Önceki bölümleri okumak için buraya
Transkript
Önceki bölümleri okumak için buraya
ORTAK ROMAN Bölüm 1 Ter içinde uyandı. Kaşları çatılmış, çenesi kasılmıştı. Sanki zifiri karanlıkta ateş böcekleri uçuşuyordu. Halüsinasyon muydu bu yoksa gerçek mi? Birden hatırladı. Gençlik yıllarında Boston’da iki haftada bir gittiği çamaşırhaneyi görmüştü rüyasında. Sakin adımlarla kapıdan girmiş, yanında getirdiği madeni paraları yarıktan içeri atmış, mavi plastik torbasından çekip çıkardığı kirli çamaşırları makineye tıkıp kapağını kapatmıştı. Oraya kadar her şey yolundaydı. Karşıdaki sandalyede oturan kısa saçlı sarışın kız büyük bir dikkatle elindeki notları okuyordu. Bir süre sonra kurutucudan çıkardığı giysilerini alıp gitmiş, yerine hiç durmadan münakaşa eden iki üniversite öğrencisi gelmişti. Bir saat kadar sonra onlar da işlerini bitirmişler, akşamüstü olmuştu. Bu kez kızıl saçları beline kadar inen yanık tenli bir genç kadın elindeki torbadan çıkardığı çamaşırları boşta kalan makineye yerleştirip yanındaki sandalyeye ilişmiş, kulaklıklarını takmış müzik dinliyordu. Latin kökenli olmalıydı. Brezilyalı mıydı acaba? Yoksa Kosta Rikalı mı? Hava kararırken o da terk etmişti mekânı. Saatler geçmiş, gece yarısı olmuş, etraftan el ayak çekilmişti. Herkes işini bitirip gidiyor, bir tek onun çamaşırları bir türlü kirlerinden arınamıyor, bir tek onun makinesi, kurgusu bitmek bilmeyen uğursuz bir oyuncak gibi, tuhaf sesler çıkararak bir o yana, bir bu yana yalpalayıp duruyordu. Şakakları zonkluyor, kalbi avını kıl payı kaçırmış dişi bir çitanınki kadar hızlı çarpıyordu. Derin bir nefes aldı. Bekledi, bekledi, bekledi. Nabız atışları normale dönünce yorganı başına kadar çekti ve yeniden derin bir uykuya daldı. ‐ ‐ ‐ ‐ ‐ Bu kez de bir köpek havlamasıyla uyandı. Tavandan yere kadar uzanan kalın perdeler kapalıydı. Aralardan bıçak gibi sızan parlak ışığı fark etmese aldırmayacaktı. Odanın alacakaranlığında başucundaki komodinin üzerinde duran kol saatine uzandı. Rakamları seçemiyordu. Saatin kadranını ışığın geldiği yöne doğru çevirip bir daha denedi. Olabilir miydi? Saat neredeyse on bire geliyordu! Ağzında buruk bir tat, karanlığa alışan meraklı gözlerle etrafına bakındı. Odanın sağ köşesinde bir berjer koltuk, karşı duvara dayalı bir de antika çalışma masası vardı. Masanın üzerindeki dizüstü bilgisayarı ve önündeki kollu sandalye sahne dekorunu tamamlıyordu. Anlaşılan yine bir otel odasında uyanmıştı. Kaldığı oteli de, geceyi geçirdiği odayı da hatırlayamamıştı yine. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktu. Son yıllarda ömrünün yarısı otellerde geçiyor, mekânlar birbirine karışıyor, oda numaraları anlamsızlaşıyordu. “Bakalım bu sabah neredeyiz” diye mırıldandı kendi kendine. “En azından birbirinin kopyası beş yıldızlı sentetik otellerden değil, bir tarzı var bu odanın, kendine has bir şahsiyeti. İyi de bu saate kadar nasıl uyuyakaldım ben?” Üzerinde bir ağırlık vardı, bir uyuşukluk hali. Yavaş hareketlerle yatağından doğrulup ayağa kalktı. Pencereye doğru birkaç adım atıp perdenin kanatlarını iki yana açtı. Güneşin göz kamaştıran ışığı odanın en kuytu köşelerini işgal ederken, onun da bedenini sarıp sarmalamak, içinde eritip yok etmek ister gibiydi. Kamaşan gözlerini kapatıp bir süre dinlendirdi. Göz kapaklarını yeniden araladığında aslında bir pencerenin değil bir balkon kapısının önünde durduğunu fark etti. Minik balkonun alçak duvarından yükselen ferforje korkuluklar barok motiflerle bezeliydi. İkinci katta olmalıydı. Odası da kaldığı otelin arka bahçesine bakıyordu besbelli. Yüzyıllara meydan okuyan ağır başlı, sarı-kızıl yayvan yapraklı ağaçlarların ortasında, dört yapraklı yonca şeklinde küçük bir havuz vardı. Sonbaharın dallardan usulca koparıp attığı akçaağaç yapraklarıyla kaplanmış fıskiyeli havuzun etrafındaki masalardan birinde genç bir çift kahvaltı ediyordu. Uykuda gezer gibiydi. Odayı bir uçtan ötekine sarsak adımlarla geçip banyoya girdi. Bir süre parmaklarıyla yokladıktan sonra bulduğu o düğmeye basıp ışıkları yaktı. Büyük bir ayna, modern hatlı armatürler, oval bir mermer lavabo duruyordu önünde. Musluğu açıp soğuk suyu avuç avuç yüzüne çarpmaya başladı. Su zerrecikleri teninden sekip dört bir yana saçılıyordu. Sarı pirinç halkaya geçirilmiş buzlu cam bardaktaki fırçaya macunu sıkıp düzgün hareketlerle yukarı aşağı, öne arkaya dişlerini fırçalamaya başladı. Bir yandan da dünyaya yeni uyanan bir bebeğin şaşkın bakışlarıyla aynada kendini süzüyordu. Sıkı karın kaslarına, yüz metre kelebek finalinde yarışan yüzücülerin göğüs kafesine sahipti. Gergin vücut hatlarına bakılırsa otuzlarında olmalıydı. Kafasını yukarı kaldırıp yüz hatlarını inceledi. Sımsıkı dudakları, geniş bir alnı, ela gözleri, düzgün bir burnu vardı. Kumral saçları kulaklarını örtüyor, dalgaları ensesine kadar uzanıyordu. Peki, neden çatmıştı kaşlarını böylesine? Neden acı ve hüzün sinmişti gözlerine? Yeniden odaya dönüp o berjer koltuğa oturdu. Habis bir ur gibi beyin kıvrımlarını teker teker ele geçiren, amipler misali hiç durmaksızın bölünüp içini kaplayan paniği görmezden gelmeye takati kalmamıştı artık. “İyi, tamam, anladık” diye mırıldandı boğuk bir sesle. “Kaldığın oteli, yattığın odayı tanımıyorsun, peki nasıl geldin buraya? Ya ayın kaçı bugün? Geçen gün hangi otelde kalmıştın?” En çok sakındığı soruyu pas geçiyordu sürekli. En sonunda dayanamayıp patladı. “Peki, sen kimsin be adam?” İşte şimdi o ürkünç gerçekle yüz yüze gelmişti. İlk uyandığı andan itibaren sinsice içine yayılan kaygılar meydanı boş bulur bulmaz ayaklanmış, aman vermeyen hınzır çocuklar gibi koro halinde ondan hesap soruyorlardı. “Adın ne senin, ya soyadın? Nereden gelip nereye gidersin?” Başını iki elleri arasına almış, sessizce oturuyordu orada. Ne düşüneceğini, ne yapacağını, neyi nasıl yapacağını bilmeden. Tek başına. Bu tür hikâyeleri çok duymuştu geçmişte kalan hayatında. Ani hafıza kaybı üzerine yazılmış makaleler bile okumuştu üniversite yıllarında. Ama bu vakalar başkaları için yazılırdı hep. Öyle gelirdi ona. “Peki, neden ben?” diye bir altyazı akıp duruyordu zihninde. “Neden şimdi? Neden burada?” * * * * * Bölüm 2 Yarım saate yakın bir süre koltuğun üzerinde kıvranmış, hiç değilse bir ipucu bulabilmek umuduyla belleğini sonuna kadar zorlamıştı. Dönüp dolaşıp başladığı yere geliyordu. Belleğiyle birlikte benliğini de yitirmiş olmanın yarattığı şok dayanılır gibi değildi. Sinir sistemini çökerten bir deprem, dalga dalga kabaran bir sel, özgüven namına ne varsa yıkıp geçen bir kasırga. Sandy kasırgasını hatırladı birden. Daha geçen gün Atlantik’ten gelip Kuzey Amerika’yı kasırgayı seyretmemiş miydi televizyonda? O amansız yıkımdan, insanların çaresizliğinden etkilenmemiş miydi? Peki, neredeydi o günlerde? Kiminle seyretmişti o sahneleri? Yanıt yok. Hayır, böyle olmayacaktı. Bir şekilde toparlanmalıydı, zihnine çökmüş bu tekinsiz sis bulutuyla, içini kemiren bu bilinmezlikle her ne pahasına olursa olsun mücadele etmeliydi. Dimağı hasar görmüş olabilirdi ama ruhu pes etmemişti daha. Oturduğu koltuktan doğruldu. Kendine acıyarak geçireceği saatler ona bir şey kazandırmadığı gibi, direncini de zayıflatıyordu. Kararını vermişti. Madem beyninin kıvrımlarına sinmiş nöronlar onunla işbirliği yapmayı reddetmişti, o da çareyi başka yerlerde arayacaktı. Alıcı gözle etrafına bir kez daha bakındı. Yatağının başucundaki komodinin üzerinde az önce eline aldığı kol saati, ciltli bir kitap ve bir kurşun kalemden gayrı bir şey yoktu. Çalışma masasının üzerinde duran dizüstü bilgisayarının kapağını kaldırdı ve açma düğmesine bastı. Olacağı buydu işte! Bilmediği o şifreyi soruyordu elektronik sırdaşı. “Onu hatırlasam sana ne gerek var zaten” diye söylendi içinden.”Geri zekâlı!” Birden zihninde bir ışık yanar gibi oldu. “Telefonum, ya cep telefonum nerede benim?” Feri kaçmış gözlerle çevreyi tarassut ediyordu. Yok, yok, yok... İçine bir şüphe düştü. Yoksa bir cep telefonu yok muydu? Nihayet gördü onu. Yerde, duvarın dibindeydi işte! O tarafa doğru bir hamle yaptı, yere çömelip eline aldı o yassı, siyah, kaygan nesneyi. Heyhat, kendi kimliğinin izini sürerken bu kez de kapağı bir yana savrulmuş, ekranı paramparça bir enkazla karşılaşmıştı. Yutkundu. Son bir umut, banyonun karşısındaki elbise dolabına yöneldi. Biri lacivert blazer, diğeri kahve-bej ekose, dirsekleri deri yamalı iki ceket asılıydı dolapta. Elleriyle yokladı. Ne bir cüzdan vardı ceplerinde, ne bir kartvizit, ne de kimliğine dair en ufak bir ipucu. Dolapta asılı gömleklerden, pantolonlardan da bir hayır gelemezdi zaten. Tam o anda iç bölümdeki kasa ilişti gözüne. Aradıkları o kasada olmalıydı! Ama ya kasanın şifresi? Artık yolun sonuna gelmişti. Odanın içinde bir süre dört döndükten sonra telefona uzanıp resepsiyonu aradı. “Buongiorno, Signor Adoni, nasıl yardımcı olabilirim size?” Zihinsel refleksi