İçindekiler - İris İnteraktif
Transkript
İçindekiler - İris İnteraktif
İçindekiler XII. Üroonkoloji 12.1 Böbrek 12.1.1 Böbrekteki benin kitlelere yaklaşım 12.1.2 Böbrek tümörleri //Yakup Bostancı 12.1.2.1 Epidemiyoloji – risk faktörleri//Özgür Yaycıoğlu 12.1.2.2 Böbrek tümörlerinde görüntüleme ve evrelendirme 12.1.2.3 Patoloji ve prognostik faktörler 12.1.2.4 Cerrahi tedavi //Levent Mert Günay, Cemil Uygur 12.1.2.5 Böbrek tümörlerinde hedefe yönelik tedaviler //Sinan Ekici 12.2 Prostat kanseri 12.2.1 Prostat kanser epidemiyolojisi ve risk faktörleri //Volkan İzol, Zühtü Tansuğ 12.2.2 Prostat kanserini doğal veya kimyasal ajanlarla önleme ya da riskini azaltma 12.2.3 PSA//Ali Feyzullah Şahin, Rauf Taner Divrik 12.2.4 Transrektal ultrason eşliğinde prostat biyopsisi //Talha Müezzinoğlu 12.2.5 Prostat kanseri patolojisi//Ali Tekin 12.2.6 Tedavi 12.2.6.1 Radikal prostatektomi//Faruk Özcan 12.2.6.2 Lokalize prostat kanseri tedavisinde radyoterapi //Serdar Göktaş, Murat Gül 12.2.6.3 Prostat kanserinde aktif izlem ve bekle–gör tedavisi //Şakür Ongün, Uğur Mungan 12.2.7 Lokal ileri evre hastalık//Bülent Soyupak 12.2.7.1 Yüksek riskli hastaya yaklaşım 12.2.7.2 Cerrahi 12.2.8 Metastatik prostat kanseri//Ferruh Zorlu 12.2.8.1 Metastatik hastalikta hormon tedavisi 12.2.8.2 Androjen ablasyonunun yan etkileri 12.2.9 Kastrasyona dirençli prostat kanseri //Ferruh Zorlu 12.3 Testis kanseri 12.3.1 Risk faktörleri ve epidemiyoloji//İbrahim Cüreklibatır, Fuat Kızılay 12.3.2 Testis kanseri patolojik sınıflaması (modifiye WHO 2004) 12.3.3 Tanı nasıl konulur ? 12.3.5 Testiküler mikrolitiyazise yaklaşım 12.3.6 TIN nasıl tedavi edilmeli ? 12.3.7 Burn out fenomeni ve klinikteki uygulama 12.3.8 Orşiektomi sonrası marker izlemi nasıl olmalı //Yılören Tanıdır 12.3.9 Testis tümörlerinde evreleme ve prognostik faktörler //Sertaç Yazıcı, Bülent Akdoğan 12.3.10 Testis kanseri tedavisi 12.3.11 Takip //Yılören Tanıdır 12.4 Mesane kanseri 12.4.1 Kas invazif olmayan mesane tümörleri 12.4.1.1 Epidemiyoloji ve risk faktörleri//Ata Özen, Cavit Can 12.4.1.2 Sınıflandırma//Mustafa Kaplan 12.4.1.3 Tanı //Ali Cansu Bozacı, Bülent Akdoğan 12.4.1.4 Tedavi//Öztuğ Adsan 12.4.2 Kasa invazif mesane kanseri //Bülent Erol, Aydın Mungan 12.4.3 Adjuvan tedavinin günümüzdeki yeri //Hayrettin Şahin 12.4.4 Metastatik hastada 1.Basamak kemoterapi protokol şeması ve dozlar 392 393 XII. Üroonkoloji 12.1 Böbrek 12.1.1 Böbrekteki benin kitlelere yaklaşım Günümüzde görüntüleme yöntemlerinin abdominal şikayetleri sorgulamadaki yaygın kullanımı, rastlantısal böbrek kitlelerinin sayısını önemli oranda artırmıştır. Bu görüntüleme yöntemlerinin yaygın kullanımı ile birlikte benin böbrek kitlelerinin görülme sıklığı da artmıştır. Benin böbrek kitleleri, böbrekteki lezyonların oldukça geniş ve heterojen bir grubunu oluştururlar. Bunlardan başlıcaları: böbrek kistleri, anjiyomyolipom, onkositom, adenom, kistik nefroma, mixed epitelyal/stromal tümörler, reninoma (jukstaglomerüler hücreli tümör), leiomyom, fibrom, hemanjiyom, renal arter anevrizması, arteriovenöz malformasyon ve psödotümörlerdir. Bu değişik karakter ya da yapıdaki lezyonlara tedavi yaklaşımları da izlem, mininimal invazif tedavi yöntemleri, nefron koruyucu cerrahi tedaviler ve radikal nefrektomiye kadar değişebilen geniş bir yelpazeden oluşmaktadır. Kitle boyutunun küçük olması, kadın cinsiyet ve ileri yaş gibi bir takım klinik özelliklerin, böbrekte görülen tümörlerin benin olma olasılığını arttırdığından söz edilise de bunların hiçbirisi kesin tanı için güvenilir değildir. Böbrek biyopsisi ve görüntüleme yöntemlerindeki gelişmelerle bu benin lezyonlara tedavi yaklaşımları da gelişmektedir. Ancak tüm bu gelişmelere rağmen günümüzde halen benin böbrek kitlelerine kesin tanı büyük oranda cerrahi girişimler sonucunda konulabilmektedir. 12.1.1.1 Böbrek kisti Böbrek kistleri, genel popülasyonda oldukça sık karşılaşılan durumlardan olup 50 yaş üzerindeki hastalarda bilgisayarlı tomografi (BT) ile saptanma oranı yaklaşık %50’dir. Böbrekte en sık gözlenen benin lezyonlardır ve asemptomatik kitlelerin %70’den fazlasını oluştururlar. Tek ya da multipl, tek böbrekte ya da iki taraflı olabilirler. Sporadik olabileceği gibi polikistik böbrek hastalığı gibi ailesel sendromlarla ya da diyaliz tedavisi gören son dönem böbrek yetmezlikli hastalarda da görülebilir. Sporadik olanlarda; ileri yaşla, erkek cinsiyette, hipertansiyon ve renal yetmezlik varlığında kist gelişim riskinin arttığı saptanmıştır. Böbrek kistlerinden kalsifikasyon, septasyon, multipl lokülasyon, kontrastlanma ya da nodülarite içermeyenler ba- 394 Şekil 12.1: Kategori II sit kistler olarak sınıflandırılır. Bunların çoğu benindir, cerrahi müdahale veya malinite açısından takip gerektirmezler. Böbrek kistlerinin çoğu bu kategoriye girer. Yukarıda söz edilen görünümlerden herhangi birine sahip olan kist ise komplike olarak kabul edilir. Bunlar da kendi içlerinde komplike olma oranları ve tedavileri açısında farklılık gösterirler. Böbrek kanserleri çoğu zaman solid iken, %4-7 oranında kistik olabilirler ve nadir de olsa bazen böbrek hücreli kanser (BHK), komplike kistik bir lezyon olarak kendini gösterebilir. Böbrek kistlerinin doğru radyolojik olarak doğru tanımlanmaları uygun izlem ya da tedavi için atılması gereken ilk adımdır ve en önemli ölçüt, cerrahi tedavi gerektiren ve gerektirmeyen kistlerin ayırımıdır. Kistik neoplazi ya da benin böbrek kisti ayrımını yapabilecek net bir belirleyici yoktur. Ultrasonografi (USG)’nin minimal komplike kistte maliniteyi dışlama yeteneği sınırlıdır. Komplike kistlerde ileri değerlendirme için kontrastlı BT ve manyetik rezonans görüntüleme (MRG) önerilir. Multifazik helikal BT bariz bir şekilde malinite düşündüren lezyonları daha iyi tanır. İntravenöz kontrast madde öncesi ve sonrası yapılan ölçümlerde 10-15 Hounsfield ünitesi (HU)’nden fazla kontrast tutulumu anlamlı olarak kabul edilmektedir. MRG, özellikle BT kullanımının kontrendike olduğu hastalarda Bosniak sınıflaması için oldukça güvenilirdir. MRG ile BT’de saptanamayan septa oluşumları izlenebilir ve özellikle T2 görüntüleme ile septal ya da mural kalınlaşma varlığı daha etkin olarak değerlendirilebilir. MRG, kist sıvısının yapısını tanımlamada daha özgün olmasına karşın USG ve BT’den elde edilenden daha fazla bilgi sağlamaz. Şekil 12.2: Kategori IIF Bosniak 1986’da karışıklıkları gidermek ve malignite riskini belirleyebilmek için böbrek kistlerini BT’deki özelliklerine göre sınıflandırmıştır (Şekil 12.1, 12.2, 12.3 ve 12.4). Her ne kadar ilk olarak BT için yapıldıysa da, daha sonra USG ve MRG için de bu sınıflama kullanılmaya başlanmış ve tüm dünyada yaygın kabul görmüştür. İlk yapılan orijinal sınflandırmada kistler dört alt gruba ayrılmışlardır (Tablo 12.1). Bu sınıflama kistlerin malinite risklerini belirlemenin yanında ne şekilde tedavi edileceklerini de söylemektedir. Takip eden çok sayıda çalışma bu sınıflamanın böbreğin kistik lezyonlarının malinite riskini belirlemede yardımcı olduğu gösterilmiştir. Kategori I basit böbrek kistidir ve herhangi bir tedavi veya takip gerektirmez. Kategori II lezyonda görüntüleme yöntemleri ile takip önerilmektedir. Basit renal kistler nadiren büyük boyutlara ulaşıp ağrı ya da hipertansiyon gibi semptomlara yol açabilirler. Kist içine kanama ya da rüptür gözlenebilir. Bu benin semptomatik lezyonlar için; rezeksiyon, dekortikasyon, aspirasyon ve değişik ajanlarla skleroterapi gibi tedavi seçenekleri vardır. Bu tedavi seçeneklerinin birbirlerine üstünlükleri olmamakla birlikte aspirasyon ve skleroterapide rekürrens oranları yüksektir. Kategori III ve IV lezyonlar için kriyoterapi ve radyofrekans ablasyon tedavisi gibi ablatif yöntemler önerilse de kesin tedavi cerrahi eksizyondur. Warren ve McFarlane literatüre göz attıklarında malinite oranlarını sırasıyla kategori I kistler için %1.7, kategori II kistler icin %18.5, kategori III kistler için %33 ve kategori IV kistler için %92.5 bulmuşlardır. Kategori III kistlerde malinite ayrımını gösteren kesin bir çizgi yoktur ve risk %31 ila %100 arasında değişmektedir. 395 XII. Üroonkoloji Şekil 12.3: Kategori III Malign olmayan böbrek kistleri genellikle kanama, enfeksiyon ya da enflamasyonun sonucu olarak BT’de kompleks bir görünümde olabilirler. Bosniak sınıflamasının tanı ve tedavideki yararı kistlerin yaklaşık %8’lik bir kısmında, basit kist ve kistik böbrek kanseri arasında (Özellikle kategori II ve kategori III) kesin bir çizgi olmaması nedeni ile sınırlanmaktadır. Bu kistler belirsiz, soru işareti bulunan kistler olarak adlandırılmaktadır. Yukarıdaki sınıflandırmadan fark edilebileceği gibi kategori II ve III kistlerin birbirinden net olarak ayırt edilebilmesi önemlidir. Bosniak sınıflamasının temel zorluğu kategori II ve kategori III arası ayrımı yapabilmektir. Çünkü kategori III lezyonlar yüksek malinite riski taşırlar ve çoğu otör tarafından bunlara cerrahi rezeksiyon önerilmektedir. Bosniak’a göre eğer bu belirsizlik barındıran kist malinite yönünde şüphe uyandırıyorsa kategori III olarak kabul edilip eksplore edilmelidir. Diğer taraftan görüntüleme yöntemleri ile 6 ay - 1 yıllık takipte değişmiyorsa benin olarak değerlendirilmelidir. Kategori II ve III ayırımının yapılamadığı belirsiz grupta Bosniak sınıflamasına başvurulması düşük sayıda kanser atlanmasına yol açtığı gibi, %59’a yakın oranda gereksiz cerrahiye yol açmaktadır. Bu alanda yaşanan karmaşa sonrasında Bosniak, bu ayrıma yardımcı olması icin 1997’de sınıflamayı revize etmiş ve kategori II ve III arasına IIF kategorisini koymuştur (Tablo 1). Bu grup; ince ve dansitometrik olarak ölçülemeyen, kalsifikasyon da içerebilecek minimal septalı ya da duvar kalınlaşması gösteren ve rahatlıkla kategori II sınıflaması 396 Şekil 12.4: Kategori IV yapılamayan kistleri kapsar. Kontrastlanma gösteren yumuşak doku komponenti yoktur. 3 cm’den büyük, tamamen intrarenal yerleşimli ve kontrastlanma göstermeyen hiperatenüe lezyonlar da bu gruba dahil edilmiştir. Bu gruptaki lezyonların seyrinin anlaşılabilmesi için ise CT ile daha sık aralıklarla radyolojik takip önerilmektedir. Malinite riski taşıyan komplike böbrek kistlerini doğru bir şekilde tanımlayabilmek klinisyenler için hala büyük bir problemdir. Bu kistleri sorgulamak icin multifazik helikal BT’nin yaygın kullanımı, kesin teşhis konulamayan böbrek kisti olgularının oranını %5-%8 lerden %3’lere kadar düşürmüştür. Ancak filmleri yorumlayanlar arasındaki farklılıklar ve kategori IIF ile III arası ayrım icin net bir çizginin olmaması görüntüleme yöntemlerinin en büyük eksikliğidir. Bu vakalarda şu anda kabul edilen yaklaşım cerrahi müdahaledir. Mevcut durumda malin özellikleri biyopsiden daha iyi tanımlayabilecek bir yol yoktur. Komplike böbrek kistleri (IIF-III) için görüntüleme rehberliğinde alınan ince iğne aspirasyon ve/veya kor biyopsileri, görüntüleme yontemleri ile takip edilebilecek kompleks ama benin ve kompleks ama cerrahi gerektiren sınıf ayrımını kolaylaştırmaktadır. Kist aspirasyonu ve kor biyopsileri, belirsizlik bulunan kategori IIF ve III lezyonların çoğunda minimal risk ve düşük maliyetle kesin teşhisi verebilir. Son araştırmalarda biyopsinin malinite saptamadaki sensitivitesi %90, benin kitleleri polikistik böbrek hastalığı ile ilişkili olabilirler. Şekil 12.5. Sağ böbrek anjiyomyolipomunun BT görünümü saptamadaki spesifitesi %92 olarak bulunmuştur. Kanser icin pozitif prediktif değer %95, negatif prediktif değer ise %80 dir. Biyopsilerde yetersiz materyal insidansı %10’nun altındadır. Kor biyopsileri ince iğne aspirasyon biyopsilerinden daha üstündür. Biyopsinin komplikasyon oranları oldukça düşüktür. Görüntüleme yöntemleri rehberliğinde alınan biyopsi bu vakalarda tedavi yaklaşımını değiştirebilir. Malin lezyonlar hızlı bir şekilde cerrahiye yönlendirilirken, benin lezyonlar biyopsinin yüksek pozitif prediktif değeri sayesinde uzun aralıklarla güvenle takip edilebilir. 12.1.1.2 Anjiyomyolipom Anjiyomyolipom (AML), değişen oranlarda düz kas, displastik kan damarları ve yağ dokusundan oluşan ve en sık görülen benin mezenkimal böbrek tümörüdür. Solid böbrek tümörlerinin %3’ünü oluşturur, perivasküler epiteloid hücrelerden geliştiği düşünülmektedir. Klinik olarak sessiz olup çoğunlukla insidental olarak ya da retroperitoneal hemoraji gibi şüpheli hastalıklar tetkik edilirken tespit edilir. Düz kas tipi iğsi hücrelerin baskın olduğu tümörler; leiomiyom, leimiyosarkom, gastrointestinal stromal tümörlere benzer histomorfolojik görünümde olabilirler ve cerrahi öncesi dönemde ayırıcı tanısını yapmak zor olabilir. Sporadik ve Tuberoskleroz (TS) ile ilişkili AML olmak üzere iki tipi tanımlanmıştır. Olguların %80’i sporadik ve tektir. Geri kalan %20’si TS kompleksi ve pulmoner lenfanjioleiyomiyomatozisin (LAM) bir parçası olarak karşımıza çıkar. TS’li olguların yaklaşık yarısında böbreklerde küçük, sıklıkla asemptomatik, bilateral ve multipl AML’lar görülmektedir. TS ile ilişkili AML’lar 3. ve 4. dekadlarda daha sık olarak izlenirler. Sporadik olgular ise 40-70’li yaşlarda, sıklıkla daha büyük, tek ve unilateral kitle oluştururlar. Sporadik olanlar, kadınlarda 4 kat daha fazla görülür. Nadiren von - Hippel Lindau hastalığı, von Recklinghausen Sendromu ve otozomal dominant Epiteloid AML, AML’un malin değişim gösterme eğilimi olan ender bir çeşididir. Lokal agresif bir tümör olarak kabul edilir. Olguların %30’unda lenf nodları, karaciğer ve akciğerde metastaz bildirilmiştir. Epiteloid AML’lar, yağ dokusu içermemeleri ve pleomorfizm gösteren epiteloid hücrelerin varlığı nedeniyle renal hücreli karsinom (RHK) ile karışabilir. BHK tanısı ile ameliyat edilen hastaların %5,7’sinin patolojik tanısı AML olarak saptanmıştır. Epiteloid AML’ların melanom belirleyicileri (HMB-45, HMB-50, Mart-1/MelanA) yanı sıra düz kas belirleyicileri (düz kas aktin) ile pozitif immüno reaktivite göstermeleri RHK’dan ayrımını sağlar. Malin özellik taşıyan bu tipin ameliyat sonrası takipleri de klasik AML’den farklılık göstermektedir. AML’ların klinik spektrumu çok geniştir. Yavaş büyüme gösteren benin tümörler olmalarına rağmen boyutları arttıkça semptomatik olma ve kanama olasılıkları da artmaktadır. Çoğunlukla asemptomatik ve rastlantısal olarak saptanan küçük boyutlu bir böbrek kitlesinden, hayatı tehdit eden retroperitoneal kanamaya (Wunderlich sendromu) kadar uzanan bir klinik yelpaze oluştururlar. Palpe edilen abdominal kitle, hematüri, yan ağrısı (Lenck triadı) gibi belirtileri vardır, büyük boyutlara ulaşıp böbrek yapısını bozarak HT, böbrek yetmezliği hatta ölüme neden olabilirler. Anormal damarlanmaları ve anevrizmal yapılar içermeleri nedeniyle 4 cm ve üzeri tümörler spontan kanama riski taşırlar. Dört cm’den büyük kitlelerin %68-80’inde semptom gelişir, yaklaşık %50-60’ında hemoraji görülür ve hemoraji ile gelen hastaların 3’te 1’inde hipovolemik şok gelişir, yaşamı tehdit edebilir. Nadiren, palpe edilebilen kitle şeklinde de semptom verebilir. Kanama için en önemli risk faktörleri tümörün boyutu, vasküler komponentin derecesi ve TS varlığıdır. Kendiliğinden kanama riskinin 4 cm den küçük kitlelerde %13, büyüklerde ise %51 olduğu belirtilmektedir. Nadiren böbrek veni ve vena kava inferiorda tümör trombüsleri oluşturabilirler. Bu agresif davranışlı tümörlerin %80’i kadınlarda olur ve büyük boyutludurlar. AML tanısında radyolojik görüntüleme yöntemlerinin önemi büyüktür ve diğer böbrek tümörlerinden karakteristik radyolojik görünümleri ile ayırt edilebilirler. Radyolojik olarak lezyonlar tamamıyla yağ dansitesinde olabilecekleri gibi hemen tamamen yumuşak doku dansitesinde de izlenebilirler. Klasik ultrasonografik görüntüsü hiperekojen bir kitle ve akustik gölge şeklindedir. AML böbrek lezyonları arasında en hiperekojen görüntü verendir. Akustik gölgelenme gösteren hiperekojen kitle sıklıkla AML düşündürmesine karşın, duyarlılığı yüksek olan bir bulgu değildir. Minimal yağ içeren AML’ların tanısı tüm radyolojik yöntemlerde olduğu gibi ultrasongrafide de sıkıntılıdır. Bu tip AML’lar yağ dokusu içermedikleri için kas dokusu-yağ dokusu 397 XII. Üroonkoloji Tablo 12.1. Renal Kistlerde Bosniak Sınıflaması Kategori I II IIF III IV Radyolojik Özellikler ■ Septa, kalsifikasyon ya da solid komponent içermez ■ İnce çizgili bir duvar mevcut ■ Kontrast tutulumu göstermez, eko artışı yok ■ Su dansitesinde, homojen ■ İnce septa ya da kist duvarında ince kalsifikasyonlar bulunabilir ■ < 3cm, hiperdens lezyonlar ■ Kontrast tutulumu göstermez, eko artışı yok ■ Homojen ■ Kategori II’ye göre biraz daha fazla ince septa ■ Septalarda ve ince kalsifikasyonlarda minimal bir artış ve kalınlaşma ■ ≥3cm, hiperdens lezyonlar ■ Kontrast tutulumu göstermez ■ Kalın / irregüler septa ■ Kalın / irregüler kalsifikasyon ■ Hafif – orta derecede heterojenite ■ Eko artışı yok ■ Artmış yumuşak doku komponentleri ■ Belirgin heterojenite ve kontrast tutulumu ■ Eko artışı var interferansı sağlanamaz ve renal parankimle izoekojen görüntü verirler. Özellikle psödoanevrizmalar içeren AML’ların tanısında renkli doppler ultrasonografi avantaj sağlamaktadır. Ultrasonografik olarak AML’ların görüntüsü sıklıkla BHK ile karışabilir. Günümüzde küçük renal kitlelerin radyolojik değerlendirmesinde en önemli yeri tutan BT’de AML düşündüren ana bulgu lezyondaki makroskopik yağ görüntüsü olmakla birlikte, BHK, lipom, liposarkom, onkositom, Wilms tümörü ve teratom gibi yağ içeren tümörler ayırıcı tanıda düşünülmelidir. Küçük miktardaki yağı bile saptayabilmesi nedeniyle BT, tanıda ilk tercih edilen yöntemdir. BT’de tipik olarak iyi sınırlı, kortikal yerleşim gösteren ve çoğunlukla -20 ile -140 HU arasında makroskopik yağ içeren kitleler olarak izlenirler (Şekil 12.5). Kas ve kan damarlarından zengin olanları yoğun kontrastlanma gösterirken, ağırlıklı olarak yağ içerenlerde çok az kontrastlanma saptanır. Kalsifikasyon genellikle görülmez fakat çok ender olarak yağlı doku içerisinde bildirilmiştir. Ancak tipik bulgular, yağ içermeyen AML, hemoraji veya nekroz durumunda değişebilir. Böyle durumlarda kitleyi diğer solid tümörlerden ayırt etmek mümkün olmayabilir. Minimal yağ içeren AML’ların BHK’den ayrımında bifazik helikal BT kullanılabilir. Bu ayrımın yapılmasında kullanılan diğer bir yöntem de BT histogram analizidir. AML için tanı koydurucu olan yağ varlığı manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ile de gösterilebilir. Kontrast allerjisi veya bozulmuş böbrek işlevi sebebiyle BT 398 Malignite (%) Tedavi 1,7 Takip 18,5 Takip 18,5 Yakın takip 33 Eksizyon / ablasyon 92,5 Eksizyon / ablasyon uygulanamayan hastalarda primer görüntüleme yöntemi MRG’dir. Klasik olarak kullanılan yağ baskılı olan ve olmayan sekanslar arasındaki fark lezyonun içerdiği yağı ortaya koyar. AML’lar MRG’de karakteristik olarak T1 ağırlıklı sekanslarda hiperintenstir. Ancak bu durum AML için karakteristik değildir. BHK ve hemorajik kistler benzer görüntü oluşturabilirler. Bazı MRG artefaktları da AML tanısında kullanılabilir. Bunlardan ikisi kimyasal kayma ve hint mürekkebi artefaktıdır. Bu iki artefakt özelliğinin birlikte kullanıldığı bazı yayınlarda vakaların tamamında AML tanısı doğru olarak konulmuştur. Son dönemde kullanım sıklığı artan FDG PET BT’nin AML tanısındaki rolü konusunda sınırlı sayıda yayın vardır ve sonuçları çelişkilidir. İnvazif olmasına karşın, özellikle eş zamanlı selektif arteriyel embolizasyon planlanan olgularda anjiografinin de tanısal rolü vardır. Anjiyografide küçük arteryel anevrizma ve ektazilerin yanı sıra, lober ve interlober arterlerde incelme ve distorsiyon izlenir. Kitlenin içerdiği psödoanevrizmaların varlığı da AML lehine bulgudur ve kanamaya yol açabilecekleri endişesi ile verilecek tedavi kararında etkilidirler. Günümüzde anjiyografi, invazif oluşu ve malin tümörler ile AML ayrımını yapamaması nedeniyle tanısal amaçlı olarak kullanılmamaktadır. Ana tedavi endikasyonları; hemoraji ve ağrı gibi semptomları iyileştirmek, büyük tümörlerde kitle etkisini azaltmak, düşük yağ içerikli, BHK ayırımı yapılamayan şüpheli kitlelerde kesin tanı ve tedaviyi sağlamak olarak sıralanabilir. Tedavi gerekliliğini ve şeklini belirleyen faktörler; semptom varlığı, lezyonun boyutu, anevrizma varlığı, bir hastalık kompleksinin (TS ve LAM) parçası olup olmaması, böbrek rezervi, gebelik planı, hastanın uyumu, mesleği, aktivite durumudur. Tümör boyutu 4 cm’den büyük olan hastaların %82-94’u semptomatiktir ve %50-60’ı herhangi bir dönemde kanayabilir. Kanama olasılığının diğer belirteçleri tümörün multifokal olması ve ileri derecede damarsal anomali içermesidir. AML’ların cerrahi tedavisi için nefron koruyucu yaklaşım tercih edilmelidir. Özellikle multipl renal AML’lu hastalarda uzun dönem sonuçları böbrek işlevinin korunmasına bağlıdır. AML’ların doğal seyri ile ilgili olarak lezyonun boyutu ve semptom arasındaki ilişkiyi konu eden ilk çalışmalardan birini yayımlayan Oesterling ve ark.’nın oluşturduğu tedavi şemasına göre asemptomatik 4 cm’den küçük AML’lar yıllık ultrasonografi ile takip edilebilirler. Dört cm’den küçük semptomatik lezyonlar, semptomları spontan olarak iyileşebileceği için gözlenmelidir. Eğer bu hastalarda semptomlar devam eder ve kötüleşirse anjiografi sonrası embolizasyon veya konservatif cerrahi tedavi uygulanabilir. Dört cm’den büyük asemptomatik hastalar 6 ayda bir BT veya USG ile izlenebilirken, 4 cm’den büyük ve semptomatik olan hastalara anjiografi ve beraberinde selektif arteriyel embolizasyon, ablasyon (radyofrekans / kriyo), enükleasyon veya parsiyel nefrektomi tedavi seçenekleri uygulanabilir. Embolizasyonun özellikle nefron koruyucu cerrahi düşünülen olgularda kanama riskinin azaltılması ve sıcak iskemi süresinin kısaltılması gibi avantajları da vardır. Selektif arteriyel embolizasyon acil durumlarda kanamayı kontrol etmede etkin olsa da uzun dönem tedavide değeri sınırlıdır. Embolizasyon sonrası hastaların takiplerinde cerrahi gerekebilmekte, bu durumda ise nefron koruyucu cerrahi öncelikli olarak önerilmektedir. Böbrek AML hastalarında total nefrektomi endikasyonları, kitle basısı nedeniyle fonksiyonunu yitirmiş ve hipertansiyona sebep olan böbrek, lokal doku invazyonu olması, renal vende tümör bulunması ve yüksek malinite şüphesi ile sınırlıdır. Bu tedavi seçeneklerinin yanısıra özellikle genetik kökenli TS veya LAM gibi hastalık komplekslerine eşlik eden multipl, bilateral AML’ların tedavisinde patogenezde rol aldığı düşünülen mTOR yolağı inhibitorlerinin kullanıldığı, deneysel aşamada olan ilaç tedavileri üzerine çalışılmaktadır. 12.1.1.3 Onkositom Onkositomlar, tüm böbrek parankim tümörlerinin %37’sini oluşturur. Genelde 50 yaş üzerinde ve %95 tek taraflı görülürler. Erkeklerde 1,6 kat daha fazladır. Distal renal tübulus hücrelerinden gelişir. Sıklıkla asemptomatiktir ve insidental olarak yakalanmalarına rağmen bir kısım hastada yan ağrısı, hematüri ve palpabl kitle ile de semptom verirler. Onkositomların BHK’lardan ayrımı için BT, USG ve MRG’de tümöre ait patognomonik radyolojik görünümleri yoktur. Belirgin nekroz ve hipervaskülarite göstermezler. Primer BHK’larla aynı veya karşı taraf böbrekte bulunabilirler. Kromofobik BHK’la ayrımı güç olup gelişmiş mikroskopik, ultrastriktürel veya immünohistokimyasal değerlendirmeler gerekebilir. Onkositomlar düşük dereceli tümör kabul edilirler ve uzun dönem prognozları oldukça iyidir. Cerrahi öncesi dönemde onkositomdan şüphelenilirse biyopsi tanıda yardımcı olabilir. Ancak çoğu vakada karakteristik klinik ve radyolojik özelliklerinin olmaması nedeniyle malin kitle gibi değerlendirilirler ve cerrahi girişim sonucu kitlenin çıkarılmasını takiben patolojik inceleme sonucu tanı konur. Tanıda frozen inceleme güvenilir olmayabilir. Seçilecek cerrahi yöntem kitle boyutuyla ilişkili olup küçük kitlelerde nefron koruyucu cerrahi önerilmektedir. 12.1.1.4 Renal kortikal adenom Benin seyirli olduğu düşünülen küçük, iyi sınırlı, solid kortikal tümörlerdir. Görülme olasılığı hastanın yaşı, Von Hippel Lindau hastalığı olması, son dönem böbrek hastalığının bulunması, sigara kullanımı ile ilişkilidir. Otopsiler sırasında %7-23 oranında rastlanan küçük renal kortikal kitlelerin kortikal adenomla uyumlu olduğu görülmüştür. Yüzde 25 kadarı çok odaklıdır. Erkek/ kadın oranı 3/1’dir. Hiçbir klinik bulgu vermeden tesadüfen yakalanabilir. Benin – malin ayırımı yapılması zordur, zamanla malin özellik gösterebilir. Parsiyel rezeksiyonla çıkarılması önerilir. 12.1.1.5 Metanefrik adenom İnsidental olarak saptanan nadir benign bir tümördür. Güvenilir klinik ve radyolojik tanı kriterlerinin eksikliğinden dolayı esas olarak patolojik bir tanı olarak ifade edilir. Yaşamın 5. dekatında pik yapar, kadınlarda daha sık görülür. Klinik seyri benign olmakla birlikte çoğu hastada malignite şüphesinden dolayı cerrahi eksizyona ihtiyaç duyulur. 12.1.1.6 Kistik nefroma Benign seyirli, septalı, multipl kistlerden oluşan bir tümördür. Bimodal yaş dağılımı gösterir. Özellikle erkek çocuklarda 2-3 yaşında görülür ve kistik Wilms tümöründen ayırmak zordur. Erişkinlerde ise özellikle kadınlarda 40-50 yaşlarında görülür ve radyolojik ola- 399 XII. Üroonkoloji rak kistik BHK ile karışabilir . Asemptomatik veya hipertansiyon, hematüri ve karın ağrısı ile seyreder. İdeal tedavi parsiyel nefrektomidir. Epidemiyoloji 12.1.1.9 Diğer benign tümörler: Böbrek tümörleri malin, benin veya enflamatuar karakterde olabilir. Malin böbrek tümörlerinin yaklaşık %8590’nı böbrek hücreli karsinomdur (BHK). BHK tüm erişkin kanserlerinin yaklaşık %2-3’ünü oluşturur. Ürolojik kanserler arasında prostat ve mesane kanserinden sonra üçüncü sıklıkta görülür. Erkek kadın oranı 3:2’dir ve sıklıkla 6. ve 7. dekadda görülür. Hastaların büyük çoğunluğu sporadik, %2-3 olgu ise aileseldir. Üriner sistem kaynaklı tümörlere bağlı ölümlerde BHK %40’ın üzerinde ölüm oranı ile mortalitesi en yüksek ürolojik kanserdir. Batı ülkelerinde son 30 yılda BHK insidansı yıllık %2-3 artış göstermiştir. Bu artış ultrasonografi (US) ve bilgisayarlı tomografi (BT) gibi görüntüleme yöntemlerinin yaygın olarak kullanımına bağlanmaktadır. Bu durum yeni tanı konulan olgular arasında küçük boyutlu, düşük evreli ve rastlantısal tümörlerin oranını arttırmıştır. Hastalığa bağlı mortalite oranlarında ise homojen bir azalma gözlenmemiştir. Tanı anında hastaların yaklaşık %20-30’u metastatiktir. Tanı konulduğunda metastatik olmayanların %20-40’ında takip sırasında metastaz gelişir. Metastatik hastalığı olan veya lokal hastalık nedeniyle tedavi görüp daha sonra nüks gelişen olgularda prognoz oldukça kötüdür. Hastaların yaklaşık %35’i beş yıl içinde hastalığa bağlı olarak ölür. • Mixed epitelyal/stromal tümörler Etyoloji ve risk faktörleri • Fibrom BHK’da önemli sayılabilecek etyolojik faktörler tütün kullanımı, obesite ve hipertansiyondur. Tütün kullanan kişilerde kontrollere göre BHK riski 1.4 ile 2.5 kat artmıştır. Her türlü tütün kullanımı suçlanmaktadır ve risk kümülatif doz ile paralel artış gösterir. Obesite ile BHK ilişkisi incelendiğinde vücut kitle indeksindeki her bir ünite artış için BHK riski 1.07 kat artış gösterir. Hipertansiyon tedavisinde kullanılan antihipertansif ilaçlarında BHK riski ile ilişkili olabileceği düşünülmüşse de son zamanlarda asıl etkenin ilaç değil altta yatan hipertansiyon olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır. Bu üç risk faktörüne ek olarak kronik böbrek yetmezliği nedeniyle hemodiyaliz uygulanan ve böbreğin kazanılmış kistik hastalığı gelişen hastalarda da BHK gelişme riski yüksekdir. Tümörler bilateral ve çok sayıda görülebilir, erkeklerde risk kadınlara göre daha yüksektir. Birinci derece akrabasında BHK olan kişilerde de risk artmıştır. 12.1.1.7 Leiomyom Benin böbrek tümörlerinin %1,5’ini oluşturur. Sıklıkla rastlantısal olarak saptanır. Yavaş gelişir ve kapsül, peripelvik doku, nadiren böbrek veninden köken alabilir. Genellikle böbrek kapsülünden uzanan küçük solid kitlelerdir ancak radyolojik olarak BHK’den ayrılamazlar. Periferal yerleşimli küçük lezyonlarda parsiyel nefrektomi önerilmektedir. 12.1.1.8 Reninoma (JG hücreli tümör) Jukstaglomerüler hücrelerden köken alan, renin salgılayan nadir bir tümördür. Klinikte hipertansiyon, başağrısı görülür. Hipokalemiye bağlı olarak miyalji, poliüri ve polidipsi ile seyreder. 3-4 dekattaki kadınlarda daha sık saptanır. Radyolojik olarak çoğu kez tek, küçük, hipovasküler solid parankimal kitleler olarak görünürler. Kitlenin cerrahi rezeksiyonundan sonra plazma renin seviyesinin düşmesine bağlı olarak semptomlar da geriler. • Lipom • Lenfanjiyom • Hemanjiyom • Renal arter anevrizması • Arteriovenöz malformasyon • Pseudotümör Okunması önerilen kaynaklar Margulis V, Matin SF, Wood CG: Benign renal tumors. In: Campbell – Walsh Urology. Ed: Wein AJ, Kavoussi LR, Novick AC, Partin AW, Peters CA. Tenth ed. Philadelphia, Saunders, 2012, pp 1492 – 1505. European Association of Urology, Guidelines on Renal Cell Carcinoma, 2012. Israel GM, Silverman SG. The incidental renal mass. Radiol Clin North Am. 2011 Mar;49(2):369-83. Weibl P, Klatte T, Waldert M, Remzi M. Complex renal cystic masses: current standards and controversies. Int Urol Nephrol. 2012 Feb;44(1):13-8. Oesterling JE, Fishman EK, Goldman SM: The management of renal angiomyolipoma. J Urol 1986;135:1121–4. 12.1.2 Böbrek tümörleri 12.1.2.1 Epidemiyoloji – risk faktörleri 400 12.1.2.2 Böbrek tümörlerinde görüntüleme ve evrelendirme Günümüzde BHK tanısı hastaların yarısından fazlasında başka nedenlerle yapılan görüntüleme çalışmalarında rastlantısal olarak konulmaktadır. Klasik triad olarak tanımlanan flank ağrı, idrarda gözle görülen kanama ve palpabl kitle ise hastaların %10’undan azında görülmektedir. Hastaların yaklaşık %30’unda hipertansiyon, kaşeksi, kilo kaybı, ateş, nöropati, sedimentasyon yüksekliği, kansızlık, polisitemi, hiperkalsemi, karaciğer fonksiyonlarında bozulma gibi bulgulara yol açan paraneoplastik sendrom görülmektedir. BHK’da fizik muayenin rolü sınırlıdır. İlerlemiş hastalıkta palpabl kitle, servikal lenfadenopati, bilateral veya tek taraflı varikosel ve bilateral alt ekstremite ödemi gibi muayene bulguları olabilir. Görüntüleme Böbrek tümörlerinde görüntüleme tanı ve evreleme amacıyla kullanılır. Bu amaçla en sık kullanılan teknik intravenöz kontrast madde enjeksiyonu öncesinde ve enjeksiyon sonrası erken ve geç fazlarda kesitler alınarak uygulanan multifazik BT’dir. Böbrek tümörlerinde en önemli malinite göstergesi kontrast madde tutlumudur. Bu nedenle US gibi diğer yöntemlerle böbrekte kitle saptanan hastalarda, intravenöz kontrast madde uygulanması kontrendike değilse mutlaka multifazik BT ile görüntüleme yapılmalıdır. Bu inceleme ile böbrek kitlelerinin kontrast tutulumu değerlendirilir ve solid veya kistik oldukları ortaya konulur. Böbrekte kistik kitlelerin değerlendirilmesi amacıyla Bosniak sınıflaması kullanılır. Bu sınıflama malinite riskini öngörmek amacıyla kistleri radyolojik özelliklerine göre 5 sınıfa ayırır ve tedavi önerilerinde bulunur (Tablo12.2). BT’de kontrast tutlumu intravenöz kontrast madde enjeksiyonu öncesi ve sonrası ölçülen Hounsfiel Ünitelerinin (HU) karşılaştırması ile yapılır. HU’de 20’den fazla artış kitlenin kontrast tutuğu yönünde değerlendirilir ve incelenen kitlenin kanser olduğunu işaret eder. BT incelemesinde kitlenin yapısı ve kontrast tutuşuna ek olarak, tümörün böbrek içi ve çevresinde yaygınlığı, venöz yayılımı, bölgesel lenf nodları, böbreküstü bezleri, karaciğer ve diğer batıniçi organlar değerlendirilir. Ayrıca karşı böbreğin yapısı ve fonksiyonu da ortaya konulur. BT anjiografi ile böbreğin damarsal yapıları, BT ürografi ile de alt ve üst idrar yolları da ayrıntılı olarak incelenebilir. Kontrast madde allerjisi, gebelik veya böbrek yetmezliği nedeniyle intravenöz kontrast madde kullanılamayan veya BT çekilemeyen hastalarda böbrek tümörlerinin değerlendirilmesinde MR görüntüleme kullanılır. MR ayrıca renal ven ve vena kava tutlumu, komşu dokulara yayılımın ve böbreküstü bezlerinin değerlendirilmesinde kullanılır. Böbrek tümörleri için MR intravenöz gadolinium kontrast madde eşliğinde uygulanır. Ancak ağır böbrek yetmezliği olan hastalarda intravenöz gado- linium kullanılması nadir ancak kötü seyirli bir sendrom olan, cilt, eklem, göz ve iç organlarda fibrozla seyreden nefrojenik sistemik fibroza neden olabilir. Bu hastalarda MR yerine kontrast madde eşliğinde US uygulamaları faydalı olabilir. Venöz sistem içindeki trombusların değerlendirmesinde de Doppler US faydalı olabilir. Intravenöz piyelografinin böbrek tümörlerinin görüntülemesinde yeri yoktur. BHK’un sistemik evrelendirilmesi amacıyla abdomen ve pelvis görüntülemesine ek olarak tüm hastalar akciğer grafisi veya toraks BT ile değerlendirilir. Kemik ağrıları olan veya serum alkalen fosfataz düzeyinde artış olan hastalarda kemik sintigrafisi yapılmalıdır. Yaygın metastazı olan olgularda ve hastaların diğer semptomlarına göre uygun ek ileri görüntüleme yöntemleri kullanılır. Pozitron emisyon tomografinini günümüzde BHK’da kullanımı düşük duyarlılığı nedeniyle sınırlıdır. Böbrek tümörlerinde görüntüleme eşliğinde iğne biyopsisini klasik indikasyonları: abse, böbrek dışı kanserlerin böbreğe metastazı ve lenfoma tutulumu şüphesi olan olgular da ayırıcı tanının yapılması ve sitoredüktif nefrektomi yapılamayan metastatik olgularda histolojik tanının konulması ile sınırlıdır. Ancak son yıllarda ilk tanı anında küçük böbrek tümörü (KBT) olan, yaşlı, cerrahi eksizyon için sağlık durumu uygun olmayan, asemptomatik hastaların oranında artış olmuştur. Buna ek olarak biyopsi tekniğindeki gelişmeler sayesinde komplikasyon oranları azalmış ve moleküler belirteçler ile daha doğru histolojik tanı elde etmek mümkün hale gelmiştir. Bu gelişmelere bağlı olarak böbrek tümörlerinde görüntüleme eşliğinde biyopsi konusu önem kazanmıştır. Günümüzde klasik indikasyonlara ek olarak genel sağlık durumunun cerrahi rezeksiyona engel olması nedeniyle aktif izlem veya ablasyon tedavisi planlanan, küçük böbrek tümörlü hastalarda da görüntüleme eşliğinde iğne biyopsisi kullanılmaktadır. Böbrek tümörleri arasında en sık rastlanılan iyi huylu tümörler anjiyomiyolipom (AML) ve onkositomdur. AML genellikle sporadik olarak görülmekle beraber tüberoz sklerozlu hastalarda da görülür. BT’de tipik olarak iyi sınırlı, -20 ile -140 HU arasında yağ dokusu içerir ve bu görüntü tanı koydurucudur. Nadiren tümörde yağ dokusu olmayabilir. Bu durumda tümörün radyolojik olarak BHK’dan ayırt edilmesi mümkün olmaz. Onkositomların radyolojik görüntüsünde, özellikle 5 cm’den büyük tümörlerde santral skar dokusu izlenebilir ancak kesin tanı radyolojik olarak değil cerrahi rezeksiyon sonrası mümkün olur. Şekil 12.6. Johns Hopkins Tıp Fakültesinde geliştirilen BHK’da nüks riskini gösteren nefrektomi öncesi öngörü modeli. Rrec=1.55 x başvuru semptomu + 0.19 x radyolojik boyut (cm) Rrec 3.0 düşük nüks riski Rrec >3.0 yüksek nüks risk 401 XII. Üroonkoloji Evrelendirme BHK’da tümörün evresi prognoz ve tedavi seçimi ile yakın ilişkilidir. BHK’un evrelendirmesinde tümörün büyüklüğü, böbrek içinde yaygınlığı, böbrek dışı komşu doku ve organlara yayılımı, lenf düğümlerinin durumu, venöz sistemle ilişkisi ve sistemik metastazları değerlendirilmektedir. BHK’da günümüzde TNM Evrelendirme Sisteminin kullanılması önerilmektedir. TNM sistemi özellikle prognostik faktörlerle ilgili yeni bilimsel veriler ile sürekli gelişmekte ve belirli aralıklarla güncellenmektdir. TNM Evrelendirme Sisteminin 2010 yılında yayınlanan güncellenmiş son şekli Tablo 12.3’de gösterilmiştir. 12.1.2.3 Patoloji ve prognostik faktörler Patoloji Dünya Sağlık Örgütü 2004 sınıflamasına göre BHK’un en sık görülen 3 alt histolojik tipi berrak hücreli BHK, papiller BHK ve kromofob BHK’dir. Berrak hücreli BHK yetişkinlerde en sık görülen tip olup olguların yaklaşık %80’nini oluşturur. Proksimal tübül hücrelerinden köken alır. Çoğunlukla berrak sitoplazmalı hücrelerden oluşur. Kromozom 3p delesyonu ve VHL gen mutasyonu (3p25-26) ile ilişkilidir. Diğer iki tipe göre daha kötü prognozla seyreder. Hipervasküler bir tümör olup, hedefe yönelik tedavi ile tümör boyutunda küçülme sık görülür. Papiller BHK olguların yaklaşık %10-15’ini oluşturur. Proksimal tübül hücrelerinden kaynaklanır. Tip 1 ve Tip 2 olarak iki tipi vardır. Tip 1 soluk sitoplazmalı, bazofilik hücrelerden oluşur ve daha iyi prognozla seyreder. Tip 2 ise eozinfilik sitoplazmalı, büyük hücrelerden oluşur ve daha kötü prognozludur. En sık rastlanan genetik değişiklikler kromozom 3q, 7, 8, 12, 16 ve 1. kromozom trizomileri ve Y kromozom kaybıdır. Kromofob BHK olguların yaklaşık %5’ini oluşturur. Toplayıcı kanal hücrelerinden kaynaklanır. Soluk veya eozinofilik granüler sitoplazması olan hücrelerden oluşur. Diğer iki tipe göre genellikle daha iyi prognozludur. 1, 2, 6, 10, 13 ve 17. kromozom kayıplarıyla ilişkilidir. Daha nadir görülen diğer alt tipler toplayıcı kanal karsinomu, multiloküler kistik berrak hücreli BHK, renal medüller karsinom, Xp11.2 transloklasyonu ile ilişkili BHK, post-nöroblastoma BHK, müsinöz tübüler ve iğsi hücreli karsinom ve sınıflandırılamayan BHK olarak sayılabilir. Tüm alt tipler sarkomatoid değişim gösterebilir ve bu durum kötü prognozla ilişkilidir. BHK’un sporadik ve ailesel formları mevcuttur. Olgula- Şekil 12.7: Üroonkoloji Derneği tarafından geliştirilen lokalize böbrek tümöründe cerrahi tedavi sonrası 5 yıllık hastalıksız sağkalım öngörüsü için nefrektomi öncesi model. 