Sayı 13 - Milli Savunma Bakanlığı
Transkript
Sayı 13 - Milli Savunma Bakanlığı
ASKERÎ YARGITAY DERGİSİ SAYI : 13 YIL : 1999 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.51/b T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı Esas No. :1999/51 Karar No. :1999/38 T. : 25.2.1999 ÖZET Silah ateşlenmeden hususi menfaatte kullanabilme suçunun oluşması imkânı bulunmadığından suçun unsuru niteliğindeki silahın ayrıca kanuni teşdit sebebi sayılarak As.C.K. 50, 51/B Md.leri uyarınca cezanın teşdiden tayini yasaya aykırıdır. Baş iskele Top Depo K. lığı emrinde görevli olan sanığın 16.7.1998 günü saat 08.00-12.00 arasında 1 numaralı kulübede silahlı nöbetçi olduğu, saat 9.45 sularında hizmet sebebiyle verilen silahına mermi sürerek 1 el ateş ettiği, 161.000.TL hazine zararına sebebiyet verdiği, bu suretle askerî eşyayı hususi menfaatinde kullanmak suçunu işlediği toplanan delillerle sübuta ermiş olup, As.Yrg.3.D. ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık As.C.K. nun 51/b-50 md.lerinin uygulanıp uygulanamayacağına ilişkindir. Silah, askerî eşyayı hususi menfaatte kullanmak suçunun unsuru olmamakla birlikte somut olayda suçun konusunun silah olduğu açıktır. Zira, sanık hizmet sebebiyle verilen silah ile nöbet hizmeti esnasında bir el havaya ateş ederek hususi menfaatinde kullanmak suçunu işlemiştir. Nöbet hizmeti sırasında silahını ateşlemeden başka şekilde kullanması halinde ise bu suçun değil örneğin silahla tehdit vs. gibi suçların oluşabileceği ve bu durumda As.C.K.nun 50, 51/B maddelerinin uygulanabileceği, kuşkusuzdur. Ancak olayda olduğu gibi silah ateşlenmeden hususi menfaatinde kullanabilme suçunun oluşması imkanı bulunmadığından As.Yrg. 3 üncü Dairesinin 29.12.1998 gün ve 1998/830-830 sayılı ve suçun unsuru niteliğindeki silahın ayrıca kanuni teşdit sebebi sayılarak As.C.K.nun 50,51/B maddeleri uyarınca cezanın teşdiden tayininin yasaya aykırı olduğuna ilişkin kararında isabet bulunduğu sonucuna ulaşıldığından Başsavcılık itirazının Reddine OYÇOKLUĞU ile karar verilmiştir. 1 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.58 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/64 K. No :1999/51 T. :11.03.1999 ÖZET Sanığın sahibi ve yazı işleri müdürü olarak yayınladığı “Sosyalizm Yolunda Kızılbayrak” adlı yayın el ilanı niteliğinde olup gazete olarak kabulü ve dolayısıyla 5680 sayılı kanunun 16/1,2 nci maddesinin uygulanması sözkonusu değildir. El ilanındaki “kardeş Kürt Halkına özgürlük” yazısından dolayı sorumlu yazı işleri müdürü olan sanığın eser sahibi olduğunun kabulü gerekir. Sanığın sahibi ve yazı işleri müdürü olarak yayınladığı "Sosyalizm Yolunda Kızılbayrak'' isimli el ilanının Ağustos 1997 tarihli ve 40 nolu özel sayısının bir yüzünde ''kardeş kürt halkına özgürlük'' diğer yüzünde de ''Askere gitme, kardeş kanı dökme'' şeklinde yazı olduğu, bu el ilanının 1.500 civarında basılarak dağıtıldığı ve İstanbul DGM. Cumhuriyet Savcılığının 31.8.1997 günlü talebi üzerine, İstanbul 4 nolu Devlet Güvenlik Mahkemesince toplatılmasına kararverildiği dosyadaki belgelerin incelenmesinden anlaşılmaktadır. Sanık, savunmalarında ''Sosyalizm Yolunda Kızılbayrak'' isimli yayının yazı işleri müdürü olduğunu, ''kardeş kürt halkına özgürlük-Kızılbayrak" ''Askere gitme, kardeş kanı dökme-Kızılbayrak'' içerikli s1oganların kendisinin izin vermesi sonucu yayınlandığını açıkça itiraf ve beyan etmiş olduğundan suçun sübutunda kuşku bulunmamaktadır. Başsavcılık ile Askerî Yargıtay 1.Dairesi arasındaki görüş farklılığının suç konusu yayının gazete olup olmadığına veya el ilanı yahut afiş niteliğinde bulunup bulunmadığına ilişkin olduğu belirlenmektedir. Zira Başsavcılık, dosyada bulunan suç konusu yayının gazete olmadığını, bizatihi suç teşkil eden slogan olduğunu bu nedenle 5680 sayılı kanunun 16/1,2 maddelerinin uygulanmasının mümkün 2 bulunmadığını ve dolayısıyla sorumlu yazı işleri müdürünün eser sahibi bulunduğu görüşünü ileri sürmesine karşın; As.Yargıtay 1.Dairesi ise; sanığın bu sloganları Recai AKTAN isimli şahsın yazdığını beyan etmesi ve müdafinin de dilekçesinde aynı hususları tekrarlaması nedeniyle öncelikle bu yazıları yazdığı ileri sürülen Recai AKTAN isimli şahsın mahkeme huzurunda veya yetkili resmi mercide yazıları kendisinin yazdığını kabul etmesinin gerektiğini, bu yazıları adı geçen kişinin yazdığı sübuta erdiği takdirde de, 5680 sayılı kanunun 16/1, 2 maddeleri uyarınca sanık hakkındaki cezanın para cezasına çevrilmesi zorunluluğu doğacağından bu tespit yapılmaksızın noksan soruşturma sonucu hüküm tesisinin kanuna aykırı bulunduğunun ileri sürüldüğü görülmektedir. Dosyada mevcut olan suç konusu yayının kurulumuzca yapılan incelenmesi ve belirlenen niteliğinden DGM.sinin toplatma kararında da açıkça suç konusu yayının ''el ilanı'' niteliğinde bulunduğunun belirtilmesinde isabet görüldüğü gibi, bahis konusu bu yayının gazete olmayıp afiş ve slogan niteliğinde bulunduğu sonucuna ulaşıldığından ve bu nedenle 5680 sayılı kanunun 16/1, 2 maddesinde belirtilen yazı, haber, resim, veya karikatür niteliğinde bulunmadığını ve sorumlu yazı işleri müdürü olan sanığın eser sahibi olduğunu ileri süren Başsavcılık itirazının KABULÜNE oybirliği ile karar verilmiştir. ------------- ------------ --------- -------- ---------- ------ ---------- ---------Bu madde için ayrıca, As. Yrg. Daireler Kurulunun 27.5.1999 gün ve 1999/122-111 sayılıolan TCK nun 159. maddesiyle ilgili içtihadına bakınız. --------- --------- --------- ----------- ------------ ---------- --------- -------- 3 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.63 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/39 K. No :1999/35 T. :18.02.1999 ÖZET Bakaya suçunun bitiş tarihinin yanlış tespiti, maddi bir hata niteliğinde olmayıp iddiaya uygun fakat hatalı bir kabul niteliğindedir. Bu nedenle, yapılan hata suçun sübutuna, hükmolunacak cezaya ve askerlik süresine etkili olmasa dahi hükmün bozulması gerekir. Dosyadaki delillere göre sanığın, 15.1.1998 tarihinde askerlik şubesine başvurduğu ve ifadesinin tespit olunduğu, bu duruma göre mütemadi bir suç olan bakaya suçunda temadinin 15.1.1998 tarihinde sona erdiği hususunda kuşku yoktur. Ancak dosyadaki deliller hilafına, gerek iddianamede gerek hükümde temadinin 5.1.1998 tarihinde sona erdiğinin kabul edildiği görülmektedir. Daire ilâmında da belirtildiği gibi bu durum, maddi bir hata niteliğinde olmayıp iddiaya uygun fakat hatalı bir kabul niteliğindedir. Dolayısıyla askerî mahkemece, öz vakıanın tespiti bakımından delillerin değerlendirilmesinde açık bir yanılgı söz konusudur. Mütemadi suçlarda, suçun başlangıcı ile sona eriş tarihi önem arz etmektedir. Zira bu suçlarla ilgili hukuk kuralları tanzim edilirken genellikle temadinin sona eriş tarihi esas alınmaktadır (Örneğin Af Kanunları) Bu bakımdan, yapılan hatanın suçun sübutuna, hükmolunacak cezaya ve askerlik süresine etkisi olmadığı gerekçesi ile bozma nedeni yapılmamasına dair düşünce kabule değer bulunmamış, Başsavcılığın itirazının reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 4 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.63 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/53 K. No :1999/40 T. :25.02.1999 ÖZET Yurtdışına çıkış yaptığını As.Şb.Bşk.na bildirmeyen, yurtdışında iken bakaya durumu hakkında konsolosluğa veya elçiliğe müracaatı olmayan ve 14.06.1995 günü giriş yaparken yetkililere bakaya durumu hakkında beyanda bulunmayan sanıkta kendiliğinden teslim olma arzusunun bulunmadığının kabulü gerekir. 1974 doğumlu olup Mengen İlçesi Askerlik şubesi mükellefi olan sanığın 23.8.1994 tarihinde sevk edilmek üzere Askerlik şubesinde hazır bulunması için çıkarılan çağrı pusulasının 28.7.1994 tarihinde annesi Emine Fidan'a tebliğ edildiği, emsallerinin 21-27 Ağustos 1994 tarihinde sevk edildiği, sanığın istenen günde Askerlik şubesinde hazır bulunmadığı, 14.6.1995 günü İstanbul Atatürk Hava Limanına sınırdışı pasaportu ile giriş yaptığı, tetkik edilmek üzere gözetim altına alındığı, yapılan araştırmada bakaya olarak arandığının tespiti üzerine 15.6.1995 günü adamlı olarak Bakırköy Askerlik Şubesi Başkanlığına teslim edildiği, bu suretle 28.8.1994-15.6.1995 tarihleri arasında bakaya suçunu işlediği sübuta ermiş bulunmaktadır.Daire ile Başsavcılık arasındaki görüş farklılığı Almanya'dan sınır dışı pasaportu ile uçakla İstanbul'a getirilmesinin yakalama sayılıp sayılmayacağı konusudur. Dosyadaki delillere göre, sanığın bakaya suçunu işlemeye başladıktan sonra 2.9.1994 tarihinde yurtdışına çıkış yaptığı, yurtdışında olduğuna dair Askerlik Şubesine bildirimde bulunmadığı, yurtdışında bulunduğu süre içerisinde bakaya durumunda olduğuna dair konsolosluğa veya elçiliğe müracaatının olmadığı, 14.6.1995 günü giriş yaparken yetkililere bakaya durumunda bulunduğuna dair bir beyanının olmadığı gibi, 15.6.1995 günü saat 00.25 de Komiser ve Polis memuru tarafından 5 alınan ifadesinde dahi bakaya durumunda olduğuna dair yetkililere bir açıklama yapmamış olması karşısında sanıkta kendiliğinden teslim olma arzusu bulunmadığı, dolayısıyla Yerel Askerî Mahkemece yakalanma olarak kabulünde isabetsizlik bulunmadığından Başsavcılığın itirazının kabulüne diğer konularda inceme yapılmak üzere Dosyanın Daireye iadesine oybirliği ile karar verilmiştir. 6 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.63 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/78 K. No :1999/97 T :13.05.1999 ÖZET Tıp Fakültesi mezunu Sanığın TUS sınavı sonucunu beklemesinin haklı ve geçerli bir mazeret olarak kabul edilmesinde isabetsizlik yoktur. Eylül 1997 celp dönemine tabi olan sanığın, 13-14 Eylül 1997 tarihinde yapılan tıpta uzmanlık sınavına (TUS) girdiği, 23.9.1997 tarihinde açıklanan sınav sonuçlarına göre, A.Ü.Çocuk Cerrahisi Ana Bilim Dalında ihtisas yapmaya hak kazandığı ve celbe katılmadığı, 3.10.1997 tarihinde Askerlik Şubesine başvurduğu anlaşılmaktadır. As.C.K.nun 63 ncü maddesinde “mazeret” unsuruna yer verilmekle beraber, bunun kapsamı belirlenmemiştir. Bu nedenle, mazeretin takdiri, makul ve mantıki nedenlere dayandırılması koşulu ile mahkemelere ait bulunmaktadır. Tıp fakültelerinden mezun olanlar açısından tıpta uzmanlık sınavlarının arz ettiği önem, bu sınavı kazandıktan sonra belirli sürede ihtisasa başlanılmaması halinde ortaya çıkabilecek sorunlar ve sınavı tekrar kazanma konusundaki güçlükler dikkate alındığında; Dairece, yukarıda özetlenen gerekçelerle sanığın sınav sonucunu beklemesinin haklı ve geçerli bir mazeret olduğu kabul edilerek beraet hükmünün sonuçta yerinde bulunarak onanmasında isabetsizlik olmadığı sonucuna varılmış ve aksi düşünceye dayalı itirazın reddine oybirliği ile karar verilmiştir. Bu kabul, sadece dava konusu olaya ilişkin olduğu, her olayın kendisine özgü koşulları içerisinde değerlendirilmesi gerektiği ve genelleme yapılamayacağı aşikar olduğundan, itiraz tebliğnamesinde ki, bu gerekçeyle çok sayıda kişinin askere gitmemesi sonucunun doğacağı, hakkın kötüye kullanılmasının ve Devletin istikrarının bozulmasının önlenmesi gerektiği şeklindeki nedenlere iştirak edilmemiştir. 7 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.63 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/147 K. No :1999/141 T. :24.06.1999 ÖZET Kendisine 8.12.1997 tarihinde kıtaya sevk edildiğinde 1 günlük yol süresi yerine (10.12.1997) de eğitim birliğine katılması hususu tebliğ edilen ve bu tarihe göre 11.12.1997 de kıtasına katıldığı görülen sanığın beraetine ilişkin direnme hükmü yerindedir. 8.12.1997 günü bir gün yol süresi verilip eğitim birliğine sevk edilen sanığın 11.12.1997 tarihinde eğitim birliğine katıldığı maddi olayda, Daire ile Yerel Askerî Mahkeme arasındaki anlaşmazlık konusu, yol süresinin hangi tarihten itibaren işlemeye başlayacağı, buna göre de olayda gün unsurunun oluşup oluşmadığı konusudur. Daire, gün unsurunun 10.12.1997 günü saat 00 dan itibaren işlemeye başladığı, 11.12.1997 günü katılmakla bir tam gün geç katıldığı görüşüne varmış, Yerel Askerî Mahkeme ise, sanığa 10.12.1997 tarihinde birliğine katılması tebliğ edildiğinden gün unsurunun 11.12.1997 günü saat 00 dan itibaren başlayacağı, sanık 24 saat geçmeden birliğine katıldığından maddi unsurun oluşmadığı gerekçesi ile önceki hükmün de direnmiştir. Sanığın yoklama kaçağı durumunda iken 8.12.1997 günü kendiliğinden Askerlik Şubesine müracaatı üzerine eğitim birliğine sevk edilmesi karşısında hazırlık süresinden istifade edemeyeceği kuşkusuz olmakla beraber, sanığa tebliğ edilen fotokopisi dosyada mevcut sevk pusulasının incelenmesinde (1) gün yol süresi verildiğine dair bir kayıtolmadığı, sevk pusulasının arka yüzünde ise 10.12.1997 tarihinde eğitim birliğine katılması gerektiği yazılarak sanığın bu tarihte kıtasına katılmasının istenildiği ve dolayısıyla sanığın kendisine (1) gün yol süresi verildiğinden bilgisi olmadığı, Askerlik Şubesince sonradan suç dosyası düzenlenirken suç cetveline yol süresinin (1) gün olduğunun azıldığı 8 anlaşılmakla kendisine, 8.12.1997 tarihinde kıtaya sevk edildiğinde 1 günlük yol süresi yerine (10.12.1997) de eğitim birliğine katılması hususu tebliğ edildiğinden, bu tarihe göre 11.12.1997 de kıtasına katıldığı görülen sanığa müsnet suçta gün unsurunun oluşmadığı tesbit edilmekle, bu tespite ve delillere uygun olarak ve bu gerekçe ile sanığın beraetine hükmeden yerel mahkemenin direnme hükmünün yerinde bulunduğu sonuç ve kanaatine vararak hükmün onanmasına oybirliği ile karar verilmiştir. 9 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.63 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/149 K. No :1999/143 T. :24.06.1999 ÖZET Başkalarının önceki tarihlere ilişkin poliklinik defterindeki isimleri silinmek suretiyle sanığın adının ve raporlarının yazıldığı sonradan düzenlenmiş raporlara dayalı mazeret savunmaları kabul edilemez. Tıp Doktoru olan sanığın 94/7 grup olar:ak askerliğine karar alındığı, Mayıs 1997 celbine tabi olup TRT duyurusu uyarınca 21.5.1997 tarihinde Askerlik Şubesine müracaat etmesi gerekirken müracaat etmediği, bundan sonraki 1997 yılı Temmuz ve Eylül ayı sevk dönemlerine de katılmadığı, 20.10.1997 günü kendiliğinden Askerlik Şubesine müracaat ettiği, bu suretle 21.5.1997-20.10.1997 tarihleri arasında çağrıya uymadığı sübuta ermiş bulunmaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık konusu, Sanığa verilen 3 istirahat raporunu düzenleyen doktorların dinlenerek raporların veriliş şekli ile poliklinik defterine zamanında kayıt edilmeyiş sebebinin, ayrıca istirahat raporlarının poliklinik vizite defterine rapor tanzimi sırasında veya sonradan kaydedilmesinin idari bir zorunluluk olup olmadığının araştırılması konusudur. Öncelikle Dosya 61.Dizide bulunan Şanlıurfa Doğum ve Çocuk Bakımevi Hastanesinin 7.7.1998 tarihli yazısında, poliklinik defterinin görevli sorumlu hemşire veya poliklinik yapan doktor tarafından doldurulacağının belirtilmiş olması karşısında, bu konuda eksik soruşturma bulunduğu yolundaki Daire görüşüne katılmak mümkün olmamıştır. Öte yandan, sanık tarafından ibraz edilen 20.5.1997 tarihli 10 günlük, 18.7.1997 tarihli 12 günlük ve 18.9.1997 tarihli 10 günlük istirahat raporlarının, şubesine başvurması gereken dönemleri kapsayacak 10 şekilde ve bu tarihlerde muayene olmuş başka hastaların adresi silinerek üzerlerine sanığın adı yazılmak suretiyle sonradan düzenlenmiş, gerçeği yansıtmayan raporlar oldukları, gerçek bir hastalığı belgeleyen bir raporun poliklinik defterine yazılmasının unutulmasının olası bulunduğu, oysa burada unutmanın söz konusu olmadığı, sonradan düzenlenmiş raporların eski ve olmayan bir durumu yeni tarihli gösterme gayretiyle başkalarının önceki tarihlere ilişkin poliklinik defterinde yer alan isimleri silinmek suretiyle sanığın adının ve raporlarının yazıldığı, bu tür yollarla elde edilen raporlara dayalı mazeret savunmalarının kabul edilebilir nitelikte bulunmadığı sonucuna varılmış ve bu nedenle Daire kararının kaldırılarak temyiz incelemesine devam edilmek üzere dosyanın Daireye iadesine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 11 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.63 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/151 K. No :1999/218 T. :09.12.1999 ÖZET Yoklama kaçağı suçunu işlemesinden sonra sevk edildiği eğitim birliğine katılmayan ve yakalanarak ele geçirilen sanığın tekrar sevk edildiği eğitim birliğine yol süresi sonunda katılmaması iki ayrı suç (As.C.K.63/1-B) oluşturur. Daire ile Başsavcılık arasında meydana gelen ve Daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, yoklama kaçağı olan sanığın mevcuden yaptırılan son yoklamasından sonra Eğitim Birliğine iki kez sevk edilmiş olması nedeniyle, ilkinde Eğitim Birliğine hiç katılmamak; ikincisinde ise gecikerek katılmak şeklindeki eylemlerinin tek bir suça mı? vücut vereceği, yoksa iki ayrı suçu mu oluşturacağına ilişkindir. Öncelikle, sanığın As.C.K.nun 63/1-A maddesinde düzenlenen Yoklama Kaçağı Kalmak suçunu işlemesinden sonra Askerlik Şubesince sevk edildiği Eğitim Birliğine katılmaması veya geç katılması şeklindeki eylemlerinin As.C.K.nun 63/1-B maddesi kapsamında olan ''sevkten sonra yoldan savuşmak'' suçu olarak değerlendirilmesi gerektiğine yönelik Daire kararının isabetli olduğuna değinildikten sonra, sanığın Eğitim Birliğine katılmak üzere Askerlik Şubesinden sevk edilmesinden sonra 16.1.1997-19.3.1997 ve 22.3.1997-27.3.1997 tarihleri arasında işlediği eylemlerinin tek suça mı? yoksa iki ayrı suça mı? vücut verdiği konusuna gelince; Her ne kadar Dairece, sanığın 14.1.1997 tarihinde (1) gün yol süresi tanınarak sevk edildiği Eğitim Birliğine katılmayıp 19.3.1997 tarihinde yakalanması üzerine yeniden Eğitim Birliğine sevk edilmesi olgusunun temadiyi kesmediği kabul edilerek, eylemin 16.1.1997 tarihinde başlayıp, sanığın Eğitim Birliğine geç katıldığı 27.3.1997 12 tarihinde sona eren tek bir ''Yoldan Savuşmak'' Suçuna vücut verdiği kabul edilmiş ise de; bu kabul isabetli bulunmamıştır. Zira; Bakaya, Geç İltihak Suretiyle Bakaya ve Kıtaya Sevkten Sonra Yoldan Savuşmak suçlarının, Firar ve İzin Tecavüzü suçları gibi ''Mütemadi Suç'' niteliğinde olduğu, bu suçlarda temadinin herhangi bir resmi makama başvurup katılmakla veya yakalanmakla sona erdiği kuşkusuzdur. Sanık 14.1.1997 tarihli sevkten sonra işlediği yoldan savuşmak suçundan dolayı 19.3.1997 tarihinde yakalanmakla temadi kesilmiş ve birinci Yoldan Savuşmak suçu tamamlanmıştır. Eğitim Birliğine sevk için hakkında bir takım işlemler yapıldıktan sonra 20.3.1997 tarihinde tekrar serbest olarak eğitim Birliğine sevk edilmiş, ancak sanık Birliğine zamanında gitmemekle ikinci kez As.C.K.nun 63/1-B maddesinde yazılı Yoldan Savuşma suçunu işlemiştir. Sanığın bu durumu, firar suçundan yakalanıp Birliğine teslim edildikten sonra, ertesi günü Birliğinden tekrar firar eden kişinin durumundan farksızdır. Tüm uygulamalar ve Askerî Yargıtay İçtihatları da bu yöndedir. (özellikle işbu dava konusuyla aynı olan Askerî Yargıtay 1 nci Dairesinin 5.7.1995 tarih ve 1995/481-480 ve 4 ncü Dairenin 28.6.1994 tarih ve 1994/358-357 sayılı içtihatları). Aksi halin kabulü mütemadi suçun niteliğine ve özelliklerine aykırı olacağı gibi temadiyi kesen olgunun tespiti konusu, sanığın (hiç bir zaman kesin olarak saptanması mümkün bulunmayan) iradesine bağlı ve varsayıma dayalı olur ki, bu durum içinden çıkılmaz karışıklıklara, keyfiliklere ve adaletsizliklere yol açacaktır. Gerçekten, aynı şekilde yoklama kaçağı veya bakaya durumunda olup da, yakalandıktan sonra sevk edildiği Eğitim Birliğine gecikerek katılanlar ile, katılmayıp tekrar kaçan ve ikinci kez yakalandıktan sonra sevk edildiği eğitim Birliğine gecikerek katılanın, suç ve ceza yönünden aynı konumda olduklarının ve dolayısıyla tek bir suç işlediklerinin kabulü ile aynı şekilde cezalandırılmaları kabul edilemez. Somut olayda, sanık 14.1.1997 tarihinde sevk edildiği eğitim Birliğine tanınan (1) günlük yol süresi itibariyle en geç 16.1.1997 tarihinde katılması gerekirken yoldan savuşup 19.3.1997 tarihinde yakalanmakla temadi sona ermiş ve dolayısıyla 16.1.1997-19.3.1997 tarihleri arasında yakalanmakla sona eren ''yoklama kaçaklığından yakalanıp da sevkten sonra Yoldan Savuşmak suçunu (As.C.K.nun 63/1B) işlemiştir. Sanık, oluşan bu suçtan bir gün sonra (20.3.1997 tarihinde) (1) gün yol süresi tanınarak sevk edildiği eğitim Birliğine 22.3.1997 13 tarihinde katılması gerekirken, yenilenen ikinci bir suç kastı ile hareket ederek, Eğitim Birliğine zamanında gitmeyip 27.3.1997 tarihinde kendiliğinden katılmakla, As.C.K.nun 66/1-B maddesi kapsamındaki suçu ikinci kez işlemiştir. Bu nedenle sanığın söz konusu iki ayrı suçunu, tek suç olarak değerlendiren Daire kararının kaldırılmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. MUHALEFET ŞERHİ : Bakaya suçları mütemadi suçlardan olmakla beraber söz konusu suç unsurları ve Sanıkların konumları açısından yine mütemadi suçlardan olan firar ve izin tecavüzü suçlarına göre farklılık arz etmektedir. Sanığın, askerlik şubesinden sevkinden sonra kendisine tanınan yol süresi sonunda Eğitim Merkezine katılması gerekmekte ve Bakaya suçunun temadisi de sevk edildiği Eğitim Birliğine katılmakla sona ermektedir. Sanık 14.1.1997 Tarihinde askerlik şubesinden sevk edilmiş ve 1 günlük yol süresi sonunda sevk edildiği Birliğe katılmayarak bakaya durumuna düştükten sonra 19.3.1997 Tarihinde yakalanarak ele geçirilmiştir. Sanığın bu durumda sevk edildiği Eğitim Merkezine adamlı olarak teslimi gerekirken sanık tekrar askerlik şubesine götürülerek ikinci bir sevk işlemine tabi tutulmuştur. Sanığın, gerekmediği halde ikinci bir sevk'e tabi tutulmasının ikinci bir bakaya suçunun oluşumuna esas alınması Ceza Hukukunun "Kanunsuz suç ve Ceza olmaz'' şeklindeki temel kuralını zedeler niteliktedir. Zira bakaya suçunun oluşumu için As.C.K.nun 63 ncü Maddesinde yazılı olduğu üzere Sanığın yaşıtlarının veya birlikte işleme bağlı arkadaşlarının ilk kafilesinin yollanmış bulunması gerekmektedir. Sanığın 14.1.1997 Tarihinde askerlik şubesinden sevk edildiğinde bu unsur gerçekleşmiş ve zamanında katılmamakla bakaya suçu işlenmeye başlamıştır. Yukarıda belirtildiği üzere, bu suç Sanığın Eğitim Birliğine katılışı veya buraya teslim edilmek üzere yakalanışı ile sona erecektir. Askerlik Şubesince ikinci kez sevk edildiğinde yine zamanında katılmama halini ikinci bir bakaya suçu olarak kabul etmek ilk bakaya suçunun oluşumunda ve neticede ceza verilmesinde kullanılan bir unsuru "yaşıtlarının veya birlikte işleme tabi tutulduğu arkadaşlarının yollanması durumu'' tekrar kullanmak bir suçtan ikinci bir ceza verilmesi gibi ceza hukukuna göre mümkün olmayan bir durumu da beraberinde getirmektedir. Burada şu hususa da dikkat etmek gereklidir. Askerlik Şubesinin Sanığı ikinci bir kez sevk'e tabi tutması idari nitelikteki bir 14 işlemdir. İdari işlemler ile bir suçun oluşup oluşmaması bakımından ceza hukukunca aranılan unsur ve kurallar farklı niteliktedir. Askerlik Şubesinin Sanığı ikinci kez sevk'e tabi tutması hukuki olsa dahi ikinci bir suçun oluşup oluşmayacağı ceza hukuku kurallarınca tespit edilecektir. Dava konusu olayda, Sanığın tek ve aynı kasıt altında hareket ettiği de açıkça ortadadır. Belirtilen nedenlerle, "Sanığın eylemini tek suç kabul etmenin mütemadi suçun niteliğine uygun düşmeyeceği, temadiyi kesen olgunun Sanığın iradesine bağlı tutulmasının keyfiliklere, karışıklıklara, adaletsizliklere yol açacağı, sevkten sonra Eğitim Birliğine gecikerek katılanlar ile katılmayıp tekrar kaçan ve yakalandıktan sonra ikinci kez Eğitim Birliğine gecikerek katılanlar arasında suç ve ceza yönünden aynı konumda olduklarının, aynı şekilde cezalandırılmalarının kabul edilemez'' olduğu gerekçelerine dayalı olarak olayda iki ayrı suçun işlendiğini kabul eden çoğunluk görüş ve kararına katılmadık. Çünkü söz konusu hususlar, tek suç mu? yoksa iki suç mu? işlenmiş olduğunun değerlendirilmesi ve tespitinden ziyade temel cezanın tayini ile ilgili hususlardır ki Hâkim, faile ve fiiline göre TCK.29.Maddesinde yazılı kriterleri dikkate alarak Sanıklar hakkında keyfiliklere, karışıklıklara ve adaletsizliklere yol açmayacak şekilde en uygun cezayı vermek zorunda olduğundan ve hâkimin bu konudaki takdiri de Yargıtay denetimine tabi bulunduğundan söz konusu gerekçelerle iki ayrı suçun varlığının kabulü de uygun bulunmamaktadır. 15 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.64 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/104 K. No :1999/119 T. :03.06.1999 ÖZET Yedeklik tatbikat süresinin başlangıcında yasal ve geçerli mazereti bulunan sanığın, kısa bir süre sonra yedeklik çağı dışına da çıkacağı göz önüne alındığında artık tatbikata gitmesinin gerekmediği kanaatine varması doğal karşılanabileceği cihetle, suç kastıyla hareket etmediğinin kabulü gerekir. Davada maddi olayın sübutunda kuşku olmayıp, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, atılı suçun manevi unsur yönünden oluşup oluşmadığına ilişkin bulunmaktadır. Dosyadaki delillere göre; Sanığın, 12.5.1939 doğumlu olup, 4.4.1986 tarihinde İs.Tek.Kad.Bçvş.olarak emekli olduğu, 926 Sayılı Kanunun 107 nci maddesine göre, 55 yaşını bitirinceye kadar yedek astsubaylık statüsüne geçirildiği ve Yedek Subay Kanunu hükümlerine tabi olduğu, bu durumda yedeklik çağının 12.5.1994 tarihinde sona erdiği, bu tarihten önce 13-25 Eylül 1993 tarihleri arasındaki "Ferdi Seferberlik Eğitimine" çağrıldığı, bunun için çıkarılan silahaltı davetiyesinin 10.8.1993 tarihinde kendisine tebliğ edildiği, ancak sanığın, 13.9.1993 tarihine kadar katılması gereken bu tatbikata katılmadığı, daha sonra 16.8.1996 tarihinde Kartal Askerlik Şubesine başvurduğu ve anılan eğitimin 20.8.1996-2.9.1996 tarihleri arasında tamamlattırıldığı, savunmasında rahatsızlığı nedeniyle tatbikata katılmadığını beyanla buna ilişkin raporunu ibraz ettiği, Kartal İlçesi Merkez Sağlık Ocağı Tabipliğince verilen bu raporda sanığın 9.9.1993 günü yapılan muayenesinde "Grip tanısı ile (7) gün yatak istirahatinin uygun görüldüğü", bu durumun Dz.49'daki vizite defteri fotokopisi ile de doğrulandığı anlaşılmıştır. 16 Bu şekilde gerçekleşen maddi olayda, tatbikat süresinin başlangıcında yasal ve geçerli mazereti bulunan sanığın, kısa bir süre sonra yedeklik çağı dışına da çıkacağı göz önüne alındığında artık tatbikata gitmesinin gerekmediği kanaatine varması da doğal karşılanabileceği cihetle, Daire ilâmında etraflı şekilde açıklandığı üzere, suç kastı ile hareket etmediğinin kabulü ile mahkûmiyet hükmünün sübut yönünden bozulmasında bir isabetsizlik görülmediğinden aksi düşünceye dayalı itirazın reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 17 ASKERİ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/16 K. No :1999/23 T. : 04.02.1999 ÖZET Kanunda mazeretin kapsamı belirlenmediğinden, bunun takdiri, makul ve mantıki nedenlere dayandırılması kaydıyla mahkemelere aittir. 11.3.1997 tarihinde (20) gün izin alarak kıtasından ayrılan sanığın, Çanakkale-Niğde arası gidiş dönüş dört günlük yol süresi nazara alındığında 4.4.1997 tarihinde birliğine katılması gerekirken 1.5.1997 tarihin de katıldığı, sorgu ve savunmalarında izninin sonunda hastalandığını ve yola çıkamayacak durumda olduğunu, iyileşmeyince acilen Niğde Devlet Hastanesine yatırılıp tedavi edildiğini beyan ettiği, Niğde Devlet Hastanesi Baştabipliğinin (Dz.3 ve 37) deki yazılarında adıgeçenin 10.4.1997 tarihinde "psikotik depresyon" tanısı ile yatırılıp, ayaktan tedavi ve kontrolüne devam edildiğinin bildirildiği, kıtasına katıldığında rahatsızlığının devam etmesi nedeniyle sevk edildiği Gelibolu Askerî Hastanesinde 9.5.1997-22.5.1997 tarihleri arasında yatırılarak tedavi edildiği ve "Reaktif Anksiyete Reaksiyonu" tanısı ile (1,5) ay hava değişimi verildiği (Dz.39), daha sonra Askerlik Şubesi Başkanlığı tarafından sevk edildiği GATA'da 23.7.1997-1.8.1997 tarihleri arasında yatırılarak tedavi edildiği ve "Anksiyete Bozukluğu" tanısı ile (1,5) ay hava değişimi verildiği (Dz.44) Ankara Mevki Hastanesi Sağlık Kurulunun 26.1.1998 tarih ve (290) sayılı raporu ile "Geçirilmiş Depresif Bozukluk" tanısı ile Askerliğe elverişli (Dz.64) ve bu hastalığın TCK.nun 47 nci maddesinden yararlanmasını gerektirecek nitelikte olduğuna (Dz.73) karar verildiği dosya kapsamından anlaşılmıştır. As.C.K.nun bazı maddelerinde (örneğin 63,65) ve izin tecavüzü suçunu düzenleyen 66/1-b maddesinde "mazeret" unsuruna yer verilmiş 18 olduğundan, öncelikle sanığın bu rahatsızlığının atılı suçun sübutu açısından mazeret olarak kabul edilip edilemeyeceği incelenmelidir. Kanunda mazeretin kapsamı belirlenmediğinden, bunun takdiri, makul ve mantıki nedenlere dayandırılması kaydıyla mahkemelere aittir. Bu çerçevede somut olay incelendiğinde; sanığın izinde iken başlayan şuur ve hareket serbestisini önemli derecede azaltacak nitelikte bir ruhsal rahatsızlığı bulunduğu, bu rahatsızlığının tedavisine 10.4.1997 tarihinde Niğde Devlet Hastanesinde başlanıp 1.8.1997 tarihinde verilen 1,5 aylık hava değişimi sonuna kadar devam ettiği çok açık biçimde saptanmış olmaktadır. Daire ilâmında da belirtildiği gibi; bu rahatsızlığın suç tarihlerinde de tedaviyi gerektirecek ve sanığın kıtada kalmasını sakıncalı kılacak nitelikte olduğu aşikardır. Bu nedenle, sanığın rahatsızlığının mazeret olarak kabul edilmesi, yasanın amacına, hak ve nesafet kurallarına uygun olacağından; askerî mahkemece sanığın mazeretsiz olarak iznini tecavüz ettiğinin kabul edilmesi, takdirde yanılgı olarak görülmüş ve hükmü sübut yönünden bozan Daire ilâmında bir isabetsizlik bulunmadığından aksi düşünceye dayalı itirazın reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 19 ASKERİ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/19 K. No :1999/24 T. :04.02.1999 ÖZET 1. Sanığın sorgusuna göre, firar eylemine son vermek, birliğine katılmak iradesiyle hareket ettiği hususunda kuşku bulunmadığından kıtaya kendiliğinden katıldıktan sonra aynı gece tekrar firarı iki ayrı firar suçunu oluşturur. 2. Hükmün kesinleşmesinden sonra, önceki tutukluluk süresi hükmün kısmen infazı sayıldığından sanığın ikinci firar suçu mükerrer firar niteliğindedir. Sanığın, daha önce işlemiş olduğu firar suçundan verilen hükmün 23.2.1998 tarihinde kesinleştiği, bu suç nedeniyle tutuklu kaldığı sürenin mahsubuna da karar verildiği, 20.2.1998 tarihinde firar ettiği, 2.4.1998 tarihinde saat 17.00’de kendiliğinden kıtasına katıldığı, 3.4.1998 tarihinde 00.30’da yapılan koğuş kontrolünde tekrar firar ettiğinin anlaşıldığı, 5.5.1998 tarihinde yakalandığı, bu şekilde gerçekleşen maddi olayda Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki anlaşmazlığın,eylemlerin tek bir firar suçunu oluşturup oluşturmadığına ve iki suçun varlığı kabul edildiği takdirde ikinci firar suçunun mükerrer olup olmadığına ilişkin olduğu anlaşılmaktadır. Bu duruma göre; firar suçlarında temadi, failin kendiliğinden kıtasına veya resmi bir mercie başvurması ya da yakalanması ile sona ereceğinden, 2.4.1998 tarihinde kıtasına katılan sanığın dehalet iradesi ile hareket edip etmediğinin belirlenmesi gerekmektedir. Sanık askerî mahkemece huzurda saptanan sorgusunda; psikolojik rahatsızlığı ve ailevi nedenlerle firar ettiğini, bir süre sonra pişman olarak 2.4.1998 tarihinde birliğine katıldığını, ancak ceza vereceklerinden korktuğu için 3.4.1998 günü tekrar firar ettiğini beyan etmektedir. Bu beyandan açıkça anlaşılacağı gibi, sanığın firar eylemine son vermek, 20 birliğine katılmak iradesiyle hareket ettiği hususunda kuşku bulunmamaktadır. Dava dosyasında bunun aksini gösteren herhangi bir bilgi ve bulgu yoktur. Bu nedenle askerî mahkemenin,sanığın eyleminin iki ayrı firar suçunu oluşturduğuna dair kabulünde bir isabetsizlik görülmemiştir. (Bir üye bu görüşe katılmamıştır.) Sanığın ikinci firarının mükerrer olup olmadığı yönünden yapılan incelemede; sabit olan bu firar suçunun, ilk firar suçundan verilen mahkûmiyet hükmünün 23.2.1998 tarihinde kesinleşmesinden sonra 3.4.1998-5.5.1998 tarihleri arasında işlendiği ve kesinleşen hükümde adı geçenin tutuklulukta geçirdiği sürenin de mahsubuna karar verildiği anlaşılmıştır. Tekerrür konusunda farklı hükümler içeren Askerî Ceza Kanunun 42 nci maddesi incelendiğinde tekerrür hükümlerinin uygulanabilmesi için; 1) Gerek ilk suçun gerek ikinci suçun birer askerî cürüm olması ve bu cürümlerin aynı olması, 2) En az iki kez işlenen bu iki askerî cürme ilişkin maddede tekerrürden söz edilip, bu halde faile ne suretle ceza verileceğinin gösterilmiş olması, 3) İlk cürümden dolayı hükmedilmiş olan cezanın ya tamamen veya kısmen infaz edilmiş olması veya özel af yolu ile düşmüş olması, 4) İkinci cürmün belirli bir süre (birinci cürme ait cezanın infazından veya özel af ile düşmesinden itibaren beş sene) içinde işlenmiş olması, Şartlarının gerçekleşmesi gerekmektedir. Somut olay bu çerçevede incelendiğinde; tekerrür hükümlerinin uygulanması için gerekli şartların tamamının gerçekleştiği ve sanığın eyleminin mükerrer firar niteliğinde olduğu görülmektedir. Uyuşmazlığa konu “kısmen infaz” durumu, bizzat yasada yer almakta olup, içtihatların kabul ettiği bir husus değildir. Her ne kadar Daire kararında tutuklulukta geçen sürenin kısmen infaz sayılmayacağı kabul edilmiş ise de; kanunda “kısmen infaz” ile neyin amaçlandığı açıklanmamakla beraber, Doktrinde (Prof.Dr.Sahir ERMAN Askerî Ceza Hukuku) ve As.Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarında (örneğin As.Yrg.Gn.Krl.nun 4.4.1958 tarih ve E.57/4124K/4284 ve As.Yrg.Drl.Krl.nun 23.12.1993 tarih ve 1993/103-101, 1.10.1998 tarih ve 1998/127-123 sayılı kararları) bir mahkeme kararı ile oluşan ve cezaya mahsubu gereken tutukluluk süresinin kısmi infaz sayılacağı ve tekerrüre esas olacağı kabul edilmektedir. Bu kararlarda da belirtildiği gibi; TCK.nun 40/1 ve 353 Sayılı Kanunun 251/1. 21 maddelerinde yer alan “Hükmün kesinleşmesinden önceki tutukluluk süresi, hükümlülük süresinden indirilir” ve 647 Sayılı Kanunun 19/3 maddesindeki şartla salıvermede “hükümlünün tutuklu kaldığı günler de hesaba katılır” şeklindeki kurallar gereği, hükmün kesinleşmesinden sonra, önceki tutukluluk süresinin hükümlülük süresinden indirilerek, hükmün kısmen veya tamamen infaz edilmiş sayılacağı açıktır. Askerî Mahkemece, her iki suça ilişkin olarak tesis edilen hükümlerde bir isabetsizlik bulunmadığından, hükümlerin onanmalarına oyçokluğu ile karar verilmiştir. KARŞIOY YAZISI : Sanığın, 3.4.1998-5.5.1998 tarihleri arasındaki firar suçunun mükerrer nitelikte olduğunun kabulüyle direnilmek suretiyle bu yönde yapılan uygulamada isabet bulunduğu kabul edilerek Yerel Mahkeme hükmü çoğunluk tarafından onanmış ise de; sanığın daha önce işlediği 10.9.1997-1.10.1997 tarihleri arasındaki firar suçundan kesinleşmiş mahkûmiyeti olmakla beraber, buna ilişkin 10 aylık hapis cezası yerine getirilmeden mükerrer olduğu kabul edilen 3.4.1998-5.5.1998 tarihleri arasındaki firar suçunun işlendiği, sanığın önceki suçtan bir süre tutuklu kalmış olmasının kısmen infaz edilmiş sayılmasına olanak bulunmadığı ve bu nedenle de ikinci suçun mükerrer addedilmesinin yasaya aykırı olduğu düşüncesindeyiz. Şöyle ki; Uzun bir tarihi gelişimi olan ve öğretide ve yargı kararlarında sık sık tartışılan “Tekerrür” kurumu; failin önceki cezadan korkmadığını ve uslanmadığını suç işlemekte alışkanlık ve ısrarını ve bu sebeple verilen cezanın yetersizliğini gösterdiğinden, cezayı artırıcı kişisel bir hal olarak kabul edilmiş ve baskın görüşe paralel olarak genelde; “Bir cürümden dolaya kesin surette mahkum olan bir kimsenin cezasını tamamen çektikten veya ceza, yasal nedenlerden biriyle düştükten sonra, belli bir süre içinde yeniden cürüm işlenmiş olması” biçiminde tanımlana gelmiştir. Yargıtay İçt.Brl.Kr.nun 28.5.1942 tarih ve 31/14 Sayılı kararında da benimsenip kabul edildiği gibi, T.C.K.nun 81/1 nci maddesinin sözüne de uygun olarak, (diğer koşulların da varlığı halinde) salt mahkûmiyet yeterli görülmeyip, bu mahkûmiyete ilişkin cezanın da çekilmiş olma (infaz-yerine getirilme) koşullar aranmıştır. Tekerrür konusunda T.C.K.nundan büyük ölçüde ayrılan As.C.K.nun 42/1 nci maddesinde aynen; “Bir cürüm işleyenin mükerrir sayılması ve bu kanunun o suretle gösterdiği hükümlerin ve cezaların tatbik edilmesi, suçlunun askerî bir cürümden dolayı bir Türk Askerî 22 Mahkemesinde MAHKUM OLARAK CEZA GÖRDÜKTEN SONRA aynı askerî cürmü tekrar yapmasına bağlıdır.” denilmekte ve maddenin 2 nci fıkrasında da; bu hükmün (yani 1 nci fıkrada yazılı hususun) evvelce verilen cezanın kısmen tenfiz edilmiş veya hususi af yoluyla düşmüş olması halinde bile tatbik olunacağına işaret olunmuştur. Görüldüğü gibi, önce işlenen ve tekerrüre esas sayılan mahkûmiyetin; yerine getirilmiş olma -infaz edilmiş olma- çektirilmiş olma koşulu bakımından iki yasa maddesi arasında herhangi bir ayrım bulunmamaktadır. Başka bir deyişle tekerrür hükümlerinin uygulanabilmesi için önceki suçtan verilen mahkûmiyet yeterli olmayıp, bu mahkûmiyete ilişkin cezanın yerine getirilmiş olması gerekmektedir. As.C.K.nun 42/1 nci Maddesindeki “Mahkum olarak ceza gördükten sonra” deyişi bunu açık ve seçik olarak ortaya koymaktadır. Şu hale göre; Askerî C.Kanunu açısından tekerrür hükümlerinin uygulanabilmesi için; 1. Gerek ilk suçun, gerekse ikinci suçun aynı askerî suç olması, 2. En az iki kez işlenen aynı askerî suça ilişkin maddede tekerrürden söz edilip, bu halde failin cezasının gösterilmiş olması (As.C.K.nun 65,66,67,75 ve 108 nci Maddeleri ile Ek-1 Ek-2 nci Maddeleri) 3. İlk suçun cezasının yerine getirilmesinden (infaz) veya affından itibaren yeni cürmün işlendiği tarihe kadar Beş yılın geçmemiş olması. 4. Bir cürümden dolayı hükmedilmiş olan cezanın tamamen veya kısmen yerine getirilmiş olması (infaz edilmiş bulunması) Gerekmektedir. Dava konusu olaya bu açıdan bakıldığında yukarıda belirtilen ilk üç koşulun varlığı konusunda herhangi bir duraksama bulunmamaktadır. Ancak tekerrüre dayanak yapılan Ege Ordu.K.lığı As. Mahkemesinin 29.12.1997 gün ve 1997/1044-803 sayılı olup 23.2.1998 tarihinde kesinleşen “Firar” suçundan mahkûmiyete ilişkin hükme konu olan davanın yargılama aşamasında sanığın tutuklu kaldığı sürenin ve bunun 353 Sayılı Kanunun 251 nci Maddesi uyarınca ceza süresinin indirilmesinin kısmen infaz (yerine getirme) sayılıp sayılamayacağının tartışılması gerekmektir. Bilindiği ve istisnasız tüm yargı kararlarında da kabul edildiği üzere tutuklama bir ceza değil tedbir olup, hükmün kesinleşmesinden önceki tutukluluk süresinin hükümlülük süresinden indirilmesi yasanın emredici bir hükmüdür. Bunun gibi, resmi bir müessesede gözaltına alınmada (C.M.U.K.74), hastanede (C.M.U.K.nun 404 ve 353 Sayılı 23 Kanunun 251), yolda ve nezarette geçen sürelerin hükümlülük süresinden indirilmesi yasa gereği olduğu kadar kişi hak ve özgürlüklerinin korunmasının da doğal bir sonucudur. Türk Hukuk Lügatında; “cezanın infazı, cezaya ait hükümlerin gereğini yerine getirmektir ki, müddeiumumi tarafından tatbik olunur” denilmekte ve 353 Sayılı Kanunun 244 ncü Maddesi de; “Askerî Mahkemelerce verilen ceza hükümlerinin kesinleşmedikçe yerine getirilemiyeceğini, askerî mahkemelerce verilen hükümlerin... yerine getirilmesi gerektiğinin askerî mahkeme kıdemli askerî hâkim tarafından hükmün altına işaret edilmek suretiyle onaylanacağını, hükümlerin yerine getirilmesinin davayı açan askerî savcılar tarafından kovuşturulacağını cezaların askerî ceza evlerinde ne suretle infaz edileceğini, hükümlüler hakkında kimler tarafından ve ne gibi inzibatı tedbirler ve disiplin cezaları verilebileceğinin M.S.Bakanlığınca çıkarılacak bir yönetmelikle gösterileceğini...” amir bulunmakta olup, tutukluluğun ceza değil bir tedbir olduğu gerçeği bir yana, anılan bu hükümler dahi, infazın (yerine getirmenin) ne olduğu, şartlarını, nasıl yapılacağını, hangi prosedüre tabi olduğunu açık ve seçik olarak ortaya koymaktadır. Yukarıda değinildiği üzere, As.C.K.nun 42 nci Maddesindeki; “Mahkum olarak ceza gördükten sonra...” tabiri ile, 353 Sayılı Kanunun 244 ncü Maddesindeki; “Ceza hükümlerinin kesinleşmedikçe yerine getirilemiyeceğine” ilişkin hükümler gözönüne alındığında, özgürlükler açısından aralarında herhangi bir fark bulunmayan ve hükümlülük süresinden indirilen hallerden nezaret ve yolda geçen sürelerin tekerrür hükümlerinin uygulanması bakımından yerine getirme (infaz) sayılmayıp, hâkim veya yargı kararına ilişkin olduğundan bahisle sadece bir tedbirden ibaret olun tutukluluk ve yasal bir tespitten ibaret bulunan resmi bir müessesede gözaltına alınma gibi hallerin kısmen yerine getirilme (infaz) sayılarak tekerrüre esas alınması çelişki olduğu gibi, As.C.K.nun 42 nci Maddesi ile 353 Sayılı Kanunun 244 ncü maddesinde açık aykırılık teşkil etmektedir. Zira, dava konusu olayda, sanığın mahkum olarak ceza gördükten sonra, mükerrer kabul edilen ikinci fiili işlemesi söz konusu olmadığı gibi, aksi halin kabulü; “hüküm, kesinleşmeden önce de yerine getirilebilir veya getirilmiş sayılır ve tutukluluk da bir cezadır” biçiminde bir yargıya varılmış olur ki, yasanın bu düşünceyi hiç bir şekilde himaye etmeyeceği ortadadır. Öte yandan, aksi düşüncenin kabulü halinde; önceki aynı suçu işleyen, hüküm giyen ve bir süre bu suçtan tutuklu kalan iki sanıktan 24 birisinin temyiz hakkını kullanıp bir süre hükmün kesinleşmesini önlemesi, diğerinin ise bu hakkını kullanmayarak hakkındaki hükmün hemen kesinleşmesi ve bu arada her ikisinin aynı suçu tekrar işlemesi durumunda veya birinin önceki suçtan bir tedbir olarak tutuklanması, diğerinin ise tutuksuz yargılanması halinde, temyiz etmeyen veya tutuklu kalan bakımından tekerrür açısından aleyhe bir durum yaratılmış olacaktır ki bunun yasa önünde eşitlik ilkesinin ihlali bir yana, tekerrür müessesesiyle ulaşılmak istenen amaca da ters düşecektir. Açıklanan tüm bu nedenlerle sanığın 3.4.1998-5.5.1998 Tarihleri arasındaki firar suçunun mükerrer olarak kabulüyle o yönde yapılan uygulamada yasal isabet göremediğimizden, hükmün bozulması yerine onayan çoğunluk kararına katılmıyoruz. 25 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/40 K. No :1999/28 T. :11.02.1999 ÖZET 19.6.1997 tarihinde sözleşmesinin feshi talebinde bulunan ve 3.9.1997 tarihinde yinelediği talebi amiri tarafından kabul edilerek durumu üst makamlara bildirilen J.Uzm.Onbaşı sanığın gönderildiği izninden zamanında dönmemesi şeklinde gelişen olayda; sanığın polis okulunda görevine başlaması, bu durumun amirlerince de bilinmesi ve kendisinden istenen bütün haklarından feragat ettiğine dair noter onaylı belgeyi göndermesi karşısında, sanığın suç işleme kastı ile hareket etmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Adıyaman Özel Harekat Grup K.lığı emrinde görevli Uzm.Onb.A.K.ın 5.9.1997 günü 2 gün yol hariç 20 gün süre ile izine gönderildiği, 27.9.1997 günü birliğine katılması gerekirken katılmadığı, 16.3.1998 tarihinde mukavelesinin fesh edildiği, bu suretle 27.9.199716.3.1998 tarihleri arasında izin tecavüzünde bulunduğu maddi bir vakıa olup 3269 sayılı kanun ile Uzman Erbaş Yönetmeliğine göre sanığın tek taraflı olarak mukavelesini fesh etme yetkisi bulunmadığında kuşku yoktur. Ancak sanıkta izin tecavüzü suçunu işlemek kastı bulunup bulunmadığının tartışılması suçun işleniş şeklinin özellikleri nedeni ile de zorunlu görülmüştür. Zira sanık Cumhuriyet Savcılığınca alınan ifadesinde ve Askerî Mahkemede yaptığı sorgu ve savunmalarında; "...1994 yılında sözleşme yaparak Adıyaman Özel Harekat Grup K.lığında Uzman Erbaş olarak göreve başladığını, 1996 yılında yeniden sözleşme yaptığını, 1997 yılında Kayseri de Polis olmak için imtihana girdiğini, kazandığının bildirilmesi üzerine 1997 yılı Haziran ayında istifa dilekçesini birliğine verdiğini, birliğinin bu dilekçeyi onaylamadan bölge K.lığına göndermesi sebebiyle iade edildiğini, onaylanıp Bölge K.lığına yeniden gönderildiğini, 1 Eylül 1997 tarihinde Eskişehir Polis 26 Okulunda hazır bulunmasına dair yazının gelmesi üzerine durumu Komutanına arz ettiğini, komutanının da kendisine üzerinde bulunan zimmeti teslim etmesini, eşyalarını toplamasını ve okula giderek başlamasını söylemesini takiben üzerinde bulunan tüm eşyaları teslim ettiğini, arkadaşları ile vedalaştığını, ailesini ve eşyalarını Niğde'ye gönderdiğini komutanın konuşmasından istifasının kabul edileceği veya edildiği kanaatine vardığını; zira evvelce de iki arkadaşının istifalarını istemeleri üzerine bu taleplerinin kabul edilmiş olduğunu; 5.9.1997 tarihinde Polis okulunda göreve başladığını birkaç defa birliği ile telefonla görüştüğünü, istifasının kabul edilmediğini öğrenince Ankara'da bulunan Uzm.Erbaş atama bürosuna gittiğini kendisine noterden tasdikli ve bütün haklarından feragat ettiğini bildirir istifa dilekçesini acilen göndermesini istediklerini, birliğine telefon açarak böyle bir dilekçe göndereceğini, kabul edilip edilmeyeceğini sorduğunu "dilekçeyi acele gönder" şeklinde cevap verilmesi üzerine istenen dilekçeyi APS ile gönderdiğini bilahare de müteaddit defalar birliğini aradığını ve gereğini yapacakları cevabını aldığını..."beyan ettiği görülmüştür. Sanığın açıklamış olduğu bu savunmalarının dosyadaki yazılı belgelere de uygun olduğu görülmektedir. Şöyle ki; 19.6.1997 tarihinde ailevi sebeplerle sözleşmesinin feshini istediği, 3.9.1997 tarihli dilekçesi ile yine sözleşmesinin feshini istemesi üzerine 4.9.1997 tarihinde sanığın ilk amiri olan J.Tğm.M.Ö. tarafından Adıyaman J.K.Özel Harekat Grup K.lığına sanığın görevinde başarısız olduğundan sözleşmesinin feshedilerek T.S.K.ile ilişiğinin kesilmesi için teklif yazısının yazıldığı; Adıyaman İl.J.K.tarafından da bu yazının 15.9.1997 tarihinde Adana Bölge K.lığına gönderildiği anlaşılmaktadır. Keza Adana Bölge K.lığının 25.9.1997 tarihli yazılarından ise; sanığın Polis olabilmek için bu yola başvurduğu, teklif yazısında belirtilen gerekçelerle T.S.K.den ilişiği kesilen personelin emniyet teşkilatına kabulünün mümkün olmayacağından konunun yeniden değerlendirilmesi için iade edildiği, anlaşıldığı gibi sanığın Eskişehir 3 ncü noterliğince düzenlenen 1.10.1997 tarihinde polislik imtihanını kazandığından bütün haklarından istifa ettiğine dair dilekçesini birliğine göndermesi üzerine birliğin komutanı J.Tğm.M.Ö. tarafından gerekli işlemlerin yapılabilmesi için bahis konusu dilekçenin 6.10.1997 tarihinde Adıyaman Grup K.lığına gönderildiği (61), ve nihayet 16.3.1998 tarihinde de sanığın T.S.K.ile ilişiğinin kesilmiş bulunduğu belirlenmektedir. Sanığın savunmaları ile dosyadaki deliller birlikte değerlendirildiğinde; polis olabilmek için imtihana girdiğinden ve 27 kazandığından birlik mensuplarının başından itibaren bilgi sahibi bulundukları nitekim 3.9.1997 tarihli dilekçesinde Eskişehir Polis okulunda öğrenci olduğunu beyan etmiş olmasına rağmen, izin süresi sona erdikten sonra yakalanması için herhangi bir yazının yazılmadığı, anlaşıldığı gibi; 20 Ağustos 1997 tarihinde göreve başlamış olduğu anlaşılan J.Tğm.M.Ö.'un aradan henüz 15 günlük bir süre dahi geçmediği dolayısıyla sanığı yakınen tanımadığı açık olduğu halde disiplinsiz olması sebebiyle T.S.K.den ilişiğinin kesilmesi için Tb.K.lığına teklifte bulunmasına, ilişkin yazmış olduğu yazının Adana Bölge K.lığınca T.S.K.den disiplinsizlik sebebiyle vaki ayrılmalarda polis olunamayacağına bu nedenle konunun yeniden değerlendirilmesine ilişkin iadesine dair yazılarının da sanığın mağdur olmaması ve T.S.K. ile olan mukavelesinin feshedilmesini temin amacına yönelik olduğu, hususları açıkça anlaşılmaktadır. Ancak sanığın mukavelesinin feshedilmemesi üzerine Bl.Komutanı olan Tğm.M.Ö. ile Astsb.E.Y.'ın sorumluluktan kaçınmak amacıyla sanık hakkında yasal işleme başvurdukları açıkça ortaya çıkmış bulunduğundan; Sanığın şüpheden uzak şekilde suç işleme kastı ile hareket etmiş olduğunu söylemenin mümkün bulunmadığını ve bu nedenle oluşmayan suç nedeniyle hakkında beraet kararı yerine mahkûmiyete hükmedilmesini yasaya uygun görmeyerek hükmün Bozulmasına karar verdiği anlaşılan Askerî Yargıtay 4 ncü Dairesinin kararı yerinde görülmüş ve aksi görüşleri içeren Başsavcılık itirazının oyçokluğu ile reddi cihetine gidilmiştir. 28 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/42 K. No :1999/29 T. :11.02.1999 ÖZET Sanığın beyanlarında samimi olmayıp yalan beyanda bulunduğu, işleri bitirmek için geciktiğine dair beyanının İç Hiz.Yön.nin 57/2-b md.de öngörülen mazeretlerden de olmadığı, aile nüfus tablosuna göre anne ve babaları ile ilgilenecek kendisinden büyük veya küçük kardeşleri de mevcut olduğundan noksan soruşturma teşkil edecek bir husus bulunmamaktadır. İstanbul’da bulunan birliğinden 22.6.1998 günü saat 11.00’de 4 gün yol ve 10 gün süre ile Gümüşhane ili Torul ilçesine izinli ayrılan sanığın 13.7.1998 günü saat 20.20 de birliğine katıldığı bu suretle 6.7.1997-13.7.1997 tarihleri arasında izin tecavüzünde bulunduğu maddi bir vakıa olup, suçun maddi unsurunun teşekkülü ile suç vasfının tayininde bir tereddüt bulunmamaktadır. As.Yrg.3 ncü Dairesi ile Başsavcılık arasındaki görüş farklılığı noksan soruşturma bulunup bulunmadığına ilişkin bulunmaktadır. Sanık sorgu ve savunmasında, birliğinde alınan ifadesindeki annesi ile ilgili beyanlarının doğru olmadığını, annesinin vefat etmediği gibi hasta da olmadığını, babasının askere gelmeden önce felç geçirdiğini, babasına annesinin baktığını, ağabeyi Cumali BAŞ’ın askerde bulunması sebebiyle işleri yapmak için zamanında birliğine dönemediğini belirterek babasının rahatsızlığı, ağabeyinin de askerde olduğunu belirten Demirkapı Köyü muhtarı tarafından düzenlenen Torul Askerlik Şubesi Başkanlığına hitaben yazılan bir belgeyi de mahkemeye ibraz etmiş bulunmaktadır. Sanığın Bl.K.Olan Yzb.Hasan POLAT yeminli ifadesinde, sanığın kendisine telefon açarak annesinin vefat ettiğini belirtip izninin uzatılmasını talep etmesi üzerine bu mazeretini Askerlik Şubesi kanalı ile bana faksla iznini uzatayım, aksi halde 29 uzatmam şeklinde cevap verdiğini, daha sonra da babasının kendisini arayarak idare etmesini istediğini beyan etmiş bulunmaktadır. Yapılan müzakereler sonunda, sanığın beyanlarında samimi olmayıp yalan beyanlarda bulunduğu gibi, işleri bitirmek için geciktiğine dair beyanının İç Hizmet Yönetmeliğinin 57/2-b maddesinde öngörülen mazeretlerden de olmadığı, aile nüfus tablosuna göre anne ve babaları ile ilgilenecek kendisinden büyük veya küçük kardeşleri de mevcut olduğundan noksan soruşturma teşkil edecek bir husus bulunmadığı sonucuna ulaşılarak Başsavcılığın itirazının kabulüne oyçokluğu ile karar verilmiştir. 30 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/48 K. No :1999/60 T. :18.03.1999 ÖZET Dosyadaki belgelerden sanığın ele geçiriliş şekli net bir şekilde anlaşılamamaktadır. Hükmolunacak ceza süresine etkisi olan bu hususun hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde saptanması gerekir. Sanığın, 30.4.1998-22.5.1998 tarihleri arasında firar suçunu işlediği dosya kapsamı ile sabit olup, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık temadinin yakalanmakla sona erip ermediğine ilişkindir. Bu çerçevede yapılan incelemede; Bandırma Merkez K.lığı ilgililerince tanzim edilen (Dz.7) deki 22.5.1998 tarihinde saat 13.00 de tanzim edilen tutanakta "yapılan araştırmada adı geçen personel askerdeyken miğferini kaybettiğini bu nedenle miğfer bulmak için firar ettiğini beyan etmesi üzerine adı geçen er ilgili adresten alınarak" denildiği halde, aynı görevliler tarafından tanzim edilen (Dz.5) deki "yakalanma üst arama ve zaptetme" başlıklı tutanakta sadece yakalandığı tarih ve saatin ve üzerinden çıkan eşyaların yazılı olduğu, buna mukabil yakalanmanın nasıl gerçekleştiği hususunda bir açıklık bulunmadığı görülmüştür. Daire ilâmında belirtildiği gibi; bu belgelerden sanığın ele geçiriliş biçimi net bir şekilde anlaşılamamaktadır. Hükmolunacak ceza süresine etkisi olan bu hususun hiçbir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde saptanması gerektiği açıktır. İtiraz tebliğnamesinde belirtilen, (Dz.7) deki tutanakta ifade zafiyeti bulunduğuna ilişkin düşünce varsayıma dayalı olduğundan kabule değer bulunmamıştır. Ayrıca, sanığın Bandırma İlçe Jandarma ilgililerine teslim edilmesinden sonra kaçma teşebbüsünde bulunmasına dayanılarak, daha önce cereyan etmiş bir olayın nedeninin ortaya çıkarılması olanağı da bulunmamaktadır. 31 Bu nedenlerle, Daire ilâmında bir isabetsizlik bulunmadığı sonucuna varıldığından aksi düşünceye dayalı itirazın reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 32 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/70 K. No :1999/54 T. :11.03.1999 ÖZET İzin tecavüzü süresinin kısa oluşu gözönüne alındığında; sanığın hangi tarihte kız kaçırdığı, bu olayın adli makamlara ne şekilde intikal ettiği, gözetim altına alınıp alınmadığı ve asker olduğunu ne zaman beyan ettiği, gözetim altına alınmış ise hangi tarihte serbest bırakılmış olduğu hususlarının incelenmesi, nikahın yapıldığı 7.7.1998 tarihinde gözetim altında olup olmadığının belirlenmesi, gözetim altında ise serbest bırakıldıktan sonra birliğine dönmesi için yol süresi eklenip eklenemeyeceğinin araştırılarak suç tarihlerinin tespiti, ayrıca sanığın suç kasdının tartışılarak hüküm kurulması gerekir. Sanığın 8.6.1998 tarihinde Krdz. Ereğlisi’nde meydana gelen sel felaketi sebebiyle 20 gün süre ile izine gönderildiği, İzmir-Zongulduk İlleri arası gidiş ve dönüş olmak üzere 4 gün yol süresi eklendiğinde 1.7.1998 günü akşamına kadar birliğine katılması gerekirken katılmadığı, 10.7.1998 günü kendiliğinden Krdz. Ereğlisi Askerlik Şubesi Başkanlığına teslim olduğu, bu suretle 2.7.1998-10.7. 1998 tarihleri arasında izin tecavüzünde bulunduğu maddi vakıa olarak sabittir. Başsavcılık ile Daire arasındaki anlaşmazlığın noksan soruşturma mevcut olup olmadığına ilişkin bulunduğu görülmektedir. Sanık savunmalarında, izini bitmeden İzmir'e döndüğünü, görüştüğü kızla telefonla görüştüğünde başkalarına verileceğini öğrenince birliğine katılmadan Alaplı İlçesine dönerek sevdiği kızı kaçırdığını, 7.7.1998 tarihinde evlendiğini, 10.7.1998 Tarihinde ise Askerlik Şubesine teslim olduğunu, bu nedenle hakkında Alaplı C. Savcılığında soruşturma yapıldığını beyan etmiştir. Bu beyan ve savunma üzerine yapılan araştırmalara göre sanığın gerçekten kız kaçırdıktan 33 sonra 7.7.1998 tarihinde evlendiği anlaşılmış bulunmaktadır. Alaplı C.Savcılığının görevsizlik kararında ise; suç tarihi 4.7.1998 olarak gösterilmesine rağmen bu tarihin sanığın kızı kaçırdığı tarih mi yoksa şikayet tarihi mi olduğu kesin olarak belirlenemediği gibi sanığın asker olduğunu ise açıklamış olduğu anlaşılmaktadır. Toplanan delillerin değerlendirilmesinden; İzin tecavüzü süresinin kısa oluşu gözönüne alındığında; sanığın; hangi tarihte kız kaçırdığı, bu olayın adli makamlara ne şekilde intikal ettirildiği, gözetim altına alınıp alınmadığı ve asker olduğunu ne zaman beyan etmiş olduğu, gözetim altına alınmış ise hangi tarihte serbest bırakılmış olduğu hususlarının incelenmesi; Alaplı C.Savcılığınca görevsizlik kararı verilmiş olan dosyada mevcut ifadesinin bir suretinin getirilerek dosyaya eklenmesi, nikahın yapıldığı 7.7.1998 tarihinde gözetim altında olup olmadığının belirlenmesi ve gözetim altında ise serbest bırakıldıktan sonra birliğine dönmesi için yol süresi eklenip eklenemeyeceğinin araştırılarak suç tarihlerinin yeniden tesbiti ve ayrıca asker olduğunu beyan ettiği tarihte izin tecavüzü suçu ile ilgili suç işleme kastının kesilip kesilmediğinin tartışılması sonucu hüküm kurulmasının gerekli olduğu sonucuna ulaşıldığından, bu noksanlıklar giderilmeksizin hüküm kurulması kanuna aykırı görülmüş ve aksi görüşü içeren Başsavcılığın itirazının reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 34 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/86 K. No :1999/67 T. :25.03.1999 ÖZET Bl.K.lığınca sanığa verilen 21 gün oda hapsi cezasının izin tecavüzü suçu ile ilgili olarak verilip verilmediğinin araştırılması gerekir. 172. Zh. Tug. l. Mknz. P. Tb.3 Mknz. B1.de görevli olan sanığın, 27.12.1993 tarihinde 22 gün süre ile izine gönderildiği, 17.1.1994 tarihinde birliğine katılması gerekirken katılmadığı, 31.1.1994 tarihinde katıldığı, bu suretle 17.1.1994-31.1.1994 tarihleri arasında izin tecavüzünde bulunduğu maddi bir vakıadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki görüş farklılığının sanığa disiplinsizliği sebebiyle verilen 21 gün oda hapsi cezasının iznini tecavüz etmesi sebebiyle verilip verilmediği ve bu yönden noksan soruşturma bulunup bulunmadığına ilişkin bulunduğu anlaşılmaktadır. Sanığın izninden döndükten sonra kendisine 21 gün disiplin cezası verildiğini beyan etmesi, müdafiinde aynı yöndeki yazılı talepte bulunması üzerine, Askerî Mahkemece 22.9.1998 tarihinde alınan karar uyarınca şahsi dosyasının bulunduğu Seyitgazi Askerlik Şubesi Başkanlığına müzekkere yazılarak, yargılandığı eylemle ilgili disiplin cezası verilip verilmediği, verilmiş ise ne miktarda ceza verildiği ve infaz edilip edilemediğinin bildirilmesi talep olunmuş, alınan cevabi yazı ve ekindeki belgelere göre de; Sanığın görevli olduğu 3.Mekanize Bl.K.lığının 9.2.1994 tarihli yazısı üzerine, 1.Mknz.Tb.K. tarafından 21 gün oda hapsi ile cezalandırıldığı, ancak Tb.K.lığının 14.2.1994 tarihli yazısında da yer ve hava şartları müsait olmadığından verilen hapis cezasının çektirilemediğinin belirtildiği görülmektedir. (Dz.265,266) 35 Dosya içeriğindeki belgelerin incelenmesinden sanığa verilen 21 günlük oda hapsi cezasının hangi sebeple verildiği ve sanığa isnat edilen izin tecavüzü suçu nedeniyle verilip verilmediği hususunun tam olarak belirlenemediği; Keza disiplin cezasının sebebinin de şüpheli kaldığı görüldüğü gibi, verilen disiplin cezasının infaz edilip edilmediği konusunun da tam olarak açıklığa kavuşturulamadığı anlaşılmaktadır. Askerî Mahkemenin kararında da 21 gün oda hapsi cezasının mahsubu gerekip gerekmediği konusunda bir açıklık bulunmadığından ve müdafii de bu yönde hukuka aykırılığı dile getiren temyiz itirazlarını açıkladığından; hükmü inceleyen As.Yargıtay 2.Dairesinin Disiplin cezasının veriliş sebeplerinin ve cezanın infaz edilip edilmediğinin araştırılması gerektiğine ilişkin bozma gerekçesinde isabet görülmüş bu hususların infaz sırasında mahkemeden alınacak kararla çözümlenebileceğine ilişkin Başsavcılığın itirazı yerinde görülmediğinden oybirliği ile reddi cihetine gidilmiştir. 36 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/91 K. No :1999/77 T. :15.04.1999 ÖZET Sanığın Şırnak’taki birliğinden görevli olarak gönderildiği Diyarbakır 7.Kor. 4. Kad. Komutanlığına uğramaksızın İstanbul’a gidip ve buradan tekrar birliğin dönmüş olduğunun belirlenmesi karşısında verilen emrin gereği olan hizmete hiç başlanılmaması nedeniyle eylemi firar suçunu oluşturur. Şırnak ilinde konuşlandırılan 5.Zh.Tug.1.Mknz.P.Tb.G/KK emrinde görevli olan sanığın 7.10.1997 tarihinde arızalı olan araç parçalarının 7.Kor. Ordudonatım 4.Kademe Komutanlığından (Diyarbakır) temini maksadı ile görevlendirildiği, sanığın resmi araçla aynı gün Diyarbakır’a geldiği, alınacak malzemelerin numuneleri ve ilgili evrakların bulunduğu çantasının sanığı getiren araçta kalması ve aracın da Şırnak’a dönmesi üzerine Astsubay Ahmet TÜRKYÜKSEL’e telefon açarak çantasının gönderilmesini istemesi üzerine, çantanın 9.10.1997 günü gönderildiği ancak, sanığın çantayı zamanında almadığı gibi 7.Kor.Ord.4.Kademe K.lığına da uğramadığı ve 18.10.1997 günü kendiliğinden birliğine katıldığı, bu suretle 8.10.1997-18.10.1997 tarihleri arasında firar suçunu işlediği, açık itirafı, tanık anlatımları, 7.10.1997-17.10.1997 tarihleri arasında parça alımı için müracaat etmediğine, 7.10.1997-18.10.1997 tarihleri arasında Diyarbakır Orduevinde de kalmadığına dair cevabi yazılarla belirlenmiş bulunmaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlığın sanığın sübut bulan eyleminin As.C.K.nun 66/1-A maddesindeki suçu mu yoksa Başsavcılık itiraz tebliğnamesinde açıklandığı gibi As.C.K.nun 66/2-b maddesinde tanımlanan firar suçunu mu oluşturacağına ilişkin bulunduğu anlaşılmaktadır. 37 Anlaşmazlığın çözümlenmesi amacıyla yapılan incelemede; firar suçunu düzenleyen As.C.K.nun 66/1-A maddesinde Kıt’asından veya görevi icabı bulunmak zorunda olduğu yerden izinsiz olarak altı günden fazla uzaklaşanlar hükmü yer almakta, buna mukabil hizmet yaparken firar suçunu düzenleyen aynı Kanunun 66/2-B maddesinde ise, suçlu hizmet yaparken kaçmış ise hükmünün yeraldığı görülmektedir. Hizmet ise As.C.K.nun 12 nci maddesinde, malum ve muayyen olan ve gerek bir amir tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından yapılması hali olarak tarif edilmiştir. Hizmet yaparken unsurunu dar bir yoruma tabi tutmak gerekli olduğu gibi, As.C.K.nun 66/1-A maddesinin genel bir durumu ifade ettiği görülmektedir. Dolayısıyla As. C.K.nun 66/2-B maddesinde yetkili bir amirin emri ile özel hale getirilen hizmetin icrasına başlandıktan sonra firar edilmesi hali düzenlenmiş bulunduğundan bu maddedeki hizmet yaparken unsurunda, özel hale getirilen hizmete (vazifeye) başlama ve filhal icra edilmeye başlamış olma unsurlarının mevcudiyetini aramak gerekmektedir. Somut olayda ise, Şırnak’ta bulunan birliğince Diyarbakır’da bulunan bir birliğe bazı araç parçalarını almak üzere görevlendirilmiş olan sanığın, Diyarbakır’a geldiğinde hizmet emrinin gereğini yerine getireceği 7 nci Kor.Ord.4.Kademe K.lığına uğramaksızın İstanbul’a gittiğinin ve 18.10.1997 günü de kendiliğinden Şırnak’ta bulunan birliğine dönmüş olduğunun belirlenmesi karşısında verilen emrin gereği olan hizmete hiç başlamadan eylemini gerçekleştirmiş olduğundan As.C.K.nun 66/1-A maddesinde düzenlenmiş olan firar suçunu işlediği sonucuna varılmış olduğundan Askerî Yargıtay 2 nci Dairesinin onama kararı yerinde görülerek Başsavcılığın itirazının reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 38 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E.No K.No T. :1999/92 :1999/116 :03.06.1999 ÖZET Daha önceki firar suçunda tutuklu kalınan süre kısmen infaz sayılır ve tekerrüre esas olur. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlığı, firar suçunda tutuklulukta geçirilen sürenin "kısmen infaz" sayılıp sayılmayacağı teşkil ettiğinden öncelikle bu konu genel olarak incelenmiştir. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 23.12.1993 tarih ve 1993/103-101, 1.10.1998 tarih ve 1998/127-123 ile 4.2.1999 tarih ve 1999/19-24 sayılı kararları ve Dairelerinin kararlılık gösteren içtihatlarına göre; As.C.K.nun 42 nci maddesinde yer alan ve uyuşmazlığa konu olan "kısmen infaz" durumu, bizzat yasada yer almakta olup, içtihatların kabul ettiği bir husus değildir. Anılan maddedeki bu düzenleme ile Askerî Ceza Kanunu, TCK.dan ayrılmıştır. Kanunda "kısmen infaz" ile neyin amaçlandığı açıklanmamakla beraber doktrinde (Prof.Dr.S. ERMAN Askerî Ceza Hukuku) ve içtihatlarda, bir mahkeme kararı ile oluşan ve cezaya mahsubu gereken tutukluluk süresinin kısmi infaz sayılacağı ve tekerrüre esas olacağı kabul edilmektedir. TCK.nun 40/1 ve 353 sayılı kanunun 251/1 nci maddelerinde yer alan "Hükmün kesinleşmesinden önceki tutukluluk süresi, hükümlülük süresinden indirilir" ve 647 sayılı kanunun 19/3 ncü maddesindeki şartla salıvermede "hükümlünün tutuklu kaldığı günler de hesaba katılır" şeklindeki kurallar gereği, hükmün kesinleşmesinden sonra, önceki tutukluluk süresinin hükümlülük süresinden indirilerek hükmün kısmen veya tamamen infaz edilmiş sayılacağı açıktır. Buna rağmen, TCK.ile Askerî Ceza Kanunu arasında tekerrür yönünden bir fark olmadığını ve tutuklamanın, hüküm kesinleşmesinden sonra “kısmen infaz” sayılamayacağını kabul etmek, yasanın açık hükmünü gözardı etmek ya 39 da yorum yoluyla kaide yaratmak olacaktır. Bu nedenle, Dairenin bozma ilâmında görüş ve düşüncelerde yasal isabet bulunmadığı, tutuklulukta geçen sürenin kısmen infaz sayılacağı ve diğer yasal şartlarda gerçekleştiği takdirde tekerrüre esas olacağı sonucuna varılmıştır. Bu genel nitelikteki açıklamalar çerçevesinde somut olaya bakıldığında; Sanığın, 16.8.1996-8.5.1997 tarihleri arasında firar suçunu işlediği hususunda kuşku bulunmadığı, ancak yapılan incelemede; Daha önce işlemiş olduğu 18.5.1994 tarihindeki firar suçundan sonra 17.10.1994 tarihinde kendiliğinden döndüğü ve 20.10.1994 tarihinde kapatıldığı nezarethaneden gardiyanların dalgınlığından faydalanarak kaçtığı ve 3.11.1994 tarihinde gıyaben tutuklandığı, çıkarılan gıyabi tutuklama müzekkeresinin 16.8.1995 tarihinde vicahiye çevrildiği ve hakkında firar ve nezarethaneden kaçmak suçlarından açılan kamu davalarının yargılaması sonucunda As.C.K.nun, 66/1-a, TCK.nun 59 ve As.C.K.nun 76/2, TCK.nun 59. maddeleri gereğince sonuç olarak on iki ay onbeş gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, 17.10.199421.10.1994 tarihleri arasında yolda ve nezarette, 16.8.1995-12.12.1995 tarihleri arasında tutuklulukta geçirdiği sürelerin mahkûmiyet süresinden mahsubuna karar verildiği (Dz.27), hükmün 2.5.1996 tarihinde kesinleştiği görülmüştür. Ancak, bu hükümde 3.11.1994 tarihinde verilen gıyabi tutuklama kararının firar suçundan mı, nezarethaneden kaçmak suçundan mı verildiği hususunda bir açıklık olmadığı ve dosyada bu konuda başkaca bilgi de bulunmadığı anlaşılmıştır. Bu tesbit karşısında sanığın, daha önceki firar suçundan tutuklanıp tutuklanmadığı ve dolayısıyla bu suça ilişkin hükmün kısmen infaz edilip edilmediği kuşkulu kaldığından, 3.11.1994 tarihli gıyabi tutuklama kararı ile buna istinaden çıkarılan gıyabi tutuklama müzekkeresinin hangi suç/suçlar nedeniyle verildiğinin açıklığa kavuşturulması bakımından hükmün eksik soruşturma yönünden bozulmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 40 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/93 K. No :1999/98 T. :13.05.1999 ÖZET Sanığın iznini 6 tam gün geçirerek birliğine katıldığı anlaşıldığından, eylemi tüm unsurlarının oluşması halinde As.C.K. 66/1-b Md.de tanımlanan izin tecavüzü suçunu oluşturur. Aşamaları özetlenen davada, Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki anlaşmazlık, (6) tam günlük izin tecavüzü eyleminin, askerî cürüm mü?, disiplin suçu mu? teşkil ettiğine ilişkindir. Bu anlaşmazlık vasfa ilişkin olmakla beraber sonuçta verilen karar, görevsizlik kararı olduğundan 353 Sayılı Kanunun 220/1 maddesi karşısında Askerî Mahkemenin bu hususta direnme kararı verip veremeyeceği öncelikle görüşülmüştür. Dava konusu olayda, Askerî Mahkemenin doğrudan görev konusunda değil, sanığın eyleminin nitelendirilmesi hususunda direndiği, dolayısıyla uyuşmazlığın suç vasfına ilişkin olduğu anlaşılmaktadır. Suç vasfına ilişkin bu uyuşmazlığın, Daireler Kurulunda çözüme kavuşturulması yasa gereği olup başkaca bir yol bulunmamaktadır. Zira, suç vasfı, Askerî Mahkemenin belirlediği gibi kabul edilirse Askerî Mahkemenin görevsiz olduğu, Daire gibi kabul edilirse görevli olduğu sonucu ortaya çıkacaktır. Bu nedenle, 353 Sayılı Kanunun 220/1 nci maddesi anlamında, Askerî Mahkemenin usulsüz olarak kendisini görevli görüp görmediğinin Daireler Kurulunda tartışılması ve sonuca varılması gerekli görülmüştür. Usule ilişkin ikinci bir mesele Direnme kararındaki; Daire kararının gerekçeden yoksun olup olmadığı hususundaki değerlendirmedir. Aşağıda esasla ilgili açıklamalarda belirtileceği gibi, firar suçu yönünden Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 3.3.1971 tarih ve 1971/1-2 sayılı kararı ile yapılan yorum, konuyla ilgili 41 firar suçlarına ilişkin içtihatların temelini teşkil ettiği ve izin tecavüzü suçunda ise böyle bir yorum yapılması olanağı bulunmadığı cihetle; detaya girilmeksizin anılan içtihatları birleştirme kararındaki ilkelere atıfta bulunarak görevsizlik kararını bozan Daire kararının yeterli gerekçeyi içerdiği ve Askerî Mahkemenin bu hususa yönelik direnme nedenlerinin kabule değer olmadığı sonucuna varılmıştır. Bu çerçevede işin esası incelendiğinde; sanığın, izin süresini (6) tam gün geçirdiği ve (7) tam gün dolmadan kendiliğinden birliğine katıldığı hususunda kuşku ve uyuşmazlık bulunmadığı anlaşılmıştır. Bu eylemin nitelendirilmesi için konuya ilişkin yasal düzenlemelerin ve içtihatların, benzeri suç ve düzenlemeleri de kapsayacak şekilde irdelenmesi gereklidir. 1. İlgili yasa maddelerinde; a) Askerî Ceza Kanunu; Madde 63- A) ....yollanmalarından başlayarak YEDİ GÜN İÇİNDE gelenler...YEDİ GÜNDEN SONRA ÜÇ AY İÇİNDE gelenler...ÜÇ AYDAN SONRA gelenler, Madde 66- a) Kıt’asından veya görevi icabı bulunmak zorunda olduğu yerden izinsiz olarak ALTI GÜNDEN FAZLA uzaklaşanlar, b) Kıt’asından veya görevini yapmakta olduğu yerden izin...alarak ayrılanlardan, dönmeye mecbur oldukları günden itibaren ALTI GÜN İÇERSİNDE özürsüz olarak gelmeyenler, Madde 67- A) İzinsiz vatan hudutlarından dışarı çıkan askerî şahıslar gaybubetleri gününden ÜÇ GÜN SONRA... Madde 68-66, 67 nci maddelerde yazılı olan MEHİLLER İÇİNDE... Madde 73- Kaçak, kaçtığından ALTI HAFTA, seferberlik BİR HAFTA İÇİNDE... b) 477 Sayılı Disiplin Mahkemeleri....KANUNU Madde 50- A) Kıt’asından veya görev yerinden kaçanlardan ALTI GÜN İÇİNDE kendiliğinden gelenler... B) İzin süresini ALTI GÜNE KADAR geçirenler.... ibarelerinin yer aldığı görülmektedir. 2. Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 3.3.1971 tarih ve 1971/1-2 sayılı kararında; Askerî Ceza Kanununun 66, 67 ve 68 nci maddelerinde yer alan sürelerin hesabında (GÜN), suçun unsuru olarak kabul edildiği halde tanımının yapılmadığı, bu hususta kanunda 42 boşluk bulunduğu ve mevcut boşluğun kanun yapıcının maksadına uygun olarak içtihatla doldurulması gerektiği belirtilerek “suçun işlendiği andan itibaren 24 saatin geçmesi ile bir günün tamamlanmış olduğu” kabul edilmiş ve buna uygun olarak da As.C.K.nun 66,67 ve 68 nci maddelerindeki suçların başlangıç ve sona eriş tarihleri ile ilgili ilkeler belirlenmiştir. Bu içtihat karşısında; firar ve izin tecavüzü suçlarında (GÜN) unsurunun oluşabilmesi için eylemin başlangıcından itibaren (24) saatin geçmesi zorunlu olduğu gibi, “fazla” sözcüğünün de (24) saati kapsadığının kabulü gerekmektedir. Bu kabul, yasadaki (GÜN) unsurunun (24) saat olarak kabulünün doğal sonucudur. 3. Yasa hükümleri ve As.Yrg.İBK. birlikte değerlendirildiğinde; As.C.K.nun 66/1-a maddesinde tanımlanan firar suçunun oluşabilmesi için maddede “ALTI GÜNDEN FAZLA" uzaklaşma koşulu arandığından, yedi tam günün firarda geçirilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Nitekim, bu konuda uygulamada hiçbir duraksama bulunmamaktadır. Buna mukabil, As.C.K.nun 66/1-b maddesinde tanımlanan izin tecavüzü suçunun oluşabilmesi için maddede “ALTI GÜN İÇİNDE” özürsüz olarak gelmemek koşulu arandığından, altı tam gün izin tecavüzünde bulunulmuş olması yeterli olmaktadır. 477 Sayılı Kanunun 50/B maddesindeki kısa süreli izin tecavüzü suçunun ise altı günden az (yani azami beş tam gün olan) ve kendiliğinden gelmekle sona eren izin tecavüzü suçlarını kapsadığı yasa metninden açıkça anlaşılmaktadır. Askerî Yargıtay içtihatları da bu doğrultudadır (Örneğin, As.Yrg.Drl. Krl.nun 19.4.1990-E.67/K.62 ve 11.10.1990-E.118/K.101 tarih ve sayılı kararları). 4. Kararlılık gösteren bu içtihatlara rağmen Askerî Mahkemece, kararda belirtilen gerekçelerle; firar suçuna ilişkin olarak yapılan yorumdan, izin tecavüzü suçunun maddi unsuru bakımından da ayrılmayı gerektirecek herhangi bir haklı neden bulunmadığı ve (7) tam gün dolmadan kendiliğinden gelmekle son bulan izin tecavüzü suçlarının da kısa süreli kabul edilmesi gerektiği kabul edilerek, somut olaya ilişkin davada görevsizlik kararı verilmiş ise de, aşağıdaki nedenlerle bu düşünce kabule değer görülmemiştir. a) Yorum, bir kanun maddesinin gerçek anlamını araştırmak ve bu anlamı saptamak olarak tanımlanabilir. Ceza hukukunda da yoruma başvurulabileceği doktrinde ve uygulamada kabul edilmektedir. Ancak, bu hususta yargıcın yetkisinin kanunu yorumlamaktan ibaret olduğu, 43 kanunu tashih etmeye veya kanunda gizli olanı keşfetmeye çalışmaya hakkı olmadığı da vurgulanmaktadır. Bu tür bir faaliyetin ceza hukukunda kaide yaratmak anlamına geleceği ve bunun da “kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi” ile bağdaşmayacağı açıktır. Bu çerçevede meseleye bakıldığında; firar suçlarında yoruma başvurulmasının, madde de yer alan (GÜN) unsurunun tanımlanmamasından ve yine maddedeki “fazla” sözcüğünün kapsamının belirlenmemiş olmasından kaynaklandığı görülmektedir. Böyle bir yorumun zorunlu olduğunda kuşku yoktur. Bu nedenle, belirtilen hususlar, uyulması zorunlu olan içtihatları birleştirme kararı ile belirlenmiş ve bu belirlemeye göre (GÜN) (24) saat, fazla sözcüğü de bir günü (24saati) ifade ettiğinden, (6) tam günü doldurmakla beraber (7) tam gün olmayan firarlar 477 Sayılı Kanunun 50/A maddesi kapsamında kabul edilmiştir. Bu durumda olan Firar suçu faillerinin eylemlerinin, her iki kanundaki tanımlara da uymadığı ve eylemin “disiplin tecavüzü” teşkil edeceği gibi bir düşüncenin, yasal bir dayanağı olmadığı gibi, böyle bir yorumun hukuki olduğu da söylenemez. Zira, Askerî Ceza Kanununun 66/1-a maddesindeki “fazla” sözcüğünün anlamı “bir gün (24 saat)” olarak belirlendikten sonra (7) tam günü doldurmayan eylemlerin “altı gün içinde” kabul edilmesi yapılan yorumun doğal bir sonucu olmaktadır. Buna mukabil, Askerî Ceza Kanununun 66/1-b maddesinde yer alan izin tecavüzü ile ilgili düzenleme çok açık olup, 477 Sayılı Kanunun 50/B maddesi ile de uyumludur. Bu maddelerin yorum yoluyla kapsamının genişletilmesi veya daraltılması olanaksızdır. Böyle bir uygulama anılan maddeleri yorumlamak değil, kaide yaratmak anlamına gelecektir. İzin tecavüzü suçunun firar suçuna göre, disiplini daha az bozan bir fiil olduğu düşüncesi de böyle bir uygulamaya haklılık kazandırmaz. Firar suçu, disiplini daha çok zedeleyen bir suç olduğu için “mazeret” unsuruna da yer verilmemiştir. Ancak, As.C.K.nun 66/1-a maddesindeki düzenleme yorum yapmayı zorunlu kıldığından, sanık lehine bir yorum yapılmış ve maddenin kapsamı bir ölçüde daraltılmıştır. Varılan sonuç ise, hak ve nesafet kurallarına uygun olduğu gibi, kanunilik ilkesine de aykırı değildir. b) Askerî Mahkemece, Askerî Yargıtayın As.C.K.nun 63 ncü maddesinde yer alan “sonra” sözcüğünü de “bir gün” olarak kabul ettiği belirtilmektedir. Her ne kadar As.Yargıtay Drl.Krl.nun 5.12.1975E.66/K.65 ve 8.10.1992-E.104/K.108 tarih ve sayılı kararlarında (7) günden sonra gelmiş olabilme için “(7) günden sonra tam bir günün 44 geçmesi ve böylece gün ögesinin oluşması gerektiği” kabul edilmiş ise de; Daha sonra konunun detaylı olarak incelendiği As.Yrg.Drl.Krl. nun 23.9.1993 tarih ve E.63/K.63 sayılı kararında “...As.C.K.nun 63 ve 66 ncı maddelerini ayrı ayrı irdelediğimizde buralarda sözü edilen suçlar bakımından getirilen kıstasların, sistematiğin ve ibarelerin farklı olduğu açıkca anlaşılmaktadır. As.C.K.nun 66 ncı maddesinde, “izinsiz 6 günden fazla uzaklaşanlar” ve “izin müddetini mazeretsiz 6 gün geçirenler” denilerek birbirine ekli ve zincirleme zaman dilimleri alınmayarak ve kesin bir tek dilim alınarak, bundan fazla gecikme suç olarak sayılmış, aynı yasanın 63 ncü maddesinde ise, “7 gün içinde gelenler”, “7 günden sonra üç ay içinde gelenler”, “üç aydan sonra gelenler” biçiminde zincirleme zaman dilimleri suçun maddi unsuru olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla 7 gün ile 3 ay arasında, sekizinci gün kesiti ile ağırlaştırıcı unsur devreye sokulmuş ve bu andan itibaren ceza ağırlaştırılmış, üç ayın bitiminden itibaren de ikinci defa ağırlaştırıcı unsur devreye sokulmuştur. O halde 63 ncü maddede yazılı suçların en küçük zaman dilimi olan “7 gün içinde” bölümünü takip eden süreç içersinde ara verilmeksizin belli kesitlerde iki ayrı ağırlaştırıcı unsur karşımıza çıkmaktadır. Bu bakımdan bu düzenleme ile 66 ncı maddedeki düzenlemeyi aynı biçimde kabul etmek ve yasa koyucunun bu iki suç bakımından amacının aynı olduğunu söylemek kurulumuz çoğunluğunca mümkün görülmemiştir. Öte yandan (fazla) ve (sonra) sözcüklerinin bu iki maddede aynı anlamda kullanılmadıkları da anlaşılmaktadır. Zira, etimolojik olarak (fazla) sözcüğü belirli bir ölçüde fazlalığı ifade ederken (sonra) sözcüğü, “konuşma konusu olan ya da içinde bulunulan zamana göre ilerisini” anlatır. (Türkçe Sözlük, T.D.K.6.Baskı) Bu anlatımda, içinde bulunulan zamana göre ilerisine gidilmiş olması yeterli olup, bir tam gün, bir saat, bir dakika gibi belirlenmiş ve statik hale getirilmiş birimlere bağlılık yoktur. O halde içinde bulunulan zamanın bitiminden itibaren, kabul edilen en küçük bir zaman dilimi ilerisi “sonra”yı oluşturacaktır. Yasa koyucunun amacı da 7 nci günden sonra ve 8 nci gün başlayıp üç ayın bitimine kadar olan süreçte cezayı ağırlaştırmak, keza üç aydan sonrası için cezayı bir defa daha ağırlaştırmak olduğuna göre, 7 günden sonra konulacak (bir tam gün) kıstası ile maddeye yapay bir unsur ilave etmek bu amaca aykırı olacaktır. Bu durum karşısında yasanın açık ifadesine göre yedinci gün gelen veya yakalanan bir kimsenin “7 gün içinde” geldiği veya yakalandığı açık olduğu gibi, sekizinci gün gelen veya 45 yakalanan bir kimsenin de “7 günden sonra üç ay içinde” geldiğinde veya yakalandığında kuşku bulunmamaktadır. Buna karşılık sekizinci gün gelen veya yakalanan bir kimsenin “7 gün içinde” geldiğini veya yakalandığını söylemek mümkün değildir...” şeklindeki gerekçelerle bu içtihatlardan dönülmüştür. Nitekim, Askerî Ceza Kanununun 67,68 ve 73 ncü maddelerine ilişkin içtihatlar incelendiğinde; As.C.K.nun 66/1-a maddesinde yapıldığı gibi bir yoruma gidilmediği ve yasanın lafzına göre karar verildiği görülmektedir. Açıklanan nedenlerle, sanığın sabit olan eylemi, tüm ögelerinin oluşması halinde As.C.K.nun 66/1-b maddesinde tanımlanan izin tecavüzü suçunu oluşturacağı ve bu davaya bakmak görevi Askerî Mahkemelere ait olduğu cihetle, Dairenin suç vasfı yönünden bozma ilâmına uyulması gerekirken yazılı şekilde direnme ve buna bağlı olarak görevsizlik kararı verilmesi yasaya aykırı görülmüş ve hükmün bozulmasına oybirliği ile karar verilmiştir. 46 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/99 K. No :1999/99 T. :13.05.1999 ÖZET Sanığın kız kardeşinin imam nikahlı kocasının rahatsızlığı ile ilgilenmesi sanık lehine mazeret kabul edilemez. Ayrıca izin süresini uzatma talebinde bulunmaması, sarılık hastalığının kendine bulaştığı iddiasının soyut kalması nedenleri ile eksik soruşturma da bulunmamaktadır. Dosya kapsamı itibariyle sanığın, 2.10.1998-29.10.1998 tarihleri arasında (26) gün süre ile iznini tecavüz ettiği hususunda kuşku yoktur. Ancak, sanığın, hazırlıkta alınan ifadesindeki (Dz.7) "sorunum vardı gelemedim", ve duruşmadaki (Dz.15) "eğitim merkezinde iken kız kardeşinin imam nikahlı kocasının sarılık hastası olduğunu öğrendiğini, izine gittiğinde hastaneye gitmesi gerektiğini, babasının kalp hastası olması nedeniyle götüremediğini, bu yüzden kendisinin Ankara'ya hastaneye götürdüğünü, sarılık kan kanserine çevirebileceği için kanının değişmesi gerektiğinden yanında kaldığını, eniştesinin kendisinden büyük abisi olmakla beraber araları iyi olmadığı için kardeşi ile ilgilenmediğini, sarılık hastalığının kendisine de bulaştığını" beyan etmesi nedeniyle, bu mazeret Askerî Mahkemece, araştırılmasına gerek görülmeden askerlik hizmetine tercih edilebilecek geçerli bir özür olarak kabul edilmediği halde, Dairece, yukarıda özetlenen gerekçelerle bu hususların araştırılması gerektiği nedeniyle hükmün noksan soruşturma yönünden bozulduğu, dolayısıyla Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlığın da buna yönelik olduğu anlaşılmaktadır. İzin tecavüzü suçlarında mazeret unsuruna yer verilmekle beraber, kapsamı belirlenmediğinden bunun takdiri, haklı ve mantıki nedenlere dayandırılması kaydıyla mahkemelere ait bulunmaktadır. Bu değerlendirmede, Askerlik hizmetinin Anayasal bir hak ve ödev olduğu 47 dikkate alınarak bir yandan kamu yararı, diğer bir ifadeyle askerlik hizmetinin gerekleri ve ordunun disiplini, diğer yandan kişinin kendisi ve aile fertleri bakımından hakları ve ödevlerinin gözetilmesi ve makul bir denge kurulması gerekmektedir. Bu konuda, önceden genel ve kesin bir kıstas konulamamakla beraber "mazeretin, askerlik hizmetine tercih edilebilecek önem ve derecede olması" içtihatlarla benimsenmiştir. Meseleye bu çerçevede bakıldığında; Resmi nikah yapılmadan evlenmenin dini merasimini yaptıran erkek ve kadınların, bu eylemleri suç teşkil ettiği halde (T.C.K.nun 237), ülkemizde bazı yörelerde imam nikahı ile evlilikler yapıldığı, ancak Devletin de bu konu ile ilgili mücadeleyi çeşitli alanlarda sürdürdüğü bilinen bir husustur. Ayrıca, gayri resmi olması nedeniyle bu olgunun, sanıklar tarafından suçtan kurtulmak amacıyla kullanılması olasılığı da bulunmaktadır. Bu nedenlerle, Askerî Yargıtay kararlarında, sadece mükelleflerin kendi eşleri için ve mahallinde yaptırılan etraflı araştırma sonucuna göre bu olgunun nadiren kabul edildiğine rastlanmaktadır. Bu bakımdan sanığın, kız kardeşinin imam nikahlı kocasını aile fertlerinden biri ve bu kişinin rahatsızlığını sanık yönünden askerlik hizmetine tercih edilebilecek bir özür olarak kabul etmenin mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır. Ayrıca, bu rahatsızlığı eğitim merkezinde öğrendiğini beyan eden sanığın, yol dahil (14) gün izinli olması, izinde iken mazeretini bildirerek izninin uzatılmasını istememesi ve (26) günlük izin tecavüzü süresi birlikte değerlendirildiğinde de, belirttiği mazeretinin haklı ve geçerli bir mazeret olamayacağı açık olduğu gibi, sanığın kendisinin de sarılık hastası olduğuna dair beyanı soyut ve savunmaya yönelik bir beyan olduğundan Askerî Mahkemece, bu hususların araştırılmamış olması eksik soruşturma olarak görülmemiş ve itirazın kabulü ile aksi düşünceye dayalı Daire kararının kaldırılmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 48 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/108 K. No :1999/86 T. :29.04.1999 ÖZET 26.1.1998 tarihinden beri yatarak tedavi gördüğü GATA Ankara Hastanesinden 2.4.1998 günü 20 gün istirahatle taburcu edilen sanığın aynı şehirdeki birliğine katılmak yerine Bl. Komutanını telefonla arayıp görüşemeyince santral görevlisine durumunu anlattıktan sonra birliğine katılmadan İstanbul’a gidip 24.4.1998 tarihinde birliğine dönmesi şeklinde gerçekleşen olayda, sanığın telefonla aradığının Bl.Komutanınca doğrulanması ve bu tür istirahatlerin kıt’ada geçirilmediği yolunda bir uygulama olması karşısında sanıkta suç işlemek kastı bulunmamaktadır. Harita Genel K.lığı Ds.Tb.1.Anz.Ds.Bl.K.emrinde görevli olan sanık Er'in 26.1.1998 tarihinde kıtası komutanlığınca GATA (Ankara) Hastanesi Beyin Cerrahisi kliniğine sevkinin yapıldığı, yatarak tedaviden sonra ve istirahat bitiminde kliniklerince yeniden değerlendirilmek kaydıyla, 2.4.1998 günü 20 gün istirahatle kıtasına taburcu edildiği, sanığın taburcu edildikten sonra aynı gün bölük komutanını telefonla aradığı ancak mesainin sona ermesi sebebiyle görüşemediği, santralde görevli olan Er'e Bl.K.nına iletilmek üzere 20 gün istirahat aldığını, lösemi hastası olan yeğenini görmek üzere İstanbul'a gideceğini bildirerek aynı garnizonda bulunan birliğine katılmadan İstanbul'a gidip 24.4.1998 tarihinde de kendiliğinden birliğine katıldığı maddi bir vaka olarak sabittir. Askerî Yargıtay 4 ncü Dairesi ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık sanıkta suç işlemek kastı bulunup bulunmadığı konusudur. Sanık yargılamanın bütün safhalarındaki savunmasında 2.4.1998 günü 20 gün istirahatle kıtasına taburcu edildiğini, saat 16.30 sularında Bl. Komutanını aradığını bulamayınca santralde görevli olan bir arkadaşına 49 telefon açarak Bl.Komutanına iletilmek üzere Lösemi hastası olan yeğenini görmek üzere İstanbul'a gideceğini söylediğini saat 17.15 sularında hastaneden ayrıldığını, İstanbul'daki adresi ve telefon numarasının şahsi dosyasında bulunduğunu, 20 gün süreli istirahatlerin kıtada geçirileceğine dair bir emrin kendisine tebliğ edilmediğini belirtmiş bulunmaktadır. Sanığın Bl.Komutanı olan Yzb.Ahmet SOYAK yeminli ifadesinde, sanığın 2.4.1998 günü mesai bitiminden sonra birliğini aradığını, kendisinin bölükte olmaması üzerine santralde görevli olan Er'e 20 gün istirahatle kıtasına taburcu edildiğini ve İstanbul'da bulunan lösemi hastası olan yeğenini görmek için bir an önce gitmek istediğini söylediğini, ertesi gün santralde görevli Er tarafından kendisine iletildiğini, sanığın adres ve telefonunun şahsi dosyasında bulunmasına rağmen çağırmayı düşünmediğini, 20 gün ve daha üzeri istirahatlerde kıtasına taburcu kaydı mevcut olduğunda bu istirahatlerini kıtalarında geçirmeleri için bir emir veya yönergeyi sanığa tebliğ etmediğini, sanığın suçu kasıtlı olarak işlediği kanaatinde olmadığını, Birlikte genellikle bu tür istirahatlerin kıt'ada geçirilmediği yolunda bir uygulama da bulunduğunu ifade etmiştir. Bu oluş karşısında; istirahat süresinin başlangıç tarihi ile kıt'asına kendiliğinden katıldığı tarihler dikkate alındığında ve Askerî Yargıtay İçt.Brl.Krl. nun 12.4.1996 tarih ve 1996/1-1 sayılı kararı da gözetilerek, istirahat süresini geçirmeden ve bu süre içerisinde kendiliğinden döndüğü kurulumuzca kabul edilen sanığın savunmalarının Bl. Komutanının yeminli beyanı ile doğrulanması, istirahat aldığı gün saat 16.30 sularında bölüğüne telefon açıp Bl.Komutanı ile görüşememesi üzerine santralde görevli Er'e bölük Komutanına iletilmek üzere içinde bulunduğu durumu anlatması, adresi ve telefon numarasının şahsi dosyasında bulunmasına rağmen birliğine katılması için aranmamış olması, birliğindeki genel uygulama da göz önünde tutulduğunda sanığa izin verilmesi şeklinde bir izlenim edinilmesi, hastalığının suç tarihinden sonra da devam edip 15.6.1998 tarihinden itibaren 2 ay, 25.8.1998 tarihinden itibaren de 1 ay hava değişimi verilmiş olması karşısında sanıkta suç işlemek kastı bulunmadığı ve bu yönden suçun oluşmayacağı sonucuna varan Askerî Yargıtay 4 ncü Dairesinin kararı yerinde görülerek Başsavcılığın itirazının reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 50 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/110 K. No :1999/131 T. :17.06.1999 ÖZET Sanık tarafından ibraz edilen ve “20 gün istirahat” içeren rapor aksi kanıtlanıncaya kadar geçerli ve sanığın mazeretini kanıtlayan bir delil niteliğindedir. Sanığın istirahatini sonuna kadar kullanmayıp birliğine kadar seyahat etmesi sağlığı açısından kendini ilgilendiren bir meseledir. Birliğin nizamiyesinden geri dönen ve istirahat süresi bitmeden kendiliğinden birliğine katılan sanığın eylemi suç teşkil etmez. Sanığın, 6.8.1998-11.8.1998 tarihleri arasında izinli olduğu, izin süresi içerisinde rahatsızlığı nedeniyle özel bir doktordan 10.8.1998 tarihinde ''20 gün istirahat" içeren rapor aldığı, sorgu ve savunmalarında 16.8.1998 tarihinde birliğine katılmak üzere Ankara'ya geldiğini, ancak nizamiyeden içeri girmeyip memleketine geri döndüğünü beyan ettiği ve istirahati 30.8.1998 tarihinde sona ermesine rağmen 26.8.1998 tarihinde kendiliğinden birliğine katıldığı anlaşılmıştır. Bu şekilde gerçekleşen maddi olayda Askerî Mahkemece sanığın, 11.8.1998-16.8.1998 tarihleri arasında hastalığı nedeniyle birliğine katılamadığı ve geçerli mazeretinin bulunduğu kabul edildiği halde, sanığın 16.8.1998 tarihinde seyahat edebilmesi (kendi ifadesine göre) nedeniyle, hastalığının birliğine katılmasını engellemeyecek şekilde iyileştiği kabul edilerek 16.8.1998-26.8.1998 tarihleri arasında izin tecavüzü suçunu işlediğinin kabul edildiği, Başsavcılığın itiraz tebliğnamesinde de aynı .düşüncenin dile getirildiği görülmekte ise de; Sanık tarafından ibraz edilen ve “ 20 gün istirahat” içeren rapor aksi kanıtlanıncaya kadar bir delil niteliğindedir. Adı geçenin istirahatini sonuna kadar kullanmayıp birliğine dönmek amacıyla seyahat etmesi sağlığı açısından kendisini ilgilendiren 51 bir meseledir. Bu hususun raporun aksini kanıtlayan bir olay olarak değerlendirilmesi olanaksızdır. Böyle bir kabulün, bilimsel verilerden uzak ve varsayıma dayalı olacağı açıktır. Nitekim, sanığın, daha sonra istirahati sona ermeden kendiliğinden birliğine katılması da olaydaki iyi niyetinin ve suç kastı ile hareket etmediğinin göstergesidir. Bu nedenlerle, atılı suç, kast ve mazeret unsurları yönlerinden oluşmadığı, dolayısıyla mahkûmiyet hükmünü aynı nedenle bozan Daire kararında isabetsizlik bulunmadığı sonucuna varıldığından, aksi düşünceye dayalı itirazın reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 52 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. NO : 1999/136 K.NO : 1999/127 T. : 10.06.1999 ÖZET Sanığa 29.12.1997 tarihinden itibaren 10 günlük dağıtım izni belgesi düzenlenmiş olması, sanığın birliğinden bir gün önce izinsiz olarak ayrılmasını haklı kılmayacağı gibi, başlangıçta mevcut olan firar kastını da ortadan kaldırmaz. 13.1.1998 tarihinde yeni birliğine katılıp hakkında resmi herhangi bir işlem yapılmadan aynı gün tekrar izinsiz olarak birliğinden ayrılan sanığın birliğinde kısa bir süre kalması dehalet niteliğinde olmayıp aynı gün yeniden birliğinden ayrılması ilk firarındaki kastının devam ettiğini gösterir. 59.Top.Er Eğitim Tugay K.lığında acemi eğitimini yapan ve 29.12.1997 tarihinden itibaren on gün dağıtım iznine gönderilecek olan sanığın, 29.12.1997 tarihinde izin belgesini alarak Er Eğt.Merkezinden ayrılması ve izin süresi sonunda tertip edildiği 5.Zrh.Tug.K.1ığına katılması gerekirken, 28.12.1997 tarihinde izin almaksızın acemi eğitim merkezini terk ettiği ve 12.1.1998 günü dağıtım olduğu yeni birliğini öğrenmek üzere Konya Merkez K.lığına müracaat ettiği, bu komutanlıkça temel eğitimini yaptığı 59.Er Eğitim Tugay K.lığı ile görüşme yapılıp bir gün yol süresi tanınmak suretiyle dağıtım olduğu 5.Zrh.Tug.K.lığına katılması gerektiği açıklanarak serbestçe sevk edildiği; 13.1.1998 günü kendiliğinden bu komutanlığa katılan ancak bir saat sonra birliğini terk eden sanığın, bu defa 25.1.1998 tarihinde kendiliğinden İstanbul Şehremini Polis Karakoluna teslim olduğu dosyada mevcut belgelerin incelenmesinden anlaşılmakta ve maddi vakıanın cereyan şeklinde Daire ile Başsavcılık arasında herhangi bir ihtilaf bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasında iki noktada anlaşmazlık mevcuttur. 53 Birinci anlaşmazlık konusunu; 29.12.l997 tarihinde dağıtım iznine çıkacak olan sanığın, 28.12.1997 günü izin belgesini almadan birliğinden ayrılmasında firar kastının mevcut olup olmadığı teşkil etmektedir. Bu yönden, Daire asker kişilerin izin belgesini almadan birliği terk etmeleri halinde eylemlerinin firar suçunu oluşturacağı görüşünde olup, Başsavcılık ise, ertesi günü dağıtım iznine gidecek olan sanığın bir kaç saat önce birliği terk etmesinde firar kastının olmadığı görüşündedir. Yapılan müzakereler sonunda; Asker kişilerin birliklerinden amirlerince hazırlanıp imzalanan ve bu suretle resmiyet kazanan izin belgesinin kendisine verilmesi ile ayrılabilecekleri, aksi halde birlik ve kurumlarda hizmetin aksayabileceği ve askerî disiplinin büyük ölçüde bozulabileceği, asker kişinin izinli gideceğini şifahen öğrense dahi resmi izin belgesi alınmadan birliği terk etmesinin firar suçunu oluşturacağı kuşkusuz olup, As. Yrg.2.Dairesinin 4.3.1964 gün ve l964/278-276 sayılı kararı da aynı doğrultudadır. Hizmetin gerektirdiği durumların veya beklenilmeyen hallerin ortaya çıkması halinde, önceden izin belgesi düzenlenmiş olsa dahi izin vermeye yetkili amir tarafından izin belgesi düzenlenmiş olan asker kişinin izninin iptal edilebileceği gözönüne alındığında; 29.12.l997 tarihinden itibaren on günlük dağıtım izni belgesi düzenlenmiş olması, sanığın birliğinden izinsiz olarak ayrılmasını haklı kılmayacağı gibi, başlangıçta mevcut olan firar kastını da ortadan kaldırmamaktadır. Bu itibarla sanığın 28.12.1997 tarihinde izinsiz olarak birliğinden ayrılmasının firar suçunu oluşturacağına ilişkin Daire kararı ve gerekçesi yerinde bulunduğundan Başsavcı1ığın bu konuya yönelik itirazı yerinde görülmemiştir. Daire ile Başsavcılık arasındaki ikinci anlaşmazlık konusunu; 13.1.1998 tarihinde birliğine katılan ve bir saat sonra yeniden izin almadan ayrıldıktan sonra 25.1.1998 tarihinde polis karakoluna teslim olan sanığın, 13.1.1998 tarihinde yaptığı katılışın, 28.l2.1997 tarihinde başlayan firar eyleminde temadiyi kesen bir olgu olup olmadığı ve dolayısıyla 13.1.1998 tarihinde birliğine katılıp bir saat sonra yeniden ayrılmasının ikinci ve ayrı bir firar suçuna vücut verip vermeyeceği teşkil etmektedir. 28.12.1997 günü izinsiz olarak birliğinden ayrılan sanığın, 13.1.1998 günü öğle saatlerinde kendiliğinden birliğine katıldığı anlaşılmakta ise de, birlik komutanlığınca katılışına dair bir tutanak 54 tutulmadığı, keza kazan defterine kayıt gibi başka her hangi resmi bir işlem de yapılmadığı görülmekte ve esasen (Dz.9) daki ifade tutanağında yer alan "bir saat sonra neden birliğinden ayrıldığına" ilişkin soru dışında 13.1.1998 tarihinde katılmasından ne kadar sonra yeniden birliğinden ayrıldığı hususunda dava dosyası içerisinde kesin bir bilgi ve belge de bulunmamaktadır. Bu itibarla; 28.12.1997 tarihinde birliğini izinsiz terk eden ve 13.1.1998 tarihinde yeni birliğine katılıp hakkında resmi herhangi bir işlem yapılmadan aynı gün tekrar izinsiz olarak birliğinden ayrılan sanığın, birliğinde kısa bir süre kalmasını dehalet saymayan ve birliğine katıldığı 13.1.1998 günü yeniden birliğinden ayrılmasını ilk firarındaki kastının devamı niteliğinde görerek sanığın eyleminin 28.12.1997 ile 25.1.1998 tarihleri arasında işlenmiş tek bir firar suçunun oluşturduğunu kabul eden Daire kararı ve gerekçesinde herhangi bir isabetsizlik bulunmadığından Başsavcılığın aksi yöndeki itirazının reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 55 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/148 K. No :1999/142 T. :24.06.1999 ÖZET Sel felaketi sebebiyle gönderildiği izinden 3,5 aya yakın bir süre dönmeyen sanığın izin tecavüzü süresinin uzunluğu bir yana, askerlik hizmetini tümü ile bir kenara atarak sanki bu hizmet hiç yokmuş gibi umursamazlık içerisine girdiği, jandarmanın evine gelip kendisini sorduğunda dahi birliğine dönme iradesini ortaya koymayıp divan altına saklanırken yakalandığı nazara alındığında izin tecavüzü suçu maddi ve manevi unsurlarıyla oluşmuştur. 21.5.1998 tarihinde Karabük ilinde meydana gelen sel felaketi sebebiyle yayınlanan mesaj emri gereğince bu bölgede oturmakta olan Erlere bir aya kadar izin verilebileceğinin emredildiği, 26.6.1998 tarihinde 10 gün izine gönderilen sanığın dilekçe ile müracaatı üzerine 7.7.1998 tarihinden itibaren 18 gün daha izin verildiği, 25.7.1998 tarihinde birliğine katılması gerekirken katılmadığı, 6.11.1998 günü evinde yapılan aramada divan altına saklanmış bir vaziyette Jandarma tarafından yakalandığı, bu suretle 25.7.1998-6.11.1998 tarihleri arasında izin tecavüzünde bulunduğu, suçun maddi unsurunun oluştuğunda tereddüt yoktur. Daire ile Yerel Askerî Mahkeme arasındaki anlaşmazlık suçun maddi unsuru yanında manevi unsurunun da (suç işlemek kastı) bulunup bulunmadığı konusudur. Dairenin suçun tüm unsurları itibariyle oluştuğuna dair kabulünün aksine Yerel Askerî Mahkeme ise sanıkta suç işlemek kastının bulunmadığı görüşündedir. Kurulumuzda yapılan müzakereler sırasında ortaya konan görüşlerin ışığında; 56 Karabük ilinde meydana gelen sel felaketi sebebiyle yayınlanan mesaj emrine uygun olarak sanığa 26.6.1998 tarihinde 10 gün 7.7.1998 tarihinde de 18 gün olmak üzere toplam 28 gün izin verildiği, evi de hasar gördüğü anlaşılan sanığın bu süre içerisinde özel işlerini halletmesi ve izin bitimi olan 25.7.1998 tarihinde birliğine dönmesi gerekirken ailevi ve ekonomik problemleri sebebiyle dönmeyip, 3.5 aya yakın bir süre iznini tecavüz ederek neticede 6.11.1998 tarihinde yakalandığı, ileri sürdüğü mazeretler karşısında, izin tecavüzü süresinin uzunluğu bir yana sanığın askerlik hizmetini tümü ile bir kenara atarak sanki bu hizmet hiç yokmuş gibi umursamazlık içerisine girdiği, 6.11.1998 günü Jandarmanın evine gelip kendisini sorduklarında dahi birliğine dönme iradesini ortaya koymayıp divan altında saklanırken yakalandığı, 15 Kasımda birliğine döneceğine dair beyanının inandırıcı olmadığı, sonuç itibariyle izin tecavüzü suçu maddi ve manevi unsurları itibariyle oluştuğu görüşüne varılarak direnme hükmünün bozulmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 57 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/158 K. No :1999/157 T. :23.09.1999 ÖZET Sanık bir cep telefonu çalınması olayı ile ilgili olarak aleyhindeki isnad nedeniyle olay günü kendisine hizmet nedeniyle teslim edilmiş olan miri tabanca ile firar edip, daha sonra kendiliğinden gelerek birliğine katıldığından tabancayı muhafaza maksadıyla zorunlu olarak yanında götürdüğünün kabulü gerekir. Daireler Kurulunca incelenecek ve karara bağlanacak uyuşmazlık 23.9.1998 günü öğle içtimasından önce üzerindeki miri UNİQE marka tabanca ve (7) mermisi ile beraber firar edip 1.10.1998 günü kendiliğinden gelip birliğine katılan yukarıda açıklanan tarihler arasındaki eyleminin sübutu hususunda Daire ve Başsavcılık görüşleri arasında uyuşmazlık bulunmayan sanığın, firara giderken beraberinde götürdüğü miri tabanca ve mermiler nedeni ile sübuta eren eyleminin 5 nci Dairenin kabulünde olduğu gibi basit (adiyen) firar suçuna mı (As.C.K.nun 66/1-a), Başsavcılığın itiraz tebliğnamesinde açıklandığı gibi silahlı firar suçuna mı (As.C.K.nun 66/2-a) vücut vereceği noktasındadır. Yapılan incelemede; Sanık bir cep telefonu çalınması olayı ile ilgili olarak aleyhindeki isnat nedeni ile 23.9.1998 günü öğle içtimasından önce kendisine hizmet nedeni ile teslim edilmiş olan miri (Birliğe ait) UNİQE marka tabanca ve (7) mermisi ile beraber firar etmiş (Dz.6 11-13), 1.10.1998 günü gelerek birliğine katılmıştır (Dz:14-15). Sanığın belirtilen tarihler arasında firar suçunu işlediği bu kasıtla hareket ettiği sabit ise de bir cep telefonu hırsızlığı isnadına muhatap olan (Sanık hakkında arkadaşının cep telefonunu çaldığı iddiası ile açılan kamu davasından sanık mahkum olmuş ve hüküm 5 nci Dairenin 12.5.1999 gün ve 1999/302-296 sayılı 58 ilâmı ile onanmakla kesinleşmiştir.) sanık, muhatap olduğu isnad nedeni ile bulunduğu ortamda kalamamış ve 23.9.1998 günü öğle içtimasından önce firar etmiş, firara giderken de üzerinde taşıdığı ve kendisine zimmetli olan UNİQE marka miri tabanca ile (7) adet mermisini de beraber götürmüştür. Dosyada sanığın “Silahla Firar” kastı ile hareket ettiğine dair sanık aleyhinde bir delil bulunmamakta, sanığın kendisine zimmetli olan silahı (tabancayı) başka bir yerde muhafaza edemediği için muhafaza maksadı ile zorunlu olarak yanında götürdüğü anlaşılmaktadır. Bu nedenlerle sanığın sabit görülen eyleminin dairece Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun benzer bir olayla ilgili inceleme sonunda verilmiş 3.11.1994 gün ve 1994/114-114 sayılı kararında da açıklandığı üzere As.C.K.nun 66/1-a maddesine uyan firar suçunu oluşturduğunun kabulünde isabetsizlik görülmediğinden Başsavcılığın suçun As.C.K.nun 66/2-a maddesine uyan “Silahla Firar” suçunu oluşturduğu yolundaki itirazının reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 59 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/162 K. No :1999/191 T. :04.11.1999 ÖZET Sanık sevk edildiği hastaneye hiç gitmeyerek bu hastanece düzenlenmiş 15 günlük istirahati içerir sahte rapor ile birliğine geldiği, 22.12.1995-5.1.l996 tarihleri arasında bu rapora istinaden istirahat ederek birliğine katılmadığı, adı geçen raporun aslının dosyada mevcut olmadığı ve fotokopi istirahat raporunun delil olarak değerlendirmeye alınamayacağı cihetle eylem firar suçu niteliğindedir. Dosyada mevcut delil durumuna göre, sanığın 20.12.1995 tarihinde sevk edildiği Çorlu Askerî Hastanesine gitmeyip memleketine gittiği ve 5.1.1996 tarihinde, elinde, anılan hastaneye 21.12.1995 tarihinde başvurup 5.1.1996 tarihine kadar hastanede yattıktan sonra 5.1.1996 tarihinde hastaneden çıkış yaptığını gösteren sahte belge ile Birliğine döndüğü konusunda hiç bir tereddüt ve ihtilaf bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık; sübutu yukarıda açıklandığı şekilde gelişen olayda, sanığın sevk edildiği Askerî Hastaneye katılması gereken 22.12.1995 tarihinden, Birliğine kendiliğinden döndüğü 5.1.1996 tarihine kadar izinsiz olarak geçirdiği bu sürenin Firar suçuna mı? yoksa (sanığın bu süreyi elindeki sahte rapora dayalı olarak geçirmiş olması nedeniyle) Askerlikten Kısmen Kurtulmak İçin Hile Yapmak suçuna mı? vücut verdiği konusundadır. Bilindiği üzere, Askerlikten Kurtulmak İçin Hile Yapmak suçunun olması için, failin askerlikten kısmen de olsa kurtulmak kastı ile, konusu hile ve desise teşkil eden bir takım fiil ve hareketlerde bulunması gerekmektedir. 60 Başsavcılıkça sanığın hile ve desise teşkil eden eylemlerinin dayanağı olarak gösterilen ve sanığın 21.12.1995 tarihinde Çorlu Askerî Hastanesine başvurup 5.1.1996 tarihine kadar hastanede kendisine uygulanan teşhis ve tedavilerle ilgili bilgilerin neler olduğunu gösteren Hasta Sevk Kağıdı arkasındaki Erbaş ve Er Evrak Kaydı Kaşesi, Hastanede görevli iki doktora ait kaşe, imza ve hastada tesbit edilen hastalığa ve önerilere ait yazılar ile Baştabibin kaşe ve imzası bulunan sahte belgenin dava dosyasında Aslının bulunmaması, Dosyanın 7 nci dizisinde yer alan fotokopi halindeki bu belgeyi "Aslı gibidir" diye onaylayan Kh.Bl.K.Tnk.Yzb.İdris TANAL'ın bu onayının dahi fotokopi halinde olması, Aslı tüm aramalara rağmen bulunamadığı ifade edilen fotokopi halindeki belgenin aslı olmadığı sürece delil olarak değerlendirmeye esas alınmasının mümkün bulunmaması karşısında, sanığın Askerlikten bir süre de olsa kurtulmak maksadıyla yaptığı hile ve desiseler kanıtlanamadığından, sanığın 22.12.1995-5.1.1996 tarihleri arasındaki eylemini Firar suçu olarak nitelendiren Askerî Mahkeme hükmünü yerinde görüp onayan Daire kararında bir isabetsizlik görülmediğinden Başsavcılık itirazının oyçokluğu ile reddine karar verilmiştir. KARŞI OY YAZISI : Sanığın hile ve desise oluşturan fiil ve hareketlerde bulunduğunu ortaya koyan delil sadece dosyanın 7 nci dizisinde yer alan fotokopi halindeki belge değildir. Sanık da ifadelerinde, (15) gün istirahati öngören bu belgenin aslını hastanede iki milyon karşılığında tanımadığı bir askerden aldığını ve tanımadığı bu askerîn "bir problem çıkmaz" sözü üzerine memleketine gittiğini beyan etmektedir (Dz.10-11, 18,99). Tanık Bl.K.Yzb.İdris TANAL'da yeminli ifadesinde, sanığın sık sık bu şekilde istirahat kullanmasından şüphelendiği için sanığın hastaneden dönmemesi üzerine, 29 ve 30 Aralık 1995 tarihinde Askerî Hastane ile yaptığı telefon görüşmesinde sanığın hastaneye başvurmadığını öğrendiğini, ancak sanığın 5.1.1996 tarihinde Birliğe döndüğünde ibraz ettiği belge aslını görünce, sanığın gerçekten Askerî Hastaneye gittiğini ve 5.1.1996 tarihine kadar hastanede olduğuna inandığını, ancak 29-30 Aralık 1995 tarihli telefon görüşmesine dayalı bilgi karşısında konuyu 10.1.1996 tarihli yazı ile (Dz.5) Hastaneden sorduğunda, gelen cevabi yazıda sanığın hastaneye başvurusunun olmadığı bildirilince (Dz.4), bu defa bir yanlışlığa neden olmamak için belgenin bir fotokopisini de ekleyerek 2.2.1996 tarihinde Askerî Hastane Baştabipliğine tekrar yazı 61 yazdığını (Dz.3) ve Hastaneden gelen 7.3.1996 tarihli yazı üzerine, sanığın kendisine ibraz ettiği belgenin sahte olduğunu anlayıp sanık hakkında yasal işleme başlandığını, belge aslının sanığın şahsi dosyasında iken yok olduğunu ve bu belgeyi sanığın yok ettiğinden şüphelendiğini beyan etmektedir (Dz.115). Görüldüğü üzere şekil ve içerik yönünden aldatıcı olduğu ilk bakışta anlaşılan ve aldatıcılığı yeminli tanık anlatımı ve Bilirkişi raporları (Dz.106-117) ile de sabit olan, söz konusu rapor sanık tarafından kullanıldığında "Asıl" halinde olup fotokopi şeklinde değildir ve dosyada mevcut fotokopisinin, aslından farklı olduğu veya üzerinde ilaveler yapıldığı yolunda bir iddia ve şüphe de yoktur. Bu itibarla ve Başsavcılığın İtiraz Tebliğnamesinde etraflıca açıklanan gerekçelerle, sanığın eyleminin Askerlikten Kısmen Kurtulmak İçin Hile Yapmak suçunu oluşturduğu kanaatinde olduğumuzdan, itirazın kabulü yerine, reddi yönünde oluşan çoğunluk kararına katılmadık. 62 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/169 K. No :1999/240 T. :23.12.1999 ÖZET Sanık OHAL bölgesine iznini kullanmak için gönderilmiştir. 10 günlük dağıtım iznini kullanmaya konvoy faaliyeti nedeniyle süresinde başlayamayan sanığın, izninin son günü saat 06.00’daki konvoya katılma zorunluluğu bulunmadığından, bundan sonraki ilk konvoya katılarak birliğine dönmesi nedeniyle suç teşkil eden bir eylemi bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık suçun sübutuyla ilgilidir. Daire sanığın eyleminin suç teşkil etmediğini kabul ederken, Başsavcılık; sanığın 17.11.1996 tarihinde saat 06.00 da hareket eden konvoya katılmamakla 17.11.1996 tarihinden itibaren İzin Tecavüzüne başladığını ve ikinci konvoya katıldığı 27.11.1996 tarihine kadar İzin Tecavüzü suçunu işlediğini ileri sürmektedir. Dosyada mevcut delil durumuna göre, sanığın 25.10.1996 tarihinde, yol süresi dahil On Gün süreyle gönderildiği dağıtım iznini geçirmek üzere memleketi olan Hakkari’ye gitmek için Elazığ, Muş ve Van İllerindeki Toplanma Merkezlerine uğrayıp, buralardan düzenlenen konvoylarla seyahat ettiği için memleketi olan Hakkari’ye 7.11.1996 tarihinde ulaştığı, Hakkari-Van arası konvoy faaliyetinin düzenlendiği Merkez Komutanlığına 11.11.1996 tarihinde başvuran sanığa, aynı gün, Van istikametine olan konvoyun her ayın 7,17 ve 27 sinde olduğu hususu ile, izinli gelen erlerin iznin bitiminden bir önceki konvoyla birliğine gitmek üzere sabah saat 06.00 da Merkez Komutanlığında hazır olması gerektiği konusunun imzası karşılığı tebliğ edildiği (Dz:55), 17.11.1996 tarihli konvoya gelmeyen sanığın 27.11.1996 tarihli konvoyla, aynı gün Van’a, oradan 29.11.1996 tarihli konvoyla Elazığ Toplanma Merkezine, 63 30.11.1996 tarihinde de İstanbul’daki Birliğine sevk edildiği ve bu suretle sanığın 01.12.1996 tarihinde Birliğine katıldığı hiç bir şüphe ve tereddüte yer vermeyecek şekilde sabit olup, bu konularda bir ihtilaf da bulunmamaktadır. Dava dosyasında, sanığın 17.11.1996 tarihinde Van’a hareket eden konvoya katılmak amacıyla müracaatının olup olmadığı konusunda bir delil bulunmadığı, bu konuda, sanığın (izin belgesindeki konvoy faaliyetleriyle ilgili notların duruşma sırasında okunması üzerine beyan ettiği) “17.11.1996 Tarihinde Hakkari Toplanma Merkezine gittiğimde bana konvoyun 27 sinde olduğunu söylediler” şeklindeki iddiasından başka hiç bir bilgi ve belge olmadığı için öncelikle, sanığın konvoy faaliyetini yürüten Hakkari Merkez Komutanlığına 17.11.1996 tarihinde müracaatının olup olmadığı konusunun araştırılmasına yönelik bir noksan soruşturmanın mevcut olup olmadığı tartışılmış ve sonuçta, bu konunun sübut için önemli olmaması nedeniyle araştırılmasına gerek olmadığına, oyçokluğu ile karar verilmesi üzerine sürdürülen inceleme ve müzakere sonunda; OHAL bölgesindeki yerlere izine giden askerî personelin, emniyetle seyahat etmeleri ve can güvenlikleri açısından, güzergah üzerindeki Kayıt ve Toplanma Merkezlerine başvurarak bu merkezlerden düzenlenen konvoylardan yararlanacaklarının emir gereği olduğu kuşkusuzdur. Bu nedenle sanığın on günlük iznini kullanmaya ancak 7.11.1996 tarihinde başlayabildiği dikkate alındığında, On günlük izin süresinin 17.11.1996 tarihinde saat 24.00 te sona erdiği görülmektedir. İzin hakkının ve süresinin tam olarak kullanılması esas olduğuna göre, sanığın 17.11.1996 tarihinde saat 06.00 da Hakkari Merkez Komutanlığında hazır bulunma zorunluluğunun olmadığı, 17.11.1996 tarihinde saat 06.00 dan sonraki ilk konvoyun ise 27.11.1996 günü saat 06.00 da olması ve sanığın da bu konvoya katılmış olması nedeniyle, ortada sanığın cezalandırılmasını gerektirecek bir eyleminin bulunmadığı kabul ve sonucuna varıldığından, Başsavcılığın; sanığın 17.11.199627.11.1996 tarihleri arasında İzin Tecavüzü suçunu işlediği yolundaki itirazı oyçokluğu ile yerinde bulunmamıştır. 64 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/173 K. No :1999/160 T. :23.09.1999 ÖZET Sanığın mücerret, başka hiçbir delil ve belge ile doğrulanmayan, hayali denebilecek kaçırıldığına dair beyanlarına itibar edilerek beraat kararı verilmesi yasaya aykırıdır. İzmir-Gaziemir'deki eğitim birliğinden 13.5.1998 gün (10) gün süre ile memleketi Çorum'a dağıtım iznine gönderilen sanığın (Dizi:3) izninin bitiminde 23.05.1998 günü tertip edildiği İstanbul-Tuzla'daki yeni birliğine katılması gerekir iken süresinde katılmayıp izin süresini geçirdiği, 16.06.1998 günü kendiliğinden gelerek kıt'asına katıldığı (Dizi:2) hususunda bir kuşku bulunmamaktadır. Yerel Mahkemece, sanık hakkında izin tecavüzü suçundan açılan kamu davasından (Dizi:11) müsnet suçun sanığın özrü (mazereti) nedeni ile unsurları itibarı ile oluşmadığı kanaati ile beraatine karar verilmiş (Dizi:48), Adli müşavirin, sanık aleyhine, eylemin sübuta erdiğine ilişkin temyizi üzerine (Dizi:54) hüküm eylemin sübuta erdiği ve müsnet suçun oluştuğu görüşü ile 1 nci Dairenin 10.03.1999 gün ve 1999/105103 sayılı kararı ile (Dizi:62) sanık aleyhine sübuttan (esastan) bozulmuş, bozma kararına mahalli mahkemece direnilmiş (Dizi:67) ve sanığın aynı gerekçelerle beraetine karar verilmiş, beraate ilişkin direnme hükmü Adli Müşavir (Dizi :76-77) ve Askerî Savcı tarafından (Dizi:80) sanık aleyhine tekrar temyiz edilmiş, Başsavcılığın 14.06.1999 gün ve 1999/1919 (Direnme: 22) sayılı tebliğnamesi ile direnme hükmünün esastan (sübuttan) bozulması gerektiği yolunda görüş bildirilmiştir. Daire ile Yerel Mahkeme kabul ve değerlendirmeleri arasında oluşan ve Daireler Kurulunca halledilmesi gereken uyuşmazlık sanığa müsnet suçun özür (mazeret) unsuru itibarı ile oluşup oluşmadığına ilişkindir. 