kendiliğinden devreye girmiş, o da tipik bir San Marino İtalyancasıyla cevap vermişti. “Sanırım kasamın şifresini unutmuşum Signora. Yardımcı olur musunuz lütfen?” “Hiç sorun değil efendim, ben gelip açabilirim.” Telefonu kapattı. Sakin bir sesle konuşmuştu ama şimdi avuçları terliyordu. Ağzı kupkuruydu. “Signor Adoni” dememiş miydi resepsiyondaki kız? Kulağı kirişte, yüreği daralarak bekledi. Tıklama sesini duyar duymaz kapıyı açtı ve gözleri hayretle büyüyen genç kıza zoraki gülümsedi: “İyi ki hemen geldiniz, sanırım başım belada.” “Ama Signor Adoni” dedi kız, muzip bir gülümsemeyle onu tepeden tırnağa süzerken, “henüz misafir kabul etmeye hazır değilsiniz sanırım.” Üzerinde yalnızca bir boxer şort olduğunu ilk o zaman fark etti genç adam. Bir yandan telaşla kapıyı örterken, bir yandan da laf yetiştirmeye çalışıyordu. “Ah, özür dilerim. Yeni kalkmıştım, başım çok ağrıyordu, ne kılıkta olduğumun bile farkında değildim. Bana bir dakika izin verin lütfen.” Tek eliyle dolaba uzandı. Bulduğu ilk gömleği sırtına geçirip pantolonunu da giydikten sonra yüzüne eğreti bir sırıtış kondurup kapıyı açtı. “Oldu galiba, artık gelebilirsiniz içeri. Lütfen bağışlayın beni.” Alımlı genç kız koyu kahve gözlerini kaçırmadan cevap verdi: “Siz hiç merak etmeyin Signor Adoni, kimseciklere söylemem. Bu da bizim minik sırrımız olsun.” Zarif adımlarla yürüyüp dolabın önünde diz çöktü. Mahir parmaklarıyla önce kasanın arkasına gizlenmiş bir düğmeye basmış, ardından o sihirli dört rakamı peş peşe iki kere tuşlamıştı. Birkaç saniye geçmeden kasanın kapağı yavaşça kendini salıverdi. “Şimdi” dedi alçak sesle, yerinden doğrulurken, “kasanızı yeniden kapatmak istediğinizde hatırlanması zor bir şifre yerine 1-2-3-4 tuşlarına basmanız yeterli olacaktır. Merak etmeyin, şifrenizi bir tek ben bileceğim ve gördüğünüz gibi kasanızı istediğim zaman açabiliyorum zaten.” “Evet, farkındayım” diye söylendi mahcup bir edayla. Sonrasında söze nasıl devam etmesi gerektiğini kestiremiyordu. “Size zahmet oldu, çok teşekkür ederim.” Genç kız bembeyaz dişlerini göstererek gülümsedi ışıl ışıl. Lacivert ceketinin yakasında Maria Costa yazılıydı. “Rica ederim, benim için zevkti, bir sıkıntınız olursa yine aramaktan çekinmeyin lütfen.” Biraz duraksadı. “Demek bugün Profesör Bruno Moretti’yle buluşacaksınız. Ne heyecanlı!” “Profesör Moretti’yle mi? Peki, siz nereden biliyorsunuz bunu?” Maria Costa uzun siyah saçlarını eliyle arkaya atarken kendisine şaşkın şaşkın bakan adama bir daha gülümsedi. Biraz muzip, biraz sabırsız gibiydi. “Siz söylemeseydiniz ben nereden bilebilirdim ki? Zaten Profesör Moretti ile görüşmeye gelen konuklar hep bizde kalır. Kayıt yaptırdığınız sırada buraya neden geldiğinizi sormuştum dün akşam. Siz de bugün saat beşte kendisiyle randevunuz olduğunu söylemiştiniz.” Yine duraksadı, sanki bir şey söyleyecekmiş de vazgeçmiş gibi. Sonra uygun sözcükleri arayıp buldu. “Yol yorgunluğu işte, unutmuşsunuz.” Bir sessizlik girdi aralarına. Her geçen saniye mesafe hızla açılıyordu. “Hazırlık yapmanız gerekiyordur herhalde. En iyisi ben görevimin başına döneyim. Kahvaltıya da inmediniz. Aç değil misiniz?” Adam boş gözlerle bakıyordu. “Doğru ya, kahvaltı... Ne yazık ki çok geç uyandım ben. Hem zaten aç da değilim. Şu işleri bir yoluna sokayım, aşağıya iner bir şeyler atıştırırım.” “Merak etmeyin Signor Adoni. Aşçımız burada. Yeter ki siz isteyin, damağınıza uygun bir şeyler hazırlayabileceğinden eminim.” Sonra usulca dışarı süzülüp kapıyı arkasından kapattı. ***** İkinci bölüme katkı sağlayan okurlar: Burce Gürsel, Nilgün Uca, Cihan Tuncay, Emre Gürkan, Erte Oyar, Muazzez Öcal, Gülin Demirok, Nesrin Naz Güngör, Aziz Sar, Rosetta, Feride Güllü, Şebnem Andaç Susenburger, Meltem Yorulmaz, Ece Korkmaz, Aysun Aksel, Yıldız İlhan, Güven Demir, Ali Arı, Melek Diker Yücel, Onur Ataoğlu, Nurdan Tezgin, Hakan Coşkun, Nalan Yılmaz, Can Yıldırım, Başak Kırmacı, Doğancan Bedir, Dilek Oğul, Sevil Bayrak, Öykü, Manzaradan, Eser Gezer, Zuhal Özügül, Zeynep Demirkıran, Bekir Şimşek Tüm katılımcılarımıza değerli yorumları, eleştirileri ve önerileri için teşekkür ediyoruz. Bölüm 3 Yalnız başına kalır kalmaz, kalbi çarparak kasaya yaklaştı. Elleri mi titriyordu yoksa? “Uzatma” diye söylendi içinden. “Anladık işte, başın belada. Bundan da beteri olabilir mi?” Ama eli bir türlü aralık kapağa gitmiyordu. Kendi kendini ikna etmek istercesine söylenmeye devam etti. “İçine düştüğün şu kör kuyudan seni kim gelip kurtaracak sanıyorsun? Sihirli değnekli periler mi? Hayır efendim, kendi göbeğini kendin keseceksin bu dünyada.” Ani bir hareketle kapağı ardına kadar açtı. Kasanın içersinde bir pasaport duruyordu, bir de siyah deri cüzdan. Ayrıca içi para dolu bir zarf, katlanmış bir kâğıt ve bir de ses kayıt cihazı. Beyni uğulduyordu. Hatırlamadığı kimliği bunların içinde saklı olabilir miydi? Tanrım, ne oluyor bana diye mırıldandı kendi kendine. İlk olarak pasaportu aldı eline. Kalın kırmızı kapağın üzerinde altın yaldızlı harflerle Unione Europea Repubblica Italiana yazılıydı. Hemen sayfalarını çevirmeye başladı. Fotoğrafa gelince durdu. İtalyan vatandaşı olduğu yazılıydı. Soyadı Adoni, adı Erol olarak kayda geçmişti. 5 Nisan 1966, İstanbul doğumluydu. İstanbul mu? Evet, öyle yazıyordu işte, İstanbul. Pasaport 12 Kasım 2006 - 11 Kasım 2016 tarihleri arasında geçerliydi. Bir sonraki sayfada yine şaşırdı. Boyu 1.82, gözleri ela, ikamet yeri İstanbul... Adoni ha! Erol Adoni… Başına yan tarafa çevirip adını bir kez daha tekrarladı. Erol Adoni sözcükleri ağzından dökülürken merakla yüzünün aynadaki görüntüsünü izliyordu. Nabız atışları normale dönmeye başladığında pasaportu kasaya geri koydu. Sıra cüzdana gelmişti. Kendi adına hazırlanmış iki kredi kartı vardı içinde, ikisi de Türk bankalarından alınmıştı. Bildik isimler. Yerleri, adları hatırladıkça panik duygusu hafifliyordu. Evet, okuduğu, izlediği şeylerden birçoğu aklındaydı galiba. Makaleler, romanlar, televizyon haberleri, seyrettiği filmler, dinlediği şarkılar, maç sonuçları. Ama iş kişisel bilgilere gelince tekliyordu hafızası. Kasada duran katlanmış kâğıdı eline alıp yine o mahut koltuğa doğru yöneldi. Bir hışımla terk etmişti onu yarım saat kadar önce, şimdi tıpış tıpış dönecekti yine o davetkâr kucağına. Sanki bir Sandy kasırgası da onun içinden geçmişti… Benliği, ruhu, düşünceleri her şey bir yerlere savrulmuştu. İçinde dış dünyanın çizgilerinin yer almadığı puslu bir boşlukta tutsak gibiydi. Derin bir nefes aldı ve okumaya başladı. Bir mektubun kopyasıydı bu. Paris Review antetliydi ve İtalyan Psikoloji Profesörü Bruno Moretti’ye hitaben İngilizce kaleme alınmıştı. Derginin eleştiri yazarlarından Erol Adoni’nin 12 Kasım 2012 günü kendisiyle gerçekleştireceği söyleşinin ana başlıkları özetlenmişti o mektupta. “Demek bugün 12 Kasım 2012” diye söylendi kendi kendine. Prof. Moretti’nin yeni kitabı Niccolo Machiavelli’nin Düşleri büyük ilgi uyandırmış, New York Times çoksatanlar listesinin başköşesine haftalarca konuk olmuştu. Robespierre’in biyografisinden sonra romanlar da yazan Moretti’nin üçüncü eseriydi bu. Bu kitapları ne zaman ve nerede okuduğunu bir türlü anımsayamıyordu. Ama içerikleri bugün gibi belleğine kazılıydı. Bir meslektaşının geçenlerde Corriere Della Sera gazetesinde profesörle yaptığı röportaj da tümüyle aklındaydı mesela. Prof. Moretti o söyleşide özgürlük kavramı hakkında ne düşündüğü sorulduğunda Milan Kundera ve Ayn Rand’dan örnekler vererek dikta rejimlerinin baskısı altında yaşamış kişilerin özgürlüğe daha düşkün olduklarına işaret etmişti. Nitekim yirmi yıl Saint Petersburg’da yaşadıktan sonra Amerika’ya göç eden Ayn Rand’a göre fikir ve vicdan özgürlüğü, mülk edinme özgürlüğü gibi bireysel haklar her şeyin üzerindeydi. Hayatının büyük bölümünü Sovyet rejiminin zalim pençesi altında Prag’da geçiren Kundera ise, insanın kendisi için tasarlanmış bir hayatın içine doğduğuna ve özgürlüğünün peşinde koşması gerektiğine dikkati çekiyordu. Ve nihayet, Nazilerin Paris’i işgal ettikleri yıllarda bile kimsenin kılına dokunamadığı Sartre’dan bir alıntı yapmıştı Prof. Moretti: “İnsanoğlu özgürlüğüne yazgılıdır; çünkü bir kere dünyaya atıldıktan sonra yaptığı her şeyden o sorumludur.” Kendi düşüncesini ise şöyle açıklamıştı İtalyan düşünür: “Başkalarının hürriyetlerine, düşüncelerine, özgürce yaşam hakkına saygı duymayan toplumlar er ya da geç bunun bedelini ödemek zorunda kalırlar. Kişisel özgürlük ise, elde edinilmesi en güç hak ve ayrıcalıklardan biridir. Zira özgür insan her şey ve herkesten önce kendine karşı dürüst olmak zorundadır.” Bütün bunları neredeyse kelimesi kelimesine hatırlaması onu sadece şaşırtmıyor, aynı zamanda kendi kimliği hakkındaki boşluğu daha da korkutucu kılıyordu. Prof. Moretti’nin yaşamı hakkında pek çok detayı hatırlıyordu. Eserlerinin tümünü, bilimsel makalelerinin çoğunu okumuştu