmuştu: 15 Ağustos günü, Sakarya Caddesi’nden kitlesel bir katılımla Abdi İpekçi Parkı’na yürünecek ve burada çadır kurularak atamalara dair tatmin edici bir sonuç alınıncaya kadar burada kalınacaktı. 15 Ağustos günü geldiğinde çeşitli illerden gelen öğretmenlerin de katılımıyla yaklaşık 300 kişilik bir kitle Sakarya Caddesi’nde toplandık. AYÖP imzalı birçok döviz ve pankartın yanı sıra, biz Kurtuluş Partililer de dövizlerimizle eyleme katıldık. En ufak bir halk örgütlenmesine karşı tir tir titreyen Tayyipgiller’in polis teşkilatı da tam teşekküllü oradaydı. Öğretmenlerin toplanmasıyla birlikte polisin de kitleyi terörize etmeye yönelik çalışmaları başlamış oldu. Kurtuluş Partili bir avukat yoldaşımızın da polis konuşmalarına tanık olduğu gibi, Tayyipgiller, Tekel eylemlerinden aşırı derecede ürkmüştü ve böyle bir eylemlilik sürecinin başlamaması için kolluk kuvvetlerine her yetkiyi vermişti. Polis, kitleyi daha Sakarya Caddesi’ndeyken dağıtmaya çalıştı. Yapılan görüşmelerden sonra Sakarya Caddesi’nden yürüyüşe geçtik ve kortej halinde Abdi İpekçi Parkı’na geldik. Burada yapılan çeşitli basın açıklamalarının ardından kitle bir süreliğine halaylar ve sloganlar eşliğinde Abdi İpekçi Parkı’nda kaldı. Bu arada biz de çadır kurma işini hızlandırmaya çalışıyorduk. Ne var ki polis bu noktada aşırı bir direnç gösterdi ve kitleyi sindirmeye yönelik provokatif anonslar yapmaya başladı. Bize göre ne olursa olsun eylem çadırını kurmak gerekiyordu. Ancak AYÖP’ün bazı il temsilcileri sürekli polisle irtibat halinde olduklarından dolayı bu eylemi sabote ettiler. Polis bilindik klasik yöntemini uyguluyordu. Kitle içindeki en korkak unsurları ayağına çağırıp onlarla görüşüyor ve kelimenin tam anlamıyla onlara eylemin ilerleyişi hakkında direktifler veriyordu. Ne yazık ki bu sözde temsilciler de polisin verdiği direktifleri harfiyen yerine getiriyorlardı. Sonuçta tüm çabalarımıza rağmen çadır kurma işinden tümüyle vazgeçildi. Polisin temsilcilerle yaptığı görüşmeden sabah saat 9’dan akşam 20.30’a kadar Abdi İpekçi’de kalınabileceği gibi ucube bir karar alındı. Diğer illerden gelen öğretmenler saat 18:00 civarında memleketlerine döndüler ve parkta sadece 35 kadar öğretmen kaldı. Eylemin birinci günü böylece polisin direktifleri doğrultusunda, hava kararınca sona ermiş oldu. İkinci güne gelindiğinde KPSS kitaplarını yakma ve Maliye Bakanlığına sembolik miktarda bozuk para gönderme eylemleri yapıldı. Polisin sıkı gözetimi altında, yine akşam saatlerinde Abdi İpekçi Parkı terk edildi. Üçüncü günde, yani 17 Ağustos’ta güne yine basın açıklamalarıyla başlandı. Anlaşılan, polis yönlendirdiği korkak unsurlardan aldığı cesaretle, eylemi bugün noktalama kararı almıştı. O gün, biz de Kurtuluş Partisi olarak Abdi İpekçi Parkı’nda öğretmenlerimizi ziyarete gitmiştik. Burada Partili bir yoldaş konuşma yaptı. Daha sonrasında coşkulu bir şekilde türküler söylendi ve halaylar çekildi. Partimizin de ziyaretiyle birlikte polisin rahatsızlığı had safhaya ulaştı. Ne de olsa polis bizi iyi tanıyordu ve bu örgütlenmenin yönlendiricisi olduğumuz takdirde taleplerimizi söke söke alacağımızı biliyordu. Yine “temsilci korkaklarla” yapılan görüşmeden sonra dağılmamız yönünde anonslar yapıldı. Polisin görüştüğü kişilerden ikisi, kitleye dağılma telkininde bulunuyordu. Ancak kitlenin de artık bu suya sabuna dokunmayan ürkeklere tahammülü kalmamıştı ve onlara tepki duymaya başladı. Biz ise insanları bir arada tutma ve dağılmama konusunda inisiyatif geliştirdik ve polisin bütün tehditlerine karşın -polisin dediğinden dışarı çıkma cesareti gösteremeyen ürkekler de dahil- kitleden hiç kimse kopmadı ve birbirimize kenetlenmiş biçimde oturmaya devam ettik. Bu kez geri adım atmayacağımızı anlayan polis, son çareye başvurarak 53 kişiyi gözaltına aldı. Kurtuluş Partili 8 arkadaşımız da gözaltına alınanlar arasındaydı. Gözaltına alınan öğretmenler ve eyleme destek verenler, gece saat 02.30 sularında serbest bırakıldı. Gözaltında olan Kurtuluş Partililerin inisiyatifiyle ifade vermeme kararı alındı ve başlangıçtan beri öğretmenlerimizin yanında yer alan Kurtuluş Partili 3 avukatımız, öğretmenlerimizin yanlarında yer alarak onlara hukuki yardımda bulundu. Gözaltı olayından sonra medya, Ataması Yapılmayan Öğretmenlerimize hak ettiği ilgiyi göstermeye başladı. Ertesi gün Güven Park’ta yaptığımız basın açıklamasına ulusal ve yerel bazda birçok medya kuruluşu ilgi gösterdi, gözaltı olayı ve yürütülen mücadele ana haberlere konu oldu. Daha sonraki günlerde ise atama zamanı tekrar buluşulmak üzere, ataması yapılmayan öğretmenler memleketlerine, evlerine döndüler. Yaklaşık 10 günlük bir aranın ardından, çeşitli illerde tekrar örgütlenen Ataması Yapılmayan Öğretmenler, MEB tarafından daha önce 30 bin öğretmenin atanacağı gün olarak belirtilen 31 Ağustos günü Ankara’da tekrar bir araya geldiler. Ancak bilindiği gibi KPSS’de çıkan kopya rezaletini bu yıl örtbas edemeyen MEB, 30 Ağustos tarihinde yaptığı bir açıklamayla öğretmen atamalarını ertelediğini duyurmuştu. Bunun üzerine, kadrolu atama yapılması gibi temel taleplerle birlikte, 31 Ağustos tarihinde gerçekleştirilen eylemin içeriğine KPSS’deki kopya rezaleti de eklenmiş oldu. Ataması Yapılmayan Öğretmenler olarak saat 10.00’da Demirtepe Köprüsü altında yaklaşık 150 kişi toplandık. Kalabalık bir çevik kuvvet eşliğinde MEB’e doğru yürümeye başladık. “MEB izamiyesi”nin önüne gelindiğinde tuhaf bir olay yaşandı ve eylemin örgütlenme aşamasında hiç emeği olmayan Eğitim Sen üyesi bir grup gelerek, tabiri caizse “baskın basanındır” mantığından hareket edip en öne geçti ve basın açıklaması yapmaya başladı. Oysa orada bulunan bütün basın emekçileri AYÖP eylemi için gelmişlerdi ve AYÖP’lüler Eğitim Sen’lilerin 3-4 katı kadar insan getirmişlerdi. İlkesel anlamda hiçbir rahatsızlık duymayan Eğitim Sen’liler işi o dereceye getirdiler ki basın açıklamasının sonunda “bizlere destek veren AYÖP’lülere teşekkür ediyoruz” şeklinde trajikomik bir açıklama yaptılar. Sanki onlar düzenleyici, AYÖP ise katılımcıydı. Oysa durum tam tersiydi… Daha sonrasında AYÖP kendi basın açıklamasını okudu. Açıklamada, KPSS sorularının Gülen Cemaati tarafından çalındığı ve yandaşlarına servis edildiği vurgulandı. Koşulsuz, sınavsız tüm öğretmenlerin atanması, KPSS sınavının kaldırılması gibi taleplerimizi hep bir ağızdan haykırdık. Bir süre MEB önünde oturduktan sonra eylemi bitirdik ve MEB’den ayrıldık. Yukarıda AYÖP’ün son eylemlerine yönelik geniş bir tasvir sunduk. Ataması Yapılmayan Öğretmenlerimizin seslerini kamuoyuna duyurabilmeleri bir olumluluktur. Ne var ki, aileleriyle birlikte neredeyse bir milyonu aşan bir kitle tabanının mağduriyeti göz önünde bulundurulursa, bu eylemler son derece cılız kalmaktadır. 13 bin Tekel İşçisinin 78 gün boyunca Ankara sokaklarını, Türk-İş gibi sarı-gangster bir Konfederasyon’un tüm engelleme çabalarına rağmen, Tayyipgiller’e ve onların kolluk kuvvetlerine dar ettiği düşünülürse ataması yapılmayan 350 bin öğretmen aileleriyle birlikte Türkiye’nin altını üstüne getirir. Bize göre bu cılızlığın en büyük sebebi AYÖP’ün bazı temsilcilerinin Partilere, Demokratik Kitle Örgütlerine, Sendikalara, karşı neredeyse düşmanlığa varan tutumlarıdır. Tekel İşçilerini bu denli direngen kılan, onlara bu cesareti veren, siyasi partiler de dahil olmak üzere bütün halk örgütleriyle dayanışma içerisinde olmasıdır. AYÖP içerisinde, kendini temsilci olarak addeden bazı kişiler, kendileri de siyasi kimliğe sahip olmalarına rağmen “siyaset üstü ya da partiler üstü” bir örgütlenme düşlemektedirler. Bunun yansımasını da 15 Ağustos’ta net biçimde gördük. Dövizlerimizle eyleme destek veren biz Kurtuluş Partililerden, dövizlerimizi kaldırmamız istendi. Bu isteğin sahipleri ise sırf atamasının yapılmamasına tepki duyan iyi niyetli, samimi öğretmenlerimiz değil, kendileri de siyasi bir örgütün üyesi olan kişilerdi. Dükkâncılık oynuyorlar, sadece benim dükkânımdan alışveriş olsun istiyorlar. Bu tutum son derece yanlış bir tutumdur. Elbette ki biz de özellikle Eğitim Sen’de yaşandığı gibi, birkaç Sevr’ci grubun bütün çalışmaları kilitlemek pahasına tepeyi tutup örgütü yozlaştırmasını, üye sayısını siyasi tepinmelerle birkaç yıl içinde yarı yarıya düşürüp tabanla tüm bağları koparmasını yanlış buluyoruz. Ancak, AYÖP gibi son derece somut bir talepten hareketle yola çıkan bir örgütlenme, gerçekten demokratik merkeziyetçi ve işbirliğine yatkın olarak hareket edebilirse elle tutulur başarılar elde edebilir. Öğretmenlerimizi atamayanlar Parababaları düzeni ve onların siyasi plandaki temsilcileridir. Yani her meselede olduğu gibi bu mesele de tepeden tırnağa siyasidir ve siyasal mücadele ile çözümlenebilir. Bu siyaset üstü suya sabuna dokunmaz tutum, AYÖP içerisinde çalışan gerçekten samimi insanlarımızın emeklerini zayi etmektedir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Parababaları bu önyargıyı çok iyi bilmekte ve bu çelişkiden sürekli istifade etmektedir. Onlara göre en iyi taktik, AYÖP içerisindeki öğretmenlerimizi siyaset umacısı ile korkutmak ve terörize etmektir. AYÖP’ün bu önyargıdan kurtulması gerekir. Ancak bu koşulda, yani bütün samimi unsurların desteğini arkamıza alarak hakkımız olan taleplerimizi elde edebiliriz. Biz Kurtuluş Partililer tarihimiz boyunca savunduğumuz gibi, Parababaları düzeninin esir aldığı, zulmettiği tüm kesimlerin ve onların temsilcilerinin derlenmesini, en keskin sınıf bilincinin ürünü olan prensipler doğrultusunda birlikte iş yapmalarını savunuyoruz. Bu anlamda ataması yapılmayan öğretmenlerimizin yürüttüğü bu onurlu mücadeleyi sonuna kadar destekleyecek, üzerimize düşen tüm görevleri yerine getireceğiz. Gün derlenme günüdür, gün mücadele günüdür. Kurtuluş Partili Eğitim Emekçileri P Öğretmenler İşsiz, Okullar Öğretmensiz Kalmayacak arababaları hükümetlerinin, durumu saklamaya yönelik bin bir çabasına karşın, ülkemizin kanayan en büyük yarası işsizlik ve pahalılıktır. Bu yara toplumumuzun bütün kesimlerinde giderek kangrenleşmektedir. Yaygın olarak kullanılan tabirle işsizler ordusu gün be gün büyümektedir. Bu işsizler ordusu içerisinde en büyük dramı ise diplomalı işsizler yaşamaktadır. Eğitim gibi hayati bir kurumun, soygun ve sömürü düzeni demek olan kapitalizmin piyasa kurallarına terk edildiği, yozlaştırıldığı, halk çocuklarına üniversite kapılarının yavaş yavaş kapatıldığı günümüzde bin bir türlü engellere, güçlüklere göğüs gererek yüksek öğrenimini tamamlamış insanlarımız işsizlik cehennemine mahkûm edilmektedir. Söz konusu diplomalı işsizler içerisinde en büyük kitleyi ise ataması yapılmayan öğretmenler oluşturmaktadır. Bugünkü eğitim süreçlerinden yola çıkarak küçük bir hesap yaparsak, bir kişinin öğretmen olabilmesi için harcaması gereken süre minimum on altı yıldır. Günümüz koşullarında bu on altı yıllık kahır dolu süreci geride bırakıp öğretmenlik yapmaya hak kazanan mezunları iş hayatında (ya da biz ona işsizlik hayatı diyelim) acı bir sürpriz beklemektedir: KPSS. Öğretmenlerimizin karşısına KPSS gibi hiçbir seçiciliği ve geçerliliği olmayan ucube bir sınav çıkarılmaktadır. Bu sınavda hükümetin belirlediği atama sayısı kadar insanın gerisinde kalan öğretmenlerimiz (biz öğretmen adayı demiyoruz, zira öğretmenlerimiz fakülteden mezun olunduğu anda öğretmenlik liyakatine kavuşmaktadırlar) işsizlikle yüz yüze kalmaktadırlar. Bu noktada bir şok yaşayan ataması yapılmayan öğretmenlerimizin önünde iki seçenek vardır: Ya binlerce lirayı ödeyerek, hayata dair bütün planlarını erteleyerek var gücüyle bu adaletsiz sınava tekrar hazırlanacaklardır ya da kadrolu meslektaşlarıyla aynı işi yapmalarına rağmen onların maaşlarının dörtte birine razı olarak Geçici – Ücretli kölelik yapacaklardır. Tabiî Milli Eğitim Müdürlüklerinde dönen, adam kayırma dolaplarından sıyrılıp ücretli öğretmenlik için seçilebilirlerse… Türkiye’de ataması yapılmayan öğretmenlerimizin sayısı yaklaşık 370 bin civarındadır. Peki, mezun olan öğretmenlerimiz neden atanmamaktadır? Acaba okullarımızda bu kadar fazla öğretmene ihtiyaç yok mudur? Bu sorularının cevabını MEB’in kendi güncel itiraflarından, rakamların diliyle verelim. 2010 Mayıs ayı içerisinde MEB norm kadro bazında boş olan kadroları açıkladı. Rakamlar son derece çarpıcı: Bu sayı sadece norm kadrolar için geçerlidir. MEB’in açıkladığı bu sayıları doğru kabul edip buna bir de sözleşmeli olarak çalışan 70 bin öğretmenimizi de eklersek toplam resmi öğretmen açığı yaklaşık 210 bin civarındadır. Bize göre; tekli eğitim biçimine geçiş ve birkaç etkeni daha işin içine dâhil edersek, toplam öğretmen açığı 400 bin civarındadır. Ancak MEB’in 2010 yılı için almayı planladığı öğretmen sayısı 40 bindir. Ne var ki bu 40 bin sayısı da gerçekçi değildir. Çünkü MEB yıllardır Sözleşmeli Öğretmenlerin bir kısmını kadroya alarak sanki yeni bir atama yapıyormuş gibi bir izlenim yaratıp kamuoyunu yanıltmaktadır. Ayrıca her yıl 25 bin öğretmen emekli olmakta ve ortaöğretimdeki öğrenci sayısı da belli bir oranda artmaktadır. Kısacası nereden bakılırsa bakılsın bu kadar öğretmen açığı için 40 bin atama, ihtiyacı karşılamaktan uzak, gülünç bir rakamdır. Kardeşler, kamu emekçileri, ataması yapılmayan öğretmenler; Hz. Muhammed’in söylediği gibi “İşsizlik bütün kötülüklerin anasıdır.” Halkın Kurtuluş Partisi de bu sözü “İşsizlik “ÜMMÜLHABÂİS=KÖTÜLÜKLERİ AASI”dır” şeklinde Program maddesi yapmış ve “İşsizlik insanlarımızı can evinden vuran birinci derdimizdir hâlâ…” diyerek “vatanımızın can düşmanı işsizliğe karşı KUT- SAL SAVAŞ ilân etmek boynumuza borçtur” şeklinde ona karşı savaşma sözü vermiştir. İşsizlik heyulasının kollarına bırakılan insanlarımız, yaşadıkları ağır bunalıma dayanamayarak kendi canlarına bile kıymaktadırlar. Bugüne kadar ataması yapılmayan on iki öğretmenimiz canına kıymıştır. Bunun vebali; başta Tayyipgiller olmak üzere bu kadar öğretmen açığı varken öğretmenlerimizin atamalarını yapmayan; ama diğer taraftan kendileri zevk-ü sefa içinde sırça köşklerde yaşayan, oğulları Amerikalarda, AB ülkelerinde okuyup “gemicik” satın alan Parababaları Hükümetleri ve onların uyguladığı politikalardır. Oysa öğretmenlerimizi bunca acıdan kurtaracak çare çok kolayca uygulanabilecektir istenirse. Nasıl mı? “Hak arayan adliye gibi, GERÇEĞİ arayan ve gerçeği arayan İNSANI YARATAN öğretim, eğitim ve bilim kurumlarımız da, ülkemizde gerçekten KEŞİF ve İCAT ruhunu beslemek için tam bağımsızlığa kavuşacak. Bütün eğitmen, öğretmen ve profesörler; kendi KÜLTÜR SEDİKALARI’nda kişi- liklerini ve menfaatlerini (çıkarlarını) koruyacaklar.” (Halkın Kurtuluş Partisi Programı’ndan) Yeter ki bir avuç azlık olan asalak yerliyabancı Parababasına değil, yoksul ama çalışkan ve onurlu halka hizmet etmek birinci görev bilinsin… Hal böyle iken kaderimize razı olup ne idüğü belirsiz KPSS sınavına mahkûm mu olacağız? Atama yapılmaması yüzünden öğretmenlerimiz intihar etmeye devam mı edecek? Okullar öğretmensiz, öğretmenler işsiz kalmaya devam mı edecek? Bu hayâsızca gidişe bileğimizin ve aklımızın gücüyle dur demeyecek miyiz? Elbette ki hayır. Ama nasıl? Tek sözcükle: ÖRGÜT GÜCÜYLE. Çünkü Yılmaz Devrim Savaşçısı, İşçi Sınıfı Bilimini eşsiz teorik ve pratik katkılarıyla geliştiren Türkiye Devriminin Önderi Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın dediği gibi “ÖRGÜTSÜZ HALK KÖLE HALKTIR! ÖRGÜTLÜ HALK YEİLMEZ!” Biz Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri olarak bu zulmün ortadan kalkması için örgütlü mücadelemizi bu alanda da geliştirerek sürdüreceğiz. Bu mücadelemize, başta ataması yapılmayan öğretmenler olmak üzere, tüm güvencesiz çalışan insanlarımızı, tüm emekçi kitlelerimizi çağırıyoruz. Gün birlikte mücadele etme, gün örgütlenme, gün derlenme günüdür. Koşulsuz, Sınavsız Tüm Öğretmenler Atansın! KPSS Kaldırılsın! Diplomalı İşsiz Olmayacağız! Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri 13 Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri’nden Çürüyen yozlaşan eğitim sistemimizde dershaneler öldürüyor! 