402 Tablo 12.2. Böbrek kistlerinde Bosniak sınıflaması Bosniak Kistin özellikleri kategorisi Su densitesinde, kontrast tutmuyor ve çok I ince duvarları var. İçinde ince septalar, duvar veya septa üzerinde ince kalsifikasyon veya çok kısa II segmentte hafif kalınlaşmış kalsifiye duvar veya septa Fazla sayıda ince septa, bazen duvar veya septalarda minimal kontrast tutulumu veya kalınlaşma. Kontrast tutulumu göstermeyen IIF nodüler kalsifikasyon. İyi sınırlı, 3 cm, intrarenal, kontrast tutmayan yüksek atenüasyonu olan lezyonlar. Kontrast tutlumu da gösterebilen, kalın III düzensiz duvar ve septaları var. IV İçinde kontrast tutan yumuşak doku mevcut. rın büyük çoğunluğu sporadik tümörlerdir. Ailesel formlarda genç yaşta hastalarda birden fazla ve her iki böbrekte tümörler görülebilmektedir. Ailesel sendromlarda görülen böbrek kanserlerinde genetik faktörler önemli rol oynar (Tablo 12.4). Bu sendromlar arasında von Hippel-Lindau hastalığının sorumlusu olan VHL tümör baskılayıcı geni aynı zamanda sporadik berrak hücreli BHK oluşumunda da rol oynar. Bu genin ürünü olan VHL proteininin hücre döngüsü ve anjiyogenezde düzenleyici rolü vardır. VHL proteini normal hypoxia-inducible factor-alfa’nın (HIF-alfa) yıkımını düzenler. VHL gen mutasyonu durumunda VHL proteini bu görevini yerine getiremez ve adeta dokuda hipoksik bir durum varmış gibi HIF-alfa birikir. Dokuda biriken HIF-alfa hipoksi ile indüklenen genlerin transkripsiyonunu aktive eder ve böylece vascular endothelial growth factor (VEGF), platelet-derived growth factor (PDGF), Glut 1 ve transforming growth factor-alfa (TGF-alfa) yapımı artar. Dokuda bu faktörlerin artışı tümör dokusunda yeni damar oluşumu, metabolik aktivitede artış, otokrin ve parakrin büyüme gibi sonuçlara yol açar. BHK’da derecelendirme Fuhrman sistemine göre yapılmaktadır. Fuhrman sisteminin özellikle berrak hücreli BHK’da prognostik önemi vardır. Fuhrman sisteminde hücre çekirdeğinin boyut ve şekli ve nucleulusun belirgin olup olmaması gözönüne alınarak hücreler 1’de 4’e kadar derecelendirilir (Tablo 12.5). Prognostik faktörler Böbrek tümörleri karmaşık bir doğal seyire sahiptir. Bu durum prognoz ve tedaviye cevabın öngörüsünde sorunlara yol açmaktadır. Böbrek tümörlerinde prognozu etkileyen faktörler; tümörle ilgili faktörler (anatomik, histolojik), hasta ile ilgili olan faktörler (klinik), moleküler faktörler ve mekanizmaya özgü faktörler olarak, Malinite riski Tedavi Önerisi Yok - Yok/minimal - %3-5 Takip %50 Cerrahi eksizyon %75-90 Cerrahi eksizyon dört gruba ayrılır (Tablo 12.6). Tümör ile ilgili faktörler anatomik ve histolojik faktörler olarak ikiye ayrılmaktadır. Anatomik faktör tümörün evresi olarak ifade edilebilir. Histolojik faktörler arasında ise Furhman derecesi, histolojik tip, sarkomatoid elemanlar, nükleer morfometri, mikrovasküler invazyon ve nekroz prognozu belirlemede kullanılan faktörlerdir. Hasta ile ilgili prognostik faktörleri hastanın klinik durumu ve laboratuar bulguları oluşturur. Tanı esnasında hastanın genel sağlık durumu, lokal veya sistemik semptomlarının olup olmadığı ve laboratuar sonuçları ile ilgilidir. Tanı konulduğunda asemptomatik olan hastalarda prognozun daha iyi olduğunu gösterilmiştir. Genel sağlık durumu Eastern Cooperative Oncology Group Performans Durumu (ECOG PS) veya Karnofsky Performans Skalası gibi skorlama sistemleri ile belirtilmektedir (Tablo 12.7) (http://www.ecog.org/ general/perf_stat.html), (http://en.wikipedia.org/wiki/ Performance_status). Laboratuar bulguları arasında hiperkalsemi, anemi, trombositoz, ESR yüksekliği, serum alkalen fosfataz ve LDH yüksekliği prognostik açıdan önem taşıyan faktörler olarak bildirilmiştir. Moleküler prognostik faktörlerle ilgili çok sayıda çalışma yapılmaktadır ve bu faktörler öngörü modellerinde sıklıkla yer almaya başlamıştır. Mekanizmaya özgü prognostik faktörler ise hedefe yönelik tedavi çağında üzerinde durulan ve tedavinin etki mekanizmasıyla iilşkili faktörlerdir. Bu faktörler arasında sunitinib tedavisine hipertansif yanıt, tümördeki neoanjiyogenezin bir göstergesi olarak BT’de kontrast tutulumu sayılabilir. Bu faktörlerin prognostik önemi önümüzdeki dönemde yapılacak çalışmalarla ortaya konulacaktır. BHK’da prognostik faktörlerin birlikte kullanılmasıyla oluşturulan istatistiksel modellerle progresyon öngö- 403 XII. Üroonkoloji Tablo 12.3. TNM 2010 Evrelendirme Sistemi T: Primer Tümör TX Tümör değerlendirilemiyor T0 Tümör yok T1 Tümör 7 cm ve böbrek içine sınırlı T1a Tümör 4 cm ve böbrek içine sınırlı T1b Tümör > 4 cm ve 7 cm ve böbrek içine sınırlı T2 Tümör > 7 cm ve böbrek içine sınırlı T2a Tümör > 7 cm ve 10 cm ve böbrek içine sınırlı T2b Tümör > 10 cm ve böbrek içine sınırlı Tümör büyük venler içine yayılmış veya perinefrik dokuya yayılmış ancak adrenal T3 bez içine veya Gerato fasyası dışına yayılmamış Tümör renal ven veya segmental dalları (kaslı duvarı olan) içine yayılmış veya T3a perirenal ve/veya renal sinüs yağ dokusuna yayılmış ancak Gerato fasyasını aşmamış T3b Tümör diyafram altı vena kava içine yayılımış T3c Tümör diyafram üstü vena kava içine yayılmış veya vena kava duvarını tutmuş T4 Tümör Gerato fasyası dışına yayılmış (adrenal bezin içine uzanarak yayılma dahil) N: Bölgesel Lenf Düğümleri NX Bölgesel lenf düğümleri değerlendirilemiyor N0 Bölgesel lenf düğümü metastazı yok N1 Bölgesel lenf düğümüne (lerine) metastaz M: Uzak Metastaz MX Uzak metastaz değerlendirilemiyor M0 Uzak metastaz yok M1 Uzak metastaz var Evre Grupları Evre I T1N0M0 Evre II T2N0M0 T1/T2N1M0 Evre III T3N(Herhangi)M0 T4N(Herhangi)M0 Evre IV T(Herhangi)N(Herhangi)M1 rülmeye çalışılır. Prognostik modeller arasında en çok tercih edilenler klinik kullanımı kolay olan nomogramlardır. Model mümkünse kullanılacağı bölge için valide edilmiş olmalı, populasyonu iyi temsil etmeli ayrıca tek merkeze bağlı olarak hazırlanmamış olmalıdır. Öngörü modelini doğruluğunu ölçmek için prognozları farklı olan hastaları birbirinden ayırma özelliği olan c (concordans)-index kullanılır. İndeksin 1 olması nomogramın mükemmeliğini 0.5 olması ise öngörü değerinin olmadığını gösterir. Böbrek tümörleri için geliştirilen öngörü modelleri lokal hastalık ve metastatik hastalık için geliştirilen modeller olarak ikiye ayrılır. Lokal hastalık için geliştirilen modellerde nefrektomi öncesi ve sonrası modeller olarak iki alt grupta incelenebilir. Nefrektomi öncesi modellerde hasta ve tümöre ait klinik ve radyolojik değişkenler kullanılır. Lokal hastalıkta nefrektomi öncesi kullanılan 404 modeller neoadjuvan tedavi kararında, tedavi şeklinin belirlemede (radikal veya minimal invazif) kullanılabilir. Ayrıca patolojik evre ve derecenin belirlenemediği olgularda (laparoskopik nefrektomi sonrası morselasyon uygulanmış veya minimal invazif ablatif yöntemlerle tedavi edilen hastalar) ve klinik çalışmalarda hasta seçimi amacıyla da kullanılabilirler. Nefrektomi sonrası modellerde ise klinik değişkenlerle beraber patolojik değişkenler de hesaplamalara dahil edilir. Nefrektomi sonrası kullanılan modeller, operasyon sonrası prognozun öngörüsü ve hastanın bilgilendirilmesi, takip sıklığının planlanması, adjuvan tedavi kararı ve klinik çalışmalarda hasta seçiminde kullanılabilirler. Metastatik hastalık için geliştirilen modeller de ise klinik, radyolojik ve anatomik değişkenlere ek olarak nefrektomi yapılıp yapılmadığı ve hastanın genel durumu göz önüne alınmaktadır. Bu modeller de prognozun öngörülmesi, hastanın bilgilendirilmesi, uygun sistemik tedavinin planlanması Tablo 12.4. Ailesel BHK Sendromları Sendrom von Hippel-Lindau Herediter papiller BHK Ailesel leyomiyomatoz ve BHK Birt-Hogg-Dubé Genetik eleman proteini Protein Klinik 3p25-26 VHL geni VHL Bilateral multipl berrak hücreli BHK, merkezi sinir sistemi hemanjioblastomları, retinal anjiomlar, feokromasitoma, pankreas kistleri, epididim kistadenomu 7q31 c-MET protoonkogen c-MET Papiller Tip 1 BHK 1q42-43 FH Fumarat hidrataz Papiller Tip 2 BHK, uterin ve kutanöz leyomiyomlar Follikulin Kromofob BHK, onkositom, hibrid tümörler (her iki patolojiyi içeren alanlar), berrak hücreli BHK, akciğer kistleri, spontan pnömotoraks, kutanöz fibrofollikuloma Kromozom 17p11.2 BHD1 ve klinik çalışmalarda hasta seçimi amacıyla kullanılmaktadır. Özellikle böbrek tümörlerinin tedavisinde hedefe yönelik tedavilerin kullanıma girmesiyle bu modellerin önemi ve kullanım sıklığı artmıştır. Ayrıca, moleküler belirteçlerin de eklenmesi sayesinde hedefe yönelik tedavilere alınacak yanıtın öngörüsü için modeller geliştirilmiştir. Lokal BHK’da nefrektomi öncesi prognoz öngörü modellerinden ilki Johns Hopkins Üniversitesinde geliştirilen modeldir. Bu model böbrek tümörlü hastaları nüks açısından yüksek ve düşük risk gruplarına ayıran bir algoritmadır (Şekil 12.6). Kullanılan klinik değişkenler başvuru anında hastanın semptomatik olup olmaması ve radyolojik tümör boyutudur. Semptomatik hastalar 1, semptomatik olmayanlar ise 0 puan alır ve bu puan 1.55 katsayısı ile çarpılır. Radyolojik tümör boyutu ise santimetre olarak ölçülür ve 0.19 katsayısı ile çarpılır. Bu iki rakamın toplanması sonucunda elde edilen nüks riski değeri 3 veya daha düşük ise o hasta düşük risk grubunda, 3’den büyük ise yüksek risk grubunda yer alır. Bir diğer nefrektomi öncesi model ise ülkemizde Üroonkoloji Derneği tarafından çok merkezli çalışma ile oluşturulan ve metastazı olmayan böbrek tümörü hastalarında cerrahi sonrası 5 yıllık nükssüz sağkalım öngören nomogramdır. Bu modelde hastanın, yaşı, cinsiyeti, semptomlarının varlığı (insidental/lokal/sistemik), tümör boyutu, T Evresi (TNM 2002) ve lenf nodu tutulumu göz önüne alınmıştır (Şekil 12.7). Nefrektomi öncesi bazı modeller, nefrektomi sonrası patolojideki malin potansiyelin önceden öngörülmesini amaçlar. R.E.N.A.L nefrometri skoru olarak tanımlanan modelde, radyolojik olarak görütülenen renal kitlenin malin özellik taşıyıp taşımadığının, radyolojik özelliklerin sayısal olarak skorlanması ile belirlenmesi amaçlanır. Nefrektomi sonrası modeller arasında sık kullanılanlardan biri Memorial Sloan Kettering Cancer Center (MSKCC) modelidir. Bu model BHK’da nükssüz sağkalım öngörüsünü amaçlayan bir nomogramdır. Bu ve diğer merkezler tarafından geliştirlen çeşitli prognostik modellere internet üzerinden ulaşılabilmekte ve hasta bilgileri girilerek prognostik öngörü hesapları yapılabilmektedir (http://nomograms.mskcc.org/Renal/PostSurgery.aspx, http://www.nomogram.org/). Metastatik BHK’da prognoz öngörü modelleri, metastatik böbrek kanserli hastalarda hedefe yönelik tedavilerin kullanımı ile daha da önem kazanmıştır ve klinik çalış- Tablo 12.5. BHK’da Fuhrman Nükleer Derecelendirme Sisitemi Derece Çekirdek Boyutu Çekirdek Şekli 1 Yuvarlak, düzenli < 10 m 2 Düzensiz 15m 3 Düzensiz 20 m 4 Garip şekilli, pleomorfik > 20 m Nükleol Belirsiz Küçük Belirgin Tek veya çok sayıda, belirgin 405 XII. Üroonkoloji Tablo 12.6. Böbrek tümörlerinde prognozu etkileyen faktörler. Tümör ile İlgili Faktörler Anatomik özellikler ( TNM Evre) Histolojik özellikler (Furhman derecesi, histolojik tip, sarkomatoid komponent, nükleer morfometri, mikrovasküler invazyon, nekroz, renal sinüs invazyonu) Hasta ile İlgili Faktörler Klinik bulgular (Semptomlar, genel sağlık durumu, kaşeksi) Laboratuar bulguları (Trombosit sayısı, anemi, hiperkalsemi, sedimentasyon, CRP, LDH, alkalen fosfataz) Moleküler Faktörler Hipoksi ile indüklenen moleküller (CaIX, VEGF, IGF-1) Proliferasyon belirteçleri (Ki-67, PCNA, PTEN) Hücre döngüsü belirteçleri (p53, Bcl-2, PTEN, Siklin A, p27) Hücre adhezyonu molekülleri (E-Cadherin, -Catenin, Cadherin-6) Diğer (Vimetin, CD44, CA 125) Mekanizmaya Özgü Faktörler -Tümör vaskülaritesi (BT’de kontrast tutulumu) -Hipertansiyon (Sunitinib ile ilişkili HT) -VHL gen değişiklikleri (?) -Serum VEGF düzeyi (?) malarda hasta seçiminde sıklıkla kullanılmaktadır. Motzer ve arkadaşları metastatik hastalık için MSKCC’de üç ayrı model geliştirmiştir. Bu modellerden ilk ikisi metastatik BHK’da sağkalım öngörüsünü hedefleyen ve hastaları risk gruplarına ayıran algoritmalardır. Birinci modelde kullanılan prognostik faktörler; Karnofsky performans skalasının %80 altında olması, laktat dehidrojenaz düzeyinin normalin 1.5 kat üzerinde olması, hemoglobin düzeyinin normalin altında olması, düzeltilmiş serum kalsiyumunun 10 mg/dL’den büyük olması ve nefrektomi yapılmamış olmasıdır. İkinci modelde ise nefrektomi yapılmamış olması yerine tanı ile interferon alfa tedavisi arasında geçen sürenin 1 yıldan az olması kullanılır. Üçüncü model ise metastatik böbrek tümörlü hastalarda sunitinib kullanımının progresyonsuz sağkalıma etkisinin öngörüsü için geliştirilmiş nomogramdır. Bu modelde kullanılan prognostik faktörler; hastanın tedavi almadan önceki, düzeltilmiş kalsiyum seviyesi, metastatik bölge sayısı, hemoglobin düzeyi, önceki nefrektomi varlığı, akciğer ve karaciğerde metastaz varlığı, trombositoz, ECOG PS, tanı ile tedavi arasında geçen zaman, serum alkalen fosfataz ve laktat dehidrogenaz düzeyidir. nomogramdır. Bu modelde 1997 TNM sınıflamasına göre patolojik T Evresi, ECOG PS, CA9, Vimetin, P53 ve PTEN kullanılmaktadır. BHK’da mevcut modellerin öngörü gücünü arttırılabilmek amacıyla B7-H1, survivin ve Ki-67 immünohistokimyasal biyomarkerlarından oluşan ve BioScore olarak adlandırılan bir panel de tarif edilmiştir. Okunması önerilen kaynaklar Motzer RJ, Agarwal N, Beard C, et al. Kidney cancer clinical practice guidelines in oncology. J Natl Compr Canc Netw 9:960-977, 2011. Ljungberg B, Cowan N, Hanbury DC, et al. Guidelines on renal cell carcinoma. European Association of Urology, 2012 http://www.uroweb.org/gls/pdf/09_Renal_Cell_Carcinoma_LR%20II.pdf Edge SB, Byrd DR, Compton CC et al, (eds). AJCC Cancer Staging Manual 7th ed. New York, Springer, 2010. Campbell SC, Lane BR. Malignant Renal Tumors. In Wein AJ, Kavoussi LR, Novick AC et al, (eds). Campbell’s Urology 10th ed. Philadelphia Elsevier 2012. Özen H, Türkeri L, Akdoğan B (ed) Üroonkoloji Kitabı İstanbul, Üroonkoloji Derneği, 2007. Eble JN, Sauter G, Epstein JI (eds). Pathology and genetics of tumors of the urinary system and male genital organs. World Health Organization Classification of Tumors. Lyon, IARC Press, 2004. Prognostik modellerin doğruluğunu arttırabilmek için klinik ve histolojik değişkenlere ek olarak moleküler Fuhrman SA, Lasky LC, Limas C. Prognostic significance of morphologic faktörler de modellere eklenmektedir. Bu şekilde ge- parameters in renal cell carcinoma. Am J Surg Pathol, 6: 655-663, 1982. liştirilen UCLA Integrated Staging System metastatik böbrek tümöründe sağkalım öngörüsünü amaçlayan bir 12.1.2.4 Cerrahi tedavi Tablo 12.7. ECOG PS Skor Hastanın Performans Durumu 0 Tamamen aktif, hastalık öncesi performansına kısıtlamasız sahip 1 Yorucu fizik aktivitesi kısıtlı ancak hareketli, hafif ev ve ofis işi görebilir 2 Kendine bakabilir ancak iş/aktivite yapamaz, zamanının %50’sinde fazlasında ayakta 3 Kendine bakabilme kabiliyeti kısıtlı, zamanının %50’sinden fazlasında yatağa bağımlı 4 Kendine bakamaz, tamamen yatağa bağımlı 5 Ölü 406 renal hücreli kanser erişkin malignensilerinin %2-3’ünü oluşturur. RHK’nin %50’den fazlası lokal evrede tanı almaktadır (T1-2N0M0 veya evre I-II). Son 50 yıldır açık radikal nefrektomi standart küratif girişim olarak uygulanmıştır. Robson tarafından tariflenen radikal nefrektomide ipsilateral adrenalektomi önerilmekteyse de adrenalin korunup korunmayacağı halen tartışmalıdır. Aynı zamanda genişletilmiş retroperitoneal lenfadenektomi ve sınırlı hiler lenfadenektomi yapılması da halen tartışmalı konulardır. Minimal invazif cerrahinin son yıllarda gelişmesiyle lokalize RHK tedavisinde laparoskopik radikal nefrektomi açık cerrahiye ciddi bir alternatif haline gelmiştir. Diğer bir tartışmalı konu ise nefron koruyucu nefrektomi (parsiyel nefrektomi) uygulamalarıdır. Özellikle 4 cm’den küçük (T1a) tümörlerde uzun dönem onkolojik sonuçlar açısından PN en uygun yaklaşım olarak ortaya çıkmıştır. Nefron koruyucu cerrahi çeşitli enerji kaynaklarıyla tümör ablasyonu sağlanarak da uygulanabilmektedir. Günümüzde kriyoablasyon, radyofrekans ablasyon ve yüksek yoğunluklu odaklanmış ultrason ile bu tümörler tedavi edilebilmektedir. Avrupa Üroloji Birliği (EAU)’nun kılavuzlarında cerrahi tedavi halen RHK tedavisinde en önemli tedavi modalitesi olarak öne çıkmaktadır (Tablo 12.8). 1. Evrelere göre cerrahi tedavi Evre 1 ve 2 RHK’de cerrahi tedavi Preoperatif evrelemede tümörün evre 1 veya 2 olduğu saptanmışsa cerrahi genellikle küratiftir. Parsiyel veya radikal nefrektomi ile 7 cm altındaki tümörler başarıyla tedavi edilebilir. Dikkatli seçilmiş hastalarda diğer nefron koruyucu alternatifler olan radyofrekans ablasyon, kriyoterapi veya HIFU uygulamaları yapılabilir. T2 (>7 cm) tümörlerde genellikle radikal nefrektomi tercih edilir. Radikal ve parsiyel nefrektomi kararı verilirken tümör lokalizasyonu, tümör sayısı, soliter böbrekte tümör, karşı böbrekte tümör olması gibi durumlar göz önünde bulundurulmalıdır. Evre 3 RHK’de cerrahi tedavi Bu grup hastalarda radikal nefrektomi en çok tercih edilen cerrahidir. Evre 3 tümörler adrenal veya gerota ötesine geçmeyen perinefrik tutulumun olduğu hastalardır. Büyümüş lenf nodları ve renal ven ve/veya vena kava inferior tutulumu gösterebilirler. Evre 4 RHK’de cerrahi tedavi Bu grup hastalarda gerota ötesine ulaşmış, çevreye invazyon gösteren tümörler, büyük lenf nodları ve uzak metastazlar görülür. Nefrektomi tümöre bağlı belirtilerin palyasyonu ve sistemik tedavilere yardımcı olmak amacıyla yapılır. Seçilmiş olgularda metastazlar da operasyonla çıkarılabilir. 2. Küçük renal kitlelere (KRK) yaklaşım Küçük renal kitleler (< 4cm) yaşlı veya komorbiditesi olan hastalarda sıklıkla görülür. Bu hastalarda perioperatif mortalite ve mortalite riski yüksektir. KRK’nin yaklaşık %20’sinde biyopsi veya eksizyon sonrası benign patolojiler görülür. Yüzde 20-25 oranında potansiyel agresif karakterlidirler. KRK’nin RHK olduğu gösterilse bile birçoğunda büyüme hızı düşüktür. Tanı sonrası ilk yıllarda metastaz nadir görülür. Bu durum seçilmiş hastalarda ilk olarak izlem ve progresyon olursa tedavi politikasına güç verir. Bazı yazarlar ≤ 3 cm KRK’de aktif izlemin daha doğru bir seçenek olduğunu belirtmektedirler. Zira > 3 cm kitlelerde agresif potansiyeli gösteren çalışmalar mevcuttur. Aktif izlem serilerinde tedavi edilmeyen lokalize renal kitlelerin yavaş büyüdüğü (ortalama hız:0,06-0,21 cm/yıl) ve en azından ilk yıllarda metastaz yapmaya yatkın olmadıkları gösterilmiştir. Yine de tümör boyutu ile büyüme hızı arasındaki korelasyon halen net gösterilememiştir. Düşük metastatik progresyonun gösterildiği aktif izlem serileri kısa takip süresi, benign histoloji, küçük tümör boyutu ve çalışmaların birçoğunun retrospektif karakteri dolayısıyla eleştirilmektedir. Görüntüleme yöntemleri güvenilir prognostik faktörler sunamamaktadır. Progresyon ve genel sağkalımı gösteren prognostik parametreler de henüz mevcut değildir. Preoperatif değerlendirmede tedavi kararını verdiren en faydalı yöntem iğne biyopsileridir. Küçük de olsa KRK’de de metastaz riski olabileceği unutulmamalıdır. Aktif izlem çok iyi hasta uyumu ve kontrastlı BT veya MR ile sıkı takip gerektirir. Geciktirilmiş cerrahi ablatif girişimler hızlı büyüyen kitleler için saklanabilir. Tanıdan sonra tedavinin 1 yıl geciktirilmesi dahi daha sonra metastatik hastalıkla karşılaşacağımız anlamına gelmez. Daha büyük çaplı tümörler (3 ila 4 cm) hızlı büyüyorsalar metastatik progresyon riski de artabileceğinden aktif tedavi edilmeleri önerilir. Aktif izlem KRK’si olan tüm hastalara sunulabilecek bir seçenekken özellikle <4 cm kitlesi olan sınırlı yaşam beklentili hastalarda öncelikle düşünülmelidir. İzlem önerilen hastalara, küçük de olsa göz ardı edilmemesi gereken tümör progresyonu riski, nefron koruyucu cerrahi şansının yitirilmesi, metastaz oluşursa küratif kurtarma tedavileri, renal kitlelerden alınan biyopsi örneklerinin tanısal kısıtlamaları, izlem ile ilgili uzun dönem verilerin eksikliği ve takip görüntüleme takvimi için sıkı hasta uyumu gerektiği mutlaka belirtilmelidir. Bu kısıtlamaların giderilmesi ve uygun hasta kriterlerinin tam belirlenmesi için daha fazla araştırmaya gereksinim vardır. 3. Ablatif tedaviler Radikal nefrektomi 407 XII. Üroonkoloji Açık cerrahi Açık radikal nefrektomi transperitoneal veya retroperitoneal yaklaşımla yapılabilir. Açık radikal nefrektomi için mutlak endikasyonlar perirenal yağ veya adrenal invazyonu olan lokal ileri tümörler (T3a), renal ven veya vena kava tutulumu olan tümörler (T3b, c), çevre dokulara invazyon göstermiş kitleler (T4) ve genişletilmiş lenf bezi diseksiyonu planlandığı durumlardır. Sık rastlanan advers olaylar kanama, plevra hasarı ve enfeksiyondur. Daha nadir olarak barsak yaralanması, emboli ve lenfatik drenaj görülebilir. Vena kavada tümör trombüsü olan hastalarda açık radikal nefrektomi ve trombektomi en etkin tedavidir. Bu yöntemle 5 yıllık sağkalım lenf nodu tutulumu ve metastaz olmaması halinde %72’ye ulaşmaktadır. Bu cerrahide emboli ve trombüs migrasyonu gibi mortaliteyi ciddi oranda artıracak riskler vardır. Vena kava duvarının tutulması 5 yıllık sağkalımı %26’ya düşürür. Laparoskopik cerrahi Laparoskopi deneyimi yüksek olan kliniklerde radikal nefrektomi genellikle bu yöntemle uygulanmaktadır. Transperitoneal veya retroperitoneal yaklaşımların işlemin etkinliği ve güvenliği açısında farkı yoktur. Bu yöntem T1 ve T2 tümörlerde kullanılır. Komplikasyonlar genellikle damarsaldır. Cerrahın tecrübesi komplikasyon oranlarını direkt olarak etkiler. Açık yönteme göre kan kaybı ve postoperatif analjezik ihtiyacı ve postoperatif yatış süresi belirgin olarak azdır. Majör komplikasyonların azaltılmasında minimum 50 vakalık tecrübe gerektiği öne sürülmüştür. Laparoskopik ve robotik yaklaşımlarla T1 ve T2 tümörlerde açık cerrahiye yakın onkolojik başarı elde edilmektedir. Robotik cerrahide operasyon süresi ve maliyet daha yüksektir. Robotik cerrahinin laparoskopiye belirgin üstünlüğü gösterilmemiştir. Radikal nefrektomi uygulamaları nefron koruyucu cerrahinin uygulanamadığı vakalarla sınırlı hale gelmektedir. Tespit edilen lenfadenopatiler için rutin olarak genişletilmiş lenf bezi diseksiyonu yapmanın sağkalım avantajı gösterilmese de evreleme amaçlı yapılmaktadır. Adrenalektomi adrenal invazyonu düşündüren risk faktörleri varlığında yapılmalıdır. Radikal nefrektomi sonrası takip protokolü hakkında üzerinde uzlaşılmış protokoller henüz yoktur. Parsiyel nefrektomi Parsiyel nefrektomi lokalize renal kitlenin mümkün olan en fazla parankim dokusu korunarak çıkarılmasıdır. Renal fonksiyonun korunması, kronik böbrek hastalığı riskinin azaltılması ve benign kitlelerin gereksiz aşırı tedavisinin önlenmesi gibi avantajları vardır. Soliter böbreklerde sınırlı iskemi süresi uzun dönem renal 408 fonksiyonda minimal değişikliklere yol açar. Hayat kalitesi oranları parsiyel nefrektomide radikal nefrektomiye göre daha iyidir. RHK’de inkomplet rezeksiyon nedeniyle potansiyel ipsilateral rekürrens riski parsiyel nefrektominin başlıca dezavantajıdır. Toplamda %0-10 oranlarında bildirilen bu risk < 4cm kitlelerde %1-3 arasındadır. Bildirilen ipsilateral rekürrenslerin birçoğu inkomplet rezeksiyona değil multifokal papiller RHK’de olduğu gibi de novo tümörlere aittir. Cerrahi sınır pozitifliği riski diğer bir endişe nedenidir. Çalışmalarda perioperatif soğuk-kesi patolojik inceleme çok yararlı bulunmamakta ve parsiyel nefrektomi sırasında 1 mm doku marjini bırakılmasının lokal rekürrens ve progresyonun önlenmesinde yeterli olabileceği vurgulanmaktadır. Her ne kadar onkolojik tüm cerrahilerde negatif cerrahi sınır bir hedefse de parsiyel nefrektomideki cerrahi sınır pozitifliği sağkalımda gözardı edilebilecek kadar küçük değişikliklere yol açmaktadır. Laparoskopik parsiyel nefrektomilerde sıcak iskemi süresinde uzama, kanama ve idrar kaçağı gibi majör komplikasyonlar daha sık görülmektedir. Cerrahın tecrübesi laparoskopik parsiyel nefrektomi kararı verilirken en önemli parametredir. Hiler klemp kullanılması kanamayı minimize ederek, kanamasız alanda tümör eksizyonunu kolaylaştırır. Klempleme tekniği için uzlaşılmış standart bir yöntem (sadece arter veya arter-ven birlikte) yoktur. Önerilen sıcak iskemi süresi 20 dakika, soğuk iskemi süresi ise 35 dakikadır. Açık parsiyel nefrektomi Açık parsiyel nefrektomi en büyük klinik birikimin olduğu nefron koruyucu cerrahi yöntemidir. Enerji bazlı ablatif yöntemlere göre tanımlayıcı patolojik değerlendirmeye de imkân verir. Nefron koruyucu cerrahi için endikasyonlar Avrupa Üroloji Kılavuzlarında şu şekilde belirtilmiştir: 1. Mutlak endikasyonlar: anatomik veya fonksiyonel soliter böbrek. 2. Göreceli endikasyonlar: fonksiyonel karşı böbreği gelecekte etkileyecek bir riskin olması. Herediter RHK formları bu sınıfa girer. 3. Elektif endikasyonlar: lokalize unilateral RHK ve sağlam karşı böbrek. Günümüzde KRK tanısı sıklıkla konulmakta olduğundan elektif PN oranları da artmaktadır. T1a (<4 cm) tümörlerin tedavisinde altın standart yöntem haline gelmiştir. İyi seçilmiş hastalarda 4-7 cm’lik (T1b) tümörlerde de uygulanmaktadır. Küçük hasta serilerinde ≥7 cm’lik tümörlerde de hastalar iyi seçildiğinde güvenle uygulanabileceği gösterilmiştir. Günümüz tıp literatüründe T1a tümörlerde PN uygulamasının RN’ye benzer onkolojik sonuçlar vermesinin yanı sıra, nefron koruyucu etkisi nedeniyle, kronik böbrek hastalığı oranlarını azalttığı ve buna bağlı kardiyak mortalite ve morbiditeyi azalttığı, sağkalıma katkı sağladığını gösteren güçlü deliller mevcuttur. Laparoskopik parsiyel nefrektomi Yıllar içinde açık parsiyel nefrektomi standart nefron koruyucu prosedür haline gelmiştir. Halen laparoskopik deneyimi yüksek olmayan kliniklerde ilk tercih açık PN’dir. Deneyimli merkezlerde LPN açık ameliyata benzer başarıyla ve komplikasyon oranlarıyla gerçekleştirilebilmektedir. Robotik PN serileri de son yıllarda yayımlanmaya başlanmış olup benzer başarı oranlarını göstermektedir. Nefron koruyucu cerrahi KRK’si olan tüm hastalarda öncelikle önerilecek tedavidir. Enerji ile ablasyon yapılan yöntemler Kriyocerrahi ve radyofrekans ablasyonu açık, laparoskopik ve perkütan yaklaşımlarla uygulanan diğer nefron koruyucu yöntemlerdir. Bu minimal invazif tedaviler 3 cm’den küçük düşük dereceli RHK’larda tercih edilmektedirler. Enerji ablasyonu tedavilerinde tümörün azami boyutu ile ilgili uzlaşılmış bir kıstas yoktur. Bazı yazarlar 3 cm bazılarıysa 3,5-4 cm’nin bu uygulamaların yapılabileceği en büyük tümör boyutu olduğunu öne sürmektedirler. Küçük, insidental olarak tanı almış yaşlı hastalar, çoklu tümör olasılığı genetik olarak yüksek olan hastalar, iki taraflı tümörü olanlar, soliter böbrekli hastalarda enerji ablasyonu yöntemlerinin değerlendirilmesi önerilmiştir. Bu yöntemlerin potansiyel avantajları morbiditenin az olması, kısa hospitalizasyon, nekahat döneminin kısa olması, renal fonksiyonun korunması, düşük maliyetler, yüksek riskli hastalara tedavi seçeneği sunulabilmesidir. Ablatif tekniklerin sonuçlarının radikal veya parsiyel nefrektomilerle karşılaştırıldığı randomize çalışmalar henüz yoktur. Son dönemde yayımlanan bir metaanalizde lokal rekürrens hızları kriyoablasyonda %4,6, RFA’da %7,9, cerrahi eksizyonda ise %2,7 olarak bulunmuştur. İşlem sonrası onkolojik başarının değerlendirilmesinin radyolojik olarak ne kadar doğrulukla yapılabildiği de halen tartışmalıdır. Histopatolojik olarak tam tümör kontrolünün sağlandığının gösterilememesi bu yöntemlerin diğer bir zayıf noktasıdır. Enerji yoluyla ablasyon daha sonraki kurtarma cerrahilerini oluşturduğu perinefrik fibrozis dolayısıyla zorlaştırabilir. Sayılan bu nedenlerle termal ablasyon için hasta seçiminin son derece dikkatli yapılması gerekmektedir. Kriyoablasyon Kriyoablasyonda tümör hızla dondurma ve çözünme döngülerine maruz bırakılır. Bugün kriyoterapilerin %75’i açık veya laparoskopik yaklaşımlarla gerçekleştirilmektedir. Radyolojik görüntüleme kılavuzluğunda perkütan girişimler çok daha az kullanılmaktadır. Çok değişkenli analizde laparoskopik ve perkütan kriyoablasyon teknikler arasında komplikasyon oranları arasında anlamlı fark bulunmamıştır. Kansere özgü sağkalım laparoskopik kriyoablasyon ile %98-100 iken 5 yıllık sağkalım %100’dür. Çalışmalarda ortalama tümör boyutunun <2,7 cm olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Artan her 1 cm tümör boyutu için rekürrens oranı 4 kat artmaktadır. Kriyoablasyonda en çok rastlanan komplikasyon prob yerleşim yerinde ağrı veya parestezidir. Radyofrekans ablasyon Radyofrekans ablasyonu radyofrekans dalgalarının dokuda ısı enerjisine dönüşmesiyle tümörde hasar oluşturur. Bu tedavideki hasta seçim kriterleri de kriyoablasyondakine benzer. Kriyoablasyona göre radyofrekans ablasyonda reablasyon oranları daha yüksektir (%1,3 vs %8,5). Radyofrekans yönteminde perkütan yaklaşım daha çok tercih edilmiştir (%94). İşlem perkütan veya laparoskopik olarak ultrason, MR veya BT kılavuzluğunda uygulanabilir. Komplikasyonların büyük kısmını prob giriş yerinde ağrı ve parestezi oluşturur. Lokal tümör progresyon oranları kriyoablasyonda %5,2 iken RFA’da %12,9 bulunmuştur. Metastaz oranları KA’da %1 iken RFA’da %2,5’tur. Yine de bu verilerin daha çok retrospektif çalışmaların dayanak alındığı metaanalizlerde elde edildiği unutulmamalıdır. Günümüzde görüntüleme teknikleri rekürrensleri göstermede yeterli olmayabileceğinden tam ablasyonun sağlanamadığından şüphelenildiği durumlarda postablasyon biyopsileri alınması önerilmektedir. Bazı yazarlar bu biyopsileri tüm vakalarında uygulamaktadırlar. RFA’dan 6 ay sonra yapılan biyopsi sonuçlarına göre RFA başarısı %85’ten %64,8’e düşmektedir. Kriyo ve RFA tedavilerinde cerrahi yaklaşım (laparoskopik veya perkütan), renal parankim rezervi, anestezi türü (genel veya sedasyon), uygulayan hekimin branşı (ürolog veya radyolog) gibi parametreler reablasyon ve rekürrens oranlarını etkilemektedir. Doksan dokuz çalışmanın dahil edildiği bir metaanalizde PN, KA, RFA ve aktif izlem sonuçları 6471 hastadaki KRK’de karşılaştırılmıştır. Buna göre PN’ye göre KA (laparoskopik) ve RFA (perkütan)’da rekürrens yüksektir (sırasıyla RR:1.0, 7,45 ve 18.23). Ancak metastatik RHK gelişmesi açısından bu tedavi modaliteleri ile aktif izlem arasında istatistikî bir fark gösterilememiştir. Bu veriler KRK’nin “fazladan tedavi” edildiği endişesini akla getirmektedir. Seçilmiş hastalarda KRK için geciktirilmiş müdahale seçenekleri güvenli bir strateji olarak ortaya çıkmaktadır. 4. Lenfadenektominin yeri Radikal nefrektomi sırasında lenf bezi diseksiyonu 409 XII. Üroonkoloji Tablo 12.8. 2010 EAU kılavuzlarında cerrahi tedavinin yeri. Öneri Cerrahi, RHK’de tek küratif tedavi yaklaşımıdır. T1 tümörlerde nefron koruyucu cerrahi mümkünse öncelikli tedavi seçeneği olmalıdır. Genişletilmiş lenfadenektominin sağkalımı uzattığı gösterilemediğinden evreleme amaçlı yapılabilir. Adrenalektomi, (nefrektominin yanında) üst polde büyük kitlesi olan veya adrenalin direkt invazyon ihtimalinin yüksek olduğu ya da normal adrenal bezin gösterilemediği hastalar dışında çoğu hasta için gerekli değildir. Embolizasyon, cerrahi için uygun olmayan, hematüri ve yan ağrısı olan hastalarda palyatif bir yaklaşım olarak faydalı olabilir. Nefron koruyucu cerrahi, teknik olarak mümkün olduğunda 7 cm’ ye kadar soliter tüm tümörlerde standart yaklaşımdır. Parsiyel RHK rezeksiyonlarında lokal rekürrensin önlenmesi için minimal kalınlıkta tümörsüz cerrahi sınır bırakılması yeterlidir. Nefron koruyucu cerrahi sonrası 7 cm’den büyük tümörlerde ve cerrahi sınırın pozitifliğinde intrarenal rekürrens riski yüksektir. Bu hastaların sıkı takibi gerekir. Laparoskopik radikal nefrektomi T2 kanserlerde önerilir. Laparoskopik radikal nefrektomi T1 kanserlerde veya parsiyel rezeksiyonun mümkün olduğu hastalarda uygulanmamalıdır. Laparoskopik parsiyel nefrektomi deneyimli cerrahlar tarafından uygulanmalıdır. Açık parsiyel rezeksiyon soliter böbreklerdeki renal kitleler için önerilir. Küçük renal tümörlü ve/veya komorbiditeler nedeniyle cerrahi için uygun olmayan hastalara enerji bazlı ablatif yöntemler önerilebilir, örneğin kriyoterapi ve radyofrekans ablasyon. Enerji bazlı ablasyon yöntemi ile tedavi edilecek hastalarda işlem öncesi biyopsi standart olarak uygulanmalıdır. Görüntü kılavuzluğunda uygulanan mikrodalga ablasyon ve yüksek yoğunluklu odaklanmış ultrason ile ablasyon gibi perkütan ve minimal invazif teknikler halen deneysel niteliktedir. Radyofrekans ve kriyoablasyon tekniklerinde edinilen deneyim ilişkili diğer yöntemlerin kullanımında göz önünde bulundurulmalıdır. Kontrollü klinik çalışmalar dışında cerrahi sonrası adjuvan tedavi endikasyonu yoktur. Metastatik RHK hastalarında performans durumu iyiyse tümör nefrektomisinin IFN-alfa ile kombine olarak uygulanması önerilir. Senkron metastatik yayılımda metastazektomi, tümör rezeksiyona uygunsa ve hastanın performans durumu iyiyse uygulanmalıdır. Metakron metastazlarda cerrahi sonrası prognoz kötüdür. Metastazektomi daha önceden immünoterapiye yanıt vermiş ve/veya sınırlı sayıda (soliter lezyon) metakron rezidüel ve rezeksiyona uygun metastatik lezyonları olan hastalarda prognozu iyileştirmek için uygulanmalıdır. yapmanın potansiyel terapötik yararları çeşitli açılardan önemli olabilir. Öncelikle bölgesel metastazlı lenf bezlerindeki çıkarılması hastalığın retroperitona sınırlı olduğu hastalıkta kür şansı verebilir. Ayrıca klinik çalışmalarda adjuvan hedefe yönelik tedavi verilmesi gerekebilecek yüksek riskli hastaların belirlenmesinde faydalı olabilir. Sistemik mikro ve makrometastatik hastalığı olanlarda bölgesel lenf bezi diseksiyonu yeterli sitoredüksiyonu sağlayarak postoperatif sistemik tedavilerin etkisini artırabilir ve bu tedavilerin tolere edilmesini kolaylaştırabilir. EORTC 30881 kodlu çalışmada 772 hasta RN ve RN+LND kollarına randomize edilmiş ve lenf bezi diseksiyonu diyafram krusundan aort bifürkasyonuna 410 Öneri derecesi A B C A B C B B C C A C B A A B kadar yapılmıştır. Bu çalışmanın erken sonuçlarında LND’nin ek fayda sağlamadığı görülmüştür. Ancak LND destekçileri bu çalışmanın az sayıda yüksek riskli hasta içermesi nedeniyle sağkalım avantajını göstermekte yetersiz olduğunu belirtmiştirler. Gerçekten de bu çalışmada LND uygulanan hastaların sadece %3’ünde lenf bezi tutulumu vardır ve hastaların %17’sinde progresyon ve ölüm görülmüştür. Bu durum RHK’de LND’nin yararını değerlendirmeyi oldukça zorlaştırmaktadır. Diğer yandan sağkalım avantajının gösterildiği çalışmalarda hasta ve merkez sayısı kısıtlıdır, randomizasyon yoktur. Bu kısıtlı özellikteki çalışmalar metastatik hastalıkta adjuvan tedavi öncesi sitoredüktif RN ve RN+LND’nin karşılaştırılması için de yapılmış ve sağkalım avantajı gösterilmiştir. Günümüzde kullanılan radyoloji yöntemlerinin subklinik lenf bezi tutulumunu göstermekteki yetersizliği de göz önüne alındığında hangi hastalarda LND yapılacağı kararını vermek zorlaşmaktadır. Mayo Clinic grubu 1600 hastadan fazla şeffaf hücreli RHK’lı denekle yaptıkları çalışmada yüksek yerel lenf nodu tutulumu riski için 5 histolojik kriter belirlemiştir: yüksek evre (pT3 ve pT4), yüksek nükleer derece (Fuhrman 3 veya 4), büyük boyut (≥10 cm), sarkomatoid bileşen varlığı, histolojik tümör nekrozu varlığı. Bu kriterlerin iki tanesinin bulunduğu hastalara LND uygulanmıştır. Yine Mayo Clinic ve Memorial Sloan-Kettering Kanser Merkezi’nce hazırlanan nomogramda yaş, cinsiyet, performans durumu, komorbidite indeksi, başvuru belirtileri, radyolojik lenfadenopati, tümör boyutu ve yeri, nekroz varlığı, preoperatif hemoglobin, hematüri parametreleri kullanılarak lenf nodu pozitifliği %76,1 isabetle öngörülmüştür. Bu nomogramın dünyadaki diğer hasta kohortlarında da validasyonu yapılırsa RN sırasında genişletilmiş LND yapılacak hastaları belirlemede kullanılabilir. LND için anatomik sınırların belirlendiği tedavi kılavuzlarına girmiş bir protokol olmamakla birlikte diyafram krusundan aort bifürkasyonuna kadar uzanan alanda kalıp şeklinde ipsilateral ve interaortakaval LND yapılması Mayo Clinic grubu tarafından yukarıda tariflenen kriterleri bulunan yüksek riskli hastalarda önerilmektedir. 5. Adrenelektominin yeri Radikal nefrektomi sırasında profilaktik ipsilateral adrenalektomi gerekliliği tartışmalıdır. Radikal nefrektomi serilerinde ipsilateral adrenal bez tutulum olasılığı <%5’tir. Üst polde büyük kitlelerde direkt invazyon yoluyla adrenal tutulumu olasılığı artmaktadır. Ekstraadrenal metastazlarla birlikte adrenal metastazları da görülebilir. Bazı seriler bilgisayarlı tomografi ile adrenal tutulumunun büyük olasılıkla ekarte edilebileceğini bildirse de yanlış negatif oranları başka serilerde %23’e kadar çıkmaktadır. 4 cm’nin üzerindeki üst pol lezyonlarında, organa sınırlı olmayan tümör varlığında ve BT görüntülemesinde soliter adrenal metastaz şüphesi olan durumlarda ipsilateral adrenalektomi önerilebilir. Parsiyel nefrektomi uygulanan hastalarda preoperatif BT’de veya perioperatif olarak adrenal invazyonundan şüpheleniliyorsa adrenalektomi uygulanabilir. Cleaveland Clinic verisinde parsiyel nefrektomilerde adrenalektomi oranı %2 (48/2065) olarak verilmiş, bu hastaların yalnızca bir tanesinde RHK’nin direkt adrenale invazyon gösterdiği, 2 tanesinde adrenal metastazı ve 3’ünde adrenal kaynaklı tümör, 42’sinde (%87) ise benign lezyonlar tespit edilmiştir. 6. Adjuvan tedavilerin yeri Lokal ileri hastalıkta cerrahi çoğu zaman küratif olabil- mektedir. Yine de yüksek riskli kanseri olan önemli bir hasta grubunda da cerrahi sonrası lokal veya uzak relaps görülür. Bu grupta rekürrens riskini azaltarak sağkalımı uzatacak adjuvan tedavilerin geliştirilmesi yıllardır önemli bir hedef olmuştur. Ne yazık ki günümüze kadar RHK için yeterince efektif adjuvan tedavi geliştirilememiştir. Medroksiprogesteron asetatın adjuvan tedavide kullanıldığı faz 3 çalışmalarda sağkalım avantajı gösterilememiştir. Adjuvan radyoterapinin lokal rekürrenste bir miktar yarar sağladığı gösterilse de metastaz oluşumunu önlemediği ve sağkalıma faydasının olmadığı gösterilmiştir. Metastatik hastalıkta immünoterapide sağlanan gelişmenin adjuvan tedaviye de uygulanmasını araştıran faz 3 çalışmalarda, interferon ve IL-2 tek başlarına veya çeşitli diğer kemoterapötiklerle birlikte kullanılmış, ancak bugüne kadar rekürrenssiz veya toplam sağkalım avantajı gösterilememiştir. Çeşitli aşı çalışmaları da klinik uygulamaya bir türlü geçirilememiştir. Antianjiyogenik thalidomid de bu amaçlı kullanılmış, ancak metastatik hastalarda bir miktar etkili bulunsa da adjuvan olarak etkili olmamıştır. Yakın tarihli bir faz 3 çalışmasında karbonik-anhidraz IX proteinini hedefleyen G250 (ARISER) antikoru vasıtasıyla, antikor-bağımlı hücresel toksisite oluşturularak kanser yayılımının önlenmesine çalışılmıştır. Bu çalışmanın sonuçları 2012’nin dördüncü çeyreğinde açıklanacaktır. Hedefe yönelik tedavilerde kullanılan tirozin kinaz inhibitörlerinin (sunitinib, sorafenib, vs) metastatik hastalıkta kullanıma girmesi üzerine adjuvan alanda da kullanılabilecekleri fikri üroonkoloji camiasında heyecan yaratmıştır. Halen devam etmekte olan 3 randomize plasebo-kontrollü çalışmada sorafenib ve sunitinibin adjuvan tedavideki etkinlikleri değerlendirilmektedir. Bu çalışmalarda ilaç toksisitesi ve tolerabilite sorunları nedeniyle hastaların çalışma dışı kalmalarını önlemek için doz azaltılmasına gidilmiştir. Neoadjuvan tedavi için henüz bir çalışma yapılmamıştır. Neoadjuvan çerçevede değerlendirilebilecek çalışmalar preoperatif dönemde yapılan embolizasyonun yararını araştıran randomize olmayan retrospektif çalışmalardır. Bu çalışmalarda renal arter embolizasyonu yapılanlarda sadece nefrektomi yapılanlara göre sağkalım avantajı gösterilmişse de bu veriler prospektif çalışmalarla desteklenmemiştir. Hedefe yönelik tedavilerin neoadjuvan çerçevede değerlendirildiği kısıtlı serilerde tümör evresi ve boyutunun preoperatif azaltılması hedeflenmiştir ancak halen iyi planlanmış faz 2 ve 3 çalışmalar gerekmektedir. 7. Komşu organ invazyonlarında cerrahinin rolü RHK’nin %1-1,5 oranında bir kısmı uzak metastaz yapmadan lokal çevre organ invazyonu gösterir. Bu hastalar AJCC sınıflandırmasında T4 olarak değerlendirilir. Ko- 411 XII. Üroonkoloji lon, duodenum, diyafram, periton, pankreas kuyruğu, psoas kası, kostalar, karaciğer, dalak, mide, aort, karşı böbrek, adrenal ve üreter invazyonları görülebilir. Literatürde retrospektif kohort serileri ve vaka takdimleri üzerinden bu tür invazyonu olan hastalar için cerrahi başarısının son derece düşük olduğu bildirilmektedir. Bu hasta topluluğu için ilk çağdaş çalışma 2007 yılında yayımlanmıştır. 15 yıllık bir süreçte opere edilen üç binden fazla hastanın 30 tanesinde komşu organ invazyonu görülmüş ve cerrahi rezeksiyon cerrahi sınırlarda tümör olmayacak şekilde yapılmıştır. En sık tutulan organlar kolon, pankreas, diyafram, karaciğer, dalak ve bağırsak mezenteridir. İnvazyonu gösteren güvenilir preoperatif öngörü araçları yoktur. Zira hastaların %60’ında preoperatif görüntülemede T4 tümörü olduğu düşünülürken patolojik evrenin daha düşük olduğu görülmüştür. Hatta iki hastanın pT2 olduğu görülmüştür. MSKCC serisinde bu hasta grubunda pozitif cerrahi sınırın ciddi anlamda sağkalımı düşürdüğü gösterilmiştir. SEER veritabanındaki komşu organ tutulumu olan ve cerrahi uygulanan 246 hasta ile opere edilmeyen 64 hastanın verileri incelendiğinde cerrahi ile ortanca sağkalım 48 ayken opere olmayanlarda 6 aydır ([HR]:2.2). T4N0 hastalığı olanlarda sağkalımın cerrahi ile daha iyi olduğu görülmüştür ([HR]:3.7). Lenf nodu tutulumu olan hastalarda ise cerrahi faydalı görülmemektedir. Bu tip hastalarda multidisipliner yaklaşımın ve merkezin deneyiminin rolü büyüktür. Cerrahi için uygun, lenfadenopatileri olmayan, metastaz gösterilmemiş T4 hastalıkta radikal nefrektomi ve komşu organ rezeksiyonuna şans tanınması önerilmektedir. Bu kadar geniş çaplı bir operasyon için uygun hastaların belirlenmesinde kullanılacak serum belirteçleri yoktur. Büyük renal kitlelerin neden küçük bir bölümünün komşu organ tutulumu yaptığı açıklanamamıştır. 9p kromozomunda delesyon görülen hastalarda kanserin daha agresif seyrettiği ve bağımsız olarak yüksek evre hastalık ile ilintilendiği gösterilmiştir. 8. Lokal rekürrenslerde cerrahinin rolü Böbrek fossasındaki rekürrensler adrenal bez, retroperitondaki lenf nodları veya çevre yumuşak dokularda kaynaklanıyor olabilir. Adrenal ve lenf nodlarındaki rekürrensler metastatik progresyon, yumuşak dokudan kaynaklanan rekürrensler ise lokal olarak agresif tümör ve nefrektomi sırasında bırakılan tümörler olarak kabul edilirler. Küratif amaçlı yapılan RN sonrası izole lokal rekürrens oranı%1-2’dir. Kısıtlı seriler ve vaka takdimlerinde önerilen tedavi genellikle agresif cerrahidir. Tek merkezli literatürdeki en geniş seride (54 hasta) hastaların %69’unun perioperatif adjuvan sistemik tedavi aldığı dikkat çekmektedir. Bu seride kötü prognostik faktörler belirlenmeye çalışılmış ve boyut(>5 cm), sarkomatoid farklılaşma, pozitif cerrahi sınır, yüksek alkalen fosfataz, yüksek laktat dehidrogenaz öne çıkmıştır. 412 Bu risk faktörlerinin hiçbirinin olmadığı grupta kansere özgü sağkalım 111 ayken, birden çok faktörün pozitif olduğu hastalarda 8 aya düşmüştür. Hedefe yönelik tedavilerin agresif cerrahiyle kombinasyonu ile ilgili yayınlar yeni yeni filizlenmeye başlamışsa da gelecek için lokal rekürrenslerin tedavisinde bu iki modalitenin birlikte kullanımı umut vericidir. 