65 Sanık aşamalardaki ifadelerinde ve sorgusunda (Dizi:6-20) memleketinden İstanbul'daki birliğine katılmak üzere zamanında İstanbul'a geldiğinde, kendisinin taksi ile tanımadığı kişiler tarafından İstanbul'da kaçırıldığını, uzun süre alıkonulduğunu, ilaç içirildiğini, çeşitli taciz ve kötü muamelelere maruz kaldığını, bir ara kaçarak tekrar memleketine geldiğini, bu nedenle zamanında birliğine katılamadığını ileri sürerek kendisini savunmakta ise de (Dizi:6-20), kaçırıldığını iddia ettiği İstanbul'dan memleketine (Osmancık /ÇORUM) gelene kadar katettiği yerlerdeki yol (güzergah) üzerinde bulunan hiçbir sivil-askerî merciye kaçırılma olayı ile ilgili olarak müracaat ettiğini beyan etmemektedir. Savunmaları hiçbir belgeye dayanmamaktadır. Dinlenen tanıkların beyanları (Dizi:45-46) sanığın kaçırılması olayı ile ilgili olmayıp memleketine gelen sanığın Osmancık İlçe J.K. lığınca birliğine tekrar sevk edilmesi için yaptığı müracaata ilişkindir. Dosyada sanığın fiziki veya cinsel taciz veya tecavüze uğradığına dair yapılmış yazılı bir tespit (rapor) ve tanık beyanı da yoktur. Esasen sanığın kaçırıldığına ilişkin kendi beyanı dışında dosyada hiçbir delil bulunmamaktadır. Sanığın mücerret, başka hiçbir delil ve belge ile doğrulanmayan, hayali denebilecek beyanlarına itibar edilerek beraat kararı verilmesi isabetli görülmemiştir. Bu nedenlerle, sanık hakkındaki beraat hükmünü esastan (sübuttan) bozan daire kararına mahalli mahkemece uymak gerekir iken direnilmesi isabetli görülmediğinden beraete ilişkin direnme hükmünün oyçokluğu ile sübuttan (esastan) bozulmasına karar verilmiştir. 66 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/175 K. No :1999/241 T. :23.12.1999 ÖZET Astsb.Kd.Çvş. rütbesinde olan sanığın 28.6.1996 tarihinde aldığı iki gün istirahati müteakip 1.7.1996 Pazartesi günü mesai saatinin başlangıcında birliğinde hazır olmadığına, yine 8.7.1996 tarihinde de mesai saatinin başlama saatinde birliğinde hazır olmayıp saat 10.02 de birliğine döndüğüne göre firar suçu sübuta ermiştir. Dosyada mevcut delil durumuna göre, rotasyon sebebiyle Marmaris'de bulunan TCG Kılıçalipaşa Komutanlığında görevli olan sanığın, usule uygun şekilde olmasa da 28.6.1996 tarihinde Birlik Revirinden iki gün istirahat alıp, kimseye haber vermeksizin doğrudan doğruya Samsun'a gittiği ve 8.7.1996 tarihinde saat 10.02'de Gemiye döndüğü sabit olup, bu konuda herhangi bir ihtilaf bulunmamaktadır. Ancak, Askerî Mahkeme, sanığın sübut bulan bu eylemiyle (İstirahatin bittiği tarih olan) 30.6.1996 tarihinden, 8.6.1996 günü saat 10.02'ye kadar devam eden firar suçunu işlediğini kabul ederken, Daire, sanığın rütbeli şahıs (Astsb.) olması nedeniyle istirahat süresinin bitimi olan 30.6.1996 Pazar günü Birliğine dönme mecburiyeti olmadığı için, firarın 1.7.1996 Pazartesi günü başlayıp, 5 ve 6 Temmuz 1996 tarihleri Cumartesi ve Pazar günlerine rastladığından ve yine hafta sonu tatilinde Birliğine dönme mecburiyeti olmadığı için, temadinin 4.7.1996 Cuma günü mesai bitiminde kesildiğinin kabulü ile, 8.7.1996 Pazartesi günü dönen sanığın söz konusu eyleminin 1.7.1996-4.7.1996 tarihleri arasında kısa süreli firar suçunu oluşturduğunu kabul etmektedir. Bu nedenle çözümlenmesi gereken sorun, sanığın söz konusu firar eyleminin hangi tarihler arasında vuku bulduğuna ve özellikle rütbeli şahıs olan sanığın, başlangıcı ve sonu, hafta sonu tatiline rastlayan 67 firar suçunda, tatil günleri olan cumartesi ve pazar günlerinin firar süresine dahil edilip edilmeyeceğine ilişkindir. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 2.10.1997 tarih ve 1997/111-117, 4.11.1993 tarih ve 1993/80-82, 6.11.1970 tarih ve 1970/73-73, 5 nci Dairenin 26.11.1997 tarih ve 1997/754-746 sayılı içtihatlarında da kabul edildiği üzere; TSK.İç Hizmet Kanununun 33/a-2, İç Hizmet Yönetmeliğinin 64 ve TSK. Personel Kanununun 20.1.1976 tarih ve 1933 Sayılı Kanunla değişik Ek-2 nci Maddelerindeki hükümlere göre;Subay, Astsubay ve Uzman Çavuşların Kıt' a eratı gibi sürekli olarak kıtada kalma, orada yatıp kalkma durumlarının olmaması,haftalık çalışma sürelerinin Cumartesi ve Pazar günleri tatil olmak üzere düzenlenmiş bulunması karşısında, Subay, Astsubay ve Uzman Çavuşların nöbet veya özel bir görevlendirme olmadığı sürece hafta sonu veya resmi tatil günlerinde kıtalarında veya görev yerlerinde bulunma zorunluluğunda olmadıkları göz önünde tutulduğunda, Cuma günü mesai saati bitiminden sonra bulunduğu Garnizonu izinsiz terk eden Subay,Astsubay ve Uzman Çavuşun bu eylemlerinin disiplin tecavüzü sayılacağında kuşku yok ise de,bu tatil günlerini takip eden ilk mesai günü (Pazartesi) mesaiye gelinmemesi halinde,o gün mesai başlangıcından itibaren firar durumuna girildiği, Firar temadisinin Pazartesi günü mesaiye başlangıç saatinden itibaren işlemeye başladığının kabulü gerektiği, Diğer taraftan, firar suçunun mütemadi suç niteliğinde olması nedeniyle kıtasından veya görevi gereği bulunmak zorunda olduğu yerden izinsiz ayrılan ve bu durumunu sürdüren asker kişinin, firar süresi içersinde kalan Bayram, Hafta Sonu gibi resmi tatil günlerinin firar süresini etkilemediği, başka bir ifadeyle bu tatil günlerinin de firar süresine eklendiğinin tartışmasız olduğu, ancak bu durumdaki Sb, AstSb. ve Uzm.Çvş.ların tatil gününde görevli oldukları Garnizona döndüklerinin kanıtlanması halinde firar temadisinin kanıtlanan gün ve saatte sona erdiği, bunun dışında tatili takip eden ilk gün mesai saatinin başlangıcında kıtasında hazır olan Subay, Astsubay ve Uzman Çavuşların Garnizona dönüşlerinin daha önce (tatil günü) olduğu yönündeki savunmalarının aksi kanıtlanamadığı sürece de firar temadisinin iddia edilen tatil gününde sona erdiğinin kabulü gerektiği, ancak tatili takip eden ilk gün mesai saatinin başlangıcında görev yerinde hazır olmayan söz konusu rütbelilerin firar temadisinin tatil günlerinde de devam ettiğinin ve temadinin ancak görev yerine veya bir başka resmi makama başvurulduğu saatte kesildiğinin kabulü gerektiği sonucuna varılmıştır. 68 Bu çerçevede dava konusu somut olaya bakıldığında, Astsubay Kd.Çvş. rütbesinde olan sanığın 28.6.1996 tarihinde aldığı iki gün istirahati müteakip gittiği Samsun'dan 1.7.1996 tarihinde (Pazartesi günü) mesai saatinin başlangıcında Birliğine dönmesi halinde istirahat süresinin bitimi olan 30.6.1996 Pazar günü kıtasına dönme zorunluluğu olmadığı için firar suçu oluşmayacak ve fakat Garnizonu izinsiz terk ettiği için eylemi disiplin tecavüzü olarak kalacaktı. Bu nedenle hafta sonunda Birliğinde bulunma zorunluluğu olmayan sanığın 1.7.1996 tarihinde mesaiye gelmemekle firar suçunu 1.7.1996 Pazartesi günü mesainin başlama saatinden itibaren işlemeye başladığı, keza 8.7.1996 Pazartesi günü mesainin başlama saatinde Birliğinde hazır olmayıp saat 10.02'de Birliğine döndüğü için, Sanığın 8.7.1996 tarihinde mesai saatinden önce (6-7 Temmuz 1996 Cumartesi-Pazar günleri) döndüğünün kabul edilemeyeceği, bu itibarla sanığın firar süresinin, en geç 1.7.1996 günü mesainin başlama saatinden itibaren başlayıp 8.7.1996 günü saat 10.02'ye kadar devam ettiği ve dolayısıyla müsnet suçun gün unsuru yönünden oluşması için gerekli olan 6 gün+24 saatlik sürenin tamamlanmış olması nedeniyle As.C.K.nun 66/1-a Maddesinde düzenlenen firar suçunun oluştuğu oyçokluğu ile kabul edilmiştir. Mahkemece, her ne kadar firar suçunun başlangıç tarihi 1.7.1996 yerine 30.6.1996 olarak kabul edilmiş ise de, suçun vasfına ve ceza süresine etkili olmayan bu husus bozma sebebi yapılmamıştır. 69 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/185 K. No :1999/161 T. :23.09.1999 ÖZET Sanığın yakalanma tutanağı ile Mrk.K.lığının cevabi yazıları arasındaki farklı durum açıklığa kavuşturulmadan, eylemin yakalanmakla sona erdiğinin kabulünde isabet yoktur. Başsavcılığın görüşü ile 5 nci Dairenin bozma kararı arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca halledilmesi gereken uyuşmazlık 13.2.1998-25.2.1998 tarihleri arasında firar suçunu işlediği Başsavcılık ve Dairece de tartışmasız kabul edilen sanığın 25.2.1998 tarihinde kolluk kuvvetlerine dehalet kastı ile kendiliğinden mi teslim olduğu, yoksa itiraz tebliğnamesinde açıklandığı gibi belirtilen tarihte polis-inzibat kuvvetlerince (kolluk kuvvetlerince) düzenlenen bir yakalama operasyonu sonucunda mı yakalandığı, yakalanmak için direnip direnmediği; ve bu hususta noksan soruşturma bulunup bulunmadığına ilişkindir. Dairenin önemle üzerinde durduğu (Yakalama Tutanağı) başlıklı ve dosyanın (36) dizisindeki belgede sanığın yapılan polis ve inzibat müşterek aramasında yakalandığı açıklanmakta, ancak bu belgede sanığın yakalanmamak için kolluk kuvvetlerine direndiği hususunda bir açıklama bulunmamakta, (37) dizideki İzmir/Şirinyer İnzibat Bölge K.lığının 19 Mart 1999 tarihli yazısında ise, sanığın yakalanmasının kendisi (sanık) tarafından sağlanmadığı, sanığın ailesi tarafından Mrk.K.lığına telefonla firar ihbarı yapılması üzerine polisle birlikte bildirilen adrese gidilmiş adı geçen personel teslim olmamakta direnmiş, ancak kardeşinin yardımı ile yakalanarak teslim alınmıştır” şeklinde açıklama bulunmaktadır. Sanığın aşamalarındaki ifade ve savunmaları ile dosyanın (36) ve (37) dizisindeki belgelerin içeriği sanığın yakalanıp yakalanmadığı, 70 kolluk kuvvetlerine karşı direnip direnmediği hususunda farklılık arzetmektedir. Durumun ortaya çıkarılabilmesi ve sanığın yakalanıp yakalanmadığının belirlenmesi ve her türlü kuşkudan uzak bir bilgi ve delile ulaşılabilmesi için sanığın, annesi, babası, kardeşleri ile (36) dizideki tutanakta imzası bulunan polis ve asker görevliler tanık olarak dinlenerek; a) Sanığın ailesine birliğine dönmek istediğini söyleyip söylemediğinin, b) Ailesi tarafından yapılan ihbarın sanığın isteği üzerine mi, sanığın haberi olmadan ailesi tarafından mı yapıldığının, c) Polis ve inzibatlar eve geldiğinde sanığın yakalanmamak için direnç gösterip göstermediğinin, d) Sanığın kendiliğinden mi kardeşinin yardımı ile mi teslim olduğunun, sorularak tespit olunacak ifadelerden sonra sonuca gidilmesi zorunlu görüldüğünden Dairenin bu sebebe dayanan noksan soruşturmaya ilişkin oyçokluğu ile verilmiş bozma kararında isabetsizlik görülmediğinden, Başsavcılığın yerinde görülmeyen süresinde vaki itirazının oyçokluğu ile reddine karar verilmiştir. 71 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/193 K. No :1999/173 T :07.10.1999 ÖZET Hırsızlık suçundan Askerî Ceza ve Tutukevinde tutuklu kalan ve tahliyesinde serbest bırakılıp birliğine katılmayan sanığın, sevki için askerî makamlara teslim edilmemesi firar suçunun oluşumuna engel teşkil etmez. Kırıkkale’de askerlik yapan sanığın firar edip Antalya’ya geldiği, işlediği hırsızlık ve 6136 Sayılı Kanunun Muhalefet suçlarından dolayı 24.8.1997 günü yakalanıp Antalya 2 nci Sulh Ceza Mahkemesince 25.8.1997 tarihinde tutuklandığı (Dz:7-8), asker olduğu anlaşıldığından 26.8.1997 günü en yakın askerî ceza evi olan Isparta askerî ceza evine kapatıldığı (D:6), hırsızlık suçundan yapılan yargılaması sonunda Antalya 5 nci Asliye Ceza Mahkemesinin 17.12.1997 gün ve 1997/10161285 sayılı kararı ile mahkûmiyetine ve tahliyesine karar verildiği (D:8-10), aynı gün (17.12.1997 günü) Isparta Askerî Cezaevinden tahliye edilen, tahliyesi sonrası herhangi bir askerî merciiye teslim edilip edilmediği dosyadan anlaşılamayan sanığın yol süresi sonunda birliğine katılmadığı, 31.12.1997 günü kendiliğinden birliğine gelip katıldığı dosyadaki delillerden ve sanığın aşamalardaki ifadelerinden (D:15-28) anlaşılan maddi olaydaki Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık, 17.12.1997 günü Isparta Askerî Cezaevinden tahliye edilen, asıl birliğine sevk ve teslim işlemlerinin yapılması için herhangi bir askerî merciiye teslim edilip edilmediği dosyadan anlaşılamayan sanığın açıklandığı şekilde askerî bir makam veya merciiye teslim edilip edilmediğinin mahkemece araştırılıp araştırılmamasının müsnet suç yönünden noksan soruşturma olarak kabul edilip edilemeyeceğine ilişkindir. 72 Askerî Ceza ve Tutukevlerinin yönetimine ve cezaların infazına dair yönetmeliğin (MSB.lığının 30 Eylül 1986 gün ve AD:30-12-86-Şb.4 sayılı emri ile yürürlüğe giren ve dava konusu olay tarihinde yürürlükte olan yönetmelik) 109 ncu maddesi “Tahliyede alınacak korunma tedbirleri ve erbaş ve erlerin kıtalarına gönderilmeleri” başlığı altında askerî ceza ve tutukevinde hükümlü ve tutuklu olan erbaş ve erlerin tahliyeleri halinde ne gibi işlem yapılacağını, hangi makam ve mercilere teslim edileceklerini, o makam ve mercilerin de bu gibi şahıslar hakkında ne gibi işlem yapacaklarını açıklamaktadır. Bu duruma göre sanığın Isparta Askerî Ceza ve Tutukevinden tahliyesinden sonra yukarıda açıklanan yönetmelik hükmü gereği askerî bir makam veya merciiye teslim edilip edilmediği dosyadan anlaşılamamakta ise de bu hususun dosyadan anlaşılamaması Dairenin bozma kararında belirtildiği gibi bir noksan soruşturma sebebi değildir. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun benzer olaylarla ilgili incelemeler sonunda verdiği 8.12.1972 gün ve 1972/69-73, 25.11.1982 gün ve 1982/245-241, 30.03.1989 gün ve 1989/84-91, 2 nci Dairenin 28.07.1966 gün ve 1966/732-729, 21.05.1970 gün ve 1970/265-263, 3 ncü Dairenin 05.07.1972 gün ve 1972/264-270 sayılı kararlarında da açıklandığı üzere askerî cezaevinden tahliyesinden sonra sanığın birliğine sevk için gerekli işlemin yapılmadığı kabul edilse bile, sanığın mahalli askerî merciilere müracaat etmesi halinde sevkinin bu merciilerce sağlanması mümkün olduğu, Askerî Cezaevi ve Tutukevi görevlilerinin bu ihmali davranışlarının sanığın kıtası ile olan bağını kesmeyeceği, (1111 Sayılı Askerlik Kanunun 78 nci maddesine göre üç ay ve daha fazla hava değişimi alanlar ile As.C.k.nun 39/4 ncü maddesine göre 6 aydan fazla hapis cezası alıp cezası umumi (sivil) cezaevlerinde infaz edilenlerin birlikleri ile ilişkilerinin kesileceği cihetle), kaldı ki sanığın aşamalardaki ifadelerinde (D:15-28), tahliyesinden sonra birliğine gitmesi gerektiğini bildiğini söylemesi, bazı maddi imkansızlıklar nedeni ile birliğine gidemediğini, başvurduğu askerî makam ve merciilerinde kendisi ile ilgilenmediklerini ileri sürmemiş olması karşısında, sanığın tahliyesinden sonra Askerî Cezaevi yönetimi tarafından sevk için askerî makam ve mercilere teslim edilip edilmemesinin önem taşımadığı, bu hususun sanığa müsnet suçun oluşmasına etkili bir noksan soruşturma olmadığı kanaatine varıldığından Dairenin bu sebebe dayanan bozma kararının Başsavcılığın itirazına atfen oyçokluğu ile kaldırılmasına karar verilmiştir. 73 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/195 K. No :1999/243 T. :23.12.1999 ÖZET Geçici karaciğer fonksiyonu bozukluğu rahatsızlığı olan sanığın 4.9.1998 tarihinde sevk edildiği Bolu Devlet Hastanesinde yatış işlemi yapılmaması üzerine memleketi Sakarya’ya giderek daha önce de tedavisinin yapıldığı Özel Hayat Hastanesine başvurduğu ve yatırılarak tedavi edilip 20 gün yatak istirahatiyle taburcu edildiğinde istirahatinin bir bölümünü kullanıp kendiliğinden birliğine döndüğü belirlenmiş olup tamamen kendisini tedavi ettirmek kastı ile hareket ettiği anlaşılan sanığın firar suçunu işleme kastı bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; Sanığın 4.9.1998 tarihinde rahatsızlığı nedeniyle sevk edildiği Bolu Devlet Hastanesine gitmeyip, Birliğine haber vermeden memleketi olan Sakarya'ya giderek orada Özel Hayat Hastanesine yatması ve tedavi sonrası verilen istirahat süresinin bir kısmını da kullandıktan sonra 15.10.1998 tarihinde Birliğine dönmesi eyleminin, firar suçunu oluşturup oluşturmadığı konusundadır. Daire, sanığın bu eyleminin; firar suçunu kast unsuru yönünden oluşturmadığını kabul ederken, Başsavcılık, firar suçunun tüm unsurlarıyla oluştuğunu ileri sürmektedir. Dosyada mevcut delil durumuna göre, Sanığın askerlik hizmetini yaptığı Bolu 2.Komd. Tug.K.lığından Hepatit kontrolü için 4.9.1998 tarihinde Bolu Devlet Hastanesine sevk edildiği, Sanığın Hastaneye gitmek üzere 13.30'da nizamiyeden çıktıktan sonra memleketi olan Sakarya'ya giderek 5.9.1998 tarihinde, daha önce tedavi gördüğünü beyan ettiği Sakarya Özel Hayat Hastanesine “Hepatit? GIS Kanama?” tanısıyla yatırılıp 23.9.1998 tarihine kadar hastanede yatarak tedavi gördükten sonra (20) 74 gün yatak istirahatiyle taburcu edildiği ve 15.10.1998 tarihinde Birliğine döndüğü, Özel Hayat Hastanesinde Sanığa uygulanan tedavinin geçici karaciğer fonksiyonu bozukluğu ile ilgili olduğu, hiç bir kuşkuya yer vermeyecek şekilde sabit olup bu konuda bir ihtilaf da bulunmamaktadır. Sanığın, 4.9.1998 tarihinde sevk edildiği Bolu Devlet Hastanesine gittiğinde, kendisine öğleden sonra yatış işleminin yapılmadığını ve sorduğunda başka bir hastaneye de gidebileceğinin söylendiğine ilişkin savunması ile, Sakarya Özel Hayat Hastanesine yatırıldığında, Baştabibe, Birliğinin telefon numarasını verip durumunun Birlik Komutanlığına bildirilmesini istediğine dair savunmasının aksinin kanıtlanamamış olması, Ankara GATA Baştabipliğinin yazısından,Sanık hakkında Hayat Hastanesince tutulan Hasta Tabelasına ve Laboratuvar sonuçlarına göre, Sanığa geçici karaciğer fonksiyon bozukluğu tedavisinin uygulandığının saptanmış bulunması ve sanığın verilen istirahat süresinin bitiminden önce Birliğine dönmüş olması karşısında,tamamen kendisini tedavi ettirmek kastı ile hareket ettiği anlaşılan Sanığın firar suçunu işlemek kastı ile hareket ettiğinin kabul edilemeyeceği kanaatine ve sonucuna varılmakla, Dairenin, Sanık hakkında tesis edilen mahkûmiyet hükmünü, kast unsurunun yokluğu sebebiyle esastan bozmasında bir isabetsizlik görülmediğinden, Başsavcılığın itirazı oyçokluğu(9/6) ile yerinde bulunmamıştır. 75 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERİ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı Esas No. :1999/203 Karar No. :1999/244 T. : 23.12.1999 ÖZET 3.12.1998 tarihinde sona eren iznini üç gün tecavüz ettikten sonra, Gelibolu’daki birliğine katılmak amacıyla Lapseki’ye gelen ve fakat hava muhalefeti nedeniyle feribot seferleri iptal edildiği için karşıya geçemeyince Askerlik Şubesine giderek izin belgesine kayıt düşürülmesini sağlayan sanığın dehalet kastıyla hareket ettiğinin kabulü gerekir. Sanığın feribot seferleri başlayıncaya dek Askerlik Şubesinde kalma cihetine gitmeden aynı gün tekrar memleketine dönmesi yeni bir suç işleme kastı ile hareket ettiğini gösterir. Daire ile Askerî Mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, Sanığın Gelibolu'daki Birliğine katılmak üzere geldiği Lapseki'de Gelibolu'ya geçecek vapurların hava muhalefeti nedeniyle seferlerinin iptal edildiğini öğrenmesi üzerine, Lapseki Askerlik Şubesinde görevli P.Çvş.Murat KAYA'ya izin belgesinin arkasına bu konuda şerh düşürtmesinin dehalet olarak kabul edilip edilmeyeceği noktasındadır. Askerî Mahkeme Sanığın bu davranışının, dehalet iradesiyle olmadığını, işlediği suçu kamufle etmek amacına yönelik olduğunu ve dolayısıyla müsned suçun oluştuğunu kabul ederken, Başsavcılık; Sanığın 5.12.1998 tarihinde Lapseki'ye gelişinin ve vapur seferlerinin hava muhalefeti nedeniyle yapılmaması yüzünden Lapseki Askerlik Şubesine başvurmasının, dehalet iradesiyle olduğunu ileri sürmektedir. Bilindiği üzere, mütemadi suçlarda (Firar, İzin Tecavüzü, Bakaya, Yoklama Kaçağı gibi) temadi; yakalanmakla, kendiliğinden dönmekle veya dehalet kastı ile Askerı veya Resmi bir kuruma başvurmakla sona ermektedir. Dehalet (Katılma); suç kastından, suç işleme iradesinden vazgeçilmesini tanımladığı için, uygulamada firar veya izin tecavüzünde 76 bulunanların, bilfiil kendi Birliklerine katılmayıp, bulundukları yerdeki bir Askerî Birliğe, Askerlik Şubesine, Askerî Hastaneye yada bir başka Resmi Kuruma başvurarak, suç işleme kasıtlarının sona erdiğini gösteren fiiller sergilemeleri halinde, suç temadisinin sona erdiği ve dolayısıyla suçun tamamlandığı kabul edilmektedir. İşbu davada da deruni bir hal olan dehalet iradesinin tespiti için sanığın sergilediği davranışlara bakıldığında; sanık 3.12.1998 tarihinde sona eren iznini üç gün tecavüz ettikten sonra, iznini geçirdiği Ankara'dan Gelibolu'daki Birliğine katılmak maksadıyla 5.12.1998 (Cumartesi) tarihinde Lapseki'ye geldiği ve normal güzergah olan bu karayolundan sonra Lapseki'den kalkan Feribotla Gelibolu'ya geçmek istediği; ancak hava muhalefeti nedeniyle feribot seferlerinin iptal edilmesi üzerine, Gelibolu'ya geçemeyince Lapseki Askerlik Şubesine giderek, tatil günü Şubede yetkili durumda olan tanık Çvş.Murat KAYA'ya feribot seferlerinin aksamış olması nedeniyle Gelibolu'daki Birliğine katılmakta gecikeceğine dair izin belgesine bir kayıt düşülmesini istediği, tanık Çvş.Murat KAYA'nın önce Askerlik Şubesi Başkanını evinden aradığı, bulamayınca sanığın Birliğine telefon ettiği, telefona çıkan olmayınca bu defa Liman görevlilerini arayarak, feribot seferlerinin o gün yapılamadığını öğrenmesi üzerine, sanığın izin kağıdının arkasına 5.12.1998 saat 14.30 itibariyle, sanığın aksayan feribot seferleri sebebiyle Gelibolu'daki Birliğine katılımının gecikeceğine dair yazı yazıp imzaladığı konuları; Dosyada mevcut izin belgesi aslı (Dz:4) tanık Çvş.Murat KAYA'nın yeminli anlatımı (Dz:41) ve Lapseki-Gelibolu feribot seferlerinin 5.12.1998 tarihinde saat 20.00 ye kadar yapılamadığı, sonraki günlerde 8.12.1998 tarihine kadar aksayarak yapıldığı, Çanakkale-Eceabat feribot seferlerinin de 5.12.1998 tarihinde saat 16.00 ya kadar yapılamadığı, sonraki günlerde normal yapıldığını bildiren Türkiye Denizcilik İşletmeleri Çanakkale Şehirhatları İşletmesi Müdürlüğünün 10.2.1999 tarihli yazılarından (Dz:25-26) açıkça anlaşılmaktadır. İznini geçirdiği Ankara'dan hareketle, yüzlerce Km.yol katedip Lapseki'ye kadar gelen, ancak sözkonusu fiili engel yüzünden Gelibolu'ya geçemediği için Birliğine katılamayan sanığın bu çabası, yukarıda açıklandığı biçimde, hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde kanıtlandığı halde, sanığın bu hareketlerinin Birliğine katılma kastı ile olmadığını, sanığın izin tecavüzünü örtbas etmek maksadıyla böyle bir davranış içine girdiğini kabul etmek, mantık kurallarına ve hayatın olağan akışına ters düşeceği gibi, böyle bir kabul varsayımdan öte 77 gitmeyecektir. Dava konusu olayda, sanığın İzin Tecavüzünü kamufle etmek için böyle bir davranış içerisine girdiğini kabul etmek, Lapseki'ye kadar gelen sanığın, feribot seferleri iptal edilmeseydi dahi Gelibolu'ya geçmeyecek olduğunu peşinen kabul etmek olur ki, bu varsayım olur. Sanık 5.12.1998 tarihinde feribot seferlerinin iptali yüzünden Gelibolu'ya geçemeyince Askerlik Şubesinde veya İlçe Jandarma Komutanlığında kalma cihetine gitmeden aynı gün, ifadesine göre biraz çalışıp para kazanmak için doğrudan Ankara'ya gitmesi, yeni bir suç işleme kastı ile hareket ettiğini göstermekte olduğundan, Dairenin bozma ilâmında ve Başsavcılık Tebliğnamesinde belirtildiği gibi, sanığın 3.12.1998-5.12.1998 tarihleri arasındaki eyleminin 477 Sayılı Yasanın 50/B Maddesinde düzenlenen Kısa Süreli İzin Tecavüzü suçunu; 5.12.1998-10.12.1998 tarihleri arasındaki eyleminin de, aynı yasanın 50/A Maddesinde düzenlenen Kısa Süreli Kaçma suçunu oluşturacağı ve sanığın bu eylemlerinden dolayı yargılamada Disiplin Mahkemesi görevli olduğu için, sanık hakkındaki işbu davada Askerî Mahkemece görevsizlik kararı verilmesi gerekirken, eylemin, 3.12.1998 - 10.12.1998 tarihleri arasında işlenmiş İzin Tecavüzü olarak kabul edilmesi ve buna göre mahkûmiyeti cihetine gidilmesi oyçokluğu ile bozmayı gerektirmiştir. 78 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/211 K. No :1999/202 T. :11.11.1999 ÖZET Sanığın, askere giderken yönetimini bir başka şahsa devrettiği ve kötü yönetim yüzünden zor duruma düşen şirketini devretmesi nedeniyle dağıtım iznini tecavüz ettiğine yönelik mazeretinin askerliğe tercih edilebilecek yasal bir mazeret olarak kabulü yasaya aykırıdır. Daire ile Mahalli mahkeme arasında oluşan ve Daireler kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık izin tecavüzü suçundan sanık erin iznini tecavüze sebep olan mazeret olarak ileri sürdüğü hususun mazeret olarak kabul edilip edilemeyeceğine ilişkindir Yapılan incelemede; Dosyanın (I) dizisinde bulunan Türkiye Ticaret Sicili gazetesi ile (2) dizideki 17.03.1997 tarihli imza sirkülerinden sanığın Beylik Radyo Televizyon Yayıncılık Sanayii ve Ticaret Anonim şirketinin, hissedar ve yönetim kurulu başkanı olduğu, 27.05.1997 günü sanığın askere sevk edildiği (Dz.9), sanığın 02.06..1997 tarihli vekaletname ile 02.08.1997 tarihine kadar geçerli olmak üzere Beylik Radyo Televizyon Yayıncılık Sanayi ve Ticaret Anonim şirketini temsil yetkisini Erzincan 1 nci noterliğince düzenlenmiş vekaletname ile Engin AKÇAY’a devrettiği (Dz.43), 07.08.1997 günü 10 gün dağıtım iznine gönderilen ve l8.08.1998 günü yeni birliğine katılması gereken (Dz.7) sanığın iznini tecavüz ederek 25.08.1997 günü katıldığı (Dz.6) hususu tespit edilmiş olup bu hususta bir kuşku ve uyuşmazlık bulunmamaktadır. Sanıkta iznini tecavüz ettiğini kabul etmekle birlikte hissedarı ve yönetim kurulu başkanı olduğu yukarıda adı geçen şirketin mali ve idari bazı problemlerini çözmek için uğraşmak durumunda kaldığını, bunun için iznini tecavüz ettiğini ileri sürdüğünden müsnet suç yönünden 79 mazeret olarak ileri sürdüğü bu hususun mazeret olarak kabulünün mümkün olup olmadığı hususunun incelenmesine gelince; As.C.K.nun 66/I-B maddesinde izin tecavüzü suçunun unsurları belirtilirken mazeretin suçun oluşmasını engelleyen bir unsur olduğu madde metnine yazılmış, ancak suçun oluşmasını engelleyen mazeret veya mazeretlerin neler olduğu olabileceği maddede açıkça gösterilmemiştir. İç Hizmet Yönetmeliğinin 57/b maddesinde izinli bulunan bir asker kişinin izninin uzatılması için hangi hallerde birlik komutanı veya amirinden talepte bulunabileceği tahdidi olmamakla birlikte örneklenerek sayılmıştır. Maddede sayılan haller aileden birinin ağır hastalığı, ölümü, kaza, doğum, yangın gibi beklenmeyen hallerdir. Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere önceden öngörülebilen veya tedbiri alınabilen, kişinin bizzat yapmasının gerekmediği, vekaleten başkası tarafından da yapılması, yerine getirilmesi mümkün olan hallerde ve olaylarda, bu durum kişi yönünden izninin uzatılmasını gerektiren mazeret oluşturmayacaktır. Sanık adı geçen şirketin hissedarı ve yönetim kurulu başkanı olarak şirketinin idari ve mali durumu ile ilgilenmekte haklı ise de bu ilgisini daha önce 02.08.1997 günü mesai bitimine kadar geçerli olmak üzere Engin AKÇAY isimli kişiye verdiği vekaletnamede olduğu gibi başka birisine vekalet vermek sureti ile de gösterebilirdi. Sanık suç tarihleri arasında bu yolu tercih etmemiş, iznini bitirdiği halde kendi hissesi ve diğer hissedarların hissesinin devri için bizzat uğraşmıştır. Ayrıca kişisel menfaatler askerlik hizmetine tercih edebilecek hususlar olarak kabul edilemez. Kaldı ki sanık asker olarak izin tecavüzü süresi zarfında sadece kendi hissesinin devri ile değil, kendisine vekalet veren diğer ortaklar adına da devir işlemlerini takip etmek üzere onlardan aldığı vekalet üzerine devir işlemlerini 20.08.1997 günü iznini iki gün tecavüz etmiş iken sonuçlandırmış, (Dz.32,33,34,35,36,37), buna rağmen asıl birliğine devir işlemlerinden beş gün sonra 25.08.1997 tarihinde katılmıştır. Yukarıda açıklanan nedenler karşısında mahalli mahkemece sanığın müsnet izin tecavüzü suçu yönünden mazeret olarak ileri sürdüğü hususun mazeret olarak kabulü isabetli görülmediğinden direnilerek tesis edilen beraete ilişkin hükmün oyçokluğu ile bozulmasına karar verilmiştir. 80 ASKERÎ CEZA KANUNU Md. 66 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/213 K. No :1999/210 T. :25.11.1999 ÖZET Yirmi günlük istirahat raporu nedeniyle sıhhi izine gönderilen sanığın, suç tarihlerindeki (TCK.nun 47 nci maddesinden yararlanacak ölçüde olan) psikiyatrik rahatsızlığı, mazeret unsuruna yer veren izin tecavüzü suçu yönünden haklı ve geçerli bir özürdür. Psikiyatrik nitelikli rahatsızlığı nedeni ile 17.09.1998 tarihinde (20) gün istirahat raporu alan (Dz.7) sanığın, sıhhi izne çevrilen bu istirahatinden (Dz.3) sonra da süresinde ve 07.10.1998 tarihinde birliğine dönmediği ve iznini tecavüzü ederek 07.11.1998 tarihinde birliğine döndüğü sabit ise de (Dz.1), yargılaması sırasında gözlem altına aldırılıp (Dz.36) sonunda hakkında düzenlenen Elazığ Asker Hastanesi Sağlık Kurulunun 13.04.1999 gün ve 486 sayılı raporuna göre (Dz.42) geçirilmiş Anksiyeterli, Depressif-mizaçlı uyum bozukluğu Askerliğe elverişlidir teşhisi konulan, 13.04.1999 gün ve 1999/10 Nolu Adli Raporunda da aynı teşhisle suç tarihinde TCK.nun 47 nci maddesinden istifade edebileceği belirlenen (Dz.48) sanığın, teşhis edilen rahatsızlıklarının mazerete (özre) yer veren suçlardan olan müsnet izin tecavüzü suçu yönünden mazeret (özür) teşkil ettiği, bu nedenle As.C.K.nun 66/1-b maddesinde gösterilen yasal unsuru itibari ile müsnet suçun oluşmadığı sonuç ve kanaatine oyçokluğu ile varılmıştır. 81 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.67 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/49 K. No :1999/30 T. :11.02.1999 ÖZET Rum Kesiminde yakalanan sanığın yakalandığı tarih firar suçunu sona erdirmez. Ancak T.C. Devletine teslim edildiği tarihte firar suçunun sona erdiğini kabul etmek gerekir. Sanığın Kıbrıs’ta bulunan birliğini 19.5.1998 günü izinsiz olarak terk edip Kıbrıs Rum kesimine geçtiği, dosyada bu konuda yazılı bir delil bulunmamakla birlikte, kendi beyanına göre, aynı gün Rum Kesimi muhafızlarınca yakalandığı, bilahere, Atina'ya götürüldüğü ve daha sonra uçakla İstanbul'a gönderilip 29.5.1998 günü de güvenlik kuvvetlerine teslim edildiği, konularında bir kuşku bulunmamaktadır. Askerî Yargıtay 2 nci Dairesi ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık yurt dışına firar suçlarında temadinin yurt dışında yakalanma ile mi, yoksa Türk makamlarına teslim edildiği tarihte mi sona ereceği konusuna ilişkin bulunmaktadır. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 10.1.1980 gün ve 1980/1-1; 31.12.1998 gün ve 1998/206-185 sayılı kararlarında da açıkça vurgulandığı gibi yurt içinde yakalanma ile yurt dışında yakalanmanın tamamen farklı neticeleri bulunmaktadır. Yakalama kıtasından firar edenlerin tekrar kıtalarına katılmalarını sağlayan bir müessese olup; Askerlik Kanununun 79 ncu maddesi de, firar edenlerin kaçtıkları tarihi ve üzerlerinde ne gibi eşya teçhizat götürdüklerinin, mensup oldukları kıta ve müessese tarafından Askerlik Şubesine yazılmasını, Askerlik Şubelerince de firar defterine kayıt yapılarak elde edilmelerini temin için mahalli mülki makamlara bildirilmesini gerektirmektedir. Firar edenlerin yakalanmasını temin etmek zorunlu bir görevdir. Bu görev yakalanan firar suçlularını askerlik hizmetlerinin tamamlatılması için kıtalarına sevk ve teslim niteliğinde olmaktadır. Bu amaçla yapılan yakalamanın firarı 82 kesmesi yasal düzenleme ile gerçekleşmektedir. İş bu yasal düzenlemenin kendi mevzuatına göre işlem yapan Rum Kesiminde de geçerli olacağını kabul etme imkanı ise bulunmamaktadır. Rum Kesimi yetkililerine yakalanan şahsı getir teslim et demek mümkün olamayacağı gibi, aynı yetkili makamların yakalanan kişiyi iade etme zorunluluğu da bulunmamaktadır. Dolayısıyla Rum Kesiminde yakalanan sanığın yakalandığı tarih firar suçunu sona erdirmeyecek ancak T.C.Devletine teslim edildiği 29.5.1998 tarihinde firar suçunun sona erdiğini kabul etmek gerekecektir. Bu durumda ise sanığın eyleminin firar suçunu oluşturduğu hususunda kuşku bulunmadığından; Başsavcılığının itirazında isabet görülerek kabulüne oyçokluğu ile karar verilmiştir. 83 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.67 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/111 K. No :1999/87 T. :29.04.1999 ÖZET İki yıldır sürekli başağrısı çeken ve yurt içinde yeterli tedavi imkânı bulamayan askerî öğrenci sanığın, Almanya’da çalışan babasının yanında geçirmek ve tedavisini yaptırmak amacıyla istediği izin talebi kabul edilmeyince öğrenim gördüğü üniversitenin yaz tatiline girmesi sırasında staj yaptığı komutanlıktan ayrılıp 22.8.1994 tarihinde yurtdışına çıktığı ve Almanya’da tedavi gördükten sonra yurda dönüp 7.10.1994 tarihinde Fakülte ve Yüksek Okullar Komutanlığına katıldığı belirlenmiş olup sanığın samimi savunmasının dosyadaki delillerle de doğrulandığı anlaşıldığından suç işleme kastı bulunmamaktadır. Yıldız Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği öğrencisi olan sanığın (halen mühendis Tğm.) 10.9.1994-30.9.1994 tarihleri arasındaki iznini Almanya'da bulunan ailesinin yanında geçirmek için müracaat ettiği, 27.6.1994 tarihinde talebinin izin yönetmeliğine göre uygun bulunmadığından reddedildiği, 9.7.1994 tarihinden itibaren Üniversitenin yaz tatiline girdiği 15.7.1994 tarihinde Kayseri 2 nci Hava İkmal Merkezi Komutanlığı emrinde staja başlayıp 29.7.1994 tarihinde buradaki staj imkanlarını yeterli bulmayarak 2 nci Hava İkmal Merkezinden ayrıldığı, Samsun'da özel bir şirkette 15.8.1994-30.9.1994 tarihleri arasında staj yaptığını gösteren bir belge düzenlenmesine rağmen 22.8.1994 tarihinde yurtdışına çıktığı, 22.9.1994 tarihinden 6.10.1994 tarihine kadar Almanya'da Essen Üniversitesine bağlı bir klinikte tedavi gördüğü, Yıldız Üniversitesinin 3.10.1994 tarihinde yeni öğretim yılına başladığı, sanığın 6.10.1994 günü tedavisini tamamlamadan yurda dönüp 7.10.1994 günü Fakülte ve Yüksek Okullar K.lığı emrine katıldığı maddi bir vakıa olarak sabit ve gerçekleşmiş olaylardır. 84 Oysa, dosyada mevcut yurtdışı izin isteme dilekçesine, 27.6.1994 tarihinde, “izin yönetmeliğine göre uygun değildir” yazısı yazılıp paraf edilerek dilekçenin üst makamlara gönderilmediği görülmektedir. TSK.izin yönetmeliğinin 4.maddesine göre Fakülte ve Yüksekokul öğrencilerine yurtdışı izin verilebileceği belirtildikten sonra aynı yönetmeliğin 14.maddesinde de yurtdışı izin vermeye yetkili makamların Kuvvet Komutanlıkları olduğu, yurtdışı izin taleplerinin izin tarihinden en az iki ay önce Kuvvet Komutanlıklarında bulundurulması gerektiği açıklanmış bulunmaktadır. Sanığın babasının Almanya'da çalışmakta olduğu anlaşılmaktadır. 10.9.1994-30.9.1994 tarihleri arasındaki iznini babasının yanında geçirmek istemesine dair dilekçesi ise, izin yönetmeliğine uygun olup talebinin izin vermeye yetkili olan Hava K.K.lığına gönderilmesi gerekirken kimin veya hangi makamın reddettiği belli olmayacak şekilde 27.6.1994 tarihi yazılıp imza atıldığı, bu suretle sanığın yurtdışı iznini kullanamaz duruma düştüğü görülmektedir. Ayrıca İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesince düzenlenen reçetelerden anlaşılacağı üzere 1992 yılından beri baş ağrısı rahatsızlığı çektiği, suç tarihinden önce 2 defa da GATA Haydarpaşa Askerî Hastanesi Nöroloji Kliniğine sevkinin yapıldığı, Kasımpaşa Askerî Hastanesi nöroloji ve psikiyatri uzmanlarının raporlarına göre ise, sanıkta mevcut baş ağrısının psikolojik olup yurtdışında tedavi olmasına gerek bulunmadığı belirtilmektedir. Bütün bu olgular birlikte değerlendirildiğinde, öğrenim gördüğü Üniversitenin yaz tatilinde bulunması, babasının da Almanya’da olması sebebiyle uzun süredir tedavi gördüğü fakat kesin sonuç alamadığı baş ağrısı ile ilgili olarak tedavi olabilmek amacıyla Almanya’ya gittiği, savunmasına göre 22.9.1994 tarihine kadar evinde aile hekimine tedavi olduğu gibi Essen Üniversitesi kliniği ile gerekli görüşmeler sağlandıktan sonra 22.9.1994 tarihinde bu klinikte tedaviyebaşladığı, tedavisinin 6.10.1994 tarihine kadar sürdüğü, tedavi sonucunda düzenlenen rapora göre %30 nisbetinde iyileşme sağlandığı ve fakat hastanın TSK.daki görevine dönmek için bu tedaviyi tamamlamadığının belirtildiği, sanığın savunmalarının samimi olduğu gibi dosyadaki delillerin de savunmasını doğruladığı anlaşılmakla sanıkta suç işlemek kastının bulunmadığını kabul eden 4. Dairenin kararı yerinde görülerek Başsavcılığın itirazının reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 85 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.67 T.C. ASKERİ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No. :1999/205 K. No . :1999/189 T. :21.10.1999 ÖZET Yurtdışına gittiğinde terhise hak kazanmadığını bilen sanığın, yabancı memlekete firar suçunu işleme kastı ile hareket ettiğinin kabulü gerekir. Daire ile Mahalli Mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığa müsnet "Yabancı memlekete firar" suçunun oluşup oluşmadığına, muhal (işlenemez) suç olarak kabul edilip edilemeyeceğine ilişkindir. Yapılan incelemede; Dosyadaki delil ve belgelerden 235 nci dönem yedek subay aday adayı olan sanığın bakaya suçundan yargılanıp mahkum olması nedeni ile 17.3.1994 tarihinde kısa dönem er statüsü ile (6) aylık hizmete tabi olarak askere sevk edildiği (Dz. 35-76), sanığın askere sevkinden önce de Bakanlar Kurulunun 20.12.1993 gün ve 1993/ 5098 sayılı kararı ile 235 nci dönem 6 aylık hizmete tabi erbaşların terhislerinin 3 ay durdurulduğu (Dz.90) ve hizmet sürelerinin 3 ay uzatıldığı (Dz.87) anlaşılmaktadır. Sanıkta 17.3.1994 günü kısa dönem er olarak askere sevk edilen bir kişi olarak askerlik hizmet sürelerinin uzatılması ile ilgili Bakanlar Kurulunun 20.12.1993 günlü kararından sonra, ancak şubece yapılan bir hata sonucu (9) aylık kısa dönem er olarak sevk edilecek iken (6) aylık kısa dönem erbaş olarak sevk edilmiştir. Askerliği devam etmekte iken sanık kendi ifadesine göre 6 aylık kısa dönem er olarak askerliğe sevk edilenlerin askerlik hizmet sürelerinin (3) ay uzatıldığını, bu arada kendisinin de askerliğinin (3) ay uzadığını bölük yazıcılarından ve komutanlarından öğrenmiş (Dz.3-9-21-44-69), askerliğinin henüz bitmediğini ve terhisine hak kazanmadığını bilen sanık 21.9.1994 günü 4 gün yol hakkı tanınarak gönderildiği 5 günlük 86 izinden 29.9.1994 günü birliğine dönmesi gerekir iken dönmemiş, Japonya'da kazandığı bir eğitim bursundan istifade etmek için Esenboğa Havaalanından 2.10.1994 günü pasaportla yurtdışına çıkmış, 16.4.1998 gününe kadar yurtdışında kaldıktan sonra bu tarihte İstanbul Havalimanında yakalanmıştır. Dava konusu olayın bu şekilde cereyan ettiği hususunda bir kuşku bulunmamaktadır. Mahalli Mahkemece sanığın durumunun 235 nci dönem kısa dönem erbaşlarla aynı olmadığı, 237 nci dönemin de sanığın şubeden sevkinden sonraki bir sevk tarihi olduğu, dolayısı ile bu iki grup ile ilgili askerlik hizmet sürelerinin uzatılması ile ilgili Bakanlar Kurulu kararının ve ekinin sanığı ve tabi olduğu grubu kapsamadığı ileri sürülerek sanığın eylemi işlenemez (Muhal) suç olarak değerlendirilmiş ise de; sanığın 235 nci dönem altı aylık hizmete tabi erbaşlarla işleme tabi olduğu, sanığın yedek subay adayı iken bakaya suçundan mahkum olması nedeni ile askere sevkinin 235 nci dönem erlerin normal sevk tarihlerinden daha sonraki bir tarih olan 17.3.1994 tarihi olduğu, sevk ile ilgili bu durumun sanığın grubunu ve birlikte işleme tabi olduğu emsalleri ile askerlik hizmet süresini etkilemediği, sanığın da yurtdışına gittiğinde askerliğinin bitmediğini, o tarih itibarı ile terhise hak kazanmadığını bildiği nazara alındığında sanığın yabancı memlekete firar suçunu işleme kastı ile hareket ettiği ve eyleminin işlenemez (muhal) suç olarak nitelenemeyeceği kanaatine varıldığından mahalli mahkemece direnilerek tesis edilen beraet hükmünde isabet görülmediğinden hükmün oyçokluğu ile esastan (sübuttan) bozulmasına karar verilmiştir. 87 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.70 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu E. NO : 1999/12 K.NO : 1999/3 T. : 07.01.1999 ÖZET Dava konusu olayda sanıkların çarnaçar kaldıklarını, şikayetten başka çarelerinin olmadığını kabul etmek mümkün olmadığından, eylemlerinin sözleşerek firar suçuna vücud verdiği kabul edilmelidir. "...Sanıkların Diyarbakır/Lice İlçesi Abalı J.Krk.K.lığında konuşlu bulunan 2.Mknz.P.Bl.Timinde görevli tankçı olarak görev yapan erbaş ve er oldukları, 21.10.1995 günü mürettebatı oldukları 264970 no.lu M-60 A3 tankının bakımını yaparlarken, sanıkların Tim Komutanı sıfatıyla amiri olan Ütğm.Ahmet BÜYÜKKORU'nun bakım yapılan yere gelerek sanıkları kontrol ettiği, saçlarının uzun olduğunu tespit ettiği, sanık er G. D.'i tekme,tokatla dövdüğü, Ütğm.nin evvelden beri gelen sert,kırıcı davranışlarından memnuniyetsizlik duyan sanıkların bu son olay üzerine daha rütbeli bir subayı bularak durumlarını anlatıp şikayette bulunmak üzere, aniden aldıkları bir kararla mürettebatı oldukları tanka binip Diyarbakır'a doğru yola çıktıkları, tankın gidişinden şüphelenen Tğm.Recai ÖZTÜRK'ün telsizle Bl.Komutanına durumu iletip tankın gidişi hakkında malumatının olup olmadığını sorduğu, olayı öğrenen Bl.Komutanının emriyle Tğm. ÖZTÜRK'ün tankın peşine düştüğü, bu arada telsizle irtibat kurmaya çalıştığı, Kocaköy ilçesine yaklaşıldığında Tğm.ÖZTÜRK'ün telsiz irtibatı tesis ettiği sanık er G. D.'in "şikayetlerini üst makama iletmek için bu işe giriştiklerini" söylediği, Tğm. ÖZTÜRK'ün kendilerine hiçbir baskı uygulanmayacağına ve durumu üst mercilere ileteceğine dair söz vermesi üzerine sanıkların tankı durdurdukları ve olayın bu şekilde nihayete erdiği anlaşılmıştır. Sözleşerek firar suçuna ilişkin As.Yrg.İçt.Birleştirme Kurulunun 19.4.1996 tarih ve 1996/2-2 E.-K. sayılı kararında "...mahkemeler, 88 önlerine gelen olayın özelliklerini, ayrıntılarını gözardı etmeksizin suçu oluşturan eyleme yönelen iradeyi (kastı) belirlemeli, bu iradenin askerlik hizmetinden kaçmaya yöneldiğinin ortaya konması halinde, bu suçun oluştuğu kabul edilmelidir..." denerek, sözleşerek firar suçunun oluşup oluşmadığı noktasında, manevi unsur üzerinde titizlikle durulması gerektiğine işaret edilmiştir. Hadisede manevi unsurun varlığı veya yokluğu hususunu irdelerken, şikayet mevzuu ileşikayet için yasal prosedür dışında takip edilen yol arasında, makul bir dengenin, yasal prosedür dışına yönelmeye haklı bir zorunluluğun olup olmadığına bakmak gerekmektedir. Olay basit bir dövülmeden ibarettir. Dövülen erin her hangi ciddi bir rahatsızlığı söz konusu değildir. Sanıkların mektupla veya tankçı olmaları nedeniyle ellerinde bulunan tanka ait telsizle şikayetlerini üst rütbeli subaylara iletmelerinin mümkün olduğu açıktır. Üstelik OHAL bölgesinde bu eylemde bulunmalarının, kendilerinin olduğu kadar kendilerini takip eden personelinde hayatını tehlikeye attığı ortadadır. "Şikayet için birliği terk ettiklerinden dolayı, manevi unsur yokluğundan dolayı sözleşerek firar suçunun oluşmadığı" şeklindeki bir kabulün, ilerde müessif hadiselere yol açabileceğinin, bu karakolun veya hatta bir hudut bölüğünün, şikayet gerekçesiyle, komple olarak, birliği terk etmesi halinde, oluşacak disiplinsizliğin boyutunun gözardı edilmemesi gerekir. Sanıkların eyleminde işe şikayet mevzuu ile şikayet yasal prosedürü dışında takip edilen yol arasında makul bir dengenin olmadığı, mektup ve telsizle şikayet imkanı varken, haklı bir zorunluluk gerekmeden tanka binerek şikayet için Diyarbakır'a gitmek üzere yola çıkmalarında müsnet suçun manevi unsur yönünden de oluştuğu kanaatine varılmıştır. Sanıklardan G. D.'e karşı bölük komutanına vaki asta müessir fiil suçunun işleniş şekli ve komutanın vaki asta müessir fiil suçunun işleniş şekli ve sonuçları nazara alındığında ortada tüm sanıkların şikayetini gerektirecek bir durumun olmadığı, dolayısıyla sanıkların firar kastı ile hareket ettikleri sonucuna varılmıştır. Öte yandan işleniş şekillerine göre firar suçlarını düzenleyen hükümleri firar eylemi ile askerî hizmetin ihlal edildiğini var saymıştır. Dava konusu olayda sanıkların çarnaçar kaldıklarını, şikayetten başka çarelerinin olmadığını kabul etmek mümkün değildir. Dava konusu olayda sanıkların sözleşerek firar suçunu işlemeye sevkeden derin duygu olan (saikin) ön planda olduğunu ortaya koyan bir durum da yoktur. Bu nedenlerle itirazın kabulüne oyçokluğu ile karar verilmiştir. 89 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.73 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/81 K. No :1999/105 T. : 20.05.1999 ÖZET Birliğine dönmek için uçağı kaçırmış olsa bile, sanığın evinde yakalanmış olması, eylemine kendiliğinden son verme iradesini taşıyan bir failin yapması gereken hareket tarzlarını yapmaması nedeniyle eylemin yakalanmakla sona erdiği kabul edilmelidir. Dava konusu olayda sanığın, geçerli bir özürü olmadığı halde 21.2.1998-3.3.1998 tarihleri arasında izin tecavüzü suçunu işlediği hususunda kuşku olmayıp, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, As.C.K.nun 73 ncü maddesinin uygulanıp uygulanamayacağına ilişkindir. Bu çerçevede yapılan incelemede; sanık adına 1.3.1998 tarihli Ankara-Siirt seferini yapan THY uçağından bilet alınmış olduğu (Dz.26), sanığın telefonla yapılan bir ihbar üzerine 3.3.1998 tarihinde yakalandığı (Dz.36) ve adamlı olarak birliğine sevk edildiği anlaşılmaktadır. As.C.K.nun 73 ncü maddesinde ''kaçak, kaçtığından altı hafta içerisinde kendiliğinden geri gelirse...'' cezada indirim öngörüldüğünden, maddi olayda, bu koşulun gerçekleşip gerçekleşmediği incelenmelidir. Madde, açık olmakla beraber, Askerî Yargıtay içtihatlarında geniş yorumlanmakta ve failin yakalanmış olmasına rağmen kendiliğinden dönme iradesinin kuşkuya yer vermeyecek şekilde saptanabildiği bazı özel durumlarda anılan maddenin uygulanması gerektiği kabul edilmektedir. Örneğin, birliğine dönmek üzere hareket eden failin yolda yakalanması gibi. Somut olay bu çerçevede değerlendirildiğinde; 1.3.1998 tarihindeki uçağı kaçırmış olsa bile, izin tecavüzü durumunda olan ve eylemine kendiliğinden son verme iradesini taşıyan bir failin yapması gereken hareket tarzları yerine izin tecavüzü durumunu sürdüren ve 90 3.3.1998 tarihinde yakalanarak ele geçirilen sanığın, kendiliğinden dönme iradesi içerisinde olduğunu gösteren hiçbir bulgunun dosyada mevcut olmadığı görülmektedir. Bu durumda, yakalanma maddi olgusu gözardı edilemeyeceği ve As.C.K.nun 73 ncü maddesinin uygulanma olanağı bulunmadığı cihetle, haklı nedenlere dayalı itirazın kabulüne ve Daire kararının kaldırılmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 91 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.79 TC ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/50 K. No :1999/37 T. :25.02.1999 ÖZET Suç tarihinde 11 aylık asker olup silahı hakkında yeterli bilgisi bulunan ve olay öncesinde arkadaşları ile uyumsuz bir ilişki içinde olan sanığın akşam saatlerinde de sivil hastaneden alacağı raporun geçerli olup olmayacağına dair sorular sorduktan sonra, aynı gün gecesi karakol nöbetçilerini takviye için görevlendirildiği 3 nolu mevziye indikten hemen sonra silahının ateş alması sonucu sağ ayağından 25 gün iş ve güçten kalacak şekilde yaralandığı, yarım dolduruşta bulunan ve arızası olmayan silahın patlayabilmesi için bilinçli, seri halde birbirini izleyen hareketlerin yapılması gerekli olup bilirkişi mütalaasına göre de cereyan şekli ve yaralanma biçimi itibarıyle olayın kaza olarak kabulüne imkan bulunmadığı anlaşıldığından kendisini askerliğe elverişsiz hale getirmeye teşebbüs etmek özel kastıyla hareket ettiği sonucuna varılmıştır. Alacakaya ilçesi Kef Jandarma Karakolunda görevli bulunan sanığın 27.7.1995 günü hazır kıtada görevlendirildiği, Nöb.Astsb.ın saat 20.00 sularında hazır kıtada görevli olan Erleri karakol nöbetçilerini takviye etmek amacıyla mevzilere dağıttığı, saat 22.00 sularında sanığın 3 nolu mevziin önüne hamili bulunduğu 119638 nolu G-3 Piyade tüfeği ile gelip silahı sağ elinde olduğu halde mevziye indiğinde silahın arka arkaya 2 el ateş alması ile sağ ayak 2-3 ncü parmak flanks ve metatars açık kırığı ile 25 gün iş ve güçten kalacak şekilde yaralandığı, ancak askerliğe elverişli olduğunun belirlendiği maddi bir vakıadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki görüş ayrılığının sanıkta kendisini askerliğe elverişsiz hale getirmek kastı bulunup bulunmadığına ilişkin olduğu belirlenmektedir. 92 Toplanan delillere göre; 23.8.1994 tarihinde Askerlik Şubesinden sevk edilen sanığın suç tarihinde 11 aylık asker olup silahı hakkında yeterli bilgisinin bulunduğu, olay öncesinde arkadaşları ile uyumlu bir çalışma göstermediği gibi, olay günü saat 19.45 sularında karakol nizamiyesi önünde Uzm.J.Çvş.Arkın TURAN’a “izinde sivil hastaneden rapor alsam geçerli olur mu” şeklinde sorduğu, bizzat sanığın beyanından anlaşılacağı gibi tanık Er Ali ŞAFAKOĞLU’nun olay yerinde olmadığı, tanık Er Yılmaz BİRBİLEN’in yeminli beyanında da açıkladığı gibi sanığın mevzi içerisine atlaması ve düşmesinin söz konusu olmadığı, 3 nolu mevziye indikten 4-5 saniye sonra silahın ateş aldığı, mevziin zemininin taş olmayıp ufak taşların bulunduğu, yine tanık anlatımlarına ve verilen cevaplara göre tüfeğin yarım dolduruşta bulunması gerektiği, yarım dolduruşta bulunan ve arızası olmayan silahın patlayabilmesi için bilinçli, seri halde biribirini takip eden hareketlerin yapılması gerekli olduğu, dinlenen bilirkişi mütalaasına göre de olayın cereyan şekli ve yaralanma biçimi itibariyle olayın kaza olarak kabulüne imkan bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla sanıkta kendisini askerliğe elverişsiz hale getirmeye teşebbüs etmek özel kastının varlığı nazara alınarak Başsavcılık itirazının oyçokluğu ile kabulü kararlaştırılmıştır. 93 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.79 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/192 K. No :1999/180 T. :14.10.1999 ÖZET Sanığın nöbetine başladığı sırada nöbet hizmeti nedeniyle nöbet öncesi Nöb.Onb. ile aralarındaki tartışma sonucu önce havaya sonra da bir el avuç içine ateş ederek kendini yaralaması eyleminde, kendini askerliğe elverişsiz hale getirmek kasdı yoktur, olay nedeniyle nöbet hizmetinden yaralanması sonucu uzak kalması karşısında eylemi, mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı hareket etmek suçunu oluşturur. Sanığın 17.7.1998 Tarihinde 03.00-05.00 Saatleri arasında Ezine C Tipi Askerî Gazino giriş kapısı nöbeti için Nöbetçi Onb.olan Tolga PALİLİ tarafından uyandırıldığından itibaren aralarında, erken kaldırma ve üzerindeki sigara ve çakmağın teslim edilmesi konularında çıkan tartışmaların yarattığı kızgınlıkla, nöbete başlar başlamaz tüfeğine tam dolduruş yaptığı ve Nöb.Onb.Tolga PALİLİ’ye “seni vururum” dedikten sonra havaya bir el ateş ettiği, Nöbetçi Onbaşının sanıktan tüfeği almak istediği, ancak başaramayınca diğer tanıklar gibi olay yerinden uzaklaştığı, bu esnada sinirlerine hâkim olamayan sanığın bir el daha ateş ederek kendisini sol el avuç içinden yaraladığı, yaralanma sonucunda askerliğe elverişsiz hale gelmediği anlaşılmakta ve esasen olayın bu şekilde sübut bulduğu konusunda bir ihtilafın bulunmadığı görülmektedir. Daire ile Başsavcılık arasındaki ihtilaf, sanığın sözkonusu eyleminin Mazarratı Mucip Nöbet Talimatına aykırılık suçunu oluşturup oluşturmadığı noktasındadır. Daire, sanığın eyleminin gerek Kendini Askerliğe Yaramayacak Hale Getirmeye Teşebbüs suçuna ve gerekse Mazarratı Mucip Nöbet Talimatına Aykırılık suçuna vücut vermediğini 94 kabul ederken, Başsavcılık, sanığın eyleminin Mazarratı Mucip Nöbet Talimatına Aykırı Davranmak suçunu oluşturduğunu ileri sürmektedir. Sanığın, Nöbetçi Onbaşı Tolga PALİLİ’nin de diğer tanıklar gibi yanından uzaklaşmasından sonra, bir el daha ateş ederek kendisini sol el avuç içinden yaraladığı, yaralanmasının tamamen kendi iradi hareketi sonucu vukubulduğu sabit ise de, sanığın nöbet için uyandırıldığından itibaren Nöbetçi Onbaşı Tolga ile yaptığı tartışma sonucu kızarak, Nöb.Onb.Tolga’ya “seni vururum” diye tehdip edip, havaya bir el ateş etmek suretiyle, üste kavli ve fiili tehdit suretiyle hürmetsizlik suçunu işlemekle kalmayıp, aynı kızgınlık ve sinirlilikle bu defa kendisini sol el avuç içinden yaralaması eyleminde, sanığın olay esnasında kendisini Askerliğe Elverişsiz Hale Getirme özel kastı ile hareket ettiğini tam ortaya koyacak, sanığın olaysırasında bu suçu işlemek kastı ile hareket ettiğinin kabulüne yeterli olacak, tatminkar bir delil bulunmadığı için, Kendisini Askerliğe Elverişsiz Hale Getirmeye Teşebbüs suçunu işlemek kastı ile hareket etmediğinin kabulünde isabet görülmüş, Ancak, itiraz tebliğnamesinde de belirtildiği gibi, sanığın Nöbetçi Onbaşının da yanından ayrılmasından sonra, ikinci defa tamamen kendi iradi hareketi sonucu silahını Nöbet Talimatına aykırı şekilde ateşlemesi ve bu atış sonucunda kendisinin yaralanması şeklinde bir mazarrat doğmuş olması karşısında, sanığın söz konusu eylemi As.C.K.nun 136/1A, B, C Madde ve Bentlerinde düzenlenen “Mazarratı Mucip Nöbet Talimatına Aykırı Hareket Etmek” suçuna vücut verdiği için, Dairenin, Askerî Mahkemenin sanık hakkındaki beraat hükmünü bu yönden bozması gerekirken, beraat hükmünü onama yoluna gitmesi isabetsiz bulunmuş ve Başsavcılığın bu yöndeki itirazı yerinde görülerek Daire kararının kaldırılmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 95 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.79 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/207 K. No :1999/203 T :18.11.1999 ÖZET Savunmalarında sürekli olarak cin ve perilerle uğraştığını ve 10 yıldır ruhsal sıkıntı içinde olduğunu ve kendisini silahla yaralaması olayının nasıl olduğunu hatırlamadığını ileri süren sanığın, olay öncesinde de birtakım garip davranışlar içinde bulunması ve askerlik hizmetinden kurtulmak istediğine dair hiçbir delil ve emarenin tespit edilememesi karşısında, askerlikten kurtulmak amacına yönelik özel bir suç kastı ile hareket etmediği kanaatine varılmıştır. Dosyada mevcut delil durumuna göre, sanığın 12 nci Mknz.P. Tug.Top.Tb.Kh.ve Srv.Bölük Komutanlığı emrinde askerlik hizmetini yaparken, 28.1.1998 tarihinde 14.00-15.00 saatleri arasındaki Cephanelik Nöbetini tutmak üzere (1) Numaralı Nöbet yerine giderken yolda bir anda durup kendisini sağ omuzundan yaraladığı konusunda hiç bir kuşku ve ihtilaf bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık, müsned suçun manevi unsur (suç kastı) yönünden oluşup oluşmadığı noktasındadır. Yapılan müzakere sırasında; sanığın her ne kadar cezai ehliyetinin tespiti için müşahede altına alınmasına gerek olup olmadığı konusunda Mahkemece Bilirkişi mütalaasına başvurulduğu ve Bilirkişi tarafından müşahedeye gerek olmadığı tespit edilmiş ise de; sanığın askerlik öncesinden bu yana on senedir ruhsal sıkıntılar çektiğini beyan etmesi, tanık anlatımlarıyla da saptanan bir takım garip davranışlarda bulunması ve ayrıca temyiz sebebinin doğrudan doğruya cezai ehliyet araştırmasının yetersizliğine ilişkin olması dikkate alınarak, sanığın nörolojik ve ruhsal yönden gözlem altına alınmasını müteakip düzenlenecek sağlık kurulu raporundan sonra, sanığın suç kastı ile 96 hareket edip etmediğinin tartışılıp değerlendirilmesi gerektiği yönünde görüşler ileri sürülmesi üzerine, öncelikle davada noksan soruşturmanın mevcut olup olmadığı konusunda yapılan oylamada, oyçokluğu ile davada noksan soruşturmanın bulunmadığına karar verildikten sonra esasla ilgili olarak sürdürülen inceleme ve müzakere sonunda; Başsavcılık Tebliğnamesinde de belirtildiği gibi; savunmalarında sürekli olarak cin ve perilerle uğraştığını, ruhsal sıkıntı içinde olduğunu, bu durumunun On senedir devam ettiğini, kendisini silahla yaralaması olayının nasıl olduğunu hatırlamadığını ileri süren sanığın, olay öncesinde de Birlik içinde müteaddit kez baygınlıklar geçirdiği, kendini kaybettiği, 4-5 kişi tarafından zor zapt edildiği, uyurken kafasını farkından olmadan ranzanın köşe demirleri arasına sıkıştırdığı, kendisini 4 No.lu nöbet yerine yakın yerdeki uçurumdan aşağıya yuvarladığı, gece koğuştan kaçıp, yalınayak, kar üzerinde Şehitliğe doğru koştuğu, sanığın buna benzer bir takım garip davranışlarda bulunduğu konusunun yeminli tanık anlatımları ile saptanmış bulunması, keza sanığın Askerlik hizmetinden kurtulmak istediğine veya askerliği sevmediğine dair hiç bir delil ve emarenin tespit edilmemiş olması karşısında, sanığın olay günü, kendisini omzundan yaralarken, askerlikten kurtulmak amacına yönelik özel bir suç kastı ile hareket ettiğine dair tam bir vicdani kanaate varılamadığından, müsned suçun manevi unsur yönünden oluşmadığı sonuç ve kanaatine oyçokluğu ile varılmıştır. 97 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.81 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/28 K. No :1999/57 T. :18.03.1999 ÖZET Askerlik hizmetinin geç yapılmasına yönelik fiillerin As.CK. 81 Md.de tanımlanan suçu oluşturduğu kabul edilemez. Bu tür fiillerin müeyyideleri As.CK. 63 Md.de düzenlendiği gibi, bu sırada işlenmiş sahtecilik v.s. suçlar sözkonusu ise bunlar hakkında genel hükümlerin uygulanacağı açıktır. Afşin Askerlik Şubesi Başkanlığında asker alma işlem memuru olarak görevli sanık M.B.'un, Ağustos 1996 celbine katılmaması nedeniyle bakaya olarak aranmakta olan Y.K.'nın istemi üzerine bilgisayardaki kayıtlara girerek daha önce tanzim edilmiş olan sevk işlemlerini yok ettiği, adı geçen yükümlünün bakaya takibini durdurduğu, bu hususta Afşin Kaymakamlığına yazı yazılmasını ve yükümlüye de yüksek okula kaydında askerlik yönünden sakınca bulunmadığına dair belge verilmesini sağladığı, ayrıca yurt dışında bulunan ve yoklama kaçağı olarak aranmakta olan S.G. isimli şahsın yerine kardeşi H.G.'in resmini evraka yapıştırmak ve H.G.'i doktora muayene ettirmek suretiyle S.G.'in son yoklama işlemlerini tamamlattırdığı ve anılan yükümlünün yoklama kaçağı durumunu sona erdirdiği ve bu hususta Afşin Kaymakamlığına yazı yazılmasını ve yurt dışına çıkmasında askerlik yönünden sakınca olmadığına dair belge verilmesini sağladığı, sanık H.G.'in de kardeşinin isim ve kimlik bilgileri yazılı ancak kendi fotoğrafı yapıştırılmış belge ile kardeşi S.G.'in son yoklama muayenesini yaptırdığı hususlarında kuşku olmayıp, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, sabit olan eylemlerin nitelendirilmesine ilişkindir. Askerî Ceza Kanununun 81 nci maddesinde, "askerlikten kurtulmak için hile yapmak" suçunun oluşması için failin eylemlerinin, "askerlikten büsbütün veya kısmen kurtulmak" kastına yönelik olması 98 kanuni unsur olarak öngörüldüğünden ve dava konusu olayda da büsbütün kurtulmaya yönelik bir eylem bulunmadığından sanıkların eylemlerinin askerlikten kısmen kurtulmak kapsamında kabul edilip edilemeyeceğinin belirlenmesi gerekmektedir. "Kısmen" sözcüğü "kısmi olarak" anlamına gelen ve arapça "kısm" sözcüğünden türetilmiştir. "Kısm/Kısım" ise, "parçalara ayrılmış bir şeyin her bölümü, bölük, kesim" anlamına gelmektedir. (Meydan Larousse Cilt 7 S.265). Sözcüğün bu anlamı karşısında; askerlik hizmetinden "kısmen kurtulmak" amacına yönelik fiilerin askerlik hizmetinin bir bölümünden kurtulmayı hedef alması gerektiği, bunu hedef almayan ve askerlik işlemlerinin geciktirilmesine yönelik eylemlerin bu kapsamda kabul edilemeyeceği anlaşılmaktadır. Bunun aksine bir düşünce ile ve askerlik hizmetinin geç yapılmasını da "kısmen kurtulmak" olarak kabul etmek, ancak yorum yoluyla mümkün olabilecektir. Maddi ceza hukukunda yorum yoluyla kanunen tarif edilmiş bir suç tipinin kapsamının genişletilmesine olanak bulunmadığından, askerlik hizmetinin geç yapılmasına yönelik fiillerin As.C.K.nun 81 nci maddesinde tanımlanan suçu oluşturduğu kabul edilemez. Nitekim, bu tür fiillerin müeyyideleri As.C.K.nun 63 ncü maddesinde düzenlendiği gibi, bu sırada işlenmiş sahtecilik v.s. suçlar söz konusu ise bunlar hakkında genel hükümlerin uygulanacağı açıktır. Dava konusu olaylarda; yoklama kaçağı durumundaki S.G. ve bakaya durumundaki Y.K. ile ilgili olarak yapılan hileli işlemler, adı geçen yükümlülerin askerlikten büsbütün veya kısmen kurtulmaları maksadıyla yapılmadığı, bu hileler ile anılan kişilerin askere sevklerinin geciktirildiği, dolayısıyla As.C.K.nun 81 nci maddesinde tanımlanan suçun kanuni unsur itibariyle oluşmadığı anlaşıldığından, hükümleri bu nedenle bozan Daire ilâmında bir isabetsizlik olmadığı sonucuna varılmış ve Başsavcılığın anılan suçun oluştuğuna dair itirazı kabule değer görülmeyerek oyçokluğu ile reddedilmiştir. KARŞI OY YAZISI Yoklama kaçağı durumundaki S.G. ve bakaya durumundaki Y.K.'nın ele geçirildikleri anda askere sevk edilmeleri, 1111 Sayılı Askerlik Yasasından kaynaklanan yasal bir zorunluluktur. Sanık M.B., Y.K. ve S.G.'in kardeşi H.G. ile birlikte gerçekleştirdikleri hileli işlemler sonucu anılan yükümlülerin askere sevk işlemleri durdurulmuş ve kendilerine askerlikle ilişkileri olmadığına dair belgeler verilmiştir. Bu işlemlerin, adı geçenlerin o an askerlik 99 hizmetinden kurtulmalarını sağladığı çok açıktır. Bu kişilerin geç de olsa askerlik hizmetlerini yapacakları şeklindeki bir kabul varsayımdan ibarettir. Zira, askerlik hizmetinin yükümlüler tarafından ne zaman, ne kadar süre ve ne şekilde yapılacağı kanunla düzenlenmiştir. Bu nedenle, askerlik hizmetinin yapılması gereken zamanda yapılmaması, o anda yapılması gereken askerlik hizmetinden kurtulmak mahiyetindedir. Kısmen sözcüğünün anlamı da böyle bir kabule engel olmadığı gibi, aksine kısmen sözcüğü büsbütün kurtulma dışında kalan halleri karşılamak üzere yasaya konulmuş bulunmaktadır. Askerlik hizmetinden yapılması gereken zamanda hileli işlemlerle kaçınmak, bu hizmetten kurtulmak kastını içerir. As.C.K.nun 81 nci maddesinde tanımlanan suç, netice suçu olmayıp şekli ve tehlike suçu niteliğindedir. Sonucu doğurmaya elverişli her türlü hile ve desisenin yapılması ile tekevvün eder. Nitekim Askerî Yargıtay kararlarında, askerî hastanelerden alınan sahte "ertesi yıla terk" raporlarının As.C.K.nun 81 nci maddesinde tanımlanan suçu oluşturduğu kabul edilmektedir. (Örneğin Askerî Yargıtay 4.D.11.11.1997-E.434/ K.613 ve As.Yarg.5.D.1.7.1998 E.375 K.370 tarih ve Sayılı Kararları). Yapılan hileli işlemlerin bir yıl sevk tehiri sağlayan sahte rapor olması ile, şube kayıtlarında tahrifat olması arasında bir fark yoktur. Özellikle, dava konusu olayda sanık H.G.'in kardeşi S.G.'in yerine tabip muayenesine girmesi, As.C.K.nun 81 nci maddesinde öngörülen özel nitelikteki hile mahiyetindedir. Bu nedenlerle, sanıkların sabit olan eylemlerinin, As.C.K.nun 81 nci maddesinde tanımlanan suçu oluşturduğu görüş ve düşüncesinde olduğumuzdan aksi düşünceye dayalı karara katılmadık. 100 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.81 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/137 K. No :1999/148 T. :01.07.1999 ÖZET Sanığın askerliğini bir süre geciktirmek amacıyla düzenlediği sahte lise mezuniyet diplomasını askerlik şubesine ibraz edip askerliğini erteletmiş ise de; bu diplomanın fotokopisi (dosyada mevcut) sonucu doğurmaya elverişli olmadığından atılı suç sübuta ermemiştir. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, sübutunda kuşku olmayan maddi olayda As.C.K.nun 81 nci maddesinde tanımlanan "Askerlikten Kurtulmak İçin Hile Yapmak" suçunun oluşup oluşmadığına ilişkindir. Ancak, bazı üyeler tarafından sanığın Askerlik Şubesine ibraz ettiği sahte lise diplomasının aslının veya tasdikli bir örneğinin dava dosyasında bulunmadığı ve bu hususun eksik soruşturma teşkil ettiğini ifade etmeleri üzerine bu husus öncelikle incelenmiştir. Sanığa atılı suç, hakkında bakaya suçundan yapılan yargılama sonucunda ortaya çıkmış ve Çanakkale Boğaz K.lığı Askerî Mahkemesinin 27.2.1997 tarih ve 1997/21-36 sayılı kararı ile bakaya suçundan verilen mahkûmiyet hükmü ile birlikte Komutanlığa suç duyurusunda bulunulmuştur (Dz.22, 23). Bu ihbar üzerine tanzim edilen suç evrakı içerisinde Yazı İşleri Md.S.D. tarafından "Aslı Gibidir" şerhi ile tasdik edilmiş ve sanık adına düzenlenmiş 9.6.1990 tarihli Lise Diploması fotokopisi bulunmaktadır. Bu diplomanın gerçeğe aykırı olduğu Karşıyaka Lisesi Müdürlüğünün yazılarından (Dz.55, 56) ve sanığın ikrarından anlaşılmaktadır. Karşıyaka Askerlik Şubesi Başkanlığının 25.1.1996 ve 3.4.1996 tarihli yazılarında (Dz.41, 44) "sanığın 20.9.1990 tarihinde lise mezunu olarak askerliğine karar alındığı ve 31.12.1993 tarihine kadar askere sevkinin tehir edildiği, yükümlünün 101 sevk tehirine dair Lise Diploması aslının yükümlünün kendisinde olduğu" belirtilerek aynı fotokopiden bir adet gönderildiği görülmektedir. Askerî Yargıtayın yerleşik içtihatlarında, askerlikten kurtulmak için hile yapmak suçunun, bu amaca yönelik hile yapılması ve hilenin kastolunan amacı gerçekleştirmeye (sonuç doğurmaya) elverişli olması halinde oluşacağı, bu maddedeki (As.C.K.nun 81) kavramların sahtecilikten daha geniş kapsamlı oldukları kabul edilmektedir. Somut olayda, sahte diploma fotokopisinin ilk nazarda sahte olduğu izlenimini verecek şekilde olmadığı ve şube görevlilerini de yanıltmış olduğu sabit olduğuna ve Askerlik Şubesinde de aslı bulunmadığına göre bu konunun soruşturulmasına gerek olmadığı gibi, yapılacak soruşturmadan da bir sonuç elde edilmesi mümkün görülmediğinden eksik soruşturma bulunmadığına OYÇOKLUĞU ile karar verilmiştir. Muhalif Üyeler, sanık tarafından şubeye ibraz edilen ve işlem gören diploma aslı veya tasdikli fotokopisinin dava ile ilgili en önemli delil olduğunu, bunun Askerlik Şubesinde veya sanığa ait bakaya dosyası içerisinde olması gerektiğini, üzerinde işlem yapılan bu delil dava dosyasına ithal olmadan ya da en azından bakaya dosyasından çıkarıldığı sanılan ve yazı işleri müdürü tarafından tasdik edilen fotokopinin kaynağı açıklığa kavuşturulmadan (zira, bu tasdik "aslı gibidir" şerhini içerdiği halde, Şb.aslının sanıkta olduğunu bildirmektedir.) dosyada mevcut fotokopilerle hüküm tesis edilemeyeceği görüş ve düşüncesi ile bu kabule katılmamışlardır. Bu aşamadan sonra, As.C.K.nun 81 nci maddesinde tanımlanan suçun unsurlarının oluşup oluşmadığının tartışılmasına geçilmiş ve atılı suçun oluşmadığına çoğunlukça karar verilmiştir. Çoğunluğu teşkil eden üyelerden bazıları, dosyada mevcut sahte lise diploması fotokopisinin sonucu doğurmaya elverişli olmadığı, Askerlik Şubesi yetkililerinin fiilen kandırılmış olmasının yeterli olamayacağı, bunun objektif olarak değerlendirilmesi gerektiği, bu nedenle atılı suçun maddi unsur yönünden oluşmadığı, bu tespitten sonra eylemin suç kastı (manevi unsur) yönünden değerlendirilmesine de gerek olmadığı gerekçesi ile, bazı üyeler ise, yukarıda geniş olarak özetlenen Daire kararında belirtilen gerekçelerle (...sanığın, askerlikten kısmen veya tamamen kurtulmak kastı olmayıp, eyleminin askere sevkini bir süre geciktirmeye yönelik olması) sanığın sabit olan eyleminin As.C.K.81. maddesinde tanımlanan suçu oluşturmadığı gerekçesi ile anılan suçun sübuta ermediği yönünde oy kullanmışlardır. Gerekçeleri farklı da olsa sonuçta suçun sübuta 102 ermediğine ilişkin oylar çoğunluğu teşkil ettiğinden Askerî Yargıtay Başsavcılığının As.C.K.nun 81 nci maddesinde tanımlanan suçun sübuta erdiği hususundaki itirazının reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. KARŞI OY GEREKÇESİ Askerlik çağına giren henüz liseyi bitirmeyen sanığın, askere sevkini bir süre geciktirmek amacıyla, sahte olarak düzenlenmiş olduğu 9 Haziran 1990 tarihli lise diplomasını 20 Eylül 1990 tarihinde Askerlik Şubesine vererek askerlikle ilişiği bulunmadığına ilişkin belge istediği, aynı tarihte son yoklamasını yaptırdığı ve askerliğine karar aldırdığı, Askerlik Şube Başkanlığınca lise mezunu olarak görülen sanığın sevkinin 1111 Sayılı Askerlik Kanununun 36 ncı maddesine göre 31 Aralık 1993 tarihine kadar ertelendiği, sevk tehirinin bitimi tarihinde celbe katılmayarak 24 Ağustos 1994 tarihine kadar bakaya kaldığı, bu suçtan yapılan yargılanması sırasında Askerlik Şubesine ibraz ettiği lise diplomasının sahte olduğunun anlaşıldığı görülmektedir. Çoğunluk tarafından sanığın kastının askerlikten kısmen veya tamamen kurtulmaya değil, askere sevkini bir süre geciktirmeye yönelik olduğu ve yapılan hilenin askerlikten kısmen veya tamamen kurtulma sonucunu doğuracak nitelikte bulunmadığı görüşü benimsenmiştir. Geçmiş uygulamada, askerlikten kurtulmak için hile yapmak suçunun bir netice suçu olmadığı, neticenin tahakkukuna ihtiyaç göstermeyen şekli bir suç olduğu, bu nedenle yapılan hilenin kast edilen neticeyi doğurmaya elverişli olmasının yeterli olduğu, ayrıca neticenin doğması şartının aranmayacağı görüşü benimsenmiştir (Drl.Krl.nun 9.2.1989 gün ve E.1998 gün ve E.51, K.142 sayılı, 3 ncü D.nin 22.5. 1990 gün ve E.304, K.291 sayılı kararları). As.C.K.nun 81 nci maddesinde yazılı "kısmen" sözcüğünün ise sadece tabi olunan askerlik hizmeti süresini öngörmeyip, her türlü hile ve desise ile askerliği zamanında yapmamayı, değişik statüde yapmayı veya belli bir sınıfta yapmayı kapsadığı yerleşik kararlarla istikrar kazanmış bulunmaktadır (3 ncü D.nin 16.9.1997 gün ve E.437, K.436 sayılı, 4 ncü D.nin 11.11.1997 gün ve E.434, K.613 sayılı kararları). Olayımızda sanığın ibraz ettiği sahte lise diploması ile askerliği üç yıl süre ile ertelenmiş olduğu gibi lise mezunu olarak farklı bir statü de kazanmış olmaktadır. Bu işlemin o an için sanığın askerlikten kurtulmasını sağladığı ve statüsünü değiştirdiği açıktır. Askerlik hizmetinin kimler tarafından, ne zaman ne kadar süre ile ve şekilde yerine getirileceği konuları yasa ile düzenlenmiştir. Bu nedenle, askerlik 103 hizmetinin yapılması gereken zamanda yapılmamış olması veya farklı statü ile farklı zaman dilimlerinde yapılmanın amaçlanması o an için askerlik hizmetinden kurtulma niteliğinde kabul edilmelidir. Kısmen sözcüğünün büsbütün kurtulma halleri dışında kalan halleri karşılamak üzere yasaya konulduğu açıktır. Nitekim askerî hastanelerden alınan sahte ertesi yıla terk raporlarının As.C.K.nun 81 nci maddesinde yazılı suçu oluşturduğu yerleşik kararlarla benimsenmişken (4 ncü D.nin 11.11.1997 gün ve E.434, K.613, 5.D.nin 1.7.1998, E.375, K.370 sayılı kararları), sanığın eyleminin As.C.K.nun 81 nci maddesinde yazılı suçu oluşturmayacağına ilişkin çoğunluk görüşüne katılamadık. 104 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.81 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/206 K. No :1999/195 T :04.11.1999 ÖZET Sanığın Bl.K.nı olarak emrindeki 3 er ve erbaşı fazladan izne göndermesi izin bildirim çizelgelerini ilgili Askerlik Şubesine göndermemesi görevi kötüye kullanmak suçunu oluşturur. Dosyada mevcut delil durumuna göre, sanığın Bölük Komutanı sıfatıyla emrindeki askerlerden Hv.P.Çvş.A. Ç. ve Hv.P.Çvş.Ş. S.’i fazladan izine göndermek maksadıyla usulüne uygun şekilde hazırladığı izin belgeleriyle 27.4.1996 tarihinden itibaren yol süresi hariç (12) gün süreyle izine gönderdiği, ancak bu izinlere ilişkin İzin Bildirim Çizelgelerini düzenlemediği ve ilgili Askerlik Şubelerine bildirmediği, Sanığın tayin sebebiyle 28.6.1996 tarihinde Birlikten ayrılmasından sonra, adı geçen iki çavuşun (10) ar günlük dağıtım izinleri dışında kalan (26) şar günlük izinlerini de yeni Bölük Komutanı zamanında 9 ve 10 Ağustos 1996 tarihinde tamamını kullandıkları, böylelikle her iki çavuşun sanık tarafından gönderildikleri (12) şer günlük izinlere ait İzin Bildirim Çizelgeleri düzenlenmediği ve ilgili Askerlik Şubelerine gönderilmediği için, sanık tarafından fazladan izin kullanmalarının sağlanmış olduğu, Yine sanığın Sekiz ay askerlik hizmetine tabi olan Kısa Dönem Onb.M.A.S.’e yasal izin hakkı olan (16) günlük izninin tamamını kullandığı için izin hakkı kalmadığı halde, 6.5.1996 tarihinde yol süresi dahil (12) günlük izin belgesini düzenlediği ve onay makamı olan Tabur Komutanının kaşesinin yanına (Y) harfini yazıp imzalamak suretiyle verdiği izin belgesiyle Onb.M.A. S.’i fazladan izine gönderdiği, Bölük yat yoklamalarında izinli gösterildiği halde, Tabura gönderilen Bölük Günlük Personel Yoklamalarında mevcut olarak gösterildiği, 105 Bu suretle adı geçen üç askerîn sanık tarafından fazladan izine gönderildikleri hususu, hiçbir şüphe ve tereddüde yer vermeyecek şekilde sabit olup, esasen bu konuda Askerî Mahkeme ile Daire arasında ihtilaf bulunmamaktadır. Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, sanığın (kendi beyanına ve fazladan izine gönderdiği üç askerîn anlatımlarına göre mükafat izni adı altında) askerleri fazladan izine gönderme eyleminin hangi suça vücut verdiği konusundadır. Askerî Mahkeme, sanığın emrindeki Çavuşlar A. Ç. ve Ş. S.’i 27.4.1996 tarihinde (12) şer gün fazladan izine göndermesi eyleminin Müteselsilen işlenmiş Askerlikten Kurtulmak İçin Hile Yapmak suçunu oluşturduğunu, 6.5.1996 tarihinde, bu defa Hv.P.Onb.M.A. S.’i hiçbir izin hakkı kalmadığı halde, usule uygun olmayan sahte izin belgesi düzenleyerek (12) gün süreyle izine göndermesi eyleminin de, münferiden işlenmiş Askerlikten Kurtulmak İçin Hile Yapmak suçunu oluşturduğunu kabul etmesine karşılık; Daire, sanığın her üç askerîn belirtilen biçimde fazladan izine gönderilmesi eylemlerinin Müteselsilen işlenmiş Memuriyet Görevini Kötüye Kullanmak (T.C.K.nun 240 ve 80) suçunu oluşturduğunu kabul etmektedir. Askerlikten Kurtulmak İçin Hile Yapmak suçunu düzenleyen As.C.K.nun 81 nci maddesine göre, “1. Askerlik Çağına Girenlerden askerlikten büsbütün veya kısmen kurtulmak kastıyla.......hile ve desise yapanlarla, Kıt’aya veya bir müesseseye intisap ettikten sonra kendisinin yapmaya mecbur olduğu hizmetten büsbütün veya kısmen kurtulmak kastıyla hile yapanlar .. 2. Yukarıdaki birinci fıkrada yazılı cezalar suçların şerikleri hakkında da tatbik olunur....” Madde metninden açıkça anlaşılacağı üzere, bu suç ancak askerlik çağına giren mükelleflerle, (Askerlik hizmetini ifa etmekle yükümlü olanlarla) bunların şerikleri tarafından işlenebilir. Dava konusu olayda da, sanık Üsteğmenin Askerlikten Kurtulmak İçin Hile Yapmak suçunu işleyebilmesi için, öncelikle izine gönderdiği askerlerin bu suçu işlemeleri, sanık Üsteğmenin de bu askerlerin, Askerlikten kurtulmak için hile yapmak suçuna iştirak etmesi gerekmektedir. Oysa işbu davada, fazladan izine gönderilen askerler aleyhinde askerlikten kurtulmak için hile yapmak suçunu işledikleri yolunda bir iddia ve dava bulunmadığı gibi, dava dosyasındaki delil 106 durumuna göre, sanığın görevini kötüye kullanarak fazladan izine gönderdiği Çavuşlar A. Ç. ve Ş. S. ile Onb.M. A. S.’in sanık tarafından hazırlanan izin belgeleri ile, hiç bir hileli ve desiseli davranış içine girmeden, herkesin gözü önünde ve hatta Bölük Yat Yoklamalarında dahi başkaları tarafından izinli gösterilmek suretiyle ve üstelik mükafat iznine gönderildiklerini düşünerek, izine gitmiş olmaktan başka, Askerlik Mükellefiyetinden kurtulmak için hile ve desise sayılabilecek hiç bir eylemleri bulunmamaktadır. Bu itibarla ve Daire ilâmında açıklanan gerekçelerle, sanığın iddia konusu eylemlerinin Memuriyet Görevini Kötüye Kullanmak suçuna vücut verdiği ve sanığın muhtelif zamanlarda da (9 gün arayla da) olsa, bir suçu işlemek kararının icrası cümlesinden olarak, aynı kanun hükmünü üç kez ihlal ettiği nazara alınarak, Memuriyet Görevini Kötüye Kullanmak suçunu müteselsilen (T.C.K.nun 240 ve 80) işlediği sonucuna varılmakla, sanık hakkında direnilerek tesis edilen mahkûmiyet hükmünün vasıftan bozulması cihetine gidilmiştir. Askerî Mahkemenin Direnme hükmü gerekçesinde emsal karar olarak gösterdiği Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 24.4.1986 tarih ve 1986/48-44 sayılı içtihadına konu olan olayın, Bölük Komutanı olan sanığın kanuni haklarından fazla olarak izine gönderdiği askerlerle anlaşma yaptığı ve bu anlaşma sonucunda Bölüğe maddi yardımda bulunanları kanuni hakkından fazla ve çok uzun sürelerle izine göndermesi şeklinde cereyan eden farklı bir olay olması dikkate alınarak, Askerî Mahkemenin, sanık Hv.P.Ütğm.M. K. Ö. ile fazladan izine gönderdiği Çavuşlar A. Ç. ve Ş. S. ile Onb.M. A. S. arasında bir anlaşma yapıldığı kanıtlanamadığı için, işbu davada suç vasfını Askerlikten Kurtulmak İçin Hile Yapmak olarak nitelendirmesi isabetli bulunmamıştır. 107 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.82 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/144 K. No :1999/140 T. :24.06.1999 ÖZET Nöbetçi sanığın Nöb.Astsb.na kızarak silah elinde olduğu halde “anam avradım olsun kurma kolunu çekerim üzerime gelme” dedikten sonra, bu eylemden daha ileri aşamaya giderek silahı ile Nöb.Astsb. bir el ateş etmesi silahla üste fiilen taarruz suçunu oluşturur. 5.7.1996 günü saat 06.35 sularında nizamiye nöbetini tutmakta iken nizamiye karakol nöbetçi subayı olan Astsb.Mehmet ŞAHMARAN'ın verdiği emri yanlış anlayarak ani müdahale mangasını kaldırmak isteyen sanık Onb.Z.A.'ı uyaran ve nöbet yerine geçmesi ve esas duruşta beklemesini emreden ve akabinde de ona hakaret ettiği ileri sürülen Nöb.Sb. Astsb.Mehmet'e karşı sanığın "anam avradım olsun kurma kolunu çekerim, üstüme gelme" şeklinde bağırdığı, Astsubayında "çekersen çek" şeklinde cevap verip bir taraftan da olayı telsizle nöbetçi heyetine bildirdiği, sanığın yukarıda belirtilen sözleri tekrarlayıp tüfeği mağdura yönelttiği, kurma kolunu çekerek doldurduğu ve tetiğe basıp ateş ettiği çıkan merminin mağdur astsubayla aynı hizada durmakta olan diğer nizamiye nöbetçisinin 1,5 metre kadar yanındaki betona çarptığı, sanığın ateş ettikten sonra elindeki tüfek mağdura çevrili olduğu halde bir müddet beklediği, mağdur Astsubayın sanığın yanına yaklaşarak kısa bir süre konuştuğu, sanığın silahını vermeye veya bırakmaya yanaşmayıp yerine geçtiği, olayın hemen akabinde olay mahalline gelen nöbetçi heyetinin ısrarlarına rağmen silahını bırakmayarak daha sonra olay yerini terk ettiği anlaşılmaktadır. Maddi olayın yukarıda izah edilen şekilde cereyan ettiğinde Daire ile Yerel Askerî Mahkeme arasında bir ihtilaf yoktur. Anlaşmazlık konusu sanığın söz ve fiillerinin (eyleminin) vasıflandırılması konusudur. 108 Dairenin sanığın eyleminin üste fiilen taarruza teşebbüs suçunu oluşturduğu görüşüne karşın Yerel Askerî Mahkeme ise silahlı olarak amire kavli ve fiili tehdit suretiyle hürmetsizlik suçunu oluşturduğu görüşündedir. Dosyadaki bilgi ve belgelere göre, sanık tarafından gerçekleştirildiği anlaşılan maddi eylemin sübutunda herhangi bir duraksama bulunmamaktadır. Sorun, üst ve amirine silahla ateş eden astın bu davranışının hangi suçu oluşturduğunda düğümlenmiştir. Bilindiği üzere As.C.K.nun 91 nci maddesinde sözü edilen "üste fiilen taarruza teşebbüs" suçu hakkında Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 8.5.1959 gün Esas: 1958/1861 Karar:1959/41 sayılı kararlarında, "As. C.K.nun 91 nci maddesinin uygulanmasındaki teşebbüs terimi T.C.K.nun 61 ve 62 nci maddelerindeki gibi hukuki manada olmayıp fiili manada olduğu, üste fiilen taarruza teşebbüs halinde de suçun tamamlanmış olduğunun kabul edildiği" açıklanmaktadır. Olaya bu açıdan bakıldığında; Sanığın elinde bulunan silah başlı başına bir tehdit unsurudur. Silah elinde olduğu halde, "anam avradım olsun kurma kolunu çekerim üzerime gelme" sözü bu haliyle dahi As.C.K.nun 82/2 nci maddesindeki suçu oluşturmaktadır. Sanığın bu eylemden sonra birkaç aşama daha ileri giderek kişiye yönelip silahını astsubaya tevcih ettikten sonra kurma kolunu çekip onun ayaklarına doğru bir el ateş etmesi şeklindeki eylemi üste fiilen taarruz suçunu oluşturmaktadır. Sanığın silahlı olduğu halde silahına hiç davranmamış olması halinde eyleminin As.C.K.nun 82/2 nci maddesi kapsamında değerlendirilmesi mümkün olabilecektir. Ayrıca, sanıkla mağdur arasındaki mesafenin kısa oluşu nedeniyle sanığın mağduru isteseydi vurabileceği yolundaki bir düşünceye bu suç çerçevesinde önem vermek uygun olmayacaktır. Zira esasen sanık bu eylemde Astsb.vursa idi suçun adı "üste fiilen taarruz değil, adam öldürmek veya bu suça teşebbüs olurdu. Bu nedenle bu düşüncede isabet bulunmamaktadır. Dolayısıyla oluşunda tereddüt bulunmayan bu eylemin, As.C.K.nun 91/2 nci maddesinde yazılı silahla üste fiilen taarruz suçu olarak kabulünün yasaya uygun olacağı kanaati ile eylemi önceki aşamalarında sona ermiş gibi ve eksik değerlendirerek, suçu amire fiili tehdit suretiyle hürmetsizlik olarak tavsif eden yerel Mahkemenin Direnme kararının isabetli olmadığına ve bozulmasına oyçokluğu (8/7) ile karar verilmiştir. 109 KARŞI OY GÖRÜŞÜ As.C.K.nun "Amir ve üste fiilen taarruz edenlerin cezaları" başlıklı 91 nci Maddesinin vazediliş amacı; "...amirin ve üstün şahsındaki hizmete ait cismani otoriteyi ve onun şahsından ayrılmayacak olan tecavüzden masumiyet esasını himaye etmektedir." şeklinde açıklanmaktadır. (Bkz.Rıfat TAŞKIN, Askerî Ceza Kanunu, Şerh, Sekizinci Basım, Harpokulu Basımevi, 1946, s.171). Görüldüğü üzere, amire veya üste fiilen taarruz suçunda, korunmak istenilen değer doğrudan doğruya "cismani otorite" ve "vücut bütünlüğü ve dokunulmazlığı'dır. Bu nedenledir ki, taarruz-saldırı eyleminin haksız şekilde ve doğrudan doğruya vücut bütünlüğüne ve dokunulmazlığına yönelik olması gerekmektedir. Başka bir anlatımla, amir veya üstün üzerinde, herhangi bir şekilde cismani eziyete sebebiyet verilmemiş olsa dahi, eylemin bu amaca yönelik olması, teşebbüsün dahi 91 nci Maddeye göre, cezalandırılması öngörüldüğünden taarruz olarak değerlendirilmekte ve kabul edilmektedir. Bu bakımdan, gerek kast gerekse maddi olgu yönünden, sanığın eylemlerinin bu çerçevede değerlendirilmesi zorunlu görülmektedir. Özellikle, bu husus "fiilen taarruza teşebbüs"te önem arzetmektedir. Çünkü, "taarruza teşebbüsün" madde metninde de yer verildiği gibi, muhakkak "fiilen" yani eylemsel olarak gerçekleştirilmiş olması gerekir. T.C.K.nun 456 ncı Maddesinde yazılı olan müessir fiil ve As.C.K.nun 117 nci Maddesindeki asta müessir fiil suçlarının pareleli düzenlemeyi, üstler yönünden içeren As.C.K.nun 91 nci Maddesinde yer verilen "Fiilen taarruza teşebbüs" suçunun kast yönünden müessir fiilde olduğu gibi, bulunması lazımdır. Bu nedenle, sadece tehdit etmek veya korkutmak kastıyla gerçekleştirilen, cismani bütünlüğe ve vücut dokunulmazlığına yönelik olmayan fiili eylemler, fiilen taarruza teşebbüs olarak kabul edilemez. Buna karşılık, amir veya üstü vurmak amacıyla silahın tetiğine dokunmak, yumruk sallamak veya tekme atma girişiminde bulunmak, vücuda değdirilmemiş olmakla birlikte kesici veya delici aletle saldırıda bulunmak hep fiilen taarruza teşebbüs olarak değerlendirilmektedir. Sanık Onb.Z.A.'ın amiri konumundaki Nöb.Astsubayı Mehmet ŞAMARAN'a "anam avradım olsun kurma kolunu çekerim, üzerime gelme" dedikten sonra, Astsubayın "çekersen çek" yanıtını vermesi üzerine, üç metre civarından kurma kolunu çekerek tetiğe basıp, anılan Astsubayın yanında duran nizamiye nöbetçisinin birbuçuk metre kadar uzağındaki betona doğru ateş etme eylemi; silahlı iken amire kavli ve fiili tehdit şeklinde saygısızlık suçu kapsamı içinde mütalaa 110 edilmektedir. Zira, sanığın eyleminin doğrudan doğruya anılan Astsubayın cismani bütünlüğüne ve vücut dokunulmazlığına yönelik olmadığı gayet açıktır. Sanık herhangi bir engel olmaksızın, silahının namlusunu, tahminen kırkbeş derece yana çevirerek ve Astsubaydan uzaklaştırarak ateş etmiştir. Bu durumda, vücut dokunulmazlığına yönelik saldırıya tecavüze teşebbüsten de söz etmek olanak dışıdır. Amire taarruz kastını taşıyan, bir astın, olayın gerçekleştiği koşullarda, uzun namlulu tüfekle bir buçuk metre mesafeden amirini rahatça vurması gerekir. Sanığın, böyle bir eyleme yönelmemesi Onun kastını ortaya koymaya yetmektedir. Kaldı ki, mağdur Astsubayın, sanığın istemesi halinde kendisini vurabileceğini, ancak korkutmak amacıyla yana ateş ettiğini ifadelerinde belirtmesi, sanığın üste fiilen taarruza teşebbüs kastını taşımadığını belirlemeye yetmektedir. Söz konusu olayda, sanığın amacı; doğrudan doğruya mağdur astsubayda, korku, endişe, kaygı yaratmak olup, bu unsurlar ise, tehditin öğelerini oluşturmaktadır. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerle itiraza ve çoğunluğun görüş ve kabulüne katılamamaktayız. 111 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.82 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/160 K. No :1999/165 T. :30.09.1999 ÖZET Dosyada mevcut delillere göre sanık Onb. İ.Y.nin mağdur Astsb. U.K.’ya karşı hamle yapmadan sanık tarafından etkisiz duruma getirilmesi nedeniyle silahla üste fiilen taarruz suçu şüpheli kalmakta olup eylemi üstü fiili tehdit suçunu oluşturur. Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık, sanığın eyleminin üste silahla fiilen taarruz suçuna mı? yoksa üste fiilen tehdit suçuna mı? vücut verdiği konusundadır. Bu nedenle olayın sübutuna ışık tutacak delillere bakıldığında; Mağdur Astsb.Per Bşçvş.Uğur KANSU tüm aşamalardaki ifadesinde (D.6-7, 47), olay sırasında sanığın kendisine ekmek bıçağı ile hamle yaptığını söylerken, sanık da sorgu ve savunmalarında, mağdur Astsubayın üzerine daha fazla gelmemesi için mutfakta eline geçirdiği ekmek bıçağını eline alarak mağdura karşı tuttuğunu, ancak bıçakla hamle yapmadığını beyan etmiştir (Dz.7,19,25,55,l03). Olayın tek görgü tanığı P.Er Nebi EKİNCİ ise, hazırlık soruşturması sırasında ilk amiri olan Astsb. Uğur KANSU tarafından saptanan ifadesinde (Dz.8), sanık ile mağdurun birbirlerinin üzerine yürüdüklerini, sanığın elindeki bıçakla mağduru tehdit ettiğini, sanığın bıçakla mağdura vurmasına engel olduğunu beyan etmesine rağmen, Eskipazar Asliye Ceza Mahkemesince 10.6.1998 tarihindeistinabe suretiyle saptanan ifadesinde (Dz.47) mağdurun sanığa “Niye yatmıyorsun...taş arabası'' diye bağırdığı mutfağa geldiğinde sanık ile mağdur arasında 1.5 metre kadar mesafe olduğunu, sanığın lavaboya dayanmış vaziyette ve elinde ekmek bıçağı olduğunu, aralarına girdiğini, sanığın elindeki ekmek bıçağı ile hamle yapmadığını ve kendisinin sanığın elinden ekmek bıçağını almak için uğraşmadığını beyan etmiştir. 112 Dosyada mevcut bilgi ve belgelere göre, sanık ile amiri olan Eskipazar Askerlik Şubesi Başkan Vekili mağdur Astsb. Per. Bşçvş. Uğur KANSU arasında olay öncesinde bir takım sürtüşmelerin olduğu, bu arada dört ayrı disiplin suçu işlediği anlaşılan sanığın mağdur Astsb.Uğur KANSU hakkında olaydan önce iki kez Askerlik Daire Başkanlığına yazılı şikayette bulunarak, mağdurun kendisine karşı olan davranışları yüzünden Şube ortamına uyamadığını ve daha kötü sonuçların doğmasından korktuğu için Güneydoğuya gönderilmesini istediği anlaşılmaktadır. (Dz.10,11,63,74) Mağdura ait tabip raporunda ise, baş bölgesinin sağ yarısında iş, ve gücüne engel olmayacak nitelikte 2x2 cm. şişlik olduğu bildirilmiştir. Başsavcılık tebliğnamesinde olayın tek görgü tanığı olan P. Er Nebi EKİNCİ' nin hür irade mahsulü olduğunda kuşku bulunmayan ve yeminli olan sanık lehindeki mahkeme ifadesi (Dz.47) yerine, hazırlık soruşturması sırasında olayın bizzat mağduru tarafından alınan ve doğruluğu şüphe ile karşılandığı gibi, yargılama usulüne de aykırı olan, mağdur beyanı doğrultusundaki yeminsiz ifadesine (Dz.8) itibar olunması usule uygun olmadığından, büyük ölçüde tanık Er Nebi EKİNCİ'nin söz konusu hazırlık ifadesine dayanan, Başsavcılığın; sanığın eyleminin silahla üste fiile taarruz suçunu oluşturduğu yönündeki görüşüne katılmak mümkün olmamıştır. Ayrıca sanık ile mağdur arasında olay öncesine dayalı sürtüşmeler olması sanık tarafından Askerlik Dairesi Başkanlığına iki kez şikayet edilmesi nedeniyle sanığa muğber olabileceği bu yüzden sanık aleyhine hareketle, sanığın elindeki ekmek bıçağı ile kendisine vurmak amacıyla hamle yaptığını söyleyebileceği ihtimali de mevcuttur. Bu itibarla, şüphenin sanık lehine yorumlanması gerektiğine ilişkin Ceza Hukuku ilkesi de dikkate alınarak, eylemin sübut şeklinin Askerî Mahkemenin ve Dairenin kabulü tarzında olduğu, yani sanığın elindeki bıçağı, mağdurun üzerine gelmesini engellemek maksadıyla (üzerime gelirsen vururum dercesine) elinde tuttuğu ve dolayısıyla sanığın eyleminin üstü fiilen tehdit suçu olarak nitelendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmadığı kanaatine varılmış, itirazın reddine oybirliği ile karar verilmiştir. ------------- ------------ --------- -------- ---------- ------ ---------- ---------Bu madde için ayrıca, As. Yrg. Daireler Kurulunun 25.3.1999 gün ve 1999/74-63 sayılı olan TCK nun 29. maddesiyle ilgili içtihadına bakınız. --------- --------- --------- ----------- ------------ ---------- --------- -------113 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.85 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/87 K. No :1999/109 T. :20.05.1999 ÖZET Olay günü arkadaşları ile birlikte içki içen sanığın, kendilerini gören ve alkollü olup olmadıklarını soran nöbetçi subayı Astsb.Çvş.R.S.ye “sen kimsin ki bize karışıyorsun, senin yaşın kaç” şeklinde hitap tarzı, mağdur astsubayın yaşı ve askerî rütbesi itibariyle onu küçük görmek amacına yönelik, dolayısıyle saygısızlığın ötesinde ve üste hakaret niteliğinde bir davranıştır. Olay günü arkadaşları ile içki içen sanığın, kendilerini gören ve alkollü olup olmadıklarını soran nöbetçi subayı Astsb.Çvş.Refik SÖZERİ’ye “sen kimsin ki bize karışıyorsun, senin yaşın kaç” şeklinde cevap vermesi, olay yerinden kaçmalarından sonra arkadaşının Astsb.SÖZERİ tarafından yakalanıp tartaklandığını görünce ona bıçakla saldırması ve olay yerinde bulunanlar tarafından engellenmesi şeklinde cereyan eden maddi olayda sanığın bu sözleri sarfettiği hususunda kuşku olmadığı, tehlikeli alet ile üste fiilen taarruz suçundan verilen mahkûmiyet kararının da Dairece onanarak kesinleştiği anlaşılmıştır. Daire ile Başsavcılık arasında anlaşmazlık anılan sözlerin, üste hakaret mi? üste saygısızlık mı? teşkil ettiğine ilişkindir. Hakaretin, her ne suretle olursa olsun, bir kimsenin şerefine, namusuna, şöhretine, haysiyetine ve vakarına yöneltilen kasti ve haksız tecavüzleri kapsadığı bilinen bir husustur. Asker kişilerin, üstlerine karşı işledikleri hakaret suçları, Askerî Ceza Kanununun “Askerî itaat ve inkiyadı Bozan suçlar” başlıklı beşinci faslında yer alan 85 nci maddesinde yaptırım altına alınmıştır. Bu düzenleme ile, amir ve üstlerin şeref, namus ve haysiyetlerinin korunması yanında askerî menfaatlerin ve disiplinin korunmasının da amaçlandığı 114 açıktır. Nitekim, asta hakaret eylemi, bu kadar vahim görülmemiş ve disiplin suçu olarak nitelendirilmiştir. Bu nedenlerle; söylenen sözlerin hakaret teşkil edip etmediğinin saptanması için, bu sözlerin hangi ortamda ve hangi koşullar içersinde söylendiğinin, failin ve mağdurun durumlarının dikkate alınması gerekir. Zira failin kastı, ancak olay bir bütün olarak değerlendirildiğinde ortaya çıkarılabilir. Nitekim, Askerî Yargıtay içtihatlarında bu çerçevede yapılan değerlendirmeler sonucu; sarfedilen sözlerin, “üstün vakar ve haysiyetini kırıcı nitelikte olması”, “üstün kişiliğini ve askerî şöhretini küçük görmek amacını taşıması” gibi hallerde, saygısızlık hudutlarının aşıldığı ve üste hakaret suçunun oluştuğu kabul edilmektedir (Örneğin, As.Yrg.Drl.Krl.nun 18.4.1985/90-83 ve 10.3.1988/45-24 tarih ve sayılı kararları). Somut olayda sanığın, nöbetçi subayı görevini yapan ve hizmet gereği sanığa müdahale eden mağdur astsubaya karşı astlarının yanında “sen kimsin ki bize karışıyorsun, senin yaşın kaç” tarzındaki hitabının, mağdur astsubayın yaşı ve askerî rütbesi itibariyle onu küçük görmek amacına yönelik, dolayısıyla saygısızlığın ötesinde ve üste hakaret niteliğinde bir davranış olduğu sonucuna varılmış ve itirazın kabulü ile Daire kararının kaldırılmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 115 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.85 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/126 K. No :1999/113 T. :27.05.1999 ÖZET Olayda Çavuş A.E. İç Hizmet Yönetmeliğinin 399/1 nci maddesi uyarınca sanık Çavuşun amiri durumuna gelmiş olup, nöbetci çavuşunun ifa ettiği bu görev sırasında 2 nci defa hizmete müteallik işlemlerle ilgili olarak kanunun korumasından istifade etmesi olanaksız olduğundan, AsCK.nun 85/1.maddesinin 2 nci cümlesi uygulanamaz. Sanıkla mağdur Çavuş A.E.'nın hem rütbe oldukları, olay günü olan 22.10.1998 günü Çvş.A.E.'nın nöbetçi çavuşu olup, nöbetçi çavuşluğu hizmetinin 24 saat esası üzerine düzenlendiği ve saat 09.00 dan ertesi gün 09.00'a kadar sürdüğü, İç Hizmet Yönetmeliğinin 399 ncu maddesi uyarınca nöbetci çavuşunun günlük hizmet cetveline göre hizmetlerin ve alınan emirlerin vaktinde ve noksansız yapılmasını takip etmek görevi oluğu, bu görevin gereği olarak da 22.10.1998 günü saat 06.30 sularında koğuşa gelerek erlerin kalkmasını istediği, koğuştan çıkıp traş olup yeniden saat 06.55 sularında koğuşa gelerek kalkın şeklinde bağırdığı, yatağında yatmakta olan sanık Çvş.İ.K.'ın nöbetçi çavuşuna hitaben "ne bağırıyorsun a.....k....piçi" şeklinde küfür ettiği sanığın inkarı hilafına yeminli dinlenen tanık anlatımları ile sabit olup eylemin sübutunda Daire ile Başsavcılık arasında anlaşmazlık bulunmamakla beraber eylemin As.C.K.nun 85/1 nci maddesindeki 2 nci cümlenin (hizmete müteallik bir muameleden dolayı) mı yoksa birinci cümlesinin uygulanması gerektiği konusunda anlaşmazlık bulunmaktadır. Bölük nöbetçi çavuşluğu As.C.K.nun 15 ve 106 ncı maddeleri kapsamında kabul edilen bir nöbet hizmeti değildir. TSK.İç Hizmet Yönetmeliğinin 399 ncu maddesinde; 116 Nöbetçi Çavuşluğu bölükte mevcut Çavuş veya liyakatlı Onbaşılar arasında tutulacağı belirtilip, 7 madde halinde nöbetçi çavuşunun görevleri açıklanmış bulunmaktadır. Bu görevlerin birinci maddesinde günlük hizmet cetveline göre hizmetlerin ve alınan emirlerin vaktinde ve noksansız yapılmasını takip ve nöbetçi onbaşılarının vazifelerine nezaret olarak gösterilmiştir. Olayımızda çavuş A.E.'nın İç Hizmet Yönetmeliğinin 399/1 nci maddesi uyarınca aynı rütbede bulunan sanık çavuşun amiri sıfatını kazanmış bulunması, o gün kendisine verilen "bölük nöbetçi çavuşluğu" hizmeti ve bu hizmetin kazandırdığı "bölük nöbetçi çavuşu" sıfatından dolayıdır. Bu hükümler, bu hizmet nedeniyle onu eşidi rütbedeki çavuşlara karşı "amir" konumuna getirmiştir ve onlara karşı korunmuştur. Bu bakımdan Nöbetçi Çavuşunun ifa ettiği bu görev sırasında 2 nci defa (hizmete müteallik işlemlerle ilgili olarak) kanunun korunmasından istifade etmesi kanunun amacına uygun düşmemektedir. Mahkemenin gerekçeli hükmünde dile getirilen Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 2 kararı da TSK.İç Hizmet Yönetmeliğinin 399/1 nci maddesinde bölük nöbetçi çavuşuna verilen görevleri yapabilmesi için görev gereği yetkilerini kullandığı hallerde diğer kıta çavuşlarının amiri sayılmasına ilişkin olup aynı biçimde değerlendirmeleri içermektedir. Yukarıda izah edilen gerekçelerle mahal mahkemesi hükmünü suç vasfından bozan Askerî Yargıtay 4.Dairesinin kararı isabetli bulunmuş ve bu nedenle Başsavcılığın itirazı oybirliği ile reddedilmiştir. 117 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.85 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. NO : 1999/182 K.NO : 1999/187 T. : 21.10.1999 ÖZET Sanığın, savunma olarak yazdığı “Adil değilsiniz, size güvenmiyorum, çünkü siz emir vermeyi bilmiyor veya böyle kasten davranıyorsunuz. Yapacağım vazifenin nasıl yapılacağına kanunun bana verdiği yetkiye dayanarak ancak ben karar verebilirim” şeklindeki sözleri, işlerini güçleştiren amirini eleştiri mahiyetinde ve savunma sadedinde kullanılmış olduğundan, eylem “amire saygısızlık” suçunu oluşturur. Sanığın bazı eylemleri nedeni ile yazılı savunmasını almak isteyen ve bu hususta 02.02,1996 tarihli yazılı savunma talep eden yazıyı yazan amiri olan Depolar K.nı Lv.Kd.Yzb.A.Ali TEKMEN'e savunma yazısının arka sahifesine el yazısı ile yazdığı savunmasında “...TSK.İç Hizmet Kanunun ilgili maddelerinde belirtilen bazı hususlara riayet etmemektesiniz. Adil değilsiniz. Size güvenmiyorum. Çünkü siz emir vermeyi bilmiyor veya kasden böyle davranıyorsunuz. Yapacağım vazifenin nasıl yapılacağına kanunun bana verdiği yetkiye dayanarak ancak ve ancak ben karar verebilirim. Müstakil bir Takım K.nı olarak benim işlerime lüzumsuz karışmalarınız size olan güvenimi zedelemektedir. Ben bir çavuşmuyum, yoksa onbaşımıyım? yoksa başka birşeymi? Arz ederim” diyerek yazdığı bu savunmasında Hizmete ilişkin bir muamaleden dolayı amire hakaret suçunu işlediği kabul edilmiş ve mahalli mahkemece mahkûmiyetine karar verilmiş, sanığın temyizi üzerine hüküm 5 nci Dairece suç vasfına bağlı olarak görev noktasından bozulmuş, bozma kararına Başsavcılıkça itiraz edilmiştir. Yapılan incelemede; Sanığın 02.02.1996 tarihli yazı ile amirine yazılı savunma talep eden yazının arka sahifesine kendi el yazısı ile yukarıda özetlenen sözleri 118 yazdığı hususunda bir kuşku bulunmamaktadır. Sanık da savunmayı kendisinin yazdığını aşamalardaki ifadelerinde kabul etmektedir. Sanık tarafından yazıldığı tartışmasız olan yazılı savunmada kullanılan sözcük ve cümlelerin bir suç teşkil edip etmediği, eder ise hangi suçu teşkil ettiği meselesine gelince; Mahkûmiyet hükmünü suç vasfına dayalı olarak görev noktasından bozan 5 nci Dairenin 26.05.1999 gün ve 1999/330-324 sayılı bozma kararında da etraflıca açıklandığı üzere; sanık kendi işlerini güçleştirdiği inancı ile amirini ağır bir şekilde eleştirmektedir. Kullanılan sözcükler savunma yazısı olarak yazılmış bir yazıda, savunma sadedinde kullanılmış sözcüklerdir. Sanığın bu sözleri amirine hakaret kasdı ile sarfettiği dosyadan açıkça anlaşılamamaktadır. Ancak sanığın bir ast olarak yasa gereği amirine göstermeye mecbur olduğu saygıyı da göstermediği, amirine karşı saygısızca davrandığı anlaşılmaktadır. Bu nedenlerle sanığın sübut bulan eyleminin Dairece 477 S.K.nun 47 nci maddesinde düzenlenmiş olan amire saygısızlık suçu olarak kabulünde, mahalli mahkemece tesis edilen hizmete müteallik muameleden dolayı amire hakaret suçundan mahkûmiyete ilişkin hükmün suç vasfına dayalı olarak görev noktasından açıklanan nedenlerle bozulmasında isabetsizlik görülmediğinden, Başsavcılığın yerinde görülmeyen itiraz sebeplerinin reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 119 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.85 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/184 K. No :1999/169 T. :30.09.1999 ÖZET Sanığın amirine karşı sarfettiği “Siz komutan olabilirsiniz ama lider olamazsınız” şeklindeki sözlerin söylendiği ortam sanığın olay öncesi ve sonrası davranışları ve açıklamaları dikkate alındığında eylem amire saygısızlık suçunu oluşturur. İncelenen dosyaya göre, 23.12.1997 tarihinde saat 22.30 sıralarında, aldığı aşırı alkolün etkisiyle bir takım taşkınlıklar yapan sanığın bulunduğu Misafirhaneye gelen ve halini soran Amiri, İlçe J.Komutanı J.Yzb.Mustafa KOÇ’a “..Siz komutan olabilirsiniz ama lider olamazsınız” sözünü sarfettiği konusunda bir tereddüt ve ihtilaf yoktur. Askerî Mahkeme, sanığın Amiri olan İlçe J.Komutanı J.Yzb.Mustafa KOÇ’a karşı sarfettiği bu sözün hakaret niteliğinde olmadığını, ancak 477 Sayılı Yasanın 47 nci maddesi kapsamında olan “Amire Saygısızlık” suçunu oluşturduğunu kabul ederek tesis ettiği görevsizlik kararı, Askerî Savcının aleyhe temyizi üzerine, Dairece onanmıştır. Başsavcılıkça, sanığın bu eyleminin Amire Hakaret suçunu oluşturduğu ileri sürülerek Dairenin onama kararına itiraz edilmiş ise de; Sanığın Amirine karşı sarfettiği “Siz komutan olabilirsiniz ama lider olamAzsınız” sözü, mahiyeti itibariyle hakareti içermediği gibi, sözün sarfedildiği ortam ve sanığın bu sözü sarfetmesine neden gerek duyduğuna ilişkin açıklamaları dikkate alındığında, olay sırasında sanığın Amirine hakaret etmek kastı ile de hareket etmediği kabul edilmiştir. Gerçekten sanık, olay gecesi halini soran Amiri ile konuşurken, eşinin sezeryanla doğum yapmasına rağmen izine gönderilmediğini, eşini ve çocuğunu göremediğini, 15.10.1997 tarihinden beri izin için oyalandığını, Amirinin, daha önceki tarihlerde, sanığın dolabının dağınık, 120 çamaşırının kirli olduğunu söylemiş olması nedeniyle de, Misafirhanedeki çamaşır makinesinin bozuk olduğunu, çamaşırlarını düzenli yıkayamadığını, moralmen çok kötü durumda olduğunu, Amirinin askerlerle ilgilenmediğini söylemiş, böyle bir ortamda Amirine “Siz komutan olabilirsiniz ama lider olamzsınız” sözünü sarfetmiştir. Ayrıca, sanığın Amiri ile konuşurken ona “Siz” diye hitap etmesi, Amirinin komutanlık hak ve sıfatını teslim ederken, insani davranışlar, askerî adap, disiplin, yönetim ve otorite bakımından emsalleri arasında temayüz eden, nitelik ve vasıfları bakımından öne çıkmış az sayıdaki önder kişi anlamına gelen “Lider” liği amirine yakıştırmaması, herkesin lider olması beklenemiyeceği için amirinin Lider olamayacağını astlarının yanında söylemesi, askerî terbiye ve saygı sınırını aşan bir davranış olmakla beraber, sarfedilen bu sözün; muhatabını aşağılayıcı, namus, şeref ve haysiyetini zedeleyici bir yönü bulunmadığından, Dairenin, sanığın eyleminin Amire saygısızlık suçuna vücut vermesi nedeniyle mahkemece tesis edilen görevsizlik hükmünün onanmasına ilişkin olan kararı isabetli bulunmuş ve bu itibarla Başsavcılık itirazının oybirliği ile reddi cihetine gidilmiştir. ------------- ------------ --------- -------- ---------- ------ ---------- ---------Bu madde için ayrıca, As. Yrg. Daireler Kurulunun 1.7.1999 gün ve 1999/132-147 ; 1.7.1999 gün ve 153-150 sayılıolan TCK nun 159. maddesiyle ilgili içtihadlarına bakınız. --------- --------- --------- ----------- ------------ ---------- --------- -------- 121 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.85 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/191 K. No :1999/179 T. :14.10.1999 ÖZET Rahatsızlığı nedeniyle eğitimden muaf tutulan sanığın, mağdur Tğm.nin keyfiliğe kaçan ceza eğitimi yaptırması üzerine ona hakareti hizmet esnasında üste hakaret olmadığı gibi, sanığın haksız tahrik hükmünden de yararlandırılması gerekir. Dosyada mevcut delil durumuna göre; olay günü bölük eratına eğitim yaptıran mağdur Tğm.Rasim ERSOY'un, hastaneden yeni dönen sanığı belinden rahatsız oluşu sebebiyle eğitimden muaf tutup bir ağaç altına istirahat etmesi için gönderdiği ve bu arada sanığa Erin Ders Kitabından, Atatürk ilke ve inkılapları konusunu okumasını, kendisine bu konuda soru soracağını bildirdiği, bir süre sonra sanığı yanına çağırıp Atatürk ilke ve inkılapları konusunda soru sorduğu, sanığın cevap verememesi üzerine, tekrar okuyup öğrenmesi için bir süre verdiği, bu sürenin sonunda soruları cevaplayamaması halinde kendisine sürünme cezası vereceğini söylediği, sanığın yine sorulan suallere cevap verememesi üzerine, cezasını bildiği için, Teğmenin "ne yapacağını biliyorsun" değil mi? sözü üzerine, ayrıca komut beklemeden sürünmeye başladığı, arkasından ikaza rağmen koşmayıp yürüyerek gelmesi üzerine belli bir mesafede koşturulduktan sonra kısık sesle verdiği tekmili tekrarlaması istendiğinde, bu defa sanığın, mağdur Tğm.Rasim ERSOY'a hitaben, bir kısım tanık anlatımına ve mağdur beyanına göre ''s...erim askerliğini ya'' bir kısım tanık beyanlarına göre ise “s...erim böyle askerliği'' şeklinde söz sarf ettikten sonra, bir takım el kol hareketleri yaparak teğmenin yanından uzaklaştığı sübuta ermiştir. Esasen olayın bu şekilde sübut bulduğu konusunda bir ihtilaf da bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık; dava konusu olayda, sanığın işlediği sabit görülen üste hakaret suçunun hizmet esnasında mı? 122 yoksa hizmet dışında mı? (Adiyen hakaret mi?) işlendiği ve ayrıca olayda sanık lehine haksız tahrik olup olmadığı noktasındadır. Daire sanığın eyleminin As.Mahkemenin hükmü gibi, üste adiyen hakaret suçunu; oluşturduğunu ve olayda haksız tahrikin mevcut olmadığını, kabul ederken, Başsavcılık, üste hakaret suçunun hizmet esnasında ve tahrik altında işlendiği görüşündedir. Yapılan inceleme ve müzakere sonunda sanığın, mağdur teğmenin kendisine keyfiliğe kaçan bir takım ceza eğitimi yaptırması üzerine, üstü olan Tğm.Rasim ERSOY'a karşı, eğitimde olan diğer askerîn yanında sarfettiği "s...erim askerliğini ya" veya "s...rim böyle askerliği” sözünün her iki halinin de hakareti içerir niteliğinin bulunduğu, “s...erim askerliğini ya” söz ile mağdur teğmenin askerlik anlayışı ve uygulaması nedeniyle teğmene hakaret edilirken, ''s...erim böyle askerliği” sözü ile askerlik mesleğine küfür edilmek suretiyle yine askerlik mesleğini icra eden teğmene, sanığa askerlik mesleği gereklerini uygulaması nedeniyle hakaret edildiği ve dolayısıyla sanığın mağdur Tğm.Rasim ERSOY'a karşı sarfettiği sözün üste hakaret suçunu oluşturduğu OYÇOKLUĞU ile kabul edilmiş, bazı üyeler sanığın bu eyleminin 477 sayılı DMK.nun 47 nci maddesinde düzenlenen üste saygısızlık suçunu oluşturduğu görüşü ile suçun Üste Hakaret olarak vasıflandırılmasına muhalif kalmışlardır. Sanığın eyleminin Üste Hakaret suçunu oluşturduğu Oyçokluğu ile kabul edildikten sonra üste hakaret suçunun hizmet esnasında veya hizmete ilişkin bir muameleden dolayı mı? yoksa hizmet dışında adiyen mi? işlendiği konusu ile olayda sanık lehine haksız tahrik olup olmadığı konusuyla ilgili olarak sürdürülen inceleme ve müzakere sonunda; Başsavcılıkça mağdur teğmenin erata eğitim yaptırmakta olması nedeniyle olayda hizmet esnasında unsurunun gerçekleştiği ileri sürülmüş ise de; mağdurun hizmet ilişkisinin eğitim yaptırdığı eratla olduğu, yoksa sanıkla bir hizmet ilişkisinin bulunmadığı, zira bilindiği gibi sanığın rahatsızlığı nedeniyle mağdur tarafından eğitimden yani askerî hizmetten muaf tutulduğu ve ağaç altına istirahate gönderildiği, istirahatli olan kişiye askerî hizmet verilmemesinin tabii olduğu bir an için istirahatli olan sanığa Atatürk İlke ve İnkılaplarına Erin Ders Kitabından okuyup öğrenmesi için görev verildiği ve bu münasebetle sanık ile mağdur arasında hizmet ilişkisi tesis edildiği kabul edilse dahi mağdurun, sanığın verilen süre içinde Atatürk İlke ve İnkılapları konusunu öğrenememesi üzerine sanığın belinden rahatsızlığını bile bile, hastalığını dikkate almadan O'na ceza verecek ve sıhhatini bozacak şekilde sürünme ve koşu 123 cezası vererek işi keyfiliğe döktüğü andan itibaren sanıkla olan hizmet ilişkisi ortadan kalkacağı için olayda “Hizmet esnasında'' unsurunun ve keza hakaretin hizmete ilişkin muameleden dolayı olma unsurunun gerçekleşmediği, OYÇOKLUĞU ile kabul edilerek Başsavcılığın bu yöndeki itirazı yerinde görülmemiştir. Ancak, sanığın yukarıda açıklandığı üzere, Olay günü hastaneden yeni geldiği ve rahatsızlığı devam ettiği için bizzat mağdur tarafından eğitimden muaf tutulup ağaç altında istirahat etmesi uygun görüldüğü halde, sanığa ceza eğitimi olarak belinde rahatsız olduğunu bile bile ona eza verecek ve sıhhatini bozacak şekilde sürünme cezası vermesi ve arkasından koşturması haksız ve keyfi bir davranış olduğu için mağdurun sanığa karşı olan bu hareketlerinin sanık lehine haksız tahrik oluşturduğu ve sanığın iddia konusu Üste Hakaret suçunu mağdurun bu haksız tahriki sonucu işlediği aşikar iken, mağdurun sanığı dövmesi sövmesi söz konusu olmadığından bahisle olayda haksız tahrikin bulunmadığına dair olan Daire kararı isabetsiz bulunduğundan Başsavcılığın bu yöndeki itirazı yerinde görülmüş ve bu itibarla Daire kararı KALDIRILARAK, hükmün sadece bu yönden BOZULMASINA, oybirliği ile karar verilmiştir . 124 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.85 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. NO : 1999/194 K.NO : 1999/174 T. : 07.10.1999 ÖZET Sanık OHAL bölgesinden eğitim birliğindeki arkadaşına yazdığı mektupta burada “Bnb.yı, bile s...mize takmıyoruz” dediği, sanığın, Tb.a yeni katıldığı için o güne kadar yüzünü bile görmediği Tb.K.nı olarak görevli olan P.Bnb. Ö.Y.a hakaret etmesi için izah edilebilir hiçbir neden bulunmadığı, mektup kül olarak değerlendirildiğinde sanığın üste hakaret kastı bulunmadığı kabul edilmelidir. Yeni Foça’da Komando ecemi er eğitimi görüp sonunda Sason/Batman 7.J.Kom.Tb.K.lığına dağıtım olan sanığın Yeni Foça'daki eğitim merkezinde kalan eğitimci arkadaşlarından Sıddık KOYUN'a yazdığı mektupta (Dz.20) askerlik, askerlikte acemi eğitimi ve bunun önemi, Yeni Foça'da verilen eğitim ile asıl verilmesi gereken eğitim, iyi eğitim verilmemesinin zararları, OHAL bölgesindeki hizmet ve görev şartları, verilecek acemi eğitiminin OHAL'deki hizmete ne şekilde olumlu veya olumsuz etki edeceği konuları ile ilgili olarak görüş ve düşüncelerini açıkladıktan, bazı tavsiyelerde de bulunduktan sonra mektupta ayrıca “Binbaşıyı bile s...mize takmıyoruz.” şeklinde sözler yazdığı hususunda herhangi bir şüphe ve tereddüt bulunmamaktadır. Sanık aşamalardaki ifadelerinde (Dz.7-30) ve temyiz dilekçesinde (Dz.45) mektubun kendisi tarafından yazıldığını açıkça kabul ve ikrar etmektedir. Sanık tarafından yazıldığı sabit olan bu mektupta (Dz.20) kullanılan “Binbaşıyı bile s...mize takmıyoruz'' şeklindeki sözlerin suç teşkil edip etmediği, sanıkta suç işleme kastı olup olmadığı müsnet suçun oluşup oluşmadığı meselesine gelince; Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun dava konusu olaya benzer bir olayla ilgili inceleme sonunda verdiği 01.07.1999 gün 1999/132-147 sayılı kararında da etraflarca açıklandığı gibi sanığın suç işleme kastı ile 125 hareket edip etmediğinin belirlenebilmesi için mektup metninin sadece bir cümlesinin değil bütünün değerlendirilmesi gerekmektedir. Daire ilâmında da isabetli olarak belirtildiği gibi argo bir dil kullanarak, tabura yeni katıldığı için o güne kadar yüzünü bile görmediği binbaşıya (iddianamede mektupta geçen binbaşı sözcüğü ile sanığın Tb.K.nı olarak görevli olan P.Bnb.Omer YILDIZ'ın kastedildiği iddia edilmektedir) hakaret etmesi için izah edilebilir hiç bir neden bulunmamaktadır. Sanık bu sözcüklerle OHAL Bölgesindeki görev yerinde sanki her türlü askerî disiplin şartlarından uzak,bildiğini okur ve yapar, tam yetkili bir şekilde hareket ettiklerini açıklamakta, mektup yazdığı arkadaşına karşı bu şekilde övünmektedir. Hakaret oluşturduğu iddia olunan sözler iki sayfalık mektubun bir yerine etraflıca düşünülmeden yerleştirilmiş sözler izlenimi vermektedir. Sanıkta amirini veya üstünü küçük düşürmek, onun şeref ve haysiyeti ile oynamak kast ve saikinin bulunduğunu söylemek açıklanan durum karşısında mümkün değildir. Bu nedenlerle sanık hakkındaki amire hakaret suçundan tesis edilen mahkûmiyet hükmünü müsnet suçun kanuni unsurları itibari ile (Manevi unsur-kast) oluşmadığı ve sanık hakkında beraat kararı verilmesi gerektiği görüşü ile esastan bozan daire kararında isabetsizlik görülmediğinden, Başsavcılığın suçun oluştuğuna, dairenin bozma kararının kaldırılması gerektiğine ilişkin itirazının reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 126 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No K. No T. :1999/15 :1999/22 :04.02.1999 ÖZET Orduevinde aşçı olarak görevli Svl.Memur O.A.nın 21.03.1998 Cumartesi günü mesaiye gelmemesi, emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmaz, 657 S.K.nun 125/c-b md.de yazılı disiplin cezasını gerektiren bir eylem olarak değerlendirilmesi gerekir. Sanığın İzmir Orduevi Müdürü tarafından yayınlanan 21.1.1998 tarihli emre rağmen, 21.3.1998 Cumartesi günü mesaiye gelmediği sabit olup, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlığı, 21.1.1998 tarihli emrin niteliği oluşturduğundan, bu emrin genel nitelikte bir mesai düzenlemesi mi, somut bir hizmet emri mi olduğu incelendiğinde; emrin bütün orduevi personelini kapsadığı ve sanıkla ilgili olarak da 7/d Maddesinde; “...Hiz.Muh.Brl.de görevli sivil memur aşçı, Cumartesi günleri öğlene kadar mesai yaparak, Cumartesi Günü akşam yemeğini ve Pazar yemek hazırlığını yapacaktır. Ayrıca mutfak nöbetine girmeyecek, ancak lokanta işletme amirinin talebinde mutfağı takviye edecektir...” denildiği görülmektedir. Sanık sorgu ve savunmasında; Daha önceki Cumartesi günleri mesaiye geldiğini, ancak 21.3.1998 Günü rahatsız olduğu için mesaiye gelmediğini, nitekim 19.3.1998 Günü rahatsızlığı nedeniyle hastaneye gittiğini, ilaç verilmekle beraber istirahat verilmediğini, Cumartesi Günü tekrar rahatsızlandığı için mesaiye gelmediğini, durumu nöbetçi heyetine bildirmediğini, emre itaatsizlik kastı olmadığını, bu emrin aslında genel nitelikte idari bir düzenleme olduğunu, buna uymamanın suç değil, ancak disiplin tecavüzü olabileceğini beyan etmiştir. Sanık, TSK.’de görevli sivil memur statüsünde olduğundan 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununa tabidir. Ancak, TSK.’de çalışması 127 nedeniyle TSK.