5 Nisan 2010 tarihli gazetelerin çoğunda şöyle bir haber yer almıştı: “Muğla’nın Fethiye ilçesinde yaşayan Emine Sipahi, oğlu Soner ile kızı Özlem’in dershane ücreti olan bin lirayı ödeyemedi. Faiziyle beş bin liraya ulaşan bu borç nedeniyle mahkeme tarafından üç ay hapse mahkûm edildi. İki aydır cezaevinde. Dershane ücreti yüzünden annesinin hapse girmesine üzülen Soner intihar etti.” Hepimize sıradan, üçüncü sayfa, klasik bir Türkiye haberi gibi gelmiş olabilir. Ama ne yazık ki, 18 yaşındaki bu genci ölüme sürükleyen olaylar zinciri, bize bir kez daha, içinde yaşadığımız Parababaları düzeninin iğrenç, korkunç ve acımasız yüzünü göstermiş oldu. Gencecik bir insanın daha intihar etmesi, emperyalizmin eğitim üzerinde oynadığı iğrenç oyunları gözler önüne serdi. Bu oyunun piyonu rolünü oynamak ise dershanelere düşmüştü. Finans-kapitalistler ve onların işbirlikçileri olan Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının siyasi plandaki temsilcisi Tayyipgiller, halklarımızı işsizlik, pahalılık, yoksulluk ve zam-zulüm cehenneminde yakmaktadır. ABD ve AB Emperyalistleri ve onların yerli işbirlikçileri, hayatın her alanında kendi çıkarları için halklarımızı iliklerine dek sömürmektedir. İnsana dair olan ne varsa her şeyi yakıp yok etmektedir. Bunun tipik bir yansımasını da eğitim alanında yaşamaktayız. Parababaları, kendi sınıf çıkarları için eğitimi paralı hale getirerek ticarileştirmiştir. Türkiye, artık sadece parası olanın eğitim hakkından yararlanabileceği bir ülke durumuna getirilmiştir. Bugün, anaokullarından üniversiteye kadar tüm eğitim-öğretim kademelerinde, eğitim hakkı alınır satılır bir meta haline gelmiştir. Parababaları kendi yaptıkları yasalara dahi uymamaktadır. Onların yasalara uymalarını beklemek, ölü gözünden yaş ummaktır ama bu durum bile kendi iğrenç düzenlerinin tezatlığına, tutarsızlığına bir kanıttır. Anayasaya göre eğitim parasız olmasına rağmen, pratikte yaşananlar bunun tam tersi bir durum arz etmektedir. Bunun en somut örneğini, eğitim alanında yaratılan, başlı başına bir ticari sektör haline getirilen dershaneler sisteminde görmekteyiz. Türkiye’deki eğitim sisteminin çarpıklığını ve bu sistemin çök- tüğünü, en iyi dershaneler olgusu ispatlamaktadır. Dünyadaki ülkelerin eğitim sistemlerine baktığımız zaman, dershaneler ucubesini Japonya ve Güney Kore’de de görmekteyiz. Japonya’da dershaneye başlama yaşı anaokullarında başlamakta. Daha iyi bir eğitim(!) almak için, çocuklar daha bebek denilecek yaşlarda, yarış atları misali rekabetçi bir eğitim çarkından geçiriliyor. Bildiğimiz gibi teknolojik ve ekonomik açıdan ne kadar refah durumda olsalar da, rekabetçilik ve yarışma ruhu, çoğu Japonu ruhen olumsuz etkilemektedir. Japonya’da birçok işyerindeki toplu intiharları ve adam öldürmeleri hatırlayınız lütfen. Sanırım o kadar uzağa da gitmeye gerek yok. Biz ülkemizdeki duruma bakalım. Vereceğimiz rakamlar ışığında konumuzu irdeleyelim. Türkiye’de her doğan çocuğun hayatı neredeyse sınav olmuş. Kurtuluş Partisi Programı’ndaki ifadeyle: “sınavlar öğrenci turnikesi, ya da salhanesi(mezbahası, kesimevi)” olmuş durumda. Dershaneye başlama yaşı 10’a kadar düşmüştür. Önceleri çocuklarımızın mekânları oyun alanları iken, çocukluklarını oyunlarla yaşarken, artık gencecik beyinlerin mekânları ya dershaneler ya da özel kurslar olmuştur. Artık çocuklarımız dört duvar arasında; dersliklerde, kantinlerde cıvıltısız, cansız bir şekilde çocukluklarını geçiriyorlar. SBS-YGS-LYS-KPSS derken, yaşam, sınav cenderesi altında geçiyor… Dershaneler bugün öyle büyük bir pazar haline gelmiş ki, kimse bunun önüne geçemez algısı toplumda yer edinmiş durumda. Türk Eğitim Sen’in yaptığı araştırmaya göre; 16 yılda dershane sayısında % 285, öğrenci sayısında da % 270 artış olmuştur. Dershane sayısı 1994 yılında 1089; 2002 yılında 2 bin 122 iken, bugün 4193 imiş. Dershaneye giden öğrenci sayısı 1994’te 317 bin 217 iken; 2002’de 606 bin 522. Bugün ise 1 milyon 174 bin 860’tır. Keza 2002-2010 arasında dershane % 97.59; öğrenci sayısı ise % 93.56 oranında artış göstermiştir. Bugün 9, 10, 11 ve 12’nci sınıfta dershaneye giden öğrenci sayısı 440 bin 209’dur. Mezunlar da işin içine katıldığında sayı yaklaşık Sözleşmeli Öğretmenler Platformu (SÖP) Kuruldu T ürkiye’deki öğretmenlerimizin yaşadığı zulmü, gündemi takip eden tüm insanlarımız bilirler. Yıllarca okuyup öğretmen olduktan sonra Ataması Yapılmayan Öğretmenlerimizin sayısı yaklaşık 350 bin civarındadır. Hem de ülkemizde 350-400 bin civarında öğretmen açığı varken... Bu durum öğretmenlerimiz için “ölüm” anlamına gelmektedir. Nitekim devletin atamasını yapmadığı 16 genç, hayatının baharında 16 fidan, bu duruma katlanamayıp intihar yolunu seçmişlerdir. Peki sadece ataması yapılmayan öğretmenlerimiz mi sıkıntı yaşamaktadır? Elbette ki hayır. Türkiye çapında sayısı 70 bine ulaşan Sözleşmeli Öğretmenlerimiz de birçok konuda mağdur edilmektedir. Ataması yapılmayan öğretmenlerimizi ölüme sürükleyen Parababaları devleti, sözleşmeli öğretmenlerimiz için de “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” yöntemini kullanmaktadır. Sözleşmeli öğretmenlerimizi ailelerinden uzakta yaşamaya mecbur bırakmakta, onlara iş güvencesi hakkı tanımamaktadır. Sözleşmeli öğretmenlerimizin haklı ve meşru taleplerini dile getirmek için gerçekleştirdiği örgütlenmeleri de resmi internet sitelerinde yayınladıkları basın duyurularıyla terörize etmeye çalışmaktadır. Onlara, “bakın bu kadar atanmayan öğretmen varken Allah’a şükredip oturacağınıza, örgütlenip mücadele ediyorsunuz. Böyle devam ederseniz disiplin soruşturması başlatırız” demektedirler. Parababaları devletini bu kadar pervasızca tehditler savurmaya cesaretlendiren şey, sözleşmeli öğretmenlerimizin dağınıklığıydı. Ancak artık devletin, öğretmenlerimizin örgütsüzlüğünden yararlanarak savurduğu tehditler sökmemektedir. Çünkü artık, sözleşmeli öğretmenlerimizin öz örgütü olan Sözleşmeli Öğretmenler Platformu (SÖP) vardır. 5 Temmuz tarihinde gerçekleştirdiğimiz eylemden sonra, Türkiye’nin dört bir köşesinden gelen öğretmen-ler tarafından kurulan SÖP, sözleşmeli öğretmenlerin talepleri ile ilgili her meseleyi yakından takip etmekte, basın açıklamaları, bildiriler, afiş çalışmaları, konferans ve panel gibi çeşitli araçları kullanarak sözleşmeli öğretmenlerimizin sesini tüm Türkiye’ye duyurmaya çalışmaktadır. Sözleşmeli Öğretmenler Platformu’nun merkez yürütme komitesi oluşturulmuş, öğretmenlerimizin seslerini en geniş biçimde duyuracak olan internet sitesi kurulmuştur. Tüm sözleşmeli öğretmenlerimiz, Platforma www.sozlesmeliogretmenlerplatformu.org İnternet sitesinden rahatlıkla ulaşabilmektedirler. (Sitemizde Platforma üyelik işlemleri yapılmakta, güncel gelişmeler değerlendirilmekte, sözleşmeli öğretmenlerimizle ilgili bilgiler yer almaktadır. Ayrıca site aracılığı ile Platformun Kuruluş Gerekçesi ve Tüzüğü hakkında da bilgiler edinilebilir.) Türkiye çapında 70 bin civarında sözleşmeli öğretmene hitap eden Sözleşmeli Öğretmenler Platformu (SÖP), gün geçtikçe büyüyecek ve kararlı mücadelesine devam edecektir. Ta ki haklı taleplerimiz karşılanıncaya kadar... Kurtuluş Partili Sözleşmeli Öğretmenler 607 bin 415’tir. ÖSS için dershane ücreti 2 bin TL’den başlayıp 6 8-10 bin TL’ye kadar çıkmaktadır. Öğrencilerin ortalama 3 bin TL dershane ücreti ödediği düşünülse bile, dershanelerin yıllık kazancı 1 milyar 822 milyon 245 bin TL’dir. SBS için 5, 6, 7 ve 8’inci sınıfta dershaneye gidenlerin sayısı 540 bin 63’tür. Yıllık kazançları ise 810 milyon 94 bin 500 TL’dir. Yani ilköğretim ve ortaöğretim öğrencilerinin sırtından dershaneler ortalama yılda 2 milyar 632 milyon 339 bin TL kazanmaktadır. Yine aynı sendikanın yaptığı bir ankete göre; 1100 lise son sınıf öğrencisinden % 68,5’i, üniversite sınavına dershaneye giderek hazırlandığını söylerken, sadece okulda aldığı eğitimle sınava hazırlandığını belirtenlerin oranı % 19,3’tür. (Bunlar da bildiğimiz gibi yoksul emekçi halklarımızın evlatlarıdır.) Hem dershaneye gidip hem de özel ders aldığını belirtenlerin oranı % 8,5. Üniversite sınavına girmeyeceğini söyleyenlerin oranı ise % 3,7’dir. Şunu da belirtelim ki ankete katılan öğrencilerin % 70’i dershane olmadan üniversiteyi kazanabileceğine inanmıyor. (www.turkegitimsen.org.tr) Bir diğer çarpıcı veri de İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası (İSMMMO)’nun hazırladığı “Hayatımız Sınav” raporundan. Bu rapora göre; bu yıl 9,9 milyon kişi değişik sınavlara girecek. Sınavlara harcanan para ise yılda 4,9 milyar TL’yi buluyor. Yani Türkiye’de yaşayan her 7 kişiden en az biri sınava girecek. (www.sondakika.com, 06.04.2010) MEB’in bütçesi 27,8 milyar TL. Yani bizler, halkımız, bu sınavlara devletin bir yılda eğitime ayırabildiği paranın yaklaşık beşte birini harcamak zorunda kalıyoruz. Sınavlardan büyük bir pazarın oluştuğunu söyledik. Bu pazar da kendiliğinden oluşmuş değil; Parababaları, onların uşakları Tayyipgiller ve onun öncesindeki hükümetler eliyle oluşturuldu. Kanserli bir hücrenin ya da yapının büyümesi gibi, dershaneler de eğitimimizin hücrelerine işledi. En küçük belde de bile artık bakıyorsunuz bir dershane ya da özel hazırlık kursu açılıvermiş. Her ne hikmetse, bu dershanelerin büyük bir kısmı, ABD-AB Emperyalizminin ülkemize dayattığı “Ilımlı İslam” modelinin baş- temsilcisi Fethullah Gülen’e aittir. Bu zatın hayatını dikkatle incelerseniz, cemaatin doğuşunda da dershanelerin büyük rolünü görürsünüz. Bu cemaatin yapılanmasında önce “Işık Evleri”nde hazırlık kurslarıyla başlayıp dershaneler ve özel hazırlık kurslarına uzanan zincirleme bir yapı görürsünüz. Ülkemizdeki ağları yetmiyormuş gibi, aynı cemaat, yurt dışında da (örümcek ağlarını attığı her ülkede) aynı tipten dershaneler ve etüt merkezleri açmaktadır. Türkiye’nin iyi üniversitelerinden mezun olmuş, belli alanlarda uzmanlaşmış kadroları da bünyesine katarak iyi eğitim veren bu cemaatin dershaneleri, devletin de tüm olanaklarını en iyi şekilde kullanarak, örgütlenmesini dershaneler ağıyla yapmaktadır. Özellikle yoksul ama zeki öğrencilerle bire bir ilgilenerek, onlara tüm olanakları seferber ederek, onların sırtından yapılan sınavlarda büyük başarı elde ederek, kendi reklamlarını ustaca yapmaktadırlar. Bunlar yetmiyormuş gibi, bu gencecik beyinleri de kendi Ortaçağcı ideolojileri ile doktrine etmektedirler. Şunu da belirtelim ki, bu cemaatin dershaneleri sadece iyi eğitim vermekle kalmıyor, aynı zamanda kazanma garantisi de veriyor. Hatırlanırsa, geçen yılki Polis Meslek Yüksek Okulu sınav sorularının aynısı Fethullahçı bir dershanede çoğaltılarak öğrencilere ders notu olarak dağıtılmış; konu medyaya yansıyınca da sınav iptal edilmişti. Yine aynı cemaatin, askeri okullara öğrenci yerleştirmek için de benzer taktikleri ustaca uyguladıklarını da basından izliyoruz. Bugün okullarımızdaki öğrencilerin önemli bir kesimi onların yurtlarında ve Işık Evleri’nde barınıp onların dershanelerine gitmektedir. F tipi yetmiyormuş gibi, bir de başımıza S tipi, K tipi yurtlar ve dershaneler çıktı. (Bu tanımlamalar Süleymancılar ve Kadirilerin yurtlarına giden öğrencilerin kendilerini tanımlama biçimi.) Önceden de belirttiğimiz gibi, devlet, dershanelerin büyümesi ve dershane sektörünün canlanması için elinden geleni ardına koymamaktadır! Hatırlarsanız, MEB, ekonomik olarak zor duruma düşen özel okullara, teşvik için, para-kredi aktarmıştı. Aynı durum şimdi de dershaneler için gündemde. Medyada, dershanelere arsa tahsisi yapılarak, bu kurumların özel okullar açabilmesi için çalışmalar yürütüldüğü yer almıştı. Bakanlık önce nabız yoklayarak bunun altyapısını oluşturup, tepkileri ölçtükten sonra da uygulamaya geçirmektedir. Yine hatırlatmakta yarar var: Dershanelerin çoğu, düşük ücretle öğretmen çalıştırmaktadır. Özellikle yeni mezun ve Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS)’yi kazanamamış genç öğretmenler, bu sektörde boğaz tokluğuna, köle gibi ça- Baskılarınız, tehditleriniz, gözaltılarınız yıldırmadı, yıldıramayacak! A bdi İpekçi Parkı’nda 15 Ağustos’tan bu yana oturma eylemi yapan Ataması Yapılmayan Öğretmenleri ve eylemi ziyaret eden Partimiz üyelerini Tayyipgiller’in Ankara Emniyeti gözaltına aldı. Partimiz üyelerinin ziyareti devam ederken gerçekleştirdiler gözaltılarını. En ufak hak arama mücadelesine bile tahammülü olmayan Tayyipgiller, anne babaların dişinden tırnağından arttırarak gönderip okuttukları fakültelerden öğretmen olarak mezun olan öğretmenlerin, bu kutsal mesleği yerine getirmelerine engel oluyor. Hiçbir bilgiyi ölçmeyen KPSS sınavı ile öğretmenlere “Okuduğunuz 4 yıl yetmez, biraz da Özel Dershanelerde eğitiminizi tamamlamanız gerekiyor” diyor. Eğitimi özelleştirmenin, ücretli, sözleşmeli öğretmenlik kategorileri ile ücretli köle yaratmanın adımlarını atıyorlar. Dünyanın en onurlu mesleklerinden biri olduğu için seçmişlerdi öğretmenliği. Haykırıyorlardı: “Öğretmenler İşsiz, Okullar Öğretmensiz”, “Atanmak İstiyoruz”. Ve Tayyipgiller’in Güvenlik Güçleri, bu haykırışın ataması yapılmayan 327 bin öğretmeni sarıp sarmalamasını gözaltılarla engellemeye çalışıyor. İstemiyorlar hak alma mücadelesinin yaygınlaşmasını. Biliyorlar ki, emekçilerin hak alma mücadelesi yaygınlaşır, yaygınlaşan bu mücadele kazanımlarla taçlanırsa kendi sonları yaklaşacak. O yüzden kâr sayıyorlar geciktirebilmeyi. Bu süre ne kadar uzarsa sefaları da o kadar uzun sürecek. Baskıları o yüzden. Pervasız saldırıları o kaçınılmaz sonun yaklaştığını görmelerinden. Ama nafile! Bu son, emekçilerimize her türlü zulmü baskıyı reva gören Parababaları için, onların kulu kölesi Tayyipgiller için kaçınılmaz. Bu son gerçekleştiğinde, bir avuç azınlığın milyonlar üzerinde zulmü son bulduğunda, tüm eme çilerin sefası başlayacak. O ana kadar onurlu mücadelemiz devam edecek. Bu mücadeleden bizi hiçbir güç yıldıramaz. Tayyipgiller’in polisinin, AYÖP üyesi öğretmenlere ve Partimizin üyelerine yönelik gözaltı saldırısı, bizleri girmiş olduğumuz onurlu yoldan geri döndüremeyecektir. 17.08.2010 Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri B lıştırılmaktadır. Dershaneler esnek çalışmanın, örgütsüz çalışmanın, ücretli ve sözleşmeli köleliğin kaleleri durumuna getirilmiştir. Dahası okullarımız öğretmensiz, öğretmenlerimiz işsizken, MEB, dershanelerdeki Rehber Öğretmen (Psikolojik Danışman) açığını kapatabilmek için hemen işe koyularak, PDR alanı dışından mezunlara 160 saat hizmet içi eğitim vererek, onları Rehber Öğretmen olarak atamak istemiştir. Emekçi halkımız, eğitimde bir cendere altına sokulmakta ve ne yazık ki çoluğunun çocuğunun boğazından, en zorunlu ihtiyaçlarından kısarak, çocuklarını dershanelere göndermek zorunda kalıyor. Çünkü toplumumuzda şöyle bir yanlış kanı yer edinmiş durumda: “Bu iş sadece okuldaki eğitim ile olmaz; bir dershaneye gitmeden üniversite kazanılmaz.” (Eğitim sistemini çürüterek, yozlaştırarak, paralı hale getirerek Parababaları düzeni bir şekilde bu kanıyı pekiştirmiş durumda. Eğitim sistemimizin içinde bulunduğu çarpıklık Gazetemizin önceki sayılarında işlenilmişti.) Bu arada MEB de Lise 12’nci sınıf öğrencilerini ikinci dönemin başlarından itibaren -Nisan ayından başlayarak- izinli sayarak, onları dershanelere daha da bağımlı hale getirdi. Şu anda okullarda 12’nci sınıflar boş, dershaneler 12’nci sınıf öğrencileri ile dolmuş durumda. Yazımızın başında dramını anlattığımız Soner Sipahi, dershaneler trajedisinin sadece bir kurbanı… Tüm Özel Öğretim Kurumları Derneğine (TÖDER) göre; Türkiye’de dershaneye giden 1.5 milyon öğrencinin % 3’ü, borçları nedeniyle dershanelerle mahkemelik durumda. Yani 45 bin aile, Sipahi ailesi ile aynı kaderi paylaşıyor. (Milliyet, 7 Nisan 2010) Bu da demektir ki, ne yazık ki, gelecek günlerde de, dershane borcunu ödeyemediği için intihar eden insanlarımızın dramlarına şahit olacağız. Ya da bu korkunç gidişata dur diyeceğiz. Bizler, insanlarımızın ölmesini ya da intihar etmesini değil, içinde bulundukları, onları örümcek ağlarıyla sarmış tüm yaşamlarını kanserli hale getirmiş olan bu Parababaları düzeni ile baş edebilme yollarını, biz Kurtuluş Partililerle bulmalarını ve Partimiz saflarında mücadele etmelerini istiyoruz. İşte o zaman, o güzel insanlarımız, hak ettikleri insanca yaşama kavuşabileceklerdir. Kurtuluş Partisi’nin önderliği altında o günlerin çok yakın olduğunu, güneşin yine doğacağını bildiğimiz gibi biliyor ve inanıyoruz. Bursa’dan Kurtuluş Partili Bir Eğitim Emekçisi Bir öğretmeni daha öldürdüler! ilindiği üzere, “en saygıdeğer” mesleklerden olan öğretmenlik, yerli yabancı Parababalarının en sadık hizmetkârı Tayyipgiller Hükümeti tarafından, ücretli köleliğe dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Bu amaçlarına ulaşmak için bu kutsal mesleği belli kategorilere ayırarak, bu işsizlik ve pahalılık ortamında tüm öğretmenleri güvencesiz çalıştırmaya zorlamaktadırlar. Bu kategorilerinden biri de Ücretli Öğretmenliktir. Onca emekle, zahmetle üniversiteyi bitirip öğretmen olmaya hak kazanan 44 yaşındaki Ahmet Fazlı Elçi de bu öğretmenlerden biriydi. Ücretli, yani ek ders karşılığı çalışan Ahmet Öğretmen, iki çocuk babasıydı ve yazları maaş almadığı için ek işler yapmaya ve evini geçindirmeye mecburdu. Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde Atatürk Çok Programlı Lisesinde görev yapan Ahmet Öğretmen, yazın dayanılmaz sıcağında, çalıştığı okula gelen kitapları 40 TL karşılığında taşıyordu, yani hamallık yapıyordu. Yaptığı tek iş de bu değildi üstelik. Yine hamallık yaptığı bir gün, öğle saatlerinde kalp krizi geçirerek öldü. Aslında “öldürüldü” demek daha doğru olacaktır. Parababaları iktidarının, Tayyipgiller Hükümeti’nin politikaları sonucu tam 16 öğretmen arkadaşımız, ataması yapılmadığı için intihar etti. Yüzlercesi, yıllarca eşine kavuşamadığı için boşandı veya bo- şanma noktasına geldi. Binlercesi ek işlerde çalışmak zorunda bırakıldı. Şimdi, tüm bunlar bizim kaderimizmiş deyip bir kenara mı çekileceğiz yoksa bize bunu yaşatanlardan hesap mı soracağız? Hazreti Ali’nin dediği gibi: “Haksızlıklar karşısında susanlar, haklarıyla beraber onurlarından da olurlar.” Biz susmayacağız, yakalarına yapışacağız. Ücretlisi, sözleşmelisi, kadrolusu bir araya gelip bu katliamların hesabını soracağız. Gün gelecek, IMF’nin izin verdiği kadar değil, her öğrencinin kaliteli bir eğitim öğretim ortamında eğitimini görmesi için ne kadar öğretmen gerekiyorsa o kadar öğretmen atanacak. Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri olarak kanımızın son damlasına kadar mücadele edecek ve DEMOKRATİK HALK İKTİDARINI kuracağız. Tüm öğretmen arkadaşlarımızı Partimiz saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz. 17.08.2010 Kahrolsun AB-D Emperyalizmi! Parasız Eğitim İstiyoruz! IMF, İşsizlik, Pahalılık, Zam, Zulüm Demektir! Okullar Öğretmensiz, Öğretmenler İşsiz Kalmasın! Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri 14 Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 Kurtuluş Partisi Gençliği’nden YGS ve LYS sonuçları üzerine3 H er yıl olduğu gibi bu yıl da ÖSS sonuçlarıyla birlikte eğitim sistemimizdeki çarpıklıklar ve eksiklikler bir kez daha gün yüzüne çıktı. Bilindiği üzere, Ortaçağcı Tayyipgiller, 2010 Üniversite Sınavını, “Katsayı”ları da değiştirerek Yüksek Öğretime Geçiş Sınavı (YGS) ve Lisans Yerleştirme Sınavı (LYS) olmak üzere iki basamaklı hale getirdi. Buna göre YGS puanlarından en az biri 180 ve üstü olan adaylar, LYS’ye başvuru yapabileceklerdi. Yüksek Öğretime Geçiş Sınavı (YGS); Türkçe, Temel Matematik, Sosyal Bilimler ve Fen Bilimlerinden; Lisans Yerleştirme Sınavı (LYS) ise 5 ayrı sınavdan oluşuyor. Bunlardan Matematik sınavı (LYS-1), Fen Bilimleri Sınavı (LYS-2), Edebiyat-Coğrafya Sınavı (LYS-3), Sosyal Bilimler Sınavı (LYS-4) Yabancı Dil Sınavı (LYS-5)’den oluşuyor. “Katsayı”ları da değiştirerek dedik; yine bilindiği üzere Ortaçağcı zihniyetteki YÖK, güya meslek liselilerin “önünü açmak” için üniversite sınavında uygulanan katsayıları alan içi tercihlerde 0.15, alan dışı tercihlerde 0.12 olarak değiştirdi. Görünüşte gayet insancıl gibi görünen bu hareketle, görevi imam yetiştirmek değil de, laiklik de dâhil Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın tüm kazanımlarını ortadan kaldıracak, toplumu Ortaçağa götürecek militan kadroların yaratılması olan İmam Hatip Liselileri, bilim yuvaları olması gereken üniversitelere doldurmayı amaçladı Ortaçağcı-Şeriatçı Tayyipgiller ve şürekâsı YÖK. Katsayı değişikliğinin meslek liselilere avantaj bir yana dezavantaj getirdiğini, Abbas Güçlü’den bir örnekle açıklayalım: “1998 öncesinde, meslek lisesi mezunları, Tıp’tan Siyasala istedikleri fakültelere girebiliyordu. Ama kazanma oranları binde 6’ydı. Yani devede kulak. Sonra sınavsız geçiş hakkı geldi, yarıdan fazlası meslek yüksekokullarına sınavsız girebildi. Onlardan da yüzde 10’u, yine yasalar çerçevesinde 4 yıllık fakültelere geçiş yaptı. Yani, meslek liseliler 98’den sonra mağdur değil, çok daha avantajlı hale geldi. Şimdi bu ellerinden alınırsa, onlara yapılacak en büyük kötülük o olur.” (Abbas Güçlü, Milliyet, 29.11.2009) (Katsayı meselesi ile ilgili ayrıntılı ve net bilgiye Kurtuluş Yolu, Sayı: 47’den ulaşabilirsiniz.) Böylece gerek katsayı meselesi, gerek de sınavın iki aşamalı olup ilk defa uygulanmasının gölgesinde sınav gerçekleştirildi. İlk olarak 11 Nisan 2010 tarihinde Yüksek Öğretime Geçiş Sınavı (YGS) gerçekleştirildi. Sonuçlarına bakalım: - ÖSYS’ye 1 milyon 587 bin 990 aday başvurdu. Bunlardan 75 bin 471’i sınavsız geçiş başvurusu yaptı. Geçen sene yapılan ÖSS’ye 1 milyon 350 bin 124 aday başvurmuştu. Bu rakamlardan, sayının arttığını görüyoruz. Bunun sebebi az önce de bahsettiğimiz gibi meslek liselilerin “önünü açmak” bahanesiyle yapılan katsayı değişikliğidir. Katsayı değişikliğini umut kaynağı edip de sınava giren birçok meslek liseli bulunuyor. - YGS’ ye giren 1 milyon 487 bin 626 adaydan 133’ünün sınavı değişik nedenlerle iptal edilirken, sınavı geçerli sayılan aday sayısı ise 1 milyon 487 bin 493 olarak tespit edildi. 14 Bin Aday Sıfır Çekti 1 milyon 473 bin 337 adayın sınavda puanı hesaplanırken,14 bin 156 adayın puanı hesaplanamadı. Fen Bilimlerine Öğrenciler Soğuk Türkçede 483 aday, Fen Bilimlerinde 143 aday tüm soruları doğru yanıtladı. Fen Bilimleri testi, adayların yarıdan fazlası tarafından boş bırakılmıştır. Bu daha önceki sınavlarda da rastlanan bir durum. Bunun sebeplerinden biri de Fen bölümlerinin yeterince iş alanının olmaması. Okulların Başarısı Sınava başvuran adayların yüzde 69.82 si genel lise, yüzde 1.43’ü öğretmen liseleri, yüzde 28.75’i de meslek liselerinden oluşuyor. Genel lise kökenlilerin yüzde 90.38’i, öğretmen lisesi kökenlilerin yüzde 98.85’i, meslek lisesi kökenlilerin de 64.04’ü 180 ve üzerinde puan aldı. Meslek Liselilerin Puanı Düşük Meslek lisesi çıkışlı adayların başarı düzeyi genel lise kökenli adaylara göre daha düşük. Bununla ilgili ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan’ın açıklamasına bakalım: “Aslında bir miktar düşük olması zaten beklenen bir durumdu. Ancak ben oranın gerekenden fazla düşük olduğunu düşünüyorum. Sınavda 140 puan, soruların yaklaşık yüzde 10’unu yapan adayın elde ettiği başarı, 180 ise soruların yaklaşık yüzde 20’sini yapan adayın elde ettiği başarı. Meslek lisesinden sınava giren 3 adaydan 1’inin soruların yüzde 20’sini yapamadığını görüyoruz.” Meslek liselilerin puanının düşük olması “zaten beklenen bir durumdu” diye açıkça söylüyor ÖSYM Başkanı. Durum tabiî ki de böyle olur… Meslek liselerinin müfredatına yeterince önem verilmezse, eğitimin kalitesi düşük olursa, sınavda çıkan konuların birçoğu gösterilmezse puanlar tabiî ki düşük olur. Buradan, Tayipgiller’in katsayıları ve sınav sistemini değiştirmelerindeki amacı bir kez daha görebiliriz. Meslek liselilerin “önünü açmak” diye bir oyuna girdiler, meslek liselilerin önlerinin açılması bir kenara daha da tıkandı. Burada açılan tek şey, Şeriatçı ablukanın ve Parababalarının sömürüsü oldu. Bilindiği üzere bu yıl dershanelere giden öğrenci sayısında da artış oldu. Meslek liseliler ve beraberinde diğer lise kökenliler hem maddi hem manevi sömürüye uğramış oldu. Geçelim Lisans Yerleştirme Sınavı (LYS)’ye… 19–20 ve 26–27 Haziran 2010 tarihinde gerçekleştirilen, LYS’ye 1 milyon 899 bin 569 aday başvurdu. - 5 LYS yapıldı. Her birine değişik sayılarda aday girdi. - 5 sınavda 1 milyon 856 bin adayın sınavı geçerli. - LYS-1’de Geometri’de 3300 aday tüm sorulara doğru cevap verdi. - LYS-2’de Biyoloji’de 993 aday tüm sorulara doğru cevap verdi. - 2000 aday ise sıfır puan aldı bu bölümde. - LYS-3’de Türk Dili ve Edebiyatı’nda 56 aday, Coğrafya-1 testinde 296 aday, tüm soruları doğru cevapladı. - LYS-4’te Tarih, Coğrafya-2 ve Felsefe testi vardı. Tüm sorulara cevap verilemeyen test ise Felsefe oldu. 10 Bin Kişi Sıfır Puan Çekti Adaylardan 10 bin kişi sıfır puan aldı. Son 5 yılda ÖSS sınavında Yabancı Dil Sınavı (YDS) hariç sıfır puan alan adayların sayıları şöyle: YILLAR “0”Puan alan öğrenci sayısı 2006 27 bin 864 2007 47 bin 587 2008 25 bin 652 2009 29 bin 927 2010 YGS-14 bin LYS-10 bin olmak üzere toplam da 24 bin Bu sonuçlardan sonra tercih yapan 1 milyon 104 bin 763 adayın 561 bini üniversiteli oldu. Üniversiteye yerleşen adaylar ise buruk bir sevinç içinde. Çünkü asıl mesele, bütün zorluklar bundan sonra başlıyor. Zincirin halkaları gibi, bütün sorunlar art arda geliyor. Bilindiği üzere ilk sorunlardan biri barınma sorunu. Türkiye’de kamu yurtlarının (YURT-KUR’a bağlı yurtların) sayısı çok az zaten. Kamu yurduna giremeyen öğrenci ya ateş pahası özel yurtlara ya da Şeriatçı yapılanmaların başında gelen “Işık Evleri”, “Abi-Abla Evleri”nin pençesine düşüyor. Zorunlu bağışlar, milyarları bulan har(a)çlar, paran varsa oku zihniyeti, öğrencilerin belini büküyor. Bu öğrencilerin bin bir umutlarla hazırlanıp yerleştikleri bölümleri bitirdiklerinde iş bulabilmeleri de ayrı bir sorun. Ne yazık ki durum böyle… Hata üstüne hata Bu yılki üniversite sınavına damgasını vuran bir başka olay da sınavda yapılan “hatalar” oldu. Bu durum, ÖSS tarihindeki kara lekelere bir yenisini daha eklemiş oldu. İlk yapılan “hata”; onlarca beklemeli ve diploma notları farklı öğrencinin, Orta Öğretim Başarı Puanı’nın 100 olarak işlenmesiydi. Bu, sınava giren adayların sıralamasını etkilemekteydi. Örneklendirecek olursak; diploma notu 63 olan bir öğrencinin OBP’sinin 80’li bir puan olması gerekirdi. Bu öğrenciye 100 puan gelince, puanı otomatik olarak 20 puan arttı. Sınavda 276 yerine 283 puan alan öğrenci var. Şimdi bu öğrenci sıralamada 183 bininci değil, yaklaşık 283 bininci kişi olacaktı. Yani sayısalda 100 bin kişinin önüne geçti. Bir puan 20 bin kişiyi elerken, 0.1 puan bile öğrencilerin hayatında maalesef hayati bir önem taşırken, bu çok önemli bir hatadır. İkinci bir “hata” ise; Y-MF-4 Puan türünde Alanında Başarı Sırası değerinde yapılan yanlışlıktır. ÖSYM’de skandallar bitmek bilmiyor ki… YÖK’ e bağlı çalışan ÖSYM’nin son yıllarda artan skandalları iyice dikkat çekmeye başladı. Kurumun özellikle son 4 yılda hata üstüne hata vermesi kamuoyunun da dikkatini çekmiş durumda. İşte son dönemlerde dikkat çeken hatalardan bazıları: - LYS başvuruları sırasında sorunlar yaşandı. - LYS tercih kılavuzlarında programların taban puanları yanlış hesaplandı. - LYS tercih kılavuzunun dağıtımında kurum sitesi defalarca çöktü. - KPSS sonuçlarına göre yapılan memur yerleştirmelerinde bir hata olduğu tespit edildi, itiraz edildi ve ÖSYM bu hatasını kabul etti. - 2007 ÖSS sonucunda Okul Başarı Puanı’nın hatalı hesaplandığı ortaya çıktı ve düzeltildi. - Mayıs 2006’da KPDS’de hatalı soru olduğu tespit edildi. Ve daha birçok bunun gibi yanlışlıklar… ÖSYM gibi, sınavların merkezi ve büyük teknik donanıma sahip bir kurumun yaptığı “hatalar” gerçekten tam bir rezillik ve düşündürücü bir durum. Bu yılki üniversite sınav sonuçları, yukarıda rakamlarla da belirttik, tam bir fiyasko. Eğitimdeki eksiklikler bir kez daha gözler önüne serildi. ÖSYM’nin yaptığı bu “hatalar”dan sonra öğrenciler iyice mağdur oldu. Kafalarda birçok soru işareti bulunuyor. Olan yine emekçi halk çocuklarına oldu. Peki, bu sorunların olmaması için, yani sınavlarla tıpkı bir yarış atı konumuna gelmemek için, bu yıl ve önceki yıllarda olduğu gibi “hatalar”la karşılaşmamak için, Laik, Bilimsel, Demokratik bir Eğitim için ne yapmamız gerekiyor? Çözüm: Demokratik Halk iktidarında, Halkın Kurtuluş Partisi İktidarındadır. Bu çözüm, Parti’mizin Programı’nda netçe şöyle konulmuştur: “HÜRRİYETİN BEŞİĞİ: Kültür Bağımsızlığı “(Halkın Kültürü) “14- Hak arayan adliye gibi, GERÇEĞİ arayan ve gerçeği arayan İNSANI YARATAN öğretim, eğitim ve bilim kurumlarımız da, ülkemizde gerçekten KEŞİF ve İCAT ruhunu beslemek için tam bağımsızlığa kavuşacak. Bütün eğitmen, öğretmen ve profesörler; kendi KÜLTÜR SENDİKALARI’NDA kişiliklerini ve menfaatlerini (çıkarlarını) koruyacaklar. “Hükümet, bir öğretim kanunu ile öğretim kollarını, öğretmen niteliklerini, okul masraflarını belirtmekle kalacak ve özel müfettişleriyle yalnız o kanunun uygulanmasını kontrol edecek. Başka şekilde, öğreticilerin hayat, istikbal (gelecek: sosyal güvenlik) ve faaliyetlerine karışmayacak. “15- ÖĞRETİM SİSTEMİ: Özellikle kol işiyle kafa işi arasındaki uçurumu doldurma hedefini güdecek. “İLKÖĞRETİM: Çevre üretimlerinin tarla ya da fabrika vb. sistemine göre, “TEKNİK ve ORTAÖĞRENİM: Memleket sanayi plânında ayrılmış o yerin pratik ekonomik ihtiyaçlarına göre programlanacak. “YÜKSEK ÖĞRENİM: yabancı yayınları aşırmalarla rızıklanan kürsü ötülgenliği yerine, memleketimizin yerüstü, yeraltı, insan, hayvan bütün varlıklarını inceleyerek, Ekonomi ve üretim şartlarımızı geliştirmeye fiilen yarar ORİJİNAL emeği geçirecek; lâboratuarını tarlalarımıza ve atölyelerimize bağlayarak BİLİM YAPMA görevini endüstriyel kalkınma hamlemizle taçlandıracak. “16- Eğitim DEMOKRATLAŞTIRILACAK. Ezberciliğe değil, güçlükler karşısında çözüm yolları bulma, yani bellek yerine zekâyı işletme prensibi, öğretim ve eğitimin baş prensibi olacak. Ölçü alınarak, kişiye özel, el yapımı ayakkabı üretir gibi, her öğrencinin kişiliğini ezmeyen eğitim güdülecek. “Fazla diplomalı bize gerekmez” kaygısı ile SINAV’LAR öğrenci “turnikesi”, ya da salhanesi (mezbahası, kesimevi) haline sokulmayacak. Dönen (başarısız) öğrenci oranı; öğretmenin, öğretim sisteminin ve öğretim araçlarının nitelikleriyle kıyaslanacak ve başarının yükseltilmesi için, saptanan eksiklikler ya da yanlışlıklar hızla giderilecek. “Öğretimin her kademesine her yaş ve cinsiyetten herkes sınav vermek şartı ile girip belge alabilecek. “Her yerde HALK ÜNİVERSİTELERİ kurulacak. “17- Öğretim ve Eğitim, biçimi ve içeriğiyle LAİKLEŞTİRİLECEK. “18- Anadilde eğitim serbest olacak. Devlet ve diğer kamu yönetimleri bu konuda üzerlerine düşen yükümlülükleri eksiksiz yerine getirecek. “19- Yabancı dilde eğitim yasaklanacak. “20- Eğitim bütünüyle bir kamu görevi olacak. Eğitimden para kazanma yasaklanacak. Herkese eşit, parasız eğitim imkânı sunulacak.” İşte özlemini duyduğumuz eğitim sistemi bu! Dolayısıyla Halkın Kurtuluş Partisi saflarında örgütlenmemiz gerekiyor. Konya’dan Kurtuluş Partisi Gençliği Yetti artık! Parababaları düzeni daha kaç gencimizin hayatını karartacak? B ugün basına düşen bir haber, yine ni, insanlık düşmanı uygulamalarının arttıkendine insanım diyen herkesin yüğını gösteriyor: reğini dağladı. “Lanet olsun bu kahMilli Eğitim Bakanlığının resmi rakampe düzene!” dedirtti hepimize: ları dahi 100 binden fazla öğretmen açığı “Harçlığı için okul inşaatında çalışan olduğunu kaydederken; yaklaşık 320 bin işMuğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi siz öğretmen KPSS ve yoksullukla boğuÇağdaş Türk Edebiyatı 2’nci sınıf öğrenci- şurken intihar eden, bir yandan öğretmenlik si Ömer Çetin, 4’ünyaparken diğer yancü kattan düşerek yadan hamallık yaparşamını yitirdi. Ataşeken ölen öğretmen hir’deki Rotary Lisehaberleri... si’nin inşaatında çalıDershane parasını şan Muğla Üniversiödeyemediği için; antesi Fen-Edebiyat Fanesinin hapse atılmakültesi Çağdaş Türk sını gururuna yedireEdebiyatı 2’nci sınıf meyerek, intihar eden öğrencisi Ömer Çetin öğrenci haberleri... (20), üçüncü kattan Tüm bunlar ABdüşerek hayatını kayD Emperyalistleri ve betti. Çetin’in okul Yerli Parababalarımasraflarını çıkarnın eğitim politikamak için günde 30 larının sonucudur. TL yevmiye ile çalışİnsandan önce paratığı, geceleri de inşayı her şeyin üstünde atta kaldığı belirtildi. tutmalarının, eğiti“Alınan bilgiye mi paralı hale getirÖmer Çetin göre, ilçe belediyesinin melerinin, eğitimde de katkılarıyla Uluslararası 2420. Bölge Fe- özelleştirme politikalarının sonucudur. derasyonu tarafından temeli atılan ve inşaaİşte bu yüzden inşaat işçiliği yapmak zotı devam Rotary Lisesi inşaatında vasıfsız runda kalan üniversiteli Ömer’in katili de işçi olarak çalışan Ömer Çetin’in ailesinin bu yere batasıca kara düzendir. Ağrı’da bulunduğu, kendisinin de okul Ancak bu düzen de elbet son bulacak, harçlığını kazanmak amacıyla inşaatlarda Ömer ve Ömer gibi nicelerinin hesabı mutçalıştığı öğrenildi. YURTKUR’a bağlı laka sorulacaktır. Eninde sonunda; insanı, Muğla Öğrenci Yurdu’nda kalan Çetin’in insan hayatını her şeyin üstünde tutan gerokul masraflarını karşılamak için her yaz çek insanlık düzeni Sosyalizm kurulacaktır. farklı işlerde çalıştığı belirtildi.” 25.08.2010 Son dönem artan bu tür haberler ParabaKurtuluş Partisi Gençliği baları düzenin giderek daha da zalimleştiği- Uyuşturucuyu üretip yayan emperyalizm, yok edecek olan sosyalizmdir! B M’nin Uyuşturucu ve Suç Dairesi’ne (UNODC) göre, dünyada 150 ile 250 milyon insan, bir başka deyişle 15-64 yaş arası nüfusun % 3.5’i ile % 5.7’si 2008 yılında en az bir kez uyuşturucu kullanmış. (www.setimes.com) Türkiye’deki duruma bakacak olursak şöyle bir tablo karşımıza çıkar:; Ege Üniversitesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalından (EGEBAM) Prof. Dr. Cahide Aydın, Prof. Dr. Hakan Çoşkunol, Uz. Dr. Zeki Yüncü, Ender Altıntoprak ve Pratisyen Dr. Ayşe Türkan Bayram, çocuk ve Ergenlere Yönelik Bağımlılık Merkezi olan EGEBAM’a iki yıl süresince başvuran kişilerin sosyodemokrafik göstergelerini inceledi. Yüzde 88.5’i erkek, yüzde 11.5’i kız olmak üzere toplam 323 kişinin kayıtları incelenerek yapılan araştırmada, madde kullanma yaşı 13.7 olarak belirlendi. EGEBAM’a başvuranların yüzde 94.4’ünün sigara kullandığı, yüzde 93.8’inin sigara dışında madde kullandığı tespit edildi. Araştırma sonuçlarına göre, 16.2 yaş ortalamasında olan bu kişilerin bağımlılık oranları şöyle: % 75.2 esrar, % 53.8 inhalan, % 43.6 ekstazi, % 43.2 alkol, % 31.4 benzo, % 2.6 kokain, % 1.7 hap, % 0.3 opioid. Gelişmiş ülkelerde madde kullanım yaygınlığının gelişmekte olan ülkelerle karşılaştırıldığında daha yüksek olduğuna dikkat çekilen araştırmada, sigara dışı madde kullanımında ilk tercih edilen ya da sıklıkla kullanılan maddenin esrar olduğu belirlendi. Bunu sırasıyla, yüzde 33.3 ile uçucu maddeler, yüzde 19.2 ile alkol, yüzde 3.6’yla ekstazi, yüzde 1 ile benzo izliyor. Görüldüğü gibi Madde (Uyuşturucu)’ya başlama yaşı 13.7’ye, sigaraya başlama yaşı 12’ye, alkole başlama yaşı 16’ya kadar inmiştir. Madde bağımlılığı yaşı ise ilkokul seviyesine kadar inmiş olduğuna göre “nereye gidiyoruz?” sorusunun cevabı gayet açık ve net: Türkiye toplumsal bir çöküşe doğru gidiyor. (www.turkegitimsen.org.tr) Bu raporlardan da anlaşıldığı gibi, insanlığı bu batağa sürükleyen emperyalistlerin kendisidir ve dünyaya kendilerini insan hakları abidesi olarak göstermeye çalışan ABD ve AB Emperyalistleri de bu bataklığın en dibindedirler. Halkları kendileri için bir yük hayvanı olarak gören emperyalistler uyuşturucuyu üretip dünyaya yaymaktadır- lar. Ve bu sömürü düzenlerini en alçak şekilde sürdürmektedirler. Bir de Küba’ya, Sosyalizme bakalım: uyuşturucunun ağlarına takılan Dünyaca ünlü futbolcu Diego Maradona Küba’da tedavi oldu ve “Bu kahrolası uyuşturucunun bulunmadığı tek yer KÜBA” dedi ve sosyalizmi övdü. Bu örnek bile SOSYALİZM’in insana nasıl değer verdiğini ve uyuşturucuya bakışını somut bir şekilde gösteriyor. Ve Küba, uyuşturuculara karşı dünyada örnek bir mücadele yürütüyor. Sosyalizmin bize ve dünyaya gösterdiği bu yol, bu bataklıktan kurtulmanın yoludur ve insanın insanca yaşadığı bir düzenin yoludur. Fidel’in dediği gibi; dünya tek bir sosyalist aile olduğunda, bu bataklık kuruyacak ve insanlık hak ettiği düzende yasayacaktır… Kahrolsun Emperyalizm! Yaşasın Küba’nın Zaferleri! Yaşasın Sosyalizmin Zaferleri! Mersin Üniversitesi Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Bir Yoldaş 15 Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Kurtuluş Partisi Gençliği Üçüncü Kampı A ğustos 2010, Kurtuluş Partisi Gençliği Kamp’taydı. Ankara, Antep, İzmir, İstanbul, Tekirdağ, Samandağ, İskenderun, Eskişehir, Mersin, Konya... Çantalarımız sırtlarımızda, dilimizde dinmeyen türküler, vurduk kendimizi ormana. Üç gün iki gece. 70 cevahir, hep patikalardan yürüdük ve hep tek sıra halinde, Üç gün iki gece. Herkes bir öncekinin adımını izledi. Herkes yoldaşının adımlarını takip etmenin hazzını duydu, güvenini hissetti. Çelik disiplin gerektirir karanlıkta yürümek. Her sesi duymak gerekir, arkana güvenmek gerekir. Korksan da karanlıktan, yaracaksın. Ormanın homurtularını duyacaksın ama yolundan şaşmayacaksın. Yoldaşlarını kollayacak, ama tedirgin olmayacaksın. Ne zordur en öndekinin işi. Karanlık ama zifiri karanlık. Kolay mı ormanda yol bulmak? Arkanda 70 kişi, herkes yol göstermeni bekliyor, tek bir yanlış adım ve işte kayboldun. Bir kez kaybettin mi geri bulması zor. Hata yapılmaz mı? Yapılır. Ama okşamayacaksın hatayı, en keskin kılıçla keseceksin acımaksızın ki bulasın doğruyu. 