9. Metastatik böbrek tümöründe cerrahinin yeri. Metastatik renal kanser ile başvuran veya primer tedavi sonrası metastaz veya rekürren hastalık gelişen hastalar genellikle sistemik yüksek doz interlökin-2 veya moleküler hedefe yönelik ajanlarla tedavi edilirler. Dikkatle seçilmiş metastatik RHK’li hastaların tedavi planlarında cerrahi de çeşitli roller alabilir. Sitoredüktif nefrektomi sistemik tedavi öncesi kombine bir yaklaşımın parçası olarak kullanılabilir. Metastazektomiden tek veya sınırlı sayıda metastazın tedavisinde yararlanılabilir. Primer tümörün şiddetli lokal ve sistemik belirtilerinin kontrolünde palyatif nefrektomide işe yarayabilir. Sitoredüktif nefrektomi Genellikle kötü prognozlu olan metastatik renal kanserlerin <%1’inde sitoredüktif nefrektomi başarısı gösterilmiştir. İyi seçilmiş hastalarda sitoredüktif nefrektomi sonrası uygulanan immünoterapi ile başarı bir miktar daha artmaktadır. Şeffaf hücreli RHK dışındaki tümörlerde ise sitoredüktif nefrektominin sağkalım avantajı gösterilememiştir. Evre 4 hastalıkta sitoredüktif nefrektomiye retroperitoneal lenfadenektomi eklenmesinin faydası olmamaktadır. Retroperitoneal lenf nodlarındaki tutulumun sitoredüktif nefrektomi sonrası uygulanan immünoterapi başarısı için kötü prognostik bir faktör olduğu çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir. İki randomize kontrollü çalışmada dikkatle seçilmiş hastalarda sitoredüktif nefrektominin daha sonra uygulanacak immünoterapi başarısını artırabileceği bildirilmiştir. The Southwest Oncology Group (SWOG) çalışmasında metastatik hastalar “direkt IFNa” ve “önce nefrektomi sonra IFNa” gruplarına randomize edilmiş; ortanca sağkalım ilk grupta 8,1 ayken, ikinci grupta 11,1 ay bulunmuştur. European Organisation for Research and Treatment of Cancer (EORTC) çalışmasında ise aynı süreler 7 ay ve 17 ay olarak sitoredüktif nefrektomi lehine bulunmuştur. Moleküler hedefe yönelik tedavi alan hastalarda sitoredüktif nefrektomi başarısı randomize çalışmalarla henüz desteklenmemiştir. Bir gözlemsel çalışmada sitoredüktif nefrektomi sonrası moleküler hedefe yönelik tedavi alanlarda toplam sağkalım 20 ayken nefrektomisiz grupta 9 ay olarak bulunmuştur. Halen sunitinib öncesi nefrektomi uygulamasının değerlendirildiği faz 3 CARMENA çalışması sürmektedir. Genel kanı uygun hasta- larda sistemik tedavi öncesinde nefrektomiyi destekler görünümdedir. Sitoredüktif cerrahi için uygun hastanın seçiminde şu kriterler kullanılırsa hastaların yaklaşık %90’ı sonrasında immünoterapi alabilmektedirler: a. >%75 tümör “debulking”inin mümkün olması, b. ECOG performans durumunun 0 veya 1 olması, c. Yeterli pulmoner ve kardiyak fonksiyonun olması, d. Cerrahi öncesi uygulanan biyopside şeffaf hücreli kanser bulunması, e. Ciddi karaciğer, kemik veya herhangi bir merkezi sinir sistemi metastazının bulunmaması. Metastazektomi RHK’de nefrektomiyle birlikte veya sonrasındaki relapslarda tek veya sınırlı sayıda metastatik odağa yönelik cerrahi rezeksiyon birçok merkezde uygulanmaktadır. Metastazektomi sonuçları iyi seçilmiş hasta gruplarında değişiklik göstermekle birlikte 5 yıllık sağkalım %13 ila 50 arasında değişmektedir. Sıklıkla akciğer, beyin, kemik ve yumuşak dokuya yönelik girişimler yapılmaktadır. Literatürde uzun sağkalım için nefrektomi sonrası hastalıksız sağkalımın ≥1 yıl olması gerektiği (5 yıllık sağkalım %55 vs 29), tek odakta metastazın çoklu odaklara göre avantajlı olduğu (5 yıllık sağkalım %54 vs 29, özellikle akciğerde), ECOG performans durumunun 0 veya 1 olması, sitotoksik kemoterapi uygulanmamış ve yakın zamanda ciddi kilo kaybı olamaması gerektiği vurgulanmaktadır. IL-2 ile elde edilen kısmi remisyon sonrası rezidüel tümörlerin rezeksiyonu bir süre hastalıksız sağkalım sağlamaktadır. İki yıllık progresyonsuz sağkalım %37 olarak bildirilmişse de bazı olgularda 10 yıllık hastalıksız sağkalım da görülmüştür. Rezeke edilen lezyonlarda rezidüel tümörün çevresini aktif lenfoid dokunun sardığı hatta bazılarında hiç tümöre rastlanmadığı görülmüştür. Hedefe yönelik tedavilerden sonraki metastazektomi ile ilgili seriler henüz yeterli hasta sayılarına ulaşamasa da iyi seçilmiş hastalarda cerrahinin yararını destelemektedir. İzole akciğer metastazlarında tümörün çıkarılmasıyla %20-50 5 yıllık sağkalım oranlarına ulaşılmaktadır. İzole kemik metastazlarında cerrahiyle ağrı sağaltımında ve tümör kontrolünde fayda sağlandığı görülmüş ve bir yıllık sağkalım %47, 5 yıllık sağkalım %11 olarak bildirilmiştir. Ağrı palyasyonu ve kırık önlenmesinde soliter veya dominan semptomatik kemik metastazlarında cerrahi radyoterapiye alternatif olarak sunulabilir. Beyin metastazlarında kitle etkisinin cerrahiyle ortadan kaldırılması belirtilerde hızlı düzelme sağlar ve izole metastazlarda sağkalıma az miktarda faydalı olabilir. Palyatif nefrektomi Primer tümöre bağlı lokal ve sistemik belirtilerde cerrahi bir alternatif olabilir. Yine de palyatif nefrektomi yerine daha konservatif yaklaşımlar da bu hasta grubunda önerilmektedir. Ağrı ve kanama analjezik+arteriyel anjiyoembolizasyonla tedavi edilebilir. Kanamaya bağlı olarak üreterin pıhtı ile tıkanması üreter kateterleri ve hidrasyonla giderilebilir. Hastadaki hiperkalsemi, ateş, yorgunluk gibi paraneoplastik sendrom bileşenleri ise steroid dışı antienflamatuvar ilaçlar, bisfosfonatlar ve hidrasyonla tedavi edilebilir. Okunması önerilen kaynaklar Imamura M, MacLennan S, Lapitan MC, Omar IM, Lam TBL, Hilvano -Cabungcal AM, Royle P, Stewart F, MacLennan G, MacLennan SJ, Canfield SJ, Philipp D, Aitchison M, McClinton S, Griffiths TRL, Ljungberg B, N’Dow J, the UCAN Systematic Review Reference Group and the EAU Guideline Group for renal cell carcinoma. Systematic review of the clinical effectiveness of surgical management for localised renal cell carcinoma. Aberdeen, UK: University of Aberdeen, Academic Urology Unit; 2011 Oct. www.uroweb.org/ B. Ljungberg, N. Cowan, D.C. Hanbury, M. Hora, M.A. Kuczyk, A.S. Merseburger, P.F.A. Mulders, J-J. Patard, I.C. Sinescu, Guidelines on Chronic Pelvic Pain. Uroweb 2012. Available at: http://www.uroweb.org/gls/pdf/ NEW09_Renal_Cell_Carcinoma_LR.pdf Accessed July 15, 2012. Margulis V, Master VA, Cost NG, Leibovich BC, Joniau S, Kuczyk M, Mulders PF, Kirkali Z, Wirth MP, Hirao Y, Rawal S, Chong TW, Wood CG. International consultation on urologic diseases and the European Association of Urology international consultation on locally advanced renal cell carcinoma. Eur Urol. 2011 Oct;60(4):673-83. Epub 2011 Jun 29. Review. PubMed PMID: 21752533. MacLennan S, Imamura M, Lapitan MC, Omar MI, Lam TB, Hilvano-Cabungcal AM, Royle P, Stewart F, MacLennan G, MacLennan SJ, Canfield SE, McClinton S, Griffiths TR, Ljungberg B, N’Dow J; UCAN Systematic Review Reference Group; EAU Renal Cancer Guideline Panel. Systematic review of oncological outcomes following surgical management of localised renal cancer. Eur Urol. 2012 May;61(5):972-93. Epub 2012 Feb 25. PubMed PMID: 22405593. Van Poppel H, Becker F, Cadeddu JA, Gill IS, Janetschek G, Jewett MA, Laguna MP, Marberger M, Montorsi F, Polascik TJ, Ukimura O, Zhu G. Treatment of localised renal cell carcinoma. Eur Urol. 2011 Oct;60(4):66272. Epub 2011 Jun 29. Review. PubMed PMID: 21726933. 12.1.2.5 Böbrek tümörlerinde hedefe yönelik tedaviler renal hücreli kanser (RHK) erkeklerde 7., kadınlarda 8. en sık rastlanılan kanserdir. Modern radyolojik görüntüleme yöntemlerindeki gelişmeler sayesinde yeni tanı alan olguların %60’ı rastlantısal olarak tespit edilmektedir. Fakat hastaların %20-30’u da tanı anında metastatik hastalık(mRHK) evresindedir. Lokalize evrede tanı konulup tedavi edilen hastaların da %30’unda rekürens ve metastaz gelişmektedir. Metastatik evrede 5-yıllık sağkalım %10’dan azdır. RHK’in çoklu ilaç direnci proteini (p-glikoprotein) eksprese etmesi nedeniyle klasik sitotoksik kemoterapiye ve radyoterapiye dirençli tümör olması, mRHK tedavisini zorlaştırmaktadır. Önceleri, tedavi arayışları 5-florourasil’in de eklendiği immünoterapi kombinasyonları üzerine yoğunlaşmış, %15-30 413 XII. Üroonkoloji oranında etkili olduğu bildirilmiştir. Fakat, prospektif randomize çalışmalar kombinasyon tedavilerinin monoimmünoterapiye üstünlüklerinin olmadığını göstermiştir. İnterferon-alfa (IFN-α) veya ciddi yan etkileri olan yüksek doz interlökin-2monoterapileri sadece şeffaf hücreli RHK ve iyi prognostik faktörlere sahip seçilmiş hastalarda etkili olmaktadır. RHK’in moleküler biyolojisinin daha iyi anlaşılmasıyla birlikte renal kanser hücresinin metabolizmasında rol alan enerji, gıda, demir ve oksijen düzeyini kontrol eden bazı moleküllerin hedeflenebileceği anlaşılmış, hedefe yönelik tedaviler (HYT) geliştirilmiştir. HYT temel olarak anti-anjiyogenik özellikte olup, kanserli hücrenin büyümesi ve yayılmasında önemli olduğu kanıtlanan spesifik moleküler yolları ve etkilerini bloke eder. Amaç kanserli hücreleri öldürürken mümkün olduğunca normal hücrelere zarar vermemektir. Ama bu anlamda henüz sadece kanser hücrelerini etkileyen bir tedavi yoktur. Yine de kemoterapininkilere kıyasla HYT yan etkileri ile çok daha rahat baş edilebilmektedir. HYT’in geliştirilmesi amacıyla ailesel renal kanserler incelenmektedir. HYT planlanırken dikkate alınması gerekli faktörler RHK’in durumu (metastaz yaygınlığı ve etkilenen organlar, patolojik alt tipi), hastanın durumu (yaşı, komorbiditeleri, performans durumu, sağ kalım beklentisi, kullandığı ilaçlar, kan değerleri ve nefrektomi yapılıp yapılmadığıdır. A. Şeffaf hücreli renal kanserlerin tedavisinde hyt Şeffaf hücreli RHK (şhRHK) tüm böbrek kanserlerinin %75’ini oluşturur. Von Hippel-Lindau (VHL) hastalığı böbrek dahil pek çok organda tümör ile karakterize kalıtsal bir sendromdur. Bu hastalarda erken yaşta bilateral, multifokal şhRHK görülür. VHL geni kromozom 3’te bulunan bir tümör süpresör genidir. VHL gen mutasyonu şhRHK’in %91’inde bulunmakta, diğer RHK alt tiplerinde ve onkositomda bulunmamaktadır. VHL yolağında VHL gen ürünü olan VHL protein kompleksi hypoxia inducible factor1α (HIF1α) ve HIF2α’nın regülasyonundan sorumludur. HIF1α hipoksik durumlarda hücresel cevabı kontrol eder. VHL kompleksi ortamda oksijen düzeyi normal olduğunda hidroksile haldeki HIF1α’ya bağlanarak degradasyonunu sağlarken, hipoksi durumunda ve VHL geninde mutasyon olduğunda HIF1α hidroksile olamayacağı için degrade olamaz ve ortamda birikir. HIF1α nükleusa girerek HIF1β ile HIF kompleksini oluşturur. HIF kompleksi de anjiyogenez, pH regülasyonu, glukoz kontrolü, hücre proliferasyon ve sağ kalımını arttırarak tümör gelişimine neden olan vascular endothelial growth factor(VEGF), platelet-derived growth factor (PDGF), epidermal growth factor reseptörü (EGFR), karbonik anhidraz 9 (CA9), eritropoietin (EPO) ve glukoz transporter (GLUT1) genlerinin transkripsiyonunu arttırır (Şekil 12.8). HIF1α 414 aktivitesi ayrıca başka büyüme faktörü ve hücre adezyon yolları (örneğin, mammalian target of rapamycin (mTOR) ve Ras/Raf/mitogen-activated proteine kinase sinyal yolları) ile regüle edilir (Şekil 12.8). HIF2α artışı da neo-anjiyogeneze katkıda bulunur. mTOR ile regulatory–associated protein of mTOR (raptor) arasındaki multi-moleküler kompleks (mTORC1) ve rapamycininsensitive companion of mTOR (rictor) arasındaki multi-moleküler kompleks (mTORC2) hücre proliferasyonu, sağ kalım ve tümör anjiyogenezinde önemli roller alır. VEGF ve PDGF mTORC1 aktivitesini stimüle eder. Bugün için HYT, VHL/HIF yolağını hedefleyen tirozin kinaz inhibitörleri (TKI) ve mTORC1 inhibitörleri üzerine yoğunlaşmıştır. FDA onayı almış 4 TKI ve 2 mTOR inhibitörü kullanımdadır. 1. Tirozin kinaz inhibitörleri a. Sorafenib (Nexavar®) VEGFR-2 ve -3, PDGFRβ, FMS benzeri tirozin kinaz 3 (FLT-3), Raf-1/C-Raf, B-Raf, RET ve c-KIT’i inhibe eder. Sorafenib oral alınabilir. Sistemik immünoterapi başarısızlığını takiben sorafenib ile plasebo karşılaştırılması yapılan çapraz karşılaştırmayı da içeren randomize bir faz-3 çalışmada (TARGET) sorafenib kolunda progresyonsuz sağ kalımda 3 aylık artış rapor edilmiştir.Sitokin ve sunitinib tedavisine dirençli hastalarda sorafenib ikincil tedavi olarak kullanılır (Tablo 12.9). Sorafenibe özgü yan etkiler yorgunluk, bulantı, kusma, diyare, dispne, alopesi, hipertansiyon,dispepsi, stomatit, anoreksi, deride döküntü, el-ayak sendromu ve hipotiroidizmdir. b. Sunitinib (Sutent®) Direkt anti-tümör ve anti-anjiyogenik aktiviteye sahip olup, VEGFR-1, -2 ve -3, PDGFR-α ve β, RET, c-KIT ve FLT-3’ü inhibe eder. Sunitinib oral alınabilir .Birincil tedavi olarak sunitinib ile IFN-α’nın karşılaştırıldığı çapraz karşılaştırmayı da içeren bir faz-3 çalışmada daha önce benzer ilaç almayan, düşük ve orta riskli hastalarda sunitinibin progresyonsuz ve genel sağkalımda istatistikî olarak daha başarılı olduğu görülmüştür. Sunitinib iyi ve orta riskli mRHK’in birincil tedavisinde standart tedavi olarak kabul edilmektedir (Tablo 12.9). Sunitinib hızlı tümör küçülmesi yapabilme özelliği nedeniyle büyük tümör kitlesi olan semptomatik, düşük ve orta riskli hastalarda ilk tercih olarak önerilmektedir. Sunitinibe özgü yan etkiler yorgunluk, el-ayak sendromu, bulantı, kusma, diyare, hipertansiyon, dispepsi, stomatit, anoreksi, deride renk değişimi ve hipotiroidizmdir. Hipertansiyon ve koroner arter hastalığı olan hastalarda kardiyak toksisite riski nedeniyle sunitinibin kullanımı uygun değildir. c. Bevasizumab (Avastin®) ve IFN-α ile kombinasyonu Bevasizumab tüm VEGF-A izoformlarına bağlanan ve nötralize edebilen insan monoklonal antikorudur. İntravenöz verilir. Bevasizumab monoterapisi immünoterapiye dirençli hastalarda plaseboya karşı progresyonsuz sağkalımda artış sağlamıştır. Çift kör randomize bir faz3 çalışmada bevasizumab ve bevacizumab+IFN-α kombinasyonu karşılaştırılmıştır. Yüksek riskli hastalarda bir katkısı yok iken, daha önce benzer tedavi almamış, düşük ve orta riskli hastalarda kombinasyon tedavisi progresyonsuz sağ kalımda (genel sağ kalım hakkında kesin veri yok) önemli derecede uzama sağlamıştır. Bevasizumab+IFN-α kombinasyonu asemptomatik, özellikle sadece veya yoğunluklu olarak akciğer metastazları olan düşük ve orta riskli hastalarda ilk tedavi tercihi olarak önerilmektedir (Tablo 1). Bevasizumaba özgü yan etkiler yorgunluk, bulantı, kusma, diyare, dispne, alopesi, hipertansiyon, abdominal ağrı, influenza benzeri bulgular, gastrointestinal perforasyon, kanama, proteinüri, konjestif kalp yetmezliği, arterial tromboembolizm ve yara iyileşme problemleridir. d. Pazopanib (Votrient®) Pazopanib PDGFR, VEGFR ve c-KIT’i inhibe eden anti-anjiyogenik inhibitördür. Oral alınabilir. Prospektif randomize bir çalışmada daha önce benzer tedaviler almamış hastalarda ve immünoterapiye dirençli hastalarda plasebo ile yapılan karşılaştırmada progresyonsuz sağkalımda ciddi düzelme elde edilmiştir. Pazopanib iyi ve orta riskli mRHK’in birincil tedavisinde sunitinibe bir alternatif olabilir (Tablo 12.9). Pazopanibe özgü yan etkiler yorgunluk, bulantı, kusma, diyare, abdominal ağrı, anoreksi, aritmi, hipertansiyon, hepatotoksisite ve kanamadır. Araştırma aşamasında olan farklı reseptörlere de afinite gösteren TKI (axitinib, tivozinib, reyorafenib, linifanib, dovitinib ve cediranib) üzerine faz 2 çalışmaları yapılmaktadır. 2. Mammalian target of rapamycin (mTOR) inhibitörleri a. Temsirolimus (Torisel®) Temsirolimus intravenöz verilir. Yüksek riskli olgularda birincil tedavi olarak” temsirolimus”, “IFN-α” ve” temsirolimus+ IFN-α” kombinasyonunun karşılaştırıldığı randomize faz 3 bir çalışmada temsirolimus diğer Şekil 12.8: HIF1α’nın (hypoxia-inducible factor) ortamdaki oksijen durumuna göre VHL geni tarafından veya VHL mutasyonu olup olmamasına bağlı olarak regülasyonu. VHL proteini varlığında HIF1α hidroksilasyonla birlikte proteozomal degradasyona uğrar. Hipokside veya VHL geninde mutasyon olduğunda stabilize hale gelen HIF1α nükleusta etki göstererek VEGF, PDGF, TGFα, GLUT1, CA-9 ve EPO gibi hedef genlerin transkripsiyonunu sağlayarak etkilerinin ortaya çıkmasına neden olur. 415 XII. Üroonkoloji iki gruba göre progresyonsuz ve genel sağkalımda daha başarılı bulunmuştur. Yüksek riskli mRHK tedavisinde temsirolimus birincil tedavi seçeneğidir (Tablo 12.9). Temsirolimusa özgü yan etkiler bulantı, kusma, diyare, dispne, asteni, pnömonit, ödem, stomatit, anoreksi, asteni, hipertansiyon, deride döküntü ve anemidir. b. Everolimus(Afinitor®) Everolimus oral alınabilir. Başarısız sunitinib veya sorafenib tedavisi almış hastalarda yapılan bir randomize çift kör faz-3 çalışmada iyi bir destekleyici bakım eşliğinde everolimus ve plasebo karşılaştırması progresyonsuz sağkalım açısından everolimus lehine sonuç vermiştir. Everolimus mRHK’in ikincil tedavisinde standart tedavi olarak kabul edilmektedir (Tablo 12.9). Everolimusa özgü yan etkiler yorgunluk, bulantı, kusma, diyare, dispne, asteni, pnömonit, ödem, hiperglisemi, stomatit, oral ülserasyon, anoreksi, deride döküntü ve anemidir. 3. HYT’in Kombinasyonu Bugüne kadar elde edilen verilere göre, mRHK’in tedavisinde kullanılan herhangi bir ilacın küratif etkisi yoktur. Ayrıca, verilen ilacın klinik etkinliğini ölçebilecek belirleyici veya görüntüleme yöntemine de sahip değiliz. HYT ile hastalığın progresyonu bir süre durdurulabilmektedir. Sonra ya tedavi sırasında ya da ilaç kesildikten kısa veya uzun süre sonra progresyon gelişmektedir. Bu nedenle tedavide ilk amaç HYT ile mRHK’i uzun süre stabilize ederek, kronik hastalık haline getirebilmektir. İmmünoterapiye ve HYT’ye dirençli olguların tedavisine yönelik klinik çalışmalar devam etmektedir. Burada direnç gelişimi ile vurgulanan muhtemel farmakokinetik direnç gelişimine ek olarak, HIF1α aktivitesini regüle eden bilinenin yanında bilinmeyen pek çok yolağın var olmasıdır. Mevcut HYT ile birkaç yolak inhibe edilirken, başka bir veya birkaç yolak üzerinden bu etki bypass edilebilmekte (anjiyogenik kaçış teorisi) ve zamanla verilen HYT başarısız olmaktadır. Bir ilaca direnç geliştiğinde aynı gruptan bir başka ilaç ile iyi cevap alınabilmesi bu teoriyi desteklemektedir. Direnç gelişiminde etkili olabilecek diğer nedenler ek mutasyonlar, bazı genlerin upregülasyonu ve bazı mediatörlerin aktivasyonu olabilir. Ayrıca, bu mekanizmalar VHL/HIF yolağından bağımsız çalışıyor da olabilir. Direnç problemine yönelik uygulamalardan biri pek çok hedefe aynı anda afinite gösteren ilaçların (sunitinib, sorafenib gibi) geliştirilmesi ve sıralı bir şekilde uygulanması, diğeri de ilaçların kombinasyon tedavileri şeklinde uygulanmasıdır. Kombinasyon tedavilerinde pek çok hedef molekül aynı anda bloke edilirken toksisite de artar. Bu nedenle doz azaltılması gerekir. Ayrıca, bu konuda bevasizumab, temsirolimus, everolimus, sunitinib ve sorafenib ile değişik kombinasyon çalışmaları yapılmaktadır. Kombinasyon tedavileri ile eldeki hedefleri hedef moleküllerin aynı anda blokajı ile tüketiyor 416 muyuz, kombinasyon tedavisi başarısız olduğunda elimizde hangi seçenek kalacak sorularını da tartışmaya açmıştır. Tek ajanlı sıralı tedavi ile birincil ilaca direnç gelişirse, farklı molekülleri de hedefleyen ikincil bir ilaçla olumlu sonuç elde etmek amaçlanmıştır. Örneğin, birincil tedavi olarak TKI almış hastalarda ikincil tedavi olarak mTOR inhibitörü kullanmak iyi tercihtir. Böylece farklı ilaçlar uygulayarak uzun süren progresyonsuz sağ kalım sağlanabilmektedir. Ayrıca bu yöntemde ilaç dozunda azaltma yapmaya da gerek yoktur. Sıralı tedavi uygulamasında da çözülmesi gereken problem maksimal klinik başarı sağlamak için hangi ilaçların nasıl bir sırada verileceğidir. Bazı ilaçlar arasında tam veya kısmi direnç olabilir. Sunitinib ve sorafenib arasında tespit edildiği gibi bazı ilaçlar arasında karşılıklı direnç olmaması da bu ilaçların ardışık kullanılabilmesine olanak tanır. Bu konuda çalışmalar devam etmektedir. CONCERT çalışması sunitinibe dirençli olgularda ikincil tedavi olarak sorafenib+düşük doz IFNα verilmesini araştırmaktadır. Bu konuda yapılmış ilk faz 3 randomize çalışma (RECORD-1), birincil olarak sunitinib veya sorafenib verilenlerde ikincil tedavi olarak everolimus verilmesini önermiştir. Faz 3 AXIS çalışması birincil TKI, mTOR inhibitörü veya sitokin verilenlerde ikincil tedavi olarak axitinib etkinliğini çalışmaktadır. Bir başka faz 3 çalışma (INTORSECT) birincil sunitinib kullanılmasını takiben ikincil tedavi olarak sorafenib+temsirolimus kombinasyonunu çalışmaktadır. B. Şeffaf hücreli olmayan renal kanserlerin tedavisinde HYT Şeffaf hücreli olmayan RHK’in insidansının düşük olması nedeniyle henüz tamamlanmış faz 3 randomize prospektif çalışmalar yoktur. Eldeki verilere göre temsirolimus ilk seçenek olarak tercih edilmektedir. Sunitinib ve sorafenibin de etkili olduğu yönünde retrospektif analiz verileri mevcuttur. 1. Tip 1 papiller renal karsinom (Herediter papiller renal karsinom, HPRC) Bilateral, multifokal tip 1 papiller renal karsinom ile karakterize kalıtsal bir sendromdur. Kromozom 7’deki MET geni HPRC genidir. MET geninin tirozin kinaz bölgesinde mutasyonlar tespit edilmiştir. Faz 2 çalışmalarda c-MET ve VEGFR2’ye karşı geliştirilmiş foretinib, EGFR TKİ olan erlotinib tek başına veya bevasizumab ile kombinasyonları araştırılmaktadır (Şekil 12.8). 2. Tip 2 papiller renal karsinom (Herediter leyomiyomatozis renal hücreli karsinom, HLRCC) Uterin ve kütanöz leyomiyomlar ve papiller renal karsinom ile karakterize kalıtsal bir sendromdur. HLRCC oldukça agresif, çok küçük olmasına rağmen metastaz Tablo 12.9. Renal hücreli kanserin hedefe yönelik tedavisinde algoritma (2012 verilerine göre). PATOLOJİ TEDAVİ DÜZENİ RİSK GRUBU* STANDART TEDAVİ OPSİYONEL TEDAVİ Şeffaf hücreli Birincil tedavi İyi veya orta risk Sunitinib Sitokinler Bevasizumab+IFNα Sorafenib Pazopanib Kötü risk Temsirolimus Sunitinib İkincil tedavi Sitokinlere dirençli Sorafenib Sunitinib Pazopanib Temsirolimus TKİ’ne dirençli Everolimus mTOR inhibitörlerine Prospektif dirençli randomize çalışmalar Şeffaf hücreli Prospektif randomize Sunitinib olmayan çalışmalar Temsirolimus Sorafenib Kemoterapi (5-florourasil, gemsitabin, kapasitabin, floksuridin) * Memorial Sloan-Kettering Cancer Center (Motzer) risk klasifikasyonunda kötü prognostik kriterler Karnofsky performans skoru <80, nefrektomi yapılmamış olması, düşük hemoglobin düzeyi, laktat dehidrogenaz >1.5x normal değer, serum kalsiyum >10 mg/dl. Bu risk faktörlerinden hçbirine sahip olmayan hasta iyi, 1 veya 2’ne sahip olan orta, 3 veya daha azlasına sahip olan kötü risk grubuna dahildir. yapmaya eğilimli bir kanserdir. Bu nedenle tanı konulduğunda erken cerrahi rezeksiyon önerilmektedir. HLRCC geni krebs siklusu enzimi olan fumarat hidrataz genidir (kromozom 1). Bu gen inaktif olduğunda ortamda biriken fumarat, HIF prolyl hidroksilazı inhibe ederek HIF hidroksilasyonunu ve böylece VHL tarafından tanınmasını ve degredasyonunu önler (Şekil 12.8). Bu nedenle tedavi amaçlı HIF yolağını hedefleyen ilaçlar araştırılmaktadır. 3. Kromofob renal kanser Ailesel Birt-Hogg-Dube (BHD) benign kütanöz lezyonlar (fibrofoliküloma), pulmoner kistler ve bilateral multifokal kromofob, hibrid onkositom ve şhRHK, ve onkositomlarla karakterize kalıtsal bir kanser sendromudur. BHD geni kromozom 17’de bulunan bir tümör süpresör genidir. BDH gen ürünü follikülin (FLCN), iki follikülin bağlayıcı protein (FNIP1 ve FNIP2) ile kompleks oluşturur. Bu kompleks mTORC1 ile fosforile edilerek, hücrenin enerji durumunu, aynı zamanda mTOR aktivitesini de regüle eden AMPK’ya (5’-AMP-activated protein kinase) bağlanır. Oluşan kompleks feedback inhibisyon ile PI3K (phosphatidylinositol 3-kinase)-Akt (proto-oncogene c-Akt)-mTOR hattını bloke eder. Sonuçta HIF1α stabilize olamaz ve parçalanır. BHD sendromunda olduğu gibi FLCN eksik ise Akt, mTORC1 ve mTORC2 aktive olur ve VHL/HIF yolağından bağımsız olarak HIF stabilize olur ve etkisi ortaya çıkar (Şekil 12.8).Bu nedenle bu yolağı hedef alan sporadik ve BDH bağımlı kromofob hücreli renal kanserlere karşı başta mTOR inhibitörleri olmak üzere tedavi ajanları çalışılmaktadır. Ayrıca kromofob renal kanserde c-KIT tirozin kinaz reseptörünün de upregüle olduğu gösterilmiştir. c-KIT’i inhibe eden imatinib, sunitinib ve sorafenib tedavi amaçlı çalışılmaktadır (Şekil 12.8). Toplayıcı kanal renal kanser oldukça nadir görüldüğü için tedavi önerisi yapabilmek için randomize prospektif bir çalışma henüz yapılamamıştır. C. HYT’in cerrahi ile birlikte kullanımı Sitokinlerin yaygın olarak kullanıldığı yıllarda, mRHK’in standart tedavisi sağ kalım avantajı ile sistemik tedavi öncesi sitoredüktif nefrektomi (SRN) idi. HYT varlığında SRN’nin yeri henüz netleşmemiştir. Klinik yaklaşım hastanın klinik durumu ve metastatik hastalığın yayılımına göre şekillendirilmektedir. Genel olarak, tümör kitlesinin böbrek dışına uzanımı az, daha çok böbrek içinde ise SRN ve adjuvan sistemik tedavi önerilmektedir. Tümör kitlesi böbrek dışına çok yayılmış ve SRN’nin etkinliğini azaltabilecek derecede ise veya tümör hızlı progresyon gösteriyor ise neoadjuvan tedavi ve SRN önerilmektedir. 1. HYT’in Adjuvan Kullanımı SRN’nin tüm patolojik alt tiplerde sağ kalım avantajı sağlayabileceği hipotezi test edilirken, uygun hasta grubunun özellikleri, hangi HYT ajanı veya ajanlarının hangi sırayla verilecekleri çözüm bekleyen sorunlardır. SRN’nin yeri, sunitinibin kullanıldığı bir faz 3 çalışma- 417 XII. Üroonkoloji da (CARMENA) halen araştırılmaktadır. mektedir. Lokal ileri evre RHK’de 5 yıllık sağkalım %40-60’tır. Lokalize RHK için cerrahi geçirenlerde lokal veya sistemik rekürens riski %20-40’dır. Yüksek riskli veya lokal ileri RHK’de cerrahi sonrası sitokin tedavisi başarılı bulunmamıştı. Bugün bu grup hastalarda HYT’nin yeri bazı çalışmalarda araştırılmaktadır: ASSURE çalışması 4 cm’den büyük tümörü olup opere edilmiş hastaları patolojilerine göre şhRHK ve şeffaf hücreli olmayan kanser gruplarına randomize etmiş, 1 yıl süreyle sunitinib, sorafenib ve plasebo tedavilerine almıştır. SORCE çalışması hastaları patolojilerine göre şhRHK ve şeffaf hücreli olmayan kanser gruplarına randomize etmiş, 1-3 yıl süreyle sorafenib veya 3 yıl süreyle plasebo tedavilerine almıştır. S-TRAC çalışması hastaları, 1 yıl süreyle sunitinib ve plasebo tedavilerine randomize etmiştir. ARISER çalışması hastaları G250 monoklonal şimerik antikor ve plasebo tedavilerine randomize etmiştir. EVEREST çalışması ise tüm patolojik alt tiplere sahip hastaları everolimus ve plasebo tedavilerine randomize etmiştir. Okunması önerilen kaynaklar 2. HYT’lerin neoadjuvan kullanımı Neoadjuvan HYT’nin potansiyel avantajları tümör boyutunda azalma sağlayarak takiben yapılacak cerrahiyi kolaylaştırıp etkili hale getirmek, sistemik tedavinin daha erken başlanılmasına olanak tanımak ve sistemik tedaviye cevap vermeyecek dirençli olguların belirlenerek HYT öncesinde etkisiz olabilecek bir SRN ve komplikasyonlarından hastayı korumak için bir fırsat sunmasıdır. Dezavantajı olabilecek yara iyileşme problemi veya tedaviye bağlı morbiditeler konusunda henüz bir bildiri yapılmamıştır. mRHK’de neoadjuvan HYT konusunda randomize prospektif çalışmalar henüz yoktur. Kontrollü randomize çalışmalara ihtiyaç vardır. Mevcut seriler retrospektif niteliktedir. Sunitinib uygulanan bir seride 17 hastanın 4’ünde kısmi cevap gözlenilmiş, tümör volümünde %31 azalma olmuştur. Bir başka seride inferior vena kavasında tümör trombüsü olan 4 hastada sunitinib tedavisi sonrası tümör trombüsünde, retroperitoneal lenf nodlarında ve renal fossa rekürenslerinde küçülme olmuştur. Sonuç olarak, mevcut kullanımda olan HYT ajanları henüz komplet kür elde etmekte yetersizdir. İyi bir sonuç için hangi hastada hangi HYT ajanının seçileceği sorusu çözümlenmeyi beklemektedir. Patolojik alt tipine göre etkili ajanların bulunmasına, optimum uygulanma sıraları ve cerrahi ile birlikte uygulanmalarının standardize edilmesine ve hasta seçiminde, tedavi seçiminde ve tedaviye cevabın izlenilmesinde tümör belirleyicilerine ihtiyaç vardır. Bugüne kadar elde edilen veriler, renal kanserde oluşan temel metabolik mekanizmaların aydınlatılmasıyla birlikte daha kalıcı ve etkili tedavi ajanlarının kullanıma sunulacağı yönünde ümit vaat et- 418 1. Linehan WM, Bratslavsky G, Pinto PA, Schmidt LS, Neckers L, Bottaro D, Srinivasan R. Molecular Diagnosis and Therapy of Kidney CancerAnnu Rev Med. 2010; 61: 329–343. 2. Molina AM, Motzer RJ. Clinical Practice Guidelines for the Treatment of Metastatic RenalCell Carcinoma: Today and Tomorrow The Oncologist2011;16:45–50. 12.2 Prostat kanseri 12.2.1 Prostat kanser epidemiyolojisi ve risk faktörleri prostat kanseri dünyada en yaygın beşinci, erkeklerde ise ikinci en sık görülen malignitedir. Genel olarak yeni kanser vakalarının gelişmiş ülkelerde %19’unu, gelişmekte olan ülkelerde ise %5,3’ünü oluşturur. İnsidans ve mortalite oranları ırk, diyet alışkanlığı, yaşam tarzı, coğrafya, tarama çalışmaları ve önleyici tedavi gibi nedenlerden dolayı farklı etnik popülasyonlarda, farklı ülkelerde ve aynı ülkenin farklı bölgelerinde dahi değişkenlik gösterebilmektedir. 1990’ların başından itibaren yeni tanısal yöntemler ve gelişen tedaviler sayesinde hastalığın insidansında, tanı anındaki evresinde ve mortalite oranlarında anlamlı değişiklikler olmuştur. En düşük yıllık insidans hızları Asya’da (Çin’de 100.000 başına 1.9 vaka), en yüksek ise Kuzey Amerika ve İskandinavya, özellikle Afro-Amerikalılar’da görülmektedir (100.000 kişide 249 vaka) Mortalite de, ülkeler arasında büyük farklılıklar göstermektedir. Karayiplerde en yüksek (yılda 28/100.000), Güneydoğu Asya, Çin ve Kuzey Afrika’da ise en düşüktür.(yılda 5/100.000 ). Kanser kayıt merkezlerinin, yaşa standardize 5-yıllık sağkalım oranları verilerine bakılırsa ABD’de daha yüksek (%92), Avustralya ve Kanada’da %80 kadar, Danimarka, Polonya, ve Cezayir’de ise %40’lara düşmektedir. Ülkemizde İzmir ilinde yapılmış ilk ve tek insidans çalışmasında prostat kanseri en sık görülen 5. kanser olarak tespit edilmiş ve 1995–1996 yılları arasında insidans 9.1/100.000 olarak bildirilmiştir. Amerikan Kanser Topluluğunun verilerine göre hastalıkla yaşam boyu karşılaşma riski %16.7, ölüm riski ise %2.5 olarak bildirilmiştir. 1991 yılından itibaren prostat spesifik antijenin (PSA) yaygın olarak kullanılması ile kanser tanısında yıllık yaklaşık % 1,7 artış izlenirken agresif tedavi yöntemlerinin kullanılmasıyla mortalite oranlarında her yıl için % 4 azalma dikkat çekmiştir. Prostat kanser insidansındaki ve hatta mortalitesindeki oranların coğrafik bölgelere göre büyük farklılıklar göstermesi, kanser gelişiminde çevresel faktörlerin, diyet, yaşam tarzı ve genetik yapı gibi multifaktöriyel para- metrelere bağlanmıştır. Bu parametrelerin hastalığı nasıl tetiklediği veya hastalığın progresyonunda nasıl rol aldığı konusundaki veriler sınırlıdır ve bu konuyla ilgili çalışmalar devam etmektedir. hastalıktır, ne yazık ki henüz bir veya birkaç genden meydana gelen değişikliklerle ilgili bazı herediter formları tanımlanmıştır ve sebep olabilecek diğer faktörler araştırılmaktadır. Tanı yaşı ve evresi Sonuç olarak ailede prostat kanseri öyküsü olması, hastalığın gelişmesi için en büyük risk faktörü olarak kabul edilir ve genetik yatkınlık, tüm yaygın kanserler arasında olası en güçlü risktir. Bu risk grubuna giren hastaların, normal popülasyona göre daha erken yaşta ve sık aralıklarla PSA taraması yaptırmaları önerilmektedir. Prostat kanseri genç erkeklerde nadiren teşhis edilir. Tüm vakaların sadece %2’si 50 yaşın altındadır. Tanıda medyan yaş 68’dir, %63 hasta 65 yaşından sonra tanı alır. Prostat kanseri insidansı ve mortalitesinde PSA’nın klinik kullanıma girmesiyle ciddi değişiklikler olmuştur. Özellikle lokalize hastalık insidansı artarken metastatik hastalık insidansı azalmış, hastalığa bağlı yaşam süresi uzamıştır. Son yıllarda Amerika (Prostat, Akciğer, Kolorektal ve Over kanseri tarama çalışması) ve Avrupa’da (Avrupa Randomize Prostat Kanseri Tarama Çalışması) PSA’nın prostat kanserinde mortalite üzerine etkisi ile ilgili iki büyük randomize çalışmanın sonuçlarına göre 2 önemli nokta ortaya konulmuştur. Bunlardan birincisi bu hastalığın sessiz ilerlediği ve çok az oranda mortaliteden sorumlu olduğudur. Diğeri ise taranan hastalara verilecek olan tedavinin morbiditesinin çok iyi değerlendirilmesi gerekliliğidir. Risk faktörleri Prostat kanseri etyopatogenezinde rol alan spesifik nedenler tam olarak bilinmemekle beraber genetik ve çevresel faktörlerin hastalığın gelişiminde önemli rol oynadığına dair önemli kanıtlar bulunmaktadır. Birçok kanser tipinde olduğu gibi hastalıktan sorumlu tek bir ajan veya süreç tanımlanamamıştır. Bununla birlikte, son yıllarda yapılan geniş çaplı epidemiyolojik çalışmalar, prostat kanserinin doğasını daha anlaşılır hale getirmiş ve bazı risk faktörlerinin ortaya çıkarılmasını sağlamıştır. Herediter prostat kanseri Yapılan epidemiyolojik çalışmalarda da prostat kanserinin hem ailesel hem genetik komponentinin olduğu gösterilmiştir. Meta-analizler sonucunda etkilenen akraba sayısı, yakınlık derecesi ve hastalığa yakalanma yaşı ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Özellikle herediter prostat kanserinde 3 önemli nokta vardır; (i) yaşı 55 altında olanlar yaşlılara göre daha yüksek risk altındadır, (ii) erken başlangıçlı prostat kanserinde ailesel kümelenme daha güçlüdür, (iii) ailede etkilenen birey sayısı ve hastalığın başlangıç yaşı önemli risk faktörleridir. Yapılan çalışmalarda prostat kanserini tetikleyebilecek RNasel (HPC1, herediter prostat kanser 1 bölgesi), ELAC2 (HPC2 bölgesi) ve MSR1 gibi bazı genler belirlenmiştir. Sonuç olarak prostat kanseri poligenik bir İnflamasyon, infeksiyon ve genetik Kronik inflamasyonda, hücresel aşırı çoğalma zedelenmiş dokunun yerini alarak inflamasyon bağımlı kanserlerden olan kolon, özefagus, mesane ve akciğer kanserini tetikler. Genetik, epidemiyolojik ve histolojik kanıtlarda benzer sürecin prostat kanserinde de olduğunu destekler. Yapılan bazı epidemiyolojik çalışmalarda cinsel yolla bulaşan hastalık veya prostatit geçirenlerde prostat kanserinin anlamlı oranda daha yüksek olduğu gösterilmişken, yakın zamanda arada ilişki olmadığını bildiren çalışmalar ön plana çıkmıştır. Yine Afro-amerikan erkeklerde gonore veya prostatit geçirenlerde prostat kanseri riskinin daha yüksek olduğu bildirilmiştir. Genetik ve histolojik gözlemler onkogenlerinin varlığına ve/veya oksidatif hasarlanmaya karşı hücresel savunmanın faaliyet göstermesinin prostat kanserini başlatabileceğini öngörmektedir. Yani kalıtsal veya edinilmiş hücresel defans mekanizmadaki bozukluklar prostat kanserine sebep olabilmektedir. Molekuler epidemiyoloji Kan veya diğer dokulardan elde edilebilen bazı belirteçlerin insidans ve mortaliteyle olan ilişkisi değerlendirilmiştir. Bunlar; 1-Gen füzyonu kansere en çok yol açan kromozom translokasyonlarıdır. 2005 yılında prostat kanserinde onkogenik transkripsiyon geni olan TMPRSS2 gen füzyonu gösterilmiştir. TMPSS2 geni prostat spesisfik olup, hem benign hem malign epitelyal hücrelerden salınır. Bu genle ilgili füzyonun prostat kanserinin ortaya konulmasında yüksek spesifitesi olduğu desteklenir, ancak prognostik faktör olarak kullanımı için çalışmalara ihtiyaç vardır. 2-Androgenler, prostatın gelişimini, maturasyonunu ve devamlılığını sağlayan başlıca hormonlardır. Yüksek androjen seviyesinin prostat kanser riskini arttırıp arttırmadığını belirlemek için çok sayıda çalışma yapılmıştır ancak kesin ilişki saptanamamıştır. Ancak Shaneyfelt ve ark.’larının prostat kanserinin hormonal habercileri hakkında önceden yayınlanmış çalışmaların meta-analizini yapmışlar ve total testosteron seviyesinin yüksek olduğu erkeklerde kanser gelişme olasılığının 2,34 kez yüksek 419 XII. Üroonkoloji olduğu sonucuna varmışlardır. Ancak, Prostat Kanser Çalışma Grubu tarafından 2008 yılında yapılan, endojen seks hormonları ile prostat kanseri arası ilişkiyi araştıran çok merkezli prospektif çalışmada arada bir ilişki olmadığı bildirilmiştir. Sonuç olarak erişkin çağda bir kez bakılan serum androjen düzeyinin prostat kanserini saptamada uygun bir ölçüt olmadığıdır. 3-Östrojenlerin prostat büyüme ve gelişiminde direk ve indirekt rolü vardır. Testosterondan periferal aromatizasyon sonucu üretilen östrojen, reseptörleri sayesinde prostat dokusunda etki gösterir. Geleneksel olarak östrojenler prostat kanserine karşı koruyucu kabul edilir ve ilerlemiş hastalıkta tedavi olarak kullanılır. Hayvan çalışmalarında yüksek östrojen düzeyinin prostatta karsinogenezi tetiklediği gösterilmiş ve seviyeleri ile prostat kanseri arasında ilişki anlamlı bulunmuştur. 4-İnsülin benzeri büyüme faktörü-1 (IGF-1) normal ve transforme prostat epiteli üzerinde mitojenik ve antiapopitotik etkilere sahiptir. Androjen reseptörleri büyütücü etkilerinin bir kısmını IGF-1 üzerinden yapmaktadırlar. Epidemiyolojik çalışmaların meta-analizinde yüksek serum IGF-1 seviyeli erkeklerde prostat kanseri insidansının arttığı ve ileri evre hastalıkla ilişkili olduğu gösterilmiştir. 5-Leptin bir peptit hormondur ve vücut ağrılığının regülasyonu ile hücresel farklılaşmadan sorumludur. Konsantrasyonu ile prostat kanseri arasındaki ilişki hakkında literatürde çelişkili sonuçlar vardır. Leptin ilerlemiş prostat kanserinde rol oynadığına dair kanıtlar vardır. Vitamin D, Vitamin D reseptörleri ve kalsiyum Çoğu çalışmada prostat kanseri riski ve vitamin D düzeyleri arasında zayıf ilişki olduğu veya olmadığı gösterilmiştir. Literatürde tersi yönünde de çalışmalar mevcuttur. Vitamin D, kalsiyum ve prostat kanseri arasındaki bağlantı vitamin D reseptör (VDr) varyantlarıyla ilişkilendirilmiş. Polimorfik olarak VDr aktivitesinde azalma prostat kanseri riskini ve radikal prostatektomi sonrası biyokimyasal rekürrensi arttırdığı bildirilmiştir. 6-Diğer etkenler Cinsel yolla bulaşan hastalıkların prostat kanseri riskini artırdığına dair hipotezler vardır. Bazı çalışmalarda cinsel yolla bulaşan hastalıklar ve prostat kanseri arasında bağlantı gösterilmiştir. Vasektomi ve prostat kanseri arasındaki ilişki tartışmalıdır. Bazı epidemiyolojik çalışmalarda vazektomili erkeklerde prostat kanserinin artığı bildirilmiş, vazektomi sonrası her 10 yıl için riskin %10 arttığı söylenirken, tersine iki durumun bağımsız olduğu da belirtilmiştir. Bu hastalar düzenli takibe geldiğinden dolayı kanser saptama riskinin yüksek olabileceği düşünülmüştür. 420 Sigara kullanımı ile vücuda alınan kadmium miktarı artar, artan kadmium dolaşımdaki androjen düzeylerini yükseltip, ciddi oksidatif strese yol açarak prostat kanserine neden olabilir. Fatal prostat kanseri ile sigara arası ilişki daha önce gösterilmişti. Ancak tanıda ileri evre tümöre yol açması veya kansere bağlı ölüm oranını artırması arasında ilişki saptanmıştır. Sigaranın özellikle genlerde delesyon, DNA hasarı ve hipermetilasyon yoluyla kansere yol açabileceği bildirilse de altta yatan mekanizma net olarak açıklanamamıştır.. Diet; Coğrafi değişiklikler ve göçebeler üzerinde yapılan epidemiyolojik çalışmalar prostat kanseri gelişiminde diyetin önemini vurgulamıştır. Özellikle diyetin latent ya da histolojik kanserlerin klinik olarak ortaya çıkmasında rol alabileceği öne sürülmektedir. Bazı çalışmalarda vücut kitle indeksi ile prostat kanseri arası ilişki araştırılmış ve çelişkili sonuçlar bildirilmiştir. Yağ; Dünyada prostat kanseri insidansı ve mortalite oranları özellikle çoklu doymamış yağlar olmak üzere diyetsel yağ miktarı ile koraledir. Yüksek miktarda alınan yağ miktarının in-vivo, in-vitro ve hayvan modellerinde prostat kanser hücre proliferasyonunu uyardığı gösterilmiştir. Obezite; Vücut kitle indeksiyle ölçülen obezitenin prostat kanseri mortalite ve agresifliğiyle ilişkili olduğu gösterilmiştir. Adipoz dokuda üretilen leptin, tümör nekrotizan faktör-alfa, adiponektin gibi sitokinler obeziteyle kanser arasındaki bağlantının temsilcisi olabilir. Ancak obezitenin prostat kanser prognozu ve insidansındaki rolü hala tartışmalıdır. Alkol tüketimi ile prostat kanseri arasında ilişki güncel olmamakla birlikte 1998’den önce yapılmış çalışmaların analizinde gösterilememiştir. Son yıllarda yapılan 2 çalışmada da benzer sonuç bildirilmiş, hatta kanser insidansını ve mortalitesini azaltabileceği öne sürülmüştür. Meslek gruplarına bakıldığında prostat kanseri için artmış risk böcek ilaçlarına maruz kalan çiftçilerde, petrol endüstrisinde çalışanlarda ve yüksek elektromanyetik alana maruz kalanlarda tespit edilmiştir. Etiyoloji ve moleküler genetik Prostat kanserinin, iki formunun bulunması nedeniyle solid tümörler arasındaki yeri farklıdır; histolojik veya latent formu; 50 yaş üstü erkeklerin %30’unda, 80 yaş üstü erkeklerin %60-70’inde bulunur; klinik formu ise yaklaşık her 6 Amerikalı erkekten birini etkiler. Latent prostat kanserinin tüm dünyada ve etnik gruplarda benzer prevelansa sahip olduğuna inanılmaktadır. Bununla birlikte, klinik prostat kanserinin insidansı, farklı ülkeler arasında dramatik olarak farklılık gösterir. Bu nedenle prostat kanserinin etyolojisinin anlaşılması, hem histolojik kanserin başlamasına hem de klinik kansere prog- resyonuna yol açan basamakların açıklanmasına yardımcı olur. Latent ve klinik kanser arasındaki moleküler ilişki tam olarak bilinmemektedir ve muhtemelen biyolojik devamlılık sürecinde üst üste meydana gelen moleküler olaylar sonucunda latent kanserden klinik kansere progresyon olmaktadır. Prostat kanserinde progresyona proteinlerin modifikasyonu ve diğer mekanizmalar ile düzenleyicilerin metilasyonu ile baskılanması sonucunda oluşan mutasyonlar yol açmaktadır. Androjenin rolü 5 alfa redüktaz tarafından testosterondan irreversibl katalize edilen dihidrotestosteron (DHT) prostatın primer androjenidir. DHT intrastoplazmik androjen reseptörüne testosterondan daha fazla afinite gösterir ve DHT androjen reseptörüne bağlanınca nukleusta steroid-reseptör kompleksinin translokasyonunu ve androjen yanıt elemanlarının aktivasyonunu arttırır. 