elbette. Peki, hazırladığı notlara nasıl ulaşacaktı? Daha önce inceden inceye kurguladığı bir söyleşiyi irticalen yürütebilir miydi? Geçmişini kaybetmiş olmanın dayanılmaz baskısıyla bilek güreşine tutuşmuşken bir de çok saygı duyduğu düşünürlerden biriyle, hem de birkaç saat sonra söyleşi yapmasının bekleniyor olması içinde müthiş bir stres yaratmıştı. İmkânsızı dene ki, en zoru başarasın. Kim söylemişti bu sözü? Gerçekten de böyle bir söz geçmiş miydi kayıtlara? Yoksa kendi kendine mi uydurmuştu bu iddialı lafı? Bir süre gözleri kapalı sessizce oturdu o koltukta. Zihninin yarısı berraktı, yarısı karmakarışık. Söyleşiyi boş verip bir psikiyatri kliniğine mi yatmalıydı? Yoksa “hafızamı kaybettim, araştırın bulun benim köklerimi, ailemi” diyerek polise mi başvurmalıydı? Yavaşça doğruldu koltuğundan. Artık sağa sola yalpalamıyordu. Yeniden banyoya doğru yürüdü, bu kez daha kararlı adımlarla. Duşa girdi, soğuk suyu sonuna kadar açıp dakikalarca altında durdu, manastır keşişleri gibi, hiç kıpırdamaksızın. Bu bir ceza mıydı kendine reva gördüğü? Yoksa buz gibi suyun etkisiyle ayılmayı, titreyip kendine dönmeyi mi umuyordu? ***** Üçüncü bölüme katkı sağlayan okurlar: Burce Gürsel, Nilgün Uca, Cihan Tuncay, Emre Gürkan, Erte Oyar, Gülin Demirok, Aziz Sar, Rosetta, Ece Korkmaz, Aysun Aksel, Nurdan Tezgin, Nalan Yılmaz, Başak Kırmacı, Doğancan Bedir, Öykü, Tuba Baltacılar, Süha Arı, Güven Demir, Gözde Beyazıt, A.E.K., Esra Koca, Nergiz Yanmaz, Hazal Tüm katılımcılarımıza değerli yorumları, eleştirileri ve önerileri için teşekkür ediyoruz Bölüm 4 Acıktığını hissetti. Saatine baktı. 12.16 Lanet olsun, çok az zamanı kalmıştı. Soğuk duşun etkisiyle biraz kendine gelmişti. Hemen hazırlanmalıydı. Füme pantolonunu, açık mavi polo gömleğini ve lacivert ceketini hızla geçirdi üstüne. Ayakkabılarını da giydikten sonra yuvasında duran manyetik oda kartını alıp dışarı çıktı. Ahşap trabzanlı merdivenlerden aşağı doğru inerken birden gözleri karardı. Çevresindeki her şey dönüyordu. Soğuk bir ter boşandı sırtından. Tam sakinleşmeyi umarken kalbi yeniden hızla çarpmaya başlamıştı. Aşağıya iniyordu da sonrasında ne yapacaktı? Neyse ki resepsiyondaki esmer güzeli sıcak bir ilgiyle ona bakıyordu. “Ben de hiç acıkmayacak mısınız diye merak etmeye başlamıştım Signor Adoni, şimdi birşeyler atıştırmak ister misiniz?” “Evet, ufak bir sandviçle bir fincan duble espresso iyi olur sanırım.” “Yanında biraz da dilimlenmiş meyveye ne dersiniz? Hepsi bizim bahçemizden.” “Fena fikir değil. Kahve sıcak olsun lütfen, gerisi kolay.” Bankoya dirseklerini dayayıp, Maria’ya dert yanmaya hazırlandı. Nereden girseydi lafa? Bilgisayarımın şifresini de unuttum dese iyice rezil olacaktı. “Kahvaltı hiç sorun değil” dedi kısık bir sesle. “Benim asıl derdim bilgisayarımla. Sanırım diski bozulmuş. Belgelerim, isimler, adresler, hepsi içindeydi. Yardımınıza ihtiyacım var.” Maria alnını kırıştırdı. “Size nasıl yardımcı olabilirim acaba?” Bir hata yapıp her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmaktan korkuyordu. Hafifçe öksürüp boğazını temizledi. “En çok ihtiyaç duyduğum şey internet bağlantısı olan bir bilgisayar. Prof. Moretti’nin adresi sizde vardır nasıl olsa, değil mi?” “Başka?” “Hepsi bu kadar, yeter ki bir çözüm bulun” derken gözlerinde bir yakarış vardı. “Birkaç saat sessiz bir ortamda çalışabilmekten başka bir dileğim yok.” “O zaman” dedi Maria yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, “şanslısınız doğrusu. Otel müdürümüzün odası bugün boş. Önce kahvaltı siparişinizi bir geçeyim, sonra bilgisayarı sizin için hazırlarım.” Erol’un gergin yüz hatları hafiften gevşemişti. Teşekkür ederek ofise doğru yürüdü. Aralık duran kapıyı itip içeri girince etrafına bakındı. Masanın üzerinde bir sürü klasör, evrak duruyordu. Kesilmiş faturalar, rezervasyon fişleri, fiyat listeleri, broşürler. Birden ayıldı. Peki, İtalya’nın neresindeydiler? Önünde duran broşürün kapağındaki adrese baktı göz ucuyla. Castello di Villa Via Casale 23, San Michele Alessandria Hmm, Alessandria kuzey İtalya’da, Torino ile Milano arasında bir yerlerde olmalıydı. Bunda şaşılacak ne var diye mırıldandı kendi kendine, Prof. Moretti Milano Üniversitesi psikoloji anabilim dalı başkanı değil miydi? Maria Costa beş dakika geçmeden ofise gelmiş, çalışma masasının üzerindeki bilgisayarı açıp şifresini girmişti. Kahvaltısının birkaç dakika içinde hazır olacağını söyledikten sonra da geldiği gibi sessizce odadan çıkmıştı. Artık yalnızdı. Birkaç saat sonra yıllardır hayranlıkla izlediği profesörle bir röportaj yapacaktı ve ne soracağına, hangi sırada soracağına dair hiçbir hazırlığı yoktu. Daha doğrusu vardı da, şifresinin ardına gizlenmiş bilgisayarı sırlarını paylaşmaya yanaşmıyordu. Korkuyordu. Bilinmezin karşısında duyulan korku. Bilmek ve olmak arasında gittikçe büyüyen uçurum. İçinde birbirine dolanıp ruhunu daraltan çelişkiler. Bir an için her şeyden vazgeçmeyi düşündü. Sonra derin bir nefes aldı. İradesi bir adım öne çıkıp onun adına karar vermişti. Pes etmeyecekti. Parmakları klavyede, gözleri ekranda, kahvaltısının usulca masaya bırakıldığını bile fark etmeden çalışmaya koyuldu. Başını kaldırdığında tam dört saat uçup gitmişti. Kurulu bir robot gibi Google sayfalarında dolanmış, Prof. Moretti hakkındaki tüm güncel bilgileri taramıştı. Tabağındaki son elma dilimini ağzına attığında Maria’nın ona verdiği ince bloknotun neredeyse tamamı Türkçe, İngilizce, İtalyanca notlarla dolmuştu. Şimdi geriye, odasına çıkıp kasada duran cüzdanını ve ses kayıt cihazını almak kalmıştı. Madem buraya bu söyleşi için gelmişti, programını bozmayacaktı. Önce işini yapacak, sonra da kendiyle, onu bırakıp giden belleğiyle, geçmişiyle hesaplaşacaktı. Biraz önce Erol Adoni adını sorgulamayı düşünmüş ancak eli bir türlü gitmemişti. Belli ki kendisi hakkında bir şeyler keşfetmeye hazır değildi. Henüz değildi. Mantığı ne derse desin ruhunun derinliklerinde o gücü bulamamıştı. Kim olduğunu Google’a sorma düşüncesi buruk bir gülümseme yaydı yüzüne.“Önce ilk adım, sonra ikincisi” diye ikna etmeye çalıştı kendi kendini. Bebek adımlarıyla başlayacaktı yeniden yürümeye. Ofisin kapısını kapatıp yeniden resepsiyona yöneldi. Ona sürekli gülücükler saçan dilberden yeniden yardım isteyebilirdi. “Teşekkür ederim Maria, gerçekten çok yardımcı oldunuz. Şimdi hocamızın adresini de verirseniz sanırım yola koyulabilirim. Ha, bir de taksi bulabilirsiniz değil mi?” Genç kız bir kez daha hayretini gizlemeye çalıştı. “Ama Signor Adoni, dün akşam size yolun tarifini vermemiş miydim? Hatta haritada evin yerini bile göstermiştim. Arabanıza atlayıp önce ana caddeye çıkacak sonra da…” “Araba mı dediniz?” Bu kez genç kızın gözleri kocaman açıldı. “Signor Adoni, şaka yapıyorsunuz galiba. Dün akşam arabanızı yan taraftaki sundurmanın altına çekmemi rica edip, anahtarını da bana vermiştiniz ya?” Erol bu badireyi nasıl atlatacağını düşünmekle meşguldü. “Tabii Maria, haklısınız. Size anahtarı vermiştim, ancak yolumu kaybedersem randevuma geç kalırım diye korktum birden. En iyisi bir taksi çağırmak sanki.” “Signor Adoni, hava henüz aydınlık, ben de arabanızın navigasyon sistemini ayarlarım, o size yolu gösterir.” Daha fazla itiraz etmedi. Milano havaalanından kiraladığını unuttuğu dört kapılı siyah Fiat Sedici’ye atladı. Tam o sırada bahçenin en dip köşesine oturmuş kitap okuyan bir adam çarptı gözüne. Aşina bir yüz. Bu saçlar, bu duruş… Zihnini yokladı. Boşluk. Can yakan bir boşluk. Dişlerini sıktı ve meraklı gözlerle onu süzen Maria’ya el sallayıp gaza bastı. Prof. Moretti onu bekliyordu… ***** Dördüncü bölümün sonu… Ortak Roman hakkındaki düşüncelerinizi, önerilerinizi yorum bölümünde Hasan Saraç’la ve diğer okurlarla paylaşabilirsiniz. Dördüncü bölüme katkı sağlayan okurlar: Sevil Bayrak, Feride Güllü, Hale Nur Durmuş, Burce Gürsel, Aysun Aksel, Nilüfer Keyvanklıoğlu, Güven Demir, Rosetta, Can Yıldırım, Nilgün Uca, Doğancan Bedir, Başak Kırmacı, Erte Oyar, Bekir Gökhan Okutan, Cüneyt Temel, Hülya Arıcı, Lale Bollukcu Özer, Ece Korkmaz, Nesrin Naz, Dr. Gülten Özdemir Tüm katılımcılarımıza değerli yorumları, eleştirileri ve önerileri için teşekkür ediyoruz Bölüm 5 Mini bloknotuyla ses kayıt cihazını yan koltuğa atıp navigasyon sisteminin gösterdiği istikamette aracını sürmeye başladı. Birkaç dakika geçmeden iki katlı San Michele belediye binasına ulaşmış, parkın etrafından dolanıp kasabanın dışına çıkmıştı bile. Via Pazzola’ya gelince yavaşladı, üzüm bağlarıyla kuşatılmış bir köy yolundaydı artık. Bir süre ilerledikten sonra yolun sol tarafında sarmaşıklarla kaplı taş bir duvar göründü. Navigasyona bakılırsa varmıştı adrese. Bahçe duvarındaki kemerli, iki kanatlı ahşap kapısıyla bir bağ evi. Saatine baktı. Randevusuna on dakika vardı. Arabasının motorunu durdurdu, notlarına hızla göz gezdirdi, derin bir nefes alıp dışarı