30 litrelik bidonlar gitti geldi sırtlarımızda yarım saatlik yolu, Üç gün iki gece. İnerken suya bidonlar boş, herkes alçak gönüllü, yüzler güleç. Çıkarken tepeyi yol yokuş, burnumuzdan damla damla aşağıya iniyor ter. Bir yoldaş sesleniyor, “ver gardaşım, sen yoruldun az ben taşıyayım”. “Az” dediğine bakmayın, bıraksan kampa kadar kendi taşıyacak. Yorulan çekinmiyor yorulduğunu demeye. Hoş, demeye de gerek kalmıyor. Sen gittin yüz, ben gittim beş yüz, lafını eden yok. Herkes gücünün yettiği kadar. Su varıyor ya kampa, herkes için önemli olan o. Öğrendik 30 kilonun, 30 kiloyu 30 dakika taşımanın ne demek olduğunu. Of demeden yükün altına girmeyi, girince de of demekten çekinmemeyi. Yaş kesen baş kesermiş. Halkımız böyle bilir, böyle söyler. Kıymadık yaşa ama bakmadık da kuru dalların, tomrukların gözünün yaşına. Üç gün iki gece. Yüzlerce kilo vız geldi bize. Kıymık batsa iki gün vızıldanırdık belki, budaktan esirgemedik kendimizi. Neydi üretim? “Toplum-cul+Teknik ilişkiler içinde doğa ile madde alışverişi”. Kıvılcımlı Usta’dan öğrendik teoriyi, pratik kaldı bize. Yaparsın iki kütükten bir kızak, yüklersin üstüne yüzlerce kilo dalı, çalıyı, çırpıyı; oldu mu sana teknik?! Koşarsın en battalından yoldaşları kızağa, sürersin ormanın derinliklerinden aşağıya kampa; oldu mu sana toplumcul?! Al sana üretim. Isınırsın, korunursun, pişirirsin, ateşten değerli bir şey yok ormanda. E tabi al sana eğitim! Üretim olmadan eğitim de olmuyormuş. Yemeklerimiz közde pişiyor ağır ağır ve bir çırpıda bitiyor ortak sofrada. Üç gün iki gece. Yorgunluğundan mutlu bedenlerin boş midelerine, yemekler çabuk iniyor. Yemekler lezzetli. İçindeki her şeye bir yoldaşımın eli değmiş. Bir parçasını katmış yoldaşlarım. Bütün yemekler de öyle değil mi? Her yemek binlerce emekçinin elinden geçiyor, onların bir parçasını içeriyor. Ve gördüm ki, közde pişen her şeye ateş kendi tadını da veriyor. Bizim gibi ateşin etrafına oturup, onun nimetlerinden faydalanan İlkel Sosyalist atalarımızın, ateşin ruhunun olduğuna inanmaları hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Ateş içine aldığı her şeyi değiştirip dönüştürüyor. Onunla ilişkiye geçen her şeye ruhundan bir şeyler veriyor, bazılarını arındırıyor, bazılarını yok ediyor. Fabrika cehennemi geliyor aklıma. İşçi Sınıfı geliyor. İşçi Sınıfının ateşini hayranlıkla uzaktan izleyen küçükburjuva sosyalistleri geliyor aklıma, lafını duyunca yangından kaçar gibi telaşla- nan burjuva sosyalizmi hemen ardından. Ve birden alevler harlanıyor. Fabrika cehenneminden geçerek daha da çelikleşenler, Proletarya Sosyalistleri geliyor aklıma, Demirci Kawa geliyor, yitirdiğimiz yoldaşlarımız, görev başında şehit düşen Devrimci sendikacı Recep Başkan geliyor aklıma. Partimiz geliyor aklıma. İşçi Sınıfına onlarca İŞGAL-GREV-DİRENİŞ armağan eden Yoldaşlarım geliyor aklıma. Biz ateşe hayran değiliz, biz onu örgütlüyoruz el birliğiyle, yön veriyoruz ona. Daha güçlü harlayacağız alevleri değiştirip dönüştürsün diye dünyayı. “Devrimci Önder Kimdir?” sorusunun yanıtını Merkez Komite Üyemiz, Ankara İl Başkanımız Sait Kıran Yoldaş’tan aldık bir daha. Üç şehitleri ve Tüm Devrim şehitlerimizi bir kez daha andık: Söz veriyoruz: Mücadelenizi zafere ulaştıracağız Parababalarınca 1 Eylül’de katledilen Üç Şehitler nezdinde tüm Devrim Şehitlerimizi Partimizde gerçekleştirdiğimiz bir etkinlikle andık. Katledilmelerinin ardından geçene onca yıla karşın şehitlerimiz hâlâ bizimle birliktelerdi Anmamızda. Bundan sonra da yüzlerce yıl bizimle birlikte olmaya devam edecekler. Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Elif Çıngı Yoldaş’ın konuşmasını yayımlıyoruz. İstanbul’dan Kurtuluş Partililer B Merhaba Yoldaşlar, ugün 1978’in 1 Eylül’ünde Ankara’nın Şentepesi’nde Pol-Bir’li faşist polisler tarafından katledilen Mahmut-İbo-Sadi Yoldaşlar nezdinde bütün Devrim Şehitlerimizi anmak için toplandık. İlk olarak Mahmut-İbo-Sadi Yoldaşları anlatmak istiyorum. Bu yoldaşlar, gencecik yaşlarına rağmen insanlığın biricik kurtuluşu olan sosyalizmi kavramış ve canları pahasına da olsa bu yüce davayı zafere ulaştırmak için savaşmışlardı. Gencecik yaşlarda olan bu yoldaşlarımız, dedim: Mahmut ve Sadi 18, İbo 20 yaşındaydı. Üç Şehitler’imiz, Şentepe’de yiğitçe, kararlıca mücadele yürütmüş, Şentepe’de yaşayan bütün halkın sonsuz sevgisi ve saygısını kazanmışlardı. Aynı zamanda faşistlerin de korkulu rüyası olmayı başarmışlardı. Günlük hayatta yoldaşlarımızla karşılaşmaktan korkan ve onları her gördüklerinde yollarını değiştiren faşist polisler, yoldaşlarımızın o sırada bulunduğu Saz Evi’ni içeriye girmeden korkakça, haince, teslim ol çağrısı bile yapmadan taramışlardır. Ve yoldaşlarımızın son sözleri kavgalarının yerde kalmaması olmuştur. İşte bu Üç Yoldaş, ölümden korkmak değil, girdikleri bu kavgada ölümün kendilerine nefeslerinden bile daha yakın olduğunu bilerek savaşmışlardır. Bugün, Mahmut Çal-İbrahim Uzun-Sadi Okçuoğlu Yoldaşlar’ımızın nezdinde, bütün devrim şehitlerini anmak için toplandık, demiştim konuşmamın başında. Bugüne kadar yüreği sevgi, inanç, kavga dolu yoldaşlarımızın adlarını okumak istiyorum müsaadenizle: Mehmet Taşdemir, Fethi Demir, Mahmut Çal, İbrahim Uzun, Sadi Okçuoğlu, Şükrü Bulut, Doğan Terlemez, Engin Yüzbaşıoğlu, Bozan Kara, İsmet Demir, Arif Karazeybek, Cemil Korkmaz, Ali Bayık, Sıtkı Şaplak, Mehmet Ali Köylü, Saadet Bayyar, Bahri Akbulut, Orhan Melek Demiröz, Faruk Sur, Kazım Sümer, Orhan Alpay, Hamdi Yılmaz, Semiha Kıvılcım Güldemir, ecla Kıran, Hasan Semerci, Recep Vurmuş, Mehmet Eker, Mehmet Köroğlu… Bu yoldaşlar ölümü bir devrimci görev gibi kabul etmiş ve inandıkları sosyalizm mücadelesini yakışır biçimde bedence aramızdan ayrılmışlardır. Bedence diyorum farkındaysanız, çünkü bugün sadece onları anmak, arkalarından yas tutmak için yapılan bir gün değil. Bugün onların bize bıraktığı biricik ağır davanın sorumluluğu altındayız. Bugün burada bulunan yoldaşlarım ağabeylerim, ablalarım; bir insanın sahip olabileceği yegâne yüreğe sahipler. Bu yürek ki, her gün, her dakika, her saniye bir tanecik amaca ulaşmak için çarpıyor: Yoldaşlarımızın bize bıraktığı görevi en iyi şekilde taşımak için! Bugün sizlerin burada olması bile bunun kanıtı. Yoldaşlarımız bize neyi mi bırakmışlardı? Usta’mızın; net, herkesin anlayacağı bir şekilde ifade ettiği gibi, insanın hayvan yerine konulmasına karşı olmak! Bu kelime ne kadar anlaşılır, ne kadar açık değil mi sevgili yoldaşlar? Yoldan çevirip söyleyeceğiniz bir insan bile bunu anlar, ama tam bizim gibi anlamaz. Bu cümlenin sonu nedir, arkadaşlar? Bu cümlenin sonu; sosyalistimdir. Bunu biz Ali Rıza Küçükosmanoğlu, DİSK Örgütlenme Daire Başkanı, Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Devrimci Sendikacılığın yüzakı Yoldaş’ımız, bizi aydınlattı “İşçi Sınıfı ve Gençlik Mücadelesi” konusunda. Başkanlık Kurulu Üyemiz, Genel Saymanımız, işkence tezgâhlarından Ustasının hakkını vererek çıkan Gürdal Çıngı Yoldaş’ımız bir kez daha altını çizdi: “Güncel Durum ve Görevlerimiz” başlıklı konuşmasında: “birincil görevimizin örgütlenmek” olduğunu. Karnımızı değil sadece, beyinlerimizi de doyurduk anlayacağınız... “İlkel” atalarımız gibi ateşin etrafına toplandık her gece. Eğlence hepimiz içindi, hepimiz eğlenceydik. Hepimiz eşit ve kankardeştik “ilkel” atalarımız gibi. Dans hepimizin, tiyatro hepimizin, müzik hepimizin. Malum referandum gündemdeydi, Tayyipgiller Anayasasına “Hayır” sloganları yükseldi tüm yoldaşlardan. Son söz: Üç gün iki gece çok şey ifade edecek eğer hayatımıza yansıtabilirsek öğrendiklerimizi. Okullar, Fabrikalar bizi bekliyor İşgaller, Grevler, Direnişler, yeni yeni örgütlenmeler... Onlardan daha da çok şey öğreneceğiz. Bu kamp, devrimci bir kamp oldu. Ben de bir şey ekleyeyim: Hayatta her şey devrimcidir, yeter ki biz kavrayabilelim. Not: Aradan üç yıl geçmiş, ilk kez 2007’de yapmıştık Orman Kamp’ımızı. O zaman yazdığımız değerlendirmeyi okuduktan sonra birkaç güncellemeyle bu yılki kampımızı anlatabileceğimi gördüm. Çünkü yoldaşlık aynıydı, sevgi aynıydı, inanç, hınç, coşku, sıcaklık aynıydı. Bu yazı da böyle oldu. Ankara Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Bir Yoldaş adımızı bildiğimiz gibi biliriz. Tekrar ve yeniden söylemem gerekirse: Biz; insanın hayvan yerine konmasına karşı olduğumuz için sosyalistiz! Biz insanların, halkımızın bu bozuk düzeni fark edip insan gibi yaşamak için savaşmasını örgütlemek için sosyalistiz! Yoldaşlar, Siz de farkındasınız nasıl bir cehennemde yaşadığımızın, bugün iktidarda olan Tayyipgiller’in nasıl sinsice, haince bir hastanın vücuduna yayılan kanser hücresi gibi, halkımızın bedenine yayıldığının... Bu iktidar ki, insanlarımızın saf, temiz din duygularını sömürmekle kalmıyor onların en hassas noktası olan din’le vuruyor. Halkımız saf, temiz… Bunlar da görünüşte dine saygılı, dinin bütün gereklerini yerine getiren insanlar olarak gözüküyorlar. Genel Başkan’ımızın dediği gibi, bunların tanrısı Para Tanrısı, arkadaşlar. Görünenin tam aksine, bunlar şerefsiz, insana saygı duymayan, zerre kadar önemsemeyen insanlar. Siz de bilirsiniz, İslam dininde her şey insan sevgisiyle başlar. Tayyipgiller’in halkını sevdiğini düşünebilir miyiz?.. Hayır. Tabiî ki de yaptıkları, yapacakları belli bunların. Devletin her kademesini; yargıdan, TSK’ye, TSK’den emniyete, emniyetten eğitime, eğitimden sağlığa her yeri ele geçirmek için yapmayacakları iş yok bunların. Türk Ordusu’nun ilerici geleneğini çökertmek için hazırladıkları Ergenekon kandırmacası, namuslu asker ve aydınlarımızın Silivri denen yere hapsedilmesi, hepsi bu planın bir parçası. Fakat Tayipgiller bunu yaparken o kadar sinsice yapıyorlar ki, yeni gelen arkadaşlarımızın kafasında soru işaretleri olabilir. “Ergenekon Davası” dedikleri davada Veli Küçük gibi, Danıştay saldırganı Alparslan Arslan gibi insanları da içerde tutuyorlar. Ki bu insanlar gerçekten Kontrgerilla’nın pis işlerine bulaşmış insanlar. Fakat bu da oyunun bir parçası… Namuslu, AB-D karşıtı aydınlarımız, askerlerimizi içeri tıkmak için yapılan göz boyaması. Ve farkındaysanız, son Askeri Şura da onların istediği gibi oldu. Nasıl mı oldu? Şura öncesi, şerefsiz Tayyipgiller’in uşağı savcı Zekeriya Öz, Mustafa Kemalci, ABD karşıtı generalleri, “İnternet Andıcı” gibi bahaney- 1 Biz Kıvılcımlı’nın Öğrencileriyiz; İte, çakala pabuç bırakmayız! 980 Faşist Darbesinin ardından emperyalizmin medyasıyla, kültürüyle, eğitimiyle her alanda baskı kurarak yarattığı, beynini sadece yaşamasına gerektiği kadar kullanan, düşünmeyen, sorgulamayan, kafadan silahsız bir nesil… Dünyanın onca yerinde hayatını insanlık adına feda etmiş lider, önder dururken kendine televizyonlarda izlediği dizi karakterlerini örnek alacak kadar dünyadan habersiz bir gençlik... Hayatının her alanında sillesini yediği emperyalizme “diğer yanağını uzatan” öylesine vurdumduymaz bir gençlik… Hayır! Bu bir roman ya da film özeti değil! Bu, ülkemizde ve dünyanın tüm emperyalizm tarafından geri bıraktırılmış ülkelerinde, nedense hiçbir televizyon programında, dizide, filmde konu edilmeyen bir manzara… Evet, hiçbir dizide, televizyon programında, filmde göremezsiniz bunları. Nedeniyse açık; “hiçbir katil kendi cinayetine kendisi hüküm vermez” de ondan. Dünyanın her yerindeki gençleri popüler kültür mavallarıyla çamura bulayan emperyalizm, medyaya da sahip de ondan… Devrimciliği bile “etiket” olsun diye, çevre edinmek amacıyla yapan gençler yaratıp, sonra da: “İşte devrimciler böyledir ey halk. Bak gör seni bunlar mı kurtaracak?” diye masum pozlarına bürünen emperyalizm ve onların her yerdeki maşaları, poliste, orduda, medyada, siyasette her yerde varlar… Peki, hiç kimse bunun farkında değil mi? Bu gidişe dur diyecek kimse yok mu? Var elbette… İşte asıl mesele de bu… Emperyalizmin “B planı” tam da burada giriyor devreye. Medyasıyla, kültürüyle beynini işgal edemediği gençleri, baskılarıyla geriletmek, sindirmek istiyor emperyalistler. Emperyalizmin ülkemizdeki uşakları Tayyipgiller de birebir uyguluyorlar bunu. “Ensesine vur ekmeğini al” modeli gençlik yaratma çabaları her zaman sökmüyor. Orada da devreye okul yönetimlerindeki adamlarını, emperyalizmin gırtlağından bir salya gibi fırlayıp halkların, devrimcilerin gırtlağına yapışan faşistleri sokuyor, polisini sokuyor. Özellikle liselerde yoğun uygulanan bu baskılar, genellikle, çoğu genci yıldırmayı sindirmeyi başarıyor. Bunun nedeni de bir yandan 80 Faşist Darbesini yaşamış, devrimcilikten Azrail’den korkar gibi korkan ve çocuklarına da bu konuda baskı uygulayan aileler; bir yandan da gençlerin devrimci heyecanlarını sömürerek daha devrimin ne olduğunu bilmeyen gençleri bi- le ifade vermeye çağırdı. Peki neydi bu internet andıcı? Genelkurmay bünyesinde, Bilgi Destek Daire Başkanlığı’nca psikolojik savaş amaçlı oluşturulan 42 internet sitesinin, iktidarı ve cemaatleri hedef aldığı, ayrıca 292 Türkçe yayın yapan internet sitesinin de sürekli izlendiği ileri sürülüyordu. Bu iddia ile 1. Ordu Komutanı Org. Hasan Iğsız gibi generaller Şura’da terfi almaları gerekirken istifa ettirildi. Böyle bir gerekçeyle yıllarını TSK’ye adamış ABD karşıtı generaller tasfiye edildi. Tayyipgiller’in gündemdeki aldatmacası da Referandum. Kendi ekmeklerine yağ sürmek, kurguladıkları planları rahat biçimde hayata geçirmek için sözde demokratik bir anayasa hazırladılar. Ve bu anayasayı, halka, 12 Eylül darbesinin anayasasıyla yönetilen bir ülkenin, demokratik olmadığı gibi söylemlerle tanıttılar. Hatta o kadar ileri gidip, Tayyip, yiğit yoldaş, 17’sinde yaşı büyültülerek idam edilen Erdal Eren için ağladı! Ve bizim devrimci geçinen aydın insanlarımız bundan etkilendi, referandumda “Evet” oyu kullanacaklarını söylediler. Bunlar böyle derken, arkadaşlar, halkımız ne yapsın… Tayyip şerefsizi Sevrci Soytarı Sahte solcuları kafaladı ya, şimdi sıra geldi ülkücülere. Bu sefer de 12 Eylül sürecinde faşist Hüseyin Kurumahmutoğlu’nun Mamak Cezaevi’nde iken sabah namazını kılarken sırtından ensesine vurulan bir dipçik ile boyun kemiklerinin hasar gördüğü ve bilahare hasarın tedavisi esnasında yapılan uygulama sonucunda da vefat ettiğini yeniden ülkücülere hatırlattı. O kadar “zeki” ki başbakan, arkadaşlar, ülkücüleri de kafaya aldı(!) Ki biz, zaten bu faşistlerin ne mal olduklarını iyi biliriz. Şimdi MHP geçmiş “Hayır” diyor, sırf AKP’ye karşı olduğunu göstermek için. Bu da onlara göre bir seçim politikası, arkadaşlar, biliyorsunuz ki seneye seçimler rer devrimci önder havasına sokarak kendilerini tehlikeye atmalarına, ucuz kahramanlıklara düşmelerine sebep olan “çakma” devrimci hareketler… Tüm bunlar yüzünden devrimci gençler, etkilendikleri Deniz Gezmiş gibi, Che gibi olma hevesiyle ve heyecanıyla bir hışım devrimciliğe atılıp sonra da saman alevi gibi sönüyorlar. Yani bir yanda domuzuna örgütlenen “it sürüsü” gibi gün geçtikçe çoğalan Faşistler, Ortaçağcı gericiler; bir yanda dağınıklık, sayıca azlık yetmiyormuş gibi, var olan devrimci gençlerin devrimcilikten soğumasına, korkmasına yol açan devrimci hareketler. Peki, biz neredeyiz? Biz, Halk Kurtuluşçu Liseliler, ne yarım akıllı popüler kültür evlatları, ne de bilinçsizce, parkan varsa devrimcisin mantığına sahip gençleriz. Yani, ne emperyalizmin medyasına kültürüne vb.ne, ne de faşistine, polisine, okul yönetimine boyun eğeriz biz. Eğmedik, eğmeyeceğiz. Ne arkamızdan saldıran, yiğitliği, mertliği sadece mafya dizilerinde görebilen faşistlere, ne de bizi susturmaya çalışan, okuldan atmakla, eğitim hayatımızı sonlandırmakla tehdit eden faşist okul yönetimlerine boyun eğeriz, meydan veririz. Çünkü biz Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileriyiz. Usta’mızdan öğrendik devrim için savaşmayı bizler. 70 yıllık ömrünün 50 yılını insanlığın kurtuluş davasına adayan, 22.5 yılını zindanlarda geçiren ve arkasında bizlere 100’lerce eserlik dev bir teori bırakan, Türkiye Devrimi’nin Önderi Kıvılcımlı’nın öğrencileriyiz biz. O’ndan öğrendik faşizme karşı mücadeleyi, baskılara karşı dimdik ayakta durabilmeyi. Usta’mızın deyimiyle “hiçbir zulmün sindiremeyeceği Modern İşçi Sınıfı gibi yenilmez bir özgücün müttefiki”yiz bizler. Yıldırılamaz gençliğiz! İşte bu yüzden; ne faşist baskılar, ne yönetim baskıları, ne polis copları, ne aile baskısı bizi haklı mücadelemizden bir adım dahi geriletemedi, geriletemeyecek! İte, çakala pabuç bırakmadık, bırakmayacağız… Yaşasın Gençliğin Devrimci Mücadelesi! Yaşasın Sosyalizm! İzmir’den Halk Kurtuluşçu Liseliler var… Şimdi gelelim CHP’ye… Kılıçdaroğlu o kadar şaşayla geldi ki genel başkanlığa, herkes de bir heyecan, sol yeniden toplandı, bütün sol CHP’ye gibi salvolar duymaya başladık… Geçirdi Ecevit’in kasketini başına Halkçı Kemal, Memur Kemal, ohh ne güzel dünya… Ama biz biliyoruz ki, bu da AB-D’nin bir oyunu. BDP’ye gelelim şimdi de: Onlar da “Boykot” yapıyorlar biliyorsunuz. Kitlesini 12 Eylül günü sandığa gitmemeye teşvik ediyor. Ki son günlere baktığımızda onların da evet’e her geçen gün yaklaştıklarını görüyoruz. Partimizin dediğine gelelim: biz de diyoruz ki AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’yi “Ilımlı İslam” a götürme ve Yeni Sevr’i uygulatma projesi olan anayasa değişikliğine HAYIR! Evet Yoldaşlar, Bugün Üç Şehitler’imiz Mahmut-İbo-Sadi Yoldaşlarımız nezdinde tüm devrim şehitlerimizi andık. Anarken bize bıraktıkları biricik su götürmez hedefimiz olan sosyalizme ulaşmak için, taşıdığımız ağır görevin sorumluluğunu bir kez daha kavramış olduğumuza inanarak konuşmama son veriyorum. Mahmut, Sadi, İbo Yoldaşlar Ölümsüzdür! Devrim Şehitleri Ölümsüzdür! Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi! 16 Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 İşçi Sınıfımızdan H Mutaş İşçisi Kazanacak! alkın Kurtuluş Partisi Gebze İlçe Örgütü olarak, 11 gündür Direnişte olan DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası üyesi Mutaş İşçilerini direniş yerinde ziyaret ettik. Mutaş, metal işkolunda bir işyeri. Metal saçları ortalama 1100 derece sıcaklıkta işlemden geçirerek baklava dilimi, gözyaşı damlası vb. şekillerde biçimlendiriyor, Mutaş İşçisi. ABD merkezli ekonomik kriz yüzünden, Parababalarının krizin faturasını İşçi Sınıfımıza çıkarmaya çalışmasıyla yüz binlerce işçi kardeşimiz işsiz kalırken, Mutaş, işçi çıkarmadı. Çünkü yoğun bir şekilde ihracat yapıyordu. Ve Türkiye’de aynı işi yapan iki fabrikadan biriydi. Tam tersine işler yoğundu, işçiler sürekli mesai yapıyordu. Ancak Mutaş patronu mesai ücretlerini ödemiyor, onun yerine işçilere zorla imzalattığı sözleşmeye göre denkleştirme çalışması uy- guluyordu. Yani mesai yapılan günlerin yerine, işlerin daha az yoğun olduğu günlerde izin kullandırıyordu. Bu sömürüye daha fazla dayanamayan Mutaş İşçisi de; haklarını aramak, insanca çalışma koşullarına kavuşmak için Anayasal hakkını kullanarak sendikaya üye olmuştur. DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikasına üye olan işçilerin çoğunluk tespitinin işverene ulaşma- sıyla işverenin sendikaya ve işçilere yönelik saldırıları başladı. 7 Mutaş İşçisi işten çıkarıldı. Denkleştirme çalışmasını kabul etmedikleri bahanesiyle işten çıkarılan işçilere önce tüm yasal haklarının verileceğini söyleyen işveren, ardından işçilerin evlerine gönderdiği tebliğde, işçileri İş Yasasının 25/2’nci maddesine göre Tazminatsız çıkardığını bildirdi. Bunun üzerine işçiler bu haksız ve hukuksuz işten çıkarmaya karşı işyerlerinin önünü terk etmeyerek sendikaları Birleşik Metal-İş öncülüğünde direniş başlattılar. Biz de Kurtuluş Partisi olarak direnişlerinin 11’inci gününde işçi kardeşlerimize destek olmak, moral vermek, mücadelelerinde yanlarında olduğumuzu belirtmek, göstermek amacıyla bir ziyaret gerçekleştirdik. Öğle arasında, halen fabrikada çalışmakta olan sendika üyesi işçi kardeşlerimizin de direnişe destek olmak için sloganlarla fabrikadan çıkması, içerideki ve dışarıda direnişteki işçilerin buluşması, duygu, heyecan ve coşku dolu anlar yaşattı bizlere. “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Mutaş İşçisi Yalnız Değildir”, “Mutaş İşçisi Köle Değildir”, “Mutaş’a Sendika Girecek Başka Yolu Yok”, “Atılan İşçiler Geri Alınsın” sloganlarıyla mücadelede kararlı olunduğunu haykırdık hep birlikte. Ardından halaylar çekildi. Kurtuluş Partisi olarak, Mutaş İşçilerinin, bu mücadelede sendikalarıyla birlikte kazanacaklarına ve sendikalı olarak işlerine geri döneceklerine inanıyoruz. Bu mücadelede kendilerini zafere kadar desteklediğimizi, her türlü destek ve yardım için kapımızın sonuna kadar açık olduğunu duyuruyoruz. İşçi Sınıfımız Örgütlüyse heptir, Örgütsüzse Hiçtir. Mutaş İşçilerinin mücadelesi elbet zaferle taçlanacaktır. 06.09.2010 Gebze’den Kurtuluş Partili İşçiler Mutaş İşçisi Köle Değildir! A Kurtuluş Yolu nayasal haklarını kullanarak Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atılan Mutaş İşçileri 11 gündür direnişte. Çoğunluk tespitinin gelmesiyle durumdan haberdar olan patron, işçileri mesaiye kalmaya zorluyor, bu da yetmiyor, mesai ücretlerini vermeyi reddederek bunun yerine denkleştirme çalışmasını getiriyor. Ve işçilere çalıştıkları mesailerin yerine izin vermek istiyor. İşçiler bunu kabul etmeyince de; çoğunluğu 11-13 yıllık 8 işçiyi, tazminatsız olarak bir günde kapıya koyuyor. İşte biz de Kurtuluş Yolu gazetesi olarak, bu haksızlığa karşı direniş başlatan, işyerlerinin önünden ayrılmayan Mutaş İşçileriyle bir röportaj yaparak okurlarımıza onların mücadelesini onların dilinden anlatmak istedik. Kurtuluş Yolu: Mücadelenizde başarılar dileriz. Bize kısaca DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlenme sürecinizi ve bugün neden burada direnişte olduğunuzu anlatır mısınız? Coşkun Çelik: İşyerindeki bazı haksızlıklara dayanamadığımız için sendikaya üye olduk. Cumartesi günleri çalışıp yerine izin kullandırtıyorlardı bize. Biz de izin değil mesai ücreti istiyorduk, vermiyorlardı, denkleştirme çalışması diye. Tabii bu konuyla ilgili kanuni yolları bilmiyorduk. Bize sendika sahip çıkar deyip sendikalı olmak istedik ve olduk. Hiç fire vermeden olduk. Ve tespit belgesi geldi ama işveren itiraz etti. 21 Ağustos cumartesi akşamı bize çalışmamızı söylediler, biz de çalışacağız ama mesai ücreti karşılığında, izin karşılığında değil dedik. İşverenimiz de mesai ücreti vermiyorum, çalışırsanız izin dedi, biz de çalışmadık. Yasal hakkımız bizim bu. Onu kullandık. Onu kullandığımız için aradan üç dört gün geçti, daha sonra 26 Ağustos akşamı 7 ar- kadaşımızla birlikte çıkışımız verildi. Bütün sosyal haklarımız 27 Ağustos Cuma günü hesabınıza yatırılacak diye söylendi bize. O akşam iş akdimize son verildi. Biz 27 Ağustos günü işyerinin kapısına geldik. Ayrılmadık, bu haksızlığı kabullenemedik. Çünkü ben 11 senedir buradayım. Haksız bir şey yapmadım ben, suç işlemedim. Şunu da belirtmek isterim, burası krizden etkilenmeyen bir firma. Çünkü biz ortalama 1100 oC sıcaklıkta normal metal saçlara baklava dilimi, gözyaşı damlası gibi şekiller veriyoruz. Türkiye’de bu işi yapan iki fabrikadan biri burası... O yüzden de, başka alternatifi olmadığı için krizden etkilenmedi. İşlerimiz yoğun. İhracat yapıyor devamlı. 27 Ağustos günü bize, evlerimize noter aracılığıyla çıkış kâğıtlarımız gönderilmiş. İş Yasasının 25/2’nci maddesinden tazminatsız çalışmasıyla alakalı değil, sendikalı olduğumuz içindir. Sendikaya üye olduğumuz için, sendikayı buraya getirmek istediğimiz için çıkartıldığımıza inanıyorum. 2 senedir biz denkleştirme çalışmasına uyuyoruz, bir gün uymadık diye mi kapı önüne konulduk… Ayrıca burada herkes bir iş yapmıyor, birçok iş yapıyor. Şendoğan Bostancı: Ben yaklaşık 13 seneden beri çalışıyorum burada. Bunlar bize denkleştirme çalışması yaptırdılar. Sözleşme imzalattılar. Bize okutmadılar, okumanıza gerek yok dediler. Buradaki muhasebeci, ben bile attım imzayı, bir şey çıkmaz, dedi. Ona inanaraktan biz de imzaladık. Yaklaşık bir buçuk sene biz bunu devam ettirdik. Ama artık dayanılmaz oldu iyice. Biz de arkadaşlarla toplantı yaptık. Ne yapalım, ne edelim, bizim hakkımızı ancak sendika arar. Biz bir olarak çıkartıldığımız söylenmiş. Ama bize çıkarken haklarımızı vereceklerini söylemişlerdi. Tazminatsız çıkış diye bir şey söylemediler. Böyle bir madde söylemediler. Biz de hem direnişimizle hem de kanunsal yollarımızla, sendikamızın aracılığıyla hakkımızı arayacağız. Ben 11 yıldır bu fabrikadayım. Bizim çıkartılışımız denkleştirme araştırma yapalım, hangi sendika sağlamsa biz ona üye olalım, dedik. DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye olduk, yaklaşık 3 ay kadar oluyor. Bütün işçiler eksiksiz üye olduk. Zaman içerisinde patronumuz dışarıdan ihracat için mal aldı. Onu üretirken bize baskı yaptı. Mesaiye kalacaksınız, biz de istiyoruz mesaiye kalmak. Ama mesainin ücreti- Varlık nedenleri, İşçi Sınıfı içerisindeki sermayenin Truva atı durumunda olan HAK-İ, gibi sarı sendikacılar DİSK’e çamur atamazlar! Basına ve Kamuoyuna D İSK kurulduğu 13 Şubat 1967’den beri İşçi Sınıfının Ekmeğini Büyütme Mücadelesi verirken, aynı zamanda daha demokratik bir Anayasa ve Yasalar için Demokrasi Mücadelesi de vermiş, DGM’leri “ezmiş”, her türlü faşist saldırı karşısında her zaman yiğitçe, onurluca direnmiştir. Bu yüzden Konfederasyonumuz DİSK, kurulduğu yıldan beri sermaye sınıfının/parababalarının, emperyalistlerin, siyasi iktidarların, faşist 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin hedefi olmuştur. İşçi Sınıfı içinde AB-D Emperyalistlerinin ve bezirgân sermaye- nin Truva Atı olma rolünü oynayan HAK-İŞ Genel Başkanının, İşçi Sınıfının sendikal örgütü olan DİSK’e yönelik saldırılarına İşçi Sınıfımız gerekli cevabı verecektir. AKP’nin Anayasa Referandumundaki “evet” gerekçelerini anlatan broşüründe belirtildiği gibi, Anayasa değişiklikleri aynı zamanda “küresel sermayenin ihtiyaçlarını karşılamak” amacıyla da yapılmıştır. Yani yerli-yabancı sermaye, kanlı çapulları için ülkemizi “dikensiz gül bahçesine” dönüştürmeyi amaçlamaktadır bu Anayasa değişikliğiyle. Diğer gerekçelerle birlikte bu Anayasal değişikliğine hiçbiri işçiemekçi-halk örgütü “evet” oyu vermemelidir. Ancak varlık nedenleri İşçi Sınıfı içerisinde Truva Atı rolünü oynamaktan öteye geçmeyen HAKİŞ ve benzeri sarı sendikacılık yapan örgütlenmeler doğaldır ki efendilerine hizmet ederek işlevlerini yerine getirmektedir. Ama unutmasınlar ki Yerli-yabancı Parababalarından ve onların saflarında olanlardan İşçi Sınıfı er geç hesap soracaktır. 07.09.2010 ni vermeyiz, yerine izin kullandırırız, dedi. Biz de; çalışırsak karşılığında izin istemiyoruz, paramızı istiyoruz, dedik. Ondan sonra bir kağıt düzenlemişler, esnek çalışma vb. Dedim imzalamıyorum. Ver hakkımı hem çalışayım hem kâğıdı imzalayayım, sorun değil. Ondan sonra 26 Ağustos’ta bize, sizinle bu şekilde çalışamıyoruz, patron bu işyerinde istemiyor, diye bizi işten attılar. Ama asıl gerekçe sendikaya üye olmamız. Başka hiçbir neden yok. Biz sendikaya üye olduk diye patron bizi işten çıkardı. Şu anda da 11 gündür direnişteyiz. Metin Akça: Bizi 25/2’inci maddeden çıkardılar. Aslında öyle bir şey yoktu. Sözde tüm yasal haklarımızı vererek işimize son vereceklerdi ama noter aracılığıyla evimize gönderilen kâğıtlarda tazminatsız olarak çıkarıldığımızı öğrendik. Hüseyin Keskinoğlu: Ben 2 sene 3 aydır burada çalışıyorum. İlk alındığımızda bu denkleştirme çalışmasıyla ilgili bir kâğıt imzalattırdı patron. Patronun muhasebecisi, bir zarar gelirse, bütün sorumluluğu ben alıyorum diye bize okutmadan imzalattırdı. Bir buçuk senedir cumartesi çalışmalarını ücretsiz olarak devam ettirdi, biz de bunu mecburen kabul ettik. Artık dayanamaz hale geldik. Biz çalıştığımız günün ücretini istiyoruz, ücretsiz artık çalışamıyoruz, dayanamıyoruz, çoluk çocuğumuz ekmek istiyor, bekliyor. Bu yetersiz kaldığından biz artık ücretsiz çalışamıyoruz, dedik. Krizden hiç etkilenmeyen bir fabrika bizimkisi. İşi gayet yoğun, Avrupa dışı ve Avrupa içi satışları devam ediyor. Biz de bu durumda ne yapabiliriz, nasıl hakkımızı savunabiliriz diye Birleşik Metal’e arkadaşlar olarak toplu karar aldık ve üye olduk. Çoğunluk tespiti geldi ama patron itiraz etti, şu anda bir yandan da onun sonuçlanmasını bekliyoruz. Soğuk baskı ihracatı, üretimi var. Burada biz bu arkadaşlarımızla 8 kişi o bölümde çalışmaktayız gece gündüz. Cumartesi günü ihracat satış müdürü patronla gözümüzün önünde konuştu ve bize dedi ki, arkadaşlara cumartesi pazar çalışma ücretini vereceğiz ve hafta içi gece vardiyasına geleceksiniz, mesainiz devam edecek dedi. Biz de kabul ettik. Son paydos saatinde haber geldi, cumartesi pazar çalışmasını yine ücretsiz çalıştıracak, mesai ücretini kabul etmiyor patron. Biz de ücretsiz çalışmayı kabul etmedik. Bunun üzerine 26 Ağustos’ta çıkışımız verildi. Bize bütün sosyal haklarınız hesabınıza yatırılacak, kuruşuna kadar tazminatınız ödenecek dediler, bizi kapıya koydular. Ondan sonra bizi noter aracılığıyla tazminatsız olarak 25’inci maddeyi kullanarak çıkarttılar. Kurtuluş Yolu: 11 gündür işyerinizin önünde bu hukuksuzluğa ve haksızlığa karşı mücadele etmek ve sendikalı olarak işinize geri dönmek için direniştesiniz. Bu süreci de kısaca değerlendirir misiniz? Kısa bir zaman ama bu mücadele size neler kazandırdı? Coşkun Çelik: Mücadelemiz iyi gidiyor. Kanuni yollardan da mücadelemizi başlatacağız. Bu mücadelemizde bazı kanun maddeleri öğrendik. Haklarımızı aramayı öğrendik. Arkadaşlarımızla birliği beraberliği öğrendik. Çünkü daha önceden böyle beraberliğimiz yoktu. İlk defa böyle bir birlik içerisine girdik ve birlik nasıl oluyormuş gördük, öğrendik. Ayrıca bu kısa sürede bazı destekler de gördük. DİSK’e bağlı Nakliyat-İş Sendikası’ndan da destek geliyor. Biz sonuna kadar mücadele edeceğiz. Hakkımızı istiyoruz. Şendoğan Bostancı: Arkadaşları tanıdık. Birleşik Metal-İş’e üye olup da çalışan değişik işyerlerinden temsilciler geldiler, onları tanıdık. Yücel Boru’dan geldiler, Kroman Çelik’ten, Areva’dan vb. geldiler. Biz bundan çok memnun kaldık. İşçi Sınıfı dayanışmasını gösterdiler. Metin Akça: Birbirimizi de mücadele içerisinde daha iyi tanımış olduk. Yine mücadeleleri zaferle taçlanan Çelmer İşçileri geldiler, bizi desteklediler. Ayrıca Halkın Kurtuluş Partisi’nden, Nakliyat-İş Sendikası’ndan da destek alıyoruz. Ve bu desteklerin çoğalmasını istiyoruz. Hüseyin Keskinoğlu: Bu mücadelede içerideki ve dışarıdaki arkadaşlarımızla birlik ve beraberlik olduğumuzdan dolayı cesaretleniyoruz. Ayrıca başka işyerlerinden gelen temsilci arkadaşlarımız ve sizlerin desteği bizi çok memnun etti. Bunlarla gurur duyuyoruz. Bundan sonra da kararlılıkla mücadelemize devam edeceğiz. Kazanana kadar. Kurtuluş Yolu: Önümüzde bir referandum süreci var. Tayyipgiller yargıyı da ele geçirmek için hazırladığı anayasa taslağına “evet” oyu isterken, işçilerin 2 sendikaya birden üye olabileceğini söylüyor. Siz ne diyorsunuz bu konuda? Coşkun Çelik: Biz bir sendikaya üye olduk, DİSK’e üye olduğumuz için işveren anında kapının önüne koydu. Sendikalaşma mücadelemiz devam ediyor hâlâ. İki sendika olayı tamamen kandırmacadır. O zaman işveren DİSK’in üye olduğu işyerlerine kendi sendikasını, işveren yanlısı, işçiyi satan sendikayı getirecek. Alın bu da var, buna üye olun diyecek. İşçilerin kendi iradeleriyle istedikleri sendikaya üye olmasını engellemek için bir kandırmacadır bir işyerinde 2 sendika. Biz “HAYIR” diyoruz. Kurtuluş Yolu: Bundan sonra mücadelenizin seyri nasıl ilerleyecek? Şendoğan Bostancı: Sonuna kadar kararlıyız. Kanımızın son damlasına kadar burada bekliyoruz ve bekleyeceğiz de. İsterse beni içeriye hiç almasın, yine bekleyeceğim burada. Sendikalı olarak işe dönene kadar bekleyeceğim. Bu akşam içeride çalışan arkadaşlarla birlikte toplanıp slogan atarak Gebze’nin Meydanına kadar gideceğiz. Orada konuşmalar yapılacak, basın açıklaması yapılacak, Gebze halkının duyması için, kamuoyunun duyması için. Elimizden geleni yapacağız. Kurtuluş Yolu: Hepinize bu haklı mücadelenizde kolaylıklar dileriz. Teşekkür ederiz. DİSK/Nakliyat-İş Genel Yönetim Kurulu *** Kurtuluş Yolu: Mücadelenizde başarılar dileriz. Sizden de Mutaş’ta örgütlenme sürecini, direnişteki taleplerinizi kısaca dinleyebilir miyiz? Birleşik Metal-İş Sendikası Gebze Şube Mali Sekreteri ecmettin Aydın: Mutaş İşçisi arkadaşlar, haziran ayı başında sendikamıza gelerek örgütlenmek istediklerini bildirdiler. Yine haziran ayında hemen üyeliklere başladık ve çoğunluğu sağladık. Burası iki şirketli bir yer, Mutaş üzerinden Bakanlığa başvurumuzu yaptık. Müracaatta bir sorunla karşılaşmadık. Çoğunluk tespitinden sonra işveren ilk defa burada bir sendikalaşma olduğunu duydu. İşçi arkadaşlara neden sendikaya üye oldunuz diye baskı yapmaya ve sendikadan istifa ettirmeye çalıştı. Arkadaşlarımızın kararlı tutumları sayesinde işveren sonuç alamadı. İşveren telafi çalışmasına gelmedikleri bahanesiyle işçilerin işine son verdiğini söylese de asıl sebep sendikaya üye olmaları ve bunda kararlı olduklarını göstermeleridir. İşçiler 11 gün önce işten çıkarıldı ve o gün bugündür işyerinin önündeki direnişimiz devam ediyor. Biz bu işten çıkarılmalar üzerine işverenle görüştük, sendika olarak. İşverenin söylediği, sendikayla ilgili bir durum değildir bu, sendikaya saygı duyarız, ama atılan işçileri de işbaşı yaptırmayacağız. İşveren, işçilerin mesaiye kalmadıklarından dolayı çıkarıldığını söyledi. Ancak yasal olarak işçinin kendi rızası dışında mesaiye kalmak gibi bir zorunluluğu yok. İşverenin, sen niye mesaiye kalmadın, diye baskı yapmaya hakkı yok. Sendika olarak arkadaşlarımız sendikalı olarak işbaşı yapıncaya kadar direnişimizi devam ettireceğiz. Mücadelemize kazanana kadar devam edeceğiz. 17 Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 ABD-AB Emperyalistleri ve yerli uşakları Tayyipgiller; vurgun-soygun-sömürü ve talanda sınır tanımıyor! Bursa-Mustafakemalpaşa’daki Doğa Katliamı tüm vahşeti ile devam ediyor! Kabulbaba Köyü Ş öyle bir sabah uyanıp da çevrenizdeki doğa güzelliklerinin nasıl bir bir elinizden kayıp gittiğini hiç düşündünüz mü? Her gün büyük bir heybet ve hayranlıkla baktığım Bursa Uludağ’ın etekleri, yeşilin binbir tonuyla bir gelin gibi süslenmiştir. Ne yazık ki, artık yavaş yavaş o güzellikler kayboluyor-kaybettiriliyor. AB-D Emperyalistleri ve onların yerli uşakları Tayyipgiller, halklarımızı iliklerine kadar, başta ekonomik olmak üzere, her alanda acımasızca sömürmeye devam etmektedir. Biz Kurtuluş Partililer, Parababalarının bu hayâsız vurgun ve sömürü düzenlerinin içyüzünü ve bu sömürü düzeninden kurtuluş yolunu, hayatın her alanından seçtiğimiz somut örneklerle göstermeye çalışıyoruz. Bu yazımızda da Parababalarının doğamızı ve çevre güzelliklerimizi nasıl sömürdüklerini ele alacağız. Olayın kahramanı, bizzat Çevre ve Orman eski Bakanı Osman Pepe. Hatırlarsanız, 03 Mayıs 2010 tarihli Vatan Gazetesi, manşetten Amasra’daki mermer ocağına nasıl usulsüz şekilde izin verildiğini ve sonradan Pepelerin şirkete nasıl ortak olduklarını belgeleriyle yayımlamıştı. Buna göre, 4 yıl önce açılan mermer ocağı, Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığından 49 yıllığına kiralanmış. Bartın’ın Amasra İlçesi’nde bulunan Çakraz-Alioba mevkiindeki Mermer Ocağının yarattığı facia madenden çıkarılan molozlar da Çakraz’da yapımı süren bir limanda dolgu olarak kullanılıyormuş. (Bir not: Madene izni veren dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler’in kızı Şeyma ile Osman Pepe’nin oğlu İsmail, 2005 yılında evlenmişler. Pepe’lerin aile şirketi Pekar Grubu’nun internet sitesinde madencilikle ilgili faaliyetler anlatılırken Amasra’daki madenden çıkarılan mermerlerin başta Çin olmak üzere pek çok ülkeye ihraç edildiği, 2008 yılı üretiminin 23 bin tonu bulduğu da vurgulanıyor.) Meğer Bakan, önceden de kendi şürekâsına aynı şekilde güzellikler yaptırmış. Şöyle ki; Kar Elektrik ve Hat-San’ı, Cüneyt Turkut’a kurdurup bakanlık sonrası oğullarına devreder Çevre ve Orman eski Bakanı Osman Pepe. Aynı yöntemi, Bartın’da yemyeşil orman içindeki mermer madeninde de izler Pepe. Madeni işleten Karayel Maden’i Cüneyt Turkut kurar. Pepe’ler yüzde 50’sine ortak olur. Ardından ani bir kararla hisseler yine Turkut’a geçer ama şirketi Pepe’ler yönetir durur. Biraz da olayların gerisine gidelim. “memurlar. net”in 17 Aralık 2008 tarihli haberini okuyalım: “AKP Kocaeli Milletvekili Osman Pepe’nin, Çevre Bakanı olduğu dönemde birinci derecede deprem bölgesi Altınova’da yapımına izin verdiği tersane bölgesinde, oğullarının da tersane satın aldığı ortaya çıktı. Pepe’nin iki oğlu İsmail Pepe ve Mustafa Talha Pepe, 60 dönümlük alanda faaliyet gösteren Hat-San Tersanesi’nin çoğunluk hisselerini satın alarak büyük ortak oldu. 22 Temmuz seçimlerinden sonra Başbakan Erdoğan tarafından yeni kabinede görevlendirilmeyen eski Çevre Bakanı Osman Pepe, birinci derecede deprem bölgesi olan ve büyük tarım arazilerinin bulunduğu İzmit Altınova’ya tersane yapılması için bakanlığı döneminde yeşil ışık yakmıştı. Hersek Burnu’ndaki tersanenin yapımı sırasında başta çevreciler olmak üzere pek çok kişi inşaatı protesto etmişti. Altınova’ya tersane yapmak mevcut yasalarla mümkün değildi. Pepe’nin girişimleri sonucu tersaneye izin çıktı. Bölgede şimdi 40’a yakın tersane var. “Yasalardaki engeller bir bir aşıldıktan sonra Altıntaş Mermer Sanayi’nin sahibi Hakkı Kan’ın başkanlığında Altınova Tersaneciler Birliği kuruldu. Altınova’da binlerce hektar deniz doldurulmaya başlandı. Bugün Altınova sahilinde deniz dolgusu halen yapılmaya devam ediyor. Tersanenin değerinin yaklaşık 300 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor. Pepe’lerin Akçaabat-1 gemisini almaları da tartışmalara neden olmuştu. “Osman Pepe’nin iki oğlu, Hat-San şirketine 16 Ekim 2008’deki olağan genel kurul ile ortak oldu. Ticaret Sicil Gazetesi’nin 28 Ekim 2008 tarihli 7177 sayılı nüshasının 188 numarasında da bu ortaklık tescil edildi. Pepe’nin oğulları HatSan’a kendi adları ile değil, kurdukları Pekar İnşaat ve Yatırım A.