İç Hizmet Kanununun 115, 116 ve 14 ncü maddelerinin öngördüğü yükümlülükleri de bulunmaktadır. 657 Sayılı DMK.nun 232 nci maddesinde, TSK. İç Hizmet Kanunu ve Yönetmeliğinin uygulanmasını sağlama bakımından TSK.’de çalışan sivil memurlar, sözleşmeli ve geçici personel ile işçiler hakkında bu Kanunun; - Çalışma saatleri hakkındaki 99 ncu, - Günlük çalışma saatlerinin tesbiti hakkındaki 100 ncü, - Günün 24 saatinde devamlılık gösteren hizmette çalışma saat ve usulünün tesbiti hakkındaki 101 nci,... Maddeleri hükümlerinin uygulanmayacağı hükme bağlanmıştır. Bu nedenle sanığın, çalıştığı askerî kurumun ilgili mevzuat hükümlerine göre tespit edilen çalışma süre ve koşullarına tabi olduğunda kuşku yoktur. Bu konudaki hükümler ise; 1) TSK.’de çalışma saatlerini düzenleyen 926 Sayılı Kanunun Ek 2 nci maddesinde; “Subay, astsubay ve uzman jandarmaların haftalık çalışma süresi genel olarak 40 saattir. Bu süre Cumartesi ve Pazar günleri tatil olmak üzere düzenlenir. Ancak, 211 Sayılı TSK.İç Hizmet Kanununun bu konudaki hükümleri saklıdır.”, 2) TSK.İç Hizmet Kanununun 31/b maddesinde; “Kıta, karargah ve kurumlarda günlük çalışma saatleri mevsim, iklim, ahval ve hizmetin özelliklerine göre bir talimatla tespit edilir...” 3) TSK.İç Hizmet Yönetmeliğinin 62 nci maddesinde; “Karargah, Daire ve Kurumlarda günlük vazife müddetini, mevsim, iklim ve ahvale göre tanzimini garnizon komutanları, daire ve kurum amirleri yapar.”, 245 nci maddesinde de, “Günlük hizmetlerin her gün zamanında ve düzgün olarak yapılabilmesi için...kurum amirleri mevsime göre (günlük hizmet cetveli) tertip ve buna uyulmasını emrederler.”, Şeklindedir. Bu düzenlemelerden anlaşılacağı gibi, çalışma saatlerinin Cumartesi ve Pazar günleri tatil olarak düzenlenmesi esas olmakla beraber, İç Hizmet Kanunu hükümleri saklı tutulmuş ve İç Hizmet Yönetmeliğinde de askerî kurumlarda vazife müddetinin tanzimi kurum amirine bırakılmıştır. Bunun amacının, kıta, karargah ve kurumlarda, 128 bunların özellikleri gözetilerek hizmetin en iyi şekilde yürütülmesini sağlamak olduğu açıktır. Askerî bir kurum olan orduevlerinin, TSK.personeline sosyal hizmet veren niteliği ile bu niteliğin gereği olarak tatil günlerinde verilen hizmetin daha da yoğunlaştığı gerçeği dikkate alınarak meseleye bakıldığında; Askerî Mahkeme ve Dairenin, dava konusu emrin teknik anlamda bir emir olmadığı, süreklilik arz eden ve orduevinde görevli personelin günlük çalışma saatlerini düzenleyen nitelikte olduğu, bu düzenlemeye aykırı olarak 21.3.1998 Cumartesi günü mesaiye gelmeyen sanığın eyleminin, emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmadığı, 657 Sayılı Kanunun 125/C-b maddesinde yazılı disiplin cezasını gerektiren bir eylem olarak değerlendirilmesi gerektiğine dair kabullerinde bir isabetsizlik olmadığı sonucuna varılmış ve aksi düşünceye dayalı itirazın reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 129 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. NO : 1999/20 K.NO : 1999/5 T. : 07.01.1999 ÖZET Kışlaya içki sokulmasını yasaklayan emrin içilmesini de yasakladığı kabul edilmelidir. 28.12.1996 ve 23.12.1997 tarihinde Günlük Emir Defterinde dosyanın 117 ve 145 nci dizilerinde bulunan, erata topluca okunmak suretiyle tebliğ edilen, sanığın da tebellüğ ettiğini ve içeriğini bildiğini ikrar ettiği emirlerde kışlaya içki sokulmasının yasaklanmasına rağmen, sanığın 25.5. 1997 tarihinde yedi gün şişesi içinde kola ile karıştırılmış alkollü içkiyi içerken yakanladığı, alkollü içki ve kola ile karışık olan bu şişeyi kışla içerisinde ağaçların arasında bulunduğunu beyan ettiği anlaşılmıştır. Daire kararında; sözü edilen emirlerin konusunun ve amacının; kışlaya içki sokulmaması olduğunu belirttikten sonra, bir an için emirlerin, aynı zamanda "kışlada içki içilmemesini" de kapsadığı düşünülebilirse de İç Hizmet Yönetmeliğinin 30 ncu maddesindeki; "emirlerin açık, kısa ve kesin olması gerektiği...." kuralının buna engel olduğunu, Sanıkların hiçbir aşamada içkiyi kışlaya soktukları yolunda beyanları olmadığını, "eğitim alanından koğuşa gelirken arka taraftaki ağaçların altında 2 kola/yedigün şişesi bulduklarını, kokusundan içlerinde votka olduğunu anlayıp içmek için koğuşa götürdüklerini" söyledikleri ikrarları bulunmadığı gibi, sanıkları kışlaya içki sokarken görenin de olmadığını, "İçtiklerine göre kışlaya da onlar sokmuştur." şeklindeki kabulün kesin değil, ihtimali olduğunu, başkaları tarafından da sonradan içilmek üzere kışla içerisine sokulup saklanmasının da olası bulunduğunu, bu itibarla; kışlaya sanıkların içki soktuğunun şüpheli kaldığını, "Şüpheden sanık yararlanır" genel hukuk ilkesine göre 130 eylemden sanıkların beraeti yerine yazılı şekilde hükümlendirilmesinin isabetli olmadığını açıklanarak hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Başsavcılık ise itiraz tebliğnamesinde; emirle birliğe içki sokulması yasaklanmakla beraber, bu emrin birlik içinde içki içilmesini de kapsadığı belirtilerek Daire kararının kaldırılmasına karar verilmesi yönünde görüş bildirilmiştir. Yapılan inceleme; 28.12.1996 ve 23.2.1997 tarihlerinde Günlük emir defterinin dosyada mevcut 117 ve 145 nci sayfalarındaki günlük emrin, topluca okunmak suretiyle tebliğ edildiği, bu emirlere göre personele, kışla içerisinde içki sokulmayacağı yönünde emir verildiği, askerî disiplinin tesis ve idamesine yönelik, hizmete ilişkin bu emre rağmen sanığın 25.5.1997 tarihinde koğuşta, birlikte kola şişesi içerisinde içki içerken yakalanması, sanığın tevil yollu ikrarı, olay tespit tutanağı, vaka ve kanaat raporu, tanıklar P.Çvş.Yunus Emre YILMAZ ve P.Astsb.Kd. Çvş.Seyit Ali TAT'ın yeminli ifadeleri, günlük emir defteri fotokopileri ve dosya muhteviyatındaki diğer delillerden anlaşılmaktadır. Sanık, içkiyi kışlaya dışardan sokmadığını, koğuş arkasındaki ağaçların altında bulduklarını iddia etmişler ise de; koğuşta birlikte içerken yakalanması ve daha önceden de bu şekilde sanığın kışla içinde sık sık içki içtiğinin tanıklarca ifade edilmesi birlikte değerlendirildiğinde, içerken yakalanan içkiyi kendilerinden başka kimsenin sokmuş olamayacağı, sanığın bu yoldaki beyanının savunmaya yönelik olduğu sonucuna varılmıştır. Yukarıda açıklandığı şekilde sanığın kışlaya içki soktuğu yolundaki kabulün varsayım ve ihtimale dayandığını söylemek mümkün değildir. Çünkü alkol bağımlısı olduğunu ifade eden ve daha önce de müteaddit kez koğuşta içki içtiği tanık açıklamalarından anlaşılan sanığın bahçede bulunduğunu söylediği, ne olduğunu bilmediği, açılmış yedigün şişesi içindeki maddeyi içki diye kabullenip içmesinin makul, mantıki ve inandırıcı olmadığı kanaatine varılmıştır. Bir an için sanığın içkiyi ağaçların altında bulduğu kabul edilse bile, bunu kışladan sayılması kuşkusuz olan koğuşa getirilmesi de "içkiyi kışlaya sokmak" eylemini oluşturacağının ve emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediğinin kabul edilmesini gerektirmektedir. Bu açıklamalar karşısında söz konusu günlük emirlerin İç Hizmet Yönetmeliğinin 30 ncu maddesine aykırı olarak açık, kısa ve kesin olmadığının söylenmesinin mümkün olmadığını sonucuna varıldığından Daire kararının bu yoldaki kabulünde isabet görülmemiştir. 131 As.Yargıtay Drl.Krl.nun 4.12.1997 gün ve 1997/157-158 sayılı kararında, "alkollü içecekleri kullanmak kesinlikle yasaktır" şeklindeki askerî disiplinin korunmasına yönelik olan ve askerî hizmete ilişkin bulunan emirde içki içilmesi yasaklanmakla beraber, bu emrin "birlik içine içki sokulmasını da doğal bir sonuç olarak yasakladığını kabul etmenin mantıki zorunluluk olduğunu belirtmiştir. Gerçi dava konusu olayımızda emirler, kışlaya içki sokulmasını yasaklamıştır. Drl.Krl.nun yukarıdaki kararına uygun olarak kışlaya içki sokulmasını yasaklayan bir emrin, içilmesini de yasakladığı kabul edilmelidir. As.Yargıtay 1 nci Dairesi de 11.6.1997 gün ve 1997/426-425 sayılı kararı ile birliğe içki sokulmasının yasak olduğuna ilişkin emre aykırı hareket ederek içki sokmaya çalışan bir sanığın fiilinin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu kabul edilmiştir. Bu içtihadın karşıt anlamından, dava konumuz olayda sanığın eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu sonucuna ulaşmak gerekecektir. Bu nedenle itirazın kabulüne oyçokluğu ile karar verilmiştir. KARŞI OY YAZISI Sanığın 25.5.1997 tarihinde 7 gün şişesi içinde kola ile karıştırılmış alkollü içkiyi içerken yakalandığı konusunda herhangi bir kuşku ve tereddüt bulunmamaktadır. Bl.Komutanlığının sanığa da tebliğ edilen günlük emirlerinde kışlaya içki sokulması yasaklanmıştır. Sanık savunmasında eğitim alanından koğuşa gelirken arka taraftaki ağaçların altında 2 kola şişesi bulduklarını, kokusundan içlerinde votka olduğunu anlayıp, içmek için koğuşa götürdüklerini, içkiyi içerken yakalandığını beyan etmekle, ısrarla bu içkiyi kışlaya kendisinin sokmadığını savunmaktadır. Sanığı kışlaya içki sokarken gören herhangi biri olmadığı gibi, bu konuda sanık aleyhinde tek bir delilde bulunmamaktadır. O halde, sanığın alkollü içkiyi kışla içinde bulduğu yolundaki savunmasının doğrulunu ve içkinin, ele vermek istemediği bir arkadaşı tarafından da kışlaya sokulmuş olabileceği gerçeğini kabul etmek gerekmektedir. Bl.K.lığının 23.12.1996 ve 23.12.1997 tarihli günlük emirlerinde kışlada içki içilmesine ilişkin hiç bir kayıt bulunmamaktadır. 477 sayılı Disiplin Mahkemeleri ve Disiplin Mahkemeleri ve Disiplin Suç ve Cezaları hakkında kanunun 58 nci maddesinde gizlenemeyecek derecede sarhoş olanlar cezalandırılmaktadır. Gizlenemeyecek derecedeki sarhoşluk, suç olarak kabul edildiğine göre, bu eylemin emirle 132 yasaklanmak suretiyle emre itaatsizlikte ısrar suçuna konu yapılması da mümkün bulunmamaktadır. Dosyada sanığın sarhoş olduğuna ilişkin bir iddia ve kanıt da bulunmadığından, sanığın içki içmesi eylemi bu suça da vücut vermeyecektir. Sanığın içki içerken görülmesi içkiyi kışlaya kendisinin soktuğunu kanıtlamayacağı cihetle, eylemi sadece kışlada bulduğu alkollü içkiyi içmesi şeklinde sınırlamak gerekmektedir. Bu eylem herhangi bir ceza kanununda suç sayılmadığına, günlük emirlerde de kışlada içki içilmesi yasaklanmadığına göre sanığın eyleminin disiplin tecavüzü olarak nitelendirilmesi uygun olacaktır. Bu nedenlerle, Bölük emrinin açık hükmünü genişleterek "kışlaya içki sokulmasını yasaklayan bir emir içilmesini de yasaklamıştır". şeklindeki bir kabulle sonuca gidilip, emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluştuğunu benimseyen çoğunluk görüşüne katılamadık. 133 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/23 K. No :1999/42 T. :04.03.1999 ÖZET Birlik içerisinde fotoğraf makinası bulundurmanın ve birliğin herhangi bir yerinde fotoğraf çekmenin yasaklandığı, bu emrin sanığa da tebliğ edildiği, sanığın emir hilafına davrandığı hususunda kuşku olmamakla birlikte, bu emirle somut bir hizmetin aksamadan yerine getirilmesi amaçlanmadığı ve emir kişiselleştirilmediği için As.C.K.nun 87 md. açısından “hizmete ilişkin” olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Konak Kısım Komutanı Ütğm.Levent DURAK tarafından verilen 3.11.1997 tarih ve 34 numaralı Günlük Emirle; birlik içerisinde fotoğraf makinesi bulundurmanın ve birliğin herhangi bir yerinde fotoğraf çekmenin yasaklandığı, bu emrin sanığa da tebliğ edildiği, sanığın bu emre rağmen birlik içerisinde çektiği/çektirdiği fotoğrafların ve kendisine ait fotoğraf makinesinin 24.11.1997 tarihinde ele geçirildiği hususlarında kuşku bulunmayıp, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, bu emrin askerî hizmete ilişkin olup olmadığına, dolayısıyla “emre itaatsizlikte ısrar” suçunun oluşup oluşmadığına ilişkindir. As.C.K.nun 87 nci maddesinde tanımlanan suçun oluşabilmesi için verilen emrin hizmete ilişkin olması gerekmektedir. Hizmete ilişkin olma kavramı, As.Yrg.Drl.Krl.nun 25.1.1996 tarih ve 1996/13-11 sayılı kararında etraflı şekilde irdelenmiştir. Bu kararda belirtildiği gibi; “...As.C.K.nun 12.maddesine göre; 1) Malum ve muayyen olan askerî vazife ile; 2) Bir amir tarafından emredilen askerî vazife; “Hizmet” olarak kabul edilmiş; 134 Vazife ise; İç Hizmet Kanununun 7 nci maddesinde; Hizmetin icap ettiği şeyi yapmak ve men ettiği şeyi yapmamak biçiminde tanımlanmıştır. TSK. İç Hizmet Kanununun 6 ncı maddesinde Hizmet; “Kanunlarla nizamlarda yapılması veya yapılmaması yazılmış olan hususlarla, amir tarafından yazı ile veya sözle emredilen veya yasak edilen işlerdir” şeklinde açıklanmıştır. Şu halde, As.C.K.nun uygulanmasında amaçlanan hizmeti; kanunlarda ve nizamlarda yapılması veya yapılmaması açıkça gösterilmiş olan hükümlerle; kanunlarda ve nizamlarda yapılması veya yapılmaması yetkili amirlerin takdirine bırakılan ahvalde, amirlerin bu takdirlerine dayanarak yapılmasını veya yapılmamasını istediği hususlardır” şeklinde tanımlamak mümkün olacaktır. Diğer yandan, İç Hizmet Kanununun 13 ncü maddesinde;” Disiplin; Kanunlara nizamlara ve amirlere mutlak bir itaat ve astının ve üstünün hukukuna riayet demektir. Askerliğin temeli disiplindir. Disiplinin muhafazası ve idamesi için hususi kanunlarla cebri ve hususi kanun ve nizamlarla idari tedbirler alınır” hükmü yer almıştır. Anayasamızın “Kanunsuz Emir” kenar başlığını taşıyan 137 nci maddesi, kanunsuz emrin yerine getirilmeyeceğini ve böyle bir emri alan memurun ne surette hareket etmesi gerekeceğini belirttikten sonra, “Askerî hizmetlerin görülmesi.için kanunla gösterilen istisnalar saklıdır” demek suretiyle askerlik hizmetinin özelliği gereği emirlerin kanuna ve nizama uygun olmasa bile yerine getirilmesi gerekeceğine işaret edilmiştir. İç Hizmet Kanununun 14. maddesi, astın aldığı emri vaktinde yapacağını, değiştirmeyeceğini, hududunu aşamayacağını, icradan doğacak sorumluluğun emri verene ait olacağını belirtmiş, As. C.K.nun 41 nci maddesi de hizmete ilişkin hususlarda verilecek emir bir suç teşkil etse bile bu suçun işlenmesinden emri verenin sorumlu tutulacağını belirtmiştir. Emri yerine getiren kimsenin sorumluluktan kurtulması kuralı, sadece hizmete ilişkin emirlere münhasırdır. Yasa ve diğer nizamlarla düzenlenmiş hususlarda, yasa ve nizamlara aykırı olarak verilen emrin yerine getirilmesi, askerliğin kuralları gereği zorunlu olsa dahi, yerine getirilmemesinin As.C.K.nun 87 nci maddesine düzenlenen “Emre itaatsizlikte ısrar” suçunu oluşturmayacağı Askerî Yargıtay’ın Yerleşik İçtihatları ile benimsenmiştir. Kanuna aykırı emrin yerine getirilmesinin zorunlu olması ile, bu zorunluluğun yerine getirilmemesinin suç teşkil etmesi ayrı 135 sonuçlardır. Ast kanuna aykırı dahi olsa, emri yerine getirecektir. Ancak yerine getirmediği takdirde eylemi emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmayacaktır, ama bu eylemi askerliğin disiplin kurallarını ihlal ettiğinden disiplin tecavüzü teşkil edecek ve amiri tarafından disiplin cezası ile cezalandırılabilecektir. Şu halde, Ast nasıl ki kanunlarda ve nizamlarda düzenlenmiş hususlarda amirinin emrini yerine getirmediği takdirde, emrin hizmete ilişkin olup olmamasına göre değişik yaptırımlarla karşı karşıya kalmakta; kanun ve nizamların düzenleme yapmayıp amire takdir yetkisi verdiği konularda da, amirin emrinin “hizmete ilişkin” olup olmamasına göre bir ayrım yapılması gerekmektedir. Amir, konusu suç teşkil etmeyen, yasa ve diğer nizamlarla düzenlenmemiş konularda, kendisi düzenleme yapıp, emir verebilir. Bu emirlere riayet edilmesi askerî disiplinin bir gereğidir. Ancak bu emirler askerî hizmete ilişkin olmadığı sürece “Emre itaatsizlikte ısrar” suçuna konu olamaz. Uyulması zorunlu, idari ve disipline taallük eden bu düzenlemeler hizmete ilişkin olmadığı ahvalde, bu emirlerin ihlal edilmesi halinde disiplin tecavüzü olarak yaptırıma bağlanması mümkün bulunmaktadır. Amirin bu tür emirlerinin emre itaatsizlikte ısrar suçuna konu olabilmesi için mutlaka “Hizmete ilişkin” olma unsurunu taşıması gerekir...”. Bu çerçevede somut olay incelendiğinde; Konak Kısım Komutanı tarafından verilen (34) numaralı günlük emrin, birlik ve beraberliği sağlamak, erlerin disiplin ihlallerini önlemek amacını taşıyan bir emir olduğu, ancak fotoğraf makinesi bulunanların bu makineleri bir yetkiliye tesliminin dahi emredilmediği görülmektedir. Diğer bir ifade ile emrin belli bir hizmet amacını gütmediği, genel ve disipline yönelik bir iç düzenleme niteliğinde olduğu anlatılmaktadır. Bu nedenle, bu emrinde yerine getirilmesi gerektiğinde kuşku olmamakla beraber yerine getirmeyenler hakkında ancak, disiplin amirleri tarafından disiplin tecavüzü teşkil eden bu eylemleri nedeniyle disiplin cezası uygulanabilir. Bu özelliği itibariyle anılan emirle somut bir hizmetin aksamadan yerine getirilmesi amaçlanmadığı ve emir kişiselleştirilmediği için As.C.K.nun 87 nci maddesi açısından “hizmete ilişkin” olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Açıklanan nedenlerle; “Emre itaatsizlikte ısrar” suçundan tesis edilen mahkûmiyet hükmünün yasaya aykırı olduğu ve bu hükmü sübut yönünden bozan 136 Daire kararında isabet bulunduğu sonucuna varıldığından aksi düşünceye dayalı itirazın reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. KARŞIOY YAZISI Dava konusu maddi olayın sübutunda kuşku olmayıp, anlaşmazlık verilen emrin hizmete ilişkin olup olmadığına ilişkindir. Emir incelendiğinde; Konak Kısım Komutanı Ütğm.Levent DURAK’ın yaptığı periyodik kontrollerde koğuşlardaki dolapların düzensizliği yanında “birliklerde bulunması yasak olan fotoğraf makinası, müstehcen yayınlar ve hatıra defteri” bulundurulduğunun tesbit ettiğinin vurgulandığı ve daha sonra diğer hususlara değinmekle beraber, özellikle dava konusu olayla ilgili olan “Bundan böyle birlik içerisinde fotoğraf makinası bulundurmak, birliğin herhangi bir yerinde fotoğraf çektirmek yasaktır. Fotoğraf makinası bulunduran ve çekenler hakkında emre itaatsizlikten yasal işlem yapılacaktır.” şeklinde emrini verdiği görülmektedir. Bu emir olaydan önce sanığa da tebliğ edilmiştir. Çoğunluk görüşünde, disipline taalluk eden ancak, genel ve bir iç düzenleme niteliğinde olması nedeniyle “hizmete ilişkin” olmadığı kabul edilen emrin, bu düşüncenin aksine somut hale getirilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Zira, istihbarat açısından haiz olduğu önem itibariyle birliklerde bulundurulması esasen yasak olan fotoğraf makinalarını tesbit eden birlik komutanı, bu hususu personeline bir kez daha hatırlatmış, bundan sonra yasal işlem yapacağını emretmiştir. Bu hali ile emrin, somut bir hizmet emri niteliğini taşıdığı açıktır. Ayrıca, fotoğraf makinası istihbarata karşı koyma açısından önemli bir eşya olup, radyo ve volkmen v.s gibi eşyalarla aynı kategoride mütalaa edilmesi mümkün değildir. Her ne kadar Dairenin ilâmında, çekilen fotoğrafların özelliği olmayan fotoğraflar olduğu da karara gerekçe yapılmış ise de; bunun önemi bulunmamaktadır. Zira, fotoğraf makinasının bizatihi bulundurulması dahi yasaklanmaktadır. Bunun nedeninin, fotoğraf makinasının istahbarat yönünden arz ettiği tehlike hali olduğu izahtan varestedir. Açıklanan nedenlerle, kendisine tebliğ edilmesine rağmen sanığın emre aykırı hareket ettiği, bu suretle emre itaatsizlikte ısrar suçunun tüm unsurları itibariyle oluştuğu ve itirazın kabulü gerektiği görüş ve düşüncesinde olduğumuzdan karara katılmadık. 137 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/59 K. No :1999/90 T :06.05.1999 ÖZET Servis araçlarını koruma Tk.K.nının 25-26.4.1998 Cumartesi Pazar tarihlerinde göreve gelineceği yolundaki emrine uymayarak garnizonu izinsiz terk ederek İstanbul’a gidip 27.04.1998 günü saat 13.30’da göreve gelen sanığın eylemi kısa süreli firar suçunu oluşturur. Sanığın, 16 ncı Zırhlı Tugay Personelinin Diyarbakır Garnizonuna gidiş-gelişlerinde bindikleri servis araçlarının emniyetini sağlamakla görevli Koruma Takımı personeli olduğu ve Takım Komutanı Ütğm. Muharrem ERDEM tarafından 25-26 Nisan 1998 tarihlerinde de göreve gelineceği yönündeki sözlü emrine karşın, 25-26 Nisan 1998 tarihlerinde ve 27.4.1998 tarihinde saat 13.30’a kadar göreve gelmediği hususunda kuşku olmayıp, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, suç vasfına ilişkindir. Bu tür olaylarda genel nitelikte değerlendirmeler yapmak ve bu genel nitelikteki değerlendirmelere göre yargıya varmak, her zaman doğru ve adil bir karara varılmasına olanak vermeyeceği cihetle, her olayı kendi koşulları içersinde değerlendirmek ve bir ceza yargılaması söz konusu olduğuna göre, sanığın kastını araştırmak ve bu araştırmadan elde edilecek sonuca göre hükme varmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Bu çerçevede somut olay incelendiğinde; sanığın, sorunlarını halletmek üzere, 24.4.1998 Cuma günü saat 19.30 THY. Uçağı ile İstanbul’a gittiğini, 27.4.1998 tarihinde döndüğünü, yıllık izni dolmuş olduğu ve uzmanlara da mazeret izni verileceğine dair mevzuatta hüküm bulunmadığı için Tk. K. Ütğm. Muharrem’in eline izin belgesi veremeyeceğini, ancak hafta sonu gidip gelebileceğini söylediğini beyan 138 ettiği, (Dz.13-15)’deki belgelere göre 1998 yılı izinlerini kullanmış olduğu (30 gün) anlaşılmaktadır. 3269 Sayılı Uzman Erbaş Kanununun 11 nci maddesinde, her uzman erbaşın yılda yol hariç (30) gün izin hakkı olduğu ve yıllık izinleri dışında ayrıca 1111 Sayılı Askerlik Kanununun 78 nci maddesinde belirtilen esaslara göre izin verileceği öngörülmektedir. Bu hükümden de anlaşılacağı gibi, uzman erbaşlar mazeret izinleri yönünden erler gibi mütalaa edilmektedirler. Yani, sanığın 1998 yılı içerisinde Bakanlar Kurulu Kararı ile verilen genel nitelikteki izinler dışında izin hakkı bulunmamaktadır. Dosyadaki belgelere göre; Koruma takımının tatil günleri de dahil olmak üzere yoğun bir mesai uyguladığı görülmektedir. Bu bakımdan anılan emrin, somut bir hizmet emrinden ziyade mesai uygulamasına dönüştüğü de söylenebilir. Bu durumda; yıllık iznini de kullanmış olan sanığın, bazı problemlerini halledebilmek için garnizonu terk ettiğine dair savunmasının (Ütğm.Muharrem ERDEM tarafından izin verilmemiş olsa bile) aksi kanıtlanamadığı, diğer bir deyişle, sanığın Cumartesi-Pazar günleri emre itaatsizlikte ısrar kastıyla göreve gelmediğini ve bu suçun tüm ögeleriyle oluştuğunu her türlü kuşkudan uzak bir şekilde kabul etmenin mümkün olmadığı ve bu haliyle suçun kısa süreli firar olabileceği sonucuna varılmış ve bu gerekçelerle Daire kararında bir isabetsizlik bulunmadığı görüş ve düşüncesi ile itirazın reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 139 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/63 K. No :1999/91 T. :06.05.1999 ÖZET Sanığın emirler hilafına olay günü sivil şahısları gemiye alıp 15 dakika gemide oturmalarına izin vermesi emre itaatsizlik suçunu oluşturur. Dava konusu maddi olayın sübutunda kuşku olmayıp, Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki anlaşmazlık suçun sübutu yönünden eksik soruşturma bulunup bulunmadığı, dolayısıyla atılı suçun unsurları itibariyle oluşup oluşmadığına ilişkindir. Bu konudaki değerlendirmeye geçilmeden önce, sanık müdafiinin usule ilişkin temyiz nedenleri incelendiğinde; Askerî Mahkemece, sanık hakkında muhtelif suçlardan yapılan yargılama sonucunda verilen hükümlerin temyiz incelemesini yapan Askerî Yargıtay 5 nci Dairesince, amire fiilen taarruz suçundan verilen mahkûmiyet hükmünün onanmasına, emre itaatsizlikte ısrar ve amire hakaret suçlarından verilen hükümlerin bozulmalarına karar verilmesini müteakip yapılan yargılamada, 30.9.1998 tarihli oturumda tarafların bozmaya karşı diyecekleri saptandıktan sonra emre itaatsizlikte ısrar suçu yönünden bozmaya direnilmesine ve amire hakaret suçu yönünden ise uyulmasına karar verildiği ve duruşmaya sadece amire hakaret suçu ile ilgili olarak devam edilip aynı oturumda her iki suç yönünden sonuç kararların tesis edildiği anlaşıldığından ve bu uygulamada usule aykırılık bulunmadığından, sanık müdafiinin usule yönelik temyiz nedenleri kabule değer görülmemiştir. Esas yönünden yapılan incelemede; öncelikle, sanığın görevli olduğu TCG.AB.36 gemisinin müstakil harekat yapabilen bir gemi olup olmadığı ve olay tarihinde müstakil harekat yapıp yapmadığı meselesinin halli gerekmektedir. 140 Direnme kararında belirtilen (Dz.ll) deki yazıda, bu geminin Aksaz Liman Emniyet bağlısı olduğu belirtildiği gibi, sanığın (Dz.l3,73) deki sorgularında ve Tğm. Serkan ÖZEL'in ifadesinde (Dz.38) bu geminin 11-22.8.1997 tarihleri arasında SAT Denizaltı müşterek eğitim faaliyetine diğer gemilerle birlikte iştirak ettiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla müstakil harekat halinde olmadığı açıktır. Bu saptamadan sonra konuya ilişkin emir (Dz.57) incelendiğinde; gemilere sivil ziyaretçi alınması konusunda belli prensip ve esasların belirlendiği görülmektedir. Bu konudaki temel prensip, gemilere silahlı kuvvetler mensubu olmayan bayan veya erkek sivil ziyaretçi kabul edilmeyeceği şeklindedir. Bunun uygulanması sorumluluğu da birlik/gemi komutanlıkları ve nöbetçi heyetlerine verilmiştir. Uzak bölgelerden gelen personel yakınları ile görüşmede dahi görüşmelerin/ziyaretlerin gemi dışında yapılması emredilmiştir. Emrin, güvenlik, İKK tedbirleri ve disiplin amacı ile verildiği bellidir. Askerî hizmete ilişkin olduğunda kuşku bulunmayan böyle bir emrin muhatabının, sadece gemi komutanları ve nöbetçi heyetleri olduğu, gemi personelini bağlamadığını kabul etmek mümkün değildir. Böyle bir kabul, askerlik müessesesi ve onun temeli olan disiplin anlayışı ile bağdaşamaz. Bu nedenle, emrin bütün gemi personelinin, bu arada sanığın uymak zorunda olduğu bir hizmet emri olarak kabulü gerekmektedir. Diğer yandan, emir sanığa tebliğ edilmiş olduğu gibi (Dz.56) sanık sorgu ve savunmalarında da gemiye ziyaretçi almanın yasak olduğunu bildiğini ifade etmektedir. Bu durumda, atılı suçun manevi unsur yönünden de oluştuğu hususunda kuşku bulunmamaktadır. Bu nedenlerle, Askerî Mahkemece mevcut delillerin etraflı şekilde değerlendirilip tartışılmasından sonra edinilen vicdani kanaat doğrultusunda eksik soruşturma bulunmadığına ve atılı suçun sübuta erdiğine yönelik direnme gerekçeleri yerinde olduğu gibi, yapılan uygulamada da bir isabetsizlik bulunmadığı sonucuna varılmış ve hükmün onanmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 141 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/123 K. No :1999/134 T. :14.01.1999 ÖZET Sanığın, 28.07.1998 tarihinde Tb.K.nın emrine rağmen pusu görevine çıkmadığı anlaşılmakla birlikte, sanığın rahatsızlığı ve K.K.K.lığı atama emri objektif olarak değerlendirildiğinde; verilen bu emrin hizmet emri olarak kabulü tartışılabilir nitelikte olduğundan atılı suç unsurları itibariyle oluşmamıştır. Sanığın bir dizi sıhhi işlemden sonra hakkında 5.6.1998 tarihinde tanzim edilen sıhhi kurul raporunda "sol diz medial meniskopati ve opere lomber disk hernisi" tanıları ile "sınıfı görevini yapar, komando olamaz, Bir yıl süreyle uzun süreli yürüyüşlere ve intikallere katılmaması uygundur" raporu verildiği ve bu durumu nedeniyle de 1998 yılı atamalarında intibak atamasına tabi tutularak Bölük Komutanlığı görevinden Tabur Harekat Eğitim Subaylığına atandırıldığı, atama emrinin (Dz.l60) 2/c maddesinde ''harcırahsız ve intibak ataması gören personele grup verilmemiştir. Bu personelin ilişkileri birlik komutanlığınca 20 Haziran 1998 tarihini aşmamak kaydı ile uygun görülecek bir tarihte kesilecektir.'' ve İç Güvenlik Harekatı İcra Edilen Bölgelerdeki Birlikler ile ilgili 3/b maddesinde "Normal şartlar dışında yerine atanan personel gelmeyen personelin ilişiği en geç 27 Temmuz 1998 tarihinde kesilecektir. Kritik görev yerleri için, lüzum görülmesi halinde başka garnizondan dahil geçici görevlendirmeler Ordu Komutanlıklarınca yapılacaktır.'' denilmesine ve sanığın sağlık durumu da OHAL bölgesinde görev yapması nedeniyle bir an önce i1işiğinin kesilmesini gerektirmesine rağmen, atama emrinin anılan maddelerinin uygulanmadığı ve olay tarihi olan 28.7.1998 tarihine kadar sanığın ilişiğinin kesilmediği ve pusu görevine çıkmasının emredildiği anlaşılmıştır. 142 Bu duruma göre; yukarıda geniş olarak yer verilen Daire kararında etraflı şekilde açıklandığı üzere verilen emrin fiilen yerine getirilmesi olanağı bulunmadığı gibi, KKK.lığının atama emri ve sanığın sağlık durumu objektif olarak değerlendirildiğinde; bu emre aykırı olarak astbirlik komutanınca verilen emrini yasal anlamda bir hizmet emri olarak kabulünün de tartışılabilir bir nitelikte olduğu, dolayısıyla atılı suçun unsurla itibariyle oluşmadığı sonucuna varıldığından, Başsavcılığının itiraz nedenleri kabule değer görülmeyerek reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 143 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/135 K. No :1999/126 T. :10.06.1999 ÖZET Sanığın birliğinde olay günü votka içtiği anlaşılmıştır. Birlik komutanı, birliğini alkolün menfi etkilerinden uzak tutmak, daima göreve hazır vaziyette bulundurabilmek amacıyla yasalarda düzenlenmemiş konuda düzenleme yapabileceğinden, bu amaçla verilen emirler askerî hizmete ilişkin olup, aksine davranış emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturur. Şırnak Çakırsöğüt J.Komd.Tug.Kh ve Servis bölük komutanınca hazırlanıp bölük astsubayının da bulunduğu halde sanığa tebliğ edilen 45 maddeden oluşan emrin 44 ncü maddesinde, sarhoşluk veren alkollü içki, bira, hap, bali gibi şeylerin kullanılmasının yasaklandığı, 4.7.1997 günü saat 22.45 sularında yapılan kontrolde alkol kullandığının tutanakla tespit edildiği, aynı gün saat 23.15 de doktor tarafından yapılan muayenesinde ağzında nefesinde alkol tespit edildiği, sanığın da alkol aldığını itiraf ettiği bu suretle eylemin sübutunda bir kuşkunun bulunmadığı anlaşılmaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlığın, Bölük Komutanı Ütğm.A.A. ile Bölük Astsubayı Başçavuş Ş.T. tarafından sanığa tebliğ edilen 45 maddeden oluşan emrin 44 ncü sırasındaki sarhoşluk veren alkollü içki, bira, hap, bali gibi şeylerin kullanılmasının yasaklandığına dair maddenin askerî hizmete ilişkin olup olmadığı ve ayrıca bu emrin olay tarihi olan 4.7.1997 tarihinden önce sanığa tebliğ edilip edilmediğine ilişkin bulunduğu belirlenmektedir. Dairece, verilen emir askerî hizmete ilişkin bulunmadığından As.C.K.nun 87 nci maddesinde belirtilen suçun oluşamayacağı, 45 maddeden oluşan emrin sanığa olaydan önce tebliğ edildiğine dair cevaba da itibar edilemeyeceği görüşüne varılmasına karşın, Başsavcılıkça ise; 144 45 maddelik emrin tamamının kışla içindeki hizmet ve yaşantı ile ilgili olduğundan askerî hizmete ilişkin bulunduğunda kuşku bulunmadığı, bu amaçla gerekli görülen tüm hususların birleştirilmesi suretiyle sanığa birliğe katıldığı tarihte tebliğ edildiği görüşüne ulaşıldığı anlaşılmaktadır. Anlaşmazlığın çözümlenmesi amacıyla yapılan incelemede; Her ne kadar 477 Sayılı Kanunun 58 nci maddesinde, Resmi üniforma ile...girenler veya sarhoşluğu gizlenmeyecek derecede olanlar...cezası ile cezalandırılırlar hükmü yer almakta ise de; Bu hükmün üniforma ile gizlenmeyecek derecede sarhoş olmayı müeyyideye bağladığında ve amacın üniformanın korunmasına ilişkin bulunduğunda kuşku yoktur. Somut olayda ise, verilen emrin tamamen kışla içerisindeki hizmet ve yaşantı ile ilgili olduğunda ve 477 Sayılı Kanunun 58. maddesi ile ilgisi bulunmadığı açıktır. İç Hizmet Kanununun 17. maddesine göre amir, maiyetinin ahlaki, ruhi ve bedeni hallerini daima nezaret ve himaye altında bulundurmakla görevlidir. Bu görevin gereği olarak birlik komutanının birliğini alkolün menfi etkilerinden uzak tutmak, daima göreve hazır vaziyette bulundurabilmek amacıyla yasalarda düzenlenmemiş bir konuda düzenleme yapabileceği de tabidir. Bu amaçla verilen emirlerinde askerî hizmete ilişkin olduğunda kuşku yoktur. Dolayısıyla Bu emirlere aykırı davranış da emre itaatsizlikte ısrar suçuna vücut verecektir. Dava konusu olayda da sanığa tebliğ edilen emir askerî hizmete ilişkin olup 4.7.1997 tarihinde sanığın sarhoşluk sonucunu meydana getireceğinde kuşku bulunmayan votka içtiği hususu sabit olup bu eyleminin de As.C.K.nun 87/1 nci maddesinde müeyyideye bağlanmış olan emre itaatsizlikte ısrar suçuna sebebiyet vermektedir. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 4.12.1997 gün ve 1997/157158, 7.1.1999 gün ve 1999/20-5, 1 nci Dairenin 11.6.1997 gün ve 1997/426-425 sayılı kararları da bu doğrultuda bulunmaktadır. Keza Sanığın 24.2.1997 tarihinde As.Şubesinden sevk edildiği ve temel eğitim süresi dikkate alındığında 1997 yılı Nisan ayı sonu veya Mayıs ayı başlarında yeni birliğine katıldığı, açık olup 45 maddelik emrin 10.5.1997 tarihinde sanığa tebliğ edildiğine dair 31.3.1998 tarihli cevabi yazınında zaman sürecine aykırı bulunmadığı gibi bu resmi yazının mevcudiyeti karşısında itibar edilmesi gerektiği sonucuna ulaşıldığından Başsavcılık itirazının oyçokluğu ile kabulü cihetine gidilmiştir. 145 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/141 K. No :1999/137 T. :24.06.1999 ÖZET Verilen emir gereğince tankları teslim alacağını, ancak sehpa ve sapan gibi malzemelerin zimmetini almayacağını ifade eden sanığın, emri ifadan kısmen kaçınmak şeklinde ortaya çıkan eylemi, 477 S.K. 48 Md.de düzenlenen “Emre itaatsizlik” suçunu oluşturur. Keşan 4.Mknz.Tug.K.lığına tertip edilen 10 adet Leopard tankın Arifiye’de bulunan 1010 ncu Ana Tamir Fabrikasından teslim alınarak getirilmesi için Yzb. Kemal ASLANTAŞ’ın ekip Komutanı, sanığın mal sorumlusu, muhabere, optik kule teknisyeni olarak 4 Astsubay ile yeteri kadar erin görevlendirildiği, tankların teslim alınmasından sonra ekip komutanı ile muhabere, optik ve kule teknisyeni olan Astsubayların sivil araçla döneceklerinin emredildiği, emir uyarınca görevli ekibin 19.11.1997 günü Arifiye’ye vardığı, teslim işlemlerinin uzaması üzerine ekip komutanı olan Yzb.Kemal ASLANTAŞ’ın 28.11.1997 günü sanığı yanına çağırarak tanklara ait olup tabura tertip edilen çeşitli malzemeleri (sehpa ve sapan gibi) teslim etmek istediği, sanığın ise tankları teslim alacağını, diğer malzemelerin sorumlusu olmadığından alamayacağını, ancak Uzunköprü İlçesine kadar götürülmesi için nezaret edeceğini beyan etmesi şeklinde cereyan eden olayda; Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık; Yzb.Kemal ASLANTAŞ tarafından sanığa verilen sehpa ve sapanları teslim alması için verilen emrin, tankların teslim alınması ile ilgili Tugay K.lığının emrinden müstakil bir emir olup olmadığı konusudur. Daire Yzb. tarafından verilen emrin müstakil bir emir olmadığı, Başsavcılık ise müstakil bir emir olduğu görüşündedir. D.10’daki Keşan 4 ncü Mknz.P.Tug.K.lığının 14.11.1997 tarihli emrinin, M.O.S.işlemi tamamlanan ve teslime hazır olduğu bildirilen 10 146 adet Leopard tankının Arifiye-Adapazarı 1010. Ord.Ana Tam. Fb. Md. lüğünden teslim alınmasına ilişkin olduğu görülmektedir. Sanığın zimmetini alamayacağını belirttiği sapan ve sehpaların leopard tanklarının motorunun indirilmesinde kullanılan bir anlamda yardımcı malzemeler olduğu dikkate alındığında; D.10’daki emrin doğal olarak bu malzemelerin teslim alınmasını da kapsadığı, başka bir ifade ile, D.10’daki emrin, Leopard tanklarının ve bu tanklarla ilgili diğer malzemelerin 1010.Ord.Ana Tam.Fb.Md. lüğünden teslim alınmasına ilişkin bulunduğu kabul edilmelidir. Sanık ise, tankları teslim alıp sehpa ve sapan gibi tanklarla ilgili diğer malzemeleri teslim almayacağını beyan etmekle, D.10’daki emir gereğini kısmen yerine getirmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla emrin konusu bakımından kısmi bir itaatsizlik söz konusudur. Bu durum karşısında, Tnk.Kd.Yzb.Kemal ALTINTAŞ’ın sehpa ve sapanların teslim alın-ması yönündeki emri, esasen D.10’daki Tug.K.lığı emrinin tekrarlanmasından ibaret olup konusu itibariyle ayrı ve müstakil bir hizmet emri niteliğini taşımamaktadır. Bu itibarla; Tankları teslim alacağını, ancak sehpa ve sapan gibi malzemelerin zimmetini almayacağını ifade eden sanığın, D.10’daki Tugay K.lığı emrini ifadan kısmen kaçınmak şeklinde ortaya çıkan eyleminin, 477 Sayılı Yasanın 48 nci maddesinde disiplin suçu olarak hükme bağlanan “Emre itaatsizlik” suçunu oluşturduğuna ilişkin Daire kararı isabetli görüldüğünden Başsavcılığın aksi yöndeki itirazının reddine oyçokluğu ile karar verilmesi gerekmiştir. 147 ASKERî CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/142 K. No :1999/138 T. :24.06.1999 ÖZET Yazıhanede çalıştığı için 24.00-02.00 arasındaki nöbetine yetişemeyen ve saat 24.00 de nöbet yerini telefonla arayıp geleceğini belirten sanığın, tutanak tutulduğunu öğrenerek müteakip nöbete sokulacağını düşünüp çalışmasını sürdürdüğü ve 02.00-04.00 arası nöbetini tuttuğu belirlendiğinden, sanıkta suç işleme kastı bulunmamaktadır. Sanığın 2.Hudut Alayı Ağır Havan Blk.K.lığının 1 nolu nizamiyesinde 12.4.1997 günü saat 24.00-02.00 arasında nöbetçi olduğu, sanığın da bu saatler arasında nöbeti olduğunu bildiği ancak değiştirici nöbetçi Onb.O.K. tarafından nöbet görevi için aranmasına rağmen bulunamadığı, nöbetçi subayının müsaadesi ile bir sonraki nöbetçinin nöbete götürüldüğü, bu suretle de Sanığın malum ve muayyen olan nöbetine hiç gelmemek suretiyle emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabul edilerek mahkûmiyetine karar verilmiştir. Hükmü inceleyen As.Yargıtay 4.Dairesi sanıkta suç işlemek kastı bulunmadığı görüşü ile hükmü bozmuş, Başsavcılık ise suçun maddi ve manevi unsurları itibariyle oluştuğu görüşü ile Daire kararına itiraz da bulunmuştur. Sanığın 24.00-02.00 saatleri arasındaki 1 nolu nizamiye nöbetine hiç gitmediği sabit olup suçun maddi unsurunun oluştuğunda şüphe yoktur. Çözümlenmesi gereken anlaşmazlık sanıkta suç işlemek kastı bulunup bulunmadığı konusudur. Sanık savunmasında, saat 24.00-02.00 arasında nöbetinin olduğunu bildiğini, bilgisayar odasında Birliğin bazı işleri üzerinde çalışırken saat 24.00 de nizamiyeye telefon açıp nöbetçi Y.D.'a hemen geleceğini söylediğini, telefonu alan Onb.O.K.’nun “geçmiş olsun tutanağın tutuldu'' diye cevap verdiğini, kendisinden 148 sonraki nöbetçinin nöbete başlayacağını kendisinin de onun yerine 02.0004.00 nöbetini tutacağını düşünerek saat 0l.30.a kadar çalışıp daha sonra da 02.00-04.00. saatleri arasında nöbetini tuttuğunu belirtmiştir. Gerçekten Yeminli dinlenen tanık Y.D.’ın beyanından anlaşılacağı üzere sanığın saat 24.00 sularında nizamiyeye bu konuda telefon açtığı ve saat 02.00-04.00 arası nöbet hizmetini de yerine getirdiği savunmalarının aksinin kanıtlanamadığı, bu itibarla Sanıkta suç işlemek kastı bulunduğu sonucuna varmanın mümkün olmadığı, bu nedenle manevi unsuru gerçekleşmeyen emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşmadığı sonucuna varan Daire kararında isabetsizlik bulunmadığı anlaşıldığından Başsavcılığın itirazının Reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 149 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/183 K. No :1999/172 T. :07.10.1999 ÖZET Görevli veya izinli olarak çarşıya çıkıldığında içki içilmeyeceğine ilişkin emir, firar halinde iken içki içen sanığın eylemini kapsamadığından, aynı gün birliğine geri dönen sanığın eylemi disiplin tecavüzü niteliğindedir. Sanığın 14.8.1997 günü birliğinden izinsiz ayrılıp Değirmendere’ye gittiği bir süre kaldıktan sonra (13.8.1996 tarihli kendisine de tebliğ edilmiş emre rağmen) alkollü olarak birliğine döndüğü (Dz:4-5-6) hususunda Mahalli Mahkeme, Daire ve Başsavcılık görüş ve kabulleri arasında bir uyuşmazlık yoktur. Mahalli Mahkemece 13.8.1996 tarihli (1-Birlik içinde içki içmek, birliğe içki getirmek yasaktır. 2- Görevli veya izinli olarak çarşıya çıkıldığında alkollü içki içmek yasaktır) şeklindeki yasakları içeren emrin hizmete ilişkin olduğu ve sanığın bu emre aykırı davranarak emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabul edilmiş, 5 nci Dairenin 16.6.1999 gün ve 1999/382-377 sayılı kararında da bu emrin askerî hizmete ilişkin olmadığı, sanık birliğinden izinsiz olarak ayrılıp hizmet ve vazifeden uzaklaştığına göre bu emrin muhatabı olmadığı, (Aynı gün birliğine dönen sanığın firar eyleminin gün unsuru oluşmadığından disiplin tecavüzü olarak kabulü gerektiği belirtilerek), emre itaatsizlikte ısrar suçunun bu nedenle oluşmadığı ve sanığın beraetine karar verilmesi gerektiği görüşü ile hakkındaki hüküm bozulmuş, Başsavcılıkça’da emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluştuğu ileri sürülerek 5 nci Dairenin bozma kararına itiraz edilmiştir. Yapılan incelemede; 5 nci Dairenin bozma kararında da etraflıca açıklandığı gibi dosyanın (6) dizisinde bulunan ve sanığa da tebliğ edildiği anlaşılan 150 13.8.1996 tarihli emirde “görevli veya izinli olarak çarşıya çıkıldığında alkollü içki içmek yasaktır” denilmektedir. Sanık olay günü görevli veya izinli olarak çarşıya çıkarak alkollü içki içmemiştir. Sanık firar ederek çarşıya çıkmıştır. Emir bu hali ile sanığın durumuna uymamaktadır. Sanık birliğinden izinsiz ayrılmış olup askerî hizmetle ilişkisi de firar anından itibaren kesilmiştir. Bu duruma göre 13.8.1996 tarihli emir alkol aldığı sırada firari durumunda olan sanığın durumunu kapsamamaktadır. Bu nedenlerle itiraza ilişkin tebliğnamede ileri sürülen ve sanığa yönelik, askerî hizmete ilişkin bir emrin olduğu, müsnet emre itaatsizlikte ısrar suçunun bütün unsurları itibarı ile oluştuğu yolundaki itiraz sebeplerinde isabet görülmediğinden itirazın reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 151 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/190 K. No :1999/178 T: 14.10.1999 ÖZET Erata, dışarıdan mektup atmasını veya attırmasını yasaklamak idari bir tedbir niteliğinde olduğundan buna aykırı davranan sanığın eylemi disiplin tecavüzü niteliğindedir. Sanığın 1 Nolu Bölük Devamlı Emrine aykırı olarak izine giden arkadaşı Tevfik ÇELİK vasıtasıyla, Malatya-Darende İlçe Jandarma K.lığında askerlik yapan arkadaşı Hikmet YILDIRIM’a dışarıdan mektup attırdığı, mektubun muhatabına ulaşmadan kontrol esnasında ele geçtiği konusu tüm dosya kapsamı ile sabit olup, eylemin sübutu konusunda bir ihtilafın bulunmadığı, Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın, sanığın bu eyleminin suç teşkil edip etmediği konusuna ilişkin olduğu görülmektedir. Birlik dışından mektup atmanın, attırmanın, izine giden personel ile mektup göndermenin ve getirtmenin Birlik Komutanlığınca yasaklanması emrine muhalefet etmenin; emrin askerî hizmete ilişkin olmaması sebebiyle Emre İtaatsizlikte Israr suçunu oluşturmayıp ancak disiplin tecüvüzü olarak kabul edilebileceğine ilişkin olan Askerî Yargıtay’ın istikrar bulmuş içtihatlarında (Drl.Krl.nun 24.12.1975/72-70, 3.D.30.4.1975/78-79, 3.D.30.9.1987/383-360, 2.D.20.9.1989/466-453, 3.D.14.9.1995/596-593) ve mahiyeti yukarıda aynen yazılı bulunan itiraza konu Daire kararında açıklanan gerekçelerle Başsavcılık itirazı kabule değer bulunmamıştır. Başsavcılığın itiraz tebliğnamesinde, söz konusu Askerî Yargıtay İçtihatlarının Barış Garnizonlarında görevli personelle ilgili olduğu, Operasyon bölgesindeki Birlik personeli ile ilgili olamayacağı, emrin hizmete ilişkin olup olmadığı değerlendirilirken, içinde bulunulan koşulların ve Birlik görevinin dikkate alınması gerektiği, Anayasanın 22 152 nci Maddesinde kanunla yetkili kılınan merciin emri ile haberleşme özgürlüğünün kısıtlanabileceği, ayrıca askerliğin temeli olan disiplinin emirlere mutlak itaati gerektirdiğini, özellikle silahlı çatışma koşullarında bunun hayati önemi olduğu ve dolayısıyla Bölük Komutanının bu emrine uymayan sanığın eyleminin As.C.K.nun 87 nci Maddesi kapsamında kabul edilmesi gerektiği ileri sürülmekte ise de; Anayasa ve Yasa hükümlerinin (madde metninde ayrıca belirtilmediği sürece) bölgelere ve hizmet şartlarına göre değişmeyeceği pek tabiidir. Haberleşme özgürlüğünün yine Anayasanın 22 nci maddesi hükmüne göre ancak kanunla yetkili kılınan merciin emri ile kısıtlanabileceği öngörülmüştür. Birlik Komutanlığı ise, askerlerin haberleşme özgürlüğünü kısıtlamaya yasal yetkisi bulunan bir merci değildir. Ayrıca, kanun ve nizamlarla malum ve muayyen hale getirilmiş olan askerî hizmet, komutanın takdiri ile ancak yine kanun ve nizamların müsaade ettiği konularda ve müsaade edilen ölçüde değiştirilebileceği, yoksa dayanağını kanun ve nizamlarda bulmayan veya bunlara aykırı olan emrin konusunu askerî hizmet olarak kabul etmek mümkün değildir. Komutanın askerî hizmet niteliğinde olmayan ve konusu suç teşkil etmeyen konularda verdiği emre riayetsizlik ise, ancak disiplin tecavüzü niteliğinde olup, komutanın haiz olduğu yetki sınırları içerisinde disiplin cezası ile müeyyidelendirilebilecektir. Ayrıca bilindiği üzere, askerî teşkilat, harekat, tesisat, tertibat veya askerî sırlara ilişkin konularda dışarıya bilgi aktarılması esasen kanunlarda suç olarak düzenlenmiştir. Kanunların müeyyideye bağladığı hususların ayrıca emir konusu yapılması halinde, bu emre riayetsizliğin, Emre İtaatsizlikte Israr suçuna vücut vermeyeceği pek tabi olduğu gibi, sanığın dışarıdan attırdığı mektup içeriğinde, konusu suç teşkil eden bir durum da bulunmadığı cihetle Başsavcılığın; sanığın (ancak disiplin tecavüzü olarak vasıflandırılabilecek olan) dava konusu eyleminin, Emre İtaatsizlikte Israr suçunu oluşturduğuna yönelik itirazı kabule değer görülmemiştir. Diğer yandan, Türk Telekom’un sunduğu Ankesörlü telefon dışında, Komutanlıklarca yapılan düzenlemelerle kontürlü telefon gibi kolay ve süratli haberleşme sağlayan sistemin kışlalarda bir hizmet olarak sunulması, keza, operasyon bölgesi de olsa, çarşı veya görev izni ile Birlik dışına çıkılması halinde (günümüzde Eratın çarşı iznine sivil kıyafetle gönderilmekte olması da dikkate alındığında), Birlik dahilinde kontrolü yapılmadan, dışarıdan (postaneye verilmek veya mektup atma kutularına atılmak suretiyle) mektup gönderilmesinin mümkün olması 153 dikkate alındığında, Erata dışarıdan mektup atmasını veya attırmasını yasaklamanın kanun ve nizama uygun olmasa bile, idari bir tedbir ve buna ilişkin bir uygulama olabileceği değerlendirilmiş ve itirazın oyçokluğu ile reddine karar verilmiştir. KARŞI GÖRÜŞ YAZISI Kıtası Komutanlığınca yayımlanan ve sanıklara tebliğ edilen 1 Numaralı Bölük Devamlı Emrinin 91 nci Maddesinde aynen; “Dışardan mektup atmak, attırmak, izine giden personelle mektup göndermek, getirtmek yasaktır.” ibareleri yer almaktadır. Gerek Askerî Yargıtay 1 nci Dairesinin 23.6.1999 tarihli ve 1999/343-342 Sayılı Bozma ilâmı, gerekse Daireler Kurulunun 14.10.1999 Tarihli ve 1999/190-178 Sayılı Kararında yer verildiği üzere, Anayasanın 22 nci Maddesinde yazılı olan haberleşme özgürlüğünün gizliliğinin esas olması ve istisnalarının uygulanacağı kamu kurum ve kuruluşlarının kanunda belirlenmesi gerektiğinden, anılan emrin yasal düzenleme olmaması nedeniyle askerî hizmete ilişkin olmadığı gayet açıktır. Bu nedenle, sanık P.Er Ö.D.’nın arkadaşına yazdığı ve P.Komd.Çvş.Teyfik ÇELİK’e vererek dışarıdan postalattığı mektup sebebiyle eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturması yasal yönden mümkün değildir. Ancak, anılan Emrin 93 ncü Maddesinde ayrıca, “Mektuplarda bölge, operasyonlar ve birlik hakkında bilgi verilmeyecektir.” şeklinde bir yasaklama daha bulunmaktadır ki, bunun askerî hizmete ilişkin olduğu konusunda hiçbir duraksama ve kuşku bulunmadığı gibi, herhangi bir uyuşmazlık da yoktur. Zira, Devletin ve Milletin bölünmez bütünlüğüne yönelik saldırılar ile ulusal güvenliğe yönelik tehditlere karşı, ülke ve ulusun korunmasında birinci derece sorumlu olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin, mektuplarda bölge, operasyonlar ve birlikler hakkında bilgi verilmemesi konusunda emir yayımlaması, askerî hizmetten kaynaklanan en doğal hakkıdır. Sanık P.Er Ö.D.’nın arkadaşına yazdığı mektup incelendiğinde, bir sayfadan ibaret bu mektubun arka sayfasına bulunduğu birliğin telefon numarasının ve hiyerarşik olarak askerlik hizmetini yaptığı 3 ncü Takımın bağlı olduğu Bölük, Tabur ve Tugay ile bulundukları ilin adını yazdığı ve birliğin mahal itibariyle basit bir krokisini çizdiği anlaşılmaktadır. Söz konusu mektupta yer alan bu bilgilerin, 1 Numaralı Bölük Devamlı Emrinin 93 ncü Maddesiyle yasaklanan konuları içerdiği gayet açıktır. 154 Bu bilgilerin yeterli, sağlıklı ve sır olması gerekmemektedir. Salt, bu şekilde mektup yazılması, emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşması için yeterlidir. 23.6.1998 Tarihli İddianamede, özellikle sanık P.Er Ö.D.’nın bölge krokisini çizdiği mektubu, izine giden P.Komd.Çvş.Teyfik ÇELİK’e vererek postalattığı hususuna yer verilmek suretiyle anılan Emrin hem 91 hem de 93 ncü Maddelerine aykırı hareket ederek emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği iddia edilmiştir. Yapılan yargılama sonunda da, Yerel Mahkeme tarafından aynen “...bu mektupta ayrıca kendi birliğinin bölge krokisini de çizdiği ...sanığın birliğinin bulunduğu TUNCELİ Bölgesi yoğun operasyon faaliyetlerinin yapıldığı ve terör olaylarının yaygın olduğu bir bölge olduğundan buradaki birliklerin sabotaj ve diğer tehlikelere karşı korunmasında bir takım önlemler alınması doğal olduğundan buna ilişkin Kıtası Komutanlığınca verilen emrin güvenlik tedbirlerini kapsadığı ve dolayısıyla hizmete ilişkin olduğunda hiçbir kuşku bulunmadığı kanaatine varıldığından...” şeklinde maddi olaya ve gerekçeye yer verilmek suretiyle, sanığın eyleminin iki hususu da içerdiği açıklanmıştır. 14 Haziran 1999 Tarihli Tebliğnamede, Yerel Mahkemenin gerekçeli mahkûmiyet hükmünde yer verilen her iki husus, yani dışarıdan mektup atmak ve birlik hakkında bilgi vermek konularına değinilerek hükmün onanması istenilmiş ve 1 nci Daire tarafından söz konusu hükmün Bozulmasına karar verilmesinden sonra düzenlenen 9.7.1999 Tarihli itiraz Tebliğnamesinde de, “...Birliğin emniyeti ve operasyon görevlerinin yerine getirilmesinde istihbarat ve istihbarata karşı koymanın arzettiği önem dikkate alındığında, söz konusu emrin hizmet amacına yönelik olarak verildiğinde kuşku yoktur...” denilmek suretiyle, birlikle ilgili bilgilerin emirle yasaklanmasının mümkün olduğu dile getirilmiştir. Bu durumda, Daireler Kurulunda, mahkûmiyet hükmünün sadece birlik dışından mektup atmanın, attırmanın, izine giden personel ile mektup göndermenin emirle yasaklanmasına ilişkin hususun askerî hizmete ilişkin olmadığı ile ilgili bölümünü tartışıp değerlendirmesi, buna karşılık birlikle ilgili bilgilerin verilmeyeceğine ilişkin Emrin 93 ncü Maddesini inceleme dışı bırakması Yasal yönden kabule değer görülmemektedir. Bu nedenle, Daireler Kurulunun, Emrin 93 ncü Maddesiyle ilgili dava konusu olan eylemi de inceleyip değerlendirmesi ve As.C.K.nun 95/3 ncü Maddesinde yer verilen hususlar dışındaki konuları düzenleyen 155 emre, aykırı davranmak suretiyle emre itaatsizlikte ısrar suçunun bu bölümüyle oluştuğuna karar vermesi gerekirdi. Daireler Kurulunun aksi görüşle, itirazı reddetmesinin yasal olarak yerinde olmadığı kanısını taşıdığımızdan, çoğunluğun görüş ve kabulüne katılamamaktayız. 156 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/197 K. No :1999/175 T :07.10.1999 ÖZET Sanığın Bl. K. lığı tarafından “izine giden personel görev silahını (tabanca dahil) ikmal astsubayına teslim edecek yanında götürmeyecektir” şeklindeki tebliğ edilen emrine aykırı davranarak görev silahını izne gidecek arkadaşına teslim etmesi eylemi emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturur. Sanık J.Uzm.Onb.K.B.’ın Birlik K.lığının “İzine giden personel görev silahını (Tabanca dahil) ikmal astsubayına teslim edecek, yanında götürmeyecektir” şeklindeki 14 Mart 1997 tarihli ve aynı gün kendisine tebliğ edilmiş emrine rağmen (Dz:13-16), birliğe ait olup kendisine hizmette kullanılmak üzere verilmiş olan Astra-Lama marka 9 mm çapındaki (T.6849) nolu tabancayı memleket iznine gidecek olan aynı birlikte görevli arkadaşı diğer sanık J.Uzm.Çvş.M. K.’ya teslim ettiği, (Bu sanığın durumu itiraz incelemesi dışındadır) ve tabancayı beraberinde memleketine (Isparta’ya) götürmesine izin verdiği, daha sonra tabancanın seyahat sırasında M. K. tarafından kaybedildiği, bütün araştırmalara rağmen bulunamadığı hususu sübuta ermekte olup, sanıkta aşamalardaki ifadelerinde (Dz:6-81) olayı bu şekilde açıklamakta, diğer sanık J.Uzm.Çvş.M. K.’da (Dz:19-82) aynı şekilde beyanda bulunmaktadır. Bu duruma göre sanığın kendisine hizmet nedeni ile teslim edilmiş olan Astra-Lama marka 9mm çaplı tabancayı memleketine izine gidecek olan J.Uzm.Çvş.M. K.’ya teslim ettiği, tabancasının M. K. tarafından seyahat sırasında kaybedildiği hususunda bir kuşku ve tereddüt bulunmamaktadır. Yukarıda açıklandığı şekilde cereyan ettiği anlaşılan olayda sanığa müsnet suçun vasfı nedir? Sübuta eren eylem Başsavcılık görüşünde olduğu gibi “Emre İtaatsizlikte Israr” (As.C.K.nun Md.87) 157 suçunu mu, Dairenin suç vasfındaki isabetsizlikten bozma kararında açıklandığı gibi “Memuriyet Görevini Suiistimal” suçunu mu (T.C.K.nun Md.240) veya daha başka bir suçu mu oluşturacaktır. İnceleme sırasında Üyelerden bazıları (7 üye), bir örneği dosyada bulunan ve sanığa da tebliğ edildiği anlaşılan (5) nolu günlük emrin sanığı da muhatap aldığını, sanığın izine giderken silahın götürülmeyeceğini bilmesine rağmen emre aykırı olarak tabancasını diğer sanığa vererek izine giderken memleketine götürmesine imkan sağladığını, sanık izine giden personel olmamasına rağmen (5) nolu günlük emrin ona da hitap ettiğini, sanığın iştiraki olmaksızın bu suçun işlenmesinin mümkün olmadığını, bu nedenle müsnet emre itaatsizlikte ısrar suçunun bütün unsurları itibarı ile oluştuğunu itirazın kabulü gerektiğini ileri sürüp bu görüş doğrultusunda oy kullanmışlar, Üyelerden bir kısmı (7 üye), bir örneği dosyada bulunan ve sanığa da tebliğ edildiği tartışmasız olan emrin muhatabının kendisine zimmetli birlik silahını arkadaşına izine giderken götürmek üzere veren sanık olmadığını, sanığın izine giden personel değil, izine gidene silahını veren kişi olduğunu, Askerî Hizmete ilişkin emrin açık, anlaşılır, yoruma müsait olmayan net ve kesin ifade ve ibareler taşıması gerektiğini, yorumla emrin sanığı da kapsadığının söylenemeyeceğini sanığın inceleme konusu olayda emrin muhatabı olmadığı için bu emre aykırı hareket ettiğinin de düşünülemeyeceğini, ancak sanığın memuriyet görevi nedeni ile kendisine teslim edilen tabancayı hizmet dışında kullanmak maksadı ile arkadaşına teslim etmekle, bu konudaki (Tabanca bakım ve muhafaza görevi) görevini ve görevden doğan yetkisini diğer sanık J.Uzm.Çvş.M. K. Lehine kötüye kullandığını bu durumunda T.C.K.nun 240 ncı maddesinde düzenlenmiş olan “Memuriyet Görevini Suiistimal” suçunu oluşturduğunu, ileri sürüp bu görüş doğrultusunda itirazın reddi gerektiği yolunda oy kullanmışlardır. Bir Üye ise, sanığa müsnet eylemin As.C.K.nun 87 ve T.C.K.nun 240 ncı maddelerinde düzenlenmiş suçları teşkil etmeyeceğini, sübuta eren eyleminin “Disiplin Tecavüzü” mahiyetinde olduğunu ileri sürüp her iki görüşe de katılmamış ve açıklanan görüş doğrultusunda sonuç itibariyle itirazın Reddi gerektiği yolunda oy kullanmıştır. Ancak suçun niteliğinin belirlenmesi için yapılan oylama sonucunda oyların dağıldığı, bir karar vermeye yeterli oyun (çoğunluğun) herhangi bir görüş etrafında birleşemediği (As.C.K.nun 87 olur diyenler 7 kişi, T.C.K.nun 240 olur diyenler 7 kişi, Disiplin Tecavüzü olur diyenler 1 kişi), anlaşıldığından 353 Sayılı Kanunun 170 nci maddesinde 158 düzenlenmiş olan oyların dağılması halinde yapılacak işlem gereğince sanığın en aleyhinde olan oyların (As.C.K.nun 87/1 nci maddesi yedi günden iki seneye kadar hapis cezasını, T.C.K.nun 240 ncı maddesi bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasını müstelzim olup, T.C.K.nun 240 ncı maddesi hem ceza alt sınırı, hem de üst sınırı itibarı ile daha ağır (uzun süreli) cezayı mucip olduğundan) T.C.K.nun 240 ncı maddesi doğrultusunda kullanılan oylar olduğu kabul edilerek, sanığın aleyhinde kabul edilen bu oylar çoğunluk sağlanana kadar kendisine en yakın oy olan eylemin As.C.K.nun 87 nci maddesinde yazılı suçu teşkil ettiği şeklindeki oya katılmış, sonuçta 353 Sayılı Kanunun 170 nci maddesinin amir hükmü gereği eylemin As.C.K.nun 87 nci maddesinde yazılı emre itaatsizlikte ısrar suçunu teşkil ettiğine ve itirazın sonuçta bu nedenle kabulüne karar verilmiştir. 159 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/199 K. No :1999/181 T. :14.10.1999 ÖZET Sanık ile amiri izinde olduklarından haber götüren kişilerin ilettiği “karakol komutanı seni çağırıyor” tarzındaki emre uymayan sanığın eylemi, emrin askerî hizmete ilişkin olup olmadığının belli olmaması nedeniyle suç teşkil etmez. Olay günü Astsubaylık sınavına girmek amacıyla Pervari'den Van üzerinden Siirt'e gelen sanık ile, Ankara'da girdiği subaylık sınavından dönerken kar yüzünden Pervari yolunun kapanması nedeniyle Siirt'te bekleyen mağdur Astsb. C.Ş.' ın, sanığın bir gün sonra gireceği sınavı müteakip birlikte aynı araçla Van üzerinden Pervari'ye dönmeleri konusundaki Bölük Komutanının telefon emrini sanığa bildirmek ve bir gün sonra Pervari'ye birlikte dönme konusunu konuşmak düşüncesiyle sanığı yanına çağırttığı, ancak sanığın, kendisini çağıran ve Belenoluk J.Karakolunda amirliğini yapan Astsb.C. Ş.'ın bu çağrılarına icabet etmediği tüm dosya kapsamı ile sabit olan olayda, Dairenin sanığın bu eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçuna vücut vermeyeceğini kabul ederek sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünü esastan bozma kararına, Başsavcılıkça, müsned suçun sübuta erdiği gerekçesiyle itiraz edilmiş ise de; Dairenin bozma ilâmında isabetli olarak belirtildiği üzere, sanık ile Astsb.C. Ş.'ın olay günü her ikisinin de izinde olmaları nedeniyle aralarında hizmet ilişkisi bulunmadığı gibi, izinde ve dolayısıyla hizmet dışında olmalarına rağmen, sanık ile Astsb. C. arasında, görülen bir disiplinsizliğe müdahale etmekten doğan bir hizmet ilişkisinin de mevcut olmaması, Astsb.C.'in sanığı hangi nedenle çağırdığının sanığa bildirilmemiş olması, ''karakol komutanı seni çağırıyor'' tarzındaki emrin, askerî hizmete ilişkin olup olmadığının belli olmaması ve dolayısıyla, 160 Astsb.C.nin yanına çağırdığı sanığın, bu emre riayet etmemesi eyleminde, emrin askerî hizmete ilişkin olma koşulunun gerçekleşmemiş olması nedeniyle sanığın söz konusu eyleminin Emre İtaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmayacağı, Diğer yandan, Askerî Yargıtay’ın; izine gidiş ve dönüşlerde Kabul ve Toplanma Merkezlerine uğranılacağı yolundaki emirlere uyulmaması durumunda; söz konusu emrin askerî hizmete ilişkin olmayıp, can güvenliği açısından tavsiye niteliğini taşıması nedeniyle emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşmayacağı yönündeki Yerleşik İçtihatlarında kabul edildiği gibi, işbu davada da, sınav için izinli olan sanığın, bir gün sonra Astsb.C. Ş. ve iki GKK ile birlikte, tahsis olunan araçla Van üzerinden Pervari'ye dönüleceği konusundaki emir sanığa bildirilmiş ve sanık da bu emre riayet etmeyip, bir gün sonra Pervari'ye bir başka şekilde dönmüş olsaydı, nasıl ki Astsb.C. ile birlikte dönme konusundaki emrin askerî hizmete ilişkin o1madığı (tavsiye niteliğinde olduğu) kabul edilerek, Emre İtaatsizlikte Israr suçu oluşmayacak idi ise, sanığın bu konudaki bir emrin tebliği için amirinin yaptığı çağrıya uymaması da, emre İtaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmayacağı cihetle, Başsavcılığın sanığın temyiz konusu eyleminin Emre itaatsizlikte Israr suçunu oluşturduğu yönündeki itirazı oyçokluğu ile kabule değer bulunmamıştır. 161 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. NO : 1999/216 K.NO : 1999/206 T. : 18.11.1999 ÖZET Ceza kanunlarında açıkça suç olarak düzenlenen bir fiilin, ayrıca emir haline getirilip bu emre riayetsizliğin emre itaatsizlikte ısrar suçuna konu yapılması yasal olarak mümkün değildir. Sanığın talimatlara rağmen kademede bulunan sobaya mazot dökerek içinde köz kalan sobanın parlamasına ve mağdurun yaralanmasına yol açan fiili, tipiklik açısından T.C.K.nun 459 ncu maddesindeki tanıma uymaktadır. Yasanın açıkça öngördüğü taksirli davranışlardan biri olan “emir ve talimatlara riayetsizlik” halinin, emre itaatsizlikte ısrar suçuna konu edilemeyeceği açıktır. Dosyada mevcut delil durumuna göre, sanığın sobanın mazotla tutuşturulmayacağına ilişkin talimata rağmen, 20.12.1995 tarihinde Kademede bulunan sobaya mazot dökerek, içinde köz kalan sobanın parlamasına, bu esnada elindeki mazot bidonunun yanındaki mağdur P.Er Oktay SEFEROĞLU'nun üzerine dökülmesiyle adı geçen erin (15) gün mutad iş ve gücünden kalacak, hayati tehlike geçirmeyecek, uzuv tadili, zaafı veya çehrede sabit eser meydana gelmeyecek şekilde yaralanmasına sebebiyet verdiği konusunda hiçbir kuşku ve ihtilaf bulunmamaktadır. İhtilaf; sanığın bu eyleminin As.C.K.nun 87/1 nci Maddesinde düzenlenen "Emre İtaatsizlikte Israr” suçunu mu? yoksa T.C.K.nun 459/1 nci Maddesinde düzenlenen “Tedbirsizlik veya Dikkatsizlik yahut Meslek ve Sanatta Acemilik veya Nizam, Talimat ve Emirlere Riayetsizlik neticesi bir kimsenin yaralanmasına sebebiyet “ suçunu mu? oluşturacağına ve dolayısıyla "Göreve” ilişkindir. Askerî Mahkeme ve Başsavcılık, sanığın söz konusu eyleminin, Tek Hâkimli Askerî Mahkemenin görevine giren T.C.K.nun 459/1 nci Maddesindeki Yaralamaya Sebebiyet Vermek suçunu oluşturduğunu 162 kabul etmelerine karşılık, Daire, eylemin, Heyet Halindeki Askerî Mahkemenin görevine giren As.C.K.nun 87/1 nci Maddesinde düzenlenen Emre İtaatsizlikte Israr suçunu oluşturduğunu kabul etmektedir. Başsavcılık Tebliğnamesinde de açıklandığı üzere, Ceza Kanunlarında açıkça suç olarak düzenlenen bir fiilin, ayrıca emir haline getirilip bu emre riayetsizliğin Emre İtaatsizlikte Israr suçuna konu yapılması yasal olarak mümkün değildir. Sanığın olaydaki fiili, tipiklik açısından T.C.K.nun 459 ncu Maddesindeki tanıma uymaktadır. Bu maddede “Tedbirsizlik veya Dikkatsizlik veya Meslek ve Sanatta Acemilik veya Nizam, Talimat ve Emirlere Riayetsizlik neticesi olarak yaralamaya sebebiyet verenlerin...” cezası düzenlenmekte olduğundan artık, yasanın açıkça öngördüğü taksirli davranışlardan biri olan “Emir ve Talimatlara Riayetsizlik” halinin, Emre İtaatsizlikte Israr suçuna konu edilemeyeceği açıktır. Öte yandan, Dosyanın 2 nci dizisinde yer alan ve sanığa da 22.9.1995 tarihinde tebliğ edildiği anlaşılan (Sobanın mazotla tutuşturulamayacağına ilişkin) emirden ve tanık P.Er Asım SÜMER'in yeminli anlatımından (Dz:4,86) anlaşılacağı üzere, sobadan sorumlu kişinin P.Er Asım SÜMER olması nedeniyle, söz konusu sobanın yakılıp söndürülmesiyle ilgili hizmet ilişkisinin ancak Er Asım SÜMER açısından söz konusu olabileceği ve dolayısıyla anılan talimatın sadece bu Er açısından somutlaştırıldığının ve hizmet emri haline getirildiğinin kabul edilebileceği, sanık ve diğer askerler yönünden ise, genel ve soyut bir uyarı niteliğinde olması nedeniyle Emre İtaatsizlikte Israr suçunun yasal unsurları itibariyle de oluşmadığı kabul edildiğinden, Askerî Mahkemenin aynı yöndeki kabule dayalı olarak tesis ettiği görevsizlik kararını, eylemin As.C.K.nun 87/1 nci maddesinde düzenlenen Emre İtaatsizlikte Israr suçunu oluşturduğu ve dolayısıyla davanın heyet halindeki Askerî Mahkemede görülmesi gerektiği gerekçesiyle bozan Daire kararı oybirliği ile isabetli bulunmamıştır. 163 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/220 K. No :1999/208 T. :18.11.1999 ÖZET Emre itaatsizlikte ısrar suçunda kast, failin verilen emri bilerek ve isteyerek yerine getirmemesinden ibarettir. Maddede yazılı seçimlik hareketlerden birkaçı bir araya gelecek olursa, bu hal cezanın takdirinde göz önüne alınır. Failin emri yerine getirmemekteki ısrarlı davranışları, suç işlemek hususundaki kararlılığının, suç kastının yoğunluğunun bir ifadesidir. Suç kastındaki yoğunluk dikkate alınarak cezanın teşdiden verilmesinde isabetsizlik yoktur. Dosyada mevcut delil durumuna göre; 3.9.1998 tarihinde 12. Komd.Bl.Komutanı olan P.Yzb.Davut Çil’in, habercisi P.Er Erhan ATMACA’yı sanığa göndererek, yol emniyetinde görevlendirilmek üzere bir iç güvenlik timi hazırlamasını emrettiği, Bu emri alan sanığın önce, timin hazırlanmasını istemekle beraber daha sonra fikir değiştirip, Haberci P.Er Erhan ATMACA’yı, “Göreve gönderecek timim yok” diyerek geri çevirdiği, Bu durumu öğrenen P.Yzb.Davut ÇİL’in, Habercisini tekrar sanığa göndererek, sanığın yanına gelmesini istediği, sanığın da “O’na söyle gelmiyorum” diyerek çağrıya uymadığı, Daha sonra P.Yzb.Davut ÇİL, yanında P.Tğm.Gençer DEMİRGÖZ ve habercisi P.Er Erhan ATMACA olduğu halde, Gazinoya gittiğinde, burada oturmakta olan sanığa; “Timi neden çıkarmadığını” sorduğunda, sanığın “çıkarmıyorum” diye karşılık verdiği, hiç bir şüphe ve tereddüte yer vermeyecek şekilde sübuta ermiştir. Esasen olayın bu şekilde sübut bulduğu konusunda bir ihtilaf da bulunmamaktadır. 164 İhtilaf; sanığın sabit olan emre itaatsizlikte ısrar suçundan dolayı ceza uygulaması yapılırken, Askerî Mahkemenin cezanın Yedi Gün Hapis olan alt sınırından uzaklaşıp, temel cezayı Bir Ay Hapis olarak tayin etmesi için gösterdiği takdiri teşdit gerekçesinin yasaya uygun olup olmadığı noktasındadır. Askerî Mahkeme, teşdit gerekçesi olarak “Olayın oluş şekli, sanığın emir birden fazla tekrar edilmesine rağmen, gerek emrin gereğini hiç yerine getirmemek ve gerekse emir tekrar edildiği halde söz ile imtina etmek suretiyle gösterdiği suç kastındaki yoğunluğu” göstermiştir. Suç kastındaki yoğunluğun takdiri ağırlatıcı sebep sayıldığında kuşku bulunmadığı gibi bu konuda anlaşmazlık da yoktur. Ancak, 2 nci Daire Askerî Mahkemenin gösterdiği takdiri teşdit gerekçesindeki hususların, suçun unsurlarından olduğunu, suç kastındaki yoğunluk tabiri de bu unsurlara bağlandığından, gösterilen gerekçenin yasaya aykırı olduğunu belirterek, hükmün uygulama yönünden bozulmasına karar vermiştir. Başsavcılığın 26.10.1999 tarih ve 1999/2834 sayılı İtiraz Tebliğnamesinde de etraflıca açıklandığı üzere; Bazı hallerde kanun, belirli bir neticeyi meydana getirmeye elverişli bir kaç hareket gösterirse de, bunlardan yalnız birinin yapılması halinde, suçu yine de teşekkül etmiş sayar. Bu gibi durumlarda seçimlik hareketli suçların varlığından söz edilir. Seçimlik hareketli suçlarda kabul edilen esas, bir tek hareketin yapılmasının suçun meydana gelmesi bakımından yeterli sayılıp, diğer hareketlerin yapılmasına ihtiyaç bulunmamasından ibarettir (Ranieri, Battaglini ve Kunter’e atfen DÖNMEZER-ERMAN, 1.Cilt, Sayfa 361,362). Bilindiği üzere, As.C.K.nun 87 nci maddesinde yazılı suçun oluşması için; l- Hizmete ilişkin bir emrin varlığı, 2- Emrin gereğini yerine getirmekle yükümlü olan astın; a) Bu emri hiç yapmaması, b) İtaatten fiilen veya söz ile imtina etmesi Veya c) Emir tekrar edildiği halde itaat etmemekte ısrar etmesi, 3- İtaatsizlik kastıyla hareket edilmesi, gerekmektedir. Görüldüğü gibi, burada, kanun, “Emre İtaatsizlikte Israr Etmek” şeklindeki bir neticeyi meydana getirmek için birden çok hareket 165 göstermiştir ki, bunlardan yalnız birinin yapılması halinde suç teşekkül etmiş olacak, diğer hareketlerin de yapılmasına ihtiyaç kalmayacaktır. Buna rağmen fail hareketlerini sürdürmüş, diğer bir ifadeyle tipe uygun diğer hareketleri de yapmış ise, bunun ayrıca değerlendirilmesi gerekmektedir. Nitekim, H.ÖZBAKAN, As.C.K.nun 87 nci maddesiyle ilgili açıklamasında; “Maddede yazılı hallerden birkaçı bir araya gelecek olursa, bu hal cezanın takdirinde gözönüne alınır. Eylem, mevsuf (yoğun) bir itaatsizliğe dönüşmüş ise, cezanın ağırlaştırılarak verilmesini gerektirir” şeklinde kanaatte bulunmuştur (1990 Basım, Sayfa 208). Keza, Rıfat TAŞKIN’da; As.C.K.nun 87 nci maddesinde yazılı üç tip hareketi saydıktan sonra; “Bu üç nevin her birisi 87 nci maddenin tatbiki için esas teşkil eder: bu nevilerden birkaçı aynı zamanda içtima edecek olursa, bu hal cezanın takdirinde nazara alınır” şeklinde bir kanaatte bulunmuştur (R.TAŞKIN, 8 nci Basım, Sayfa 164). Diğer taraftan, Emre İtaatsizlikte Israr suçunda, kast, failin (astın) verilen emri bilerek ve isteyerek yerine getirmemesinden ibarettir. O halde failin, emri yerine getirmemekteki ısrarlı davranışlarını, bir başka anlatımla, söz konusu suçu işlemek hususundaki kararlılığını, suç kastının yoğunluğunun bir ifadesi, dış aleme yansıyan bir görüntüsü olarak kabul etmek gerekir. Aksi takdirde, anılan suç yönünden hiçbir zaman için suç kastındaki yoğunluktan bahsedilemeyecektir. Verilen emri saygılı bir şekilde alan, ancak, hiç yerine getirmeyerek emre itaatsizlikte ısrar etmek suçunu işleyen bir kimse ile; aynı emri saygılı bir şekilde almayan, itaat etmeyeceğini fiil veya söz ile ortaya koyarak emri yerine getirmekten imtina eden ve daha sonra bu davranışının kırılması bakımından emrin tekrar edilmesi üzerine, yine fiil veya söz ile imtina ederek sonuçta emri hiç yerine getirmeyen bir kimsenin hukuki durumunun aynı değerde olduğunun kabul edilmesi ceza adaletine, cezaların şahsileştirilmesi prensibine, hukuk mantığına ve kanun yapıcının amacına (T.C.K.nun 29 ncu maddesi) uygun düşmeyecektir. Dava konusu olayda, sanık J.Astsb.Üçvş.A.Ö.; harekat kontrolüne verilmiş olması nedeniyle amiri konumunda bulunan Bölük Komutanı P.Yzb.Davut ÇİL’in, Habercisini göndererek “Yol emniyetinde görevlendirilmek üzere bir iç güvenlik timi hazırlaması” hususundaki hizmete ilişkin emrini yerine getirmemiş ve “Göreve gönderecek timim yok” diyerek itaatten söz ile imtina etmiştir. 166 İşte bu aşamada, İtaatsizlik kastıyla hareket eden sanığın, hukuka aykırı olan tipe uygun bu hareketi sonucu yüklenen Emre İtaatsizlikte Israr Etmek suçu tüm unsurları itibariyle oluşmuştur. Bu aşamadan sonra, Komutanlık görevinin gereği, emrinin yerine getirilmesini sağlamak durumunda bulunan P.Yzb.Davut ÇİL habercisini tekrar göndererek sanığı yanına çağırtmış, ancak sanık, “Ona söyle gelmiyorum” diyerek bir kez daha itaatten fiilen ve söz ile imtina etmiş ve kastının yoğunluğunu iyice ortaya koymuştur. Daha sonra P.Yzb.Davut ÇİL bizzat kendisi, sanığın oturmakta bulunduğu Gazinoya kadar gidip, burada, emrinin tekrarı mahiyetinde olarak sanığa “Timi neden çıkarmadığını” sorduğunda, sanık “Çıkarmıyorum” diyerek yine söz ile emri ifadan imtina etmiş ve böylece emir tekrar edildiği halde itaat etmemekte ısrar etmek suretiyle suçun kanuni ve maddi unsurunu teşkil eden tipe uygun bir diğer hareketini de hukuka aykırı olarak ve aynı kasıt altında yaparak emri yerine getirmemekteki kararlılığını bir kez daha ortaya koymuştur. Bu itibarla, Askerî Mahkemenin; sanığın, As.C.K.nun 87.maddesinde ayrı ayrı belirtilen tipe uygun seçimlik her bir hareketi gerçekleştirmek suretiyle itaatsizlik etmesine dayanarak, bu durumu, ayrıntılı ve doyurucu olmamakla birlikte, kısa ve özlü ifadelerle ele almak suretiyle ortaya koyan; “Olayın oluş şekli, sanığın, emir birden fazla tekrar edilmesine rağmen, gerek emrin gereğini hiç yerine getirmemek ve gerekse emir tekrar edildiğihalde söz ile imtina etmek suretiyle gösterdiği suç kastındaki yoğunluk dikkate alınarak ceza tayininde alt sınırdan uzaklaşılmıştır.” Şeklindeki, dosya içeriğine uygun, amacına ulaşan ve takdir zaafı teşkil etmeyen gerekçesinde kanuna aykırılık bulunmadığından, Askerî Mahkemenin sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünü takdiri teşdit gerekçesindeki yasaya aykırılıktan bozan Daire kararı oyçokluğu ile isabetli görülmemiştir. 167 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/224 K. No :1999/209 T. :18.11.1999 ÖZET Koğuşta sigara içilmesinin emirle yasaklanmasına karşın sanığın bunu bilerek sigara içmesi eylemi, emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturur. Dosyada mevcut delil durumuna göre, sanığın, kendisine önceden bildirilen emirlerle yasaklanmış olmasına rağmen, olay günü Binanın koğuş bölmesinde sigara içtiği ve aynı gün öğleden önce de alkollü içki içtiği konusunda bir tereddüt ve ihtilaf bulunmamaktadır. Askerî Mahkeme, sanığın bu eylemlerini Emre İtaatsizlikte ısrar suçu olarak vasıflandırmış, Daire de aynı düşünceyle hükmü onamış, Başsavcılık ise, sanığın alkollü içki içmesinin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğunu kabul etmekle birlikte, koğuşta sigara içmesi eyleminin, 4207 sayılı Tütün Mamullerinin Zararlarının Önlenmesine Dair Kanun kapsamında olması nedeniyle, sanığın sigara içmesi eylemiyle ilgili davada Askerî Mahkemenin görevsiz olduğunu öne sürmüştür. Bu durum karşısında çözümü gereken sorun; Bina içerisinde sigara içilmeyeceğine ilişkin Günlük Emirdeki düzenlemenin 4207 Sayılı Kanun kapsamında bir düzenleme olup olmadığı konusudur. 26.11.1996 Tarih ve 4207 Sayılı Tütün Mamullerinin Zararlarının Önlenmesine Dair Kanunun sekiz maddeden oluşan tüm hükümlerinin incelenmesinden açıkça anlaşılacağı üzere; Anılan Kanunun “Tütün ve Tütün Mamullerinin İçilmesi Yasaklanan Yerler” başlıklı 2 nci maddesindeki...beşten fazla kişinin görev yaptığı kapalı mekanlar... dışında, bu kanun ile itaatsizliğe konu olan (89) numaralı Günlük Emir arasında bir benzerliğin olmadığı, 4207 Sayılı Kanun amacının tamamen insan sağlığı ilgili olduğu, Anılan Yasanın ilgili maddelerinin 168 uygulanabilmesi için gerekli olan; Bu gibi mahallerde tütün ve tütün mamullerinin içilebilmesi için ayrı yer tahsis edilmesi, sigara içme yasağını ve buna uymamanın sonuçlarını belirten asgari on santimetrelik puntolarla yazılmış uyarı yazılarının herkes tarafından görülebilir yerlere asılması veya yazılması, yasağa ilişkin yazılı uyarıların bulunduğu yerlerde tütün ve tütün mamulü (sigara) içenlere, ilgili yerin yetkilisi veya amiri durumundaki kişi tarafından yazılı uyarı gösterilmek suretiyle yasağa uyması, aksi takdirde o yeri terk etmesi gerektiğinin bildirilmesi, bu bildirime rağmen bu mamulleri içenlerin genel zabıta marifetiyle o yerden uzaklaştırılması (uyarı yapmakla yükümlü olan yetkili veya amirin belirtilen uyarıyı yapmaması halinde kendisi hakkında da On Milyon lira idari para cezası verileceği) gibi koşulların, kapalı olan Askerî mekanlarda (davaya konu olan asker koğuşunda) nasıl uygulanacağına ilişkin hükümler bulunmadığı gibi, koğuşta sigara içilmesini yasaklayan (89) Numaralı Günlük Emrin uygulanması için 4207 sayılı yasada öngörülen şekil ve şartların gerçekleşmiş olma koşulunun aranmasına gerek olmadığı, bu güne kadar ki tüm uygulamaların da bu yönde olduğu, esasen tütün ve tütün mamullerinin belirtilen mekanlarda içilmesini yasaklayan 4207 sayılı yasanın konu ile ilgili olan maddeleri (2,4,5,6 ve 8 nci maddeleri) Ceza Kanunu niteliğinde olmayıp, “İdari Para Cezası” başlıklı 6 ncı maddesinden de anlaşılacağı üzere, idari nitelikte olması sebebiyle, Başsavcılığın 4207 sayılı yasa ile düzenlenen bir konunun Emre İtaatsizlikte Israr suçuna konu edilemeyeceği yönündeki görüşlerine iştirak olunmadığı, Ancak, 4207 sayılı yasanın, “Diğer Yasaklar” başlığını taşıyan 3 ncü maddesine aykırı olarak, tütün ve tütün mamullerinin...reklam ve tanıtımını yapan, bunların kullanılmasını teşvik ve özendirici kampanyalar düzenleyen ve 18 yaşından küçüklere satışını yapanlara On milyon liradan Beş yüz milyon liraya kadar “Adli Para Cezası” öngören 7 nci maddesi, Ceza Kanunu niteliğinde olduğu için, 4207 Sayılı Yasanın 3 ncü maddesiyle yasaklanan konuların emir haline getirilip, Emre İtaatsizlikte ısrar suçuna konu yapılamayacağı, ayrıca Bölük Komutanlığının koğuşta sigara içilmesini yasaklayan (89) Numaralı Günlük Emrin amacı belirtilmemiş olmasına rağmen (ki Amirin askerî hizmete ilişkin olarak verdiği emrin amacını açıklamasına gerek yoktur.), bu emrin amacının 4207 sayılı yasanın amacından çok daha farklı ve geniş olabileceği, örneğin (4207 sayılı yasanın amacı gibi kendisinin ve başkalarının sağlığını korumaktan başka) yangın, sabotaj ve güvenlik gibi askerî ve stratejik mülahazalarla, çakmak, kibrit kullanılmasını, ışık, ısı, ses ve duman çıkarılmasını 169 önlemek amacıyla sözkonusu emrin verilmiş olabileceği de dikkate alındığında, Daire kararında açıklandığı üzere, 4207 sayılı yasa ile (89) Numaralı Günlük Emrin amaç ve alanının farklı olduğu kabul edildiğinden, Askerî Mahkeme hükmünü onayan Daire ilâmında bir isabetsizlik görülmemiş ve bu itibarla Başsavcılık itirazının reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 170 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.87 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E.No :1999/228 K.No :1999/224 T. :16.12.1999 ÖZET Sanığa Nöbetçi Amiri tarafından verilen "Yemek duasını yaptır" şeklindeki emir, Askerî Hizmete ilişkin bir emirdir. Sanığın bu emri yerine getiremeyeceğini söylemesi ve yerine getirmemesi As.C.K.nunda düzenlenmiş olan "Emre İtaatsizlikte Israr" suçunu oluşturur. Dosyadaki delillerden; 10.7.1998 günü Ord.IV ncü Kademe Nöbetçi Subayı olan Sanık terhisli Top.Atğm.M. A.'a, aynı gün Galip Deniz Kışlası Nöbetçi Amiri olan, bu nedenle âmiri durumunda bulunan Ord.Yzb.Gürsel ÖZER tarafından akşam yemeğinde yemek duası yaptırması için emir verildiği, ancak; Sanığın emri yerine getirmediği, Nöb.Amiri tarafından sebebi sorulduğunda (yemek duasının içinde geçen "tanrı" sözünü kullanmak istemediğini, bunun için yemek duasını yaptıramayacağını) söylediği, kesin bir şekilde anlaşılmakta, sanıkta aşamalardaki ifadelerinde (Dz:22, 46, 50), yemek duası yaptırması yolundaki emri yerine getirmediğini açıkça kabul etmektedir. Olay günü Nöbetçi Subayı olan ve Sanığın âmiri durumundaki Kışla Nöbetçi Amiri tarafından akşam yemeğinde yemek duasını yaptırması yolunda Sanığa verilen emir, Nöbetçi Amiri tarafından keyfi olarak verilmiş bir emir değildir. Kara Kuvvetleri Komutanlığı Devamlı Emirler Muhtırasının (KKM 368-1) (1-47) sayılı sahifesinde (TSK'de Yemek Duası ve Uygulaması) başlığı altında ayrıntılı olarak düzenlenmiş, duanın nasıl başlayacağı, kim tarafından yaptırılacağı, duada neler söyleneceği, duadan sonra yemekhanede bulunan en kıdemlinin ne diyeceği ve buna yemek yiyenlerce ne şekilde karşılık verileceği belirtilmiştir. Bu düzenlemeden, Sanığa verilen emrin keyfi 171 nitelikli olmayan, askerî hizmete ilişkin olan, askerî nizamlara uygun bir askerî emir olduğu anlaşılmaktadır. Sanığa verilen "yemek duasını yaptır" şeklindeki emirde, Anayasanın 24 ncü Maddesinde teminat altına alınmış olan Din ve Vicdan Hürriyetine aykırılık da bulunmamaktadır. Sanık metni KKM 368-1 de gösterilen bu duayı yaptırmakla herhangi bir dine ilişkin ibadet yapmaya, dini inançlarını açıklamaya zorlanmamakta, bununla inanıp inanmadığı veya neye, ne kadar inandığı hususu da araştırılmamaktadır. Bu nedenlerle sanığa verilen "yemek duasını yaptır" şeklindeki emir, hem T.C. Anayasasına hem de inanç, ibadet ve kanaat hürriyetlerini teminat altına almış olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine aykırı bulunmamaktadır. Ayrıca; As.C.K.nun 45 nci Maddesi "Bir şahsın hareketini vicdanına veya dinine göre lazım saymış olması, yapmak veya yapmamakla vukua gelen bir suçun cezayı mucip olmasına mani teşkil etmez" şeklinde düzenlemeyi içermektedir. Bir kişinin yaptığı veya yapmadığı bir eylemi cezayı mucip ise, vicdanına veya dinine uygun olduğu için yaptığı veya yapmadığı gerekçesi ile cezai sorumluluktan kurtulması As.C.K.nun 45 nci Maddesi hükmüne göre mümkün değildir. Kanun Koyucu bu hüküm ile yapılması zorunlu olan askerî hizmete ilişkin emirlerin muhatapları tarafından din ve vicdanını ileri sürerek yapmak veya yapmamak için göstereceği gerekçeleri (Mazeretleri) haklı bulmamış, bu şekildeki mazeretleri önceden ret etmiş, bu hususun kişiyi cezadan kurtaran bir sebep olmadığını açık ve kesin bir şekilde belirtmiştir. Din ve Vicdana göre lâzım sayılan hareketlerin ceza ehliyeti ve tesiri başlığını taşıyan yukarıda metni açıklanan As.C.K.nun 45 nci Maddesi ile ilgili olarak, daha önce benzer başka olaylar nedeni ile yapılan temyiz incelemeleri sırasında, Askerî Yargıtay 2 nci Dairesinin 13.3.1996 gün ve 1996/ 157 - 156,5 nci Dairenin 27.11.1996 gün ve 1996/746-741 sayılı kararları ile, özetle dini inancın vuku bulan bir fiili suç olmaktan çıkarmayacağı, keza dini ve vicdanı sebeplerle yapılan veya yapılmayan hareketlerin cezai ehliyete, tesirinin olmadığı sonucuna varılmıştır. Bütün bu açıklamalar karşısında; I- Sanığa Nöbetçi Amiri tarafından verilen "Yemek duasını yaptır" şeklindeki emrin Askerî Hizmete ilişkin bir emir olduğu, II- Sanığın bu emri yerine getiremeyeceğini söylemesi ve yerine getirmemesinin As.C.K.nunda düzenlenmiş olan "Emre İtaatsizlikte Israr" suçunu oluşturduğu, 172 Sonuç ve kanaatine varıldığından, Askerî Mahkemenin, Sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünü esastan bozan 5 nci Daire Kararında isabet görülmediğinden, Başsavcılığın yerinde görülen itirazının kabulüne ve Daire kararının oyçokluğu ile kaldırılmasına karar verilmiştir. ------------- ------------ --------- -------- ---------- ------ ---------- ---------Bu madde için ayrıca, As. Yrg. Daireler Kurulunun 18.3.1999 gün ve 1999/47-59 sayılı olan TCK nun 45. maddesiyle ilgili içtihadına, As. Yrg. Daireler Kurulunun 25.3.1999 gün ve 1999/74-63 sayılı olan TCK nun 29. maddesiyle ilgili içtihadına, bakınız. --------- --------- --------- ----------- ------------ ---------- --------- -------- 173 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.88 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/14 K. No :1999/31 T :18.02.1999 ÖZET Sanığın olay günü içtima alanında toplanan bölüğün huzurunda Bölük K.nın “tekmil vereceksin” şeklindeki hizmete müteallik emrini tekrar etmesine rağmen emre itaat etmemekte ısrar ettiğinden, atılı suçun unsurları oluşmuştur. Askerî Mahkemece, sanık ile Atğm.Mustafa TOMBUL arasında kıdem farkı olup olmadığı ve bu bölükte tekmilin nasıl verildiği veya verilmesi gerektiği hususlarında alınan karar uyarınca yazılan müzekkereye verilen cevapta sadece sanık Atğm.E.T. ve Atğm.Mustafa TOMBUL'un teğmenliğe nasıp tarihlerinin bildirildiği diğer hususlara cevap verilmediği anlaşılmakta ise de; sanığın teğmenliğe nasıp tarihinin 31.12. 1997, Atğm.Mustafa TOMBUL'un teğmenliğe nasıp tarihinin 28.2.1998 olması nedeniyle olay tarihinde de sanığın kıdemli olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Kararın yerine getirilmediği belirtilen tekmil verme ile ilgili bölümünün araştırılması, suçun sübutu açısından önem taşımadığından, Dairenin eksik soruşturma ile karar tesis edildiğine yönelik kabulünde isabet bulunmamaktadır.Zira; TSK.İç Hizmet Kanununun 8 nci maddesinde Emir "Hizmete ait bir talep veya yasağın sözle yazı ile ve sair suretle ifadesidir.", As.C.K.nun 12 nci maddesinde Hizmet "Gerek malum veya muayyen olan ve gerek bir amir tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından yapılması halidir." şeklinde tanımlanmıştır. TSK.İç Hizmet Kanununun 14 ve 20 nci maddelerinde astın amirlerine mutlak surette itaate mecbur olduğu, As.C.K.nun 41/3-B maddesindeki haller haricinde (amirin emrinin adli ve askerî suç maksadını ihtiva eden bir fiile müteallik olduğunu açıkça bilmesi) astın, amirinin verdiği emri vaktinde yapacağı, itaat hissini tehdit eden 174 her türlü tezahürler, sözler, yazılar ve fiil ve hareketlerin cezai müeyyidelerle men olunacağı hüküm altına alınmıştır. Bölük tekmili, bölüklerde icra edilen rutin bir hizmet olup askerî bir hizmet olduğunda kuşku yoktur.Sanığın, daha önceleri de kendisi tekmil verdiği halde olay günü tekmil vermemesi üzerine Bl.K. Yzb.AKSUNGUR'un bu konudaki emrini, Atğm.Mustafa TOMBUL'un kendisinden daha kıdemli olması nedeniyle onun vermesi gerektiğini ileri sürerek yerine getirmediği, Bl.K.'nın "Ertuğrul tekmili sen vereceksin" şeklindeki emir tekrarına rağmen emre itaat etmemekte ısrar ettiği, bu şekilde gerçekleşen maddi olayda atılı suçun tüm unsurları itibarıyle oluştuğu sonucuna varıldığından itirazın kabulü ile Daire kararının kaldırılmasına oybirliği ile karar verilmiştir. 175 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.88 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/181 K. No :1999/186 T. :21.10.1999 ÖZET Karakol K.nın, gece eğitimine geç gelmesi nedeniyle kendisine “Defol git, seni eğitim alanında istemiyorum” şeklindeki emrini yerine getirmeyen sanığın eylemi, bu emrin içeriği askerî bir hizmete ilişkin olmadığından suç teşkil etmez. 12.12.1997 günü 19.00-21.00 saatleri arasında yapılacak gece eğitimi sırasında saat 19.00 da alarm ziline basıldığı, herkesin görev yerlerine koştuğu, karakol tabldot işlerinden sorumlu olup saat 19.00 dan daha önce karakola gelen ve tabldot evraklarını inceleyen sanığın saat 19.20 olmasına rağmen henüz eğitim alanındaki gece eğitimine katılmaması nedeni ile amiri olan Karakol Komutanı tarafından Er Necmi VAR gönderilerek çağırtıldığı, üç uzman çavuş, on sekiz erbaş ve erin eğitim alanında eğitim maksadı ile toplu olarak bulundukları sırada sanığın saat 19.25 te binadan çıktığı, elleri arkada bağlı olarak, lakayt bir şekilde eğitim alanına doğru yürüdüğü Karakol Komutanının sanığa (Astsubayım ellerini arkadan indir) diye ikaz etmesi üzerine sanığın (Sen general misin) dediği,Karakol Komutanının (Ben general değilim, Karakol Komutanıyım) diyerek bağırdığı, sanığın (Bağırarak konuşma) diye karşılık verdiği, Karakol Komutanının sinirlenerek (Bağırırsam ne olacak lan) dediği, sanığın (Düzgün konuşun, lan diye hitap etmeyin) şeklinde karşılık verdiği, Karakol Komutanının sanığa (Esas duruşa geç) diye emir verdiği, esas duruşta olmayan sanığın (Ben esas duruştayım) diye cevap verdiği, Karakol Komutanı olay yerinde bulunan Uzm.Çvş. Sami ALAYBAY’a dönerek “Uzman Çavuşum esas duruşta mı diye sorduğu, sanığın esas duruşta olmadığını gören uzman çavuşun olayın büyümesini önlemek maksadı ile bu soruya cevap vermediği ve sessiz kaldığı, akabinde Karakol Komutanının sanığa “Defol git seni eğitimde 176 istemiyorum lan” diye emir verdiği, sanığın ise “ben eğitimdeyim, beni buraya devlet gönderdi, benim eğitime kasıtlı çıkmadığımı sanıyorsunuz, alarm sırasında tabldot ile uğraşıyordum, masanın üzerini toplamak için geç kaldım” dediği, Karakol Komutanının sanığa “sana emrediyorum içeri geç” diye emir tekrarlamasına rağmen sanığın içeri girmediği, bunun üzerine Karakol Komutanının kendisinin olay yerini terk edip Karakol binasına girdiği şeklinde cereyan ettiği anlaşılan olayda Karakol Komutanının sanığa “Defol git, seni eğitim alanında istemiyorum” şeklindeki sözleri ile hizmete ilişkin emir vermesine rağmen sanık Astsubay’ın bu emre uymadığı sabit görülerek Toplu Asker Karşısında Emre İtaatsizlikte Israr suçundan mahkûmiyetine karar verilmiş, sanığın temyizi üzerine hüküm 5 nci Dairece sanığa verilen emrin askerî hizmete ilişkin bir emir olmadığı, öyle kabul edilse bile Karakol Komutanının astı olan sanığa başlangıçta “Defol git, seni eğitim alanında istemiyorum lan” şeklindeki sözlerin aralarındaki hizmet ilişkisini ortadan kaldırdığını kabul etmenin hukuki zorunluluk olduğu, bu nedenlerle müsnet “Toplu asker huzurunda emre itaatsizlikte ısrar” suçunun oluşmayacağı, sanık yönünden eylemin bir disiplin tecavüzünden ibaret olduğu belirtilmiş ve hüküm esastan bozulmuş, Başsavcılıkça bozma kararına süresinde itiraz edilmiş olmakla; Yapılan incelemede, Dosyadaki delillerden, dava konusu olayın yukarıda açıklandığı şekilde cereyan ettiği, sanığın amiri olan Karakol Komutanı Astsubay’ın sanık Astsubayı aralarında eğitim alanında cereyan eden olay sırasında eğitim alanından “Defol git seni eğitim alanında istemiyorum lan” diyerek kovduğu (Dz:31-32), sanığın ise eğitim alanını terk etmediği ve içeri gitmediği hususu sabittir. Sanık, Karakol Komutanı tarafından eğitim alanından yukarıda mahiyeti açıklanan sözler sarf edilerek kovulduğunda veya uzaklaştırılmak istendiğinde bu husus sanık için uyulması zorunlu, askerî hizmete ilişkin bir emir sayılabilir mi? 211 Sayılı İç Hizmet Kanunun 8 nci maddesinde emir “Hizmete ait bir talep veya yasağın sözle, yazı ile ve sair suretle ifadesidir” şeklinde aynı Kanunun 6 ncı maddesinde hizmet “Kanunlarla, nizamlarla yapılması veyahut yapılmaması yazılmış olan hususlarla amir tarafından yazı veya sözle emredilen veya yasak edilen işlerdir” şeklinde tarif edilmiştir. Askerî Yargıtay’ın yerleşmiş kararlarına göre bir emrin As.C.K.na göre emir sayılabilmesi, bir suçun unsuru olabilmesi için bu emrin “Askerî bir hizmete ilişkin” olması, yani askerî bir hizmet 177 yaptırılmak için verilmiş olması lazımdır. Dava konusu olaya bu açıdan bakıldığında; sanığın amiri durumunda bulunan Karakol Komutanı Astsubayın sanığa söylediği “Defol git, seni eğitimde istemiyorum, lan” şeklindeki sözlerin sanık yönünden uyulması gereken bir askerî hizmet emri olarak kabulü ve o şekilde değerlendirilmesi mümkün değildir. Açıklanan nedenlerle, Karakol Komutanı tarafından sanık Astsubaya verilen “Defol git, seni eğitim alanında istemiyorum, lan” şeklindeki sözlerin sanık için bir askerî hizmet emri olmadığı, dolayısı ile sanığın bu sözlere uygun hareket etmemesinin de “Toplu Asker Karşısında Emre İtaatsizlikte Israr” suçunu oluşturmayacağı, sonuç ve kanaatine varıldığından, mahalli mahkemenin sanık hakkında tesis ettiği mahkûmiyet hükmünü bu gerekçelerle bozan 5 nci Dairenin bozma kararında isabet görüldüğünden, Başsavcılığın yerinde görülmeyen itirazının reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 178 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.91 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/7 K. No :1999/10 T. :14.01.1999 ÖZET As.C.K.nun 11 Md.deki silahlı tanımına uygun bir konumda olmayan sanığın sübut bulan eylemi, As.C.K.nun 91/1 Md.deki üste fiilen taarruz suçunu oluşturur. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık; olayda " As.C.K.nun 91 nci maddesindeki hizmet esnasında" unsuru bulunmamakla beraber, üste fiilen taarruz eyleminin " silahlı olarak " işlenip işlenmediği ve bu yönden eksik soruşturma olup olmadığına ilişkindir. As.C.K.nun 91/2. Md. incelendiğinde, taarruz veya taarruza teşebbüsün; a) Silahlı olarak, b) Hizmet esnasında, c) Toplu asker karşısında, d) Silah ve tehlikeli bir alet ile, işlenmiş olması hallerinin ağırlatıcı sebep olarak kabul edildiği görülmektedir. Kanunun 11 nci maddesinde de silahlının tanımı yapılmıştır. Buna göre; "silahlı" tabiri, " hizmetin icabı olan silahı hamil bulunmak" veya "silahın başında olarak bir amirin kumandası ve nezaretiyle hizmete başlanılmış olmak" hallerini ifade etmektedir. Anılan maddelerde, hizmetin gereği olarak bulundurulan silahın "mermi yüklü" olması öngörülmemiş, "silahlı" tabirinden maksadın ne olduğu açık olarak belirtilmiştir. Sanığın nöbetçi olması nedeniyle hizmetin icabı olarak silah taşımakta olduğu, kendisinin hazırlık ifadesi ve tanık erlerin beyanlarından anlaşılmaktadır. Olayda silah kullanılmadığı için söz konusu silah emanete alınmadığı gibi, o tarihte atışa elverişli olup olmadığı da saptanmamıştır. 179 Bu nedenlerle; Başsavcılığın "sanığın nöbetini silahlı olarak tutup tutmadığı, hamili bulunduğu silahın hangi seri numaralı silah olduğu ve atışa salih bulunup bulunmadığı, silahında mermi yüklü olup olmadığı" hususlarının soruşturulması gerektiğine yönelik itiraz nedeni oyçokluğu ile kabule değer görülmemiştir. Sabit olan eylemin nitelendirilmesi yönünden yapılan incelemede; As.C.K.nun 91/2.maddesinde "silahlı olarak" üste fiilen taarruz hali ile taarruzun "silah ve tehlikeli alet" ile yapılmış olmasının ayrı ayrı ağırlatıcı neden olarak öngörüldüğü, maddenin lafzından açık olarak anlaşılmaktadır. Fiilin silahlı olarak işlenmesi halinde bu silahın fiili taarruzda kullanılmış olup olmamasının önemi yoktur. Burada tehlikelilik hali ağırlatıcı neden sayılmıştır. Her olayın cereyan tarzı farklı olduğundan genelleme yapmadan somut olayda, fiilin "silahlı olarak" işlenip işlenmediği bağımsız olarak değerlendirilmelidir. Bu çerçevede meseleye bakıldığında; sanığın nöbetçi olması nedeniyle silah taşımakta olduğu açık olmakla beraber, mağdur arkadaşının, sanığı çalıştırmakta olduğu araçtan inmesi için ikaz etmesi ve inmemesi üzerine kolundan çekip arabadan indirmesinden sonra sanığın da yerden bir taş alarak atması ve onu başından yaralaması olayı anında silahlı olduğunu gören olmadığı gibi (Görgü tanıkları olaydan sonra ve sanık ile mağdurun birbirlerini tuttuğunu gördüklerini ifade etmektedirler), nöbet mahallini keyfi olarak terk edip garaja gelerek aracı çalıştıran ve bu suretle "hizmet" ile ilişkisini kesen sanığın, As.C.K. nun 11.maddesindeki tanıma uygun bir konumda da olmadığı, bu nedenle sanığın sübut bulunan eyleminin As.C.K.nun 91/1.maddesindeki üste fiilen taarruz suçunu oluşturduğu sonucuna varıldığından, Başsavcılığın itirazı kabule değer görülmemiş ve oyçokluğu ile reddine karar verilmiştir. 180 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.91 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/76 K. No :1999/104 T :20.05.1999 ÖZET Olay günü aşırı alkollü olan mağdur onbaşının kendisini şikayet ettiğine inandığı sanığı dövmek için aramaya başladığı ve karşılaştıklarında vurup yere düşürdüğü ve üzerine atlayıp dövmeye devam ettiği, sanığın ise olaya karışmamak için devamlı kaçmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Kendisini savunmak için karşılık verdiğini söyleyen sanığın bu fiilinin üste fiilen taarruz kastıyla yapıldığını kesin olarak kabul etmek mümkün olmayıp insiyaki ve kendini savunmak için yapılan hareketler olarak değerlendirilmesi gerekir. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık suçun sübutuna ilişkin olduğundan sübut delilleri incelendiğinde; Davanın diğer sanığı olup asta müessir fiil suçundan mahkûmiyetine karar verilen (Bu karar Daire tarafından onanmakla kesinleşmiştir) Onb.Tolga TEKİN’in, olay günü aşırı alkollü olduğu ve kendisini şikayet ettiğine inandığı sanık er M..E.P.’yı dövmek için aramaya başladığı ve karşılaştıklarında M.E.P.’ya vurup yere düşürdüğü ve üzerine atlayıp dövmeye devam ettiği, sanık M.E.P.’nın ise olaya karışmamak için devamlı olarak kaçmaya çalıştığı dosya kapsamından açıkça anlaşılmaktadır. Sanık M.E.P.’nın, üste fiilen taarruz suçuna ilişkin delillerin ise, hükümlü ve mağdur Tolga TEKİN’in ve kavga olayının tek görgü tanığı olan Onb.Celal AKSOY’un beyanları ile sanık M.E.P.’nın ikrarından ibaret olduğu görülmektedir. Bu beyanlarda; Onb.Tolga TEKİN, “...ben kendisine neden böyle yaptın diyerek vurdum, o da G-3 kasaturasını çekerek bana kasaturanın tersi ile kaş tarafıma 2-3 defa vurdu, ben kasaturayı elinden aldım...”, tanık Onb.Celal AKSOY “...Tolga, 181 M.Emin’in üzerine saldırdı ve ona vurdu yere düştüler, M.Emin’in elinde kasatura vardı, ancak ben M.Emin’in kasatura ile Tolga’ya vurduğunu görmedim...”, sanık ise birlik komutanlığında alınan ifadesinde “...Küfür ederek bana kafa atıp dişimi kırdı, ben de küfürün ve bana vurmasının verdiği hırsla dayanamıyarak kendimi savunmak için kendisine karşılık verdim...”, mahkemece saptanan sorgusunda da “...Bana küfür ederek kafa attı, bu aşırı küfürlere dayanamayarak bende kendisine yumruk attım...” demektedirler. Ayrıca, Tolga TEKİN’in doktor tarafından yapılan muayenesinde sadece alkollü olduğunun tesbit edildiği anlaşılmaktadır ve dosyada, olay sonrası yüzünde darp ve cebir izine rastlandığına dair bir saptama mevcut değildir. Bu duruma göre; kasatura gibi sert bir cisimle yüze 2-3 kez vurulması halinde, buna ilişkin maddi bulguların aşikar bir şekilde tesbit edilmesi mümkün olduğu gibi, olayın tek görgü tanığı olan Onb.Celal AKSOY’un “Emin’in kasatura ile Tolga’ya vurduğunu görmedim” şeklindeki beyanı karşısında, Onb.Tolga TEKİN’in beyanının gerçeği yansıtmadığının kabulü gerekmektedir. Bu tanığın, M.E.P.’nın yumruk vurduğuna dair bir beyanı da olmadığından, sübut delili olarak sadece, sanığın beyanları kalmaktadır. O halde, sanığın bu beyanlarına dayanılarak ve beyanları aleyhe değerlendirilerek üste fiilen taarruz suçunun sübutu kabul edilebilecek mi dir? Cereyanı yukarıda özetlenen somut olayda, Onb.Tolga TEKİN’in devamlı saldırgan bir tutum içerisinde olması ve M.E.P.’ya müessir fiilde bulunması, buna mukabil sanık M.E.P.’nın ısrarla olaya karışmama amacıyla hareket etmesi ve kaçıp kurtulma çabasında olması ve olaydan sonra dahi koğuşa gitmekten korkması nedeniyle olay gecesi nöbetçi subayı olan tanık Astsb.Üçvş. İhsan AKYEL tarafından başka bir yerde yatırılarak korunmaya alınması birlikte değerlendirildiğinde; sanığın beyanlarında “kendisini savunmak için karşılık verdim” ve “yumruk attım” şeklinde ifade ettiği eylemlerinin üste fiilen taarruz kastıyla yapıldığını kesin olarak kabul etmenin mümkün olmadığı, insiyaki ve kendini savunmak için yapılan hareketler olarak değerlendirilmesi gerektiği, dolayısıyla sanığın mahkûmiyetine yeterli delil bulunmadığı halde mahkûmiyet kararı verilmesinin, Askerî Mahkemenin delil değerlendirmesindeki takdirinde zaaf bulunduğunu gösterdiği ve bu nedenle Daire kararında isabetsizlik bulunmadığı sonucuna varılmış ve aksi düşünceye dayalı itirazın reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 182 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.91 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/96 K. No :1999/80 T. :15.04.1999 ÖZET Gece saat 02.00’e kadar çalışıp ardından 02.00-04.00 saatleri arasında nizamiye nöbet görevini yerine getirip yatan sanığın sabah saat 08.00 de nöbetçi onbaşı tarafından nöbete götürülmek üzere uyandırıldığında, bilirkişice saptanıp sağlık kurul raporu ile de doğrulanan “uyku bozukluğu-kâbus görme” rahatsızlığının etkisiyle uykudan tam uyanamadan bir refleks neticesi nöbetçi onbaşıya vurması olayında kastını ortaya koymak mümkün olmayıp en azından kuşkulu bir durum söz konusudur. Toplanan delillere göre; İzmit Orduevinde barmen olarak görev yapan sanık Erin, 6-7 Haziran gecesi yemekli düğün olması sebebiyle gece saat 02.00’e kadar çalıştığı, aynı gece 02.00-04.00 arasında da nizamiye nöbetini yerine getirdikten sonra yattığı, saat 08.00 sularında nöbetçi onbaşı görevini yürüten Er Hayrettin CİNCİL’in sanığın yattığı yatağın yanına gelerek saat 08.00-10.00 arasındaki nöbet hizmetini yerine getirmesi için kaldırmak istediği, hemen kalkmayan ancak, ısrarla kalkmasının istenmesi üzerine yatağından kalkarak üstü bulunan nöbetçi onbaşıya vurmuş olduğu hususu kuşkusuz bir şekilde belirlenmekle birlikte; müştekinin savcılık ve mahkemedeki ifadeleri arasındaki, sanığın uyku bozukluğunun verdiği tesirle yahut uyanmış bir vaziyette iken vurduğu konusundaki çelişkili beyanları, sanığın geç yatması sebebiyle mevcudiyeti belirlenen yorgunluğu bir yana, dinlenen bilirkişi psikiyatri uzmanının mütalaasında, sanıkta “uyku bozukluğukabus görme” gibi bir rahatsızlık bulunduğunu belirtmesi ve bu tanının mevcut sağlık kurulu raporu ile doğrulanması karşısında, uykudan tam uyanamadan bir refleks neticesi nöbetçi onbaşısına vurmuş olabileceğini, ayrıca bu davranışın özelliği nedeniyle kastını ortaya 183 koymanın da mümkün olamayacağını, en azından kuşkulu kalacağını ve bu kuşkudan da Genel Ceza Hukuku Kuralı gereğince sanığın yararlanması gerektiği sonucuna vararak, beraetine karar verilmesini açıklamak suretiyle mahkûmiyet hükmünü esastan Bozan 2 nci Dairenin kararında isabet görüldüğünden, Askerî Yargıtay Başsavcılığı itirazının Reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 184 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.91 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E.NO :1999/103 K.No :1999/130 T. :17.06.1999 ÖZET Dava konusu olayda, sanığın üstü olan Onb.A.A’ya karşı silahla fiili taarruzu sonucu ölüm meydana geldiğine ve sanığın taarruz kastı ile hareket ettiği hususunda kuşku bulunmadığına göre; eylemin As.CK.nun 91/4 Md. İçinde değerlendirilmesi gerekir. Failin, ayrıca öldürme veya taammüd kastıyla hareket edip etmediğinin irdelenmesine gerek yoktur. İddianamede konu edilen maddi olayın sübutunda kuşku olmayıp, Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki anlaşmazlığın ve temyiz nedenlerinin suç vasfına ve tahrik hükümlerinin uygulanmasına yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Bu çerçevede her iki olayın ayrı ayrı incelenmesi gerekmektedir. I- Onb.A. A.'in öldürülmesi olayı; Sanık erin, aralarında çıkan tartışma ve kavga sonucu Onb.A. A.'i öldürmeye karar verdiği ve onu kasten öldürdüğü hususunda bir anlaşmazlık yoktur. Bu tür olaylarda suç vasfının tayini konusunda farklı içtihatlar bulunmakla beraber ölüm vuku bulmuş ise, As.C.K.nun 91/4 ncü maddesindeki suçun oluşacağı yolundaki içtihatların istikrar kazandığı görülmektedir. Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 28.12.1945 tarih ve 1945/3864-6100 sayılı, Askerî Yargıtay Genel Kurulunun 29.12.1950 tarih ve 1855-2420 sayılı kararlarında; üste taarruz kastıyla yapılan eylemlerde, T.C.K.nun "kasten katil ve teammüden katil unsurlarını" aramaya gerek olmadığı, eylemin işleniş şekline ve neticeye göre faile, 91 nci maddenin ilgili fıkrası uyarınca ceza tayini gerektiği kabul edilmiştir. Aksine bir düşüncenin kabulü, failin zihninde oluşan ve subjektif nitelik taşıyan suç işleme iradesine göre bazı eylemlere üste fiilen taarruz, bazı eylemlere ise kasten veya 185 teammüden adam öldürme niteliklerini vermek gibi farklı sonuçlar doğmasına yol açacaktır. Bu durumun, Askerî Ceza Kanununun sistematiğine aykırı olması yanında, uygulamada çelişkili kararlar verilmesine de neden olacağı açıktır. Dava konusu olayda, sanığın üstü olan Onb.A. A.'e karşı silahla fiili taarruzu sonucu ölüm meydana geldiğine ve sanığın taarruz kastı ile hareket ettiği hususunda da kuşku bulunmadığına göre; eylemin As.C.K.nun 91/4 ncü maddesi içerisinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Failin, ayrıca öldürme veya taammüd kastıyla hareket edip etmediğinin irdelenmesine gerek bulunmamaktadır. Bu nedenle Askerî Mahkemenin suç vasfına ilişkin kabulü ile uygun gerekçelerle temel cezayı ölüm cezası olarak tayin etmesin de bir isabetsizlik bulunmadığından, Askerî Savcının ve sanık müdafiinin suç vasfına ilişkin temyiz nedenleri kabule değer görülmemiştir. Ancak, Askerî Mahkemenin sanık hakkında ağır tahrik hükümlerinin uygulanmasına ilişkin takdirinde isabet görülmemiştir. Zira, Askerî Mahkemece, maktül Onb.A. A.'in sanıkla yaptığı kavga sırasında sanığa küfretmesi, yumrukla vurması ve onun İlçe Jandarma Bölük komutanına şikayet etmesi üzerine, bu sebeple sanığın başlangıcına sebebiyet vermediği bir olay nedeniyle arkadaşlarının arasında azarlanması, dayak yemesi ve mahkemeye verilmekle tehdit edilmesi hususlarının ağır tahrik olarak kabul edildiği görülmektedir. Dairenin bozma ilâmında da belirtildiği üzere; olay sanığın, herkes tarafından su içilen pet şişeden bardak kullanmadan su içmesiyle başlamış ve şişeyi yeniden doldurması için er Hüseyin CANGÜR tarafından yapılan itirazı kabul etmekle beraber yavaş hareket ettiği için olay günü nöbetçi çavuş olan maktül tarafından uyarılmıştır. Sanığın buna karşı cevabı da "siktir git, sen karışma" şeklinde olmuştur. Maktül, bu olaydan sonra sanığın peşinden giderek yemekhanede onunla tartışıp kavga ve küfür etmiş ve yumruk vurmuştur. Bu duruma göre ilk haksız eylemin sanıktan sadır olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, sanığın bardak kullanmadan şişeden su içmesi görgü kurallarına aykırı ve arkadaşlarını tahrik edici bir davranış olduğu gibi (mağdur tanık Emin YILMAZ, sanığın bu davranışını sık sık yaptığını ifade etmektedir), kendisinin üstü konumundaki maktüle karşı hitabı da askerî disiplinle bağdaşmayan ve suç teşkil eden bir davranıştır. Ayrıca, Maktülün, sanığı karakol komutanına şikayet etmesini, haksız bir şikayet olarak kabul etmek de mümkün değildir. Maktül Onb.disipline taalluk eden bu hususta üzerine 186 düşen görevi yapmıştır.İlçe Jandarma komutanından kaynaklanan söz ve davranışların ise, sanığın söz konusu eylemi nedeniyle haksız tahrik olarak kabulü olanağı bulunmamaktadır. Maktülün şikayeti üzerine anılan komutan, mevzuat hükümleri çerçevesinde hareket etmek zorundadır. Aksine davranışı, ancak kendisine karşı yapılan fiiller bakımından haksız tahrik oluşturabilir. Bunlara ilave olarak; kanunun, normal bir kişiyi gözönünde tutarak, böyle bir kimseyi elem ve gazaba sevk edecek fiilin haksız tahrik teşkil etmesini kabul ettiği gözden uzak tutulmamalıdır. Bu husus, hem tahrikin varlığı ve hem de derecesinin tayini bakımından önem arzetmektedir. Diğer bir ifade ile bu konuda objektif kriterin nazara alınması gerekir. Bu çerçevede olaya bakıldığında; maktülün haksız tahrik teşkil eden hareketlerinin niteliği ve işleniş biçimi itibariyle ağır tahrik oluşturacak boyutta olmadığı, bu hareketler ile öldürme fiili arasında geçen zaman fazlası da dikkate alındığında sanığın kendisine yapılan hareketlere göre aşırı bir tepki gösterdiği ve eylemler arasında aşırı nispetsizlik bulunduğu görülmektedir. Bu nedenlerle; Askerî Savcının sanık hakkında hafif tahrik hükümlerinin uygulanması gerektiği hususundaki temyiz sebepleri kabule değer olduğu ve mahkemenin bu konudaki takdirinde zaaf bulunduğu sonucuna varılmış ve hükmün bozulmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. II- Er Emin YILMAZ'ın yaralanması olayı; Dosya kapsamındaki delillere göre; sanığın Onb.Abdi ALTEMEL'i öldürme eylemi sırasında maktülün önünde duran Er Emin YILMAZ'ın da ilk atışta sağ böğründen hafifçe (iş ve güçten kalmayacak şekilde) yaralandığı hususunda kuşku yoktur. Ancak, sanığın bu atış sonrasında peş peşe ve tek atış konumunda atışa devam ederek, bu atışlarda yaralanıp yere düşmüş olan maktülün yanına gelip onu öldürdüğü anlaşılmaktadır. Otopsi raporuna göre maktülün vücudunda on adet mermi giriş deliği bulunmaktadır. Askerî Mahkemece ve Dairece, sanığın ilk atışı ile hem er Emin YILMAZ'ın ve hem de maktülün vuruldukları kabul edilmiş ve sanık müdafii tarafından da bu nedenle olayda T.C.K.nun 79 ncu maddesi hükümlerinin uygulanması istenilmiş ise de; sanığın ilk atışında gerek er Emin'in ve gerek maktülün vurulduklarına dair bir tespit dosyada bulunmamaktadır. Bu kabul, mağdur er Emin'in anlatımlarına dayanmaktadır. Ancak, sanığın çok kısa mesafeden ve peş peşe ateş ettiği dikkate alındığında bunun aksinin de kabul edilmesi mümkündür. 187 Nitekim sanığın, olay akabinde C.Savcısı tarafından saptanan ifadesinde olayı samimi bir şekilde anlattığı ve "...ilkin yere ateş ettiğini, Emin ile Bülent kaçıştılar, biraz daha yaklaşıp Abdi'ye birinci kez isabet ettirdiğimi hatırlıyorum." dediği görülmektedir. Dolayısıyla sanığın birden fazla eylemi ile gerçekleşen olayda tek fiil ile maktülün ölmüş olduğunu ve er Emin'in de yaralandığını kabul etmek mümkün değildir. Kaldı ki, Daire ilâmında da belirtildiği üzere; fikri içtimanın şartlarından biri de fiilin bir olmasıdır. Ceza hukukunda fiil sözcüğü, sadece hareketi değil aynı zamanda neticeyi de kapsadığından ilk atış sırasında her ikisinin de vuruldukları kabul edilse bile ortada birden fazla netice olduğuna göre meydana gelen netice sayısı kadar suçun varlığı da kabul edilmelidir. Bu nedenle, sanık müdafiinin T.C.K.nun 79 ncu maddesinin uygulanması gerektiğine dair temyiz nedeni kabule değer görülmemiştir. Bu olayla ilgili olarak, sanığın maktülün yanında bulunan erler Emin YILMAZ ve Bülent BİLİR'in de vurulabileceklerini, bunun sonucunda da ölebileceklerini veya yaralanabileceklerini öngörmesi ve eyleminin sonuçlarına katlanması gerektiği hususunda kuşku yoktur. Ancak, bu kişiler bakımından öldürmek amacıyla hareket ettiğini kabul etmek de mümkün değildir. Sanığın, Onb.A. A.'i öldürme amacına ulaşması sırasında meydana gelebilecek muhtemel neticeler konusundaki kastı "belirli olmayan kast" olarak tanımlanabilir. Bu takdirde failin kastı meydana gelen netice ile belirlenecektir. Dava konusu olayda da, maktülün yanında bulunan kişilerden er Emin YILMAZ, sanığın açtığı ateş sonucunda yaralandığına göre, sanığın tamamlanan bu eylemden sorumlu tutulması ve eylemin silahla müessir fiil olarak nitelendirilmesi gerekmektedir. Bu nedenle, eylemin kasten adam öldürmeye teşebbüs olarak değerlendirilmesi yasaya aykırı görülmüş ve hükmün vasıf yönünden bozulmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 188 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.91 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. NO : 1999/150 K.NO : 1999/183 T. : 21.10.1999 ÖZET Kendisine sadece bir tokat atan üstünün yakasından tutup onu ittiren sanığın bu şekilde gerçekleşen eyleminin, savunma içgüdüsü ile yapılmış, kendisinin daha fazla dövülmesini ve olayın daha fazla büyümesini engellemeye yönelik, suç işleme kasdına dayanmayan ve suç teşkil etmeyen hareket olarak kabul ve değerlendirilmesi isabetli değildir. Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler kurulunda çözümlenmesi gereken uyuşmazlık sanığa müsnet suçun manevi unsuru itibari ile oluşup oluşmadığına ilişkindir. Rize İl merkez Cezaevi Karakol K.nı tarafından mesai saatleri içerisinde erlerin telefon ile görüşmelerinin yasaklandığı, mesai saatleri dışında ise nöbetçi astsubaydan izin alınarak, azami 5 dakika görüşme yapılmasına izin verildiği, Karakol K.nı Yardımcısı olarak görevli astsubay Murat KARAGÖL'ün 14.04.1998 günü aynı zamanda nöbetçi astsubayı olduğu, sanık er M.A.'un daha önce telefon görüşmeleri yüzünden bazı arkadaşları ile tartıştığından nöbetçi Astsb.