5 alfa-redüktaz tip 1 daha çok deri ve karaciğer ve daha az oranda prostatta bulunurken; 5 alfa-redüktaz tip 2 daha çok prostat ve diğer genital organlarda bulunur. Erkeklerde prostat ve dış genitalyanın normal gelişimi için fonksiyonel 5 alfa-redüktaz tip 2 gereklidir ve prostatın DHT’a maruz kalmadığı durumlarda prostat kanseri gelişmez. Ayrıca enzim aktivite eksikliği, testosteron eksikliği, cerrahi kastrasyon sonrası erkelerde görülen atrofik prostat gibi durumlar prostat kanseri için koruyucu olabileceğinin kanıtıdır. Prostat kanserinin gelişimi için prostatın androjenlere maruziyet önkoşul olmakla birlikte, karsinogenesis zemini için gerekli olan androjene maruziyet süresi ve büyüklüğü bilinmemektedir. Kök hücre Çoğu epitelyal organlarda olduğu gibi, prostatında çok yönlü diferansiye olabilecek kök hücrelerine sahip olduğuna inanılmaktadır. Prostatik kök hücrelerin varlığına ilişkin en önemli kanıtlar, kastre edilmiş farelere androjen verildiğinde prostat epitelinin rejenere olduğunun gösterilmesi ile elde edilmiştir. Prostat bezinin luminal ve bazal hücrelerin fenotiplerinin ve özellikle farklı keratin formları gibi immunohistokimyasal belirteçlerin faklılığı, hücre kültürlerinde prostat kanserinde kendikendine replike hücreler bulunurken diğerlerinde olmaması; kök hücrelerden zenginleştirilmiş populasyonlarda hücrelerin bazal hücreler ve tamamen diferansiye hücrelerden oluşan üç boyutlu yapılar üretmesi destekleyici kanıtlardır. Yakın tarihli bir çalışmada TROP2’nin karakteristik kök hücre ile birlikte bazal hücrelerinin subpopulasyonu için belirteç olabileceği öne sürüldü. Biyolojik mekanizması tam bilinmemekle birlikte kök hücreler hem kanserin önlenmesi hem de tedavisi için çekici bir hedeftir. Epigenetik faktörler Horman duyarlı genleri, hücre siklüsü kontrol genleri, DNA tamir genleri, tümor invasyon/tümor yapısal genler, tümor supresor genler, inflamatuar yanıt genlerinin hipermetilasyonunu; CAGE, HPSE, ve PLAU genlerinin hipometilasyonu gibi proçeslerin etkileri prostat kanseri başlangıcı ve ilerlemesinde rol oynarlar. Klinik çalışmalar GSTpi, APC, PTGS2, RASSF1α, MDR1, TP16, ve MGMT genlerinin kantitatif metilasyon analizi kanser tanısının duyarlılığı ve özgüllüğünü artırabileceğini ve bu genlerin serum, idrar ve dokudaki metilasyon profilinin ek kanser gelişim riski, re-biyopsi gereksimini, tümör agresifitesini öngörmede yardımcı olabileceğini göstermiştir. Siklooksijenaz İnflamatuvar hücreler infeksiyöz mikroorganizmaların eradikasyonu için çeşitli bileşikler üretirler, ki çoğu oksidatif DNA hasarına neden olurlar. Siklooksijenaz -2 (COX-2) akut ve kronik inflamasyon, ağrı ve hücresel tamir mekanizmalarında indüklenebilen bir enzimdir. Çoğu çalışma benign prostat epiteli ile karşılaştırıldığında prostat kanseri ve HGPIN’de COX-2 ekspresyonunun arttığını göstermektedir (Patel et al, 2008). Epidemiyolojik ve klinik çalışmalar NSAİ ilaçların ve selektif COX-2 inhibitörlerinin prostat kanseri riskini azaltabileceğini göstermektedir (Aparicio Gallego et al, 2007). Bununla beraber 2004 yılında, prostat kanserini önleme çalışması uzun süreli COX-2 inhibitör kullanımının kardiovasküler morbiditeyi arttırdığı için erken sonlandırılmıştır. Ayrıca hedef popülasyonda beklenen yarar ile ilacın potansiyel riskleri karşılaştırıldığında klinik çalışmaların tamamlanması zordur. Tümör başlangıcı ve progresyonu ile ilişkili somatik mutasyonlar Tümör DNA’sındaki bazı somatik mutasyonlar mitotik hatalar, DNA tamir mekanizmalarındaki defektler, apopitotik yeteneğin kaybı ve bazı diğer mekanizmalarla olmaktadır. Bunlar; Androjen reseptör gen (AR) polimorfizmleri epidemiyolojik olarak prostat kanser riskinde artışla ilişkilendirilmiştir. AR reseptöründeki farklı düzeydeki sinyal değişiklikleri prostat kanseri oluşumuna veya progresyonuna neden olabilmektedir. Buna yol açabilecek nedenler; 1-Tümör hücrelerinde ligand konsantrasyon değişikliği, 2-Artmış AR proteini ekspresyonu, 3-Reseptör yapısı veya fonksiyonunda meydana gelen mutasyonlar, 4-Koregülatuar moleküllerde değişikliklerdir, 5- Ligand ve reseptörden bağımsız olarak aktivasyondur. 421 XII. Üroonkoloji NKX3-1 geni androjen bağımlı prostat spesifik bir gendir ve 8p21’de lokalizedir. Allelerinden birinin kaybı durumunda PIN gibi prostat lezyonu gelişebilir ve buda lokal, metastatik, ve androjen bağımsız tümörlere ilerleyebilir. PTEN geni 10. kromozomda lokalizedir. Yapılan genetik fonksiyonel ve moleküler çalışmalar hem prostat kanserlerinde tümör başlangıcında hem de ilerlemesinde rolü olduğunu göstermiştir. Klasik onkogenler Tümor supresör genler olan RB1 ve TP53 sıklıkla metastatik ya da hormon yanıtsız hastalıklarda tümör progresyonunda rol oynarlar. C-MYC, c-ERBB-2 ve BCL-2 de ilerlemiş ve hormon yanıtsız prostat kanserlerinde gösterilmiştir. Telomeraz, normal hücresel yaşlanma bu tekrarlayan elemanların kaybıyla karakterizedir, bu durum da kromozal instabilizasyon ile sonuçlanabilmektedir. Dolayısıyla artmış kanser insidansları gözlenir. Glutatyon-S- transferaz, reaktif oksijen türlerinin inaktivasyonunu yapan bu molekülün yokluğunda %70 oranında PIN veya prostat kanseri görülebilmektedir. Ayrıca bu tip malignensiler de görülen en sık genetik değişikliktir. TP27, CIP/KIP ailesine ait siklin bağımlı kinaz inhibitörüdür ve hücre siklusunun G1’den S fazına geçişini kontrol eder. TP27’nin kaybı tümör oluşumunu hızlandırır. Yapılan fare deneylerinde TP27 yokluğunda prostat hiperplazisi saptanmıştır. Ayrıca TP27 ve PTEN her ikisinin yokluğunda prostat kanseri insidansının daha çok yükseldiği gözlenmiştir. Vasküler endotelyal büyüme faktörü (VEGF), Tümör anjiyogenezi için önemli bir faktördür. Çoğu prostat kanserinde sentezlenir. Artmış ekspresyonu hastalık progresyonu ve prognozun kötüleşmesiyle ilişkilendirilmiştir. E-cadherin, Kromozom 16q22.1 de lokalize bir transmembran glikoproteinidir. İntraselüler adhezyon ve sinyalizasyonu düzenler. Özellikle kötü diferansiye tümörlerde ekspresyonu belirgin oranda azalır. Prostat spesifik membran antijen (PSMA), transmembran glikoproteinidir. PSMA aşırı ekspresyonu androjen çekilmesinden sonra ve hormon dirençli hastalıkta gözlenmiştir. Epidermal büyüme faktörü ve reseptörü, prostat kanserinde yükseldiği özellikle de hormon refrakter hastalıkta aşırı salgılandığı bildirilmiştir. EZH2, ekspresyonu prostat kanserinde özellikle de kötü prognozlu ve de reküren hastalıkta artmaktadır. 422 Okunması önerilen kaynaklar Parkin DM, Muir CS. Cancer incidence in five continents: comparability and quality of data.IARC Sci. Publ. 1992, 120: 45-173. Brawley OW, Thompson IM. Chemoprevention of prostate cancer. Urology 1994; 43: 594-9. Heber D, Fair WR, Ornish D. Nutrition and Prostate Cancer: A Monograph from the CAPSURE Nutrition Project, 2nd edn. 1998 CAPSURE. Muir CS, Nectoux J, Staszewski J. The epidemiology of prostatic cancer: geographical distribution and time trends. Acta Oncol. 1991; 30: 133-40. Morton MS, Turkes A, Denis L et al. Can dietary factors influence prostatic disease? BJU Int. 1999; 84: 549-54. Montironi R, Schulman CC. Precursors of prostatic cancer: progression, regression and chemoprevention. Eur Urol. 1996; 30: 133-7. Trichopoulos D, Li FP, Hunter DJ. What causes cancer? Sci Am. 1996; 275: 80-7. Schulman CC, Zlotta AR, Denis L, et al. Prevention of prostate cancer. Scand J Urol Nephrol 2000;(205):50-61. Rohan TE, Howe GR, Burch JD et al. Dietary factors and risk of prostate cancer: a case control study in Ontario, Canada. Cancer Causes Control 1995; 6: 145-54. Montironi R, Mazzucchelli R, Marshall JR et al. Prostate cancer prevention: review of target populations, pathological biomarkers and chemopreventive agents. J Clin Pathol. 1999;52: 793-803. Food, Nutrition and Prevention of Cancer: A Global Perspective, pp.31023. American Institute for Cancer Research, 1997. CAPSURE. Pandali PK, Pilat MJ, Yamazaki K et al. The effects of omega-3 and omega-6 fatty acids on in vitro prostate cancer growth. Anticancer Res. 1996; 16: 815-20. Schmid H-P, Engeler DS, Pummer K, et al. Prevention of prostate cancer: more questions than data. Recent Results Cancer Res 2007;174:101-7. Hietanen E, Bartsch H, Bereziat JC et al. Diet and oxidative stres in breast, colon and prostate cancer patients: a case control study.Eur J Nutr. 1994; 48: 575-86. Steinberg GD, Carter BS, Beaty TH, et al. Family history and the risk of prostate cancer. Prostate 1990;17(4):337-47. Gronberg H, Damber L, Damber JE. Familial prostate cancer in Sweden. A nationwide register cohort study. Cancer 1996 Jan;77(1):138-43. Bratt O. Hereditary prostate cancer: clinical aspects. J Urol 2002 Sep;168(3):906-13. Nguyan M, Watanabe H, Budson AE et al. Elevated levels of an angiogenic peptide bFGF in the urine of patients with a wide spectrum of cancers. J Natl Cancer Inst. 1994; 86: 356-64. Cohen P, Peehl DM, Stamey TA et al. Elevated levels of insulin-like growth factor binding protein-2 in the serum of prostate cancer patients. J Clin Endocrinol Metab. 1993; 76:1031-6. Gupta S. Overexpression of cyclooxygenase-2 in human prostate adenocarcinoma. Prostate 2000; 42: 73-8. Eastham JA, Friday E, Walls SE et al. Selective inhibition of cyclooxygenase-2 suppresses primary tumor growth and the progression to metastasis in a human model of prostate cancer. J Urol 2001; 165: 287. Wynder ER, Mabuchi K, Whitmore W. Epidemiology of cancer of the prostate. Cancer 1971; 28: 344-68. 24. Miller Ba, Hayes RB, Potosky AL et al. Prostate cancer. In: SEER, Cancer Statistical review 1973-1990, U.S. Department of health and human services, National Institutes of Health, National Cancer Institute, NIH Publication No.93-2789, pp.6-7. Kyprianou N, Isaacs J. Expression of transforming growth factor-beta in the rat ventral prostate during castration-induced programmed cell death. Molec Endocrinol 1989; 3:1515-22. Barrett-Connor E, garland C, McPhillips JB, Khaw KT, Wingard DL. A prospective, population-based study of androstenedione, estrogens, and prostate cancer. Cancer Res 1990; 50: 169-73. Ross RK, Bernstein L, Lobo RA, Shimizu H, Stanczyk FZ, Pike MC, Henderson BE. 5-alpha reductase activity and risk of prostate cancer among Japanese and US white and black males. Lancet 1992; 339 (8798): 887-9. Rebbeck TR, Jaffe JM, Walk AH et al.Modification of clinical presentation of prostate tumors by a novel genetic variant in CYP3A4. JNCI 1998; 90: 1225-9. Sartor O. Molecular factors in the assessment of prostate cancer risk. In Advanced Therapy of Prostate Disease. Resnick MI, Thompson IM, eds. B.C. Decker Inc, Hamilton, Ontario 2000. pp. 44-49. Glantz GM. Cirrhosis and carcinoma of the prostate. J Urol 1964; 91: 291-3. Nagata C, Takatsuka N, Shimizu H et al. Effect of soymilk consumption on serum estrogen and androgen concentrations in Japanese men. Cancer Epidemiology, Biomarkers &Prevention 2001; 10 (3): 179-84. Huggins C, Hodges CV. Studies on prostate cancer I: The effect of castration, of estrogenand of androgen injection on serum phosphatase in metastatic carcinoma of the prostate. Cancer Res 1941; 1: 293-7. McNulty AM, Audia JE, Bemis KG et al. Kinetic analysis of LY320236: competitive inhibitor of type I and non-competitive inhibitor of type II human steroid 5-alpha reductase. Journal of Steroid Biochemistry & Molecular Biology 2000; 72(1-2): 13-21. Tjandrawinta RR, Dahiya R, Hughes-Fulford M. Induction of cyclooxygenase-2 mRNA by prostaglandin E2 in human prostatic carcinoma cells. BJU 1997; 75: 1111-18. Gisleskog PO, Hermann D, Hammarlund-Udenaes M, Karlsson MO. A model for the turnover of dihydrotestosterone in the presence of the irreversible 5-alpha reductase inhibitors GI198745 and finasteride. Clin Pharmacology & Therapeutics 1998; 64(6): 636-47. Liang J-Y, Liu Y-Y, Zou J et al. Inhibitory effect of zinc on human prostatic carcinoma cell growth. Prostate 1999; 40: 200-7. Costello LC and Franklin RB. Novel role of zinc in the regulation of prostate citrate metabolism and its implications in prostate cancer. Prostate 1998; 35: 285-96. Tiwari RK, Geliebter J, Garikapaty VP et al.Anti-tumor effects of PC-SPES, an herbal formulation in prostate cancer. Int J Oncol 1999; 14(4): 713-9. azaltma Primer kemoprevansiyon, halen var olmayan, ilerde çıkması olası bir hastalığın ilaçla önlenmesi bu sayede hastalığa bağlı mortaliteyi ve tedavi sebebiyle oluşacak yan etkileri azaltmayı amaçlayan, karsinogenezi moleküler düzeyde durdurmayı amaçlayan bir teoridir. Prostat kanser insidansı prostat spesifik antijenin (PSA) tanımlanması ve transrektal ultrasonografi eşliğinde biyopsinin yaygın kullanımıyla oldukça artmış ve yaşam boyu yakalanma riski %16.7 olarak bildirilmiştir. Artan bu sıklık ve yaşam süresi diğer organ kanserlerinde olduğu gibi prostat kanserini de önleyebilir miyiz sorusunu akla getirmiş ve araştırıcıların dikkatini çekmiştir. Kemoprevansiyon için antioksidanlar ile DNA hasarının önlenmesi ve androjenlerin baskılanması olmak üzere 2 önemli mekanizma göz önünde bulundurulmuş ve birçok ajan denenmiştir. Bu amaçla kullanılan ve prostat kanseri riskini azaltabileceği gösterilmiş belli başlı bitkisel ve sentetik ilaçlar likopen, yeşil çay ve soya ile alfa-tokoferol, Vitamin D, retinoidler, selenyum, nonsteroidal antienflamatuvar ilaçlar ve nihayet 5- alfa redüktaz inhibitörleridir(ARI). Ancak bu koruma çalışmalarında prostat kanseri ile ilişkili olan diyet, yaşam tarzı, genetik ve geleneksel faktörlerin göz önünde bulundurulması mümkün olamamıştır. 5-alfa redüktaz inhibitörleri Bu konuda gerçekleştirilmiş ve yeterli istatistiksel güce sahip ilk randomize klinik çalışma olan “The Prostate Cancer Prevention Trial (PCPT)” sonuçları da risk azaltımının mümkün olabileceğini göstermektedir (15). ARI’ler konusundaki en önemli veriler PCPT çalışmasından elde edilmiştir. Bu çalışma 1993 ve 2003 yılları arasında 18,882 erkek üzerinde gerçekleştirilmiş ve günde 5 mg finasterid kullanımının prostat kanserine olan etkileri şu şekilde özetlenmiştir; 1- Prostat kanser prevalansında %24,8 oranında azalma, Kubota T, Hisatake J, Hisatake Y et al. PC-SPES: a unique inhibitor of proliferation of prostate cancer cells in vitro and in vivo. Prostate 2000;42(3): 163-71. 2- Finasterid kullananlarda plaseboya göre Gleason 7-10 tümörlerin daha sık görüldüğü, DiPaola RS, Zhang H, Lambert GH et al. Clinical and biologic activity of an estrogenic herbal combination (PC-SPES) in prostate cancer. N Engl J Med 1998; 339(12): 785-91. 3- Finasterid grubunda seksüel yan etkilerin, plaseboda ise alt üriner sistem semptomlarının daha yaygın olduğu, de la Taille A, Buttyan R, Hayek O et al.Herbal therapy PC-SPES: in vitro effects and evaluation of its efficacy in 69 patients with prostate cancer. J Urol 2000; 164(4): 1229-34. Bliznakov EG. Coenzyme Q in experimental infections and neoplasia. Biomed Clin Aspects of CoQ10 1984; 1:7-84. Smith WL and DeWitt DL. Biochemistry of prostaglandin endoperoxide H synthase-1 and synthase-2 and their differential susceptibility to nonsteroidal anti-inflammatory drugs. Seminar Nephrol 1995; 15: 179-94. 12.2.2 Prostat kanserini doğal veya kimyasal ajanlarla önleme ya da riskini 4- Finasterid kullananlarda prostat hacminin plaseboya göre % 25 daha küçük olduğu tespit edilmiştir. Oluşan tümörlerin % 98’i klinik olarak tespit edilmiş ve iki grupta da prostat kanserinden ölüm oranları benzer olarak bulunmuş. Ek olarak bu çalışmada 5 alfa-redüktaz inhibitörlerinin başka faydaları da gösterilmiş. Daha önce bahsedildiği gibi Finasterid PSA ve rektal muayenenin sensitivitesini arttırdığı, yüksek gradeli prostatik intraepitelyal neoplazilerin riskini azalttığı ve ayrıca kronik non-bakteriyel prostatit tedavi ve olası koruma- 423 XII. Üroonkoloji sında efektif olabileceği gösterilmiştir. Diğer taraftan sık görülen yan etkileri bozulmuş seksüel veya erektil fonksiyon ile birlikte endokrin etkiler olarak bildirilmiştir. PCPT çalışmasından sonra Tip 1 ve Tip 2 5-a redüktazı inhibe eden Dutasterid ile randomize, plasebo kontrollü ve multisentrik REDUCE çalışması planlanmış. 42 ülke, 250 merkezden 8.200 hasta çalışmaya alınmış. Tüm hastalardan standart olarak biyopsi alındığından (PSA yükselmesi olmaksızın, rektal muayene normal) REDUCE çalışmasında PCPT’ye benzer şekilde plasebo kolunda prostat kanser sayısı bilinen yaşam boyu prostat kanserinden oldukça yüksek bulunmuştur (normal %16.7 iken sırasıyla %25.1 ve %24.4). Dutasterid grubunda PIN ve ASAP oranları plaseboya göre anlamlı derecede düşük saptanırken, yüksek dereceli prostat kanseri plasebo ile benzermiş. Sonuç olarak PCPT ve REDUCE çalışmalarında ilaç ve plasebo grubu arasında PSA yükselmesi ve rektal muayenede şüpheli durumlar gibi nedene yönelik yapılan biyopsi ve saptanan kanser oranları arasında anlamlı fark olmaması 5-alfa redüktaz inhibitörlerinin prostat kanserinden korumada etkinliği net değildir. Selenyum Bir eser element olan selenyum (Se) organik ve inorganik formlarda bulunur. Oral selenyumun melanom dışı deri kanserlinde koruyucu etkinliği araştırılırken hastaların %65’inde prostat kanseri insidansının azaldığı görülmüş. Özellikle PSA’sı 4 ng/ml’nin üzerinde olanlarda etki daha fazla görülmüş. Bunun üzerine SELECT çalışması planlanmış, randomize, çift kör, plasebo kontrollü 35,553 kişiyle yapılan çalışmada Vitamin E ve Se kullanılmış. İki ajanında plaseboya üstün olmadığı ve hatta Vitamin E grubunda kanser sayısında istatistiksel olarak anlamlı olmasa da artma, Se grubunda da sayısal olarak Tip 2 DM artmıştır. Vitamin E Vitamin E yağda çözünen bir antioksidandır ve bitkisel yağlarda, fındık, ceviz gibi kabuklu yemişlerde ve tüm hububatlarda bulunur. Biyolojik olarak elverişli ve destek tedavisinde en sık kullanılan form alfa-tokoferoldür. Prostat kanser riski ile Vitamin E arası ilişkiyi açıklayabilecek az sayıda çalışma mevcuttur ve bunlarda birbirleriyle çelişmektedir. En güçlü çalışmalardan bir tanesi olan, yukarıda ayrıntıları anlatılan SELECT çalışmasında Vitamin E’nin plasebodan üstün olmadığı bildirilmişti. Randomize, çift kör, plasebo kontrollü bir çalışma olan alfa-tokoferol, beta karoten (ATBC) çalışmasında sigara içen 29,133 erkeğe bu iki madde verilmiş ve akciğer kanseri gelişimini önlemedeki etkinliği araştırıl- 424 mış. Sonuçta prostat kanser insidansı ve mortalitesinde plaseboya göre anlamlı derecede azalma izlenmiştir. Çalışmalarda standart bir Vitamin E formu ve dozu kullanılmamıştır, bunların netleşmesi için daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. Fitoöstrojenler Fitoöstrojenler, bitki kökenli gıdalarda bulunan, doğal yolla oluşan ve bağırsaklardan emilip idrarla atılan hormon benzeri bileşiklerdir. İn-vivo ve in-vitro yapılan çalışmalarda fitoöstrojenlerin prostat kanserine karşı koruyucu olduğu ve fazla tüketilen toplumlarda kanserin daha az görüldüğü bildirilmiştir. Soya İzoflavonlardan zengin olan soya, prostat kanseri görülme sıklığının düşük olduğu Asya toplumunun diyetinde çok miktarda bulunmaktadır. Yapılan araştırmalarda antiproliferatif etki, hücre enzimlerinin inhibisyonu, büyüme faktörlerinin modülasyonu ve anti-anjiogenik etki ile antineoplastik özelliği olduğu gösterilmiştir. Çok miktarda soya sütü içen erkeklerde prostat kanserinde %70 gerileme olduğu iddia edilirken, biyokimyasal nüks görülen refrakter prostat kanserinde etkisi olmadığı bildirilmiştir. Yeşil çay Yeşil çayı sık tüketen Asya toplumlarında yapılan incelemelerde prostat kanser insidansının düşük olması, yeşil çayın koruyucu etkilerinin olduğunu düşündürmüştür. İçerdiği polifenolik bileşikler apopitozu indükleme, hücre büyüme inhibisyonu ve hücre siklusu disregülasyonu yaparak tümör büyümesini ve metastaz riskini belirgin bir şekilde azalttığı gösterilmiştir. Üzüm çekirdeği özütü Üzüm, antioksidan aktivitesi güçlü ve şaraplarda bolca bulunan prokanidin adlı polifenol açısından zengindir. Üzüm çekirdeği özütünün in vitro olarak prostat kanser hücrelerinin gelişimini baskıladığı ve durdurduğu gösterilmiştir. Silibinin Boğadikeni tohumundan elde edilen güçlü bir antioksidandır. Birçok epitelyal tümörde antitümör aktivitesi gösterilmiştir. Prostat kanser hücrelerinde doksorubisin, sisplatin, ve karboplatin ile sinerjistik etki gösterdiği bildirilmiştir. Retinoidler (retinol ya da vitamin-A) Vitamin-A (Retinol) hayvan karaciğeri, balık yağı ve düşük konsantrasyonda olmakla birlikte yumurta ve süt gibi hayvansal yiyeceklerde bulunur. Prekürsörü B-karotendir ve bağırsakta Vitamin-A’ya dönüşür. Reti- noidler, hem neoplastik hem de neoplastik olmayan hücrelerde antiproliferatif etkiye sahip olup, bu etkilerini hücresel farklılaşmayı uyarmak, proliferasyonu engellemek ve apoptozisi indüklemek yoluyla gerçekleştirmektedirler. Bu etkilerden dolayı prostatik hücrelerin malign transformasyonunun önlenebileceği öne sürülmüş ve yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Tek başına Vitamin A zayıf antioksidan özelliğe sahiptir ancak a-tokoferol, selenyum gibi diğer antioksidanların doku düzeylerini etkileyerek antioksidan aktiviteye katkıda bulunurlar. Epidemiyolojik çalışmalar 70 yaşın üzerindeki erkeklerde diyetteki A vitamininin prostat kanser riski ile ters orantılı olduğunu göstermiştir. ilaçların (NSAİİ), prostaglandin sentezinde rol oynayan siklooksijenaz (COX) enziminin inhibisyonu yoluyla, prostat kanser hücre proliferasyonunu inhibe ettiği, apoptozisi indüklediği ve prostat kanser metastazını azalttığını göstermiştir. 9 çalışmadan oluşan bir metaanaliz sonucunda aspirinin prostat kanserine karşı koruyucu bir etkiye sahip olabileceği bildirilmiştir. Tersine düzenli aspirin veya NSAİİ’ların kullanımının prostat kanserinden korunmada etkili olmadığını gösteren çalışmalarda mevcuttur. Sonuç olarak elimizdeki veriler sınırlıdır ve birbiriyle çelişmektedir. Karoten Prostat kanserinin primer kemoprevansiyonu rölatif olarak yeni bir yaklaşımdır ve erkeklerde ilk kanserin gelişimini durdurmak ve önlemek adına ümit vericidir. Literatürde diyet ve prostat kanseri ile ilgili artan sayıda çalışmalar yapılmaktadır ve elimizdeki veriler gün geçtikçe artmaktadır. Ancak tüm bunlara rağmen aradaki ilişkiyi net olarak açıklayıp bilimsel temele dayandıran geniş çaplı klinik çalışma henüz yoktur. Prostat kanser patofizyolojisinin gelecekte daha iyi anlaşılmasıyla koruyucu stratejilerin daha güvenilir olarak geliştirileceğine inanıyoruz. Plazmada alfa ve beta olmak üzere başlıca 2 formda olan karoten güçlü antioksidan maddelerdir ve yapılan çalışmalarda hücre büyümesini hücre siklusuna etki ederek inhibe ettiği ve apoptozis oluşturduğu gösterilmiştir. Yapılan 3 büyük randomize çalışmada prostat kanserini azalttığı gösterilememiştir. Likopen Daha çok kırmızı meyve sebzelerde özellikle domates, domates sosu, domates ezmesi, ketçap, greyfurt, kayısı, karpuzda bulunur. B-karoten izomeridir ve potent bir antioksidandır. Benign ve malign prostatik epitelyal hücre büyümesini inhibe ettiği in vitro şartlarda gösterilmiştir. Literatürdeki çalışmaların çoğunda domates tüketimi ile kanser riskinin azaldığı gösterilse de arada ilişki olmadığını bildiren yazılarda mevcuttur. Çelişkili sonuçlar olsa da likopenin antikanser etkisi, düşük maliyeti, kolay ulaşılabilirliği ve sistematik yan etkilerin olmaması Ancak farklı çalışmalarda domates ve domates içeren ürün kullanımıyla prostat kanseri insidansı arasında korelasyon saptanmadığı belirtilmiştir. Diyet Çalışmalarda, yağdan zengin beslenen erkeklerde prostat kanseri riskinin arttığı bildirilmiştir. Beslenmede olabildiğince yağ oranı düşük besinler alınmalı ve mümkün olduğunca hayvansal yağlar yerine bitkisel kökenli yağlar kullanılmalıdır. Statinler Statin kullananlardaki PSA seviyeleri kullanmayanlara göre daha düşük bulunmuştur. Ancak yapılan 6 randomize, 6 kohort, 7 vaka-kontrol çalışmasında statin kullanımı ile prostat ca insidansı arasında bir ilişki saptanamamıştır. Aspirin ve diğer anti-enflamatuar ilaçlar Yapılan çalışmalarda, insan prostat kanser hücrelerinde COX-2’nin aşırı ekspresyonu gösterilmiştir. Deneysel çalışmalar, aspirinin ve non-steroidal anti-inflamatuar Sonuç Okunması önerilen kaynaklar Walsh PC. Chemoprevention of prostate cancer. N Engl J Med 2010;362:1237-45. Lichtenstein P, Holm NV, Verkasalo PK, Iliadou A, Kaprio J, Koskenvuo M, Pukkala E, Skytthe A, Hemminki K: Environmental and heritable factors in the causation of cancer—analyses of cohorts of twins from Sweden, Denmark, and Finland. N Engl J Med 2000;343:78-85. Ilic D, O’Connor D, Green S, Wilt T: Screening for prostate cancer. Cochrane Database Syst Rev 2006;3:CD004720. Thompson IM, Pauler Ankerst D, Chi C, Goodman PJ, Tangen CM, Lippman SM, Lucia MS, Parnes HL, Coltman CA, Jr.: Prediction of prostate cancer for patients receiving finasteride: results from the Prostate Cancer Prevention Trial.J Clin Oncol 2007;25:3076-3081. Thompson IM, Goodman PJ, Tangen CM, Lucia MS, Miller GJ, Ford LG, Lieber MM, Cespedes RD, Atkins JN, Lippman SM, Carlin SM, Ryan A, Szczepanek CM, Crowley JJ, Coltman CA, Jr.: The influence of finasteride on the development of prostate cancer. N Engl J Med 2003;349:215-224. Gaziano JM, Glynn RJ, Christen WG, et al. Vitamins E and C in the prevention of prostate and total cancer in men: the Physicians’ Health Study II randomized con-trolled trial. JAMA 2009;301:52–62. Kramer BS, Hagerty KL, Justman S, et al. Use of 5-alpha-reductase inhibitors for prostate cancer chemoprevention: American Society of Clinical Oncology/American Urological Association 2008 Clinical Practice Guideline. J Clin Oncol 2009;27:1502–16. Lippman SM, Klein EA, Goodman PJ, et al. Effect of selenium and vitamin E on risk of prostate cancer and other cancers: the Selenium and Vitamin E Cancer Prevention Trial (SELECT). JAMA 2009;301:39–51. Redman MR, Tangen C, Goodman PJ, et al. Finasteride does not increase the risk of high-grade prostate cancer: a bias-adjusted modeling approach. Cancer Prev Res 2008;1:174, 174–81. 12.2.3 PSA 425 XII. Üroonkoloji Prostat spesifik antijeni (PSA) insan kallikrein grubundan bir serin proteazdır. İlk olarak 1979 yılında insan serumunda gösterildi (1) ve prostat kanseri (PK) hastalarının serumunda yükseldiğinin belirlenmesinin ardından çok fazla çalışmanın konusu oldu. PSA seksenli yıllarda tedavi sonrası izlemde kullanılmaya başlandı ve ilk olarak bu amaçla FDA onayı aldı (2). Tanı, tedavi sonrası izlem ve hastalığın evrelenmesinde kullanılmasına rağmen hastalığa değil organa özgü olması en önemli kısıtlılığıdır. Klinik uygulamada PSA testlerinin yapılmasının amaçları; öncelikle erken tanı ile prostat kanserine bağlı mortaliteyi azaltmak ve gereksiz biyopsilerden hastaları koruyarak bir anlamda önemsiz kanserleri tedavi etmemektir. a) Biyopsi için PSA alt sınırı nedir? Serum PSA normal değerinin <4ng/dl olarak tanımlanmasının (3) ardından bu değerin aşılması durumunda hastalara biyopsi yapılması gerektiği gündeme geldi (4). Mutlak kanser tanısı koyduracak PSA alt sınırı tanımlanamadığı için gibi her hangi bir eşik değer de bulunmamaktadır. PCPT çalışmasında plasebo grubuna çalışma sonu yapılan biyopsiler irdelendiğinde en düşük PSA değerlerinde bile PK saptanabilmektedir. Çalışmada 4ng/ml altında PSA değeri ve parmakla rektal muayenesi (PRM) normal olan deneklere yapılan biyopsilerde, PSA ≤0,5 / 0,6-1,0 / 1,1-2,0 / 2,1-3,0 / 3,1-4,0ng/ml aralıkları için sırasıyla PK saptama oranları %6,6 / %10,1 / %17,0 / %23,9 / %26,9 tespit edildi (5). değerinin henüz olmadığı fakat genç erkeklerde PSA <2,5-3ng/ml normal olarak kabul edilebileceği tavsiye edilmiştir. Ayrıca ilk PSA bakılma yaşı da 40 olarak önerilmektedir (8). b) Yüksek PSA – Antibiyotik kullanımı Gereksiz prostat biyopsilerini azaltmak için düşünülen yöntemlerden birisi inflamasyona bağlı PSA yüksekliklerini dışlamak için yüksek PSA değerine sahip hastalarda antibiyotik kullanımı ve sonrasında tekrar PSA düzeyinin belirlenmesidir. Prostatit bulguları olan hastalarda antibiyotik kullanımı sonrası PSA değerlerinde bir düşme gözlenmektedir (9). Ayrıca yine PSA değerlerinin belli bir dalgalanma gösterdiği de bilinmektedir (10). Bazı yazarlar asemptomatik, PRM’si normal olan hastalara tekrar PSA bakılmasını veya ampirik antibiyotik kullanımını önermektedir. Asemptomatik hastalarda ampirik antibiyotik kullanımının tedavisiz izleme üstünlüğü bulunamamıştır (11). Antibiyotik ya da izlem sonrası PSA değeri düşen hastalarda PK riskinin devam ettiği ve bu hastalara PSA düşmesine rağmen biyopsi yapıldığında PK saptandığı bilinmektedir. Hatta son çalışmalarda gereksiz antibiyotik kullanımının prostat biyopsisi sonrası sepsis gibi komplikasyonların görülme ihtimalini arttırdığı ve bakteriyel dirence neden olduğu bildirilmektedir (12). Yüksek PSA değeri saptanması durumunda antibiyotik kullanımı sadece seçilmiş hasta grubunda faydalı olabilmekte ve prostatit nedeniyle PSA artışı olan hastaları gereksiz biyopsilerden korumaktadır. c) PSA Türevleri – Kinetiği Biyopsi kararı almak için ilk kullanılan eşik değer 4ng/ ml sonrasında yapılan çalışmalarda 2,6-4ng/dl arasında yüksek oranda PK saptandı ve bu değerin 2,6ng/dl olarak kullanımının daha uygun olacağı anlaşıldı (6). Ayrıca bu çalışmaların altı odak biyopsi ile olduğunu göz önüne aldığımızda, günümüz 10-12 kor biyopsiler ile daha yüksek PK saptanacağını öngörebiliriz. ABD’de birçok merkez 2,5-3,0 arasını biyopsi için eşik değeri olarak kullanmaktadır (2). i. Serbest PSA (fPSA) Küratif tedaviden fayda görecek hasta grubunun erken dönemde yakalanması ancak bu arada klinik önemsiz kanserlerin de dışlanmasını sağlayacak bir belirtece ihtiyaç duyulmaktadır. Ayrıca hiçbir PSA eşik değerinin altında PK görülme ihtimali ortadan kalkmamaktadır. PSA düzeyi arttıkça PK yakalama oranı ve yüksek evre (Gleason skoru >7) hastalık oranı artmaktadır (7). Bu yüzden PSA deriveleri, yaşa özgü eşik değerleri kullanılmış ve yeni belirteçler üzerinde çalışmalar da devam etmektedir. Serbest/total PSA oranı başlangıçta özellikle gri zon olarak tanımlanan 4-10ng/dl arasında değere sahip hastalarda biyopsi kararı vermede kullanıldı. Daha sonraki yıllarda yapılan çalışmalarda 2,5-4ng/dl arasında da kullanılabileceği bildirilmiştir. Avrupa Üroloji Derneği (EAU) prostat kanseri kılavuzuna göre, normal PSA değeri dedirtecek bir eşik 426 PSA hastalığa özgü olmadığı için PK ve BPH gibi diğer iyi huylu hastalıkların ayırımında çeşitli PSA deriveleri kullanılmaktadır. Bunlardan en yaygın kullanılanı serbest PSA düzeyinin toplam PSA değerine oranıdır. Serbest/total PSA oranı <%10 olan hastalarda %56 oranında kanser saptanırken, %25< olanlarda %8 oranında kanser görülmektedir (13). Serbest PSA oldukça dayanıksız olduğu için eğer örnek alındıktan sonra ilk 8 saat içerisinde çalışılamaz ise buzdolabında saklanması gerekmektedir. Ayrıca prostatik manüplasyonlar sonrası görülen PSA artışları büyük oranda serbest PSA artışına bağlı olduğu için manüplasyonlardan en az 2-3 gün sonra bakılmalıdır. PSA>10ng/ dl olan hastalarda ve PK tanısı almış hastaların takibinde kullanımı yoktur (8). Serbest total PSA oranı 5-alfa redüktaz inhibitörü tedavisinde değişmemektedir. PCA3 mRNA / PSA mRNA x1000 Benign Prostat Hiperplazisi (BPH) dokusu da PSA salgılanmasına neden olduğu için PSA’nın prostat dokusuna oranı ile benign / malign ayrımı yapılabileceği öne sürülmüştür. Ancak hesaplamanın yapılabilmesi invaziv transrektal ultrasonografi eşliğinde olması kullanımını sınırlandırmaktadır (2). Tek başına PSA’ya üstünlüğü olmadığı için diğer PSA deriveleri ile birlikte kullanılmaktadır (8). formülüyle hesaplanır (16). Henüz ideal eşik değeri bulunmamaktadır. PCA-3 skoru 5’in altında olan hastalarda %14 pozitif biyopsi sonucuna karşın, PCA-3 skoru 100’ün üzerinde olanlarda yaklaşık %70 pozitif sonuç bildirmişlerdir (17). PCA-3 skoru için 35 eşik değeri olarak kabul edilmektedir. PCA-3 skorunun düşük hacimli, klinik önemsiz kanseri öngörmede önemli bir araç olabileceği ve böylece aktif izlem protokolüne alınacak hastaların belirlenmesinde kullanılabileceği belirtilmektedir (18). PCA 3’ün PSA ve PRM ile birlikte nomogramlar ile kullanılması yararlı olabilir (8). iii. PSA artış hızı (PSAV) Okunması önerilen kaynaklar ii. PSA Dansitesi (PSAD) PSA hızı (ng/dl/yıl) yıllık mutlak artış olarak tanımlanmıştır. Özellikle düşük serum PSA değeri olan hastalardaki kanserin erken tanısında kullanılabileceği öngörülmektedir. Serum toplam PSA düzeyi 4-10ng/dl arasında olanlarda kanser tanısına yönelik PSAV başlangıçta 0,75ng/dl/yıl artış olarak tanımlandı ancak daha sonra yıllık 0,35ng/dl’den fazla artışların daha çok PK mortalitesi ile ilgili olduğunu belirlendi (15). Halen kabul görmüş bir PSA hızı eşik değeri bulunmamaktadır (2). iv. PSA İkilenme zamanı (PSADT) PSA düzeyinin ilk belirlenen değerin iki katına kaç ay sonra çıktığını gösteren bir hesaplamadır. Tanıdan daha çok tedavi sonrası PSA değerlerinin ve biyokimyasal nükslerin değerlendirilmesinde kullanılmaktadır. PSA, tedavi sonrası en düşük değere (nadir) düştükten sonra iki PSA ölçümü arasında PSA zamanı log (2) x zaman farkı] / [log son PSA – log ilk PSA] = PSADT formülüyle hesaplanmaktadır. 10 aydan kısa olduğu durumlarda sistemik bir nüks olma ihtimali yüksektir. Kanser tedavisi sonrası PSA ikilenme zamanı 15 aydan az olanlarda 15 yıl içerisindeki ölümlerden %90 oranında PK sorumludur (2). v. Prostat Kanseri Geni 3 (PCA3) Yüksek derecede prostat kanserine spesifik gen bazlı bir belirleyicidir. Başka bir organda ya da tümörde PCA3 RNA ekspresyonu görülmediği için organa değil hastalığa özgüdür. Ayrıca prostatik manipülasyonlardan ya da 5-alfa redüktaz inhibitörü tedavisinden etkilenmemektedir. PCA3 testinin biyopsi kararı verilmesinde ve klinik önemli / önemsiz kanserin ayırımında kullanılabileceği bilinmektedir. PCA3 testinde bazisten apekse doğru yapılan PRM sonrasında (en az 3 kez) idrarda PCA3 ve PSA mRNA düzeyi ölçülür. PCA3 skoru Wang MC, Valenzuela LA, Murphy GP, Chu TM. Purification of a human prostate specific antigen. Invest Urol. 1979 Sep;17(2):159-63. Günay LM, Yazıcı S, Özen H. PSA nereden geldi nereye gidiyor? Üroonkoloji Bülteni. 2011 Haz;2:5-10. Myrtle J, Ivor L. Measurement of PSA in serum by two immunometric method. (Hybirtech Tandem-R/ Tandem-E PSA). In: Catalona WH, Coffey DS, Karr JP, editors. Clinical aspects of prostate cancer: Assessment of new diagnostic and management procedures. New York.Elsevier. 1989;161-71. Catalona WJ, Richie JP, Ahmann FR, Hudson MA, Scardino PT, Flanigan RC, deKernion JB, Ratliff TL, Kavoussi LR, Dalkin BL, et al. Comparison of digital rectal examination and serum prostate specific antigen in the early detection of prostate cancer: results of a multicenter clinical trial of 6,630 men. J Urol. 1994 May; 151(5):1283-90. Thompson IM, Pauler DK, Goodman PJ, Tangen CM, Lucia MS, Parnes HL, Minasian LM, Ford LG, Lippman SM, Crawford ED, Crowley JJ, Coltman CA Jr. Prevalence of prostate cancer among men with a prostate-specific antigen level < or =4.0 ng per milliliter. N Engl J Med. 2004 May 27;350(22):2239-46. Catalona WJ, Smith DS, Ornstein DK. Prostate cancer detection in men with serum PSA concentrations of 2.6 to 4.0 ng/mL and benign prostate examination. Enhancement of specificity with free PSA measurements. JAMA. 1997 May 14;277(18):1452-5. Gemalmaz H. Prostat kanseri tanısında PSA’nın eşik değeri kaç olmalı? Üroonkoloji Bülteni. 2012 Haz;11(2):92-5. Heidenreich A, Bellmunt J, Bolla M, Joniau S, Mason M, Matveev V, Mottet N, Schmid HP, van der Kwast T, Wiegel T, Zattoni F; European Association of Urology. EAU guidelines on prostate cancer. Part 1: screening, diagnosis, and treatment of clinically localised disease. Eur Urol. 2011 Jan;59(1):61-71. Bozeman CB, Carver BS, Eastham JA, Venable DD. Treatment of chronic prostatitis lowers serum prostate specific antigen. J Urol. 2002 Apr;167(4):1723-6. Eastham JA, Riedel E, Scardino PT, Shike M, Fleisher M, Schatzkin A, Lanza E, Latkany L, Begg CB; Polyp Prevention Trial Study Group. Variation of serum prostate-specific antigen levels: an evaluation of year-to-year fluctuations. JAMA. 2003 May 28;289(20):2695-700. Heldwein FL, Teloken PE, Hartmann AA, Rhoden EL, Teloken C. Antibiotics and observation have a similar impact on asymptomatic patients with a raised PSA. BJU Int. 2011 May;107(10):1576-81 Akduman B, Akduman D, Tokgöz H, Erol B, Türker T, Ayoğlu F, Mungan NA. Long-term fluoroquinolone use before the prostate biopsy may increase the risk of sepsis caused by resistant microorganisms. Urology. 2011 Aug;78(2):250-5. Catalona WJ, Partin AW, Slawin KM, Brawer MK, Flanigan RC, Patel A, 427 XII. Üroonkoloji Richie JP, deKernion JB, Walsh PC, Scardino PT, Lange PH, Subong EN, Parson RE, Gasior GH, Loveland KG, Southwick PC. Use of the percentage of free prostatespecific antigen to enhance differentiation of prostate cancer from benign prostati disease: a prospective multicenter clinical trial. JAMA 1998 May 20;279(19):1542-7. Carter HB, Pearson JD, Metter EJ, Brant LJ, Chan DW, Andres R, Fozard JL, Walsh PC. Longitudinal evaluation of prostate-specific antigen levels in men with and without prostate disease. JAMA. 1992 Apr 2229;267(16):2215-20. Carter HB, Ferrucci L, Kettermann A, Landis P, Wright EJ, Epstein JI, Trock BJ, Metter EJ. Detection of life-threatening prostate cancer with prostatespecific antigen velocity during a window of curability. J Natl Cancer Inst. 2006 Nov 1;98(21):1521-7. Horasanlı K, Aydın M. Tekrarlayan prostat biyopsilerinde ideal bir biyopsi şeması var mıdır? PCA3 PSA kadar faydalı mıdır? Üroonkoloji Bülteni. 2010 Haz;2:47-52. Deras IL, Aubin SM, Blase A, Day JR, Koo S, Partin AW, Ellis WJ, Marks LS, Fradet Y, Rittenhouse H, Groskopf J. PCA3: a molecular urine assay for predicting prostate biopsy outcome. J Urol. 2008 Apr;179(4):1587-92. Yakupoğlu YK, Bostancı Y, Özden E. Prostat kanserinde PSA dışı tümör belirteçleri. Üroonkoloji Bülteni. 2012 Haz;11(2):96-102. 