çıktı. Kapının ziline basıp beklemeye başladı. Kalbi hızla çarpıyor, sanki peşinde birileri varmış gibi sürekli sağına soluna bakınıyordu. Yaklaşan ayak seslerini duyunca toparlandı. Nefesini kontrol altına almaya çalışırken ahşap kapı yavaşça aralandı. Karşısında kırk yaşlarında, kızıl saçlı, yanık tenli, hoş bir kadın duruyordu. Birden yüreği sıkıştı. Bu yüzü bir yerden tanıyor olabilir miydi? Sol yanaktaki derin gamze, dolgun dudaklar, ışıltılı sıcak gözler… İçinden tarifsiz bir sızı geçti. “Signor Adoni?” “Evet” diyebildi kısık bir sesle. “Prof. Moretti ile görüşmeye gelmiştim.” “Bruno da sizi bekliyordu zaten. İsterseniz aracınızı evin önündeki düzlüğe park edin. Bu dar yolda başına bir iş gelmesin.” Arabasını bahçe kapısından içeri sürdü, dalları dört bir yana uzanan asırlık bir sakız ağacının altına park edip dışarı çıktı. Ufak tefek bir adam evin kapısında onu bekliyordu. Tıpkı resimlerindeki gibiydi. Geniş alnına düşen karmakarışık kır saçlar, çizgileri derinleşmiş ince bir yüz, kemerli bir burun. Elleri cebinde, metal çerçeveli gözlüklerinin ardından sessizce onu süzüyordu. Erol kapıya doğru yürüyüp önündeki birkaç basamağı hızla tırmandı. Dostça el sıkıştılar. “Bağ evime hoş geldiniz Signor Adoni, sizi Milano’dan buraya gelmek zorunda bıraktığım için beni bağışlayın, neden bilmem ziyaretçilerimi kendi çalışma mekânımda ağırladığımda sanki söyleşiler daha verimli geçiyor.” Erol gülümsemeye çalıştı, hoş bulduk kabilinden bir şeyler geveledi. Moretti’nin içten tavrı onu biraz olsun rahatlatmıştı. Evin kapısından birlikte içeri girdiler. Dört bir köşesi rahat koltuklarla döşenmiş loş bir salondan geçip yan odaya açılan geniş bir kapının önünde durdular. “İsterseniz görüşmeyi çalışma odamda yapalım, bu sayede ilgi duyduğunuz kitaplara da bakabilirsiniz.” Ne cevap vermesi gerektiğini düşündü. Bulamadı. Kapının karşı tarafında antika bir çalışma masası, önünde de karşılıklı iki koltuk duruyordu. Duvarlar yerden tavana uzanan raflar dolusu kitapla kaplıydı. Çalışma masasının üzerinde bir laptop duruyordu, birbiri üzerine yığılmış kitaplar, dergiler, dosyalar ise masanın her tarafına yayılmıştı. Odanın bir köşesine de salıncaklı bir sandalye yerleştirilmişti. Üzerindeki şilteye azametle uzanmış, yemyeşil gözleriyle dünyaya meydan okuyan siyah kediye sorarsanız bu evin hâkimi o olmalıydı. “Bu çalışma odası dedeme aitmiş. Çocukluğumda buraya gelip kitapların tozlanmış ciltlerine baktığımı hatırlarım. Kısa bir süre de babam kullandı burasını, ne yazık ki ailemi genç yaşta, bir uçak kazasında kaybettim. Tek mirasçı olduğumdan bu ev de bana kaldı, her fırsatta Milano’dan kaçıp buraya sığınırım. Kapıda sizi karşılayan Andreana sağ kolum gibidir. Nur içinde yatsın beni büyüten de onun annesiydi.” Prof. Moretti misafirinin bir şey söylemesini beklemeden eliyle sağdaki koltuğu işaret etti. Kendisi de karşısına oturup bacak bacak üstüne attı. Gözlerindeki zeki pırıltı sıcak bir gülümsemeyle karışıp yüzüne alçakgönüllü bir ifade veriyordu “Andreana demişken… Ne içmek istersiniz? Bir kahve?” Erol hayatında ilk kez sözlü imtihana kalkmış acemi bir öğrenci gibiydi. Koltuğa oturmuştu bir şekilde, peki ya sonra? Ellerini nereye koyacağını, bacaklarına ne şekil vereceğini bilemiyordu. Elindeki bloknotu ve kayıt cihazını yanında duran sehpanın üzerine bıraktı. Yüzüne ateş bastığını hissetti. Saçlarının dibi ıslanmış, ağzı kurumuştu. Artık benim de bir şeyler söylemem lazım diye düşündü bölük pörçük. “Profesör Moretti, her şeyden önce beni kabul ettiğiniz için size teşekkür ederim. Çalışma odanızı bana açmanız da büyük incelik. Bu karşılaşmayı uzun zamandır beklediğimi itiraf etmek isterim… Eh, bir fincan espressoya da hayır demem.” “Vay be” dedi içinden, “demek hâlâ adam gibi laflar edebiliyorum.” “Değerli dostum, Profesör Moretti hitabı bu evde pek kullanılmaz. Bruno’ya ne dersiniz? Ve müsaadenizle ben de size adınızla, Erol diye hitap etmek isterim.” “Şeref duyarım Bruno, çok naziksiniz.” “Biliyor musun Erol, İtalyanlar hariç ziyaretime gelen tüm yabancılarla İngilizce konuşmaya o kadar alışmışım ki, seninle anadilimde konuşabiliyor olmak hoşuma gidiyor. Bana gönderdiğin mesajda annenin İtalyan olduğundan bahsetmiştin, öyle değil mi? Yanılmıyorsam adı da Silvia idi galiba.” Başı dönmeye, gözleri kararmaya başlamıştı. Oturduğu koltuk olmasa bir anda yeri boylayabilirdi. Dişlerini sıktı. Hayır, hayır, şimdi değil, bırak şu söyleşimi yapayım, sonra ne olacaksa olsun. Tüm gayretine rağmen, rengi uçmuş yüzü ruh halini ele veriyordu. “Bir şey mi oldu?” “Hayır Bruno, iyiyim. Sanırım gün gece pek iyi uyuyamadım, ondan olmalı, bir an için başım döndü sanki.” Prof. Moretti insanları tedirgin etmeyi sevmeyen sakin bir kişiye benziyordu. “Bak dostum, o halde sana başka bir teklifim olacak. İstersen şu espressodan şimdilik vazgeçelim. Bence biraz takviyeye ihtiyacın var. Sanırım mahzenimizde Piedmont bölgesinin üzümlerinden yapılmış Barbaresco şaraplarından olacak, yanında da biraz peynirle kraker getirir Andreana.” Biraz düşünüp devam etti. “Ya da bizim Toskana’nın Chianti’sine ne dersin?” Bir yandan profesörü dinlerken bir yandan da derin derin soluk almaya çalışıyordu. Evet, diye düşündü, biraz şarap içsem çok iyi olacak. “Teşekkür ederim Bruno” diye kekeledi. “Bir kadeh kırmızı şarap bence de çok iyi fikir. Açıkçası Barbaresco’yu tercih ederim.” Biraz duralayıp ekledi. “Özlemişim herhalde.” Ev sahibi Andreana’yı çağırıp neler istediklerini anlatırken Erol da toparlanmaya çalışıyordu. Prof. Moretti bile annesinin adını biliyordu. Oysa o sadece pasaportunda ve Paris Review’nun mektubunda yazılanları. Geçmişi nereye gitmişti? Keşke Google’a sorsaydı kim olduğunu. Kaçtığı yakıcı soru beyninde biteviye yankılanıyordu. Ben kimim, Tanrım, kimim ben? ***** Beşinci bölümün sonu… Beşinci bölüme katkı sağlayan okurlar: Feride Güllü, Rosetta, Gizem Sakallı, Erte Oyar, Güven Demir, Doğancan Bedir, Aysun Aksel, Funda Turper, Başak Kırmacı, Hale Nur Durmuş, Çisem Bakoğlu, Dr. Gülten Özdemir, Lale Bollukçu Özker, Ayşe Bahşı, Nesrin Naz Tüm katılımcılarımıza değerli yorumları, eleştirileri ve önerileri için teşekkür ediyoruz Ortak Roman Bölüm 6 Sehpanın üstü çeşit çeşit peynirler, susamlı, kepekli krakerlerle donanmış, bir şişe Barbaresco yanı başlarında, ilk kadehler dolmuş boşalmış. Prof. Moretti daha önceki söyleşilerde onlarca kez yaptığı gibi misafirinin başlamasını sabırla bekliyor, konu açılmadıkça kendiyle ilgili ayrıntılara girmiyordu. Floransa’nın Rönesans dönemindeki rolünden, Toskana’da yetiştirilen üzümlerin özelliklerine kadar birçok konudan bahis açılmış ama henüz sadede gelinmemişti. Zamanının her geçen dakikayla azaldığını fark eden Erol içten içe bir tedirginlik yaşamaya, zar zor toparladığı özgüvenini yitirmeye başlamıştı. Paris Review’da yayınlanan diğer söyleşileri zihninden geçirmeye çalıştı. Hatırladığı kadarıyla yazılar genelde görüşme mekânının tasviriyle başlıyor, yazarın fiziksel özellikleri, hobileri kısaca özetlendikten sonra kitap eleştirmeni doğrudan konuya girip ilk sorusunu soruyordu. Öyleyse ben de bu minvalde bir giriş yapmalıyım diye geçirdi içinden. Kadehinden son bir yudum alıp elini yanındaki masaya uzattı. Artık kontrolü eline aldığını, görüşmeyi kendisinin yönlendireceğini ispat etmek istercesine, masanın üzerindeki kayıt cihazını ortalarındaki sehpanın üzerine yerleştirip düğmesine bastı. “Hadi bakalım” diye söylendi kendi kendine, “artık başlıyoruz”. “Sayın Profesör, yaklaşık otuz yıl boyunca dünya sizi bilimsel makalelerinizle, insan psikolojisi üzerine geliştirdiğiniz teorilerle, Jung’un öğretileri üzerine yaptığınız yorumlarla tanıdı. Nasıl oldu da kendinizi birden yazar koltuğunda buldunuz? Roman yazmaktaki amacınız neydi?” İlk açılış hamlesi nihayet gelmişti. Profesör hafifçe arkasına yaslandı. “Modern psikolojinin bir bilim dalı olduğu, bilimsel yöntemlere bağlılığı tartışılmaz. Öyle konferanslara katıldım ki, bu dalda akademik geçmişi olmayan bir izleyicinin neler konuşulduğu hakkında en ufak bir fikri bile olamaz. Öte yandan unutmamalıyız ki, kendini daha iyi tanımak isteyen, insan davranışlarının nedenlerini sorgulayan her fani, tarih boyunca psikolojiyle bir şekilde ilgilenmiştir. Nitekim bu konuda genel okur seviyesine hitap eden kitaplar daima ilgi görmüştür. Geçen yıl yitirdiğimiz James Hillman’ın “The Soul’s Code – Ruhun Şifresi” adlı başyapıtı İtalya’da aylarca en çok satan kitaplar arasında yer almıştı. Keza, Stanford Üniversitesi’nin onursal psikiyatri profesörü Irvin Yalom, akademik çalışmaları kadar yazdığı romanlarla da tanınıyor. Öyle sanıyorum ki bir süre sonra bilimsel kavramları tartışmak yerine birikimlerini hayali karakterler ve olaylarla harmanlayabilecekleri romanlara yönelmek, birçok meslektaşımın tercihi olabiliyor.” Çok geçmeden loş ışıkların altında öne eğilmiş, birbirlerinin