ın acil olanlar hariç erlerin telefonla görüşmesine izin vermediği, olay günü sanık er'in saat 18.30 sularında karakol bahçesine gelerek orada oturmakta olan nöbetçi astsubayından telefonla konuşmak için izin istediği, nöbetçi astsubayının sanık er'e niçin konuşmak istediğini sorup bir sorunu var ise Nöbetçi Astsubayı olarak kendisinin halledebileceğini, edemez ise durumu İlçe J.K.na ileteceğini söylediği, sanık er'in ısrarla bizzat kendisinin ilçe J.K.nı ile konuşmak istediğini söylediği, nöbetçi astsubayında ısrarla ne sorunu olduğunu sorması üzerine sanık er' in nöbetçi astsubayına İlçe J.K.na kendisini şikayet edeceğini, telefonla görüşmesine kimsenin karışamayacağını söylediği, sanık er ile nöbetçi 189 astsubay arasında bu nedenle tartışma çıktığı, tartışma sırasında Nöbetçi astsubayının sanık er'e verdiği cevap nedeni ile tokatla vurduğu, bunun üzerine sanık Er'in de nöbetçi astsubayının yakasından tutup ittirdiği şeklinde cereyan ettiği iddia ve kabul edilen olayla ilgili olarak mahal1i mahkemece sanık Er'in sabit görülen nöbetçi astsubayı yakasından tutup ittirmesi fiili üste fiilen taarruz suçu olarak nitelenerek mahkûmiyetine karar verilmiş,sanığın temyizi üzerine hüküm 5.Dairece sanık er'de üste fiilen taarruz kasdı olmadığı, suçun manevi unsuru itibari ile oluşmadığı belirtilerek esastan bozulmuş, bozma kararına Başsavcılıkça itiraz edilmiştir. Yapılan incelemede; Dosyadaki delillerden dava konusu olayın yukarıda açıklandığı şekilde cereyan ettiği,sanık er'in nöbetçi astsubayından ısrarla İlçe J.K.nı ile telefonla görüşmek için izin istemesi,nöbetçi astsubayının da sanığa kendisinin yardımcı olacağını, olamaz ise İlçe J.K.nı ile konuşmasına izin vereceği şeklinde cevap vermesine rağmen sanık er’in nöbetçi astsubayına sorununu ve İlçe J.K.nı ile konuşacağı konuyu söylemediğini, nöbetçi astsubayının ısrarla soruları karşısında o'na “İlçe J.K.nına sizi şikayet edeceğim” dediği, nöbetçi astsubayının da bu cevaba kızarak sanık er'e bir tokat attığı, er'inde nöbetçi astsubayının yakasından tutarak ittirdiği anlaşılmaktadır. Dairece olayın cereyanı bu şekilde kabul edilmiş, ancak sanık Er'in bu hareketi (Astsubayın yakasından tutup ittirme hareketini) astsubayın kendisini daha fazla dövmesini engellemek, olayın daha fazla büyümesini önlemek amacı ile yaptığı, suç işleme kasdı ile yapmadığı şeklinde yorumlanmış ve sonuca gidilmiş ise de; Nöbetçi astsubayının sanık er'in verdiği cevaba karşılık ona sadece bir tokat attığı, tokat atmaya devam etmek veya er'e başka şekilde vurmak, gibi bir kasıt ve düşüncesinin, devam eden herhangi bir fiil ve hareketinin olmadığı, buna rağmen sanık er'in ilk tokattan sonra astsubayı yakasından tuttuğu ve yakasından tutmuş vaziyette Astsubayı bir süre ittirdiği , anlaşıldığından sanık er ' in bu şekilde gerçekleşen eyleminin savunma içgüdüsü ile yapılmış, kendisinin daha fazla dövülmesini ve olayın daha fazla büyümesini engellemeye yönelik, suç işleme kasdına dayanmayan ve suç teşkil etmeyen hareket olarak kabul ve değerlendirilmesi isabetli görülmemiş, sanığa müsnet suçun bütün unsurları itibarı ile oluştuğu sonuç ve kanaatine varılmıştır. Bu nedenlerle Başsavcılığın itirazının kabulü ile 5 nci Dairenin esastan bozmaya ilişkin 190 kararının oyçokluğu ile kaldırılmasına, incelemeye devam edilmek üzere dosyanın anılan daireye iadesine karar verilmiştir. 191 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.91 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. NO : 1999/156 K.NO : 1999/184 T. : 21.10.1999 ÖZET Sanığın olay sırasında sarhoşluğu nedeniyle mağdur Atğm. S.K.ya karşı üste fiilen taarruz kastı olmaksızın yaptığı hareketler 477 SK.nun 47 Md.de belirtilen üste saygısızlık suçunu oluşturur. 11.02.1999 günü saat 23.30 sularında Doğubeyazıt 1 nci Mekanize P.Tugay K. lığının 2 nolu nizamiyesine sarhoş vaziyette gelen, nöbet değişimi nedeni ile bir arada bulunan nöbetçilere yaklaşarak ''çekilin lan" diye bağırdıktan sonra, orduya siyaset girdiğini söyleyen sanığın durumunu ve sivil bir şahsın nöbetçilere müdahale ettiğini gören 2 nolu nizamiye Nöb.Sb.Atğm.Şahin KALEM'in nizamiyeden çıkarak sanığın yanına geldiği ve kendisini sanığa tanıttığı, ancak sanığın kendisini tanıtmaması nedeni ile üst rütbeli bir subay olabileceğini düşünerek sanığa bir problem olup olmadığını sorduğu, sanığın asteğmene yaklaşıp elini omzuna atarak apoletine bakıp “sen asteğmenmişsin ya" dediği , bu şekilde karşılıklı bazı konuşmalar olduğu, o arada Tugay K. nı nizamiyeden çıkacağı için asteğmenin talimatı ile nöbetçilerin sanığı bulunduğu yerden çekip bir süre bir yere gizledikleri, daha sonra Er Adnan ASLAN 'ın Asteğmen’e gelerek ve sanığı kastederek sivil şahsı tanıdığını, Ord. Astsb.Üçvş. olduğunu söylediği, bunun üzerine Asteğmen’in sanığı isterse konuşmak üzere nizamiye odasına davet ettiği, isterse inzibat verebileceğini ve gideceği yere kadar gitmesine yardımcı olabileceğini söylediği, sanığın “Bana bak asteğmen, benimde senin gibi bir piç Asteğmen kardeşim var” dediği ve Asteğmeni göğsünden üç kez orta şiddette iteklediği ve asteğmenin fermuarlı apoletine asılıp üç kez yerinden çıkardığı ve daha sonra olay yerine gelen J.Ütğm.Hakan BAŞKAYA'nın asteğmenin yardım talebi üzerine sanığa müdahale ettiği ve olay yerinden uzaklaştırdığı şeklinde cereyan ettiği 192 iddia ve kabul edilen olayda mahalli mahkemece sanığın asteğmeni göğsünden üç kez ittirmek şeklindeki eylemi üste fiilen taarruz suçu olarak kabul edilerek bu suçtan mahkûmiyetine karar verilmiş, sanığın temyizi üzerine hüküm 5 nci Dairenin 12.05.1999 gün ve 1999/309-303 sayılı kararı ile, eylemin 477 Sayılı Kanunun 47 nci maddesinde düzenlenmiş olan “Üste ve amire saygısızlık” suçu olarak nitelenerek suç vasfına dayalı olarak görev noktasından bozulmuştur. Yapılan incelemede; O1uş tarzı yukarıda açıklanan olaydan da anlaşılacağı gibi olay sırasında aşırı alkollü olduğu anlaşılan sanığın nizamiye Nöbetçi Subayı o1an Atğm.Şahin KALEM'e karşı yaptığı kabul edilen hareketlerinde üste fiilen taarruz kastı ile hareket etmediği, hareketlerinde üste fiilen taarruz veya üste fiilen taarruza teşebbüs kastı bulunmayan, bu kastı da taşımayan sanığın hareketlerinin sarhoşluk sonucu ortaya çıkan saygısız ve sırnaşıkça hareket ve davranışlar olduğu, Asteğmen’e vurmak, taarruz etmek, saldırmak veya buna kalkışmak gibi bir davranışının söz konusu olmadığı, bu nedenle sanığın mağdur Asteğmen'e karşı üste fiilen taarruz kastı olmaksızın gerçekleştirdiği söz konusu davranışlarının 477 sayılı kanunun 47 nci maddesinde düzenlenmiş olan “Hizmette veya hizmete ilişkin hallerde amire ve üste zorunlu olduğu saygıyı göstermemek veya uyarmayı saygı duruşu ile kabul edip dinlememek” suçunu oluşturduğu sonuç ve kanaatine varıldığından, 5 nci Dairenin sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünü yukarıda açıklanan gerekçelerle suç vasfına dayalı olarak görev noktasından bozan kararında isabetsizlik görülmediğinden.. Başsavcılığın yerinde görülmeyen itirazının oyçokluğu ile reddine karar verilmiştir. 193 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.91 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/179 K. No :1999/168 T. :30.09.1999 ÖZET Sanığın, öldürmeyi düşündüğü Bölük Komutanı Ütğm. G. E.’ün odasına girip, üsteğmenin odasında olmaması üzerine, odadan çıktıktan sonra tanıklarca etkisiz hale getirilmesi eyleminde “Silahla Amire Fiilen Taarruza Teşebbüs” suçu oluşmaz. Sanığın babasının rahatsız olduğunu ileri sürerek izin istediği, ancak sanığın evvelce bu konuda yalan konuştuğu saptandığı için kendisinden babasının hasta olduğuna dair rapor istendiği, rapor getirmeden kendisine izin verilmeyeceğinin söylendiği, buna kızan sanığın 28.5.1997 günü uhdesindeki dolu G-3 Piyade tüfeğiyle, Bölük Komutanı olan Ütğm.G.E.’ü öldürmek maksadıyla odasına girdiği, ancak üsteğmenin odasında olmaması üzerine dışarı çıkarak, “Nerede o ibne yavşak Göksel” diye bağırarak, kendisine engel olmak isteyen Astsb.M.Z.’a mukavemet ettiği şeklinde geliştiğinde hiçbir kuşku ve ihtilaf bulunmayan olayda; Askerî Mahkeme, sanığın, temyiz olunmamakla kesinleşmiş bulunan Bölük Komutanı Ütğm.G.E.’e karşı Amire Hakaret suçu ile Astsb.M.Z.’a karşı mukavemet suçundan başka; sanığın, Bölük Komutanı Ütğm.Göksel’i öldürmek maksadıyla odasına girmesi, üsteğmenin odasında olmaması üzerine O’nu aramaya devam etmesi eyleminin de, Ütğm.Göksel’e karşı “Amire Silahla Fiilen Taarruza Teşebbüs” suçunu oluşturduğunu kabul ederek, sanığın bu suçundan dolayı da yazılı olduğu şekilde mahkûmiyetine karar vermiş, Askerî Savcının; sanığın bu eyleminin hazırlık hareketleri niteliğinde olması sebebiyle herhangi bir suça vücut vermediği gerekçesiyle sanık lehine yaptığı temyiz başvurusu üzerine, hüküm; 194 Askerî Savcının temyizi doğrultusunda, Başsavcılığın tebliğnamesine aykırı olarak Dairece esastan bozulmuştur. Görüldüğü üzere; Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık; sanığın silahlı olarak, Bölük Komutanı olan üsteğmeni öldürmek amacıyla odasına girip çıkması şeklinde sübuta eren eyleminin “Silahla Amire Fiilen Taarruza Teşebbüs” suçuna vücut verip vermeyeceği noktasındadır. Sanık her ne kadar ifadelerinde, kendisine izin vermeyen Bölük Komutanı Ütğm.G.E.’ü silahla öldürmek amacıyla hareket ettiğini beyan etmekte ise de; bilindiği gibi, tamamen dimağı (zihni) ve indi nitelik arz eden suç kastının hangi suça ilişkin olduğu sanığın harici aleme yansıyan fiil ve davranışlarından çıkarılacaktır. Sanığın dış aleme yansıyan bir fiil ve davranışı olmadan, işlemeyi düşündüğü bir suçtan mahkum olması, “karşılaşsaydım öldürecektim” demesiyle, öldürmeye teşebbüs veya Amire Fiilen Taarruza Teşebbüs suçunu işlediğinin kabul edilmesi mümkün değildir. Sanığın öldürmeyi düşündüğü Bölük Komutanı Ütğm.G.ile karşılaştığında, duruma göre, onu öldürmekten vazgeçmesi olası olduğu gibi sadece tehditle yetinmesi de mümkündür. Ama bunların hepsi varsayımdan ibarettir. Dava konusu somut olayda, sanık öldürme veya Amire Fiilen Taarruz eyleminin icrasına henüz başlamış değildir. Dolayısıyla icra hareketlerine başlanmayan bir suçun teşebbüsünden de söz edilemeyeceği açıktır. Sanığın kastettiği suçun icrasına başlamadan önce gerçekleştirdiği tüm fiil ve davranışların, işlemeyi düşündüğü suçun hazırlık hareketleri niteliğinde olduğu, hazırlık hareketleri niteliğindeki bu fiillerin suç teşkil etmesi halinde ise, sanığın bu fiiline uygun düşen ilgili yasa maddeleri uyarınca cezalandırılabileceği kabul edilmelidir. Somut olayda da sanık Bölük Komutanını öldürmeyi düşünmüş, ancak bu suçun icra hareketine henüz başlamadan önce, “Nerede o ibne, yavşak Göksel” demek suretiyle Amire Hakaret suçunu; kendisine engel olmaya çalışan Astsb. M.Z.’a karşı da Mukavemet suçunu işlemiş ve sanık işlemeyi düşündüğü suç öncesindeki, konusu suç teşkil eden bu eylemlerinden dolayı mahkum olmuştur. Bu itibarla, ayrıca işlemeyi düşündüğü, ancak henüz icrai hareketlerine başlamadığı bir suçtan mahkum edilmesi kabul edilemez. Açıklanan nedenlerle; Dairenin; sanığın elinde silahla, öldürmeyi düşündüğü Bölük Komutanı Ütğm.G.E.’ün odasına girip, üsteğmenin odada bulunmaması nedeniyle odadan çıkması eyleminin “Silahla Amire Fiilen Taarruza Teşebbüs” suçunu oluşturmayacağını kabul ederek, Askerî Mahkemenin 195 sanık hakkında tesis ettiği mahkûmiyet hükmünü esastan bozmasında bir isabetsizlik bulunmamıştır.(Oybirliği ile) ------------- ------------ --------- -------- ---------- ------ ---------- ---------Bu madde için ayrıca, As. Yrg. Daireler Kurulunun 7.1.1999 gün ve 1999/13-4 sayılı olan TCK nun 59. maddesiyle ilgili içtihadına, As. Yrg. Daireler Kurulunun 6.5.1999 gün ve 1999/68-93 sayılı olan TCK nun 51. maddesiyle ilgili içtihadına, bakınız. --------- --------- --------- ----------- ------------ ---------- --------- -------- 196 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.91 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/186 K. No :1999/198 T. :11.11.1999 ÖZET Mağdur Dz.Er M.A.E’nin, TSK. İç Hizmet Yönetmeliğinin 399 ncu Maddesine aykırı olarak nöbetçi çavuşluğu ile görevlendirilmiş olması, diğer erlere karşı amirlik sıfatını kazandırmaz. Bu nedenle, yerel mahkemenin Amire Fiilen Taarruz suçuna ait mahkûmiyet hükmünü bozan Daire’nin, oluştuğu kabul edilen adiyen müessir fiil suçundan dolayı, mağdurun şikayetçi olmaması nedeniyle 353 Sayılı Yasanın 220/C Maddesi uyarınca Düşme kararı vermesinde bir isabetsizlik yoktur. Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık hakkında üste fiilen taarruz suçundan kamu davası açılan ve mahalli mahkemece bu suçtan mahkûmiyetine karar verilen sanığın eyleminin temyiz incelemesini yapan Dairece üste fiilen taarruz suçu olarak değil, T.C.K.nun 456 ncı maddesine uyan ve takibi suçtan zarar görenin şikayetine bağlı olan bir müessir fiil suçu olarak nitelenmesi ve dosyada mağdurun da yasal şikayet süresi içinde usulüne uygun şekilde yapılmış bir şikayetinin bulunmaması nedeniyle temyiz incelemesini yapan Dairenin sanık hakkındaki eylemin nitelemesini yaptıktan sonra hakkında verilmesi gereken düşme kararını verme işini mahalli mahkemeye bırakmadan davanın düşmesine bizzat karar verip veremeyeceğine ilişkindir. Yapılan incelemede; Sanığın 14.07.1998 günü Mersin Orduevinde nöbetçi çavuşu olarak görevlendirilmiş olan mağdur Dz.Er M.A.E.'e, aralarında çıkan tartışma sırasında sağ gözüne yumrukla vurduğu, olay yerinde bulunan diğer erler tarafından aralandıkları, olay sırasında mağdurun çavuş veya onbaşı rütbesinde olmayıp (Er) olduğu (Dz:5-13-23), ancak dosyanın 12 dizisindeki nöbet listesine göre 197 14.07.1998 Salı günü 12.00- 16.00 saatleri arasında mağdur Er’e nöbetçi çavuşluğu nöbetinin yazıldığı, mağdura bu şekilde nöbetçi çavuşluğu nöbetinin yazılmasının çavuş veya onbaşı olmaması nedeni ile İç Hizmet Yönetmeliğinin 399 ncu maddesine aykırı olduğu, Nöbetçi Çavuşluğu görevinin öncelikle bölükte bulunan çavuşlar tarafından, yeteri kadar çavuş bulunmadığı takdirde liyakatlı onbaşılar tarafından tutulmasının gerektiği, mağdur çavuş veya onbaşı olmayıp (Er) olduğundan sadece nöbet listesinde nöbetçi çavuşu olarak adı yazılıp yönetmelik hükümlerine aykırı olarak bu görevle görevlendirilmesinin mağduru sanığa karşı amir durumuna getirmeyeceği, ayrıca mağdura verilen görevin As.C.K.nun 15 ve 106 ncı maddelerinde düzenlenmiş olan mağdura amirlik sıfatı kazandıracak nöbet hizmeti de olmadığı dolayısı ile mağdurun bu manada nöbetçi ve amir de sayılamayacağı cihetle Dairece sanığın sübuta eren eyleminin As.C.K.nun 91 nci maddesine uyan üste/amire fiilen taarruz suçu olarak değil de mağdurda iş ve güçten kalacak derecede bir yaralanma olduğuna dair dosyada bir rapor veya belge o1maması nedeni ile takibi şikayete bağlı ve T.C.K.nun 456 ncı maddesinde düzenlenmiş olan Müessir Fiil Suçu olarak nitelenmesinde, mağdurun süresinde yapılmış usulüne uygun şikayeti olmadığı gibi, Askerî Savcı tarafından alınmış 28.09.1998 tarihli ifadesinde de sanıktan şikayetçi olmadığını açıkça beyan etmiş olması karşısında (Dz:13) müessir fiil suçu yönünden Takip şartı olan “Şikayet” unsurunun da bulunmaması nedeni ile 353 S. Kanunun 220/C md.deki "Ceza Kovuşturmasını düşüren sebeplerden biri var ise'' hükmün bozulacağı ve Dairenin bizzat davanın esasına hükmedeceği şeklindeki emredici mahiyetteki düzenlemeye göre yasal yetkisine dayanarak ve bu yetkisini kullanarak Dairenin sanık hakkındaki kamu davasının düşmesine karar vermesinde isabetsizlik görülmediğinden Başsavcılığın yerinde görülmeyen itirazının reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 198 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.95 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/38 K. No :1999/36 T. :25.02.1999 ÖZET Sanık Emekli Kur.Yb. Y.Y.nin yazdığı ve içeriğinde AstlıkÜstlük münasebetlerini zedelemeye, komutanlara karşı güven hissini yoketmeye matuf tahkir ve tezyif edici sözlerin yer aldığı iddia edilen mektubu, Cumhurbaşkanlığı Makamına değil, Cumhurbaşkanının bizzat şahsına gönderip, sadece Cumhurbaşkanı tarafından açılarak okunacağını düşündüğü halde, mektubun Genel Sekreterlikçe açılıp, Cumhurbaşkanına haber dahi verilmeksizin doğrudan Genelkurmay Başkanlığına gönderilmesi şeklinde sanığın iradesi dışında gelişen olaydan sanığın sorumlu tutulamayacağı, gizlilik ilkesinin ihlali olarak nitelendirilen bu oluşumlarda, müsnet suçun kanuni unsuru olarak aranan Aleniyet unsuru gerçekleşmemiştir. Sanık emekli Kur.Yb.Y.Y.'ın Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL'e hitaben yazıp postaya verdiği mektubunda; T.S.K.de ürkütücü boyutta alevi kadrolaşmanın bulunduğunu, bu konunun kendisine intikal ettiğini bir vatandaş olarak devletin başı olması hasebiyle bilgi arzetmeyi amaçladığını, Sn.Org. Hüseyin KIVRIKOĞLU' na Kıbrıs’ta düzenlenen Suikastın Allah'ın lütfu ile atlatıldığını, Sn.Çevik BİR'in Genelkurmay Başkanı olması için ya Sn.Hüseyin KIVRIKOĞLU'nun ortadan kaldırılacağını ya da Sn.Genelkurmay Başkanının görev süresinin bir yıl uzatılacağını, millet olarak duamızın her iki teşebbüsünde başarısızlıkla sonuçlanması olduğunu, özellikle ikinci teşebbüsün kendilerinin katkısını gerektirdiğini, bu senaryonun engelenmesini istediğini ayrıca GATA, Okullar Dairesi Bşk.lığı, Tayin Daireleri gibi yerlerdeki alevi kadrolaşmanın incelenebileceğini hatta Cumhurbaşkanı yaveri olan Alb.Reha'nın da alevi olduğunu, güzel 199 Türkiyemizin Suriye olmamasını temenni ettiğini açıkladığı belirlenmektedir. Sözkonusu mektubun Cumhurbaşkanlığı genel evrak ve arşiv müdürlüğü kayıtlarına 11.3.1998 tarihinde girdiği, 12.3.1998 tarihinde de müracat ve şikayetleri inceleme müdürlüğüne ulaştığı, Genel Sekreter Yardımcısı tarafından 16.3.1998 tarihinde Genelkurmay Genel Sekreteri Tümg.Erol ÖZKASNAK'ın aranarak mektubun mahiyeti açıklanarak faksla gönderildiği bilahare Genelkurmay Başkanlığınca şifahen söz konusu mektup aslının istenmesi üzerine de mektup aslının zarfı ile birlikte gönderildiği ve bu arada mektup içeriği hakkında Cumhurbaşkanına da şifahi bilgi sunulmuş olduğu dosya içeriği belgelerin incelenmesinden anlaşılmaktadır. Yukarıda açıklanan aşamalardan açıkça belirlendiği üzere; Askerî Yargıtay Başsavcılığı ile Daire arasındaki anlaşmazlığın "aleniyet" unsurunun dava konusu olayda mevcut bulunup bulunmadığına ilişkin bulunduğu anlaşılmakla birlikte; Dairece mevcut mektup içeriğindeki ibarelerin tahkir ve tezyif niteliği taşıyıp taşımadığı hususunda herhangi bir değerlendirme yapılmaksızın ve bu konuda olumlu veya olumsuz bir görüş ortaya konulmaksızın, özellikle mektubun yazıldığı kişi ile olayın soruşturmaya konu oluş şekli irdelenmek suretiyle "aleniyet" unsurunun oluşmadığı sonucuna varıldığı halde; Başsavcılık itiraz tebliğnamesinde; yazılan mektup içeriğindeki ibarelerin incelenmesi öncelikle değerlendirilmeye alınmak ve mektup içeriğindeki beyanların tahlili sonucu As.C.K.nun 95/4 maddesinde yer alan tehlikenin sanığın fiili ile zedelendiği ve gerçekleştiği dolayısıyla bu durumda aleniyetin bulunmadığından bahsedilemeyeceği kabul edilmek suretiyle bahis konusu itirazın yapıldığı anlaşılmaktadır. Belirlenen bu durum karşısında; Askerî Yargıtay 4 ncü Dairesinde yapılan müzakere sırasında sanığın yazmış olduğu mektup içeriğinde tahkir ve tezyif niteliği unsurlarının oluşup oluşmadığı konusunda inceleme yapılmadığı için bu incelemenin öncelikle Dairece yapılması icapettiği ve bu nedenle dosyanın daireye iadesinin gerekli olduğunu ileri süren üyelerin karşı oyları ve oyçokluğu ile "aleniyet"in suçun maddi unsuru olduğu Dairenin bu konudaki kararının itiraza atfen tüm yönleri ile Daireler Kurulunca incelenmesi gerektiği sonucuna ulaşılmasını takiben, inceleme konusu olaya dönüldüğünde; Sanığın kaleme aldığı mektubu Cumhurbaşkanının bizzat şahsına gönderdiği, ancak Cumhurbaşkanına verilmeden önce, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği görevlileri tarafından açılarak ve Genelkurmay Genel 200 Sekreteri Tümg.Erol ÖZKASNAK aranıp mektubun içeriği açıklanıp faksla bilgi verilmesini ve daha sonra aslının gönderilmesini takiben içeriği hakkında mektubun özel olarak yazıldığı Cumhurbaşkanına yalnızca şifahi bilgi verilmekle yetinildiği anlaşılmaktadır. Dosyada yer alan mektup ve zarfının incelenmesinden sanığın bu mektubu Cumhurbaşkanlığı makamına değil bizzat Cumhurbaşkanının şahsına gönderdiği açıkça belirlenmektedir. Makama gönderilen mektupların yetkililer tarafından açılarak işlem göreceği konusunda ise şüphe bulunmadığı; Ancak Cumhurbaşkanının adı ve soyadı açıkça yazılmak suretiyle gönderilen mektubun tamamen kendisinin ıttılaına hitap ettiği ve onun mahremiyet (gizlilik) alanı içerisinde kalmasını gerektirdiğinin kuşkusuz olduğu; Keza Cumhurbaşkanının adına gelen özel mektupları bizzat kendisinin açacağını, görevliler tarafından açılmamasını talep etmesinin açıklayacağı iradesine bağlı olduğu da açıktır. Böyle bir durumda ise gelen mektubu iptal etmesi, veya muhafaza etmesi, üçüncübir ihtimal olarak yasal işlem yaptırması da Cumhurbaşkanının iradesi sonucu gerçekleşmesi gereken sonuçlar olması gerekmektedir.Oysa olayda ise sanık tarafından Cumhurbaşkanının şahsına yazılan mektup Genel sekreterlik görevlileri tarafından açılmış, önceden Cumhurbaşkanına bilgi verilmeden aslı Genelkurmaya gönderilmek suretiyle bir anlamda gizlilik ilkesi ihlal edilmiş bulunmaktadır. Bu itibarla; Yerel Mahkeme ve Askerî Yargıtay Başsavcılığınca emsal gösterilen Askerî Yargıtay 3.D.30.1.1996 gün ve 1996/63-62, Drl.Krl.27.6.1996 gün ve 1996/105-104 sayılı kararlarındaki sanık tarafından kaleme alınıp gönderilen mektubun Cumhurbaşkanı, Başbakan, Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları gibi çok sayıda üst düzey yöneticiye gönderilmiş olduğu anlaşıldığından aleniyet unsurunun mevcut olduğuna ilişkin bu kararlardaki olayın inceleme konusu olayla bir benzerliği bulunmamaktadır. Keza Y.İçt. B.K.13.5.1942 gün ve 41/13 sayılı kararında da, resmi makamlara ita olunan istida ve arzuhaller birkaç Daireye havale edilmesi sebebiyle münderecatına birkaç kişi muttali olduğundan aleniyet unsurunun gerçekleştiği kabul edilmiş olmakla beraber istida ve arzuhaller birden çok makama havale edilmiş bulunduğundan aynı şekilde inceleme konusu olayla bir benzerlik taşımamakta dolayısıyla emsal gösterilmelerinde de isabet bulunmamaktadır. Aksine Yargıtay 9.C.D.nin 11.2.1983 gün ve 123/236 sayılı kararında, dava konusu suçun Cumhurbaşkanının şahsına yazılmış 201 özel mektupla işlendiği kabul ve anlaşıldığına göre...aleniyet unsurunun ne suretle mevcut olduğunun gerekçesiyle açıklanmamasının yasaya aykırı olduğuna değinildiği ve doktriner görüşlerinde bu doğrultuda olduğu belirlenmektedir. Bu itibarla sanığın yazıp Cumhurbaşkanının şahsına gönderdiği mektubunun bizzat Cumhurbaşkanı tarafından açılarak okunacağını amaçlayıp, varsaydığı oluşa göre ise mektubun Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği görevlileri tarafından açılarak Cumhurbaşkanına bilgi dahi verilmeksizin Genelkurmay Başkanlığına gönderilmesi ve bu suretle aleniyet sağlanması şeklindeki oluşumların sanığın iradesi dışında geliştiği açık olup bu oluşumdan ise sanığı sorumlu tutmaya imkan bulunmadığı ve bu durum gizlilik ilkesinin ihlali olarak nitelendirildiğinden sonuç olarak dava konusu olayda aleniyet unsuru mevcut bulunmadığı gibi; Askerî Yargıtay Başsavcılığının, sanığın emekli Kur.Yb.olması sebebiyle Cumhurbaşkanının şahsına yazılan mektupların görevliler tarafından açılacağını bilmesi gerektiğine ilişkin görüşüne de iştirak edilmemiştir. Zira bu görüş bir varsayıma dayanmakta ve ceza hukukunda genel ilkelerine aykırı bulunmaktadır. Kişilerin cezai sorumluluğu belirlenirken eğitim seviyelerinin, sosyal durumlarının göz önüne alınmaksızın uygulama yapılması da genel hukuk kuralıdır. Sonuç olarak oluşa ve delillere göre sanığa müsnet suçun "aleniyet" unsurunun oluşmaması nedeniyle, yerel Askerî Mahkemenin mahkûmiyet hükmünü esastan bozan Askerî Yargıtay 4.D.13.12.1998 gün ve 1998/797-832 sayılı kararına karşı Başsavcılıkça yapılan itirazın reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 202 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.95 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/145 K. No :1999/164 T. :30.09.1999 ÖZET Aynı birimde görevli olan bir personele, amirleri olan üç komutanın hangi kültürel ve felsefi inanç mensubu olduğunu söylemekten ibaret kalan, başka bir faaliyeti saptanmayan, halen TSK.de görevde olup, geçmişinin de çok olumlu olduğu dosyada mevcut sicil ve takdir belgelerinden anlaşılan sanığın bu eylemi; “Astlık-Üstlük münasebetlerini zedelemeye, amir ve komutanlara karşı güven hissini yok etmeye matuf olarak alenen tahkir veya tezyif edici fiil ve harekette bulunmak” suçunu oluşturmaz. Dosyaya göre, Askerî Mahkeme ile Daire arasındaki anlaşmazlığın, müsned suçun sübutuna ilişkin olduğu görülmekte ise de; öncelikle direnme hükmünün usule uygun olup olmadığının incelemesi ve tartışılması gerekmiştir. İddianamede (Dz:27), suç konusu eylem olarak sanığın; 10.12.1998 tarihinde aynı yerde görevli Bnb.Levent KUŞOĞLU’na Genelkurmay 2 nci Başkanı, Genelkurmay Genel Sekreteri ve Genelkurmay Basın Halkla İlişkiler Daire Başkanının alevi olduklarını söylediği; ayrıca, evvelce de yine Bnb.Levent’e Genelkurmay Genel Sekreteri hakkında “E.Ö. Çorumlu, kendisi alevi çıktı” sözünü söylediği iddia edilmiştir. Askerî Mahkemenin ilk hükmünde ise, mahkûmiyet hükmüne esas eylem olarak, sanığın her üç komutanının alevi olduklarını ve bir halka oluşturduklarını söylediği, keza Genelkurmay Genel Sekreteri hakkında “E.Ö. Çorumlu, kendisi alevi çıktı” dediği kabul edilmiştir. Sanığın sarf ettiği kabul edilen bu sözleriyle muhatabı olan subayların zihinlerinde üst ve amirlerine karşı oluşmuş saygı, güven, tarafsızlık ve itaat hislerini zedeleyerek ast kademedeki kişilerin üst 203 kademedeki komutanlara karşı duydukları bu inançları yok etmeye matuf olarak komutanları alenen tahkir ve tezyif ettiği, konuşmasında ismi geçen komutanları dayanaksız isnatlar altına sokarak onları astlarının gözünden düşürmeye yönelik davranışlarda bulunduğu, böylelikle “Astlık-üstlük münasebetlerini zedelemeye, amir veya komutanlara karşı güven hissini yok etmeye matuf olarak alenen tahkir veya tezyif edici fiil ve harekette bulunmak” suçunu işlediği sabit görülerek yazılı olduğu şekilde hükme varılmıştır. Görüleceği üzere, mahkeme hükmünde, iddianamede suç teşkil eden eylem olarak yer almayan “bir halka oluşturdukları” sözünü de sanığın söylediği kabul edilerek mahkûmiyete esas alınmıştır. Askerî Yargıtay 2 nci Dairesince sanığın söylediği kabul edilen sözlerin (mahkemece kabul edilen sübut şekliyle) suç teşkil etmediğinin kabulü ile hükmün esas yönünden bozulmasından sonra tesis edilen direnme hükmünde ise, bu defa sanığın üç komutanının alevi olduklarını söylemiş olması eyleminin suç teşkil etmediği, ancak bu komutanların “bir halka oluşturdukları” şeklindeki sözünün mahkûmiyet hükmünün temelini ve özünü teşkil ettiği, sanığın bu üç kelimelik sözü sarf etmekle alevi olduklarını söylediği bazı komutanların ordu içinde örgüt oluşturduklarını ifade etmek istediği, böylelikle sanığın Astlık-Üstlük münasebetlerini zedelemeye, amir ve komutanlara karşı güven hissini yok etmeye matuf olarak alenen tahkir veya tezyif edici fiil ve harekette bulunmak suçunu işlediği kabul edilerek yine As.C.K.nun 95/4 ve T.C.K.nun 59 ncu maddeleri uyarınca mahkûmiyetine hükmolunmuştur. Kısaca, sanık hakkındaki iddianamede suç teşkil eden eylem olarak yer almayan bir konu (sanığın, üç kelimeden oluşan, alevi olduklarını söylediği üç komutanın “bir halka oluşturdukları” şeklindeki sözü) gerek ilk hükümde ve gerekse kurulumuzca incelenen direnme hükmünde mahkûmiyete esas eylem olarak kabul edilmiştir. Bir başka ifadeyle, kurulumuzca incelenen direnme hükmünde, mahkemece sanığın mahkûmiyetine esas olan “...bir halka oluşturdukları” sözünün sarf edilmesi eylemiyle ilgili bir dava açılmamış olmasına karşın, bu sözler mahkûmiyete esas alınmıştır. Oysa, bilindiği üzere, 353 Sayılı Yasanın 165 nci maddesinin amir hükmüne göre hükmün konusu (duruşmanın sonucuna göre) iddianamede gösterilen eylemden ibarettir. Askerî Mahkemenin, sanığın, dava konusu yapılmayan ve mahiyeti itibariyle hakaret, tahkir veya tezyif niteliğinde olmayan (alevi olduklarını söylediği komutanların) “bir halka oluşturdukları” şeklindeki 204 sözü ile, bu komutanların ordu içinde örgüt oluşturduklarını söylediğini kabul ederek, ilk hükümdeki değerlendirme ve kabulden tamamen farklı ve yoruma dayalı bir gerekçeyi direnme gerekçesi olarak göstermesi de usule aykırı ve isabetsiz bulunmuştur. Bununla birlikte direnme hükmünde yer verilen ve mahkûmiyet hükmünün gerekçesine dayanak yapılan bu sözlerin, değerlendirmeye alınmasının usul yönünden bozmayı gerektirecek nitelikte esaslı şekilde kanuna aykırılık oluşturmadığı sonuç ve kanısına varılarak, usul yönünden temyiz incelemesi safhası, bazı üyelerin davanın esasına girilemeyeceği yönündeki karşı görüşleriyle ve oyçokluğuyla aşılarak, davanın esas yönünden incelenmesine geçilmiştir. Herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğuna ilişkin Anayasamızın “Kanun önünde eşitlik” başlıklı 10 ncu maddesi, keza herkesin vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğuna, ve kimsenin dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağına ve suçlanamayacağına ilişkin olan Anayasamızın “Din ve vicdan hürriyeti” başlıklı 24 ncü maddesindeki hükümler de dikkate alınarak, bir kimsenin inandığı dini, mensup olduğu mezhebi, siyasi görüş ve düşüncesini veya felsefi inancını açıklaması suç teşkil etmediği gibi, bir kişinin bir başkasının mensup olduğu dini, mezhebi, siyasi partiyi, legal olarak kurulmuş dernek veya kulübünü açıklaması, hangi felsefi inanç topluluğundan olduğunu söylemesinin de tahkir veya tezyif edici bir hareket olarak değerlendirilemeyeceği, aksi halde kamu görevi yapanlar arasında şu veya bu dine, mezhebe, siyasi, kültürel, veya felsefi inanca mensup olanlarla, olmayanlar arasında ayırım yapılmış olacağı, bunun ise laik devlet anlayışı ve eşitlik ilkeleriyle bağdaşmayacağı için, aynı zamanda BÇG de görevli olan sanığın, aynı birimde görevli olan bir personele, amirleri olan üç komutanın hangi kültürel ve felsefi inanç mensubu olduğunu söylemekten ibaret kalan, başka bir faaliyeti saptanmayan, halen TSK’de görevde olup, geçmişinin de çok olumlu olduğu dosyada mevcut sicil ve takdir belgelerinden anlaşılan sanığın bu eyleminin “Astlık-Üstlük münasebetlerini zedelemeye, amir ve komutanlara karşı güven hissini yok etmeye matuf olarak alenen tahkir veya tezyif edici fiil ve harekette bulunmak” suçunu oluşturmayacağına oybirliği ile karar verilmiştir. 205 ------------- ------------ --------- -------- ---------- ------ ---------- ---------Bu madde için ayrıca, As. Yrg. Daireler Kurulunun 27.5.1999 gün ve 1999/122-111 sayılı olan TCK nun 159. maddesiyle ilgili içtihadına bakınız. --------- --------- --------- ----------- ------------ ---------- --------- -------- 206 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.100 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/72 K. No :1999/94 T. :06.05.1999 ÖZET Sanıkların, başlangıçta açık veya zımnî olarak anlaşmaları olmamakla birlikte, olayın gelişimi içinde, Mehmetçik Gazinosuna gelen ve subay olduğunu öğrendikleri Atğm.A.T.ye karşı fiilen taarruz iradelerinin birleşmesi, her birinin harekete geçmeden önce diğerinin hareketini bilmeleri ve üste fiilen taarruz eylemini müşterek irade doğrultusunda gerçekleştirmiş olmaları nedeniyle eylemleri Askerî İsyan Suçunu oluşturur. Askerî Mahkemece maddi olay, ''...Mardin J.Komd.Özel Hareket Grup K. lığın da görevli olan sanıkların 10.01.1997 tarihinde Mehmetçik gazinosunda otururlarken Mardin'deki 70.Mknz.Tug.Top.Tb.Kh.ve Bl.K. lığında görevli Top.Atğm. olan A.T.'ın saat 19.00 sıralarında yanında Top.Çvş. Battal TÜYSÜZ olduğu halde sivil giyimli olarak gazinodan içeri girdiği kapıyı kapatmaması üzerine kapının hemen yanında oturan sanıklardan Çvş. T.S.’nin kapıyı kapatsana diye bağırdığı, Atğm.Ahmet ile sanıklardan Tekin'in kapının kapanması hususunda tartışmaya başladıkları, bu ana kadar sanık Tekin'in tartıştığı kişinin Atğm. rütbesinde olduğunu bilmediği Top.Çvş.Battal TÜYSÜZ'ün araya girerek ve sanık Tekin'in de duyacağı üzere "komutanım uzatmaya gerek yok'' diyerek sanıkla Atğm.Ahmet' i ayırdığı ve kapıyı kendisinin kapattığı, sanık Tekin'in hasta olduğu için kapıyı kapatmasını istediğini Atğm.Ahmet'e söylemesi üzerine Atğm.in sanık Tekin'e “sen kafadan hastasın s...tir git diyerek'' büfeye doğru ilerlediği, büfedeyken Atğm. Ahmet'in kendisine bakmasından kendi beyanına göre öfkelenen sanık Tekin'in Atğm.in yanına gittiği, bu esnada Atğm.Ahmet'in ''eşek oğlu eşek'' diyerek tekrar sanık Tekin'e küfür ettiği, bunun üzerine kimliği tespit edilemeyen ve başında poşu bulunan bir askerîn oturduğu 207 sandalyeden kalkarak Atğm.Ahmet'e bir yumruk vurduğu, Atğm.ile beraber olan Battal TÜYSÜZ'ün, Murat AKKUŞ'un ve Top.Onb.Mustafa YÜZER'in tüm ikazlarına ''yapmayın, vurmayın, vurduğunuz Asteğmendir'' demelerine rağmen sanıklarla birlikte aynı yerde görev yapan ve kimlikleri tespit edilemeyen gazinodaki askerlerin ''Asteğmenini... yaparım'' diye küfrederek galeyana gelmiş bir şekilde Asteğmeni dövmeye başladıkları, gazinodan dışarı çıkmaya çalışan Atğm.Ahmet' i sanıklardan T.S. 'nin arkadan yumrukla vurarak yere düşürdüğü, müteakiben yere düşen Atğm.Ahmet'e diğer sanık A.D.'ün de iki kere karnına tekme ile vurduğu, kimlikleri ve tam sayısı belirlenemeyen ve sanıklarla aynı birlikte görev yapan diğer jandarma erbaş ve erlerinin de gazinonun önünde savunmasız bir şekilde yatan Atğm.Ahmet'e tekme tokat ve yumruk atarak gazinodan kaçtıkları, Atğm.Ahmet'in can havliyle silahım nerede diye bağırdığı, ancak galeyana gelmiş aralarında sanıkların da bulunduğu gruptakilerin tekme ve yumruklarına engel olamadığı, sanıklar dahil Atğm.i döven askerlerin kaçtıkları, müteakiben sanıkların olay tanıkları ve mağdur tarafından teşhis edildikleri, bu olay neticesinde mağdur Atğm.A.T.'ın 3 gün iş ve gücünden kalacak şekilde yaralandığı...'' şeklinde kabul edilmiş olup, olayın kabul doğrultusunda sübuta erdiği anlaşılmaktadır. Esasen, Daire tarafından da olayın bu şekilde cereyan ettiği ve sanıkların mağdurun Atğm. olduğunu bilmediklerine dair savunmalarının gerçeği yansıtmadığı kabul edilmektedir. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık eylemlerin nitelendirilmesine (suç vasfına) ilişkin olduğundan askerî isyan suçunun unsurlarının irdelenmesi gereklidir. Askerî Yargıtay Drl. Krl. nun 19.9.1996 tarih ve 1996/126-l19 sayılı kararında belirtildiği gibi; ''...As.C.K.nun 100 ncü maddesine göre, ''...birden ziyade askerî şahıslar, gürültü patırtı ile veya alenen toplanarak bir amire veya mafevke itaatsizliğe veya mukavemet veya fiilen taarruza (M.86,90,91) birlikte kalkışırlarsa (askerî isyan) sayılır..." Bu düzenlemeye göre, askerî isyan suçunun oluşabilmesi için iki veya daha ziyade asker kişinin, gürültü patırtı ile ve alenen toplanarak, İTAATSİZLİĞE veya MUKAVEMETE veya FİİLEN TAARRUZA BİRLİKTE KALKIŞMASI gerekmektedir. ''Gürültü ve patırtı ile veya alenen toplanarak'' unsuru bu maddenin mehaz-Alman Kanununda, ''eğer müteaddit askerler bir yerde toplanarak veya kuvvetlerini birleştirerek mafevke karşı itaatı reddetmeye, ona mukavemet etmeye veya ona karşı müessir fiiller 208 yapmaya kalkışırlarsa, bu toplantıya iştirak edenlerden her biri isyan dolayısıyla...cezalandırılır.'' şeklindedir. Dolayısıyla bu eylem için birden çok asker kişinin önceden anlaşması ve birleşmesi şart değildir. Bunun için belirtilen amaçla asker kişilerin behemehal toplanmış olmalarına veya önceden bir anlaşmaya varmalarına lüzum ve zorunluluk olmayıp, ayrı biçimde başlasa bile, birden ziyade asker kişinin birleşerek sonradan oluşan irade ile üst veya amire karşı fiilen taarruza kalkışmaları ile de bu suçun teşekkülü mümkün olabilmekte ve bu düşünce doktrinde ve uygulamada böylece kabul edilmektedir. (Rıfat TAŞKIN, As.C.K.nu 8. basım Sh.l87; As.Yrg. 4.D.nin 14.1.1977/23-16, 3.D.nin 21.9.1993/717696 Sayılı Kararları). Keza 100.maddedeki askerî isyan suçu birleşme suçu şeklinde beliren çok failli bir suç olduğu ve burada anlaşmadan gayri fiilen taarruza kalkışma unsurunun bulunmasının da aranacağı kuşkusuzdur. (Prof.S.ERMAN As.Ceza Hukuku 7.Bas.-Sh.222) Madde de ki ''alenen'' unsuru As.Yargıtay uygulamalarında kabul edilen "aleniyet" yani fiilin haricen anlaşılabilecek bir vaziyette olup olmadığı biçiminde ele alınmalıdır. Keza ''kalkışmak'' unsuru yine As.C.K.nun 9l.maddesinde sözü edilen,"teşebbüs" anlamında olup, burada isyanın dayandığı amacın meydana gelmesi şart koşulmamıştır..'' Bu duruma göre; dava konusu olayda kimlikleri saptanan sanıklar ile birlikte mağdura ilk darbeyi vuran poşulu asker ve birkaç kişinin daha alenen toplanarak ve gürültü-patırtı ile üstlerine karşı fiilen taarruzda bulundukları, başlangıçta açık veya zımni olarak anlaşmaları olmamakla beraber, olayın gelişimi içerisinde üste fiilen taarruz iradelerinin birleştiği ve bu müşterek irade doğrultusunda eylemlerini gerçekleştirdikleri, diğer bir ifadeyle her birinin harekete başlamadan önce diğerlerinin hareketini bildikleri ve aynı eylemi tasvip ederek mağdura taarruz ettikleri, dolayısıyla sanıkların bu şekilde sübut bulan eylemlerinin askerî isyan suçunu oluşturduğu ve Başsavcılığın itiraz nedenlerinin yerinde olduğu sonucuna varılmış ve aksi düşünceye dayalı Daire kararının kaldırılmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 209 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.117 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/27 K. No :1999/45 T. :04.03.1999 ÖZET Sanığın, mağdurların yüzlerine tokat atma, ensesine vurma şeklindeki eylemlerinde şefkat ve sevgiyle dokunma tarzında bir davranış biçimi sergilemediği, mağdur erlerin kendilerine atılan tokadı “dövme” olarak algıladıklarını beyan ettikleri, Bl.K.nın; sanığın bu tür hareketleri, bölüğe yeni gelen erbaş ve erleri korkutmak, sindirmek için yaptığı şeklindeki vaka kanaat raporu, Bl.K.nın sanık hakkında adli soruşturma için işlem yapıp, ceza yetkisini kullanmaması nedenleriyle, sanığın eylemi Asta Müessir Fiil suçunu oluşturur. Müessir fiil suçunda korunan hukuki menfaatın kişilerin vücut tamamiyeti, bedenen şiddet ifade eden muamelelerden masun bulunmak hususundaki hakları ile bedeni, ruhi ve akli sıhhatlerini korumak hakları olduğu kabul edilmektedir. Müessir fiil suçunu düzenleyen TCK.nun ve As.C.K.nun hükümleri incelendiğinde; müessir fiil sonucunu doğuran hareketlerin, esas olarak bedene yönelik olan ve bedene tesir eden hareketler olduğu görülmektedir. Örneğin, bir kimsenin bedenine vurma, şiddetle bedeni sarsma gibi hareketlerin müsessir fiil teşkil ettiğinde kuşku yoktur. Nitekim, As.C.K.nun 117 nci maddesinde "Madununu itip kakmak" dahi asta müessir fiil suçunun maddi unsurunu teşkil eden hareketler meyanında sayılmıştır. Dava konusu olaylarda sanığın, er Özgür YILMAZ, Onb.Rıdvan HOCAOĞLU ve Onb.Mustafa AKDERE'nin yüzlerine birer tokat atma ve er Tufan DEMİR'in yemekhanede ensesine vurma şeklindeki eylemlerinde şefkat ve sevgiyle dokunma tarzında bir davranış biçimi sergilemediği mağdur erlerin, kendilerine atılan tokadı "dövme" olarak algıladıklarını beyan etmelerinden anlaşılmaktadır. Zira, bu hususu en iyi 210 değerlendirebilecek olan böyle bir davranışa maruz kalan kimsedir. Ayrıca, Bölük Komutanının Vak'a ve Kanaat Raporunda "...şahıs bu tür hareketleri özellikle yeni gelmiş erbaş ve erlere onları sindirmek, korkutmak için yapmaktadır." şeklindeki kanaati de, bu düşünceyi doğrulamaktadır. Bu nedenlerle, sanığın eylemi As.C.K.nun 117 nci maddesinde tanımlanan asta müessir fiil suçunu oluşturduğundan; Dairenin, eylemin 477 Sayılı Kanunun 55 nci maddesinde tanımlanan disiplin suçunu oluşturacağına ilişkin kabulü yerinde olmadığı gibi, Disiplin Amirinin, sanığın daha önce de bu tür eylemlerde bulunduğunu dikkate alarak, eylemi "az vahim hal" kapsamında, dolayısıyla kendi yetkisi dahilinde cezalandırmayı uygun görmeyerek suç evrakını adli soruşturma yapılması için işleme koyması karşısında, As.C.K.nun 117/2 nci maddesinin de uygulanması olanağı bulunmadığından bu hususa yönelik değerlendirmesi de yasaya aykırı görülmüş ve itirazın kabulü ile Daire kararının kaldırılmasına oybirliği ile karar verilmiştir. 211 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.130 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/79 K. No :1999/65 T :25.03.1999 ÖZET Sanığın, başkasına zimmetli olan askerî aracı bir şekilde çalıştırmakla yetinmeyip, diğer sanığın aracı sevk ve idare etmesi için onun yanında oturmaya devam ederek arkadaşının aracı kullanmasından yararlanmak suretiyle araçla gezme ihtiyacını tatmin etme şeklindeki özel kastı açıklığa kavuştuğundan, eylemi “Askerî Aracı Hususi Menfaatte Kullanmak” suçunu oluşturur. Şırnak-Beytüşşebap 5 nci J.Komd. Tb.Kh.ve servis bölüğünde görevli olan sanık Er A.K.’ın, 26.4.1997 günü saat 14.30 sularında; yanında arkadaşı Çvş.M.A.T. olduğu halde bölük garajına geldikleri; Sanığın, aynı birlikte görevli Er Necdet HAKBİLİR’e zimmetli olan ve eski model olması nedeni ile her türlü anahtar ile çalıştırılabilen 779712 nolu BMC aracın aracın direksiyon mahalline girerek çalıştırdığı, ancak hareket ettirmeden önce o sırada aracın yanında beklemekte olan ve hakkında Dairece verilen karar itiraz konusu olmayan Çvş.M.A.T.’ın istemi üzerine yan tarafa kaydığı, direksiyona geçen diğer sanığın ise aracı hareket ettirdiği; on iki metre ilerleyen aracın kaymaya başladığı ve direksiyon hâkimiyetinin kaybı sonucu dere yatağına yuvarlanarak aracın hasara uğramasına ve 301.550.000 Tl.sı tutarında hazine zararı doğmasına neden olunduğu mevcut delillerin incelenmesinden anlaşılmakta ve maddi olayın oluş şekli hakkında bir kuşku bulunmadığı belirlenmektedir. Başsavcılık ile Daire arasındaki anlaşmazlığın, sadece sanık Er A.K.’ın eyleminin nitelendirilmesine ilişkin bulunduğu anlaşılmaktadır. Zira, Dairece sanığın eyleminin aracı çalıştırmaktan ibaret olduğu, aracı sevk ve idare etmemesi nedeniyle hazırlık hareketi niteliğindeki bu davranışının da askerî aracı hususi menfaatte kullanmak suçunu 212 oluşturamıyacağı açıklanarak ve sonuçta As.C.K.nun 87 nci maddesinde açıklanan suç yönünden noksan soruşturma bulunduğu görüşüyle As.C.K.nun 130 ncu maddesi ile mahkûmiyetine dair hükmün Bozulmasına karar vermesine karşın; Başsavcılığın; sanık Er A.K.’ın eyleminin aracı çalıştırmaktan ibaret olmayıp, çalıştırdıktan sonra aracın direksiyonunu arkadaşına vermek ve iştirak iradesiyle aracın içinde kalarak diğer sanığın aracı kullanmasından çıkar sağlamak suretiyle, isnad olunan “askerî aracı hususi menfaatinde kullanmak” suçunun oluştuğu görüşünün ileri sürüldüğü görülmektedir. Oluşun açıklığa kavuşan özellikleri ve yerleşik uygulamalar nazara alındığında sanığınarac çalıştırmakla yetinmediği açıkça belirlenmiştir. Sanık diğer sanığın yana geçmesi isteğine rıza göstererek ve hareket eden aracın içinde oturmaya devam ederek ve ortaya koyduğu bu davranışıyla kişisel zevkini tatmin edip arkadaşının aracı kullanmasından yararlanmak suretiyle, gezme ihtiyacını tatmin şeklindeki özel kastını açıklığa kavuşturmuş ve böylece diğer sanığın eyleminden tamamen müstakil bir şekilde askerî aracı hususi menfaatinde kullanmak suçunu işlemiştir. Bu suçun oluşumu için mutlak surette aracı kullanmanın gerekli bulunmadığı nazara alındığında Daire kararında haklılık görülmemiş ve bu nedenle İTİRAZIN KABULÜNE; Üyeler Hâk.Alb.D.DİNÇER, Hâk.Alb.İ.Z.ÇAĞATAY ve Doç. Hâk.Alb.M.T.ODMAN’ın; sanığın eyleminin TCK.nun 64/1 maddesi delaletiyle As.C.K.nun 130 ncu maddesini ihlal suçunu oluşturacağına ilişkin değişik gerekçeleri ile ve oyçokluğuyla karar verilmiştir. 213 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.130 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/217 K. No :1999/212 T. :25.11.1999 ÖZET Sanığın, nöbeti sırasında üzerindeki nöbet silahı ile havaya 20 el ateş etmesi eyleminde, askerî eşyayı tahrip kastı ile hareket ettiğine dair bir delil elde edilemediğinden, eylemi “Mazarratı Mucip Nöbet Talimatına Aykırı Hareket Etmek” suçunu oluşturur. 09.03.1998 günü 20.30-22.30 saatleri arasında (4) nolu mevzi nöbetçisi olan ve nöbet yerine gidip nöbetine başladıktan bir süre sonra nöbet yerinde çelik başlığının üzerine oturur vaziyette iken Devriye Onb. Mehmet GÜNAYDIN tarafından görülüp ikaz edilen sanığın, Devriye Onbaşısına "Kime şikayet edersen et" diye cevap verdiği, bu konuşmadan kısa bir süre sonra da nöbet tuttuğu G-3 Piyade tüfeği ile havaya 20 el ateş ettiği, olay yerine görevlilerin geldiği, sanığın o sırada tüfeğini yere bırakmış, yarı baygın bir halde olduğu, daha sonra olay yerinden götürüldüğü, hakkında açılan soruşturma sırasında düzenlenen Sağlık Kurulu Raporuna göre Askerliğe Elverişli olduğu, ancak T.C.K.nun 47 nci maddesinden istifade edeceğinin belirlendiği (Dz:7661), dava konusu olayın bu şekilde cereyan ettiği hususunda bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Sanık da aşamalardaki ifadelerinde sağlığı ile ilgili bazı mazeretler ileri sürerek tüfekle ateş ettiğini kabul etmektedir. Oluş şekli yukarıda açıklanan,sübutunda kuşku bulunmayan eylemin niteliğine gelince; As.C.K.nun 136 ncı maddesinde düzenlenmiş olan Nöbet Talimatına Aykırı Hareketle Mazarrat Doğmasına Sebebiyet Vermek suçu As.C.K.nun 130 ncu maddesinde düzenlenmiş olan "Askerî Eşyayı Kasten Tahrip Etmek” suçuna göre daha özel bir düzenlemeyi içermektedir. Sanık dava konusu olaydaki eylemini nöbetçi iken, nöbet yerinde ve nöbet talimatında yazılı olan kurallara aykırılık teşkil eden 214 hareketlerle yaptığına, sanıkta Askerî Eşyayı Kasten Tahrip suçu ile ilgili özel kasdın (Tahrip Kastı) olduğuda belirlenemediğine, dosyada bu hususta delil bulunmadığına göre, Dairece mazarratın da doğduğu göz önüne alınıp eylemin As.C.K.nun 136/1-B-C maddesinde özel olarak düzenlenmiş daha özel bir suç olan “Nöbet Talimatına aykırı hareketle mazarrat doğmasına sebebiyet vermek” suçu olarak nitelenmesinde ve sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünün bu gerekçelerle ve Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 21.03.1996 gün ve 1996/40-41 sayılı kararındaki kabule uygun olarak suç vasfının tayinindeki isabetsizlikten bozulmasında usul ve kanuna aykırı bir cihet ve isabetsizlik görülmediğinden Başsavcılığın yerinde görülmeyen (Eylemin T.C.K.nun 79 ncu maddesine göre As.C.K.nun 130 ncu maddesinde yazılı Askerî Eşyayı Kasden Tahrip suçunu oluşturduğu yolundaki) itirazının OYÇOKLUĞU ile reddine karar verilmiş, Üyeler Hâk.Alb.Y.ÖĞÜT, Doç.Hâk.Alb.M.T.ODMAN eylemin As.C.K.nun 130 ncu maddesinde düzenlenmiş olan Askerî Eşyayı Özel Menfaatte Kullanmak veya Kasten Tahrip Etmek suçunu oluşturduğu, bu nedenle itirazın kabulü gerektiği görüşü ile bu karara katılmamışlardır. 215 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.131 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/30 K. No :1999/26 T. :11.02.1999 ÖZET Amirin yönetmelik hükümlerine aykırı olarak emir vermesi sanığın sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Çınar İlçe J.K.lığı bünyesinde bulunan çayocağı biriminin 1994 yılı Ekim ayından itibaren J.Genel Komutanlığından izin alınmaksızın kantin şeklinde çalıştırılmaya başlandığı, 1995 yılı Haziran ayına kadar da bu şekilde devam edildiği anlaşılmaktadır. Kantinden sanığın tek başına sorumlu olduğunda da şüphe bulunmamaktadır. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 24.10.1996 gün ve 1996/143-142,12.2.1998 gün ve 1998/20-24 sayılı kararlarında da açıkça vurgulandığı gibi; yönetmeliğe aykırı emir vererek çayocağını kantin şeklinde çalıştıran amirin durumu ile bu emir uyarınca faaliyet gösteren kantinin sorumlusunun hukuki ve cezai sorumluluklarını ayrı, ayrı değerlendirmeye tabi tutmak gerekmektedir. Amirin Yönetmeliğin hükümlerine aykırı olarak emir vermesi sanığın sorumluluğunu ortadan kaldırmadığı gibi As.C.K.nun 131/1 maddesinde "...kendisine tevdi veya emanet edilmiş olmasa bile..." tabirinin yer alması sebebiyle, sanığa verilen emrin askerî hizmete ilişkin olduğu ve sanığın yaptığı hizmetin de "askerî hizmet" olarak kabul edilmiş olduğunda kuşku bulunmamakta, dolayısıyla Yerel Askerî Mahkemenin sanığın yaptığı hizmetin askerî bir hizmet de olmadığına dair direnme gerekçesi ve kabulü de yerinde görülmemiştir. 216 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.131 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/125 K. No :1999/135 T. :17.06.1999 ÖZET Bölük Komutan Vekili olan sanığın, uhdesinde bulunan erat maaşlarının tamamının, Dinar Depreminde zarar gören vatandaşlara yardım amacıyla topluca kesileceğini söyleyerek dağıtmadığı erat maaşının bir kısmını senet karşılığı teslim edip, bir kısmını mal edinmesi zimmet suçunu oluşturur. Askerî Mahkemece, olayın sübutu "...Sanık J.Ütğm.B.T. 116 ncı J.Er Eğitim Alayı 1 nci Tabur 4 ncü Bl. K.Vekili olarak görevli olduğu sırada, Dinar'da meydana gelen depremde zarar görenlere yardım toplanması ile ilgili olarak 1/116 ncı J.Er Eğt.Tb.K.lığının 27.10.1995 gün ve PER:4900-43-95/(2702) sayılı emrini 2.11.1995 tarihinde saat 14.00 de yapılan içtimada bölüğe tebliğ ettiği, o sırada bölükte görevli ve acemi eğitimi yapan erlere hitaben ve bu emre izafen Ekim 1995 maaşlarının topluca kesileceğini beyan edip, karşı çıkan olup olmadığını sorduğu, erlerden kimsenin sesini çıkartmaması üzerine sanığın paranın dağıtılmış gibi gösterilmesi için bölükte görevli J.Atğm.H.C.'e emir verdiği, verilen emir gereğince ve dosyada mevcut (D.49) bordrodan anlaşıldığı kadarıyla acemi eğitimi yapan 249 ere ait paranın hiç dağıtılmadan Bl.K.nın uhdesinde kaldığı ve bölük komutanı olan sanığın uhdesinde kalan bu paranın 12.201.000.TL.olduğu, bunun yanında bölükte görevli kadro er, erbaşlarından ve subay ve astsubaylardan da para toplanmış olması gerektiği, ancak sanığın toplanan para ile ilgili olarak bir liste yada kaydın tutulmadığı, sanığın bilahere Dz.5 te bulunan senedi tanzim ederek ve bu senette sanki erlere istekli olup olmadıkları sorulmuş, istekli olanlardan bütün erlere maaşlarının dağıtımı yapılmış gibi göstererek ve sanki teslim ettiği 7.500.000.TL. toplanmış gibi beyanda bulunarak adı geçen senet karşılığı 217 ve ilgili emri gereği 7.500.000.TL.nı J.Üçvş.A.B.'a teslim ettiği, Astsb.A.B.'un Dz.167 de bulunan ifadesine ve Astsb.M.G.'nun Dz.39, 169 ve 170 de bulunan ifadelerine göre de adı geçen senedi kendisinin tanzim ettirdiği, dolayısı ile sadece acemi erlerden 12.201. 000.TL. toplanmasına rağmen sanığın 7.500.000.TL.nı teslim edip en azından 4.701.000.TL.nı uhdesinde tutup kendine mal edindiği anlaşılmıştır..." şeklinde kabul edilmiştir. Dosyadaki deliller incelendiğinde; Mahkemenin kabulünün dosya kapsamına uygun olduğu, sadece tanık er S.D.'ın (Dz.226) bağışta bulunmak istemeyen onbeş kadar kişinin çıktığını, sanığın da onlara kızıp küfür ederek oturttuğunu beyan ettiği, buna mukabil dinlenen bütün tanıkların bu bağış için eratın itirazda bulunmadıklarını beyan ettiği anlaşılmaktadır. Bu durumda, eratın maaşlarını deprem felaketzedelerine serbest iradeleri ile bağışladıklarının kabul edilmesi gerekmektedir. Esasen, memurun kasıtlı hareketleri neticesinde tevdi meydana gelmişse ve diğer şartları da mevcutsa irtikap suçunun sözkonusu olacağı açıktır. Bu nedenle, Başsavcılığın, paranın sanık tarafından yasal olmayan davranış yoluyla elde edildiği ve buna dayalı olarak suçun "Memuriyet Nüfuzunu Suistimal" olarak nitelendirilmesi gerektiği hususundaki itiraz nedeni kabule değer görülmemiştir. Ancak, eylemin zimmet veya emniyeti suistimal suçlarından hangisini oluşturduğu ayrıca tartışılmıştır. Askerî Mahkeme ve Daire kararlarında açıklandığı gibi sanık Bölük komutanı sıfatıyla erat maaşlarını dağıtmakla görevlidir. 257 Sayılı Er ve Erbaş Harçlıkları Kanununa istinaden çıkarılan "Er ve Erbaş Harçlıklarının Tevzi şekilleri, Takdir Mevzuu olan Miktarların Tayin ve Tespiti hakkında Yönetmelik"in 13 ncü maddesinde "Maaş mutemetlerince toptan alınan er ve erbaş harçlıkları, bordroyu tanzim eden birlik komutanı veya amirlerine bordro toplamı üzerinden teslim edilir ve (Ek 3) deki belge düzenlenir." denilmekte ve bunların dağıtım esasları gösterilmektedir. Dolayısıyla erat maaşları görevi nedeniyle sanığın uhdesinde bulunmaktadır. Sanık olayda, erlere dağıtmak zorunda olduğu bu paranın 7.500.000.TL.sın erlerin iradeleri doğrultusunda deprem felaketzedeleri için açılan hesaba yatırılmak üzere Astsb.A.B.'a teslim etmiş, ancak kalan kısmını mal edinmiştir. Bu durumda eylemin zimmet olarak nitelendirilmesi gerektiği Askerî Mahkemenin ve Dairenin kabullerinde isabetsizlik bulunmadığı sonucuna varılmış ve aksi düşünceye dayalı itirazın reddine karar verilmiştir. Bşk.Hâk.Alb.M. AKSÜT ve üyelerden Hâk.Alb. E.ESEROL, Hâk.Alb.N. YÜCEL, 218 Hâk.Alb.V.ÖZENİRLER, Hâk.Alb.F.DEMİRAĞ, Hâk.Alb.A. N.ÖZLER ve Hâk.Alb. V.PEKBAŞ eylemin emniyeti suiistimal suçunu oluşturduğu ve itirazın farklı gerekçe ile kabulü gerektiği düşüncesiyle karara karşı oy kullanmışlardır. 219 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.131 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/170 K. No :1999/152 T. :01.07.1999 ÖZET Askerî Ceza Kanununun bazı maddelerinde yer alan "az vahim hal" kavramı; zaman ve mekana, eylemin işleniş tarzına ve amacına, suç konusu para veya eşyanın ekonomik değerine, suçtan doğan neticenin ağırlığına veya hafifliğine göre hâkim tarafından takdir edilir ve bütün takdir haklarında olduğu gibi bu takdir de Askerî Yargıtay’ın denetimine tabîdir. İddianamede yer aldığı gibi sübuta erdiğinde kuşku bulunmayan maddi olayda, eylemlerin nitelendirilmesinde bir anlaşmazlık olmadığı, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlığın As.C.K.nun 131 nci maddesinde öngörülen "az vahim halin" uygulanmaması için Askerî Mahkemece gösterilen gerekçenin yerinde olup olmadığına yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Bu meselenin çözümü için öncelikle Askerî Ceza Kanununun sistematiğinin incelenmesi gereklidir. Askerî Ceza Kanununun bazı maddelerinde, tanımlanan suç bakımından "az vahim hallerde" daha hafif ceza tayin edildiği, ancak, yasa koyucunun "az vahim hal" kavramını tanımlamadığı gibi, bunun kapsamı konusunda herhangi bir kritere de yer vermediği görülmektedir. Askerî Yargıtay'ın Yerleşik İçtihatlarında; az vahim halin, zaman ve mekana, eylemin işleniş tarzına ve amacına, suç konusu para veya eşyanın ekonomik değerine, suçtan doğan neticenin ağırlığına veya hafifliğine göre hâkim tarafından takdir edileceği, bu nedenle bütün takdir haklarında olduğu gibi, bu takdirin de denetime tabi olacağı, ancak bu denetimin, takdirin objektif kıstaslara dayanıp dayanmadığına, makul ve mantıki olup olmadığına, takdirde çelişkiye, yanılgıya ve zaafa 220 düşülüp düşülmediğine yönelik olacağı kabul edilmektedir. (Örneğin Drl.Krl.nun 29.4.1997/44-37 ve 31.10.1996/147-149). Bu konudaki gerekçe incelendiğinde; Askerî Mahkemece sanıklara atılı zimmet ve zimmete iştirak suçlarının "planlı bir şekilde işlenmesi, söz konusu hurda malzemeyi dışarıya çıkarırken ve toplarken tamamen askerî imkanlardan faydalanılması (askerî man aracın ve askerleri kullanmaları) ayrıca taburda bulunan 20 kadar asker bu işle görevlendirilip bu faaliyetleri sonucunda birlik üzerinde bıraktıkları ve disiplini kötü yönden etkileyen ağır etkisi ile sanıkların olumsuz kişilikleri "gözönüne alınarak eylemin az vahim kabul edilmediği ve sözkonusu malzemelerin kıymetinin de temel cezanın alt sınırdan tayini için gerekçe gösterildiği anlaşılmaktadır. Bu gerekçelerin, birbiri ile çelişmediği gibi, dosya kapsamına da uygun olduğu görülmüştür. Zira; 1) Zimmet suçunun mevzuu, para hükmündeki evrak ve senet veya sair mallar olmakla beraber, bu suçta korunan hukuki menfaat zimmete geçirilen şeyin mülkiyeti değildir. Bu husus, TCK.nun 202 nci maddesinin gerekçesinde "...Bu suretle esas olarak kişilerin Devlete karşı muhafaza etmeleri zaruri olan itimat duygusu ve memuriyet görevi korunmaktadır. Bu sebeple zimmet bir fonksiyon suçudur; yoksa zimmetin faili, Devletin mali menfaatlerini ihlal eylemiş olması sebebiyle cezalandırılmaktadır. Tasarı bu hükmüyle memura halkın güveninin sürekli olmasındaki toplum yararını korumak amacı gütmektedir...” şeklinde açıklanmıştır. 2) TCK.nun mal aleyhine cürümleri düzenleyen 491 ve müteakip maddelerinde yer alan hükümler incelendiğinde; cürüm mevzu olan şeyin kıymetine göre cezanın arttırılması veya indirilmesinin öngörülmesi yanında, suçun işlenmesindeki özelliklerin de ağırlatıcı neden yapıldığı görülmektedir. Demek ki, mal aleyhindeki cürümlerde fiilin işleniş şekli kanuni ağırlatıcı sebep sayılmaktadır. 3) As.C.K.nun 131 nci maddesinde; zimmete geçirilen şeyin kıymeti ağırlatıcı ve hafifletici neden olarak nazara alınmamış, sadece bu fiillerin "silah, cephane veya herhangi bir müdafaa vasıtasına taalluk etmesi" veya seferberlikte yapılması ağırlatıcı neden sayılmıştır. Bu suretle hâkime geniş takdir hakkı tanınmıştır. Bu durumda, As.C.K.nun 131 nci maddesinin birinci fıkrasının uygulanması gereken hallerde; zimmet suçunda korunan hukuki menfaat nazara alınarak suçun işlenmesindeki özelliklere, suç konusu eşyanın değerine ve önemine, suçtan doğan neticenin ağırlığına veya hafifliğine 221 göre hâkimin iki kademeli olarak takdir hakkını kullanması gerekecektir. Öncelikle eylemin, birinci fıkranın ilk bendi kapsamında mı ikinci bendi (az vahim hal) kapsamında mı olduğu takdir ve tayin edilecek, daha sonra da bu hale öngörülen iki sınır arasında temel ceza saptanacaktır. Bu nedenle, bu takdir yetkilerini TCK.nun 29 ncu maddesinden soyutlamak veya kapsamını önceden sınırlamak olanağı da yoktur. Somut olayda Askerî Mahkemece, esas olarak "suçun işlenmesindeki özellikler ve fiilin kıta disiplinini olumsuz yönden etkileyen sonucu" gerekçe olarak gösterilmiş olup, bu yasaya uygun, makul ve mantıki bir gerekçedir. Buna ilave olarak sanıkların olumsuz kişiliklerinin de gerekçeye dahil edilmesi, bu hususta takdirde yanılgı ve zaaf olarak değerlendirilemez. Bu nedenlerle, Başsavcılığın itirazı haklı ve kabule değer görülmüş ve Daire kararının kaldırılmasına karar verilmiştir. Ancak, itiraz tebliğnamesinde dosyanın temyiz incelemesine devam edilmek üzere Daireye gönderilmesine karar verilmesi istenilmiş ise de; hükümler aleyhine temyiz olmaması, temel cezanın alt sınırdan tayin edilip, sanıklar haklarında TCK.nun 59 ncu maddesinin uygulanmış olması, hükmolunan cezaların As.C.K..nun 47 nci maddesi uyarınca ertelenmesi ve 647 Sayılı Kanunun 4 ncü maddesi gereğince ceza nevi itibariyle para cezasına çevrilmesi olanağının bulunmaması nazara alındığında, Daire tarafından incelenmesi gereken bir husus kalmadığı anlaşılmadığından usul, sübut vasıf ve uygulama yönlerinden isabetsizlik görülmeyen hükümlerin onanmalarına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 222 ASKERİ CEZA KANUNU Md.131 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/233 K. No :1999/223 T. : 09.12.1999 ÖZET Sanığın, askerî eşya olduğunda kuşku bulunmayan Muhabere Merkezine ait el telsizini bulunduğu yerden alıp, aynı bina içindeki Harekat Merkezi odasında; keza, anten ve kılıfını da kendisinin görev yaptığı odasındaki dolapta saklamış olması karşısında, sanığın söz konusu telsizi faydalanmak kastıyla aşırdığı kabul edilemeyeceği gibi, olayda hırsızlık kastı ile hareket ettiği de kanıtlanamadığından, eylemi "Askerî Eşyayı Gizlemek" suçunu oluşturur. Dosyada mevcut delil durumuna göre; Sanığın Bolu İl Jandarma K.lığı Muhabere Merkez Amirliğinin zimmetinde ve kullanımında olan suç konusu MH 4811 Aselsan El Telsizini 8.9.1997 tarihinde Muhabere Merkez Amirliği odasından alıp 25.9.1997 tarihinde ortaya çıkardığı, bu süre zarfında yapılan tüm arama ve araştırmalara rağmen telsizin bulunamadığı, 9.9.1997 tarihinde izine ayrılan sanığa da müteaddit kez sorulmasına rağmen, sanığın bilmediğini söylediği, ancak 25.9.1997 tarihinde izinden çağrılıp kendisinden şüphelenildiği söylendikten sonra, telsizin Harekat Merkezindeki dolabın üzerinde olduğunu söylemesi üzerine, telsizin söylediği yerde bulunduğu, anten ve kılıfının ise, yine sanığın açıklaması üzerine, odasındaki dolaptan elde edildiği hiç bir kuşkuya yer vermeyecek şekilde sabit olup, bu konuda bir ihtilafın da bulunmadığı görülmektedir. Sanığın bu şekilde sübut bulduğu kabul edilen eyleminin hangi suça vücut verdiği konusuna gelince; Dairenin onama ilâmında da açıklandığı üzere, sanığın, askerî malzeme olduğunda kuşku bulunmayan Muhabere Merkezine ait el telsizini bulunduğu yerden alıp, aynı bina içindeki Harekat Merkezi odasında, keza anten ve kılıfını da kendisinin görev yaptığı odasındaki 223 dolapta saklamış olması karşısında, sanığın söz konusu telsizi faydalanmak maksadıyla aşırdığı kabul edilemeyeceği gibi, sanığın olayda hırsızlık kastı ile hareket ettiği de kanıtlanamadığından, eylemin "Askerî Eşyayı Gizlemek" suçunu oluşturduğunun kabulünde bir isabetsizlik görülmemiş ve bu nedenle Başsavcılığın, eylemin hırsızlık suçuna tam teşebbüste bulunmak suçunu oluşturduğuna ilişkin itirazı yerinde bulunmadığına oyçokluğu ile karar verilmiştir. ------------- ------------ --------- -------- ---------- ------ ---------- ---------Bu madde için ayrıca, As. Yrg. Daireler Kurulunun 18.3.1999 gün ve 1999/47-59 sayılı olan TCK nun 45. maddesiyle ilgili içtihadına bakınız. --------- --------- --------- ----------- ------------ ---------- --------- -------- 224 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.132 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/200 K. No :1999/163 T. :23.09.1999 ÖZET Sanığın astına ait banka kredi kartını çalması “Astının bir şeyini çalmak” suçunu oluşturur. Sanığın çaldığı bu banka kredi kartıyla alışveriş yapması eylemi ise, Adli Yargının görev alanına giren Dolandırıcılık suçunu oluşturur. Sanığın astı durumundaki mağdur Astsb.Refik KAYIR'ın adına Yapı Kredi Bankası Kars Şubesince düzenlenip gönderilen Kredi Kartını birlikte bulunduğu yerden zarfı ile çaldığı, mağdurun Tunceli'de görevli olması nedeni i1e bu karta değişik yerlerden çok Sayıda alış veriş yaptığı, daha sonra mağdur adına ödeme emri geldiğinde kart almak için müracaat eden, ancak kartını alamadan göreve giden ve kartı hiç kullanmayan mağdurun durumu dilekçe ile 26.02.1998 günü Tb.K.1.ığına bildirip kartını çalıp kullanan hakkında isim belirtmeden şikayetçi olduğu, 03.03.1998 günü idari soruşturmaya başlandığı bunu duyan sanığın 05.03.1998 günü Tb.K.nın yanına giderek durumu anlatıp suçunu itiraf ettiği ve hakkında yasal soruşturmaya başlandığı anlaşılmaktadır. Yapılan hazırlık soruşturması sonunda 9 ncu Tümen As.Savcılığının 11.06.1998 gün ve 1998/762-441 sayılı iddianamesi ile sanık hakkında arkadaşının birşeyini çalmak ve müteselsilen dolandırıcılık suçlarından As.C.K.nun 132, TCK.nun 503, 80 ve 71.maddeleri gereğince tecziyesi istemi ile kamu davası açılmış, (Dz.34), yargılama sonunda 24.09.1998 gün ve 1998/731-580 sayılı kararı ile As.C.K.nun 132, 647 S.K.nun 4 ncü maddeleri gereğince 35.000.-TL.sı Ağır para cezası ile mahkûmiyetine, müteselsilen dolandırıcılık suçundan TCK.nun 503, 80, 522,ve 59/2 nci maddeleri gereğince onüç ay onsekiz gün hapis, ve 194.203.333.TL.sı ağır para cezası ile mahkûmiyetine, ağır para cezalarının içtimaına, As.C.K.nun 30/A-2 nci maddesi gereğince 225 sanığın ordudan tardına (Dz.59) karar verilmiş, hüküm sanık müdafii tarafından temyiz edilmiştir. (Dz.60-76), 5 nnci Dairenin 23.12.1998 gün ve 1998/847-841 sayılı kararı ile (Dz.89) her iki mahkûmiyet hükmünün uygulama hataları nedeni ile bozulmalarına (Başkan Hâk.Alb.Y.ÖĞÜT ve Üye Doç. Dz. Hâk. Alb. M. T.ODMAN’ın dolandırıcılık suçu yönünden yargılama yapmaya askerî mahkeme görevli olmadığından hükmün görev noktasından bozulması gerektiği görüş ve muhalefetleri ile karar verilmiş, bozmadan sonra yeniden yapılan yargılama sonunda sanığın As.C.K.nun 132, TCK.nun 59/2, ve 647 S.K.nun 4 ncü maddeleri gereğince 25.000.-TL. Ağır para cezası ile mahkûmiyetine, tecil talebinin reddine, müteselsilen dolandırıcılık suçundan TCK.nun 503, 80, 522 ve 59/2 nci maddeleri gereğince bir yıl bir ay onsekiz gün hapis ve 194.203333-TL. Ağır para cezası ile mahkûmiyetine, As.C.K.nun 30/A-2 maddesi gereğince ordudan tardına, cezanın paraya çevrilmesi talebinin yasal imkansızlık, tecil talebinin ise takdiren reddine, cezada kazanılmış hakkı nazara alınarak hapis cezasının onüç ay onsekiz gün olarak infaz edilmesine karar verilmiş, bu hükümde sanık tarafından temyiz edilmiş (Dz.126), 5 nci Dairenin 16.06.1999 gün ve 1999/370-368 sayılı kararı ile a) Arkadaşının bir şeyini çalmak suçu ile ilgili mahkûmiyet hükmü Üye Doç.Dz.Hâk.Alb.M.T.ODMAN'ın bu eylemin ayrı bir suç teşkil etmeyeceği yolundaki muhalefeti ile Oyçokluğu ile onanmış, b) Müteselsilen dolandırıcılık suçundan tesis edilen mahkûmiyet hükmü (Üyeler Hâk.Alb.A.TOKAT ve Hv.Hâk.Alb.N.ÖZKAN'ın muhalefetleri ile), müteselsilen dolandırıcılık suçundan yargılama yapmaya askerî mahkemenin görevli olmadığı, belirtilerek oyçokluğu ile görev noktasından bozulmuş Başsavcılığın 21.07.1999 gün ve 1999/1838 sayılı itiraz tebliğnamesi ile sanığa yüklenen eylemlerin sanığın madunu (astı) ve arkadaşı olan şahsa karşı işlenmiş müteselsilen madununun (arkadaşının) bir şeyini çalmak suçunu oluşturduğu, As.C.K.nun 132 ve TCK. nun 80.maddeleri gereğince tecziyesi gerektiği görüşü ile dairenin onama ve bozma kararlarına karşı süresinde her iki suç yönünden de itirazda bulunulmuştur. Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere sanığın eylemleri dairece arkadaşının (madunun) bir şeyini çalmak ve müteselsilen dolandırıcılık suçu olarak iki ayrı eylem ve iki ayrı suç olarak, itiraz tebliğnamesinde ise sanığın eylemlerinin tek ve bütünlük arz eden bir eylem ve tek bir suç olarak (As.C.K.nun 132, TCK.nun 80.maddesine uyan müteselsilen işlenmiş tek suç olarak) kabul 226 edilmiş, dairenin iki ayrı eylem ve iki ayrı suç kabul eden kararına itiraz edilmiştir. A) Eylemler tek suç mu ayrı ayrı suçlarımı oluşturur? Sübutunda kuşku ve uyuşmazlık bulunmayan olayda sanık arkadaşının (astının) adına düzenlenip gelen kredi kartını sahibinden habersiz ve onun rızası hilafına bulunduğu yerden almış ve kendi hâkimiyet alanına geçirmiş olmakla arkadaşının (astının) bir şeyini çalmak suçu ile ilgili eylem tamamlanmış olur. Sanığın çaldığı kredi kartını ayrıca (mal alımında, ATM makinelerinden para (nakit) çekmede kullanması ise arkadaşının birşeyini çalmak suçundan başka bir eylem ve suçu da oluşturur. Bu nedenle mahalli mahkemenin sanığın eylemlerini müstakilen oluşmuş iki ayrı eylem ve suç olarak nitelemesinde ve dairenin bu kabule katılan kararında Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 13.10.1994 gün ve 1994/97-106 sayılı kararında açıklandığı gibi isabet görülmüş, eylemin bütünlük arzeden tek bir eylem ve tek bir suç (As.C.K.nun 132 ve 80) olduğu yolundaki Başsavcılık itirazı bu nedenlerle ret edilmiş, Üye Hâkim Albay E.ESEROL sanığın tüm eylemlerinin yalnızca dolandırıcılık suçunu o1uşturacağı, şeklindeki muhalefeti ile bu görüşe katılmamıştır. B) Dolandırıcılık suçunun yargılamasında görevli mahkeme hangi mahkemedir? Sanığın çaldığı kredi kartı ile alışveriş yapması, para çekmesi gibi eylemleri nazara alınarak görev sorununun halli ve görevli mahkemenin askerî mahkememi adliye mahkemeleri mi olduğu meselesine gelince; Gerek Yerel Mahkeme ve Dairece ve gerekse Kurulumuzca da kabul edildiği gibi; sanığın, astı olan Refik KAYIR'a ait kredi kartını çaldıktan ve As.C.K.nun 132 nci maddesine temas eden suçu işledikten sonra, bu kart ile, kendisini kart sahibi göstermek ve onun imzasını taklit etmek suretiyle çeşitli alışveriş merkezlerinden toplam 199.782 000.-TL. lık alışveriş yaptığı ve maddi olayın bu şekilde gerçekleştiği konusunda herhangi bir duraksama bulunmamaktadır . Yerel Mahkeme; bir yandan, sübutu kabul edilen bu eylemle sanığın; ''.. .kendisini kart sahibi gibi göstererek ve onun imzasını taklit ederek harcamalarda bulunduğunu ve karşı taraftaki kişileri kandırabilecek nitelikte hile ve desiseler yaptığını ve onları hataya düşürüp dolandırıcılık suçunu işlediğini kabul ederken, öte yandan da, gerekçesini göstermemekle beraber, kendisini (askerî mahkemeyi) görevli görerek yazılı biçimde mahkûmiyet kararı vermiş ve Daire ise, bu 227 oluş ve kabule göre davanın adli yargı yerinde görülmesi gerektiği görüş ve düşüncesiyle mahkûmiyet kararını bozmuştur. İtiraz Tebliğnamesinde ise; eylemin bir bütünlük içerisinde hırsızlık suçunu (As.C.K.nun 132) oluşturduğu mütalaa edilmektedir. Kurulumuzca, mahkemenin kabulü gibi iki ayrı ve müstakil suçun varlığı kabul edilmekle beraber, Dolandırıcılık suçunun hangi (AskerîAdli) yargı merciinde görülmesi gerektiğinin tartışılması gerekmiştir. Bilindiği gibi, 353 S. Kanunun (Genel Görev) başlığı altındaki 9.maddesinde "Askerî mahkemeler kanunlarda aksi yazılı olmadıkça, asker kişilerin askerî olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler'' denilmekte olup, sanık askerî kişi olmakla beraber, işlenen suçun askerî bir suç olmadığı, askerî ceza kanunun da yazılı bulunmadığı, askerî bir mahalde işlenmediği ve askerlik hizmet ve görevliyle de ilgisinin bulunmadığı açık ve seçiktir. Suçun asker kişi aleyhine işlenip işlenmediğine gelince; İlk nazarda, kart sahibi olan ve kartı çalınan asker kişi Refik KAYIR'ın bu suçtan zarar gördüğü düşünebilirse de; sonuçta suçtan doğrudan veya dolaylı olarak zarar görmek, onun dolandırıldığı ve dolayısıyla suçun ona karşı işlendiği anlamına gelemez. Zira dolandırıcılık suçunu düzenleyen TCK.nun 503 ncü maddesinde aynen ''Bir kişiyi kandırabilecek nitelikte hile ve desiseler yaparak hataya düşürüp onu veya başkasının zararına, kendisine veya başkasına haksız bir menfaat sağlayan kişiye...cezası verilir'' denilmekte olup, oluşa göre sanığın sübut bulan eylemiyle başkasının zararına olarak kendisine haksız bir menfaat sağladığı açık olmakla beraber) hile ve desiseler yapılarak hataya düşürülen ve başka bir deyişle ''Dolandırılan kimse asker bir kişi olan Astsb.Refik KAYIR değildir. Ona karşı ve onu kandırabilecek nitelikte hile ve desise yapılmamıştır. Hile ve desise, mahkemenin açık ve seçik kabulü gibi; kendisini kart sahibi göstermek ve onun imzasını taklit etmek suretiyle alışveriş yapılan mağazalara ve dolayısıyla bankaya karşı yapılmış olup, şu hal asker kişi olan sanığın asker kişi aleyhine işlediği bir suç da bulunmamaktadır. Öte yandan, 353 Sayılı Kanunun 17 nci maddesinde; ''Askerî mahkemelerde yargılanmayı gerektiren ilginin kesilmesi, daha önce işlenen suçlara ait davalara bu mahkemelerin bakma görevini değiştirmez.” denildikten sonra, Ancak suçun; askerî bir suç olmaması, askerî bir suça bağlı bulunmaması ve sanık hakkında kamu davası 228 açılmamış olması halinde askerî mahkemenin görevi sona erer'' biçiminde bir düzenleme yapılmış ve Aynı Kanunun 18 nci maddesinde de; "Bir kimse birkaç suçtan sanık olur veya bir suçta ne sıfatla olursa olsun bir kaç sanık bulunursa bağlılık var sayılır.'' denilerek "Bağlı suçlar''a açıklık getirilmiştir. Bu iki madde ile, 353 Sayılı Kanunun 9 ncu maddesindeki genel görev kuralı birlikte değerlendirildiğinde; askerî mahkemenin görevli olabilmesi için dolandırıcılık suçunun askerî bir suç olması, asker kişi aleyhine işlenmesi, başka bir ifadeyle; dolandırılan kişinin asker kişi olması (mahkeme dahi asker kişinin dolandırıldığını kabul etmemektedir.) suçun askerî bir mahalde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işlenmesi gerekmektedir. Bu suç askerî bir suça bağlı denilerek, Yasa koyucunun bağlılıktan güttüğü özel amacın genişletilmesi; Anayasanın 37. maddesinde öngörülen ''Kanuni Hâkim Güvencesi'' nin göz ardı edilmesi sonucunu doğurur . Kaldı ki; 353 Sayılı Kanunun 13.maddesi; ''Bir kişi hakkında askerî mahkemelerin görevli olduğu bir suç ile adliye mahkemelerine ait diğer bir suçtan dolayı aynı zamanda kovuşturmaya başlanmış olursa sanık önce askerî suçtan dolayı askerî mahkemede sonra da adliye mahkemesine ait suçtan adliye mahkemesinde yargılanır...'' biçiminde emredici ve özel bir hüküm içermektedir. Bu özel ve emredici hüküm göz ardı edilirse; kıtasından çaldığı veya görev nedeniyle kendisine teslim edilen bir tabancayla memleketine gidip şu veya bu nedenle sivil bir hasmını öldüren asker kişinin (bağlılık nedeniyle) öldürme suçundan da askerî mahkemede yargılanması gerekir ki, bu ne tabii hâkim ilkesiyle ne bugüne kadar ki yerleşik uygulamayla ve ne de yasayla bağdaşır. SONUÇ VE KARAR : Sanığın tüm eylemlerinin, bir bütünlük içerisinde müteselsilen mağdurunun (arkadaşının) bir şeyini çalmak suçunu oluşturduğuna ve As.C.K.nun 132 ve TCK.nun 80.maddeleri gereğince cezalandırılması ve bu nedenle Dairenin onama ve bozmaya ilişkin kararlarının kaldırılması gerektiğine dair itirazının OYBİRLİĞİYLE 353 Sayılı Kanunun 224 ncü maddesi gereğince REDDİNE; Ancak itiraza atfen Üyelerden Hâk.Alb.Ersin ESEROL'un sanığın tüm eylemlerinin yalnızca dolandırıcılık suçunu oluşturduğuna; diğer Üyeler Hâk. Alb. M.GÜZEL, Hâk. Alb. A.TOKAT, Hâk. Alb. S.SOYKAN, Hâk. Alb. R.SÖZEN ve Hâk. Alb. S.Arda ULUGÜRÜZ' ün Dolandırıcılık suçuna bakmaya da askerî mahkemenin görevli olduğuna ve Daire kararının bu yönden kaldırılması gerektiğine, ilişkin karşı oyları ve OYÇOKLUĞU ile 23.9.1999 tarihinde karar verildi. 229 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.132 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/218 K. No :1999/213 T. :25.11.1999 ÖZET Sanığın koğuştan çaldığı arkadaşına ait cep telefonunu kışla dışına çıkarmadan yakalanmasıyla, “Arkadaşının Eşyasını Çalmak” suçu tamamlanmıştır. Teşebbüs hükümleri uygulanamayacağı gibi, AsCK.nun 132 nci maddesi uyarınca ceza uygulaması yapılırken, TCK.nun 522 ve 523 ncü maddelerinin uygulanma şartlarının araştırılmasına gerek yoktur. Sanığın Ulş.Er O.Y.'ye ait olup nöbete gittiği sırada muhafaza etmesi için arkadaşı Ulş.Er M.T.'a bıraktığı Panasonic marka hatsız ve kartsız cep telefonunu 11.4.1999 günü koğuştan ve Er Mahir'in yastığının altından çaldığı, Birlik içersinde toprağa gömerek bir gün sakladıktan sonra izne gideceği 12.4.1999 günü sakladığı yerden çıkarıp bir poşete koyduktan sonra sivil montun cebine sakladığı, poşeti nizamiye haricindeki bir yerden birlik dışına çıkarmak için çevre emniyet nöbetçilerinden paketin kışla dışına atılması için talepte bulunduğu, kabul edilmemesi ve kendisinden şüphelenilerek takibe alan Nöbetçi Çavuşu Hakan BOZKURT tarafından takip edilmesi ve ettirilmesi nedeni ile 12.4.1999 günü adı geçen çavuş ve er Aydoğan TÜRKYILMAZ tarafından Birlik içinde yakalandığı, sanığın aşamalardaki itirafı (Dz.13,23-36), bunu doğrulayan olay tutanağı (Dz.1) ve tanık beyanları ile sabit olup bu hususta bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Sanığın oluş şekli yukarıda açıklanan eyleminin teşebbüs derecesinde kalıp kalmadığı ve mahkemece telefonun değeri kesin olarak tespit ettirilmeden kabul edilen telefon değerinin cezanın alt sınırdan uzaklaşılarak tayini için sebep kabul edilmesinin isabetli olup olmadığı hususlarına gelince; 230 A) Sanık hakkında Teşebbüs hükümlerinin uygulanması gerektiğine ilişkin itiraz ile ilgili inceleme; Sanığın arkadaşına ait cep telefonunu arkadaşının rızası hilafına yastığın altından ve bulunduğu yerden alıp (çalıp) arkadaşının telefon üzerindeki hâkimiyet ve tasarruf hakkını yasaya aykırı olarak ortadan kaldırıp telefonu önce Birlikte toprağa gömerek, daha sonra oradan çıkarıp montun içine saklayarak kendi hâkimiyet ve tasarruf sahasına geçirdiğine, sanık tarafından çalınan mal devlet malı olmayıp şahsa ait bir mal olan cep telefonu olduğuna ve bu gibi mallar yönünden kışla emniyet hudutları dışına çıkarmama veya çıkaramama durumunun suçun tam teşebbüs derecesinde kaldığını kabul için yeterli olamayacağına, ayrıca hırsızlık suçunda çalınan maldan istifade etmenin suçun unsuru olmadığına, sanıktaki istifade etme düşüncesinin bulunmasının yeterli olduğuna, sanıkta da bu düşünce olduğuna göre Mahalli Mahkemenin sanık hakkındaki suçun teşebbüs aşamasında kalmayıp tam olarak oluştuğu yolundaki kararını isabetli kabul ederek, Başsavcılık Tebliğnamesinde bu hususla ilgili olarak ileri sürülen sanık hakkında teşebbüs hükümlerinin uygulanması gerektiği yolundaki görüşü ret eden Daire kararında isabet görüldüğünden, Başsavcılığın yerinde görülmeyen bu hususa ilişkin itiraz sebeplerinin oyçokluğu ile reddine karar verilmiş, Üyeler Hâk.Alb. M.GÜZEL ve Dr.Hâk.Alb. F.FERHANOĞLU sanık hakkında Tam teşebbüs hükmünün uygulanması gerektiği görüşü ile çoğunluk kararına katılmamışlardır. B) Cezanın alt sınırdan uzaklaşılarak tayini için cep telefonun değerini araştırmanın zorunlu olduğuna ilişkin itiraz ile ilgili inceleme; Askerî Ceza Kanununun Üstünün, Arkadaşının ve Astının bir şeyini (Eşyasını) çalmak suçu ile ilgili 132.maddesi, TCK.nun hırsızlık suçu ile ilgili düzenlemeleri içeren 491 ve daha sonraki maddelerindeki düzenlemelere göre daha "özel" ve cezası ceza alt sınırı itibarı ile daha az olan bir maddedir. Türk Ceza Kanunun 522 ve 523.maddeleri Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 22.1.1954 gün ve 1954/3258 Esas, 1954/17 sayılı kararında açıklandığı üzere, ancak Türk Ceza Kanunu ile yapılan ceza uygulaması sırasında kendi fasılları ile ilgili suçlarda uygulanabilir. Bu nedenle As.C.K.nun 132 nci maddesi ile uygulama yapılır iken, uygulaması mümkün olmayan TCK.nun 522 ve 523 ncü maddelerinin uygulama şartlarının oluşup oluşmadığını araştırmamak bir hata ve noksanlık değildir. Ayrıca sanık tarafından çalındığı kabul edilen cep telefonunun (Hatsız ve kartsız olsa bile) değeri basit ve özelliği olmayan bir 231 diş fırçası, çakmak veya buna benzer diğer bazı şahsi eşyalara göre daha fazla değerli olduğu bilinen bir husus olduğundan, Mahalli Mahkemenin suça konu olan cep telefonun değerini araştırmadan ceza tayini sırasında cezanın alt sınırdan ayrılarak tayini için sebep olarak kabulü ve hüküm gerekçesinde bunu ceza alt sınırından ayrılarak ceza tayini sebebi olarak göstermesinde isabetsizlik görülmediğinden, Başsavcılığın yerinde görülmeyen bu hususa ilişkin itirazının da oyçokluğu ile reddine karar verilmiştir. ------------- ------------ --------- -------- ---------- ------ ---------- ---------Bu madde için ayrıca, As. Yrg. Daireler Kurulunun 8.4.1999 gün ve 1999/56-71 sayılı olan TCK nun 29. maddesiyle ilgili içtihadına, As. Yrg. Daireler Kurulunun 23.12.1999 gün ve 1999/238-245 sayılı olan TCK nun 511. maddesiyle ilgili içtihadına, bakınız. --------- --------- --------- ----------- ------------ ---------- --------- -------- 232 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.136 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/157 K. No :1999/196 T. :11.11.1999 ÖZET Olay günü 19.00-07.00 saatleri arasında Ani Müdahale Timinde görevli olan sanıkların, bulundukları yeri talimata aykırı olarak izinsiz terketmeleri, Emre İtaatsizlikte Israr Suçunu oluşturur. Sanıkların, 27-28 Mart 1998 günü saat 19.00'dan itibaren ertesi gün saat 07.00'e kadar Sahil Güvenlik K.lığında Ani Müdahale Mangasında avcı eri olarak görevli bulundukları, bu mangada görevli olanların hep bir arada, er gazinosunda tam teçhizatlı olarak harekata hazır şekilde görev yaptıkları, görev süresince uyumayıp teçhizatlarını da çıkarmadıkları, bu görevin belirtilen görev saatleri arasında aralıksız yapıldığı, istirahatin söz konusu olmadığı, her üç sanığın bu şekilde görevli iken sigaralarının bitmesi üzerine saat 03.30'da Birliğin (B) kapısından sigara almak üzere çıktıkları, dışarıda, yeni terhis olmuş bir erle tanışarak onunla beraber çorba içip daha sonra saat 07.30'da Birliğe döndükleri, dava konusu olayın bu şekilde cereyan ettiği hususunda tereddüt bulunmamaktadır. Dava konusu olayda sanıkların sübuta eren eylemleri Askerî Mahkemece, “Mazarratı Mucip Nöbet Talimatına Aykırı Hareket Etmek” suçu olarak vasıflandırılmış, Komutanın aleyhe temyizinde eylemin “Sözleşerek Firar” suçunu oluşturduğu ileri sürülmüş, Daire, sanıkların eylemlerinin “Emre İtaatsizlikte Israr” suçunu oluşturduğu gerekçesiyle mahkûmiyet hükmünü suç vasfından bozmuş, Başsavcılık ise, eylemin “Sözleşerek Firar” suçunu oluşturduğu gerekçesiyle Daire ilâmının kaldırılması için itirazda bulunmuştur. Yapılan incelemede; Dava dosyasında bulunan Hazır Kıt'a Talimatı (Dz.2-47), Hazır Kıt'anın (Veya Ani Müdahale Mangası) sabotaj, baskın ve benzeri 233 eylemlere karşı ani olarak kullanılmak üzere teşkil edilmiş olması, görevli personelin verilebilecek bir görev emrini bekleyerek er gazinosunda topluca oturmaları, asgari bir manga gücünde olmaları, görevin 19.00-07.00 saatleri arasında aralıksız olarak 12 saat devam etmesi, görevlilerin vardiyalı olarak yemek yiyip banyo yapabilmeleri, gerektiğinde uyku uyuyabilecekleri (İç Hizmet Yönetmeliği Madde:642650) (Dosya Dz.1,26,47), dikkate alındığında sanıklar tarafından yapılan görevin İç Hizmet K.nun 76 ve daha sonraki maddelerinde, As.C.K.nun 15/1.maddesinde tarifi yapılan "Nöbet" ve "Nöbetçi" tarifine uymadığı, görevin verilişi ve yerine getirilmesi ile ilgili K.lık emri nazara alındığında sanıklara verilen görevin İç Hizmet K.nun 83 ve daha sonraki maddeleri ile İç Hizmet Yönetmeliğinin 642 ve daha sonraki maddelerinde açıklanan "Hazır Kıt'a" görevi olarak kabulünün gerektiği, sanıkların görevlerini nasıl yapacakları ile ilgili olarak verilen talimatta bulundukları yerin asla terkedilmeyeceği yazılı olduğu halde (Dz.2-47) sanıkların bulundukları yeri bu emre rağmen izinsiz olarak terk ettikleri, bu duruma göre sanıkların askerî hizmete ilişkin olarak verilmiş bu emre kasden aykırı davrandıkları ve eylemlerinin As.C.K.nun 87 nci maddesinde düzenlenmiş olan "Emre İtaatsizlikte Israr" suçunu teşkil ettiği sonuç ve kanaatine varılmış, bu nedenlerle Dairenin itiraza konu olan bozma kararında isabetsizlik görülmemiş, Başsavcılığın suç vasfına ilişkin itirazının oyçokluğu ile reddine karar verilmiştir. ------------ ------------ --------- -------- ---------- ------ ---------- ---------Bu madde için ayrıca, As. Yrg. Daireler Kurulunun 4.3.1999 gün ve 1999/24-43 sayılı olan TCK nun 29. maddesiyle ilgili içtihadına bakınız. --------- --------- --------- ----------- ------------ ---------- --------- -------- 234 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.152 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/6 K. No :1999/19 T. :04.02.1999 ÖZET Çvş. M.G. ile er S.A. nın rızaya dayalı olarak işledikleri Alanen Cinsi Münasebette Bulunmak suçundan dolayı TCK.nun 419 ncu maddesi uyarınca ceza uygulaması yapılırken, suçun mağduru “Toplum” olduğundan TCK.nun 417 nci maddesinin uygulanma olanağı yoktur. Sanık hakkında er S.A.’ın müteselsil olarak ırzına geçmek suçunu işlediği iddiası ile açılan kamu davasının yargılaması sonucunda; Askerî Mahkemece, eylemin ırza geçmek niteliğinde olmadığı, adı geçenlerin rızaya dayalı olarak iki kez cinsel ilişkide bulundukları ve bu nedenle eylemin TCK.nun 419 ncu maddesinde tanımlanan suçu oluşturduğu kabul edilmiş olup, dosya kapsamı itibariyle bu suçun oluştuğunda kuşku olmadığı gibi, bu konuda bir anlaşmazlık da bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, TCK.nun 417 nci maddesinin uygulanması gerekip gerekmediğine ilişkindir. TCK.nun 417 nci maddesi ırza geçme ve tasaddi suçları ile ilgili cezayı ağırlatıcı nedenleri içerdiğinden, adli yargıda bu maddenin TCK.nun 419 ncu maddesi ile birlikte uygulanması olanağı bulunmamaktadır. Askerî Yargıda bu konunun tartışılması, As.C.K.nun 152 nci maddesindeki “1. Irza ve iffete tecavüz eden askerî şahıslar hakkında Türk Ceza Kanununun sekizinci babında yazılı cezalar tatbik olunur. 2. Birinci fıkrada yazılı fiiller emirleri altında bulunanlara karşı yapılırsa kanunen muayyen olan ceza, Türk Ceza Kanununun 417 nci maddesi mucibince yarıya kadar arttırılır.” biçimindeki hükümden kaynaklanmaktadır. Anılan maddedeki bu atıf nedeniyle, ırz ve iffete tecavüz suçları “askerî suç” niteliğini kazandığından, bu suçların kapsamı konusundaki 235 duraksamalar nedeniyle konu, Uyuşmazlık Mahkemesinin 11.3.1991 tarih ve 1991/1-1 sayılı ilke kararı ile (21.5.1991 tarih ve 20877 sayılı R.G.) çözüme kavuşturulmuştur. İlke kararına göre; As.C.K.nun 152 nci maddesi ile TCK.nun sekizinci babına yapılan gönderme, 8 nci babın 1 nci faslında yer alan ırz ve iffete tecavüz fiillerinin cezalandırılmasına ilişkin hükümleri kapsamaktadır. Bu nedenle, TCK.nun 8 nci bap 1 nci faslında yer alan TCK.nun 419 ncu maddesinin “ırz ve iffete tecavüz” niteliğinde askerî bir suç olduğu hususunda kuşku yoktur. Ancak, bu maddenin kabulünde yasa koyucunun amacı, cinsel birleşme veya ahlaka aykırı fiili cezalandırmak olmayıp bu fiilin alenen işlenmesi nedeniyle kamunun edep, nezahet ve iffet hislerine yapılan saldırının cezalandırılması, diğer bir deyişle suçun mağduru toplum olduğundan, TCK.nun 417 nci maddesinin uygulanabilmesi için Uyuşmazlık Mahkemesi tarafından görevli mahkemenin tayini bakımından yapılan bu belirleme yeterli değildir. Zira, bu maddenin uygulanması, As.C.K.nun 152 nci maddesinde, failin bu suçu emirleri altında bulunanlara karşı yapması koşuluna bağlanmıştır. Bu nedenle, suçun mağduru olmadığı sürece anılan maddenin uygulanması olanağı yoktur. Somut olay incelendiğinde; sanık ile er S.A.’ın rızaya dayalı olarak ilişkide bulundukları anlaşılmaktadır. Olayda er, mağdur konumunda olmayıp fiili birlikte işleyen kişi durumundadır. Bu nedenle, sanık çavuşun emri altındaki bir şahsa karşı işlediği herhangi bir fiili söz konusu değildir. Bu durumda, olayda As.C.K.nun 152 nci maddesinde öngörülen cezayı artırıcı nedenin varlığından bahsedilemeyeceğine göre, TCK.nun 417 nci maddesinin uygulama yeri olmadığı ve itirazın reddi gerektiği sonucuna varılmıştır. Bu karara; Üyelerden Hâk.Alb.Y.ÖĞÜT ve Hâk.Alb.M.M. EMRE, itirazın Daire kararında belirtilen nedenlerle reddi gerektiğine dair farklı gerekçe ile katılmışlar, Hâk.Alb.S.YALÇIN ise Askerî Mahkeme hükmünün yerinde olduğu ve itirazın kabulü gerektiği görüş ve düşüncesi ile katılmamıştır. İtirazın reddi gerekçesi karşısında; “sanık çavuşun, er S.A.’a emir vermeye yetkili şahıs olup olmadığı” meselesinin incelenmesine gerek görülmemiştir. 236 ASKERİ CEZA KANUNU Md.152 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/43 K. No :1999/69 T. :08.04.1999 ÖZET Sanık hakkında T.C.K.nun 416 ve 430 ncu maddeleri uyarınca açılmış kamu davasının yargılaması sırasında sanık ile mağdurenin resmen evlendikleri saptandığına göre kovuşturmaya son verilerek T.C.K.nun 434 ncü maddesi gereğince kamu davasının ertelenmesine karar verilmesi gerekirken, önce T.C.K.nun 423/1 maddesi uyarınca mahkûmiyetine karar verilip aynı hükümle T.C.K. 423/2 maddesi gereğince erteleme kararı verilmesi kanuna aykırıdır. Bu aşama itibariyle suç vasfı tartışmasına girilmesine de gerek bulunmamaktadır. Mahkemece sadece kamu davasının teciline karar verilmesi gerekirken, önce mahkûmiyet kararı tesisi ve bundan sonra sonuç cezanın teciline karar verilmesinin yasaya aykırı olduğu hususunda bir anlaşmazlık bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, suç vasfına ilişkindir. Maddi olay incelendiğinde; sanığın, 15 yaşından büyük ve 18 yaşından küçük olan mağdure ile 22.11.1996 tarihinde imam nikahı ile evlendikleri, mağdurenin anne ve babasının rızası olmaması nedeniyle resmi nikah yapamadıkları ve babanın şikayetçi olması nedeniyle sanık hakkında Saraykent C.Başsavcılığının 13.1.1997 tarih ve 1997/4-1 sayılı iddianamesi ile T.C.K.nun 416/son, 418, 430/son ve 80 maddeleri uyarınca tecziyesi istemi ile kamu davası açıldığı, Saraykent Asliye Ceza Mahkemesinin 5.6.1997 tarih ve 1997/2-26 sayılı kararı ile atılı suçlardan yargılama yapma görevinin askerî yargı organlarına ait olduğu gerekçesi ile görevsizlik kararı verilmesi üzerine dava dosyasının 6 ncı Kolordu K.lığı Askerî Mahkemesine intikal ettiği ve bu arada 6.6.1997 tarihinde sanık ile mağdurenin resmi nikahlarını yaparak evliliklerini resmen de gerçekleştirdikleri, 6 ncı Kolordu K.lığı Askerî Mahkemesince sanığın, 237 T.C.K.nun 416 ve 430 ncu maddeleri uyarınca tecziyesi istemi ile yargılamaya başlanıldığı sırada tarafların evli oldukları anlaşılmaktadır. Bu durumda, verilmesi gereken kararın ne olduğu ve suç vasfı tartışmasına gerek olup olmadığı öncelikle incelenmesi gereken bir husus olmaktadır. Yargıtay kararlarında duraksamasız olarak vurgulandığı gibi; ırz ve iffete tecavüz suçlarında evlenme vukuunda koca hakkında hukuku amme davasının ve hüküm verilmiş ise cezanın çektirilmesinin tecil olunacağına dair hükümlerin (T.C.K.423, 434) amacı, kurulmuş olan ailenin huzur ve sükununu ihlal etmemek ve ceza takibatı dolayısıyla eşleri birbirinden ayırmamaktır. Evlenmeye rağmen kovuşturmaya devam edilirse, kurulmuş olan aile huzuru bozulacağı gibi, boşanmaya kadar varabilecek sürtüşme ve çatışmalara da yol açılmış olacaktır. Bu nedenle, evlenme üzerine kovuşturmaya son verilerek anılan maddelerin lafzına ve ruhuna uygun olarak kamu davasının teciline karar verilmesi gerekmektedir. Hüküm verilmiş ise, cezanın tecil edileceği açıktır. Nitekim kanun koyucu, aynı amacı gerçekleştirmeye matuf olmak üzere, "Evlenen maznun veya mahkum hakkında hukuku amme davasının veya cezanın tecilini müstelzim olan haller fiilde methali olanlar hakkında dava ve cezanın düşmesini müstelzimdir." hükmünü (T.C.K.nun 434/son) de vazetmiştir. Meseleye bu çerçevede bakıldığı zaman, sanık hakkında T.C.K.nun 416 ve 430 (Bu madde nedeniyle açılan davada mahkemece bir karar verilmemiş olmakla beraber, tebliğnamede belirtildiği gibi dava zaman aşımı süresi içerisinde her zaman karar verilebilir) maddeleri uyarınca açılmış kamu davasının yargılaması sırasında sanık ile mağdurenin resmen evlendikleri saptandığına göre kovuşturmaya son verilerek " sanık tarafından zaman aşımına kadar, haksız bir boşanmaya neden olunduğu taktirde kamu davasının yenileneceği" belirtilmek suretiyle T.C.K.nun 434 ncü maddesi gereğince kamu davasının ertelenmesine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm tesisi yasaya aykırı olduğu gibi, Daire kararında ve tebliğnamede suç vasfı tartışmalarına yer verilmesi de yasanın lafzına ve ruhuna aykırı görülmüştür. Bu nedenle, tebliğnamedeki suç vasfına ilişkin itiraz nedenleri incelenmeksizin itirazın değişik gerekçe ile kabulüne ve yukarıda belirtilen gerekçelerle itiraza atfen Daire kararının kaldırılmasına ve askerî mahkeme hükmünün bozulmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 238 ASKERİ CEZA KANUNU Md.152 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/134 K. No :1999/125 T. :10.06.1999 ÖZET 1. Yanıltılarak eve çağrılan mağdurenin evin içinde kapısı kapatılmış bir odada meydana gelen olay sırasında bağırmasının civar evlerden duyulmaması doğal olup esasen ağzı kapatıldığından bağırmasının dahi mümkün olmadığı, ayrıca gerek yaşı, gerek körlük düzeyindeki görme bozukluğu nazara alındığında ırzına geçmeye kalkışan sanık ere kuvvetli bir mukavemet gösteremediği, olaydan bir ay sonra şikayet üzerine soruşturmaya başlandığından vücudunda zor kullanıldığına ilişkin bir iz ve esere rastlanmaması doğal bulunduğundan bunun mağdurenin rızası bulunduğu şeklinde yorumlanmasına imkan olmadığı anlaşıldığından mağdurenin zorla ırzına geçildiğinin kabulü isabetlidir. 2.Alıkoyma suçunun oluşumu için yerin bizzat failin mülkiyeti ya da kullanımı altında bulunması gerekmemekte, mağdureyi nüfuz ve hâkimiyeti altında tutması yeterli olmaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlığın; mağdurenin ırzına geçilmesi eyleminde rızasının bulunup bulunmadığının ve alıkoymak suçu ile ilgili olarak da, bu suçun unsurları itibariyle oluşup oluşmadığının belirlenmesine ilişkin bulunduğu anlaşılmaktadır. Anlaşmazlığın çözümlenmesi amacıyla mevcut delillerin incelenmesinden; Diyarbakır 8.Ana Jet Üs.K.lığı emrinde görevli olan sanık Er Y.Ç.’ın 8.4.1995 tarihinde yol hariç 20 gün izinle Fatih mahallesi No.: 30 Başmakçı/AFYON adresine gönderildiği; Sanığın daha önce Denizli ilinde tavuk çiftliğinde beraber çalıştığı Afyon Dazkırı ilçesinde oturan ve haklarındaki mahkûmiyet hükümlerini temyiz etmeyen E.-S. G.ın evlerine birkaç defa gidip geldiği, bu sırada E.-S. G.ın komşuları olan M.Ö.ün kızı mağdure S.Ö. ile tanışıp konuştuğu, 239 müşteki M.Ö. ile kızı S.Ö.ün beyanlarının tespit edildiği 22.5.1995 tarihinden tahminen bir ay veya kırk gün kadar önce, sanığın yine E.-S. G.ın evine geldiği ve E.G.dan S.Ö.ü çağırmasını istediği; E.G.ın balkona çıkarak komşusu olan S.Ö.ü, sanık Er Y.Ç.' ın evde bulunduğunu söylemeden çocuğuna bakması bahanesi ile çağırdığı, bu çağrı üzerine S.Ö.ün evin dış kapısı önünde ayakkabılarını çıkararak içeri girdiği sırada E.G.ın bir mendil ile ağzını kapatarak ve sanık erin yardımıyla mağdureyi bir odaya sokarak kapıyı dışardan kilitlediği sanık erin de mağdurenin karşı koymasına rağmen mukavemetini kırarak ırzına geçtiği, korkudan bayılan mağdure ayıldığında E.G.ın "senin kızlığına bir şey olmamış, babana söyleme" şeklinde ikazda bulunduğu, mağdurenin babaannesi olan 75 yaşlarındaki S.Ö.ün geciken torununu sormak için E.G.ın evine geldiği ve kapıda ayakkabılarını görerek nerede olduğunu sorması üzerine, E.G.ın evde yok diye cevap vermesine rağmen ısrar ederek içeri girdiğinde torununu perişan bir vaziyette er Y.Ç. ile aynı odada gördüğü ve ayıltarak kendi evlerine getirdiği, sorduğunda tecavüz edildiğini öğrendiği ancak mağdurenin ve babaannesinin bir olay çıkmasından korktukları için babasına durumu söyleyemedikleri; olayın üzerinden yaklaşık olarak bir ay kadar bir süre geçtikten sonra müşteki M.Ö.ün olayı komşularından duyması ve kızından da sorup doğruluğunu anlaması üzerine, 22.5.1995 tarihinde Dazkırı Emniyet Müdürlüğü ile C.Savcılığına müracaatta bulunduğu, aynı gün Dinar Devlet Hastanesince muayene edilen mağdurenin kızlık zarının esnek ve duhule müsait olduğu, saat 6.7 hizasında patolojik bulgular bulunduğu belirlenerek Denizli Devlet Hastanesine sevk edildiği; 23.5.1995 tarihinde Denizli Devlet Hastanesinde yapılan muayenesinde ise saat 6 hizasında eski yırtık bulunduğu, belirlendiği ancak yırtığın ne zaman olduğunun tespit edilemeyeceğinin açıklandığı yine Denizli Devlet Hastanesinin 25.12.1995 tarihli raporundan da anlaşılacağı gibi mağdurenin görme bozukluğunun oldukça ileri olup körlük seviyesinde bulunduğu, ve nihayet Adli Tıp Kurumunun 24.1.1996 tarihli mütalaasına göre de, mağdurenin son film çekim tarihi olan 27.9.1995 ve olay tarihi olan 22.5.1995 tarihinden 40 gün kadar önce 16 yaşı içerisinde olduğunun ve dolayısıyla 16 yaşını bitirmediğinin tespit edildiği anlaşılmaktadır. Mağdure S.Ö.ün tüm safhalardaki anlatımlarının değerlendirilmesinden beyanları arasında özünde farklılıklar bulunmamakla birlikte bazı ayrıntılarda çelişkilerin mevcudiyeti belirlenmişse de, bu çelişkilerin esasa etkili olmadığı, mevcut kabulü değiştirecek nitelik taşımadığı ve mağdurenin yaşı ve yaşadığı olayın 240 niteliğine göre doğal karşılanması gerektiği; Keza olay mahallinde yapılmış bir keşif bulunmamasına rağmen E.-S. G. ın evi ile mağdurenin evi çok yakın olduğu halde sanık E.G.n evinin balkonuna çıkmak suretiyle mağdureyi yanıltarak eve çağırmış olduğu nazara alındığında; evin içinde, kapısı kapalı bir odada meydana gelen olay sırasında mağdurenin bağırmasının aynı şekilde civar evlerden duyulup duyulmaması arasında farklılık açık bulunduğu gibi mağdurenin ağzı kapatıldığından bağırmasının dahi mümkün olamayacağı ve ayrıca gerek yaşı ve gerekse görme durumunun özellikleri dikkate alındığında, sanığa karşı mücadele etmiş olmasına rağmen mukavemetinin kırılmasına neden olunduğu, Vücudunda zor kullanıldığına ilişkin bir eser ve izden bahsedilmemiş olunmasının da mağdurenin rızası bulunduğu şeklinde yorumlanmasına imkan bulunmadığı, zira olaydan yaklaşık bir ay sonra mağdurenin babasının olayı komşulardan duyması üzerine müracaat ettiğinin açık olduğu, bu itibarla olay sırasında mağdurenin vücudunda zor kullanıldığını gösteren iz ve eserler mevcut olsa dahi aradan geçen bir ay içerisinde ortadan kalkmasının doğal olacağı sonucuna varılmış, kabul edilen bütün bu nedenlerle mağdurenin rızasının bulunmadığına ve zorla ırzına geçildiğine dair Başsavcılığın itirazının kabulüne karar verilmiştir. Aynı şekilde, E.G.ın mağdureyi yanıltarak eve çağırmış olması mağdurenin kendiliğinden gelmesinin söz konusu bulunmaması ve eve geldiği sırada sanık erle E.G.tarafından birlikte bir odaya sokulmuş olduğu gözetildiğinde bu evin sanığa ait olmamasının önem arz etmediği, burada önemli oldan hususun sanığın mağdureyi nüfuz ve hâkimiyeti altında tutması olduğundan alıkoymak suçunun da unsurları itibariyle oluştuğu görüşüne varılmış ve Başsavcılığın bu suçla ilgili yapmış olduğu itirazının da kabulüne oyçokluğu ile karar verilmiştir. 241 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.152 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/202 K. No :1999/176 T. :07.10.1999 ÖZET Sanık J.Er C.B. nin; kocasının evde olmadığını bildiği mağdurenin evine izinsiz girip boynundan ve baldırından tutarak, oturma odasındaki minderlerin üzerine zorla yatırdığı, mağdurenin yardım için bağırması üzerine komşu kadının gelmesi nedeniyle olay yerinden uzaklaştığı şeklinde ki eylemi “Irza Tasaddiye Nakıs Teşebbüs” suçunu oluşturur. Sanığın 14.11.1995 günü sabah saat 09.30 10.00 sularında bir iş için ilçe dışına çıkacağını öğrendiği mağdurenin kocası müşteki Z. G.'in evine geldiği, kapının açık olmasından faydalanarak izinsiz olarak girip oturma odasına kadar gittiği, mağdure N. G.'e kocasının nerede olduğunu sorduğu, mağdurenin ilçede olduğunu söylemesi üzerine ''yalan söyleme kocanın nerede olduğunu biliyorum, o simdi uzaklarda'' dediği, mağdurenin boynundan ve baldırından tutarak oturma odasında bulunan minderlerin üzerine doğru yatırdığı mağdurenin yardım için yüksek sesle bağırdığı, elindeki süpürge ile sanığın kulağına vurmaya çalıştığı, bu durumda iken biraz önce mağdurenin evinden ayrılan komşu kadının geldiğini gören sanığın mağdureye “bağırma, komşu kadın geliyor'' dediği sanığın altından kurtulan mağdurenin duvara asılı olan kılıflı tüfeği aldığı, sanığın tüfeğe tekme atarak mağdurenin tüfeği kılıfından çıkarmasına engel olduğu, komşu kadının içeri girmesi üzerine sanığın olay yerinden uzaklaştığı, olay yerine daha sonra mağdurenin komşusu tanık Orhan ÖZMEN'in de geldiği, olayın bu şekilde cereyan ettiği, dosyada bulunan mağdureye (Dz.3-45,-68) ve bu beyanı doğrulayan diğer tanıklar Hanife ÇINAR (Dz.4-70), Orhan ÖZMEN (Dz.47-69), Sevgi GÜNEY (Dz.5-91), Zekeriye GÜNEY'e (Dz.41-68) ait ifadelerden anlaşılmaktadır. 242 Dava konusu olayın bu şekilde cereyan ettiği hususunda mahalli mahkeme ve dairenin kabulleri arasında fark bulunmamaktadır. Ancak maddi eylemin bu şekilde cereyan ettiği kabul edilmekle birlikte, eylem mahalli mahkemece ırza tasaddiye nakıs teşebbüs suçu, dairece ırza geçmeye nakıs teşebbüs suçu olarak nitelenmekte, dairenin eylemin ırza geçmeye nakıs teşebbüs suçunu oluşturduğu yolundaki suç vasfından bozma kararına mahalli mahkemece direnilmektedir. Mahalli Mahkemenin direnme hükmü gerekçesinde de açıklandığı gibi, sanık aşamalardaki ifadelerinde hakkındaki bütün isnatları ret ettiğinden sanığın ifade ve beyanlarından hareketle suç niteliğini tayine ilişkin bir sonuca gidilmesi ve kastının değerlendirilmesi mümkün değildir. Gerek ırza geçme gerekse ırza tasaddi suçları ceza hukuku doktrininde müterakki (geçitli) suçlar olarak nitelenmekte, birbirine benzer icra hareketleri failin iradesi dışında yarım kalması sebebi ile suç nitelenmekte, birbirine benzer icra hareketlerinin failin iradesi dışında yarım kalması sebebi ile suç niteliğinin tayini yönünden birbirleri ile sıkça mukayesesi yapılmaktadır. Sanığın olayın başlangıcından itibaren suç işleme kastının mağdurenin ırzına geçmek olduğunu söylemeye elverişli ve yeterli delil veya deliller dava dosyasında bulunmamaktadır. Bu durumda sanığın yaptığı icrai hareketlerin değerlendirilmesi ile bir sonuca gidilebilecektir. Irza tasaddi suçu cebir, şiddet ve cinsel tatmine yönelik hareketi bünyesinde ihtiva eden, birden fazla hareket gerektiren, birleşik bir suç tipi olduğundan failin suç tipinde unsur olarak gösterilen hareketlerden birini icraya koyarak mağdurun cinsel hürriyetine tecavüz ettiği anda yasa koyucunun hedeflediği hukuki yararın zedelendiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır .İnceleme konusu olayda sanığın mağdurenin ırzına geçme kastı ile hareket ettiği, her türlü şüpheden uzak, yeterli ve elverişli deliller ile ortaya konamamıştır. Kast sanığın iç alemine yönelik psikolojik bir unsur olduğuna göre sanığın dış aleme yansıyan hareketlerinden kastın ne olduğu ortaya konamadığı takdirde sabit olan durumun sanığın lehine sonuç verecek şekilde yorumlanması ve kabulü gerekmektedir. Dosyadaki mevcut delillerden her türlü şüphe ve tereddütten uzak bir şekilde sanığın mağdurenin ırzına geçmek kastı ile hareket ettiği sonuç ve kanaatine varılamadığından gerçekleşen ve sabit görülen eyleminin oluş ve nihayete ermesine nazaran sanık lehine olarak ırza tasaddiye nakıs teşebbüs olarak nitelenmesinde isabetsizlik görülmemiş mahalli mahkemece direnilerek tesis edilen hüküm usul, sübut, vasıf. 243 takdir ve uygulama yönlerinden isabetli görüldüğünden sanığın ve sanık müdafiinin tüm temyiz sebeplerinin reddine ve hükmün onanmasına karar verilmiş, Üyeler Hâk.Alb. A.TOKAT. Hâk.Alb.V.ÖZENİRLER, Hâk.Alb.S. SOYKAN sübuta eren eylemin ''ırza geçmeye nakıs teşebbüs'' suçunu oluşturduğu görüşü ile bu kabule katılmamışlardır. 244 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.152 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/227 K. No :1999/220 T. :09.12.1999 ÖZET Sanık Tbp.Tğm. Ö.E.in, Askerî Hastanedeki odasına gelen ilaç firması temsilcisi iki bayanı istekleri dışında öpmek için ellerinden tutarak kendisine doğru kabaca çekme şeklindeki hareketlerinde, şehvet hissi ile davrandığı konusu şüpheli kalmakla birlikte, sabit olan eylemi, TCK. 547 Md.deki “Başkasını alenen incitme veya huzur ve rahatını bozma” suçunu oluşturur. ''...Sanığın 16.2.1996 tarihinden itibaren J.Genel K.lığı Dispanserinde Pratisyen Hekim olarak görev yaptığı, meslek gereği ilaç firmalarının temsilcilerinin, diğer doktorlar gibi kendisini de Dispansere gelerek ziyaret ettikleri, 28.11.1996 günü iş gereği yine J.Genel K.lığı Dispanserine geldikleri diğer doktorları ziyaret ettikten sonra sanığın odasına da uğradıkları, sanığın olay tarihinden bir ay kadar önce annesinin ölmüş olması nedeniyle hem başsağlığı dilemek, hem de iş görüşmesi yapmak amacında oldukları, kapıyı çalıp içeri girdikleri, sanığın içeride bir hastası ile meşgul olduğu, mağdurları içeriye buyur ettiği, hastasını gönderdikten sonra kapıyı kapatıp kendisini ayakta bekleyen mağdurlardan, önce Tuğba KÜÇÜK'e sarıldığı ve öpmek istediği, Tuğba'nın kendisini öpmek isteyen sanığı iteklediği, bunun üzerine şaka yapıyormuş gibi tavır alarak güldüğü ve mağdurenin omzuna sertçe vurarak ''kaç zamandır niye gelmiyorsun eşşeoğlueşşek'' dediği, o sırada ayakta bulunan ve şaşkınlıkla gelişmeleri izleyen diğer mağdure Ebru Didem YILDIRIM' a dönerek aynı şekilde sarıldığı, O’na da ''sen niye gelmiyorsun, eşşeoğlueşşek'' diyerek omzuna vurduğu, mağdurelerin ilk şaşkınlıklarını atmalarını müteakip derhal odadan çıktıkları ve dilekçe vermek suretiyle sanığı şikayet ettikleri, böylelikle sanığın mağdurelere rızası hilaflarına sarılmak ve öpmeye çalışmak, daha 245 sonra da omuzlarına vurmak suretiyle sarkıntılık suçunu iki kez işlediği iddiasıyla eylemine uyan As.C.K.nun 152 nci Maddesi Delaletiyle T.C.K.nun 421 nci Maddesinin iki kez tatbiki suretiyle cezalandırılması istemiyle açılan kamu davası sonunda tesis edilen beraat hükmünün, Askerî Savcının aleyhe temyizi üzerine, Dairece, sanığın eyleminin TCK.nun 547 nci maddesinde yazılı suçu oluşturduğu gerekçesiyle beraat hükmünün suç vasfından bozulmasına karşı, Başsavcılıkça, sanık hakkındaki beraat hükmünün onanması gerektiği gerekçesiyle itiraz edilmiştir. Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık sübuta yöneliktir. Daire, sanığın iddia konusu eylemlerinin TCK.nun 547 nci maddesinde düzenlenen, suçu oluşturduğunu kabul ederken, Başsavcılık, Askerî mahkeme hükmünde olduğu gibi, sanığın eyleminin suç teşkil etmediğini ileri sürmektedir. Dosyada mevcut delil durumu karşısında, sanığın her iki mağdureye karşı vaki olan eylemlerinin Askerî Yargıtay 2 nci Dairesinin 20.10.1999 tarih ve 1999/669-668 sayılı ilâmında açıklanan şekilde sübuta erdiği, sanığın olay günü ilaç mümessilleri olan mağdurelerle ayrı ayrı tokalaşmayı müteakip ellerinden sıkıca tutup kendine doğru çekerek kabaca sarılıp öpmek için hamle yaptığında, şehvet hissi ile davrandığı konusu şüpheli kalmakla birlikte, sanığın sübut bulan bu eylemlerinin, Toplumun genel ahlak kuralları ve kabul tarzına göre çirkin ve ayıp olması, mağdurelerin sanığın bu tarz hareketinden incinmiş olmaları, huzur ve rahatlarının bozulmuş olması, dikkate alındığında, sanığın söz konusu eylemlerinin TCK.nun 547 nci maddesinde düzenlenen “İtidal ve muvazene haricinde veya çirkin ve ayıp görünen bir hal ile başkasını alenen incitme veya huzur ve rahatını bozma'' suçunu oluşturduğu kabul edilmiştir. TCK.nun 547 nci maddesinde düzenlenen kabahat nevindeki bu suçun oluşmasında, sanığın hal ve hareketleriyle başkasını incitme veya huzur ve rahatını bozma kastı içinde olup olmamasının bir önemi olmadığı için (Nejat ÖZÜTÜRK TCK.nun Şerhi ve Tatbikatı 1970 ikinci Baskı 3.cilt Sh.752) sanığın argo tabirler kullanan entellektüel bir yapıda olması nedeniyle müsned suçun kast unsuru yönünden oluşmayacağına yönelik görüşe katılmak mümkün olmamıştır . Açıklanan nedenlerle Başsavcılığın sanığın eylemlerinin suç teşkil etmediğine yönelik itirazı yerinde görülmemiş, Ancak, TCK.nun 547 nci maddesinde bu suç için öngörülen ceza, azami On beş Gün Hafif Hapis olduğu için, TCK.nun 102/6 ve 246 104/2.maddelerinde belirtilen (6 Ay+Yarısı) toplam Dokuz Aylık Zamanaşımı süresi dolmuş olduğundan itiraza atfen davanın düşmesine oyçokluğu ile karar verilmiştir . 247 ASKERÎ CEZA KANUNU Md.152 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/230 K. No :1999/221 T. :9.12.1999 ÖZET Mağdurenin olay tarihinde 21 yaşında olması, evli olduğu evinden anlaşılabilecek olan sanığın evine birlikte giderek ilk defa buluştuğu gün sanıkla cinsel ilişkiye girmesi, sanığın evlenme öncesi faaliyetler olan mağdureyi ailesinden istetmek, ev eşyası almak, gelinlik diktirmek, nikah ve düğün hazırlığı yapmak gibi faaliyetlerinin mevcut olmaması karşısında, sanığın mağdureye evlenme vaadinde bulunduğu hususunda tam bir vicdani kanaat oluşmadığı gibi, cinsel ilişki öncesinde mağdurenin bakire olduğu da kanıtlanamadığından, Evlenme Vaadiyle Kızlık Bozma suçunun sübuta erdiği kabul edilemez. Askerî Mahkeme ile Daire arasında meydana gelen ve Daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık müsned suçun sübutuna yöneliktir. Daire, suçun sübuta ermediğini kabul ederken, Askerî Mahkeme suçun sabit olduğunu kabul ederek önceki mahkûmiyet hükmünde direnmiştir. Dosyada mevcut delil durumuna göre; Sanığın Akşehir İlçe Jandarma Karakolunda görevli iken, mağdurenin, konusu bilinmeyen bir şikayet için Karakola geldiğinde sanığı tanıdığı ve aynı günün akşamı, sanığa gösterdiği ilgi için teşekkür etmek amacıyla telefon ettiği, arkasından sanığın mağdureyi telefonla arayıp randevulaştıkları, ilk buluşmalarını müteakip aynı gün sanığın evine gittikleri ve cinsel ilişkide bulundukları, daha sonraki günlerde eşiyle problemleri olan sanığın, eşinden ayrılıp mağdure ile evlenmek istediği bunun için sanığın anne ve babasının, mağdureyi anne ve babasından oğulları olan sanık için istedikleri, hatta sanığın 1996 yılı 248 genel atamaları ile Muş iline atanmasından sonra, mağdurenin sanığın anne ve babasının Konya’daki evine gidip bir süre kaldığı, ancak daha sonra sanığın mağdure ile evlenmekten vazgeçtiği, kızlık muayenesinin 3.3.1997 tarihinde yapıldığı, bakire olmadığı ve yırtığın eski olduğunun tespit edildiği anlaşılmakta ve bu konularda bir ihtilaf da bulunmamaktadır. Ancak, mağdure, sanık ile cinsel ilişkiye girmeden önce bakire olduğunu ve sanığın kendisiyle evlenme vaadinde bulunduğunu iddia etmekte, sanık ise, cinsel ilişki öncesinde mağdureye evlenme vaadinde bulunmadığını ve mağdurenin cinsel ilişki öncesinde bakire olmadığını ileri sürmektedir. Dava dosyasında, sanığın cinsel ilişki sonrasında mağdure ile evlenme vaadinde bulunduğunu gösteren deliller mevcut olmakla birlikte, cinsel ilişki öncesinde evlenme vaadinde bulunduğunu gösteren, mağdurenin soyut iddiasından başka hiçbir delil bulunmamaktadır. Gerçekten, sanığın mağdure ile cinsel ilişkiye girmeden önce kendisini anne ve babasından istetmek veya istemek, nişan yapmak, ev eşyası almak, gelinlik diktirmek, nikah ve düğün hazırlıkları yapmak gibi evlenme vaadinde bulunduğunu ortaya koyacak bir olay gerçekleşmediği gibi, suç tarihinde (21) yaşında olan sanığın; buluştukları ilk gün evine götürdüğü kendisinden iki yaş büyük olan mağdureye (üstelik evli olmasına rağmen) cinsel ilişkide bulunmadan önce evlenme vaadinde bulunup, mağdureyi buna inandırdıktan sonra cinsel ilişkide bulunduğunu kabul etmek hayatın olağan akışına, akla ve mantığa da uygun düşmemektedir. Mağdurenin, sanıkla ilk defa buluştuğu gün, evine rızası ile gidip (evin halinden evli olduğu da anlaşılabilecek olan) sanıkla cinsel ilişkide bulunmuş olması karşısında, mağdurenin sanıkla birlikte olduğunun daha ilk gününde, sanığın kendisine evlenme vaadinde bulunduğu yönündeki iddiası inandırıcı bulunmamıştır. Bu itibarla sanığın, buluştukları ilk gün mağdure ile rızası ile cinsel ilişkiye girmeden önce, mağdureye evlenme vaadinde bulunduğu konusunda, her türlü şüphe ve tereddütten uzak biçimde, tam bir vicdani kanaate varmak mümkün olmadığından, müsned suçun yasal unsuru olan “Evlenme vaadinin” gerçekleşmemiş olması nedeniyle müsned suçun oluşmadığı sonucuna varılmıştır. Sanığın, reşit olan mağdure ile, Mayıs 1996 Tarihinde rızasıyla cinsel ilişkide bulunması suç teşkil etmediği gibi, rızası ile gerçekleşen cinsel ilişkiden sonra vaki olan evlenme vaadinin de suçun teşekkülü yönünden önemsiz olduğu kuşkusuzdur. 