12.2.4 Transrektal ultrason eşliğinde prostat biyopsisi Transrektal ultrason (TRUS) eşliğinde uygulanan biyopsi, prostat kanseri tanısı için standart bir yöntemdir. Ancak kaç odaktan örnek alınması gerektiği, en uygun alanlar, hangi sıklıkta yapılacağı, en etkili anestezik / analjezik yöntem ve satürasyon biyopsisinin ne zaman / hangi hastalara uygulanması gerektiği konularında kesin bir görüş birliği henüz bulunmamaktadır. Eldeki bilgiler ışığında, TRUS eşliğinde prostat biyopsisinde en az 10 kor ve mümkün olan en lateralden alınmalı, uygulama sırasında mutlaka bir anestezik yöntem kullanılmalı, ikinci biyopsi kanser riski devam eden olgularda yapılmalı ancak daha fazla biyopsi için ek veriler göz önüne alınmalı, satürasyon biyopsisi yüksek kanser riskine sahip hastalar için yedekte tutulmalıdır. Kaç kor alınmalı? TRUS eşliğinde uygulanan prostat biyopsisinde, ilk olarak tanımlamasından sonra standart altı odak (sekstant) prostat biyopsisi hızla rağbet görerek altın standart oldu (1). Ayrıca şüpheli alandan örnek alınması yöntemine göre daha yüksek kanser saptama oranları elde edildi. Bu yöntemde biyopsi örnekleri sağ ve sol olmak üzere her iki prostat lobu için, orta hattan belirli bir uzaklıkta ve apeks, orta bölüm ve tabandan alınan 6 örnekten oluşmaktadır. Ancak 20968 hasta verisini içeren meta analizde 87 çalışma yeniden gruplandı ve altı kadran biyopsi protokolüne göre 12 odak biyopsiyle %30 daha fazla kanser yakalandığı gösterildi (2). Ancak 12 odak biyopsi kanser yakalanma oranını arttırırken, morbidite ve önemsiz kanserli olgulara tanı konulma sıklığını arttırmamaktadır (3). Literatürde çok sayıda araştırmada 12’den fazla odaktan 428 alınan biyopsinin etkinliği incelendi. İdeal kor sayısını bulabilmek için radikal prostatektomi örneklerinde biyopsi şemalarının değerlendiği çalışmada 18 odak biyopsinin prostat kanseri tanısı için duyarlılığı arttırmadığı, daha çok kanser saptansa da önemsiz kanser tanısının arttığı belirlendi (4). Bir diğer çalışmada 617 ardışık hastaya satürasyon biyopsi protokolü (24 odak) uygulandı, en ideal kanser yakalama oranlarının hangi şema ile elde edilebileceği araştırıldı (5). Buna göre, rektal muayene bulgusu, prostat büyüklüğü ve yaşa göre elde edilen kombinasyonlarda 10 ile 16 odak örneklemenin prostat kanseri tanısı için optimal sayı olduğu saptandı. Günümüzde 12 kor biyopsi protokolü sıklıkla uygulanmaktadır. Yine de en uygun kor sayısının hastaya özel belirlenmesi ancak 10’dan az ve 18’den fazla olmaması önerilmektedir. Hangi sıklık ve aralıkta yapılmalı? Oniki odak biyopsi ile oldukça iyi prostat kanser yakalama oranları elde edilmekle birlikte bu yöntemin duyarlılığı halen istenilen düzeyde değildir ve yanlış negatif olgular bulunmaktadır (2). Bu nedenle, ilk biyopside kanser saptanmayan olgularda tekrarlanan biyopsilere gereksinim duyulmaktadır. Genel olarak ikinci biyopside kanser yakalanma oranları %10-35 arasındadır (3). Ancak tekrarlanan biyopsilerde kanser yakalama oranlarının gittikçe azaldığı unutulmamalıdır. İlk ve tekrarlanan biyopsilerdeki kanser yakalanma oranları sırasıyla %34-22, %19-10, %8-5 ve %7-4 düzeyindedir (6, 7). Günümüzde ilk biyopside kanser bulgusu olmayan ancak kanser şüphesi devam eden olgularda standart olarak 2. biyopsinin yapılmasını öneriyorum. Ancak daha fazla tekrarlanan biyopsiler için diğer parametrelerle (PSA dansitesi, hızı, yüzdesi, kompleks PSA değerleri gibi) hastaya göre yaklaşımın en mantıklı yöntem gibi görünmektedir. Tekrarlanan biyopsi aralıkları için gerekli süre konusunda da net bir literatür bilgisi yoktur. Ancak kanser şüphesinin devam ettiğini ortaya koymak için yapılacak yeniden PSA ölçümleri için en azından 4-6 hafta geçmelidir. Bu nedenle, kanser şüphesi devam eden olgulara da en az 6 hafta sonra yeniden biyopsi uygulanabilir (8). Yavaş seyirli bir kanserle karşı karşıya olduğumuzu göz önüne alarak ve hastanın iyi bilgilendirilmesi ile bu süreyi pratik uygulamalarımızda 2 ile 3 ay aralığında belirleyebiliriz. Anestezi ve analjezik yaklaşım TRUS eşliğinde biyopsi uygulaması son 10 yıl içinde altın standart haline gelen ve en sık uygulanan yöntemdir. Fakat işlemin ağrılı bir yöntem olması bu konuda da çok sayıda araştırma yapılmasına yol açtı. İlk kez Nash ve ark. tarafından periprostatik sinir blokajı tarif edilmiş ancak bu makale maalesef Soloway ve Öbek’in yöntemi geliştirdikleri makalesi yayınlanıncaya kadar gözden kaçmıştır (9, 10). Bu arada da herhangi bir anestezik kullanmadan yapılan prostat biyopsilerindeki ağrı durumu önce intrarektal lidokainli jel, sonra jel ile periprostatik uygulamanın ve bunların farklı kombinasyonlarının karşılaştırıldığı çok sayıda araştırma yayınlandı (11, 12). Son olarak Öbek ve arkadaşlarının prospektif randomize çalışmasında mevcut yöntemler karşılaştırılarak, tüm yöntemlerin anestezi uygulanmamasına göre üstün olduğu bildirilmektedir (13). En iyi yöntem olarak intrarektal jele ek olarak uygulanan periprostatik sinir blokajıdır. Bizim klinik deneyimlerimize göre prob girişine bağlı ağrı çoğu hastada oldukça rahatsız edicidir ve bu nedenlede önlem alınması gerekir (14). İntrarektal jel olarak lidokain ve prilokain kombinasyonlu jel uygulanmasını ve en az 15 dakika beklenildikten sonra işleme başlanılmasını öneriyoruz (15). Prob ve lokal anestezi yapılacak iğne girişine bağlı ağrıları önce intrarektal jel ile azaltmak ve ardından periprostatik sinir blokajı yapmak günümüzde en etkin anestezi uygulaması olarak görünmektedir. Satürasyon biyopsisi Satürasyon biyopsisi terimi ilk olarak Steward ve ark tarafından kullanılmıştır. İlk biyopsisinde kanser yakalanmayan olgulara yaptıkları ikinci set biyopside ortalama 23 odak örnek alarak %34 prostat kanseri yakalamışlardır (16). Diğer bir çalışmada ise satürasyon biyopsisi ile %41 kanser yakalanma oranları elde edilmiş ve bu çalışmanın sonucunda satürasyon biyopsisine uygun hastaları belirlemek için bir nomogram geliştirilmiştir (17). Yine de ilk biyopside satürasyon biyopsisi önerilmemektedir. Scattoni ve ark.nın çalışmasında tüm hastalara 24 kor biyopsi yapılmış ancak optimal kanser oranlarının 16 odak ile elde edildiği gösterilmiştir. Satürasyon biyopsisi ile klinik önemi olmayan kanser tanısının arttığı ileri sürülmektedir. Güncel bir araştırmada bu oran %15.6 olarak belirtilmektedir. Ancak satürasyon biyopsisinin radikal örnekleri ile karşılaştırıldığında daha uyumlu sonuç verdiği belirtilmektedir (18). Günümüzde periprostatik anestezi ile kolaylıkla uygulanabilen satürasyon biyopsi protokolünün ilk biyopsisi negatif olan ancak hala kanser riski devam eden hastaların ikincil veya diğer biyopsilerinde uygulanması önerilmektedir (3). Okunması önerilen kaynaklar Hodge KK, McNeal JE, Terris MK, Stamey TA. Random systematic versus directed ultrasound guided transrectal core biopsies of the prostate. J Urol 1989;142:71–4. Eichler K, Hempel S, Wilby J, et al. Diagnostic value of systematic biopsy methods in the investigation of prostate cancer: a systematic review. J Urol 2006;175:1605-12. Chun FKH, Epstein JI, Ficarra V et al. Optimizing performance and interpretation of prostate biopsy: A critical analysis of the literature. Eur Urol 2010; 58:851-64. Haas GP, Delongchamps NB, Jones RF, et al. Needle biopsies on autopsy prostates: sensitivity of cancer detection based on true prevalence. J Natl Cancer Inst 2007;99:1484–9. Scattoni V, Raber M, Abdollah F, et al. Biopsy schemes with the fewest cores for detecting 95% of the prostate cancers detected by a 24-core biopsy. Eur Urol 2010;57:1-8. Keetch DW, Catalona WJ, Smith DS. Serial prostatic biopsies in men with persistently elevated serum prostate specific antigen values. J Urol 1994; 151 (6):1571-1574. Djavan B, Ravery V, Zlotta A, et al. Prospective evaluation of prostate cancer detected on biopsies 1, 2, 3 and 4: when should we stop? J Urol 2001; 166:1679-83. Djavan B, Waldert M, Zlotta AR, et al. Safety and morbidity of first and repeat transrectal ultrasound guided prostate needle biopsies: results of the prospective European Prostate cancer detection study. J Urol 2001; 166(3):856-60. Nash, PA, Bruce JE, Indudhara R and Shinohara K: Transrectal ultrasound guided prostate nerve blockade eases systematic needle biopsy of the prostate. J Urol, 155:607, 1996. Soloway, MS and Öbek C. Periprostatic local anesthesia before ultrasound guided prostate biopsy. J Urol, 163: 172, 2000. Autorino R, de Sio m, di Lorenzo G, et al. How to decrease pain during transrectal ultrasound guided prostate biopsy: a look at the literature. J Urol 2005; 174:2091-7. Öbek C ve Yencilek F. Transrektal prostat ultrasonografisi ve transrektal ultrasonografi eşliğinde prostat biyopsisi. Özen H ve Türkeri L, Üroonkoloji Kitabı, 1. Baskı, 2007, Cilt 1, sayfa 633-648. Öbek, C., Özkan, B., Tunc, B., Can, G., Yalcin, V. and Solok, V.: Comparison of 3 methods of anesthesia before transrectal prostate biopsy: a prospective randomized trial. J Urol, 172:502, 2004. M. Lekili, Müezzinoğlu T, Y. Ceylan, et al. Which One Is Responsible For Pain During Transrectal Guided Prostate Biopsy: Prostate or anal canal? Panminerva Medica, 48:200-1 (2006). Müezzinoğlu T., Lekili M., Gümüş B., et al. Lidocaine-prilocaine Gel Instillation Reduces The Pain During TRUS-guided Prostate Biopsy (Preliminary Report). 26th Congress of SIU. 8-12 September 2002, Stockholm. Stewart CS, Leibovich BC, Weaver AL, Lieber MM. Prostate cancer diagnosis using a saturation needle biopsy technique after previous negative sextant biopsies. J Urol 2001;166:86–91, discussion 91–2. Walz J, Graefen M, Chun FKH, et al. Hign incidence of prostate cancer detected by saturation biopsy after previous negative biopsy series. Eur Urol 2006; 50(3):498-505. Epstein JI, Sanderson H, Carter HB, et al. Utility of saturation biopsy to predict insignificant cancer at radical prostatectomy. Urology 2005; 66(2):356-60. 12.2.5 Prostat kanseri patolojisi Gleason derecelemesi Prostat adenokarsinomu derecelendirilmesinde küçük büyütme altında glandüler özellikleri (asinilerin birbirleriyle uzaysal konumları, şekil ve boyutları) temel alan Gleason sınıflaması kullanılır. Gleason skoru, prostat kanserinin invazyon ve metastaz yapma potansiyelini, yani biyolojik davranışını güçlü bir şekilde öngörebilir. 429 XII. Üroonkoloji Günümüzde, iğne biyopsisi ve cerrahi doku örnekleriyle (transüretral rezeksiyon, prostatektomi) tanı koyulan prostat kanserinin derecelendirmesinde standart yöntem Gleason skorlamasıdır. ne özgü mortalite gibi tedavinin başarısızlığı etkin bir şekilde öngörülebilir. Örneğin, radikal prostatektomiden 10 yıl sonra hastalıksız sağ kalım düşük, orta ve yüksek risk grubunda sırasıyla %83, %46 ve %29 düzeyindedir. Gleason paterni veya derecesi (grade) 1 ile 5 arasında değerler alabilir. En yaygın (birincil) ve ikinci en yaygın (ikincil) Gleason dereceleri toplanarak Gleason skoru elde edilir. Gleason skoru en düşük 2, en yüksek 10 olabilir. Gleason skoru arttıkça kanserin doğal seyri yani prognoz kötüleşir. D’Amico risk sınıflaması, rutin klinik parametrelerden hareket ederek progresyon riskinin yüksek ve düşük olduğu hastaları belirleyerek, düşük riskli hastalarda aşırı ve gereksiz tedavinin maliyetiyle sekellerinden kaçınmayı, orta ve yüksek riskli hastalarda ise daha agresif tedavi uygulamasına olanak tanır. D’Amico ve arkadaşlarının sonuçlarına göre düşük riskli hasta grubunda ek tedaviye gerek olmaksızın lokal küratif tedavilerle (radikal prostatektomi, eksternal radyoterapi, brakiterapi) etkili bir şekilde biyokimyasal ve klinik kontrol sağlandığı saptandı. Buna karşın, orta ve yüksek riskli grupta brakiterapi sonuçları radikal prostatektomi ve eksternal radyoterapiden daha kötüdür. Yüksek risk grubunda, brakiterapiye androjen baskılama tedavisi eklemek tedavi sonuçlarını düzeltmeye yetmemektedir. Gleason skoru rapor edilirken önce birincil derece, daha sonra ikincil derece ayrı ayrı belirtilir. Örneğin birincil derece = 3, ikincil derece = 4 ise, Gleason skoru 3+4 = 7 şeklinde ifade edilir. Ancak, biyopsideki en yüksek dereceli kanser en yaygın iki Gleason paterninden daha yüksek ise, bu durumda Gleason skoru hesaplanırken birincil derece ve oranına bakılmaksızın en yüksek derece toplanır. Örneğin, birincil derece 3, ikincil derece 4 ama aynı zamanda derece 5 kanser de varsa, Gleason skoru 3+5 = 8 olmalıdır. İğne biyopsisinde sadece bir patern varsa ve ikincil derece gösterilemiyorsa, bu durumda derece iki ile çarpılarak Gleason skoru elde edilir. Radikal prostatektomi histopatolojisinde birincil ve ikincil derece yanında eğer varsa üçüncül (tersiyer) patern de rapor edilir. Gleason skoru 7 olan hastalarda yorumlama biraz daha karmaşıktır. Gleason toplamı aynı olmakla birlikte, birincil derece 4 (4+3), birincil derece 3 (3+4) ile doğal seyir açısından aynı değildir. İlki daha agresif bir hastalığı ve dolayısıyla daha kötü bir prognozu ifade eder. Bu karışıklığı gidermek amacıyla 2005 ISUP (International Society of Urologic Pathology) derecelendirme komitesi tarafından “modifiye Gleason derecesi” önerilmiştir. Modifiye Gleason sınıflamasına göre birincil derece 3 veya 4 olmasına göre Gleason skoru değişmektedir. Gleason 3+4 = 7a, buna karşın 4+3 = 7b olarak tanımlanır. Buna göre, Gleason skoru 5 veya daha az ise “düşük”, 6-7a “orta”, 7b ve üzeri ise “yüksek” Gleason skorudur. 2005 ISUP Gleason sınıflamasının biyopsi ve radikal prostatektomi dereceleri ile diğer prognostik parametreler arasındaki uyumu arttırdığı gösterilmiştir. D’Amico risk sınıflaması D’Amico ve arkadaşları, 1998 yılında tedavi öncesi prostat spesifik antijen (PSA), klinik T evresi ve biyopsi Gleason skoru parametrelerinden yola çıkarak lokalize prostat kanserini prognoz açısından 3 farklı risk kategorisine (düşük, orta, yüksek) ayıran bir sınıflama tanımlamışlardır (Tablo 12.10). D’ Amico risk kategorileri aracılığı ile farklı tedaviler (radikal prostatektomi, eksternal radyoterapi, brakiterapi) uygulanan hastalarda PSA nüksü ve prostat kanseri- 430 Evreleme Prostat kanseri evrelemesinde 2009 TNM (tümör, lenf nodu, metastaz) sınıflaması kullanılır. Prostat kanserinde klinik evrelemenin amacı, tedavi öncesi parametreleri kullanarak hastalığın yaygınlığını öngörmektir. Böylece, hastalığın prognozu belirlenebilir ve uygun tedavinin seçilmesi mümkün olabilir. Klinik evrelemede kullanılan parametreler parmakla rektal muayene, PSA ve türevleri, iğne biyopsisi bulguları ve görüntülemedir. Patolojik evreleme ise genellikle radikal prostatektomi doku örneğinde prostat, seminal vezikül ve pelvik lenf nodlarının histolojik incelemesinden sonra yapılır. Klinik evrelemeden farklı olarak, patolojik evrede T1 kategorisi yoktur. Kanser yükü, invazyonu ve prognoz konusunda patolojik evreleme klinik evrelemeye göre daha doğru bilgi verir. Primer T evrelemesi Tx- Primer tümör değerlendirilemiyor T0- Primer tümöre ait bulgu yok T1- Klinik olarak saptanamayan tümör (palpe edilemiyor, görüntülenemiyor) T1a- Rezeksiyon materyalinin %5 veya daha azında rastlantısal (insidental) histolojik tümör T1b- Rezeksiyon materyalinin %5’inden çoğunda rastlantısal (insidental) histolojik tümör T1c- PSA yüksekliği nedeniyle yapılan iğne biyopsisinde saptanan tümör T2- Prostata sınırlı tümör T2a- Bir lobun yarısı veya daha azını tutan tümör T2b- Bir lobun yarısından çoğunu tutan ancak iki lobu tutmayan tümör rılır. Yüksek dereceli PIN prostat iğne biyopsilerinde ortalama %7 düzeyinde rapor edilmektedir. T2c- Her iki lobu tutan tümör Yüksek dereceli PIN, başlıca 4 farklı morfolojik yapı sergiler: tufting, mikropapiller, kribriform ve düz patern. Tufting en sık (%87) saptanan patern olmakla birlikte, çoğu zaman birden fazla yapı bir aradadır. Kribriform ve mikropapiller yüksek dereceli PIN daha sık kanserle birlikte görülse de, bir paternin diğerine göre kanser riskini arttırdığına dair güvenilir bilgi yoktur. Yüksek dereceli PIN kan PSA düzeyini yükseltmez. T3- Prostat kapsülü dışına yayılım gösteren tümör T3a- Tek veya iki taraflı prostat kapsülü dışına uzanan tümör (mikroskopik mesane boynu invazyonu dahil) T3b- Tek veya iki taraflı seminal vezikül invazyonu T4- Tümör fiske veya seminal vezikül dışı yapılara invazyon gösteriyor-eksternal sfinkter, rektum, levator kasları ve/veya pelvik duvar N-Bölgesel lenf düğümleri Nx- Bölgesel lenf düğümleri değerlendirilemiyor N0- Bölgesel lenf düğümü metastazı yok N1- Bölgesel lenf düğümü metastazı var M- Uzak metastaz Mx. Uzak metastaz değerlendirilemiyor M0: Uzak metastaz yok M1a- Bölgesel olmayan lenf nodu metastazı M1b- Kemik(ler) metastazı M1c- Diğer uzak metastaz Yüksek Dereceli Prostatik İntraepiteliyal Neoplazi (High grade prostatic intraepithelial neoplasia, HGPIN) Yüksek dereceli prostatik intraepiteliyal neoplazi), prostatik duktus ve asini epitelinde polimorfizm, hiperkromazi, nükleus ve nükleoluslarda büyümenin de eşlik ettiği proliferasyon gösteren lezyonlardır. Yüksek dereceli PIN, prostatik karsinogenezin en erken basamağı olarak kabul edilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü, yakın zaman önce yüksek dereceli PIN’ i prostat kanserinin kanıtlanmış tek öncü lezyonu olarak tanımladı. Sitolojik özellikleri dışında yüksek dereli PIN’ in prostat kanseri ile başka ortak özellikleri de vardır. Örneğin, prostat kanseri gibi yüksek dereceli PIN de çoğunlukla periferik zondan köken alır. Glandüler çatının ana hatlarıyla korunmuş olması ve stromal invazyon göstermemesi yüksek dereceli PIN’ i invaziv kanserden ayıran kritik histolojik bulgudur. Yüksek dereceli PIN, benign prostat rezeksiyonu materyallerinde nadir (%2-3), radikal prostatektomi örneklerinde ise çok yüksek (%85-100) oranlarda rapor edilmektedir. Bugün için geçerli olan sınıflamaya göre PIN düşük dereceli (eski “düşük” derece) ve yüksek dereceli (eski “orta” ve “yüksek” derece) PIN olmak üzere ikiye ay- Yüksek dereceli PIN ile prostat kanserini sadece sitolojik özelliklerden ayırt etmek zordur. Ayırımda intakt veya fragmente bazal membran gösterilmesi önemlidir. Hematoksilen-eozin boyamasında bazal hücre tabakası çoğu zaman görülmez. Yüksek molekül ağırlıklı keratin ve p63 gibi spesifik antikorlarla yapılan immünohistokimyasal boyamalarda bazal tabaka gösterilirse kanser ekarte edilir. Biyopside Yüksek Dereceli PIN tanısının klinik önemi: Güncel serilerde birinci biyopside yüksek dereceli PIN varsa, tekrar biyopside kanser tanısı %22 oranındadır. Bu oran, benign biyopsili bir hastaya ikinci biyopsi yapıldığında elde edilecek kanser tanısına yakın (%15-19) düzeydedir. Bu durumda “ilk biyopside yüksek dereceli PIN tanısının klinik önemi yok mu?” sorusu akla gelmektedir. Yakın geçmişte elde edilen veriler, ikinci biyopside kanser yakalanma oranının ilk biyopsideki yüksek dereceli PIN’in yaygınlığı ile yakından ilişkili olduğunu göstermektedir. İlk biyopside yaygın (≥2 odak) yüksek dereceli PIN görülen olgularda ikinci biyopside kanser tanısı %30 düzeyinde iken tek odakta saptanması durumunda sadece %9 oranına geriler. Bu nedenle, ilk biyopside tek odakta HPIN saptanan hastalarda eğer başka biyopsi indikasyonu (PSA, parmakla rektal muayene) yoksa tekrar biyopsi yapmaya gerek yoktur. Çok odakta yüksek dereceli PIN saptanan hastalara 3-4 ay içerisinde tekrar biyopsi yapılmalıdır. Bu biyopside, diğer alanlara ek olarak yüksek dereceli PIN saptanan bölge ve komşu alanlardan da örnekler alınmalıdır. Parmakla rektal muayene, PSA ve görüntüleme bulguları gibi parametreler tek odakta yüksek dereceli PIN saptanan olgularda tekrar biyopsi kararı açısından yönlendirici ek bilgi sağlamaz ve bu tanının uzun vadede prostat kanseri riski bakımından önemi konusunda yeterli bilgi yoktur. ASAP (atypical small acinar proliferation) Ufak bir alanda, şüpheli ancak kanser kriterlerini tam olarak karşılamayan atipik küçük asiner proliferasyon prostat iğne biyopsilerinde ortalama %5 (%1-23 arası) hastada rapor edilmektedir. ASAP geniş bir tanısal şem- 431 XII. Üroonkoloji siye olup malign glandular proliferasyonu taklit eden benign lezyonlar veya daha büyük olasılıkla küçük bir kanser odağının iğne biyopsisinde yetersiz örneklenmesi ve/veya fiksasyon ve işlenme prosedüründe diğer bir aşamada oluşan artefaktlar nedeniyle prostat kanseri kesin tanısı için gerekli kriterleri karşılamayan durumları temsil ettiğine inanılmaktadır. Dolayısıyla, bir tanısal kategori olmakla birlikte, gerçekte bir histopatolojik antite değildir. ASAP tanısının nedenleri arasında atipik proliferasyon gösteren odağın çok küçük olması (genellikle <0.4 mm), söz konusu odağın biyopsi örneğinin uç kısmına rastlaması, çelişkili morfolojik ve immünohistokimyasal bulgulardır. Klinisyen açısından ASAP tanısının anlamı, kesin olarak malign veya benign tanıdan emin olamamaktır. Deneyimli üropatologlarca örneğin yeniden değerlendirilmesi olguların bir kısmında kesin tanıyı sağlayabilir. Bazal hücre tabakasının kaybı prostat kanseri tanısı açısından en önemli ve tutarlı göstergelerinden biridir. Hematoksilen-eozin boyamada bazal hücre tabakası çoğu zaman görünmez. Spesifik immunohistokimyasal boyama (yüksek molekül ağırlıklı keratin, p63) ile salim bazal hücre tabakasının gösterilmesi kanseri ekarte ettirebilir. Ancak, teknik sorunlar nedeniyle veya bazı benign lezyonlarda immunohistokimyanın da tanısal bilgi veremeyebileceği akılda tutulmalıdır. AMACR (alfa-metil-açil-koenzim A rasemaz) immunohistokimyasal boyaması prostat kanserinde %90 oranına ulaşan pozitiflik verebilir ve tanıya yardımcı olabilir. Ancak, yalancı negatif ve yalancı pozitif sonuçlar bunda da söz konusudur. Tüm tanısal çabalara rağmen kesin tanıya ulaşılamamışsa hastanın mutlaka izlenmesi gerekir. ASAP tanısı alan bir hastaya tekrar biyopsi yapıldığında kanser yakalama olasılığı %40-60’tır. İkinci biyopside kanser olasılığını doğru tahmin etmeye yardımcı olabilecek herhangi bir gösterge bugün için mevcut değildir. ASAP tanısı koyulan her hastaya ilk biyopsiden 3-6 ay sonra olmak üzere en az bir kere daha biyopsi yapılmalıdır. İkinci biyopside, planlanan biyopsi şemasına ek olarak ASAP saptanan bölge ve komşu alanlardan ek örnekler alınmalıdır. Okunması önerilen kaynaklar Bostwick DG, Meiers I. Chapter 9:Neoplasms of the Prostate. In: Urologic Surgical Pathology (Second Edition). Editörler: Bostwick DG, Cheng L. Mosby Elsevier, 2008. Sayfa 444-579. D’Amico AV, Whittington R, Malkowicz SB, Schultz D, Blank K, Broderick GA, Tomaszewski JE, Renshaw AA, Kaplan I, Beard CJ, Wein A. Biochemical outcome after radical prostatectomy, external beam radiation therapy, or interstitial radiation therapy for clinically localized prostate cancer. JAMA. 280: 969-74, 1998. Montironi R, Mazzucchelli R, Lopez-Beltran A, Scarpelli M, Cheng L. Prostatic intraepithelial neoplasia: its morphological and molecular diagnosis and clinical significance. BJU Int. 108: 1394-1399, 2011. 432 Sobin LH, Gospodariwicz M, Wittekind C (eds). TNM classification of malignant tumors. UICC International Union Against Cancer. 7th ed. Wiley-Blackwell, 2009 Dec; pp. 243-248. Billis A, Guimaraes MS, Freitas LL, Meirelles L, Magna LA, Ferreira U. The impact of the 2005 international society of urological pathology consensus conference on standard Gleason grading of prostatic carcinoma in needle biopsies. J Urol. 180: 548-52, 2008. Montironi R, Scattoni V, Mazzucchelli R, Lopez-Beltran A, Bostwick DG, Montorsi F. Atypical Foci Suspicious but not Diagnostic of Malignancy in Prostate Needle Biopsies (Also Referred to as ‘‘Atypical Small Acinar Proliferation Suspicious for but not Diagnostic of Malignancy’’). Eur Urol. 50: 666-74, 2006. Epstein JI, Allsbrook WC Jr, Amin MB, Egevad LL; ISUP Grading Committee. The 2005 International Society of Urological Pathology (ISUP) Consensus Conference on Gleason Grading of Prostatic Carcinoma. Am J Surg Pathol. 29: 1228-42, 2005. Merrimen JL, Jones G, Walker D, et al. Multifocal high grade prostatic intraepithelial neoplasia is a significant risk factor for prostatic adenocarcinoma. J Urol. 182: 485-90, 2 12.2.6 Tedavi 12.2.6.1 Radikal prostatektomi Açık-robotik-laparoskopik Radikal prostatektomi lokalize prostat kanseri cerrahi tedavisinde altın standart olarak kabul edilmektedir. Diğer tedavi şekilleri olan hormonal tedavi, kemoterapi ve radyoterapi ile bütün tümör hücrelerinden tamamen kurtulmanın mümkün olmadığı düşünülmektedir. Radikal prostatektomi ‘nin en önemli avantajı çevre dokuya fazla zarar vermeden şifa sağlama potansiyeli ve organın tamamen çıkartılması nedeni ile tümör evrelemesinin daha kesin yapılabilmesidir. Tedavinin yetersiz kaldığı durumlar daha kolay teşhis edilebilmekte ve ayrıca postoperatif radyoterapi uygulaması ile nüks eden veya nüks etme ihtimali fazla olan hasta grubunda potansiyel olarak şifa sağlamak mümkün olabilmektedir Radikal prostatektomi için ideal hasta 10 yıllık yaşam beklentisi olan ve komorbiditesi nedeni ile ameliyatı riskli statüde sınıflandırılmayan hastadır. Belirgin bir yaş sınırlaması olmamakla birlikte 75 yaş üstü hastalarda daha dikkatli karar verilmelidir. Klinik olarak organa sınırlı hastalık, PSA seviyesinin 10 ng/ml den düşük olması ve Gleason skor’unun 7 den küçük olması iyi prognostik hasta grubu olarak değerlendirilir. Çeşitli nomogramlarla (preoperatif klinik ve patolojik parametreleri kullanarak patolojik evrelendirmeyi tahmin etmek veya postoperatif parametreleri kullanarak nüks ihtimalini tahmin etmek mümkün olmaktadır. Bu şekilde tedaviden en fazla yarar sağlayacak hasta grubunu seçmek mümkün olmaktadır. Ameliyat sonrası temel sorunlar inkontinans ve erektil disfonksiyondur. İnkontinans cerrahi teknik ve cerraha bağlı olarak değişkenlik gösterir. Yüksek volümlü cerrahlar için kontinans oranı % 90 seviyesinin üstündedir. Erektil disfonksiyon oranları açısından sinir koruyucu cerrahi teknik uygulaması ile potens korunabilmektedir. Oranlar yine cerraha bağlı özellikler ve bunun yanında yaşa ve preoperatif ereksiyon kapasitesine, sinir koruyucu cerrahinin tek taraflı veya bilateral yapılması gibi faktörlere uygun olarak değişmektedir. 50 yaş ortalamaları %85 civarındayken ileri yaşlarda %50 ve altına düşmektedir. Cerrahi teknikler sıklıkla açık ameliyat, laparoskopi veya robot yardımlı olarak uygulanmaktadır. Açık yöntem sıklıkla retropubik olarak uygulanmaktadır. Burada cerrahi anatomiye yatkınlık önemli rol oynamaktadır. Radikal prostatektomi aşamaları bu yöntemle kolayca uygulanabilmektedir. Pelvik lenfadenektomi, sinir koruyucu cerrahi uygulaması ve cerrahi sınır negatifliğini amaçlayan manevralar rahatça uygulanabilmektedir. Laparoskopik yöntem açık ameliyata alternatif olarak yola çıkmıştır. Daha iyi ve büyütme ile görüntü sağlanması, daha az kanama, daha az ağrı ve kısa hastane yatışı bu yöntemin avantajları olarak sayılmıştır. Bu avantajların hepsi her zaman gerçekleşmeyebilir. Hasta açısından da hastalıktan tamamen kurtulmak, potansın korunması ve diğer ciddi komplikasyonlardan kaçınmanın, hastanede bir iki gün daha kısa yatmaktan daha önemli olduğu bildirilmektedir Laparoskopi yöntemi extraperitoneal veya tranperitoneal olarak uygulanabilir. Bu yöntemin üstünlüğünü ispatlayan karşılaştırmalı çalışmalar elde olmamakla beraber iyi cerrahi uygulamalarda açık cerrahiye eşdeğer sonuçlar alınmaktadır Robotik cerrahide 3 boyutlu görüntü standart laparoskopiye göre avantaj sağlamaktadır. Alet kullanımı ve robotik kolların flexibilitesi, hareket kabiliyeti laparoskopiye göre daha avantaj sağlamaktadır. Potens, kontinans ve hastalıksız yaşam üçlüsü ‘trifekta’ olarak tanımlanan kavramı oluşturmakta ve robotik cerrahi uygulamaları ile üroloji literatürüne girmiş bir kavramdır. Yöntemlerin avantajları konusunda doğrudan karşılaştırma mümkün olmamakta ve gelecekte de mümkün görülmemektedir. Gittikçe artan sayıda ameliyat robotik yöntemle yapılmakta ve teknolojinin ve sanayinin desteği ile artan sayılar doğru karşılaştırma yapmayı imkânsızlaştırmaktadır. Temelde tecrübe ve cerrahin ve merkezin ameliyat sayısı başarı ile doğru orantılı olmaktadır. 2009 yılında yapılan literatür değerlendirme yazısında açık retropubik radikal prostatektomi ile Laporoskopik /Robot yardımlı ameliyatların karşılaştırılmasında kan kaybı ve kan transfüzyonu oranlarında anlamlı azalma saptanmış olmakta ancak eldeki bilgilerin yorumlanması fonksiyonel ve onkolojik sonuçlar açısından yöntemlerin birbirine üstünlüğünü ispatlamak için yeterli değildir sonucuna varılmıştır. LRP ve RALP ameliyatlarından sonra 6 ay içinde salvage tedavi uygulamalarına RRP yapılan hastalara göre daha fazla ihtiyaç duyulduğuna dair yazılar vardır. LRP/ RALP ameliyatları sonrası daha kısa hastane yatışı, akciğer sorunlarının daha az görülmesi, üretra darlığı oranının daha az olduğu belirtilmiş olup ameliyat sonrası ilave kanser tedavi olasılığının benzer olduğu ancak daha fazla oranda genitoüriner komplikasyonlar, inkontinans ve erektil disfonksiyon görüldüğü belirtilmiştir. Benim şahsi görüşüm ve tecrübem ameliyat sonrası LRP/RALP ameliyatlarından sonra ülkemiz şartlarında benzer hastane yatışı olmaktadır, hastaya ait ve sosyal faktörler önemli rol oynamaktadır. Hastalar çoğunlukla kendi istekleri ile hastanede biraz daha kalmaktan daha mutlu olmaktadırlar ve kendilerini daha güvende hissettiklerini belirtmektedirler. Ameliyat sonuçları açısından tecrübe çok önemli bir faktör olarak kalmaktadır. LRP ve özellikle RALP radikal prostatektomi ameliyatı ile ilgili anatomik çalışmaları arttırmış ve yeni bulgulara ulaşılmasını sağlamıştır. Teknolojik gelişmeler uygun maliyetlerle sunulabildiğinde elde edilecek fayda en üst düzeye ulaşacaktır Radikal prostatektomi ameliyatının standart tarif edilmiş aşamaları vardır. Bunları 1-Pelvik lenfadenektomi 2-Endopelvik fasyanın açılması ve puboprostatik ligamanların kesilmesi (kesilmeyebilir) 3-Dorsal ven kompleksinin dikişli olarak bağlanması 4-Apikal diseksiyon, uretranın prostat apexinde diseksiyonu ve kısmi kesilmesi 5-Nörovaskuler yapının prostattan ayrılması ve korunması 6-Prostat pediküllerinin bağlanması 7-Mesane boynunun ayrılması ve rekonstrüksiyonu 8-Vesikula seminalislerin ve vas deferensin diseksiyonu ve kesilerek ayrılması 9-Vesiko-uretral anastomozun sağlanması Bu aşamalardan kısa olarak ve önemli noktaları ile bahsetmek gerekirse 433 XII. Üroonkoloji Pelvik lenfadenektomi lenf metastazı açısından düşük riskli vakalarda atlanabilir. Geniş sınırlı lenfadenektominin daha iyi kanser kontrolü sağladığı yönünde değerlendirme ve uygulamalar olmakla beraber bu konuda eldeki bulgular yeterli değildir Lenf diseksiyonu radikal prostatektomiden önce başlanır, External iliak ven altında başlayarak pelvis yan duvarları aşağı doğruda Claquet gangliyonuna kadar yapılır. Yukarıda A.İliaka communis bifurkasyonuna kadar diseke edilir. Obturator lenf gangliyonları da diseke edilerek tamamlanır. Genişletilmiş lenfadenektomide , yukarda bifurkasyonun 2 cm üstüne çıkarken dış yanda genitofemoral sinir sınırına kadar uzanır. Endopelvik fasya prostata çok yakın açılmamalıdır, altta yer alan levator ani kaslarının da bazen görülebildiği daha şeffaf olan alandan açılmalı, aksi takdirde prostat üzerindeki venöz yapılardan kanamalar olabilmektedir. Levator kasları dışa doğru dikkatli bir şekilde right angle klamp veya fındık tamponla itilmelidir. Bazen kas lifleri arasında damarsal yapılar olabilmekte ve kanamaya neden olabilmektedir. Levator kaslarının dışa itilmesinde çok kolay bir şekilde gitmesi gerekir, direnç gösteren alanlar genellikle içinde veya aşağısında damar olan alanlardı. Bu bölgelerde bipolar koterle koterizasyon veya daha büyük ve pubprostatik ligamana yakın olan alanlarda ligaclip kullandıktan sonra makasla kesip devam etmek gerekir. Puboprostatik Ligamanın kesilmesi: Prostat apexinde yağlı doku temizlenip ligamanlar rahat bir şekilde görünür hale getirilmelidir. Bu işlem aspiratör ve penset kullanarak yapılabilir. Ligamanlar belirgin olarak görüldüğünde dorsal ven üst kenarı görülene kadar , simfis pubis arkasında kemiğe yakın olarak hafifçe kesilip aşağıya doğru hafifçe bastırılarak uzaklaştırılır. Küçük prostatlarda ligamanların üstü temizlenip kesmeden devam edilebilir ama büyük prostatlarda kesilmesi gereklidir. Bu işlemin asıl faydası dorsal ven komplexinin iyi bir şekilde görülmesi ve dorsal venin dikişli olarak bağlanmasında, ven sınırlarının net olarak görülmesinin sağlanmasıdır. Bu şekilde dorsal venin kesilmesi esnasında oluşacak kanamalardan kaçınılabilir. Ligamanlardan başka doku kesilmemelidir ve dolayısı ile external sfinkterin üst segmenti korunmalıdır. serilerde ise bu oran %5 oranında bildirilmiştir. Dorsal venin bağlanması 1 no vicryl dikişle yapılmaktadır. Prostat asistan tarafında aspiratörün ucu ile yukarı doğru itilir ve operatör tarafında da karşılıklı olarak pensetle yukarı itilir ve dorsal venin alt kenarı görülerek dikiş geçilir. Genellikle 2 adet dikiş distale konulmalıdır ve düğümü dikişin üst kısımında da bırakarak bağlamak gerekir. Bu işlemi yaparken dikişin iğneli ve iğnesiz ucları bir arada düğüm atmadan önce, iki kez dikişi geçerek oluşturulan lupun içinden geçirilerek bağlanır bu şekilde düğüm lupun üst tarafında bırakılarak düğümün kayması önlenir. Prostat üzerine geri kanama olmaması için dikiş konulur. Dikiş 1 no vicryl ile ve her iki endopelvik fasyanın daha önce kesilmiş olan yapraklarını içine alacak şekilde geniş olarak konulmalıdır Dorsal veni keserken prostat içine doğru kesilmemelidir, uzun saplı 15 numara bisturi ve keskin uçlu kuvvetli bir makasla prostat planına dikkat ederek kesilmelidir. Bu esnada prostatı yukarı doğru itme bu amaçla da faydalıdır. Dorsal ve kesilince alttaki üretra net olarak ortaya çıkar, daha önce yapılan dikkatli apikal diseksiyon ameliyatın bu aşamalarında etkisini göstermektedir.Bu şekilde dorsal ven kanaması genellikle olmamakta oluşan kanamlar amelyatın kalitesini düşürmeden kontrol altına alınabilmektedir. Üretra üst kısımdan yarısının biraz altına kadar kesilmeli ve 2/0 vicryl dikişler daha sonra mesane boynu anastomozunda kullanılmak üzere tespit olarak konulmalıdır. Genellikle üstte saat 11-1 alt tarafta 5-7 ve 6 hizalarına konacak beş dikiş yeterlidir. Üretra dikişleri konulurken etraf kas dokularınadan almayacak şekilde sadece uretra dan geçilmelidir aksi takdirde lüzumsuz kanamalar olabilmekte ve bu kanmaları durdurmak için yapılan manevralar kontinans ve sinirlerin korunmasını riske atmaktadır. Üretra net olarak görülecek şekilde yapılan apikal diseksiyon yine burada önem kazanmaktadır. Nörovasküler komplexin korunması : Günümüzde daha erken evrede saptanan hastalık nedeni ile sinir koruyucu cerrahi daha önem kazanmaktadır. Genellikle sinirlerin her ikisini de korumak mümkün olmaktadır. Damar sinir paketi prostatın hemen dışında lateral pelvik fasyanın iki tabakası arasında yer alır. Uygun şekilde sinir korunduğunda prostatik fasyanın prostat üzerinde kalması gereklidir. Bu plana interfasyal diseksiyon adı verilir. Prostatik fasyanın altından yapılan diseksiyona intrafas- Aksesuar pudental arter görüldüğünde korunmaya çalışılmadır. Potensin korunmasında penise giden kan akımı açısından önemli katkısı vardır. Bu arter kadavra diseksiyonlarında % 70 oranında saptanmış internal pudental anjiolarda da % 7 oranında saptanmıştır. Açık cerrahi Tablo 12.10. D’ Amico prostat kanseri risk sınıflaması Risk Grubu Özellikler Düşük PSA ≤10, primer tümör T1c veya T2a, Gleason skoru ≤6 Orta 10< PSA ≤20ng/ml, primer tümör evresi T2b, Gleason skoru 7 Yüksek PSA >20ng/ml, primer tümör evresi T2c, Gleason skoru ≥8 434 yal plan denilir. Bu plan prostat parenkiminin üzeri olduğundan pozitif cerrahi sınır oluşturma riski yüksektir. Damar sinir paketinin tek bir lif halinde olmaktan öte prostat yüzeyinde fasya üzerinde de yayılım gösterdiği çalışmalarda gösterilmiştir. Bu sebeple damar sinir paketine giden liflerin prostat ön- yan yüzünde daha yukarıdan serbestleştirilmesi ile dış sfinktere ve kavernöz dokulara giden sinir liflerinin korunması ile kontinans ve potensin korunması ve geri dönüşü hızlandırılmaktadır. Üretra kesilip sinir korunması tamamlandıktan sonra prostat apexi sonda yardımı ile hafifçe yukarı çekilir, Denonvillers fasyası bu halde prostat yüzeyini ve seminal veziküllerin üzerini kaplar durumdadır. Prostat pedikülleri bu durumda right angle clamp ile bağlanıp kesilir. Pediküller kalın olduğundan birkaç aşamada bağlamak gerekebilir. Benim kendimin kullandığı yöntemde Denonvillers fasyası önceden seminal veziküllerin tabanına yakın açıldığında, fasyanın altında ilerletilen klamp pediküllerin tek seferde ve tek parça halinde bağlanmasını sağlamaktadır. Hemen altta seminal veziküller ortaya çıkar. Bunlarda diseke edilir. Prostat pedikülleri ve vesiküla seminalislerin tabanı diseke edilip bağlanırken nörovasküler demetin ve pelvik plexus’un çok yakın geçtiği unutulmamalıdır ve demet aşağıya itildikten emin olunca dikiş gereken işler dikkatli bir şekilde yapılmalıdır. Mesane boynu prostata çok yakın olmadan kesilerek prostattan ayrılır. Mesane boynunu korumaya çalışarak bu işlem yapılabilir ancak prostat kanseri tabana yakın olduğunda bu konuda dikkatli olmak gereklidir. Lokal ileri vakalarda ise u uygulanmamalıdır. Mesane boynu rekontruksiyonu yapılır. Mesane boynunu dar yapmak gerekli değildir, 2-3 cm açıklık yeterli olmaktadır. Daha önce üretraya konulan dikişlerilerle vesiko-üretral anostomoz yapılır. Laparoskopik ve robot yardımlı laparoskopi tekniğinde ameliyat aşamaları benze olmakla beraber sırasında bazı değişiklikler göstermektedir. Bu ameliyatlar transperitoneal ve extraperitoneal yaklaşımla yapılabilmektedir. Extraperitoneal yaklaşımın daha fazla avantajları belirtilmiş olmasına rağmen( ameliyat süresi, hastanede yatış, kontinans ) çoğu çalışma bu farkın çok az olduğu ya da hiç olmadığı yönünde görüş vermiştir. Bu tip ameliyatlarda aşamalar bakarsak transperitoneal yaklaşımda portlar ve robot kolları girildikten sonra retzius boşluğu oluşturulur, urakus her iki yanda medial umbilikal ligaman ve vas deferenslerin birbirini çaprazladığı alan kadar indirilir. Endopelvik fasya ve puboprostatik ligamanlar kesilir. Levatör kasları dışa doğru itilir. Dorsal ve komplexi bağlanır. Çoğu teknikte dorsa ven ameliyatın son aşamalarında kesilmektedir. Bazı tekniklerde ise hiç bağlanmadan ameliyatın sonunda doğrudan kesilmektedir. Bu aşamadan sonra açık ameliyattan farklı olarak mesane boynunun belirlenmesi ve kesilmesi gelmektedir. Bu aşamada doğru yeri tespit etmekte güçlük çekilmektedir. Bazı manevralar doğru giriş yerinin tespit edilmesinde ve prostat içine girilmesini önlemekte faydalıdır. Mesane boynundan inen yağın prostat üzerine geçişi yol göstericidir. Üretradaki sondanın birkaç kez çekilip itilmesi balonunun hareketleri ile mesane boynunun tespit edilmesinde faydalıdır. Mesane boynunun penset veya robot kolları ile yukarı doğru kaldırılması mesane boynunun prostat ile arasında açı yapması sayesinde doğru plan yine belirlenebilir. Mesane ön yüzü açılır ancak insizyon çok fazla laterale gitmemek gerekir çünki prostat pedikülleri ve dalları kontrolsüz kesilmemelidir. Sondanın balonu indirilir ve sondanın ucu mesane ön yüzündeki açıklıktan dışarı alınır ve asistan veya robot kolu ile yukarı doğru kaldırılır ve asılır. Mesane boynu arka tarafı median lob ve üreter orifisleri açısından incelenir. Mesane boynu arka yüzü koterle açılır ve ayrılır. Bu sırada açıya dikkat edilerek prostat içine girilmemeye özen gösterilir. Seminal veziküller ve vas deferensler diseke edilir ve ayrılır. Vesikülo seminalisler ve vas deferens tutularak yukarı doğru kaldırılır, Denonvillers fasyası açılır ve rektumla prostat arasındaki plan oluşturulur. Prostat pedikülü HEM-o-Lok klipler yardımı ile ve koter kullanmamaya özen gösterilerek yapılır. Damar sinir paketini korunması interfasyal diseksiyonla yapılır. İntrafasyal diseksiyon yapılınca prostat dışında gland dokusu dışında doku kalmayacağından cerrahi sınırlar açısından sakıncalı olduğu düşünülmektedir. ‘High anterior release ‘ kavramından daha önce bahsettiğimiz gibi burada da uygulanabilir. Bundan sonra yine açık ameliyata benzer sıra takip edilir.Mesane boynu anastomozunda mesane boynu destek dikişler atılır. Denonvillers fasyası kalıntısı ve mesane boynu arka tarafı ile üretranın altında arka rhabdomyosfinkter 2/0 monocryl dikiş ile kontinü olarak dikilir. Vesikoüretral anostomoz modifiye Rocco dikiş yöntemi uygulanarak yapılır. Biyokimyasal nükse yaklaşım- RRP sonrası yükselen PSA Prostat için lokal tedavi sonrası PSA değerinin en az iki ölçümde 0,2 ng/ml üzerinde olmasının biyokimyasal nüks olarak yorumlanması konusunda görüş birliği var- 435 XII. Üroonkoloji dır. PSA değerinin nüks sınırları 0,07 ng/ml ve 0,4 ng/ml aralıklarında da tarif edilmiş olup halen en uygun tarif konusunda kesin karar verilmemiştir. 0,2 ng/ml sınrına ulaşan PSA değeri sonrası vakaların %49 unda progresyon izlenmiş olup bu vakaların başlangıçta izlenmesi gerektiği ifade edilmektedir. yara iyileşmesinin tamamlanmasını ve kontinansın geri gelmesini beklemek gerekmektedir .Adjuvan tedavi genellikle prostat bölgesine uygulanmaktadır.Tüm pelvis ışınlanması sadece pelvik lenf tutulumu olma ihtimali %15 den fazla olan hastalarda ilerleme olmaksızın olan yaşam süresini etkiler. 