gözünün içine bakarak heyecanla konuşan iki adam sohbeti iyice koyulaştırmış, Erol zihnini esir alan kuşkulardan, kuruntulardan sıyrılmış, tüm dikkatini o ana odaklamıştı. Aradan ne kadar zaman geçmişti acaba? En sonunda biraz şarabın biraz da işi kotarmış olmanın sarhoşluğuyla “Teşekkürler, Bruno” dedi. “Değerli görüşlerini benimle paylaştığın için minnettarım. İzninle söyleşimizi burada noktalıyorum.” Muzaffer bir edayla kayıt cihazını durdurdu, derin bir nefes aldı ve bacak bacak üstüne atıp arkasına yaslandı. Bruno da söyleşinin kazasız belasız bittiğine memnun olmuştu. “Yalnızca son bir şeyi sormayı unuttun aziz dostum, neden acaba?” Erol’un gözlerinin önünden bir sis bulutu gelip geçti. Tam da kendini tebrik etmeye hazırlanırken! Düşünmeye çalıştı, hayır, bilmiyordu. Neyi unutmuş olabilirdi acaba? “Neyi sormayı unutmuş olabilirim sevgili Bruno?” “Çok kolay” diye cevap verdi Profesör Moretti. “Bugüne kadar Alessandria’ya benimle söyleşi yapmaya gelip de burada doğmuş Umberto ECO hakkında tek bir soru dahi sormayan ilk ve herhalde en son kişi sen olacaksın aziz dostum. O halde ben sana sorayım: Neden bu konuya hiç girmedin?” Erol rahatlamıştı. “Özel bir nedeni yoktu Bruno. Sanırım konuştuklarımıza kendimi o kadar kaptırmıştım ki, bir an için aklımdan çıkmış.” Durakladı. Zaten bu söyleşiyi yüzüne gözüne bulaştırmadan yapabilmesi bile düpedüz bir mucizeydi. Çabucak kendini toparlayıp söze devam etti. ”Tahmin edebileceğin gibi bir teki hariç tüm romanlarını okudum ustamızın. Onu da yanımda getirmiştim ama henüz başlayamadım. Oteldeki odamda, başucumda duruyor hâlâ.” Profesör Moretti merak etmişti. “Hangi romanı bu?” “La Misteriosa Fiamma della Regina Loana. Sanırım Türkçeye de Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi olarak çevrilmişti adı.” Profesörün gözlerinde bir ışık parlayıp söndü. “Yanında getirdin ama hiç okumadın öyle mi?” “Evet” dedi kendinden son derece emin bir edayla. “Henüz başlayamadım ama ilk fırsatta bitireceğimden emin olabilirsin”. Profesör bir an için bir şey söylemeye hazırlanıyor gibi öne eğildi, sonra vazgeçti, geriye doğru çekildi ve yumuşak koltuğuna yaslanıp sordu. “Madem öyle, işte sana İstanbul’a dönerken uçakta güzel bir roman okuma fırsatı. Bu arada, İstanbul demişken, itiraf etmeliyim ki değerli dostum, karısı doğum yapmak üzere olan bir adamın bunca yoldan söyleşi yapmaya gelmesi beni gerçekten duygulandırdı. Nasıl, haberler iyi mi bari?” Doğum? Sessiz bir çığlık… Kuşlar havalanıyor birer ikişer. Kara bulutlar ufku sarmış, bir fırtına koptu kopacak. Mahşerin dört atlısı koşuyor doludizgin. Karanlıklar prensi kahkahalar atıyor kamçısını elinde. Şimşekler çakıyor gökyüzünde. Kızıl alevler yükseliyor Kraliçe Loana’nın saçlarından. Dans eden alevlerle birlikte her şey dönüyor, dönüyor… Önce başı eğiliyor öne doğru, sonra yere yığılıyor usulca. Karanlık… * * * * * Altıncı bölümün sonu… Altıncı bölüme katkı sağlayan okurlar: Tuba Baltacılar, Gizem Sakallı, Hale Nur Durmuş, Feride Güllü, Ece Korkmaz, Nesrin Naz, Başak Kırmacı, Rosetta, Can Yıldırım, Güven Demir, Doğancan Bedir, Bezgin, Aysun Aksel, Sebahat Kurtöz, Hülya Arıcı, Lale Bollukçu Özer Tüm katılımcılarımıza değerli yorumları, eleştirileri ve önerileri için teşekkür ediyoruz Ortak Roman Bölüm 7 Bir sesler duydu. “Nabız normale dönüyor” diyordu biri. Yerde sırtüstü yatmış, neler olduğunu kavramaya çalışıyordu. Başını okşayan bir el hissetti. Göz kapaklarını aralamak istedi, başaramadı. Öyle güçsüzdü ki… Sonra, o yoğun sis usulca dağılırken zihninin berraklaştığını hissetti. Ayılmıştı. Tel gözlüklü, kır saçlı bir adam üstüne eğilmiş, “Haydi dostum, uyan” diye söylenip duruyordu. “Tamam Andreana, gözlerini açtı, bir bardak su getir hemen.” Bu kez üzerine eğilen bir kadındı. O hareli gözler, o kızıl saçlar… Başı döndü ve bir kez daha kararıverdi dünya. “Yine bayıldı, Bruno, fark ettin mi, tam ayılırken beni görür görmez… Korkutuyor muyum ne? Keşke şarap ikram etmeseydik.” “Amma da yaptın Andreana! Şarap içen bir erkek olsa olsa sana aşık olur, boylu boyunca yere serilmez böyle.” Sonra kuşkulu bakışlarını yanına çömelmiş alımlı kadına çevirdi. “Belki de haklısındır, ona bir başka kadını hatırlatıyor olabilirsin, çok ani tepkiler verdiğine göre ciddi bir travma geçirdiği kesin.” Genç adamın ayaklarını bir yastıkla destekleyip yükselten Profesör yerinden doğrulup koltuğuna oturdu. “En iyisi su bardağını bırakıp git. Bir daha ayıldığında ilk seni görmesin karşısında.” Bu kez Erol’u kendi haline bırakmanın daha iyi olacağını düşündü. Piposunu ağır hareketlerle doldurup sehpanın üzerinde duran uzun kibritle yaktı, derin bir nefes çekip koltuğuna gömüldü. Artık bekleyecekti. Aradan birkaç dakika geçmeden Erol yattığı yerde kımıldanmaya, kirpiklerini oynatmaya, gözlerini açıp etrafına bakınmaya başlamıştı. Derin derin nefes alıp kafasını toparlamaya çalışırken Profesör de hiç istifini bozmadan piposunun dumanını havaya savurmaya devam ediyordu. Erol en nihayet doğruldu, sendeleyerek güç bela en yakın koltuğa çöktü. Misafirinin kalp atışlarının normale döndüğünden emin olunca, Profesör su bardağını uzatıp konuşmaya başladı. “Geçmiş olsun dostum, şimdi nasılsın bakalım?” “Başım dönüyor, midem bulanıyor, ne oldu bana?” “Ufak bir rahatsızlık, dinlen biraz, geçecek hepsi. Beni tanıdın mı?” Zoraki bir gülümsemeyle cevap vermeye çalıştı. “Tabii Bruno, bir… bir söyleşi yapıyorduk galiba.” “Peki, sana en son neler söylediğimi de hatırlıyor musun?” Duraksadı. Zihninden karmakarışık görüntüler gelip geçiyordu. Sis bulutları aralanmaya başlayınca cevap verdi. “Evet, sanırım Umberto Eco’nun kitabından bahsediyorduk. Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi’nden. Sonra, sonra, ahh…” Erol’un yüzü acıyla kasılmış, alnında derin çizgiler oluşmuştu. Profesör ise sabırla bekliyor, bir yandan da misafirinin ruh halini çözümlemeye çalışıyordu. Bir süre sessizce oturdular. “Bak dostum, biraz önce üst üste iki kere bayıldın. İlk geldiğinde de başın dönmüş, sıkıntılı bir an yaşamıştın. Bu konuda bana söylemek istediğin bir şey olabilir mi? Hâlâ biraz yorgun ve halsiz görünüyorsun. Kendini zorlama, ben beklerim ama bir sakıncası yoksa neler olup bittiğini öğrenmek isterdim.” Erol içinde bulunduğu durumu kavramaya, ne cevap vereceğini düşünmeye çalışıyordu. Tabii ya, bu sabah otelde tek başına uyanıp hiçbir şey hatırlamadığını fark etmemiş miydi? Demek şimdi de bu yabancı evde bayılmıştı, hem de iki kere… “Sorun şu ki” diye söze başladı Erol, yutkundu, derin bir iç çekip devam etti, “sorun şu ki Bruno, kendimle ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum.” Söylediklerini kendi bile duymak istemiyordu sanki, çaresiz bir fısıltı gibiydi sesi. Profesör bir süre bekledi, bu itirafı yapmanın ne kadar zor olduğunun farkındaydı. Acele edip bir kere daha Erol’un dengesini bozmaya niyeti yoktu. “Benimle söyleşirken neredeyse yazdığım tüm kitapları, benimle ilgili tüm detayları hatırlıyordun oysa.” Erol’un sesi biraz daha gür çıkmaya başlamıştı. “Sorun da burada işte. Gördüklerimi, okuduklarımı hatırlıyorum ama daha dün ne yaptığımı sorsanız, hatırlayamıyorum. Geçmişim kapkaranlık. Hafızamın ‘ben’ haznesi sanki bomboş.” Bruno misafirinin yaptığı açıklamalardan memnun olmuşa benziyordu. Tünelin ucunda bir ümit ışığı görmüştü artık. Bu bir zaman meselesi diye söylendi kendi kendine, yeter ki misafirimizi ürkütmeyelim. “Peki, bu sabah uyandıktan sonra neler yaptığını hatırlıyor musun?” Erol o gün yaptıklarını, yaşadıklarını, gördüklerini birer birer zihninde canlandırmaya çalıştı. Odayı, kasayı, Maria Costa’nın ışıltılı gülüşünü, yaptığı kahvaltıyı, bu eve nasıl geldiğini… “Evet Bruno, bugünü oldukça net hatırlayabiliyorum. Ne yazık ki hepsi bu!” “Peki, kaldığın otele nasıl geldiğini, kiminle karşılaştığını?” “Maalesef hayır. Ama bu sabah konuştuğum resepsiyondaki kız dün akşam otele gelişimi, kiralık arabamın anahtarını kendisine verdiğimi hatırlıyor, hatta sizinle randevum olduğunu bile söylemişim ona.” Profesör heyecanlanmıştı. İz süren bir av köpeğinin kokuyu aldığı zaman neler hissettiğini sezer gibiydi. “Bu iyi haber, Erol, demek oluyor ki dün akşama kadar her şey yolundaydı.” Birden hatırladı. “Başucunda duran o kitap… Henüz okumaya başlamadım demiştin. Emin misin?” Erol acı acı gülümsedi. “Öyle söylediğimi hatırlıyorum, öte yandan, ne bildiğimi, neye güveneceğimi artık kestiremiyorum.” Profesör bakışlarını odanın en kuytu köşesine sabitlemiş, düşünüyordu. Yine sessizce oturdular bir süre. “Yorucu bir gün geçirdin dostum. İstersen bu gece burada kal. Bu halinle araba sürmen tehlikeli olabilir.” Durakladı, söyleyeceklerini kafasında tartıyor gibiydi. “Hem şimdilik o odaya dönmesen daha iyi olur. Üst katta bir misafir odamız var. Arzu edersen önce bir şeyler ye, ya da hemen odana geç ve biraz dinlen. Sabah olunca birlikte