249 Diğer yandan, bir an için olayda sanığın cinsel ilişki öncesinde mağdureye evlenme vaadinde bulunduğu kabul edilse dahi, mağdurenin işbu ilişki öncesinde bakire olduğu konusu da kanıtlanamadığından, müsned suçun diğer bir unsuru olan “Kızlık bozma” unsurunun da gerçekleştiği kabul edilemeyeceğinden, sanık hakkında yasal unsurları itibariyle sübuta ermeyen “Evlenme Vaadiyle Kızlık Bozma” suçundan beraat kararı yerine, yazılı olduğu şekilde mahkûmiyete hükmolunması bozmayı gerektirmiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle, sanığın yerinde görülen temyizinin KABULÜ ile, usul ve kanuna aykırı bulunan Jandarma Genel Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 29.4.1999 tarih ve 1999/238-245 sayılı direnme (mahkûmiyet) hükmünün 353 Sayılı Yasanın 221/1 nci Maddesi uyarınca ESASTAN BOZULMASINA, tebliğnameye uygun olarak, 9.12.1999 tarihinde OYBİRLİĞİ ile karar verildi. 250 ASKERÎ CEZA KANUNU Ek.Md.6 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/115 K. No :1999/89 T. :29.04.1999 ÖZET Taahhüt ettiği 3147Kg. yoğurdun muayene komisyonuna kabul edilmemesi üzerine, sivil şahıs sanığın muayene komisyon üyelerine karşı sarfettiği “vicdansızlar, elinizi vicdanınıza atın, sizi şikayet edeceğim, hepinizle hesaplaşacağım” şeklindeki sözlerin komisyon üyelerinin şeref ve haysiyetine saldırı niteliğinde ve onları küçülten veya aşağılayan mahiyette olmaktan ziyade yalvarma, yakınma ve zararının büyüklüğünü anlatma çabası olduğu, hakaret amacı taşımadığı sonucuna varılmıştır. Sanığın girdiği ihale sebebiyle taahhüdünü yerine getirmek üzere 21.8.1998 günü Diyarbakır İç Tedarik Bölge Başkanlığına 3147 kg. yoğurt getirdiği, yoğurdun 1 nci muayene komisyonu tarafından şartnameye uygun olmadığı gerekçesi ile reddedilmesi üzerine Bölge Başkanlığına vekalet eden Lv.Bnb.Özcan TURHAN'ın makamına giderek getirdiği yoğurdun üzerinde kaymak olduğundan reddedildiğini, yoğurdu bir kere de kendisinin muayene etmesini bu seferlik idare edilmesini bir daha böyle mal getirmeyeceğini söylemesi üzerine Bnb.Özcan TURHAN'ın böyle bir yetkisinin olmadığını, itiraz etmesi halinde 2 nci muayene komisyonunu görevlendireceği şeklinde cevap verdiği, sanığın 1 nci komisyon kararına yazılı şekilde itirazı üzerine Lv.Ütğm. Cafer KÜNCÜ, Vet.Atğm. Erhan KAYA, Lv.Astsb.Ahmet ÖZBEK, Lv.Astsb.Hasan HANAYLI'dan oluşan 2 nci muayene komisyonunu görevlendirdiği, komisyonun yaptığı muayene sonunda 1 nci komisyon kararında belirtilen sebeplerle sanığın itirazının reddine karar verildiği, kararın tebliği için çağrıldığında komisyon üyelerine malı şimdilik kabul edin bozuk dediğiniz miktarı 2-3 gün içerisinde değiştirip yeni mal getireceğim şeklinde teklifte bulunduğu, teklifin mevzuata 251 uygun olmadığı bildirilince komisyon üyelerinin yüzüne karşı "benim malım dört dörtlük, vicdansızlar, elinizi vicdanınıza atın, sizi şikayet edeceğim, hepinizle hesaplaşacağım" şeklinde hitaplarda bulunup, yüksek sesle bağırıp çağırdığı, olayla ilgili düzenlenen tutanak ve tanıklar Özcan TURHAN, Cafer KÜNCÜ, Erhan KAYA, Ahmet ÖZBEK, Hasan HANAYLI, Erdoğan YILMAZ'ın beyanları karşısında maddi olayın yukarıda anlatılan şekilde cereyan ettiğinde bir tereddüt bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık sübutunda kuşku bulunmayan maddi olayda sanıkta suçun manevi unsuru olan suç işlemek kasıt ve iradesinin bulunup bulunmadığı konusunda toplanmaktadır. Ancak konunun esasının incelenmesine geçilmeden önce usul açısından yapılan incelemede; Kurul üyelerinden bazıları sanığa T.C.K.nun 268 nci maddesi uyarınca ceza tertip edildiğini, 268 nci maddesindeki cezanın azami sınırı (üst haddi) 3 yıldan aşağı olması sebebiyle davaya heyet halinde değil tek hâkim tarafından bakılması gerektiğini, bu nedenle görev sorunu bulunduğunu ileri sürmüş ve Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 13.6.1996 gün ve 1996/91-92, 9.7.1998 gün ve 1998/116-113 sayılı kararlarının bu görüşlerini doğruladığını beyan etmiş iseler de, bu kararların asker kişilerin işlediği suçlarla ilgili olması, bu davada ise sanığın sivil şahıs olması sebebiyle işlediği suçun As.C.K. nun Ek 6 ncı maddesinde yazılı bulunması hususu dikkate alındığında, Ek 6 ncı maddedeki bu suçun 353 Sayılı Kanunun Ek-1 nci maddesinde tek hâkimle bakılması gerekli olup tek tek sayılan Askerî ceza kanununda yazılı suçlardan olmadığı, Ancak As.C.K.da yazılı bulunması nedeniylede (diğer ceza kanunlarında yazılı suçlar) kapsamına da girmediğinden bu davaya Askerî Mahkemenin kurul halinde bakmasının 353 Sayılı Kanunun Ek-1 nci maddesine aykırı olmadığına kurulumuz çoğunluğunca karar verilmiştir. Esasla ilgili olarak yapılan incelemede; Vicdansız veya vicdansızlar sözcüğü, Meydan Larouse Ansiklopedisinde (Cilt 12 Shf.589) başkalarının hakkını gözetmeyen adil ve merhametli davranmayan insafsız, acımasız, kötü, Türk Dil Kurumunca yayınlanan Türkçe sözlükte ise (6 Bas.Shf.834) insafsız, hak gözetmez olarak tanımlanmıştır. Sanığın savunmaları, tanıklar Cafer KÜNCÜ, Erhan KAYA, Ahmet ÖZBEK, Hasan HANAYLI'nın beyanları birlikte 252 değerlendirilerek yaz mevsiminin en sıcak ayında getirdiği 3147 kg. yoğurdun reddedilmesi üzerine büyük çaplı ekonomik zarara uğrayacağını düşünerek bozuk olan miktarı 2-3 gün içerisinde değiştirip yeni mal getirmeyi teklif ettiğinde 2 nci itiraz komisyonununda bu talebi uygun bulmayarak reddetmesi üzerine olaydan fazlaca etkilenen sanığın sarfettiği bu sözlerin komisyon üyelerinin şeref ve haysiyetine saldırı, onları küçülten veya aşağılayan nitelikte olmaktan ziyade yalvarma, yakınma zararının büyüklüğünü anlatma çabası içerisinde olduğu, hakaret amacı taşımadığı sonucuna varılarak Başsavcılığın itirazının reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. ------------- ------------ --------- -------- ---------- ------ ---------- ---------Bu madde için ayrıca, As. Yrg. Daireler Kurulunun 7.10.1999 gün ve 1999/139-170 sayılı olan TCK nun 266. maddesiyle ilgili içtihadına bakınız. --------- --------- --------- ----------- ------------ ---------- --------- -------- 253 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.9 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/11 K. No :1999/21 T :04.02.1999 ÖZET Lojman Yönetim Kurulunda muhasip üye olarak görev yapan sanığın, bu görevi askerî hizmetle ilgili bulunmamakla beraber, lojman sakinlerinden topladığı aidatlarla ödemesi gereken kapıcı ve kaloriferciye ait sigorta primlerini SSK.na yatırmamakla, sanığın bu eyleminden yeni yönetim kurulunun da içinde bulunduğu lojmanda oturan tüm askerî personel zarar gördüğü için, ortada asker kişinin asker kişiye karşı işlediği iddia olunan bir suçun varlığı sözkonusu olduğundan, davada askerî mahkeme görevlidir. Kanava Lojmanları Yönetim Kurulunda muhasip üye olarak görevli olan sanığın, askerî lojmanda oturan asker kişilerden, kapıcı ve kaloriferci ücreti olarak toplanan paralardan ödenmesi gereken sigorta primlerini ödenmiş gibi gösterip ödemediği, bildirgelerini göndermediği, bu nedenle SSK. tarafından prim borcu, gecikme zammı ve ceza olarak tahakkuk ettirilen 300.282.388 TL.nin anılan lojmanların yönetim kurulunca ödendiği, bu suretle "kendisine yönetmek üzere tevdi olunan şeyler üzerinde Emniyeti Suistimal" suçunu işlediği ve lojman sakinlerine yönelik olarak belirtilen miktarda zarara sebebiyet verdiği kabul edilerek tesis edilen mahkûmiyete konu davada, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık göreve ilişkin bulunmaktadır. Bu çerçevede konuya ilişkin mevzuat hükümleri incelendiğinde; I-634 Sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 38 nci maddesinde; Yöneticinin kat maliklerine karşı aynen bir vekil gibi sorumlu olduğunun öngörüldüğü, II-2346 Sayılı Kamu Konutları Kanunu uyarınca Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan (23.9.1984 tarih ve 18524 sayılı R.G.) "Kamu Konutları Yönetmeliği"nin 36 ncı maddesinde" Kamu kurum ve 254 kuruluşlarının 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olmayan konut blok veya gruplarının; yakıt ihtiyacının temin tedarik ve dağıtım dışındaki müşterek hizmet ve ihtiyaçları konutlarda oturanların kendi aralarından birer yıl süreyle ve yeteri kadar seçeceği yöneticiler aracılığı ile aşağıda belirtildiği şekilde karşılanır. a) Konutların kapıcı, bahçıvan, kaloriferci.giderlerini brüt yüzölçümü oranlarına göre tahsil etmek, Tamamı ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının mülkiyetinde bulunan konut blok veya gruplarında (a) bendinde belirtilen müşterek hizmet ve ihtiyaçların konut tahsis edilenler tarafından karşılanması esastır..." hükmünün yer aldığı, III- Kamu Konutları Kanunu ve Yönetmeliği hükümlerine göre çıkarılan "Türk Silahlı Kuvvetleri Konut Yönergesi'nin 40 ncı maddesinde, Konut Yönetim Kurulunun görevleri arasında" 1475 Sayılı İş Kanunu hükümlerine uygun olarak kapıcı ve kaloriferci tutmak ve bunların sigorta ve her türlü özlük işlemlerini yürütmek ve kiracılardan toplanacak aidatın alınışı, muhafazası ve harcama şekillerini tespit etmek" hususlarına da yer verildiği, IV- 1475 Sayılı İş Kanununun Ek 1 nci maddesinde "kaloriferci konut kapıcıları ile çalışmasını aynı işverene veya aynı konuta hasreden konut kapıcılarının işvereni konutun maliki veya ortaklarıdır.Konut yöneticisi işveren vekili olup, mali sorumluluklar işverene ait olmak üzere, yargı uyuşmazlıklarında ve bu kanunun uygulanması bakımından işverenin temsilcisidir." hükmünün yer aldığı, V- 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 79/1 maddesi, işverenin çalıştırdığı sigortalının sigorta primleri hesabına esas tutulan kazançlar toplamı ve prim ödeme gün sayıları ile sigorta primlerini gösteren prim belgelerini ait olduğu ayı takip eden ayın sonuna kadar kuruma vermekle ve 80/1 maddesi, işverenin çalıştırdığı sigortalıların primlerine esas tutulacak kazançlar toplamı üzerinden hesaplanacak prim tutarlarını ücretlerinden kesmeye ve kendisine ait prim tutarlarını da bu miktara ekleyerek en geç ertesi ayın sonuna kadar kuruma ödemeye mecbur olduğunu hükme bağladığı, Anlaşılmaktadır. Dosyanın incelenmesinde (Dz.109,111,142 ve 145) sözkonusu sigorta primi, gecikme zammı ve idari para cezalarının lojman yönetim kurulu tarafından ödendiği görülmüştür. Yukarıdaki mevzuat hükümlerinden anlaşılacağı üzere, askerî lojmanlarda yönetim kurullarında görev alan yöneticiler; bu lojmanlarda 255 çalıştırmak üzere kapıcı kaloriferci tutmak, bunların her türlü özlük işlemlerini yürütmekle görevlidirler. Bu görevi de lojman sakinlerinin nam ve hesabına ve onlardan topladıkları aidatlarla yürütmektedirler. Bu nedenle, lojman yönetim kurullarında görev alan yöneticiler ile lojmanda oturanlar arasında yasadan doğan bir vekalet ilişkisi söz konusudur. Nitekim, 1475 Sayılı İş Kanununun Ek-1 nci maddesi, bu hususu açıkça vurgulamış ve mali sorumluluğun işverene ait olduğunu belirtmiş olup, Dava konusu paranın lojman yönetim kurulu tarafından ödenmesi de bunu doğrulamaktadır. Bu duruma göre; sanık tarafından kuruma yatırılmadığı iddia olunan primlerin, lojman sakinlerinden toplanan aidatlardan ödenmesinin gerekmesi, gerek bu primlerin gerek bu yüzden tahakkuk ettirilen gecikme zammı ve idari para cezalarının tamamının, lojmanda oturan askerî personelden tahsil edilmesi ve sanığa isnad olunan suçun, mülkiyetin korunması amacını güden " Emniyeti Suistimal etmek" olarak vasıflandırılmış olması karşısında, suçtan zarar gören kişilerin asker kişiler olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu nedenle, sanığın görevinin askerî hizmet ile bir ilişkisi bulunmamakla beraber, asker kişinin asker kişiye karşı işlediği iddia olunan bir suçun varlığı sözkonusu olduğundan 353 Sayılı Kanunun 9 ncu maddesi uyarınca davanın askerî mahkemede görülmesi gerektiğine ve itirazın kabulüne oyçokluğu ile karar verilmiştir. 256 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.11 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/187 K. No :1999/193 T. :04.11.1999 ÖZET Sanık sivil şahıs O.Z.A.nın J.Gn.K.lığı Loj.D.Bşk.lığına verdiği dilekçede yer alan sözlerle işlediği iddia olunan görevli memura hakaret suçu; filhal, yüze karşı işlenmediğinden, askerî mahkemede yargılanma şartı gerçekleşmemiştir. "...Sanığın ÇİFTEL İş Güvenliği Malzemeleri Sanayi ve Tic.A.Ş.nin müdürü ve hissedarı olarak J.Gn.K.lığı Loj.D.Bşk.lığına hitaben vermiş olduğu 21.10.1998 tarihli 2 adet dilekçede, J.Gn.K.lığının alımını yaptığı vizörlü kask ve vücut koruyucu teçhizat ihalesinin teknik şartnamelerini değerlendiği, 11.600 adet vizörlü kask teknik şartnamesine "sözde teknik şartname" tabirini kullandığı, yine 6500 adet vücut koruyucu teçhizat teknik şartnamesini değerlendiren dilekçesinde "vücut koruyucu teçhizatın şartnameleri hazırlanırken bir zamanlar Avrupa birliği ülkelerinin kullanmış olduğu ancak geliştirilen ve gün geçtikçe daha komplike hale gelen terör eylemi taktikleri ve terörist silah, araç ve gereçlerine karşı artık demode olan ve çağ dışı kalarak koruyuculuk vasfını kaybeden vücut koruyucularının maalesef teknik şartname olarak vasıflandırdığınız metinde belirtmektesiniz", "bu vücut koruyucu şartnamesini hazırlayan arkadaşın da iyi niyetli olmadığı ve her şey bir yana yönlendirilmiş ve bilgisiz olduğu fikrine de sahip bulunmaktayız", "umarız bu bilgiler ışığında konuyu bu kez ciddiyetle ele alır ve J.Birlikleri için hakikaten vücut koruyucu teçhizat almayı düşünürsünüz" şeklinde cümleler sarfettiği, sanığın Savcılığımızca tespit edilen ifadesinde; teknik şartnameyi hazırlayan kişilerin yönlendirilmiş olduğunu, bu şartnamenin bir firmanın malı gözönüne alınarak hazırlandığını açıkça belirtmiştir. Sanığın 11.600 adet vizörlü kask ihalesine ÇİFTEL İş Güvenliği ve Malzemeleri Sanayi ve Ticaret 257 A.Ş.adına katılmayarak ASRIN Plastik Sanayi adına teklif verdiği, bu teklifinde eleştirdiği şartnameyi aynen karşıladığını belirten bir teklif olduğu, bu ihalenin kendisinde veya temsil ettiği firmasında kalması halinde aynı teknik şartnameyi eleştirmeyeceği, ihaleyi kaybettiği için teknik şartnameyi eleştirme sınırlarını aşarak hakaret derecesine varan eleştirilerde bulunduğu, teknik heyetin bir firmanın malı göz önüne alınarak teknik şartnameyi hazırladığını belirterek maddeî mahsusa isnat ederek hakaret suçunu işlediği, keza Lojistik Dairesi Başkanlığını da ciddiyete davet ederek daha öncesi çalışmalarının ciddiyetsiz olduğunu belirttiği ve Loj.D.Bşk.lığı yetkililerine hakaret ettiği, bu suretle sanığın vermiş olduğu 21.10.1998 tarihli iki adet dilekçede teknik şartnameyi hazırlayan yetkililere ve Loj.D.Bşk.lığı yetkililerine maddeî mahsusa isnat ederek hakaret etmek suçunu işlediği iddiasıyla TCK.nun 286/son maddesi delaletiyle TCK.nun 266/2-4 maddesi uyarınca cezalandırılması istemiyle açılan kamu davası sonunda Askerî Mahkemece verilen beraat kararının, Komutan tarafından; askerî mahkemenin görevsiz olduğu gerekçesiyle temyiz edilmesi üzerine, Dairece beraat kararının onanmasına karşı Başsavcılıkça müsnet suçun oluştuğu yönündeki itirazı sübuta ilişkin ise de; Amme nizamından olması nedeniyle Kurulumuzca önce "Görev" konusu ele alınmış ve yapılan müzakere sonunda Mahkeme hükmünün itiraza atfen görev yönünden bozulmasına karar verilmiştir. Zira; 353 Sayılı Yasanın 11/B ve bu Madde ile paralel olan As.C.K.nun Ek Madde-6 da yer alan "...Kışla ve Karargahlarda, Askerî Kurumlarda, yerleşme ve konaklama amacıyla kullanılan bina ve mahaller içinde, askerlere fiilen taarruzda bulunan, söven veya hareket eden veyahut askerlik görevine ilişkin işleri yapmaya veya yapmamaya zorlamak için şiddet ve tehdide başvuranların TCK.nun bu fiillere ilişkin 188, 190, 191, 254, 255, 256, 257, 258, 260, 266, 267, 268, 269, 271, 272 ve 273 ncü Maddelerinde gösterilen suçları işleyen asker olmayan kişilerin Askerî Mahkemelerde yargılanacaklarına" dair hükümler karşısında, ilk nazarda işbu davada Askerî Mahkemenin görevli olduğu düşünülebilir ise de; Görev konusunu düzenleyen söz konusu Yasa Maddelerindeki "...askerlere fiilen taarruzda bulunan, söven veya hakaret eden..." cümlesinden açıkça anlaşılacağı üzere, sivil şahısların Maddede yazılı suçlardan dolayı Askerî Mahkemede yargılanmaları, bu suçların FİİLEN işlenmesi, başka bir anlatımla FİLHAL, YÜZE KARŞI işlenmesi şartına bağlanmıştır. Dava konusu olayda ise, sanığın işlediği 258 iddia olunan hakaret suçu yasada öngörülen şekil ve şartlarda işlenmemiştir. Dairece emsal gösterilen Uyuşmazlık Mahkemesinin 7.7.1995 gün ve 1995/10-15 sayılı kararına ve Uyuşmazlık Mahkemesinin 353 Sayılı Yasanın 11/B Maddesiyle ilgili çok sayıdaki diğer kararlarına konu olan olaylarla, işbu dava konusu olay arasında, isnad edilen suçun vasfı dışında, görevi belirleyen, suçun oluş şekli ile ilgili hiç bir benzerlik bulunmadığından, Dairenin, Uyuşmazlık Mahkemesinin söz konusu kararına dayanarak, Komutanlığın, görevsizliğe ilişkin temyiz sebebini kabule değer bulmaması isabetsiz görülmüş ve bu nedenle yasaya aykırı bulunan Daire kararının kaldırılmasına, As.Mahkemece verilen hükmün, Başsavcılığın sübuta ilişkin itirazına atfen ve re'sen görev noktasından bozulmasına oybirliği ile karar verilmiştir. ------------- ------------ --------- -------- ---------- ------ ---------- ---------Bu madde için ayrıca, As. Yrg. Daireler Kurulunun 27.5.1999 gün ve 1999/122-111 sayılı olan TCK nun 159. maddesiyle ilgili içtihadına, As. Yrg. Daireler Kurulunun 1.7.1999 gün ve 1999/153-150 sayılı olan TCK nun 159. maddesiyle ilgili içtihadına, bakınız. --------- --------- --------- ----------- ------------ ---------- --------- -------- 259 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.12 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No K. No T. :1999/130 :1999/145 :01.07.1999 ÖZET Askerî Eşyayı rehin kabul etmek suçundan sanık sivil kişi hakkındaki davada adli yargı yeri görevlidir. 1 nci Tak.Hv.K.K.lığı Askerî Savcılığının 2.12.1997 tarih ve 1997/2022-626 sayılı iddianamesi ile; "...Kütahya İl J.K.lığında görevli sanık Uzm.J.Çvş.Kürşat ALTAY'ın,1997 Ağustos ayı içinde, diğer sanık Svl.Şahıs H.O.'ın işyerine gidip kendisinden borç para istediği, aldığı paranın karşılığında, kendisine görev nedeniyle zimmetlenmiş olan 7.65 mm. çaplı Astra Marka tabancayı Sanık H.O.'a bıraktığı, parayı ödediğinde silahı geri alacağını söylediği, uzunca süre borcunu ödemediği, ancak sanık H.O.'ın bu süre zarfında silahı sanık Kürşat ALTAY'ın birliğine iade etmeyip uhdesinde bulundurduğu, böylece sanık Kürşat ALTAY'ın ordu malı olan ve üzerinde T.C.O.M.ibaresi bulunan tabancayı aldığı borç karşılığı H.O.'a bırakarak "askerî eşyayı rehin vermek" ve sanık H.O.'ın da bu silahı kabul etmek suretiyle "askerî eşyayı rehin kabul etmek" suçlarını işledikleri..." iddiası ve sanıkların AsCK.nun 131 nci maddesi uyarınca cezalandırılmaları istemi ile açılan kamu davasının yapılan yargılaması sonunda, 1 nci Tak.Hv.K.K.lığı Askerî Mahkemesince sanık Uzm.J.Çvş.Kürşat ALTAY hakkında atılı suçun sübuta erdiği kabul edilerek mahkûmiyetine karar verildiği, kararın temyiz edilmemek suretiyle kesinleştiği, diğer sanık sivil kişi H.O. hakkında ise, Askerî Mahkemenin görevsizliğine karar verildiği, bu kararın Askerî Savcı tarafından temyiz edilmesi üzerine yapılan temyiz incelemesi sonucunda As.Yargıtay 5 nci Dairesinin 28.4.1999 ve 1999/273-266 sayılı kararı ile hükmün onanmasına karar verildiği, As.Yargıtay Başsavcılığının 12.5.1999 tarih ve 1999/1228 sayılı tebliğnamesi ile; "...Dairece AsCK.nun 192 nci maddesine göre sanığın 260 Askerî Mahkemede yargılanamıyacağı vurgulanmıştır. Gerçekten sanığın eylemi tek başına ele alındığında davanın görüm ve çözümünün Adli Yargı yerinde olduğunda kuşku bulunmamaktadır. Ancak suça konu olayda eylemlerin oluş şekli gözönüne alındığında, 353 Sayılı Kanunun 12 nci maddesi uyarınca her iki sanığın birlikte yargılanmalarının mümkün olup olmayacağının incelenmesi suretiyle sonuca ulaşılması gerekmektedir. 353 Sayılı kanunun 12 nci maddesinde yer alan "bir suçun müştereken işlenmesi" halinin iştirak hükümlerini de içine almakla beraber daha geniş bir mana ifade ettiğinde, bir eylemin birlikte-beraber işlenmesi durumunu da kapsadığında duraksama bulunmamaktadır. Suça konu olayda sivil ve asker olan sanıkların müşterek iradesini birleştiren rehin anlaşmasında, rehin almak ve vermek ayrı suç olarak düzenlenmiş olsa bile, karşılıklı etkileşim ve azmettirme yönünden eylemlerin müştereken işlenmiş olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Rehin alan da, veren de suçun manevi ortağı ve aynı zamanda etkin faillerinden biri durumundadır. Öte yandan sanıklar hakkında açılan kamu davalarının aynı yargı yerinde birlikte görülmesi, kanıtların değerlendirilmesinde ve ceza miktarının saptanmasında çelişkilerin meydana gelmemesini de sağlayacaktır. Nitekim Uyuşmazlık Mahkemesinin 19.2.1993 gün ve 1993/8-5; 5.7.1996 gün ve 1996/25-25 sayılı kararlarında birbirinden bağımsız nitelikte olan rüşvet alma ve verme suçları yönünden de aynı düşünce benimsenmiştir. Asker kişinin işlediği askerî suça, sivil kişinin iştirak etmesi halinde ya da suçun müştereken işlenmesi durumunda sivil kişilerin Askerî Mahkemelerde yargılanmalarını gerektiren 353 Sayılı Kanunun 11 ve 1632 Sayılı Kanunun 6 ncı maddelerindeki suç ve şartlar bulunmasa bile, 353 Sayılı Yasanın 12 nci maddesi uyarınca, iştirak halinde işlenen suçun Askerî Ceza Yasasında yazılı askerî suç olması nedeniyle sivil ve asker kişi sanıkların birlikte Askerî Mahkemede yargılanmaları gerekmektedir. Bu halde AsCK.nun 192 nci maddesi düzenlemesi de, müşterek işlenen suçlar yönünden Askerî Yargının görevsizliğini gerektirdiği şeklinde yorumlanmamalıdır. Çünkü 353 Sayılı Kanunun 12 nci maddesinde, müşterek işlenen suçlarda, suçun mağdurunun sıfatı, suçun işlendiği mahal ve suç vasfı nazara alınmadan, doğrudan doğruya iştiraki ve beraberliği çözmeden, tüm delillerin aynı mercide değerlendirilip karar bağlanması için görevli yargı mercii tayini öngörülmüş, sadece suçun askerî suç olup olmadığının değerlendirilmesi 261 zorunlu tutulmuştur..." görüş ve düşüncesi ile Daire kararına itiraz edildiği, Bu duruma göre; Daire ile Başsavcılık arasında sivil kişi H.O. hakkındaki davada görevli yargı yeri konusunda anlaşmazlık bulunduğu, Anlaşılmıştır. Sorunun çözümü için askerî olmayan kişilerin, askerî mahkemelerde yargılanmaları ile ilgili maddeler incelendiğinde; a) 353 Sayılı Kanunun 11 nci maddesinde askerî eşyayı rehin kabul etmek (AsCK.nun 131) suçunun bulunmadığı, b) AsCK.nun 192 nci maddesinde "Askerî Ceza Kanunun 75, 79 ncu maddeleri ile 78 nci Maddesinin C fıkrasının iki numarasında ve Askerî eşyayı satın almak, rehin olarak kabul etmek ve gizlemek fiillerine dair 131 nci Maddede yazılı suçlar Askerî Mahkemelere tabi olmayan siviller tarafından yapılırsa umumi mahkemeler bu Kanun hükümlerini tatbik ederler." hükmünün yer aldığı, c) 353 Sayılı Kanunun "müşterek suçlar" başlığını taşıyan 12 nci maddesinde "Askerî Mahkemeler ve Adliye Mahkemelerine tabii kişiler tarafından bir suçun müştereken işlenmesi halinde eğer suç AsCK.nunda yazılı bir suç ise sanıkların yargılanmaları Askerî Mahkemelere, eğer suç AsCK.nunda yazılı olmayan bir suç ise Adliye Mahkemelerine aittir." denildiği, Görülmektedir. Bu hükümlerden anlaşılacağı gibi, sivil kişi olan sanığa isnad olunan suç askerî mahkemede yargılanmasını gerektiren bir suç değildir. Aksine, AsCK.nun 192 nci maddesinde bu suçu işleyen sivillerin adliye mahkemelerinde yargılanacakları öngörülmektedir. Sorun, yukarıya aynen alınan 12 nci maddenin yorumu yoluyla sanığın askerî mahkemede yargılanıp yargılanamayacağına ilişkindir. Uyuşmazlık Mahkemesinin kararları incelendiğinde; AsCK.nun 131 nci maddesinin ihlali iddiası ile siviller hakkında açılan davalarda, askerî eşyayı bilerek satın almak suçunda adli yargı yerinin görevli kabul edildiği anlaşılmaktadır. (27.11.1998 gün ve 1998/19-46 Sayılı ve 31.1.1997/4-3 Sayılı Kararları). Ancak, bazı kararlarda, 353 Sayılı Kanunun 12 nci maddesindeki "bir suçun müştereken işlenmesi" ibaresinin delillerin birlikte değerlendirilmesi mülahazasıyla (örneğin rüşvet suçunda) geniş yorumlandığı görülmekte ise de; bu kararları olayına münhasır kabul etmek ve askerî yargının görev alanını yorum yoluyla Anayasa ve yasa hükümlerine aykırı olacak şekilde genişletmemek gerekmektedir. Kaldıki, askerî eşya niteliğinde olmayan 262 bir eşyanın rehin kabul edilmesi suç teşkil etmediğinden, bu suçla suçlanan kişilerin rehin aldıkları eşyanın askerî eşya olduğunu birliklerinin de kanıtlanması gerekmektedir. Bu nedenle, itiraz tebliğnamesinde rüşvet suçu ile ilgili örnek olarak gösterilen Uyuşmazlık Mahkemesi kararının dava konusu olayla benzerliği de bulunmamaktadır. Bu çerçevede olaya bakıldığında;dava konusu olayda, sanıklar tarafından müştereken işlenen bir suç söz konusu değildir. Sübutu halinde eylemleri ayrı ayrı suçları oluşturacaktır. Uyuşmazlık Mahkemesinin AsCK.nun 131 ve 192 nci maddelerine ilişkin içtihatları da gözetildiğinde, sivil kişi H.O. hakkındaki davaya askerî mahkemede bakılması olanağı bulunmadığı ve Dairenin onanma kararında isabet olduğu sonucuna varılarak, itirazın reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 263 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.16 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No. :1999/66 K. No. :1999/92 T. :6.5.1999 ÖZET Sanığın aracı ile çarptığı diğer askerî araçta meydana gelen hasar bütünüyle mahalli imkanlarla giderildiği ve ortada hazinece yapılmış bir ödeme bulunmadığı için, ayrıca hazine zararının ödettirilmesine hükmolunması yasaya aykırıdır. Olay tarihinde emekli Korgeneral Şahap YARDIMOĞLU'nun koruma araçlarıyla birlikte İzmir Aydın istikametine seyir sırasında koruma görevi yapan J.Er K.Ş.'ün sevk ve idaresindeki Selçuk İlçe J.K.lığı zimmetinde olan 762090 plakalı askerî aracın ön kısmı ile 34 BY 968 plakalı araca arkadan çarptığı, daha sonra arkadan seyreden ve koruma yapan J.Er E.E.'in yönetimindeki İzmir İl J.K.lığı Karargah Servis K.lığına ait 761409 plakalı askerî aracın duramayarak ön kısmı ile 762090 plaka nolu askerî aracın arka kısmına çarptığı, bilirkişi raporuna göre sanık J.Er K.Ş.'ün kendi kullandığı 762090 plaka nolu askerî aracın önündeki hasardan sorumlu ve 8/8 tam kusurlu olduğu, sanık J.Er E.E.'in de yine önündeki 762090 plaka nolu aracın arka hasarından ve kendi aracındaki hasardan sorumlu ve 8/8 tam kusurlu olduğu, her iki araçta meydana gelen hasarın mühimce olduğu belirtilerek; sanık J.Er E.E. ve sanık J.Er K.Ş.'ün eylemlerine uyan As.C.K.nun 137.mad.uyarınca ayrı ayrı cezalandırılması, 762090 plaka nolu askerî aracın ön kısmında meydana gelen 9.387.500.TL.lık hazine zararının sanık K.Ş.'a, 762090 plaka nolu aracın arka kısmında ve 761409 plaka nolu askerî araçta meydana gelen toplam 16.290.070.TL.lık hazine zararının ise sanık J.Er E.E.'e ödettirilmesine karar verilmesi istemi ile kamu davası açıldığı, Sanık K.Ş. hakkında istem doğrultusunda verilen mahkûmiyet hükmünün kesinleştiği ve Gn.Dz.Sh.K.lığı Askerî Mahkemesinin 10.3.1998 tarih ve 1998/56-135 sayılı kararı ile; sanık E.E.'in As.C.K.nun 264 137, T.C.K.nun 59 ve 647 S.K.nun 4 ve 6 ncı maddeleri gereğince yirmibeş bin lira ağır para cezası ile mahkûmiyetine, iki araçta meydana gelen toplam 16.290.070.TL hazine zararının tahsiline ve nisbi harca karar verildiği, Hükmün, sanık tarafından olayda kusuru bulunmadığı nedeniyle temyiz edildiği, Askerî Yargıtay Başsavcılığının 23.12.1998 tarih ve 1998/4113 sayılı tebliğnamesi ile; hükmün onanmasına dair görüş bildirildiği, Askerî Yargıtay 5 nci Dairesinin 6.1.1999 tarih ve 1999/7-5 sayılı ilâmı ile; Suçun oluşumu ve sanığın kusuru konusunda herhangi bir kuşku bulunmadığı belirtildikten sonra, sanığın arkadan çarptığı ve hasarına sebebiyet verdiği J.Er K.Ş.'un kullandığı 762090 plakalı Kartal marka aracın arka bölümünde meydana gelen hazine zararının dosyada mevcut bilgi ve belgelere göre (23, 45, 47, 106) bütünüyle mahalli imkanlarla giderildiği, aracın hasarsız duruma getirildiği ve hazineden de herhangi bir şekilde ödeme yapılmadığı ve bu araç yönünden hazine zararının bulunmadığının açıkça ifade edildiği, bu durumda ortada sanığa ödetmeye esas, hazine zararından da söz etmeye yasal yönden olanak bulunmadığı, dolayısıyla, Askerî Mahkemenin sanığın kullandığı 761409 plakalı araçta meydana gelen ve sanık tarafından ödenmesi gereken 7.827.070.Lira hazine zararının yanında, 762090 plakalı araçta meydana gelen ve hazine bakımından zarar oluşturmayan 8.463.000. Liranın da 353 Sayılı Kanunun 16 ncı maddesi uyarınca sanıktan tahsiline karar verilmesinin kanuna aykırılık oluşturduğu gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verildiği, Askerî Yargıtay Başsavcılığının 28.1.1999 tarih ve 1999/4113 sayılı tebliğnamesi ile;"...Olay sırasında sanık 8/8 oranında kusurlu hareketi sonucu hem kendi kullandığı askerî araçta, hem de önceki askerî araçta hasara sebebiyet vermiştir. Sanık her iki aracı tazminle mükelleftir. Sanığın önünden giden 762090 plaka nolu Kartal marka araçta mevcut olan hasar Tofaş Servisinde tamir edilmiştir. Bu tamir işlemi ücretsiz yapılmamıştır. Hasar bedeli birliğince yani Selçuk İlçe Jandarma K.lığının mahalli imkanları ile karşılanmıştır. Bu bedeli Jandarma Personeli ödememiştir. İlçe Jandarma K.lığı bu parayı ister kantin gelirinden, isterse başka bir fasıldan ödemiş olsun, ortada devletin cebinden çıkan bir hazine zararı mevcut olup, bu zararın sanık tarafından hazineye ödenmek suretiyle telafi edilmesi gerekmektedir. Jandarma birliğinin kendi imkanlarıyla karşıladığı zararı hazine zararı 265 olarak görmemek gerçeğe uygun değildir..." görüş ve düşüncesi ile Daire kararına süresi içerisinde itiraz edildiği, Anlaşılmıştır. Yukarıda özetlenen aşamalardan anlaşılacağı gibi; atılı suçun sübutu ve sanığın olayda 8/8 oranında kusurlu olup 762090 plakalı aracın arka bölümü ile kendi kullandığı araçta meydana gelen hasarın tamamından sorumlu olduğu hususlarında kuşku yoktur. Bu duruma göre, sanığın kendi aracında meydana gelen 7.827.070 TL.tutarındaki hazine zararının tahsiline karar verilmesinde isabet olup, Dairece de buna ilişkin karar yerinde bulunmuştur. Ancak, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, Selçuk İlçe J.K.lığınca mahalli imkanlar ile karşılandığı belirtilen anılan aracın arkası ile ilgili 8.463.000.TL.hasar bedelinin sanığa ödettirilip ödettirilmemesine ilişkin bulunmaktadır. Bu çerçevede yapılan incelemede; (Dz.23, 45-47)'deki belgelerde 762090 plakalı aracın arka kısmında meydana gelen 8.463.000.TL.lık hasarın, TOFAŞ yetkili servisinde onarılarak giderildiği, hasar bedelinin mahalli imkanlarla karşılandığı ve hazineden ödeme yapılmadığının ifade edildiği, bu aracı kullanan ve davanın diğer sanığı olan K.Ş.'un savunması üzerine Askerî Mahkemece bu hususun tekrar araştırıldığı, Selçuk İlçe J.K.lığının cevabi yazısında (Dz.106) anılan hasarın mahalli imkanlarla giderildiği ve hazine zararı bulunmadığının bir kez daha bildirildiği anlaşılmıştır. Bu durumda, her ne kadar "mahalli imkanların" ne olduğu hususu açıklığa kavuşturulmamış ise de; hazineden bir ödeme yapılmamış olduğu kesinlikle tespit edilmiş olmaktadır. Zira, bütçe ile ilgili harcamaların tabi olduğu kurallar bir yana, kantin gelirlerinin ödenmesinde dahi yetkili makamın onayı alınmadan ve bu işlem belgelenmeden harcama yapılması mümkün değildir. Bu itibarla itiraz tebliğnamesinde belirtilen nedenlerin hukuki dayanağı olmadığı ve Daire kararında isabet bulunduğu sonucuna varıldığından itirazın reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 266 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.16 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/69 K. No :1999/62 T. :25.03.1999 ÖZET Hazine zararı konusunda bir karar verilmemiş olması, bozmayı gerektiren bir kanuna aykırılıktır. Sanığın olay günü olan 17.9.1998 günü Beşiri İlçesi Oğuz J.Karakol K.lığı tarafından Oğuz-Kesiktaş-Alaca köyü mezralarında yapılacak olan keşif ve gözetleme faaliyetlerini yürütücek timde görevlendirildiği, timin saat 09.15 de intikale başladığı, Oğuz Köyü Onbaşı mezrası civarında 10 dakikalık mola verildiği, tüm personelin yere çöküp su içtiği, sanığında yolun sol tarafına oturmuş vaziyette dinlenirken yere bırakmış olduğu tüfeğini yerden alıp doğrulmak istediği sırada tam dolduruşta bulunan 14 B 999 seri numaralı tüfeğin emniyetini kontrol etmeden elinin tetiğe dokunması sonucu silahın bir el ateş aldığı, çıkan kurşunun sanığın 35 metre kadar sağ yanında oturmakta olan J.Eri Mehmet SÖNMEZ'e isabet ederek ölümüne sebebiyet verdiği, bu suretle tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ve tam kusurlu olarak ölüme sebebiyet vermek suçunu işlediği sübuta ermiş bulunmaktadır. İddianamede Bir adet mermi bedeli olan 46.575.TL. hazine zararının 353 Sayılı Kanunun 16 ncı maddesi uyarınca tazminine karar verilmesi talep olunduğu ve esas hakkındaki mütalaada da bu talep tekrarlandığı halde hükümde hazine zararına hükmedilmediği, bu durumun ancak gerekçeli kararın yazımı sırasında fark edilerek deliller ve münakaşası bölümünde hazine zararının tazminine yer verildiği; Keza nezarette geçen sürelerin mahkûmiyetinden mahsubuna karar verilmemiş olduğu ve nihayet hapis cezasından çevrilen ağır para cezası ile kanundan doğan ağır para cezasının içtima sırasında hata yapılmış olduğu hususlarında Daire ile Başsavcılık arasında herhangi bir anlaşmazlık bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki görüş farklılığı belirlenen bu eksiklik ve 267 hataların sırasıyla 6183 sayılı Amme alacaklarının tahsili hakkındaki kanunun verdiği yetki içerisinde, terkin olunması infaz sırasında dikkate alınması ve ıslahen onama yolu ile giderilip giderilemeyeceğine ilişkin bulunmaktadır. 353 Sayılı Kanunun 16/1 nci maddesinde; suçlardan doğan istirdat ve tazminat davalarına kamu davaları ile birlikte Askerî Mahkemelerde bakılır kuralı yer aldığına ve hazineye ilişkin zararların ödettirilmesi için kamu davası ile birlikte Askerî Savcılara hukuk davası açma görevi verilmiş bulunduğu nazara alındığında ve Askerî Mahkemece sanık hakkında açılan ceza davası sonunda mahkûmiyetine karar verilmiş olduğu gözetildiğinde hazine alacağı konusunda bir karar verilmemiş olması öncelikle kanuna aykırı görüldüğü gibi; Aynı şekilde 6183 sayılı Amme alacaklarının tahsiline ilişkin kanunun 106 ncı maddesi uyarınca Maliye Bakanlığı yetkililerinin iki milyona kadar olan kamu alacağının takibinden vazgeçmesi ihtimali mevcut bulunmakla birlikte, Maliye Bakanlığı yetkililerinin bu yetkilerini kullanıp kullanmayacağı belirlenmeden yalnızca bu yetkinin mevcudiyetinden bahisle Askerî Mahkemenin tazmin konusunda bir karar vermemesinin sebebi olarak kabul etmek ve bu durumun kanuna aykırılık bulunmadığını ileri sürmekde mümkün bulunmamaktadır. Keza itiraz tebliğnamesinde; Anayasanın 141/son fıkrasındaki: "Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir" hükmü dikkate alınarak Askerî Yargıtay 2 nci Dairesinin bozma ilâmının kaldırılması gerektiğine ilişkin Başsavcılık görüşünede iştirak edilmemiştir. Zira bu hüküm, yargıyı techizatlandıracak makamlara ilişkin bir buyruk niteliğindedir. Yargının doğruyu bulmakla yükümlü ve davaları mümkün olan süratle sonuçlandırmasının görevi olduğunda kuşku bulunmamakla birlikte; bu hükümle delillerin zamanında ve eksiksiz olarak toplanması için gerekli yasal düzenlemelerin yapılması lüzumu dile getirilmektedir. Dolayısıyla kanuna aykırılık belirlendiğinde, bu kuralı yargının uygulaması mümkün bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle; hazine zararı konusunda bir karar verilmemiş olunmasını, sanığın nezarette geçirdiği sürelerin mahkûmiyetinden mahsup edilmemesini kanuna aykırı gören ve 353 sayılı kanunun 220/D maddesi uyarınca müstakilen belirlendiğinde ıslahen onanması mümkün bulunan ağır para cezalarının toplanması sırasındaki hatayı, diğer nedenlerle birlikte değerlendirerek bozma nedenini kabul eden Askerî Yargıtay 2 nci Dairesinin 13.1.1999 gün 268 ve 1999/40-30 sayılı bozma ilâmında isabet bulunduğu sonucuna ulaşıldığından; aksi görüşleri içeren ve kabule değer nitelikte görülmeyen Başsavcılık itirazının reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 269 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.52 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/32 K. No :1999/14 T. :28.01.1999 ÖZET Gerekçeli hükmün sanığa tebliği, Emniyet Müdürlüğünce de yapılabilir. Sanığın yokluğunda verilen hüküm 24.4.1998 tarihinde polis memuru tarafından bizzat sanığa tebliğ edilmiş olup sanığın 25.5.1998 tarihinde Konya Nöbetçi Asliye Ceza Mahkemesine verdiği dilekçe ile hükmü temyiz ettiği anlaşılmaktadır. Yerel Askerî Mahkemece Askerî Savcının mütalaası da alınmak suretiyle 4.6.1998 gün ve 1998/225 sayılı sanığın süre dışında yaptığı temyiz itirazının reddine dair kararında hukuka aykırı bir husus bulunmamaktadır. Yapılan müzakere de öncelikle polis memuru tarafından yapılan tebligatın yasal olup olmadığı görüşülmüş konunun yasal ve içtihatlar açısından değerlendirilmesi yapılmıştır. Bu yönde yapılan incelemede; Tebliğ işlemlerini düzenleyen 353 sayılı kanunun 52 nci maddesinin son fıkrasında tebligat kanunu hükümlerinin askerî mahkemelerde de uygulanacağının hüküm altına alındığı görülmektedir. Tebligat kanununun 1 nci maddesinde kazai merciiler tarafından yapılacak bilcümle tebligatın bu kanun hükümleri dairesinde PTT işletmesi veya memur vasıtasıyla yapılacağı hususu hükme bağlanmıştır. Aynı kanunun 2.maddesinde ise, diğer kanunlarda özel hüküm bulunması halinde veya tehirinde zarar umulan işlerde veya aynı yerde bulunan birinci maddede yazılı daire ve müesseseler arasında veya bu daire ve müesseselerde bulunan şahıslara yapılacak tebligatın kendi memurları veya mahalli mülkiye amirinin emriyle zabıta vasıtasıyla yaptırılacağı hükmü yer almaktadır. 270 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanununun 26 ncı maddesi uyarınca Bakanlar Kurulunca çıkarılan ve 25.4.1938 gün ve 3390 sayılı Resmi Gazete de yayınlanan Polis Vazife ve Selahiyet Tüzüğünün 4.maddesinde de, "Kanunların ve Nizamların mükellef tuttuğu tebliğlerin haricinde en büyük idare memurları veya Emniyet Müdür ve amirleri lüzum ve zaruret gördükleri hususlarda tebligat yapmak için polise emir verebilirler" hükmünün yer aldığı görülmektedir. Keza, Emniyet Müdürlüğünce yapılan tebligatı yasaya aykırı bulan 2.D.nin 28.10.1998 gün 1998/731-729 sayılı kararı mevcut olmakla beraber; bu tür tebligatları yasaya uygun bulan As.Yargıtay Drl.K. 18.12.1997 gün ve 1997/174-167,4.6.1998 gün ve 1998/93-88 sayılı kararlarının mevcudiyeti de belirlenmektedir. Yapılan bu izahların değerlendirilmesi sonucunda; Emniyet Müdürlüğünce yapılan tebliğ işleminin usul ve yasaya uygun bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır. (Üye Hâk.Alb.Yavuz ÖĞÜT, bu düşünceye katılmamakla beraber, Tebligat K.nun 32.maddesi karşısında, Tebligatın bu yönüyle geçerli sayılması gerektiği görüşündedir.) Aynı şekilde Tebligat kanununun 32.maddesinde; Tebliğ usulüne aykırı yapılmış olsa bile muhatabı tebliğe muttali olmuş ise muteber sayılır, muhatabın beyan ettiği tarih, tebliğ tarihi addolunur hükmü mevcut bulunmaktadır. Bu açıdan da olaya bakıldığında sanığın 25.5.1998 tarihinde Konya Asliye Ceza Mahkemesine verdiği temyiz dilekçesinde gerekçeli hükümden bilgi sahibi olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu nedenle Askerî Yargıtay 2.Dairesinin 2.12.1998 gün ve 1998/827-827 sayılı kararındaki sanığa tebliğ edilenin gerekçeli hüküm olmayıp mahkemenin 1997/384 sayılı yazıları olduğuna dair kabulü de yerinde görülmemiştir. Zira, Yerel Askerî Mahkemenin hükmünün esas ve karar sayısı 1997/384-803 olduğu halde gerekçeli kararın tebliği için 7.2.1998 tarihinde Konya Emniyet Müdürlüğüne yazılan müzekkereye esas numarasının yalnızca (1997/384) olarak yazıldığı ve ekinde de bir adet gerekçeli hüküm bulunduğu belirtilmiş olduğu halde; Sanığın vaki temyiz itirazında gerekçeli hükmün esas ve karar numaralarını gerekçeli hükme uygun olarak belirtmiş olması karşısında yazı ekinde gerekçeli hükmünde sanığa tebliğ edilmiş olduğuna ilişkin herhangi bir kuşku kalmamış bulunduğundan; Başsavcılığın itirazının kabulüne oyçokluğu ile karar verilmiştir. 271 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.61 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/225 K. No :1999/216 T. :25.11.1999 ÖZET Tanık dinlenirken, daha sonra dinlenecek olan tanığın da huzurda bulunması usule aykırıdır. Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanık hakkındaki dava ile ilgili olarak istinabe sureti ile dinlenen tanıkların dinlenmelerinin Usul Kanunu hükümlerine uygun olup olmadığına ilişkindir. Askerî Yargıtay Başsavcılığının 16.02.1999 gün ve 1999/426 sayılı Tebliğnamesinde (Dz.106), 5 nci Dairenin 24.02.1999 gün ve 1999/113-110 sayılı usulden bozma kararında (Dz.109) ve direnme hükmünün temyizi üzerine yeniden düzenlenen 02.11.1999 gün ve 1999/3244 (Direnme:38) sayılı Tebliğnamede de etraflıca açıklandığı üzere, üste fiilen taarruz suçundan hakkında kamu davası açılan (Dz.35) sanık ile ilgili yargılama öncesinde Mahalli Mahkemede yapılan Tensip sırasında tanıklar hakkında talimat yazılmasına karar verildiği (Dz.37), karar gereğince tanıklar hakkında Kıt’ası K.lığına tezkere yazıldığı, asker kişi olup Kıt’ası Komutanlığınca ifadelerinin tespiti için mahkemeye sevk edilen tanıklar J.Uzm.Çvş.Süleyman BÜLBÜL, J.Onb.Gürkan LİMAN, J.Er Faruk ZENGİN’in ifadelerinin Çorum/Ortaköy Asliye Ceza Mahkemesince tespit olunduğu (Dz.59), ancak tanıkların ifadelerinin tespiti sırasında 353 Sayılı Kanunun atıfta bulunduğu CMUK nun 54/1 nci maddesine göre “Her tanık ayrı ayrı ve sonradan dinlenecek tanıklar yanında bulunmaksızın dinlenir” kuralına aykırı olarak bütün tanıkların aynı anda huzura alındıkları ve tanıklar dinlenir iken daha sonra dinlenecek tanığında huzurda bulunduğu, tanık ifadelerinin bu şekilde tespit olunduğu, bu hususun hükmün bozulmasını gerektirir mahiyette usule aykırılık teşkil ettiği cihetle, Mahalli Mahkeme hükmünü 272 bu sebeple ve usulden bozan Dairenin bozma kararına Mahalli Mahkemece uyulmak ve tanıkların ifadelerinin bozma kararında belirtildiği gibi tekrar ve usulüne uygun şekilde (353 Sayılı Kanunun 61 ve CMUK.nun 54/1 nci maddesine uygun olarak) tespitini sağlamak gerekir iken, yasal dayanağı olmayan,bazı isabetsiz gerekçeler ileri sürülerek ilk hükümde direnilmesi yerinde görülmediğinden sanığın temyizine atfen ve re’sen direnme hükmünün usulden bozulmasına oybirliği ile karar verilmiştir. 273 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.62 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/8 K. No :1999/20 T. :04.02.1999 ÖZET Adli müşahade süresinin takdiri, bu konudaki uzman tabiplerin takdirine ait olup, dosyada Sağlık Kurulu raporunun yetersizliğini gösteren herhangi bir bilgi ve belge bulunmadığından, müşahade işleminin tekrarlanmasına gerek yoktur. Dosya kapsamına göre sanığın belirtilen tarihler arasında firar ve izin tecavüzü suçlarını işlediği hususunda kuşku olmayıp Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, sanığın 29.1.1997 ila 30.1.1997 tarihleri arasında bir gün gözlem altında bulundurulmasının, şuur tetkiki ve saptanan ruh hastalığının kronikleştiği tarihin belirlenmesi yönünden yeterli olup olmadığına ilişkindir. Konuya ilişkin CMUK.nun 74.md.sinde gözlem için asgari bir süre öngörülmemiştir. Gerek adli raporda gerek Sağlık Kurul raporunda, sanığın dava konusu eylemlerine, muayene ve gözlem sırasında saptanan bulgulara yer verildiği görülmektedir. Süreye ilişkin takdirin raporları tanzim eden uzman tabiplere ait olduğu açıktır. Dosyada, uzmanlık gerektiren bu konuda raporların yetersizliğini gösteren herhangi bir bilgi ve bulgu bulunmadığı gibi, objektif bir neden de olmadığından gözlem işleminin tekrarlanmasına gerek bulunmadığına oybirliği ile karar verilmiştir. 274 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.62 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/10 K. No :1999/12 T :14.01.1999 ÖZET GATA Sağlık Kurulu raporunun, dosyada mevcut delil durumu karşısında yeterli ve tatminkar bulunmaması halinde, ikinci raporun GATA Profesörler Kurulu’ndan alınması gerekir. Sanığın cezai ehliyetinin hangi merci tarafından saptanması gerektiği meselesinin halli yönünden mevzuat hükümleri incelendiğinde; a) Adli Tıp Kurumu'nun adalet işlerinde bilirkişilik görevi yapmak üzere kurulduğu ve buna göre teşkilatlandırıldığı görülmektedir. (2659 Sayılı Kanun ve Adli Tıp Tüzüğü) b) 2659 Sayılı Kanunun 31 nci maddesine göre "Yüksek Öğretim Kurumları veya birimleri adli tıp mevzuatı çerçevesinde adli tıp olaylarında ve diğer adli konularda Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununa göre resmi bilirkişi" sayılmaktadır. c) 2955 Sayılı GATA Kanununa göre; GATA lisans ve lisansüstü düzeyde eğitim ve öğretim yapan bir yüksek öğrenim kurumudur. d) 353 Sayılı Kanunun 62.maddesinde; adli tıbba ilişkin konularda mümkün olduğu kadar askerî tabiblerin bilirkişi olarak tayin edilecekleri öngörülmektedir. Bu davadaki bilirkişi incelemesinin konusu ise, sanığın cezai ehliyetinin saptanmasından ibaret tıbbi bir konudur. Bu nedenle, GATA yerine özellikle Adli Tıp Kurumundan rapor alınmasını gerektirebilecek objektif ve bilimsel hiçbir neden bulunmamaktadır. Yukarıda açıklanan mevzuat hükümleri ve Askerî Yargıtay’ın yerleşik içtihatları dikkate alındığında; sanığın cezai ehliyetinin saptanması yönünden Adli Tıp Kurumunda gözlem altına alınmasına gerek bulunmadığı ve bu tetkikin GATA da yapılmasının yeterli olduğu sonucuna varılmıştır. Ancak, yeterli görülmeyen önceki raporun da GATA tarafından tanzim edilmesi nedeniyle ve Profösörler 275 Kurulunun GATA Yönetmeliğinin 15 nci maddesindeki "TSK. personelinin sağlık sorunları ve raporlarıyla ilgili anlaşmazlıkları sağlık kurulu olarak çözmek ve hakem sıfatıyla karara bağlamak" görevi gözetilerek gözlem sonucu tanzim edilecek raporun GATA Prof. Kurulundan alınması gerektiğine oybirliği ile karar verilmiştir. 276 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.120 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/210 K. No :1999/201 T. :11.11.1999 ÖZET İddianamenin sanığa tebliği ile sorgusunun yapıldığı duruşma günü arasında yedi günün geçmemiş olması ve ayrıca bu hususun sanık yönünden duruşmanın tehir veya telikini isteme hakkını doğurduğunun duruşma hâkimince sanığa hatırlatılmaması bozma sebebidir. Yukarıda aşamaları özetlenen dava dosyasından anlaşılacağı üzere, Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık sorgusunun tespitinden en az bir hafta önce iddianame kendisine tebliğ edilmemiş, yasadan kaynaklanan bu hakkı kendisine hatırlatılmamış, ancak sorgusu tespit edilmiş olan sanığın sorgusunun bu şekilde tespit edilmesinin usule uygun olup olmadığına ilişkindir. Yapılan incelemede; Sanık hakkında emre itaatsizlikte ısrar suçundan kamu davası açılması üzerine (Dz.15) askerî mahkemece duruşmaya çağrılması ve iddianamenin tebliği için kıt’ası K.lığına yazılan müzekkereye (Dz:19), sanığın 21.02.1999 tarihinde terhis edildiği şeklinde cevap verilmiş (Dz.22), bildirilen terhisli memleket adresine yazılan talimat üzerine (Dz.23), sorgusu Lüleburgaz Asliye Ceza Mahkemesinde 17.05.1999 tarihinde tespit olunmuş, bu tespit sırasında düzenlenen tutanakta (Dz.30) sanığın adı, soyadı, kimliği ile bilgiler ve adresi yazıldıktan sonra aynen” sanığa talimat ve ekindeki iddianame ve ifade tutanağı okundu soruldu: Duruşmadan vareste tutulmayı talep etmiş olmakla CMUK.nun 135 nci maddesindeki yasal haklarıda hatırlatılarak savunması ve delillerinin tespitine geçildi...” denilmiş, ancak iddianame mahkemece ne duruşmadan önce, ne duruşma sırasında (Hatta duruşmadan sonra bile) 277 sanığa tebliğ edilmemiş buna rağmen sorgusu tespit olunmuş, mahalli mahkemece de bu şekilde tespit olunan sorguya itibarla sanık hakkında hüküm kurulmuş, iddianamenin kendisine tebliğ edilmediği hususuda sanık tarafından temyiz dilekçesinde temyiz sebebi olarak (Dz.38) ileri sürülmüştür. Yapılan incelemede; 353 Sayılı Kanunun 118/1 nci maddesi iddianamenin sanığa verileceğini, 120/1 nci maddesi ididanamenin tebliği ile duruşma günü arasında en aşağı bir hafta geçmesi gerektiğini, sanık uygun görür ise, bu sürenin azaltılabileceğini, bu süreye uyulmamış ise, iddianamenin okunmasından önce sanığın duruşmanın tehir veya talikini isteyebileceğini, 130/3 ncü maddesi ise 120 nci maddede yazılı süreye uyulmamış ise askerî mahkeme kıdemli askerî hâkiminin duruşmanın tehir veya talikini istemeye hakkı olduğunu sanığa bildireceğini açıkça belirtmektedir. Bu duruma göre usule uygun bir yargılama yapabilmek için iddianame duruşmadan önce sanığa tebliğ edilmeli, tebliğ günü ile duruşma günü arasında en az bir haftalık süre geçmeli, bu süre geçmemiş veya iddianame tebliğ edilmemiş ise iddianame tebliğ edilmeli, bir haftalık yasal sürenin geçmediği, isterse duruşmayı tehir veya talik ettirme hakkı olduğu sanığa duruşmayı yöneten hâkim tarafından hatırlatılmalı, sanık bir haftalık süreden vazgeçtiğini, hazır olduğunu beyan eder ise bu husus duruşma tutanağına açıkça yazılmalı, duruşmaya bundan sonra devam olunmalıdır. 353.S.K.nun 130/3 ncü maddesi duruşmayı yöneten Kıdemli Askerî Hâkime sanığa yasadan kaynaklanan bu hakkını hatırlatması gerektiğini “...sanığa bildirir.” diyerek amir bir hükümle görev olarak yüklemiş, CMUK.nun 221/3 ncü maddesi hükmüde aynı şekilde düzenlenmiştir. Dairece sanık hakkındaki hükmün açıklanan usule aykırılık nedenleri ile usulden bozulması, 353 S.K.nun 118,120,130 ncu maddelerinin açık hükümleri ile Askerî Yargıtay 2 nci Dairesinin 04.06.1997 gün ve 1997/404-402, 3 ncü Dairesinin 07.05.1996 gün ve 1996/244-243, 14.01.1997 gün ve 1997/19-15 sayılı kararları karşısında isabetli görüldüğünden Askerî Yargıtay Başsavcılığının yerinde görülmeyen itiraz sebeplerinin reddine oybirliği ile karar verilmiştir NOT : (Drl.Krl.nun 25.11.1999 tarih ve 1999/223-215 ile 26.12.1999 tarih ve 241-229 sayılı ilâmları da aynı yöndedir.) Md.130 353 Sayılı Yasanın 120 nci maddesiyle ilgili olan Daireler Kurulu kararlarına bakınız. 278 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.136 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/73 K. No :1999/95 T :06.05.1999 ÖZET Hiçbir araştırma yapmadan, görevsizlik veya beraat kararı verilemiyeceği anlaşılan davada, sanığın misafireten kaldığı adreste bulunmaması üzerine başka adreslerden aranmadan, kimliği satanmadan ve iddianame okunmadan beraat kararı verilmesi kanuna aykırıdır. Askerî Mahkemece, sanığın sorgusu yapılmadan verilmiş olan beraet kararını usul yönünden bozan Daire kararına, hükmün noksan soruşturma yönünden bozulması gerektiği gerekçesiyle Başsavcılıkça itiraz edildiğinden bu çerçevede yapılan incelemede; Sanığın, olay günü saat 17.30 sıralarında Askerî Tersaneye tel örgülerden atlayarak girdiği ve görevliler tarafından yakalandığı, teslim edilip sorgulandığı polis karakolunda eniştesinin adresini verip bu adreste misafireten kaldığını beyan ettiği, nüfus kaydına göre Siirt-Baykan ilçesi Günbuldu köyü nüfusuna kayıtlı olduğu, Askerî Mahkemece, misafireten kaldığı adres bildirilerek iddianame tebliği ve duruşmada hazır bulundurulmasının istenildiği, Karşıyaka ilçesi Gümüşpala Karakol Amirliğinin cevabi yazısında “sanığın ve yakınlarının İstanbul’a taşındıklarının ve adreslerinin bilinmediğinin” bildirildiği, bunun üzerine Askerî Mahkemece, 353 Sayılı Kanunun 136/son maddesi uyarınca davanın sanığın gıyabında bitirilmesine karar verildiği, ancak, sanığın kimliği tesbit edilmeden ve iddianame okunmadan hüküm tesis edildiği anlaşılmıştır. Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 9.6.1995 tarih ve 1995/1-1 sayılı kararında; 353 Sayılı Kanunun 136/son maddesinde yer alan “bulunamama” sözcüğünün anlamı gereği sanığın aranmasının ön koşul olduğu belirtildikten sonra, bunun sanığın bilinen adreslerinden 279 aranması ve bulunamaması şeklinde anlamak gerektiği, ancak bunu, varolan adresler dışında aranmaya kadar götürmenin kanunun ruh ve espirisine aykırı olacağı, delil değerlendirmesi gerektirmeyen ve yargılama faaliyeti yapılmadan verilebilecek mahkûmiyet dışındaki kararların bu hükmün dışında olduğu kabul edilmiştir. Dava konusu olayda, hiç bir araştırma yapmadan görevsizlik kararı verilmesine olanak bulunmadığı gibi, derhal beraet kararı verilmesini gerektirecek bir durum da olmadığı açıktır. Bu nedenle sanığın aranıp bulunamaması koşulu, içtihatları birleştirme kararı çerçevesinde değerlendirildiği zaman, dosyada ikamet adresi tesbit edilmemiş olan sanığın sadece misafireten kaldığı adresten arandığı ve nüfusa kayıtlı adresinden aranmadığı görülmektedir. Sanığın misafireten kaldığı adresi, ikametgah adresi olarak kabul etmek mümkün olmadığından, sadece bu adresten aranmış olmasını yetersiz ve bu hususu yasaya aykırı bulan Daire kararında bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Kaldı ki bulunamadığı belirtilen adreste beraet kararının ablasına tebliğ edildiği, dosyaya karardan sonra intikal eden bilgilerden anlaşılmaktadır. Ayrıca, sanığın kimliği saptanmadan ve iddianame okunmadan delillerin okunması ve hükme varılması da, 353 Sayılı Kanuna aykırı ve bu hususun bozma nedeni olacağı Askerî Yargıtay’ın istikrar bulmuş içtihatları ile kabul edildiğinden, itirazın reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 280 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.149 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/146 K. No :1999/149 T : 01.07.1999 ÖZET Sanığın ilk defa temyiz aşamasında ibraz ettiği resmi sağlık kurumunca verilmiş istirahat raporu geç irad edilmiş bir delil niteliğinde olup, doğruluk derecesinin araştırılması gerekir. Donanma Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 12.8.1998 tarih ve 1998/541-37 sayılı kararı ile sanığın sabit görülen 21.11.1997-16.2.1998 tarihleri arasındaki bakaya suçundan dolayı AsCK.nun 63/1-A, TCK.59 ve 647 sayılı Yasanın 4/1 nci maddeleri uyarınca verilen 375.000.TL. Ağır Para cezasına ilişkin mahkûmiyet hükmünün; Askerî Yargıtay 5 nci Dairesinin 7.10.1998 tarih ve 1998/612-604 sayılı ilâmı ile ''...Yargılamanın temyiz safhasını kapsayan bir bütünlük arzetmesi ve bir delilin veya ispat olunacak bir vakıanın geç irad edilmesinin reddini gerektirmeyeceğine ilişkin olan 353 Sayılı Yasanın 149/1. Maddesindeki amir hüküm karşısında, sanığın temyiz aşamasında ibraz ettiği,Kemalpaşa Merkez 2 Nolu Sağlık Ocağı Tabipliğince verilmiş ve On Günlük istirahati öngören 17.11.1997 Tarihli raporun gerçek olması halinde, müsned suç mazeret unsuru yönünden oluşmayacağı cihetle, temyiz dilekçesi ekinde ibraz olunan söz konusu raporun doğruluk derecesinin araştırılarak, sonucuna göre hükme varılması bakımından, hükmün noksan soruşturma yönünden bozulması gerekmiştir...'' şeklindeki gerekçe ile Oyçokluğu ile bozulması üzerine, Donanma K.lığı Askerî Mahkemesinin 26.2.1999 tarih ve 1999/304-73 sayılı kararı ile; ''...353 Sayılı Yasanın 149.maddesi gereğince geç irad edildiği halde reddedilemeyecek olan delilini sanık tarafından varlığı bilinmediği için ya da varlığı bilinmekle birlikte bir engel nedeniyle hüküm mahkemesine sunulamayan delil olduğu, ifadelerinde istirahat raporunun 281 sevkini sağlatamaması için özür olarak kabul edileceğini bildiğini ortaya koyan, ancak 17.11.1997 tarihli istirahat raporunu sunmak bir yana rahatsız olduğundan bile söz etmeyen sanığın varolan delili bir engel nedeniyle geç irad ettiğinin söylenemeyeceği,Temyiz dilekçesinde kendisinin de belirttiği gibi sadece TEMMUZ 1997 celbi için mazeretinin olması gerektiğini KASIM 1997 yedek subay celbi ile ilgili de mazeret bildirmesi gerektiğini öğrendiği ve sonradan temin ettiği gerçeği yansıtmayan istirahat raporunu sunduğu...” gerekçesi ile bozmaya uyulmamış ve eski hükümde direnilerek sanığın As.C.K.nun 63/1-A, TCK.nun 59/2 ve 647 Sayılı Kanunun 4/1 maddeleri gereğince 375.000TL ağır para cezası ile mahkûmiyetine karar verilmiştir. Direnme hükmünün Askerî Savcı ve Sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine, Başsavcılığın bozma görüşüyle Daireler Kuruluna intikal eden davada Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki anlaşmazlık; sanık tarafından ilk defa temyiz aşamasında ibraz edilen delilin, geç irad edilmiş ve reddedilmesi olanaksız bir delil niteliğinde olup olmadığına ilişkin bulunmaktadır. Bu nedenle direnme hükmü öncelikle bu yönden incelenmelidir Dosya kapsamına göre; sanık hakkında 21.11.1997-16.2.1998 tarihleri arasında, bakaya kaldığı kabul edilerek mahkûmiyet hükmü tesis edildiği ve sanığın bu mahkûmiyet hükmünü temyiz ederken temyiz layihası ekinde 17.11.1997 tarihli ve (10) gün istirahat içeren bir rapor ibraz ettiği ve rahatsızlığı nedeniyle celbe icabet edemediğini beyan ettiği görülmektedir. İlk defa temyiz aşamasında ibraz edilen bu raporun, bir araştırma yapılmadan ve gerçeği yansıtmadığını kanıtlayabilecek objektif bir delil veya bilimsel nitelikte bir değer1endirme dosyada da mevcut olmadığından sanığın aşamalardaki ifadelerine dayanılarak yapılan böyle bir değerlendirmenin hukuki olmadığı açıktır. Özellikle, resmi kurumlardan alınmış ve usuli işlemlerinde bir noksanlık veya tahrifat bulunmayan raporların aksi sabit oluncaya kadar geçerli kabul edilmesinde zorunluluk vardır. 353 Sayılı Kanunun 149.maddesindeki hükmün, vazediliş amacı da bu araştırmayı gerekli kılmaktadır. Bu nedenlerle, Kemalpaşa Merkez 2 Nolu Sağlık Ocağı Tabipliğince verilmiş ve (10) gün istirahat içermesi nedeniyle sanığın sevk döneminde mazeretini kanıtlayıcı nitelikte bulunan 17.11.1997 tarihli raporun, anılan sağlık ocağı kayıtları da incelenmek suretiyle gerçeği yansıtıp yansıtmadığının araştırılması ve elde edilecek sonuca göre hükme varılması gerekirken eksik soruşturma ile yazılı şekilde 282 hüküm tesisi yasaya aykırı görülmüş ve hükmün esası incelenmeksizin bozulmasına oybirliği ile karar verilmiştir. (NOT : Benzer dava ile ilgili olan Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 23.9.1999 tarih ve 1999/188-162 Sayılı İçtihadı da aynı yöndedir.) 283 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.162 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/114 K. No :1999/132 T. :17.06.1999 ÖZET Eylem bütün olarak amire hakaret olarak kabul edildiğine göre, amire tehdit suretiyle hürmetsizlik suçundan beraat kararı verilmesine yasal olanak bulunmamaktadır. Verilen beraat kararı hukuki değerden yoksun olup, kesin hüküm olarak kabulü olanaksızdır. Dava konusu olayda, iddianamede yer alan ve sanık tarafından sarf edilen sözlerin bütün olarak değerlendirilmesi gerektiği, bu değerlendirme sonucunda bu sözlerin amire tehdit suretiyle hürmetsizlik suçunu teşkil ettiği hususunda Daire ile Başsavcılık arasında anlaşmazlık olmadığı, anlaşmazlığın, Askerî Mahkemece sözlerin bütün olarak amire hakaret suçunu oluşturduğu kabul edilerek bu suçtan mahkûmiyet kararı verildiği halde, suç teşkil ettiği kabul edilen aynı sözler nedeniyle tehdit suretiyle hürmetsizlik suçundan verilen ve temyiz edilmemek suretiyle kesinleşen beraat kararının, sanık hakkında tehdit suretiyle hürmetsizlik suçundan mahkûmiyet kararı verilmesine engel olup olmayacağına ilişkin olduğu anlaşılmaktadır. Dairece, sübutunda kuşku olmayan maddi olayda sanığın sarfettiği sözlerin, amire hakaret suçunu oluşturmadığı ve bütün olarak amire tehdit suretiyle hürmetsizlik suçunu oluşturduğunun kabul edilmesinde bir isabetsizlik olmadığı dosya kapsamından anlaşıldığından, çözümlenmesi gereken meseleyi, vasıftan verilen beraat kararının kesin hükmün önleme etkisini oluşturup oluşturmadığı teşkil etmektedir. Konunun müktesep hak kavramı ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu çerçevede yapılan incelemede; 353 Sayılı Kanunun 165 nci maddesinde, hükmün konusunun, duruşmanın sonucuna göre iddianamede gösterilen eylemden ibaret 284 olduğu, eylemin değerlendirilmesinde askerî mahkemenin iddianame, iddia ve savunmalar ile bağlı olmadığı öngörülmüştür. Bu hükme göre; suçun hukuki niteliğinin değişmesi halinde askerî mahkemece, sanığa 166 ncı madde gereğince ek savunma hakkı tanınarak hükme varılması gerekmektedir. Şayet müterakki suç söz konusu ise ağır suç içerisinde yer alması nedeniyle cezalandırılmayan fiiller için ayrıca bir karar verilmesine de gerek yoktur. Diğer bir ifadeyle, mahkemelerin sabit gördükleri ve suç teşkil eden eylem hakkında, suç vasfından veya eylemin başka bir suçun maddi unsurlarını oluşturduğu gerekçesi ile beraat kararı vermeleri mümkün değildir. Zira, 353 Sayılı K. nunun 173 ncü maddesine göre; beraat kararı, ya sarığın isnat olunan eylemin faili olmadığı ya da eylemin suç teşkil etmediği hallerde verilen bir karardır. Buna rağmen vasıftan verilen bir beraat kararının, hukuki değerden yoksun olduğunun kabulü gerekir. Çünkü böyle bir karara ''kesin hüküm'' niteliği kazandırmaya usul yasaları hükümleri olanak vermez. Nitekim, Yargıtay C.G.K. nun 28.9.1987 tarih ve E.l987/4-219, K.l987/415 sayılı kararında bu husus çok açık biçimde vurgulanmış, Askerî Yargıtay Genel Kurulunun 11.12.1949 tarih ve 145/375 sayılı kararında da vasıftan verilen beraat kararının yasaya aykırı olduğu belirtilmiştir. Askerî Mahkeme hükmünde, eylem bütün olarak amire hakaret olarak kabul edilip mahkûmiyet hükmü tesis edildiği için tehdit suretiyle hürmetsizlik suçundan verilen beraat kararına yönelik hiçbir gerekçe yazılmadığı ve sadece, iddianamede eylem ikiye bölünerek amire haraket suçu yanında amire tehdit suretiyle hürmetsizlik suçundan da dava açılmış olması nedeniyle bunu karşılamak amacıyla vasıftan beraat kararı verildiği görülmektedir. Oysa, eylem bütün olarak amire hareket olarak kabul edildiğine göre, amire tehdit suretiyle hürmetsizlik suçundan beraat kararı verilmesine yasal olanak bulunmamaktadır. Aynı eylem nedeniyle hem beraat hem mahkûmiyet kararı verilmek suretiy1e hüküm karıştırılmıştır. Verilen beraat kararı hukuki değerden yoksun olup, kesin hüküm olarak kabulü olanaksızdır. Bu nedenlerle, itiraza atfen hükmün suç vasfı yönünden bozulmasına oyçokluğu (14/1) ile karar verilmiştir. 285 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.162 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/232 K. No :1999/222 T. : 09.12.1999 ÖZET Dava dosyasında hükmün tefhim edildiği 17.06.1999 tarihli oturuma ait; biri Onaltı Ay Yirmi Gün hapis cezasını, diğeri Bir Yıl Dört Ay On Dokuz Gün hapis cezasını öngören, usule uygun, imzalı iki ayrı duruşma tutanağı mevcut olup, hangisinin tefhim olunan nihai hükmü ihtiva ettiği ve dolayısıyla temyiz incelemesine konu olan hükmün ne olduğu belli olmadığından hüküm, öncelikle bu usule aykırılıktan dolayı bozulmalıdır. Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık, sonuç olarak sübuta yönelik ise de, yapılan inceleme sonunda hükmün itiraza atfen usulden bozulması gerekmiştir. Zira, dava dosyasında, hükmün tefhim edildiği 17.6.1999 tarihli oturuma ait, biri Onaltı Ay Yirmi Gün Hapis cezasını (Dz:116-117), diğeri Bir Yıl Dört Ay Ondokuz Gün Hapis cezasını (Dz:118) öngören usule uygun, imzalı iki ayrı duruşma tutanağı mevcut olup, hangisinin tefhim olunan nihai hükmü ihtiva ettiği ve dolayısıyla temyiz incelemesine konu olan hükmün ne olduğu belli olmadığından, hükmün Başsavcılığın itirazına atfen, sübuta yönelik usule aykırılıktan daha öncelikli olan bu usule aykırılıktan dolayı oyçokluğu ile (14/1) bozulmuştur. 286 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.162 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/235 K. No :1999/226 T. :16.12.1999 ÖZET Beraat hükmü, mahiyeti itibarıyle, zamanaşımı nedeni ile kamu davasının düşmesi hükmüne göre sanığın daha lehine olan bir hüküm olduğundan, beraatin zaman aşımından düşme kararından önce göz önünde bulundurulması gerekir. Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık Beraat hükmünün yeterli gerekçesinin olup olmadığı ile dava zamanaşımının süresinin dolup dolmadığı hususlarına ilişkindir. Yapılan incelemede; Mağdurenin 25.1.1994 tarihli şikayet dilekçesi üzerine (Dz:16), sanık hakkında Köyceğiz C. Başsavcılığının yaptığı hazırlık soruşturması sonunda 12.4.1994 gün ve 1994/81-35 sayılı iddianame ile “Evlenmek Vaadi İle Kızlık Bozma” suçundan T.C.K.nun 423/1 nci Maddesi gereğince cezalandırılması istemi ile kamu davası açılmış (Dz:20), Köyceğiz Asliye Ceza Mahkemesinin 30.11.1994 gün ve 1994/71-207 sayılı kararı ile, sanığın eylemi zorla alıkoymak, zorla ırzına geçmek ve zorla kızlık bozmak suçları olarak nitelenerek mahkemelerinin görevsizliğine, sanığın T.C.K.nun 416/1, 418/2, 429/1 ve 39 ncu Maddeleri gereğince yargılanması için dava dosyasının Muğla Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiş (Dz:41-48), Muğla Ağır Ceza Mahkemesinin 10.4.1995 gün ve 1995/3-123 sayılı kararı ile sanığın aleyhinde mahkûmiyetine yeterli delil bulunmadığından beraatına karar verilmiş (Dz:61-65), hüküm müdahil-mağdurenin temyizi üzerine (Dz:67), Yargıtay 5 nci Ceza Dairesinin 6.11.1997 gün ve 1997/36953863 sayılı kararı ile sanığın suç tarihinde asker olması, isnad edilen suçun As.C.K.nun 152 nci Maddesinde yazılı ırz ve iffete tecavüz 287 niteliğinde suçlardan bulunması nedeni ile müsnet suçtan yargılamada Askerî Mahkemenin görevli olduğu belirtilip hüküm görev noktasından bozulmuş (Dz:71), Muğla Ağır Ceza Mahkemesince 26.12.1997 gün ve 1997/428-431 sayılı kararla görevsizlik kararı verilip (Dz:75-77) dava dosyası Askerî Mahkemeye gönderilmiş, Ege Ordu K.lığı Askerî Mahkemesinin verdiği yetkisizlik kararı ile (Dz:82-86) dosya 5 nci Kor.K.lığı Askerî Mahkemesine gönderilmiş, 5 nci Kor.K.lığı Askerî Mahkemesince de sanığın Evlenmek Vaadi İle Kızlık Bozmak suçunu işlediği hususunda aleyhinde mahkûmiyetine yeterli delil bulunmadığından 31.12.1998 gün ve 1998/1420-1322 sayılı kararı ile beraatına karar verilmiş (Dz:146-147), bu hüküm de, müdahil mağdure tarafından temyiz edilmiş (Dz:160), Askerî Yargıtay Başsavcılığının 22.10.1999 gün ve 1999/3138 sayılı Tebliğnamesi ile (Dz:167), sanık hakkında kurulan beraat hükmünün yeterli gerekçesinin olmaması nedeni ile bozulması, ilk sorgusu 11.5.1994 tarihinde yapılan sanık hakkında bu tarihte kesilen dava zamanaşımının daha sonra başka bir nedenle de kesilmediği, (5) yıllık dava zamanaşımının süresinin 11.5.1999 tarihinde dolduğu belirtilerek 353 Sayılı Kanunun 220/C Maddesi gereğince kamu davasının düşmesine karar verilmesi gerektiği yolunda görüş bildirilmiş, 5 nci Dairenin 3.11.1999 gün ve 1999/619-617 sayılı kararı ile sanık hakkındaki dava zamanaşımı süresinin dolmadığı belirtilip görevsizlik kararına konu olan zorla alıkoymak, zorla ırza geçip kızlık bozmak suçları ile ilgili olarak Askerî Mahkemece herhangi bir irdeleme yapılmamış olması nedeni ile hüküm usulden bozulmuş (Dz:168), Başsavcılığın 19.11.1999 gün ve 1999/3138 (İtiraz:149) sayılı İtiraz Tebliğnamesi ile beraat hükmünün yeterli gerekçe taşımaması nedeni ile bozulması, dava zamanaşımı süresi dolduğundan kamu davasının düşmesine karar verilmesi gerektiği yolunda görüş bildirilmiş ise de; Dava dosyasında, sanığın mağdurenin ırzına zorla geçtiğine veya evlenmek vaadi ile mağdureyi önce aldatarak daha sonra kızlığını bozduğuna dair bir delil ve belge bulunmamaktadır. Mağdureye ait 21.1.1994 gün ve (105) sayılı rapordan mağdurenin kızlığının bozuk (kadın) olduğu ve bu yırtığın saat 4 (Dört) ve 9 (Dokuz) hizasında yeni yırtık şeklinde olduğu anlaşılmakta ise de, bu hususlar kızlığın sanık tarafından bozulduğunun delili değildir. Olayın görgü tanığı yoktur. Sanığın aleyhine ifade veren tek tanık olan Menderes DEMİR (Dz:33-123-140) sanık aleyhine olan ifadesini 288 daha sonra ifadesi tekrar alındığında değiştirmiş, bu ifadesinde mağdurenin ricası ile sanık aleyhine ifade verdiğini açıkça belirtmiştir (Dz:144). Ayrıca müdahil-mağdure dahi sanığın önce evlenme vaadinde bulunup sonra kızlığını bozduğunu söylemeyip sanığın zorla ırzına geçip kızlığını bozduğunu, daha sonra kendisi ile evleneceğini söylediğini belirtmektedir. Yukarıda açıklandığı gibi, zorla ırza geçmenin delilleri bulunmadığına, sanığın müdahil-mağdurenin kızlığını bozmadan önce evlenme vaadinde bulunduğu da kanıtlanamadığına göre, dosyada sanık hakkında alıkoymak, zorla ırza geçmek ve evlenme vaadi ile kızlık bozmak suçlarından mahkûmiyetine yeterli delil yok demektir. Mahal Mahkemesince dosya içerisinde adı geçen tanıkların isimleri sayılmak, dosyada bulunan diğer tüm yazılı delil ve belgelere de atıfta bulunulmak sureti ile sanığın müsned suçu işlediği hususunda her türlü şüpheden uzak, kesin delillerin mevcut olmadığı kanaati ile ve “delil yetersizliği” sebebi ile beraatına karar verilmesinde isabetsizlik görülmediğinden, Mahalli Mahkemece gösterilen beraat gerekçelerinin yeterli ve isabetli olduğu sonucuna varıldığından Başsavcılığın bu hususlara ilişkin itirazının oyçokluğu ile reddine karar verilmiş, Beraat hükmü mahiyeti itibarı ile zamanaşımının nedeni ile sanık hakkındaki kamu davasının düşme şeklindeki hükme göre sanığın daha lehine olan bir hüküm olduğundan, Başsavcılığın Tebliğnamedeki zamanaşımı ile ilgili görüşüne beraatın öncelikle gözönünde bulundurulması gerektiği görüşü ile katılınmamış, itiraz sebeplerinin reddi ile itiraza atfen Daire kararının kaldırılmasına ve sanık hakkındaki beraat hükmünün oyçokluğu ile onanmasına karar verilmiştir. 289 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.163 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/2 K. No :1999/8 T :14.01.1999 ÖZET Ceza yargılamasının amacı maddi gerçeğin ortaya çıkartılması olduğundan, delil yasakları kapsamında olmamak kaydıyla her türlü delilin isbat vasıtası olarak kabul edilebileceğinde kuşku olmamakla beraber, somut olayda söz atmak suçunun doğrudan muhatabı olan mağdurelerin dosyada hiçbir ifadelerinin bulunmadığı, bunun yerine eşlerinin şikayet dilekçeleri ve yeminli istinabe ifadelerinin saptandığı, maddi gerçeğin tam olarak aydınlatılmadığı anlaşılmaktadır. Sanığın görev yeri olan Üs Benzinliğindeki 4085 numaralı telefonu kullanarak değişik tarihlerde üs lojmanlarındaki evlere telefon edip telefonu açan bayanlara adaba aykırı sözler söylediği, bu suretle müteselsilen söz atmak suçunu işlediği iddiasıyla açılan kamu davasının yargılaması sırasında, sanık ile muhatap olan mağdureler dinlenilmeden, dolaylı tanık konumundaki mağdure eşlerinin ifadelerine dayanılarak hüküm tesis edilmesinin usule aykırılık oluşturduğu Başsavcılık ve Daire tarafından kabul edilmekte ise de, bu aykırılığın bozma nedeni yapılıp yapılmaması konusunda anlaşmazlık bulunmaktadır. Başsavcılığın ilk tebliğnamesi ile itiraz tebliğnamesinde, belirtilen usule aykırılığın bozma nedeni yapılmamasına ilişkin gerekçeyi, atılı suçların sanığın ikrarı ile sübuta erdiği ve dolaylı tanık konumundaki mağdure eşlerinin beyanlarının da bunu doğruladığı, bu nedenle sübut konusunda kuşku bulunmadığı hususu oluşturmaktadır. O halde, öncelikle bu husus incelenmelidir. Bu çerçevede yapılan incelemede; iddianamede, sanığın sözatmak olarak nitelendirilen sözlerine yer verilmeyip genel bir ifade ile "adaba 290 aykırı sözler söylediğinin yazılı olduğu,hazırlık ifadesi alınırken kendisine "görev yeri olan benzinlikteki telefonla aileleri rahatsız ettiğiniz tesbit edilmiştir. Savunmanı yaz" şeklinde soru yöneltildiği ve sanığın da "aileleri telefon açarak rahatsız ettim" şeklinde el yazısı ile ifadesini yazdığı, istinabe yoluyla saptanan ifadesinde iddianame okunarak savunması sorulduğunda "üs benzinliğindeki telefondan Lojmanlara telefon açıyordum,telefonlara bazı şahıslar çıkıyordu, sonra da telefonu kapatıyordum olay doğrudur" şeklinde savunma yaptığı, mağdurelerin dinlenilmediği ve tanık olarak sadece mağdurelerin eşlerinin dinlenildiği anlaşılmaktadır. Ceza yargılamasının amacı maddi gerçeğin ortaya çıkartılması olduğundan, delil yasakları kapsamında olmamak kaydıyla her türlü delilin isbat vasıtası olarak kabul edilebileceğinde kuşku olmamakla beraber, somut olayda maddi gerçeğin tam olarak aydınlığa kavuştuğunu söylemek mümkün değildir. Zira, yukarıya aynen alınan sanığın ifadelerinden, adı geçenin ikrarının içeriği tam olarak belirlenemediğinden ve dava konusu olaya bizzat muhatap olan mağdureler de dinlenilmemiş olduğundan, sanığın sabit olan eylemlerinin nitelendirilmesi olanağı yoktur. Bu nedenlerle, Dairenin bozma ilâmının yerinde olduğu ve Başsavcılığın itiraz nedenlerinin kabule değer olmadığı sonucuna varılmış ve itirazın reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 291 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.163 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/35 K. No :1999/17 T. :28.01.1999 ÖZET Suçu kabul etmesi halinde, mahkemeye verilmeyeceği şeklindeki kanuna aykırı vaat ile tespit edilen sanık ifadesi delil olarak değerlendirilemez. Ergani Kom.Tb.da görevli olan sanık ile müştekinin 25.6. 1996 günü görevden dönüp kaldıkları lojmana gittikleri, müşteki uzman çavuş H.A. ile uzman Çvş.E.A.'ın bir odada,sanığın ise uzman çavuş K.D. ile birlikte ayrı bir odada kaldığı, müşteki uzman Çavuş H.A.'ın kendi odasına girdiği, banyoyu yakarak sıra ile banyo yaptıkları, müşteki uzman Çavuş H.A.'ın banyoya girerken cüzdanını yatağının üzerine bıraktığı, banyodan çıktıktan sonra cüzdanını bulamadığı,müştekinin sanıktan şüphelendiğini bildirmesi üzerine Ergani ilçesine gitmiş olan sanığın dönmesinden sonra üzerinin arandığı, kaybolan cüzdanının bulunamadığı ancak üzerinde 9 milyon TL. bulunduğu anlaşılmaktadır. Yerel Askerî Mahkemenin gerekçeli kararında, sanığın revirde Tbp.Atğm.C.A. ile Tğm.M.E.'in yanında, keza bölük Astsubayı Astsb.M. A. ile Ütğm.S.A.'in yanında vaki cüzdanı kendisinin çaldığına dair beyanları delil olarak kabul edilmiştir. Sanığın savunması ile Tbp.Atğm.C. A.'ın beyanından anlaşılacağı gibi Tğm.M.E.'in cüzdanın kendisi tarafından alınıp alınmadığını sanığa sorduğunda sanığın kendisinin almadığını söylemesi üzerine "senin aldığını biliyorum itiraf et, aramızda kalacak" şeklindeki ısrarlı beyanları karşısında sanığın cüzdanı kendisinin aldığını söylediği; olayla ilgili olarak hazırlık soruşturması yapılırken birliğinde Ütğm.S.A. tarafından alınan ifadesinde ve daha sonraki savcılık ve mahkeme huzurunda arkadaşının cüzdanını çalmadığını savunarak Tğm.M. E.'in kendisine baskı yaptığını ileri sürdüğü anlaşılmıştır. C.M.U.K. 135/A maddesinde,"... ifade verenin ve sanığın beyanı özgür iradesine dayanmalıdır. Bunu engelleyen nitelikte 292 kötü davranma, işkence, zorla ilaç verme, yorma, aldatma, bedensel cebir ve şiddette bulunma, bazı araçlar uygulama gibi iradeyi bozan bedeni veya ruhi müdahaleler yapılamaz. Kanuna aykırı bir menfaat vaat edilemez. Yukarıdaki fıkralarda belirtilen yasak yöntemlerle elde edilen ifadeler rıza olsa dahi delil olarak değerlendirilemez..." hükmü yer almıştır. Bu nedenle Tğm.M.E. tarafından sanığa kanuna aykırı biçimde "...ısrarla suçunu kabul etmesi telkininde bulunulması ve kabul ettiği takdirde aralarında kalıp mahkemeye intikal ettirmeyeceği yolundaki vaadi üzerine" elde edildiği belirlenen ifadesine itibar eden mahkemenin sübutun varlığı konusundaki kabulünde isabet görülmemiştir.(Oybirliği) 293 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.165 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/61 K. No :1999/50 T :11.03.1999 ÖZET Suç duyurusu idari nitelikte bir işlem olup, 353 Sayılı Yasanın 162 nci Maddesinde belirtilen, duruşma sonucu verilebilen kararlardan olmadığından, iddianamede yer alan eylemlerin bir kısmının hükme esas alınıp diğerleri hakkında suç duyurusunda bulunulması 353 Sayılı Yasanın 165 nci Maddesine aykırıdır. Dosya içeriğine, delillere, iddia ve kabule göre olay; Ütğm.Nihat ÇAPKIN’ın düşürdüğü Pamukbank Kredi kartını bulan sanık Uzm.Çvş.Y.Ç.’ın, durumu yakın arkadaşı Uzm. Çvş.V.Ö.’e bildirmesinden sonra, her iki sanığın söz konusu kredi kartını kullanarak değişik tarihlerde muhtelif ticarethanelerden alışveriş yapmalarından ibaret olup maddi olayın sübutunda bir kuşku bulunmadığı gibi anlaşmazlık da yoktur. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, suçun vasfına ilişkin olup sübutu kabul edilen eylemin hangi suçu oluşturacağının belirlenmesi gerekmektedir. Ancak iddianamede, sanık Y.Ç.’ın, nöbetçi iken bulduğu kredi kartını malikine vermeyerek sahiplenmesi yanında bu kartla yapmış olduğu alışverişlere de yer verilerek sanığın eylemleri bir bütün halinde “üstünün bir şeyini çalmak” olarak nitelendirdiği halde, askerî mahkemece, sanığın kredi kartını bulup sahiplenmesi hükme esas alınıp söz konusu kartın alışverişte kullanılması eylemi değerlendirme dışı bırakılmış, fakat bu eylemle ilgili olarak bir hüküm de tesis edilmemiştir. Daire kararında ise, mağdurun kaybettiği kredi kartının sanık tarafından bulunup ona sahiplenilmesinin TCK.nun 511 nci maddesinde yazılı suçu oluşturacağı sonucuna varıldığı belirtilmesine karşılık, dava konusu yapılmasına rağmen askerî mahkeme hükmünde 294 değerlendirme dışı bırakılan ve hüküm kurulmayan “alışveriş yapmak” eylemine hiç değinilmemiştir. Bir başka ifadeyle, askerî mahkemenin, dava konusu yapılan eylemlerinin bir kısmından hüküm kurup diğer bir kısmından hüküm kurmayarak suç duyurusunda bulunması hususu dairece irdelenmemiştir. 353 S.K.nun 165.maddesinde “Hükmün konusu, duruşmanın sonucuna göre iddianamede gösterilen eylemden ibarettir. Eylemin değerlendirilmesinde, askerî mahkeme, iddianame, iddia ve savunmalar ile bağlı değildir.” hükmüne yer verilmiştir. 162 nci maddede ise, askerî mahkemenin, duruşmanın bitmesi halinde vereceği kararlar ve sebepleri tek tek belirlenmiş bulunmaktadır. Sanığın, mağdura ait kredi kartını kullanması eyleminden dolayı askerî mahkemece suç duyurusunda bulunulmasını 162.md.de belirtilen nitelikte bir karar olarak kabule imkan bulunmamaktadır. Bir başka ifadeyle “suç duyurusu” idari nitelikte bir işlem olup duruşma sonunda verilebilecek kararlardan değildir. Bu nedenle, askerî mahkemenin sanığın başkasına ait kredi kartını kullanması eylemiyle ilgili olarak hüküm tesis etmemiş olması 353 S.K.nun 165.maddesine aykırı bulunmuştur. Diğer taraftan, banka kredi kartları kullanılmakla bir değer ifade etmektedir. Nitekim sanığın bu suretle kendisine menfaat sağladığı görülmektedir. Bu bakımdan sanığın, bulduğu kredi kartını mağdura iade etmeyerek sahiplenmesi ve kullanması eylemlerinin bir bütün olarak ele alıp değerlendirilmesi ve buna göre suç vasfının belirlenmesi gerekmektedir. Yargıtay’ın uygulaması da bu doğrultudadır (Y.6.C.D. 3.12.1998 gün ve 1998/11178-11223 sayılı Kararı). Bu nedenle sanığın, iddianamede yer alan eylemlerinin bir kısmının hükme esas alınıp diğerlerinden dolayı suç duyurusunda bulunulması yasaya aykırı bulunmuş ve bu nedenle Başsavcılığın bu sanıkla ilgili itirazının kabulüne oyçokluğu ile (13/2) ile karar verilmiştir. 295 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.165 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No K.No T. :1999/83 :1999/107 :20.05.1999 ÖZET İddianamede, kredi kartının çalınması ve kullanılması eylemleri açıkça yazılı olduğu için, eylemlerin tümünün Arkadaşının Eşyasını Çalmak suçunu oluşturduğu iddia edilerek, AsCK.nun 132 nci maddesi uyarınca açılan davada, kredi kartının kullanılmasıyla ayrıca oluşan dolandırıcılık suçundan da (iddianamede TCK.nun 503 ncü maddesinden sözedilmese de) kamu davasının açılmış olduğu kabul edilmelidir. Donanma K.lığı As.Savcılığının 29.12.1997 tarih ve 1997/1670497 sayılı iddianamesi ile; "...Sanığın, 17.12.1997 günü arkadaşı Astsb.Tamer ÖZTÜRK'e ait visa kart ve askerî kimliğini yatakhanedeki elbisesinin cebinde bulunan cüzdanından rızası hilafına aldığı,aynı gün visa kartını ve kimliğini kullanarak bir işyerinden 3.000.000.-TL., Casino'da ise 20.000.000.-TL.tutarında alışveriş yaptığı, olayı araştıran mağdurun Casino'ya gidip ilgililerden sanıkla ilgili bilgi ve belgeleri Alması ile durumun ortaya çıktığı, böylece sanığın arkadaşının eşyasını çalmak suçunu işlediği" iddiası ve As.C.K.nun 132 nci maddesi gereğince cezalandırılması istemi ile açılan kamu davasının yargılaması sonucunda; Donanma K.lığı Askerî Mahkemesince, sanığın eylemlerinin hırsızlık ve dolandırıcılık suçlarını oluşturduğu kabul edilerek ek savunması alınmak suretiyle sanığın her iki suçtan mahkûmiyetine karar verildiği, Askerî Yargıtay 4 ncü Dairesinin 15.9.1998 tarih ve 1998/500498 sayılı ilâmı ile; "...353 Sayılı Kanunun 165 nci maddesinde hükmün konusunun duruşmanın sonucuna göre iddianamede gösterilen eylemden ibaret 296 olduğu, eylemin değerlendirilmesinde, Askerî Mahkemenin iddianame, iddia ve savunmalar ile bağlı olmadığı belirtilmektedir. İddianamede sanığın sadece arkadaşının kredi kartını çalıp iki kez kullandığı menfaat temin ettiği belirtilmiştir. Kullanma eylemi belirtilmekle birlikte ayrı bir suç olacağı hususunda değerlendirme yapılmadığı ve bir eylem olarak ortaya konulmadığı görülmüştür...." gerekçesi ile dolandırıcılık suçundan açılmış dava bulunmadığı kabul edilerek, bu suçla ilgili hükmün usul,hırsızlık suçu ile ilgili hükmün uygulama yönünden bozulduğu, Donanma Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 26.11.1998 tarih ve 1998/925-581 sayılı kararı ile; İddianamede dolandırıcılık suçu ile ilgili eylemin de hiçbir tereddüde yer vermeyecek biçimde yazıldığı uygulama maddesi gösterilmese bile 353 sayılı kanunun 165 nci maddesi gereğince kamu davası açılmış olduğunun kabulü ve hüküm tesis etmek gerektiği gerekçesi ile bozmaya uyulmayarak direnme kararı verildiği ve hırsızlık suçu ile birlikte dolandırıcılık suçundan da mahkûmiyet kararı tesis edildiği, Askerî Yargıtay Başsavcılığının 16.2.1999 tarih ve 1999/380 sayılı tebliğnamesi ile; dolandırıcılık suçundan açılmış dava bulunduğu, bu suçtan verilen kararın, Komutan'ın temyizine atfen uygulama yönünden bozulmasına karar verilmesi gerektiğine dair görüş bildirildiği, Anlaşılmıştır. A) Hırsızlık suçundan bozmaya uyulmasına karar verilmesi ve dolandırıcılık suçundan da direnmenin konusunu bu suçtan kamu davası açılmış olup olmadığı teşkil ettiğinden, bu çerçevede yapılan incelemede; Konuya ilişkin yasa hükümlerinde; 1) 353 sayılı kanunun 115 nci maddesinde "İddianame, sanığın kimliğini, suç teşkil eden eylemin neden ibaret bulunduğunu ve kanuni unsurları ile delillerini, uygulanması istenilen kanun maddelerini ve varsa hazine zararını ve duruşmanın hangi askerî mahkemede yapılacağını gösterir." 165 nci maddesinde "Hükmün konusu, duruşmanın sonucuna göre iddianamede gösterilen eylemden ibarettir. Eylemin değerlendirilmesinde askerî mahkeme, iddianame, iddia ve savunmalar ile bağlı değildir." 2) CMUK.nun 150 nci maddesinde de "Tahkikat ve hüküm; yalnız iddianamede beyan olunan suça ve zan altına alınan şahıslara hasredilir. Bu hudut dahilinde olarak, mahkemeler istiklal ile hareket etmek hak ve vazifesini haiz olup ceza kanununun tatkikinde kendilerine arzedilen iddialar ile bağlı değildirler...." denilmekte ve 163/2 ile 257. 297 maddelerinde ise yukarıdaki maddelerdeki düzenlemelere paralel hükümlerin yer aldığı görülmektedir. CMUK.nun 150 ve 163/2 nci maddelerinde "İddianamede beyan olunan suça," “isnad olunan suçun neden ibaret olduğu" gibi farklı ibarelerin yer alması dikkati çekmekte ise de; Prof.Dr.Nurullah KUNTER'in (...150 nci maddede yer alan yanlışlığın etkisi ile davanın bir suç hakkında açıldığı söylenmekte ise de; doğrusu davanın bir "eylem" hakkında açılmasıdır. 150 nci maddedeki "suçun beyan edileceği" sözlerindeki "suç" ile kastedilenin, hem 1412 numaralı kanunumuzun gerekçesinde "serdedilen fiil" den söz edilebilmesinden hem kaynak kanundaki, aslında "eylem" (stpo.155) denilmesinden anlaşılmaktadır. 257. madde de aynı şekilde suç denilmekteydi, 1936 da bu yanlışlık fiil olarak düzeltilirken 150. maddedeki yanlışlık gözden kaçmıştır.) (Yargıtay Dergisi Cilt:21, Sayı:1-2 sayfa:35) şeklindeki açıklamasında da belirtildiği gibi esasta iki yasa arasında bir farklılık bulunmamaktadır. Nitekim Yargıtay ve Askerî Yargıtay kararlarında; hükmün konusunun iddianamede gösterilen eylem olduğu, iddianamede açıklanan fiilin dışına çıkılarak karar verilmesinin, açılmayan ve mevcut olmayan bir davadan dolayı karar verilmesi sonucunun doğuracağı, bir olayın açıklanması sırasında başka bir olaydan söz edilmesinin, o olay hakkında da dava açıldığını göstermeyeceği, dava konusu yapılacak eylemin bağımsız olarak açıklanması gerektiği kabul edilmektedir. C.G.K. 26.3.1990, 1-73/94, 7.2.1994 3-348/3, 28.3.1994 4-59/82, 12.6.1995 6181/208 sayılı kararları (Bu konuda Prof.Dr.Nurullah KUNTER'in ve Prof.Dr.Erdener YURTCAN'ın, Yargıtay Dergisi Cilt:21, sayı:1-2 de makaleleri vardır) ile As.Yargıtay Drl.Krl.nun 21.4.1967 23/22, 14.7.1988 128/91, 15.1.1998 8/11, 19.11.1998 135/147 sayılı kararları bunlar arasında sayılabilir. Doktrinde ve uygulamada kabul edildiği üzere; ceza davasının konusu, iddianamede açıklanan ve ferdileştirilmiş olan fiildir. Mahkeme hükmü verirken bu fiili değiştiremez. Ancak duruşma sırasında ortaya konulan delillere göre, eylemin nitelendirilmesinde, işleniş biçiminde, yer ve zamanında değişiklik yapabilir. O halde, hangi eylem/eylemler yönünden dava açıldığının belirlenmesi için, iddianamede ortaya konulan olayın saptanması gerekmektedir. Bu saptama yapılırken iddianameyi tanzim eden savcının anlatımının esas alınacağı doğaldır. Ancak, bu hususta objektif bulgulara dayanılmalıdır. Savcının, sanığa yüklediği 298 suçlar, onun amacını açıklığa kavuşturmak açısından önemli olmakla beraber, sevk maddeleri dava açılıp açılmadığının temel göstergesi değildir. Bu nedenle, sevk maddeleri içinde yer almayan fakat iddianame okunduğunda açıkça anlaşılan bir eylem hakkında da dava açılmış olduğu kabul edilmelidir. Genel nitelikteki bu açıklamalardan sonra somut olaya bakıldığında; iddianamede "...sanığın, arkadaşının cüzdanından rızası hilafına aldığı visa kartını kullanarak bu iş yerinden 3.000.000 TL ve Casino'da ise 20.000.000 TL. tutarında alışveriş yaptığı ve mağdurun Casino'ya gidip ilgililerden sanıkla ilgili bilgi ve belgeleri alması ile durumun ortaya çıktığı” şeklinde ifade edilen eylemlerin askerî eşyayı çalmak olarak nitelendirildiği görülmektedir. Bu durumda iddianamede dolandırıcılık suçuna ilişkin olarak maddi olayın açık olarak yazıldığı, buna mukabil sevk maddesinin gösterilmediği, hatalı ve bütün olarak eylemin hırsızlık şeklinde nitelendirildiği ve sevk maddesinin de doğal olarak bu suça yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Yani, sanığın yeni bir suçunun ortaya çıkması gibi bir durum söz konusu olmayıp, 353 sayılı kanunun 167 nci maddesinin uygulama alanı bulunmamaktadır. Nitekim, benzer bir olayda Askerî Mahkemece As.C.K.nun 132 nci maddesinden mahkûmiyet kararı verilmesi ve dolandırıcılık suçundan suç duyurusunda bulunulması, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunca kabule değer görülmeyerek dolandırıcılık suçundan da dava açılmış olduğu halde bu hususta hüküm tesis edilmemiş olmasının yasaya aykırı olduğuna karar verilmiştir (11.3.1999 tarih ve 1999/61-50). Açıklanan nedenlerle, Askerî Mahkemenin sanık hakkındaki dolandırıcılık suçundan da açılmış dava olduğunun kabul edilmesinde ve bu hususa yönelik direnme kararında isabet bulunduğu sonucuna varılmıştır. Bu kabule, Üyelerden Hâk.Alb.G.BOZKURT, Hâk.Alb.N. YÜCEL, Hâk.Alb.Y.ÖĞÜT, Hâk.Alb.A.TOKAT ve Hâk.Alb.V. PEKBAŞ katılmamışlardır. B) Dolandırıcılık suçundan açılmış dava bulunduğu hususundaki anlaşmazlığın bu şekilde çözümünden sonra tesis edilen hükmün inceleme mercii konusu ayrıca tartışılmıştır. Askerî Yargıtayın yerleşik içtihatlarında; mahiyeti itibariyle hüküm, esas yönünden incelemeye başlanmış ve bozulmuş ise, direnilerek verilen hükmün tamamının Daireler Kurulunda incelenmesi gerektiği kabul edilmektedir. Ancak, bu davada anlaşmazlığın konusu, dolandırıcılık suçundan sanık hakkında açılmış dava bulunup bulunmadığı olduğundan tesis edilen hükmün bu konu dışında Dairece 299 hiç bir yönü ile incelenmemiştir. Tabir caizse, Daire tarafından bu hükmün incelenmesine başlanılmamıştır. Zira açılmış dava olmayınca verilen hüküm hukuken yok hükmünde olduğundan temyiz incelemesine başlanılması olanağı da bulunamamıştır. Bu durumda, Daireler Kurulunda temyiz incelemesine devam edilmesi, Dairece incelenmemiş bir hükmün, ilk defa Daireler Kurulunda incelenmesi gibi bir sonuca yol açacaktır. Yargılama yasası kurallarına göre böyle bir temyiz incelemesi olanaksızdır. Bu nedenle anlaşmazlığın çözümünden sonra tüm usul ve esasla ilgili temyiz incelemesinin ilgili Daire tarafından yapılması gerekmektedir. Esasen hırsızlık suçundan verilen bozma kararına uyularak tesis olunan hüküm Daire tarafından inceleneceği cihetle, iddianamede yer alan eylemlerin bütün olarak ele alınıp değerlendirilmesi yönünden de bu suça ilişkin temyiz incelemesinin de Daire tarafından yapılmasında yarar bulunmaktadır. Bu nedenle, dosyanın anılan Daire Başkanlığına gönderilmesine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 300 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.165 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/209 K. No :1999/204 T. :18.11.1999 ÖZET Askerî Mahkeme hükmünde, İddianamede gösterilen suç konusu eylemlerin bir kısmının değerlendirmeye alınıp, bir kısmının değerlendirmeye alınmamış olması usule aykırıdır. Sanık hakkında düzenlenen iddianamede (Dz:16) suç konusu eylem olarak, sanığın amirine karşı “Gözüm Dönerse Dünyayı Sana Dar Ederim” sözü ile “Görüşeceğiz” sözünü sarfettiği ve sanığın bu sözlerinin oluşturduğu iddia edilmesine rağmen, Askerî Mahkeme hükmünde sadece sanığın amirine karşı sarfettiği, iddia olunan, “Gözüm Dönerse Dünyayı Sana Dar Ederim” sözünün değerlendirmeye alındığı, iddianamede suç oluşturan diğer eylem olarak ileri sürülen “Görüşeceğiz” sözünün ise, hiçbir şekilde değerlendirmeye alınmadığı görülmektedir. İddianamede sanığın amirine karşı sarfettiği iddia edilen bu iki söz, birbirinden bağımsız suç teşkil eden iki ayrı eylem olmadığından, aynı olay içinde birlikte bir bütün olarak ele alınması ve birlikte değerlendirilmesi gerekirken, sadece birinin değerlendirmeye alınması diğerinin değerlendirmeye alınmaması, nihai hükmün eksik değerlendirme ile kurulmasına neden olmuştur. Dolayısıyla, sanığın amirine karşı sarfettiği iddia edilen “Görüşeceğiz” sözü hakkında Mahkemece verilmiş bir karar olmadan, Dairenin, hükme konu olmayan, sanığın “Görüşeceğiz” sözü hakkında da temyiz incelemesi yapıp, değerlendirmeye girmesi isabetsiz bulunmuştur. 301 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.173 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/21 K. No :1999/6 T. :07.01.1999 ÖZET 353 Sayılı Kanunun 50 ve 173 ncü maddelerine göre, hükmün gerekçesinde, mahkemece suçun kanuni unsurları olarak sabit ve gerçekleşmiş sayılan vakıaların gösterilmesi gerektiği yolundaki kurallara uygun şekilde, sübuta ilişkin delillerin nelerden ibaret olduğu açıklanıp, tahlil ve tartışılmasının yapılması, hükme esas alınan olayların hangi delillerle kabul edildiğinin karar yerinde gösterilmesi gerekmesine rağmen, mahkûmiyete ilişkin gerekçeli hükümde, sadece sanığın tevilli ikrarı ile tanık ifadelerinin zikredilmiş olması yeterli gerekçe olarak kabul edilemez. Seydişehir İlçe Jandarma K.lığı, Çavuş jandarma karakolunda 1993 tarihinden itibaren görevli bulunan sanığın, bu davada askerî eşyayı satın almak suçundan sanık olan ve hakkındaki mahkûmiyet hükmü kesinleşen sivil şahıs Ş.E. ile tanıştığı, Görevi nedeniyle senet karşılığı zimmetine tevdi edilen birliğe ait 7.65 mm. çapında 1115242 numaralı Astra marka tabanca üzerinde bulunduğu halde, 1996 yılı Ocak ayı ortalarında bir gün sanık Uzm.Çvş.A.A. ile Ş. E. ve yanlarında Ş.E.'in nişanlısı olduğu söylenen Rojda adlı bayan birlikte Seydişehir'deki Tutku Pastanesine gittikleri, bir ara sanık Uzm.Çvş.A.A.'ın tuvalete giderken belindeki örme bel kemeri ve buna takılı bulunan kılıf ve içindeki tabancayı masanın üzerine bıraktığı, bu esnada Şakir'in tabancayı kılıfından alarak cebine koyduğu; tuvaletten çıkan sanığa o sırada içeri giren pastane sahibinin "sen boş kılıfmı taşıyorsun" demesi üzerine silahın olmadığını farkettiği, sorduğunda Şakir ve nişanlısı Rojda'nın görmediklerini söyledikleri, kendisininde birlikte kaldığını düşünerek birliğe gidip baktığında orada olmadığını görünce, pastaneye döndüğü, beraberce pastaneden çıktıkları, 302 Bu olaydan 1-1,5 ay sonra Şakir'in, bir gece Adil'i arayarak tabancanın kendisinde olup 70 milyon verirse tabancayı verebileceğini söylediği, sanığın ise, bu parayı veremiyeceğini söylemesi üzerine "o zaman ben de silahı başkasına satarım" dediği, sanığın bu arada silahın kaybolduğunu amirlerine bildirmediği, silahın bulunması için bir gayrette bulunmadığı, daha sonra Ş. E.'in silahı diğer bir şahsa sattığı, bir kaç kez el değiştiren silahın, 3.3.1996 tarihinde A.Ş. isimli şahısta yakalandığı, Sanık A.A. ile Ş.E.'in birlikte piyasaya sahte para sürmek suçundan haklarında soruşturma açıldığı anlaşılmıştır. Yukarıda aşamaları sırasıyla anlatılan davada yerel mahkemece sanığın askerî eşyayı satmak suçundan dolayı As.C.K.nun 131/1-2, TCK.nun 59/2 nci md.leri gereğince neticeten onbir ay yirmi gün hapis cezası ile cezalandırılmasına dair hükmün, vaki temyiz üzerine; Dairece, sanık hakkında ceza tayin edilirken vahim halin gerekçesinin gösterilmemiş olmasının usule aykırı olduğu belirtilerek hükmün usul yönünden bozulmasına karar verilmiş; Başsavcılık ise itiraz tebliğnamesinde; sanığın askerî eşyayı satmak suçunu işlediğini kabule götüren gerekçenin neden ibaret olduğu kararda açıklanmadan ayrıca yapılacak değerlendirme sonucunda suç vasfının tayininde silahın sanığın elinden ne şekilde çıktığı, rızası ile mi Ş.E.'in eline geçtiği hususları önem arzettiğinden dinlenen tanık beyanları tartışılıp değerlendirilmeden ve sübut delillerinin neler olduğu karar yerinde gösterilmeden verilen mahkûmiyet hükmünün gerekçeden yoksun olması nedeniyle usul noktasından bozulmasına; sanığın eyleminin askerî eşyayı rehnetmek veya zimmete geçirmek suçlarından birini oluşturup oluşturmayacağının düşünülmesi gerektiğine işaretle yetinilmesine karar verilmesi gerektiği belirtilerek Daire kararının kaldırılmasına ve hükmün gerekçesizlik sebebiyle bozulmasına karar verilmesi yönünde görüş bildirilmiştir. Anayasanın 141 nci maddesinin, bütün mahkemelerin her türlü kararlarının gerekçeli olarak yazılacağını amir olduğu; 353 sayılı Kanunun 50 nci maddesinin, askerî mahkemelerce verilen her türlü kararların gerekçeli olarak yazılacağını belirttiği; yine 353 sayılı kanunun 173 ncü maddesine göre, hükmün gerekçesinde mahkemece suçun kanuni unsurları olarak sabit ve gerçekleşmiş sayılan vakıaların gösterilmesi gerektiği yolundaki kurallara rağmen, mahkûmiyetine ilişkin gerekçeli hükümde sanığın tevil yollu ikrarı ve tanık beyanlarından söz edilmesi suretiyle sanığın, silahını sattığının kabulü ile hüküm 303 kurulmasının 353 sayılı kanunun 207/G maddesine göre kanuna mutlak muhalefet teşkil ettiği sonucuna varılmıştır. Zira, mahkemece sanığın eyleminin kanunda unsurları gösterilen suça uygunluğunu inandırıcı ve ikna edici şekilde açıklaması, sübuta yönelen delillerin nelerden ibaret olduğu açıklanıp, tahlil ve tartışılmasının yapılması, esas alınan olayların hangi delillerle kabul edildiğinin karar yerinde gösterilmesi gerekmesine rağmen, sadece sanığın tevilli ikrarı ile tanık ifadelerinin zikredilmesinin yeterli gerekçe olarak kabul edilmesi mümkün görülmemiş ve öncelikle hükmün usul yönünden bozulmasına, Öte yandan Sanık Ş.E. sorgusunda ifade değiştirerek silahın sanık A.A. tarafından kendisine verildiğini belirtmiş (dz.141), tanık A. T.'de bir tarihte Manolya pastanesinde sanık Adil'in Sanık Şakir'e bir şey verdiğini, bunun tabanca olduğunu zannettiğini (Dz.154) beyan etmiştir. Bu durumda silahın sanığın rızası ile mi muteber bir rızası bulunmadan mı sanık Ş.E.'in eline geçtiği hususunun değerlendirilmesi ve gerekçelendirilmesinde zaruret bulunmaktadır. Şayet rıza var ise eylemin yerel mahkeme kabulünde olduğu gibi "Askerî eşyayı satmak" olarak değerlendirilebilmesi mümkün iken, rıza olmadığı kabul edildiğinde silahın borca mahsuben satılacağı söylendiğinde bunu engellemek için hiçbir şey yapmayan, silah kendi malı imiş gibi davranan sanık A.A.'ın eyleminin "Zimmet" suçunu oluşturup oluşturmayacağının değerlendirilmemiş olması hususlarına (bozma sebebine göre) işaretle yetinilmesine oybirliği ile karar verilmiştir. 304 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.174 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/172 K. No :1999/156 T. :08.07.1999 ÖZET Müdafiinin duruşmaya girmesi yasaklanan sanığın, bir başka müdafii tutmayacağını, duruşmanın ertelenmemesini ve savunmasını kendisinin yapacağını beyan etmesi ve temyiz incelemesine başlanmadan önce müdafiini azletmesi nedenleriyle, adı geçen müdafiiye gerekçeli hükmün tebliğ edilmemesi usule aykırı değildir. Altındağ 5.Noterliğince düzenlenen 11.2.1998 tarihli genel vekaletname ile sanık A.Ö.’nün müdafiliğini üstlenen Av.Elif KARAKAŞ’ın bozmadan sonra, duruşma günü kendisine tebliğ edilmesine rağmen 23.3.1999 tarihinde yapılan oturuma katılmadığı gibi, mazeret de bildirmediği, sanık A.Ö.’nün hazır bulunduğu bu oturumda, askerî savcının bu sanık müdafii ile ilgili olarak bir başka dava dosyasında Avukatlık Kanununun 14 ncü maddesi uyarınca duruşmalara girmekten yasaklanmasına karar verildiğini, aynı koşulların bu dava için de geçerli olduğunu bildirip, bu konuda karar verilmesini istemesi, sanık A.Ö.’nün de Av.Elif KARAKAŞ’a vermiş olduğu vekaletinin devam ettiğini, ancak o gün için adliyede bir başka duruşması olduğundan bu duruşmaya katılamadığını beyan etmesi üzerine askerî mahkemece Av.Elif KARAKAŞ’ın, Genelkurmay Askerî Savcısı iken 30.8.1997 tarihinde emekliye ayrılarak avukatlığa başlayan Ç.A. ile aynı büroda ortak avukatlık yaptıkları ve bu durum Avukatlık Kanununun 14 ncü maddesi kapsamında değerlendirildiği gerekçesiyle Av.Elif KARAKAŞ’ın duruşmaya girmesinin yasaklanmasına karar verildiği, kararı takiben sanık A.Ö.’ye başka bir avukat isteyip istemediği ve bu nedenle duruşmanın başka bir güne bırakılması konusunda talebi olup olmadığının sorulduğu, sanığın başka bir avukat tutmayacağını, 305 savunmasını kendisinin yapacağını, duruşmanın da başka bir güne bırakılmasını istemediğini beyan etmesi üzerine, tarafların bozma ilâmına karşı diyecekleri tespit edildikten sonra, direnme kararı verildiği, bu şekilde yokluğunda tesis edilen mahkûmiyet hükmünün Av.Elif KARAKAŞ’a tebliği yoluna gidilmediği anlaşılmıştır. Hakkında tesis edilen mahkûmiyet hükmünü 21.5.1999 tarihinde kayda geçen dilekçe ile temyiz eden sanık A.Ö., aynı tarihte mahkemeye verdiği bir başka dilekçede, vekilinin Avukatlık yasasının 14 ncü maddesi gereğince duruşmadan yasaklanması kararını, yargılamayı uzatacağı ve bunun ileride telafisi imkansız zararlar doğuracağı düşüncesiyle temyiz etmediğini bildirmiştir. Bu sanık 7.7.1999 tarihinde As.Yargıtay Başkanlığına verdiği dilekçesiyle de Av.Elif KARAKAŞ’ı vekillikten azletmiştir. Hükümlerin tebliğine ilişkin 353 Sayılı Kanunun 48, 52/4, 174/son, 215/2 nci maddeleri ve gerekçeli kararın temyiz eden tarafa herhalde tebliği gerektiğine dair As.Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 22.1.1969 tarih ve 1969/2-3 sayılı kararı ile müdafinin kanun yollarına başvurma hakkını düzenleyen 353 Sayılı kanunun 196/3 ncü maddesi birlikte gözönüne alınıp birlikte değerlendirildiğinde, yokluğunda verilen hükmün sanık müdafine tebliğ edilmesi gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır. Ancak, somut olayda sanığın müdafiliğini üstlenen Av.Elif KARAKAŞ’ın Genelkurmay Başkanlığı Askerî Mahkemesinde duruşmaya girmesi mahkemece yasaklanmış, sanık da başka avukat tutmak istemediğini, savunmasını kendisinin yapacağını bildirmiş ve temyiz incelemesine başlanmadan önce avukatını vekillikten azlettiğini belirten bir dilekçeyi As.Yargıtay Başkanlığına vermiştir. Bu itibarla adı geçen avukata gerekçeli kararın tebliği gerekip gerekmediği sorununa, müdafilik sıfatının ortadan kalkıp kalkmadığına, yani görülmekte olan davanın tarafını teşkil edip etmediğine bakarak çözüm getirmek gerekir. Türk Ceza Yargılamasında sanığın müdafi tutmak mecburiyeti yoktur. Bu husus CMUK.nun 136/1 nci, 353 Sayılı kanunun 85/1.md.lerinin ifade biçiminden de anlaşılmaktadır. Dolayısıyla yargılama sırasında kendi iradesiyle müdafinin yardımına başvuran sanığın, yargılamanın her aşamasında bu hakkını kullanmaktan vazgeçmesi mümkün olup buna mani bir usul hükmü bulunmamaktadır. Bunun yanında azil, Borçlar Kanununun 396/1 nci maddesine göre vekalet sözleşmesini sona erdiren tek taraflı varması gerekli bir irade beyanı olup kural olarak bir geçerlik şekline bağlı değildir 306 (Prof.Dr.Haluk TANDOĞAN, Borçlar Hukuku Özel Borç İlişkileri Cilt.2 Sh.619 vd.). Bu itibarla mahkeme huzurunda avukat tutmayacağını, savunmasını kendisinin yapacağını bildiren sanığın müdafinin yardımından vazgeçtiğini kabul etmek gerekir. Kaldı ki, sanık temyiz incelemesine başlanmadan önce avukatını da azletmiştir. Bu nedenle müdafi sıfatını kaybeden ve davanın tarafı olmayan Av.Elif KARAKAŞ’a tebligat yapılmaması usul yönünden bir eksiklik teşkil etmemektedir. İki Üye, tebligat eksikliği bulunduğundan dava dosyasının Başsavcılığa iadesi gerektiği düşüncesiyle bu görüşe katılmamışlardır. 307 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.177 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/120 K. No :1999/133 T. :17.06.1999 ÖZET Sanığın sorgusunun yapıldığı istinabe tutanağında hâkimin imzasının olmaması şeklindeki usule aykırılık, sonradan ek savunmanın tesbiti sırasında, usule aykırı olan istinabe tutanağındaki ifadeye atıf yapılmakla giderilmiş olmaz. Sanığın iddianame çerçevesinde izin tecavüzü suçundan sorgu ve savunmasının saptandığı Konya 2 nci Asliye Ceza Mahkemesi "İstinabe Tutanağında" hâkimin imzasının bulunmadığı, daha sonra firar suçundan ek sorgu ve savunmasının saptanması amacıyla yazılan talimat gereğince Konya 3 ncü Asliye Ceza Mahkemesi tarafından ifadesi saptandığında önceki talimat ifadesine atıfla yetindiği ve bu suretle, iddianamede konu edilen maddi olaya ilişkin olarak usul kurallarına uygun sorgusunun yapılmamış olduğu anlaşılmıştır. Daire kararında açıklandığı üzere; Konya 2 nci Asliye Ceza Mahkemesine ait istinabe tutanağı, hâkimin imzasını içermemesi nedeniyle yok hükmünde olduğundan bu husustaki usuli işlemlerin tekrarlanması, başka bir ifadeyle sanığın, iddianame okunup bunda konu edilen maddi olay hakkında usule uygun olarak sorgusunun yapılması gerekmektedir. Ek savunma için yazılan talimat üzerine bu usule aykırılığın giderilmiş olduğunun kabulü mümkün olmadığından, Başsavcılığın itirazı yerinde görülmeyerek reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 308 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.177 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/208 K. No :1999/200 T. :11.11.1999 ÖZET Dava dosyasında, Nüfus İdaresinden getirtilmiş Nüfus Kayıt Örneği bulunmadığından, sanığın soyadındaki yanlışlık bozma sebebidir. Dava dosyasından anlaşılacağı üzere Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık dosyadaki muhtelif belgelerde soyadı (ŞİMŞEK) ve (ŞİMŞAK) olarak farklı yazılıp, nüfus idaresinden usulüne uygun şekilde nüfus kağıt örneği de getirtilmemiş olan sanığın soy ismindeki bu harf farklılığının bozmayı gerektirir mahiyette usule aykırılık teşkil edip etmediğine ilişkindir. Dosya dizi 1, 2, 16, 17, 24, 26, 40, 53, 54, 55, 56, 69, 79, 80, 82, 112, 114, 115 ve 117 deki belgelerde sanığın soy ismi (ŞİMŞEK), 15, 18, 19, 20, 21, 38, 39 dizideki belgelerde ise (ŞİMŞAK) olarak yazılıdır. Dosyada sanığın kayıtlara uygun olarak nüfus idaresinden usulüne uygun şekilde getirtilmiş “Nüfus Kayıt Örneği” bulunmamaktadır. Bölük Komutanı tarafından fotokopisi çıkartılıp onaylanan ve dosyaya konulan dizi 38 deki Nüfus Cüzdanı Nüfus İdaresinden getirtilecek Nüfus Kayıt Örneği yerine geçecek bir belge niteliğinde değildir. Sanığa ait nüfus kayıtları ilâmın aidiyetinde ve cezanın kişiselleştirilmesinde dayanılan resmi belgeler olduğundan dosyadaki kayıtlara uygun biçimde nüfus idaresinden getirtilmesi gerekmektedir. Sanığın Bl.Komutanı tarafından çıkartılan ve Nüfus İdaresince doğrulanmayan nüfus cüzdanı fotokopisine dayanılarak hüküm kurulamaz. 353 Sayılı Kanunun 146/2 ve 177/D maddelerine göre herhangi bir yanlışlığa ve tereddüde meydan verilmemesi bakımından sanığın 309 kimliğinin doğru olarak tespiti ve hükme o şekilde yazılması, hükmünde o kimliğe göre kurulması gerekmektedir. İnfaz, hükümde yazılı olan kimlik bilgileri esas alınarak yapılacaktır. Dava dosyasında sanığın nüfus idaresinden getirtilmiş “Nüfus Kayıt Örneği” bulunmadığından, bu yanlışlığın mahkemece sonradan alınacak bir kararla veya Mahkeme Kıdemli Hâkiminin hüküm altına vereceği bir şerhle düzeltilmesi de mümkün değildir. Bu görüş Askerî Yargıtay 3 ncü Dairesinin 02.03.1971 gün ve 1971/84-79, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 07.12.1995 gün ve 1995/120-120 ve 13.03.1997 gün ve 1997/38-40 sayılı kararları ve Yargıtay Ceza Umumi Heyetinin 25.05.1964 gün ve 2/248-243 sayılı kararları ile doğrulanmaktadır. Yukarıda yapılan açıklamalar karşısında Dairece yapılan usule ilişkin bozma kararında isabet görüldüğünden Askerî Yargıtay Başsavcılığının yerinde görülmeyen itirazının reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 310 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.180 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No K. No T. :1999/100 :1999/118 :03.06.1999 ÖZET Hâkim üyenin rütbesinin başına sehven "J." yazılması, basit bir daktilo hatası olup, bozma nedeni yapılamaz. İnceleme konusu davada çözümlenmesi gereken mesele, sanık hakkında hükmün tesis edildiği 4.11.1998 tarihli oturuma ait tutanakta mahkeme heyetinin "Bşk.Hâk.Kd.Bnb.Cemil KAYILIOĞLU (1979-Top31) Hâkim Üye: J.Bnb.Bülent ÇOLAK (1984-Yd-3) Subay Üye: J.Kd.Yzb.İhsan FIRAT (1985-67)" şeklinde yazılı olması ve bunun gerekçeli kararda da aynen yer alması nedeniyle, Bnb.Bülent ÇOLAK'ın hâkim olup olmadığı hususundaki kuşku ve bu durumun mahkemenin kuruluşu ile ilgili kanuna mutlak aykırılık oluşturup oluşturmadığı, dolayısıyla bozma sebebi yapılıp yapılmayacağıdır. Bu çerçevede mesele incelendiğinde; Bu davada görevli mahkeme 21 nci J.Sınır Tümen K.lığı Askerî Mahkemesi olduğundan ve sanık adedi itibariyle Askerî Mahkemenin iki askerî hâkim ve bir subay üyeden kurulması (353 S.K.Md.2), ayrıca kurula katılan subay üyenin de en az Yzb. rütbesinde ve muharip sınıftan olması (353 S.K.Md.3) gerekmektedir. 353 Sayılı Kanunun 207 nci maddesinde kanuna mutlak aykırılık teşkil eden haller sayılmış olup, konuyla ilgili (A) bendinde "Askerî Mahkemenin Kanuna uygun olarak kurulmamış olması" bunlar arasında yer almıştır. Kanuna mutlak aykırılık olan hallerde hükmün bozulması gerektiğinden, anılan durumun bu kapsamda olup olmadığı saptanmalıdır. Yukarıya aynen alınan mahkeme heyetindeki Mahkeme Başkanının Hâkim Kd.Bnb.olduğu ve Yzb.İhsan FIRAT'ın, subay üye 311 olarak kurula katıldığı ve Jandarma sınıfı ve (1985-67) sicil sayılı olması nedeniyle de 353 Sayılı Kanunun 3 ncü maddesindeki nitelikleri taşıdığı hususlarında bir duraksama yoktur. Anlaşmazlık konusu olan Bnb.Bülent ÇOLAK'ın durumu incelendiğinde; kurula "Hâkim Üye" olarak katıldığının ve sicilinin (1984-Yd-3) olarak yazılı olması, duruşma tutanağı ve gerekçeli kararın altındaki imza bloklarının isim yazılmadan "Başkan, Hâkim Üye, Subay Üye" olarak yer alması ve ilgililer tarafından imzalanmış olması dikkate alındığında, Bnb.ÇOLAK'ın Jandarma sınıfından olmadığı, heyete iki subay üyenin katılmadığı, dolayısıyla bu kişinin hâkim sınıfından olduğu hususunda kuşku bulunmadığı, rütbesinin başına "J." yazılmasının daktilo hatasından kaynaklandığı açıkça anlaşılmaktadır. Esasen kurula katılanlardan sadece subay üyenin sınıfının belirtilmesi yasal bir zorunluluktur. Zira, 353 Sayılı Kanunun 3 ncü maddesine göre bunların muharip sınıftan olmaları gerekmektedir. Oysa hâkim sınıfından olanlar için böyle bir zorunluluk bulunmamaktadır. Dolayısıyla, askerî hâkim sınıfından olan başkan ve üyelerin sadece rütbelerinin yazılması halinde de bu durumun yasaya aykırılık oluşturmayacağı açıktır. Bu nedenlerle, söz konusu hatanın kanuna mutlak muhalefet oluşturacak bir yönünün bulunmadığı, basit bir daktilo hatası niteliğinde olduğu, bu itibarla düzeltilmesi için tali bir muhakeme (353 S.K.253) yapılmasına dahi gerek olmadığı, hüküm mahkemesi Kd.Hâkimi tarafından imza/parafe edilmek suretiyle her zaman düzeltilebileceği sonucuna varılmış ve itirazın kabulü ile, Daire kararının kaldırılmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 312 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.180 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/113 K. No :1999/88 T. :29.04.1999 ÖZET Hükmün tefhim edildiği duruşma tutanağı ile gerekçeli hükümdeki Askerî Savcı kimliğinin değişik savcılara ait olması bozma sebebidir. Askerî Yargıtay 3 ncü Dairesi ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlığı, duruşma tutanağı ile gerekçeli hükümdeki Askerî Savcının değişik şahıslar olmasının tavzih yolu ile düzeltilip düzeltilemeyeceği, bu yanlışlığın maddi hata olup olmadığı, bozma sebebi teşkil edip etmeyeceği konusu oluşturmaktadır. Daire, duruşma tutanağı ile gerekçeli hükümde duruşmaya katılan Askerî Savcı olarak değişik şahıslar gösterildiğinden duruşmaya katılan Askerî Savcı konusunda kuşku bulunduğu, ayrıca 353 sayılı Kanunun 180/3 ncü maddesinin amir hükmüne de aykırı davranıldığı sonucuna varmış, Başsavcılık ise, 353 Sayılı Kanunun 177 ve 180 nci maddelerinin duruşma tutanağı ile ilgili olduğu, duruşmaya Askerî Savcı Hâkim Yb.Turgut ÖZBEK'in katıldığında şüphe bulunmadığı, gerekçeli hükümde ise yanlışlıkla başka bir Askerî Savcının adı ve soyadının yazıldığı, asıl olanın duruşma tutanağı olduğu, hatanın verilecek şerhle düzeltilebileceği görüşü ile daire kararına itirazda bulunmuştur. Kurulumuzda yapılan incelemede; Yargılamanın sona erdirildiği 21.12.1998 tarihli oturumda duruşmaya Askerî Savcı Hâk.Yb.Turgut ÖZBEK'in katıldığı belirtilmiş olmasına rağmen gerekçeli kararın heyete katılanlar bölümünde Askerî Savcı olarak Hâk.Bnb.Naci DALKILIÇ'ın yazılı olduğu, ayrıca kısa kararın tefhim bölümünde ve gerekçeli kararın sonuç bölümünde oturuma katılan Askerî Savcı ile tutanak katibinin isimlerinin yazılı olmadığı anlaşılmaktadır. Öncelikle yapılan bu yanlışlığın maddi hata 313 olup olmadığı, tavzih yolu ile düzeltilip düzeltilemiyeceği konusunda müzakere açılmış olup müzakere sonucu ortaya konan görüşlerin ışığında sadece maddi hatalar ve buna benzer yazım hatalarının verilecek şerhle düzeltilebileceği, olayımızdaki yanlışlığın bu nitelikte bir maddi hata olmadığından şerhle düzeltilemeyeceği sonucuna varılmıştır. Yapılan yanlışlığın bozma sebebi sayılıp sayılamayacağı konusuna gelince; 353 Sayılı Kanunun 128 nci maddesinde duruşmada hükme katılacaklar ile Askerî Savcı ve tutanak katibinin hazır bulunmalarının şart olduğu, aynı kanunun 177 nci maddesinin 2 nci fıkrasının B bendinde duruşma tutanağında, Askerî mahkeme kurulunun, askerî savcının, tutanak katibinin ve varsa tercümanın ad ve soyadlarının yazılacağı belirtilmiş olup yine aynı kanunun 180/3. maddesinde de gerekçeli hükmün hüküm fıkrasında "...oturumun tarihinin ve bu oturumda bulunan askerî mahkeme kuruluna dahil olanların ve askerî savcı ile tutanak katibinin ad ve soyadlarının tereddüde yer vermeyecek şekilde açıkça gösterilmesi gerekir" hükmü yer almıştır. Temyiz sebeplerini gösteren 353 Sayılı Kanunun 207 nci maddesinin 1 nci fıkrasına göre; Temyiz kural olarak hükmün kanuna aykırılığı sebebine dayanır. 