0,4 ng/ml değeri ise ameliyat sonrası tedavi gerekliliğini belirten en iyi değer olarak yorumlanmıştır Randomize prospektif çalışmalarda postoperatif radyoterapinin observasyona göre tümör nüksünü azaltmada ve surviyi arttırmada etkili olduğu gösterilmiştir. Radyoterapi sonrası ise peş peşe 3 ölçümde PSA seviyesinin yüksek olması olarak yorumlanmıştır.Yeni tarifte ise radyoterapi sonrası PSA değerinin en düşük PSA seviyesinden PSA nın en düşük seviyesinden bağımsız olarak 2 ng/ml den fazla artış olması ve yorumlanmıştır. PSA nüksü olduğu anlaşıldıktan sonra lokal veya sistemik nüks ayrımının yapılması gerekmektedir. Cerrahi sonrası PSA yükselmesinin zamanı, PSA doubling time, patolojik evre Gleason skoru lokal veya sistemik metastaz ayırımı yapmakta kullanılır. Cerrahi sonrası ilk 2 yıl içinde PSA yükselmesi uzak metastaz lehine, PSA DT 4 ay veya daha kısa ise uzak metastaz, PSA DT 12 ay veya daha uzun ise lokal nüks lehine değerlendirilir. Lokal nüks olan hastaların % 94 ünde PSA velositesi 0,75 ng/ml/yıl’dan daha az olarak saptanmıştır. Anostomoz hattı biyopsilerinin lokal nüksü tespit etmekte etkisi özellikle PSA seviyesi 1,0 ng/ml den az olan hastalarda sınırlıdır. Palpable lezyon olduğunda bu oran %80 seviyelerine çıkmaktadır Teşhis ve değerlendirme için kemik sintigrafisi ve CAT incelemeleri PSA 20ng/ml üzerine çıkmadan veya PSA velositesi 20 ng/ml/yıl dan fazla olmadan yapılması önerilmemektedir. Kemik sintigrafisinin pozitif olma ihtimali PSA 40 ng/ml olunca bile %5 den azdır. Endorectal coil ile MR incelemesi ortalama PSA 2 ng/ ml seviyesinde hastaların % 81 inde doğru olarak tespit edilmiştir 22, ancak lokal veya sistemik nüks PSA 0,5 ng/ml seviyesinde tespit edilebildiğinden bu PSA seviyelerinde Endorectal coil MR yeterince duyarlı değildir PET değerlendirmesi kolin PET Prostat kanseri için spesifik olmamakla beraber RP sonrası biyokimyasal nüks araştırmasında PSA 1 ng/ml den küçük olan vakalarda metastazın lokalizasyonunu belirlemede duyarlılığı %20-36 iken PSA 3 ng/ml den fazla olduğunda bu oran %63-83 seviyelerine çıkmaktadır Adjuvan tedaviler Radikal prostatektomi sonrası adjuvan tedavi seçenekleri izlem, prostat bölgesine radyoterapi uygulaması ve androjen blokajı olarak uygulanabilir. Radikal prostatektomi spesimeninde kötü prognostik bulgular olan hastalar adjuvan radyoterapiden fayda görebilirler. Cerrahiden sonra 3-4 ay kadar bekleyip 436 ASTRO kriterlerine göre Radikal prostatektomi sonrası PSA 1,5 ng /ml’yi geçmeden önce en az 64 Gy dozda radyoterapi önerilmektedir EORTC çalışması adjuvan tedavinin cerrahi sınır pozitifliği olan hastalardan başka ekstrakapüler yayılım ve vesiküla seminalis invazyonu olan vakalarda da etkili olduğunu göstermiştir .Bu çalışmada cerrahi sınır pozitifliği çok küçük bir alana sınırlı vakaların izlenmede kalabileceği belirtilmiştir. SWOG çalışmasında adjuvan radyoterapi ile pT3 kanserlerde ve seminal vezikül invazyonu olan hastalarda etki araştırılmıştır. Büyük bölümünde cerrahi sınır pozitifliği olan bu hastalarda 10 yıllık takipte nüksün ve PSA progresyonunun azaltıldığı ve istatistiksel olarak anlamlı survi avantajı sağladığı bulunmuştur. Seminal vezikül invazyonu olan alt grupta daha az gelişme ancak yinede anlamlı fayda sağlanmıştır. Ekstrakapsüler yayılımı olan ve cerrahi sınır pozitifliği olan hastaların hepsinde nüks olmayabilir. Çok kötü prognostik faktörleri olan hastalarda da radyoterapiye rağmen tedavi başarısızlığı ve uzak metastaz gelişebilir. Radyoterapinin yan etkileri %5-10 radyasyon proctititi ve %50 oranında erektil fonksiyon konusunda zarar görebilmektedirler Postoperatif radyoterapi uygulanacak hastalarda adjuvan hormon tedavisi verilmesi konusu henüz netlik kazanmamıştır. Genel eğilim yüksek Gleason skorlu ,PSA DT hızlı olan ve yaygın cerrahi sınır pozitifliği olan yüksek lokal evreli hastalarda hormon tedavisinin eklenmesidir Radikal prostatektomi sonrası takip Birçok hasta ameliyattan sonra niye takip gereksinmesi olduğunu sormakta ve bunun hastalığının kötü durumda olmasına yormaktadır ve hastalığın tekrarlama riski olmasından rahatsız olmaktadır. Organa sınırlı uygun kriterlerdeki hastalarda bile bu takibi belirli aralarla yapmamız gerekmektedir , takip araları zamanla uzatılarak hastalığın takip edilmesi gerektiğini bir şekilde anlatmamız gerekmektedir, Radikal prostatektomi sonrası 6 hafta içinde PSA nın tespit edilmez seviyelere inmesi gerekmektedir. PSA nın yüksek seyretmesi mikrometaztazlar ve cerrahi sınır pozitifliğine bağlı reziduel kanser olasılıklarını düşündürmektedir. Benign prostat dokusu kalması da olasılık dahilindedir. Cerrahi sonrası iyi prognostik grupta olan ve ilk kontrol PSA seviyesi beklenen derecede düşük olan hastalarda takip aralıkları 3 aylık dönemlerle başlanıp , iyi giden sonuçlara göre 6 y ve yıllık periodlara uzatılabilir. PSA seviyesi 0,2 ng/ml den itibaren ise daha dikkatli olunmalı ve nüks tanısı konulabilmesi için 3 aydan daha kısa aralıklarla en az 2 kez PSA değerinin artan şekilde yükseldiği gösterilmelidir. PSA seviyesinin 0,2 ng/ml den yüksek olmasının nüks açısından sınır olduğuna dair uluslararası bir konsensüs oluşmakla beraber 0,4 ng/ml seviyesinin klinik progresyon beklenen hastaları daha iyi tarif ettiği de iddia edilmiştir Ameliyat sonrası PSA seviyesinin hızlı yükselmesi uzak metastaz olasılığını düşündürürken daha uzun sürede ve yavaşça gelişen PSA yükselmeleri lokal hastalığı düşündürür. Nadiren PSA yüksekliği saptanmadan da uzak metastaz görülebilmektedir bu durum sıklıkla yüksek Gleason skorlu, diferansiyasyonu kötü olan hastalarda görülmektedir. Rinnab L, Mottaghy FM, Simon J, Volkmer BG, de Petriconi R, Hautmann RE, Wittbrodt M, Egghart G, Moeller P, Blumstein N, Reske S, Kuefer R. [11C]Choline PET/CT for targeted salvage lymph node dissection in patients with biochemical recurrence after primary curative therapy for prostate cancer. Preliminary results of a prospective study. Urol Int 2008;81(2):191-7. Krause BJ, Souvatzoglou M, Tuncel M, Herrmann K, Buck AK, Praus C, Schuster T, Geinitz H, Treiber U, Schwaiger M. The detection rate of [11C]Choline-PET/CT depends on the serum PSA-value in patients with biochemical recurrence of prostate cancer. Eur J Nucl Med Mol Imaging 2008 Jan;35(1):18-23. Husarik DB, Miralbell R, Dubs M, John H, Giger OT, Gelet A, Cservenyàk T, Hany TF. Evaluation of [(18)F]-choline PET/CT for staging and restaging of prostate cancer. Eur J Nucl Med Mol Imaging 2008 Feb;35(2):253-63. Pelosi E, Arena V, Skanjeti A, Pirro V, Douroukas A, Pupi A, Mancini M. Role of whole-body 18F-choline PET/CT in disease detection in patients with biochemical relapse after radical treatment for prostate cancer. Radiol Med 2008 Sep;113(6):895-904. Cox JD, Gallagher MJ, Hammond EH, Kaplan RS, Schellhammer PF. Consensus statements on radiation therapy of prostate cancer: guidelines for prostate re-biopsy after radiation and for radiation therapy with rising prostate-specific antigen levels after radical prostatectomy. American Society for Therapeutic Radiology and Oncology Consensus Panel. J Clin Oncol 1999 Apr;17(4):1155. Boccon-Gibod L, Djavan WB, Hammerer P, Hoeltl W, Kattan MW, PrayerGaletti T, Teillac P, Tunn UW. Management of prostate-specific antigen relapse in prostate cancer: a European Consensus. Int J Clin Pract 2004 Apr;58(4):382-90. Moul JW. Prostate specific antigen only progression of prostate cancer. J Urol 2000 Jun;163(6):1632-42. Okunması önerilen kaynaklar Stephenson AJ, Kattan MW, Eastham JA, Dotan ZA, Bianco Jr FJ, Lilja H, Scardino PT. Defining biochemical recurrence of prostate cancer after radical prostatectomy: a proposal for a standardized definition. J Clin Oncol 2006 Aug;24(24):3973-8. Ficarra V, Novara G, Artibani W, Cestari A, Galfano A, Graefen M, Guazzoni G, Guillonneau B, Menon M, Montorsi F, Patel V, Rassweiler J, Van Poppel H. Retropubic, laparoscopic, and robot-assisted radical prostatectomy: a systematic review and cumulative analysis of comparative studies. Eur Urol 2009 May;55(5):1037-63. Bolla et al, 2005. Bolla M, van Poppel H, Collette L, et al: Postoperative radiotherapy after radical prostatectomy: a randomised controlled trial (EORTC trial 22911). Lancet 2005; 366:572-578. Hu JC, Wang Q, Pashos CL, Lipsitz SR, Keating NL. Utilisation and outcomes of minimally invasive radical prostatectomy. J Clin Oncol 2008 May 10;26(14):2278-84. Hu JC, Gu X, Lipsitz SR, Barry MJ, D’Amico AV, Weinberg AC, Keating NL. Comparative effectiveness of minimally invasive vs open radical prostatectomy. JAMA 2009 Oct 14;302(14):1557-64. Potosky AL, Warren JL. Radical prostatectomy: does higher volume lead to better quality? J Natl Cancer Inst 1999 Nov;91(22):1906-7. Amling CL, Bergstralh EJ, Blute ML, Slezak JM, Zincke H. Defining prostate specific antigen progression after radical prostatectomy: what is the most appropriate cut point? J Urol 2001 Apr; 65(4):1146-51. Stephenson AJ, Kattan MW, Eastham JA, Dotan ZA, Bianco FJ, Lilja H, Scardino PT. Defining biochemical recurrence of prostate cancer after radical prostatectomy: a proposal for a standardized definition. J Clin Oncol 2006 Aug; 24(24):3973-78. American Society for Therapeutic Radiology and Oncology Consensus Panel. Consensus statement: guidelines for PSA following radiation therapy. Int J Radiat Oncol Biol Phys 1997 Mar;37(5):1035-41. Roach M 3rd, Hanks G, Thames H Jr, Schellhammer P, Shipley WU, Sokol GH, Sandler H. Defining biochemical failure following radiotherapy with or without hormonal therapy in men with clinically localized prostate cancer: recommendations of the RTOG-ASTRO Phoenix Consensus Conference. Int J Radiat Biol Phys 65:965-74. Swanson et al, 2007. Swanson GP, Hussey MA, Tangen CM, et al: Predominant treatment failure in postprostatectomy patients is local: analysis of patterns of treatment failure in SWOG 8794. J Clin Oncol 2007; 25:2225-2229. Swanson et al, 2008. Swanson GP, Goldman B, Tangen CM, et al: The prognostic impact of seminal vesicle involvement found at prostatectomy and the effects of adjuvant radiation: data from Southwest Oncology Group 8794. J Urol 2008; 180:2453-2457.discussion 2458 Takenaka et al, 2004. Takenaka A, Murakami G, Soga H, et al: Anatomical analysis of the neurovascular bundle supplying penile cavernous tissue to ensure a reliable nerve graft after radical prostatectomy. J Urol 2004; 172:1032-1035. Costello, Brooks, Cole, 2004. Costello AJ, Brooks M, Cole OJ: Anatomical studies of the neurovascular bundle and cavernosal nerves. BJU Int 2004; 94:1071-1076. Menon et al, 2007. Menon M, Shrivastava A, Kaul S, et al: Vattikuti Institute prostatectomy: contemporary technique and analysis of results. Eur Urol 2007; 51:648-658. Kattan et al, 1998. Kattan MW, Eastham JA, Stapleton AM, et al: A preoperative nomogram for disease recurrence following radical prostatectomy for prostate cancer. J Natl Cancer Inst 1998; 90(10):766-771. Partin et al, 2001. Partin AW, Mangold LA, Lamm DM, et al: Contemporary update of prostate cancer staging nomograms (Partin Tables) for the new millennium. Urology 2001; 58(6):843-848. 437 XII. Üroonkoloji Weight et al, 2008. Weight CJ, Reuther AM, Gunn PW, et al: Limited pelvic lymph node dissection does not improve biochemical relapse-free survival at 10 years after radical prostatectomy in patients with low-risk prostate cancer. Urology 2008; 71:141-145. 12.2.6.2 Lokalize prostat kanseri tedavisinde radyoterapi Radyoterapi (RT), yaklaşık yüzyıldır kullanılan bir tedavi seçeneği olmasına karşın, son 25 yılda gerek RT teknolojisinde, gerek ise görüntüleme yöntemlerindeki ki gelişmelere paralel olarak yeni yazılım programları eklenmiş ve brakiterapi, üç boyutlu konformal radyoterapi ( 3DRT ) Yoğunluk Ayarlı Radyoterapi (IMRT = YART ), “Image-Guided Radiotherapy” (IGRT) gibi modern radyoterapi teknikleri kullanılmaya başlanmıştır. Bu gelişmeler sonucu risk altında bulunan sağlıklı dokular daha iyi korunarak, düşük yan etki profili ile hedef dokulara verilen doz güvenle arttırılmış ve daha etkin tümör kontrolü sağlanabilmiştir. Günümüzde RT, yeni tanı almış lokalize prostat kanserli olgular için, radikal prostatektomi sonuçlarına benzer biyokimyasal kontrol ve sağ kalım oranları sunan önemli bir tedavi seçeneğidir. 12.2.6.2.1 Brakiterapi Prostat kanserinde ilk RT’ye, Pasteau tarafından 1910’lu yıllarda açık ameliyatla radyum iğne implantlarının kullanılması ile başlanmıştır. Daha sonra 1950’li yıllarda prostat kanserinin tedavisinde radyoaktif altın 198 Au ve 125 I sidleri kullanılmıştır. 1970’lerde Memorial Sloan –Kettering Kanser Merkezinde, 125 I sidlerinin, açık retropubik yaklaşımla kullanması sonucu brakiterapi yeniden gündeme gelmiştir. Prostata implantların düzgün bir şekilde yerleştirilmesi ve homojen doz dağılımının elde edilememesi nedeniyle, hastaların ancak ¼’ünde hastalık kontrolü sağlanabilmiştir. Prostat brakiterapisinin fikrinin yeniden güçlenmesi Holm ve ark. nın 1982’de geliştirdiği transrektal ultrasonografi (TRUS) ile transperineal yaklaşım sayesinde olmuştur. Walner ve ark.ları hedef hacmin tanımlanmasında, tedavi planına bilgisayarlı tomografiyi (BT) dahil etmişlerdir. Günümüzde Prostat kanserinin küratif tedavisinde düşük doz hızlı (LDR) brakiterapi ve yüksek doz hızlı (HDR) brakiterapi tek başına uygulanabileceği gibi eksternal radyoterapi (ERT) ile kombine şekilde de yapılabilmektedir. LDR brakiterapide kalıcı implante edilen, kısa yarı ömre sahip düşük enerjili radyoaktif kaynaklar (125 I, 103 Pd, 198 Au137 Cs ) kullanılmaktadır. Bu kaynaklar titanyum ile kılıflanmış, dış boyutları yaklaşık 0,8 mm x 4,5 mm olan çekirdekçikler (sid ) şeklindedir. Sid aplikasyonlarında standart olarak uygulanan işlem, TRUS eşliğinde template kullanımı ile transperineal yaklaşımdır. Uygulama öncesinde medikal fizik ekibi steril koşullarda sidlerin yüklendiği iğneleri iğne taşıyıcıya yerleştirir. Yüksek litotomi pozisyonunda hastanın rektumuna “multiplanar” prob yerleştirir ve planlamadaki koşulları sağlanarak iğneler transperineal olarak template yoluyla prostata ulaştırılır ve sidler bırakılır.(Resim 1) Sidler, prostata Homojen yükleme denilen klasik yüklemede merkezden merkeze 1 er cm aralıklarla yerleştirilirler. Sidlerin kısmen perifere kaydırılması ve yüklemede perifere ağırlık verilmesi ile uygulanan modifiye periferal yükleme, sidlerin tercihen prostatın periferine yerleştirilmesi ile üretra dozunun azaltıldığı periferal yükleme yöntemleri de tercih edilebilir. Floroskopi ile sid ekimleri, sistoskopi ile mesane kontrol edilir. Bu tekniğin en büyük dezavantajı tedavi planı ve sidlerin yerlerinin değiştirilememesidir. HDR brakiterapide geçici yüksek enerjili radyoaktif kaynaklar (192 Ir) kullanılmaktadır. Bu kaynaklar sonradan yüklemeli (after loading) brakiterapi aygıtlarının içerisinde saklanmakta ve prostat içerisine BT ve TRUS görüntülerinden yararlanılarak değişik sayıda ve lokalizasyonda kateteterler yerleştirilmektedir. Bu yerleştirilen kateterler vasıtası ile belirli bölgelere belirli sürelerde bilgisayarlı planlama hesaplamalarına göre, prostat ışınlaması yapılmakta ve sonra kateterler geri çekilmektedir. 2–3 gün aralıklarla bu uygulama tekrarlanabilmektedir. HDR genellikle tek başına değil eksternal RT uygulanan prostata ek doz vermek amacıyla kullanılmaktadır. Bu tekniğin en büyük dezavantajı birden fazla uygulama yapılmasıdır. Günümüzde gleason skoru veya prostat kanser ikilenme zamanına göre hangi izotopun daha uygun olduğuna dair bir veri yoktur, ayrıca Amerika Brakiterapi Birliği (ABS), 125 I ve 103 Pd sidleri arasında bir tercih önerisi yapmamaktadır. Hasta seçimi Tedavi planlaması ve uygulama EAU 2011 kılavuzu ile ABS’ nin 2012 yılı brakiterapi uygunluk kriterleri benzerdir.(Tablo 12.11) Prostat brakiterapisi multidisipliner bir yaklaşım olup, ürolog, radyolog, tıbbi radyofizik uzmanı, brakiterapi radyasyon onkoloğu, anestezi uzmanı ve brakiterapi hemşiresinin uyum içinde çalışması ile gerçekleştirilir. İşlemden 2–3 hafta kadar önce BT veya TRUS esas alınarak ön planlama ve uygulamanın hemen öncesinde intraoperatif planlama yapılır. Tedavi planlanan hedef volüm (PTV) belirlenir. ABS tarafından cT1b-T2b, Gleason skoru ≤ 6 ve PSA ≤ 10 ng/mL olan olgulara brakiterapi monoterapi olarak önerilmektedir. cT2c evresinde, Gleason skoru 8–10, PSA’sı 20 ng/ml’nin üzerindeki olgulara ise brakiterapi monoterapi olarak önerilmemekte, ERT ile kombinasyonu tavsiye edilmektedir. İki grup arasında kalan hastalarda, brakiterapinin monoterapi olarak veya ERT ile kombine edilmesi konusuna risk değerlendirmeleri 438 yapılarak karar verilmelidir. Her ne kadar prostat boyutu artmış hastalara üriner sistem morbididitesini azaltmak, brakiterapi öncesi prostat boyutlarını küçültmek ve radyoduyarlılığı artırmak amacıyla neoadjuvan androjen ablasyon tedavisi önerilse de, yapılan çalışmalarda bu tedavinin belirtilen faydaları sağladığına yönelik bir prospektif veri bulunmamaktadır. Tedavi sonuçları Brakiterapi ve ERT uygulamalarında PSA başarısızlığını tanımlamada 1997 yılından itibaren Amerikan Radyasyon Onkolojisi Derneği (ASTRO) ölçütleri kullanılmıştır. ASTRO ardışık 3 yükselmeyi PSA nüksü olarak tariflemiş, nüks zamanını ise PSA nadir değerinden sonraki ardışık üç yükselişte, nadir değeri ve ilk yükseliş arasındaki sürenin orta noktası olarak belirlemiştir. Ancak bu kriterlerin kullanılması klinik progresyon ve sağkalımla bağlantılı olmaması, hormon kullanan olgularda iyi sonuç vermemesi ve nüks tarihinin belirlenen noktadan geriye götürülmesi yeni arayışlara yol açmıştır. 2005’te ASTRO ve RTOG konsensus toplantısında ‘’Phoenix kriterleri’’ tanımlanmıştır. Buna göre hormon kullanımı olsun veya olmasın RT sonrası ulaşılan nadir PSA düzeyinden 2ng/ml veya üzerindeki artış standart biyokimyasal nüks olarak değerlendirilmiş ve bu değerin ölçüldüğü tarihin de nüks tarihi olarak alınması tavsiye edilmiştir. Kalıcı prostat brakiterapisi sonrası yapılan çalışmaların sonuçları olgunlaşmış ve çoğu çalışmada vakaların 10 yılı geçen sonuçları yayınlanmıştır. (Tablo 12.12) Yan etkiler ve tedavisi gibi bağırsak alışkanlıklarında değişiklikler ile ortaya çıkabilir. Bu semptomlar genelllikle konservatif tedavilere cevap verir. Geç yan etkiler proktitit, rektal ülserasyon, fistül formasyonu ve inkontinansı içerir. Proktit insidansı %1 ile %12 arasında değişmektedir. Tedavide gayta yumuşatıcılar, lokal kortikosteroid kremler ya da köpükler ile konservatif tedaviler önerilmektedir. Agresif yaklaşımlar ülser gelişimi ve fistül formasyonuna neden olabileceğinden önerilmemektedir. Seksüel yan etkiler, akut dönemde ağrılı ejakülasyon ve hematospermiyi içerir. Bu semptomların çoğu zamanla kaybolur. Brakiterapi sonrası gelişen erektil disfonksiyon multifaktöriyel olabilir. Stock ve arkadaşları sadece implantasyon uygulanan 416 hastayı içeren çalışmalarında potensin 3 yılda %79 ve 6 yıl sonunda %59 oranında korunduğunu bildirmişlerdir. Anti androjen tedavi almayan hastalarda gelişen impotansa, Sildenafil ve aynı mekanizma ile etki gösteren diğer ajanların % 62 oranında yanıt verdiği gösterilmiştir. Fertilitenin korunup korunmadığı araştırmaya çok açık bir konudur, isteyen olgulara kriyoprezervasyon önerilmesi uygundur. Brakiterapi sonrası takip Prostat dozu ile çevre dokular arasındaki ilişkiyi değerlendirebilmek için BT’ye dayanarak yapılan implantasyon sonrası dozimetrik çalışmalar bütün hastalara uygulanmalıdır. Hastaların izlenmeleri ilk yıl 3 ay, sonraki yıllarda 6 ay ara ile Parmakla rektal inceleme (PRİ) ve PSA ölçümleri ile yapılır. PSA seviyesinin 0,5 ng/ml altına düşüşü 4 yıla kadar uzayabilmektedir. Biyokimyasal başarısızlık için önceki yıllarda ASTRO kriterleri ölçüt alınsa da, son yıllarda ’Phoenix kriterleri’ daha çok kullanılmaktadır. Üriner sistem yan etkileri genelde postoperatif erken dönemde dizüri, pollaküri ve hematüri şeklinde ortaya çıkar. İmplant yerleştirilmesini takiben 1–2 hafta içinde gelişmeye başlar ve yaklaşık 6–12 haftaya kadar sürebilir. Prostat ve komşu organlarda gelişen ödem zayıf idrar akımına ya da üriner obstrüksiyona yol açabilir. Fenazopiridin genellikle dizürinin geçmesinde yardımcı olur, alfa-adrenerjik bloker kullanılması üriner semptomları rahatlatır. Hematüri genellikle kendiliğinde geçen bir durumdur, ancak mesane irrigasyonu gerektiren üriner retansiyona da yol açabilir. Üriner retansiyon nedeniyle cerrahi tedavi, ancak medikal tedaviye cevap vermeyen hastalarda düşünülmeli, TUIP ya da TURP en az 2 ya da 3 kez izotop yarılanma zamanı geçtikten sonra yapılmalı, ancak bu işlemlerin %25 ‘lik inkontinans oranları ile ilişkili olduğu bilinmelidir. Kronik üriner morbidite 6 ay sonra ortaya çıkar ve pollaküri, inkontinans, üretral striktür ve üretral nekrozu içerir. Sonuç Gastrointestinal yan etkiler implant yerleşiminden haftalar sonra diare, konstipasyon, tenezm ya da rektal basınç 12.2.6.2.2 Eksternal radyoterapı (ERT) Prostat brakiterapisi prostat üzerine yoğunlaşmış bir tedavi olması, mesane, rektum ve ince barsak gibi komşu organlara minimal radyasyon maruziyeti nedeni ile ilgi çekici bir tedavi seçeneğidir. Bununla birlikte günü birlik bir işlem olması ve hastanın nerdeyse 24 saat içinde fiziksel aktivitesine dönmesi ve kötü medikal koşullarda bile iyi tolere edilebilmesi brakiterapinin diğer avantajlarıdır. Bu nedenlerden dolayı prostat brakiterapisi düşük morbiditesi ve radikal prostatektomiye eşdeğer 10–15 yıllık lokal kontrol oranları ile hastalar ve hekimler tarafından artan oranda tercih edilen bir tedavi modalitesi haline gelmiştir. Seçilmiş prostat kanserli olgularda brakiterapi, gerek monoterapi olarak gerek ise ERT ile kombine kullanımı sonucunda yüksek lokal kontrol, düşük yan etki ve yüksek hayat kalitesi sağlamaktadır. RP veya sadece ERT’ye alternatif olarak önerilebilecek bir tedavi seçeneği oluşturmaktadır. 439 XII. Üroonkoloji ERT’de kullanılan radyoaktif ışınlar, Kobalt-60 gibi doğal izotoplardan elde edilebileceği gibi, 1950’lerden sonra olduğu gibi, lineer akseleratorlerde yüksek frekanslı elektromanyetik dalgalar tarafından hızlandırılan elektronların bir hedefe çarptırılarak yapay olarak üretilen megavoltaj, yüksek enerjili X- ışınlarından da elde edilebilmektedir. Bu ışınlar derin dokulara daha iyi penetre olmakta ve prostat kanseri gibi derin yerleşimli tümörlerin tedavisinde kullanılmaktadır. Son yıllarda konvansiyonel RT yerine üç boyutlu konformal radyoterapi ( 3DRT), Yoğunluk Ayarlı Radyoterapi (IMRT = YART ) ve “Image-Guided Radiotherapy” (IGRT) gibi modern radyoterapi teknikleri kullanılmaktadır. Bu sayede risk altında bulunan sağlıklı dokular daha iyi korunarak düşük yan etki profili sağlanmakta, hedef dokulara verilen doz güvenle arttırılarak daha etkin tümör kontrolü sağlanabilmektedir. Günümüzde ERT, lokalize ve lokal ileri evre prostat kanserinin tedavisinde kullanılan her yaştan, özellikle ek hastalığı olan olgularda güvenle uygulanabilen, yüksek dozlu tedavilerle yüksek oranda uzun dönem kontrol sağlayan, üriner inkontinans gibi yan etkilerde diğer tedavi modalitelerine göre daha düşük risk taşıması nedeniyle seçilmiş olgularda tercih edilen bir tedavi alternatifidir. Önceden pelvik bölgeye alınan radyoterapi, azalmış mesane kapasitesi, rektumda aktif kronik inflamatuar hastalık varlığı ve kronik diyare varlığı ERT uygulaması için kontrendikasyon oluşturmaktadır. Tedavi planlaması ve uygulama Konvansiyonel RT, RT simülatörleri, skopi yapabilen ve düz filmler çekebilen 2 boyutlu aletler ile yaklaşık 20 yıl öncesine kadar yapılmaktaydı. Simülasyon sırasında prostatın yeri kemik yapılar göz önüne alınarak tanımlanmakta, hacimsel veriler işlenemedikleri için ön-arka, 2 yan olmak üzere olgular 4 planlı kutu ‘box’ tekniği ile ışınlanma uygulanmaktaydı. ERT günde yaklaşık 10–20 dakika süren tek fraksiyonda, haftada 5 gün, 7–8 hafta süresince uygulanmakta, prostata verilen toplam doz 66–70 Gy arasında değişmekteydi. Ancak bu teknik, tümöre planlanandan daha düşük, risk altındaki komşu dokulara ise daha yüksek doz verilmesine neden olmaktaydı. 12.2.6.2.3 Konformal radyoterapi ( 3DRT ) Son zamanlarda bilgisayar yazılım ve görüntüleme teknolojilerindeki hızlı gelişmeler, radyoterapi planlama ve uygulama alanında da büyük yeniliklere yol açmıştır. İnce ve çok kesitli tomografi cihazlarının yardımı ile elde edilen prostata ait hacimsel veriler, üç boyutlu planlama sistemlerinde işlenebilmektedir. Tedavi edilecek hedef volümler ve risk altındaki organlar belirlenmekte, üç boyutlu doz hesaplanmakta ve ışınların şekillenmesi sağlanarak, bilgisayar kontrollü ışınlama yapılmaktadır (Resim 2). Konformal RT ile risk altındaki çevre doku- 440 larda yan etki artışı oluşturmaksızın prostata daha yüksek doz (> 70 Gy) ışınlama yapılabilmektedir. Yoğunluk Ayarlı Radyoterapi (YART=IMRT) konformal RT’nin daha gelişmiş bir şekli olup hedef volümün doz tarafından daha sıkı bir şekilde sarılmasına ve risk altındaki organların daha az doz almasına olanak veren bir tedavi modalitesidir. Bu işlem 1990’lı yılların sonlarından itibaren hareketli ve çok yapraklı kolimatorlerin geliştirilmesi sayesinde yapılmaktadır. Hedef dokuların ve risk altındaki organların aldıkları dozlar doz-volüm histogramlari (DVH) ile değerlendirilir. IMRT’nin en büyük avantajı, komşu normal dokuların diğer yöntemlere göre daha iyi korunmasıdır. Bu teknikle 75 Gy ve üzerinde RT alan bir olgudaki yan etkiler, konvansiyonel RT (>70Gy) alan olgulardan daha düşük kalmaktadır. Işınlamalar sırasında tedavi hedef volüm lokalizasyonun görüntülemelerle doğrulanması ve gerek görülmesi halinde düzeltmelerin yapılması işlemi “Image-Guided Radiotherapy” (IGRT) olarak adlandırılmaktadır. Prostat ışınlamasına pelvik alanın dâhil edilip edilmemesi konusu da uzun süredir tartışılan konuların başında gelmektedir. Değişik nomogramlardan yararlanılarak ekstra prostatik yayılım, VS tutulumu, pelvik lenf bezlerinin tutulum oranları göz önüne alınarak, düşük risk grubunda sadece prostat ve proksimal seminal vezikülleri, orta risk grubunda prostat ve tüm seminal vezikülleri, yüksek risk grubunda ise prostat ve tüm seminal vezikülleri, pelvik lenf nodlarını, hedef volüme dahil etmek uygun görünmektedir. 12.2.6.2.4. Radyoterapi–hormon tedavisi (HT) Radyoterapi öncesinde HT verilmesi apoptotik süreç ile özellikle klonojen tümör hücrelerini azaltması, prostat dokusu üzerinde genel olarak bir küçülme sağladığından daha küçük bir hedef volüm oluşturması nedenleriyle akılcı görünmektedir. Bu konuda yol gösterici olması bakımından RTOG 94–08 çalışmasının sonuçları önem taşımaktadır. Bu çalışmada T1b-T2b evrede ve PSA’sı < 20 ng/ml olan 992 hasta RT öncesinde düşük, orta ve yüksek riskli gruplara ayrılmış ve RT başlamadan önce 2 ay olmak üzere toplam 4 ay HT uygulanmıştır. Buna göre RT öncesi ve süresince HT alan, orta risk grubu hastalarda hastalığa spesifik mortalite ve genel sağkalımda, HT’nin anlamlı katkısı izlenmiş ancak bu fark düşük risk grubundaki olgularda (PSA<10, ≤T2a) saptanamamıştır. Lokal ileri veya yüksek riskli hasta grubunda ERT sonrası adjuvan HT’nin rolünü araştıran EORTC-22863 çalışmasında; 415 LN (-) T3–4 veya yüksek riskli T1-2 hastalar definitif RT sonrası 3 yıl süreli HT alanlar ve sadece takip uygulananlar olarak gruplandırıldı. Ortanca 66 aylık takip sonucu adjuvan tedavi alan grupta 5 yıllık genel sağ ka- lım, hastalığa özgü sağ kalım ve klinik hastalıksız sağ kalım açısından anlamlı bir iyileşme olduğu saptandı (sırasıyla %78’e karşı %62, %94’e karşı %79 ve %74’e karşı %40). Günümüzde eldeki verilerin ışığında RT ile tedavi edilen yüksek riskli hasta grubunda HT standart tedavi seçeneği haline gelmiştir. Gerek definitif tedavinin etkinliğinin artırılması gerekse uzun süreli olumlu sonuçlarının gösterilmesi açısından D’amico tarafından da vurgulandığı üzere RT öncesi başlanan, tedavi sırasında ve sonrasında devam edilen en az 6 aylık HT orta ve yüksek risk grubu hastalar için doğru bir öneri olacaktır. Tedavi sonuçları RT sonrası PSA ile izlem, brakiterapi bölümünde detaylı açıklandığı gibi ASTRO veya Phoenix kriterlerine uygun olarak yapılmaktadır. RT sırasında asiner hücrelerin ölümü ve dolaşıma geçmeleri nedeniyle PSA düzeylerinde geçici yükselmeler görülebilir. RT sonrasında ise PSA düzeyleri 1–2 yıl içinde yavaş yavaş düşerek nadir seviyeye ulaşır. Konvansiyonel RT sonuçları Zagars ve ark. tedavi edilen 938 hastanın 6 yıllık biyokimyasal nüks sonuçlarını yayınlamıştır. Buna göre tedavi öncesi PSA düzeyleri 0–4 ng/ml , > 4–10 ng/ml , > 10–20 ng/ml , >20 ng/ml olan gruplarda, biyokimyasal kontrol oranları sırasıyla %84 ,%64 , %49 ve % 11 olarak bildirilmiştir. T1 ve T2 evresindeki olgularda biyokimyasal kontrol oranı % 66 iken, T3 ve T4 olgularda bu oran % 37 civarındadır. Zietman ve arkadaşları ise yayınladıkları 1044 hastanın uzun dönem sonuçlarında 10 yıllık biyokimyasal kontrol oranlarını T1ve T2 olgular için %40, T3 ve T4 olgular için ise % 33 olarak bildirmişlerdir. Doz-Yanıt çalışmalarında 65–70 Gy gibi konvansiyonel dozlara bazı tümör hücrelerinin dirençten gösterdikleri ve yok olmadıkları gösterilmiş, tümör kontrolü için 70 Gy’in üzerine çıkılması gerekliliği kanısına ulaşılmıştır. Doz Yükseltme sonuçları ve üç Boyutlu Konformal RT (3DRT) sonuçları Konvansiyonel teknikler ile lokalize prostat kanserinin tedavisinde verilen doz 70 Gy’in üzerine çıkarıldığında kabul edilemeyecek yüksek yan etkiler ortaya çıkmıştır. Sonraki yıllarda üç boyutlu konformal yöntemler geliştirilmiş ve dozun güvenli bir şekilde arttırılması sağlanırken sağlam dokuların aldığı doz sınırlandırılmıştır. EUA 2011 kılavuzunda lokalize prostat kanserli vakalar prognostik risk faktörlerine göre düşük, orta ve yüksek risk gruplarına klasifiye edilmiş ve bu üç grup için doz arttırımı konusunda çalışmalara dayanarak önerilerde bulunulmuştur. 1. Düşük -riskli grup (T1a-T2a, N0, M0 ve Gleason skoru ≤ 6 ve PSA < 10 ng/mL)) Bu grupta yapılan retrospektif, randomize olmayan çalışmalara göre biyokimyasal nükssüz sağkalım ≥72 Gy doz alan hastalarda <72 Gy doz alan hastalara göre istatiksel anlamlı daha yüksektir. T1–3 N0 M0 klinik evredeki olgular üzerinde yapılan iki adet randomize çalışma doz arttırımı konusunda yol gösterici olmuşlardır. MD Anderson çalışmasında T1–3 evresinde 305 olguyu 70 Gy ve 78 Gy gruplarına randomize edilmiş ve sonuçta biyokimyasal ve klinik kontrolün 78 Gy grubunda istatiksel anlamlı olarak daha yüksek bulunduğunu saptanmıştır (p=0.04 ). PROG 9509 çalışmasına ise 393 hasta dâhil edilmiş ve hastalar 2 gruba randomize edilmiştir. Ortanca 5,5 yıl takip ile 5 yıllık biyokimyasal nükssüz sağkalım, yüksek doz (79,2 Gy) verilen grupta konvansiyonel doz (70,2 Gy) verilen gruba kıyasla istatiksel olarak daha yüksek bulunmuştur (p < 0.001). Bu çalışmalara göre günlük pratikte düşük riskli lokalize prostat kanseri vakalarında en az ≥ 74 Gy doz önerilmektedir. 2. Orta-risk grup (T2b veya PSA 10–20 ng/mL veya Gleason skoru =7) Randomize olmayan birçok çalışma klinik evresi T1c-T3 olan hastalarda doz arttırımının (76–80 Gy) 5 yıllık biyokimyasal nüksüz sağkalıma önemli etkisinin olduğunu göstermektedir. Peters ve arkadaşlarının yaptığı çok merkezli randomize bir çalışmada 68 Gy RT ile 78 Gy karşılaştırılmış. 5 yıllık klinik ya da biyokimyasal sağkalımın 78 Gy doz alan orta risk grubundaki hastalarda istatiksel anlamlı olarak daha yüksek olduğu saptanmış. Bir diğer çalışma Fransa’da yapılan faz III GETUG çalışmasıdır. Bu çalışmada daha önceden veya RT sonrası hormonoterapi almayan 306 hastaya verilen 70 Gy doz ile 80 Gy lik dozlar kıyaslanmış. 59 aylık ortanca takip sonrası özellikle başlangıç PSA’sı > 15 ng/ ml olan orta risk grubundaki hastalarda yüksek doz radyoterapinin daha iyi biyolojik sonuçlar verdiği gösterilmiştir. Bu çalışmalar ve diğer çalışmaların ortak sonucuna göre kısa dönem hormonoterapi almakta isteksiz olan hastalar 78–80 Gy ’e kadar doz arttırımı ile monoterapi olarak radyoterapi alabilecekleri belirtilmektedir. 3. Yüksek-risk grup (T2c veya Gleason skoru > 7 ya da PSA > 20 ng/mL) Doz artırımı ile ERT uygulanmasının yüksek riskli hasta grubunda 5 yıllık biyokimyasal nükssüz sağkalım oranlarını arttırdığı birkaç çalışmada gösterilmiştir. Hollanda’da yayınlanan çok merkezli Faz III çalışmada 68 Gy ile 78 Gy doz RT alan gruplar kıyaslanmış. 5 441 XII. Üroonkoloji yıllık klinik ya da biyokimyasal sağkalımın yüksek doz alan hasta grubunda( 78 Gy) % 10 daha fazla olduğu gösterilmiş. MRC RT01 çalışmasında ise 64 Gy ile 74 Gy RT alan hasta grupları kıyaslanmış. Her iki hasta grubuna neo-adjuvan hormonoterapi verilmiş. Yüksek doz RT alan hasta grubunda 5 yıllık biyokimyasal hastalıksız sağkalım oranları %11 daha yüksek saptanmış. Yine PROG 95–09 ve MD Anderson çalışmalarında yüksek risk gurubundaki hastalarda yüksek doz RT’nin biyokimyasal nükssüz sağkalım oranlarını istatiksel anlamlı olarak arttırdığı gösterilmiş. PSA değeri en az 10 ng/ml ( maksimum 40 ng/ml) , Gleason skoru en az 7 olan veya radyolojik olarak prostat dışı hastalık bulguları olan 206 hastayı içeren prospektif randomize bir çalışmada; 3DRT ile bu tedavinin en az 6 aylık androjen baskılanması tedavisi ile kombinasyonu karşılaştırıldı. 7.6 yıllık ortanca takip sonrası 3DRT ile beraber HT alan hastalarda genel sağ kalım oranı % 13 daha yüksek bulundu. Buna ilave olarak EORTC-22961randomize faz III çalışmasında yüksek riskli prostat kanserli olgularda RT ile birlikte uzun dönem (36 ay) ve kısa dönem ( 6 ay) HT alan grup karşılaştırıldı ve 5 yılda uzun dönem hormonal tedavi alanlarda ortanca sağ kalımın arttığı gözlendi. Genellikle diarenin medikal tedavisi ve lokal kortikosteroid preparatlar ile kontrol altına alınabilmektedir. Bununla birlikte hastaların çok az bir kısmında proktit, perianal ağrı, mukuslu diare, hematokezya, gibi ciddi uzun süreli barsak komplikasyonları, nadiren de anorektal striktür, obstrüksiyon, ülserasyon ve perforasyon gözlenebilir. Ciddi yan etkilerin tedavisinde argon lazer ve hiperbarik oksijen uygulamaları önerilmektedir. IMRT sonuçları Üriner sistem yan etkileri: ERT sırasında birçok olguda sistit, hemorajik sistit, dizüri, pollaküri ve/veya hematüri, obstrüksiyon bulguları, inkontinans, üretra darlığı gibi değişik derecelerde üriner yan etkiler gözlenebilmektedir. Mevcut BPH’a ilave gelişen prostatik ödem ile üriner retansiyon gelişebilir. Bu semptomlar alfa adrenerjik blokerler ile azaltılabilir ve genellikle tedavi tamamlandıktan sonra bir ay içinde geriler. Mesane boynu kontraktürü ve mesane kapasitesinin azalması gibi çok sık gözlenmeyen kronik yan etkiler görülebilir. Yan etkilerin daha ciddi olması halinde internal üretratomi, mesane boynu rezeksiyonu, perkütan nefrostomi, kutanöz üreterostomi, sistektomi veya üriner diversiyon gibi cerrah işlemler uygulanabilir. Ancak modern RT uygulamalarından sonra ciddi geç yan etki ile karşılaşma olasılığı çok azalmış, cerrahi müdahale gerektirecek yan etkiler ise gözlenmemektedir. IMRT radyasyon onkologlarına radyasyon dozunu, hedef dokuya 86 Gy ‘e kadar çıkarak homojen olarak dağıtabilmelerine ve aynı zamanda risk altındaki organları da yüksek dozlardan korumalarına olanak vermektedir. 80 Gy ‘nin üzerindeki radyasyon dozu uygulamaları günümüzde güvenli bir şekilde sadece IMRT ile olmaktadır. Bu konuda en geniş sonuçlara sahip olan Memorial Sloan – Kettering Kanser Merkezi iki kohort hasta çalışmasının güncel sonuçlarını yayınlamıştır. İlk çalışmada organa sınırlı hastalığı olan 561 olgu 81 Gy’ lik doz ile tedavi edilmişlerdir. 8 yıllık PSA relaps-hastalıksız sağkalım oranları iyi, orta ve kötü risk grubunda sırasıyla %98,%85 ve %70 olarak saptanmıştır. Diğer çalışmaya organa sınırlı hastalığı olan 478 hasta dâhil edilmiş ve bu hastalar 86,4 Gy’ lik doz ile tedavi edilmişlerdir. 5 yıllık PSA relaps-hastalıksız sağkalım oranları düşük, orta ve yüksek risk gruplarında sırasıyla % 98, %85 ve %72 olarak bulunmuştur. EORTC–22863 numaralı randomize çalışmasında konvansiyonel radyoterapi yapılan 377 olguda, geç dönem yan etki oranları derece 1, 2, 3 proktit için sırası ile %8,2, %0, %0; kronik diare için %3,7, %0, %0; ince barsak obstrüksiyonu için %9,5, %0,2, %0,2 olup toplam derece 2 ve üzeri yan etki oranları %22,8 olarak bildirilmiştir. Zelefsky ve arkadaşları ERT uygulanan olgularda derece 2 ve üzeri akut rektal yan etki oranlarının IMRT ile %61’den %45’e (p=0,05), geç yan etki oranlarının ise %13’den %0,5’e (p=0,0001) düştüğünü göstermişlerdir. SEER datalarında 100 000 den fazla olgunun yeniden analizinde, radyasyonun mesane ve rektum lokalizasyonunda ikincil malignite gelişme riskini %0,16 arttırdığı gösterilmiştir ERT’nin başlıca dezavantajları tedavi süresinin 8–9 hafta gibi uzun sürmesi, gastrointestinal, genitoüriner ve seksüel yan etkilere yol açmasıdır. Tedavi tamamlandıktan sonraki ilk 90 günde ortaya çıkan yan etkiler akut (erken), daha sonra ortaya çıkan yan etkiler ise kronik (geç) yan etki olarak tanımlanır. “Memorial Sloan-Kettering Kanser Merkezinin” (MSKCC)’in 3DRT veya IMRT ile 66–81 Gy uygulanan 1571 olguluk hasta grubunun 10 yıllık ortanca takip süresi sonrası, derece 2 veya üzeri akut GÜ yan etki görülme oranı 81 Gy’de %20, daha düşük dozlarda %12 olarak bildirilmiştir. Lee ve ark. yaptıkları çalışmada lokalize prostat kanserli vakalarda ERT sonrası üriner inkontinans oranını %1,3 olarak bildirmiş, inkontinansın TUR-P yapılanlarda, yapılmayanlara göre daha yüksek oranda gözlendiğini saptamışlardır (%2’ye karşı %0,2). Gastrointestinal yan etkiler: Akut barsak yan etkileri, radyoterapinin ilk birkaç haftasında ishal, hemoroidal şikâyetlerde artma, rektal kanama ile ortaya çıkabilir. Seksüel Yan Etkiler: RT’nin oluşturduğu ED’un primer nedeninin penil korporal yapılardaki vasküler sistemin yapısının bozulmasına bağlı olduğu düşünülmektedir. Yan etkiler ve tedavisi 442 Korpus spongiosumun aldığı RT dozlarının ED ile ilişkili olduğu, bu nedenle riski azaltmak amacıyla bu yapılardaki RT dozlarının mümkün olduğunca düşürülmesi gerektiği önerilmektedir Retrospektif çalışmalarda RT’nin cerrahiye göre ED’u daha az etkilediği gösterilmiştir. Son yapılan meta analizde bir yıllık erektil fonksiyonu devam ettirebilme yalnız brakiterapi ile %76, ERT ve brakiterapi ile %60, yalnız ERT ile %55, sinir koruyucu prostatektomi sonrası %34, standart prostatektomi sonrası %25’tir. İki yılın üzerinde takip bildirilen çalışmalar göz önüne alındığında bu oranların ERT ve brakiterapi, yalnız ERT, sinir koruyucu prostatektomi ve standart prostatektomi sonrası sırasıyla %60, %52, %25 ve %25 olduğu gözlenmiştir. Silgin ve ark.nın çalışmasında 10 yıllık dönemde ED oranı %44 olarak bildirilirken, neoadjuvan hormonoterapi alan ve almayanlarda sırası ile %54 ve %35 olarak gözlenmiş ve çok değişkenli analizde hormonoterapi alımının ED’u etkileyen önemli bir prognostik faktör olduğu gösterilmiştir. Radyoterapi sonrası takip RT sonrası takip, tedavi etkinliği ve hastalık progresyonunun değerlendirmeleri açısından önem taşımaktadır. Bu bölümde NCCN kılavuzunda önerilen takip sürecinden bahsedilecektir (Tablo 12.13). Buna göre definitif tedavi sonrası hasta ilk yıl 3 ayda bir, ikinci yıl ise 6 ayda bir olmak üzere 5 yıl daha sonra yılda bir PSA ile takip edilir. Buna ilaveten her yıl PRİ ile prostat muayenesi yapılır. PSA nadir düzeylere geldikten sonra PRİ’ye gerek yoktur. RT sonrası pozitif PRİ rekürrens olarak kabul edilir. Yükselen PSA tespit edilirse Phoenix kriterlerine göre değerlendirilir. Radyoterapi sonrası rekürrenslere kurtarıcı radikal prostatektomi (kRP) özellikle son yıllarda düşen komplikasyon oranlarıyla dikkat çekmektedir. Rekürren kanserin organa sınırlı olması, cerrahi sınırların salim olması, seminal vezikül ve lenf nodu tutulumu olmaması iyi prognostik faktörlerdir. Bu grup hastalarda kRP sonrası hastalıksız sağkalım %70-80’ken, lokal ileri evre hastalarda %40- 60’a düşmektedir. EAU kılavuzlarına göre 10 yıllık yaşam beklentisi olan, organa sınırlı <T2 kanseri olan, cerrahi öncesi PSA < 10 ng/ ml olan hastalar kRP için uygundur. Küratif radyoterapi sonrası kurtarıcı kriyocerrahi tedavisi ile ilgili az sayıda çalışma vardır. Cerrahi morbiditesini azaltma amaçlı bu yaklaşımda cerrahi için iyi prognostik kriterlere sahip hasta grubunda dahi PSA cevabı hastaların ancak %50’sinde görülmüş ve kRP’nin başarısının altında kalmıştır. Biyokimyasal rekürrenste sistemik hastalıktan şüpheleniliyorsa HT uygulanabilir. Yapılan Retrospektif çalışmalarda bu tedaviye başlama zamanı konusunda fikir birliği sağlanmamış ancak yüksek riskli olgularda erken tedavinin bi- Şekil 12.9. TRUS Klavuzluğunda template yoluyla sidlerin prostata bırakılmaları 443 XII. Üroonkoloji Tablo 12.11. ABS Brakiterapi endikasyon ve kontrendikasyonları yokimyasal rekürrenssiz sağkalım ve metastaz başlangıcına kadar geçen süreyi uzattığı görülmüşse de kansere özgü sağkalımda bir fark gösterilememiştir. Sonuç Son yıllarda radyoterapideki gelişmeler, doz cevap ilişkisine bağlı olarak daha az yan etki ile daha yüksek dozlara çıkmayı kolaylaştırmakta ve tedavi başarı şansını arttırmaktadır. IMRT, IGRT gibi modern RT teknikleri ile ciddi erken ve geç yan etkiler nerede ise gözlenmese de bilgilendirme yapılmalı, görülme süresinin tedavi bittikten 2 yıl sonrasında da olabileceği ve az da olsa erektil fonksiyonun RT ile etkilenebileceği anlatılmalıdır. Günümüzde ERT, lokalize ve lokal ileri evre prostat Tablo 12.12. Prostat kanserinde brakiterapi sonuçları 444 kanserinin tedavisinde kullanılan her yaştan, özellikle ek hastalığı olan olgularda güvenle uygulanabilen, yüksek dozlu tedavilerle yüksek oranda uzun dönem kontrol sağlayan, üriner inkontinans gibi yan etkilerde diğer tedavi modalitelerine göre daha düşük risk taşıması nedeniyle seçilmiş olgularda tercih edilen bir tedavi alternatifidir. Okunması önerilen kaynaklar Michalski J, Pisansky T, Lawton C,Potters L, Kuban D. Prostate Cancer. Clinical Radiation Oncology third edition. Chapter 51. 