güzel bir kahvaltı yapar, sonra da kaldığımız yerden sohbetimize devam ederiz.” “Bir de” dedi Erol’un gözlerinin içine bakarak, “bir de, eğer bir sakıncası yoksa otele gidip eşyalarını buraya getireyim.” * * * * * Yedinci bölüme katkı sağlayan okurlar: Feride Güllü, Gizem Sakallı, Can Yıldırım, Erte Oyar, Mahmut Eşitmez, Başak Kırmacı, Semin Özkan, Hülya Arıcı, Gülin Demirok, Güven Demir, Rosetta, Melek Diker Yücel, Nilgün Uca, Hale Nur Durmuş, Hatice Kılıç, Doğancan Bedir, Nergiz Yanmaz, Derya Çiftkaplan, Aysun Aksel Tüm katılımcılarımıza değerli yorumları, eleştirileri ve önerileri için teşekkür ediyoruz Ortak Roman Bölüm 8 Saat gecenin 10’u. Daracık karanlık yollar, uzaklarda tek tük ışıklar, adeta tekinsiz bir sessizlik… Profesör Moretti, misafirini çalışma odasında bitkin ve tedirgin bir halde bırakıp arabasını otele doğru sürerken hem o ana kadar yaşadıklarını hem de bir sonraki adımını düşünüyordu. Mesleki merakından çok ev sahibi olmanın sorumluluğu ağır basarak ziyaretçisiyle yakından ilgilenmiş, onu olabildiğince rahatlatmaya çalışmıştı. Uzun meslek hayatında böyle bir vakayla karşılaşmamıştı hiç. Daha bir gün öncesine kadar normalken Erol hangi nedenle kısmi bir hafıza kaybına uğramıştı acaba? Öteden beri hep tarihi kişilerin, ünlü filozofların hayatlarını ele alan romanlar yazmıştı. Oysa bugün yaşadığı sıra dışı deneyimi bir sonraki romanında işlemek ilginç olabilirdi. Öte yandan ilk kez karşılaştığı, üstelik hafızası sakatlanmış bir insanı ne kadar süre kimseye haber vermeden evinde misafir edebilirdi? Kararını verdi: Bu gece kendi araştırmasını yapacak, bulmayı umduğu ipuçlarından bir sonuca varmaya çalışacak, olmadı bir sonraki gün Paris Review dergisinin yöneticilerine bilgi verip ailesi ile irtibata geçilmesi için ricada bulunacaktı. Via Casale’ye gelince yavaşladı, ağaçların arasında iki katlı taş yapı görünmüştü. Arabasını otelin park yerine bırakıp hızlı adımlarla kapıya yöneldi. Üç yıldır bu otelde çalıştığı halde ünlü profesörü ilk defa karşısında gören Maria heyecanlanmıştı. “Hoş geldiniz Profesör” dedi, “İyi ki geldiniz, ben de şimdi sizin evi arayacaktım.” “Hayrola?” Genç kızın yüzünde endişeli bir ifade belirdi. “Signor Adoni sizinle gelmedi mi?” Profesör hazırlıklıydı, zihninde tartıp tasarladığı cümleleri doğal bir tonda peş peşe sıraladı. “Signor Adoni bu gece benim misafirim olacak. Biraz başı dönüyordu, evden çıkamadı, ben de onun eşyalarını almaya geldim. Bir şey mi oldu?” “Evet efendim, Signor Adoni sizinle görüşmek üzere otelden ayrıldıktan hemen sonra bir kadın telefonla aradı onu. Anladığım kadarıyla epeydir yöredeki otelleri teker teker arıyormuş. Sizinle görüşmeye gittiğini söylediğimde ise çok şaşırdı, olacak iş değil kabilinden bir şeyler homurdanıp telefonu yüzüme kapattı.” “Peki, sonra?” “Aynı kadın beş dakika önce beni gene aradı. Signor Adoni’ye cep telefonundan ulaşamadıklarını, çok merak ettiklerini, bir an önce kendisiyle görüşmesi gerektiğini söyledi. Hatta sizin evinizin telefon numarasını istedi. Ama vermedim, onun yerine size ulaşmaya çalışacağımı söyledim.” Profesör işlerin giderek karıştığını mı, yoksa bir çözüm umudu mu doğduğunu kestiremedi. Acaba arayan kişi Erol’un annesi miydi? “Seninle İtalyanca mı konuşuyordu, İngilizce mi?” “İtalyanca konuşuyordu, telefon numarasını istedim ama vermedi, ‘adım Selin, söyleyin ona hemen beni arasın’ derken sesi çok telaşlıydı.” “O halde nereden aradığını bilmiyoruz.” Maria’nın gözlerinden muzaffer bir pırıltı geçti. “Bizim santralimizde telefon numarası kayıtlı.” Profesör umut ve korku arasında bocaladı yine. “Bana söyleyebilir misin?” “Sizden gizli neyimiz olabilir Profesör! Bakın, işte yazıyorum. İlk iki numarası 90 olduğunda göre Türkiye’den arandığı kesin.” “Adı ne demiştin?” “Selin, bana harflerini kodlamıştı, numaranın yanına adını da yazıyorum.” Profesör fazla mütecessis görünmemeye çalışarak bir soru daha sordu: “Maria, Signor Adoni’nin halinde, davranışlarında bir gariplik sezdin mi bugün?” Genç kız sanki bu soruyu bekler gibiydi. “Kesinlikle evet, Signor Adoni kibar, sakin bir insana benziyordu, ama bugün beni hayli şaşırttı. Sabah ilk iş kasasının şifresini unuttuğunu söyleyip beni odasına çağırdı ve beni üzerinde iç çamaşırıyla kapıda karşıladı. Emin olun kılığının farkında değildi, sonra telaşla defalarca özür diledi benden. Biraz sonra da bilgisayarının çalışmadığını söyleyip bizim müdürün odasını kullanmak için izin istedi.” Maria duraklayıp derin bir nefes aldı. Sonra kaldığı yerden devam etti. ”Şaşkın bir hali vardı. Ne yapacağına bir türlü karar veremiyormuş gibi. Kiralık arabası olduğunu hatırlamayıp benden bir taksi çağırmamı bile istedi…” Duydukları Erol’un anlattıklarını destekliyordu. Profesör daha fazla uzatmak istemedi konuşmayı. Telefon numarasının yazılı olduğu kâğıdı cebine koydu, odanın kartını da Maria’dan alıp teşekkür ederek ikinci kata çıktı. İçeri girdiğinde ışıkları yaktı. Görünürde bir tuhaflık yoktu. Dolapta giysiler, bir ufak valiz, banyoda bildik eşyalar, çalışma masasının üzerinde kapağı açık bir bilgisayar. Yanında duran katlanmış kâğıdı eline alıp baktı. Kendisine Paris Review dergisi tarafından gönderilmiş olan mektubun bir kopyasıydı bu. Zihnindeki kayıtların silinmiş olmasına rağmen Erol’un kendisiyle yaptığı söyleşinin ana hatlarını nereden bildiği anlaşılmıştı. Sabah kalktığında bunu okumuş olmalı diye geçirdi içinden. Yatağın başucundaki komodinin üzerinde ise söyleşide adı geçen kitap duruyordu. Umberto Eco’nun ünlü eseri, La Misteriosa Fiamma della Regina Loana. Erol’un okumaya henüz başlamadım dediği o roman. Kapağını açtı, Erol’un elinden çıktığını tahmin ettiği Türkçe bir not yazılıydı kapağın iç tarafında. Kelimeleri dikkatle inceledi, bir şey anlayamadı. Bir sözlük kullansa bile işin içinden çıkamayacağını kestirebiliyordu, ne de olsa Türkçenin Latin dillerinden farklı bir yapısı vardı. Birden notun altındaki tarih dikkatini çekti. 11.11.2012 – 21.40 yazılıydı. Yani Erol’un otele giriş yaptığı günün tarihi ve hafızasını henüz kaybetmediği saatlerden biri. Eşyaları toplayıp, kitabı da bilgisayarla birlikte kılıfına yerleştirdikten sonra eve dönmeye karar vermişti ki parçalanmış bir cep telefonu gördü yerde. Başını kaldırdı. Çarpmanın izi vardı duvarda. İşte bu çok ilginç diye mırıldandı. Acaba hangisi önce olmuştu? Kitabın kapağının içine dokuzu kırk geçe not düşmüştü. Peki, telefon ne zaman yere düşmüştü? Kapağı bir yana savrulmuş telefonun çalışır halde olmadığı açıktı. Onu da cebine atmadan önce sim kartını dikkatlice çıkarıp gömlek cebine yerleştirdi. Artık yapacağı bir şey kalmamıştı burada. Ya birkaç saat içinde bu bilmeceyi çözecek ya da Erol’a ulaşmaya çalışan o kadını arayıp, olan biteni anlatmak zorunda kalacaktı. Maria’ya veda edip, kararlı adımlarla arabasına yürüdü. * * * * * Sekizinci bölümün sonu… Ortak Roman hakkındaki düşüncelerinizi, önerilerinizi yorum bölümünde Hasan Saraç’la ve diğer okurlarla paylaşabilirsiniz. Sekizinci bölüme katkı sağlayan okurlar: Can Yıldırım, Feride Güllü, Rosetta, Ece Korkmaz, Sebahat Kurtöz, Gizem Sakallı, Melek Diker Yücel, Başak Kırmacı, Nergiz Yanmaz, Bezgin, Erte Oyar, Hatice Kılıç, Semih Savuran, Gülin Demirok, Güven Demir, Özge Kaymak, Semin Özkan, Doğancan Bedir, Aysun Aksel, Gamze Gökoğlu, Lale Bollukçu Özer Tüm katılımcılarımıza değerli yorumları, eleştirileri ve önerileri için teşekkür ediyoruz Ortak Roman Bölüm 9 Profesör Moretti arabasını park edip elinde Erol’un ufak valiziyle eve girdi. Andreana masanın başında oturmuş soyduğu elmayı dilimliyordu. “Merhaba Andreana, nerede bizimki?” “Sen gittiğinden beri çalışma odasında. Işıkları da söndürmüş, belki koltukta uyuyordur. Ya senden ne haber? Gittiğine değdi mi bari?” “Ben gitmeseydim otelden arayacaklarmış zaten. Anladığım kadarıyla İtalyanca konuşan sinirli bir kadın Erol’un peşinde. ” “Kim acaba?” “Bilmiyorum. İstanbul’dan arıyormuş.” Andreana soran gözlerle bakıyordu. Profesör, ‘hepsi bu kadar’ der gibi ellerini iki yana açıp çalışma odasına doğru yürüdü. Girişteki apliğin düğmesine basıp aralık kapıdan usulca içeri süzüldü. Erol, sorununun çözümü tavanda yazılıymış gibi kafasını arkaya atmış, gözlerini yukarı dikmiş oturuyordu. İçeri birinin girdiğini fark edince koltuğunda doğruldu. Profesör de ilk söyleşide yaptığı gibi karşısına oturdu. Bir süre kimse konuşmadı. “Şimdi nasılsın dostum?” Moretti’nin sesi yumuşak ve sevecendi. “Bıraktığın gibi, belki daha da kötü Bruno. Bir boşlukta düşer gibiyim.” Sesi bezgin çıkıyordu. Kısa bir duraksamadan sonra devam etti: “Ne yapacağım şimdi ben?” Profesör bakışlarını karşısında oturan bitkin adamın gözlerine dikmişti. “Bu biraz da senin ne yapmak istediğine bağlı Erol. Bir gece öncesine dönmek istiyor musun? Neler olduğunu merak ediyor musun?” “Aslına bakarsan etmiyorum. Nasıl desem, sinirleri alınmış bir azı