2 nci fıkrasında ise hukuki bir kuralın uygulanmaması yahut yanlış uygulanması kanuna aykırılık olarak belirtildikten sonra 8 bent halinde hangi hallerde kanuna aykırılık bulunduğu tek tek sayılmıştır. Sayılan bu kanuna aykırılıklar içerisinde duruşma tutanağı ile gerekçeli hükümde askerî savcının isimlerinin değişik şahıslar olarak yazılı bulunması veya gerekçeli hükmün hüküm fıkrasında askerî savcı ile tutanak katibinin ad ve soyadlarının bulunmaması halleri gösterilmemiş olması karşısında yapılan bu yanlışlığın 207 nci maddede belirtilen mutlak bozma sebebi olarak nitelendirilmediği görülmektedir. Ancak, bu sayılan sebeplerin dışında kalan bazı yanlışlıkların da 353 Sayılı Kanunun 221 ve 222 nci maddeleri uyarınca yapılacak inceleme sırasında bozma sebebi yapılıp yapılmamalarında "hükmün özüne etkili olup olmaması" ölçü olarak alınmıştır. Yapılan yanlışlık hükmün özüne etkili ise bozma sayılacaktır. Öte yandan Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.1.1969 gün ve 1969/1-2 sayılı kararında da hükme müessir olan hukuki bir kuralın uygulanmaması yahut yanlış uygulanmış olması halinde hükmün bozulması gerektiğine karar verilmiştir. İnceleme konusu yapılan olaydaki yanlışlığın duruşmaya katılan askerî savcı konusunda farklı isimler yazılması sebebiyle duruşmaya 314 katılan askerî savcının kimliği konusunda tereddütler doğurduğu ve bu yanlışlığın da usul kurallarına aykırılık teşkil edip hükmün esasını etkileyebilecek nitelikte hata olduğu sonucuna varılarak bu işlem 353 Sayılı Kanunun 180/3 maddesinin açık hükmü karşısında kanuna aykırı bulunmuş ve bu nedenle de, bu yanlışlıkları ortaya koyup bozma sebebi sayan Askerî Yargıtay 3 ncü Dairesinin kararında isabet görüldüğünden Başsavcılık itirazının reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 315 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.180 T.C. ASKERİ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı Esas No. :1999/254 Karar No. :1999/238 T. : 16.12.1999 ÖZET Duruşma tutanağının başında mahkeme kuruluna katılanların kimliği açıkça yazılmış olduğundan, hüküm fıkrasında kurula katılanların ad ve soyadlarının tereddüde yer vermeyecek şekilde açıkça gösterilmesi gerektiğine ilişkin usul hükmüne aykırılık, hükmün özüne ve esasa etkili bir usule aykırılık olmadığından bozma sebebi sayılmaz. Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, 353 Sayılı Kanunun 180/3 ncü Maddesinde 9.10.1996 gün ve 4191 Sayılı Kanunun 18 nci Maddesi ile yapılan ve "...hüküm fıkrasında Askerî Mahkeme Kuruluna dahil olanların ad ve soyadlarının tereddüte yer vermeyecek şekilde açıkça gösterilmesi gerektiği..." yolundaki düzenlemeye aykırı olarak hüküm fıkrasında kurula dahil olanların ad ve soyadlarının açıkça yazılmaması halinde bu hususun hükmün usulden bozulmasını gerektirir mahiyette bozma sebebi sayılıp sayılamayacağına ilişkindir. Yapılan incelemede; 353 Sayılı Kanunun "Hüküm Fıkrası" başlığı altında düzenlenen ve "Hüküm fıkrası oturumun tarihini ve bu oturumda bulunan Askerî Mahkeme Kuruluna dahil olanların ve Askerî Savcı ile Tutanak Katibinin ad ve soyadlarını gösterir" hükmünü içeren 180 nci Maddenin 3 ncü fıkrası, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun "Hükmün esbabı mucibesi ve hüküm fıkrasının ihtiva edeceği noktalar" başlıklı ve "Hüküm fıkrası, celsenin tarihini ve bu celsede hazır bulunan hâkimlerin ve Cumhuriyet müddeiumumisinin ve zabıt katiplerinin adını ihtiva eder" şeklindeki 268 nci maddesinin Dördüncü fıkrasının pareleli olup, 353 Sayılı Kanunun 180 nci maddesinin 3 ncü fıkrası düzenlenirken CMUK.nun 268 nci Maddesinin 4 ncü fıkrasının aynen alındığı anlaşılmaktadır. CMUK.nun 3206 Sayılı Kanunla değişiklikten önceki 316 268 nci Maddesinde hüküm fıkrasında hükme katılan hâkimlerin, Cumhuriyet Müddeiumumisinin (Savcının) ve Zabıt katiplerinin adlarının yazılacağı açıkça belirtilmesine rağmen, Maddede 1985 yılında 3206 Sayılı Kanunla yapılan değişiklikle duruşma tutanağına ve onun ispat kuvvetine önem verildiği için, bu hususlar madde metninden çıkarılmıştır. CMUK.nun şu anda yürürlükte olan 268 nci Maddesinin 4 ncü fıkrasında (Hüküm fıkrasına hükme katılan hâkimlerin, Cumhuriyet Savcısının ve Tutanak Katibinin isimlerinin yazılacağı) şeklinde bir düzenleme bulunmamakta, sadece "Hüküm fıkrasında; 253 ncü Maddeye göre verilen kararın ne olduğunun, uygulanan kanun maddelerinin, verilen ceza miktarının, kanun yollarına başvurmanın mümkün olup olmadığının tereddüte yer vermeyecek şekilde açıkça gösterilmesi gerekir" hükmü bulunmakta, yargılamayı yapıp hükmü veren Hâkimin veya Hâkimler Kurulunun, C.Savcısının ve Zabıt Katibinin ismi duruşma tutanağının başlığında (Duruşma tutanağının baş kısmında) yazılarak kurulun kimlerden oluştuğu belirtilmektedir. 9.11.1996 gün ve 4191 Sayılı Kanunla 353 Sayılı Kanunun 180/3 ncü Maddesi hükmü, CMUK.nun 268/4 ncü Maddesi metnine paralel olarak değiştirilmiş ve "Hüküm fıkrasında; 162 nci maddeye göre verilen kararın ne olduğunun, uygulanan kanun maddelerinin ve verilen cezanın nevi ile süresi ve miktarının, kanun yollarına başvurmanın mümkün olup olmadığının, oturumun tarihinin ve bu oturumda bulunan Askerî Mahkeme Kuruluna dahil olanların ve Askerî Savcı ile Tutanak Katibinin ad ve soyadlarının tereddüte yer vermeyecek şekilde açıkça gösterilmesi gerekir" biçiminde yasalaşmış, "...oturumun tarihinin, oturumda bulunan Askerî Mahkeme Kuruluna dahil olanların ve Askerî Savcının, Tutanak Katibinin ad ve soyadlarının..." ibaresi 180 nci Maddenin üçüncü fıkrasında muhafaza edilmiştir. Böylece yeni metinde, hiçbir tereddüde yer vermeyecek şekilde ibaresine ağırlık verilerek Kurula katılanların kimliği konusunda kuşkuya imkan bırakılmaması arzulanmıştır. Kurulumuzda yapılan tartışmada doğru olanın kurula katılanların adlarının hüküm fıkrasına yazılması olduğu, duruşma tutanağının başında kurula katılanların adlarına yer verilmekle yetinilmesinin usule aykırı olduğu kabul edilmiş, ancak; duruşma tutanağının baş kısmında kurulu oluşturanların adlarının açıkça yazılı olması nedeniyle bir tereddüdün bulunmadığı hallerde, bu hususun bozma nedeni yapılıp yapılamıyacağı tartışılmıştır. 317 Gerek mehaz alınan Alman Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda, gerek CMUK ve gerekse 353 Sayılı Kanununda kanuna "Mutlak Muhalefet Halleri" ile "Nisbi Muhalefet Halleri" ayırımının yapıldığı, mutlak muhalefet halleri olarak gösterilen nedenler söz konusu olduğunda, bunların mutlaka bozma nedeni sayılması, bunlar dışında kalan nisbi muhalefet nedeni olarak adlandırılan kanuna aykırılıkların ancak, hükme etkili olduklarında bozma nedeni yapılması,hükme etkili olmayan hataların ise bozma nedeni yapılmaması, esası benimsenmiştir. Nitekim; 353 Sayılı Kanunun 207 nci ve CMUK.nun 308 nci maddesinde mutlak bozma nedenleri açıkça gösterilirken 353 Sayılı Kanunun 222 nci ve CMUK.nun 320 nci maddelerinde hükme etkili yanlışların gözönünde bulundurulacağı belirtilmektedir. Bu görüş gerek Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulu (20.5.1957 E.l953/5,K.1957/13), gerekse Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulu (15.1.1969,E.1969/1, K.1969/2)' nun kararlarında açıkça vurgulanmış ve mutlak muhalefet nedenlerinin söz konusu olmadığı kanuna aykırılık hallerinde, ancak hükme etkili oldukları takdirde bunların bozma nedeni yapılabileceklerini içtihat etmişlerdir. Bütün bu açıklamalar ve Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun konu ile ilgili 9.12.1999 gün ve 1999/237-217 sayılı kararı karşısında; İtiraza konu olan inceleme konusu olayda, hüküm fıkrasının 353 Sayılı Kanunun 4191 Sayılı Kanunla değişik 180/3 ncü maddesi hükmüne uygun şekilde kurulmadığı anlaşılmakta isede, duruşma tutanağının başında mahkeme kuruluna katılanların kimliği veya kimlikleri açıkça yazılmış olduğundan, bu konuda bir tereddüt (Duraksama) bulunmadığı, Kanundaki düzenlemeye aykırı olduğu kabul edilen bu hususun "Hükmün özüne ve esasa etkili bir usule aykırılık" mahiyetinde olmadığı, buna göre de yasaya aykırı olan bu hususun bozma sebebi sayılmasının isabetli görülmediği sonuç ve kanaatine varılmışdığından, As.Yargıtay Başsavcılığının yerinde görülen itiraz sebeplerinin kabulü ile Askerî Yargıtay 5 nci Dairesinin usulden bozma kararının oyçokluğu ile (14/1) kaldırılmasına karar verilmiştir. NOT : (Daireler Kurulunun; 9.12.1999, 1999/237-217, – 16.12. 1999, 1999/245-230, – 16.12.1999, 1999/247-231, - 16.12.1999, 1999/248-232, – 16.12.1999, 1999/249-233, – 16.12.1999, 1999/250234, - 16.12.1999, 1999/251-235, - 16.12.1999, 1999/252-236, - 16.12. 1999, 1999/253-237 gün ve sayılı kararları da aynı doğrultuda bulunmaktadır.) 318 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.197 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/129 K. No :1999/123 T. :10.06.1999 ÖZET Hükmün tefhimini müteakip birliğine dönen sanığın, hükmü temyiz edeceğini birlik komutanına bildirdiği halde Birlik Komutanlığınca bu yönde bir tutanak düzenlenmemiş olmasında sanığın kusuru bulunmadığından, sanığın infaz sırasında yaptığı temyiz başvurusunun süresinde olduğunun kabulü gerekir. İzin Tecavüzü suçundan sanık Er R.D. hakkında 28.12.1998 tarihinde yüzüne karşı yapılan yargılamada mahkûmiyetine karar verildiği, birlik komutanlığının 5.3.1999 tarihli yazısına göre; birliğine dönen Er'in aynı gün hükmü temyiz etmek istediğini bildirdiği, Uzunköprü C.Savcılığı ile yapılan görüşmede gerekçeli hükmün sanığa tebliğinden sonra temyiz hakkını kullanabileceğinin belirtildiği, gerekçeli hüküm beklenirken kesinleşen hükmün infazı ile ilgili yazının 1.3.1999 tarihinde bölüğe geldiği, sanık Er'in bu sebeple temyiz hakkını kullanamadığının açıklandığı, 5.3.1999 tarihli temyiz dilekçesinin de yazıya ekli olduğu görülmektedir. Açıklanan aşamalardan belirlendiği gibi; Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlığın 28.12.1998 günü yüzüne karşı tefhim edilen hükmü sanığın temyiz edeceğini amirine açıklamasına rağmen, amiri tarafından tutanak tutulmaması nedeniyle 5.3.1999 tarihli temyiz itirazının süresinde yapılmış sayılıp sayılmayacağına ilişkin bulunduğu anlaşılmaktadır. 353 Sayılı Kanunun 197/son fıkrasına göre, asker kişiler tarafından en yakın askerî birlik komutanına veya askerî kurum amirine bir beyanda bulunmak suretiyle de kanun yoluna başvurulabilmesi mümkündür. Bu hususta bir tutanak düzenleneceği ve kanuni mehillere uyulmuş olmak için tutanağın bu mehiller içinde düzenlenmiş olması 319 gerektiği hükmü mevcut bulunmaktadır. Sanığın hükmü temyiz edeceğine dair amirine yapılmış beyanı ile ilgili olarak tutanak tanzim edilmediği taktirde 353 Sayılı Kanunun 197/son maddesindeki şartların oluşmadığını kabul etmek gerekecektir. Gerek doktrinde gerekse yargısal içtihatlarda bir hakkın kullanılmasının söz konusu olduğu hallerde geniş yoruma başvurulması gerektiği hakkın kısıtlanması sonucunu doğuran bir konuda ise dar yoruma gidilmesi gerektiği görüşü istikrar kazanmıştır. Somut olayda, Sanığın amiri tarafından yazılan 5.3.1999 tarihli cevabi yazıdan anlaşıldığı gibi 28.12.1998 günü yüzüne karşı hüküm tefhim edilen sanık aynı gün birliğine döndüğünde hükmü temyiz edeceğini açıkça beyan etmiştir temyiz iradesini geçerli bir şekilde açıklamış ve merci tayininde de yanılmamıştır. Tutanağı tanzimle görevli Birlik Komutanlığınca Uzunköprü Cumhuriyet Savcılığı ile yapılan görüşmede hükmün sanığın yüzüne karşı tefhim edildiği hususu belirtilmediğinden hükmün sanığın gıyabında verildiği zannedilerek gerekçeli kararın tebliğinden sonra temyiz hakkını kullanabileceğinin bildirildiği ve bu nedenle tutanak tutulmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla olayda sanıktan kaynaklanan bir kusur veya ihmal bulunmamakta ve idarenin hizmet kusurundan ise sanığın sorumlu tutulamayacağı açıklığa kavuşmaktadır. Bu itibarla "....süresi dışında düzenlenmiş bir tutanağın varlığı değil, hiç tutanak düzenlenmemiş olması söz konusu olduğundan ve durumu bildiren yazının olayın doğal akışına uygun olarak, süre dışında yazılmış olmasında ve sanığın temyiz dilekçesinin de süre dışında verilmesinde, yasal süre geçtikten sonra temyiz isteminde bulunulduğu sonucuna ulaşılmaması gerektiğine... Kötüye kullanma halinde şekil şartının da yeterli olamayacağına, esnek bir yoruma ihtiyaç ve gereksinim bulunduğuna...Kanun yoluna baş vuran kişinin katkısı ve dahli bulunmayan kusurlardan dolayı, temyiz süresinin geçirilmesinde; istem süresinde ve yetkili merciiye iletilmiş ise; temyiz isteminin süresinde yapıldığını kabul etmek gerektiğine, Aksi takdirde 353 Sayılı Kanunun 197 nci maddesinde zikredilen yetkili merciilerce hiç tutanak tanzim edilmemesi, tutanakta yanlış tarih bulunması veya hiç bulunmaması hallerinin tümünde; süresinde ve yasal şartlara uygun yapılan temyiz istemlerinin yok sayılması gibi bir sonuca ulaşılacağına, bu sonucun ise kanun koyucunun amacı dışında bir uygulama olacağına..." ilişkin; Başsavcılığın itiraz lahiyasında açıklamış olduğu tüm görüşlerinde yasal isabet bulunduğu sonucuna ulaşıldığından itirazın kabulüne oyçokluğu ile karar verilmiştir.. 320 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.205 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No K. No T. :1999/118 :1999/101 :13.05.1999 ÖZET Ön ödeme kararı, 353 Sayılı Yasanın 162 nci maddesinde gösterilen nihai hüküm niteliğinde olmadığından temyiz kabiliyeti yoktur. Askerî Mahkemece yoklama kaçağı suçundan verilen beraet kararına yönelik bir temyiz itirazı bulunmadığından bu hükmün kesinleştiği, bu nedenle diğer eyleminin As.C.K.nun 63/1-B maddesi kapsamında mütalaası sözkonusu olamayacağından, sanığın 29.11.19962.12.1996 tarihleri arasında kıtasına geç katılması eylemi sübut bulduğu takdirde As.C.K.nun 63/1-A maddesinin 7 gün içerisinde gelenler cümlesinde düzenlenen geç iltihak suretiyle bakaya suçunu oluşturacağı, bu maddede belirtilen ceza süresine göre ise bu suçun TCK.nun 3506 Sayılı Kanunla değişik 119 ncu maddesi uyarınca ön ödemeye tabi olduğunda bir tereddüt bulunmamaktadır. Bu tespit karşısında; Yerel Askerî Mahkemece TCK.nun 119 ncu maddesinin gösterdiği usul çerçevesinde, belirlenen meblağın 10 gün içerisinde ödenmesine ilişkin tebligat çıkarılması ve bilahare, Daire kararında da açıklanan, yasada belirlenen işlemlerin gerçekleştirilmesi gerekirken bu konuda yazılı biçimde sonuca varılması yasaya aykırı olmakla beraber; Temyiz yolu 353 Sayılı Kanunun 205 ve sonrası maddelerinde düzenlenmiş ve Askerî Mahkemece verilecek hükümler de 162 nci maddede açıkça belirtilmiş olduğundan, incelenen kararın bu anlamda ve temyiz kabiliyetini haiz bir "mahkeme hükmü" olmadığı, bu davada sonuç itibariyle mahkemenin, kaldığı yerden TCK. nun 119 ncu maddesinde yazılı işlemlere devam ederek sonuca ulaşması ve nihai karara varması gerektiği ve dolayısıyla Askerî Yargıtay'ın önünde bu 321 aşamada "temyiz incelemesi" yapılabilecek nitelikte bir karar bulunmadığı ve Dairece "temyiz isteminin reddine" karar verilmesinde isabet bulunduğu sonuç ve kanaatine varıldığından Askerî Yargıtay Başsavcılığınca ileri sürülen ileri sürülen itiraz sebeplerinin reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 322 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.207/H T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/31 K. No :1999/13 T. :28.11.1999 ÖZET Suçun mahiyetinde ve uygulanacak yasa maddesinde değişikliğe neden olmayan, suç temadisinin kısalığı yönünde oluşan değişiklik, ek savunma alınmasını gerektirmez. Ancak iddianamede yakalanmadan söz edilmediği için, yakalanarak ele geçtiği duruşma sırasında anlaşılan sanığın, yakalanma olayı ile ilgili savunması alınmadan, yakalanmakla son bulan bakaya suçundan mahkûmiyetine karar verilmesi kanuna aykırıdır. 10.4.1970 doğumlu olup Malatya İli Yazıhan ilçesi Gövük Köyü nüfusuna kayıtlı olan sanığa 27.5.1990 tarihinde sevk için çıkarılan celp için çağrı pusulasının 10.5.1990 tarihinde babası Mustafa SÖYLEMEZ'e tebliğ edildiği, emsallerinin ilk kafilesinin 26.5.1990 tarihinde sevk edildiği, sanığın istenen günde Askerlik şubesine gelmediği, 10.2.1995 tarihinde Jandarma tarafından yakalanarak aynı gün askerlik şubesine teslim edildiği, 11.2.1995 tarihinde de serbest şekilde eğitim birliğine sevk edildiği ancak sanığın eğitim birliğine katılmadığı, 30.6.1995 günü bir başka suçtan dolayı Malatya Sümer Karakoluna getirilen sanığın bakaya olarak arandığının tesbiti üzerine görevli memur nezaretinde Malatya Askerlik Şubesi Başkanlığına gönderildiği anlaşılmaktadır. Askerî Yargıtay l.Dairesi ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlığın; 353 sayılı kanunun 166 ncı maddesi uyarınca sanığın ek savunmasının alınmasına gerek olup olmadığına ilişkin bulunmaktadır. İddianamede sanığın 10.2.1995 tarihinde yakalandığından söz edilmemektedir. Kamu davası açıldıktan sonra 10.2.1995 tarihinde yakalanması ile ilgili olarak sorgusu yapılmadığı gibi sanığın KKK. Askerî Mahkemesindeki 2 ayrı tarihte tesbit edilen sorgusunda da bu konuda beyanı olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak Daire kararında 323 belirtildiği şekilde suçun mahiyeti değişmediği gibi uygulanacak yasa maddesinde de değişiklik olmamıştır. 353 sayılı kanunun 166 ncı maddesinde düzenlenen suçun vasfının değişmesi veya uygulanacak yasa maddesi yönünden değişiklik bulunmadığından konunun ek savunma ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Sanığın 10.2.1995 tarihinde yakalanması ile ilgili savunması alınmadan mahkûmiyet hükmü kurulmuş olması 353 sayılı kanunun 207/H maddesine aykırı bulunmuş olduğundan Askerî Yargıtay 1. Dairesinin 18.11.1998 gün ve 1998/470-545 sayılı kararı sonuç itibariyle isabetli görülerek Başsavcılığın itirazının Reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 324 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.207/H T.C. ASKERİ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No. :1999/65 K. No. :1999/52 T. :11.3.1999 ÖZET Sanık müdafiinin mesleki mazaretine ilişkin telgrafının kusuru dışında dava dosyasına geç intikal etmiş olması nedeniyle, müdafiin yokluğunda duruşmaya devam olunup hüküm kurulması, savunma hakkının kısıtlanmasıdır. Tabip olan her iki sanığında 14.1.1995 günü rahatsızlanarak revire getirilen maktül Er Mustafa AĞIRMAN'ı hastaneye sevk etmedikleri, 15.1.1995 günü saat 06.00 sularında da Er Mustafa AĞIRMAN'ın vefat ettiği, her iki sanığında dikkatsizlik, tedbirsizlik, meslek ve sanatta acemilikle bir kişinin ölümüne sebebiyet vermek suçunu işledikleri kabul edilerek mahkûmiyetlerine karar verilmiş ise de; I- Sanık H.Ö. yönünden yapılan incelemede; 16.12.1997 günü yapılacak olan duruşmadan bir gün önce 15.12.1997 günü sanığın müdafii olan Av.Gökhan BAYUS'un mesleki mazereti sebebiyle duruşmada bulunamayacağına dair cevaplı telgraf çektiği, 16.12.1997 günü yapılan duruşmaya katılmadığı, bu duruşmada Adli Tıp Meclisinden gelecek olan mütalanın beklenmesine karar verilip duruşmanın 19.2.1998 gününe ertelendiği ve müdafi avukata da duruşma gününün bildirildiği anlaşılmaktadır.Sanık müdafii 18.2.1998 günü saat 15.34 de cevaplı olarak çektiği telgrafında, mesleki mazeretini bildirerek duruşmanın ertelenmesini ve duruşma gününün kendisine bildirilmesini talep etmiştir. Telgrafın aynı gün Çorlu'ya ulaşmasına rağmen (telgraf üzerinde Çorlu PTT'sinin 18.2.1998 tarihini taşıyan kaşesi mevcuttur) bir telgrafın Askerî Mahkemeye hangi tarihte verildiği, duruşma heyetinin duruşma saatinde bu telgraftan bilgisi olup olmadığı konusunda telgraf üzerinde mahkemeye geliş gün ve saati konusunda bir kayıt bulunmadığı; Keza duruşma zaptında da sanık 325 müdafiinin mesleki mazereti ile ilgili telgrafı konusunda bir kaydın yer almadığı belirlenmektedir. Bu durumda PTT yetkililerinin veya Askerî Mahkeme yetkililerinin ihmalini sanığa yüklemeye de imkan bulunmamaktadır. Aynı şekilde sanık müdafiinin savunma hakkını suistimal ettiğini kabul etmek de mümkün bulunmadığından sanık müdafiinin savunma hakkının kısıtlandığına ilişkin temyiz itirazını yerinde gören Askerî Yargıtay 4 ncü Dairesinin kabul ve gerekçelerinde tam bir isabet bulunduğu sonucuna varıldığından ve aksi görüşü içeren Başsavcılık itirazı ise kabule değer nitelikte görülmediğinden bu sanık yönünden itirazın reddine oyçokluğu karar verilmiştir. II- Sanık M.A.K. yönünden yapılan incelemede ise; Her ne kadar Dairece bu sanık ile ilgili mahkûmiyet hükmününde aynı nedenle bozulduğu anlaşılmışsada; Hakkında verilmiş vareste kararı bulunmamakla birlikte duruşmanın bu sanığın yokluğunda yapıldığı, müdafiinin duruşmaları takip etmediği ve temyiz itirazında da savunma hakkının kısıtlandığına ilişkin bir talepte bulunmadığı anlaşılmış bulunduğundan; Bu sanık hakkındaki hükmün diğer sanık hakkında açıklanan gerekçeye dayanılarak bozulmasına karar verilmesinde yasal isabet görülmemiş; ve Başsavcılık itirazına atfen ve re'sen bu sanık yönünden sonuç itibariyle itirazın kabulü ile 4 ncü Dairenin kararının kaldırılmasına ve diğer hususların incelenmesi için dosyanın Daireye iadesine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 326 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.207 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/105 K. No :1999/82 T. :15.04.1999 ÖZET Hukuki bir kuralın uygulanmaması yahut yanlış uygulanması kanuna aykırılık teşkil ettiğinden, aleyhe temyiz olmasa da, ceza yönünden kazanılmış hak saklı tutulmak kaydı ile hükmün bozulması gerekir. Askerî Mahkeme ile Daire arasındaki anlaşmazlık, TCK.nun 419.maddesi uyarınca şahsi hürriyeti bağlayıcı ceza ile birlikte uygulanması gereken ağır para cezasının uygulanmamış olması karşısında ve aleyhe de temyiz olmadığı dikkate alındığında, bu kanuna aykırılığın bozma sebebi yapılıp yapılmayacağı, sadece tenkitle yetinilerek onama kararı verilip verilemeyeceği konusudur. Yapılan yargılama sonunda, sanık hakkında TCK.nun 419. maddesi uyarınca mahkûmiyet hükmü kurulurken maddedeki ağır para cezasının uygulanmadığı, hükmün sanık müdafii tarafından temyiz edildiği, Askerî Yargıtay 1 nci Dairesince yapılan inceleme sırasında TCK.nun 419 ncu maddesinde yazılı ağır para cezasına hükmedilmemiş olması kanuna aykırı bulunarak, müktesep hakka halel gelmemek üzere hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Yerel Askerî Mahkemenin de, Askerî Yargıtay kararlarından örnekler göstererek, bu kanuna aykırılığın bozma sebebi olamayacağı, tenkit edilerek onanması gerektiği görüşü ile ilk hükmünde direndiği görülmektedir. 353 sayılı kanunun 207 nci maddesinde; Temyizin, Kural olarak hükmün kanuna aykırılığı sebebine dayandığı belirtildikten sonra hukuki bir kuralın uygulanmaması yahut yanlış uygulanmasının kanuna aykırılık olduğu belirtilmiştir. Bu yasal düzenleme karşısında, sanık hakkında TCK.nun 419.maddesi uyarınca 327 mahkûmiyet hükmü kurulurken şahsi hürriyeti bağlayıcı cezadan başka maddede yer alan ağır para cezasına hükmedilmemiş olması kanuna aykırılık olarak kabul edilmelidir. Aleyhe temyiz bulunmamakla birlikte Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.1.1969 gün ve 1969/1-2 sayılı kararında, hükme müessir olan hukuki bir kuralın uygulanmaması yahut yanlış uygulanmış olması halleri ile kanuna mutlak aykırılık teşkil eden hallerde aleyhe temyiz olmasa bile 227 maddede kabul edilen esas Dairesinde ve kazanılmış hak saklı tutulmak kayıt ve şartı ile hükmün bozulması gerektiğine karar verilmiş bulunmaktadır. Bu kararın 1600 sayılı Askerî Yargıtay Kanununun 32 nci maddesi uyarınca benzer olaylarda As.Yrg.Drl.Krl. ile Daireleri ve askerî mahkemeleri bağlayıcı olması sebebiyle, aleyhe temyiz olmasa da, sanık hakkında TCK.nun 419.md.si uyarınca hüküm kurulurken şahsi hürriyeti bağlayıcı ceza ile birlikte ağır para cezasına hükmedilmemiş olmasının bozmayı gerektiren bir kanuna aykırılık olduğu, dolayısıyla bu kanuna aykırılığı bozma sebebi sayan Daire kararının isabetli olduğu sonucuna varıldığından, kanuna aykırı görülen direnme kararının bozulmasına oybirliği ile karar verilmiştir. 328 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.207 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/133 K. No :1999/124 T. :10.06.1999 ÖZET İstinabe suretiyle yapılan sorguya ilişkin duruşma tutanağında, kâtibin imzasının bulunmaması nedeniyle yapılan işlem yok hükmünde olduğundan, sanığın iddiaya karşı sorgu ve savunmasının alınmadığının kabulü ile, hüküm, savunma hakkının kısıtlanmış olması noktasından bozulmuştur. 18.8.1995 tarihinde, 25 gün izin ve 4 gün yol süresi ile izine gönderilen sanığın izninin 15 gün de uzatıldığı, 1.10.1995 günü son saatine kadar birliğine katılması gerekirken katılmadığı, 22.11.1995 tarihinde kendiliğinden birliğine katıldığı, ikrarı dosyadaki yazılı belgelerle sabit olup maddi eylemin bu şekilde oluştuğunda bir tereddüt yoktur. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık; sanığın mahkûmiyetine gidilirken iddiaya karşı usulüne uygun biçimde sorgu ve savunmasının alınıp alınmadığına ve savunma hakkının kısıtlanıp kısıtlanmadığına ilişkindir. 353 Sayılı Kanunun 146 ncı Maddesinde; "...Kimlik tespitinden sonra askerî savcı, suç teşkil eden eylemin neden ibaret bulunduğunu ve kanuni unsurları ile uygulanması istenen kanun maddesini belirtmek suretiyle iddianameyi özetleyerek okuyabilir. Bundan sonra 83 ncü Madde gereğince sanığın sorgusu yapılır." denmiş bulunmasına; 177 nci Maddesinin; "Duruşma için bir tutanak düzenlenir. Bu tutanak duruşmayı yöneten askerî hâkim ile tutanak katibi tarafından imzalanacağını..." amir bulunmasına (CMUK:264) ve 179 ncu Maddesinde de; "Duruşmanın nasıl yapılacağı hakkındaki kurallara uyulup uyulmadığı ancak tutanakla ispat olunabilir. Tutanağın bu kısımlarına karşı yalnız sahtecilik iddiası ileri sürülebilir" dendiğine göre; duruşma tutanağı yargılama faaliyetinin 329 en önemli unsurlarından birisini teşkil ettiğinden bu konudaki usul hükümlerine aynen uyulmasının gerektiği ortadadır. Nitekim Dairenin ilk bozma nedenlerinden birisini; Aladağ Asliye Ceza Mahkemesince iddianameye karşı sorgu ve savunmasının alındığına ilişkin duruşma tutanağının ilk sayfasının tutanak katibi tarafından imzalanmamış olması (Dz.41) teşkil ettiğine göre; bu tutanakta yer alan işlemlerin yok hükmünde olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Bu nedenle yapılan bozma üzerine, mahkemece yapılan tensiple bozmaya karşı ne diyeceğinin sorulması için, bozma ilâmının yanısıra iddianamede gönderilerek talimat yazılmış, (Dz.142) cevap gelmemesi üzerine duruşmaya devamla sanığın yokluğunda yapılmasına karar verildikten sonra da bozmaya uyularak sanığın yazılı biçimde mahkûmiyetine karar verilmiştir. 353 Sayılı Kanunun 227/son Maddesi; "sanık ve müdahilin bulunmamaları nedeniyle, bozmaya karşı beyanları tespit edilememişse, duruşmaya devam edilerek dava gıyapta bitirilebilir. Ancak, sanık hakkında verilecek ceza, bozmaya konu olan cezadan daha ağır ise sanığın herhalde dinlenmesi gerekir.." hükmünü amir olup, gerçekten sanığa verilen ceza, bozmaya konu olan cezadan daha ağır değil ise de; sanığın 153 Dizide bulunan tutanaktaki adresinde hiç aranmadığı bir yana, 353 Sayılı Kanunun 227/son Maddesindeki hükmün, daha önce iddiaya karşı usulüne uygun biçimde sorgu ve savunması alınanlar için geçerli olacağı tabidir. Oysa, yukarıda açıklandığı gibi, iddianameye karşı istinabe yoluyla yapılan sorguya ilişkin tutanakta, katibin imzasının bulunmaması nedeniyle, yapılan işlem yok hükmünde olduğundan sanığın iddiaya karşı yöntemine uygun biçimde sorgu ve savunmasının alınmadığını kabul etmek gerekmekte olup, bu durumun savunma hakkını kısıtlayıcı nitelikte ve mutlak bozma sebebi teşkil ettiğine oybirliği ile karar verilmiştir. 330 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.207 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/138 K. No :1999/128 T. :10.06.1999 ÖZET Hukuki bir kuralın uygulanmaması yahut yanlış uygulanması kanuna aykırılık teşkil ettiğinden, aleyhe temyiz olmasa da ceza yönünden kazanılmış hak saklı tutulmak kaydı ile hükmün bozulması gerekir. Sanığın Askerî Savcılık ve Mahkemedeki açık ve samimi itirafları, evinde ele geçen dökümanlar, Yunanistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu ile yaptığı görüşmelere ait bant çözümleri, sanığın çektiği faks metni, bilirkişi Top.Alb.Osman Nuri ARARAT’ın mütalaası, müşahade altına alınmasına gerek olmadığına dair bilirkişi psikiyatri uzmanının mütalaaları ve dosyadaki diğer deliller karşısında; Sanığın 102 inci Topçu Alay K.lığı emrinde Uzm.Kd.Çavuş olarak görevli olup ailevi ve ekonomik sıkıntılar yaşadığı, 1997 yılında ekonomik sorunlarından kurtulmak için çareler aradığı, birliğe ait çok gizli, gizli harita ve dökümanları toplamaya başladığı, bizzat itirafından anlaşılacağı gibi 25.3.1997 tarihinde bu amaçla Yunanistan’ın Edirne Konsolosluğu ile temasa geçmek istediği, ancak dil sorunu sebebiyle irtibat sağlayamadığı, Alay Komutanlığınca mukavelesinin feshedileceğinin bildirilmesi üzerine maddi sorunlarının daha da artacağını düşünerek Yunanistan’ın İstanbul Başkonsolosluğunu müteaddit defalar telefonla arayarak, fax çekerek elinde gizli belgeler olduğunu, bunları kırk milyar lira karşılığında verebileceğini söylediği, sanığın takibe alındığı, Yunanistan Konsolosluk yetkililerinin sanıkla irtibata geçmediği, 15.8.1998 günü yakalandığı, evinde yapılan aramada dosyada bulunan bilirkişi mütalasına göre çok gizli ve gizli dökümanların elegeçirildiği, bu suretle sanığın Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine, Yunanistan Devleti lehine olmak üzere Başkonsolosluk görevlilerine 331 hizmet arzında bulunmayı istemek ve bu amaçla gerekli bilgi ve belgeleri toplayarak milli müdafaya hıyanet suçunu işlediği sübuta ermiş bulunmaktadır. As.C.K.nun 56/1 nci bendi ile aynı maddenin D fıkrasının çok açık hükmü, As.Yargıtay Umumi Heyetinin 10.7.1942 gün ve 1078-958, As.Yargıtay Drl.Krl.nun 6.3.1964 gün ve 1943/467- 1964/30, 10.11.1988 gün ve 1988/120-136, 17.1.1991 gün ve 1991/24-11 sayılı kararları birlikte değerlendirilerek Türkiye Devleti aleyhine casusluk yapmak amacıyla hizmet arzında bulunmakla suçun teşekkül edeceği, teşebbüs fiilinin de tamamlanmış suç gibi cezalandırılması gerekirken TCK.nun 61 nci maddesinin uygulanması kanuna aykırı görülmüştür. Esasen Daire ile Başsavcılık arasında TCK.nun 61 nci maddesinin uygulanmasının kanuna aykırı olduğu konusunda görüş birliği olmakla beraber, bu kanuna aykırılık sebebiyle hüküm bozulduktan sonra aleyhe temyiz bulunmadığından kanuna aykırılığa işaret edilerek müktesep hakka halel gelmemek üzere hükmün ıslahen onanmasına karar verilip verilemiyeceği hususunda ise anlaşmazlık mevcuttur. Daire, sanığın kazanılmış hakkı saklı kalmak üzere hükmün bozulmasına karar vermiş, Başsavcılık ise bozmadan sonra bu yanlışlığa işaret edilerek ıslahen onama kararı verilmesi gerektiği görüşünü ileri sürerek itirazda bulunmuştur. Karar sadece sanık müdafii tarafından temyiz edilmiş olup aleyhe temyiz bulunmamaktadır. 353 sayılı kanunun 227/3 ncü maddesinde hükmün, yalnız sanık tarafından veya onun lehine askerî savcı veya nezdinde askerî mahkeme kurulan kıta komutanı veya askerî kurum amiri tarafından temyiz edilmiş ise yeniden verilen hüküm önceki hükümle tayin edilmiş olan cezadan daha ağır olamaz hükmü yeralmıştır. Bu hüküm doktrinde ve uygulamada müktesep hak olarak nitelendirilmektedir. Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.1.1969 gün ve 1969/1-2 sayılı kararında, hükme müessir alan hukuki bir kuralın uygulanması yahut yanlış uygulanmış olması halleri ile kanuna mutlak aykırılık teşkil eden hallerde aleyhe temyiz olmasa bile 227 maddede kabul edilen esas dairesinde ve kazanılmış hak saklı tutulmak kayıt ve şartı ile hükmün bozulması gerektiğine karar vermiştir. Bu kararın 1600 Sayılı Askerî Yargıtay Kanununun 32 nci maddesi uyarınca benzer olaylarda As.Yargıtay Daireler Kurulu ile Daireleri ve Askerî Mahkemeleri bağlayıcı olduğu kuşkusuzdur. Kararda açıkça dile getirildiği gibi 353 Sayılı Kanunun 227 nci maddesine göre sadece, ilk hükümdeki ceza ve 332 cezai neticeleri kapsayan bu hakkın vasfa, usule, maddi hatalara ve hatta bozma neticesi ilk hükmün var sayılamayacağı hallere teşmili mümkün görülmediği gibi bu hakkın mevcudiyeti, kanuna aykırı bulunan böyle bir hükmün onanması manasını da tazammun etmemektedir. Müktesep hakkın dayanağı olan kuralın temyizi incelemesini yapan merci açısından da bağlayıcı niteliği bulunmaktadır. 353 sayılı kanunun 207 nci maddesinde, temyiz kural olarak hükmün kanuna aykırılığı sebebine dayanır. Hukuki bir kuralın uygulanmaması yahut yanlış uygulanması kanuna aykırılıktır. Denildikten sonra yine aynı maddede 8 bend halinde kanuna herhalde aykırılığın var sayılacağı haller gösterilmiştir. Bu 8 bendde gösterilen kanuna mutlak aykırılık hallerinin bozma sebebi sayılıp sayılmaması hususu Askerî Yargıtay’ın takdirine de bırakılmamıştır. 353 Sayılı Kanunun 227/3 ncü maddesi bozmadan sonrasını kapsamakta olup infaz edilecek ceza ile ilgili olup asıl olan da hükmün hukuki kurallara uygun şekilde tesis edilmesidir. Olayımızda sanık tarafından ortaya konan casusluk eyleminde hizmet arz edilmekle suç teşekkül edeceğinden ve dolayısıyla TCK.nun 61 nci maddesinin uygulanması imkanı bulunmadığı halde uygulanmak suretiyle hukuki bir kural yanlış uygulanmıştır. Bu yanlışlık sebebi ile, kazanılmış hak saklı kalmak üzere hükmü bozan ancak hükmün hukuki kurallara uygun şekilde yeniden kurulabilmesi amacıyla ıslahen onama yoluna gitmeyen Dairenin gerekçesi yerinde görülerek Başsavcılığın itirazının reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 333 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.211 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/77 K. No :1999/64 T. :25.03.1999 ÖZET Askerî Savcılık makamı, temyiz layihasında tesis olunan hükmün, hangi sanık hakkında ve hangi nedenle bozulmasını istediğini göstermiş, sanık Astsb.A.D.dan ise hiç bahsetmemek suretiyle, süre tutum dilekçesindeki iradesinden vazgeçtiğini açıklığa kavuşturmuş bulunduğundan, sanık Astsb.A.D. hakkında temyiz başvurusu olduğundan söz edilemez. 24.9.1998 tarihinde yapılan hüküm duruşması sonrasında Askerî Savcının, aynı gün evvelce matbu olarak hazırlandığı anlaşılan "süre tutum'' dilekçesini yerel mahkemeye verdiği ve suçu yazdıktan sonra ''...''sanık" hakkında yapılan duruşmada verilen karar "sanığın'' aleyhine temyiz edileceğinden...'' ibarelerine yer vermesine ve tek kişiden bahsetmesine rağmen alt bölümde bulunan ''sanığın kimliği'' bölümüne ise, Astsb.A.D. ile inceleme konusu olmayan diğer sanık Yzb. O.K.'un isimlerini birlikte yazdığı; Bilahare, 12.11.1998 tarihinde Askerî Yargıtay Başsavcılığına hitaben tanzim etmiş olduğu temyiz layihasında ise; sanık bölümüne sadece ''Yzb.O.K.'un'' ismini yazdığı gibi, temyiz sebeplerini bu sanığa hasren açıkça belirttiği ve aleyhine temyize geldiğini açıklıyarak, hakkındaki hükmün aleyhe bozulmasını talep ettiği; sanık Astsb.A.D. hakkında, görevi ihmal suçundan verilen ''Beraet" hükmünü söz konusu dahi etmediği kuşkusuz bir şekilde anlaşılmaktadır. Mevcut istikrarlı uygulamalara göre; temyiz sebeplerinin bildirilmesi konusunda temyize gelen taraflara bir zorunluluk getirilmemiştir. Yedi günlük temyiz süresi içinde ''süre tutum'' dilekçesi verilerek temyizin aleyhe yapıldığı belirtildiğinde ve akabinde gerekçeli hükmün tebliğini takiben temyiz layihasının verilmemesi durumunda 334 somut olayda olduğu gibi her iki sanık hakkında da "aleyhe temyiz''e, gelindiğini kabul etmek gerekli olacak ve temyiz incelemesinin ikisi hakkında da yapılması gerekecektir. Ancak Savcılık makamının süre tutum dilekçesinde açıkladığı iradesinden tamamen veya bazı sanıklar yönünden vazgeçmesini, temyiz sebeplerini daraltabilmesini engelleyici bir hüküm mevcut bulunmamaktadır. Nitekim süre tutum dilekçesini takiben ve gerekçeli hükmün tebliğinden sonra 353 Sayılı Kanunun 211.maddesine göre ''temyiz layihası" veren Askerî Savcılık makamı, tesis olunan hükmün,hangi sanık hakkında ve hangi nedenle Bozulması istediğini göstermiş, sanık Astsb.A.D.'dan ise hiç bahsetmemek suretiyle, süre tutum dilekçesindeki iradesinden vazgeçtiğini açıklığa kavuşturmuş bulunduğundan, kabule değer nitelikte görülen Başsavcılık itirazının KABULÜ ile aleyhe temyiz istemi bulunmadığı da gözetilerek Daire kararının kaldırılmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 335 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.217 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No. : 1999/55 K. No. : 1999/70 T. : 8.4.1999 ÖZET Yargılamanın hiçbir aşamasına katılmayan ve bu nedenle müdafii sıfatını kazanmayan Avukat A.Ş.nin, vekaletnamesinin kapsamı da dikkate alındığında bu davada sanığı temsile yetkili olmadığı anlaşılmaktadır. 6 ncı Kor.K.lığı Askerî Mahkemesinin 20.5.1998 tarih ve 1998/457-254 sayılı kararı ile; sanığın izin tecavüzü suçundan As.C.K.nun 66/1-b, 73 ve T.C.K.nun 59 ncu maddeleri uyarınca beş ay hapis cezasıyla mahkûmiyetine karar verildiği, Askerî Yargıtay 4 ncü Dairesinin 22.12.1998 tarih ve 1998/871867 sayılı kararı ile; "...Sırf boşanma davasında sanığı hukuken temsile yetkili olan Av.Atıf ŞENEL'in, sanığın izin tecavüzü suçu ile ilgili ayrı bir vekaletnamesi ve sanığı temsil yetkisi bulunmadığından bu kararı sanık adına temyiz hakkı yoktur. O halde 353 Sayılı Yasanın değişik 217/1 nci maddesi uyarınca temyiz istemi reddedilmelidir..."gerekçesi ile temyiz isteminin reddine oybirliği ile karar verildiği, Askerî Yargıtay Başsavcılığının 15.1.1999 tarih ve 1998/3971 sayılı tebliğnamesi ile; Sanığın temyiz istemi bulunmadığından ve vekaletnamenin özelliği gözönüne alınarak sanık tarafından önceden verilmiş umumi vekaletname mevcut olup olmadığının araştırılması ve bundan sonra bir karar verilmesi gerekirken bunun yapılmayışının savunma hakkının kısıtlanması niteliğinde olduğu belirtilerek Daire kararına süresi içerisinde itiraz edildiği, anlaşılmıştır. Bu çerçevede yapılan incelemede; sanığın yargılama sürecinde müdafiinin bulunmadığı, yokluğunda verilen kararın 22.10.1998 336 tarihinde kendisine tebliğ edildiği, sanık vekili Av.Atıf ŞENEL'in hükmü 27.10.1998 tarihinde temyiz ettiği, başkaca temyiz istemi bulunmadığı, (Dz.65)'deki vekaletnamenin boşanma davası ile ilgili ve özel vekaletname niteliğinde olduğu saptanmıştır. Bu duruma göre; yargılamanın hiçbir aşamasına katılmayan ve bu nedenle müdafi sıfatını kazanmayan Av.Atıf ŞENEL'in, anılan vekaletnamenin kapsamı dikkate alındığında bu davada sanığı temsile yetkili olmadığı anlaşıldığından Dairece, temyiz isteminin 353 Sayılı Yasanın 217/1 maddesi gereğince reddedilmesinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Temyiz mahkemelerinde işin esasına geçilmeden önce, temyizin süresi içerisinde yapılıp yapılmadığı ve temyiz edenin buna hakkı bulunup bulunmadığı yönlerinden yapılan ön incelemede, bu konularda dosyadaki bilgilere göre kuşku duyulmasını gerektirecek nedenlerin varlığı halinde gerekli araştırmanın yapılacağı açıktır. Ancak, bu davada böyle bir durum söz konusu değildir. Adı geçen avukata önceden verilmiş umumi bir vekaletnamenin mevcut olabileceği şeklindeki düşünce varsayımdan ibaret olup, bu şekildeki bir araştırmaya gitmeyi gerektirecek bir neden bulunmamaktadır. Bu nedenle Başsavcılığın itirazı kabule değer görülmemiş ve reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 337 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.218 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/71 K. No :1999/48 T. :04.03.1999 ÖZET Sanık müdafiince verilen temyiz layihasının sağ üst köşesinde “Duruşma taleplidir” ibaresi yer aldığı halde, Dairece temyiz incelemesinin dosya üzerinden yapılması savunma hakkının kısıtlanmasıdır. 1.Ordu K.lığı Askerî Savcılığının 13.10.1997 tarih ve 1997/1316531 sayılı iddianamesi ile; sanık Astsb.R.S.'nin zimmet sanık Astsb.C.Y.'nın diğer sanığın zimmet suçuna iştirak etmek suçlarını işledikleri iddiasıyla kamu davası açıldığı, I.Ordu K.lığı As.Mahkemesinin 19.3.1998 tarih ve 1998/167-112 sayılı kararı ile; a) Sanık Astsb.R.S.'nin, zimmet suçundan As.C.K.nun 131/1,TCK.59 ncu maddeleri uyarınca on ay ağır hapis cezasıyla mahkûmiyetine, As.C.K.nun 30/A-l maddesi gereğince TSK.den tardına, b) Sanık Astsb.C.Y.'nın zimmet suçuna iştirak etmek suçundan As.C.K.nun 131/1, TCK.nun 65 ve 59 ncu maddeleri gereğince beş ay ağır hapis cezasıyla mahkûmiyetine, As.C.K.nun 30/A-l maddesi uyarınca TSK.den tardına, Karar verildiği; Hükümlerin, sanıklar müdafiileri tarafından temyiz edilmesi üzerine, AskerîYargıtay .Dairesinin 6.1.1999tarih ve 1999/3-1 sayılı ilâmı ile sanıklar haklarındaki hükümlerin uygulama yönünden bozulmalarına karar verildiği, ancak sanık Astsb. R.S. müdafiinin (7) günlük temyiz süresi içinde verdiği 24.3.1998 tarihli süre tutum dilekçesi (Dz.329) ile temyiz layihasının (Dz.369) sağ üst köşelerine büyük harflerle ''Duruşma Taleplidir'' ibaresini yazmış olduğu halde, Dairece hususta bir karar verilmediği ve temyiz incelemesinin dosya üzerinden yapıldığı, Başsavcılık tebliğnamelerinde de bu hususa değinilmediği, 338 Anlaşılmıştır. Bu duruma göre; uygulamaya yönelik itirazın incelenmesine geçilmeden önce, savunma hakkına taalluk eden bu usuli meselenin çözümlenmesi gerekmektedir . Duruşma isteminin dilekçenin metin ve sonuç bölümlerinde yazılmamış olması nedeniyle bu istemin usulüne uygun bir istem olmadığı hatıra gelebilir ise de; istemin dilekçe metninde yer almasını zorunlu kılan bir yasa hükmü bulunmadığından, süresinin geçmesinden sonra veya ilgisi olmayan birisi tarafından ilave edildiği kuşkusunu uyandıracak bir durum olmadıkça bu istemin kabulü ile incelemenin duruşmalı olarak yapılması gerek ise, Yargıtay ve Askerî Yargıtay'ın istikrarlı uygulamaları da bu doğrultudadır (örneğin, CGK.nun l6.1.1978 tarih ve 507/13 sayılı kararı). 353 Sayılı Yasanın 218 nci maddesinde yer alan, ağır cezalı işlerde istem bulunması halinde temyiz incelemesinin duruşmalı yapılması kuralı, buyurucu nitelikte olup. temyiz incelemesini yapacak mercie takdir hakkı tanınmamıştır. Bu nedenlerle, sanık Astsb.R.S. hakkında hükmolunan cezanın ağır hapis ve sanık müdafiinin duruşmalı temyiz isteminin usulüne uygun olması karşısında; Dairece istek doğrultusunda bir karar verilmemesi ve temyiz incelemesinin duruşmalı yapılmaması, 353 sayılı kanunun 218 nci maddesinin amir hükmüne aykırı olduğu gibi, bu suretle sanığın savunma hakkı da kısıtlanmış olduğundan, bu hatanın Daire kararının ortadan kaldırılması ve duruşma yapılarak yeni bir karar verilmesi suretiyle giderilmesi gerekmektedir. Hukuki bir hata niteliğinde olmayan bu hatanın düzeltilmesi için karar düzeltme yoluna gidilmeyip, karar itiraz üzerine kurulumuz tarafından incelenmiş olduğundan, yukarıda belirtilen yasaya aykırılıklar nedeniyle Başsavcılığın itirazına atfen ve re'sen Daire kararının kaldırılmasına ve dosyanın Daireye iadesine oybirliği ile karar verilmiştir. Sanık Astsb.C.Y.'nın ve müdafiinin duruşmalı temyiz istemi bulunmamakla beraber; bu sanığın, asli fail konumundaki diğer sanığın fiiline fer'i fail olarak iştirak ettiği kabul edilerek hüküm tesis edilmiş olduğundan,diğer sanık hakkında duruşmalı temyiz incelemesi yapmak durumunda olan Dairenin sanık Astsb. R.S. ve müdafii tarafından yapılacak savunmanın bu sanık açısından yapılacak değerlendirmeyi etkileme olasılığı ve 353 sayılı kanunun 218 nci maddesinde tanınmış olan takdir hakkının Daire tarafından kullanılabilmesi olanağının 339 sağlanması bakımından, sanık Astsb.C.Y. hakkındaki kararın da kaldırılmasına karar verilmesi gerekli görülmüştür. 340 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.220 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/94 K. No :1999/78 T. :15.04.1999 ÖZET Beş günlük hapis cezasının, 647 S.K. 4.Md. uyarınca beher günü Beşbin TL.dan ağır para cezasına çevrilirken, Yirmibeşbin TL. ağır para cezası yerine Otuzbeşbin TL. ağır para cezasına hükmedilmesi, hükmün düzeltilerek onanmasına imkân veren maddi hatadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlığın, tertip edilen 5 gün hapis cezasının 647 sayılı kanunun 4 ncü maddesi uyarınca beher günü beş bin liradan ağır para cezasına çevrilirken, 25 bin lira ağır para cezası yerine 35 bin lira ağır para cezasına hükmedilmesindeki hatanın hükmün düzeltilerek onanması ile giderilip giderilmeyeceğine ilişkin bulunduğu anlaşılmaktadır. 353 Sayılı Kanunun 220 nci maddesinin 2.fıkrasında, "Askerî Yargıtay Kanunun hükme esas olarak tesbit edilen vakalara uygulanmasında yanlışlık yapılmasından dolayı hükmü bozmuş ise aşağıda yazılı hallerde bizzat davanın esasına hükmedeceği" belirtildikten sonra, aynı fıkranın D bendinde de ''arttırma ve indirme sonunda ceza süresini veya miktarını tayinde maddi yanılma" olması halini davanın esasına hükmedilecek haller arasında sayılmış bulunmaktadır. Yasanın bu hükmü nazara alınarak somut olaydaki uygulama incelendiğinde; sanık hakkında As.C.K.nun 117/1, TCK.nun 59/2 maddeleri uyarınca tertip edilen 5 gün hapis cezası, 647 sayılı kanunun 4 ncü maddesi uyarınca beher günü beş bin liradan ağır para cezasına çevrilirken 25.000 TL ağır para cezası yerine 35.000 TL ağır para cezası olarak hükmedilmiş olduğu ve maddi bir hata mevcut bulunduğu anlaşıldığından hükmü inceleyen As.Yar.4.Dairesince Yerel Askerî Mahkemece verilen hükmün düzeltilerek (ıslahen) onanması 341 yerine bozulmasına karar verilmiş olmasında haklılık görülmemiş ve Başsavcılık itirazının kabulüne oybirliği ile karar verilmiştir. Md.220 Askerî Yargıtay Drl.Krl.nun 11.11.1999 tarih ve 1999/186-198 sayılı olan AsCK.nun 91 nci Md.ile ilgili ictihadına bakınız. 342 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.227 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/97 K. No :1999/117 T. :03.06.1999 ÖZET Bozmadan sonra tesis edilen hükümlerde gerekçeleri gösterilmek suretiyle önceki hükümlerin aksine temel ceza teşdiden tayin edilebilir. Eski hükümdeki ceza süresi/miktarı aşılmadığı sürece kazanılmış hak ihlali bulunduğu kabul edilemez. Dosya kapsamı itibariyle sanığın, arkadaşı ile yaptığı kavgaya müdahale eden ve kendisini nöbetçi amirliğine götürmek isteyen nöbetçi Astsubayı J.Astsb.Kd.Bçvş.Baha DURHAN'a, onun kendisine küfretmesi üzerine üste fiilen taarruz ve üste hakaret suçlarını işlediği hususunda kuşku olmayıp Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, bozmadan sonra tesis edilen hükümlerde önceki hükümlerin aksine temel cezanın teşdiden tayin edilip edilemeyeceğine ilişkin bulunmaktadır. Bu çerçevede mesele incelendiğinde; cezada kazanılmış hak kuralının ihlal edilmediği, ilk hükümlerde "cezaların tayini sırasında verilecek cezaların sanığın ıslahında etkili ve yeterli olacağı" kanaati ile temel ceza asgari hadden belirlendiği halde, bozmaya uyularak haksız tahrik hükmünün uygulanması ve üste hakaret suçunda ayrıca suçun basit hali uyarınca tecziye cihetine gidilmesi nedeniyle temel cezanın tayininde, yukarıda yer verilen gerekçelerle asgari hadden uzaklaşıldığı görülmektedir. Dosyadaki bilgilere göre, mahkemece gösterilen teşdit gerekçelerinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Esasen, Daire ilâmında da hükmolunan cezaların kazanılmış hak ihlaline yol açmadığı ve teşdit gerekçelerinin yerinde olduğu belirtilmekte, buna rağmen alt sınırdan uzaklaşmak suretiyle ceza tayini takdirde bir hata ve zaaf olarak kabul edilmektedir. 343 Kanunun suça öngördüğü iki sınır arasındaki temel cezanın takdir ve tayini yetkisinin mahkemelere ait olduğu, takdirde yanılgıya, çelişkiye veya zaafiyete düşülmedikçe bu takdir yetkisine müdahale edilemeyeceği duraksamasız kabul edilen bir husus olup, içtihadlarda da sık sık vurgulanmaktadır. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 30.5.1996 tarih ve 1996/8884 sayılı kararında da belirtildiği gibi; sanık lehine temyizlerde dahi bozmadan sonra mahkeme yeniden hüküm tesis ederken gerekçesini göstermek ve önceki hükümle tayin edilen sonuç cezayı ağırlaştırmamak koşuluyla sanık hakkında asgari hadden uzaklaşarak ceza tayin etme olanağına sahiptir. Bu durumda temyiz incelemesindeki denetim yetkisi de bu takdire ilişkin gerekçenin denetimi ile sınırlı olacaktır. Bunun ötesinde mahkemenin takdir yetkisine müdahale etmek mümkün değildir. Bu yönden meseleye bakıldığında; askerî mahkemece her iki suç yönünden gösterilen teşdit gerekçelerinde bir isabetsizlik bulunmadığı, ilk hükümler bozma kararı ile ortadan kalkmış olmakla beraber bu gerekçenin, bozulan hükümlerdeki cezanın asgari hadden tayini için gösterilen gerekçeler ile de çelişmediği anlaşıldığından, haklı nedenlere dayalı itirazın kabulü ile Daire kararının kaldırılmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 344 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md. 227 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No K. No T. :1999/106 :1999/120 :03.06.1999 ÖZET Sanık aleyhine temyize gelinmediği sürece hükmün sanık aleyhine sonuç doğuracak şekilde düzeltilmesi mümkün değildir. Ceza yargısında kazanılmış hak, CMUK.nun 326/4 ve 353 sayılı kanunun 227/3 ncü maddelerinde sadece sanık lehine hükmün bozulması halinde yeniden verilen hükmün eski hükümle tayin edilmiş olan cezadan daha ağır olamaması olarak ifade edilmiştir. Doktrinde (Prof.KUNTER Ceza Mahkemesi Hukuku 9 ncu Bası No:514) ve uygulamada bu hakkın sonuç ceza bakımından olduğu kabul edilmektedir.Nitekim; Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 8.2.1950 gün ve 21/1 sayılı kararında; "Asgari hadden mahkûmiyetine karar verilmiş olan sanığın verilen hükmü temyiz etmesi üzerine hafif ceza hükmünü taşıyan fıkraya göre ceza verilmesi hakkındaki Yargıtay bozma kararına uyulmasından sonra CMUK.nun 326 ncı maddesinin açıklığı karşısında, evvelce verilmiş hüküm ile tayin edilmiş cezadan ağır olmamak kaydıyla bu fıkradaki cezanın azami haddiyle ceza verilmesi mümkün olup kazanılmış hakkın ihlalinin söz konusu edilemeyeceği" belirtilmiştir. Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.1.1969 gün ve 1969/1-2 sayılı kararında da; kazanılmış hakkın sadece ilk hükümdeki netice cezayı ve cezai neticeleri kapsadığı, bunun vasfa,usule, maddi hatalara teşmil edilemeyeceği kabul edilmiştir. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun ve Özel Dairelerin kararlarıyla, Askerî Yargıtay Daireler Kurulu ve Dairelerinin kararlarında, kazanılmış hakkın sonuç cezanın miktar ve nev'ine münhasır olduğu, gerek temel cezanın tayininde, gerek usul, vasıf,tahrik,hizmet hali,teşebbüs ve teselsül gibi hususlarda kazanılmış hakkın söz konusu olamayacağı açıkça vurgulanmıştır. 345 Başsavcılığın itiraz tebliğnamesinde, ilk hükümde sanığa "ağır hapis" cezası verildiği için kazanılmış hakkın söz konusu olmadığı, hükümde hâkimin takdirinde olmayan bir konuda maddi hata yapıldığı ve bu maddi hatanın Askerî Mahkemeden alınacak bir kararla veya Askerî Yargıtay'ca ıslahen onama ile düzeltilmesi mümkün olduğu belirtilmekte ise de; 353 sayılı kanunun 227/3 ncü maddesinde yer alan ve müktesep hakkın dayanağı olan kuralın temyiz incelemesini yapan merci açısından da bağlayıcı nitelikte olduğu, sadece sanık lehine temyize gelinmiş olan hallerde sanık aleyhine düzeltme yapılamayacağı açıktır. Nitekim, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 11.5.1989 tarih ve 1989/125-131 sayılı kararında "...sanık lehine hatalı olarak dahi hükmedilse, sanığın temyizi sonucunda verilecek kararın aleyhe sonuç doğuracak biçimde değiştirilmesinin kazanılmış hak kuralına aykırı olduğu...Bu kural gereği olarak; anılan yasanın 220/D maddesinin temyiz incelemesi sırasında cezanın süresi veya miktarında görülen ve sanık aleyhine sonuç doğuracak nitelikte bulunmayan maddi hatalar nedeniyle hükmün bozulması gerekendurumlarda düzeltilerek onanmasına imkan verdiği; ancak bu şekilde düzeltilmesi sanık aleyhine sonuçlar doğuracak hatalar nedeniyle hükmün bozulabilmesi için sanık aleyhine temyize gelinmiş olmasının zorunlu olduğu..." açıkça ifade edilmiştir. Aynı ilkeler Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 1.5.1997 tarih ve 1997/66-65 sayılı kararında da vurgulanmıştır. Bu nedenlerle, Başsavcılığın itiraz nedenleri kabule değer görülmeyerek reddine karar verilmiştir. Yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde meseleye bakıldığında; mahkemece, sübutu kabul edilen eylem nedeniyle tayin edilen cezanın nevi ve miktarına ilişkin kararı ile bunun gerekçesi çelişik, diğer bir ifadeyle birine göre diğeri yazılı olduğu gibi, fer'i ceza tayininde de aynı farklılık görüldüğünden bu haliyle açık ve yoğun bir biçimde karargerekçe çelişkisi bulunduğu kabul edilmiştir. Askerî Mahkemece, sanık hakkında zimmet suçundan "on ay ağır hapis cezası" yerine "on ay hapis cezasına" hükmedilmiş ve sanık aleyhine de temyize gelinmemiş olması nedeniyle, sanığın bu ceza süresi ve nevi yönünden kazanılmış hakkı bulunduğu kuşkusuzdur. Bu bakımdan Dairenin anılan ceza yönünden bozma sebebi yerinde olmakla beraber diğer bozma sebeplerinde isabet bulunmadığı sonucuna varılmıştır. Zira; 1) İlk ve bozmadan sonra tesis olunan hükümlerde "TARD" cezası bulunduğundan feri ceza yönünden kazanılmış hak konusu 346 farklılık arz etmektedir. As.C.K.nun bu cezayı düzenleyen 30 ncu maddesi hükmü uyarınca, zimmet suçundan ve on ay hapis cezası tayini suretiyle bu fer’i cezanın uygulanması olanağı bulunmamakla beraber bu durum, sanık hakkında başka ve daha hafif bir fer’i ceza uygulanmasına engel değildir. Çünkü, Astsubay olan sanık hakkında As.C.K.nun 29 ve 35 nci maddeleri uyarınca "Rütbenin geri alınması" fer’i cezası uygulanması mümkün olduğundan, gerekçeleri gösterilmek suretiyle bu cezanın uygulanması Askerî Mahkemenin takdirine bağlı bulunmaktadır. Bu nedenle, fer’i ceza yönünden kazanılmış hak bu bağlamda söz konusu değildir. 2) Gerekçeli hükümdeki uygulamaya ilişkin gerekçeler ile hüküm fıkrası ve kısa kararın çelişmesi, başka bir ifadeyle hükmün karıştırılmış olması nedeniyle, bu aşamada uygulamaya ilişkin temyiz sebeplerinin incelenmesi olanağı da bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle; Daire kararının kaldırılarak, sanığın hapis cezası yönünden kazanılmış hakkı saklı olmak üzere hükmün gerekçe ile hükmün fıkrası arasındaki çelişki nedeniyle bozulmasına oybirliği ile karar verilmiştir. 347 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md. 227 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/112 K. No :1999/122 T. :03.06.1999 ÖZET Aleyhe temyiz olmadığı sürece, bozmadan sonra verilecek yeni hüküm, bozmadan önceki hükümle tayin edilmiş olan cezadan daha ağır olamayacağı gibi, cezaların karşılaştırılmasında ceza süreleri ile birlikte niteliklerinin de nazara alınması gereklidir. Hüküm; Dairece, ağır para cezasının belirlenmesindeki yasaya aykırılık ve müktesep hak ihlali yönlerinden bozulmakla beraber, Başsavcılık tarafından sadece sanık hakkında hükmolunan "Müebbeten Memuriyetten Mahrumiyet" ve "18.000.000.TL.Ağır Para Cezasının" müktesep hak oluşturmadığı nedenleriyle itiraza gelinmiş olduğundan çözümlenmesi gereken mesele, müktesep hakka ilişkin bulunmaktadır..... Cezalar yönünden ayrı ayrı yapılan incelemede; 1.Askerî Mahkemece sanık hakkında hükmolunan ağır para cezasının, irtikap suçundan tesis olunan hükmün, Askerî Yargıtay Daireler Kurulu tarafından eylemin rüşvet suçunu oluşturduğu nedenleriyle bozulmasından sonra ve 4 ncü hükümle ilk defa uygulandığı görülmektedir. Mahkemenin ilk üç hükmü, irtikap suçuna ilişkin olduğundan ve bu suçu tanzim eden T.C.K.nun 209 ncu maddesinde de ağır para cezası öngörülmediğinden, bu şekilde bir uygulamanın zorunlu olduğu açıktır. Bu nedenle, ağır para cezasının daha önceki hükümlerde yer almadığı gerekçesi ile müktesep hak olarak kabulü mümkün olmayıp, üçüncü hükümde yer alan "üç yıl altı ay ağır hapis cezası" ile dördüncü hükümle tayin olunan "iki yıl onbir ay ağır hapis +18.000.000.-TL.APC." karşılaştırılarak müktesep hak ihlali olup olmadığının tayini gerekmektedir. 353 Sayılı Kanunun 227/3 ncü maddesi, yeni verilecek hükmün, önceki hükümle tayin edilmiş olan cezadan daha ağır olamayacağını 348 öngördüğünden, T.C.K.nun 2 nci maddesi gereği önceki ve sonraki kanun hükümlerinden hangisinin ağır olduğunun tayininde kullanılan maddi ceza hukuku kurallarından burada da yaralanmak mümkündür. Cezaların karşılaştırılmasında süreleri ile birlikte niteliklerinin de nazara alınması gereklidir. Ağır para cezasının özgürlüğü bağlayıcı cezalara göre daha hafif bir ceza olduğunda kuşku yoktur. Nitekim, T.C.K.nun 11 nci maddesinde de cezalar biribirine göre ağırlıkları esas alınarak sıralanmış ve ağır para cezasına özgürlüğü bağlayıcı cezalardan sonra yer verilmiştir. Bu bağlamda "iki yıl onbir ay ağır hapis+18.000.000.TL.APC"nın, "üç yıl altı ay ağır hapis cezasına" göre daha ağır olmadığı, dolayısıyla sanık aleyhine daha ağır cezaya hükmolunmadığı ve ağır para cezası yönünden kazanılmış hak ihlali bulunmadığı sonucuna varılarak itirazın bu yönden kabulüyle Daire kararının "ağır para cezası" ile ilgili bölümünün kaldırılmasına OYÇOKLUĞU ile karar verilmiştir. 2- ....Askerî Mahkeme hükümleri incelendiğinde, T.C.K.nun 219/4 ncü maddesi uyarınca irtikap suçunda da uygulanması gereken "Memuriyetten Müebbeden Mahrumiyet" cezasının ilk iki hükümde uygulanmadığı, üçüncü ve daha sonraki hükümlerde uygulandığı görülmektedir. Bu durumda bütün hükümler, sadece sanık lehine temyiz edilmiş olduğundan hata sonucu hükmedilmemiş olan bu ceza yönünden sanık için müktesep hakkın varlığı kabul edilmelidir. Ancak, ilk iki hükümde sanık hakkında yedi yıl ağır hapis cezasına hükmedilmesi ve T.C.K.nun 31 nci maddesi uyarınca beş yıldan fazla ağır hapis cezasına mahkûmiyetin, müebbeden hidematı ammeden memnuiyeti gerektirmesi ve bu cezanın da müebbeten memuriyetten mahrumiyet cezasını da içermesi nedeniyle müktesep hakkın varlığı tartışma konusu olmaktadır. "Memuriyetten Mahrumiyet Cezası," "Hidematı Ammeden Memnuiyet" cezası içerisinde yer almakla beraber bu cezaya göre daha hafif bir cezadır. T.C.K.nun 219/4 ncü maddesinde de, T.C.K.nun 31 nci maddesinde olduğu gibi ceza mahkûmiyetinin sonucu olarak değil, anılan maddede sayılan suçlardan mahkûmiyet halinde uygulanması gereken fer'i bir ceza (Mütemmim bir ceza) olarak öngörülmüştür. Dolayısıyla mahkemelerce uygulanması gereken bir cezadır. Bu nedenle; Askerî Mahkemece uygulanması yasa gereği olan bu cezanın ilk hükümde uygulanmamış ve sanık aleyhine de temyize gelinmemiş olması nedeniyle sanık yönünden müktesep hak oluşturduğu ve ilk iki hükümdeki ağır hapis cezasının sonucu olarak T.C.K.nun 31 nci maddesi 349 uyarınca uygulanacak olmasının bu durumda değişiklik yaratmayacağı kabul edilmelidir. Aksine bir yorumla sanık aleyhine durum yaratmak 353 Sayılı Kanunun 227/3 ncü maddesine aykırı olacağından Başsavcılığın bu cezaya ilişkin itiraz nedenleri oyçokluğu ile kabule değer görülmemiştir. 350 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.227 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/117 K. No :1999/100 T. :13.05.1999 ÖZET Sanığın bozma ilâmına karşı diyeceklerinin tespit için iki kez aranıp adresinin meçhul olduğunun anlaşılması üzerine duruşmaya yokluğunda devam edilerek yargılamanın sonuçlandırılmasında usule aykırılık bulunmamaktadır. Üstünün parasını çalmak suçundan dolayı sanık erin mahkûmiyetine dair önceki hükmün, Askerî Savcının isminin duruşma tutanağının başlık kısmında yazılmaması nedeniyle bozulması ve yerel mahkemece bozmaya uyulmasına rağmen Askerî Savcının isminin yer almadığı 7.10.1996 tarihli duruşmada yapılan usuli işlemlerin (sanığın sorgusunun yapılması, tanığın dinlenmesi gibi) tekrarlanması gerektiği açıklanarak hükmün yeniden usûl yönünden bozulmasına dair Askerî Yargıtay 4 ncü Dairesinin 11.11.1997 gün ve 1997/616-612 sayılı bozma kararına yerel mahkemece direnilmesi üzerine; Öncelikle, direnme hükmüne esas olan Askerî Yargıtay 4. Dairesinin 11.11.1997 tarihli bozma kararından sonra, sanığın bozmaya karşı diyeceklerinin tespit edilememiş olmasına rağmen yokluğunda duruşmaya devam edilmesinin kanuna aykırılık teşkil edip etmediği hususu incelendiğinde; bozma ilâmına karşı sanığın diyeceklerinin tespiti için Gölköy Asliye Ceza Mahkemesine 27.11.1997 tarihinde yazılan talimatın sanığın işi için Ordu iline gittiği belirtilerek ikmal edilemeden izole edildiği, sanığın adresinin tespiti için jandarmaya yazılan yazıya verilen cevapta köyünde oturduğunun bildirilmesi üzerine yerel askerî mahkemece 22.5.1998 tarihinde yeniden Gölköy Asliye Ceza Mahkemesine talimat yazıldığı, sanığın İstanbul’a gittiği ve açık adresini bilen olmadığı belirtilerek ikmal edilemiyen talimatın iade edildiği, bu durum karşısında sanığın uzun süre aranıp bulunamaması sebebiyle 353 351 sayılı kanunun 227/son fıkrasındaki koşullar gerçekleştiğinden bu madde uyarınca yokluğunda duruşmaya devam edilip yargılamanın sonuçlandırılmasında usule aykırılık bulunmadığı sonucuna varılmıştır. Öte yandan, 7.10.1996 tarihinde yapılan ve hükmün verilen duruşma tutanağının baş kısmında Askerî Savcının ismi yazılı olmamakla beraber, duruşmanın kesintisiz olarak devam edip duruşma tutanağının 2 nci sayfasının altında Askerî Savcının isminin yazılı olması, ayrıca temyiz eden Askerî Savcının aynı şahıs olması karşısında Askerî Savcının isminin baş tarafa yazılmamış olmasının usule aykırılık teşkil etmeyeceği sonucuna varılmıştır. Sübut ve uygulama yönünden yapılan incelemede; sanığın 28.5.1996 günü saat 04.00 de nöbete kalktığında Onb.Ö.T.M. nin boynunda asılı bulunan fermuarlı cüzdanını açarak 250 Dolar, 70 Mark ve 3 Milyon TL.sını aldığı, sanığın her safhasındaki itirafı ve tanık M.Y.nin yeminli beyanı karşısında suçun sübutunda kuşku bulunmadığı gibi tavsif ve uygulamada, asgari haddin üzerinde ceza tertibinde ve 647 sayılı Kanunun 4 ncü maddesinin uygulanmaması için gösterilen gerekçelerde de bir hata veya zaaf görülmediğinden, yerel askerî mahkemenin direnme kararına yönelen temyiz itirazlarının reddi ile hükmün onanmasına oybirliği ile karar verilmiştir. 352 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.227 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/128 K. No :1999/115 T. :27.05.1999 ÖZET Temel ceza olarak belirlenen iki yıl hapis cezasından TCK.nun 59 ncu maddesi uyarınca 1/6 oranında indirim yapılırken sonuç ceza “bir sene hapis cezası” olarak belirlenmiş, ancak kısa kararda yapılan bu yanlışlık gerekçeli hükümde “bir sene sekiz ay hapis cezası biçiminde değiştirilerek düzeltilmiştir. Kısa kararın sonradan değiştirilmesi mümkün olmadığından, yapılan bu işlem yasaya aykırı olup, bozma nedeni sayılır. Kısa kararda yapılan yanlışlık ara işlemlerde değil sonuç ceza miktarında yapılmakla sözkonusu yanlışlığın düzeltilmesi mümkün maddi bir hata olduğunu kabul etmek mümkün görülmemiş ve aleyhe temyize gelinmemiş olması nedeniyle de kısa kararın kazanılmış hak kuralı nazara alınarak sanık aleyhine değiştirilemeyeceği sonucuna varılmıştır. Dosya içeriğine ve delillere göre; daha önce işlemiş olduğu firar suçundan infaz olunmuş mahkûmiyeti bulunan sanığın, 16.5.1997 tarihinde çıkmış olduğu çarşı izninden birliğine dönmeyerek firar ettiği ve 29.11.1997 tarihinde yakalandığı böylece mükerrer firar suçunu işlediği sabit olup maddi olayın sübutunda ve eylemin nitelendirilmesinde tereddüt bulunmamaktadır. Ancak Askerî Mahkemece, sanık hakkında As.C.K.nun 66/2.C maddesi uyarınca tayin olunan iki yıl hapis cezasından TCK.nun 59 ncu maddesi uyarınca 1/6 nisbetinde indirim yapıldıktan sonra sonuç ceza "Bir sene hapis cezası" olarak belirlenmiş, ancak kısa kararda yapılan bu yanlışlık, gerekçeli hükümde "Bir sene sekiz ay hapis cezası" şeklinde değiştirilerek düzeltilmiştir. 353 Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık kısa kararda sonuç cezada sanık lehine yapılan yanlışlığın maddi hata sayılıp sayılmayacağı ve buna bağlı olarak eksik tayin olunan cezanın sanık yönünden kazanılmış hak teşkil edip etmeyeceği ve hüküm fıkrasının sanık aleyhine düzeltilmesinin mümkün olup olmadığına ilişkindir. Dairece; hükmün aslını kısa kararın teşkil ettiği, kısa kararla gerekçeli hüküm arasında fark bulunduğu takdirde kısa karara itibar edileceği, kısa kararda sonuç olarak sanık lehine eksik ceza tayin edildiği, aleyhe temyize gelinmemiş olması sebebiyle infazın bu miktar üzerinden yapılması gerektiği, söz konusu yanlışlığın mahiyeti itibari ile de 353 Sayılı Kanunun 220. maddesine göre düzeltilme olanağının bulunmadığı, ancak infaz gerekçeli karar üzerinden yapılacağından infaz olunacak cezanın, hükmün esasını oluşturan kısa karara uygun olarak gerekçeli kararda yer almasında zorunluluk bulunduğu belirtilerek askerî mahkemece verilen hükmün bozulması kararlaştırılmıştır. İtiraz tebliğnamesinde; bozma sebebi yapılan bu yanlışlığın maddi hatadan ibaret olduğu ve bozma sebebi sayılmaması gerektiği ileri sürülmüştür. Şu halde kısa karar ile gerekçeli kararın hüküm fıkrası arasındaki farklılığın giderilme çaresinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 6.3.1997 tarih ve 1997/36-36 sayılı ilâmında ayrıntılı olarak açıklandığı üzere; 353 Sayılı Kanunun 162. ve CMUK.nun 253 maddelerine göre hüküm, duruşma sonunda anlatılan (tefhim edilen) karar olup sorun (mesele), gerekçe ve sonuç (hüküm fıkrası) bölümlerini içermektedir. Duruşma sonunda tefhim edilen ve katılanlar tarafından imzalanan karar esastır ve artık bunda değişiklik yapılamaz. Dolayısıyla, kısa kararın sonradan yazılan gerekçeli hükmün sonuç bölümüne aynen yazılması gerekir. Buna rağmen bir hata yapılmış ve gerekçeli hükmün sonuç bölümü kısa karardan farklı bir şekilde yazılmış ise, hükmün esasını teşkil eden kısa karara itibar edilecek; yani hüküm fıkrası tefhim edildiği şekliyle geçerli sayılacaktır. Kısa kararda yasaya aykırılık mevcut olup, gerekçeli kararda bu yanlışlığın düzeltilmesi yoluna gidilmiş ise, kısa kararın sonradan değiştirilmesi mümkün olmadığından yapılan bu işlem yasaya aykırıdır ve bozma sebebi sayılır. Somut olayda; kısa kararda yapılan yanlışlık ara işlemlerde değil, sonuç ceza miktarında yapılmıştır. Bu nedenle söz konusu yanlışlığın, düzeltilmesi mümkün maddi bir hata olduğunu kabul etmek mümkün 354 görülmemiş ve aleyhe temyize gelinmemiş olması sebebiyle de kısa kararın sanık aleyhine değiştirilemeyeceği sonucuna varılmıştır. Nitekim, Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.1.1969 gün ve 1969/1-2 sayılı kararında kazanılmış hakkın sadece ilk hükümdeki netice cezayı ve cezai neticeleri kapsadığı, bunun vasfa, usule, maddi hatalara teşmil edilmeyeceği kabul edilmiştir. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun ve özel Dairelerin kararıyla, Askerî Yargıtay Daireler Kurulu ve Dairelerinin kararlarında da, kazanılmış hakkın sonuç cezanın miktar ve nev'ine münhasır olduğu, gerek temel cezanın tayininde, gerek usul, vasıf, tahrik, hizmet hali, teşebbüs ve teselsül gibi hususlarda kazanılmış hakkın söz konusu olamayacağı açıkça vurgulanmıştır. Başsavcılığın itiraz tebliğnamesinde, hükümde hâkimin takdirinde olmayan bir konuda maddi hata yapıldığı ve bu maddi hatanın Askerî Mahkemeden alınacak bir kararla veya Askerî Yargıtay'ca ıslahen onama ile düzeltilmesi mümkün olduğu belirtilmekte ise de; 353 Sayılı Kanunun 227/3 ncü maddesinde yer alan ve müktesep hakkın dayanağı olan kuralın temyiz incelemesini yapan merci açısından da bağlayıcı nitelikte olduğu, sadece sanık lehine temyize gelinmiş olan hallerde sanık aleyhine düzeltme yapılamayacağı açıktır. Nitekim, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 11.5.1989 tarih ve 1989/125-131 sayılı kararında "...sanık lehine hatalı olarak dahi hükmedilse, sanığın temyizi sonucunda verilecek kararın aleyhe sonuç doğuracak biçimde değiştirilmesinin kazanılmış hak kuralına aykırı olduğu,...” Bu kural gereği olarak, anılan yasanın 220/D maddesinin temyiz incelemesi sırasında cezanın süresi veya miktarında görülen ve sanık aleyhine sonuç doğuracak nitelikte bulunmayan maddi hatalar nedeniyle hükmün bozulması gereken durumlarda düzeltilerek onanmasına imkan verdiği; ancak bu şekilde düzeltilmesi sanık aleyhine sonuçlar doğuracak hatalar nedeniyle hükmün bozulabilmesi için sanık aleyhine temyize gelinmiş olmasının zorunlu olduğu..." açıkça ifade edilmiştir. Aynı ilkeler, As.Yrg.Drl.Krl.nun 1.5.1997 tarih ve 1997/66-65 sayılı kararında da vurgulanmıştır. Bu nedenlerle, Başsavcılığın itiraz nedenleri kabule değer görülmeyerek reddine oyçokluğu (14/1) ile karar verilmiştir. 355 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md. 227 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/176 K. No :1999/242 T. :23.12.1999 ÖZET Bozulmasına karar verilen ilk hüküm ile direnilerek tesis edilen ikinci hüküm birbirinden farklı olduğu için mahkemece direnilerek tesis edildiği ifade edilse de, bu hüküm yeni bir hüküm niteliğinde olup, direnme olarak kabul edilemez. İncelenen dosyaya göre, sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmü Dairenin bozma kararına karşı direnilerek tesis edildiği için dava dosyası, Başsavcılığın, hükmün noksan soruşturma yönünden bozulması gerektiği yönündeki görüş ve düşüncesi ile Daireler Kuruluna intikal ettirilmiş ise de; Görüleceği üzere, Askerî Mahkemenin Dairece bozulan 26.5.1998 tarih ve 1998/364-329 sayılı ilk hükmünde, sanığın sonuç olarak ALTI AY ALTI GÜN HAPİS cezası ile mahkûmiyetine karar verildiği halde, bozmadan sonra direnilerek tesis edilen ve temyiz incelemesine konu olan iş bu direnme hükmünde ise, sanık hakkında ilk hükümle verilen 6 Ay 6 gün Hapis cezasının hatalı olarak verildiği belirtilerek, yine As.C.K.nun 66/1-b,73 ve TCK.nun 59 ncu maddeleri uyarınca bu defa sonuç olarak ALTI AY YEDİ GÜN HAPİS cezası ile mahkûmiyetine karar verilmiştir. Her ne kadar kazanılmış hak kuralı gözetilerek infazın önceki ceza (6 Ay 6 Gün Hapis) üzerinden yapılmasına karar verilmiş ise de, bozulmasına karar verilen ilk hüküm ile direnilerek tesis edilen ikinci hüküm birbirinden farklı olduğu için Mahkemece direnilerek tesis edildiği ifade edilse de, bu hüküm yeni bir hüküm niteliğinde olup, direnme olarak kabul edilmesi mümkün olmadığından, bu hükme ait temyiz incelemesinin Dairece yapılması gerektiğine oybirliği ile karar verilmiştir. 356 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md.227 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/240 K. No :1999/228 T. :16.12.1999 ÖZET Bir kararın direnme kararı olarak kabul edilebilmesi için bozmadan önce verilen kararla direnmeye ilişkin kararın AYNI olması, ilk hükmün aynen ve yeniden tesisi gerekir. Ceza süresi ve uygulanan kanun maddesinde bir değişiklik olmasa bile, suçun adının bozmadan önceki hükme göre değiştirilmesi “sebat” sonucu hüküm kurulduğunu gösterir. 0l Ekim 1997 günü Karakol Komutanı Astsb.M.B. tarafından arazide elektrik direği onaracak olan TEK işçilerinin emniyetinin sağlanması konusunda sanığa emir verilerek görevlendirildiği, sanığın bu göreve gitmek için görevlendirilen Karakol erleri ile beraber hazırlandığı, ancak Karakol binasından dışarı çıktıktan sonra havanın yağışlı olduğunu, yağışlı havada bu göreve yaya olarak gidilemeyeceğini belirtip Karakol binasına geri döndüğü, Karakol Komutanının göreve yaya olarak gitmesi gerektiğini belirtip emrini tekrar etmesine rağmen sanığın göreve gitmeyeceğini söylediği ve gitmediği şeklinde cereyan ettiği sabit görülen olayla ilgili olarak yapılan yargılaması sonunda Mahalli Mahkemece sanığın ''Silahlı iken hizmetten sıyrılmak kastı ile emre itaatsizlikte ısrar'' suçunu işlediği sabit görülerek As.C.K.nun 88, T.C.K.nun 59/2 nci Maddeleri uygulanarak mahkûmiyetine karar verilmiş (Dz:68), sanığın temyizi üzerine (Dz:69) hüküm 4 ncü Dairenin 24.03.1999 gün ve 1999/219-216 sayılı kararı ile sanıkta As.C.K.nun 88 nci maddesinde yazılı olan ''Hizmetten sıyrılma'' kastının bulunmadığı, olay sırasında sanık silahlarını çıkarmış olduğundan ''Silahlı'' unsurunun da oluşmadığı açıklanarak hüküm suç vasfının tayinindeki isabetsizlikten bozulmuş (Dz:91), Mahalli mahkemenin 16.06.1999 gün ve 1999/1116220 sayılı direnmeye ilişkin mahkûmiyet hükmü ile (Dz:106) aynen; 357 ''...Askerî Yargıtay 4 ncü Dairesinin 24.03.1999 gün ve 1999/219-216 sayılı bozma ilâmına karşı mahkememizin eski hükmünde DİRENİLMESİNE, yapılan açık yargılama sonucunda sanık Y. Ü.' ün atılı ''Silahlı iken Emre İtaatsizlikte Israr'' suçunu işlediği sübuta erdiğinden eylemine uyan As.C.K.nun 88 nci Maddesi uyarınca takdiren üç ay hapsine, sanığın duruşmadaki iyi hali lehine takdiri indirim sebebi sayılarak cezası T.C.K. nun 59/2 nci Maddesi uyarınca 1/6 oranında indirilerek neticeten Iki Ay On Beş Gün Hapis Cezası ile mahkûmiyetine. ..'' karar verilmiş, Mahalli mahkemece direnilerek tesis edildiği açıklanan bu hükümde sanık tarafından süresinde temyiz edilmiştir. Yapılan incelemede; Mahalli Mahkemenin ilk bozmadan sonra tesis ettiği hükmünde ''Eski hükümde Direnilmesine'' denilmesine rağmen bu ibare kul1anıldıktan sonra tesis edilen hükmün Direnme hükmü olup olmadığı ile bunun sonucuna göre temyiz incelemesinin Dairede mi yoksa Daireler Kurulunda mı yapılacağı meselesi üzerinde öncelikle durulmuştur. A) Dairenin bozmasından sonra Mahalli Mahkemece yeniden tesis edilen hükmün niteliği ile ilgili inceleme: Bir kararın direnme kararı kabul edilebilmesi için bozmadan önce verilen kararla direnmeye ilişkin kararın (AYNI) olması, ilk hükmün aynen ve yeniden tesisi gerekmektedir. Sanık hakkındaki ilk hüküm "Silahlı iken hizmetten sıyrılmak kastı ile Emre İtaatsizlikte Israr” suçundan, bozmadan sonra ise “Silahlı iken Emre İtaatsizlikte Israr" suçundan kurulmuştur. Mahalli Mahkemece bozmadan önce kurulan mahkûmiyet hükmü ile bozmadan sonra kurulan mahkûmiyet hükümlerinin (AYNI) olmadığı, her iki hüküm ile tayin edilen ceza süresinde ve uygulanan kanun maddelerinde bir değişiklik olmamakla birlikte direnme hükmü olarak tesis edildiği açıklanan hükümde suçun adının bozmadan önceki hüküme göre değiştirildiği, buna göre ortada Daireler Kurulunda incelenmesi gereken bir direnme hükmü bulunmadığı, bozmadan sonra Mahalli Mahkemece tesis edilen hükmün “Sebat” sonucu kurulan bir hüküm olduğu sonucuna varılmış, Tebliğnamede bozma üzerine kurulan hükmün suç vasfı yönünden direnme hükmü olduğu yolundaki görüşe de bu nedenle katılmak mümkün olmamıştır. B) Temyiz incelemesinin Dairede mi yoksa Daireler Kurulunda mı yapılacağı hususu ile ilgili inceleme: Askerî Yargıtay Daireler Kurulunda sadece Direnme hükümleri temyizen ve Daire Kararlarına karşı Askerî Yargıtay Başsavcısı 358 tarafından süresinde yapılan itirazlar incelenebildiğinden, sanık hakkındaki hüküm direnme hükmü olmadığı gibi, ortada Daireler Kurulunda incelenmesi gereken itirazda bulunmadığından yukarıda ilk hükümde ''Sebat'' edilerek tesis ve sanık tarafından temyiz edildiği açıklanan hükmün temyiz incelemesinin de Daireler Kurulunda değil Dairede yapılması gerektiği sonucuna varıldığından, dosyanın temyiz incelemesi yapılmak üzere Daireye gönderilmesine oybirliği ile karar verilmiştir. 359 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md. 228 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/166 K. No :1999/158 T. :23.09.1999 ÖZET Bakaya suçundan mahkûmiyetine karar verilerek cezası da infaz olunan hükümlünün ilk günden beri elinde bulundurup yargılama aşamasında ileri sürmediği ve dolayısıyla mahkemece değerlendirilemeyen istirahat raporu, hükmü veren mahkeme için yeni delil niteliğindedir. Hüküm kesinleştikten sonra ibraz edilen bu raporun suç tarihlerini de kapsadığı nazara alınarak yargılamanın yenilenmesi isteminin esas olarak kabulüne karar vermek gerekir. Yedek subay aday adayı olan sanığın 01.04.1996-18.04.1996 tarihleri arasında temadi ettiği sabit görülen bakaya suçundan mahalli mahkemece As.C.K.nun 63/1-A, 647 S.K.nun 4 ncü maddeleri gereğince 450.000.-TL.sı ağır para cezası ile mahkûmiyetine karar verilmiş, mahkûmiyete ilişkin hükmün taraflarca süresinde temyiz edilmediğinden 23.07.1996 tarihinde kesinleşmiş, kesinleşen hükümdeki para cezası infaz edilmiş, hükümlü 13.03.1999 tarihli dilekçesi ve ekinde ibraz ettiği rapor ve hasta sevk yazısı ile suç tarihinde hasta olduğunu, sağlık mazereti (özrü)nedeni ile suçun oluşmadığını ileri sürerek yargılamanın yenilenmesi isteminde bulunmuş, Başsavcılığın talebin esas olarak kabulüne karar verilmesi gerektiği yolundaki 20.04.1999 gün ve 1999/1258 sayılı tebliğnamesi üzerine, 5 cni Dairenin 28.04.1999 gün ve 1999/278-270 sayılı kararı ile özetle sanığın ilk günden beri elinde bulundurduğunu beyan ettiği raporu yıllardır ibraz etmemiş ve kullanmamış olması, daha önce bu rapordan hiç söz etmemesi, hükmü temyiz dahi etmemesi, daha önceki iki sevk döneminde de benzer raporlar almış olması hususları nazara alındığında hükümlünün ibraz ettiği bu rapor yeni vakıa ve yeni delil sayılamaz, yargılamanın yenilenmesi istemi red edilmelidir denilerek Oyçokluğu ile istemin 360 reddine karar verilmiş; Bu karara Başsavcılığın 09.06.1999 gün ve 1999/1258 (itiraz:102) sayılı tebliğnamesi ile süresinde itiraz edilmiştir. Yapılan incelemede; Hükümlünün lehine yargılamanın yenilenmesi ile ilgili düzenlemenin yapıldığı 353 S.K.nun 228/E maddesinde aynen, “yeni vakıalar veya yeni deliller ileri sürülüp de bunlar yalnız başına veya daha önce irad edilen delillerle birlikte göz önünde tutuldukları takdirde hükümlünün beraatini veya daha hafif cezayı gerektiren kanun hükmünün uygulanması ile hükümlülüğü gerektirebilecek nitelikte olursa” denilerek yeni vakıa veya yeni delilin hangi hal ve şartlarda hükümlü lehine yargılamanın yenilenmesi sebebi teşkil edeceği belirtilmiştir. Maddede Daire çoğunluğun kabul ve değerlendirmesinde olduğu gibi daha önce elde bulunan delilin kullanılmamasının talepte bulunan hükümlü yönünden bu delile dayanılarak talepte bulunamayacağı, bu durumun olumsuz etki yapacağı şeklinde bir açıklama yoktur. Anılan maddede sözü edilen yeni delil veya vakıa sadece hükümlü için yeni delil değil, hükmü kuran mahkeme için yeni delil veya vakıa olmalı, mahkeme dava dosyasında bulunmayan o delili görmediği (veya yeni vakıa ile ilgili bilgi ve belgeler dosyaya intikal etmemiş olduğu için) yeni delil veya vakıadan haberdar olmadığı için, değerlendirmeye alamamış ve o şekilde karar vermiş olmalıdır. İnceleme konusu olayda da sanık yargılama aşamasında ileri sürmediği (hükmü temyiz etmediği için temyiz incelemesi aşamasında da dile getirmediği), 27.03.1996 tarihli (10) gün yatak istirahat teşhisini içeren Güney Sağlık ocağı tabipliğinden aldığı istirahat raporu ile aynı raporla FÜTF KBB Pol.sevk edildiğini ve bu hastanede (Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi) 27.03.1996 dan itibaren tedavi gördüğünü gösterir hasta bilgisayar kaydını ibraz etmiştir. Bu rapor ve hükümlünün adı geçen hastanede gördüğü tedavi ile ilgili bu belgelerin tarihleri ile (27.03.1996 tarihi) raporun süresi, hükümlünün mahkum olduğu bakaya suçunun başlangıç ve bitiş (temadinin kesiliş) tarihleri nazara alındığında (01.04.199618.04.1996) davayı karara bağlayan mahkeme yönünden de yeni delil mahiyetindedir. Buna göre hükümlünün isteminin esas olarak kabulüne karar vermek gerekir. Daire çoğunluğunun hükümlünün istemini red eden Kararında açıklanan nedenlerle isabet görülmediğinden Başsavcılığın hükümlünün isteminin kabulüne karar verilmesi gerektiği yolundaki itirazın kabulüne, 5 nci Dairenin 28.04.1999 gün ve 1999/278270 sayılı istemin reddine ilişkin kararının kaldırılmasına, hükümlünün 361 isteminin esas olarak kabulüne, gerekli soruşturmayı yapmak üzere 1 nci Taktik Hv.K.K.lığı Askerî Savcılığının yetkili kılınmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 362 AS.MAH.KRLŞ. VE Y.U.K. Md. 243 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/189 K. No :1999/177 T. :14.10.1999 ÖZET Yazılı emirle bozma isteminde hükmün bozulmasını gerektiren sebepler gösterilmiş olduğundan, Dairece, aksi görüşle istemin reddine karar verilmesi yasaya aykırıdır. Dairece, her ne kadar, “...Yazılı Emir Müessesesini düzenleyen 353 Sayılı Kanunun 243/1 nci maddesinde hükmün bozulmasını gerektiren sebeplerin yazılı emirde gösterileceği hükmü mevcut olmasına karşın, yazılı emir talebinde hükümlünün eyleminin nöbet talimatına aykırı hareket etmek suçu yerine, Askerî Mahkemenin görevine giren As.C.K.nun 87/1 nci maddesinde yazılı Emre İtaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğuna ilişkin nedenlerin gösterilmediği...” gerekçesiyle yerinde görülmeyen yazılı emirle bozma isteminin Reddine karar verilmiş ise de; Milli Savunma Bakanlığının yazılı emir yolu ile bozma taleplerinde, hükümlünün mahkûmiyetine neden olan eylemin; 5.9.1998 tarihinde saat 01.00-03.00 arasında Karargah Bölüğü Nöbetçi Devriye Çavuşu iken nöbetçileri nöbet yerlerine götürüp değiştirmesi gerekirken,saat 01-00-03.00 garaj Nöbetçisi olan P.Er Erkin ASLAN’ı nöbet yerine tek başına göndermek ve diğer nöbetçileri değiştirmeye 6 Numaralı mevziden başlamak suretiyle “Bölük Devriye Nöbetçi Çavuşu Nöbet Talimatına aykırı davranmak” olduğunu, hizmete müteallik emri hiç yapmayan, itaatten fiilen veya söz ile imtina eden askerî şahısların bu eylemlerinden dolayı As.C.K.nun 87/1. maddesi uyarınca cezalandırılmakta olduğunu, bu suçtan yargılama yapma görevinin ise Askerî Mahkemelere ait olduğunu belirtmek suretiyle, hükümlünün garaj nöbetçisini nöbet yerine kendisinin götürüp değiştirmesi gerekirken, nöbet yerine tek başına göndermekle askerî hizmete ilişkin emri hiç yapmadığı, bu eylemin ise emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğunun 363 ileri sürüldüğü ve dolayısıyla Milli Savunma Bakanlığının söz konusu yazılı emir yoluyla bozma taleplerinde, hükmün bozulmasını gerektiren sebeplerin gösterildiği açıkça anlaşılmakta olduğundan, Dairenin aksi görüşle istemin Reddine karar vermesi isabetsiz bulunmuş ve bu nedenle Başsavcılık itirazı oybirliği ile yerinde görülmüştür. 364 TÜRK CEZA KANUNU Md.29 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/17 K. No :1999/32 T. :18.02.1999 ÖZET Herhangi bir kimse için de taksir teşkil eden tedbirsizlik ve dikkatsizlik niteliğindeki hareketleri, usta asker konumundaki sanığın kendisine olaydan önce tebliğ edilmiş emirlere rağmen yapması, dolayısıyla taksirde emre riayetsizliğin de varlığı, taksirin yoğunluğunun göstergesidir. Temel cezanın belirlenmesinde taksirin yoğunluğunun takdiri teşdit nedeni kabul edilmesinde bir yanılgı ve zaaf bulunmamaktadır. Sanığın, olay günü Komutan aracının flamasını tamir ettirmek için gittiği araç kademesinde kendisine zimmetli 7.65 mm.çapında Vzör marka tabanca ile bir adet MP-5 silahının bakım ve temizliğini de yaptırmak istediği, silah bakımcısı müteveffa J.Er H.K.’nin silahların bakım ve temizliğini yaptıktan sonra sanığın, Vzör tabancayı eline alıp 8 adet mermi bulunan şarjörü silaha taktıktan sonra silahın horoz kısmının ve kabzenin plastik aksamı ile emniyet mandalının kirli kaldığını fark ederek bu kısımları da temizlemesi için silahı şarjöründen ayırmadan müteveffaya verdiği, müteveffanın temizliği yapıp silahı tekrar sanığa verdiğinde sanığın dolu silahı sağ eline alarak mekanizmanın kolay çalışır hale gelip gelmediği ve horozun iç kısmının iyi temizlenip temizlenmediğini anlamak için sol eliyle kapak takımını geriye doğru çekerek tabancayı tam dolduruşa getirdiği, sağ elinin baş parmağı ile horozu tutup işaret parmağı silahın tetiğinde olduğu halde yavaşça horozu indirmek isterken horozun üzerindeki baş parmağın kayması üzerine silahın bir el teş aldığı ve çıkan merminin sanığın karşısında ayakta duran müteveffanın sol gözüne isabet ederek ölümüne neden olduğu anlaşılmaktadır. 365 Dava konusu maddi olayın sübutunda, eylemin tedbirsizlik ve dikkatsizlikle ölüme sebebiyet olarak nitelendirilmesinde ve sanığın olayda 8/8 oranında kusurlu olduğunda kuşku olmayıp, Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki anlaşmazlık uygulamaya ilişkindir. Sanığın olay sırasında birbirine eklenen ve devam eden birden fazla kusurlu hareketi, Askerî Mahkemece “taksirin yoğunluğu” olarak kabul edilirken, Dairece, bu hareketlerden bir tanesinin yapılmamış olması halinde esasen ölüm olayının meydana gelmeyeceği belirtilerek “taksirin yoğunluğu”ndan bahsedilemeyeceği ifade edilmektedir. Bu nedenle “Taksirin yoğunluğu” kavramı irdelenmelidir. Taksirden doğan sorumluluğun dayanağını T.C.K.nun 45 nci maddesi oluşturmaktadır. Bu maddede “Cürümde kasdın bulunmaması cezayı kaldırır. Failin, bir şeyi yapmasının veya yapmamasının neticesi olan bir fiilden dolayı kanunun o fiile ceza tertip ettiği ahval müstesnadır” denildiğinden kast olmasa dahi bir kimsenin cezalandırılabilmesi kabul edilmiştir. Maddede taksirin tanımı yapılmadığı gibi, doktrinde “şuurlu taksir”, “bilinçli taksir” olarak ifade edilen bir ayırıma da mevzuatımızda yer verilmemiştir. Taksirin yoğunluğu kavramı ise, T.C.K.nun 29 ncu maddesine 3679 Sayılı Kanunla eklenen fıkra ile mevzuatımıza girmiştir. Doktrinde ve uygulamada taksirin unsurları; “1) Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması, 2) Hareketin iradi olması, 3) Neticenin iradi olmaması, 4) Hareket ile netice arasında illiyet bağının bulunması, 5) Neticenin kabili tahmin olması” şeklinde sayılmaktadır. Bu duruma göre; taksirle işlenen suçlarda yasada bir ayırım yapılmadığından taksirin yoğunluğu veya bilinçli taksir halleri, ancak, hâkimin temel cezayı kanunun öngördüğü sınırlar içerisinde belirlemesinde bir kıstas olarak kabul edilebilecektir. Her olayın özelliği ve taksirin vahameti farklılık arz edebileceğinden bu hususta önceden bir belirleme yapmak olanağı da yoktur. Somut olayda sanık er Ö.K.’ın taksirli davranışları, “tedbirsizlik ve dikkatsizlik niteliğindeki” hiç gereği yokken silahına tam dolduruş yapması, emniyete almaması ve tabancanın horozunu parmağıyla tutarak yerine oturtmak amacıyla da olsa tabanca müteveffaya tevcih edilmiş halde iken tetik düşürmesinden ibarettir. Herhangi bir kimse için de taksir teşkil eden bu hareketleri usta asker konumundaki sanığın kendisine olaydan önce tebliğ edilmiş emirlere rağmen yapması, dolayısıyla taksirde emre riayetsizliğin de varlığı, taksirin yoğunluğunun göstergesidir. Bu nedenle, Askerî Mahkemece, temel cezanın 366 belirlenmesinde taksirin yoğunluğunun takdiri teşdit nedeni kabul edilmesinde bir yanılgı ve zaaf bulunmadığı sonucuna varılmıştır. 647 Sayılı Kanunun 4 ncü maddesinin uygulanmasına ilişkin istemin, Askerî Mahkemece faile ve fiile bağlı nedenler gerekçe gösterilmek suretiyle reddedilmesinde bir isabetsizlik görülmediği gibi, hükmolunan özgürlüğü bağlayıcı cezanın, süre itibariyle ertelenmesine yasal olanak bulunmadığından, bu konuya yönelik gerekçeler incelenmemiş ve sanık müdafiinin temyiz nedenlerinin reddi ile hükmün onanmasına oyçokluğu (8/7) ile karar verilmiştir. 367 TÜRK CEZA KANUNU Md.29 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/24 K. No :1999/43 T. :04.03.1999 ÖZET Sanığın adli sicildeki kaydı dışında, askerlik hizmetini yaptığı süre içerisinde biri yargılanmakta olduğu suç ile aynı olmak üzere iki ayrı mahkûmiyeti daha olup, gerek bu mahkûmiyet kararları, gerek vaka kanaat raporundaki olumsuz kanaat, temel cezanın teşdiden tayini için faile bağlı yeterli sebebin varlığını göstermektedir. Mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı hareket suçunun silahla işlenmesi şart olmayıp dava konusu olayda silah ve cephane sabit görülen suçun unsuru sayılamayacağından suçun silah ve cephaneye taallûk ettiğinden bahisle gösterilen fiile bağlı teşdit gerekçesinde de isabetsizlik yoktur. Askerî Mahkeme kararında, Daire ilâmında ve Başsavcılık tebliğnamesinde açıklandığı üzere; sanığın, olay günü malzemelik nöbetini ifa ettiği sırada nöbet talimatına aykırı olarak tüfeğini kurcalaması sonucu bir el ateş ettiği, bu nedenle atılı suçun sübutunda ve suç vasfında kuşku bulunmadığı, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlığın, Askerî Mahkemece gösterilen teşdit gerekçesinde isabet olup olmadığına, yani uygulamaya ilişkin olduğu görülmektedir. Bununla beraber bazı üyeler tarafından suç vasfı yönünden de görüşme yapılması önerilmiş ise de, dosya kapsamına ve anlaşmazlığın niteliği ile itiraz konusuna göre buna gerek görülmemiştir. Uygulama yönünden yapılan incelemede; sanığın, daha önce "mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı hareket etmek" suçundan 58 nci Er Eğt.Tüm.K.lığı Askerî Mahkemesi'nin 23.11.1995 tarih ve 1995/470595 sayılı kararı ile As.C.K nun 136/1-A B,C ve TCK-59/2 nci maddeleri uyarınca bir ay yirmi gün hapis cezasıyla mahkûmiyetine karar verildiği, bu kararın Askerî Yargıtay 5 nci Dairesinin kararı ile onanarak 368 kesinleştiği, 58 nci Topçu Er Eğt.Tug.K.lığı Disiplin Mahkemesinin 6.7.1995 tarih ve 1995/89-83 sayılı kararı ile "emre itaatsizlik" suçundan 477 sayılı kanunun 48 nci maddesi gereğince (10) gün oda hapsi cezası ile mahkûmiyetine karar verildiği, bu kararın da 14.8.1995 tarihinde kesinleştiği, Adli sicilde 6831 Sayılı Orman Kanununun 91/5 maddesine muhalefet suçundan mahkûmiyetine dair kaydının yer aldığı ve Vak'a Kanaat raporunda "Disiplinsiz ve problemli bir erdir" kaydının bulunduğu görülmüştür. Bu duruma göre; Daire kararında kabul edildiğinin aksine, sanığın adli sicildeki kaydı dışında ve askerlik hizmetini yapmakta olduğu süre içerisinde biri yargılanmakta olduğu suç nevinden olmak üzere iki ayrı mahkûmiyeti daha bulunmaktadır. Gerek bu mahkûmiyet kararları, gerek vak'a kanaat raporundaki olumsuz kanaat, temel cezanın teşdiden tayini için faile bağlı yeterli sebebin varlığını göstermektedir. Ayrıca, mazarratı mucip şekilde nöbet talimatına aykırı hareket etmek suçunun silahla işlenmesi şart değildir. Bu nedenle, dava konusu olayda "silah ve cephane"' sabit görülen suçun unsuru sayılamayacağından Askerî Mahkemenin fiile bağlı teşdit gerekçesinde de bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, Askerî Mahkemenin temel cezayı belirlemede gösterdiği gerekçelerde ve hükmolunan cezada, takdirde yanılgı ve zaaf bulunmadığı sonucuna varıldığından, itirazın kabulü ile aksi düşünceye dayalı Daire kararının kaldırılmasına oybirliği ile karar verilmiştir. 369 TÜRK CEZA KANUNU Md.29 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/36 K. No :1999/18 T. :28.01.1999 ÖZET Olayın cereyan şekli, zimmete geçirilen malın miktarı ve değeri de göz önünde tutulduğunda “olayın vahameti” şeklindeki teşdit gerekçesi TCK.nun 29 ncu maddesinde belirtilen kıstaslara uygundur. TCG.Murat Reis K.lığı emrinde 2.Çarkçı olup gemide mevcut yakıt,yağlama yağı ve suların depolanması, kullanılması, kontrolü,bununla ilgili sistemlerin emniyet kayıtlarının tutulması ve her gün saat 08.00 de mevcut raporunun verilmesinden sorumlu olan sanık Ütğm.A.A.U. ile aynı komutanlıkta motor branş kıdemli astsubayı olan diğer sanık E.Ö.'ın bazı kişilere olan borçlar sebebiyle TCG.Murat Reis adına fazlaca motor yağı çekmek için anlaştıkları,70 varil yağ çekmek için sipariş belgesi düzenledikleri, 14.11.1997 günü 70 varil yağı ikmal merkezinden çekerek Denizaltı filosu yanına getirdikleri, Ütğm.A.A.U.'un bizzat kullandığı sivil bir kamyonetle 3 defa giriş yaparak 16.11.1997 günü gecesi Denizaltı filosu yanında bulunan 70 varil yağı dışarı çıkararak bir TIR aracına yüklettikleri aracın önceden anlaştıkları şekilde İZMİR'e gönderildiği; 2.12.1997 günü 70 varil yağın Hikmet KARAKUŞ isimli şahsın yer göstermesi ile Yavuz YILMAZ'ın deposunda ele geçirildiği yağların toplam değerinin 3.848.313.350 TL.olduğu anlaşılmaktadır.Toplanan delillere göre; Ütğm.A.A.U.'un zimmet suçunu işlediğinde bir kuşku bulunmadığı gibi diğer sanık Astsb.E.Ö.' ın da yağların çekilmesi için talep formunu imzalaması, gemi kayıtlarına işlememesi, yağların 3 parti halinde dışarı çıkarılmasında yükleme için Er görevlendirmesi, yağların sivil araca yüklenerek garnizon dışına çıkarılacağını görmesi; yağların amaca uygun şekilde dağıtılmadığını görmesine rağmen yetkililere hiç bir müracaatı 370 bulunmaması karşısında, bu sanığın da zimmet suçuna asli maddi fail olarak katıldığı sübuta ermiş bulunmaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki ihtilaf iki noktada oluşmaktadır. Birinci ihtilaf takdiri şiddet sebebinin yerinde olup olmadığı konusundadır. Askerî Yargıtay l.Dairesi, yerel askerî mahkemece asgari haddin üzerinde ceza tertip edilirken olayın askerî ve sivil camiada yarattığı infial ve olayın vahameti şeklindeki gerekçelerin TCK.nun 29 ncu maddesine uygun olmadığı görüşüne varmış, Başsavcılık ise olayın vahameti şeklindeki gerekçenin TCK.nun 29 ncu maddesindeki kıstaslara uygun olduğu sonucuna ulaşmıştır. Yapılan müzakereler sonucunda; "olayın vahameti" şeklindeki gerekçenin TCK.29 ncu maddesinde belirtilen kıstaslara uyduğu gibi olayın cereyan şekli, yağın miktarı, suç tarihindeki değeri de gözönünde tutulduğunda vahamet gerekçesinin askerî ve sivil camiada yarattığı infiali de kapsadığı sonucuna varılarak Yerel Askerî Mahkemenin gösterdiği gerekçeler bütünü itibariyle yerinde görülmüş ve Başsavcılığın bu konudaki itirazının kabulüne oybirliği ile karar verilmiştir. Sanıklardan Ütğm.A.A.U.'un hakkında As.C.K.nun 51/A,50 maddelerinin uygulanmamış olmasının bozma sebebi sayılmaması yönündeki Başsavcılığın itirazı ile ilgili yapılan görüşmeler sonucunda;aleyhe temyiz olmamakla beraber As.Yar.İçt.B. Kurulunun 15.1.1969 gün ve 1/2 sayılı kararı karşısında müktesep hakka halel gelmemek üzere sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünü bozan As.Yar.1.Dairesinin kararında isabet görülmüştür.(Oybirliği) 371 TÜRK CEZA KANUNU Md.29 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/56 K. No :1999/71 T :08.04.1999 ÖZET Hırsızlık cürmünün umumun tekâfülü altında bulunan eşya hakkında veya itimadı suiistimal neticesi olarak işlenmesi T.C.K. nunda ağırlatıcı neden sayılmıştır. “Sanığın eylemi ile küçük bir birlik olan jandarma karakolundaki disiplinin önemli oranda sarsılması” şeklindeki fiile bağlı teşdit gerekçesi, iyi ifade edilemediği anlaşılmakla beraber, kasdedilenin, arkadaşının parasını çalmak fiilinin jandarma karakolu gibi küçük bir birlik içerisindeki personelin birbirine güven hislerini önemli derecede zedelediğini belirtmeye yönelik olduğu anlaşıldığından bu nedenle yasaya aykırı bir yönü bulunmamaktadır. Dosya kapsamına göre sanığın, gece birlikte nöbetten döndükleri aynı karakolda görevli arkadaşı er E.K.nın 5.050.000-TL.sı tutarındaki parasını çaldığı, sabahleyin pantolonunun cebinde parasının olmadığını gören mağdurun şikayeti üzerine yapılan aramada paranın sanığın külotunun içerisinde bulunduğu hususunda kuşku olmayıp, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık sübuta eren atılı suç nedeniyle Askerî Mahkemece yapılan uygulamada temel cezanın tayininde gösterilen teşdit gerekçesinin yerinde olup olmadığına ilişkindir. Bu çerçevede yapılan incelemede; Askerî Mahkemece teşdit gerekçesinin "a) sanık hakkında birlik komutanının olumsuz kanaati, b) küçük bir birlik olan jandarma karakolundaki disiplinin sanığın eylemi neticesi önemli oranda sarsılması" olarak gösterildiği görülmektedir. (Dz.3)' de yer alan vak'a kanaat raporunda, sanığın "disiplinsiz bir er ve bu tür suçu işleyebilecek yapıda olduğu" belirtilmekte ve daha önceki bir tarihte sanığın (4) gün oda hapsi ile cezalandırıldığına dair bilgi yer almaktadır. 372 Bu kanaatlerden, sanığın bu tür bir suçu işleyebilecek yapıda olduğuna ilişkin olanı soyut bir beyandan ibaret olup, bu kanaatin oluşmasına neden olan hiç bir bilgi bulunmamakta ise de, Birlik Komutanının sanığın disiplinsiz olduğuna ilişkin kanaatini tevsik eden bir disiplin cezası bulunduğu gibi, bir askerîn "disiplinli'' veya ''disiplinsiz'' bir kişi olup olmadığını isabetli olarak tayin ve tespit edecek kişinin askerlik hizmeti esnasında onu yakından gözlemleyen en yakın amiri olacağı kuşkusuz olduğundan, mahkemece gösterilen sanığın kişiliği ile ilgili birinci gerekçenin dosya kapsamına uygun olduğu anlaşılmaktadır. Fiile bağlı ''sanığın eylemi ile küçük bir birlik olan jandarma karakolundaki disiplinin önemli oranda sarsılması'' şeklindeki gerekçeye gelince; Askerî Ceza Kanununun 132 nci maddesinde" Bir mafevkin, bir arkadaşının, misafir verildiği bir hane sahibinin veya mensuplarından birinin bir şeyini çalan beş seneye kadar hapsolunur." hükmü yer almaktadır. Görüldüğü gibi, maddede hırsızlık cürmünün yasal unsurları tam olarak belirtilmemiş ve cezayı ağırlatıcı veya hafifletici nedenlere de yer verilmeksizin, maddede sayılan kişilere karşı işlenen çalma eylemi, yedi günden beş yıla kadar varan bir ceza yaptırımına bağlanmıştır . Anılan maddenin Türk Ceza Kanunundaki hırsızlık eylemlerinin her türlü icra biçimlerini kapsadığı (As.Yrg.Drl.Krl.26.10.1978E.65/K.80) ve Askerî Ceza Kanununun tatbikatında TCK.nun 522 ve 523 ncü maddelerinin tatbikine yer olmadığı (As.Yrg.İçt.Brl.Krl.22.1.1954E.3208/K.17) içtihatlarla kabul edilmiştir. Bu durumda; askerî mahkemelerin, her olayın özelliğine, sanığın kişiliğine ve çalınan şeyin değerine göre, yedi gün ile beş yıl olarak belirlenen iki sınır arasında temel cezayı saptamaları hususunda geniş bir takdir hakkına sahip oldukları açıktır. Hırsızlık cürmünün, "umumun tekafülü altında bulunan eşya hakkında” veya ''Hırsızla malı çalınan arasında hizmet veya bir iş yapmak veya bir yerde muvakkat olsun birlikte oturmak yahut karşılıklı nezaket icaplarından ileri gelen itimadı suiistimal neticesi olarak siyanetine terk ve tevdi olunmuş eşya hakkında'' işlenmesi TCK.nun 491/2-3 maddesinde cezayı ağırlatıcı neden sayılmıştır. Nitekim, Askerî Yargıtay İçtihatlarında; hırsızlığın koğuşta işlenmesinin şiddet sebebi olarak kabul edilmesinde hata olmadığının vurgulandığı görülmektedir. (örneğin, As.Yrg.l.D.nin 21.2.1964/E.63/2424-K.27 ve 7.7.1994/E.708K.729 sayılı kararları ile As.Yrg.5.D.nin 8.10.1986/E.219-K.191 ve 19.2.1997/E.120-K.119 sayılı kararları). 373 Bu çerçevede somut olay incelendiğinde; fiile bağlı olarak da cezayı artırıcı nedenin varlığı hususunda kuşku bu1unmamaktadır. Mahkemece bu yönden gösterilen gerekçenin yukarıda belirtilen hususları yeterli açıklıkta ortaya koymadığı ve iyi ifade edilmediği anlaşılmakla beraber, işlenen her suçun disiplini sarsacağı aşikar olduğuna göre ''küçük bir birlik olan jandarma karakolundaki disiplinin önemli ölçüde sarsılması'' ile kastedilenin, bu amacı ifade etmeye ve fiilin jandarma karakolu gibi küçük bir birlik içerisindeki personelin birbirine güven hislerini önemli derecede zedelediğini belirtmeye yönelik olduğu ve bu nedenle yasaya aykırı bir yönünün bulunmadığı, ayrıca tayin olunan ceza itibariyle de mahkemenin takdirinde bir isabetsizlik olmadığı sonucuna varılmış ve itirazın kabulü ile Daire kararının kaldırılmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 374 TÜRK CEZA KANUNU Md.29 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/74 K. No :1999/63 T: 25.03.1999 ÖZET 1. Sanığın görevli personelin huzurunda amiri tarafından hizmete ilişkin olarak verilen emri üç kez tekrarlanmasına rağmen yerine getirmeyeceğini yüksek sesle bağırıp çağırarak söylemesi şeklinde gelişen olay, klasik bir emre itaatsizlikte ısrar olayından çok farklı özellikler taşımaktadır. Dolayısıyla mahkemenin T.C.K. nun 29 ncu maddesindeki kıstaslara uygun gerekçe göstererek asgari haddin üzerinde ceza tertibi isabetlidir. 2. Sanığın emre itaatsizlikte ısrar fiilinin ardından amirine karşı “git şikayet et, öbür dünyada iki elim yakanda olacak, mahkemeye ver, benimle uğraşırsan ben de seninle uğraşacağım” şeklinde sarfettiği sözlerin söylendiği ortam nazara alındığında, tehdit fiilinin unsurlarından olan karşı tarafta ciddi endişeler yaratacak ve ciddiye alınacak ibareleri içermediği, kızgınlıkla söylenen ve mağdurun iç huzurunu bozmayan sözlerin tehdit suçunu oluşturmayacağına dair yerleşik uygulama ve öğretideki görüşler gözetildiğinde As.C.K.nun 82/2 nci maddesinde düzenlenmiş amire kavli tehdit suretiyle hürmetsizlik suçunun oluşmadığı, eylemin amire saygısızlık suçunu oluşturacağı sonucuna varılmıştır. I- Emre itaatsizlikte ısrar suçu yönünden yapılan incelemede; Nazilli Askerlik Şubesi Başkanı olan Yb.Y.Y.’un 3.4.1997 günü akşamı Astsb. İ.O. ile birlikte şubede görevli olan memurların masalarını kontrol ettiği, sanığa ait masanın üzerinde ve yandaki bankonun gözünde tomar halinde evrak gördüğü, tebligat olduğu halde cezasız sevk kararı alınan bazı mükelleflere ait evraklarında bulunduğunu görünce kontrolünü yoğunlaştırdığı, ertesi gün olan 4.4.1997 günü sabahleyin 375 Yb.Y.Y.'un sanığı çağırarak masasında bulunan işlem yapılmamış evrakları getirmesini emrettiği, sanığın getirmeyeceğini beyan etmesi üzerine Yarbayın emri üç defa daha tekrarlamasına rağmen sanığın getirmeyeceğini beyan etmek suretiyle askerî hizmete ilişkin olduğunda kuşku bulunmayan emri hiç yapmamak suretiyle emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği; tevil yollu anlatımları, müşteki ve tanık anlatımları, bilirkişi Dahiliye Uzmanı Tbp.Yzb.T.Ü.'in mütalaası, T.C.K.46 yada 47 nci md.lerinden istifade edemeyeceğine dair rapor karşısında suçun sübutu ve vasfının tayininde bir sorun bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki görüş farklılığının asgari haddin üzerinde, ceza tertibinde gösterilen amirin otoritesinin zedelendiği biçimindeki gerekçenin T.C.K.nun 29 ncu maddesine uygun olup olmadığına ilişkin bulunduğu belirlenmektedir. T.C.K.nun 29 ncu maddesinde, 3679 Sayılı Kanunla yapılan değişiklik ile hâkime faile veya fiile bağlı sebeplerle temel cezanın üzerinde ceza tertibi sırasında uyması gerekli kıstaslar getirilmiştir. Bu kıstaslardan bir kısmı suçun işleniş biçimi, suçun işlendiği zaman ve yer, fiilin diğer özellikleri gibi hususlardır. Bu kıstaslara uyulup uyulmadığının denetiminin de temyiz incelemesi yapan yargıtayca yapılacağı da açıktır. Somut olayda ise; Askerlik Şube Başkanının, yanında Astsb.da olduğu halde bir gün önce sanığın masasında gördüğü çok sayıdaki evrakları incelediğinde, hatalar tespit etmesi üzerine ertesi günü sanığı odasına çağırarak işlem yapılmamış olan evrakları getirmesi emrini verdiği getirmeyeceği yolunda yanıt alınca emrini üç defa tekrar etmesine rağmen sanığın getirmeyeceğini ısrarla söylediği ve bu arada şubede görevli tüm memurların önünde yüksek sesle bağırıp çağırdığı sabittir, verilen emrin görevi ile ilişkili olduğunda da şüphe bulunmamaktadır. Olay uzun bir zaman dilimi içinde ve tüm personelin huzurunda işlenmiş olup klasik bir emre itaatsizlikte ısrar olayından çok farklı özellikler taşımaktadır. Dolayısıyla yerel Askerî Mahkemenin asgari haddin üzerinde ceza tertibinde göstermiş olduğu gerekçelerin T.C.K.nun 29 ncu maddesindeki kıstaslardan suçun işleniş biçimi, suçun işlendiği zaman ve yer, fiilin diğer özellikleri şeklinde açıklanan kıstaslara uygun bulunduğu sonucuna ulaşıldığından, isabet görülen Başsavcılık itirazının kabulüne oyçokluğu ile karar verilmiştir. II- Kavli ve fiili tehdit suretiyle hürmetsizlik suçu yönünden yapılan incelemede; 376 Olay günü Askerlik Şube Başkanı olan Yb.Y.Y.'un sanığa evrakları getir şeklinde üç kez tekrarladığı emrine karşı sanığın "getirmiyorum, git şikayet et, öbür dünyada iki elim yakanda olacak Aydın'a şikayete gidiyorum, mahkemeye ver, ne yaparsan yap, benimle uğraşırsan bende seninle sonuna kadar uğraşacağım" şeklinde cevap verdiği tanık anlatımları ile sabit olup, sübutunda kuşku bulunmayan sarf olunan bu sözlerin; emre itaatsizlikte ısrar suçunun devamı olup bu suç içinde değerlendirilmesi gereken sözler olduğuna ve bu nedenle ayrı bir suç teşkil etmediğine ilişkin olarak, Üyeler; Hâk.Alb. G.BOZKURT, Hâk. Alb. Y.ÖĞÜT, Hâk.Alb. R. AKSARAY ve Doç. Hâk. Alb. M.T. ODMAN'ın düşünce ve oylarına karşılık; çoğunluğu teşkil eden Başkan ve üyelerin, sarf edilen sözlerin emre itaatsizlikte ısrar suçundan ayrı ve sanığın kastının yenilenmesi suretiyle müstakil yeni bir suçun oluşmasına neden olacağına karar vermelerini takiben; Bu sözlerin hangi suçu oluşturduğunun belirlenmesi amacıyla yapılan müzakere ve değerlendirmede ise; Başkan ve üyeler: Hâk.Alb.M.AKSÜT, Hâk.Alb.E.ESEROL, Hâk.Alb.N.YÜCEL, Hâk.Alb.D.DİNÇER,Hâk.Alb.M.GÜZEL, Hâk.Alb. İ.Z.ÇAĞATAY ve Hâk.Alb.R.SÖZEN'in; Daire ilâmında da açıklandığı gibi, sanığın sarfettiği sözlerin söylendiği ortam nazar alındığında, tehdit suçunun unsurlarından bulunan ve karşı tarafta ciddi endişeler yaratacak ve ciddiye alınacak sözleri içermediği gibi yerleşik uygulama ve öğretideki, kızgınlıkla söylenen ve mağdurun iç huzurun bozmayan ciddiye alınamayacak sözlerin tehdit suçunu oluşturmayacağının kabul edilmesi yolundaki görüşlerde gözetildiğinde; As.C.K.nun 82/2 maddesinde düzenlenmiş bulunan amire kavli ve fiili tehdit suretiyle saygısızlık suçunun unsurları itibariyle oluşmadığı; Ancak sanığın sarf ettiği sözlerin niteliği, söylediği esnada sergilediği davranışları ve içinde bulunduğu ortamın özellikleri nedeniyle, 477 Sayılı Kanunun 47 nci maddesinde düzenlemiş bulunan "amire saygısızlık" suçunun oluştuğunda kuşku bulunmadığı, bu suça ise; Disiplin mahkemelerinin bakmakla görevli olması sebebiyle hükmün suç niteliğine bağlı olarak görev yönünden bozulmasına karar verilmesi ve bu nedenle Daire kararında isabet bulunduğu yolundaki kabullerine karşın; Üyelerden Hâk.Alb. S.SOYKAN, Hâk.Alb. M.M.EMRE, Hâk.Alb. R.ULAK, Hâk.Alb. A.F. KAYACAN''ın; sanığın sarf ettiği sözlerin içeriği, işlendiği yerin özelliği, As.C.K.nun 82/2 maddesinde düzenlenen amire kavli ve fiili tehdit suretiyle saygısızlık suçunda, T.C.K.nun 191 nci maddesinden farklı olarak ağır bir zararın varlığına 377 gerek bulunmaması, hak arama şikayet kastını aşan tehdit amacıyla söylenmiş sözler olması nedeniyle, yerel mahkemenin kabulü ile itiraz tebliğnamesinin haklı nedenlere dayalı olduğu ve sonuç itibariyle As.C.K.nun 82/2 maddesini ihlal suçunun unsurları itibariyle oluşmuş bulunduğuna ilişkin kabul ve oy kullanmaları sonucu oyların dağıldığı ve çoğunluğun sağlanamadığı belirlenmiştir. Bu durumda ise; 353 Sayılı Kanunun 170 nci maddesindeki "...oylar dağılırsa, sanığın en çok aleyhine olan oy çoğunluk elde edinceye kadar, kendisine en yakın oya tabi olur" yolundaki kural gereğince ve sanığın en çok aleyhine olan As.C.K.nun 82/2 maddesini ihlal etmiş olduğuna yönelen oyların, kendisine en yakın bulunan ve eyleminin 477 Sayılı Kanunun 47 nci maddesinde düzenlenmiş, "amire saygısızlık" suçunu teşkil edeceğine ilişkin oylara tabi tutulması ve böylece çoğunluğun sağlanması suretiyle; Sanığın eyleminin; 477 Sayılı Kanunun 47 nci maddesini ihlal suçunu oluşturduğu, bu suça da bakma görevi Disiplin mahkemelerine ait bulunduğundan, hükmün suç niteliğine bağlı olarak görev noktasından bozulmasına karar veren Daire kararında isabet bulunduğu sonucuna ulaşıldığından, aksi görüşü içeren Başsavcılık itirazının REDDİNE karar verilmiştir. 378 TÜRK CEZA KANUNU Md.29 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/89 K. No :1999/61 T. :18.03.1999 ÖZET Sorgu ve savunmalarında, ailevi sorunları nedeniyle firar ettiğini beyan eden ve askerlik hizmetini tamamlamak üzere kendiliğinden kıtasına katılan sanığın, on bir ay on beş günlük firarının cezanın teşdiden tayinini gerektirecek kadar uzun süreli kabul edilmemesinde bir isabetsizlik olmayıp mahkemenin bu konudaki takdirine ilişmemek gerekir. Sanığın, 7.1.1997-22.12.1997 tarihleri arasında kendiliğinden dönmekle son bulan firar suçunu işlediği hususunda kuşku olmayıp, Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki anlaşmazlık temel cezanın asgari hadden tayininde gösterilen gerekçenin yerinde olup o1madığına ilişkindir. Askerî Mahkemece, belirtilen tarihlerdeki on bir ay on beş günlük firar süresi kısa kabul edilerek temel ceza asgari hadden tayin edilmiş iken, Askerî Savcının aleyhe temyiz itirazını inceleyen Dairenin bozma ilâmında, bu konuda bu güne kadar belli bir kriter konulamadığı vurgulanmakla beraber, suç süresinin kısa olduğunun kabul edilmesi isabetsiz görülerek hükmün bozulmasına karar verildiği görülmektedir. Yasa hükümleri incelendiğinde; 477 sayılı kanunun 50/A maddesinde altı gün içinde kendiliğinden gelen kaçakların eylemi kısa süreli kaçma, As.C.K.nun 66/1-a maddesinde kıtasından veya görevi icabı bulunmak zorunda olduğu yerden altı günden fazla uzaklaşanların eylemi firar olarak nitelendirilmiş ve bu kanunun 73 ncü maddesinde de, kaçakların altı hafta, seferberlikte bir hafta içinde kendiliğinden geri gelmeleri halinde verilecek cezanın yarıya indirileceği öngörülmüş bulunmaktadır. Firar süreleri konusunda yasalarda başka bir düzenleme olmadığından, firar süresinin uzunluğu mahkemelerce cezanın takdiren 379 arttırılmasını gerektiren bir neden olarak kabul edilebilmekte ve Askerî Yargıtay İçtihatlarında da, bariz bir zaaf bulunmadıkça bu takdire dokunulmadığı, ancak, bu hususta objektif ve somut bir kriter de konulamadığı görülmektedir. Bu çerçevede meseleye bakıldığında; sorgu ve savunmalarında, ailevi sorunları nedeniyle firar ettiğini beyan eden ve askerlik hizmetini tamamlamak üzere kendiliğinden kıtasına katılan sanığın, on bir ay on beş günlük firarının cezanın teşdiden tayinini gerektirecek kadar uzun süreli kabul edilmemesinde bir isabetsizlik olmadığı, mahkemenin bu takdirine ilişmemek gerektiği sonucuna oyçokluğu ile varılmıştır. Askerî Mahkemece bozma kararından sonra gerekçeye direnme gerekçesi olarak eklenen ''mahkememizce bir yılı aşkın tüm firar suçlarının uzun süreli, bir yılın altındaki tüm firar suçlarının da kısa süreli olarak değerlendirildiği'' şeklindeki gerekçenin hukuki bir dayanağı bulunmadığı ve böyle bir genellemenin cezanın ferdileştirilmesi müessesesi ile de bağdaşmadığı açık olmakla beraber, bu husus bozmayı gerektirecek nitelikte görülmemiş ve tenkitle yetinilmiştir. 