2012; 1059–1073 Aslay, I. Lokalize prostat kanseri tedavisinde brakiterapi. Üroonkoloji Kitabı Cilt II. 2007; 746–771 3. 7. Şekil 12.10. Prostat ve seminal vezikülün radyoterapi için BT çekimi ve ardından digital olarak yeniden yapılandırma ile oluşturulan simulasyon grafilerinin Anterioposterior (A) ve Lateral (C) görünümü. B ve D ‘de prostat ve vezikülo seminalislerin doz almış halleri gözükmekte. Turkan,S.,İğdem,S. Lokalize prostat kanseri tedavisinde eksternal radyoterapi. Üroonkoloji Kitabı Cilt II. 2007; 772–781 Guidelines on Prostate Cancer. European Association of Urology. 2011; 58–64 Prostate Cancer. NCCN Clinical Practice Guidelines in Oncology. 2012; PROS 5, PROS 7 American Brachytherapy society prostate Low Dose Rate Task Group. ABS Brachytherapy Guidelines. 1–10 Potters L, Morgenstern C, Calugaru E, et al. 12 year outcomes following permanent prostate crachytheraphy in patients with clinically localized prostate cancer. J Urol.2005;173:1562–1566 Radge G,Blasko JC,Grimm P, et al. Interstitial iodine-125 radiation without adjuvant therapy in the treatment of clinically localized prostate carcinoma. Cancer 1997;80:442-453 Zelefsky MJ, Hollister T, Raben A, et al. Five-year biochemical outcome and toxicity with transperineal CT-planned permanent I-125 prostate implantation for patients with localized prostate cancer. Int J Radiat 445 XII. Üroonkoloji Oncol Biol Phys 2000; 47:1261-1266. izlemi daha olası kılmaktadır. Grimm PD, Blasko JC, Sylvester JE, et al. 10-year biochemical (prostatespecific antigen) control of prostate cancer with 125I brachytherapy. Int J Radiat Oncol Biol Phys 2001; 51:31-40. Aktif izlemin temel prensipleri şu şekilde sıralanabilir; kanserin patolojik ve klinik özelliklerine, hasta yaşına göre progresyon riski düşük olan hastaların tanımlanması; aşırı tedaviye yol açmayacak uygun kriterler kullanarak tedaviye karar verilmesi ve bu süreçte önemi asla unutulmadan tedavi edilmemiş kanser ile yaşamanın getireceği psikolojik olumsuzluğun azaltılması için hasta ile uygun iletişim. Merrick GS, Butler WM, Galbreath RW, et al. Biochemical outcome for hormone naive patients with Gleason score 3+4 versus 4+3 prostate cancer undergoing permanent prostate brachytherapy. Urology 2002 Jul;60(1):98-103. Stone NN, Stock RG, Unger P. Intermediate term biochemical-free progression and local control following 125iodine brachytherapy for prostate cancer. J Urol 2005 Mar;173(3):803-7. Zelefsky MJ, Leibel SA, Gaudin PB, et al. Dose escalation with threedimensional conformal radiation therapy affects the outcome in prostate cancer. Int J Radiat Oncol Biol Phys 1998 Jun;41(3);491-500. Peeters ST, Heemsbergen WD, Koper PCM, et al. Dose-response in radiotherapy for localized prostate cancer: results of the Dutch multicenter randomized phase III trial comparing 68 Gy of radiotherapy with 78 Gy. J Clin Oncol 2006 May;24(13):1990-6. D’Amico A, Renshaw AA, Loffredo M, et al. Androgen suppression and radiation vs radiation alone for prostate cancer; a randomized controlled trial. JAMA 2008 Jan;299(3):289-95. Zelefsky MJ, Chan H, Hunt M, et al. Long-term outcome of high dose intensity modulated radiation therapy for patients with clinically localized prostate cancer. J Urol 2006 Oct;176(4 PT 1):1415-9. Özkök S. Possible problems and solutions after radiation therapy for prostate cancer. Üroonkoloji Bülteni. 2011 June;2;98-102 12.2.6.3 Prostat kanserinde aktif izlem ve bekle-gör tedavisi Prostat kanserinin görülme insidansı ile bu kansere bağlı ölüm insidansı arasında büyük bir farklılık vardır. Bir erkek hayatı boyunca %15-20 oranında prostat kanserine yakalanabilirken, prostat kanserine bağlı ölme ihtimali %3’tür. Prostat spesifik antijen (PSA) tarama testinin klinik uygulamada yaygın kullanımı ve sextant biyopsi uygulamalarının bırakılıp daha fazla sayıda parça alınarak yapılan biyopsiler, lokalize küçük ve iyi diferansiye prostat kanseri insidansının artmasına sebep olmuştur. Bu hastalarda 5 yıllık sağkalımın %100 olması, kanserden ölmeyecek hastaların aşırı tedavi edilmelerine yol açmaktadır. Bununla birlikte; hastalığın kendisi değil ama aşırı tedavinin komplikasyonları yaşam kalitesini bozabilmekte ve morbiditeyi arttırabilmektedir. Aşırı tedavi ihtimalini azaltmak için iki konservatif yaklaşım önerilmiştir; aktif izlem ve bekle gör. 1.Aktif izlem İlk kez 10 yıl önce tanımlanan aktif izlemde amaç hastanın küratif tedavi şansını kaybetmeden tedavisinin ertelenerek yakın izlenmesidir. Aktif izlem radikal tedaviye göre daha az morbidite ancak progresyon riski taşırken radikal tedaviler kesin tedavi şansı sağlamakta ancak morbidite artmaktadır. Aktif izlem aşırı tedavi ve buna bağlı morbiditenin önlenmesinde bir çözüm gibi görünmektedir. Prostat kanserinin seyrinin yavaş oluşu aktif 446 Hasta seçimi Aktif izlem için hasta seçimi en önemli kısıtlayıcı basamaktır. Hasta seçim protokolüne örnek olabilecek randomize kontrollü çalışmalar mevcut değildir. Literatürde yer alan bazı aktif izlem hasta seçim protokolleri Tablo 12.14’de gösterilmektedir. Tüm çalışmalar şu konuda fikir birliğine sahiptir; iyi seçilmiş çok düşük riskli hastalıkta progresyon ve kansere bağlı ölüm oranları çok düşüktür, çok küçük bir hasta grubunda radikal tedaviye ihtiyaç duyulmuştur. Ama bu çalışmalarda da takip süresi kısıtlıdır. Yetmiş yaş ve üzeri hastalarda hastanın uzun süre takibi ile hastanın büyük olasılıkla küratif tedavi şansını kaybettiği görülürken, daha genç hastaların bu şansları korunabilmektedır. Ayrıca aktif izlemin bir parçası olan tekrarlayan biyopsiler de radikal tedavi gündeme geldiğinde sinir koruyucu tekniğin başarısını azaltabilir. Genel olarak aktif izleme alınma kriterleri şunlardır: • Klinik olarak organa sınırlı hastalık. (T1-T2) • Gleason skoru < 7 • PSA < 10-15 ng/mL Takip Aktif izleme alınan hastaların belirli bir program dahilinde takip edilmeleri gerekmektedir. Ancak bu takip protokolüne örnek olabilecek randomize kontrollü çalışma bulunmamaktadır. Aktif izleme alınan hastaların ne sıklıkla takip edileceği ve izlemde biyopsinin hangi aralıklarla yapılacağı konusunda da farklı görüşler mevcuttur. Tablo 12.15’de literatürde farklı yazarlar tarafından önerilen takip protokolleri özetlenmiştir. Her protokolün seçim kriterlerine göre hastalar %14-56 oranında yanlış olarak aktif izleme uygun seçilebilmektedir. Biyopsilerde Grade 4’ün kaçırılma riskinden dolayı erken rebiyopsiyi hasta seçim sürecinin önemli parçası haline getirmiştir. Aktif izlemin temelinde parmakla rektal muayene, PSA ve en önemliside genellikle yılda 1 tekrarlanan biyopsiler vardır. Aktif izlemde ana amaç aşırı tedavi oranını azaltmaktır. Günümüzde yapılan en kapsamlı çalışmanın bile takip süresi 10 yıldan azdır. Şu da iyi bir şekilde bilinmektedir ki 10 yıldan fazla yaşam beklentisi olan prostat kanseri Tablo 12.13: NCCN Version 3.2012 kılavuzuna göre ERT sonrası takip ve radyoterapi sonrası biyokimyasal rekürrense yaklaşım (PRİ : Parmakla rektal inceleme, BT: Bilgisayarlı tomografi, MRG: Manyetik rezonans görüntüleme, PSADT: PSA ikileme zamanı, HT: Hormonal tedavi) hastaları küratif tedavi almadıkları zaman prostat kanserine bağlı mortalite oranları artmaktadır. Literatürdeki çalışmalara baktığımızda takip suresi daha kısa olanlarda tedavi gerektirmeyen hasta yüzdesinin daha yüksek olduğunu, takip suresi uzadıkça radikal tedaviye giden hasta yüzdesinin arttığını görmekteyiz. Tablo 12.16’da literatürdeki bazı aktif izlem serilerinin progresyon ve sağkalım oranları verilmiştir. Aktif izlemden küratif tedaviye geçişte hastalık progresyonu, PSA’da yükselme, gleason derecesinde artma veya palpe edilebilir tümörün boyutunda artma olması ile belirlenmektedir. Çalışmalarda PSA ikiye katlanma zamanı için alınan sınır değerler ≤2 yıl ve ≤4 yıl arasındadır. Aktif izlem hastalarında kanserle yaşamanın psikolojik etkilerinin kişinin yaşam kalitesine olan etkisi de önemlidir. Aktif izlemi seçen hastaların yaşadığı anksiyete diğer klinik parametrelere göre daha önemli bir küratif tedaviye geçme nedeni olabilmektedir. 2.Bekle gör tedavisi Bekle Gör tedavisi “semptoma yönelik tedavi” olarakta bilinir. İlk kez PSA öncesi dönemde lokal yada sistemik progresyon olana kadar prostat kanserine konservatif yaklaşım için kullanılmıştır. Bu süreçte hastaya mesane çıkım tıkanıklığı için transüretral prostat rezeksiyonu (TUR-P), hormonoterapi ve metastatik lezyonlar için palyatif radyoterapi verilir. Prostat kanserinin progresyonunun yavaş olması nedeniyle hastalığın, ek morbid hastalıkları ve bunlara bağlı mortalite riskleri de bulunan yaşlı hastalarda saptanması bekleyerek gözlemin temel tercih nedenini oluşturmaktadır. Bu yöntem hastalığın doğal seyrinin hastanın yaşam beklentisinden daha uzun olduğu, daha az agresiv tümöre sahip daha ileri yaştaki hasta gruplarında tercih edilmektedir. Bekleyerek gözlemin amacı mümkün olan en uzun süre tedaviden uzak durmaktır ve gerekli durumlarda hastanın palyatif tedavisinin yapılmasıdır. İskandinav çalışma grubunda, 15 yıllık süreçte 695 T1T2 prostat kanseri hastası bekle gör ve radikal prostatektomi kollarına randomize edilmiştir. Radikal prostatektomi yapılan hastalarda istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde kanser spesifik mortalite, genel mortalite, metas- 447 XII. Üroonkoloji taz ve lokal progresyon oranlarında azalma görülmüştür. Ama unutulmamalıdır ki bu çalışmadaki hastaların sadece %5 i PSA taraması sonucu saptanmıştır. Çalışmanın sonuçları Tablo 12.17’de verilmiştir. Lokal iyi diferansiye küçük prostat kanserlerinde progresyon gelişme olasılığı çok düşüktür. Bu hastalarda üstelik bir de hasta ileri yaşta veya 10 yıllık yaşam beklentisi yoksa, yapılacak tedavi ile hayat kalitesinin bozulma olasılığı da çok yüksektir. Yapılan bir çalışmada 65 yaş üstü ve eşlik eden birkaç komorbid hastalığı olan prostat kanseri hastalarının eşlik eden komorbid hastalıkları nedeniyle öldükleri görülmüştür. Literatürdeki farklı bekle gör serilerinde 10 yıllık hastalığa özgü sağkalım % 8287 aralığında değişmektedir. Bu oranlar 15 yılda % 5880’e düşmektedir. Bekle görde hastalığın seyri tümörün histolojik derecesi ile yakından ilişkilidir. Uzun dönemde düşük dereceli tümörlere sahip hastalar nadiren kanserden ölmekte iken yüksek dereceli tümörler hastaların daha erken dönemde ölümüne neden olmaktadır. Tablo 12.18’de bekle gör tedavisi yapılan 55-74 yaş aralığındaki hastaların 15 yıllık takiplerinde Gleason derecesine göre kanserden ölme olasılıkları verilmiştir. 10 yıllık tedavisiz sağkalım % 40-48 aralığında olup hastaların % 29’una takibin ilk 66 ayı içerisinde tedavi başlanılmaktadır. Okunması önerilen kaynaklar Jemal A, Siegel R, Ward E ve ark. Cancer statistics, 2006. CA Cancer J Clin 2006;56(2):106-30. Adolfsson J. Watchful waiting and active surveillance: the current position. BJU Int 2008;102(1):10-4. 1987. Scand J Urol Nephrol 2006;40(4):265-71. Lowe BA. Management of stage T1a Prostate cancer. Semin Urol Oncol 1996 Aug;14(3):178-82. Loughlin KR, Renshaw AA, Kumar S. Expectant management of stage A-1 (T1a) prostate cancer utilizing serum PSA levels: a preliminary report. J Surg Oncol 1999;70(1):49-53. Albertsen PC, Hanley JA, Gleason DF ve ark. Competing risk analysis of men aged 55 to 74 years at diagnosis managed conservatively for clinically localized prostate cancer. JAMA 1998;280(11):975-80. Albertsen P, Hanley JA, Murphy-Setzko M. Statistical considerations when assessing outcomes following treatment for prostate cancer. J Urol 1999;162(2):439-44. Iversen P, Johansson JE, Lodding P ve ark. Scandinavian Prostatic Cancer Group. Bicalutamide (150 mg) versus placebo as immediate therapy alone or as adjuvant to therapy with curative intent for early nonmetastatic prostate cancer: 5.3-year median followup from the Scandinavian Prostate Cancer Group Study Number 6. J Urol 2004;172(5Pt1):1871-6. Klotz L. Active surveillance for prostate cancer: trials and tribulations. World J Urol 2008;26(5):437-42. Draisma G, Boer R, Otto SJ ve ark. Lead times and overdetection due to prostate-specific antigen screening: estimates from the European Randomized Study of Screening for prostate cancer. J Natl Cancer Inst 2003;95(12):868-78. Klotz L. Active surveillance for favorable-risk prostate cancer: who, how and why? Nat Clin Pract Oncol 2007;4(12):692-8. Albertsen PC, Moore DF, Shih W ve ark. Impact of comorbidity on survival among men with localized prostate cancer. J Clin Oncol 2011;29(10):1335-41. Droz JP, Balducci L, Bolla M ve ark. Background for the proposal of SIOG guidelines for the management of prostate cancer in senior adults. Crit Rev Oncol Hematol 2010;73(1):68-91. Johansson JE, Andrén O, Andersson SO ve ark. Natural history of early, localized prostate cancer. JAMA 2004;291(22):2713-19. Chodak GW, Thisted RA, Gerber GS ve ark. Results of conservative management of clinically localized prostate cancer. N Engl J Med 1994;330(4):242-8. Choo R, Klotz L, Danjoux C ve ark. Feasibility study: watchful waiting for localized low to intermediate grade prostate carcinoma with selective delayed intervention based on prostate specific antigen, histological and/ or clinical progression. J Urol 2002;167(4):1664-9. Thompson IM. Observation alone in the management of localized prostate cancer: the natural history of untreated disease. Urology 1994;43(2 Suppl):41-6. Choo R, DeBoer G, Klotz L ve ark. PSA doubling time of prostate carcinoma managed with watchful observation alone. Int J Radiat Oncol Biol Phys 2001;50(3):615-20. Lu-Yao GL, Albertsen PC, Moore DF ve ark. Outcomes of localized prostate cancer following conservative management. JAMA 2009;16;302(11):1202-9. Klotz L, Zhang L, Lam A ve ark. Clinical results of long-term follow-up of a large, active surveillance cohort with localized prostate cancer. J Clin Oncol 2010;28(1):126-31. Sandblom G, Dufmats M, Varenhorst E. Long-term survival in a Swedish population-based cohort of men with prostate cancer. Urology 2000;56(3):442-7. Dall’Era MA, Konety BR, Cowan JE ve ark. Active surveillance for the management of prostate cancer in a contemporary cohort. Cancer 2008;112(12):2664-70. Johansson JE, Adami HO, Andersson SO ve ark. Natural history of localized prostatic cancer. A population-based study in 223 untreated patients. Lancet 1989;1(8642):799-803. van den Bergh RC, Roemeling S, Roobol MJ ve ark. Outcomes of men with screen-detected prostate cancer eligible for active surveillance who were managed expectantly. Eur Urol 2009;55(1):1-8. Bill-Axelson A, Holmberg L, Ruutu M ve ark. Scandinavian Prostate Cancer Group Study No. 4. Radical prostatectomy versus watchful waiting in early prostate cancer. N Engl J Med 2005;352(19):1977-84. van As NJ, Norman AR, Thomas K ve ark. Predicting the probability of deferred radical treatment for localised prostate cancer managed by active surveillance. Eur Urol 2008;54(6):1297-305. Adolfsson J, Tribukait B, Levitt S. The 20-yr outcome in patients with well- or moderately differentiated clinically localized prostate cancer diagnosed in the pre-PSA era: the prognostic value of tumour ploidy and comorbidity. Eur Urol 2007;52(4):1028-35. Soloway MS, Soloway CT, Eldefrawy A ve ark. Careful selection and close monitoring of low-risk prostate cancer patients on active surveillance minimizes the need for treatment. Eur Urol 2010;58(6):831-5. Jonsson E, Sigbjarnarson HP, Tomasson J ve ark. Adenocarcinoma of the prostate in Iceland: a population-based study of stage, Gleason grade, treatment and long-term survival in males diagnosed between 1983 and 448 Tosoian JJ, Trock BJ, Landis P ve ark. Active surveillance program for prostate cancer: an update of the Johns Hopkins experience. J Clin Oncol 2011;29(16):2185-90. Adamy A, Yee DS, Matsushita K ve ark. Role of prostate specific antigen and immediate confirmatory biopsy in predicting progression during active surveillance for low risk prostate cancer. J Urol. 2011;185(2):477-82. Cooperberg MR, Carroll PR, Klotz L. Active surveillance for prostate cancer: progress and promise. J Clin Oncol 2011;29(27):3669-76. Berglund RK, Masterson TA, Vora KC ve ark. Pathological upgrading and up staging with immediate repeat biopsy in patients eligible for AS. J Urol 2008;180(5):1964-7; discussion 1967-8. Al Otaibi M, Ross P, Fahmy N ve ark. Role of repeated biopsy of the prostate in predicting disease progression in patients with prostate cancer on active surveillance. Cancer 2008;113(2):286-92. Klotz L. Active surveillance for prostate cancer: a review. Arch Esp Urol 2011;64(8):806-14. Kakehi Y, Kamoto T, Shiraishi T ve ark. Prospective evaluation of selection criteria for active surveillance in Japanese patients with stage T1cN0M0 prostate cancer. Jpn J Clin Oncol 2008;38(2):122–128. Patel MI, DeConcini DT, Lopez-Corona E ve ark. An analysis of men with clinically localized prostate cancer who deferred definitive therapy. J Urol 2004;171(4):1520–1524. Boorjian SA, Karnes RJ, Rangel LJ ve ark. Mayo Clinic validation of the D’amico risk group classification for predicting survival following radical prostatectomy. J Urol 2008;179(4):1354–1360. Merglen A, Schmidlin F, Fioretta G ve ark. Short- and long-term mortality with localized prostate cancer. Arch Intern Med 2007;167(18) : 1944–50. Roemeling S, Roobol MJ, de Vries SH ve ark. Active surveillance of prostate cancer detected in three subsequent screening rounds of a screening trial: characteristics, PSA doubling times and outcome. Eur Urol 2007;51(5):1244–50. Johansson JE, Adami HO, Andersson SO ve ark. High 10-year survival rate in patients with early untreated prostatic cancer. JAMA 1992; 267(16): 2191–6. Steginga SK, Occipinti S, Gardiner RA ve ark. Prospective study of men’s psychological and decision related adjustment after treatment for localized prostate cancer. Urology 2004;63(4): 751–6. Steineck G, Helgesen F, Adolfsson J ve ark. Quality of life after radical prostatectomy or watchful waiting. N Engl J Med 2002;347(11):790–6 . 12.2.7 Lokal ileri evre hastalık 12.2.7.1 Yüksek riskli hastaya yaklaşım Lokal ileri prostat kanseri klinik tanısı TNM tanımlamalarında unilateral veya bilateral ekstrakapsüler uzanım veya mesane boynunda mikroskopik invazyon (cT3a), seminal vezikül invazyonu (cT3b) veya eksternal sfinkter, rektum, levator kasları veya pelvik duvar gibi komşu organ invazyonu (cT4) olmak üzere üç evreyi kapsamaktadır. EAU yönergelerine göre yüksek riskli lokalize prostat kanseri tanımı cT3a veya Gleason skoru 8-10 veya serum PSA değeri 20ng/ml üzerini, çok yüksek riskli prostat kanseri ise cT3b-T4 N0 veya nodal yayılımı bulunan herhangi bir evredeki prostat kanserini tanımlamaktadır. Prostat kanserinde yapılan bu klinik evrelemelerin iki önemli amacı vardır 1. prognozu belirlemek, 2. tahmin edilen hastalık yaygınlığına göre uygun tedaviyi seçmektir. Eğer yapılabilirse patolojik evreleme, prognozu belirlemede klinik evrelemeden daha yararlıdır çünkü tümör volümü, cerrahi sınırın durumu, ekstrakapsüler yayılım, seminal veziküllerin durumu ve lenf nodu metastazı olup olmadığı daha net ortaya konulabilmektedir. Prostat kanserinin erken tanı ve tedavi edilmesine yönelik çabalar oldukça yoğundur. Serum PSA değerinin yaygın kullanılması ve hastalık konusunda toplumların bilinçlenmesi ile tanı konulma esnasındaki prostat kanseri evresinde değişme olmuştur. Tanı anında lokalize prostat kanserli hasta sayısı artmasına rağmen, yeni tanı konulan prostat kanseri hastalarının yaklaşık %10’ununda lokal ileri evre hastalık tespit edilmektedir. Yüksek riskli hastalık oranı 1990’ların başında %40’a yakın iken, 2000’li yılların başlarında ise bu oranın %15’e düştüğü tespit edilmiştir. Geniş serili çalışmaların verileri incelendiğinde ileri evre lokalize prostat kanseri hastalarının %79’unun T3 evrede, %21’inin ise T4 evrede olduğu görülmektedir. Benzer şekilde hastalığa bağlı morbidite ve mortalite oranlarının da son 25 yılda azaldığı gözlenmiştir. Düşük riskli kanserlerde bile hastalığın beklenmeyen progresyonu görülebildiği gibi yüksek riskli hastalıkta hastalığın progresyonu daha hızlı oluşmaktadır. Bu gruptaki hastalar kanser spesifik mortalite açısından ciddi risk altındadırlar. Bu nedenle hastalar bu konuda geliştirilmiş nomogramlardan fayda görebilirler. Düşük evre hastalığı olan ve konservatif tedavi yöntemleri ile tedavi edilen hastalara göre yüksek evreli tümörlerin anlamlı oranda yüksek hastalığa özgü mortaliteye sahip olduğu (risk oranı, 10.04) gösterilmiştir. Az sayıda klinik çalışma lokal ileri evre hastalığı olan hastalarda uzun dönem takip sonuçlarını içermektedir. Klinik progresyonun %22-75 arasında, lokal progresyonun %22-84 ve uzak metastaz oranının %27-56 arasında olduğu 5 ve 10 yıllık takiplerde belirtilmektedir. Yüksek evreli prostat kanseri olan hastalarda genel sağkalım beklentisinin 5 yılda %10-92, 10 yılda %14-78 seviyelerinde olduğu gösterilmektedir. Lokal ileri evre prostat kanseri olan ve erken dönem tedavi almayan hastalarda klinik progresyona kadar geçen ortalama sürenin yaklaşık 10 ay ve prostat kanserine özgü ortalama yaşam süresinin 48 ay olduğunu bildirilmektedir. Unutulmaması gereken bir konuda rektal muayene ile organa sınırlı olduğu düşünülen tümörlerde radikal prostatektomi sonrası ciddi oranlarda düşük evreleme olduğu görülmektedir. Düşük evreleme oranı klinik evrenin büyümesi ile birlikte artış göstermektedir. Yapılan çalışmalarda rektal muayenede organa sınırlı olduğunu düşünülen kanserlerin sadece %52’sinin organa sınırlı olduğu, %31’inde kapsüler penetrasyon ve %17’sinde seminal vezikül yada lenf nodu tutulumu gösterilmiştir. Yüksek risk özelliği gösteren prostat kanserli hastada görüntüleme yöntemleri kısıtlı role sahiptir. Gelenek- 449 XII. Üroonkoloji sel gri skala ultrasonografi ekstraprostatik hastalığı tanımlayabilir ancak hastalığın evrelemesi için kısıtlı bir yöntemdir. Transrektal USG’nin rektal muayeneye göre prostat kanseri evrelemesine ek katkı sağlamadığı gösterilmiştir. Bunun nedeni ise transrektal USG’nin sınırlı rezolüsyonu ve kanserin infiltratif yapısı gösterilmektedir. Güncel çalışmalar USG için sensitivitenin %23-66, spesifitesinin %46-86, pozitif öngörü değerinin %50-62 ve negatif öngörü değerinin %49-69 olduğunu belirtmektedir. Endorektal MR görüntülemede rektuma manyetik halka konur ve bölgesel anatominin daha iyi görüntülenmesi sağlanır. Bu teknik ile T2a/b ve T3 hastalık arasındaki ince bir fark bile resmedilebilir. Ancak MRI’ın tek başına veya MR spektroskopi ile birlikte kullanılması bile tümör evrelemesinde tartışmalıdır. Ekstrakapsüler uzanımın gösterilmesinde sensitivitesi %13-91 ve spesifitesi %49-97 aralıklarında olacak şekilde ciddi farklılıklar gösterdiği belirtilmektedir. Bu nedenle MRI kullanımının yüksek risk taşıyan hastalarla kısıtlanmasının iyi olabileceği düşünülmüştür. Randomize kontrollü çalışmalar radyoterapi + hormonal tedavi kombinasyonunun bunları tek başına almaya göre daha üstün olduğunu göstermektedir. Radikal prostatektomi ile tedavi edilen hastaların diğerlerine göre daha genç olduğu, daha düşük tümör evreli olduğu ve daha az komorbiteleri olduğu gözlenmektedir. Sadece hormonal tedavi alan veya aktif tedavi almayanların ise daha yaşlı ve klinik evre T4 olduğu görülmektedir. Son dönem yayınlar radyoterapinin tek başına veya diğer tedavi metodları ile kombinasyonunun tanıyı takiben ilk 6 ayda en sık kullanılan tedavi yöntemi olduğunu (%41) göstermektedir. 2003 yılından sonra tek başına hormonal tedavinin azaldığı, kombine radyoterapi + hormonal tedavinin arttığı izlenmektedir. Kombinasyon tedavisi kullanımı 2003 yılında %26 iken 2005 yılında %32’dir. Tek başına hormonal tedavi kullanımı 2003’te %47 iken 2005’te bu oran %36’ya düşmüştür. Tek başına radikal prostatektomi 1998 de %2 , 2005’te %10’dur. Lokal ileri evre prostat kanseri olan hastalar tedavi edilmediği taktirde hastalık progresyonu ve kanser spesifik ölüm açısından ciddi anlamda risk altındadırlar. Ancak günümüzde lokal ileri evre prostat kanserli hastalarda optimal tedavi yöntemi üzerinde fikir birliği yoktur. Hastalığın tek tedavi yöntemi ile tedavisi lokal hastalığın aksine yüksek hastalık rekürrens riskini taşımaktadır. Kombinasyon tedavisindeki gelişmeler ve risk gruplarının daha iyi tanımlanması ile birlikte, tedaviye bağlı morbiditenin en aza indirilmesi ve hastaların yaşam kalitesine etkilerin azaltılması ile kanser sonuçlarında ilerleme kaydedilebilmektedir. Tedavi seçimi, tüm tedavi yöntemlerini içeren multidisipliner bir takımla (üroloji, radyasyon onkolojisi, medikal onkoloji ve radyoloji) 450 tartışıldıktan ve her bir yöntemin ayrı ayrı yararları ve zararları hastaya anlatıldıktan sonra yapılmalıdır. 12.2.7.2 Cerrahi Lokal ileri evre prostat kanserli hastalarda radikal prostatektominin seçimi, artmış cerrahi sınır pozitifliği, lenf nodu metastaz riski ve/veya uzak relaps nedeniyle azalmaktadır. Yüksek riskli ve lokal ileri evre tümörlerde cerrahiden multimodal tedavi yöntemlerine doğru kayış radyoterapi teknolojisindeki gelişmeler ve kombine tedavi kullanımının monoterapiye göre daha iyi sonuçlar verdiğinin farkedilmesi ile açıklanabilir. Ancak çeşitli çalışmalar kombine tedavinin tek başına radyoterapiye göre avantajlı olduğunu gösterse de, kombinasyon tedavisinin radikal prostatektomiden üstün olduğunu gösteren geniş serili çalışmalar yoktur. Bu nedenle lokal ileri evre hastalıkta cerrahiye ilgi artmış ve retrospektif vaka serileri yayınlanmıştır. Oldukça tartışmalı bir konu olmasına rağmen lokal ileri evre prostat kanseri tedavisinde cerrahinin yeri olduğuna dair inanış belirgin şekilde artmaktadır. Lokal ileri evre prostat kanseri olan hastalarda cerrahinin amacı sadece sağkalımın uzaması değil aynı zamanda tümörün lokal ilerlemesini kontrol etmek ve bununla bağlantılı olarak yaşam kalitesini artırmaktır. Bu hastalarda radikal prostatektominin başarısı tümör içeren tüm dokuların eksizyonuna bağlıdır. Geniş serilerden gelen sonuçlar klinik evre T3 prostat kanseri olan erkeklerde uygulanan radikal prostatektominin minimal morbidite ile iyi tolere edilen bir işlem olduğunu göstermektedir. Bu serilerde radikal prostatektomi için adaylar operasyona engel ek morbiditesi olmayan, 10 yıllık yaşam beklentisi olan, pelvik yan duvarlara ciddi yayılım veya mesane tabanı yada trigon (negatif sistoskopi) tutulumu olmayan ve radyolojik tetkiklerinde metastaz düşünülmeyen hastalardır şeklinde tanımlanabilir. Lokal ileri evre prostat kanserinde radikal prostatektomi yapılan hastaların %33.5-66’sında pozitif cerrahi sınırlar ve %7.9-49’ında pozitif lenf nodu olduğu görülmektedir. Lokal ileri evre prostat kanserinde radikal prostatektomi yapılacak ise Denonvillier fasyanın her iki tabakasınıda içerecek şekilde prostat bezi ve çevre dokular tamamen eksize edilmelidir. Lenf nodu yayılımının yüksek olması nedeniyle radikal prostatektomi yapılacak tüm hastalara mutlaka pelvik lenf nodu diseksiyonu da yapılmalıdır. Radikal prostatektomi sonrası yapılan patolojik evre önemli prognostik faktördür ve sonuçların öngörülmesinde güçlü bir faktördür. Organ sınırlı olduğu düşünülen hastalarda fokal ve gösterilmiş ekstrakapsüler uzanım 5 yıllık klinik progresyonun %7 den %18-35 çıkmasına neden olur. Lokal ileri evre hastalarda seminal vezikül invazyonu veya lenf nodu tutulumu olması yüksek ihtimalle klinik progresyonu gösterir (sırasıyla %86 ve %95). Klinik organ sınırlı olduğu düşünülen hastalıkta yapılan radikal prostatektomi sonrası 5 yıllık PSA yükselmeden sağkalımın patolojik organ sınırlı hastalıkta %95, ekstrakapsüler uzanımda %76, seminal vezikül tutulumunda %37 ve lenf nodu tutulumunda %18 olduğunu bildirilmektedir. Çoklu analizler patolojik parametrelerin progresyon için rölatif riski artırdığını göstermektedir. Ekstrakapsüler uzanım için risk oranı 2.17-2.72 arasında, seminal vezikül tutulumu için 2.61 ve lenf nodu tutulumu için 3.31 düzeylerindedir. En yüksek rölatif risk pozitif cerrahi sınır varlığı ile ilişkilidir (ortalama 4.37, 2.90-6.58 arasında). Bu bilgiler eğer prostatektomi yapılıyor ise klinik veya patolojik evre ne olursa olsun tüm prostatik dokunun cerrahi çıkarılmasının yapılması gerektiğini göstermektedir. Seminal vezikül invazyonu olsa bile beraberinde lenf nodu invazyonu yok ise 15 yıllık kansere özgü sağkalımda %80’ lere varan düzeyler yakalanabilmektedir. Ayrıca geniş serideki çalışmaların sonuçlarına bakıldığında klinik yüksek evreleme hastaların neredeyse dörtte birinde görülmektedir. Bu yüzden sadece klinik evreleme ile hastaları prostatektomiden dışlamanın uygun olmadığı akılda tutulması gereken önemli bir noktadır. NAHT’ın tümör davranışı ve biyolojisini etkilediği açıktır. Serum PSA seviyesinin azalması ve fibrozis, vakuolizasyon, glandüler kollaps gibi histolojik atrofi bulguları NAHT kullanımı sonrası ortaya çıkan değişiklilerdir. Prostat volümünde %30-%50, tümör volümünde ve PSA seviyesinde ise %90’a varan düşüş sağlar. Klinik evrede %32-90 düşük evreleme riskine rağmen radikal prostatektomi esnasında patolojik düşük evreleme NAHT sonrası anlamlı biçimde daha az görülmektedir (%8-31). Benzer şekilde çoğu çalışma seminal vezikül invazyonunda ve lenf nodu metastazında değişiklik göstermemektedir Klinik evre T3 tümörü olan hastalarda yapılan çeşitli çalışmalar radikal prostatektomi sonrası sonuçları ortaya koymaktadır. Tüm sonuçlar incelendiğinde tedavi sonrası 5 yıllık genel sağkalımın %64-96, 10 yıllık %12.5-72, 15 yıllık için ise %20-51 arasında olduğu görülmektedir. Erken dönem veriler risk değerlendirmesinin yapılmadığı ve tespit edilemeyen lenf nodu metastazı olan hastaların daha erken progresyon gösterdiği ve mortalite oranının yüksek olduğunu belirtilmektedir. Adjuvan tedaviye bakılmaksızın kanser spesifik sağkalım oranlarının 5 yılda %85-92, 10 yılda %79-82 olduğu görülmüştür. Bu oranlar tek başına radyoterapiye göre üstündür, radyoterapi ve hormonoterapi kombinasyonuna oldukça yakın değerlere sahiptir. Birçok çalışma incelendiğinde cerrahiye ek adjuvan radyoterapi uygulanan hastalarda PSA nüksü ve rekürrens riskinin azaldığı açıkça görülmektedir. Lokal ileri evre hastalıkta adjuvan radyoterapi kullanımı %50-%88 arasında 5 yıllık biyokimyasal nükssüz sağkalım sağlamaktadır. Benzer şekilde seminal vezikül tutulumu olan yüksek riskli hastalarda adjuvan radyoterapi alanların sadece takip edilenlere göre 10 yıllık PSA nükssüz sağkalımlarının %36’ ya karşı % 10 olduğu görülmektedir. Ayrıca bu çalışmalar genel ve metastazsız sağkalımlarda da artış olduğunu ortaya koymuştur. Yüksek riskli hastalarda bu durum sadece cerrahi yapılanlara göre %30-50 arasında iyileşme gibi görünmektedir. Çalışmaların ikincil analizlerinde erken dönem radyoterapinin pozitif cerrahi sınırları olan alt grup hastalardaki rolü daha belirgin şekilde kanıtlanmaktadır. Ancak diğer risk faktörlerinden bağımsız olarak cerrahi sınırları negatif olan hastalarda bu yarar net görülmemektedir. Sonuçta veriler radikal prostatektomi sonrası düşük PSA seviyesi yakalanan (< 0.3 ng/ml’den) veya cerrahi sınır pozitifliği olan seminal vezikül invazyonu olan hasta grubunda adjuvan radyoterapinin düşünülmesi gerektiği vurgulamaktadır. Adjuvan radyoterapiye bağlı iyileşen sonuçların tedavi dozuyla orantılı olduğu da unutulmamalıdır. Radikal prostatektomi sonrası PSA eşik değeri 0.2 ng/ml kabul edildiğinde 5 yıllık biyokimyasal rekürrens %6572 düzeylerindedir ve oldukça yüksektir. Ayrıca uzun dönem takiplerde hastaların yarısında lokal rekürrens tariflenmektedir. Bazı serilerde bu oranın düşük olması hastaların daha özenle seçilmesi, gelişmiş cerrahi teknik veya ikincil tedavinin daha erken zamanda kullanılması ile ilişkili olabilir. Bu yüzden primer cerrahi olan hastaların %56-78’i sonuçta adjuvan veya kurtarıcı radyoterapi ve/veya hormon tedavisine ihtiyaç duymaktadır. Radikal prostatektomi öncesi neoadjuvan hormonal tedavi (NAHT) Radikal prostatektomi sonuçlarının iyileştirilmesi amacıyla birçok araştırmacı radikal prostatektomi öncesi neoadjuvan androjen baskılanmasını denemişlerdir. NAHT almanın lokal ileri evre hastalıkta genel sağkalım üzerinde yararı olmadığı gösterilmiştir (%34’e karşı %38). Ancak PSA seviyesi 20ng/ml olan alt grup değerlendirildiğinde NAHT alan grubun almayanlara göre daha anlamlı sağkalımları olduğu gözlenmektedir (%53’e karşı %35). Neoadjuvan hormonal terapinin radikal cerrahi öncesinde verilmesi genel sağkalım ve hastalık spesifik sağkalımda düzelmeye yol açmadığı ancak pozitif cerrahi sınır oranlarını azalttığı ve organa sınırlı organ sınırlı hastalık oranını arttırdığı belirtilmektedir. Radikal prostatektomi sonrası adjuvan radyoterapi Radikal prostatektomi sonrası adjuvan hormonal tedavi Çalışmaların indirekt sonuçları radikal prostatektomi sonrası erken dönem hormonal tedavinin ertelenmiş hormonal tedaviye göre daha yararlı olduğunu ortaya koymaktadır. Patolojik evre T3 hastalarda adjuvan Goserelin tedavisinin ortalama 5 yılda hastalıksız sağka- 451 XII. Üroonkoloji lımda yaklaşık %25 iyileşmeye neden olduğu belirtilmektedir. Retrospektif çalışmalar radikal prostatektomi sonrası erken hormonal tedavinin progresyona kadar geçen süre ve kanser spesifik sağkalımı pozitif yönde etkilediğini göstermektedirler. Bu bulguların sadece seminal vezikül tutulumu olan hastalarda değil aynı zamanda sınırlı lenf nodu tutulumu olan hastalarda da doğru olduğu belirtilmiştir. 12.2.7.3 Kombine hormon-radyoterapi Klinik lokal ileri evre prostat kanserinin optimal tedavisi üzerindeki tartışmalar halen sürmektedir. Onkolojik sonuçlar göz önüne alındığında multimodal yaklaşımın üstünlüğü ortaya konulmaktadır. Birçok kontrollü randomize çalışma kombine hormon + radyoterapi tedavisinin, tedavi seçeneklerinin tek başına kullanılmasına göre sağkalım avantajı olduğunu göstermektedir. Prostat kanserinin hormon bağımlı olmasından ve tanı anında olası mikrometastazların varlığı ve buna bağlı uzak metastaz riskini azaltmak amacıyla hormonal tedavi radyoterapi ile kombine edilmelidir. Birçok çalışmada hormonal tedavi ve radyoterapi kombinasyonu lokal ileri evre hastalıkta denenmiş ve bu tedavi rejiminin tolere edilebilir ve lokal tümör kontrolü sağladığı gösterilmiştir. Kılavuzlar, lokal ileri evre prostat kanserinde yaşam beklentisi 10 yıl ve üzerinde, T3a, PSA ≤20 ng/ml, biyopsi Gleason skoru ≤8 olan hastalarda radikal prostatektomi yapılabilir şeklinde belirtmektedir ve lenf nodu diseksiyonunun mutlaka yapılması gerektiğini vurgulamaktadır. Ancak hastaların artmış pozitif cerrahi sınır oranı ve lenf nodu tutulumundan haberdar edilmesi ve ameliyat sonrası adjuvan veya kurtarıcı tedaviler (RT veya AHT) gerekebileceğinden haberdar edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Neoadjuvan ve eşzamanlı hormonal tedavi Lokal ileri evre prostat kanseri olan hastalarda radyoterapi öncesi hormonal tedavinin verilmesinin teorik yararı, hedef volümün azaltılması, radyasyon ve hormon manipülasyonunun potansiyel sitotoksik sinerjisinden yararlanmaktır. Goserelin + Flutamid tedavisini radyoterapi öncesi 2 ay boyunca ve 2 ay radyoterapi sırasında alanlar ile sadece radyoterapi alanların kıyaslandığı çalışmada, hormonal tedavi alan grupta uzak metastazda azalma, lokal kontrolde iyileşme, hastalıksız sağkalım (%11’e karşı %3) ve kanser spesifik mortalite (%23’e karşı %36) üzerindeki olumlu etkisi gözlenmiştir. Ancak iki grup arasında genel sağkalım açısından fark olma- Yapılan tüm çalışmaların sonuçları incelendiğinde lokal ileri evre prostat kanseri olan hastalarda cerrahi sonrası erken dönem eksternal radyoterapinin genel sağkalım, biyokimyasal ve klinik hastalıksız sağkalımda düzelme sağladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu etkinin en yüksek pozitif cerrahi sınırı olan hastalarda olduğu görülmektedir. Eğer hastalara cerrahi sonrası erken dönem radyoterapi verilmemiş ise kurtarıcı radyoterapi PSA 0.5 ng/ml olmadan verilmelidir. Radikal prostatektomi öncesi neoadjuvan hormonal tedavi kullanımının endikasyonu olmadığı unutulmamalıdır. Tablo 12.14. Literatürdeki bazı yazarların aktif izlem protokolleri Aktif İzlem Protokolü Klotz ve ark Van As ve ark Van den Berg ve ark Dall’Era ve ark Hasta Sayısı 453 326 616 376 230 633 Medyan Yaş 70 67 66 62 64 66 Klinik Evre T1c veya T2a T1c veya T2a T1c veya T2 T1c veya T2a T1c veya T2a T1c PSA (ng/ml) ≤10–15 ≤15 ≤10 <10 ≤10 ≤3+3 ≤3+4 ≤3+3 ≤3+3 ≤3+3 ≤3+3 PSA dansitesi (ng/ml/prostat hacim (ml)) - - ≤0.2 ≤0.15 - <0.15 Biopside pozitif kor sayısı <3 kor <3 kor ≤33% <3 kor <3 kor Biopside pozitif kor yüzdesi <%50 - ≤%50 ≤%20 ≤%50 Gleason Skoru 452 ≤%50 Soloway ve ark Tosoain ve ark Tablo 12.15. Literatürdeki bazı yazarların takip protokolleri PSA Parmakla Rektal Muayene Klotz ve ark Eğer PSA sabitse iki yıl Eğer PSA sabitse iki yıl boyunca 3 ayda bir sonra 6 boyunca 3 ayda bir ayda bir sonra 6 ayda bir Van As ve ark Birinci yıl:aylık İki yıl boyunca 3 ayda İkinci yıl:3 ayda bir sonra 6 ayda bir Sonrasında 6 ayda bir Dall’Era ve ark 3 ayda bir 3 ayda bir Soloway ve ark İki yıl boyunca 3 ayda bir 3 ayda bir dığı (%43’e karşı %34) gösterilmiştir. Benzer sonuçlar radyoterapiden 2 ay önce başlanan ve radyoterapi tedavisi boyunca devam eden oral Eulexine 250 mg/gün ve 4 haftada bir 3.6 mg Goserelin tedavisi ile pelvik bölgeye 45Gy, prostatik hedefe 20-25 Gy dozda radyoterapi verilen çalışmada da görülmektedir. 10 yıllık genel sağkalımda istatistiksel fark olmadığı, hastalık spesifik mortalitede, hastalıksız sağkalımda ve biyokimyasal nükste anlamlı düzelme olduğu görülmektedir. Radyoterapi alacak hastalarda neoadjuvan ve eş zamanlı hormonal tedavinin uygun olduğu fikri kabul görmektedir. Bu nedenle 2-4 ay gibi limitli sürelerde hormonal tedavinin kullanımı orta riskli hastalarda uygun gibi görünmektedir. Ancak yüksek evreli kanseri olan veya tedavi öncesi PSA değerleri oldukça yüksek hastalarda daha uzun süreli hormonal tedavinin daha yararlı olabileceği düşünülmektedir. Adjuvan hormonal tedavi ve radyoterapi Birçok prospektif çalışma radyoterapi sonrası hormonal tedavinin rolünü ve bu tedavinin uygun zamanlamasını da belirlemiştir. İleri evre prostat kanserinde radyoterapi ve adjuvan hormonal tedavi alanlarda hastalığın lokal kontrolünde, biyokimyasal nüks ve metastazsız sağka- Rebiyopsi 12-18. ayda 18-24. ayda sonrasında iki yılda bir 12-24 ayda bir 6-12. ayda sonrasında gerekli olduğu durumlarda lımda iyileşme olduğu belirtilmektedir. RTOG çalışmasında, T3N0M0 veya T1-2N1M0 evresindeki 977 hasta sadece radyoterapi ve progresyon anında başlanan hormonal tedavi ve radyoterapi + adjuvan hormonal tedavi olmak üzere 2 gruba ayrılmışlardır. Ortalama 8 yıllık takipte lokal kontrol, biyokimyasal nüks ve metastazsız sağkalım açısından adjuvan hormonal tedavi alan grup lehine olduğu ve bu iyileşmenin en çok Gleason skor toplamı 8-10 olan hastalarda daha belirgin olduğu belirtilmiştir. Ancak 5 yıllık genel sağkalımın iki grupta istatistiksel farklı olmadığı (%72-%72), 8 yılda %49’a karşı %42 olduğu gösterilmiştir. EORTC çalışmasında klinik lokalize hastalığı olan hastalar radyoterapi veya radyoterapi tedavisinin başlangıcında başlanan ve 3 yıl devam edilen Goserelin tedavisi almaya göre randomize edilmişlerdir. Bu çalışma sağkalımda düzelme gösteren tek çalışmadır. Sağkalım 5 yılda adjuvan hormonal tedavi alanlarda %79 almayanlarda %62 olarak bulunmuştur. Çalışmada hastalıksız sağkalım % 85’e karşı %48 bulunmuş ve lokal kontrolün adjuvan tedavi alan grupta artmış olduğu gösterilmiştir (%97’ye karşı %79). Diğer bir çalışmada radyoterapiyi tek başına alanlar ile Tablo 12.16. Literatürdeki bazı aktif izlem serilerinin progresyon ve sağkalım oranları Progresyon Medyan Biyopsi(%) PSA/PSA ikilenme Hasta takip süresi zamanı tercihi Klotz ve ark 82 9 14 3 Van As 22 13 18 2 ve ark Van den Berg ve 52 13 18 ark Dall’Era 47 35 5 8 ve ark Soloway 32 10 ve ark Tosoain 32 14 9 ve ark GS Sağkalım KSS PS 68 98 97 100 70 73 91 100 68 97 100 54 100 100 86 98 100 54 GS:Genel Sağkalım, KSS: Kansere Spesifik Sağkalım, PS: Progresyonsuz Sağkalım 453 XII. Üroonkoloji Tablo 12.17.