dişi gibiyim. Kalıp yerinde, içi bomboş.” “Yine de, müsaade edersen sana bir şey göstermek istiyorum.” Yanında getirdiği kitabı uzattı. “Bunu hatırlıyor musun?” “Elbette. Bu sabah başucumda bulduğum roman bu. Umberto Eco’nun romanı.” “Doğru hatırlıyorsun. Hatta henüz okumaya başlamadığını söylemiştin bana. Oysa içinde sana ait olduğunu sandığım bir not buldum. Hem de dün akşam yazılmış bir not. Bu senin el yazın olabilir mi?” Erol kapağın içindeki yazıya dikkatlice baktı. Yüzündeki ifade değişmemişti. “Bu sabah bilgisayarın başında çalışırken notlar almıştım. Bu da o yazıya benziyor, ben yazmış olabilirim.” “Sanırım Türkçe yazmışsın, bana tercüme edebilir misin?” Erol, dudaklarında belli belirsiz bir titreyişle, kendisinden istenileni yerine getirdi. “Şöyle yazmışım, ‘Kızıl saçlı prensesim, bugün tam yirmi yıl doldu. Ayrı yürüdüğümüz yolun sonuna geldik. Elveda…’ Sonra da altına tarih ve saati not etmişim.” Demek yirmi yıl diye mırıldandı Profesör. “Peki, sence bu kızıl saçlı prenses kim olabilir?” Erol oturduğu yerden acı acı gülümsedi. “En ufak bir fikrim yok.” Profesör kitabın sayfalarını karıştırmaya başlamıştı. Birden ilk bölümdeki giriş cümlelerinin altının iki kere çizildiğini fark etti. “Bana kalırsa bu kitabı okumaya başlamışsın sen, dinle bak, altını çizdiğin bölümde ne yazıyor: ‘Adınız ne peki?’ ‘Bir dakika, dilimin ucunda.’ Umberto bu romanda Milano’da yaşayan bir sahafın hikâyesini anlatıyor. Kaza geçiren Giambattista Bodoni’nin kendi yaşadıkları dışında her şeyi hatırladığı roman bu.” “Tıpkı benim gibi” diye atıldı Erol. Erol’un bu son refleksi profesörü keyiflendirmişti. Umutla gülümsedi karanlıkta. “Sana birkaç soru daha sorsam, ne dersin?” “Yapacak başka şey yoksa zaten, neden olmasın?” “Çok iyi” dedi Profesör. Erol’un moralini yükseltip, onun güvenini kazanması gerektiğini biliyordu. “Oteldeki odanda kırılmış halde yerde duran bir cep telefonu buldum. Senin olabilir mi acaba?” “Evet olabilir, ben de sabah duvarın dibinde gördüm onu. Çalışmaz haldeydi.” “Duvarda da izi kalmış, o telefonu kim öyle fırlatmıştır dersin?” “Söyledim ya kafam bomboş, ama benden başka kim olabilir ki!” “Peki, neden?” “Dedim ya Bruno, zerrece fikrim yok. Ama illaki bir tahmin istiyorsan, bir şeye sinirlenmiş olabilirim, öyle değil mi?” “Haklısın Erol, büyük ihtimalle öyle olmalı. Bak, o notu gece saat 10’a 20 kala yazmışsın. El yazında bir anormallik yok, demek seni sinirlendiren olay daha sonra meydana gelmiş.” Erol İçini çekti. “Bütün bunlar tahmin, Bruno, ne yazık ki hiçbiri derdime deva değil.” Profesör kontrolü kaybetmek istemiyordu. Konuyu değiştirmeye karar verdi. “Peki dostum, sence Selin kim olabilir?” “Kim dedin?” “Selin, ancak yanlış telaffuz etmiş olabilirim, şuraya yazayım.” Erol kâğıda yazılan isme baktı. “Telaffuzun iyi sayılır Bruno, evet Selin yazıyor burada. Bir kadın adıdır Türkçede.” “Sana bir şey ifade ediyor mu?” Erol umutsuzca başını salladı. “Hayır, kesinlikle hayır.” Bir kere daha tıkanmışlardı. Ailesinden bir daha bahsederse Erol’un nasıl tepki vereceğini kestiremiyor, şu aşamada Selin’le telefonda konuşmasının da travmayı derinleştirmesinden korkuyordu Moretto. Son kozunu oynamaktan başka çaresi kalmamıştı. Koltuğunu Erol’a yaklaştırıp, daha da yumuşak bir sesle konuştu: “Sana anlatmak istediğim bir şey var. Beni dinlemek ister misin?” “Tabii Bruno, dinliyorum” “Senin de az önce söylediğin gibi bir hafıza kaybı yaşıyorsun. Büyük olasılıkla dün gece ağır bir travma geçirmişsin. Biliyorsun, bazen büyük bir fiziki acı insanları bayıltır. Sistemin kendini koruma amacıyla geçici bir süre kapanması diyebiliriz. Ancak söz konusu travma fiziki değil de duygusal ise, verilen tepkiler değişebilir. Dün gece, hafızasını kısmen yitiren bir roman kahramanının hikâyesini okurken aynı durum senin de başına geliyor. Burada birbirini tetikleyen bir süreç var. Bu süreci başlatan ise aldığın sürpriz bir haber olmalı. Seni derinden yaralayan, kızdıran, üzen bir haber.” Profesör bir an için susup karşısında oturan gizemli ziyaretçinin tepkisini ölçmeye çalıştı. Loş ışıkta yüz hatlarını iyi seçilemiyordu ama nefes alışı düzgün sayılırdı. Sözlerini tamamlamaya karar verdi. “Bak dostum, senin bir ailen var. Bu arada, Selin adında bir kadın İstanbul’dan seni arıyor. Cep telefonundan sana ulaşamadığını, seninle bir an evvel görüşmek istediğini söylemiş oteldeki kıza. Hatta benim evi bile aramak istemiş. Demek ki randevumuz olduğunu bilen bir kadın.” Yine sustu, sonra fısıldar gibi devam etti: “Sim kartın cebimde. Selin’in telefon numarası da yanımda. En önemli soru şu: Gerçeklerle yüzleşmeye hazır mısın?” Birkaç dakika ikisi de konuşmadı. Erol’un derin nefes alışları duyuluyordu. En sonunda boğuk bir sesle konuştu: “Peki, sen düşünüyorsun Bruno? Aramalı mıyım o numarayı? Ya sonra ne olacak? Delirecek miyim ben? Yoksa çoktan delirdim mi?” Profesör teskin edici bir tonda yanıtladı. “Hayır Erol, kesinlikle deli değilsin, zihnin en az benimki kadar net, yalnızca yaralı bir insan olarak tanımlayabilirim seni. Derin bir yaranın acısını bilinçaltına gömmüş bir insan. Bu yaranın sebebini bilmeden ikinci bir risk almasak daha iyi.” Rüzgârla iki yana savrulan dalların hışırtısından başka hiçbir şey duyulmaz olmuştu. En sonunda o sessizliği yine Profesör bozdu. “Sana bambaşka bir şey soracağım dostum. Hipnoz hakkında ne biliyorsun acaba? Bir fikrin var mı?” Erol’un sesi yine normale dönmüştü. Sözlü sınava kalkan çalışkan bir öğrenci gibi konuşmaya başladı: “Hipnoz, uyku ile uyanıklık arasında bir trans hali. Zaten ‘hypnos’ Yunancada uyku demekmiş. Telkinlerle yönlendirmeye imkân verdiği için her zaman ilgi odağı olmuş bir konu. Ancak terapi seanslarında ilk bilimsel denemeler 19. yüzyılda, Pierre Janet ve Sigmund Freud ile başlar…” Bir nefes molası verip devam etti. “Hatta, Harvard’da rüya ve hipnoz üzerine araştırmalar yapan Dr. Deidre Barrett’in Tales from a Hynotherapist’s Couch (Bir hipnoterapistin koltuğundan hikâyeler) adlı bir eserini de okumuştum.” Profesör, karşısındaki yabancının bilgisinden etkilenmişti. Demek bizim konulara hiç de yabancı biri değil diye düşündü. Bu iyi haber. “Öyleyse geçici hafız kayıplarına hipnozla çözüm arandığını da biliyor olmalısın.” “Evet Bruno, biliyorum” diye yanıtladı Erol. “Hatta çocukluğunda tacize uğramış ergenlerin sorunlarını çözmede kullanılan, kimi zaman da eleştirilen bir yöntem bu.” “Bravo dostum. Bu konuda hayli bilgili olman bizim için bir şans. Şimdi sana dosdoğru soracağım… ” Birden boğazına bir şey kaçmış gibi yutkundu, senelerdir kullanmadığı bu tekniğe başvurması doğru muydu acaba? Kalbi hızla atıyordu. Tüm cesaretini toplayıp sordu: “Karar senin dostum, Selin’i mi arayalım, yoksa bilinçaltına bir yolculuk için bir hipnoz seansına var mısın?” Kısa bir sessizlik. Kuru bir öksürük. Kısık ama kararlı bir ses. “Sana güveniyorum Bruno, hadi başlayalım…” * * * * * Dokuzuncu bölümün sonu… Ortak Roman hakkındaki düşüncelerinizi, önerilerinizi yorum bölümünde Hasan Saraç’la ve diğer okurlarla paylaşabilirsiniz. Sekizinci bölüme katkı sağlayan okurlar: Hale Nur Durmuş, Başak Kırmacı, Doğancan Bedir, Rosetta, Gülin Demirok, Ece Korkmaz, Derya Çiftkaplan, Hatice Kılıç, Güven Demir, Gamze Gökoğlu, Semin Özkan, Erte Oyar, Gizem Sakallı, Aysun Aksel, Hülya Yarıcı, Lale Bollukçu Özer Tüm katılımcılarımıza değerli yorumları, eleştirileri ve önerileri için teşekkür ediyoruz Ortak Roman Bölüm 10 “Sana güveniyorum Bruno, hadi başlayalım…” Evet, Bruno bu işe niyetlenmişti ama kendisine ne kadar güveniyordu acaba? Daha bir dakika önce Erol’un bu cevabını duyabilmeyi çok istemişti, şimdi ise duygusal sol beyniyle kuşkucu bilim adamı beyni arasında gidip geliyordu. Ama geri dönülmez bir noktada olduğunun da farkındaydı. Ayağa kalktı, gidip kapıyı sessizce kapattı, yerine dönerken Erol’un omzunu kavradı sıkıca. “Bana güvenebilirsin Erol, şimdi senden rahatlamanı istiyorum” derken sesi farklılaşmış, kendini daha kararlı ve güçlü hissetmeye başlamıştı. Görsel efektler kullanmayı sevmiyordu. Masasının üst çekmecesinden çıkardığı eski kasetçalarını yanındaki sehpaya koyup tuşuna bastı. Odayı uzaklardan gelen yaprak hışırtıları, kuş cıvıltıları ve kumsala usulca vuran dalgaların sesi dolduruverdi. “Şimdi rahatça arkana yaslan” dedi o güven veren yumuşak sesle. “Gevşe… Bütün kaslarının çözülüp gevşediğini hisset… En tepeden parmak uçlarına kadar… Gevşe… Göz kapakların ağırlaşıyor… Ağırlaşıyor… Gözlerin kapanıyor…“ Bir süre sustu. Hipnoz altındaki süjesinin uyku ile uyanıklık hali arasındaki letarji konumuna gelmesini bekliyordu. Erol’un bu aşamayı hızla geçip katalepsiye girmesinden, yani donma haline geçmesinden, böylece onun üzerindeki hâkimiyetini kaybetmekten korkuyordu Profesör. Letarjiye yani tam gevşeme haline geçen bir süjenin gerçekleri anlatmak yerine, olmadık hikâyeler uydurabileceğinin