Ş. adına ortak oldular. Hat-San ile aynı adreste faaliyet gösteren Pekar, “Pepe Kardeşler”in kısaltılmışı.” (Bir not: Kar Elektrik ve Hat-San tersaneleri öncelikle Cüneyt Turkut tarafından kurulmuş, ardından Pekar Grubu’na devredilmişti. Aynı yöntem yukarıda görüldüğü üzere madencilik alanında da izleniyor.) İşte bu haberlerin ayyuka çıktığı dönemde, biz de sizleri yeşil Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesinin Kabulbaba Köyü’ne götüreceğiz. Anlatacaklarımız bakalım sizlere bir şey hatırlatıyor mu? Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesine bağlı Kabulbaba Köyü, bağlı olduğu ilçenin Alevi-Bektaşi köylerindendir. Kabulbaba Köyü, Kırkpınar’dan sonra en büyük güreş etkinliklerinin yapıldığı köy olarak bilinmekte. Her yıl geleneksel olarak düzenledikleri güreş etkinlikleriyle bilinen Kabulbaba Köyü, yaklaşık 800 yıllık bir geçmişin ve kültürün izlerine de sahiptir. Yani bu güzel köyümüz asırlık bir köy. Parababalarının bu köyde doğayı nasıl tahrip ettiklerini gelin birlikte görelim. Sizlerle paylaşacaklarımız, bu yıl 336’ıncısı düzenlenen Geleneksel “Kabulbaba Köyü Yağlı Pehlivan Güreşleri” etkinliklerindeki izlenimlerimiz ve köylülerle yaptığımız sohbetlerin sonucudur. Mustafakemalpaşa’daki köylerin ormanlarla kaplı dağlarında, mermer ocaklarının açtığı alanlar beyaz bir leke gibi duruyor. Bunlardan Kabulbaba Köyü’nün etrafındaki ormanlarda açılan maden ocakları, tarihi köyün hemen yanına kadar gelmiş durumda. Köy mezarlığının hemen dibinde açılan son mermer madeni, toprağın metrelerce altına inmiş. Köyün tarihî mezarlığı, mermer ocağına kayma tehlikesi yaşıyor. Köyün etrafında açılan ocaklar yüzünden, köyün su kaynakları artık beyaz bir çamur halinde akıyor. Köy sınırları içerisinde faaliyet gösteren mermer ocaklarının çevreye verdiği zararlar, ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Bir köstebek yuvasını andıran mermer ocakları yüzünden, geçtiğimiz yollardaki güzelim ağaçlar ve tabiat bembeyaz mermer tortusuyla kaplıydı. Oksijen kaynağı o güzelim ormanlar, şimdi insanların sağlığını tehdit eder hale gelmekte. Köy sakinlerinin kullandığı içme ve sulama suyu mermer ocaklarından gelen atıklarla kirlenmekte ve kullanılamaz hale gelmiş durumda. Konuştuğumuz köylü kadınları şöyle feryat ediyorlardı: “Bu iş bizi mahvetti. Köyümüzün içinden, 60-70 tonluk araçlara 120 ton taş yükleyip geçiyorlar. Evlerimiz zangır zangır titriyor. Her an deprem oluyormuş korkusuyla yaşıyoruz Köy yerinde bile balkonumuza veya evimizin önüne araçların yarattığı tozdan çamaşırlarımızı dahi seremez olduk. Hayvanlarımıza su bulamıyoruz. Biz bile artık hazır şişelerden su içiyoruz. Dev gibi makinelerle dağımızı, suyumuzu, arazilerimizi pervasızca yok ediyorlar. Artık güvenli şekilde köy yollarımızda gezintiye dahi çıkamıyoruz. Kırlarımızda, bayırlarımızda artık özgürce hareket edemiyoruz. İsteğimiz biran önce eskisi gibi temiz ve berrak akan derelerimize kavuşmak…” Daha da acısı, orman köylüleri bir zamanlar ormandan kestikleri bir ağacın hesabını ormancılara verirken, artık büyük iş makinelerinin açtıkları mermer madenlerini ve bu madenlere açılan yollar yüzünden kesilen binlerce ağacı şaşkınlıkla izliyorlar. Parababalarının oyununa gelip de tarlasını tumbunu birkaç kuruşa veren köylüler ise bu olan biten karşısında şaşkınlık ve pişmanlık içinde. Mermer ocakları, yalnızca orman köylülerinin arazilerini tahrip etmiyor. Ocakların çökertme havuzlarından derelere dökülen atık sular Kirmastı Çayı’na akıyor. Ardından ocaklardan çıkan toprak ve mermer tozu, koruma altındaki Uluabat Gölü’ne dökülüyor. Uzmanlar ise gölün tabanının, ocaklardan gelen suyla taşınan toprak yüzünden, üç metre kadar yükseldiğini belirtiyor. Bu ise yağış dönemlerinde su baskınlarına yol açıyor. Yine Kirmastı Çayı ile sulanan Türkiye’nin en verimli ovalarından Mustafakemalpaşa Ovası’ndaki tarlalarda yoğun bir kirliliğe yol açıyor. İşte bu doğa katliamına sessiz kalmayan duyarlı Mustafakemalpaşalılar ve köylüler, başta Mustafakemalpaşa Eğitim Sen Temsilcisi Seyit Ali Geçici öncülüğünde bir mücadele başlatmış durumdalar. Bu duyarlı, mücadeleci eğitim emekçisinin söylediklerine kulak verelim: Seyit Ali Geçici konuşmasında: “Konuyu mermer ocaklarıyla ilgili olan tüm birimlere, İl Çevre ve Orman Müdürlüğü’ne, Valiliğe, İl Tarım Müdürlüklerine, İl Özel İdare’ye ve Jandarma Komutanlığı’na taşıdık. Daha önce kış aylarında geldiklerinde karla kapalı olduğu için denetleyemediler. Ama kar yağması ve zeminin gevşemesiyle beraber atıklar bahçeleri tamamen kapattı. En az yüzyıllık meyve bahçeleri heyelanla birlikte molozların altında kaldı. Ayrıca bunların dışında içme sularına ve sulama sularına mermer suyu karışıyor ve bu suyu hiçbir çökertmeye tabi tutmadan arazideki sulara deşarj ediyorlar. Hiçbirinde ne arıtma ne denetim var. Ama aslında bunları çökertme havuzunda çökertip, pasta halinde mermer tozunu alıp başka bir geri dönüşüme göndermeleri gerekiyor. Araziye salmamaları gerekiyor” dedi. Ne kadar kirletirsen o kadar ödersin Kadastro ve tapulama sırasında bazı eksikliklerin de olduğuna dikkat çeken Geçici: “Dedelerimizden kalma meyve bahçeleri ormana bırakılmış. Maden ocağı alanına da yakın olması nedeniyle madenciler uyanıklık yapmış. Hazine arazisi denilen bu araziyi köyün şifahi olarak işleyen kişilerden muhtar aracılığıyla senet karşılığı satın almış. Bu yüzden burayı gayet rahat kullanıyorlar. Asıl heyelan da bundan sonra başladı. Köyün hem içme suyu hem sulama suyunu şu anda aşırı şekilde kirletiyorlar. Öte yandan bir avukat yakınımız, bu konuda bölge idare mahkemesine yürütmeyi durdurma davası açılması gerektiğini, başka şekilde olamayacağını dile getirdi. Denetim için biz müracaat ediyoruz. Ama devlet kademeleri o kadar yavaş işliyor ki, kaç aydır bekliyoruz. eticeye ulaşması da çok zor gözüküyor zaten. Öyle bir yasa çıkarmışlar ki, talan yasası resmen, ne kadar kirletirsen o kadar ödersin. Yani resmen kanunda bu var. Gerçekten büyük bir duyarsızlık var. Kesinlikle denetleme yok. Köy yollarımız bile çok kötü bir durumda.” dedi.(www.gastebursa.com) Bursalı Kurtuluş Partililer olarak katıldığımız bu yılki Kabulbaba Şenlikleri’nde başta Kabulbaba Köylüleri olmak üzere, Mustafakemalpaşa’nın farklı köylerinden gelen insanların, özellikle taşocaklarına karşı tepkilerine tanık olduk. Seyit Ali GEÇİCİ’nin öncülüğünde başlatılan İmza Kampanyası’na biz de Kurtuluş Partililer olarak destek verdik. Parababalarının doğayı acımasızca katlettikleri Kabulbaba Köyü gibi, ülkemizin değişik bölgelerinde aynı dramı yaşayan insanlara Mermercilik sahasına ulaşım yolu olarak yamücadelelerinde örnek olması amacıyla ha- pılmış ve derenin akış güzergâhını kapatan bir yol geçişi bulunduğu” tespitleri yer almışzırlanan İmza Metni’ni aynen aktarıyoruz. “KABULBABA KÖYÜ” Sınırları içinde tır. (29.04.2010, İlkadımgazetesi-Mustafakemalpaşa) Taş Ocağı İstemiyoruz! Öte yandan 24 Kasım 2009 tarihinde İl “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Sağlık, Çevre ve Konut Hakkını düzenle- Çevre ve Orman Müdürlüğü, Deşarj noktayen 56. maddesi “Herkes, sağlıklı ve den- sından itibaren dere içinin ve muhtelif sahalageli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. rın beyaz kireç tortusu ile kaplandığı, köyün Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını koru- içme suyu kuyusunun çevresine ocak işletmemak ve çevre kirlenmesini önlemek, Devle- ciliğinden doğan atık malzemelerin atıldığı; tin ve vatandaşların ödevidir.” Kabulbaba Köylülerinin isyanı hükmündedir. Tarih, Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması başlıklı 63. maddesi, “Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır.” biçiDeşarj noktasına ulaşım hattında; aynı işminde düzenlenmiştir. “Ormanların Korunması ve Geliştiril- letmenin yaptığı bir çalışma neticesinde, harimesini düzenleyen 169. maddesi, “Devlet, ta üzerinde heyelan oluşan saha olarak gösteormanların korunması ve sahalarının ge- rilen ve köylünün tapulu malı olarak belirttinişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve ği alanda yaklaşık 5x10 ebadında heyelan tedbirleri alır. Yanan ormanların yerinde oluştuğu İl Çevre ve Orman Müdürlüğü müyeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka hendisleri tarafından dereden alınan numuneçeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bü- lerin incelenmesiyle belirlendi. Bu sonuçlara tün ormanların gözetimi Devlete aittir. göre suçu sabit görülen maden ocaklarına 13 Devlet ormanlarının mülkiyeti devroluna- bin TL para cezası uygulandı. Bizler biliyoruz ki, gözünü kâr hırsı bürümaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar za- müş bu Parababalarına bu para cezaları vız manaşımı ile mülk edinilemez ve kamu ya- gelir ve bunlar göstermelikten ibarettir. Çünrarı dışında irtifak hakkına konu olamaz. kü Parababalarının emirlerini harfiyyen uyOrmanlara zarar verebilecek hiçbir faali- gulayan ve var olan kendi burjuva yasalarını yet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanla- dahi türlü dalavereyle dolanan, yine bu tür cerın tahrip edilmesine yol açan siyasî pro- zaları veren siyasi ve idari yöneticilerdir. İşte sizlere hikâyesini anlattığımız Kabulpaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. baba Köyü’ndeki fecaat, bizlere ParababalaOrmanları yakmak, ormanı yok etmek ve- rının güzelim yeşil Bursa’mızdaki doğa katliya daraltmak amacıyla işlenen suçlar genel amlarını somut bir biçimde göstermektedir. ve özel af kapsamına alınamaz.” hükmüne Her türlü kötülüğün kaynağı olan AB-D Emperyalist haydutları, doğayı da kerte kerte zesahiptir. “Hava kirliliğinin; tozların bazı bitkile- hirlemekte, canlılar için yaşanılması zor bir rin gelişimini engelleyici yönde belirgin bir ortam haline getirmektedirler. Parababaları, yalnız insana değil Tarihe ve etkisi olduğunu ve çevre kalitesini kötüleştirdiğini, ayna yükseklikleri 20 metreyi Tabiata da hiç saygı duymamaktadır. Sevgi aşan taşocaklarının genel bir görüntü kir- beslememektedir. Bu sebeple de şehirlerimizin liliği yarattığını, ocaklarda malzemenin çı- Tarihi dokusunu, yeşil alanlarımızı, kıyılarımıkarılması sırasında kullanılan patlayıcılar- zı acımasızca tahrip etmekte, yok etmektedir. dan kaynaklanan başlıca iki etkenin var Şehirlerimizdeki Tarih varlıklarını kazıyıp, olduğu, bunların birincisinin patlayıcılar- yerlerine iş merkezi, katlı otopark, lüks konutdan kaynaklanan gürültü kirliliği, ikincisi- lar yapmaktadır. Tıpkı Bursa’nın çeşitli köylenin de meydana gelen sarsıntılar olduğunu rinde ormanlık alanları talan edip kendi yanve bu iki etkinin de insan sağlığını doğru- daşlarına ve yabancı Parababalarına yok pahadan olumsuz etkilediği bilinmektedir. Ta- sına peşkeş çektirip, yeyim ettikleri gibi… Bu sömürü ve talan düzeninden kurtuluş şocaklarının patlatılması sırasında çıkan tozda bulunan kirecin uzun yıllar toprakta yolu vardır. Biz Kurtuluş Partililer, insan habirikerek toprağı olumsuz etkilediğini; bu- yatının sürmesinin, bitkiler ve hayvanlarla nun da bitkinin mineral maddelerden ya- birlikte, doğal dengeyi hiç bozmadan mümrarlanmasını kısıtladığı ve bunun toprak kün olabileceğini çok iyi bilmekteyiz. Bunun kirliliğine neden olduğu, ayrıca ocak işle- için Partimiz doğaya ve diğer canlılara saygıtilen bölgelerde yeraltı suyunun ve yüzey- lı, onlara zarar vermeyen bir üretimin yapılsel suların da etkilendiği izlenmektedir. masından yanadır. Bunun için ülke içinde geBazı taşocaklarında büyük miktarlarda reken önlemleri almaktan çekinmeyecek, inkaya atıkları oluştuğunu, kullanılmayan sanlık ve doğa düşmanı emperyalist devletmalzemelerin genellikle depolandığını ve lerle mücadeleden de geri durmayacaktır. Unutmayalım ki dünyamız, bilim insanladepolama hacmi aşıldığı zaman ise dere yataklarına ve boş arazilere boşaltıldığı bi- rının öngörülerine göre daha üç milyar yıl biz canlılara ev sahipliği edecektir. Doğanın bu linen bir gerçektir. “Köyümüz, Mustafakemalpaşa ilçesin- hizmetini yapabilmesi için bizim de onun kade geçimini tarımla sağlayan ve çiftçilerin nunlarına saygılı olmamız ve onu bir bütün yaşadığı bir yerdir. Köyümüzde yoğun ola- olarak (dağlarıyla, ovalarıyla, ormanlarıyla, rak tarım yapılmaktadır. Bu ocaklar kö- nehir, göl ve denizleriyle, bitkileriyle, hayyümüze zarar vermektedir. Bizler aşağıda vanlarıyla) canı gönülden sevmemiz gerekir. imzası bulunanlar, Köyümüzün sınırları Partimiz, bu bilince sahiptir ve bu sevgiyi taiçinde açılmış ve açılmak istenen taş-mer- şımaktadır. Para ve kâr tanrısına tapınan Parababalarının, İnsan, Tarih ve Doğa katliammer-kireç vb. ocakları istemiyoruz. Köylülerin ve doğaya duyarlı insanların ları onların cibilliyeti iktizasıdır. Torunlarımücadeleleri sonuç vermeye başladı. Geçtiği- mız bunları lanetle anacaktır. (Kurtuluş Parmiz Nisan ayında, şikâyetleri üzerine Kabul- tisi Programı’ndan) Öte yandan, torunlarımız, başta Kabulbababa Köyü’ne gelen Bursa Devlet Su İşleri Yetkilileri, köylünün yaşadığı sıkıntıyı yerin- ba köylüleri olmak üzere, yerli yabancı Parade inceleyerek, rapor çıkardı. Raporda tuta- babalarının ve onların hükümeti Tayyipgilnak ve bu tutanaklarla ilgili aşağıdaki bilgiler ler’in doğa üzerinde yaratmış olduğu katliama, talana ve sömürüye karşı yiğitçe mücadeyer alıyor: * Kabulbaba Köyü ve civarında yer alan le eden tüm halkımızı onurla ve saygıyla anave Yüce Mermercilik tarafından işletilmekte caktır. Biz Kurtuluş Partililer de, bu mücadelede olan sahada; işletme esnasında bir adet kayhalkımızla beraber mücadele edip Parababanağın tahrip edildiği, * İşletmenin mermer kesimi ile ortaya çı- larının soygun ve sömürü düzenine son verekan ve yüksek oranda mermer tozu içeren cek; oradan da gerçek kurtuluşa yani Demoatıksuların basit bir sistemle, herhangi bir iş- kratik Halk İktidarına ulaşacağız. Buna inanleme tabi tutmadan zemine ve oradan da Taş- cımız tamdır. köprü Deresi’ne deşarj edildiği, Bursa’dan * Deşarj noktasının yakınında kullanılmış petrol türevi varillerinin atılı olduğu ve zemiKurtuluş Partililer ne sızıntıların bulunduğu, * Dedecik Deresi üzerinde Gündoğdu 18 Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 TayyipGül: “Açildum, Açildum, Açilamadum!” (2) CIA: “Durmak Yok, Yola Devam!” Baştarafı sayfa 20’de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Bağdat’ı ziyaret etti. Bu ziyaret, son 33 yıldan beri bir Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Irak’ı ilk ziyaretiydi. Bu ziyaret sırasında Gül, Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı ve BKY Başkakanı "eçirvan Barzani ile görüştü. Bu görüşme de bir ilkti, ilk kez bir Türk yönetici üst düzey bir KBY yöneticisi ile resmen görüşüyordu. “Gül’ün bu görüşmesi Türkiye’nin BKY’ye yaklaşımında önemli bir evrime yol açtı. Görüşme sırasında Gül, KBY’ye yönelik Kürdistan (abç) ifadesini kullandı. Bu, KBY’nin Kürt kimliği ve bölgesel bütünlüğünü on yıllardır inkâr eden Türkiye politikasından önemli bir ayrılış anlamına geliyordu. Gül’ün sarfettiği kelimeler Türkiye siyasi çevrelerinde büyük bir harekete yol açtı ve bu durum “Kürt Tabusu”nun belirgin şekilde gevşemesi anlamına geliyordu.” (agy, s. 21–22) Ardından, S. Larrabee’nin deyişiyle “Türk Genelkurmay’ı KBY yetkilileri ile doğrudan diyalog kurulmasına karşı olmayı bırakmış görününce” (agy, s. 22) ve bu bilgi ABD tarafından TayyipGül’e fısıldanınca, Gül “tarihî fırsat” diyerek açılım bayrağını açtı. Sonrası malum. İçeriği doğabilecek tepkiler nedeniyle bir türlü açıklanamayan “Kürt Açılımı” adlı Amerikan oyununun ilk perdesi, “Habur Görüntüleri” ile son buldu. muhalefet görüştü. “Hür Basın”ın şakşakları eşliğinde, bugün için “Ilımlı Ulusalcı” diyebileceğimiz Kılıçdaroğlu, Tayyip ile görüştürüldü. Böylece Açılıma zemin hazırlandı. Açılım sahtekârlığına karşı olanları bastırmanın bir yolu da AB yemini kullanmaktı. AB yemi, aynı zamanda aba