380 TÜRK CEZA KANUNU Md.29 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/196 K. No :1999/194 T. :04.11.1999 ÖZET Dikkatsizlik tedbirsizlik sonucu ölüme sebebiyet suçuna ilişkin cezanın asgari hadden uzaklaşılarak tayin edilmesi için gösterilen “ağır ve yoğun taksirin varlığı” şeklindeki gerekçe, kusurun 4/8 nisbetinde olduğunu bildiren bilirkişi raporuyla çelişmektedir. Öte yandan suçun nöbet yerinde işlenmiş olması, haklı ve isabetli bir teşdit sebebi olarak kabul edilemez. Cezanın para cezasına çevrilmemesi ve ertelenmemesiyle ilgili olarak gösterilen gerekçeler, yasa metnindeki ibarelerin aynen tekrarı mahiyetinde ve bir kısmı da suçun unsuru ve kusur oranı ile ilgili olduğundan yasaya uygun değildir. Dosyada mevcut delil durumuna göre, sanığın 20.6.1996 tarihinde saat 19.00-21.00 Garaj nöbetini, kendi tüfeği arızalı olduğu için Silahlık Sorumlusundan aldığı 1462173 seri numaralı G-3 piyade tüfeği ile tutarken, saat 19.45 sıralarında yanından geçen müteveffa Er E. G. ile konuştuğu sırada, emir ve talimatlara aykırı olarak hiç gereği yokken tüfeğin kurma kolunu çekip dolduruş yaptığı anda, tüfeğin iğnesinin önceden kırık olması nedeniyle tetiğine dokunmadan seri atış durumuna geçtiği ve patlayan (20) mermiden birinin müteveffanın göğsüne isabet edip ölümüne neden olduğu, olayda 4/8 nispetindeki kusurun sanığa, 4/8 nispetindeki kusurun ise silaha atfedildiği anlaşılmaktadır. Olayın bu şekilde sübuta erdiği konusunda ve keza suçun vasfında ve sanığa izafe edilen kusur oranında bir ihtilaf bulunmamaktadır. Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki uyuşmazlık ceza uygulamasına yöneliktir. Daire, Askerî Mahkemenin, suç için öngörülen ve asgari haddi iki yıl hapis ve Dörtyüzyirmibin Lira Ağır Para cezası olan temel cezayı, teşdiden üç yıl hapis ve Altıyüzotuzbin Lira Ağır Para cezası olarak 381 tayin ederken gösterdiği takdiri teşdit gerekçesi ile, hükmolunan hürriyeti bağlayıcı cezanın para cezasına çevrilmemesi ve ertelenmemesi için gösterdiği gerekçeyi yeterli ve isabetli bulmayıp, hükmü bu yönden bozmasına Başsavcılıkça itiraz edilmiş ise de; Daire ilâmında da açıklandığı üzere, cezanın asgari hadden uzaklaşılarak tayin edilmesi için gösterilen, sanığın olaydaki ağır ve yoğun taksirine ilişkin gerekçenin; sanığın olaydaki kusurunun tam olduğunu bildiren bilirkişi raporu (Dz. 94) ile yine sanığın olaydaki kusurunun 5/8 nispetinde olduğunu bildiren bilirkişi raporu (Dz.144) yerine, sanığın olaydaki kusurunun 4/8 nispetinde olduğunu bildiren bilirkişi raporuna (Dz. 165) itibar edilmesiyle çelişmekte olması, diğer yandan, nöbetin silahsız olarak tutulamaması ve silahın ancak bu vesileyle ve haklı nedenle sanığın eline geçebilmiş olması, başka bir anlatımla, sanığın silahı haklı ve geçerli bir nedeni yokken, örneğin koğuşta veya silahlıkta duran bir silahı gereksiz yere alıp onunla oynamasının veya şaka yapmasının söz konusu olmaması karşısında, teşdit sebeplerinden biri olarak gösterilen "suçun nöbet yerinde işlenmiş olması" keyfiyetinin de haklı ve isabetli bir teşdit sebebi olarak kabul edilemeyeceği ve gösterilen bu teşdit gerekçelerinin dosya içeriğine uygun düşmediği sonuç ve kabulüne varıldığından Daire kararında bir isabetsizlik görülmemiştir. Sanık hakkındaki cezanın para cezasına çevrilmemesi için Askerî Mahkemece gösterilen "Suç konusunun önem ve değeri, olayın meydana gelmesinde sanığın sorumsuz ve ihmali davranışı ve kamu vicdanının tatmini" şeklindeki gerekçelerin; bir kısmının suçun unsuru ve kusur oranı ile ilgili olması, sebeplerin tamamının ise sanığın kişiliği ve suçun işlenmesindeki özelliklerle ilgili olmaması ve dosyadaki delil durumu ile de bağdaşmaması nedeniyle, Dairenin bu yöndeki kararının da yerinde ve isabetli olduğu, Sanık hakkındaki cezanın ertelenmemesiyle ilgili olarak Askerî Mahkemece gösterilen gerekçenin ise, görüleceği üzere 647 Sayılı Yasanın 6 ncı Maddesindeki yasa metninin tamamen tekrarından ibaret olduğu, sanığın geçmişi ve suç işleme hususundaki eğilimi itibariyle cezanın ertelenmesi halinde ileride suç işlemekten çekinmeyeceğine neden kanaat getirilmediği yönünde hiç bir açıklama yapılmadığı, hiç bir gerekçe gösterilmediği görüldüğünden, Dairenin bu yöndeki bozması da yerinde ve isabetli olduğundan Başsavcılığın itirazı kabule değer bulunmamıştır. ( Oybirliği ) 382 TÜRK CEZA KANUNU Md.45 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/46 K. No :1999/47 T. : 04.03.1999 ÖZET Tanık beyanları arasında esasta bir fark bulunmadığı ve sanığın, Türk Ulusu için yüce bir moral değer olan Atatürk hakkında hiç gereği yokken “kelle” sözcüğünü kullandığı anlaşılmıştır. Dz.K.K.lığında Kurmay Binbaşı rütbesinde bir subay olan sanığın, sosyal ve kültürel durumu, sözün kullanıldığı ortam, olayın oluşumu bir bütünlük içerisinde ele alınıp değerlendirildiğinde, Askerî Mahkemenin “kelle” sözcüğünün toplumumuzda genel olarak aşağılama amacıyla kullanıldığını ve sanığın da olayda bu sözü tahkir kastıyla kullandığını ve bu suretle Atatürk’ün hatırasına hakaret etmek suçunu işlediğini kabulünde bir isabetsizlik yoktur. İNCELEME KONUSU : Atatürk'ün hatırasına hakaret etmek suçundan sanık Dz.Kur.Bnb.Ö.F.Ö. hakkında tesis olunan mahkûmiyet hükmünü bozan Askerî Yargıtay 5 nci Dairesinin kararına karşı Başsavcılık tarafından yapılan itirazın incelenmesidir. OLAY VE İDDİA : Güney Deniz Saha K.lığı Askerî Savcılığının 1.4.1998 tarih ve 1998/623-191 sayılı iddianamesi ile; "...TCGPEYK II.Komutanı olan sanık Dz.Kur.Kd.Bnb.Ö.F.Ö.'nin 24 Kasım 1997 tarihinde denetleme hazırlıklarını kontrol amacıyla Komutanlık birimlerini dolaştığı sırada saat 17.00'de İdari büroda Dz.Ütğm.Hasan TÜNAY ve Dz.Tğm.Nurettin SEVİ'nin bulunduğu sırada sanığın İd.Astsb.Yücel ARSLAN'ın alabanda üzerindeki köpüğe iğnelediği Atatürk'ün fotoğraflarını göstererek İd.Astsb.Yücel ARSLAN'a "Ne o Yücel Atatürk köşesi mi oluşturdun?" diye sorduğu İd.Astsb.Yücel ARSLAN'ın "Evet Komutanım" diye cevap vermesi üzerine sanığın bu kez "Yönergeye uygun mu? Astsubayım" dediği, 383 İd.Astsb.Yücel ARSLAN'ın "Yönergesi olup olmadığını bilmiyorum" demesi üzerine sanığın "daha büyük kellesini assaydın bari" dediği, İd.Astsb.Yücel ARSLAN'ın "Erat'ı yetiştirmek için asmıştım" demesi üzerine sanığın "göz boyamaya gerek yok kimin Atatürkçü olduğunu biliyoruz. Çek listelerinde ne varsa onu koyalım. İllaki birşey koyacaksan masanın üstüne bir Atatürk kellesi koyarsın, yoksa sana polis bürodakini vereyim" dediği, dosyada mevcut tanık beyanlarından anlaşılmıştır. Sanığın Atatürk fotoğraflarından ve büstünden "Kelle" diye söz etmesinin Atatürk'ün manevi şahsiyetine hakaret niteliğinde olduğu böylece sanığın Atatürk'ün Hatırasına Alenen Hakaret suçunu işlediği anlaşılmakla sanık Dz.Kur.Kd.Bnb.Ö.F.Ö.'nin eylemine uyan 5816 Sayılı kanunun 1.maddesi uyarınca CEZALANDIRILMASI..." istemi ile kamu davası açılmıştır. HÜKÜM : Güney Deniz saha K.lığı Askerî Mahkemesinin 2.6.1998 tarih ve 1998/531-294 sayılı kararı ile; "...Dosyada mevcut iddia, savunma, tanık beyanları ve diğer yazılı delillerin birlikte değerlendirilmesinden şu sonuçlara varılmıştır. I- Ceza Hukukumuzda, genel olarak, hakaret ve sövme; bir kimsenin namus veya şöhret veya vakar ve haysiyetine, sözle, yazıyla, işaretle vs.yolla taarruz edilmesi demektir. Hakaret'te mağdura onur kırıcı belli ve özel bir fiil isnad edilmesine rağmen, sövme'de böyle özel bir fiil isnad edilmeksizin, genel olarak şeref ve haysiyetine saldırı söz konusudur.(Gözübüyük, TCK.şerhi, Cilt IV, sf.530-533). Bir söz veya hakaretin, bir kimsenin namus veya şöhret veya vakar ve haysiyetine taarruz teşkil edip etmediği nasıl belirlenecektir? "Hakaretin ve sövmenin tahkiri tazammun edip etmediğini anlamak için örf ve adete, amme efkarına itibar etmekle beraber, tarafların içtimai mevkiine, fiilin işlenmesi sırasında mevcut ahval ve şeriate bakmak ve bütün bu esaslardan edinilecek kanaata nazaran hakaret veya sözün mağdurun şeref ve itibarını rencide edecek mahiyette olup olmadığını tespit eylemek lazım gelir." (ERMAN, Hakaret ve Sövme Cürümleri Sf.106). II- Bu genel hatırlatmadan sonra, hakaret ve sövme ile ilgili özel bir suç tipini düzenleyen 5816 Sayılı Kanunun 1 nci maddesinin ilk fıkrası: Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır" hükmünü getirmektedir.Buradan da anlaşılacağı üzere, 5816 Sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanunun 1 nci maddesi TCK.ndaki 384 hakaretlerle ilgili düzenlemelerden farklı olarak hakaret ve sövme ayırımı yapmamakta, ayrıca "ihtilat" unsurunu da aramamaktadır. Atatürk'ün hatırası, Onu temsil eden yazı, resim, heykel ve büstlerdir. III- Dava konusu somut olayda, Sanık Dz.Kur.Kd.Bnb.Ö.F.Ö.’nin 24.11.1997 tarihinde TCG Peyk Gemisi idari bürosunda Atatürk'ü temsil eden yazı ve resimlere sinirlenerek "...daha büyük kellesini assaydın bari" ve "...iyi o zaman (masayı işaret ederek) buraya da kellesini koy" dediği; en az bir kez veya tanık Astsb.Yücel ARSLAN'ın anlatımlarına göre iki kez Atatürk'ün hatırasını temsil eden yazı ve resimleri işaret ederek ve Atatürk büstünü kasdederek "kelle" dediği tanık ifadeleri ve sanığın örtülü ikrarı çerçevesinde sabit görülmüştür. İdari büroda bulunan tanıklar Ütğm.Hasan TUNAY ve Tğm. Nurettin SEVİ Mahkememiz huzurundaki yeminli ifadelerinde, sanığın masa üzerini işaret ederek "daha büyük bir kellesini koyarsın", "iyi o zaman buraya da kellesini koy" dediğini beyan etmişlerdir.Esasen insan hafızasının günlük konuşmaları bir teyp bandı gibi kayıt etmediği ve sadece önemli gördüğü, kendisine farklı, çarpıcı ve şaşırtıcı gelen söz ve olayları depoladığı bilimsel bir gerçektir. Tanıkların tümünün kafasında yer eden, onlara şaşırtıcı ve çarpıcı gelen söz "KELLE" sözcüğüdür. Tanıkların tümünün ifadelerine göre, sanık Atatürk'ü temsil eden resim ve büstler için kelle sözcüğünü kullanmıştır. Sanığın kelle sözcüğüyle birlikte kullandığı diğer kelimeler yönünden tanık ifadeleri arasında ufaktefek farklılıklar mevcutsa da, bu durum insan zihninin genel çalışma biçimine uygundur. Sanıkta huzurdaki ifadesinde, Yücel Astsb.ile konuşmaları esnasında iddianamede belirtilen, içinde "kelle" kelimesi geçen ifadeleri kızgınlıkla belki kullanmış olabileceğini, ancak bu ifadeleri kendisine yakıştırmadığını beyan etmiştir. Dava konusu olayın geçtiği yer, gemide görevli herkesin rahatlıkla girip çıktığı, geminin bütün yazışmalarının yapıldığı olay anında da içinde üç görevlinin bulunduğu "aleni" bir mekan olan idari büro'dur.Suçun maddi unsurunun gerçekleştiği hususunda herhangi bir tereddüt mevcut değildir. IV- Manevi unsur yönünden bakıldığında; Tanık Astsb.Yücel ARSLAN'a göre, sanık Bnb. olay anında, Atatürk'le ilgili resim ve yazılardan bahsederken, Adli Müşavire, Askerî Savcıya ve Askerî Mahkemeye verdiği ifadelerinin tümünde belirttiği üzere, "küçümseyici, alaycı, gülümser" bir tavır içerisindedir. Diğer tanık Ütğm.Hasan TUNAY Askerî Mahkememiz huzurunda verdiği ifadede, olay anında sanığın ne tür bir tavır içerisinde 385 olduğunu hatırlamadığını, pano dolayısıyla II.Komutanın (sanığın) Yücel Astsubay'ı muaheze ettiğini düşünerek, aldığı terbiye çerçevesinde başını önüne eğip kendi işiyle ilgilendiğini, sanıkla Astsubay arasında geçen olayı görmemeye çalıştığını beyan etmiştir. Sanığın idari büroya girmesi veya başını içeri uzatmasıyla beraber, hemen panoya ve Atatürk resimlerine takıldığı ve Yücel Astsubay'ı kendi tarzıyla hem muaheze edip, hem de küçümsediği bir vakıadır. Sanığın dikkatini çeken, onu kızdıran ve kontrolsüz konuşmalar yapmasına sebep olan şey pano mu, yoksa Atatürk'le ilgili resim ve yazılar mıdır? Bütün tanık anlatımlarına göre, beyaz köpük pano dava konusu olaydan yaklaşık 20-30 gün önce, Astsb.Yücel ARSLAN tarafından alabandaya asılmış, idari büro II.Komutana direkt bağlı görev yaptığından, II.Komutan müteaddit kereler idari büroya girmiş, ancak hiçbir olay çıkmamıştır.Çünkü panoda o sıralar Atatürk resmi asılı değildir.Atatürk resmi panoya asıldıktan 1-2 gün sonra dava konusu olay meydana gelmiştir.Bu gelişimden neyin sanık Binbaşı'yı sinirlendirdiği, hedefinin ne olduğu, açıkça anlaşılmaktadır. Sanık savunmasında panoda asılı olan Atatürk resimlerinin buruşuk vaziyette, gazeteden koparılmış olduğu ilk bakışta anlaşılan resimler olduğunu iddia etmektedir. Askerî Mahkememizce dinlenilen tüm tanıklar ise resimlerde ilk bakışta göze çarpan bir olumsuzluğun bulunmadığını yırtık buruşuk bir durumun olmadığını beyan etmişlerdir. Söz konusu resim ve yazı üzerinde (Dz.72) Askerî Mahkememiz heyetince yapılan incelemede resim ve yazıların kaliteli kağıda basılı, kenarları düzgün kesilmiş resimler olduğu tespit edilmiştir. Tanık Astsb.Yücel ARSLAN panoda olay günü bulunan 3 resimden 2 sini Mahkememize ibraz etmiş, diğer resmin ise Subay Ajandalarının baş kısmında yer alan Mareşal Üniformalı kuşe kağıda baskılı Atatürk resmi olduğunu beyan etmiştir.Sanığın ilgili savunmalarının doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır. Sanığın olay sırasında sarfettiği "kelle" kelimesi normal anlamıyla baş-kafa anlamına gelmekte, ancak halk arasında genellikle argo anlamıyla kullanılmaktadır. Yani kelle kelimesi, günlük kullanımda normal anlamını yitirmiş, sadece argo anlamıyla kullanılan bir sözcük haline gelmiştir. Bir insan başından söz ederken genellikle kelle kelimesi tercih edilmeyip, "baş" veya "kafa" sözcükleri kullanılmakta, bir hayvan başından söz ediliyorsa ancak kelle kelimesi normal baş anlamında kullanılabilmektedir. (Ör: kuzu kellesi) Bir insan başı için 386 kelle kelimesi tercih edilmişse, bu ancak o insanı aşağılamak için, hafif alaycı tarzda söylenmiş bir sözdür (Örnek:Pişmiş kelle gibi sırıtıyordu). Türkçe Argo sözlüğünde "kelle" sözcüğünün anlamı, "kafası çalışmayan salak kimse" ve "çok sarhoş kimse" olarak açıklanmaktadır (Ali Püsküllüoğlu-Türkçe'nin Argo Sözlüğü, Özgür Yayınları İstanbul 1996 sf.93). Sanığın olay anında kullanmış olduğu kelimenin dilimizdeki kullanım alanı ve argo anlamı bu şekildedir. Kurmay Kıdemli Binbaşı rütbesine gelmiş bir şahsın, sarf etmiş olduğu sözcüğün anlamlarını ve dilimizdeki kullanım tarzlarını bilmiyor olması düşünülemez. Normalde bir Türk'ün Ülkesinin kurtarıcısı ve Devleti'nin kurucusu Büyük Önder Atatürk'ü temsil eden küçük heykelciklerden söz ederken "büst", "heykelcik" veya en azından "baş", "kafa" sözcüklerini kullanmasıgerekirken, sanığın tahkir amacıyla "kelle" sözcüğünü kullandığı kanaatine varılmıştır. Askerî Mahkememiz huzurunda dinlenilen tanık ifadelerinden, sanığın günlük mesaide kontrollü, her ağzına geleni konuşmayan, her lafını ölçerek tartarak söyleyen bir subay olduğu, bir anlık bir sinirle kontrolsüz biçimde konuşmadığı anlaşılmaktadır. Ki, buradan da çıkan sonuç sanığın olay anında kasıtlı olarak (tahkir kastıyla), Atatürk büstü için kelle sözcüğünü kullandığıdır..."gerekçesi ile sanığın 5816 Sayılı Kanunun 1/1 maddesi gereğince takdiren bir yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına, TCK.nun 59/2, 647 S.K.nun 4 ve 6 ncı maddelerinin uygulanmasına takdiren yer olmadığına, oybirliği ile karar verilmiştir. TEMYİZ : Hüküm, sanık müdafii tarafından sübuta ve uygulamaya yönelik nedenlerle temyiz edilmiştir. TEBLİĞNAME : Askerî Yargıtay Başsavcılığının 9.11.1998 tarih ve 1998/3452 sayılı tebliğnamesi ile; Toplanan delillere göre TCG PEYK II Komutanı olan sanığın 24.11.1997 günü denetleme hazırlıklarını kontrol amacıyla komutanlık birimlerini dolaştığı saat 17.00 sıralarında idari büroya geldiği, büro içinde Dz.Ütğm.Hasan TUNAY, Dz.Tğm.Nurettin SEVİ ile birlikte Dz.Astsb.Yücel ARSLAN'ın bulunduğu; bu esnada sanık ile Yücel ARSLAN'ın konuştukları anlaşılmaktadır. Olay yerinde bulunan ve olayın doğrudan görgü tanığı olan tanıklardan Nurettin SEVİ yeminli ifadesinde (Dz.50,22), "...Yücel astsubaya hitaben "Astsubayım ben sana daha önce bunları kaldırmanı söylememiş miydim, denetleme çek listelerinde bu var mı göz boyamaya gerek yok, biz kimin Atatürkçü olduğunu biliyoruz, illaki bir şey 387 koyacaksan (masanın üzerini göstererek) daha büyük kellesini koyarsın...müstehzi tavrını ben görmedim..Kendisi hemen olayın akabinde ağzından çıkan yanlış kelimenin farkına vararak "kelle" kelimesini değiştirip "polis bürodaki büstünü koysaydın..." şeklinde, Tanık Hasan TUNAY yeminli ifadesinde (Dz.50,51,19,20) "...Yücel astsubayım göz boyamayı bırak, bu Atatürk resimlerini kaldır..göz boyamaya gerek yok benzeri sözler söylediğini bütün köşelerin çek listelerinde bulunmadığını düzeltiyorum talimatlarda bulunmadığını bunun yerine nizami resminin bulunduğunu beyan etti...Yücel astsubay.."Ben bu resimlerin hata olduğunu bilmiyordum Atatürk'ü seviyorum ayrıca emrimdeki askerlere de Atatürk sevgisini aşılamak istiyorum bunun için astım" benzeri sözler söyledi, bunun üzerine Fuat Bnb."iyi o zaman buraya da kellesini koy " dedi. Bu konuşma üzerine odada soğuk bir hava esti, bir sessizlik oldu. Fuat Bnb."kelle" kelimesini hatalı kullanmış olduğunu düşünerek biraz duraksayıp sözlerine devam etti "iyi o zaman polis büroda büstü var, onu da al masana koy" dedi...müstehzi bir şekilde konuştuğunu hatırlamıyorum..."şeklinde ifade vermişler iken, Tanık Yücel ARSLAN yeminli ifadesinde (Dz.49,50, 17,18)"...Bana hitaben alaycı ve gülümser bir tarzda "ne o Yücel Astsubayım Atatürk köşesi mi oluşturdun" dedi..."Evet II.Komutanım" dedim. Bunun üzerine Fuat Bnb."Hangi yönergeye göre yaptın Yücel Astsubayım daha büyük bir kellesi yok muydu, polis bürodakilerden alsaydın" dedi (masayı işaret ederek) "Polis bürocularda var onu da getir buraya masaya koy" dedi. Konuşma esnasında II.Komutanın iki kez müstehzi tavırla "Kelle" lafını kullandığını hatırlıyorum...Bana hitaben son olarak "Yönergeye uygun resmini asarsın bunları derhal buradan kaldır" dedi...olayın hemen akabinde II.Komutanım idari büroyu terk etti...şeklinde ifadede bulunmuştur. Yerel Mahkemece tanık Yücel ARSLAN'ın beyanına itibar edilerek sanığın küçümseyici, alaycı gülümser bir tavır içerisinde kelle sözünü bir ya da iki kez söylediği kabulü ile sonucuna varıldığı anlaşılmaktadır. Ceza yargılamasında maddi hakikat arandığından; hâkime gerçeği gösterecek her şey delil olabilir. Ancak gerçeğe ulaşmak ve hatadan sakınmak yollarını mantık gösterdiğinden hâkim, ispat konusunda mantık kuralları ile bağlıdır. Bir başka anlatımla hâkimin muhtevasını öğrendiği bir delilin değerlendirilmesinde serbest olması, onun o delilden istediği sonucu çıkarması anlamına gelmez, çıkarılan 388 sonucun mantıki olması ve tecrübe kurallarına uygun olması da şarttır. Bununla beraber sübut delilleri tanık beyanlarından ibaretse ve birden fazla tanık beyanı mevcut olup bu beyanlar birbirileriyle çelişiyor; çelişki giderilmediği için sübut konusunda farklı sonuçlara ulaşılıyorsa yani beyanlardan hangisinin gerçeği yansıttığı konusunda kesin bir şey söylenemiyorsa; bu taktirde şüphe bulunduğunu ve sanığın lehine olan durumun varlığını kabul etmek gerekir.Tanıklığın temeli doğruluk ve samimilik olmasına rağmen tanıkların bazılarının kasten; bazılarının da hataya düşerek gerçeğe aykırı beyanda bulunabilecekleri gözden ırak tutulmamalıdır. Diğer taraftan her insanın aynı olayı yaşam tarzı; olaya bakış açısı ve hayat tecrübesine göre farklı bir şekilde algılayıp anlatması da mümkündür, dolayısı ile aynı olaya tanık dürüst insanların beyanları arasında dahi çelişki olabilir. Böyle bir durumda mahkemenin yapacağı şey, çelişkiyi gidermeye çalışmak, bu mümkün olmadığı takdirde hangi anlatımın hangi nedenle üstün tutulduğunu açıklamak ve üstün tutulan ifadelere itibar ederek hüküm kurmaktır.Bu nedenle kendi içinde ve birbirileri arasında tutarlı; nakise teşkil eden fiziki özelliklere dayanmayan; birbirini tamamlar ve doğrular nitelikte; dürüstlükleri hakkında kuşkular bulunmayan; samimi ve güvenilir bulunması gereken Tanıklar Hasan TUNAY ve Nurettin SEVİ'nin beyanları karşısında Tanık Yücel ARSLAN'ın beyanlarının gerçeği yansıttığı hususunda ihtiyatlı davranmak ve olayda kuşku bulunduğunu kabul etmek gerekir. Bu halde; Sanığın Yücel astsubaya hitaben "Göz boyamayı bırak denetleme çek listelerinde ve talimatlarda bu var mı, biz kimin Atatürkçü olduğunu biliyoruz, bu Atatürk resimlerini kaldır. Atatürk'ün nizami resmi var, illaki bir şey koyacaksan (masa üzerini göstererek) daha büyük kellesini koy" dedikten sonra ağzından çıkan yanlış kelimenin farkına vararak "polis büroda büstü var onu al masana koy"dediği bu esnada müstehzi ve alaycı bir tavır içinde olmadığı sonucuna ulaşılmalıdır. Oluşa göre sanığın argo anlamında bir söz sarfetmesi mümkün görülmediğinden söylenen sözün tasvip edilebilir bir yanı bulunmamakta ve seviyesiz bir anlatım tarzı taşıdığı anlaşılmakta ise de, küçük görmek tahkir etmek amacıyla sarfedilmediği, hakaret ve sövme kastı ile söylenmediği anlaşıldığından, sanığa yüklenilen suçun yasal unsurları itibarıyla sübuta ermemesine karşın yasaya aykırı olarak tesis edilen mahkûmiyet hükmünün sübut yönünden bozulmasına karar verilmelidir.."şeklinde görüş bildirilmiştir. DAİRE KARARI : Askerî Yargıtay 5 nci Dairesinin 18.11.1998 tarih ve 1998/745-741 sayılı ilâmı ile; 389 "...TCG PEYK II nci Komutanı olan sanık Dz.Kur.Bnb. Ö.F.Ö.'nin, ertesi günü yapılacak denetleme hazırlıklarını kontrol etmek üzere 24.11.1997 Günü sabahtan itibaren gemiyi dolaştığı, saat 17.00 sıralarında idari büroya geldiği, büroda idari Astsubay Kd.Çvş.Yücel ARSLAN ile birlikte Dz.Tğm. Nurettin SEVİ ve Dz.Kd.Ütğm. Hasan TUNAY'ın da bulunduğu, hep birlikte denetleme hazırlıkları yaptıkları, sanık Bnb.'nın kapıdan eğilerek içeriye baktığı, duvarda Alabandaya ilân panosu şeklinde asılı beyaz köpük panoya idari büro ile ilgili yazılar yanında iğnelenmiş değişik ebatlardaki Atatürk fotoğraflarını ve yazıları görerek " Yücel Astsubayım ben sana bunları kaldırmanı söylememiş miydim, göz boyamayı bırak, bu Atatürk resimlerini kaldır, biz kimin Atatürkçü olduğunu biliriz, denetleme çek listelerinde bu var mı, hangi yönergeye göre yaptın" gibi sözler söylediği, Astsubay Yücel ARSLAN'ın Atatürk’ü sevdiğini, bu resimlerin hatalı olduğunu bilmediğini, erlere Atatürk Sevgisini aşılamak istediğini, yönergeye uygun resmini çerçeveletip asacağını söylediği, bundan sonra sanık binbaşının "illâki bir şey koyacaksan (başıyla masanın üzerini göstererek) daha büyük kellesi'ni koysaydın" diye söz sarfettiği, bunun üzerine odada bir soğukluk husule geldiği, bunu farkeden sanığın (iyi o zaman polis büroda büstü var onu koy) şeklinde düzeltemeye çalıştığı, Tanık Astsubay Yücel ARSLAN'ın beyanına göre, sanık Bnb.nın bu konuşma sırasında Atatürk'ün resim ve büstü ile ilgili olarak iki defa (kelle) sözünü sarfettiği, kullandığı (kelle) sözünü (büst) olarak değiştirmediği (D.50), Tanık Tğm. Nurettin SEVİ ile Ütğm. Hasan TUNAY'a göre ise, sanığın Kelle sözünü bir defa kullandığı ve etrafta bir soğukluk husule gelince büst olarak değiştirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır (20,22) (5,7). Bir Astsubay ile iki subay yanında, Atatürk'ün fotoğraf veya büstünden en az bir kere (Kelle) diye söz etmek, Atatürk'ün hatırasına hakaret teşkil eden, O'nu küçük düşüren bir beyandır. Sanığın bu beyanları üzerine, tanık Astsb. Yücel ARSLAN 2 gün sonra gemi Komutanı Kur.Yb.Bahri ERGEN'e giderek, kendisi ile özel olarak konuşmak istediğini beyanla durumu anlattığı, Gemi Komutanının bu hususta bir rapor yazmasını istediği, aldığı rapor üzerine Tğm. Nurettin SEVİ ve Ütğm. Hasan TUNAY'ı da çağırıp dinlediği, bunlar da olayı doğrulayınca, bu iki subaydan da rapor istediği (26,3,17), verilen raporların komutanlığa intikal ettirilmesi üzerine (26) 390 sanık hakkında 6 Şubat 1998 Tarihinde soruşturma açıldığı anlaşılmaktadır. Sanığın da tevilen kabul ettiği üzere, Atatürk'ün büst veya fotoğrafından (Kelle) diye söz ettiği hususunda kuşku yoktur. Sanığın kültürü ve sosyal durumu itibariyle, Türk Ulusu için yüce bir moral değeri olan Atatürk'le ilgili olarak böyle bir sözün kullanılmasının hoş görülemeyeceği, bunun küçültücü bir anlam taşıyacağı kanısına varılmış ve Yerel mahkemenin suçun sübutu ile ilgili kabulünde ve gösterdiği gerekçelerde genel olarak isabetsizlik görülmemiştir..."gerekçesi ile suçun sübuta erdiği belirtildikten sonra mahkûmiyet hükmünün uygulama yönünden bozulmasına OYÇOKLUĞU ile karar verilmiştir. İTİRAZ TEBLİĞNAMESİ : Askerî Yargıtay Başsavcılığının 5.1.1999 tarih ve 1998/3452 sayılı tebliğnamesi ile;ilk tebliğnamedeki gerekçelerle ve, "...Sanık masayı işaret ederek "illaki bir şey koyacaksan o zaman buraya da kellesini koyarsın" şeklinde sarfettiği sözden sonra; söylediği sözün doğru olmadığını; dilinin sürçtüğünü farkederek sözlerinin devamında "polis büroda büstü varonu da masaya koy şeklinde düzeltme yapmıştır. Bu değiştirme; sözün istenmeden kullanıldığının, birden ağzından çıktığının ifadesidir. Sanık tüm gün denetleme hazırlıklarını kontrol etmesinden dolayı yorgun ve streslidir. Toplanan delillere nazaran denetleme stresi içerisinde bulunan ve Astsubay Yücel ARSLAN'ın kendisine göre talimatlara uygun davranmadığına kanaat getirerek ona sinirlenen sanığın hakaret (özel) kastı olmaksızın gelişigüzel ve bir anlık boşluk ile (kelle) sözcüğünü kullandığı, bunun farkına varınca da sözünü (büst) olarak düzeltme yoluna gittiği eylemin suç teşkil etmediği ve atılı suçun sübuta ermediği sonucuna ulaşılmalıdır..."görüşü ile Daire kararının kaldırılmasına ve hükmün esastan bozulmasına karar verilmesi istemi ile Daire Kararına süresi içerisinde itiraz edilmiştir. DAİRELER KURULU KARARI Aşamaları yukarıda geniş olarak açıklanan davada Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık sübuta ilişkin olduğundan sübut delilleri incelendiğinde; Tanık beyanlarına ve sanığın tevilli ikrarlarına göre, maddi olayın sübutunda kuşku olmadığı ve sanığın en az bir kere bazı tanık ifadelerine göre de iki kere Atatürk'ün büstünü kastederek "kelle" sözcüğünü kullandığı anlaşılmaktadır. 391 Konuşmalara muhatap olan tanık Astsb.Yücel ARSLAN'ın, sanığın gülümseyerek ve alaycı bir tavırla anılan sözleri sarfettiğini, tanık Tğm.Nurettin SEVİ'nin, sanığın mustehzi tavrını görmediğini, tanık Ütğm.Hasan TUNAY'ın ise, Askerî Savcı tarafından saptanan ifadesinde sözü söylerken sanığın alaycı bir tavrı olduğunu, huzurda saptanan ifadesinde de müstehzi mi ciddi mi olduğunu hatırlamadığını beyan ettikleri, ayrıca (Dz.72) de bulunan iki adet Atatürk fotoğrafının, sanığın savunmalarında belirttiği gibi gazeteden koparılmış, çirkin bir görüntü arz eden resimler niteliğinde olmadıkları görülmüştür. Tanık beyanları arasında esasta bir farklılık bulunmadığı ve sanığın, Türk Ulusu için yüce bir moral değer olan Atatürk hakkında hiç gereği yokken "kelle" sözcüğünü kullandığı anlaşılmıştır. Askerî Mahkemece, mevcut deliller etraflı şekilde tartışılıp değerlendirilmiş ve unsurları da irdelenmek suretiyle suçun sübuta erdiği kabul edilmiştir. Dz.K.K.nda Kurmay Binbaşı rütbesinde bir subay olan sanığın, sosyal ve kültürel durumu, sözün kullanıldığı ortam, olayın oluşumu bir bütünlük içerisinde ele alınıp değerlendirildiğinde; Askerî Mahkemenin "kelle" sözcüğünün toplumumuzda genel olarak aşağılama amacıyla kullanıldığı ve sanığın da olayda bu sözü tahkir kastıyla kullandığı gerekçesi ile atılı suçun sübuta erdiğine ilişkin kabulünde ve hükmü sübut yönünden yerinde bulan Daire kararında bir İsabetsizlik bulunmadığı sonucuna varılmış, aksi düşünceye dayalı itirazın reddine oyçokluğu ile(12/3) karar verilmiştir. 392 TÜRK CEZA KANUNU Md.45 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/47 K. No :1999/59 T. :18.03.1999 ÖZET 1. Sanık Uzm.J.Çvş.A.Ö.nün birlik envanterine kayıtlı ve üzerine zimmetli bir tabanca ve üç adet el bombasını OHAL bölgesinde yapacağı seyahat sırasında güvenlik amacıyla ve Birlik Komutanının izni ile yanında bulundurduğu hususunda kuşku olmadığından sanığın eyleminin emre itaatsizlikte ısrar veya As.C.K.nun 131 nci maddesinde tanımlanan suçlardan birisini oluşturmadığı açıktır. 2. Birlik Komutanı olan sanık T.U.nun belirtilen amaçla ve ilgiliye zimmetlemek suretiyle bir adet tabanca ve üç adet el bombasını vermesine engel teşkil edecek sarih bir düzenleme bulunmadığından, suç kastıyla hareket ettiğini kabul etmek mümkün değildir. Dosya kapsamı itibariyle maddi olayın sübutunda kuşku olmayıp, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, sanıkların suç kastı ile hareket edip etmedikleri, görevli yargı yeri ve suç vasfı yönünden eksik soruşturma bulunup bulunmadığına ilişkindir. Dava konusu üç adet el bombasının sanık A.Ö.’a 3.1.1997 tarihinde, tabancanın ise 16.6.1997 tarihinde, karakol komutanı T. U. tarafından senetle teslim edildiği, sanığın bunları izinli olarak birliğinden ayrıldığında beraberinde götürdüğü, dolayısıyla tabanca ve el bombalarının sanığa zimmetli ve birlik envanterine kayıtlı olduğu hususlarında kuşku olmadığından sanığın bu eyleminin, cezai sorumluluğu yönünden değerlendirilmesi de askerî yargı organlarına ait bir görevdir. Bu nedenle tebliğnamede yer alan göreve ilişkin itiraz nedeni kabule değer görülmemiştir. 393 Eylem, bu çerçevede değerlendirildiğinde; 17.6.1997 tarihinde izne ayrılan sanık Abdurrahim ile birlikte izine giden tanık Remzi AKGÜL'ün yeminli anlatımında “...Abdurrahim tabanca ve el bombasını karakol komutanından yol güvenliği amacıyla istedi. Komutan da Sanığa istediği tabanca ve el bombasını benim yanımda zimmetle verdi..." dediği anlaşılmaktadır. El bombaları daha önce sanığa senetle teslim edilmiş olduğundan tanığın ifadesindeki bu beyanı, karakol komutanı tarafından sanığa tabancanın zimmetlenmesi sırasında el bombalarını da götürmesine izin verildiği şeklinde anlamak gerekmektedir. Bu duruma göre; sanık Abdurrahim'in birlik envanterine kayıtlı ve üzerine zimmetli bir tabanca ve üç adet el bombasını OHAL bölgesinde yapacağı seyahati sırasında güvenlik amacıyla ve birlik komutanının izni ile yanında bulundurduğu hususunda kuşku olmadığından sanığın eyleminin emre itaatsizlikte ısrar veya As.C.K.nun 131 nci maddesinde tanımlanan suçlardan birisini oluşturmadığı açıktır. Mevzuat hükümleri incelendiğinde; 3466 Sayılı Uzman Jandarma Kanununun 28 nci maddesinde Uzman Jandarmalar "Uzman Jandarma Çvş. rütbesine nasbedildikten sonra görev başı eğitimini müteakip, bedeli karşı1ığında zati tabanca edinebilir ve zati tabancalarını sivil ve resmi elbise ile görevli olmadıkları zamanlarda da taşıyabilirler" hükmü yer aldığından Uzman Jandarmaların 6136 Sayı1ı Kanunun 7 nci maddesinde öngörülen "özel kanunlarına göre silah taşıma yetkisine sahip bulunanlar" kapsamında ve silah taşımaya yetkili oldukları sonucu çıkmaktadır. Zati tabanca ile komutan tarafından zimmetle verilmiş olan miri tabanca arasında fark bulunmadığından sanığın eylemi 6136 Sayı1ı Kanuna aykırılık teşkil etmemektedir. El bombasının görev dışında taşınmasına veya bulundurulmasına cevaz veren mevzuat hükmü bulunmamakta ise de; bölgenin özelliği, bulundurulan bomba adedinin sanığın savunmalarında ısrarla belirttiği ve dosya kapsamı delillerle de doğrulanan amacı aşacak miktarda olmaması ve bunların amirinin izni ile ve kendisine zimmetlenmiş olarak bulundurulması karşısında, T.C.K. nun 264 ncü maddesinde tanımlanan suçun da manevi unsur yönünden oluşmadığı ve Dairece sanığın suç kastı ile hareket etmediği kabul edilerek hükmün sübut yönünden bozulmasına karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmadığı sonucuna varı1mıştır. Dosyada mevcut delillere göre; sanık T. U.'ın belirtilen amaçla ve ilgiliye zimmetlemek suretiyle bir adet tabanca ve üç adet el bombasını vermesine engel teşkil edecek sarih bir düzenleme bulunmadığından sanık Abdurrahim için kabul edilen gerekçeler nazara alındığında sanık 394 T.'ın da suç kastı ile hareket ettiğini kabul etmek mümkün değildir. Bu nedenle Başsavcılığın, hükmün eksik soruşturma yönünden bozulmasına ilişkin görüşü kabule değer bulunmamıştır. (Oybirliği ) 395 TÜRK CEZA KANUNU Md.51 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/68 K. No :1999/93 T. :06.05.1999 ÖZET Tahrikin derecesinin tayin ve tespiti mahkemelere ait bir keyfiyet ise de takdirde yanılgı, çelişki ve zafiyet bulunup bulunmadığı hususunun denetimi Askerî Yargıtay’a aittir. Olayın, sanığın askerî disiplinle bağdaşmayan söz ve davranışları ile başlamasına karşın kendisinin fiiline göre daha ağır bir haksız fiile maruz kaldığı için tahrik hükümlerinden yararlandırılması ve tahrikin derecesinin hafif olarak tespiti isabetlidir. Dava konusu olayda, Astsb.V. K.’in verdiği hizmet emrini memnuniyetsizlikle karşılayan ve “sinkaf edeceğim bu işi” diye söylenen sanığa, Astsb.K.’in küfür edip vurması üzerine sanığın da ona vurduğu, bu suretle üste fiilen taarruz suçunu işlediği hususunda kuşku olmayıp, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, sanık lehine uygulanan haksız tahrikin derecesine ilişkin bulunmaktadır. Bu çerçevede yapılan incelemede; Astsb.K.’in emrine karşı disiplin kurallarına aykırı bir şekilde davranan sanığın, ayrıca “sinkaf edeceğim bu işi” demesinin muhatabı Astsb. K. olmasa bile, bu söz ve davranışların haksız fiil niteliğinde olduğu açıktır. Esasen, disiplini ihlal eden bu tür davranışlara üstlerin müdahale etmeleri TSK.İç Hizmet Kanununun amir hükmüdür. Ancak, Astsb.K., bu olaya müdahalesinde mevzuat hükümleri dışına çıkmış ve suç teşkil eden davranışlarda bulunmuştur. Nitekim, hakkında asta müessir fiil suçundan As.C.K.nun 117, TCK.nun 51/1 ve 59 ncu maddeleri uyarınca mahkûmiyet hükmü tesis edilmiş ve bu hüküm kesinleşmiştir. Olay başlangıcındaki, sanığın haksız fiil niteliğindeki davranışları Astsb.K. yönünden haksız tahrik teşkil ettiği gibi, Astsb.K.’in söz ve davranışları da sanığın söz ve davranışlarına göre aşırı bir mahiyet 396 arzettiğinden, sanığın da haksız tahrik hükümlerinden yararlandırılması hak ve nesafet kuralları gereğidir. Askerî Mahkeme tarafından da sanıklar hakkında karşılıklı tahrik hükümleri uygulanarak, her iki sanık yönünden de hafif tahrik hükümlerinin uygulandığı görülmektedir. Tahrikin derecesinin tayin ve tespiti mahkemelere ait bir keyfiyettir. Mahkemeler, bu konudaki takdir haklarını, hukukun genel ilkelerini, hak, nesafet ve adalet kurallarını gözeterek kullanmak ve gerekçelerini göstermek zorundadırlar. Bu takdirde yanılgı, çelişki ve zafiyet bulunup bulunmadığı hususunun denetimi ise temyiz mahkemelerine aittir. Bu çerçevede somut olaya bakıldığında; Astsb.K.’in, sanığa küfür etmesi ve müessir fiilde bulunması nedeniyle her biri haksız tahrik teşkil eden birden fazla haksız fiil sözkonusu ise de; olayın sanığın askerî disiplinle bağdaşmayan söz ve davranışları ile başlaması, kural olarak, olaya kendisinin sebep olması nedeniyle haksız tahrik hükümlerinden faydalanmaması gerekirken, kendisinin fiiline göre daha ağır bir haksız fiile maruz kaldığı için bu müesseseden faydalanması hakkaniyete uygun görüldüğü için hakkında tahrik hükümleri uygulandığı cihetle, olay bir bütün olarak değerlendirildiğinde, ağır tahrik hükümlerinin uygulanmasını gerektiren bir durumun mevcut olmadığı, Askerî Mahkemenin bu konudaki takdirinin dosya kapsamına, hak ve nesafet kurallarına uygun olduğu, Astsb.K’in sanığa hem küfür ettiği ve hem de müessir fiilde bulunduğu kabul edildiği halde, tahrike ilişkin gerekçede sadece tokat atma eyleminin gösterilmesi bir hata ise de; yukarıda belirtildiği gibi, bu eylemlerin ağır tahrik oluşturabilecek nitelikte olmaması nedeniyle bu hatanın sonuca etkili ve bozmayı gerektirecek mahiyette bir takdir zaafı teşkil etmediği sonucuna varıldığından, haklı nedenlere dayalı itirazın kabulü ile Daire kararının kaldırılmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 397 TÜRK CEZA KANUNU Md.59 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E.NO : 1999/13 K.NO : 1999/4 T. : 07.01.1999 ÖZET İnfaz aşamasında sanığın aleyhine sonuç doğuracağı gerekçesiyle TCK.nun 59 ncu maddesinin uygulanmaması yasaya aykırıdır. Yapılan yargılama sonunda: olay tarihinde Gaziemir Şöför Er Eğitim Alayında askerliklerini yapmakta olan sanıklardan Er E.K.'in 3.1.1996 günü öğle içtimasına hazırlandığı sırada, kendisine alaylı bir şekilde bot alıp almadığını soran mağdur onbaşıya diğer sanık er Y.T.' un sen niye karışıyorsun diye müdahalesi ve küfür edip, ona yumruk vurmasından sonra kendisine tüfekle saldıran mağdur Onb.Aytekin TÜZEL'e yumruk attığı ve boğazını sıkarak yere yatırdığı ve ardından her iki sanığın birlikte mağdur Onbaşıya vurdukları, ancak sanıkların eylemlerini mağdur, sanık Yusuf'a yumruk atıp, sanık Erkan'a da tüfekle saldırmasının doğurduğu şiddetli elem ve gazabın tesiriyle ağır haksız tahrik altında üste fiilen taarruz suçunu işledikleri tanık beyanları ile sübuta ermiş olup, Daire ile Başsavcılık arasında bu konuda ihtilaf bulunmamaktadır. İtiraza konu olan anlaşmazlık, sanıklar hakkında AsCK.nun 91/1 ve TCK.nun 51/son maddeleri ile ceza tayin edildikten sonra sanıklar lehine TCK.nun 59 ncu maddesinin uygulanması ile elde edilecek netice cezanın sanık aleyhine olup olmayacağı hususuna ilişkindir. Yapılan incelemede; Yerel Mahkemece sanıklar lehine AsCK.91/1 ve TCK.nun 51/son maddesi ile iki ay hapis cezası tayin edildiğinde meşruten tahliye edilmeleri halinde sanıkların cezalarının 24 er gün üzerinden infaz edileceği; TCK.nun 59 ncu maddesinin lehlerine uygulanması halinde ise cezalarının 25'er gün üzerinden yerine getirileceği, bu durumun ise 398 sanıkların aleyhinde olacağı gerekçesi ile yerel mahkemece sanıklar hakkında TCK.nun 59 ncu maddesinin uygulanmadığı anlaşılmaktadır. Şartla salıvermenin bir hak olmadığı, iyi hal şartının gerçekleşmesi halinde hükümlülerin bu imkandan yararlanabileceği, TCK.nun 59 ncu maddesinin uygulanması suretiyle sanıklar hakkında kurulacak hükümlerin lehlerinde olacağı, şartla salıvermenin maddi ceza hukuna değil, infaz hukukuna ilişkin bulunduğu, TCK.nun 59 ncu maddesinin ise, maddi ceza hukuku ile ilgili olduğu, mahkûmiyet hükmü kurulurken TCK.nun 29 ncu maddesinde belirtilen kurallara sırasıyla riayet edilerek takdiri indirim nedenleri mevcut ise,(yerel mahkemece mevcut olduğu kabul edilerek tartışılmıştır), cezanın infazı safhasında ortaya çıkabilecek hesapların nazara alınmadan uygulanmasının kanuni zorunluluk olduğu sonucuna varılarak, sanıklar hakkında TCK.nun 59 ncu maddesinin uygulanmamasında yasal isabet görülmediğinden, Başsavcılığın itirazının reddine oybirliği ile karar verilmiştir. ------------- ------------ --------- -------- ---------- ------ ---------- ---------Bu madde için ayrıca, As. Yrg. Daireler Kurulunun 15.4.1999 gün ve 1999/95-79 sayılı olan CİK nun 4. maddesiyle ilgili içtihadına bakınız. --------- --------- --------- ----------- ------------ ---------- --------- -------- 399 TÜRK CEZA KANUNU Md.80 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/161 K. No :1999/151 T: 01.07.1999 ÖZET Müteselsil suç kavramında, öğreti ve uygulamaların incelenmesinden anlaşılacağı gibi, gerçekten failin iç alemi ile ilgili kararın saptanmasında önceden kesin ölçütler koymak olanağı bulunmamakta ve “bir suç işleme kararının” olaysal olarak saptanmasında zorunluluk bulunmaktadır. Dava konusu rüşvet isteyip almak şeklindeki iki olay arasında geçen zaman, mağdurların farklılığı ve olayların işleniş şekli gözetildiğinde aynı suç işleme kararından söz edilemeyeceği sonucuna varılmıştır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, TCK.nun 80 nci maddesinin uygulanıp uygulanmayacağına ilişkindir. Bu nedenle müteselsilen suç kavramı ve anılan madde incelenmelidir. TCK.nun 80 nci maddesinde "Bir suç işlemek kararının icrası cümlesinden olarak kanunun aynı hükmünün bir kaç defa ihlal edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa bile bir suç sayılır" hükmü yer almakta olup, buna göre müteselsil suçun genel olarak; 1) Objektif şartları: a) Birden çok fiilin bulunması, b) Fiillerin farklı zamanlarda olsa dahi aynı Kanun hükümlerini ihlal etmesi, 2) Sübjektif Şart (Bir suç işleme kararı), Olmak üzere ikili bir ayırıma tabi tutulmaktadır. Dava konusu olayda, bu şartlardan objektif şartların gerçekleştiği hususunda kuşku olmayıp, anlaşmazlık sübjektif şartların gerçekleşip gerçekleşmediğine yönelik olduğundan bu hususun irdelenmesi gerekmektedir. 400 TCK.nun 80 nci maddesinin önceki metninde yer alan "kastı cürmi" ibaresi, 1941 tarihli ve 4055 Sayılı Kanunla bir suç işleme kararı olarak değiştirilmiştir. Anılan Kanun tasarısında yer almayan 80 nci madde değişikliği, tasarıya Adliye Encümeni tarafından eklenmiştir. Bu eklemenin gerekçesi "...80 nci maddenin tadili; müteselsil suçlara ait umumi hükümde mevcut bir esasın meri kanunun yazılış tarzına göre yalnız cürümlere inhisar etmiş olmasından kabahat suçlarının da aynı hükme tabi olması maksadı ile yapılmıştır. Maddenin bugünkü şekilde kalması cürüm işleyen failler lehindeki hükmün kabahat suçu işleyenlere şümulu olmamak gibi daha hafif olan kabahat failleri aleyhine muamele icrasını yani birkaç defa kabahat sayılan bir kanun hükmünün ihlali halinde ayrı ayrı her biri hakkında da ceza tertip etmek zarureti bertaraf etmek üzere encümen bu maddenin tashih suretiyle değiştirilmesine lüzum görmüştür..." şeklinde olup, tasarının TBMM'de görüşülmesi sırasında da Adliye Encümeni Namına Salah YARGI tarafından, Eski Ceza Kanununda "cürüm" sözcüğünün genel bir anlam ifade ettiği ve "kabahat, cünha ve cinayet" olarak üçe ayrıldığı, ancak mer'i kanunda tasnifin "cürüm ve kabahat" şeklinde olduğu, bu nedenle 80 nci maddenin tashihine gerek görüldüğü belirtilerek aynı gerekçe tekrarlanmıştır.(TBMM.tutanak Dergisi S.Sayısı:186). Bu konudaki bilimsel görüşler; "a) Suç işleme kararından, Kanunun aynı hükmünü müteaddit defalar ihlal etmek hususunda önceden kurulan bir plan, genel bir niyet anlaşılır. Fail önceden böyle bir plan veya niyeti tespit etmiş, bunu bir defada gerçekleştirecek yerde, kısımlara bölmeyi ve o suretle gerçekleştirmeyi daha uygun görmüş ve bu plana göre hareket ettiği içindir ki, müteaddit kısımlar, tek bir müteselsil suç meydana getirmiştir. Çeşitli suçlar arasında az veya çok bir zaman aralığının var olması, bu suçların aynı suç işleme kararının etkisi altında işlendiğini, her zaman belirtmez. Gerçekten 80.maddede, muhtelif ihlallerin, "muhtelif zamanlarda" meydana gelse de, bir suç sayılacağı belirtilmiştir. Ancak, aynı suç işleme kararının var olup olmadığını takdir etmek durumunda bulunan hâkim,aradan uzun bir süre geçmesini, yeni bir suç işleme kararının bulunduğuna ilişkin bir karine sayabilir. (ANTOLİSEİ, MAGGİORE-MANZİNİ-RANİERİ-PANMAİN ve TOSUN'a atfen DÖNMEZER/ERMAN, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, Cilt 1,8 Basım, S.459) b) Suç kararında birlik, teselsülü meydana getiren eylemlerin aynı kastın ürünü olmaları demek değildir. Her biri bağımsız olan bu 401 eylemler, ayrı ayrı kasıtla işlenmişlerdir.Esasen böyle bir anlayışa 80.maddenin yürürlükteki biçimi engeldir. Madde, 4055 sayılı Yasa ile değiştirilmeden önce "bir kastı cürmünün efali icraiyesi”nden söz açıyordu. Maddede bugün yer alan "suç kararında birlik" olup, bu eylemler işleme tasarımı, planı olarak tanımlanabilir (UĞUR ALACAKAPTAN, Suçun unsurları, s.57) c) Müteselsil suçları, subjektif unsur yönünden başlangıçtan itibaren tüm neticeye yönelmiş irade şartı ile sınırlandırmamak ve bazı hallerde hareketler arasındaki subjektif bağlantının aranması ile yetinmek adalet ilkelerine de uygundur. Gerçekten "aynı suç işleme kararının" dar anlamda kabul edilmesi halinde önceden plan kurmuş faile haksız bir ayrıcalık tanınmış olacaktır. (KAYIHAN- İÇEL, adı geçen eser, s.136) d) Umumi bir "saik" birliğine kadar gitmemek şartıyla müteselsil suç teşkil eden hareketlerin aynı gayeye tevcih edilmeleri "suç işleme kararında birlik" in kıtası olarak kabul edilebilir. FARUK EREM, Türk Ceza Hukuku, Cilt I, 12.Bası, S.375" (TCK.nun Yorumu SAVAŞS.MOLLAMAHMUTOĞLU s.1456) şeklinde özetlenebilir. Bu konudaki önemli bir sorun da farklı hak sahiplerine karşı işlenen suçlardır. Bu hususta, öğretide değişik düşüncelere rastlanmaktadır. Bununla beraber, mağdurların farklı kişiler olmasına,suç işleme kararının değiştiğini gösteren kesin bir kriter niteliği tanımamak gerektiği yönündeki düşüncelerin önemli bir yer tuttuğu söylenebilir. (A.g.e.s.1429-1435) Yargıtay Kararları incelendiğinde; aynı suç işleme kararının varlığı veya yokluğunun "...Suçun işleniş biçimi, fiillerin işlendikleri yerler, işlenme zamanı, fiiller arasında geçen zaman süresi, suçun mağdurları, ihlal edilen değer ve yarar ve korunan değer ve hak, olayın işleniş biçimi, gelişim ve oluşumu ile tüm özellikleri değerlendirilerek OLAYSAL olarak saptanması gerektiği" vurgulanmakla beraber (Yarg.C.G.K.nun 12.10.1992-244/268, 20.3.1995-6-4-48/68 ve 27.3.1995-8-58/86 tarih ve sayılı kararları), bu konudaki temel gerekçenin "...Aynı suç işleme kararından Yasanın aynı hükmünü birçok kez ihlal etme hususunda önceden kurulan bir plan, genel bir niyet anlaşılmalıdır. Fail suçu işlemeden önce bir plan yapmalı veya suça niyet etmeli fakat fiili bir defada yapmak yerine kısımlara bölmeyi ve o suretle gerçekleştirmeyi daha uygun görmelidir. Öngörülen ve gerçekleştirmeye yönelik olan suç alanı çerçevesinde hareket etmelidir. Failin hareketi önceki hareketinin devamı olmalı ve tüm hareketleri arasında sübjektif bir bağlantı bulunmalıdır." şeklinde olduğu görülmektedir. 402 Müteaddit şahıslara karşı işlenen suçlarda, Yargıtay'ın Haziran 1929 tarih ve 26/20 sayılı İçtihatları Birleştirme kararında "...Eşhas aleyhine işlenen suçlar ve mülkiyet aleyhine işlenen suçları bu hadisede birbirinden ayırarak mütalaa etmek lazım geldiğinde ve eşhas aleyhindeki suçlarda yani eşhasın hayatına, namusuna karşı ika olunan suçlarda duçarı tecavüz olanların taaddüdü müteselsil suç teşkil edemeyeceğinde müttefik kalınmıştır. Çünkü müteaddit eşhas aleyhinde cürüm işleyen bir kimsenin hareketinde bir kastı cürmünün vücudu iddia edilemez... Mülkiyet aleyhine işlenen suçlara gelince, duçarı taarruz ve tecavüz olunan şahsın aynı veya müteaddit olması, müteselsil suçu tayinde mikyas olamayacağında da ittifak edilmiştir..." denilmekte ve uygulamanın da bu doğrultuda olduğu ve anılan İçtihadı Birleştirme Kararının bugün de geçerliliğini koruduğunun kabul edildiği görülmektedir.(C.G.K.27.3.1995, 8-58/86). Konu ile ilgili Askerî Yargıtay İçtihatları da benzer doğrultudadır. (Örneğin, Drl.Krl.31.3.1988/58-36, 16.2.1989/6-50, 15.3.1990/49-42 tarih ve sayılı kararları). Öğreti ve uygulamaların incelenmesinden anlaşılacağı gibi, gerçekten failin iç alemi ile ilgili bu kararın saptanmasında önceden kesin ölçütler koymak olanağı bulunmamakta ve "bir suç işleme kararın" OLAYSAL olarak saptanmasında zorunluluk bulunmaktadır. Bu açıklamalar ışığında dava konusu olaylar incelendiğinde; sanığın 26.5.1994 tarihinde mağdur Çvş.M.Reşit İSHAKOĞLU'ndan rüşvet istediği ve aldığı, müteakiben adı geçenin hastaneye yatırıldığı, diğer mağdur Çvş.Recep BIYIK'tan ise 19.4.1994 tarihinde rüşveti istediği, ancak mağdurun o an bu isteğe olumlu cevap vermemesi üzerine hasta kayıt defterine "sağlam" tanısı yazarak herhangi bir işlem yapmadığı, daha sonra Çvş.Recep BIYIK'ın komutanlıkça temin edilen 400 Markı getirip anlaşma uyarınca parayı getirdiğini söylemesi üzerine parayı alıp adı geçenin ameliyat edilmek üzere K.B.B.Kliniğine yatırılma işlemlerini başlattığı, paranın tahsili eylemlerinin aynı güne denk gelmesinin bir tesadüften ibaret olduğu, Daire kararında belirtildiği gibi aynı gün işlenen iki suçun söz konusu olmadığı, bu durumda, iki olay arasında geçen zaman, mağdurların farklılığı, olayların işleniş şekli gözetildiğinde aynı suç işleme kararından söz edilemeyeceği, dolayısıyla sabit görülen eylemlerin Dairece, müteselsil suç olarak kabul edilerek hükmün bu yönden bozulmasında isabet olmadığı, Askerî Mahkemece uygun gerekçelerle eylemlerin iki ayrı suç olarak kabul edilmesinin yerinde olduğu sonucuna oybirliği ile varılmıştır. 403 TÜRK CEZA KANUNU Md.159 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/60 K. No :1999/73 T. :08.04.1999 ÖZET Kara şehitleri anma törenine neden katılmadığı sorulduğunda şehitlere küfür eden sanığın sarfettiği sözlerin Devletin Askerî Kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif etmek suçunu oluşturmadığı açıktır. T.C.K.nun 159 ncu maddesinde sözü edilen askerî kuvvetler tabiri ile Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerini kapsayan Silahlı Kuvvetler kastedilmekte, tahkir ve tezyif teşkil eden söz ve hareketlerin Silahlı Kuvvetlerin bütününe yönelik olması gerekmektedir. Şehit sözcüğünün anlamı ve olayın cereyan tarzı dikkate alındığında sanığın, sarf ettiği sözlerle Türklük milli duygusunu tahkir ve tezyif ettiğini kabul etmek de mümkün görülmemiştir. Sanığın, Kara Şehitlerini Anma Törenine neden katılmadığı sorulduğunda şehitlere küfür ettiği hususunda kuşku bulunmamaktadır. Sanığın sarfettiği sözlerin tebliğnamede ve Daire kararında belirtildiği gibi, TCK.nun 159 ncu maddesinde tanımlanan Devletin askerî kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif etmek suçunu oluşturmadığı açıktır. Başsavcılığın gerek ilk tebliğnamesinde gerek itiraz tebliğnamesinde, bu sözlerin Türklüğü tahkir ve tezyif etmek suçunu oluşturduğu belirtilmekte ise de; TCK.nun l59 ncu maddesindeki “Türklük”ten maksat, Türk Milletini meydana getiren insani, ahlaki, dini, tarihi değerler ile milli dil, milli duygular ve milli geleneklerden meydana gelen milli manevi değerler bütünü olduğundan, bu manevi değerler bütününe saldırı halinde “Türklüğü” tahkir suçu oluşabilir. 404 “Şehit” sözcüğünün anlam ve olayın cereyan tarzı dikkate alındığında sanığın, sarfettiği sözlerle “Türklük milli duygusunu” tahkir ve tezyif ettiğini kabul etmek kanunun lafzı ile ruhuna ve TCK.nun 159 ncu maddesinin vazediliş amacına aykırı olacaktır. Bu nedenle tebliğnamedeki düşünce kabule değer görülmemiştir. Şehitlik gibi yüce bir manevi değere sözlü saldırı niteliğinde olan ve “Türk Yurdunu ve Anayasa ile ile tayin edilmiş Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumakla görevlendirilen ve bu uğurda sayısız şehitler veren TSK.lerinin hiçbir ferdi tarafından asla söylenmemesi gereken ve tasvibi mümkün olmayan bu sözlerin başka bir suç teşkil edip etmediği ayrıca tartışılmıştır. Bu bağlamda, TCK.nun 178 nci maddesinde tanımlanan suçun, bir ölünün naaş ve kemikleri hakkındaki eylemleri düzenlemesi nedeniyle uygulama olanağı bulunmadığı gibi, sanığın sözleri şehit olan belli bir kişiye yönelik olmayıp kara şehitlerini anma günü nedeniyle söylenmiş ve genel nitelikte olduğundan "ölmüş bir adamın hatırasına karşı" işlenen hakaret ve sövme suçlarında müteveffanın yakınlarına şikayette bulunmak hakkı tanıyan TCK.nun 488/2 nci maddesinin de uygulanmasının mümkün olmadığı ve bu konuda yasada boşluk bulunduğu sonucuna varılmıştır. Bu boşluğun yorum veya kıyas metotlarıyla doldurulmaya çalışılması, “kanunsuz suç ve ceza olmaz” kuralı ile bağdaşmayacağı cihetle sanığın sabit olan eylemi, ancak "disiplin tecavüzü" olarak nitelendirilebilecektir. Bu nedenle, hükmü bu gerekçe ile bozan Daire kararında bir isabetsizlik görülmemiş ve aksi düşünceye dayalı itirazın reddine oyçokluğu(14/1 ) ile karar verilmiştir. 405 TÜRK CEZA KANUNU Md.159 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/75 K. No :1999/103 T. :20.05.1999 ÖZET T.C.K.nun 159 ncu maddesindeki “Devletin Askerî Kuvvetleri” nden maksadın, Türk Silahlı Kuvvetleri olduğu kuşkusuzdur. Türk Silahlı Kuvvetlerini Genelkurmay Başkanlığı temsil etmekle beraber, Kuvvet Komutanlıkları ve Jandarma Genel Komutanlığı da Ordunun ana unsurlarını teşkil etmektedir. Bu nedenle, bu unsurlardan birinin bütün olarak hedef alınması halinde T.C.K.nun 159 ncu maddesinin ihlal edilmiş olacağı açıktır. Keza, jandarmanın, genel kolluk gücü olarak “Devletin emniyet Güçleri” içerisinde yer alması nedeniyle jandarma güçlerinin tamamının hedef alınması halinde de T.C.K.nun 159 ncu maddesinin ihlali söz konusu olacaktır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, dosyadaki delillere göre atılı suçun sübuta erip ermediğine ilişkin olmakla beraber, iddianamede yer alan olayın başlangıcında sanığın sarfettiği sözlerin terör örgütü propogandası olduğu iddiasıyla 1.Tak.Hv.K.K.lığı Askerî Savcılığınca görevsizlik kararı verilmesi (Dz.36) ve Ankara DGM.Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından aynı iddia ve sanığın 3713 Sayılı Kanunun 7/2 nci maddesi uyarınca tecziyesi istemi ile kamu davası açılmış olması nedeniyle (sanık ek temyiz layihasında bu suçtan beraet ettiğine dair imzasız ve onaysız bir karar ibraz etmiştir) bu davanın sonucunun araştırılmamış olmasının eksik soruşturma teşkil edip etmediği öncelikle tartışılmıştır. İddianamede yer alan maddi olayın cereyanı sırasında sanığın, iki ayrı suça konu olabilecek beyanlarda bulunması, bu suçlar arasında bağlılık bulunmaması, her iki suçla ilgili delil değerlendirmelerinin, görevli mahkemeler tarafından ayrı ayrı yapılacağının aşikar olması ve 406 sanığın DGM.de beraet etmesi veya mahkum olmasının, bu davada verilecek karar açısından bekletici mesele yapılmasına gerek olmadığı sonucuna varılmış ve delillerin değerlendirilmesine geçilmiştir. Sübut delileri incelendiğinde; sanığın “Türk jandarmasını S.K.ederim” şeklinde söz söylediğini ifade eden ve şikayetçi olan Vecdi BALCI ve Ersin KAÇAR isimli erler dışında bu beyanı duyan tanık bulunmamaktadır. Nitekim, tartışmaya tanık olanlardan er Tahir TAPTIK, tartışmayı yatıştırmaya ve sanık ile Ersin KAÇAR’ın kavga etmelerini önlemeye çalıştığını, sanığın jandarma aleyhine söz söylediğini duymadığını, er Hüseyin ÖZCAN ise, tartışmaya tanık olmakla beraber ne konuda tartıştıklarını ve kimsenin küfür ettiğini duymadığını ifade etmektedirler. Sanık hakkında yapılan araştırmada; kendisinin ve yakın akrabalarının yasa dışı terör örgütü ile ilişkisinin bulunmadığı bildirilmiştir (Dz.50,51). Sanık da, aşamalardaki ifadelerinde ve savunmalarında; jandarmaya küfür etmediğini, kendisinin de jandarma olduğunu, içinde bulunduğu bir teşkilata küfretmeyeceğini, yasadışı örgütle ailece, köyce mücadele ettiklerini (Dz.13.17,20,54,92) beyan etmiştir. Bu duruma göre; tanıklar Ersin KAÇAR ve Vecdi BALCI’nın, sanık ile aralarında bir tartışma ve kavga olması nedeniyle (Tanık Tahir TAPTIK’ın beyanına göre sanığın Ersin KAÇAR’ı öldürmek istediğini beyan edecek kadar) bu tanıkların beyanlarının objektif olmayacağı hatıra gelmektedir. Zira bunlar, tartışma ve kavga ortamının verdiği duygu içersinde, sanığın küfür ettiğini söyleyebilecekleri gibi, sanığın yapmış olduğu küfürün muhatabı ve içeriği konusunda gerçeğe aykırı veya abartılı beyanlarda da bulunabilirler. Bu nedenlerle, başkaca delillere de ihtiyaç vardır ve fakat bu konuda dosyada başka delil yoktur. Bu bakımdan sanığın jandarmaya küfür ettiği ve TCK.nun 159 ncu maddesinde tanımlanan suçun oluştuğu hususunda mahkûmiyetine yeterli delil bulunmadığı, maddi eylemin kuşkulu olduğu sonucuna varılmıştır. TCK.nun 159.maddesindeki “Devletin Askerî Kuvvetleri”nden maksadın, Türk Silahlı Kuvvetleri olduğu kuşkusuzdur. T.S.K.ni Genkur.Başkanlığı temsil etmekle beraber, Kuvvet Komutanları, J.GnK.lığı da ordunun ana unsurlarını teşkil etmektedir. Bu nedenle, bu unsurlardan birinin bütün olarak hedef alınması halinde TCK.nun 159.md.sinin ihlal edilmiş olacağı açıktır. Keza, jandarmanın, genel kolluk gücü olarak “Devletin Emniyet Güçleri” içerisinde yer alması nedeniyle jandarma güçlerinin tamamının hedef alınması halinde de 407 TCK.nun 159.maddesinin ihlali söz konusu olacaktır. Bu nedenlerle, Dairenin eylem sabit olsa bile TCK.nun 159 ncu maddesindeki suçun oluşmayacağına dair kabulü yerinde görülmemekle beraber, eylemin sübuta ermediği hususundaki kabulünde isabetsizlik bulunmadığından aksi düşünceye dayalı itirazın reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 408 TÜRK CEZA KANUNU Md.159 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/122 K. No :1999/111 T. :27.05.1999 ÖZET Askerlik hizmetinin işleyişi ile ilgili olan; fakat genel olarak askerlik hizmetinden kaçınılmasını telkin etmeyen söz ve yayınlar T.C.K.nun 155 nci maddesinde yazılı halkı askerlikten soğutmak yolunda yayın ve telkinatta bulunmak suçunu oluşturmaz. As.C.K.nun 95/4 ncü maddesinde yazılı suçun oluşması için ise, tahkir ve tezyifin, amir veya komutanlara astların duyması gereken sevgi ve saygı ile güven duygusunun zedelenmesi amacına yönelik olması gerekir. Türk Harp-İş Sendikası Gölcük Şubesi Başkanı olan sanığın Gölcük Anıtpark’ta okuduğu bildiri, eleştiri sınırları dışında T.S.K.nin demokrasi , işçi-işveren ilişkileri ve sendikalar açısından çağdaş olmadığı yolunda ifadeler içeren niteliği itibarıyle T.C.K.nun 159 ncu maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiğinden, 353 sayılı kanunun 11 nci maddesinde belirtilmeyen bu suça bakmaya askerî mahkeme görevli değildir. Dosya içeriğine ve delillere göre olay; Gölcük Tersanesinde çalışan bir bayan işçinin aynı tersanede görevli Alb. B.S. tarafından azarlandığının, adı geçen işçinin bağ1ı olduğu sendika yönetimine bildirilmesi üzerine, Türk Harp-İş Sendikası Gölcük Şubesi Başkanı olan sanığın, 2.3.1998 günü Gölcük Anıtpark'ta tam metni dosyada bulunan "Basın Açıklaması" "Askerî İş Yerlerinde Baskılar, Demokratik olmayan Davranışlar ve Hak İhlalleri sürüyor" başlıklı bildiriyi tersane işçileri ve asker olmayan kişilerden oluşan topluluğun huzurunda okuması ve bildiride yer verdiği sözlerle As.C.K.nun 95/4 ncü maddesinde yazılı suçu işlediği iddiasından 409 ibarettir. Sanığın söz konusu bildiriyi topluluk huzurunda okuduğu dosya kapsamı ile sabit olduğu gibi bu konuda bir anlaşmazlık da yoktur. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, suç vasfına, bunun doğal sonucu olarak da göreve ilişkin bulunmaktadır. Askerî Savcı; sanığın eyleminin askerî mahkemenin görevine giren As.C.K.nun 95/4 ncü maddesinde yazılı "Astlık Üstlük münasebetlerini zedelemeye, komutanlara karşı güven hissini yok etmeye matuf olarak alenen tahkir ve tezyif- edici fiil ve harekette bulunmak" suçunu oluşturduğunu ileri sürerek temyize gelmiştir. Ancak Daire; askerî mahkemenin, sanığın eyleminin TCK.nun 159 ncu maddesinde düzenlenen "Devletin askerî kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif etmek” suçunu oluşturabileceği gerekçesiyle, yani suç vasfına bağlı olarak sanık hakkında vermiş olduğu görevsizlik kararını yasaya uygun bularak onamıştır. Başsavcılık ise; sanığın eyleminin TCK.nun 155 nci maddesinde cezai müeyyide altına alınan ve askerî mahkemelerin görevine giren "Halkı Askerlikten Soğutmak" suçunu oluşturduğu görüş ve düşüncesindedir. Askerî Mahkemelerin, asker olmayan kişilerin işledikleri suçlardan hangilerine bakacakları 353 S.K.nun 11 nci maddesinde suç adı ve bu suçlara ilişkin kanun ve madde numaraları gösterilmek suretiyle sınırlı bir şekilde belirtilmiştir. TCK.nun 155 nci maddesinde düzenlenen Halkı askerlikten soğutmak suçu As.C.K. nun 58.maddesindeki atıf sebebiyle l1.maddenin (A) Bendinde yer aldığı gibi, As.C. K.nun 95.maddesi de aynı bentte askerî mahkemelerin bakacağı suçlar arasında gösterilmiştir. TCK. nun 159.maddesi ise Askerî mahkemelerin görev alanına girmemektedir. Şu halde, asıl sorun “görev” sorunudur ve bunun çözümü suç vasfına göre öncelik taşımaktadır. Gerçekten de eylemi nitelendirmek yargılamayı yapan mahkemenin yetkisindedir (353 S.K.nun Md.l65). Ancak sanığın asker kişi olmaması ve suçun “askerî mahal” sayılmayan bir yerde işlenmesi nedeniyle, görevli yargı yerinin belirlenmesi, eylemin nitelendirilmesine bağlı bulmaktadır. Bir başka ifadeyle eylem 353 S.K.nun 11 nci maddesinin (A) (B) ve (C) bentlerinde gösterilen suçlardan birisini oluşturuyorsa bu suça ilişkin davaya askerî mahkemede bakılacaktır; buna karşılık fiilin bu maddede sayılanlar dışında kalan bir suçu oluşturması söz konusu ise davaya adliye mahkemelerinde bakılması gerekecektir. Bu itibarla, öncelikle sanığın eyleminin askerî 410 mahkemenin görevine giren suçlardan birini oluşturup oluşturmayacağı tartışılmıştır. TCK.nun 155 nci maddesinde, halkı askerlikten soğutmak yolunda yayın ve telkinatta bulunmak cezalandırılmıştır. Askerlikten maksat, TC.Anayasasının 72 nci maddesinde ifadesini bulan ve her Türk'ün hakkı ve ödevi olan vatan hizmetidir. Telkin ise, hedef alınan kişilere doğru ya da yanlış bir fikrin, bir inancın aşılanması gayreti olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla, bu suçun oluşması için, failin, halkı askerlik hizmetinden soğutmak maksadıyla hareket etmesi, askerlik yapmanın doğru ve gerekli olmadığı yolunda sözler sarfederek veya yayında bulunarak askerlik hizmetini kötülemesi ve halkı bu şekilde yönlendirme çabası içine girmiş olması gereklidir. Bu nedenle askerlik hizmetinin işleyişi ile ilgili olan, fakat genel olarak askerlik hizmetinden kaçınılmasını telkin etmeyen söz ve yayınlar bu suçu oluşturmaz. As.C.K.nun 95/4 ncü maddesinde ise, astlık-üstlük münasebetlerini zedelemeye, amir veya komutanlara karşı güven hissini yok etmeye yönelik alenen hakaret veya aşağılayıcı eylemler cezalandırılmıştır. Böylece TSK.nin esasını teşkil eden askerî disiplinin korunması amaçlanmıştır. Silahlı Kuvvetlerde disiplinin temini için, üst ve amirlere karşı, astların sevgi ve saygı ile güven duymaları gereklidir. Bu bakımdan bu maddede yazılı suçun oluşması için, tahkir ve tezyifin, söz konusu duygunun ortadan kaldırılması veya zedelenmesi amacına yönelik olması şarttır. Sanık tarafından okunan bildiri bu açıdan incelendiğinde; Gerek TCK.nun 155 nci maddesinde gerek As.C.K.nun 95/4 ncü maddesinde düzenlenen suçların maddi unsurlarını taşımadığı görülmektedir. Bildiride, Alb.B.S.'nın sendika üyesi bir bayan işçiye karşı davranışları eleştirilip kınanmakta ve buna izin verilmeyeceği ifade edildikten sonra, TSK. de işçi-işveren münasebetleri, TSK.nin demokrasi anlayışı, işçi memur ayırımı, TSK. nin askerî işyerlerindeki sendikaya yaklaşımı olumsuz olarak değerlendirilmekte ve nihayet Alb.B.S. adı geçen işçiye karşı davranışları nedeniyle uyarılmaktadır. Bildiri, bu mahiyeti itibariyle eleştiri sınırlarını aşmakta, TSK.lerinin demokrasi, işçi-işveren ilişkileri ve sendikalar açısından çağdaş olmadığı yolunda ifadeler içermekte bu niteliği itibariyle de tahkir ve tezyif edici bir nitelik taşımaktadır. Dolayısıyla, bu eylemin TCK.nun 159. maddesi kapsamında değerlendirilmesinde isabet görülmüş ve tavsife ilişkin 411 olarak ileri sürülen diğer değerlendirme ve iddialar kabule değer bulunmamıştır. Bu nedenle, eylemi bu biçimde niteleyerek ve bunun sonucu olarak Askerî Mahkemenin görevsizliğine karar veren yerel mahkemenin bu kararını onayan Daire kararında bir isabetsizlik görülmemiş ve Başsavcı1ığın itirazının reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 412 TÜRK CEZA KANUNU Md.159 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/132 K. No :1999/147 T. :01.07.1999 ÖZET Mektup, makale v.b. gibi yazılı metinlerde hakaret, sövme, tahkir ve tezyif gibi unsurların bulunup bulunmadığı değerlendirilirken, bunlarda belli bir kişiye yönelik değer yargısı yoksa, yazanın suç kastı ile hareket edip etmediğinin belirlenebilmesi için metnin bütününün değerlendirilmesi gerekir. Dava konusu mektupta yer alan bazı sözcükler ve ibareler seçilmeksizin mektup bir bütün olarak ele alınıp değerlendirildiğinde sanığın gerek T.S.K.ni gerek askerliğini yaptığı birlikte görevli üst ve amirlerini hedef almadığı açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Sübutunda kuşku bulunmayan olayda Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, eylemin suç teşkil edip etmediğine ilişkin olduğundan bu çerçevede yapılan incelemede, öncelikle vurgulanması gereken husus, mektup, makale v.s. gibi yazılı metinlerde hakaret, sövme, tahkir ve tezyif gibi unsurların bulunup bulunmadığı değerlendirilirken, bunlarda belli bir kişiye yönelik değer yargısı yoksa, yazarının suç kastı ile hareket edip etmediğinin belirlenebilmesi için, metnin bütününün değerlendirilmesi gerektiğidir. Dava konusu mektupta yer alan bazı sözcükler ve ibareler seçilerek ve bütünden soyutlanarak ele alındığında, atılı suçun veya en azından As.C.K.nun 85 nci maddesinde tanımlanan üste hakaret suçunun oluşacağı kabul edilebilirse de, mektup bir bütün olarak ele alınıp değerlendirildiğinde sanığın gerek T.S.K.ni gerek askerlik hizmetini yaptığı birlikte görevli amir ve üstlerini hedef almadığı açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Daire ilâmında da isabetli olarak belirtildiği gibi; sanık, bu mektupla arkadaşına kendi ifadesiyle hava atmak ve ne kadar rahat bir 413 ortamda askerlik yaptığını ifade etmek istemektedir. O kadar ki asker ocağında oruç tutmayı bırakmış ve içkiye düşmüştür. Ayrıca, kendisi dahil, erbaş ve erlerin büyük çoğunluğunun kız arkadaşları ve onlarla ileri derecede ilişkileri bulunmaktadır. Ancak, sanığın aşamalardaki ifadelerinde bunların gerçeği yansıtmadığını ifade ettiği görülmektedir. Esasen, yazılanların ne kadar abartılı olduğu mektup okunduğunda açıkça anlaşılmaktadır. T.C.K.nun 159 ncu maddesindeki suçun oluşabilmesi için; Türklüğün, Cumhuriyetin, Büyük Millet Meclisinin, Hükümetin Manevi Şahsiyetinin, Bakanlıkların, Devletin Askerî veya Emniyet Muhafaza Kuvvetlerinin veya Adliyenin Manevi Şahsiyetinin alenen tahkir ve tezyif edilmesi ve failin bu eylemini,anılan maddede bahse konu edilen hukuki varlıkları bilerek ve isteyerek ve alenen tahkir ve tezyif etmek özel kastı ile gerçekleştirmiş bulunması gerekmektedir. Bu nedenle, mektubun üçüncü sayfasında "Murat şu anasını s.k.ettiğimin asker ocağında çektiğim, düşündüğüm, gördüğüm, yaşadığım şeyler beni çok yıprattı...sivilde yemediğim b...ı asker ocağında yaptım...amcaoğlu burası asker ocağından hariç her b...a benziyor, çoğu o...çocuğu, emmioğlu daha benim 260 günüm var, taa anasını s.k.edeyim ben böyle işin" şeklindeki ibarelerin T.S.K.ni tahkir ve tezyif amacıyla yazılmadığını, "çoğu orospu çocuğu" biçimindeki hakaret içeren sözlerin, hiçbirisini tınlamadığını ifade ettiği alt-üst devre tertiplere ve bunlardan yalakalık yapanlara yönelik olduğunu, her hangi bir üstünü veya amirini hedef almadığını kabul eden Daire kararında isabetsizlik görülmemiştir. Bu kabul sonucuna göre; eylemin adiyen hakaret suçunu oluşturabileceği hatıra gelebilirse de, şikayete tabi olan bu suçun muhatabının da belli olmaması nedeniyle, sanığın eyleminin, küfürbaz kişiliğini yansıtan ve disiplin tecavüzünden öteye geçmeyen nitelikte olduğu sonucuna varılmış ve Başsavcılığın itirazı kabule değer görülmeyerek oybirliği ile reddedilmiştir. 414 TÜRK CEZA KANUNU Md.159 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/153 K. No :1999/150 T. : 01.07.1999 ÖZET 1) Asker veya sivil olsun kişiyi kamu personeli statüsünden çıkaran ayırma işleminin hukuki sonuç doğurabilmesi için onaydan sonra ilgiliye tebliğ edilmesi gerekir. 26.5.1997 tarihli Yüksek Askerî Şura kararı ile disiplinsizlik nedeniyle re’sen T.S.K.den ayırma işlemine tâbi tutulması kararlaştırılan sanık astsubaya Bakan onaylı bu işlemin 27.5.1997 tarihinde tebliğ edilmesiyle tebliğ anından itibaren asker kişi sıfatı sona erer. 2) Ayırma işleminin tebliğinden, yani asker kişi statüsü sona erdikten sonra sanığın Tabur Komutanının odasında sarfettiği sözlerde asker kişiler tarafından işlenebilen üste hakaret ve üste kavli tehdit suretiyle hürmetsizlik suçları oluşmaz. T.S.K.ne yönelik olarak sarf edilen sözlerin sübutu halinde T.C.K.nun 159 ncu maddesinde tanımlanan suçu oluşturacağı, ancak bu maddenin asker olmayan kişilerin askerî mahkemelerde yargılanma koşullarını belirleyen 353 sayılı kanunun 11 nci maddesinde yer almaması nedeniyle atılı suçun sübuta erip ermediği yönünden değerlendirme yapmak ve hüküm tesis etmek görevi askerî yargı organlarının görev alanı dışındadır. Dava konusu olayda sanığın, Silahlı Kuvvetlerden ayırma işleminin kendisine tebliğinden sonra, iddianamede yer alan sözleri sarfettiği hususunda kuşku yoktur. Ancak, sanık bu ayırma işlemi nedeniyle "askerî şahıs" statüsünden çıkıp sivil kişi statüsüne geçtiği için eylemin nitelendirilmesinde "askerî şahıs" sıfatının sona erdiği tarihin ve hatta anın tespiti önem arz etmektedir. Zira, cezai sorumluluğu da buna göre belirlenecektir. Esasen Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık ve çözümlenmesi gereken mesele de budur. 415 Bu meselenin çözümü için kamu hizmeti personelinin memur statüsüne girişi ve bu statünün sona erişi ile ilgili kuralların ve tasarrufların irdelenmesi zorunludur. Doktrinde, bir kişinin memur statüsüne girişini sağlayan atama tasarrufunun maddi bakımdan bir şart-tasarruf olduğu,idari tasarruf ve icrai karar niteliğinde olan bu hukuki tasarrufun, hukuki niteliği hususunda değişik teoriler bulunmakla beraber, yurdumuzdaki tatbikat ve idari yargı içtihatlarının atamayı, bir taraflı ve fakat nakıs bir idari tasarruf ve kabul ile bu vazifeye başlamayı bu tasarrufu tamamlayan ve hükümlerinin cereyana başlamasına esas teşkil eden ayrı bir şart ve muamele sayan teoriye temayül ettiği, Kişiyi memur statüsünden çıkaran "azil/ayırma" işleminin de tek taraflı ve şart-tasarruf niteliğinde bir hukuki tasarruf olduğu, atama ve ayırmanın birbirine zıt hukuki neticeler doğuran aynı mahiyette birer tasarruf olduğu, İfade edilmektedir. (Ord.Prof.S.S.ONAR İdare Hukukunun Umumi Esasları 3.Bası II.Cilt s.1153-1275) Bu açıklamalar ışığında, asker veya sivil olsun kişiyi kamu personeli statüsünden çıkaran ayırma işleminin de hukuki sonuç doğurabilmesi için onaydan sonra ilgiliye tebliğ edilmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Zira, bu tebligat yapılıncaya kadar bu kişinin ifa ettiği kamu görevinin gereği olarak kullandığı yetkiler, yapmış olduğu tasarruflar vardır. İşlemin onay ile hukuki sonuç doğurduğu kabul edildiği takdirde yapılan işlemler tartışılır hale gelecektir. Böyle bir durumun, idarenin devamlılık ve istikrar prensibi ile bağdaşmayacağı açıktır. Ayrıca, idarenin tek taraflı tasarrufu ile görevine son verilen/ayırma işlemine tabi tutulan kişinin de bu tasarruf aleyhine başvurabileceği hukuki yollar bulunmaktadır. Örneğin, dava açma süresi, işlemin ilgiliye tebliğinden itibaren başlamaktadır. Bu nedenlerle, ayırma işleminin hukuki sonuç doğurduğu tarihin ilgiliye tebliğ tarihi olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Bu duruma göre somut olay incelendiğinde; Yüksek Askerî Şura tarafından sanığın, TSK.den disiplinsizlik nedeniyle re'sen ayırma işlemlerinin yapılmasına 26.5.1997 tarihinde karar verildiği ve aynı tarihte 5434 sayılı kanunun 39/E maddesi gereğince re'sen ayrılmasının Bakanlık onayı ile kabul edildiği ve 5.6.1997 tarihine kadar ilişiğinin kesilmesinin istenildiği, bu işlemin sanığa heyet huzurunda 27.5.1997 tarihinde tebliğ edildiği ve tabancasının teslim alındığı, Subay, Astsubay Künye Defterine 27.5.1997 416 tarihinde ayrıldığı belirtilerek "Re'sen Emekli" kaydı ile sayfasının kapatıldığı, aynı tarihli ilişik kesme belgesi tanzim edildiği ve 27.5.1997 tarihinde tanzim edilip bağlı olduğu Yapraklı Askerlik Şubesi Başkanlığına gönderilen terhis belgesinde ise terhis tarihinin 5.6.1997 olarak yer aldığı görülmektedir. Bu belgelerden, sanığa ayırma işleminin 27.5.1997 tarihinde tebliğ edildiği ve tebliğ anından itibaren de sanığın asker kişi sıfatının sona erdiği, 5.6.1997 tarihinin idarenin alt kademelere tanımış olduğu nihai süre olduğu ancak, birlik komutanlığının emri alır almaz gereğini yaptığı açık olarak anlaşılmaktadır. Bu nedenlerle, sanığın asker kişi sıfatının sona erdiği tarihin Daire tarafından işlemin onay tarihi olan 26.5.1997 olarak kabul edilmesinde isabet olmadığı gibi, Askerî mahkeme tarafından 5.6.1997 olarak kabul edilmesinde ve Başsavcılığın aynı doğrultudaki görüşünde isabet olmadığı ve sanığın bu sıfatı 27.5.1997 tarihinde işlemin tebliği ile kaybettiği, bu andan sonra sivil kişi statüsünde olduğu sonucuna varılmıştır. Dosyadaki delillere göre suça konu olayın, ayırma işleminin tebliğinden, yani askerlik statüsü sona erdikten sonra Tb.K.Yb.Z.K.nın sanığı odasına çağırarak nasihat etmesi üzerine, sanığın da iddianamede sarfedilen sözleri söylediği anlaşılmaktadır. Bu anda sanık artık sivil kişi statüsünde olduğundan iddianamede yer alan maddi eylem bu çerçevede değerlendirildiğinde, asker kişiler tarafından işlenebilen üste hakaret ve üste kavli tehdit şeklinde hürmetsizlik suçlarının oluşmayacağı oybirliği ile kararlaştırılmıştır. Bu nedenle eylem, sivil kişilerin işlediği suçlar ve bunların askerî mahkemelerde yargılanmalarını belirleyen yasa hükümlerine göre değerlendirilmelidir. İddianamede TCK.nun 159 ncu maddesinin ihlali niteliğinde olduğu belirtilen eylemin, sanığın şahsı ile ilgili bölümler çıkarıldığında "....siz ne yapıyorsunuz, Atatürkçülüğü zorla kabul ettirmek istiyorsunuz, ben meddah olmak istemiyorum....Atatürkçülüğü meddahlıkla kabul etmek istemiyorum...bu attıklarınızın etrafı var, yalnız değiller, bunun hesabı sorulacak, masum insanlar ölecek, kan akacak, sorumlusu siz olacaksınız.....sizin gibi bir yerlerden emir almıyoruz....İsrail'den emir alıyorsunuz....." şeklinde sarfedilen sözlerden ibaret olduğu görülmektedir. Bu sözlerin, muhatabının belirlenebilmesi için yurdumuzda yaşanan ve yaşanmakta olan olayların ve gelişmelerin irdelenmesi gereklidir. 417 Mevzuatımıza göre (211 sayılı TSK.İç Hizmet Kanunu Madde 35) vazifesi "Türk Yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak" olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Atatürk ilkeleri ve bunlar arasında önemli yeri olan laiklik konusundaki hassasiyeti ile bu amaçla ve TSK.de disiplinin askerliğin temeli olması nedeniyle bunun korunması ve idamesi için idari bir tedbir olarak bazı personel hakkında Silahlı Kuvvetlerden ayırma işlemi tesis ettiği herkes tarafından bilinen bir keyfiyettir. Sanık tarafından sarfedilen sözlerin bir tabur komutanı Yarbayın görev ve yetkileri içindeki şeyler olmadığı açıktır. Yine bir Yarbayın İsrail’den emir almayacağı sanığın da çok iyi bildiği bir husustur. Nitekim,Tabur Komutanı Askerî Savcı tarafından saptanan ifadesinde sanığın yaptığı konuşmalardan "öteki dünyada iki elim yakanızda olacak bunun hesabını vereceksiniz" sözü dışındaki sözlerinin tamamının TSK.ne yönelik olduğunu beyan etmektedir. Bu nedenlerle, sarfedilen bu sözlerle Tabur Komutanının hedef alındığı, buna karşılık TSK.nin hedef alınmadığını kabul eden görüşlere iştirak edilmemiştir. Esasen, TCK.nun 159 ncu maddesinin ikinci fıkrasında "Birinci fıkrada beyan olunan cürümlerin irtikabında muhatap sarahaten zikredilmemiş olsa bile, onlara matufiyetinde tereddüt edilmeyecek derecede karineler varsa, tecavüz sarahaten vukubulmuş addolunur." hükmü yer almaktadır. Bu durumda, eylemin TCK.nun 266 ve müteakip maddelerinde tanımlanan suçu oluşturmayacağı, sübutu halinde TCK.nun 159 ncu maddesinde tanımlanan TSK.ni tahkir ve tezyif suçunu oluşturacağı, ancak bu maddenin asker olmayan kişilerin askerî mahkemelerde yargılanma koşullarını belirleyen 353 sayılı kanunun 11 nci maddesinde yer almaması nedeniyle atılı suçun sübuta erip ermediği yönünden değerlendirme yapmak ve hüküm tesis etmek görevi askerî yargı organlarının görev alanı dışında olduğundan hükmün, itiraza atfen görev yönünden bozulmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 418 TÜRK CEZA KANUNU Md.159 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/155 K. No :1999/190 T. : 04.11.1999 ÖZET Sanık Çvş. Arkadaşına yazdığı mektupta üstlerini ve silahlı kuvvetleri küçük düşürücü sözler yazdığı için yargılanmaktadır. Sanık Çvş. T.K.nın Erdek K.K.K.lığı Özel Eğitim Mrk.K.lığı emrinde asker olan teyzesinin oğluna yazdığı mektubun, muhataba verilmeden Bölük İdare Muhtırasındaki hüküm gereğince Bl.K.nı tarafından kontrol amacıyla da olsa, açılıp okunmuş olması ile alenileştiği, daha sonra mektubun üst komutanlara soruşturma evrakı hazırlanıncaya kadar arz edilerek aleniyetin yaygınlaştığı, Yüksek Fizik Mühendisi olan sanığın mektubun açılıp okunduğunu bilerek mektubu postaya verdiği bu suretle aleniyetin gerçekleştiği görülmektedir. Sanığın Kütahya Hv.Er Eğt.Tug.Des.Grup.K.lığı emrinde askerlik hizmetini yaparken K.K.K.lığı Erdek Özel Eğitim Merkez K.lığı emrinde kendisi gibi askerlik hizmetini yapmakta olan akrabasına, gerekçeli hükümde, içeriğinden alıntılar yapılan mektubu yazdığı konusunda bir tereddüt ve uyuşmazlık yoktur. Daire; mektupta yer alan ve suç teşkil ettiği iddia edilen sözlerin müsned suçu oluşturup oluşturmadığı konusuna girmeden, konu ile ilgili bir kısım Askerî Yargıtay İçtihatlarına da dayanarak mektubun görevliler tarafından yapılan kontrol sırasında ele geçmiş olması nedeniyle TSK.ni tahkir ve tezyif niteliğini taşıdığı Mahkemece kabul edilen sözlerin muhatabına ulaşmadan, sanığın iradesi dışında öğrenilmişolması sebebiyle, olayda, Devletin Askerî Kuvvetlerinin Manevi Şahsiyetini Alenen Tahkir ve Tezyif suçunun yasal unsuru olan ''Aleniyet” unsurunun gerçekleşmediğini kabul ederek mahkûmiyet hükmünü esas yönünden bozmuş, 419 Başsavcılık da, yine Askerî Yargıtay'ın konu ile ilgili aksi yöndeki içtihatlarına yer vererek, olayda Aleniyet unsurunun gerçekleştiğini ve mektupta yer alan sözlerin müsned suça vücut verdiğini ileri sürmüştür. Bu nedenle öncelikle T.C.K.nun 159 ncu maddesinde suçun maddi unsuru olarak öngörülen Aleniyet unsurunun işbu dava konusu olayda gerçekleşip gerçekleşmediği konusunun irdelenmesi gerekmektedir. Anayasamızın "Suç ve Cezalara ilişkin Esaslar" başlıklı 38 nci maddesinin 8 nci fıkrasında, İdarenin, kişi hürriyetinin kısıtlanması sonucunu doğuran bir müeyyideyi uygulamayacağı belirtilirken, Silahlı Kuvvetlerin iç düzeni bakımından bu hükme kanunla istisnalar getirilebileceği öngörülmüştür. 1324 Sayı1ı Genelkurmay Başkanının Görev ve Yetkilerine Ait Kanunun "Görev, Yetki ve Sorumluluk'' başlığını taşıyan II .Bölümde yer alan hükümler ile yasal dayanağını 1324 Sayılı Kanunun, 2 ve 5 nci maddelerinde bulan Bölük İdare Muhtırası'nın (KKYY:164-20 (YY-10) 12/e maddesindeki ''Gelen ve giden mektupların kontrol edilmeden gönderilmelerine ve dağıtmalarına kesinlikle müsaade edilmez" şeklindeki hüküm karşısında, Erbaş ve Erlerin gönderdikleri mektupların veya Erbaş ve Erlere gelen mektupların görevlilerce açılıp okunabileceği, istihbarata karşı koyma ve diğer askerî mülahazalarla getirilmiş olan bu düzenlemelere uygun olan, Birlik Komutanlıklarınca Erbaş ve Erlere gelen ve giden mektupları okumaları keyfiyetinin, Haberleşme Özgürlüğüne kanunsuz müdahale olarak değerlendirilemeyeceği ve ayrıca Bölük Komutanlarının Erbaş ve Er mektuplarını okumalarının, askerî bir hizmet ve görev olduğu kabul edildikten sonra; Sanığın kendisi gibi askerlik hizmetini yapmakta olan akrabasına gönderdiği mektupla işlediği iddia olunan Devletin Askerî Kuvvetlerinin manevi şahsiyetini alenen tahkir ve tezyif Suçundaki "Aleniyet" şartının gerçekleşip gerçekleşmediği konusuna gelince; Sanığın KKK.lığı Erdek Özel Eğitim Merkez K.lığı emrinde asker olan teyzesinin oğluna yazdığı mektubun bu Komutanlığa ulaşmasından sonra, ancak muhatabına verilmeden önce, Bölük İdare Muhtırasındaki hüküm gereğince, Bölük Komutanı tarafından kontrol amacıyla da olsa, açılıp okunmuş olması ile alenileştiği, daha sonra mektubun sıralı Üst Komutanlara intikal ettirildiği ve dolayısıyla soruşturma evrakı hazırlanana kadar başkalarının da mektupta yazılanlardan bilgisi olduğu ve aleniyetin yaygınlaşarak gerçekleştiği 420 kabul edilmiş, ayrıca Yüksek Fizik Mühendisi olan sanığın erbaş ve Er mektubunun açılıp okunduğunu bilerek yazdığı mektubu postaya vermiş olmakla mektubunun aleniyete çıkmasını kendisinin de istediği kanaatine varılmıştır. 421 TÜRK CEZA KANUNU Md.230 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/54 K. No :1999/41 T. : 25.02.1999 ÖZET 15.3.1997 günü 06.00-18.00 saatleri arasında Kurt tepesi mevkiinde keşif ve gözetleme yapmak üzere yedi erden oluşan bir timin başında görevlendirilen sanık astsubayın, on iki saatlik zaman dilimi içinde, yarım saatlik süre hizmetten ayrı kalmış olmasında görevi ihmal suçunun maddi ve manevi unsurlarının oluşmadığı görülmektedir. 15.3.1997 günü saat 06.00-18.00 arasında Kurt tepesi mevkiinde keşif ve gözetleme yapmak üzere sanığın komutasında yedi erden oluşan bir timin görevlendirildiği, sanığın da imzası bulunan görev emrinde görev mahallinden hiç ayrılınmayacağı ve şüpheli her hareketin karakola bildirileceğinin açıkça belirtildiği; sanığın tim komutanı olarak verilen bu görev uyarınca belirtilen saatte görev bölgesine intikal ettiği, uzunca bir süre Kurt tepesinde kaldıktan sonra yanına Er Ahmet FENER’i de alarak Perisu çayı kenarına indiği, bir süre sonra bulunduğu yerden seslenerek bir erin daha yanına gelmesini istemesi üzerine Onb.Kazım DOĞAN’ın da aşağı indiği, sanığın Perisu çayında balık tutmaya başladığı, saat 15.30 sularında timi kontrola çıkan İlçe J.K. Yzb.Mustafa KOÇ ve 5.P.Bl.K.Ütğm.Zekai KORKUT’un sanığı yanında iki er olduğu halde balık tutarken görüp tutanak düzenledikleri anlaşılmaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık sanığın balık tuttuğu Perisu çayı kenarının Kurt tepesi mevkii içerisinde olup olmadığına, sanığın görev mahallini terk edip etmediğine, dolayısıyla bu eylemin hangi suçu oluşturduğuna ilişkin bulunmaktadır. Daire mevkii teriminin belirlenen bir noktanın aynı zamanda civarını da içermekte olduğunu sanığın ses mesafesinde bulunan Perisu çayı yanına inmesinin görev yerini terk olarak nitelendirilemeyeceğini, ancak görevle ilgili olmayan 422 balık tutması eyleminin görev sınırlarını ihlal ederek 477 Sayılı Kanunun 48 nci maddesini ihlal suçunu oluşturacağı görüşüne ulaşmasına karşın; Başsavcılığın sanığın, görev yerini terk edip çay kenarına inerek balık tutmasının görevi dışında olduğunu, sonuçta sanığın bariz ve yoğun bir kasıt altında memuriyet görevini ihmal suçunu işlediğini kabul ettiği anlaşılmaktadır. Toplanan delillere göre; sanığın görev yerine intikal ettikten sonra uzunca bir süre görev yerinde kaldığı ve daha sonra Perisu çayı kenarına indiği, olay mahallinde keşif yapılmamakla beraber çay kenarı ile Kurt tepesi arasının ses mesafesinde olduğu, Perisu çayı kenarının da Kurt tepesi mevkiinin içerisinde sayılabileceği ihtimalinin de reddedilemeyeceği, belirlenmiş bulunmaktadır. Bu durumda; As.Yrg.Drl.Krl.nun 23.10.1997 gün ve 1997/135130 ile 5 nci Dairenin 17.6.1998 gün ve 1998/354-349 sayılı kararlarını da gözönüne alarak; sanığın on iki saatlik zaman dilimi içinde, yarım saatlik süre içinde hizmetten ayrı kalmış olmasında görevi ihmal suçunun maddi ve manevi unsurlarının oluşmadığını; keza on maddelik hizmet emrinin bir maddesindeki talimatın geçici sürede ihlalinin As.C.K.nun 87/1 nci maddesindeki emre itaatsizlikte ısrar suçunu da oluşturmayacağı, ancak 477 Sayılı Kanunun 48 nci maddesindeki “kast veya ihmal ile hizmete ait emri tam yapmamak, değiştirmek veya sınırını aşmak suretiyle itaatsizlik” suçunun oluşmuş olduğunu, görevi ihmal suçundan kurulan hükmün görev noktasından bozulmasına ilişkin As.Yargıtay 2 nci Dairesinin kararında isabet bulunduğu sonucuna ulaşıldığından, aksi görüşü içeren Başsavcılık itirazının Reddi cihetine oyçokluğu ile gidilmiştir. 423 TÜRK CEZA KANUNU Md.230 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. NO : 1999/143 K.NO : 1999/139 T. : 24.06.1999 ÖZET Sanığın Satın Alma komisyonun kıdemli üyesi olup komisyon başkanının birkaç saatliğine ayrıldığı esnada komisyonda görevli Svl.Memur tarafından hazırlanıp onayına getirilen geçici teminat iade yazısını memurun beyanına itibar edip tüm belgeleri gereği gibi incelemeden onaylayıp mühürlediği ve bu suretle sözleşme yapılmayan iki ihale ile ilgili geçici teminatların hazineye irad kaydı yerine müteahhit firmaya iadesi ile suçun maddi unsuru gerçekleşmiş ise de; olayın komisyon işlerinin yoğun olduğu döneme rastlaması, işlemin hızlı görülmesi düşüncesi ve olayı öğrenir öğrenmez derhal yasal yollara başvurarak yasal prosedürü başlatması nazara alındığında görevi ihmal kastının bulunmadığı sonucuna varılmıştır. İstanbul İç Tedarik Bölge Başkanlığınca açılan askerî birliklerin ayçiçek yağı ihalelerinden İzmir İç Tedarik Bölge Başkanlığı, İzmir Çiğli Hv.Eğt.K.lığı, İstanbul Deniz İkmal Grp.K.lığının ihtiyacı olan toplam 1.628.000. Kg.lık yemeklik ayçiçeği yağı ihalesini Candan market isimli bir firmanın kazandığı, ilgili firmanın ihaleye girmeden önce geçici teminatlarını yatırdığı, ihalenin sonuçlanmasından sonra kati teminatlar için banka teminat yazı ve belgelerin firmaca alınmasına rağmen sadece İzmir İç Tedarik Bölge Başkanlığı ile ilgili ihale için sözleşme yapılıp diğer iki ihale ile ilgili sözleşmenin yapılmadığı, Candan market firmasının yetkilisi olan Cengiz KOÇ'un 2.5.1994 günü İstanbul 1.Nolu satınalma komisyon başkanlığına gelerek İzmir İç Tedarik Bölge Başkanlığı ile ilgili sözleşmeyi, üç birlik adına yatırılmış kati teminatların menkul kıymet alındılarını da ibraz ederek üç birlik 424 adına yatırılan üç ayrı geçici teminatların çözülmesini talep ettiği, komisyon başkanlığı emrinde sekreter olarak görevli olup hakkındaki mahkûmiyet hükmünü süre dışında temyiz ettiğinden temyiz talebi reddedilen ve bu nedenle inceleme dışı tutulan Devlet Memuru N.D.'nin bu talebi inceleyerek menkul kıymet alındılarının arkasına "23.Noterliğin 29.4.1994 gün ve 7764 sayılı sözleşme yapıldığından iadesine” yazarak olay günü Komisyon Başkanı Alb.S.Y.'ın birkaç saatlik izinli bulunması sebebiyle en kıdemli komisyon üyesi olan sanığa imzaya çıkardığı, sanığın ihale dosyasını özellikle sözleşmeyi gerektiği şekilde incelemeden menkul kıymet alındılarının arkasına imza atıp mühür bastığı firma yetkilisinin bu üç geçici teminatla ilgili menkul kıymet alımlarını saymanlığa ibraz ettiği, 2 ihale ile ilgili sözleşme yapılmadığından Devlet ihale kanununa göre geçici teminatların hazineye irat kaydedilmesi gerekirken 880.920.000 TL.sının firma yetkilisine ödendiği, bunların ancak 3 yıl sonra, Ankara 13.Asliye Hukuk Mahkemesinin 16.12.1997 gün ve 1996/256,1997/813 kararı ile faizi ile birlikte geri alınmasına karar verildiği anlaşılmakla maddi olayın bu şekilde cereyan ettiğinde kuşku bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık bu eylemin ifası sırasında sanıkta suç işleme kastı bulunup bulunmadığı, konusudur. As.C.K.nun 144 ncü maddesi delaletiyle uygulanan TCK.nun 230 ncu maddesinde tarifini bulan memuriyet görevini ihmal suçu kasti suçlardandır. İhmali fiillerde de bizatihi sanıkta ihmal kastı olup olmadığı aranacaktır. (Askerî Yargıtayın istikrar bulan kararları da bu yöndedir. Örneğin Drl.Kurulu 16.4.1971 gün Es.25 Ka.24,14.1.1972 gün Es.6 Ka.6 sayılı kararları) Kast ise neticeyi istemek iradesidir. Kastın failin fiil söz ve davranışları ile ortaya konulması gerekmektedir. Dava konusu olayda sanık 1 Nolu satınalma komisyonunda en kıdemli üye olup sebebiylebirkaç saatliğine izinli bulunmaktadır. Satınalma komisyonunda işlerin yoğun oluşu da dikkate alındığında komisyonda sekreter olarak görevli Svl.Me.N.D. tarafından kendisine getirilen menkul kıymet alındılarının (geçici teminatlar) arkasına iadesi için yazılan yazıyı imzalayıp mühürlemesi esnasında, sözleşmeyi incelememek şeklinde ihmali fiilleri olmakla beraber, bu davranışı ile sonucu arzu etmediği, kendi beyanından anlaşılacağı üzere 13.6.1994 tarihinde olayı öğrenince 17.6.1994 tarihinde yazılı müracaatla yasal 425 prosedürü başlattığı, hazine zararının geç de olsa mahkeme kararı ile müteahhitten alındığı, sonuç itibariyle sanıkta suç işlemek kastı bulunmadığı kanaatine varılmakla, isabetli görülen Daire kararına yöneltilen Başsavcılığının itirazının Reddine oyçokluğu(8/7) ile karar verilmesi gerekmiştir. 426 TÜRK CEZA KANUNU Md.230 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/163 K. No :1999/154 T. : 08.07.1999 ÖZET İdari bir tasarrufla disiplin odasında muhafaza edilen üç eri istem sebebiyle İzmir’deki Askerî Savcılığa sevke memur edilen sanık astsubaya bu görevinin yapılmasına ilişkin açık ve yeterli talimat verilmediği, verilen araç ve gereci uygun şekilde kullandığı, garajda bagajdan eşyalar alınırken elleri kelepçeli iki erin kalabalıktan yararlanıp kaçmaları hadisesinde görevi ihmal suçunun unsurları itibariyle oluşmadığı görülmektedir. Aksaz Dz.Üs K.lığı Kh.ve Destek Kıtalar Komutanlığında görevli olup disiplin ceza ve tutukevinde bulunan (hangi suç veya suçlar sebebiyle disiplin ceza ve tutuk evinde bulundukları konusunda resmi bir yazı olmamakla beraber sanık Z. Y. ve tanık beyanlarına göre firardan dönmeleri sebebiyle ve firar suçu ile ilgili olarak bulunmaktadırlar.) Erler Salih GÜLER, Tezcan SEVİMLİ, Hakan ÇOŞKUN'u disiplin ceza ve tutukevinden alıp İzmir Güney Deniz Saha K.lığı Askerî Savcılığına teslim edilmesi için Tb.K.lığının 1.7.1997 tarihli emri ile sanığın ve muhafız çavuş S. K.'ın görevlendirildiği, bir adli olay sebebiyle tanık olan ve aynı savcılığa götürülmesi istenen Erler Bekir KANGAL ile Yunus YALÇIN'ı da, yanlarına alarak 2.7.1997 günü Marmaris ilçesinden,otobüse binip İzmir'e hareket ettikleri, firari erlerin ellerine kelepçe vurulduğu, 3.7.1997 günü saat 06.20 sularında İzmir garajına gelindiğinde otobüsün bagajından eşyaların alınması esnasında Er Salih GÜLER ile Tezcan SEVİMLİ'nin elleri kelepçeli olarak değişik istikametlere doğru kaçtıkları, muhafız çavuş S. K.’ın takip ederek Tezcan SEVİMLİ'yi yakaladığı, sanık Astsubayın firar etmeyen diğer Er ile tanık Erlerin yanında kaldığı Er Salih GÜLER'in yakalanamadığı, 2 gün sonra ağabeyisi tarafından getirilip birliğe teslim edildiği şeklinde cereyan eden olayda; 427 Maddi olayın yukarıdaki şekilde oluştuğunda bir anlaşmazlık yoktur. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık konusu, sanığın firari erlerin kaçmaması için yeterli emniyet tedbirlerini alıp almadığı, dolayısıyla da memuriyet görevini ihmal suçunun oluşup oluşmadığı konusudur. Daire, sanığa bu görevinin yapılması biçim ve gerekleri hakkında açık ve yeterli talimat verilmediği, verilen araç ve gereci uygun şekilde kullandığı, görevi ihmal suçunun unsurları itibariyle oluşmadığı görüşüne varmış, Başsavcılık ise sanığın görevin gereği olan tedbirleri almadığı suçun unsurları itibariyle oluştuğu görüşü ile daire kararına itirazda bulunmuştur. Bu olayda öncelikle dikkat edilmesi gerekli husus, firar eden erlerin tutuklu olmadıkları, işledikleri başka suçların soruşturulması amacıyla istem sebebiyle İzmir'deki As.Savcılığa sevk edilmelerinden önce idari bir tasarrufla disiplin odasında muhafaza edildikleri konusudur. Askerî ceza ve tutukevlerinin yönetimine ve cezaların infazına dair yönetmeliğin 63 ncü maddesine göre sevk sırasında tutuklulara dahi kelepçe vurulması, ağır cezalı suçlar hariç ceza ve tutukevi müdürünün takdirine bırakılmıştır. Disiplin Ceza ve tutukevinde olup Güney Deniz Saha K.lığı Askerî Savcılığına götürülecek olan erler Salih GÜLER, Tezcan SEVİMLİ, ve Hakan ÇOŞKUN tutuklu olmadıkları halde sanık tarafından üçüne de ayrı ayrı kelepçe takıldığı, er Salih GÜLER ile Tezcan SEVİMLİ'nin İzmir’de otobüsten inildiğinde bagajdan eşyalar alınırken elleri kelepçeli olarak kaçtıkları, sanığın kaçmayan er Hakan ÇOŞKUN ile diğer 2 erin yanında kaldığı, anlaşılmaktadır. Sanığa bu görevin nasıl yerine getirileceği konusunda bir talimat verilmediği gibi gerek kendisine ve gerekse muhafız olarak görevlendirilen ve hakkında dava açılıp beraatına karar verilen çavuş S. K.'a görevin gereği olarak silah ve uygun gereçler verilmeyerek sevk ve idare tarzı tamamen sanığın insiyatifine bırakılmıştır. Herkesten ideal anlamda görev beklemek mümkün değildir. Sanık da kendi ölçülerine göre tedbirleri almış (örneğin ellerine ayrı ayrı kelepçe takmış, zati tabancasını yanına almış) ayrıca İzmir otogarının çok kalabalık oluşu nedeniyle bir kazaya sebebiyet vermemek için silahını kullanamamıştır. Er Salih GÜLEN’in İzmirli olması sebebiyle yöreyi de çok iyi tanıdığından yakalanamadığı da göz önünde tutulduğunda; sanığa isnat edilen memuriyet görevini ihmal suçunun unsurları itibariyle oluşmadığı sonucuna varılmakla, Yerel Askerî Mahkemece verilen beraat hükmünü onayan Daire kararında 428 isabet bulunduğundan Başsavcılığın itirazının Reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 429 TÜRK CEZA KANUNU Md.240 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/25 K. No :1999/56 T. : 18.03.1999 ÖZET Kantin mutemedi sanığın, kantin adına 27 fatura karşılığı malı kantin muhasebesine sokmadan kantinde sattırdığı şeklindeki iddia konusu eylemde, kantin işlemlerinin dava konusu olay açısından titizlikle incelenmesinde yarar ve zorunluluk bulunduğundan kantin muhasebesi ve işletmesinden anlayan bir bilirkişiye veya bilirkişi kuruluna dosyanın ve sanığın görevli olduğu döneme ait kantin evrakının tevdi edilerek, kantin heyetinde görevli muhasip ve mutemet üyelerin görevleri de açıklattırılmak suretiyle tatminkar bir bilirkişi mütalaası alındıktan sonra hükme varılması gerekirken eksik inceleme ile hüküm tesis edildiği anlaşılmaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık suç vasfına ilişkin olmakla beraber, sanığa yüklenen suçun vasfının isabetli olarak tayin edilebilmesi için maddi olayın kuşkuya yer vermeyecek şekilde tespiti ve sübuta ermesi gereklidir. Bu nedenle, öncelikle maddi olaya ilişkin deliller incelenmelidir. Askerî Mahkeme ve Daire tarafından söz konusu faturalardaki malların kantine teslim edildiği, bu faturaların tarih ve sıra numarası içermesi, faturalardan bir kısmının özellikle Tekel Genel Müdürlüğüne ait olması ve faturayı kesen kişi ve kuruluş yetkililerinin beyanları dikkate alınarak kabul edilmiştir. Ancak, Askerî Mahkemece, bu malların satışı ile sanık tarafından kendisine veya bir başkasına menfaat sağlandığı kabul edilmesine karşılık, Daire tarafından bu malların birlik komutanının bilgisi dahilinde ve emriyle satın alındığı ve elde edilen gelirler komutan tarafından harcandığı için de kantin kayıtlarına geçirilmediği kuşkusunun bulunduğu belirtilerek suç vasfının memuriyet nüfuzunu kötüye kullanmak olarak kabul edildiği görülmektedir. 430 Ticari hayatda ki uygulamalara göre "fatura" tek başına malın alıcıya teslim edildiğine delil teşkil etmemekte ve malın teslim edildiğinin sair delillerle kanıtlanması gerekmektedir. Zira, fatura tanzim eden firmaların bunların karşılığı malları teslim ettiklerini beyan etmeleri doğaldır. Bu çerçevede Askerî Mahkeme tarafından yapılan araştırmada kantinde görevli erlerin kimliklerinin tespit edilemediği, dolayısıyla ifadelerine başvurulamadığı anlaşılmaktadır. Askerî Savcılık tarafından hazırlık soruşturması aşamasında dinlenilen ve yazılı delil nitelendiğinde olabilecek bilirkişi raporunda da bu hususa yönelik tatminkar bir inceleme ve mütalaa bulunmamaktadır. Askerî Mahkeme ve Daire kararlarındaki farklı kabuller ve ticari hayattaki uygulamalar dikkate alındığında iddianın yeterince araştırılmadığı, mevcut delillerle sübut ve suç vasfı konularında sağlıklı bir sonuca ulaşmak olanağı bulunmadığı sonucuna varılmıştır. Jandarma Kantin Yönetmeliği incelendiğinde; suiistimallerin önlenmesi amacıyla detaylı düzenlemeler yapıldığı görülmektedir. Özellikle kantin muhasebesinde tutulması gereken defter ve formlar, 37 nci maddesindeki yapılan her türlü alımların belgeye bağlanacağı, bu fatura ve belgelerde tutar bedelinin tamamının alındığının beyan edileceği, alımlar kredili yapılmışsa bu hususun faturada belirtileceği, 43 ncü maddesindeki satışlardan elde edilen hasılatın her gün toplanacağı gibi kurallar bunlar arasında sayılabilir. Bu nedenlerle, kantin işlemlerinin dava konusu olay açısından titizlikle incelenmesinde yarar ve zorunluluk bulunduğundan kantin muhasebesi ve işletmesinden anlayan bir bilirkişiye veya bilirkişi kuruluna dosyanın ve sanığın görevli olduğu döneme ait kantin evrakının tevdi edilerek, kantin heyetinde görevli muhasip ve mutemet üyelerin görevleri de açıklattırılmak suretiyle tatminkar bir bilirkişi mütalaası alındıktan sonra hükme varılması gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde karar tesisi yasaya aykırı görüldüğünden itirazın değişik gerekçe ile kabulüne ve hükmün eksik soruşturma yönünden bozulmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 431 TÜRK CEZA KANUNU Md.240 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/37 K. No :1999/27 T. :11.02.1999 ÖZET Mal sorumlusu olan sanığın yiyecek mal saymanlığına verdiği sarf imal istihsal belgeleri ile muayene muhtıralarındaki rakamları tahrif ederek müteahhite fazla ödeme yapılması şeklinde gerçekleşen maddi olayda, saymanlık görevlilerinin belge üzerindeki parafe edilmeyen değişikliklere rağmen normal inceleme yapmayarak kuruşlu belge kestikleri, olağan ve basit bir kontrolle yapılan sahte işlemin ortaya çıkarılması mümkün olduğundan evrakta aldatıcılık vasfının bulunmadığı ve sanığın eyleminin müteselsilen memuriyet görevini kötüye kullanmak suçunu oluşturduğu anlaşılmaktadır. Kom.Tb.K.lığının 20.4.1995 tarihli emri ile Tb.İkmal Astsubayı (mal sorumlusu) ve muayene komisyon heyetinde görevlendirilen ve bu görevini 23.9.1995 tarihine kadar sürdürdüğü anlaşılan sanığın, görevli bulunduğu bu süre içerisinde, a- Bizzat düzenlemiş olduğu 1-31 Temmuz 1995 ayına ait tüp sarfını gösteren yiyecek mal saymanlığına verilen sarf, imal, istihsal belgesi ile muayene muhtırasındaki 62 olan rakamını daktilo ile 133 olarak değiştirdiği, saymanlıkça bu belgelere göre kuruşlu belge düzenlenerek müteahhit Necattin (Necmettin) AYDIN'a ödeme yapıldığı, açık itirafı, tanık anlatımları ve Dz. 10,11,20,,21 sıradaki belgelerle; b. Yine tanzim etmiş olduğu 1-31 Ağustos 1995 ayına ait tüp sarfını gösteren ve yiyecek mal saymanlığına verilmiş olan sarf, imal, istihsal, belgesi ile muayene muhtırasındaki 15 olan rakamını daktilo ile 65 olarak değiştirdiği, saymanlıkça bu belgelere göre kuruşlu belge düzenlenerek aynı müteahhide ödeme yapıldığı Dz.6,7,26,27,28 sıradaki belgelerle; 432 c. Nihayet 1-31 Ağustos 1995 tarihleri arasındaki ekmek sarfiyatını gösteren 31.8.1995 tarihli sarf, imal istihsal belgesi ile muayene muhtırasındaki 25.925 olan ekmek miktarını 35.925 olarak değiştirdiği, saymanlıkça bu belgelere göre kuruşlu belge düzenlenerek aynı müteahhide fazla ödeme yapılmasını sağladığı Dz.8,9,22,23,25 sıradaki belgelerle kuşkusuz bir şekilde belirlenmiş bulunmaktadır. Tb.K.tarafından sanığın da bulunduğu muayene komisyon heyetinin teşkili ile ilgili 20.4.1995 tarihli emirde, evraklarda düzeltme yapı1mayacağı, mecburiyet halinde değişiklik tashihi görülecek şekilde yapılarak Tb.K.na parafe ettirileceği, kesinlikle daksil kullanılmayacağının belirtildiği anlaşılmaktadır. 26.1.1998 tarihinde dinlenen ve halen sayman olarak görevli bulundukları anlaşılan üç kişilik bilirkişi kurulunun yeminli beyanlarında; muayene muhtırası ve halen sarf belgeleri üzerindeki rakamların mevzuata uygun olmayan tarzda değiştirildiği, oysa yapılan değişikliklerin okunabilecek tarzda üzerinin çizilmesi, yanına doğrusunun yazılıp imzalanarak mühürlenmesinin gerekli olduğu sayman tarafından rakamlarda oynama yapılan belgeleri imzalayan şahıslardan rakamların doğruluğunun teyidi alınmaksızın kuruşlu belge kesilemeyeceği, ve normal bir davranış olarak bir saymanın bu belgeleri esas kabul ederek işlem yapmasının da beklenemeyeceği; Aksi durumda dikkatinden kaçma, olayı teyit etme veya kasıtlı olarak kuruşla belgeyi kesmiş olduğunun kabulü gerektiğinin açıkça beyan edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bilirkişi kurulunun açıklanan mütalaaları ile bahis konusu belgelerde yapılan değişikliklerin niteliği birlikte nazara alındığında saymanlık görevlilerinin görevlerini gerektiği şekilde yapmamaları sonucunda muayene muhtırası ve sarf belgeleri üzerindeki parafe edilmeyen değişikliklere rağmen kuruşlu belgeleri kestikleri, anlaşıldığından, saymanlık görevlilerinin normal incelemeyi yapmamaları nedeniyle sahtecilik yapılan belgelerde kandırıcılık yeteneği bulunmadığını kabul eden As.Yargıtay 2.Dairesi ilâmında isabet bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır. Nitekim Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 22.12.1994 gün ve 1994/130-130 sayılı ve Y.C.G.K.12.6.1989 gün ve 1989/5-161. 1989/226 sayılı kararlarında da saymanlık görevlilerinin görevlerini yapmayarak dikey toplamları kontrol etmemeleri, saymanlıkça yapılacak olağan ve basit kontrolle yapılan sahte işlemi ortaya çıkarmaları mümkün olduğu hallerde evrakta aldatıcılık vasfının bulunmadığı kabul edilmiştir. 433 Belirtilen bu gerekçelerle sanığın sübuta eren eylemlerinin iğfal ve ikna kabiliyeti olmadığından resmi evrakta sahtekarlık suçunu değil, TCK.nun 240 ncı maddesine uyan müteselsilen memuriyet görevini kötüye kullanmak suçunu oluşturduğuna (TCK.240.80) ilişkin 2.Dairenin kararına karşı aksi görüşler ileri sürülmek suretiyle yapılan Başsavcılık itirazının Reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 434 TÜRK CEZA KANUNU Md.240 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/84 K. No :1999/108 T. : 20.05.1999 ÖZET Astsubay eşi M.Y.ı, usulüne uygun kayıtlı bir başvurusu olmadığı halde derhal ilgilenip muayene eden, ultrasonografi cihazı ile yaptığı kontrolde ise biyopsiye gerek olduğunu saptadıktan sonra Askerî Hastanede yapılma olanağı bulunmayan bu işlemi özel muayenehanesinde yapma kararını bir zorlama olmaksızın hasta ve eşine bırakan ve işlemi mesai saatinden sonra muayenehanesinde yapan, hizmet karşılığı aldığı parayı tartışma üzerine iade eden sanık doktorun, görevi kötüye kullanmak kastı ile hareket ettiğini kabul etmek mümkün görülmemiştir. Sübutunda kuşku olmayan maddi olayda Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki anlaşmazlık sanığın, M. Y.'ın Askerî Hastanede yapılması olanağı bulunmayan biyopsi işlemini, resmi bir hastanede yaptırmayıp muayenehanesinde yapmış olmasının görevi kötüye kullanma suçunu oluşturup oluşturmadığına ilişkin olduğundan öncelikle konuya ilişkin mevzuat hükümleri incelenmelidir. 211 Sayılı İç Hizmet Kanununun 69 ncu maddesinde; subay ve astsubayların ailelerinin, bu kanunun 59, 63 ve 66 ncı maddenin (a) fıkrası hükümlerinden istifade edecekleri öngörüldüğü için astsubay eşi olan M. Y.'ın da anılan madde hükümlerinde belirtildiği gibi, öncelikle askerî hastanede yoksa başka hastaneye sevk edilerek tedavisinin yapılması gerekmektedir. Nitekim, tanık olarak dinlenilen Van Askerî Hastanesi Baştabibi Alb.M.Ahmet ÇAKIR, anılan hastanın yeterlidonanım olmadığından Askerî Hastanede yapılamayan biyopsi işleminin öncelikle Araştırma Hastanesine sevk edilerek yaptırılması gerektiğini, uygulamanın da bu doğrultuda olduğunu ifade etmiştir. 435 Mevzuat ve uygulama çerçevesinde sanığın, M. Y.'a askerî hastanede yapılamayan biyopsi işlemi için kendisini Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesine sevk edebileceğini önermesi gerekirken önermeyip bu işlemi muayenehanesinde gerçekleştirdiği hususunda kuşku bulunmamaktadır. Ancak, gerek hasta olarak kendisine başvuran M. Y.'ın ve gerek muayene sırasında onun yanında bulunan Ş. Ş.’ın beyanlarında, hastaya bu konuda bir baskı yapmadığı alternatif sunmamakla beraber bu işlemi isterlerse muayenehanesinde yapabileceğini söyleyerek kararı hastaya ve eşine bıraktığı da anlaşılmaktadır. Nitekim, Melahat YILMAZ duruşmada saptanan ifadesinde (Dz.85) "doktorun teklifini eşine doğru dürüst iletmediğini, rahatsızlığından korktuğu için heyecanlanıp kabul ettiğini'' beyan etmektedir. Bu duruma göre; Daire kararında da yerinde olarak kabul edildiği gibi, M. Y.'ı usulüne uygun kayıtlı bir başvurusu olmadığı halde derhal ilgilenip muayene eden, ultrasonografi cihazı ile yaptığı kontrolde ise biyopsiye gerek olduğunu saptadıktan sonra Askerî Hastanede yapılma olanağı bulunmayan bu işlemi muayenehanesinde yapma kararını bir zorlama olmaksızın hasta ve sahibine bırakan ve işlemi mesai saatinden sonra muayenesinde yapan, hizmeti karşılığında aldığı on milyon lirayı tartışma üzerine iade eden ve muayenehanesinde almış olduğu biyopsiyi ertesi günü tahlil için Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Pataloji servisine sevk eden sanığın, görevi kötüye kullanmak kastı ile hareket ettiği kabul edilemeyeceğinden Askerî Mahkemece beraet kararı yerine yazılı şekilde hüküm tesisi yasaya aykırı görülmüş ve hükmün bozulmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 436 TÜRK CEZA KANUNU Md.240 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/178 K. No :1999/192 T. : 04.11.1999 ÖZET Hava değişimi sonunda 38 gün askerlik hizmeti kalan erbaşı Askerlik Şubesi Başkanlığının sevki üzerine Garnizon tabibi sıfatıyla Tugay Revirine Akut Gastroenterit tanısıyla yatıran ve hasta takip belgesi düzenlemediği gibi tedaviyi destekleyecek nitelikte bir ilaç vermeden 11 gün süreyle revirde kalmasını sağlayan tabip sanığın, olayda suç teşkil eden bir eyleminin olup olmadığı ve varsa bu eylemlerinin neler olduğu konusunda Yüksek Sağlık Şûrasından görüş alınması gerekir. Dosyada mevcut delil durumuna göre; Sanığın, 13.4.1998 tarihinde biten hava değişimi süresi sonunda (38) gün askerlik hizmeti kalan İs.Onb.A. A.'u, Askerlik Şubesi Başkanlığının sevki üzerine, Baştabipliğini kendisinin yaptığı 20.Zrh.Tug.Revirine, Akut Gastroenterit teşhisi ile yatırdığı, tamamıyla kendisinin, özel olarak ilgilendiği İs.Onb.A. A. hakkında, tedavide verilen ilaçları gösteren Hasta Takip Belgesi tutturmadığı, bir kaç kez serum takması dışında tedaviyi destekleyecek nitelikte bir ilaç vermeden adı geçen askerî (11) gün süreyle Tugay Revirinde yatırdığı konusunda hiç bir şüphe ve tereddüdün bulunmadığı anlaşılan olayda, Askerî Mahkeme, sanığın söz konusu eyleminin Memuriyet Görevini Kötüye Kullanmak suçunu oluşturduğunu kabul ederek buna göre mahkûmiyeti cihetine gitmiş, Başsavcılık da sanığa yüklenen suçun sübuta erdiği yönünde görüş bildirmiştir. Daire ise, son soruşturma safhasında görüşüne başvurulan Bilirkişinin; sanığın revire yatırdığı hasta için Hasta Tabelası çıkarmaması, günlük müşahedesini ve uyguladığı tedaviyi not etmemesi durumunun, Görevi İhmal suçuna vücut verip vermeyeceğinin tespiti 437 açısından, Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair 1219 Sayılı Kanunun 75 nci Maddesine göre, Tababete bağlı sanatların yapılmasında meydana gelecek suçlarda bağlayıcı olmamakla beraber, Yüksek Sağlık Şurasının mütalaasının alınması zorunlu olduğundan, Dosyanın Yüksek Sağlık Şurasına gönderilmesi, Yüksek Sağlık Şurasının mütalaası da dikkate alınarak sanığın suç işleme kastının bulunup bulunmadığının da değerlendirilmesi gerektiğinden bahisle, hükmü, sanığın eyleminin Memuriyet Görevini İhmal suçuna vücut verip vermediğinin tespitine yönelik noksan soruşturmadan bozmuştur. Başsavcılıkça, Dairenin bozma kararına; davada noksan soruşturma bulunmadığı ve müsned suçun sübuta erdiği gerekçesiyle, itiraz edilmiş ise de; Hazırlık soruşturması sırasında görüşüne başvurulan Bilirkişi Revir Baştabibi Ütğm.S. V.'in; “Sanığın Revirde (11) gün süreyle yatırdığı hastaya hiçbir tedavi yapmadığı, uygulanan ilaç ve tedaviyi gösteren Order'i tutmadığı, A.Gastroenterit tanısı almış hastanın kan ve gaita tahlili yapılması gerektiği, normal şartlar altında A. Gastroenterit tanısı almış bir hastanın hiç bir zaman gözlem süresinin Onbir Gün olamayacağı” yönündeki yeminli mütalaası (Dz:52) ile, Son soruşturmada görüşü alınan Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hst.ve Gastroenteroloji Uzmanı Yrd. Doç.Dr.F.D.'nin; “Sanığın tıbbi ve idari açıdan elzem olan Hasta Tabelasını tutmamak, günlük müşahedesini ve uyguladığı tedaviyi not etmemekle görevini ihmal ettiği, ancak 11 gün süreyle hastasını takip etmesinin tıbbi yönden gerekli olabileceği”ne dair yeminli mütalaası (Dz:l20), Dikkate alındığında, sanığın olayda suç teşkil eden bir eyleminin olup olmadığı, varsa bu eylemlerinin neler olduğu konusunda Yüksek Sağlık Şurasından görüş alınmadan, sübut ve suç vasfı ile ilgili olarak bir karara varılabilmesi mümkün olmadığından, Dairece hükmün noksan soruşturma nedeniyle bozulmuş olmasında bir isabetsizlik görülmemiştir. 