de farkındaydı. Travmaya neden olan anıyı birdenbire çağrıştırmanın risklerinden de çekiniyordu Profesör. Bu nedenle, başlangıçta kendince nispeten güvenli sularda dolaşarak Erol’u yavaş yavaş bir sonraki aşamaya hazırlamak istiyordu. “Şimdi rahat mısın Erol?” “Evet, çok rahatım.” “Neredesin?” “Senin evindeyim Bruno, çalışma odandaki koltukta oturuyorum.” “Hangi yılda doğdun?” “1966 yılında, 5 Nisan günü.” “Nerede doğdun?” Gülümsedi. “İstanbul’da doğmuşum, bana öyle söylediler.” Demek Erol gerçek bir İstanbullu diye geçirdi içinden. Şimdi çocukluk çağından bir döneme geçelim. Yavaş yavaş, adım adım… “Bana yedi yaşındayken nerede olduğunu anlatmanı istiyorum, o yılı düşündüğünde ne hatırlıyorsun?” Erol sakin bir sesle konuşuyordu: “O yıl biz İstanbul’un Anadolu Yakasında, Moda’da otuyorduk. Tam Moda burnunun ucundaki bir apartmanın üçüncü katında. Bir üst katımızda da babaannem yaşardı. Moda İlkokulu’na gidiyordum.” Erol sustu. Hafifçe kıpırdandı yerinde. “Bir gece aniden babam annemi alıp evden çıktı, beni de babaanneme bıraktılar. Üç gün sonra eve döndüklerinde annemin kucağında bir bebek vardı. Onu bir odaya koydular, annem de yanındaki kanepeye uzanmıştı. O kundaktaki bebeği kucağıma almak istedim, bana ‘şşşşt sakın dokunma kardeşine, Selin uyuyor’ dediklerini hatırlıyorum. O zaman anlamıştım, İstanbullu Adoni ve San Marinolu Sermonetta ailelerinin biricik Erol’u değildim artık.” Şimdi Erol’u İstanbul’dan arayanın kim olduğunu anladık diye düşündü Moretti, İtalyanca konuşuyormuş, eh, ne de olsa anneleri Silvia bir San Morinolu. Profesörün asıl derdi Erol’un çocukluk yılları değildi. O bir an evvel tam yirmi yıl önceye gitmek, 11 Kasım 1992 günü neler olduğunu öğrenmek istiyordu. Ama sabırlı olmalı, Erol’u o güne ağır adımlarla götürmeliydi. Ufacık bir hata, özenle dizdiği dominoları yerle bir edebilirdi. “Peki Erol, istersen şimdi de biraz gençlik yıllarına gidelim. Mesela üniversite yıllarından zihninde yer etmiş bir olay ya da kişi hatırlıyor musun?” Kısa bir sessizlik oldu, sonra Erol biraz tutuk, biraz hüzünlü, anlatmaya başladı. Başka bir yerden, uzak bir geçmişten gelir gibiydi sesi. “1989 yılının Mayıs ayıydı. Öğlen saatinde orta sahada futbol oynuyorduk. Sahanın bir yanında yatılı öğrencilerin yurdu, kale arkasında ana binaya giden merdivenler vardı. Kızlı erkekli öğrenciler çimlerin üzerine yayılmış ders çalışıyor, sohbet ediyorlardı. İki gol atmıştım. Maçtan sonra terimizi silip derslere dağıldık. Son sınıftaydım, Mustafa Hocamızın Deneysel Psikoloji dersi vardı saat ikide. Mustafa Yılmaz’ı hepimiz çok severdik. Berkeley’de doktora yapıp kendi okuluna, Boğaziçi Üniversitesi’ne doçent olarak dönmüştü. Hocamızdı ama aynı zamanda bizim ağabeyimiz gibiydi. Derdi olan ona giderdi. Bir bacağı sakat olduğu için koltuk değnekleriyle yürür, hayata bir derviş gibi bakardı. Dersin sonunda kendisiyle bir konuda görüşmek istediğimi söyledim. Bıyık altından gülerken, her zamanki sakin sesiyle ‘Olur’ dedi, ‘söyle bakalım bu sefer hangi güzel kızımız kırdı kalbini.’ ‘Hayır Hocam, bu sefer konu farklı’ diye itiraz ettim. ‘Aslında psikoloji bölümünü ben seçmedim, kendi de bir psikolog olan babam karar verdi benim yerime. Ben de elimden geleni yaptım, hatta sınıf birincisi oldum, ama benim gönlümde yatan meslek bu değil’. En sonunda her zaman sükûnetini korumasıyla ünlü Mustafa Hocayı şaşırtabilmiştim. Gözlerimin içine dosdoğru baktı. ‘Sen şimdi dört yıl boyunca istemediğin bir bölümde mi okudun yani?’ diye sordu bana. Hayır hayır, aslında bazı dersleri, özellikle onun derslerini büyük bir zevkle izliyordum ama beni asıl büyüleyen, farklı diller, dillerin yapılarıydı. Boş zamanlarımda üniversite kütüphanesinde okuduğum kitaplardan, Latinceyi nasıl kendi kendime çalışıp bayağı öğrendiğimden bahsettim ona. ‘Söyleyin bana Hocam, siz olsanız benim yerimde ne yapardınız?’ Erol durdu, soluklandı. Moretti pür dikkat dinliyordu. “Mustafa Hocanın yüzünden belli belirsiz buruk bir gülümseme geçer gibi oldu. ‘Ben senin yerinde olamam Erol’ dedi kısık bir sesle, ‘sen de benim yerimde olamazsın. Biliyorsun ben yetimim, liseyi de Darüşşafaka’da yatılı okudum. Hayatım boyunca hiç karışanım olmadı, özgür bir insanım ben. Ama benim de başka sınırlamalarım var hayatta, mesela senin gibi sahaya çıkıp futbol oynayamam, ya da bir kız arkadaşımı dansa kaldıramam.’ Nefes bile almadan dinliyordum. ‘Özgürlük ne tek başına olmaktır, ne de sağlam bir vücuda sahip olmak. Özgürlük bir haktır, ancak kazanılması zor, uğruna da savaşacağın, bedel ödeyeceğin bir hak. Unutma Erol, özgürlüğünü ancak sen kazanabilirsin, bedava dağıtılan bir şey değildir. En önemlisi de özgürlüğü kazanmak değil, onu elinde tutabilmektir. Zira gerçekten özgür olmak istiyorsan, önce hesabını kendine verebilmen gerek.“ Erol susmuştu. Sanki hem oradaydı hem değildi. Profesör bu beklenmedik söylevden etkilenmişti. Erol neden yalnızca o sohbeti anlatmıştı? Hem de bu kadar ayrıntılı ve net bir şekilde… Erol’u bu sözleri söylemeye iten bir telkinde bulunmuş olabilir miydi? Hayır, bu Erol’un kendi tercihi, belki itirafıydı. Kim bilir, belki canı o yüzden yanıyor, belki o cep telefonunu duvara fırlatırken özgür bir insan olamadığı için çocukça bir şiddetle isyan ediyordu… Erol’un göğsü hızla inip kalkıyordu. Eğer eski haline dönmez, sakinleşmezse hedefine ulaşamayacağını biliyordu Moretti. Bir süre bekledi. Sonra ses tonunu daha da yumuşatıp alçak bir sesle konuşmaya başladı: “Tamam Erol, geçti… geçti... rahatlıyorsun… rahatlıyorsun... Her şey geride kaldı… Şimdi arkana yaslan, daha güzel günlere gidelim artık.” Moretti biraz düşündü. Üniversitenin son yılını böyle hatırlıyordu Erol. 1992 yılı Kasım ayının on biri ise en kritik gündü. Öyleyse bir yıl sonrasını deneyelim diye düşündü. Bakalım ne yapmış Erol? Babasının sözünü mü dinlemiş? Yoksa kendi bildiğini mi yapmış? “O anlattıklarının üzerinden bir yıl daha geçti Erol. 1990 yılına geldik. Bana neler anlatacaksın o yıldan?” Erol’un koltuğunda çözüldüğünü, yüzüne hoş bir gülümsemenin yayıldığını loş ışıkta bile görebiliyordu. “Yılın son günüydü” diye başladı Erol. “Boston’da, Harvard’ın dilbilim bölümünde lisansüstü öğrencisiydim. Anlambilim Teorisi dersinden tanıdığım, Kosta Rikalı, kafa dengi bir kız arkadaşım vardı. Lisa’ydı adı. O gece, bir arkadaşının evindeki yılbaşı partisine davet etmişti beni. Ben de, olur, tabii gelirim kabilinden bir şeyler mırıldanmış, bir bakıma başımdan savmıştım onu. Öyle tanımadığım kişilerin doluştuğu ev partileri açmazdı beni. Tek başıma bir bara takılmayı düşünüyordum. Geç saatte evden çıkıp yürüyerek Harvard meydanına gittim, gençler kaldırımlarda içki içmeye çoktan başlamıştı. Neden bilmem, ayaklarım köşedeki Au Bon Pain’e götürdü beni. Kasadaki uzun kuyruğa aldırmadım, zaten bir acelem yoktu ki! Sıram geldiğinde bir çikolatalı kruvasanla sade bir kahve ısmarladım. Paketimi alıp dışarı çıktım. Öndeki minik meydanda hasır şapkalı çilli kovboy yine oturmuş birisiyle parasına hızlı satranç oynayıp, cep harçlığını kazanmakla meşguldü. Yanlarına dikilmiş, kovboyun karşısındaki kurbanının mecalsiz hamlelerini, acınası çırpınışlarını izliyordum. Birden Lisa’nın tanıdık sesi çarptı kulağıma. ‘Hani bizimle partiye gelecektin? Neden hâlâ buradasın? Hadi gel bakalım, bu gece bizimlesin’ derken elini koluma çoktan dolamıştı bile. ‘Bu arada sana kız kardeşim Leana’yı tanıştırayım, bir yıllığına buraya taşınıyor.’ Bir anda dünyam alt üst olmuştu. Tam karşımda duruyordu işte! Alev kızılı saçlar… Karanlıkta birer zümrüt gibi parlayan gözler… Kalbimi sıkıştıran o gizemli gülüş… Bana doğru uzanan narin, davetkâr bir el… Fırtına öncesi bir sessizlik… Oracıkta kalakalmıştım. Ne Au Bon Pain vardı, ne Harvard Square, ne elimde bir paket. Hiçbir şey yoktu artık bu dünyada. Hiçbir şey. Yalnızca o, yalnızca Leana… * * * * * Onuncu bölümün sonu… Ortak Roman hakkındaki düşüncelerinizi, önerilerinizi yorum bölümünde Hasan Saraç’la ve diğer okurlarla paylaşabilirsiniz. Onuncu bölüme katkı sağlayan okurlar: Can Yıldırım, Rosetta, Gizem Kara, Feride Güllü, Sebahat Kurtöz, Başak Kırmacı, Gizem Sakallı, Güven Demir, Gülin Demirok, Doğancan Bedir, Aysun Aksel, Funda Turper, Hülya Arıcı, Semin Özkan, Lale Bollukçu Özker, Erte Oyar Tüm katılımcılarımıza değerli yorumları, eleştirileri ve önerileri için teşekkür ediyoruz
Benzer belgeler
Ortak Roman Bölüm 9 Profesör Moretti arabasını park edip elinde
başka çaresi kalmamıştı. Koltuğunu Erol’a yaklaştırıp, daha da
yumuşak bir sesle konuştu:
“Sana anlatmak istediğim bir şey var. Beni dinlemek ister misin?”
“Tabii Bruno, dinliyorum”
“Senin de az ön...
buraya - Edebiyathaber.Net
Erol Adoni sözcükleri ağzından dökülürken merakla yüzünün
aynadaki görüntüsünü izliyordu. Nabız atışları normale
dönmeye başladığında pasaportu kasaya geri koydu. Sıra
cüzdana gelmişti. Kendi adına...