altından sopa göstermekti. Özellikle de Genelkurmaya… CIA Uzmanı şöyle devam ediyor kitabında: “Türkiye’nin AB’ye üyelik emeli Kürt sorununu etkileyen önemli bir faktör olabilir. İki bin beşte yapılan bir anket Türkiye Kürtlerinin ağırlıklı olarak izole bir “Büyük Kürdistan”dan çok Avrupa’nın bir parçası olmayı yeğlediğini gösterdi. Ancak, o günden bu yana, Türkiye’nin AB üyeliği sayıları gitgide artan engellerle karşılaştı ve Türkiye’de AB üyeliğine iç destek zayıfladı. Eğer AB seçeneği gerçekleşmesi imkansız bir düşünce haline gelirse ve Türk Hükümeti Kürtlerin sıkıntılarına daha cesurca yönelmezse, çok sayıda Türkiye Kürdü federal çözüme hatta “Büyük Kürdistan” şeklinde birliğe daha olumlu bakmaya başlayacaktır, ki bu durum hem Türkiye’nin iç Kürt sorununda, hem de Anka- İkinci Perde: “Yola Devam” ve AB Yemi/Sopası Gül’ün sözünü ettiği “Tarihî Fırsat”, aslında ABD içindi. ABD Emperyalizmi, Afganistan ve Irak’ta batağa saplandığını görüyordu. Daha Obama gelirken eline tutuşturulan reçetelerde, sömürüyü daha az silahla, daha az masrafla yapması gerektiği belirtiliyordu. Bu reçete, ABD’nin askeri gücünü azaltması anlamına geliyordu. (Bugün ABD’nin “muharip birliklerini” Irak’tan çektiği belirtiliyor.) Bu durum İsrail benzeri fiili Kürdistan’ın korunma sorunu olduğu anlamına gelir. Öte yandan uşak TayyipGül de gittikçe zayıflıyordu. Bu yüzden bölünme sürecinin hızlandırılması, yani Açılım sürecinin yeniden başlatılması gerekiyordu. Böyle de oldu. Tayyip, Haziran ayı sonunda G–20 toplantısı için gittiği Toronto’da Obama ile iki kez görüştü. İkinci görüşme sonrasında gazetecilerin: “ABD Başkanı Obama ile bugün de bir görüşmeniz oldu, bu yeni bir başlık mıydı, dünkü görüşmenin devamı mıydı?” sorusuna Tayyip’in verdiği cevap, gizli işler çevrildiğini doğrular nitelikteydi: “Arkadaşlar, her başlık açıklanmaz, bazıları bizde kalır”, diyordu. (Öyle ya, halkımız “Lafın tamamını aptala söylerler” der.) Obama Tayyip’e, “Durmak Yok, Yola Devam!” demişti. Kürt Açılımı oyununun ikinci perdesi böyle başladı. Böylece büyük, çok destekli bir Açılım kampanyası daha başlatıldı. CIA, TayyipGül, Hür Basın (Satılık Medya), TÜSİAD elele verip, temcit pilavı gibi Açılımı yeniden ısıtıp halkın önüne sürdüler. CIA Uzmanı şöyle buyuruyordu bu yılın başlarında: “Hükümetin Kürt Açılımı önemli bir gelişmedir. Özal döneminden beri Kürt sorununa yönelik ilk ciddi girişimdir. Eğer açılım başarılı olursa, Türkiye’nin siyasal evrimi açısından önemli sonuçlar doğuracak, Türkiye’nin iç kararlılığına yönelik ciddi tehditleri azaltacaktır. Aynı zamanda Türkiye’nin AB üyeliğine yeni bir dürtü sağlayacaktır. Ancak, açılım ulusalcı sağdan, özellikle Milliyetçi Hareket Partisi ve bazı CHP kısımlarından şiddetli muhalefetle karşı karşıyadır. (Bu artık biraz değişti. Bu ifadeler Baykal CHP’si içindi. Artık Kılıçdaroğlu CHP’si “Ilımlı Ulusalcı” olarak aynı konumda değil. - Kurtuluş Yolu) Dolayısıyla, son durum büyük ölçüde Erdoğan Hükümeti’nin açılım için güçlü bir siyasi uzlaşma (konsensüs) oluşturma yeteneğine bağlıdır.” (abç, agy, s. 29) İşte bu görevi, TayyipGül, “Hür Basın”ın da desteğiyle, yerine getirmek için süreci yeniden başlattı. Önce “Hür Basın”ın gayreti ve yönlendirmesiyle TayyipGül ve S. Larrabee ra’nın KBY ile ilişkilerinde önemli karmaşaya yol açabilir.” (abç, agy, s. 29) Bu AB yeminin kullanılması, Türkiye’nin önüne, bir bakıma kırk katır mı, kırk satır mı seçeneğinin konulmasıydı. Omzu kalabalıklar, emperyalistlerin niyetini bilmesine rağmen, bu oyunu, bu hainliği sessizce izliyor, kabulleniyor. Ama Ordu Gençliği, tüm baskılara karşı ABD karşıtı. CIA Uzmanı bunu da şöyle açığa vuruyor: “Türk subaylar ABD’nin Türkiye’ye yardım etmeyişini, Türkiye’ye karşı Kürtlerin yanında yer almakla eş tutu. ABD’nin kımıldamaması Türk subayları içinde, özellikle de Soğuk Savaş sırasındaki Sovyet tehdidine karşı birlikte mücadele veren ABD ve Türk askeri organları arasındaki sıkı bağı görmemiş genç subaylar arasında, gittikçe artan bir nefret ve Anti-Amerikan düşüncelere yol açtı.” (agy, s. 81) İşte genç subaylarımızı da Ergenekon Tertibi ile susturmaya çalışıyor emperyalizm ve gericilik, ki bu da bir emperyalist oyunudur… İkinci Açılım Kampanyasına TÜSİAD Desteği TayyipGül’ün ikinci Açılım kampanyasına en büyük destek TÜSİAD’dan geldi. TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner de “Analar Ağlamasın” edebiyatı ile duygu sömürüsü yaptı. “Ben oğlumu bu ortamda askere göndermek istemiyorum” dedi Ümit Boyner. Sanki TÜSİADcıların çocukları askere gidip ateş hattına sürülüyorlarmış gibi… Bu çıkış hem orduya saldırı, hem de – daha önemlisi – Açılım kampanyasına destekti. Nitekim, bu çıkışı üzerine daha sonra yapılan bir söyleşide şöyle açığa vuruyordu niyetini Ümit Hatun: “Ben o sözü, büyük oğlum askerlik yaşına gelmiş bir anne olduğum için söyledim. Biraz aslında kişisel bir tepki koydum. Ama birçok annenin aslında aynı kaygıyı duyduğunu biliyorum. Çocuğumuz seyahate giderken bile kaygılanıyoruz. Böyle şehitler verdiğimiz bir ortamda benimki de son derece duygusal bir çıkıştı. Birçok insanın hislerine tercüman olduğumu biliyorum. Tanımadığım insanlardan destek maili aldım, söyleyeme- diklerimizi sen söyledin dediler... Birçok SMS geldi, annelerin böyle bir hissiyatı varken buna tepkisiz kalamayız. Askerlik yapmak yanlış bir şeydir demek istemem ama artık bu terörü kanıksamamak lazım, bu hissiyatı artık terörün çözümüne kanalize etmemiz gerekir diye kalbime dokunan bir mesaj vermeye çalıştım.” (abç, Hürriyet, 4 Temmuz 2010) Yani, Ümit Hatun da “Durmak yok, yola devam” diyor… Hemen hemen aynı günlerde, TÜSİAD eski başkanlarından Sedat Aloğlu da, benzer şekilde duygu sömürüsü ile karışık Açılım kampanyasına destek veriyordu. Aloğlu Sedat’ın, Vatan Gazetesi’nden Elif Ergu ile yaptığı söyleşi şöyle aktarılıyor: “Bu röportajın bazı bölümlerinde Aloğlu çok duygulandı, gözleri hep dolu doluydu. Sık sık “Artık kimse ölmesin” dedi.” (Vatan, 27 Haziran 2010) Bu sözlere ne denir? TÜSİAD’cıların, ölen insanlarımıza gözyaşı dökmeleri hiç de inandırıcı gelmiyor. Bu TÜSİADcı artistlerin alayını da TayyipGül ile birlikte Holivud’a yollamalı… Aslında muradını hemen aşağıda ortaya koyuyor Aloğlu: “Artık şehit istemiyoruz. Yeter. Bu yüzden de bize ters gelen düşünceleri de konuşabiliyor olmamız lazım.” Şimdi, Aloğlu Sedat’tan diğer çeşitlemeler: “(…) Devlet politikamızı hatırlayın, Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt Devleti savaş nedeni olarak görülürdü. Bizim kırmızı çizgimizdi. Orada başka nedenlerle Kuzey Irak yapılanması oldu, orada bir devlet var artık, başındaki lideri de bize geliyor, Barzani’yle ilişkiler kuruluyor. 10 yıl evvel ne kadar gereksiz işler yaptık.” (abç., agy) “İmralı’yla masaya oturalım” demedim. (TÜSİAD toplantısında Aloğlu’nun ‘Apo ile görüşmeli’ dediği rivayet ediliyor, bu yüzden bu açıklamada bulunuyor. Demek ki demiş! - K. Y.) Lanetlediğimiz terör örgütü PKK’yı teşhis edebilmemiz için gerekçelerini bilmemiz lazım. “Af meselesi ele alınmalı (Apo da dahil, PKK’lılara af konusunu konuşuyor. Bu arada Ilımlı Ulusalcı Kılıçdaroğlu’nun da “Genel Af” türküsünü terennüm etmeye başladığını görüyoruz. - K. Y.). Kolay hadise değil. Binlerce kardeşimizi ve kandırılan dağa çıkan çocukları da şehit verdik. Binlerce askerimizi şehit verdikten sonra af kapsamı çok önemli.” “Son zamanlarda iktidarla askerle bilek güreşleri oldu, ama bundan dolayı güvenliğimiz zafiyete uğruyor endişesini haksızlık görürüm (Yani orduya saldırıyı sürdür demek istiyor. - K. Y.). Bu kadar şehit vermiş bir ülkeyiz. Ayrıca 80’ler, 90’lar gibi değiliz. Gerçekten de son yıllarda büyük değişim oldu. Cumhurbaşkanı en kısa zamanda farklı düşüncelerde olanları bir araya getirmeli, farklı siyasi görüşler konuşulabilmeli (Gül, Tayyip ile Kılıçdaroğlu’nu buluştursun demek istiyor – K. Y.).” (agy) “Aynı yıl, Şah’ın oluruyla İsrail ajanları, İran’daki üsleri kullanarak Kuzey Irak’taki Kürtleri silahlandırmaya ve eğitmeye başladı. Amaç, iki ülkenin de ortak düşmanı olan Irak’ta istikrarı bozmaktı. “İsrail-Kürt işbirliği o kadar gelişti ki İsrail 1967’de Mısır, Ürdün ve Suriye’ye saldırdığında peşmergeler de Irak’ı meşgul etmek için bölgelerindeki Irak askerlerine saldırdılar. Benzer bir eşzamanlı operasyon 1973’te yapıldı. “Dostluk pekişiyor “Kürt lider Molla Mustafa Barzani 1967 ve 1973’te İsrail’i ziyaret edip Kürtİsrail dostluğunu pekiştirdi. “1973’ten sonra Amerikan Merkezi Haber Alma Örgütü CIA de bu işbirliğine katıldı. CIA ajanları, Kuzey Irak’ta, İran üzerinden peşmergelere gelen askeri malzemenin akışını koordine etmeye başladılar. “İran 1975’te İran-Irak ile barış anlaşması imzalanınca Tahran Kürtlere yardımı kesti, bu da Irak’taki Kürt ayaklanmasının sonunu getirdi. “İsrail ise Kürtlerle yakın ilişkisini kesintisiz sürdürdü. 1991 Birinci Körfez Savaşı’nın ardından Kuzey Irak’ta varlığını pekiştirdi. İran ve Irak’taki Kürtleri kullanarak her iki ülkede de istihbarat toplamaya başladı. “İsrail’de yaşayan 50,000 civarında Irak doğumlu Kürt var. İsrail bunlar arasından seçtiği ajanlar aracılığıyla her iki ülkede, özellikle kitle imha silahları konusunda istihbarat toplamaya başladı. “Bu arada, Türkiye’de olanca hızıyla devam eden PKK terörü İsrail için işleri karmaşıklaştıran bir etken oldu. “İsrail kimin yanında? “Türkiye ile İsrail arasındaki yakın ilişkiler 1958’de imzalanan işbirliği anlaşmasıyla başladı. İstihbarat paylaşımı bu anlaşmanın önemli parçalarından biridir. İsrail Azerbaycan’daki istihbarat ağını Türkiye’nin yardımıyla kurdu. “İsrail, Kürtler yüzünden Türkiye ile işbirliğini bozmak istemediği için Ankara ile bir uzlaşmaya vardı. Türkiye İsrail’in Kuzey Irak ve İran’da Kürtlere dayalı istihbarat faaliyetlerini görmezden gelecek, İsrail Türkiye’ye PKK ile ilgili istihbarat verecekti. “Abdullah Öcalan, Şubat 1999’da İsrail istihbaratının yardımıyla yakalandı.* “İsrail’in İran’la ilişkileri Mollaların iktidara gelmesiyle bozuldu. Ama hem Irak hem de İran Kürtleriyle ilişkisi sıcaklığını hiç kaybetmeden devam etti. “Soru şu: Kürtler er veya geç Kuzey Irak’ta bağımsızlık ilan ettiklerinde, İsrail, Türkiye’nin mi Kürtlerin mi yanında olacak? Şu anda kimin yanında? “*Bu ve bu yazıdaki diğer bilgilerin tamamı Scot Ritter’in Target Iran (Hedef İran) adlı kitabındandır.” (Milliyet, 16 Temmuz 2010) Doğru söze ne denir? Pekiyi TayyipGül’in bir yandan su üstünde İsrail ile kan- genişletmek, Barzani’yi daha da meşrulaştırmak, BKY’yi desteklemekti. Zafer Çağlayan bu ziyaret günlerinde kendisiyle yapılan söyleşide şunları söylüyor: “Ticaret siyasetin açarıdır, anahtarıdır. Geçmişte yaşanan sorunlar arkada kalacaktır. Açılım önemlidir. Kuzey Irak ile ticari açıdan en yakın noktadayız. Habur sınır kapısı yetmiyor. Yakında Şirinova ve Ovaköy kapılarını da açarak bölgedeki kapı sayısını üçe çıkaracağız. Buralardan malzeme akışı olacaktır, iş akışı olacaktır, bunlar geliştikçe aramızdaki sorunlar tamamen ortadan kalkacaktır. Bölgede de Türkiye’de de ekonomi iyiye gittiği müddetçe terör azalacaktır. Bu arada Türkiye ne zaman başı sıkışsa Kuzey Irak‘taki Kürtlere yardım etmiştir, ekmeğini bölüşmüştür.” (Milliyet, 27 Haziran 2010) Yazıda Çağlayan’ın, Barzani ile anlaşıp, yakın bir zamanda bölgede bir “lojistik üssü ile serbest ticaret bölgesi kurulması” çalışmalarının da yapıldığını söylediği belirtiliyor. Bu girişim tabii ki TÜSİADcılardan da hemen destek buldu. Eczacıbaşı "ejat, hemen o günlerde: “Kuzey Irak pazarına çok önem veriyoruz, bu ülkede halen yürüttüğümüz işler var ve ürünlerimizi satıyoruz. Oradaki iş hacmimiz yatırım yapmayı anlamlı kılacak boyuta gelmeye başladığında elbette yatırım konuları da değerlendirilecektir” (Milliyet, 3 Temmuz 2010) diyerek destekledi bu girişimi. Bu yapılan, edilen ve söylenenler, CIA Uzmanı Stephen Larrabee’nin yazdıklarından farklı değildi. “(…) Özetle, Türkiye ve BKY anlaşmanın eşiğinde görünüyor ve daha yakın bağlar kurmaya doğru yol alıyorlar. Bölgede gözü olan, düşman ve güçlü bir İran varlığında, Bağdat’taki Şii ağırlıklı merkezi hükümetinin güçlenmesi ve baş patron ABD’nin azalan etkisi sonucu Irak Kürtlerinde Türkiye ile çitleri onarmak gerektiği düşüncesi hâkim. Ancak, Türkiye ile iyi ilişkiler, BKY yetkililerinin PKK’yı daha ağır bir şekilde yasaklamasını ve Türkiye’ye karşı sınır ötesi harekâtları perdelemesini gerektirir. Gül’ün Bağdat’ı ziyareti sonrasında BKY yetkilileri Talabani’nin ağzından artık PKK’ya karşı daha güçlü önlem almaya hazır olduklarını belirtiyorlar. Aynı zamanda, Türkiye PKK sorununun BKY ile bağlar geliştirilmedikçe çözülemeyeceği noktasına gelmiş görünüyor. “Bu gelişmeler gösteriyor ki PKK sorununun halledilmesi için yeni yollar açılabilir ve Ankara ile BKY arasında daha sıkı bağlar kurulabilir. Türkiye ile BKY arasında yeni bir yaklaşım her iki taraf için de yararlıdır. Türkler ve Irak Kürtlerinin pek çok ortak özellikleri vardır: Her ikisi de Sünnidir, laiktir, Batı yanlısıdır. Her ikisi de İran ile yakın ilişkide olan bir Irak istemez. Her iki topluluğun ekonomileri birbiriyle yakın ilişkilidir, ileri derecede birbirine bağlıdır. BKY’de satılan malların yaklaşık yüzde 80’i Türkiye’de üretilmektedir. Şu anda Kuzey Irak’ta 1200 ciGörüldüğü gibi TÜSİADcıların Kürt varında, çoğu inAçılımı’na desteği büyük. Bunun nedeni şaat ve petrol TÜSİAD’ın Finans-Kapital örgütü oluarama alanında şunda yatar. Emperyalizm ne düşünürse, Türk şirketi çabunlarla etle tırnak gibi içiçe geçmiş Filışmaktadır. Bu nans-Kapital farklı düşünmez. Zaten Fişirketler ticaret nans-Kapital için; vatan, millet, ulusal sınır ve yatırım alakavramı yoktur. Vatan satılsa umurlarında nında 2 milyar olmaz. Bu yüzden gözlerindeki yaş, timsah doların üzerinde gözyaşlarıdır. Türk ve Kürt Halklarının embir meblağ üretperyalizm tarafından bölünüp yutulmasıdır mektedirler, dosöz konusu olan. layısıyla BKY yetkililerinin “Kak Mesut” Aslında 100 milyar dolaİsrail Demektir rı bulacak altyaEvet, daha önce de dediğimiz gibi, BKY pı projelerinden Ümit Boyner Mesut Barzani’yle hem Barzani, hem de İsrail demektir. Bizim büyük yarar sağsinsi gülüşlü, Wilson ödüllü Dışişleri Baka- lı bıçaklı görünüp, diğer yandan “Kak Melayacaktır. nı Dav(i)doğlu’nun deyişiyle “Kak Me- sut” ile düşüp kalkmasına ne denir? Bu ne “BKY’nin geleceği, özellikle de ekosut” (Mesut Ağabey), İsrail demektir. Bu perhiz, bu ne lahana turşusu demezler mi?.. nomik akıbeti, Türkiye ile ilişkilerine bühem tarihsel, hem de ekonomik olarak böyyük ölçüde bağlıdır. BKY petrol açısınledir. Metin Münir’in “Gizli Tarih: İsrail Ekonomik Destek ve PKK’nin dan zengin olmakla birlikte, petrolün çıKak Mesut’a Yamanması Kürt İlişkileri” başlıklı yazısını bütünlükarılarak Batı pazarlarına taşınmasına ğünü yitirmemesi için aynen aktaralım: İkinci açılım kampanyası kapsamında gerek duymaktadır. Kuzey Irak’tan çı“İsrail İran ilişkileri her zaman şimdi yapılan bir iş de Kak Mesut’a ekonomik kan petrol boru hatları şu anda Akdeolduğu gibi kötü değildi. Tersine, İran destek oldu. TayyipGül’ün Dış Ticaretten niz’deki limanlara akmaktadır. Bu pet1948’de İsrail’i ilk tanıyan ülkelerden Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, rol boru hatları Irak petrolünün Avrupa bir oldu. On yıl sonra iki ülke savunma Haziran sonunda 200 kişilik bir işveren pazarına ulaşması için en etkin ve ucuz ve istihbarat konularında işbirliği anlaş- grubuyla birlikte Kuzey Irak’a gitti. Kak ması imzaladılar. Mesut ile görüştü. Amaç Açılımı açmak, 19 Yıl: 5 • Sayı: 50 / 10 Eylül 2010 yoldur. Dolayısıyla, her iki taraf da siyasal uzlaşma için güçlü dürtülere sahiptir…” (S. Larrabee, agy, s. 23–24) Zafer Çağlayan’ın demek istedikleri bu yazılanlardan farklı değil. Görüldüğü gibi, emperyalizm bütün yolları Türkiye ile Barzani’nin iyi ilişkileri üzerine oturtmaya çalışıyor. Bu PKK’nin tasfiyesi veya Barzani’ye yamanması anlamını taşıyor. Zaten bu yıl içinde yaşananlar da bunu gösteriyor. Batı ülkelerindeki PKK temsilciliklerinin veya bürolarının basılması, üst düzey PKK’lilerin yakalanarak tutuklanmaları, PKK’nin Batı tarafından uyuşturucu ticareti ile suçlanması ve Batı bankalarındaki paralarının bloke edilmesi gibi… Sonuç: Kılavuzu Karga Olanın CIA Uzmanı, PKK’nin tasfiyesi konusunda ABD Yönetimine de, altını çizerek, önerilerde bulunuyor ve işin sonunu beklendiği gibi Kürt mağduriyetinin giderilmesi için toplumsal ve ekonomik reformlara getiriyor: “ABD, Türkiye’nin PKK terörizmine karşı mücadelesine siyasi ve istihbari desteğini artırmalıdır. “(…) “Ek olarak, ABD BKY üzerinde PKK’yı ezmesi ve PKK’ya lojistik ve siyasi desteğini kesmesi için daha büyük Köroğlu Yoldaş Ölümsüzdür! natıldı. Köroğlu’nun Yoldaşları, tanıyanları ve Bedence aramızdan ayrılışının birinci yıldönümünde bir kez daha andık Köroğlu sevenleriyle önce mezar başı anmasını gerçekleştirdik. Köroğlu Yoldaş’ımızın çocukYoldaş’ımızı. Anma etkinliğimiz öncesinde Parti bina- luktan yoldaşlığa kadar birlikte geçirdikleri mız Köroğlu Yoldaş’ımızı anlatan panolar, mücadele hayatının en yakın dostu, Köroğresimler, afiş ve pankartlar hazırlanarak do- lu Yoldaş’tan sonra bugünkü İskenderun İlçe Başkanımız Ali Görülmez Yoldaş’ımız söz aldı. Ali Yoldaş’ımız konuşmasında şunları söyledi: “Sevgili dostum, Yoldaş’ım Köroğlu! “Sonsuzluğa çıktığın yolculuk, tam bir yılını doldurdu. Şu an, tam da bir anılar kuşatması altındayım ve nasıl, nereden başlayıp nerede bitireceğimin aczini, çaresizliğini yaşıyorum. İlik ile düğmenin iliklenmiş halini değil, ilik ile düğmenin yalnızlığa, çaresizliğe iliklenmiş halini yaşıyorum. “Denizde balıklar kendilerine ekmek atan dostlarını bekliyor, sokakta aç kediler, köpekler bir umutla o merhametli dostlarını bekliyor. “İtilmiş, dışlanmış, savrulmuş, sokakta yatıp kalkan insanlar, kendilerini insandan sayan, şefkatle sevgisini paylaşan, bir cigara, sıcak bir çay ısmarlayacak Memet Ağabeylerini arıyor. Mete Köroğlu’nun