438 TÜRK CEZA KANUNU Md.264 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/3 K. No :1999/9 T. :14.01.1999 ÖZET Sanığın koğuştan rastgele aldığı bir silahla içtima alanına gelerek öğle içtiması için toplanmış bulunan bölük eratına karşı silahını ateşlemesi, ancak şarjörün ilk mermisinin manevra mermisi olması nedeniyle ateşlenen merminin ses etkisi dışında etki yapmaması üzerine tüfeğin kurma kolunu çekip bırakarak tekrar ateş etmek istediğinde silahın tutukluk yapması nedeniyle olay yerinden kaçıp uzaklaşması şeklinde gelişen olayda, T.C.K.nun 264/7 nci maddesinde düzenlenen “Korku, kaygı veya panik yaratabilecek biçimde meskun yerde silahla ateş etmek” suçu oluşmuştur. Sanığın, dosya kapsamındaki delillere göre sabit olan eylemi; içtima alanına giderek, öğle içtiması için toplanmış olan bölük eratına karşı silahını ateşlemesi, ancak şarjörün ilk mermisinin manevra mermisi olması nedeniyle ateşlenen merminin ses etkisi dışında etki yapmaması üzerine tüfeğin kurma kolunu çekip bırakarak tekrar ateş etmek istediğinde silahın tutukluk yapması nedeniyle olay yerinden kaçıp uzaklaşmasından ibarettir. Sanığın bu eyleminin nitelendirilebilmesi için kastının belirlenmesi gerekmektedir. Sanık sorgu ve savunmalarında; eğitim birliğinde koğuşta uyurken bayıltılıp tecavüze uğradığını, bu olayı bölük komutanına söylediğinde doktora sevk edildiğini, ancak bir şeyin yok denilip “komando olamaz” kararına varıldığını ve refüze edildiğini, yeni birliğinde de bölüğe yazıcı olarak verildiğini, bölükteki erlerden Talip, Ömer ve Salim’in kendisine bütün işleri yüklediklerini, küfür ettiklerini, bu nedenle sinirlerinin iyice bozulduğunu, olayı dikkati çekip alay komutanının öğrenmesi için yaptığını, arkadaşlarının üzerine ateş etmediğini, korkutmak amacıyla havaya bir el ateş ettiğini beyan 439 etmektedir. Sanığın, müşahadesi sonucu tanzim edilen raporda “Geçirilmiş psikonevrotik reaksiyon (Karışık Tip), TCK.nun 47 nci maddesinden istifade eder, Askerliğe elverişlidir“ tanı ve kararı yer almaktadır. Olay tanıkları, silah sesinden sonra sanığı gördüklerinde, silahın bölük personeline tevcih edilmiş olduğunu gördüklerini, kurma kolunu çekip bıraktığında manevra mermisi kovanının yere düştüğünü ifade etmektedirler. Ancak, bunların görgüleri ilk ateş sesinden sonrasına ait olup, olayın başlangıcına ilişkin görgüleri bulunmamaktadır. Tanıklardan Astsb.Kayhan ÇAKMAK, olayın akabinde sanığın, “...3-4 kişiyi öldürürsem onlar da beni öldürürler diye düşündüm...” şeklinde beyanda bulunduğunu söylemekte ise de, ihata duvarının arkasına geçerek ateş etmesi nazara alındığında sanığın, bu ifadeye uygun bir davranış içerisinde bulunmadığı görülmektedir. Sanık da sorgusunda (Dz.31), o esnada moralinin çok bozuk olduğunu, ne söylediğini bilmediğini böyle bir konuşmayı hatırlamadığını söylemektedir. Bu nedenle, sanığın, yargılama aşamasında saptanan ruhsal rahatsızlığı ve olay anındaki davranışları gözetildiğinde, bu beyana dayanılarak suç kastının saptanması mümkün değildir. Dosya kapsamına göre; sanığın bir veya birkaç kişiyi öldürmesini gerektirebilecek önem ve derecede herhangi bir olay bölükte vuku bulmamıştır. Zira, Salim, Ömer ve Talip isimli erlerin davranışları bu boyutta olmadığı gibi, sanığın ısrarla dile getirdiği tecavüz olayı (kendi beyanına göre) da daha önceki birliğinde cereyan etmiştir. Bu durumda, sanığın öldürmek kastıyla hareket ettiğini her türlü şüpheden uzak olarak ortaya çıkaracak yeterli delil bulunmadığı ve sanığın, “ateş edip bölük eratını korkutmak, bu suretle komutanlarına sorununu anlatabilmek kastıyla havaya ateş ettiği” şeklindeki aksi kanıtlanamayan savunmasına itibar edilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. Sanığın belirlenen bu kast doğrultusundaki eylemi, bölük eratında korku, kaygı ve panik yaratacak nitelikte olduğu gibi, somut olayda bu durumlar da yaşanmış olduğundan Dairenin bozma ilâmına uyularak eylemin TCK.nun 264/7 nci madde ve fıkrası kapsamında kabul edilmesi gerekirken yazılı şekilde hükme varılması yasaya aykırı görülmüş ve hükmün suç vasfı yönünden bozulmasına karar verilmiştir. Üyelerden Doç.Hâk.Alb.M.T.ODMAN ve Hâk.Alb.A.ALKIŞ, sanığın eyleminin As.C.K.nun 130 ncu maddesinde tanımlanan suçu oluşturacağı, Üyelerden Hâk. Alb.M.SÖNMEZ, Hâk.Alb.S.YALÇIN, Dr.Hâk.Alb. F. 440 FERHANOĞLU ve Hâk.Alb.İ.H.ALŞAN eylemin adam öldürmeye eksik teşebbüs niteliğinde olduğu gerekçesi ile bu kabule katılmamışlardır. 441 TÜRK CEZA KANUNU Md.266 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/139 K. No :1999/170 T. : 07.10.1999 ÖZET Asker kişilerin işledikleri askerî suçların benzeri suçlar Türk Ceza Kanununda suç olarak yer alsa hatta daha ağır bir cezayı gerektirse bile As.C.K.nun özel kanun olması nedeniyle öncelikle uygulanma zorunluluğu vardır. Bşçvş. rütbesindeki sanığın gazino nöbetçi subayı olan mağdur Üstçavuşa “S..tir git, sen mi bana karışacaksın, ananı avradını s..k ederim” şeklindeki hakaret eyleminin niteliğinin tayininde, mağdurun görevli olması hususu değil, sanığın ve mağdurun rütbe ve kıdemleri esas ölçü olarak göz önünde bulundurulacaktır. Bu ölçülere göre bir niteleme yapıldığında da üst durumunda olan sanığın fiilinin asta hakaret suçunu oluşturduğu, görevli memura hakaret suçunun oluşmadığı sonucuna varılmaktadır. Yapılan incelemede; 14.11.1996 günü saat 18.00 sularında ailevi sorunları nedeni ile aldığı alkolün etkisi ile sarhoş bir vaziyette resmi elbise ile Burdur 58 nci Top.Er Eğt.Tug.K.lığı Askerî Gazinosuna gelen, bar kısmına geçerek alkol almaya başlayan sanığın tabancasını çıplak vaziyette tezgah üzerine bıraktığı, dengesiz davranışlar yapmaya başladığı, gazinoda barmen olarak görevli er A.Ç.'dan tekrar alkollü içki istemesi üzerine barmen erin nöbetçi subayının haberi olmadan içki veremeyeceğini söyleyip, durumu Gazino nöbetçi Subayı olan mağdur Astsb.Kd. Üçvş.M.D.'ye haber verdiği, sanığın yanına gelen resmi elbiseli ve kolunda nöbetçi subayı olduğunailişkin kolluk bulunan mağdur Astsb'ın sanığa bir duble daha içtikten sonra gitmesini söylediği, sanığın gazinoda etrafında bulunanlara sataştığı, Nöbetçi Subayının gazinoyu terk etmesini söylediğinde sanığın "S...tir git, senmi bana karışacaksın, ananı avradını 442 s...k.ederim" şeklinde küfrettiği hususu mağdur tanık (Dz:9, 52, 87) ve tanık barmen er A.Ç. (Dz: 4, 54, 76) ile tanık Ecz.Tğm.O.S. (Dz:6, 76)'nın ifadelerinden açıkça anlaşılmakta, ve sanığın mağdur gazino nöbetçi subayına karşı yukarıda mahiyeti açıklanan sözleri sarfettiği sübuta ermektedir. Esasen Daire ile Başsavcılığın sübutla ilgili görüşleri arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Ortaya çıkan ve çözümlenmesi gereken uyuşmazlık bu şekilde cereyan edip sübuta eren eylemin hangi suçu oluşturduğu noktasındadır. Sübutunda kuşku bulunmayan müsnet eylemin Dairenin kabulünde olduğu gibi asta hakaret suçunu mu, itiraz tebliğnamesinde ileri sürüldüğü gibi görevli memura hakaret suçunu mu oluşturduğu meselesine gelince; Öncelikle açıklamak gerekir ki sanık (1983-5) sicil sayılı 1996 yılında başçavuş rütbesini kazanmış bir Astsb.iken (Dz:55), mağdur Astsb.Mahir ise (1986-24) sicil sayılı (Dz:52) olup, dava konusu olay anında Astsb.Kd.Üçvş.rütbesindedir. Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere sanık, mağdurdan daha üst rütbeli bir astsubaydır. Rütbece kıdemli bir asker kişinin, bir astına karşı yukarıda açıklanan küfürleri ettiğinde oluşan suçun niteliğine gelince; Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun inceleme konusu olaya benzer bir olayla ilgili yaptığı inceleme sonunda verdiği 13.6.1996 gün ve 1996/91-92 sayılı kararında da etraflıca açıklandığı gibi asker kişilerin işledikleri askerî suçların benzeri suçlar (Asta müessir fiilT.C.K.nun 456 ncı maddedeki müessir fiil gibi) Türk Ceza Kanununda da suç olarak yer alsa hatta daha ağır bir cezayı gerektirse bile As.C.K.nun T.C.K.na göre “Özel Kanun” olması nedeni ile As.C.K.nun öncelikle uygulanma zorunluluğu vardır. Ayrıca Türk Silahlı Kuvvetlerinde astlık-üstlük ilişkileri disipline önem veren her orduda olduğu gibi önem arz ettiğinden astlık-üstlük ilişkilerinden doğan suçlar As.C.K.nun da ve 477 Sayılı Disiplin Mahkemeleri kuruluşu ve yargılama usulleri kanununda özel olarak düzenlenmiş, "Askerî suç" veya "Disiplin suçu" haline getirilmiştir. Astın amir veya üstüne karşı işlediği suçlar As.C.K.nunda amir ve üste hakaret (As.C.K.85), amir ve üste mukavemet (As.C.K.90), amir ve üste fiilen taarruz (As.C.K.91) şeklinde, amir veya üstün astına karşı işlediği suçlar ise asta müessir fiil (As.C.K.117/1) asta sövme, hakaret etme, kötü davranmak (477 Sayılı Kanunun 55 nci maddesinde) şeklinde düzenlenmişlerdir. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi Askerî Ceza Hukuku mevzuatındaki bu düzenlemelerde tarafların astlık-üstlük durumları ile amir veya maiyet 443 esas ölçü olarak göz önünde bulundurulmuştur. Bu duruma göre de sanığın sübuta eren eyleminin niteliğinin tayininde mağdur Astsb'ın olay anında gazino nöbetçi astsubayı olarak görevli olması hususu değil, sanığın ve mağdurun rütbe ve kıdemleri, sanığın mağdura göre rütbece üst, mağdurun da ast olması hususu esas ölçü olarak göz önünde bulundurulacaktır. Bu ölçülere göre bir niteleme yapıldığında da üst durumunda olan sanığın fiilinin 477 S.Kanunun 55 nci maddesinde düzenlenmiş olan "asta hakaret" suçunu oluşturduğu sonucuna varılmakta ve Dairenin kabul ve değerlendirmelerinde isabetsizlik bulunmamaktadır. Ayrıca, As.C.K.na 25.5.1972 gün ve 1590 Sayılı Kanunun 2 nci maddesi ile eklenen EK-6 ncı maddesinde, maddede açıklanan yerlerde askerlere karşı yine aynı maddede açıklanan suçları (Fiilen taarruz, hakaret ve tehdit) işleyen kişiler hakkında TCK.nun bu fiillerle ilgili hükümlerinin uygulanacağı bildirilmekte ise de; bu düzenleme asker olmayan kişilerin işlediği suçlarla ilgilidir. Her ne kadar madde metninde bu suçların faillerinin sivil kişi olduğu konusunda açıklık yok ise de, madde gerekçesinde (T.B.M.M. Tutanak Dergisi S Sayısı:515) bu hususa açıkça değinilmiştir. Bütün bu açıklamalar karşısında sanık J.Oto.Tek.Astsb.Bçvş. S.Ç.'in mağdur Bando Astsb.Kd.Üçvş.M.D.'ye karşı işlediği sabit görülen hakaret suçunun itiraz tebliğnamesinde ileri sürüldüğü gibi görevli memura hakaret (T.C.K. nun 266 ncı maddesi) suçunu değil, Daire kararında açıklandığı gibi, 477 Sayılı Kanunun 55 nci maddesine uyan "Asta Hakaret" suçunu teşkil ettiği sonucuna varıldığından, 5 nci Dairenin bu yoldaki kabulünde isabet görülmüş, ve Başsavcılığın itirazının oyçokluğu ile reddi gerekmiştir. Üyelerden Hâk.Alb.A.TOKAT çoğunluk görüşüne katılmayarak Başsavcılık itirazının kabulü gerektiği yolunda oy kullanmış, Üyeler Hâk.Alb.E.ESEROL, Hâk.Alb. D.DİNÇER, Hâk.Alb. A.TOKAT, Hâk.Alb. S.SOYKAN, Hâk.Alb. R.SÖZEN, Hâk.Alb. A.ALKIŞ ise As.C.K.nun 25.5.1972 gün ve 1590 Sayılı Kanunun 2 nci maddesi ile eklenen EK-6 ncı maddenin itiraz incelemesine konu olan olayla ilgisi olmadığı bu hususun Daireler Kurulu kararında tartışılıp değerlendirilmesine gerek bulunmadığını belirtmişlerdir. 444 TÜRK CEZA KANUNU Md.312 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/124 K. No :1999/112 T. : 27.05.1999 ÖZET Sanığın sarfettiği sözlerin övünmek ve kavganın kızgınlığı ile hasmını korkutmak, ona gözdağı vermek amacı ile söylendiği, halkı sınıf, ırk ve bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik gibi bir kast ve niyeti bulunmadığı anlaşılmaktadır. 2.11.1998 günü yapılan eğitimden sonra dinlenme molası verildiğinde, sanığın yanında bulunan Er E.Ç.’a sohbet sırasında bu yaptığınız eğitim mi doğuda hepiniz geberir gidersiniz,” ben PKK.lıyım, ben teröristim, sizden daha eğitimliyim, soğuk havaya sizden daha dayanıklıyım” şeklinde beyanda bulunduğu, Er E.Ç.’ın da “siz kürtler neyinize güveniyorsunuz” şeklindeki sorusuna “kürt olduğumdan utanmıyorum, gurur duyuyorum, bir kürt yüz Türk’e bedeldir.” Şeklinde cevap verdiği, 3.11.1998 günü de Er E.Ç.’la aralarında kavga çıktığı, kavgayı aralayanlara “Ben kürdüm, sizin gibi çapulculara pabuç bırakmam, benim üzerime gelmeyin hepinizi öldürürüm, teröristim, PKK.lıyım, benimle uğraşmayın, hepinizi gebertirim” şeklinde cevap verdiği itirafı, tanıklar M.Ö., E.Ç., İ.B., K.G.’in yeminli beyanları ile sabittir. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık sübutunda kuşku bulunmayan olayda sanıkta suç işlemek kastı bulunup bulunmadığı konusudur. Daire 2.11.1998 tarihli olayda övünmek amacı bulunduğu, 3.11.1998 tarihli olayda ise kavga ettiği hasmı ile ona arka çıkanlara gözdağı vermeye yönelik kızgınlıkla söylenen sözler olduğu, Başsavcılık ise sanığın sarf ettiği sözlerin tehevvürle söylenmiş sözler olmadığı, kürt kökenli insanların Türklerden farklı olup üstün vasıflı insanlar olduğunu söyleyerek halkı sınıf, ırk ve bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik suçunu işlediği görüşünü dile getirmiş bulunmaktadır. 445 Sanığın savunması ve tanık Er E.Ç.’ın yeminli beyanından anlaşılacağı gibi 2.11.1998 günü eğitim yapılırken verilen istirahat sırasında Er E.Ç.’ın “siz kürtler neyinize güveniyorsunuz” şeklindeki hitabına övünmek amacına yönelik olarak “Bir kürt yüz Türk’e bedeldir” cümlesini kullandığı, 3.11.1998 tarihinde Er E.Ç.’la aralarında geçen kavga sırasında ise “ben kürdüm, aşiretim, PKK.lıyım, teröristim, hepinizi gebertirim” şeklindeki hitabında kendisini korumak amacıyla kızgınlıkla söylendiği, sanığın diğer erlere karşı kabadayı, gözüpek bir adam olduğunu ortaya koymak istediği, Halkı sınıf, ırk, bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik etmek kastı bulunmadığı sonucuna varılmıştır. Bu nedenle Yerel Askerî Mahkemece verilen beraet kararını onayan As.Yrg.4 ncü Dairesinin kararı isabetli görülerek sanığın 2.11.1998 ve 3.11.1998 tarihlerindeki konuşmalarının bir bütün olarak TCK.nun 312/2 nci maddesine aykırı olduğuna dair Başsavcılığın itirazının reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 446 TÜRK CEZA KANUNU Md.342 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/180 K. No :1999/185 T. : 21.10.1999 ÖZET Resmi evrakta sahtecilik suçlarında yapılan sahteciliğin iğfal ve ikna kabiliyetinin olup olmadığının araştırılması ve bu unsurun mevcut olmaması halinde bu suçun oluşmayacağı gerek doktrinde gerekse uygulamada kabul edilen yerleşmiş bir husustur. Sahte olduğu sanıklar tarafından da ikrar edilen dava konusu gözlük reçetelerinde ikna ve iğfal kabiliyetinin olup olmadığını tespit yönünden mesleği gözlükçülük olan bir bilirkişinin dinlenmesi yeterli olup bu hususta başka bir yerde veya Adli Tıp Kurumunda ayrıca bilirkişi incelemesi yaptırılmasına gerek bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanıklara müsnet sahte resmi evrak düzenleme suçunda suçun unsuru olan aldatıcılık (iğfal) kabiliyetinin olup olmadığı ve sübuta eren eylemlerinin suç teşkil edip etmediğine ilişkindir. Dosyada mevcut delil durumuna göre, GATA Haydarpaşa Hastanesi Göz Kliniğinde sekreter olarak görevli sanık Svl.Memur S.T.(P)'ın Kadıköy Rıhtım Eczanesi Optik bölümünde çalışan sivil şahıs Yahya TAKMAZ ile anlaşarak; Hastanede muayene ve tedavi olan hasta kayıtlarındaki kimlik bilgilerinden yararlanarak Astsb.Annesi Fatma GÜLŞEN adına 8.1.1998/19 (Dz.102), 26.1.1998/49 (Dz.95), 18.3.1998 /321 (Dz.100); Tnk. Uzm. Çvş.Eşi Şükran AĞCA adına 8.1.1998/21 (Dz.101), 26.1.1998/48 (Dz.98), 17.3.1998/324 (Dz.99), Svl. Me. Annesi Güllü DEMİRCAN adına 13.1.1998/34 (Dz.90), Svl.Me.Eşi Semra ÇİFTÇİ adına 22.1.1998/394 (Dz.93), Astsb. Annesi Emine AKGÜN adına 17.2.1998/1408 (Dz.89); kendi adına 13.3.1998/148 (Dz.94) ve Svl.Me.Babası Ahmet AKÇA adına 18.3.1998/315 (Dz.97), Tarih/Sayılı 447 ve her biri On İki Milyon küsur TL. tutan toplam (11) adet sahte gözlük çerçeve ve cam reçetelerini düzenleyerek, götürüp verdiği Rıhtım Eczanesinden, her bir reçeteye karşılık Altı Milyon TL. tutarında (genelde çocuk bezi olan) başka malzeme aldığı, Aynı Hastanede Diş Teknisyeni olarak görevli bulunan diğer sanık Svl.Me.E.Ş.'in de, Rıhtım Eczanesi Optik Bölümünde çalışan Svl. Şahıs Yahya TAKMAZ ile anlaşarak, sanık S.T. (POLAT)'ın; kimlik bölümü (Tarih ve Kayıt No.sı dahil) boş olmak üzere, sahte olarak hazırlayıp kendisine verdiği iki adet gözlük çerçeve ve cam reçetesini, kendisinin görev yaptığı Diş Kliniğindeki Hasta Kayıt Defterindeki kimlik bilgilerinden yararlanarak reçetelerden birini, Sb. Babası Ethem KARAHAN adına 26.2.1998 Tarih ve 1110 Sayı ile (Dz.82); diğerini Astsb. Annesi Seher BURÇ adına 18.3.1998 Tarih ve 1102 Sayı ile (D.91) doldurup, biri 12.700.00.-TL, diğeri 12.800.000.-TL. tutan iki adet sahte gözlük reçetesini, kendi beyanına göre, biri yakın diğeri uzak gözlüğü olmak üzere annesi için aldığı iki adet gözlük ile kendisi için aldığı bir gözlük farkını ödemekte kullandığı, Sanıklar S.T.(P), E.Ş.'in göz doktoruna muayene olmadan, Hasta kayıt ve protokol defterine kayıt yapılmadan, kayıt tarih ve numarası rast gele yazılan söz konusu sahte reçeteleri düzenleyip Rıhtım Eczanesine götürüp karşılığında, reçete bedelinin yarı fiatı kadar malzeme almak suretiyle kullandıkları hususu sabit olup, bu konuda bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Üzerinde durulması ve incelenmesi gereken husus; sübuta erdiğinde kuşku bulunmayan sahte gözlük reçetesi hazırlanılması ve kullanılması eylemi ve bu eyleme bağlı olayın resmi evrakta sahtekarlık suçunu oluşturup oluşturmayacağı, sanıklar tarafından düzenlenip kullanılan sahte reçetelerde iğfal ve ikna (aldatıcılık ve inandırıcılık) kabiliyetinin olup olmadığı hususudur. Sanıklar tarafından sahte olarak düzenlenen reçetelerin karşılığı olarak eczaneden bazı malzemeler (gözlük ve eczanede satılan çocuk bezi v.s. gibi malzemeler) alınıp, reçetelerin bedellerinin idareden tahsili için reçeteler eczane tarafından 1 nci Ordu Sağlık ve Veteriner Daire Başkanlığına gönderildiğine, orada yapılan incelemede, incelemeyi yapan Ecz.Ütğm.Derya BAL (Dz.147-235) reçetelerin düzenleniş şeklinden (yazılan yazılar, teşhis, mühür v.s. gibi) ve sahteliğinden şüphelenmediğine, sadece çok kısa zaman aralıkları ile aynı şahıslar adına süre yönünden kurallara aykırı olarak gözlük reçetesi düzenlenmiş olması hususu dikkatini çektiğine, soruşturma da bu nedenle başladığına 448 göre, bu oluş şekline göre sanıklar tarafından kullanılan reçetelerde iğfal ve ikna kabiliyetinin (aldatıcılık vasfı) olup olmadığı meselesi incelendiğinde; Resmi evrakta sahtecilik suçlarında yapılan sahteciliğin iğfal ve ikna (aldatma ve inandırma) kabiliyetinin olup olmadığının araştırılması gerektiği, bu unsurun mevcut olmaması halinde bu suçun oluşmayacağı, gerek doktrinde gerekse uygulamada kabul edilen yerleşmiş bir husustur. TCK.nunda evrakta sahtekarlık suçunun yasal unsuru olarak açıkça gösterilmemiş olan ancak doktrin ve uygulamada suçun unsuru olarak kabul edilen "iğfal ve ikna kabiliyeti" yönünden "iğfal" kelimesinin sözlük anlamı "gaflete düşürüp,yanıltıp, yanlış bir iş yaptırma, aldatma, aldatılma" olarak açıklanmaktadır. Bir resmi evrakın iğfal ve ikna (aldatıcılık ve inandırıcılık) kabiliyetinin olması, o resmi evrakın ve evraktaki sahtekarlığın o evrakı alan ve o evrakla ilgili bir işlem/iş yapması gereken kişiyi evrakın sahih olduğu yolunda kanaat sahibi yapıp inandırması ile ortaya çıkmaktadır. Bu açıklamaya göre sanıklar tarafından sahte olarak hazırlanan ve kullanılan gözlük reçeteleri sahih ve usulüne uygun olarak hazırlandıkları hususunda hem gözlük veya reçete karşılığı başka malzeme veren gözlükçüyü aldatmış, hem de eçetelerin bedellerinigözlükçüye ödemek için idare adına inceleyen 1 nci Ordu Sağlık ve Veteriner Dairesi Başkanlığı görevlisi Tanık Ecz.Ütğm.Derya BAL'ı aldatmıştır. Tanık Ütğm.Derya BAL reçetelerin sahte olduğundan, bazı şekli bozukluk ve eksikliklerinden şüphelenmemiş, sadece çok kısa aralıklarla aynı kişiler adına birden fazla gözlük reçetesi düzenlenmesinin mümkün olmadığını bildiği için bu usulsüzlüğü nazara alarak reçetelerde yazım sırasında mükerrer yazılarak bir usulsüzlük yapıldığı düşüncesi ile olayı araştırmak için amirine duyurmuş, onun bu ikazı üzerine önce hastaneye gidilerek basit bir idari soruşturmaya başlanmış (Elde bulunan mükerrer reçeteler ile hastane kayıtları karşılaştırılmış), bazı reçetelerin aynı kişi adına çok kısa zaman aralıkları ile birden fazla yazıldığı, hastane kayıtlarının olmadığı tespit edilince (Şükran AĞCA adına 3 adet, Fatma GÜLSEN adına 3 adet) idari soruşturma adli soruşturmaya dönüştürülmüş, adli soruşturma sonunda idari soruşturma sırasında tespit edilen sahte reçetelerden ayrı olarak da her iki sanığın düzenleyip kullandıkları toplam (7) adet daha sahte reçete elde edilmiştir. Sahte olarak tanzim edildiği anlaşılan toplam bu 7 reçetenin tamamının düzenlenmesine (Reçetenin bazı kısımlarını hazırlayarak kısmen de olsa) Sanık S.T.(P) katılmış (Ön yüzde doktor imzası ve kaşesi olan iki reçeteyi eksik kısımları tamamlayıp kullanmak 449 üzere diğer sanık E.Ş.'e düzenleyip vermiş, diğer reçetelerin hepsini ve reçetelerin yazılması/imzalanması gereken her yerini yazarak/ imzalayarak bizzat düzenlemiştir), sanık E.Ş. ise kendisinin kullanması için başkası adına sahte olarak diğer sanık S.T.(P)'ın muayeneyi yapan doktor yerine imzalayıp, kaşesini bastığı reçetelerin hasta kimlik bilgilerini doldurmuştur. Sahte olduğu sanıklar tarafından da ikrar edilen dava konusu reçetelerde iğfal ve ikna kabiliyetinin olup olmadığını tespit yönünden hazırlık soruşturması sırasında askerî savcı tarafından bilirkişi olarak seçilen ve sahte gözlük reçeteleri kendisine incelettirilerek yeminli bilirkişi olarak dinlenen mesleği gözlükçülük olan bilirkişi Sabahattin ÖZBAY (Dz.111-235) sahte olduğu iddia olunan ve kendisi tarafından incelenen dava konusu reçetelerde, bu reçetelerin sahte olduğunu çıplak gözle ilk bakışta ortaya çıkaracak, bir sahteliğin görülmediğini, bu reçetelerin kendisine de getirilmesi halinde gözlük vereceğini açıklamıştır. Bütün bu açıklamalar, tanık Ecz.Ütğm.Derya BAL'ın, bilirkişi Sabahattin ÖZBAY'ın yeminli beyan ve mütalaaları karşısında sanıklar tarafından sahte olarak düzenlenip kullanılan reçetelerde müsnet suçun unsuru olarak kabul edilen iğfal ve ikna (aldatma ve inandırma) unsurunun mevcut olduğu, iğfal ve ikna kabiliyetinin olup olmadığının tespiti yönünden gözlükçülük yapan bir şahsın bilirkişi olarak dinlenmesinin yeterli olduğu, bu hususta başka bir yerde veya Adli Tıp Kurumunda bilirkişi incelemesi yaptırılmasını gerektiren noksan soruşturma bulunmadığı sonuç ve kanaatine varılmıştır. Sonuç olarak sanıklar hakkında resmi evrakta sahtekarlık suçundan müsnet suçun iğfal ve ikna kabiliyetinin olmadığı görüşü ile sanıklar hakkında beraat kararı veren mahalli mahkeme kararında, aynı gerekçelerle beraat kararını onayan 5 nci Daire kararında isabet görülmediğinden Başsavcılığın itirazının kabulü ile Daire kararının kaldırılmasına, her iki sanık hakkındaki beraata ilişkin hükmün sanıklar aleyhine esastan bozulmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 450 TÜRK CEZA KANUNU Md.342 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/45 K. No :1999/58 T. :18.03.1999 ÖZET Görevi nedeniyle eline geçen başkasına ait yüksek okul diplomasındaki bilgilerden yararlanarak kendisi adına sahte lisans diploması hazırlayıp bunu her nasılsa notere onaylatıp intibakının yapılması için K.K.K.lığına gönderen sanık astsubayın eylemi, T.C.K. nun 342/3 ncü maddesinde tanımlanan “aslın aynısı olan örnek” üzerinde sahtecilik suçunu oluşturur. Noterlik kanununun 82 nci maddesinde örnek verme işleminin aksi sabit oluncaya kadar geçerli işlemlerden olduğu belirtildiğinden bu maddenin dördüncü fıkrasının uygulama olanağı bulunmamaktadır. Sanığın, dosya kapsamına göre sabit olan eylemi, görevi nedeniyle eline geçen Turgay KAP'a ait yüksek okul diplomasındaki bilgilerden yararlanarak kendisi adına sahte ve noter onaylı "Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi Lisans diploması" fotokopisi tanzim etmektir. Sanık daha sonra bu fotokopiyi silsileler yoluyla KKK.lığına gönderdiğinde, KKK.lığının (Dz.83) deki yazısına göre rutin olarak yapılan işlem gereği durumu Anadolu Üniversitesi Rektörlüğünden sorulmuş ve anılan belgenin sahte olduğu meydana çıkmıştır. Bu şekilde gerçekleşip sübuta eren maddi olayda, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık suç vasfına ilişkin olduğundan evrakta sahtekarlık suçları irdelenmelidir. Türk Ceza Kanunu, evrakta sahtekarlığı “Kamunun itimadına karşı işlenen bir suç” saymış, ancak kanunun 339 ve müteakip maddelerinde geçen “Evrak”, “varaka”, “vesika” sözcüklerinin bir tanımını yapmamıştır. Doktrinde ve uygulamada varaka, "hukuki bir hüküm ifade eden ve bir hakkın doğmasına ve bir olayın isbatına yarayan yazılar" şeklinde tanımlanmaktadır. Varaka, onları düzenleyen kişilerin sıfat ve 451 görevlerine göre resmi veya hususi evrak niteliğinde olabilir. Şayet bir memur tarafından görevini yaptığı sırada ve görevi cümlesinden olmak üzere düzenlenmişse resmi evrak niteliğini iktisap eder. Kanun koyucu, açık bir hüküm sevkedilmiş bulunan hallerde resmi varakaları, başlıca isbat kuvvetlerini gözönünde tutup, bunların bir bö1ümünü, sahteliği sabit oluncaya kadar ve diğer bir bölümünü de aksi sabit oluncaya kadar muteber diye iki grupta mütalaa etmiştir. Bu itibarla, kanunda ayrıca açıklama yapılmayan hallerde, resmi varakaları genel kural olarak, aksi sabit oluncaya kadar muteber saymak zorunluğu vardır. Çünkü bir resmi varakanın sahteliğinin isbatı, aksini isbata nazaran daha güç olduğundan kanun koyucu bu hususta daha ağır ceza koymuş bulunmaktadır. Bu cümleden olarak HUMK.nun 295 nci maddesinde, mahkeme ilâmları ile noterlikçe doğrudan doğruya düzenlenmiş senetlerin sahteliği sabit oluncaya, yetkili memurların usulüne göre düzenleyip onadıkları belgelerin de aksi gerçekleşinceye kadar kesin delil niteliği taşıdığı belirtilmiştir. 1512 sayılı Noterlik Kanununun 82 nci maddesinde; bu Kanun hükümlerine göre belgelendirilen işlemlerin resmi sayılacağı ifade edildikten sonra, Noterler tarafından, "Düzenleme" başlıklı ikinci bölüm hükümlerine göre düzenlenmiş olan hukuki işlemlerin sahteliği sabit oluncaya kadar; "onaylama" başlıklı üçüncü bölüm hükümlerine göre noter tarafından yapılan imza onaylaması işlemlerinin, onaylanan imzanın ilgiliye ait oluşunu belgelendirme niteliğinde olduğu ve hukuki işlemlerin içindekileri kapsamadığı, bu işlemlerde imza ve tarihin sahteliği sabit oluncaya kadar; bu hükümler dışında kalan noterlik işlemlerinin ise aksi sabit oluncaya kadar geçerli olduğu belirtilmiştir. Anılan Kanunun "örnek verme" başlıklı dördüncü bölümünde yer alan 96 ncı maddede ilgililerin getirdikleri her çeşit kağıdın tamamının veya bir ksmının örneğinin çıkarılmasını istediği takdirde noterin örnek vereceği, 98 nci maddede örneğin, fotokopi veya benzeri usullerle çıkarılabileceği öngörüldüğünden, bu bölümdeki işlemlerin Noterlik Kanununun 82/son maddesi gereğince aksi sabit oluncaya kadar geçerli oldukları anlaşılmaktadır. Ayrıca, kanun koyucu, resmi evrakın tasdikli suretinde yapılan sahtekarlığı aslında yapılan sahtekarlık kadar vahim saymamıştır. Çünkü aslın ibrazı daima istenebileceği ve kanuni istisnalar dışında bundan kaçınılmayacağı cihetle, suretin asla uygun olup olmadığı kontrol edilebilir ve sahtelik kolaylıkla ortaya çıkarılabilir. İşte bu düşünce ile, kanun koyucu suretlerde yapılan sahtekarlığı,asıllarda yapılana oranla 452 daha hafif bir ceza ile cezalandırmayı uygun bulmuştur. Bununla beraber, resmi evrakın musaddak suretleri kanunen zayi olan asılları makamına kaim olmak lazım geldiği takdirde (TCK.nun 339/2) anılan suretler hakkındaki sahtekarlık asılda sahtekarlık sayılır. Burada "asıl" ve "suret" kavramı üzerinde de durmak gerekir. Resmi evrakın aslı, resmi memur tarafından düzenlenen varakadır. Bu asıl, tek olabileceği gibi birden fazla nüsha da olabilir. 0 zaman bu nüshalar suret değil, asıl gibidirler. Suret asıl ile aynı zamanda yazılsa dahi (makinalarla aynı anda çıkarılan kopyalı suret gibi), bu hali ile resmi evrakın hukuki manada sureti değildir. Ancak, "musaddak surette" bu vasıf vardır. Teknik, yani hukuki manada suret; "resmi varakanın aslından" bu aslına tamamen ve kelimesi kelimesine uygun olarak çıkarılan ve alt kısmı yetkili memur tarafından tasdik edilen varakadır. Resmi evrakta sahtekarlık suçları, sahte evrakın düzenlenmesi veya hakiki evrakta tahrifat yapılması ile oluşur. Bunun kullanılması şart olmadığı gibi, suçun oluşması için bir zarar doğması da şart değildir. İhtimali bir zarar yeterlidir. İhtimali zarar da tanzim veya tahrif ile birlikte meydana gelir. Zira, bu suretle resmi evraka atfedilen güven yapılan sahtekarlık suretiyle sarsılmış olmaktadır. Nitekim TCK.nun 339 ncu maddesinde de bu unsur "...umumi ve hususi bir zarar tevellüt edebilirse..." şeklinde belirtilmiş ve 343 ncü maddede de 339 ncu maddeye atıfta bulunularak aynı şart dolaylı olarak aranmıştır. Resmi evrakta sahtekarlık suçlarında, tartışma konusu olan bir husus da okul diploma ve şehadetnameleridir. Bunların, evrakın aslı mı yoksa aslın özeti mi olduğu hususunda, bu davada görüldüğü gibi duraksamalar olabilmektedir. Okul diplomaları, altıncı babın dördüncü faslında gösterilen şahadetnameler arasında sayılmadıkları için üçüncü fasılda öngörülen resmi evraktan sayılmaları gerekmektedir. Nitekim,Yargıtay'ın 11.11.1936 tarih ve 20/29 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında bu şekilde karara varılmış, mektep şahadetname ve tasdiknamelerinin TCK.nun altıncı babının üçüncü faslındaki resmi evraktan oldukları kabul edilmiştir. Askerî Mahkemece, Yargıtay C.G.K.nun 20.4.1989 tarih ve 6/105-165 sayılı diplomaların evrakın aslı olmadığı, aslın özeti olduğu şekildeki kararı esas alınarak ve bu karardan daha sonraki bir kararın bulunamadığı şeklindeki bir gerekçe ile yazılı şekilde hükme varılmış ise de; Yargıtay CGK.nun 27.9.1993 tarih ve 1993/197-209 ile 30.6.1998 tarih ve E.1998/6-183,K.1998/225 sayılı kararlarında "mektep 453 şahadetname ve tasdiknamelerinin" resmi belgede sahtecilik olarak kabul edildiği ve 1998 yılında verilen kararda süreklilik gösteren yargısal kararların bu doğrultuda olduğunun vurgulandığı, diplomaların "aslın özeti" olup olmadığı meselesinin de tartışıldığı ve bu görüşün azınlıkta kaldığı anlaşılmıştır. Bu nedenle ve Daire ilâmında da belirtildiği gibi; diplomaların, öğrenim dönemi bitirildiği zaman tanzim edilen ve yapıcı idari tasarruf niteliğinde olan resmi evrakın aslı olarak kabulü gerekmektedir. Bu genel nitelikteki açıklamalar çerçevesinde somut olaya bakıldığında;sanığın, er Turgay KAP'ın askerlik yükümlülüğünü yedek subay olarak yapmak amacıyla birliğine gönderdiği tasdikli diploma fotokopisinden, kendi adına sahte bir diploma fotokopisi oluşturduğu ve bunu her nasılsa notere tasdik ettirdiği anlaşılmaktadır. Resmi evraktan sayılan diplomanın sahih bir sureti tahrif edilerek oluşturulan ve noter tasdiki ile ikna ve iğfal kabiliyetini kazanan bu belgenin tanzim ve tasdik ettirilmesi sonucu TCK.nun 339 ve 342 nci maddelerinde öngörülen zarar olasılığı da gerçekleşmiş olmaktadır. Her ne kadar KKK.lığınca bu tür belgelerin rutin olarak ilgili kurumdan araştırıldığı ifade edilmekte ise de, sahte fotokopinin noterde aslına uygunluğunun tasdik edilmiş olması ile Noterlerce verilen örnek belgelere olan inanç zedelenmiş olmaktadır. Dolayısıyla burada sarsılan ve bozulan kamu güveni olduğundan zararın fiilen doğmamış olması önemli değildir. Kaldı ki, bir başka kuruluşun bu evraka itibar ederek işlem tesis etmesi de mümkündür. Bu nedenle, zarar ihtimalinin daima mevcut olduğu kabul edilmelidir. Açıklanan nedenlerle, sanığın sübuta eren eyleminin TCK.nun 342/3 ncü maddesinde tanımlanan "aslın aynısı olan örnek" üzerinde sahtecilik suçunu oluşturduğu Noterlik Kanununun 82.maddesinde "örnek verme" işleminin "aksi sabit oluncaya kadar geçerli" işlemlerden olduğu belirtildiğinden bu maddenin dördüncü fıkrasının uygulama olanağının bulunmadığı sonucuna varılmış ve suç vasfı yönünden yasaya aykırı hükmün bozulmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 454 TÜRK CEZA KANUNU Md.448 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/127 K. No :1999/114 T. :27.05.1999 ÖZET Askerî Yargıtay’ın istikrar bulan kararlarında öldürme sonucunu doğuran bir dizi hareketi iradi olarak yapmakla birlikte sonuç istenmemiş ise olayda kast değil taksirin bulunduğu kabul edilmektedir. Kastın varlığı ise dışa yansıyan davranışlarla tespit edilebilir, kast, kanunumuza göre taammüd gibi yoğunlaşmış bir şekilde olabileceği gibi bir anlık bir istekle ani kast şeklinde de kendini gösterebilir. İster yoğunlaştırılmış, ister ani kastla olsun bu davranışlarda fail hep sonucu istemektedir.Öldürmenin kasten olması için failin sonucu istemesi zorunlu olup sonucun istendiği yani kastın varlığı olay öncesi ve olay sırasındaki konuşma ve fiillerle tayin edilecektir. Domaniç İlçe J. K. lığı emrinde görevli olan Sanık Uzm.Çvş. M.H.'nın Foça ilçesine kursa gittiği, Sanık kursta iken müteveffa J.Eri Ufuk AL'ın Domaniç İlçe J.K.lığı emrine dağıtım olup göreve başladığı, Sanığın 10.8.1998 günü kurstan dönüp aynı gün birliğe katılması üzerine 11.8.1998 günü olayda kullanılan A-900XSO8367-97 A seri numaralı silahın kendisine teslim edildiği, Sanıkla müteveffanın 10.8.1998 tarihinden itibaren birlikte çalıştıkları, Sanığın savunmasına göre 15.8.1998 günü bölüğün arka tarafında kömür çekme işini kontrol için gittiğinde oturmakta olan Müteveffayı görüp neden oturduğunu sorduğu, Müteveffanın akşamdan yorgun olduğunu ve dizlerinin ağrıdığını söylemesi üzerine bu defa sakal traşı olmadığı için ikaz ettiği, yeminli dinlenen tanık Ahmet ADIGÜZEL'in beyanından anlaşılacağı üzere olaydan birkaç saat önce Sanığın karakolun arka tarafında nöbet tutmakta olan müteveffanın yanına gittiği, Sanığın elindeki hedef kağıdını müteveffaya vererek hedef tahtasına koymasını istediği, müteveffanın sanığın emrini yerine getirdiği, bilinmeyen bir sebeple 455 Sanığın müteveffayı azarlayıp elindeki silahla hedef tahtasına bir el ateş ettiği, isabet ettiremeyince müteveffaya kızarak el kol hareketleri de yapıp bir tokat attığı, Müteveffanın Sanığa karşı herhangi bir tepki göstermediği, nöbetini bitiren müteveffanın çaycı Er Ahmet ADIGÜZEL'in yanına giderek, "Devre bu askerlik bitmez, birkaç gün sonra çocuğum olacak, birde Mehmet Uzman başıma bela oldu, durmadan benimle uğraşıyor, deminde bana durduk yerde küfür etti dayak attı, şimdi de bu adamla devriye görevine çıkacağız” şeklinde üzüntülerini dile getirdiği, kaçakçılığın önlenmesi ile PKK. Örgütünün kuruluş yıldönümü sebebiyle olası bir saldırının önlenmesi amacıyla Sanığın tim komutanı, Müteveffanın araç şoförü, yeteri kadar erin timde görevlendirildiği bu timin saat 20.00-24.00 arasında devriye olarak görev yapacağının emredildiği, görev öncesi bölük binası önünde bulunan kamelyada Astsb. H. Ali ARSLAN ile akşam yemeğini yiyen, Sanığın devriyenin hazırlanması emrini verdiği, hazır olduğu bildirilince saat 19.55 de kamelyadan çıkarak üzerinde bulunan sivil elbiseyi çıkarıp resmi kıyafetini giymek üzere odasının bulunduğu bölük binasına doğru yürümeye başladığı, bölük binasının girişinde merdivenlerin başında Sanığa göre sağ tarafta tanık Er Beyler MUTLU'nun, sol tarafında ise müteveffanın göreve gitmek üzere hazırlanmış olarak bekledikleri, merdivenlere yaklaşan Sanığın silahını çıkararak, silahın namlusunu havaya doğru tuttuktan sonra mekanizmasını bir defa çekip bırakarak namlusuna mermi sürdüğü, Tanık Er Beyler MUTLU'nun Sanığa hitaben "komutanım devriyeye sivil kıyafetle mi çıkacaksınız'' şeklinde sorduğu, bu sırada Sanığın silahını maktule doğru doğrultmuş olduğu, tanık Er'in sözü üzerine müteveffanın gülümsediği bunun üzerine Sanığın Er Beyler MUTLU'ya ''sana ne lan'' müteveffaya da ''ne gülüyorsun'' deyip akabinde Maktule doğru doğrultmuş olduğu silahın ateş aldığı Sanığın silahından çıkan merminin müteveffayı karın nahiyesinden yaraladığı, müteveffanın yere düşüp ''komutanım ben i vurdunuz" şeklinde hitap ettiği, maktul askerî bir araca konularak hastaneye götürülürken yolda Sanığın Astsubay M.Ali ARSLAN'a ''komutanım ben ne yaptım, askerî vurdum, ben adam vuracak adam mıyım" şeklinde sözler sarf ettiği, Müteveffanın önce Tavşanlı Devlet Hastanesine, daha sonra SSK. Hastanesine götürüldüğü ancak ateşli silahla yaralanmasına bağlı iç kanama sonucu vefat ettiği, anlaşılmaktadır. Sanık savunmasında merdivenlere 3-4 metre mesafe kala doldurboşalt yapmak amacıyla tabancasının mekanizmasını çekip bıraktığını, binalara silahın namlusunda mermi olduğu halde girilemeyeceğinden 456 namluda mermi varsa çıkarmak istediğini, Er Beyler MUTLU'nun ''sivil kıyafetle mi göreve çıkacaksınız?'' şeklindeki sorusu üzerine ona ''sana ne lan'' diye cevap verdiğini, müteveffanın güldüğünü görmesi üzerine de ''ne gülüyorsun'' diye sorduğunu, bu sırada elindeki silahın ateş aldığını, çıkan merminin müteveffayı yaraladığını anlayınca yardım istediğini, kurtarmak için her türlü çabayı gösterdiğini, müteveffa ile 5 gün beraber çalıştığını, aralarında kavga ve husumet olmadığını, silahını bilerek ateşlemediğini, müteveffayı kömür taşıma olayı sırasında oturması ve sakal traşı olmaması sebebiyle ikaz ettiğini ifade etmektedir. Tanık Ahmet ADIGÜZEL'in anlatımına göre, olaydan birkaç saat önce Sanığın hedef tahtasına ateş etmesi sırasında müteveffaya bilinmeyen bir sebeple kızıp bir tokat atması olayı dışında aralarında başkaca bir husumet ve ihtilaf bulunmamaktadır. Tanık Er Beyler MUTLU ise sanığın müteveffanın göğsüne yönelik tabancasının tetiğine bastığını ifade etmektedir. Ölüm sonucunun, Sanığın eyleminden kaynaklandığında bir tereddüt bulunmamaktadır. Çözümlenmesi gereken sanığın ölüm sonucunu isteyip istemediği konusudur. Sanığın ölüm sonucunu doğuran bir dizi hareketi yaptığı, ölümü de istediği ortaya konulduğu takdirde olayda kasten adam öldürmekten söz etmek mümkün olabilecektir. Buna karşılık Sanığın bir dizi hareket yapıp elindeki silahın ateş almasına sebep olmakla beraber ölümü istemesi söz konusu değilse bu takdirde taksirle adam öldürmekten söz edilebilecektir. Askerî Yargıtay’ın istikrar bulan kararlarında öldürme sonucunu doğuran bir dizi hareketi iradi olarak yapmakla birlikte sonuç istenmemiş ise olayda kast değil taksirin bulunduğu kabul edilmektedir. Kastın varlığı ise dışa yansıyan davranışlarla tespit edilebilir, kast , kanunumuza göre taammüd gibi yoğunlaşmış bir şekilde olabileceği gibi bir anlık bir istekle ani kast şeklinde de kendini gösterebilir. İster yoğunlaştırılmış, ister ani kastla olsun bu davranışlarda fail hep sonucu istemektedir. Öldürmenin kasten olması için failin sonucu istemesi zorunlu olup sonucun istendiği yani kastın varlığını olay öncesi ve olay sırasındaki konuşma ve fiillerle tayin edilecektir. Bu izahlardan sonra olayımıza döndüğümüzde; Sanıkla müteveffanın çok kısa bir süre beraber çalıştıkları, sanıkla-müteveffa arasında sakal traşı olmama ve kömür taşımaya bağlı bir tokat atma olayı dışında önemli bir anlaşmazlığın da bulunmadığı anlaşılmaktadır. Sanığın müteveffaya husumet duyması için bilinen bir sebep de bulunmamaktadır. 457 Sanık silahı ile sık sık oynayan disiplinsiz davranışlar gösteren bir kişilik yapısına sahiptir. Sanık merdivenlerden çıkarken elinde tuttuğu silahı sürekli olarak çeşitli yönlere tevcih etmekte olup silahı direkt olarak müteveffaya karşı tevcih edip nişan alması söz konusu değildir. Binaya dolu şarjörle girmek yasak olduğundan doldur-boşalt yapmak amacıyla mekanizmayı çekip bırakmıştır. Aynı gün tahtaya diktirdiği hedefi dahi vuramayacak ölçüde tecrübesiz bir uzmandır. Sürekli oynayıp durduğu silahının maktule yöneldiği esnada tetik tertibatı ile ile oynadığı anlaşılmakta ancak bunu bilerek ve ölüm sonucunu isteyerek yaptığı kesinkes anlaşılmamaktadır. Olaydan sonra da müteveffayı kurtarmak için tüm çabayı göstermiş olması karşısında sonucu istediğini söyleyebilmek mümkün değildir. En azından bir şüphenin bulunduğu, bu şüphenin de sanık lehine yorumlanması oluşa uygun düşeceğinden sanığın müteveffanın ölümüne kasten değil, tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu sebebiyet verdiği sonucuna varılmış bu nedenlerle bu sonuca varan Dairenin kararı yerinde görülerek Başsavcılığın itirazının reddine oyçokluğu(9/6) ile karar verilmiştir. 458 TÜRK CEZA KANUNU Md.448 T.C. ASKERİ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E.No. :1999/201 K.No. :1999/182 T. :14.10.1999 ÖZET Sanığın, elindeki tabancanın patlaması halinde göğsüne doğru tuttuğu müteveffa erin ölebileceğini pekala bildiği, fakat önceki şakalarında olduğu gibi, kendisine göre aldığı tedbir nedeniyle tetiğin boşa düşeceğini düşünerek tetiğe bilerek bastığı, ancak silahın patlamasını ve sonucunda müteveffa erin ölmesini kesinlikle istemediği için, suç kastı için aranan “fiilin neticelerini isteyerek işlemek iradesi”nin dava konusu olayda gerçekleşmediği ve dolayısıyla sanığın eyleminin yoğun taksirle ölüme sebebiyet vermek suçuna vücut verdiği anlaşılmaktadır. Daire ile Askerî Mahkeme arasında maddi vakıanın sübutu ve suçun vasfı ile ilgili bir ihtilafın bulunmadığı, Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki uyuşmazlığın, olayda sanık lehine haksız tahrikin mevcut olup olmadığına ilişkin olduğu görülmektedir. Daire, sanığın Kasten Adam Öldürme suçunu, herhangi bir şekilde haksız tahrik altında kalmaksızın işlediğini kabul ederken, Askerî Mahkeme, sanığın Kasten Adam Öldürme suçunu, müteveffanın ağır tahriki sonucu işlediğini kabul etmiştir. Başsavcılık ise, suç vasfının yerinde olduğunu, olayda sanık lehine haksız tahrikin bulunduğunu, ancak haksız tahrik derecesinin Mahkemenin kabul ettiği gibi ağır derecede olmayıp hafif derecede olduğunu ve hükmün sadece bu yönden bozulması gerektiğini görüş olarak bildirmiştir. Dava dosyası, her ne kadar, olayda sanık lehine haksız tahrikin bulunup bulunmadığı konusunda, Daire ile Askerî Mahkeme arasında çıkan ihtilafın çözümü için Kurulumuza intikal etmiş ise de, yapılan inceleme ve müzakere sonunda, sanığın eyleminin, Dikkatsizlik ve 459 Tedbirsizlik sonucu ölüme sebebiyet suçunu oluşturduğu kabul edildiğinden, direnme hükmünün suç vasfındaki isabetsizlik nedeniyle bozulması gerekmiştir. Gerçekten, Daire ilâmında ve direnme hükmünde de kabul edildiği üzere, sanığın olaydan önce de bir çok kişiye karşı Smith Wesson tabancasını tevcih etmek, bazen tetik de düşürmek suretiyle aynı şekilde şakalar yaptığı ve şakayı alışkanlık haline getirdiği, sanıkla müteveffa arasında evvelce, husumet yaratacak ve hele hele sanığın müteveffayı öldürmesini gerektirecek hiç bir olayın geçmediği, sanık beyanı, tanıkların yeminli anlatımları ve tüm dosya kapsamı ile hiçbir şüphe ve tereddüde yer vermeyecek şekilde saptanmış bulunmaktadır. Olay sırasında, sanığın karakoldaki şüpheli bayanların üst aramasını yaptırmak amacıyla Sağlık Ocağına gidip oradan hemşire getirmek istemesi üzerine, müteveffanın "Komutanım siz niye gidiyorsunuz, çağıralım onlar gelsinler" şeklindeki sözünün; hiç bir ruhsal rahatsızlığı bulunmadığı Psikiyatri uzmanı raporu ile saptanmış olan (Dz.86) sanık yönünden de, öldürme sebebi olarak kabul edilemeyecek olması, sanığın; haznesi Altı Adet mermi alan Smith Wesson tabanca topunun bir gözünü tamamen boş ve bir gözünde boş kovan (kalan dört gözde mermi) bulundurmak suretiyle, kendine göre tedbir aldığı için, tetiğin boşa düşeceği ve patlamayacağı düşüncesiyle hareket ettiği yolundaki anlatımının (Dz.6-7); olay sonrası tabanca üzerinde inceleme yapan silah teknisyeni bilirkişilerin tespitleriyle (Dz.25, 47), tanık anlatımlarıyla (Dz.7,8,9), olayda kasıt bulunmadığını bildiren Vaka Kanaat Raporu (Dz.35) ve sanığın olay sonrasındaki, müteveffayı kucaklayıp taşıması hastaneye götürürken yolda "Ulaş aç gözlerini konuş, bu silahı kim doldurdu, Ulaş sana bir şey olmasın bana olsun" şeklindeki davranışlarıyla doğrulanmış bulunması karşısında, sanığın olayda adam öldürmek kastı ile hareket etmediği açıkça anlaşılmakta olduğundan, sanığın müteveffanın sözüne karşılık "Sen mi iyi bileceksin ben mi?" veya "Sen bu işi bana mı öğreteceksin ?" diyerek; tabancasını müteveffanın göğsüne doğru tutarak çok yakın mesafeden tetik düşürmesini O'nu öldürmek için değil, öncekilerde olduğu gibi, yine şaka yapmak maksadıyla hareket ettiğini kabul etmenin, oluşa daha uygun düştüğü sonuç ve kanaatine varılmıştır. Diğer yandan, Mahkeme direnme hükmünde; "suç teşkil eden bir fiilin neticelerini bilerek ve isteyerek işlemek iradesi" olarak tanımlanan "Suç Kastı"nın, bu olayda sanık yönünden gerçekleştiğini ve dolayısıyla eylemin Kasten Adam Öldürmek suçunu oluşturduğunu kabul etmiş ise 460 de, yukarıda açıklandığı gibi sanığın, elindeki tabancanın patlaması halinde, göğsüne doğru tuttuğu Er U. Ç.'nın ölebileceğini pekala bildiği, fakat önceki şakalarında olduğu gibi, kendisine göre aldığı tedbir nedeniyle tetiğin boşa düşeceğini düşünerek, tetiğe bilerek bastığı (yani fiili bilerek yaptığı), ancak silahın patlamasını ve sonucunda Er U. Ç.'nın ölmesini kesinlikle istemediği (yani fiilin neticesini istemediği) için, Suç kastı için aranan "Fiilin neticelerini isteyerek işlemek iradesi" nin işbu dava konusu olayda gerçekleşmediği ve dolayısıyla sanığın eyleminin, Mahkemenin 21.1.1998 Tarih ve 1998/157-2 Sayılı ilk hükmünde kabul ettiği gibi yoğun taksirle işlenmiş "Ölüme Sebebiyet Vermek" suçuna vücut verdiği kanaatine varılarak, direnme hükmünün suç vasfındaki isabetsizlik nedeniyle bozulması cihetine gidilmiştir. (Oybirliği ) 461 TÜRK CEZA KANUNU Md.448 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/4 K. No :1999/1 T. : 07.01.1999 ÖZET Teröristlerle sıcak temasın hemen ardından ilerleme esnasında üzerine battaniye örtülü olarak mevzi almış müteveffa eri terörist zannederek ateş açıp öldüren sanığın kastının, düşman kabul edilen silahlı eşkıya ile karşılaştığı zannıyla doğrudan doğruya kanunun hükmüne ve emrin icrasına yönelik ve aynı zamanda meşru müdafaa kapsam ve niteliğinde bir teröristi öldürmek iradesiyle hareket ettiği kuşkusuzdur. Sanık olayda silahını taksirle patlatmadığına, hedef gözeterek bilinçli bir şekilde öldürme kastı ile silahını ateşlediğine göre, tedbirsizlik ya da dikkatsizlikle ölüme sebebiyet verildiğinden bahsetmek mümkün değildir. Olayda T.C.K.nun 50 ve 52 nci maddelerinin unsurları bulunmayıp sanığın eylemi hukuka uygunluk sınırları içinde kaldığından eylem T.C.K.nun 49 ncu maddesi kapsamında mütalaa edilerek beraatine karar verilmesi gerekir. Dosya içeriğine ve delillere göre; Tunceli Jandarma Komando Özel Harekat Grup K.lığında görevli olan Uzm.Çvş.M.S. ile müteveffa J.Komd.Onb.Z.Ç.un 22.5.1995 tarihinde Tunceli İl Merkez Barik Tepe Bölgesinde düzenlenen operasyona katıldıkları, gece 03.30 sıralarında Barik Tepe'ye hâkim olmak için timler halinde ilerlemekte iken teröristlerle sıcak temas sağlandığı, çatışma başlayınca operasyona katılan dört timin değişik bölgelerde mevzii aldıkları, bilahare 2/B timinde avcı eri olarak görevli sanık Uzm.Çvş.M.S.ın sıcak temasın hemen akabinde 20-25 metre kadar uzaktan, üzerine bir battaniye örtmüş olan müteveffa J.Komd.Onb.Z.Ç.u gördüğü, havanın henüz aydınlanmamış olmasından dolayı görüş mesafesinin kısalığı nedeniyle ve bir süre önce teröristlerle girişilen silahlı çatışmanın etkisiyle bir an 462 için terörist olduğunu zannederek öldürmek maksadı ile hamili bulunduğu 11963 seri numaralı G-41 piyade tüfeği ile seri atış konumunda ateş ederek müteveffayı vücudunun sağ ön kısmından üç mermi isabet ettirerek vurduğu ve "terörist vardı onu vurdum" diye bağırdığı, ağır yaralanan J.Kom.Onb.Z.Ç.un, yapılan müdahalelere rağmen bir süre sonra öldüğü maddi olgu olarak sabittir. OHAL Kanunu ve TSK.İç Güvenlik Harekatı ile ilgili emirler doğrultusunda yasa dışı bölücü örgüte karşı yürütülen bir seri operasyonlar cümlesinden, olay günü Tunceli İl Merkez Barik Tepe Bölgesinde, bu tepenin ele geçirilmesi maksadıyla düzenlenen planlı operasyon için akşam saatlerinde dört tim halinde başlatılan taktik yaya faaliyeti sırasında, gece karanlığından saat 03.00-03.30. sıralarında Barik Tepe'ye yaklaşılmışken, önceki ilk iki time terör örgütü mensuplarınca açılan taciz ateşi üzerine girilen çatışma sırasında sanığın içinde bulunduğu 3 (2/B timi) ve müteveffanın bulunduğu 4 (8/C timi) ncü timlerin derhal mevzilendikleri, çevredeki kayalarda tertiplenmeye başladıkları, müteveffa Onb.Z. Ç.un timinin bulunduğu bölgeden uzaklaşıp, sağ tarafta bulunan kayalıklara mevzilendiği, tim komutanının yukarı ve aşağı hatları tutmaları konusundaki emrine istinaden sanığın da mevzilenmek için timinin bulunduğu mevkiden 100 metre kadar aşağı ve 50 metre kadar yana "L" biçiminde ilerlediği, bu esnada kimin nerede mevzilendiğinin tam olarak bilinemediği, müteveffanın bulunduğu yerde başka timlere mensup askerlerin olduğu konusunda sanığın bilgisi olmadığı, sanığın bu ilerleme esnasında üzerine battaniye örtülü olarak mevzi almış bulunan müteveffayı gördüğünde, aksi kanıtlanmayan savunmalarına göre "kimsin" demesine rağmen cevap alamayınca ve müteveffanın silahını tevcih ettiğini gördüğünde, içinde bulunulan koşullarda tamamen terörist olduğunu zannederek ateş açıp öldürmesi eyleminde, sanığın kastının, düşman kabul edilen silahlı eşkiya ile karşılaştığı annı ile doğrudan doğruya kanunun hükmüne ve emrin icrasına yönelik ve aynı zamanda meşru müdafaa kapsam ve niteliğinde bir teröristi öldürmek iradesi ile hareket ettiği kuşkusuzdur. Ancak, bütün olumsuz koşulların bir araya gelmesinden dolayı iradesi esaslı şekilde hataya uğramış ve bir askerîn ölümüne sebep olmuştur. Gerek 2935 Sayılı Olağanüstü Hal Kanunun 23 ve gerekse Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 89. maddeleri uyarınca böyle bir operasyon durumunda sanığın bir saldırı ya da saldırı şüphesi durumunda silah kullanma yetkisini haiz olduğu tartışmasızdır. Kaldı ki İç Hizmet Kanunun 88. maddesinde böyle bir durumda silahını 463 kullanmayan askerîn fiilinin mahiyetine göre cezalandırılacağı öngörülmüştür. Silah kullanma yetkisinin doğması nedeniyle silahını kullanan askere sorumluluk yüklenmesi, İç Hizmet Kanununun 87. maddesinin VI.bendi ile TCK.nun 49/1.maddesi hükümleri gereğidir. Dava konusu olayda sanığa karşı bir saldırı söz konusu değil ise de, olayın cereyan ettiği ortam ve olayın gelişimi dikkate alındığında, sanığın karşısındaki kişiyi silahlı eşkiya sanıp esaslı bir yanılgı ile hareket ettiği ortadadır. Yasal savunmada zaruret sınırının aşılıp aşılmadığı belirlenirken, failin o an için içinde bulunduğu ruh halinin (psikolojik durumunun) göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Böyle bir ortamda bulunan sanığın silahlı eşkiya sandığı kişiye karşı savunmada bulunurken herhangi bir şekilde ihtarda bulunması da beklenemeyeceği gibi, silah kullanması için emre de gerek yoktur. Olayın oluşu dikkate alındığında, TCK.nun 49/1.maddesinde düzenlenen kanunun bir hükmünü veya selahiyettar bir merciden verilip infazı vazifeten zaruri olan bir emri icra suretiyle suçun işlenmiş olması yanında TCK.nun 49/2.maddesinde düzenlenen meşru müdafaa şartlarının da oluşmuş olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Bu nedenle, olayda kabulün aksine TCK.nun 50 ve 52. maddelerinin unsurları bulunmamaktadır. Sanık olayda silahını taksirle patlatmadığına, hedef gözeterek bilinçli bir şekilde öldürme kastı ile silahını ateşlediğine göre, tedbirsizlik yada dikkatsizlikle ölüme sebebiyet verildiğinden bahsetmek mümkün değildir. Keza, yukarıda izah edilen nedenlerle sanığın eylemi hukuka uygunluk sınırları içinde kaldığından, eylemin kasten adam öldürme olarak nitelendirilmesi de mümkün görülmemektedir. Bu nedenlerle, olayda TCK.nun 50 ve 52.Maddelerinin unsurları bulunmayıp, sanığın eylemi hukuka uygunluk sınırları içinde kaldığından eylem TCK.nun 49.maddesi kapsamında mütalaa edilerek beraatına karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde mahkûmiyeti cihetine gidilmesi yasaya aykırı görüldüğünden, sanığın ve müdafiinin temyizlerine atfen ve re'sen hükmün esastan bozulmasına ve Askerî Savcının sanık aleyhindeki temyizinin reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir. 464 TÜRK CEZA KANUNU Md.455 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/88 K. No :1999/68 T. : 25.03.1999 ÖZET Kanunumuza göre, öldürme sonucunu doğuracak hareketler iradi olarak yapılsa dahi şayet sonuç istenmemişse kastın değil, taksirin varlığını kabul etmek gerekmektedir. Dosyada sanığın savunmalarının aksini ortaya koyan ve arkadaşını bilerek ve isteyerek öldürdüğünü gösteren kesin ve inandırıcı kanıtlar bulunmadığından, eylemin tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ölüme sebebiyet olarak tavsifi gerekir. Dosya içeriğine göre; suç tarihinde 12 numaralı kulübede nöbetçi olarak görevli olan sanığın, hamili bulunduğu 676282 seri numaralı G-3 piyade tüfeği ile kendisine "vur beni" diyen, birlikte içki içip yemek yediği arkadaşı Mu. Er Y.S.'u silahı üzerinde gerçekleştirdiği bir dizi hareketler sonucu ateş ederek öldürmesi şeklinde sonuçlanan maddi olayın sübutunda bir kuşku bulunmamaktadır. Sanık sorgu ve savunmalarında; arkadaşını kasden öldürmediğini, buna herhangi bir nedenin bulunmadığını, olayın bir kaza olduğunu maktülün "vur beni" demesi üzerine, şaka amacıyla tüfeğin kurma kolunu çektiğini, ...böyle yapınca namlu ağzına mermi sürüldüğünün farkına varamadığını, keza emniyeti açarak tetiği çektiğini de fark edemediğini, ne olduğunu da anlayamadığını, bütün bunları şaka olsun diye ve maktülün vur beni demesi üzerine yaptığını beyan etmiştir. Olay anında sanık ile maktül yanında bulunan ve olayı gören tek tanık Er E.Z. ve dinlenen diğer tüm tanıklar sanık ile maktül arasında hiçbir anlaşmazlığın bulunmadığını, olay sırasında da konuşulan hususların "kasten öldürmeyi" gerektirecek nitelikte bulunmadığını ifade etmişlerdir. Nitekim canının sıkıldığını ve bira içmeyi teklif eden maktülün talebi aynı şekilde canının sıkıldığını açıklayan sanık ve tanık 465 tarafından da uygun karşılanmış, birlikte bira içilmiş sohbet edilmiş ve bir ara başını ellerinin arasına alıp iki üç dakika düşünceye dalan ve sonra başını sanığa doğru kaldırarak "vur beni" sözlerini sarfetmiş bulunan maktülün, evvelce topluca yapılan sohbetlerde de sürekli sıkıntı ve endişelerinden bahsettiği konuşulan diğer sohbet konularına ilgi göstermediği aynı tanık beyanlarıyla açıklığa kavuşmuştur. Yerel Mahkemece; sanığın kasten öldürmek suçunu işlediği kabul edilerek tecziye edilmesine karşın, Dairece; sanığın maktülü tedbirsizlik, dikkatsizlik sonucu öldürdüğü kabul edilerek hükmün suç vasfından dolayı bozulmasına karar verilmiş, yerel mahkeme hükmünün onanmasını talep eden Askerî Yargıtay Başsavcılığınca da bu karara itiraz edilmiştir. Dolayısıyla Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın suç vasfına ilişkin bulunduğu görülmektedir. Bu itibarla uyuşmazlığın çözümü için öncelikle sanığın kastını belirlemek gerekmektedir. Kanunumuza göre, öldürme sonucunu doğuracak hareketler iradi olarak yapılsa dahi şayet sonuç istenmemişse kast'tan değil, taksirin varlığını kabul etmek gerekmektedir. Dosyada sanığın savunmalarının aksini ortaya koyan ve arkadaşını bilerek ve isteyerek öldürdüğünü gösteren kesin ve inandırıcı kanıtlar bulunmamaktadır. Bilakis sanık silahı üzerinde gerçekleştirdiği hareketler sırasında şarjörünü çıkarıp yere atmakla sonucu iradi olarak istemediğini açıkça ortaya koymuştur. Nitekim itiraz tebliğnamesinde dahi, "...sanığın mermilerin silahtan çıkarılması tedbirini almak istediği, şarjörünü çıkartmış olduğu halde; doldur-boşalt yaptığı esnada, namlu ağzına sürülen mermiyi unutarak bunda başarılı olamamıştır denilerek tedbirsizliğin mevcudiyeti tarif edildiği halde, sonuçta bu davranışının neticenin istenmediğini gösteren etkili bir tedbir niteliğinde görülmemesi gerektiği vurgulanmışsa da; Esas kastı şaka yapmak olan sanığın evvelce G-3 piyade tüfeği ile atışlar yapmasına ve eğitimini almış olmasına rağmen, kurma kolunun çekilip bırakılması işleminin, şarjör çıkarılmadan öncemi yoksa sonra mı yapılacağını bir an için şaşırması ve henüz şarjörü çıkarmadan önce kurma kolunu çekip ve şarjörü yere atmış oluşu nedeniyle de namluda mermi olmadığı düşüncesiyle ve kasta yaklaşan yoğun tekasülü ile tetiğe basmış olduğunu kabul etmenin oluşa mevcut delillerin niteliğine daha uygun kabul tarzı olacağı sonucuna ulaşılmıştır. Keza olay sonrası birliğini terkederek kaçan ve bir süre sonra kendiliğinden döndüğü anlaşılan sanığın bu davranışını, onun öldürme kastıyla hareket ettiğine dair yan delil olarak kabul etmek de mümkün 466 görülmemiştir. Zira sanığın olaydan sonraki davranışları T.C.K.nun 29 ncu maddesinde temel cezanın tayininde gözönünde tutulması gereken sebepler arasında sayılmıştır. Bütün bu nedenlerle; Dairenin suç vasfına ilişkin kabulü yerinde ve dosyadaki kanıtlara uygun görüldüğünden, Başsavcılığın aksi düşünceye dayalı itirazının oyçokluğu ile reddi gerekmiştir. 467 TÜRK CEZA KANUNU Md.455 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/90 K. No :1999/76 T. :15.04.1999 ÖZET Öldürme sonucunu doğuracak hareketler iradi olarak yapılsa dahi, şayet sonuç istenmemişse ve sonucun istenmiş olduğuna ilişkin kesin ve inandırıcı deliller yoksa kastın değil taksirin varlığını kabul etmek gerekir. Sanığın Tunceli Ovacık ilçesi Yeniyazı J.Karakol K.lığında Karakol Komutanının postası olarak görevli olduğu, 5.8.1996 günü akşamı Karakol Komutanı olan Astsubayla beraber mevzileri dolaştıktan sonra saat 21.00 sularında karakola döndükleri, Karakol Komutanı nezaretinde doldur-boşalt yaptıktan sonra kendisine zimmetli olan 16C502 seri nolu G-3 piyade tüfeğini yarım dolduruşta gazinoya bıraktığı, karakoldaki yerleşik uygulamaya göre saat 24.00’den itibaren hava aydınlanıncaya kadar mevzilerde nöbet tutan erlerin uyumamaları için belirli periyotlarla sıra ile doldurboşalt işlemi yapmadan silahları ile birlikte gazinoya gelip çay içtikleri; 6.8.1996 günü saat 03.15 sularında Ziyarettepe nöbetçisi olan Er Gündüz GÖKDUMAN’ın da çay içmek için gazinoya geldiği, evvelce gelmiş olan sanığın bir ara Karakol Komutanının yatıp yatmadığını kontrol etmek için dışarı çıkıp yattığını öğrendikten sonra tekrar gazinoya döndüğü ve akabinde 16C502 seri nolu silahını asılı bulunduğu yerden alıp yatmaya gidiyorum diyerek gazinodan çıktığı, kısa bir süre sonra tekrar içeriye girerek “eyvah basıldık” diye bağırdığı, ancak zaman zaman bu tür şakalar yapması sebebiyle bu sözlerinin gazinoda oturanlar tarafından ciddiye alınmadığı, bunun üzerine sanığın elindeki tüfeği bir omuzundan diğer omuzuna, bir elinden diğerine almak suretiyle oynamaya başlaması üzerine Onb.Ümit ALTINBAŞ’ın uyarıda bulunup 468 “silahla burada oynama, çık dışarıda doldur boşalt yap” şeklindeki ikazına karşılık “biz bu işin artık ustası olduk, silahın nasıl kullanılacağını biliriz” şeklinde cevap verdiği ve akabinde sanığın bu defa da gazinoya çay içmek için gelmiş olan Er Gündüz GÖKDUMAN’a silahını doğrultması ve erin “ben silahtan korkarım çevir” diyerek başını ellerinin arasına alıp hafifçe eğildiği sırada sanığın “devrem silah zaten boş” şeklinde cevap verdiği ve aynı anda emniyeti açarak tetiğe bastığı, çıkan merminin Er Gündüz GÖKDUMAN’ın sol çene kemiğini kırarak başının arka kısmından çıktığı, beyin sapına isabet eden kurşun yarasının nörojenik şoktan ölümüne neden olduğu kuşkusuz bir şekilde belirlenmiştir. Yukarıda açıklanan aşamalardan da anlaşıldığı gibi; somut olayın başlaması, gelişmesi ve sonuçlanması ile ilgili olarak Daire ile Yerel Askerî Mahkeme arasında anlaşmazlık bulunmamaktadır. Anlaşmazlık sadece suç vasfına ilişkin bulunmaktadır. Yerel Askerî Mahkemece direnme hükmü tesis edilirken ilk hükümden farklı olarak sanığın terhis edilmiş olması sebebiyle 492 sayılı Harçlar Kanunu uyarınca ayrıca harca hükmedildiği görülmüşse de; harç bir kamu alacağı olup kanun gereği uygulanması zorunluluğu bulunduğundan ve sanıkta terhis edilmiş olduğundan vaki statü değişikliği nazara alınarak harçlar kanununun uygulanmasının tesis olunan Direnme hükmünün niteliğini değiştirmediği ve ortada sebat niteliğinde bir hüküm bulunmadığının belirlenmesini takiben; toplanan delillere ve edinilen vicdani kanaate nazaran anlaşmazlığın çözümlenmesi amacıyla yapılan incelemede; Olayın en yakın görgü tanıklarından olan Onb.Ümit ALTINBAŞ yeminli ifadesinde, bir gün Er Gündüz’ün kendisine, “bu Nevzat yeni gelen alt tertip arkadaşları çok fena dövüyor, bugün böyle bir olaya tanık oldum ve olaydan sonra Nevzat’ı aradım, banyoda duş alıyordu, banyo kapısına bir tekme attım ve Nevzat’a çok fazla ileri gittin, hareketlerine dikkat et” şeklinde sözler beyan etmişse de; Bu olayın ve konuşmanın ne zaman cereyan ettiği belli olmadığı gibi tertipler arasında sıkça rastlanan bu tür olayların olağan olduğu ve bu tür konuşmaların öldürme eyleminin nedeni olabilecek nitelikte bulunmadığı kabul edildiği gibi, Sanıkla Er Gündüz GÖKDUMAN arasında bir husumetin bulunmadığı, bilakis tanık Ümit ALTINBAŞ’ın mahkemede yeminli şekilde dinlenirken sanığın “seni öldüreceğim” şeklinde değil “seni öldüreyim mi” şeklinde sözler sarfederek şaka yaptığını açıklamış olması karşısında olay anında şakalaşmaya yönelik bir ortamın bulunduğu ve 469 sanığın silahla oynamayı, şakalaşmayı seven bir kişiliğe sahip olduğunun diğer tüm tanıklarca da doğrulandığı anlaşılmaktadır. Keza, Şarjör tüfeğe takılı iken oynamaması için onbaşı tarafından ikaz edilen sanığın “biz bu işin artık ustası olduk, silahın nasıl kullanılacağını biliriz” şeklinde beyanda bulunması ve tüfeği tevcih ettiği J.Er Gündüz GÖKDUMAN’ın “silahtan korkarım çevir” şeklindeki sözleri üzerine, “devrem zaten silah boş” şeklinde cevap verdiği açıklığa kavuştuğundan sanığın silahının boş olduğu düşüncesiyle tetiğe bastığı şeklindeki savunmasını doğrulamaktadır. Nitekim sanığın Doldur-boşalt yapmadan gazinoya giren erlerin yanlışlıkla kendi tüfeği ile oynamış olabileceği gibi arkadaşlarının yanlışlıkla nöbete giderken veya dönerlerken kendi silahı olan 16C502 sayılı tüfeği tam dolduruşa getirmiş olabileceklerine ilişkin savunmasının da aksi ortaya konulamamış bulunmaktadır. Nihayet; olay sonrası arkadaşına yardım etmeye çalışması ve şaşkın bir halde görülmesi şeklinde sergilediği izlenen davranışlarının birlikte değerlendirilmesinden; sanığın olay anında boş olduğunu zannettiği silahı ile şaka yapmak istediği sırada ard arda ortaya koyduğu disiplinsiz ve laubali davranışlarıyla ve bilhassa evamire riayetsizlik sonucu arkadaşı olan Er Gündüz GÖKDUMAN’ın ölümüne sebebiyet verdiği açıklığa kavuşmaktadır. Bu itibarla; istikrarlı uygulamaya göre, öldürme sonucunu doğuracak hareketler iradi olarak yapılsa dahi, şayet sonuç istenmemişse ve sonucun istenmiş olduğuna ilişkin kesin ve inandırıcı deliller yoksa kastın değil taksirin varlığını kabul etmek gerekli bulunduğundan Yerel Askerî Mahkemenin; eylemin “tedbirsizlik, dikkatsizlik, emir ve talimatlara riayetsizlik sonucu ölüme sebebiyet” olarak vasıflandırmış olmasında yasal isabet görülmüş ve vaki temyiz itirazının Reddi ile usul, sübut, vasıf ve uygulama yönlerinden kanuna uygun bulunan Direnme hükmünün onanmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 470 ------------- ------------ --------- -------- ---------- ------ ---------- ---------Bu madde için ayrıca, As. Yrg. Daireler Kurulunun 18.2.1999 gün ve 1999/17-32 sayılı olan TCK nun 29. maddesiyle ilgili içtihadına, As. Yrg. Daireler Kurulunun 4.11.1999 gün ve 1999/196-194 sayılı olan TCK nun 29. maddesiyle ilgili içtihadına, As. Yrg. Daireler Kurulunun 22.4.1999 gün ve 1999/101-84 sayılı olan CİK nun 4. maddesiyle ilgili içtihadına, As. Yrg. Daireler Kurulunun 17.6.1999 gün ve 1999/154-136 sayılı olan CİK nun 4. maddesiyle ilgili içtihadına, bakınız. --------- --------- --------- ----------- ------------ ---------- --------- -------- 471 TÜRK CEZA KANUNU Md.456 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/219 K. No :1999/207 T. :18.11.1999 ÖZET Sanık erin olay günü tartıştığı mağdur er ile kavga ederken ağır haksız tahrikin etkisiyle koğuştan aldığı kasaturayı mağdurun sağ böğrüne saplayarak hayati tehlike geçirecek ve 15 gün mutad iştigale maruz bırakacak şekilde yaralaması olayında, sanığın kasaturayı mağdurun bacağına vurmak isterken böğrüne geldiği yolundaki aksi kanıtlanamayan savunması da nazara alındığında öldürmek kastı ile hareket etmediği sonucuna varılmıştır. Sanığın olay günü tartıştığı Er Serdar AKÇA ile kavga ederken, ağır haksız tahrikin etkisiyle, koğuştan aldığı kasaturayı mağdurun sağ böğrüne sapladığı, mağdurun bu yaralanması sonucu hayati tehlike geçirdiği ve 15 gün mutad iş ve gücünden kaldığı konusunda bir kuşku ve ihtilaf bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık suçun vasfına ilişkin olup, Daire, sanığın eylemini Silahla Müessir Fiil olarak nitelerken, Başsavcılık, sanığın eylemini Kasten Adam Öldürmeye Tam Teşebbüs olarak vasıflandırmaktadır. Dairenin, sanığın eylemini Silahla Müessir Fiil suçu olarak değerlendirirken gösterdiği gerekçe yerinde olmakla birlikte, özellikle, sanığın kasaturayı mağdurun bacağına vurmak isterken böğrüne geldiği yolundaki savunmasının; kendisinin ve mağdurun kavga esnasında pek tabii olarak hareket halinde bulunmaları sebebiyle doğru olabileceği, en azından sanığın bu yöndeki savunmasının aksinin kanıtlanamamış olması,sanığın mağduru bir süre kovalamış olmasının mutlaka öldürmek kastı ile olduğunun kabul edilemeyeceği, sanığın mağduru daha fazla yaralama ve zarar verme kastı ile veya bilinmeyen bu başka sebeple de kovalamış olabileceği, ancak bu konudaki tüm yorumların varsayıma 472 dayalı olacağı, bu durumda sanığın olay sırasında öldürmek kastı ile hareket ettiği konusunda tam bir vicdani kanaate ulaşılmasının mümkün olmaması, suç kastı konusunda ortaya çıkan bu şüpheli durumun sanık lehine yorumlanması gerektiği hususları dikkate alındığında, Askerî Mahkemenin, eylemin Silahla Müessir Fiil suçunu oluşturduğuna ilişkin hükmünü onayan Daire kararında bir isabetsizlik görülmemiştir. 473 TÜRK CEZA KANUNU Md.511 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. NO : 1999/238 K.NO : 1999/245 T. : 23.12.1999 ÖZET T.C.K.nun 511 nci maddesinde yazılı suçtan söz edilebilmesi için eşyanın sahibinin egemenlik alanından tamamen çıkmış, nerede, ne şekilde kaybettiğini bilmemesi, kayıp olduğuna inanmış olması, failin de böylesi bir kayıp eşyaya “ben sahip olmalıyım” düşüncesiyle hareket etmesi gerekir. Somut olayda, mağdur içinde kimliği de bulunan para cüzdanını sanıkla birlikte görev yaptığı gemide düşürdüğünü bilmekte, sanık da gemi içinde bulduğu cüzdanın mağdura ait olduğunu gerek mağdurun cüzdanını düşürdüğünü söylemesinden ve gerekse cüzdan içindeki kimlikten dolayı öğrenmiş bulunmaktadır. Cüzdanın kaybolmuş eşya niteliğinde olmadığı anlaşıldığından eylem arkadaşının eşyasını çalmak suçunu oluşturur. Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, suçun vasfına ilişkindir. Daire, sanığın eylemini Kaybolmuş Eşyayı Mal Edinmek suçu olarak nitelendirirken, Başsavcılık, sanığın eyleminin Arkadaşının (Astının) Bir Şeyini Çalmak suçu olarak vasıflandırmaktadır. Dosyada mevcut delil durumuna göre, sanık ile mağdurun İtalya/Bari Limanında demirlenmiş olan TCG Muavenet gemisinde, Makine Dairesinde, İçeri Vardiya olarak görevli oldukları, 3.12.1999 tarihinde saat 09.00 sıralarında mağdurun cebindeki cüzdanını düşürdüğünü fark ettiği, sanığa sorduğunda, sanığın cüzdanı bulup saklamış olmasına rağmen, mağdura görmediğini söyleyip, Makine Dairesinde birlikte arama yaptıkları, aynı gün olayın Geminin Polis Bürosuna intikal ettirildiği, mağdura ait cüzdanın 4.3.1999 tarihinde içinden parası alınmış, kimliği bırakılmış olarak, Astsubay Yemekhanesine atılmış vaziyette bulunduğu, 9.3.1999 tarihinde yapılan 474 üst ve dolap aramaları sonucunda, mağdura ait 300 Amerikan Dolarının sanığa ait Resim albümünün sayfaları arasında saklanmış vaziyette bulunması üzerine, sanığın suçunu ikrar ettiği hiç bir şüphe ve tereddüde yer vermeyecek şekilde sabit olup, bu konuda bir ihtilaf da bulunmamaktadır. Sanığın, astı durumunda olan arkadaşı Er Cengiz TURAN'ın geminin Makine Dairesinde (sintinede) cebinden düşürdüğü cüzdanını görüp, dolabında yapılan arama sonunda bulunduğu 9.3.1999 tarihine kadar kendi zilyedinde tutmasının hangi suça vücut verdiği konusuna gelince; Askerî Yargıtay Başsavcılığının İtiraz Tebliğnamesinde de belirtildiği üzere, TCK.nun 511/1 nci Maddesinde kaybolmuş bir şeyi bulup da bulunmuş eşyanın mülkiyetini kazanmak için kanunda yazılı hükümlere (MK.Md.676,.692,698) uymayarak, malı mal edinmeye kalkışmak suç sayılmıştır. Maddede kaybolmuş eşyadan söz edildiğine göre, mağdurun, parasını kaybetmiş sayılıp sayılmayacağının belirlenmesi gerekmektedir. Dönmezer'e göre; kaybolmuş eşyadan söz edilebilmesi için, malın sahibinin eşyanın nerede olduğunu bilmemesi ve eşyanın egemenlik alanı dışına çıkması, dolayısıyla ona sahip olma imkanının kalmamış olması gerekmektedir (Ord.Prof.Sulhi DÖNMEZER, Kişilere ve Mala karşı Cürümler S.429). Faruk EREM'de, failin mal edindiği şeyin kaybedilmiş eşyadan olduğu hakkında makul bir inancı olması gerektiğine işaret etmekte ve unutulan şeyin kaybedilmiş sayılmayacağını, böyle bir eşyayı almanın TCK.nun 511 nci Maddesindeki Suçu değil, hırsızlık suçunu oluşturacağını ifade etmektedir. (Prof.Dr.Faruk EREM, Ceza Hukuku Özel Hükümler S.740). Doktrinde ileri sürülen bu görüşler uygulamada da aynen benimsenmiştir. Yargıtay, bir malın kaybedilmiş sayılabilmesi için, sahibinin onu kaybettiğine inanması ve failin de bu ma1ın kaybedilmiş olduğu kastıyla hareket etmiş olması gerektiği görüşündedir (Y.C.G.Kr1.24.6.1963 tarih ve 1963/6-33/34; 10.6.1997 tarih ve 1997/6-132/151; 6 ncı C.D.25.3.1965 tarih ve 1965/1884-1853 sayılı kararları). Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 10.12.1998 tarih ve 1998/176-166 sayılı kararları da bu yöndedir. Dava konusu olayda da; sanığın mağdura ait cüzdanı ne şekilde ele geçirdiği belirlenemiyor ise de mağdurun içinde para bulunan 475 cüzdanını düşürmesi sebebiyle “kaybolmuş eşya" olarak nitelendirmek mümkün değildir. Çünkü mağdur, cüzdanını sanığın görev yaptığı makine dairesinde düşürmüş, kısa bir süre sonra düşürdüğünün farkına vararak aramaya başlamıştır. Bu nedenle, cüzdanın, mağdurun egemenlik alanı dışına çıktığını kabul etmek mümkün değildir. Mağdurun cüzdanını düşürdüğü yer herkesin gelip geçtiği, asker olmayan kişilerin serbestçe girip çıkabilecekleri "umumi bir mahal” olmadığı gibi, gemi İtalya'nın Bari Limanında demirli vaziyette beklemektedir. Diğer taraftan, sanık gerek hazırlık ifadesinde (Dz:7), gerek duruşma sorgusunda (Dz:20); mağdura ait cüzdanı 2.3.1999 tarihinde bulduğunu, sintinede sakladığını ve 4.3.1999 günü içindeki parayı alıp cüzdanı Astsubay Yemekhanesine attığını söylemektedir. Bu nedenle, görev yapılan yerin askerî bir gemi olması nedeniyle başkalarının serbestçe giriş çıkışının mümkün bulunmaması ve nihayet cüzdanda mağdurun kimliğinin bulunmuş olması karşısında sanığın bu cüzdan ve içindeki paranın gemideki asker bir kişiye ait olduğunu bilmemesi düşünülemez. Aksine cüzdan ve içindeki paranın arkadaşı ve astı olan Er C. T.'a ait olduğunu ve onun tarafından arandığını bilmektedir. Ayrıca, mağdurun cüzdanını düşürdüğünü söylemesi üzerine, sanığın birlikte arayalım demesi ve yemekhanede de arama yapmalarına rağmen cüzdanı bulamamış olmaları da dikkate alındığında, sanığın aynı yerde görev yapıp aynı koğuşta yattığı arkadaşına ait 300 Doları çalmak kastı ile hareket ettiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Kısaca, TCK.nun 511 nci maddesinde yazılı suçtan söz edilebilmesi için, cüzdanın sahibinin egemenlik alanından tamamen çıkmış, nerede, ne şekilde kaybettiğini bilmemesi, kayıp olduğuna inanmış olması, Failin de böylesi kayıp bir eşyaya “ben sahip olmalıyım” düşüncesiyle hareket etmesi gerekir. Oysa dava konusu somut olayda, mağdur, içinde kimliği de bulunan para cüzdanını, sanıkla birlikte görev yaptığı gemide düşürdüğünü ve cüzdanın gemi içerisinde olduğunu bilmektedir. Sanık da gemi içinde bulduğu cüzdanın; gerek mağdurun cüzdanını düşürdüğünü kendisine söylemiş o1masından ve gerekse cüzdanın içinde kimlik olmasından dolayı mağdur Er C. T.'a ait olduğunu bilmektedir. Bu itibarla, mağdurun Gemi içinde düşürdüğü ve sanığın aşırdığı cüzdan TCK. nun 511 nci maddesi kapsamında “Kaybolmuş Eşya” niteliğinde olduğu kabul edilemeyeceğinden, eylemin As.C.K.nun 132 nci Maddesinde düzenlenen “Arkadaşının (ast' ının) Eşyasını Çalmak” suçunu oluşturduğu sonuç ve kanaatına varılmıştır. 476 Esasen, TCK. nundaki Hırsızlık suçlarına ait hükümlerden ayrı ve daha az ceza öngören "Bir arkadaşının veya üstünün veya astının bir şeyini çalmak” suçunu düzenleyen As.C.K.nun 132 nci maddesinin aynı birlik dahilinde veya aynı yer ve çatı altında bulunan ve aralarında askerlik camiasının gerektirdiği karşılıklı emniyet ve itimada dayanan ilişkiler içinde olan asker kişiler arasında işlenen bu tür eylemleri yaptırım altına alan özel bir madde olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. Açıklanan nedenlerle, Dairenin, oyların dağılması sonucu, sanığın eyleminin TCK.nun 511 nci maddesinde düzenlenen Kaybolmuş Eşyayı Mal Edinmek suçunu oluşturduğu yönündeki kararı yasaya aykırı bulunmuştur. (Oyçokluğu 13/2 ) 477 TÜRK CEZA KANUNU Md.525 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/152 K. No :1999/144 T. : 24.06.1999 ÖZET GATA’da fotokopi ve baskı makinalarının bulunduğu birimde baskı operatörü olarak görevli sanığın, sınav sorularının basımı sırasında baskı makinasının hafızasında kalan sınav kağıdı son sahifesindeki soruları para karşılığı öğrencilere satmak eyleminde, baskı makinasının bir sisteme bağlı olarak bilgileri otomatik olarak işleme tabi tutma özelliği bulunmadığından konunun T.C.K.nun 525/a-d maddesinde belirtilen bilişim suçlarıyla bir ilgisi yoktur, eylemin görevi kötüye kullanma suçu kapsamında değerlendirilmesi gerekir. Sanıklardan Er B.K.’nın vatani görevine başlamadan önce bilgisayar operatörü olup 1998 yılı Ağustos ayında Gülhane Askerî Tıp Fakültesi Dekanlığının fotokopi ve baskı makinelerinin bulunduğu birimde baskı operatörü olarak görevlendirildiği, diğer sanık Erin de kır gazinosunda görevli olup samimi arkadaş oldukları, sanıklardan B.K.’nın anlatımına göre, göreve başladığında fotokopi ve baskı makinelerinin özelliklerini bilemediği, zaman ilerleyince öğrendiği, baskı makinesinde çoğaltılan yazılarda en son sayfanın örneğinin kalıp olarak baskı makinesinde kaldığı, makinenin başka bir düğmesine basıldığında kalan son sayfa örneğinden istendiği kadar çoğaltmanın mümkün olduğunu tesbit ettiği, aynı birimin sorumlusu olan Astsubay M.Kemal GÜZELGÜN’ün yeminli anlatımına göre de, soruların basılması işlemi bittikten sonra öğretim görevlisinin master denen parçayı çıkarıp imha etmediği takdirde, sadece son sahife makinede kaldığından son sahifenin sonradan basılabileceği, sanıklardan B.K.’nın yine bir soru basım işi sona erdikten sonra son sayfayı çıkarıp cebine koyup arkadaşı olan diğer sanık B.Ç.’na gösterdiği, bu sayfayı birlikte öğrencilere göstermeye karar 478 verdikleri, bir öğrencinin “bunun sizde olmaması gerekir” diyerek kağıdı aldığı, sanıkların samimi itiraflarından anlaşılacağı üzere yine bir dersin imtihan sorularının basılmasından sonra son sayfadan bir adet çoğaltarak beş milyon karşılığında sattıkları, yine başka bir imtihan sorularını da on milyon TL.ye sattıkları, ancak parayı alamadıkları, bazı sınav sorularının satıldığının öğrenciler arasında duyulması üzerine iki öğrencinin sanıklarla görüşerek patoloji imtihan sorularının kendilerine verilmesini istedikleri, sanıklara da ayrı ayrı beşer milyon banknot halinde para verdikleri, 8.10.1998 günü sanıklardan B.K.’nın üzerinde önceden öğrenciler tarafından numarası alınan C 41047635 seri nolu beş milyon Tl., diğer sanık B.Ç.’nun üzerinde de C 39311315 seri nolu beş milyon Tl.elde edildiği, bu suretle her iki sanığın menfaat mukabili sınav sorularını birden ziyade olmak üzere öğrencilere verdikleri açık ve samimi itirafları, yeminli dinlenen tanık anlatımları ve tespit tutanağı ile sübuta ermiş bulunmaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, sanıklardan B.K. tarafından imtihan sorularının son sahifesinin çoğaltıldığı makinenin mahiyetinin (özellikleri) ne olduğu ve özellikle master denen parçanın özelliğinin ortaya konulmasından sonra suç vasfının tayini ve bu makine ile yapılan eylemin TCK.nun 525/a-d maddelerinde belirtilen suçla ilişkisinin saptanmasıdır. Öncelikle vurgulanması gereken husus; Türk Ceza Kanununun İkinci Kitabının Onbirinci Babında yer alan Bilişim suçlarının söz konusu olabilmesi için, a) Bilgileri otomatik olarak işleme tabi tutacak aygıtın bulunması, b) Bu aygıtların bir sistem oluşturmuş olması, gerektiğidir. Bu anlamda bir sistemden söz edilebilmesi için bir ana belleğin ve bu ana belleğe bağlı birçok tali bilgi işlem makinesinin bulunması, bu sistemin herkese açık olmayan, yetkili kılınmış kimselerin girebildiği bir sistem olması buna rağmen hukuka aykırı olarak bu sisteme girilerek verilerin ele geçirilmiş olması,nakledilmesi, tahrip edilmesi, değiştirilmesi gerekir. İnceleme konusu olayda, dosyadaki bilgi ve belgelere ve özellikle sanık Bülent’in anlatımlarını doğrulayan makinenin sorumlusu Astsb.M.Kemal GÜZELGÜN’ün,”bu cihazın bir merkeze bağlı olmadığı, belleğinin bulunmadığı, sisteminin de olmadığı, bilgileri hafızasına kaydedip depo etmediği, sadece son sahifeyi hafızada tuttuğu ve master denen parçanın da rulo görevini yaptığı” şeklindeki ifadesine göre, eylemde kullanılan baskı makinesinin böyle bir sistem içerisinde yer almadığı açıktır. Esasen böyle bir sistem içersinde yer alsa dahi bilgiyi 479 otomatik olarak işleme tutma özelliğinin bulunmadığı sadece son sayfayı muhafaza edebildiği, bu özelliği (son sayfayı muhafaza özelliği) ile mumlu kağıtla çoğaltma yapan teksir makinelerinden çok farklı bulunmadığı, dolayısıyla ortada hem yasanın istediği anlamda bir sistemin, hem de, suçta kullanılan aygıtın bilgileri otomatik olarak işleme yeteneğinin bulunmaması nedeniyle TCK.nun 525/a-d maddelerinde sözü edilen suçların söz konusu olamayacağı sonucuna varıldığından, bu düşünce ile, genelde baskı makinesinin niteliğinin araştırılmasına ilişkin Daire kararına katılmak mümkün görülmemiş ve bu nedenle Başsavcılığın itirazının kabulüne oyçokluğu(14/1 ) ile karar verilmiştir. 480 CEZA MUHAKEMELERİ USULÜ KANUNU Md.370 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/116 K. No :1999/96 T. : 06.05.1999 ÖZET Davaya katılan (müdahil), ceza muhakemesi süjelerinden birisidir ve kamu davalarında savcı ile birlikte ferdi iddia makamını işgal eder. Katılanın duruşmada hazır bulunmak veya kendisini temsil ettirmek ödevi yoktur. Ancak CMUK nun 370 nci maddesi gereğince son kararın kendisine tebliği gerekmektedir. Dairece,“...353 Sayılı K.nun 160/1 nci maddesine göre “müdahil” kamu davasında davanın süjelerinden birisidir. Buna göre dava ile ilgili iddialarını ortaya koyabilir, delillere karşı diyeceklerini söyleyebilir, delillerin ikamesi bittikten sonra diyeceklerini (talebini-iddiasını) açıklayabilir, verilen hükmü lüzumlu görür ise temyiz edebilir. Davanın süjesi olan ve kendisine yasal olarak hak ve yetkiler tanınmış olan “müdahil”e bu hak ve yetkisini kullanabilmesine yasal imkan sağlamak için yargılamanın yeniden başladığına dair mahkemece resmen haber vermek zorunludur. 353 Sayılı K.na 11.8.1983 gün ve 2875 Sayılı K.nun 14 ncü maddesi ile eklenen 227 nci maddesinin son fıkrası hükmünde “sanık veya müdahilin bulunmamaları nedeni ile bozmaya karşı beyanları tesbit edilememişse... demek sureti ile kamu davasında müdahil sıfatını kazandıktan sonra taraf durumuna gelen “müdahilin” davadan haberdar olmasını ve haberdar edilmek için aranmasını lüzumlu görmüştür...” gerekçesi ile hükmün usule aykırılık nedeniyle bozulmasına karar verildiği, Askerî Yargıtay Başsavcılığının 14.4.1999 tarih ve 1998/3367 sayılı itiraz tebliğnamesinde; Doktrindeki, bozmanın bir işe yaraması, yani bozma üzerine başka ve haklı bir karar verilmesi gerektiği, bu nedenle hükümdeki yasaya aykırılığın son karara tesirinin araştırılması gerektiği, özellikle sadece sanık lehine açılan temyiz davalarında bunun 481 daha da önem arzettiği şeklindeki düşüncelere yer verildikten sonra, hükmün, sadece sanık müdafii tarafından temyiz edildiği, her iki müdahil tarafından temyize gelinmediği, bu nedenle müdahil Ramazan HELVACI’nın dinlenilmesi için hükmün bozulmasını gerektiren hukuki ve fiili bir yarar bulunmadığı gerekçesi ile Dairenin bozma sebebine iştirak edilmediğinin belirtildiği, Anlaşılmıştır. Görüldüğü gibi, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, bozma kararının müdahile tebliğ edilmemesinin bozma nedeni yapılması gerekip gerekmediğine ilişkin bulunmaktadır. Kamu davasına katılma (müdahale) konusunda, 353 Sayılı Kanun, CMUK. hükümlerinin uygulanmasını öngörmüştür (Md.257). Bu nedenle, bu konuda adli yargı ile askerî yargı arasında bir fark bulunmamaktadır. Usul kanunlarına göre; davaya katılan (müdahil), ceza muhakemesi sujelerinden biridir ve kamu davalarında savcı ile birlikte ferdi iddia makamını işgal eder. Katılanın duruşmada hazır bulunmak veya kendisini temsil ettirmek ödevi yoktur. Ancak, CMUK.nun 370 nci maddesi gereğince son kararın kendisine tebliği gerekmektedir. Bu hükümler çerçevesinde meseleye bakıldığında; müteveffanın babası Mahir Süreyya HELVACI ile kardeşi Ramazan HELVACI’nın, istemleri doğrultusunda davaya müdahil olarak katılmalarına karar verildiği (Dz.162), müdahillerden M.Süreyya HELVACI’nın vekili Av.Zinnur KAYA ile birlikte duruşmalara katılıp iddia ve taleplerde bulunduğu (Dz.228) ve gerek ilk hükmün ve gerekse Askerî Yargıtay 2 nci Dairesinin bozma kararından sonra tesis edilen ikinci hükmün, bu müdahilin yüzüne karşı tefhim edildiği, ancak müdahil ve vekili tarafından temyiz isteminde bulunulmadığı, diğer müdahil Ramazan HELVACI’nın ise, müdahale isteminin kabulüne karar verildiği 28.6.1993 tarihindeki oturum haricinde oturumlara katılmadığı (zira, Dz. 162-175’ deki tutanaklarda “davaya katılanlar” denildiği halde, 189, 202, 213, 224, 227, 232 dizilerdeki tutanaklarda sadece “davaya katılan geldi” şeklindeki ifadeden ve 10.3.1994 tarihli ilk hükümde müdahil Ramazan HELVACI’nın adına yer verilmemesinden bu husus açıkça anlaşılmaktadır) ve kendisini temsil de ettirmediği, buna rağmen askerî mahkemece, yokluğunda tesis edilen her iki kararın da müdahil Ramazan HELVACI’ya tebliğ edilmediği, ilk bozma kararından sonra tesis edilen ikinci hükmün adı geçene tebliği ile ilgili eksikliğin Askerî Yargıtay Daireler Kurulu tarafından giderildiği ve müdahil Ramazan 482 HELVACI’nın da hükmü temyiz etmediği, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 17.12.1998 tarih ve 1998/187-174 sayılı anılan kararında “...Bu davada hükmü temyiz etme hakkı olan Ramazan HELVACI’ya, yokluğunda verilen hüküm tebliğ edilmeden temyiz incelemesi yapılmasının kanuna aykırı olduğu...” gerekçesi ile 2 nci Dairenin 11.11.1998 tarih ve 1998/187-174 sayılı bozma kararının kaldırılmasına karar verildiği görülmektedir. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 3.2.1992 tarih ve 5/11 sayılı kararında da “...yargılama sürerken ilk karardan önce ölen müdahil mirasçılarına, kararın tebliği ile temyiz edip etmedikleri hususu araştırılmadan, sadece sanığın talebi üzerine yapılan temyiz incelemesi sonucu verilen bozma kararının, hukuki değerden yoksun bulunduğu cihetle, Özel Daire bozma kararının kaldırılmasına...” ve 21.2.1972 tarih ve 486/98 sayılı kararında da “Gıyapta verilen direnme hükmünün, C.Savcısının temyizi dolayısıyla kendiliğinden müdahil durumuna girmiş olan şahsi davacıya tebliği gerekir. Usule ait bu işlem yerine getirilmeden temyiz incelemesi yapılamayacağına” karar verilmiştir (CMUK.Yorumu V.SAVAŞ-S.MOLLAMAHMUTOĞLU S.2133-2190). Yukarıda açıklandığı gibi; müdahil Ramazan HELVACI’ya yokluğunda verilen hüküm, ilk defa As.Yrg.Daireler Kurulu tarafından usulüne uygun olarak tebliğ ettirilmiş olduğundan, usule uygun olarak ilk temyiz incelemesi de ancak bundan sonra yapılabilecektir. Bu nedenle, bozma kararının müdahil Ramazan HELVACI’ya tebliğ edilmediği gerekçesi ile hükmün bozulması olanağı olmadığı ve hükmün diğer yönlerden incelenmesi gerektiği cihetle, itiraz tebliğnamesinde belirtilen nedenler incelenmeksizin itiraza atfen Daire kararının kaldırılmasına oybirliği ile karar verilmiştir. 483 CEZALARIN İNFAZI HK. KANUN Md.4 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/34 K. No :1999/16 T :28.01.1999 ÖZET Hırsızlık suçu işleyen astını bölük huzurunda tokatlayan sanık üsteğmen hakkında tertip edilen ceza, 647 sayılı kanunun 4 ncü maddesi uyarınca ağır para cezasına çevrilirken “diğer erata ders olması” biçimindeki gerekçe yasal bir gerekçe değildir. Dosya içeriğindeki delillerin incelenmesinden; 20.3.1999 günü Onb.Nurettin OSMANCIK'ın cüzdanının kaybolduğunun sanığa bildirilmesi üzerine saat 13.30 sularında Bl.Komutan vekili olan sanık ÜtğmH.H.A.'ün tüm erat için toplanma emri ile takım komutanlarına da personeli arama emri verdiği,Atğm.Yıldıray KÜÇÜK'ün Er Abdullah BAYRAKÇI'nın üzerini aradığında kaybolan cüzdanın ele geçmesi üzerine sanığın Er Abdullah BAYRAKÇI'yı bölüğün önüne çıkararak "şerefsiz parayı neden çaldın" diyerek 2-3 tokat attığı,cüzdanı çalınan Onb.Nurettin OSMANCIK'ı çağırarak sanığın yüzüne tükürttüğü, akabinde de kendisinin de Er'in yüzüne tükürdüğü,bu suretle asta müessir fiil suçunu işlediği sübuta ermiş olup,yerel mahkemenin asgari haddin üzerinde ceza tertibi ile ilgili göstermiş olduğu gerekçeler de herhangi bir isabetsizlik görülmemiştir. Esasen Daire ile Başsavcılık arasındaki görüş farklılığının yalnızca 647 sayılı kanunun 4 ncü maddesinin uygulanması sırasında gösterilen gerekçenin yasal olup olmadığına ilişkin bulunduğu anlaşılmıştır. 647 sayılı kanunun 4.maddesinde "...suçlunun kişiliğine, sair hallerine ve suçun işlenmesindeki özelliklere göre mahkemece...ağır para cezasına çevrilebilir..." hükmü yer almaktadır. Yerel As.Mahkemece 647 sayılı kanunun 4.maddesi uyarınca tertip edilen ceza ağır para cezasına çevrilirken sanığın işlediği asta müessir fiil suçunun "diğer erata ders 484 olması" biçimindeki gerekçesini yasal bir gerekçe olarak kabul etmeyen ve gösterilen gerekçenin sanığın kişiliği ile ilgili bilgi ve belgelerin yerinde takdir edildiğini gösterir biçimde geçerli, yeterli ve yasal olması gerektiğini açıklayan As.Yargıtay 2.Dairesinin kararı yerinde ve isabetli bulunmuş olduğundan Başsavcılığın yerinde görülmeyen itirazının oybirliği ile reddi cihetine gidilmiştir. 485 CEZALARIN İNFAZI HK. KANUN Md.4 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/95 K. No :1999/79 T :15.04.1999 ÖZET Asgari hadden uzaklaşmayı gerektirir faile ve fiile bağlı kanuni ve takdiri herhangi bir şiddet sebebi bulunmadığını açıklayarak temel cezayı alt sınırdan belirlediği anlaşılan yerel mahkemenin, hapis cezasının paraya çevrilmemesi konusunda faile ve fiile bağlı bir takım olumsuzluklara dayanan gerekçeler zincirinde tezada ve çelişkiye düştüğü görülmektedir. Toplanan delillere göre; Tıp Fakültesi mezunu olan sanığın askerliğine 90/7 grup olarak karar alındığı, uzmanlık sınavını kazanması sebebiyle askerliğinin 2.9.1995 tarihine kadar ertelendiği, 26.9.1995 tarihinde uzman hekim olduğundan erteleme sebebinin ortadan kalktığı, 316,9,12,14 Kasım 1995 tarihlerinde TRT de yayınlanan duyuru da yasal mazeretleri 15.11.1995 tarihine kadar sona erenlerin sevk evraklarını alarak en geç 1-2 Aralık 1995 tarihlerinde test ve mülakat merkezlerine katılmalarının bildirildiği, sanığın da mazereti sona erdiği halde sevk için müracaat etmediği 4.11.1997 tarihinde kendiliğinden Askerlik Şubesine müracaat ettiği, bu suretle 1.12.1995-4.11.1997 tarihleri arasında bakaya kaldığı, sanığın almış olduğu raporlardaki usulsüzlükler bir yana, 1996 yılı Eylül ve Kasım dönemleri ile ilgili rapor ve mazereti de bulunmadığı anlaşılmakla bakaya suçunun maddi ve manevi unsurları itibariyle oluştuğunda şüphe bulunmamaktadır. Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlığın Yerel Askerî Mahkemece TCK.nun 59 ve 647 sayılı kanunun 4 ncü maddelerinin uygulanmamasında gösterilen gerekçelerin yasal olup olmadığına ilişkin bulunduğu anlaşılmaktadır. Anlaşmazlığın çözümlenmesi amacıyla yapılan incelemede; Hazırlık aşamasında tespit edilen ve dosya 19 dizide yer alan ifadesinde “...Kasım 1995 celbine tabi olduğumu biliyordum...” şeklinde 486 beyanda bulunan ve müdafii'ninde duruşmadaki savunmasında “...müvekkilim ihtisas eğitimini müteakip evlenerek borç altına girmiştir, bu nedenle askerliğinin ertelenmesi yoluna başvurmuştur. Bunun için meslektaşlarından rapor alma yoluna gitmiştir.” tarzındaki olayı samimi bir şekilde açıklığa kavuşturan beyanlarının mevcudiyeti nedeniyle, yerel mahkemenin, TCK.nun 59 ncu maddesinin uygulanmaması için göstermiş olduğu “...hazırlık soruşturmasında suçunu inkar eden ve son soruşturmada suçu işlediği anlaşılmasına rağmen, ceza almaktan kaçınmak amacıyla suçunu kabul etmeyen, yargılamanın hiç bir aşamasında yargılama makamına yardımcı olmayan, işlemiş olduğu suç nedeniyle de pişmanlık duymayan sanık hakkında TCK.nun 59.maddesinin uygulanması için gerekli şartların gerçekleşmediği” yolundaki kanaat ve kabulünün Başsavcılığın itiraz tebliğnamesinde de belirtildiği gibi dosya içeriğine uygun bulunmadığı, sanığın susma hakkını dahi kullanmayıp bilakis gerek kendisi gerekse vekili vasıtasıyla ikrarda bulunup suçunu kabul etmiş bulunduğu; Keza, sanık hakkında temel cezayı tertip ettiği sırada “...asgari hadden uzaklaşmayı gerektirir faile ve fiile bağlı kanuni ve takdiri herhangi bir şiddet sebebi” bulunmadığını açıklayarak temel cezayı alt sınırdan belirlediği anlaşılan yerel mahkemenin; 647 Sayılı Kanunun 4 ncü maddesini ''...herhangi bir mazeretinin bulunmamasına rağmen, icra ettiği mesleğin kolaylığından istifade ederek meslektaşlarına düzenlettiği hatır raporlarını mahkemeyi yanıltmak maksadıyla kullanmış olması, emsalleri TSK.lerinde Yüzbaşı olarak görev yapmasına ve askerlik hizmetini yaşının ilerlemiş olmasına karşın erteletmek için her şeyi mübah gören davranışlar sergilemesi, ...şahsi menfaatlerini ön plana çıkarması, cezadan kurtulmak için bir başka suç işlemeye yönelerek, kendisine güvenen meslektaşlarını ağır bir cezai sorumluluk altına sokmuş bulunması şeklindeki kişiliği ve suçun işleniş şekli dikkate alındığında hakkındaki cezanın paraya çevrilmesini gerektiren hal bulunmadığı...” şeklindeki oluşa uygun bulunmayan gerekçeler ile uygulamadığını açıklamış olmasında da yasal isabet görülmemiştir. Bu nedenle Başsavcılığın; TCK.nun 29 ncu maddesinde gösterilen faile ve fiile bağlı ölçütlerle, 647 Sayılı Kanunun 4 ncü maddesinin uygulanıp uygulanmayacağı hususunda maddede gösterilen kriterlerde fii1e ve faile bağlı olarak öngörülüp özde aynı olduğundan, ceza tertibinde alt sınırın esas alınmasına rağmen, aynı ölçüt ve kriterleri kullandığı hapis cezasının paraya çevrilmemesi konusunda faile ve fiile bağlı bir takım olumsuzluklara dayanan yerel mahkemenin aynı 487 gerekçeler zincirinde tezada ve çelişkiye düştüğüne ilişkin görüşlerine iştirak edildiğinden, itirazın kabulüne oyçokluğu ile karar verilmiştir. 488 CEZALARIN İNFAZI HK. KANUN Md.4 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/101 K. No :1999/84 T. : 22.04.1999 ÖZET Usta asker olan sanığın taksirle ölüme sebebiyet vermek olayındaki davranışları, sadece tedbirsiz ve dikkatsiz davranmaktan ibaret olmayıp, bu konuda alınmış önlemlere ve verilen emirlere de aykırı davranmak şeklinde tecelli etmiştir. Ayrıca, olayın cereyanı esnasında kusur oranına etki edecek derecede olmasa bile müteveffadan kaynaklanan hiçbir hareket bulunmadığı dosya kapsamından anlaşılmaktadır. Suçun işlenmesindeki bu özellikler dikkate alındığında, hapis cezasının para cezasına çevrilmemiş olmasında bir isabetsizlik yoktur. J.Gn.K.lığı Askerî Mahkemesinin 10.12.1998 tarih ve 1998/1044732 sayılı kararı ile; bozma ilâmına uyularak yeniden yapılan yargılama sonunda, “...O1ayın oluş şekli itibariyle, sanık ile maktül arasında herhangi bir husumet ve kavga bulunmadığı, arkadaş o1dukları, ancak kendisinin ve maktülün 11 aylık asker olmalarına rağmen tüm eğitimlerinde, derslerinde ve silah kullanma talimatlarında ve sanığın jandarma sınıfından o1ması itibariyle devriye ve sair hizmetler için sürekli göreve gittiği ve halk arasında silah taşıdığı, kendisine silah kullanma yetkilerinin ve silah kullanma şeklinin anlatılmış olmasına rağmen, sanığın tüm bu emir ve talimatlara aykırı olarak araç içerisinde koltukta bulunan silahı alarak tüm iradi işlemleri tamamlayıp, önce emniyetini açtığı, sonra kurma kolunu çektiği, daha sonra da seni vururum şeklinde beyanda bulunduktan sonra silahı maktulün omzuna dayayarak ateş ettiği, gerek kendi beyanlarında gerekse tanık beyanlarından anlaşılmış olup, sanığın bu eylemi tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ölüme sebebiyet vermek suçunu oluşturduğu kanaatine varılarak cezalandırılması cihetine gidilmiş, yukarıda anlatıldığı şekilde sanık her ne kadar sonucu istemese dahi, yani öldürme 489 kastı mahkemece tam olarak ortaya konulamamış olduğundan ancak sanığın bu hareketleri ağır kusur olarak değerlendirilmiş ve bu nedenle cezanın alt sınırından uzaklaşılarak teşdit sebebi olarak uygulanmıştır. Sanığın duruşmadaki iyi hali lehine indirim sebebi kabul edilerek cezasından indirim yapılmış, verilen cezanın miktarı sanığın suçu işleyiş şekli ve olayın oluş şekli itibariyle maktulün sanığa karşı herhangi bir tahrik edici veya yönlendirici hareketi bulunmadığı göz önüne alınarak sanık hakkında 647 Sayılı Kanunun hükümlerinin uygulanmasına yer olmadığına ve sanığın As.C.K.nun 146, TCK.nun 455/1 ve 59/2 nci maddeleri gereğince dört yıl iki ay hapis ve 9.500.00-TL ağır para cezası ile mahkûmiyetine karar verilmiştir. Aşamaları özetlenen davada, atılı suçun sübutunda kuşku olmayıp, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, özgürlüğü bağlayıcı cezanın para cezasına çevrilmesi isteminin reddine ilişkin gerekçenin yasaya uygun olup olmadığına ilişkindir. Bu çerçevede yapılan incelemede; yukarıda yer verilen askerî mahkeme kararından anlaşılacağı gibi olayın oluş ve suçun işleniş şekli açıklandıktan ve benzer olayların önlenmesine yönelik olarak TSK.nin tüm ünitelerinde uygulandığı gibi, sanığa da birliği komutanlığınca verilmiş olan emir ve talimatlara rağmen sanığın bu fiili işlemiş olduğu belirtildikten sonra, “...verilen cezanın miktarı, sanığın suçu işleyiş şekli ve olayın oluş şekli itibariyle maktülün sanığa karşı herhangi bir tahrik edici veya yönlendirici hareketi bulunmadığı göz önüne alınarak sanık hakkında 647 Sayılı Kanunun hükümlerinin uygulanmasına yer olmadığına...” karar verildiği görülmektedir. Bu gerekçedeki, verilen cezanın süresine ilişkin bölümün erteleme ile ilgili olduğu açıktır. Bu nedenle, konu açısından gerekçenin kalan bölümü irdelenmelidir. 647 Sayılı Kanunun 4 ncü maddesinde; kısa süreli özgürlüğü bağlayıcı cezaların "suçlunun kişiliğine, sair hallerine ve suçun işlenmesindeki özelliklere göre" para cezasına veya maddede öngörülen tedbirlerden birine çevrilebileceği hükmü yer almaktadır. Aynı maddenin üçüncü fıkrası gereğince taksirli suçlardan hükmolunan özgürlüğü bağlayıcı ceza, uzun süreli de olsa bunun para cezasına çevrilmesi mümkündür. Askerî Mahkemece, bu hallerden “suçlunun kişiliği ve sair halleri” ile ilgili bir gerekçe gösterilmediğinden “suçun işlenmesindeki özellik” kriteri açısından anılan gerekçenin irdelenmesi gerekmektedir . Mahkemece belirtildiği gibi, (11) aylık usta bir asker olan sanığın olaydaki davranışları, sadece tedbirsiz ve dikkatsiz davranmaktan ibaret 490 olmayıp, bu konuda alınmış önlemlere ve verilen emirlere de aykırı davranmak şeklinde tecelli etmiştir. Ayrıca, olayın cereyanı esnasında kusur oranına etki edecek derecede olmasa bile müteveffadan kaynaklanan hiçbir hareket bulunmadığı dosya kapsamından anlaşılmaktadır. Suçun işlenmesindeki bu özellikler dikkate alındığında, hapis cezasının para cezasına çevrilmemiş olmasında bir isabetsizlik olmadığı ve bu konudaki istemin reddedilmesinin dosyadaki delillerle çelişmediği anlaşılmaktadır. Gerekçeli hüküm bir bütün ve suçun işlenmesindeki özellikler de gerekçeli hükümde açıklanmış olduğundan, bunların 647 Sayılı Kanunun uygulanmayış gerekçelerine ilişkin bölümde ayrıca yazılmamış olmasına ve yazılı biçimde ifade edilmesine rağmen mahkemenin bu konudaki takdiri, hükümden kuşku götürmeyecek biçimde anlaşılmaktadır. Bu durumun ilgili bölümde daha yeterli bir ifade ile açıklanması tercihe şayan olmakla beraber, hükmün bozulmasını gerektirecek nitelikte de bir yasaya aykırılık teşkil etmediği ve itirazın haklı nedenlere dayandığı sonucuna varılmış ve Daire kararının kaldırılması gerekmiştir. İtirazın kabulü üzerine, Daire tarafından incelenmesi gereken bir konu kalmadığından hükmün onanmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir. 491 CEZALARIN İNFAZI HK. KANUN Md.4 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/154 K. No :1999/136 T :17.06.1999 ÖZET 1- T.C.K.nun 455/2 nci maddesi uyarınca hüküm kurulurken maddede öngörülen ağır para cezasına hükmedilmemesi yasaya aykırı olup bu durumun aleyhe temyiz olmamakla sanığın kazanılmış hakkı gözetilerek bozma sebebi yapılması gerekir. 2- “Suçun kritik bir bölgede iç güvenlik vazifesi gören bir birlik içerisinde oluşturduğu moral çöküntüsü ve infial sonucunun maddi ve manevi ağırlık derecesi birlikte değerlendirilerek” şeklindeki gerekçe, yasal kriterler dışında ve suçun işlenmesinden sonraki zamana yönelik olması nedeniyle cezanın para cezasına çevrilmesine dair istemin reddi için yasal bir gerekçe niteliğinde değildir. Atılı suçun sübutunda kuşku olmayıp, Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık, uygulamaya yönelik bozma nedenlerinin yerinde olup olmadığına ilişkin bulunmaktadır. Bu çerçevede yapılan incelemede; 1) Askerî Mahkemece T.C.K.nun 455/2 nci maddesi uyarınca hüküm kurulurken maddede öngörülen ağır para cezasına hükmedilmediği anlaşılmıştır. Yasaya aykırı olan bu durumun, sanığın kazanılmış hakkı gözetilerek bozma ebebi yapılmasının, Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.1.1969 tarih ve 1969/1-2 sayılı kararının gereği olduğu, 2) 647 Sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun 4 ncü maddesi "Ağır hapis hariç, kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların suçlunun kişiliğine, sair hallerine ve suçun işlenmesindeki özelliklere göre" ağır para cezasına veya maddede belirtilen tedbirlerden birine çevrilebileceğini öngörmektedir. 492 Askerî Mahkemece, sanık ve müdafiinin özgürlüğü bağlayıcı cezanın para cezasına çevrilmesine dair istemlerinin "...suçun kritik bir bölgede iç güvenlik vazifesi gören bir birlik içerisinde oluşturduğu moral çöküntüsü ve infial sonucunun maddi ve manevi ağırlık derecesi birlikte değerlendirilerek..." şeklindeki gerekçe ile reddedilmesi, yasal kriterleri dışında ve suçun işlenmesinden sonraki zamana yönelik hususların nazara alındığını göstermektedir. Bu gerekçenin yasal bir gerekçe olmadığı açık olup, kısmi ifade zafiyeti veya kısmi yetersizlik olarak kabul edilmesi olanağı bulunmadığı, dolayısıyla Dairenin bozma kararında bir isabetsizlik olmadığı, Sonucuna varılmış ve aksi düşünceye dayalı itirazın reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 493 ATEŞLİ SİLAH. VE BIÇAK. HK. KANUN Md.13 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/57 K. No :1999/49 T. :11.03.1999 ÖZET 6136 sayılı kanunun Ek Madde 1/A bölümünde, hastanelerin psikiyatri bölümlerinde ateşli silah taşınamayacağı belirtilmekle beraber aynı maddenin 3 ncü fıkrasında ise 7/2 nci maddede belirtilen kişiler açısından istisna getirildiğinden sanık astsubayın kendisine ait tabanca ile psikiyatri kliniğine ziyaret amacıyla girmesi suç teşkil etmemektedir. Her iki sanığın da aynı birlikte görevli oldukları, sanıklardan Er M.A.’ın GATA.Psikiyatri kliniğinde yatarak tedavi gördüğü, diğer sanık Astsb.Çvş.C.E.’ın (1994-180) 31.3.1997-17.4.1997 tarihleri arasında izine ayrıldığı, 31.3.1997 günü askerî uçakla Ankara’ya gelip Er M.A.’ı hastanede ziyarete gittiği, ziyarete giderken sanık Ere verilmek üzere kitap ve yiyecekler aldığı, sanık Astsb.ın kendisine ait 56325 seri nolu 9 mm.çaplı Kırıkkale marka tabanca ile 4 adet mermisini de kitap ve yiyeceklerle beraber aynı poşete koyduğu, psikiyatri kliniğinde sanık Eri ziyaret ederken poşeti verdiği, sanık Astsb.ın hastaneden ayrılışından sonra sanık Er M.A.’ın poşeti açtığında tabanca ve mermileri görüp önce yatağının altına, daha sonrada 25 nolu odanın klozetine sakladığı, aynı gün yapılan ihbar üzerine Tbp.Ütğm.Ali CERAN tarafından bulunarak olay tutanağı düzenlendiği anlaşılmaktadır. As.Yargıtay 3 ncü Dairesi ile Başsavcılık arasındaki görüş ayrılığının tabanca ve mermileri bulan Tbp. Ütğm.Ali CERAN’ın dinlenmesi yönünden noksan soruşturma bulunup bulunmadığına ilişkin bulunduğu belirlenmektedir. Toplanan delillere göre, fiilin sübutu konusunda bir tereddüt yoktur. Sanık Astsubay kendisine yasa gereği verilen tabancayı 6136 sayılı kanunun 7/2, İç Hizmet Kanununun 34/c (9.8.1993 tarihli 494 değişiklik) maddeleri uyarınca taşıma ve bulundurma yetkisine haizdir.6136 Sayılı Kanunun Ek madde 1/A bölümünde, hastanenin psikiyatri bölümlerinde ateşli silah taşınamayacağı belirtilmekle beraber aynı maddenin 3.fıkrasında ise 7/2 maddesinde belirtilen kişiler açısından istisna getirildiğinden sanık Astsubayın kendisine ait tabanca ile psikiyatri kliniğine girmesi suç teşkil etmemektedir. Ayrıca sanıkların savunmalarının aksini ispat mümkün olmadığı gibi beşeri bir hata sonucu tabancanın unutulması da gözden uzak tutulamaz. İhbar şeklinin araştırılması önem arzetmediği gibi Tbp.Ütğm.Ali CERAN’ın dinlenmesinin de neticeye etkisi olamayacağından Daire kararında isabet görülmüş ve bu nedenle Başsavcılığın itirazının reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 495 AVUKATLIK KANUNU Md.14 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/22 K. No :1999/34 T. : 18.02.1999 ÖZET 1136 sayılı Avukatlık Kanununun 14/1 nci maddesinde “emeklilik ve istifa gibi sebeplerle görevlerinden ayrılan adli, idari ve askerî yargı hâkim ve savcıları ile Anayasa Mahkemesi raportörlerinin münhasıran hizmet gördükleri mahkeme veya dairelerde buralardan ayrılma tarihinden itibaren iki yıl süre ile avukatlık yapmaları yasaktır” hükmü yer almaktadır. Maddede yer verilen münhasıran hizmet gördükleri mahkeme veya daire ibaresini, istifa veya emeklilik nedeniyle görevlerinden ayrılan hâkim ve savcıların son hizmet ettikleri mahkeme veya daire olarak anlamamak gerekir. Sanıklar hakkında tesis edilen hükümler, Daire tarafından usul yönünden bozulmuş ve Daire ile Başsavcılık arasındaki anlaşmazlık da usule ilişkin bulunduğundan bu çerçevede yapılan incelemede; Sanıklar müdafii Av.A.Ö.'ün 6.11.1995 tarihinde sanık B.E.'ın, 12.1.1996 tarihinde sanık H.Ç.'nın müdafiiliğini üstlendiği, 7.11.1995 tarihindeki duruşmaya B.E. müdafii olarak 24.1.1996 tarihindeki duruşmaya da her iki sanığın müdafii olarak katıldığı, bu duruşmada Askerî Savcının, adı geçen avukatın 15 nci Kor.K.lığı Askerî Mahkemesinde görülen davalarda avukatlık yapamayacağını, avukatlık yapma yasağının sona ermediğini, bu nedenle müdafii olarak duruşmalara kabul edilmemesini istediği, Askerî Mahkemece, bu istemin reddine karar verildiği (Dz.75) ve Av.A.Ö.'ün sanıkların müdafiiliğini sürdürdüğü, ilgilinin 15 nci Kor.K.lığı Askerî Mahkemesinde Hâkim olarak görev yaparken Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesine atanması nedeniyle 15.7.1994 tarihinde ilişiğini keserek ayrıldığı dosya kapsamından anlaşılmıştır. 496 1136 sayılı Avukatlık Kanununun 14/1 nci maddesinde "Emeklilik ve istifa gibi sebeplerle görevlerinden ayrılan adli, idari ve askerî yargı hâkim ve savcıları ile Anayasa Mahkemesi rapörtörlerinin münhasıran hizmet gördükleri rnahkeme veya dairelerde buralardan ayrılma tarihinden itibaren iki yıl süre ile avukatlık yapmaları yasaktır." hükmü yer almaktadır. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun aynı konu ile ilgili 18.9.1997 tarih ve 1997/78-105 sayılı kararında; "...Maddede yer verilen "münhasıran hizmet gördükleri mahkeme veya daire" ibaresini, istifa veya emeklilik nedeniyle görevlerinden ayrılan hâkim ve savcıların son hizmet, ettikleri mahkeme veya daire olarak anlamamak gerekir. Böyle bir yorum madde metnine aykırı olduğu gibi, kanun koyucunun amacına da uygun düşmeyecektir. Zira; yürürlükteki Avukatlık Kanunu avukatlığı, bir kamu hizmeti olarak nitelendirilmiş ve mesleğin amacının, uyuşmazlıkların hukuka, hak ve adalete uygun olarak çözümlenmesinde yargı organına ve yasaların öngördüğü kurul ve kuruluşlara yardımcı olmak olduğunu açık bir şekilde ifade etmiştir.(Av.K.Md·1,2). Avukatlık Kanunu avukatların her yerde ve her davada vekalet alabilmelerini kural olarak kabul etmekle birlikte, bu kuralın uygulanması sonucu hak ve adeletin gerçekleşmesine olumsuz etkisi olabilecek davranışların da olabileceğini gözönünde tutarak, bu kuralın istisnası olarak ayrılınan mahkemede dava alma yasağı yanında, meslekten çıkarılmaya kadar varan disiplin cezasını gerektiren bir takım yükümlülükler de getirmiştir. Bütün bu zorunlulukların, dolayısıyla Kanunun 14 ncü maddesiyle getirilen yasağın amacı, adalet hizmetinin her türlü yanlış anlama ve kuşkulara yer verilmeden yürütülmesini ve genel güveni sağlamaktır. Daha önce hâkim ve savcı olarak görev yaptığı mahkemede veya dairede vekalet alan bir avukatın durumunun, adeletin yerine getirilmesinde kuşkular yaratacağı, gerek mahkemeye gerek avukatlık kurumuna olan güveni sarsacağı açık olduğuna göre, yasağın da iki seneyle sınırlı olmak kaydıyla, hizmet edilen mahkeme veya dairelerin tamamını kapsadığını kabul etmek gerekir. Aksini söylemek yani avukatlık yapma yasağını en son görev yapılan mahkeme ve daireyle sınırlı tutmak kanuna karşı hile yolunu açabileceği gibi maddenin amacını gözardı etmek olur. 497 Diğer taraftan avukatlık yapmak yasağındaki kamu yararı gözönüne alındığında, yapılan bu sınırlamanın Anayasanın 13 ncü maddesine aykırılık oluşturmayacağı ve savunma hakkını kısıtlamadığı sonucuna varılmaktadır..." denilerek, maddede geçen "münhasıran hizmet gördükleri mahkeme veya daireler" ibaresinden ne anlaşılması gerektiği açıklığa kavuşturulmuştur. Dava konusu olayda Av.A.Ö.'ün, 15 nci Kor.K.lığı As. Mahkemesindeki görevinden 15.7.1994 tarihinde ayrılması nedeniyle 1136 sayılı Avukatlık Kanunun 14/1 nci maddesi gereğince, bu tarihten itibaren iki yıl süre ile anılan mahkemede avukatlık yapması mümkün olmadığından, 7.11.1995 ve 24.1.1996 tarihindeki duruşmalara müdafii olarak kabulü ve askerî savcının bu konudaki isteminin reddine karar verilmesi yasaya aykırı olduğundan, aynı nedenlerle hükümleri bozan Daire kararında tam bir isabet görülmüştür. Buyurucu bu kurala aykırılığın, yasak süresinin dolmasından sonra da müdafiiliğe devam edilmiş olması ile hukuken geçerlilik kazanması olanağı yoktur. Bu nedenle Başsavcılığın itiraz nedenleri kabule değer görülmeyerek reddine oybirliği ile karar verilmiştir. 498 KARAYOLLARI TRAFİK KANUNU Md.119 T.C. ASKERÎ YARGITAY Daireler Kurulu Kararı E. No :1999/58 K. No :1999/72 T. : 08.04.1999 ÖZET 2918 Sayılı Kanunun 41/e ve 119 uncu maddelerinde, 4199 sayılı kanunla yapılan değişiklikle, TCK.nun 414 ncü maddesinden mahkûmiyet, sürücü belgesinin süresiz geri alınmasını gerektiren bir hal olmaktan çıkarılmış ve süreli olarak geri alınıp alınmaması da mahkemelerin takdirine bırakılan bir hal olarak benimsenmiştir. Bu düzenlemenin hükümlü lehine olduğu hususunda kuşku yoktur. Sürücü belgesinin süresiz geri alınmasına dair hükmün aynen uygulanmasına karar verilmesi olanağı bulunmamaktadır. Hükümlü lehine bir karar verilmesi zorunludur. Hükümlü O.A.'ın TCK.nun 414/2,430/1 ve 71 maddeleri gereğince sonuç olarak (28) yıl ağır hapis cezası ile mahkûmiyetine ve 2918 Sayılı Kanunun 119/2 nci maddesi uyarınca sürücü belgesinin süresiz olarak geri alınmasına karar verilmesi ve hükmün kesinleşmesinden sonra, 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 41/e maddesi ile 119 ncu maddesinde 17.10.1996 tarih ve 4199 Sayılı Kanunla değişiklik yapılması, buna göre Kanunun 41/e maddesinde yer alan TCK.nun 414 ncü maddesinin madde metninden çıkartılması ve 119 ncu maddesinin de; "sürücü belgeleri, belge alındıktan sonra bu Kanunun 41.maddesinin (e)bendinde yazılı suçlardan biri ile mahkûmiyet halinde süresiz geri alınır. Diğer cürümlerden mahkûmiyet halinde, Mahkemece ceza süresini geçmemek üzere geçici olarak sürücü belgesinin geri alınmasına da karar verilebilir. Geçici olarak sürücü belgesinin geri alınması hürriyeti bağlayıcı ceza hükümlerinin infazından sonra yerine getirilir" şeklinde değiştirilmesi nedeniyle, hükümlü hakkında tesis olunan "sürücü belgesinin süresiz olarak geri alınmasına" ilişkin hükmün uygulanıp uygulanamayacağı veya nasıl uygulanacağı meselesidir. 499 Türk Ceza Kanununun 2/2 nci maddesinde "Bir cürüm veya kabahatin işlendiği zamanın kanunu ile sonradan neşir olunan kanunun hükümleri birbirinden farklı ise, failin lehine olan kanun tatbik ve infaz olunur." hükmü yer aldığından, lehe kanun hükümlerinin kesinleşmiş mahkûmiyet hükümlerinde de uygulanması, Türk Ceza Kanunumuzun kabul ettiği bir sistemdir. Doktrinde ve uygulamada bu hususta bir duraksama bulunmamaktadır. Ayrıca, bu maddedeki hükmün, cezalar yanında ceza mahkûmiyetinin neticelerine de taalluk ettiği kabul edilmektedir. Bu çerçevede mesele incelendiğinde; 2918 Sayılı Kanunun 41/e ve 119 ncu maddelerinde, 4199 Sayılı Kanunla yapılan değişiklikle, TCK.nun 414 ncü maddesinden mahkûmiyet, sürücü belgesinin süresiz geri alınmasını gerektiren bir hal olmaktan çıkarılmış ve süreli olarak geri alınıp alınmaması da mahkemelerin takdirine bırakılan bir hal olarak benimsenmiştir. Bu düzenlemenin hükümlü O.A.'ın lehine olduğu hususunda kuşku yoktur. 0 halde ve hükümlü tarafından da bir istem vaki olduğuna göre; Askerî Mahkemece, 353 Sayılı Kanunun 253 ncü maddesi uyarınca sanığın 2918 Sayılı Kanunun 41/e ve 119 ncu maddeleri gereğince durumun tartışılıp değerlendirilmesi ve sanık lehine bir karar verilmesi zorunluluğu bulunmaktadır. Mevcut düzenlemeler karşısında mahkemece verilebilecek kararlar;sürücü belgesinin hükümlüye iade edilmesi veya ceza süresini geçmemek üzere belirli bir süre sürücü belgesinin geri alınmasına karar verilmesi şeklinde olabilecektir. Bu kararların aksine, yani sürücü belgesinin süresiz geri alınmasına dair hükmün aynen uygulanmasına karar verilmesi olanağı bulunmamaktadır. Mahkemenin, lehe kanunun yürürlüğe girmesinden sonra böyle bir takdir hakkı kalmamıştır. Ayrıca, cezanın tayin ve tesbiti ile bu cezanın infazına başlanması biri birinden farklı hususlar olduğundan böyle bir başvurunun zamanının gelmediği şeklindeki bir düşünceyi kabul olanağı da yoktur. Hükümlü vekilinin itiraz dilekçesinde ve tebliğnamede belirtildiği gibi, yasa değişikliği nedeniyle hükümlü O.A.'ın sürücü belgesinin geri alınmasının yasal mesnedi de ortadan kalkmış değildir. Ancak Askerî Mahkemece, takdir hakkı çerçevesinde sürücü belgesinin hükümlüye iadesi olanağı vardır. Bu bakımdan tebliğnamedeki "sürücü belgesinin hükümlüye iadesine karar verilmesi" şeklindeki düşünce kabule değer görülmemiştir. Bu nedenlerle; Askerî Mahkemece yukarıda belirtilen şekilde takdir hakkının kullanılması yasal bir zorunluluk olduğundan, 500 hükümlünün isteminin reddine ilişkin Askerî Mahkeme kararı ile bu kararı hükümlü vekilinin itirazı üzerine inceleyip itirazı reddeden Daire kararı yasaya aykırı olduğundan, her iki kararın kaldırılması ve gerekli kararın verilebilmesini teminen dosyanın mahalline gönderilmesine karar verilmesi gerekmiştir.(Oybirliği ) 501
Benzer belgeler
Sayı 21 - Milli Savunma Bakanlığı
bilimsel incelemeler ile “Daireler
Kurulu” ve örnek “Daire” kararlarına
yer verilen bir dergidir.
Askerî Yargıtay Dergisinden
edinmek isteyenler; Askerî Yargıtay
Başkanlığının (OYAKBANK) INGBANK Ye...