kaleminden Köroğlu Yoldaş “Partinde örgütlediğin gençler, fırından sıcak ekmek, zeytin ve çay ikram eden Hocalarını arıyor. “Fabrikalarda işten atılan işçiler yol ve çare gösterir diye Ağabeylerini bekliyor. “Çok kötü koşullarda on dört, on beş saat çalışan fırın işçileri kendilerini sendikalı yapacak Köroğlu Ağabeylerini bekliyor… “Ve şimdi bir çınar ağacı devrildi. “O bir şefkat, bir sevgi ve bir insanlık çınarıydı. “Başın sağ olsun şefkat, başın sağ olsun sevgi, başın sağ olsun insanlık!” Bu duygulu, coşkulu meMuhittin Köroğlu’nun kaleminden Köroğlu Yoldaş zarbaşı anmasından sonra, Baştarafı sayfa 20’de bir baskı kurmalıdır. “(…) “PKK tehdidi askeri araçlarla çözülemez. Güçlü bir antiterörist program esastır, ancak bu programın başarılı olabilmesi için Kürt mağduriyetinin köklerine yönelik toplumsal ve ekonomik reformlar ile bütünleştirilmesi gerekir. (S. Larrabee, agy, s. 119–120) Bütün bu gizli veya açık oyunlara rağmen, bugün Kürt Halkını temsil ettiğine inananların yaptığı nedir? AKP ile uzlaşarak Referandumda “evet” çıkmasını sağlamak. Bu pazarlıklar ortalığa döküldü. PKK yetkililerinden Murat Karayılan’ın dedikleri ortada. Parti binamızda salon anması gerçekleştirdik. Salon anması açılış konuşmasını, Köroğlu Yoldaş’ımızın öğrencilerinden bir arkadaş yaptı. Köroğlu’yu anlatan ve yine Partimiz İlçe Yöneticilerinden, Köroğlu Yoldaş’ın kardeşi, fotoğraf sanatçısı Mete Köroğlu Yoldaş’ın hazırladığı bir sinevizyon gösterimiyle devam etti anmamız. Partimiz adına Ankara İl Sekreteri Yoldaş’ımız Doğan Erkan tarafından yapılan ana konuşmayla sürdü. Devrimci insanda, devrimci önderde bulunması gereken vasıfları anlatan Doğan Erkan Yoldaş, tarihteki Köroğlu’nun destanlaştırılmış hikâyesinde anlatılan, savaşçılık, hak âşıklığı ve ölümsüz özelliklerinin çağdaş biçimlerinin Köroğlu Yoldaş’ta nasıl gerçeğe dönüştüğü örneklemesini verdi. Köroğlu’nun mücadele hayatı ve devrimci kişiliği üzerinden günün devrimci görevlerine doğru geçiş yapılan konuşma, Halkın Kurtuluş Partisi bayrağının daha yükseklerde dalgalanacağı, Köroğlu Yoldaş’ın binlerle-on binlerle anılacağı sözü verilerek tamamlandı. Ardından; anmaya gelen yoldaşları, arkadaşları ve aile üyeleri Yoldaş’ımızın yaşamından kesitler sundular. Salon anmamızdan sonra, karikatür sanatçımız, Köroğlu Yoldaş’ın ağabeyi Muhittin Köroğlu’nun davetiyle, dünyanın onlarca ülkesinden 76 farklı ressam ve karikatüristin gönderdiği resim ve karikatürlerden oluşturduğu Köroğlu Sergisi’nin açılışına gittik. Burada Muhittin Ağabey, Köroğlu Yoldaş’ın sanatçı yönünü, sanatçılığındaki özgünlüğü ve özgünlüğün kaynağının da düşünce ve idealleri olduğunu anlattığı anlamlı bir konuşma gerçekleştirdi. Sergide resim ve karikatürlerin yanı sıra, Köroğlu Yoldaş’ın Taş eserlerinin tanıtıldığı sinevizyon gösterimi de yapıldı. Serginin ardından Köroğlu Yoldaş’ı anma etkinliklerimiz de noktalanmış oldu. And olsun ki, Köroğlu Yoldaş’ın adına ve şanına uygun mücadelesi, yoldaşları tarafından zafere ulaştırılacaktır! Köroğlu Yoldaş’ın yaşam destanı milyonlara aktarılacak, anısı ve eserleri kitlelerin saygınlığıyla onun ölümsüzlüğünü daha da yüceltecektir! Köroğlu Yoldaş Ölümsüzdür! Devrim Şehitleri Ölümsüzdür! Hatay’dan Kurtuluş Partililer Ahmet Türk ise, “Kürtlerin önünde ‘hayır’la ‘evet’ arasında bir tercih olursa elbette ki hepsi ‘evet’ diyecek” diyebiliyor. Emperyalizmin güttüğü, emperyalizme uşaklık eden din bezirgânları ile ulusal sorun çözülebilir mi? Bu güçlerle pazarlık emperyalizmin “Böl ve Güt” (veya “Yut”) politikasına destek anlamını taşımaz mı? Referandumda “Evetçilik” ya da “Utangaç Evetçilik” olarak adlandırabileceğimiz Boykotçuluk Barzaniciliktir. Barzanicilik emperyalist uşaklığıdır, Amerikancılıktır, İsrailciliktir, kandır, acıdır, gözyaşıdır. Yazıktır, yazıktır, yazıktır… Aşağıda verdiğimiz Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde 2006’da yayımlanan ve birisi bugünkü durumu (BEFORE yazan), diğeri ise ABD’nin yapmaya çalıştığı gelecekteki durumu (AFTER yazan) yansıtan bu iki harita, emperyalizmin Ortadoğu halklarını nasıl hallaç pamuğu gibi atma peşinde olduğunu apaçık gösteriyor. Alttaki haritada bir de not göze çarpıyor. Toprak kaybeden ülke adlarının kırmızı ile yazıldığı belirtiliyor. Görüldüğü gibi Türkiye de kırmızı yazılmış. Bu “Böl ve Yut” politikasını bile bile, emperyalist oyunlarına alet olmak hangi halka acıdan, kandan, gözyaşından başka bir şey getirir?.. Köroğlu Yoldaş’ı Anma Töreninden Yoldaşı Yusuf Kaba’dan Köroğlu Yoldaş’a Emperyalizme karşı kaya gibi duran İşçi Sınıfı ve Sosyalizm mücadelesinde Hiçbir zaman parçalanamayacak Bir atom çekirdeği idi… KÖROĞLU. Bu satırları anısına ithaf ediyorum. Ulu bir çınar. Ağaların zulmüne Ezilen halkların kardeşliğine Çıldırasıya, Açlığa, yoksulluğa Zindanlığa Başkaldırasıya. Tavşanın Sihirbazın şapkasından Güvercin çıkarmasına denk, Taş sihirbazı. Devrim fırınında Emeğini taşa yoğuran Ekmek işçisi, Fikir kavgacısı Gözlerindeki “KIVILCIM” Sömüren düzene bir cehennem “HİKMET” kılınmış gün sayar. Yaşı genç Yaşı çocuk Yaşı ihtiyar Delikanlı. İnadı, inat mı inat? Kardelenden delici Buzdağından geçer sözü KÖROĞLU… Kayalara taşlara değer özü. Her zaman “sosyalizmdeydi” gözü Davasında ısrarlı, kararlı. Çanakkale türküsü O’nu anlatır 1 Mayıs’larda O’nun haykırışı Karlı Kayın Ormanında Kahkahası dolaşır. Dün Marks Sormuştu O’nu Lenin de aramıştı. Bir şey değiştirmez Yoldaşlarından ayrılışın Tasalanma devamcıdır kavgan. Güneşin, Anne sütünde Şiir. Toprağın, Kalan yüreklerde Pir. KÖROĞLU Rahat uyu!.. Yusuf Kaba CMYK CMYK TayyipGül: “Açildum, Açildum, Açilamadum!” (2) CIA: “Durmak Yok, Yola Devam!” Köroğlu Yoldaş Ölümsüzdür! K öroğlu, Bolu Beyi’ne başkaldırısıyla efsaneleşen bir destanın kahramanıdır bildiğimiz gibi. Haksızlığa ve zulme isyanın tarihsel bir sembolüdür. Tarihteki Köroğlu’nu soyadı olarak alan bir ailenin çocuğuydu Mehmet Köroğlu Yoldaş’ımız da. Ve bu güzel tesadüfün etkisiyle, yoldaşları da ona ön adıyla değil, hep Köroğlu soyadıyla seslenirlerdi. Hatay dışındaki pek çok genç yoldaşı, ön adını bilmezdi bile. O, adıyla sanıyla Köroğlu’ydu. Bu ismin hakkını teslim edişti Köroğlu Yoldaş’ımızın yaşamı. Tarihsel öncüsü, adaşı gibi, son nefesine kadar zulüm bayraklarına yumruk salladı. Bütün yaşamı devrimcilik üzerine kuruluydu. Halkın Kurtuluş davasına adanmış bu yaşamda, hiçbir dünyevi-maddi arayışı olmadı. Köroğlu Yoldaş, Taş Ustasıydı. Taşa şekil veren, ruh veren bir sanatçıydı. Ve o bu ustalığıyla sadece İskenderun’da, Hatay’da, Çukurova Bölgesinde değil, Arap ülkelerinde bile tanınan, bilinen, aranan biriydi. İstese çok büyük paralar kazanabilirdi. Ama O, paraya-pula hiç önem vermedi. Maddi olanaklardan, sıcak bir yuvadan, aileden yoksun, halkımız gibi yoksul yaşadı. Olanaksızlıklarını, asla dert etmedi, söylenmedi. Devrimci mücadelesine engel olmayacak şekilde yaptığı, geçim kaynağı olan, taş ustalığından kazandıklarını da hep devrimci görevlerine harcar, yoldaşlarıyla paylaşır, mahallesindeki açları bile doyururdu. Beden sağlığı da oldukça kötüydü Köroğlu Yoldaş’ın. Amansız bir astım hastalı- DİSK-akliyat-İş’ten Basına ve Kamuoyuna Balnak A/’de İşe İade Davalarını Kazandık! A merikan ortaklı BALNAK LOJİSTİK A.Ş.’inde, sendikal faaliyetimizin başladığı 10 aydan bu yana üyelerimiz sürekli bir kıyıma uğramaktadır. Şu an da işten çıkartılan işçi sayısı 50’yi aşmıştır. Sendika düşmanı patronun baskıları bununla da kalmamaktadır. Sendikadan kurtulmak için muvazaalı 5 taşeron şirketle alt işveren ilişkisi kurarak işleri bu taşeronlara kaydırmakta, üyelerimizi bu taşeronlara veya başka işyerlerine sürerek sendikadan istifaya zorlamaktadır. Üyelerimiz sendikamız öncülüğünde kıyımın yaşandığı işyerleri önünde direnişler, Şirket Genel Müdürlüğü önünde, Taksim’de eylemli basın açıklamaları yaparak patron saldırılarına gereken cevabı vermiştir. Vermeye de devam edecektir. Sendikamız işletmenin en büyük işyerinde çoğunluğu sağlamış ancak 12 Eylül faşizminin ürünü olan 2822 Sayılı Yasanın işletme barajını aşamamıştır. Sendikamız yine Balnak Loj. A.Ş.’de Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca Uluslararası Sözleşmelere göre greve çıkmaya hazırlanırken Çalışma Bakanlığı tarafından engellenmiştir. Bununla ilgili olarak Bölge İdare Mahkemesine açılan dava Danıştay’da devam etmektedir. İşten atılan üyelerimiz adına sendikamız avukatının Gebze İş Mahkemelerinde açtığı işe iade davalarından bir kısmı 19.08.2010 tarihinde sonuçlandı. Gebze 2. İş Mahkemesi’nde sonuçlanan davların hepsinde mahkeme, üyelerimizin sendikal nedenle işten çıkartıldığını kabul ederek işe iadelerine karar verdi. İşten atmalar farklı tarihlerde olduğu için davlar da farklı tarihlerde açılmıştı. Davaların eş zamanlı olmaması nedeniyle, halen sürmekte olan davaların da aynı şekilde işe iade kararlarıyla sonuçlanmasını bekliyoruz. Sendikamızın Balnak’ta kazandığı bu hukuki zafer, tüm İşçi Sınıfının zaferidir. Bu zafer Balnak’taki örgütlenme çalışmalarımıza ivme katacaktır. Zaferi sevinçle karşılayan üyelerimiz sendikal çalışmaya hız vermek için hemen kolları sıvamışlardır. 20.08.2010 İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız! Yaşasın Balnak Direnişimiz! Nakliyat-İş Sendikası Genel Yönetim Kurulu ğı vardı. Buna rağmen, hiçbir 1 Mayıs’ı kaçırmaz, soluk soluğa parti bayrağını taşırdı coşkuyla. Böylesine içten, insancıl, büyük bir yürek taşıyan yoldaşımızın devrimciliği de çeliklemiş bir iradenin yansımasıydı. Örgütçüydü. Temas ettiği Hatay halkından herkese mutlaka devrimci düşüncelerini taşır, en sıradan insanda da, en bilgili geçinen bölgenin aydın ve sanatçılarında da mutlaka bir iz bırakırdı. Tanışıp da sohbet etmişliği olan herkes de bir değişim-dönüşüm yaratmaya çabalardı. İskenderun sol ortamına bir kez girmiş olan herkes, onun adını mutlaka duyardı. Parti adamıydı. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın tezlerini, Partimizin siyasi programını ve bu çerçevedeki açılımlarını sonuna kadar savunurdu. Ancak bunu papağanca bir tekrarlamayla değil, birikimi ve kendine özgü üslubuyla, sanatçı yaratıcılığıyla, etkili ve çarpıcı bir şekilde taşırdı insanlara. Bir hatipti Köroğlu Yoldaş. Gerçek bir hatip… İnsanların gönlüne kolayca giriverirdi. Kolayca da severdi insanları. Gerçek, devrimci insan sevgisi gözlerindeki parıltıdan görülürdü. Devrimci duyarlılığından aldığı etkiyle taşa kendine özgü biçimler verir, adeta yeniden yaratırdı taşı. Sanatçılığının etkisi de devrimciliğindeki özgünlüğü ve yaratıcılığına, alçak gönüllüğüne etki ederdi. Devrimciliğin ve sanatçılığın güzel bir sentezini ifade ediyordu kişiliği ve yaşamı. Bu nedenle, ağabeyi olan, uluslararası ödüllü, yurtsever karikatür sanatçımız Muhittin Köroğlu’nun onu adlandırması çok yerindeydi: “Yaşayan Taş!”. İdeallerinde ve kavgasında taş gibi sert ve sarsılmaz, son nefesine kadar sürdürdüğü mücadelesiyle de ölümsüz! Başkanı olduğu İskenderun İlçe Örgütü’nün açılışında: “Bu hayatımın en mutlu anı, bu bayrağı dalgalandırırken ölüme yürümek istiyorum” demişti. Öyle de oldu. 24 Temmuz 2009’da bedence aramızdan ayrıldı Köroğlu Yoldaş. Kürt’üyle, Türk’üyle, Arap’ıyla, Ermeni’siyle, Alevi’si, Sünni’siyle her kesimden İskenderun emekçisi, gözü yaşlı genç yoldaşları, İsmet Demir Ağabeyiyle birlikte 40 yıl önce İSDEMİR’de kazanılmış işçiler, bir ömür birlikte mücadele yürüttükleri bölgenin önderi yoldaşlarının hüznüyle kaldırmıştık Köroğlu Yoldaş’ın cenazesini. Devamı sayfa 19’da Y aklaşık bir yıl önce, 2009 yazın- kın, Irak Bölgesel Kürt Yönetimi (buna da, TayyipGül, ABD’den aldıkla- Barzani diyebiliriz) ile ilişki kurması rı emirle iki “Açılım” başlattı: ABD için çok önemliydi. Barzani yöne“Kürt Açılımı” ve “Ermeni Açılımı”. timi, bölgede ikinci bir İsrail’di. Hazır Bu sözde açılımlar, kapalı kapılar ardın- elinde TayyipGül gibi uşaklar varken da yapılan gizli anlaşmalara dayanıyor- fırsat değerlendirilmeliydi. du. Emperyalistler, tıpkı yaklaşık 100 yıl Geçen sayılarımızda sözünü ettiğiönce yapmak istedikleri gibi, Türkiye’yi miz CIA organı Rand Corporation’un parçalama peşindelerdi. ABD Başkanla- uzmanlarından Stephen Larrabee’nin rından Woodrow Wilson’un 100 yıl ön- 2010 yılında yayımlanan “Sorunlu Orceki “Wilson Prensipleri”, Türkiye taklık: Küresel Jeopolitik Değişim coğrafyasına, emperyalizmin güdümün- Çağında ABD – Türkiye İlişkileri” adde bir Ermenistan ve bir de Kürdistan sı- lı kitabında, konunun önemi altı çizileğıştırıyordu. Bugün de “Açılım” projele- rek şöyle konuyor: riyle sinsice yapılmak istenen farklı de“ABD Kuzey Irak Bölgesel Kürt ğildir. Kapalı kapılar ardındaki gizli gö- Yönetimi liderliği ile doğrudan diyarüşmelerde, bu işin TayyipGül eliyle na- log kurulması yönünde Türkiye’yi sıl kotarılacağının planları yapıldı. Bu- güçlü bir şekilde cesaretlendirmeli ve gün bu planların uygulamalarını görüyo- bu yöndeki çabaları desteklemelidir.” ruz. Aslında “Kürt Açılımı”nın belirtileri Körfez Savaşı ile, ama daha açıktan “Çuval Olayı” ile başlamıştı. Çuval Olayı, orduyu yumuşatma, etkisizObama: “Durmak yok, yola devam!” leştirme, emperyalist güdümü(S. Larrabee, Troubled Partnership: U.S. ne sokma çalışmalarının yüze vurmasıy– Turkish Relations in an Era of Global dı. Geopolitical Change, 2010, s. xiv) O zamanlar, basından öğrendiğimiz, Böylesine önemliydi ABD için BarGenelkurmay’ın “Tehdit” sıralaması zani’nin meşruiyet kazanması. Alttan alşöyleydi: ta TayyipGül ve satılık medyayı kullana(1) Kuzey Irak’ta bir Kürt devletirak bunun çalışmasını yaptılar. Ergenenin oluşumu; kon ile orduyu baskı altına aldıktan son(2) İrtica; ra, girişimlerini açıktan yapmaya başla(3) PKK. dılar. S. Larrabee, kitabında, 2008 önceYani Türkiye, en büyük tehdit olarak sinde, özellikle ordunun Barzani ile ilişgüneyde bir Kürt devletinin kurulmasını ki kurulmasına karşı olduğunu vurgulagörüyordu. ABD’nin isteği ise ilk plandıktan sonra, şöyle devam ediyor: da Irak’ın kuzeyinde İsrail gibi maşa bir “(…) Ancak, 2008 sonbaharı ile Kürt Devleti oluşturmaktı. Birinci Körbirlikte Erdoğan Hükümeti Bölgesel fez Savaşı ile bunun ilk adımını attı. ÇeKürt Yönetimi (BKY) ile temasları kiç Güç ile Saddam’ın 36’ncı paralelin yoğunlaştırmaya başladı. Ekim kuzeyine çıkmasını önledi, birbirleriyle 2008’de Türkiye’nin Özel Irak Elçisi dalaşan Kürt aşiretlerini, Barzani ile TaMurat Özçelik ve daha sonra da Erlabani’yi birleştirdi, örgütledi ve askeri doğan’ın baş dış politika danışmanı açıdan eğitti. Daha sonra İkinci Körfez Ahmet Davutoğlu, BKY Başkanı MeSavaşı ile Kürt örgütlenmesini fiili devsut Barzani ile Bağdat’ta görüştü. let haline getirdi. Şimdi iş Türkiye’yi Türk yetkililer ile Barzani arasında yola getirmeye kalıyordu. Hazır Tayyipdört yıl içinde bu ilk yüksek düzey teGül iktidardayken… mastı.” (S. Larrabee, agy, s. 21) TayyipGül, 2007 seçimleriyle duBu girişimleri, A. Gül’ün çıkışı izlerumlarını güçlendirince; hem orduyu yudi. S. Larrabee şöyle sürdürüyor: muşatma veya sindirme girişimi olan “O zamandan beri, Türkiye ile Ergenekon’un düğmesine basıldı, hem BKY arasında yeni bir yaklaşımın de “Kürt Açılımı”nın. Bu ikisi birbirine işaretleri gittikçe arttı. Mart 2009’da bağlıydı. Ve de paralel yürütüldü. Türkiye’nin, “kırmızı çizgileri” bir yana bıraDevamı sayfa 18’de Üç /ehitler Mücadelemizde Yaşıyor! Kurtuluş Partililer, Yiğit Devrimciler Mahmut Çal, İbrahim Uzun ve Sadi Okçuoğlu’nu Katledilişlerinin 32’inci yılında mezarları başında andı! 1 Eylül 1978’de, 12 Eylül Amerikancı Faşist Darbesine zemin hazırlamak için Pol-Bir’li resmi faşistler üç yiğit devrimciyi, üç kızıl karanfili katlettiler. Mahmut, İbo, Sadi Yoldaşlar, doğru Teori ile donanmış ve bu bilinci kuşanmış, Halk Kurtuluş Mücadelesinde her türlü fedakârlığı göze almış; kendilerini bütün varlıklarıyla insanlık davasına adamış yiğit devrimcilerdi. Ankara’nın Şentepe Mahallesini devlet destekli faşistlerin ablukasından çıkararak, Devrimci Derleniş Bayrağını yükselten Yoldaşlarımız, mahalle halkının güven ve sevgisi ile Şentepe Mahallesini Devrimci bir kale haline getirdiler. Emperyalizmin temsilcisi yerli satılmışlar, bu devrimci kaleyi yıkmak ve sömürü düzeninin devamı için üç yiğit halk önderini vahşice katlettiler. Kurtuluş Partililer; Mahmut, İbo, Sadi Yoldaşlarının mücadele bayraklarının inmediğini, aksine Yeni Sevr batağına çekilen Türkiye’de daha da yükselttiklerini, devrimci miraslarına sahip çıktıklarını yoldaşlarının mezarları başında bir kez daha gösterdiler. “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür”, “Mahmut, İbo, Sadi Ölümsüzdür”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Katiller Halka Hesap Verecek” sloganlarıyla, bir kez daha haykırdılar Parababalarına olan kin ve nefretlerini. Ankara İl Yöneticisi Semra Yoldaş yaptığı konuşmada, halkların kurtuluş mücadelesinde katledilen tüm Devrimcilerin hesabını soracaklarını vurguladı. Ve bu hesa- bın, ancak ve ancak, Demokratik Halk İktidarını kuracak olan Halkın Kurtuluş Partisi tarafından sorulacağını belirtti. Kurtuluş Partililer; Mahmut, İbo, Sadi Yoldaşlar’ın mezarları başındaki anma etkinliği ardından 14 Eylül 1979’da katledilen Devrimci Derleniş Neferi, Şentepe Halkının Yiğit Önderi Engin Yüzbaşıoğlu Yoldaş’ı da mezarı başında andılar. Engin Yoldaş’ın mezarı başında da Ümit Yoldaş konuştu. Ümit Yoldaş, Engin Yoldaş’ın mücadelesinin sürdüğünü ve her türden zoru aşarak Demokratik Halk İktidarını kuracağımızı belirtti. Selam Olsun Bizden Önce Geçene! Selam Olsun Savaşırken Düşene! Ankara’dan Kurtuluş Partililer SELAM OLSU BİZDE Ö CE GEÇE E! SELAM OLSU SAVAŞIRKE DÜŞE E! İbrahim Uzun 1957-1978 Engin Yüzbaşıoğlu 1963-1979 Mahmut Çal 1960-1978 Sadi Okçuoğlu 1960-1978 Fethi Demir 1956-1978
Benzer belgeler
44.sayıya ulaşmak için tıklayanız
Geleneksel olarak yapılan piknikler bu yıl;
Ankara’da 7 Haziran’da, Sorgun Yaylası’nda, Tekirdağ’da 22 Mayıs’ta, Atatürk Orman Çiftliği’nde yapıldı. Pikniklerde, Kurtuluş Partililer bir
günü Sosyal...