İskandinav Prostat Kanseri Grubunun çalışmasının 15 yıllık takip sonuçları Radikal Prostatektomi (n=347) % Bekle Gör (n=348) % Kanser spesifik mortalite 14,6 20,7 Genel mortalite 46,1 57,1 Metastatik progresyon 21,7 33,4 Lokal progresyon 21,5 49,3 radyoterapiye ek orşiektomi yapılanlar karşılaştırılmıştır. Ortalama 9.3 yıllık takipte klinik progresyon sadece radyoterapi alanlarda %61 oranında görülürken orşiektomi grubunda bu oranın %31 olduğu bulunmuştur. Kanser spesifik mortalitenin farklı olmadığı ve genel mortalite oranlarının %61’e karşı %38 olduğu bulunmuştur. Adjuvan hormonal tedavinin eklenmesi yararlı ise bu tedaviye devam etme süresi belirsizliğini korumaktadır. RTOG çalışması radyoterapi sonrası başlanan hormonal tedavinin uzun dönem devam edilmesini desteklemektedir. Lokal ileri evre prostat kanseri olan hastalar 2 ay neoadjuvan + 2 ay radyoterapi ile birlikte eşzamanlı hormon tedavisi alanlar ve bunun üzerine 24 ay daha hormonal tedavi alanlar şeklinde karşılaştırılmıştır. Uzun dönem hormonal tedavinin tüm sonuçlarda düzelmeye sebep olduğu gösterilmiştir. Çalışmada tek istisna ise 5 yıllık genel sağkalımın her iki grupta da aynı olmasıdır. Ancak Gleason skor toplamı 8-10 arasında olan alt grup incelendiğinde 24 ay tedaviye devam edilen grupta genel sağkalımın da iyileştiği gösterilmiştir (%81’e karşı %71). Bu bulgular 10 yıllık takipte de doğrulanmıştır. İleri evre tümörü olan hastalarda radyoterapi kullanımı ile ilgili tartışmalı durum ise doz ve radyoterapi sınırının ne olacağıdır (tek başına prostat dokusuna veya prostat dokusu + pelvis gibi). Yapılan birkaç çalışmada beklenen lenf nodu metastazı %15’lerde olan hastalar 4 gruba ayrılmıştır; 1. tüm pelvise radyoterapi + neoadjuvan ve eş zamanlı hormonal tedavi, 2. sadece prostata radyoterapi + neoadjuvan ve eş zamanlı hormonal tedavi, 3. tüm pelvise radyoterapi + adjuvan hormonal tedavi, 4. sadece prostata radyoterapi + adjuvan hormonal tedavi. Başlangıç analizleri sadece prostat radyoterapisine göre tüm pelvise alanlarda progresyonsuz sağkalımda iyileşme olduğunu göstermektedir ve iki farklı hormonal tedavi arasında fark olmadığı görülmüştür. Bu konuda yapılan ilk çalışmalar ve modern çalışmalar, radyoterapi dozlarındaki farklılıklar açısından değerlendirildiğinde 72 Gy’den daha yüksek dozların daha etkin olduğunu göstermektedir. Tüm bunlara ek olarak eksternal radyoterapi + brakiterapi kombinasyon tedavisinin rolünün daha iyi aydınlatılması gerekmektedir. Yüksek risk özelliği gösteren hastalarda hormonal tedavi ve eksternal radyoterapi kombinasyonu ile brakiterapinin birlikte kullanılması oldukça az çalışılmıştır. Lokal ileri evre kanserli hastalarda kalıcı brakiterapi ile tedavi edilenlerin yaklaşık %60-85’inde biyokimyasal nükssüz sağkalım sağlandığı belirtilmektedir. Tedavi sonrası yapılan son biyopside hiçbir hastada kanser bulunmadığı görülmüş ve bu hastalarda mükemmel lokal kontrol sağlandığı gösterilmiştir. Retrospektif çalışmaların ve metaanalizlerin sonuçları incelendiğinde genel sağkalımı artırdığından lokal ileri evre prostat kanserli hastalarda radyoterapiye ek olarak eş zamanlı ve sonrasında adjuvan hormonal tedavi verilmelidir. Yüksek riskli hastalarda ciddi komorbidite yoksa, bu tedavi modalitesi oldukça uygun görülmektedir. Radyoterapi dozunun 74 Gy den yüksek olduğunda daha yararlı olduğu unutulmamalıdır. Hormonal tedavinin tek başına kullanılması radyoterapinin uygun olan hastalarda bir seçenek olmamalıdır. Okunması önerilen kaynaklar Guidelines on Prostate Cancer, European Association of Urology, 2012. Guideline for the Management of Clinically Localized Prostate Cancer, American Urological Association, 2009 Update. Prostate Cancer, National Comprehensive Cancer Network Clinical Practice Guidelines in Oncology, 2012. Lowrance WT, Elkin EB, Yee DS, et al. Locally advanced prostate cancer: a population-based study of treatment patterns. BJU Int 2011; 109: 1309-1314. D’Amico AV, Chen MH, Renshaw AA, et al. Androgen suppression and radiation vs radiation alone for prostate cancer: a randomized trial. JAMA 2008; 299:289-295. Bolla M, van Poppel H, Colette L, et al. Postoperative radiotherapy after Tablo 12.18. Bekle Gör tedavisi yapılan 55-74 yaş aralığındaki hastaların 15 yıllık takiplerinde Gleason derecesine göre kanserden ölme olasılıkları Gleason Derecesi Kanserden ölüm riski(%) 2-4 4-7 5 6-11 6 18-30 7 42-70 8-10 60-87 454 radical prostatectomy: a randomised controlled trial (EORTC trial 22911). Lancet 2005; 366: 572-578. Pilepich MV, Winter K, John MJ, et al. Phase III radiation therapy oncology group (RTOG) trial 86-10 of androgen deprivation adjuvant to definitive radiotherapy in locally advanced carcinoma of the prostate. Int J Radiat Oncol Biol Phys 2001; 50: 1243-1252. Pilepich MV, Winter K, Lawton CA et al. Androgen suppression adjuvant to definitive radiotherapy in prostate carcinoma– long-term results of phase III RTOG 85-31. Int J Radiat Oncol BiolPhys 2005 ; 61 : 1285 – 1290. Roach M, Bae K, Speight J, et al. Short-term neodajuvant androgen deprivation therapy and externalbeam radiotherapy for locally advanced prostate cancer: long term results of RTOG 8610. J Clin Oncol 2008; 264:585-591. Pommier P, Chabaud S, Lagrange JL, et al. Is there a role for pelvic irradiation in localized prostateadenocarcinoma? Preliminary results of GETUG-01. J Clin Oncol 2007; 25: 5366-5373. Zincke H, Lau W, Bergstralh E, et al. Role of early adjuvant hormonal therapy after radical prostatectomy for prostate cancer. J Urol 2001; 166: 2208-2215. Thompson IM, Tangen CM, Paradelo J, et al. Adjuvant radiotherapy for pathological T3N0M0 prostate cancer significantly reduces risk of metastases and improves survival: long-term followup of a randomized clinical trial. J Urol 2009; 181: 956-962. Mason M, Warde P, Sydes M, et al; The National Cancer Institute of Canada Clinical Trials Group PR3/; Medical Research Council PR07 Trial Management Group. Defining the need for local therapy in locally advanced prostate cancer: an appraisal of the MRC PR07 study. Clin Oncol 2005; 17: 217-218. Bolla M, Van Tienhoven G, Warde P, et al. External irradiation with or without longterm androgen suppression for prostate cancer with high metastatic risk: 10-year results of an EORTC randomized study. Lancet Oncol 2010; 11: 1066-1073. Lawton C, DeSilvio M, Roach M 3rd, et al. An update of the Phase III trial comparing whole-pelvic versus prostate-only radiotherapy and neoadjuvant versus adjuvant total androgen suppression: Update analysis of RTOG 94-13, with emphasis on unexpected hormone/radiationinteractions. Int J Radiat Oncol Biol Phys 2007; 69: 646-655. Hanks GE, Pajak TF, Porter A, et al. Phase III trial of long-term adjuvant androgen deprivation after neoadjuvant hormonal cytoreduction and radiotherapy in locally advanced carcinoma of the prostate: the Radiation Therapy Oncology Group Protocol 92-02. J Clin Oncol 2003; 21: 39723978. 12.2.8 Metastatik prostat kanseri 12.2.8.1 Metastatik hastalikta hormon tedavisi metastatik hastalıkta standart tedavi androjen ablasyonudur. Semptomatik hastalarda semptomları yok eder, kemik ağrısı, patolojik fraktür, spinal kord kompresyonu, anemi gibi hastalığın oluşturduğu patolojileri geciktirir. Küratif tedavi değildir, 12-18 ay içersinde hastalık ilerler. Survi ağrı ve metastazın yoğunluğuna göre değişir ve 181 aya kadar uzayabilir. Androjenik hormonların vucuttaki fizyolojik organizasyonu ise Huggins ve arkadaşlarının yaptığı, kendilerine nobel ödülü kazandıran, hipotalamus, hipofiz ve gonadlar arası ilişkinin ortaya konulması ile aydınlatılmıştır. Androjenler ve prostat bezi: Erkeklerde testosteron hormonu penis, skrotum, testislerin ve pubertede sekonder seks karekterlerinin gelişimi için gereklidir. Prostat bezinin erişkinde normal fonksiyonlarını görmesi için testiküler androjenler gereklidir. Testosteron aynı zamanda prostat kanseri olşumundada etkin rol oynar. Puberte öncesi testikler fonksiyonu olmayan veya kastre erkeklerde prostat kanseri görülmez. Testosteronun %90 ı testislerden % 10 u ise adrenallerden salınır ve bu iki organ hipotalamus ve hipofizin ön kısmının kontrolu altındadır. Hipotalamustan pulsatif olarak salınan LHRH, hipofizin ön kısmından FSH, LH ve ACTH salınımını stumüle eder. LH’nın uyarısı ile Leydig hücrelerinden testosteron salınır. ACTH uyarısıylada adrenallerden andrestanedion ve dihidreepiandesteron salınır. Dolaşımdaki testosteronun büyük bir kısmı testosteron estradiol bağlayan globuline, düşük aktiviteli protein ve globiline bağlanır. Yaklaşık %2-3 ü bağlanmadan serbest kalır ve prostatın içine giderek 5-alfa redüktaz enzimi ile dihidrotestosterona(DHT) dönüşür. DHT prostat düzeyinde en etkili androjendir. DHT androjen reseptörlerine giderek nukleus içerisine girer mRNA yı aktive ederek protein sentezi ve hücre gelişimini sağlar. Testosteron geri bildirim etkisi ile hipotalamustan LHRH salınımını ayrıca kontrol eder(Tablo 1). Prostat kanserinde hormon ablasyonuna genel bakış Bilateral Orşiektomi Huggins ve arkadaşlarının 1941 yılında yaptığı çalışmalardan sonra bu yöntem yaygın olarak kullanıma girmiştir. Günümüzde kastre düzeyleri gereken şiddetli ağrılı metastatik hastalıkta, spinal kord kompresyonu riski olan ve yine kompliansı düşük olgularda tedavi sürekliliğini güvenceye almak için önerilir. Uygulandığında 24 saat içinde serum testosteronu kastre düzeylere indirir. Ülkemiz şartlarında maliyeti düşük tedavidir. Psikolojik etki yapması kullanımını kısıtlar. Östrojenler daha önceleri tek medikal tedavi seçeneği idi. LHRH salınımının down regulasyonu yanı sıra leydig hücrelerine ve prostat epiteline direk sitotoksik etkisi gösterilmiştir. Dietilstilbesterol en çok kullanılan östrejendir. Konjestif kalp yetmezliği, derin ven trombozu, pulmoner enboli, myokard enfaktüsü ve felçlere neden olduğu için yerini daha az yan etkili tedavilere bırakmıştır. LHRH reseptör agonistleri (ör, leuprolin, goserilin, triptolin, buserilin ve histerilin ) 1980 de kullanıma girmesi ile andojen supresyonunun en önemli ilacı halini almıştır. LHRH agonistleri hipofizden LH salınımını inhibe ederek testislerden testosteron yapımını engeller. LHRH agonistleri ilk uygulandığında LHRH reseptörlerini stimule ettiği için LH salınımının artışına bağlı testosteron artışlarına neden olur (flare fenomen), bu aşamada antiandrojen ilavesi testosteron yükselmesini engeller. LHRH reseptörlerinin devamlı uyarılması down regü- 455 XII. Üroonkoloji lasyon yaparak LH salınımını durdurur ve dolayısı ile 3 haftada testosteronu kastre düzeylere iner. Olguların %10 unda kastre düzeylere erişemeyeceğinden tüm testosteron düzeyleri takip edilmelidir. Bu durumda başka bir LHRH agonisti veya bilateral orşiektomi gündeme gelir. LHRH agonistlerinin 1-3-6 aylık depo formları vardır. Histerilin 12 aylık implant formundadır. LHRH agonistlerinin uzun süre kullanımında testosteron düzeylerinde zaman zaman oynamalar olur. Bu mini flare in de survi üzerine olumsuz etkisi olduğu düşünülmektedir. LHRH antagonistleri (ör Aberilix ve Degarilix), LHRH yı uyarmayan yeni ilaç formudur. Flare yapmadığı için başlangıçta beraberinde antiandrojen kullanımını gerektirmez. Aberilix USA da cerrahi kastrasyonun yapılamadığı semptomatik metastatik hastalıkta için ruhsatlandırılmıştır. Hastaların %3,7 de histamin salınımına bağlı hipersensitivite raporlanmıştır. Degarelix allerjik reaksiyon yapmaz ve testosteronu 3.günde kastre düzeylere eriştirir. Ağrılı enjeksiyon olguların %40 da görülür. USA’da ileri prostat kanseri tedavisi için ruhsatlandırılmıştır. Her iki ilaçta aylık uygulanır. Antiandrojenler androjen reseptörüne bağlanarak testosteron ve dihidrotetosteron yapımı üzerinden etkilerini gösterirler. Antiandrojenler steroidal (ör, crypterone asetat, megestrol asetat, medroxyprogesteron asetat) ve non steroidal (ör, bicalutamid, nilutamid, flutamid) diye iki grupta incelenir. Steroidal olanlar antigonadotropik etkileriyle tetosteron salınımını azaltmasının yanısıra ilaveten progestasyonel etkileriyle pituiter bezde santral inhibisyonda yaparlar. Yan etkileri serumda testosteron ve LH değerlerini düşürdüğü için libido kaybı ve erektil disfonksiyondur(Tablo 2). İshal (%10), kardiyovasküler (%4-10) ve hepatotoksisiteleri (%4,5) vardır. Non steroidal olanlar ise periferal etkileri nedeniyle testosteron düzeylerini düşürmezler. Bicalutamidin yan etkisi sıcak basması (%6-13), asteni (%10-12), bulantı anoreksi (%8-10) dir. Yüksek dozlarda kullanıldığında jinekomasti, meme ucu hassasiyeti yapar. Flutamid de ise ishal (%7-23), hepatik disfonksiyon (%2-10), bulantı anoreksi (%5-19) dikkati çeker. Kullanıldığında karaciger fonksiyon testleri takibi yapılmalıdır. Bicalutamid LHRH ile kombine kullanıldığında 50 mg/günde verilmelidir. Bicalutamid 150 mg/günde monoterapide M0 ve düşük hacimli M1 hastalarada orşiektomi kadar etkindir. Lokalize hastalıkta kullanılmamalıdır. Flutamid 3X250 mg/günde kullanılır. Kastre değerde serum testosteronu 50 ng/dl altında olarak tanımlanır. Bu değer günümüzde daha hassas ölçüm tekniklerinin gelişmesi ile sorgulanmaya başlanmıştır. Cerrahi kastrasyon sonu yapılan ölçümlerde serum testosteronu 20 ng/dl nin de altında çıkar ve bu değer standart değer olarak kullanılmaya başlanmıştır. Düşük değerlerde hastalığın kastrasyona resistans hale gelme 456 süresinin uzadığı görüşü vardır. Metastatik hastalıkta Hormon Tedavisinin zamanlanması; Erken veya Geç Tedavi Metastatik semptomatik hastalarda semptomların tedavisi ve oluşabilecek komplikasyonların engellenmesi için erken tedavi yapılmalıdır. Asemptomatik metastatik hastalıkta ise İngilizlerin Medikal Research Council (MCR) PR03 araştırması yol göstericidir. Bu çalışmaya 216 asemptomatik metastatik hasatanın yanısıra 673 küratif tedavi uygulanamayacak kadar ilerlemiş olgu alınmış, bir gruba orşiektomi veya LHRH agonisti hemen başlanırken diğer gruba semptomatik hale geldiğinde aynı tedavi başlanmıştır. Total çalışma grubunda erken tedavi alanlarda kansere özgü survi daha iyi iken takipte genel survide fark görülmemiştir. Metastatik grup ele alındığında ise genel ve kansere özgü sürvide fark bulunmamıştır ancak erken tedavi alan grupta semptomatik progresyon ve ağrının başlaması gecikmiş, hastalığa bağlı oluşabilecek spinal kord kompresyonu, üreter obstruksiyonu ve kemik dışı metastaz oluşumu azalmıştır. Metastatik hastalarda gecikme süresi 9 ay çıkmıştır. Bu veriler işiğinde asemptomatik metastatik hastalıkta erken tedavi semptomları geçiktirmek ve hastalığın komplikasyonlarını azaltmak için önerilir. Avrupa Üroloji Rehberinin öneriside belirtilen gibibir. Lenf nodu pozitif hastalarda Eastern Cooperative Oncology Grubunun (ECOG) 3886 çalışmasında radikal prostatektomide lenf nodu pozitif olgularda bir gruba erken tedavi başlanırken diğer gruba semptomatik veya metastatik hale geldiğinde tedavi başlanmıştır. Hastaların 11,9 yıllık takibinde erken tedavi alan grupta genel, hastalığa özgü ve progresyonsuz survi istatistiksel anlamlı daha iyi çıkmıştır. Bu çalışma 220 hasta planlanırken 98 hasta ile sonlanması, geç tedavi grubunda bazı hastaların tedavi almaması nedeniyle çok eleştirilmiştir. Yine PSA progresyonunda değilde semptomatik ilerlemede tedavini başlaması çağımızın hasta takibine çok uygun görülmemiştir. Aynı yıllarda European Organisation for Research and Treatment of Cancer (EORTC) 30846 çalışması sonuçlanmıştır. Bu çalışmada 234 olguya diğer çalışmadan farklı olarak radikal prostatektomi yapılmaksızın lenf diseksiyonu yapılmış, pozitif gelenlerden bir gruba erken tedavi verilirken diğer gruba PSA progresyonu veya klinik progresyonda tedavi başlanmıştır. Ortanca 13 yıllık takipte her iki grup arasında genel ve hastalığa özgü survide fark görülmemiştir. Geç tedavi grubunda geçikme ortanca 1,8 yıl olarak bulunmuştur. Son zamanlarda yapılan retrospektif çalışmada SEER verileri incelenmiş. Radikal prostatektomi sonrası lenf nodu pozitif gelen 731 olguda tedavi bir yıla kadar olan geç tedavi verileri incelendiğinde, tedavinin 360 gün dahi gecikmeli başlandığında genel survide fark görülmemiştir. Avrupa Üroloji Rehberi radikal prostatektomi ve lenf diseksiyonu yapılan olgularda tek mikrometastazı olanlarda erken tedavinin sorgulanması gerektiğini belirtir. Maksimal androjen blokajı Maksimal androjen blokajı (MAB) terimi medikal veya cerrahi kastrasyona antiandrojen ilave ederek testiküler androjenlerin yanı sıra adrenal androjenlerinde supresyonu tanımlar. İlk kez 1945 yılında ortaya atılmasına ve üzerinde bir çok randomize çalışma yapılmasına rağmen MAB ile ilgili tartışmalar halen sürmektedir. Kastarasyon sonrası prostat dokusunda DHT saptanması, tarihçede adrenalektomiyi gündeme getirmiş ancak etkin bulunmamıştır. Antiandrojenlerin 1970 lerde keşfi konuyu tekrar alevlendirmiştir. National Cancer Institude (NCI) İntergrup çalışmasında daha önce tedavi olmamış metastatik prostat kanserli bir gruba LHRH agonisti leprolidle beraber non steroidal antiandrojen flutamid verilirken diğer gruba leprolid ile plasebo verilmiş progresyonsuz ve genel survinin MAB alanlarda istatistiksel anlamlı şekilde daha iyi olduğu gösterilmiştir. Ancak diğer çalışmalarda bu verinin desteklenmemesi nedeniyle survi farkı antiandrojen almayan grupta oluşan flare fenomene bağlanmıştır. Yirmiiki çalışmanın metaanalizinde 5 yıllık survide MAB alanla almayan arasında fark saptanmamıştır. Daha sonra yapılan 27 çalışmanın inçelendiği 8000 den fazla olguluk metaanalizde monoterapi ile MAB arasında yine survi farkı bulunmamıştır. Steroidal antiandrojen siproteron asetat çalışmaları çıkarıldığında ise MAB lehine %2,9 luk anlamlı olan bir fark görülmüştür (p=0.005). Bu farkın çok küçük olması ve ilaç ilavesinin doğurduğu yan etki ve maliyet artışı klinikte MAB kullanımını sınırlamıştır. Bu konuda Avrupa Üroloji Rehberi MAB ile steroidal olmayan antiandrojen kullanıldığında çok az bir survi avantajı (<%5) olduğunu ve bununda ancak 5 yıllık takipten sonra ortaya çıktığını belirtir ve ilaç ilavesinin doğurduğu yan etki, maliyet artışı, yaşam kalitesi bozukluklarının mutlaka hesap edilmesi gerektiğini vurgular. Metastatik hastalarda LHRH nın tek başına kullanımı ilk enjeksiyondan 2-3 gün sonra başlayarak ilk haftada dolaşımdaki testosteronu arttırır ve özellikle yaygın kemik metastazı olanlarda veya semptomatik olgularda semptomların ilerlemesine ve üriner retansiyona neden olabilir (flare fenomen). Tedavi başlangıcı ile birlikte veya 2-7 gün önce antiandrojen verilmesi bu yan etkiyi engeller. Risk grubundaki olgulara LHRH başlandığında tedavinin ilk iki haftasında kombine tedavi verilmelidir. Aralıklı tedavi Metastatik prostat kanserinin standart tedavisi devamlı hormon tedavisidir. Bu tedavinin yan etkileri vardır ve bir müddet sonra kastrasyona direnç kazanır. Hor- mon tedavisinin yan etkilerin, maliyetin azaltılması ve dirençli hale geliş süresinin uzatılması amacıyla metastatik hastalıktada aralıklı tedavi denenmiştir. Altı ay maksimal androjen blokajı ile yapılan indüksiyon tedavisi sonrası PSA sı 4 ng/dl altına düşen olgular devamlı ve aralıklı tedaviye randomize edlidiğinde genel survinin (52 aya karşı 42.2 ay p=0,75) progresyonsuz survinin (15,1 ay a karşı 20,7 ay p=0.74) aynı olduğu, EOTC QLQ C30 la yapılan yaşam kalitesi çalışmalarında ise sadece seksüel fonksiyonlarda iyilik olduğu diğerlerinde fark olmadığı ortaya konmuştur. Tedaviye bağlı yan etkiler indüksiyon döneminde aynı iken tedavisiz dönemde aralıklı tedavide azalıyordu. Aralıklı tedavinin amacı uzun süre androjen deprivasyonu kullanmanın doğuracağı yan etkileri, maliyeti azaltmak yaşam kalitesini arttırmaktır. Hayvan deneylerinde gösterilen kastrasyona dirençli hale gelmenin gecikmesi insanlarda gösterilememiştir. Yaşam kalitesi ile ilgili çalışmalarda ise seksuel fonksiyonlarda çok az bir iyileşme görülmüştür. Başlangıçta yüksek hacimli metastatik hastalığı olanlar, çok sayıda lenf nodu ve yoğun kemik metastazı olanlar (5 den fazla kemik tutulum alanı olanlar), PSA ikileme zamanı < 9 ay, başlangıç PSA sı 100ng/dl den fazla veya şiddetli ağrısı olanlar, kötü differansite tümörler ve T4 hastalıkda indüksiyon sonrası PSA değerleri genellikle 4ng/ml düşmediği için aralıklı tedaviye uygun aday değillerdir. PSA sı 100 ng/ml nin altında olup minimal metastazlı hastalar aralıklı tedavi için uygun olabilir. Günümüzde aralıklı tedavi deneysel tedaviden çıkmıştır. 12.2.8.2 Androjen ablasyonunun yan etkileri Osteoporoz Androjen Deprivasyon tedavisinin (ADT) en önemli yan etkilerinden biri osteoporozdur. Kemik mineral yoğunluğunun (BMD) düşük olması kırıklara neden olabilir. Kemik mineral dansitesine göre değerlendiğinde; Normal: genç erişkin BMD 1 standart deviasyonda olması Osteopeni: genç erişkin ortalama değerlerinin 1-2,5 altında BMD olması Osteoporoz: genç erişkin ortalama değerinin 2,5 veya daha altında BMD değerleri olması olarak tanımlanır. BMD ölçümünde dual-enerji X-Ray absorbiometri kullanılır. Kemik kırıklarını predikte etmede kalça BMD, tedaviye yanıtı değerlendirmede ise arka-ön lumbal vertebra ölçümleri değerlidir. Kantitatif computerize tomografi ölçümleri daha hassasdır ve prostat kanseri yaşında oluşabilecek osteoartrite bağlı hatalı ölçümleride vertebranın merkezine yönlenerek bertaraf edebilir, ancak daha fazla radyasyon verir. Kantitatif computerize tomografi normal ve osteoporotik kemiği dual enerji- 457 XII. Üroonkoloji den daha iyi ayırır. Osteoporoz saptananlarda diğer nedenlerde araştırılmalıdır. Alkol içme alışkanlığı, sigara, yeterli vitamin D almama, hareketsiz yaşam, kortizon kullanımı, hipogonadizm kemik kaybı yapar. Hipotroidizmi ve vitamin D eksikliğini ekarte etmek için paratiroid hormon ve 25-Hidroksivitamin D ölçülmelidir. Tiroid testlerine ve karaciğer fonksiyon testlerine bakılmalıdır. Osteoporozda serumda kalsiyum, inorganik fosfat ve alkalen fosfat değerleri normaldir. Karaciğer hastalığı olmayanlarda alkalen fosfataz düzeylerinin yüksek olması Paget hastalığı, osteomalazi veya metastazı düşündürmelidir. Osteoporoz kırık oluşana kadar semptom vermez. Hafif ağırlık kaldırma ile veya ani hareketlerle vertebral kırıklar olabilir. Kalça kırıkları çok çiddi yan etkiler doğurabilir ve %20 mortalitesi vardır. Osteoporoz sonucu oluşan kemik kırıkları kemik metastazları ile karışabilir. Ağrı yapar ve kemik sintigrafisinde sıcak tutulum yapar. Prostat kanserli hastalarda ADT ile kemik kırığı oluşumu birçok çalışmada gösterilmiştir. Orşiektomi olup 5 yıldan fazla yaşayanlarda %38 osteoporotik kemik kırığı raporlanmıştır. LHRH kullananlarda ortalama 22 ayda %9 fraktür raporlanmıştır ve bunların %32 si osteoporotikdir. ADT süresi fraktür riskini arttırır. Çalışmalarda ADT alanlarda BMD bir yılda %5-10 arası azalır. İlk başta BMD yeterli olanlarda ADT ile oluşan azalmalar önemli olmayabilir. Prostat kanserinde kemiklerin korunması Korunmak için tüm prostat kanseri tanısı alan olgulara alkol ve sigara içilmemesi, hareketli olmaları önerilmelidir. ADT başlanan olgular günlük 1200-1500 mg kalsiyum ve 400 IU vitamin D almalıdır. Randomize kontrollü çalışmalarda bifosfonatların ve denesunab ın iskelet sisteminde oluşan yan etkileri azalttığı ve oluşumunu geciktirdiği gösterilmiştir. Bifosfonatlar (ör; pamidronat, alendronat, zoledronik asit) kalça ve vertebralardaki kemik mineral dansitesini bir yılda %7 arttırır. Zoledronik asit kullanıldığında çene kemiğinde nekroz yönünden dikkatli olmak gerekir. Dozu halen net değildir. Avrupa Üroloji Rehberleri önceden kemik mineral dansitesinin ölçülüp osteoporozu olanlarda 3 haftada bir olmayanlarda ise daha aralıklı yapılması önerir. Denesunab osteoklast fonksiyonunda ana mediatör RANKL a karşı human monoklonal antikordur. Androjen deprivasyon tedavisi alan 1438 olgu iki gruba ayrılmış, bir gruba 6 ayda bir 60 mg sc denesunab yapılırken diğer gruba plasebo yapılmıştır. Plaseboda 2 yılda lumbar vertebradaki kemik mineral dansitesi %1 azalırken denesunab grubunda %5,6 artmıştır. Ayrıca diğer ölçüm alanlarında da dansite artışı görülmüştür. Vertebra kırığı oranı denesunab grubunda %1,5 iken plaseboda %3,5 idi. Her yaş grubunda bu farklar belirgindi. Denesunab 458 aynı zamanda kemik metastazı oluşumu süresinide geciktirmektedir. Şu anda kemik korumada önerilen ilaçtır. Sıcak basması Sıcak basmaları genellikle aniden yüz, boyun, göğüsün üst tarafı ve sırtta ısı artışı olarak hissedilir. Bulantı kusma, terleme olabilir.Sıcak basması günde birkaç kez olabileceği gibi daha seyrekte hissedilebilinir. Olguların %80 inde hissedilir ve en sık olan ve yaşam kalitesini en çok etkileyen yan etkidir. Sıcak içecekler, stres, sıcak havalar vücutta pozisyon değişiklikleri sıcak basmasını başlatabilir. Testosteronun azalması ile hipotalamusa yeterli geribildirim gitmemesi endojen peptid sanımınını azaltır ve kompansatuvar olarak katoşelamin salınımı artar ve bu da aynı bölgedeki termal nöronları stimüle ederek sıcak basmalarına neden olur. Tedavide birçok yöntem vardır. Siproteron asetat 25-50 mg/günde veya Megastrol asetat 20-40 mg/günde %85 yakın sıcak basmasını azaltan progestatif ajanlardır. DES verildiğinde ise %70 tam, %20 kısmi yanıt belirtilmiştir. Doz 0,25 mg/gündedir. Ağrılı meme büyümesi ve kardiyovasküler yan etkileri nedeniyle kullanımı sınırlıdır. Kullanılacaksa sigara mutlak içilmemeli ve günde 1 aspirinle alınmalıdır. Günümüzde en çok kullanılan ilaçlardan biride özellikle SSRI olan antidepressanlardır. Vanflaksinhidroklorür 37,5 mg dozda başlandığında %50 den fazla sıcak basmasını geçirmede etkilidir. Paroksetin yine en sık kullanılan antidepresandır. Yan etki olarak ağız kuruluğu, uyuşukluk , titremeler yapabilir. Kontraseptif ajan Medroksiprogerteron asetat 150 mg tek doz IM enjeksiyon ile %48 i tam olmak üzere %90 dan fazla yanıt raporlanmıştır. Progesteronun yan etkisi kilo alma ve tuz tutulumuna bağlı kalp yetmezliğidir. Akupunktur ile 10 haftadan sonra %70 e yakın yanıt alınmıştır. Vücut ve lipit metabolizması değişiklikleri ADT alan olguların çoğunda vücutta yağ artışına bağlı şişmanlama olur. Dört yıl tedavi alanlarda yapılan çalışmalarda %2,4 kilo artışı olurken yağ oranlarında %9,4 artış olmuştur. ADT sonucu oluşan insülin değişikliklerine bağlı kolesterolde %8, trigliseridde %26,5 artış görülmüştür. Oluşan metabolik değişiklikler kardiyovasküler olumsuzluklara neden olur. Düzenli egzersiz yapıldığında kilo alma, halsizlik engellenir ve insülin direnci kırılır. Anemi Eritroid prekürsörlere Testosteron ve 5-beta dihidrotetosteronun uyarısının azalması ve eritropoetin yapımının azalması ile normositik normokromik anemi oluşur. Olguların %90 nında %10 civarında, %13 ünde ise %25 den fazla hemoglobin düşüklüğü olur. Bu düşüş ADTden 1 ay sonra başlar 5,6 ayda nadir e erişir. LHRH alan- lara antiandrojen ilavesi hemoglobini daha da düşürür. Subkutanöz eritropoetin uygulamakla düzelir. Seksüel disfonksiyon Testosteron azalması nedeniyle tedavi başladıkta birkaç ay sonra libido ve seksüel fonksiyonlar azalır. Testosteronun kavernozal sinirlere direk etkisi vardır. Oral ajanlar, vakum, intrakavernoz ajanlar, protez tedavide kullanılır. Kognitif fonksiyonlar Testosteronla beraber östradiol de düşmesi ile viziomotor becerilerde ve kelime hatırlamada bozukluklar olabilir. Diyabet ve metabolik sendrom Klasik metabolik sendromdan farklı olarak viseralden ziyade subkutanöz yağ dokusunda artış olur ve insülin hassasiyeti azalır. Kısa süreli ADT ile bile serum lipid ve A1C düzeyleri etkilenir. Bir yıl ADT alan olguların %20 sinde kardiyovasküler morbidite artışı olur. Sekonder hormonal manüplasyonlar Hormon tedavisi altında iken serum testosteronu kastre düzeyde olmasına rağmen progrese olan hastalarda bir kaç tedavi seçeneği vardır. Bunlar; MAB alıyorsa antiandrojenin kesilmesi, antiandrojen almıyorsa antiandrojen ilavesi, farklı antiandrojen verilmesi ve adrenal steroidlerin inhibisyonu olarak sıralanır. Androjen geri çekilme sendromu: MAB tedavisi altında iken hastalığı progrese olanlarda antiandrojen kullanımı kesildiğinde hastaların %20-30 ında %50 den fazla PSA düşüklüğü olur ve bu cevap ortalama 4 ay sürer. Androjen reseptörlerinin androjen bağlanan kısmındaki mutasyon sonucu normalde inhibisyon görevi gören antiandrojenlerin uyarıcı etki yapması sonucu bu sendromun meydana geldiği ileri sürülmektedir. Uzun süre antiandrojen kullananlarada ve başlangıç PSA sı daha düşük olanlarda bu yanıt daha belirgindir. Antiandrojen geri çekilme sendromunun ilk başta flutamide bağlı olduğu gösterilmişken daha sonra bütün antiandrojenlerde olduğu görülmüştür. Yanıtı değerlendirme süresi ilacın yarı ömrüne göre flutamid için 1 ay iken bicalutamid için 2 aydır. 12.2.9 Kastrasyona dirençli prostat kanseri tanım; Kastrasyona dirençli prostat kanseri (KDPK), antiandrojen ilavesi veya alıyorsa çekilmesi şartıyla, serum testosteronun kastre düzeyde olmasına rağmen, serum prostat spesifik antijen seviyelerinin ardısıra ölçümlerde yükselmesi veya görüntüleme yöntemleriyle tespit edilebilen progresif hastalık olması olarak tanımlanmaktadır. Düşük PSA sı ve PSADT uzun olanlarda, ölçülebilir metastazı olmayanlarda ve yavaş progrese olanlarda hastaya gidişi görmek için izlenebilinir. MAB alanlarda antiandrojenler geri çekilmesi yapıldıktan sonra başka antiandrojende başlanabilinir. Japonyada yapılan çalışmada MAB alanlarda antiandrojen geri çekilmesi yapıldığında %15 yanıt alınmış, daha sonra PSA yükseldiğinde farklı antiandrojen verildiğinde %35 hastada %50 den fazla %25 hastada ise %0-50 arası yanıt elde edilmiştir. Yanıt suresi 202 günden fazladır. MAB da 50 mg/günde Bicalutamid alanlarda, PSA yükseldiğinde dozun 150 mg çıkarıldığında %20 hastada %50 den fazla PSA düşüklüğü yapar. Metastatik olmayan olgularda yapılan çalışmada PSA %50-85 arası düşenlerde cevap süresi 18,5 ayken %85 den fazla düşenlerde 37,4 aydır. Daha önce flutamid alanlarda geri çekilme sonrası 150 mg/günde bicalutamid başlandığında 31 olgunun 7 sinde (%22,5) ortalama 4 ay yanıt alınmıştır. İlk tedavisi MAB olanlarda bu yanıt %43 e çıkmaktadır. Adrenal inhibisyonu selektif olmayan (ör, Ketoconozol, Aminogluthemid, Liarazol, Megastrol asetat, medroxyprogesteron asetat) ve selektif olanlar (Abiretron asetat, MDV3100) olarak incelenir Ketakonozol cytokrom P-450 enziminin aracılık ettiği steroidogenezisi ihhibe ederek etkiler. Antiandrojen geri çekilmesinden sonra 1200 mg/günde ketakonozol 48 olgunun 39 unda (%65) %50 den fazla PSA düşüklüğü yapmıştır, 48 olgunun 23 ünde (%48) bu düşüş %80 den fazladır. Yanıt süresi ortanca 3,5 aydı. Geri çekilme yapıp sonucu beklemeden aynı anda ketakonozol başlandığında PSA yanıtının ve progresyon zamanının daha iyi olduğu gösterilmiştir. MAB alan 20 olguda geri çekilme ile beraber hidrokortizonla beraber 3X400 mg ketakonozol başlandığında %55 olguda %50 den fazla PSA düştüğü ve ortalama cevap süresinin 8 ay olduğu görülmüştür. CALGB 9583 çalışmasında antiandrojen geri çekilmesinin PSA yanıtı %11 objektif yanıt %2 iken geri çekilme ile beraber ketakonozol ve hidrokortizon başlanan grupta bu oranlar %22 ve %20 idi ve her iki fark anlamlı idi. Ketakonozol %20 deri lezyonu, %10 bulantı kusma, %7 bitkinlik, %7 ödem, %5 hepatotoksisite, %2 anoreksi yapar. Doz 600mg/günde başlanıp 1200 mg/günde çıkılır. Aç olarak, mide koruyucu verilmeden, Hidrokortizonla beraber beraber kullanılır. Abiretron asetat ketakonozol almamış olgularda 21 olgunun12 (%57)sinde %50 den fazla PSA düşüklüğü yapmıştır. Değerlendirilen 8 olgunun 5 inde (%63) RECIST kriterlerine göre iyileşme görülmüştür. Kemoterapi öncesi kullanım çalışmaları vardır. 459 XII. Üroonkoloji MDV 3100 ile 140 olguluk faz 1—2 çalışmada kemoterapi öncesi %50 den fazla PSA düşüşü %62 olarak raporlanmıştır. Daha önce ketakonozol alanlarda düşüş %40 iken almayanlarda %69 idi. Yumuşak doku yanıtı %22 kemikte stabilizasyon %56 olarak raporlanmıştır. Kemoterapi almayanlarda cevap süresi 41 hafta idi. ron 12mg/m2 gruplarına randomize edildi. Üç haftada bir docetaxel grubunda median survi mitaxantrona göre anlamlı iyi idi(18,9 aya karşı 16,5 ay). Yine %50 den fazla PSA yanıtı (%45 e %32), ağrı cevabı (%35 e %22) ve yaşam kalitesinde düzelme (%22 ye %13) anlamlı iyi idi. İmmünoterapi SWOG 99-16 çalışmasında 770 metastatik KRPK hastalaları docetaxel+estramusitin ve mitoxantron +prednison a randomize edildiler. Docetaxel+estramusitin kolunda genel survi (17,5 ay 15,6 ay), ortanca progresyon zamanı (6,3 e 3,2 ay) ve %50 den fazla PSA yanıtı (%50 ye %27) anlamlı olarak daha iyi idi, ancak docetaxel grubunda anlamlı yan etki (kardiyovasküler ve gastrointestinal) fazla idi. Bu çalışmalar sonucunda Mayıs 2004 de FDA metastatik KRPK tedavisinde 3 haftada bir docetaxel+prednison tedavisi onaylandı. Sipuloucel-T prostat kanserine karşı immün cevabı uyaran otolog dendritik hücre aşısıdır. İMPACT çalışmasında asemptomatik viseral metastazı olmayan 512 olgunun 341 i 15 günde bir IV 3 doz aşı olurken, 171 olguya plasebo verilmiştir. Genel survide 4,1 aylık avantaj (35,8 e 21,7 ay) görülmüştür. Bu fark anlamlı çıkmıştır. Otuz altı ay yaşam şansı Spuleucel-T de %31,7 iken plaseboda %27 idi. Dikkati çeken bu survi avantajına rağmen objektif progresyonda (3,7 e 3,6 ay) ve PSA %50 den fazla düşüşünde (%2,6 karşı %1,3) fark çıkmamasıdır. FDA Nisan 2010 da asemptomatik veya minimal semptomatik metastatik KRPK de kullanımını onaylamıştır. Daha sonra yapılan analizlerde 65 yaşın üzerinde aşının daha etkin çıkması ve plasebo alanlarda 65 yaşın üzerinde survinin daha kötü olması, aşı elde etmek için alınan hücrelerin plaseboda reinfüze edilmemesinin doğurduğu hücre kaybının bu survi farkının ortaya çıktığı düşünülmüştür. Kemoterapi Mitoxantron ve Prednisolonun palyatif etkisi gösterilene kadar prostat kanserinde kemoterapinin etkisinin olmadığı düşünülüyordu. Kanadalıların yaptığı faz 3 çalışmada semptomatik KRPK de mitoxantron ve prednison un tek başına prednisolonla karşılaştırıldığı çalışmada anlamlı derecede palyatif cevabı olduğu (%29 a %12) ve palyasyon süresinin uzadığı (43 e 18 hafta) gösterildi. Kanser ve Losemi Grup B nin (CALGB) çalışmasında mitoxantron+hidrokortizon un tek başına hidrokortizona göre genel survide fark olmaksızın hastalığın progresyonunu geciktirdiği gözlendi. US Onkoloji grubunun Faz 3 çalışmasında PSA yanıtında (%50 den fazla düşüş %48 e %24) mitoxantron+prednison tek başına prednisona göre anlamlı daha iyi idi. Bu çalışmada progresyon zamanı, tedavi başarısızlık zamanı, ortanca survide fark yoktu. 1996 da FDA mitoxantron +prednisolonu palyatif tedavi olarak onayladı. 2004 de TAX 327 ve Southwest Onkoloji Grup (SWOG) 99-16 çalışması yayınlandı ve bu çalışmalarda ilk defa kemoterapinin survi avantajı sağladığı gösterildi. TAX 327 de 1006 metastatik KRPK hasta 3 kola randomize edildi. Birinci kolda prednisonla beraber 3 haftada bir docetaxel 75mg/m2, ikinci kolda prednisonla beraber 5 hafta haftada bir docetaxel 30 mg/m2 bir hafta dinlenme ve üçüncü kol prodnisonla beraber mitoxant- 460 TAX 327 çalışması 2008 yılında güncellendi ve ortanca survi farkı 2,9 aya çıktı (19,2 ay a 16,3 ay). 3 yıldan fazla yaşayanların oranı yine docetaxel alanlarda daha iyi idi (%18,6 ya %13,5). TAX 327 çalışmasında prognostik risk grupları belirlendi. 1-Viseral metastaz olması 2-Tedavi öncesi belirgin ağrı 3-Tedavi öncesi kemik sintigrafisinde progresyon 4-Anemi (Hb 13 mg/dl altında olması). Bunlardan 0-1 risk varsa iyi, 2 risk faktörü varsa orta, 3-4 risk varsa kötü prognostik grup olarak nitelendi. Genel survi iyi, orta ve kötü prognostik grupta sırasıyla 25,7; 18,7 ve 12,8 aydı. Kemoterapinin ne zaman yapılacağı ve kaç kür olacağı halen net değildir. Semptomatik metastatik KRPK hastalarına hemen başlanması önerilir. Asemptomatik hastalarda ise PSA >114 ng/ml, PSADT <55 gün ve viseral metastaz varlığında hastalığın çabuk ilerlediği gösterilmiştir ve bu değerlerde hemen başlanması önerilir. TAX çalışmasında ağrının, yaşın ve performansın ve PSA nın durumuna bakmaksızın metastatik KRPK hastaları kemoterapi almıştır. Tedavi TAX 327 çalışmasında 10 kür olarak planlanmıştır ancak günümüzde 6 kür verip progresyonda tekrar verme seçeneği daha yaygındır. İlk kürlerde PSA flare raporlanmıştır. Kemoterapiye devam etmek gerekir. Kemoterapinin etkinliği hakkında karar vermek için en az 4 kür uygulanmasını önerilir. PSA nın 3. ayda %30 dan fazla düşmesi genel survinin daha iyi olacağını gösterir. KDPK’de taxanlar belirgin bir survi ve yaşam kalitesi avantajı sağlasa da tedavi sonrası tüm hastalar progrese olmaktadır. Son zamanlarda docetaxel başarsızlığından sonra verilecek tedavilerde gelişmeler olmuştur. Bunlar tekrar docetaxel, abiraterone acetate, cabazitaxel, MDV3100 tedavileridir. Tekrar docetaxel tedavisi Mevcut veriler docetaxel tedavisinden yanıt alınmış kişilerde bir süre ilaç kesildikten sonra aynı tedavi ile yeniden etki sağlanabileceğini göstermektedir. Docetaxel için tekli veya kombinasyon şeklinde tekrar tedavi içeren bazı çalışmalar bulunmaktadır. Eymard ve ark. yaptığı çok merkezli retrospektif bir çalışmada, 50 hastaya ikinci kez docetaxel tedavisi verildiğinde, hastaların %48 inde PSA da %50 den fazla düşüş görülmüş, genel survi 16 ay olarak bulunurken hastaların %28 inde 2 yıldan uzun sağ kalım saptanmıştır. Ansari ve ark. yaptığı bir başka çalışmada ikinci kez docetaxel tedavisi alan 10 hastanın 7’sinde %50 den fazla PSA yanıtı alınmış, 7 hastanın 3 ünde ayrıca semptomatik düzelme olmuştur. Yanıt alınan 7 hastadan 3 üne ise tekrar (3. kez) docetaxel tedavisi verilmiş ve bunlarda da yine %50 den fazla PSA yanıtı alınmıştır. Median survi 13 ay, 1 yıllık genel survi %52 olarak saptanmıştır. Jankovic ve ark. yaptığı bir çalışmada tekrar docetaxel tedavisi verilen 25 hastanın %32 sinde %50 den fazla PSA düşüşü saptanmış ve genel survi 9,6 ay olarak bulunmuştur. Lorenzo D G ve ark 45 olguluk çok merkezli prospektif faz-2 çalışmada tekrar docetaxel tedavisinin etkinlik ve güvenilirliği değerlendirilmiştir. 11 hastada %50 den fazla PSA düşüşü (%24,5), 5 hastada %25-49 arası PSA düşüşü (%11,1), 5 hastada stabil hastalık (%11,1), 24 hastada progresyon (%53,3) rapor edilmiş ve genel PSA yanıtı %35,6 olarak raporlanmıştır. Ortalama 13 aylık takipte, progresyonsuz sağ kalım süresi 5 ay, ortalama sağ kalım süresi 13 ay, genel sağ kalım süresi 15,5 ay bulunmuştur. Birinci basamak tedaviden itibaren ortalama sağ kalım süresi 26 aydır. RECIST kritelerine göre 3 siklüs sonrası ölçülebilir hastalığı olan 16 hastanın 4’ünde objektif yanıt elde edilmiş. Tedaviye bağlı ölüm olmamış ve tedavi iyi tolere edilmiştir. Grade 4 toksisite olarak 4 hastada nötropeni, 2 hastada trombosiopeni, 1 hastada hipertansiyon, 1 hastada kusma gelişmiştir. Tümü tedavi ile gerilemiştir. Bu çalışmaya göre tedavisiz aradan sonra tekrar docetaxel tedavisi tolere edilebilir ve etkili bir tedavi yöntemidir. Docetaxel kombinasyonlu tedaviler Ross ve arkadaşlarının faz-2 çalışmasında docetaxel kemoterapisi sırasında veya sonrası 45 gün içerisinde progrese olan hastalara docetaxel+carboplatin kombinasyonu verilmiştir. 34 hastanın %18 inde %50 ve üzerinde PSA yanıtı, %14 hastada ölçülebilir yanıt elde edilmiştir. Docetaxel’e refrakter hastalarda kombine tedavi yararlı gibi görünmektedir. Çok merkezli bir çalışmada docetaxel ile tedavi edilmiş 20 hastaya bevacizumab-docetaxel verilmiştir. 11 hastada (%55) %50 den fazla PSA yanıtı, 3 hastada (%37,5) objektif yanıt elde edilmiştir. Ancak bu çalışmada elde edilen sonuçlar tekrar docetaxel verilmesine mi yoksa bevacizumab tedavisine mi bağlı net değildir. Caffo ve arkadaşlarının docetaxel tedavisine yanıtsız 42 hastaya estramustine ve docetaxel kombinasyonu verilen çalışmasında %52 sinde %50 ve üzerinde PSA yanıtı alınmıştır. Bu tedavinin kardiyovasküler toksistede artış ile ilişkilendirilmesi kullanım alanını kısıtlamaktadır. Abiretron asetat Bilindiği gibi androjen blokajı PSA da düşme, semptomlarda gerileme yapmasına rağmen kalıcı sonuçları yoktur. Birçok çalışmada androjen seviyelerinin medikal veya cerrahi kastrasyon sonrası tümör gelişimine yetecek düzeyde devam ettiği gösterilmiştir. KDPK’de sentez enzimlerinde up-regülasyon ortaya çıkar. İntratümoral androjen konsantrasyonu artar. Tümör dokusunda, kanda ölçülebilen seviyelerin üzerinde bir artış olur. Androjen reseptör overekspresyonu, androjen-reseptör bağlanma kompleksinde mutasyonlar ortaya çıkar. KDPK’de progresyon, dirençli hücrelerde ortaya çıkan enzim overekspresyonu sonucu oluşan intratümöral biyosenteze bağlı olabilir. Abiraterone acetate androjen sentezinde görevli sitokrom p450 c17 i inhibe ederek androjen sentezini bloke eder. Bu yolla testis, adrenal ve prostat tümör dokusu içerisindeki androjen sentezi bloke olur. Bilindiği gibi cerrahi veya medikal orşiektomi testosteron seviyelerini 20-50 ng/dl düzeylerine getirir. Ancak abiraterone tedavisiyle 1-2 ng/dl seviyelerine ulaşılmıştır. Abiraterone acetate ile yapılmış faz 1-2 çalışmalarında kemoterapi alan ve almayan hasta grupları değerlendirildiğinde tek ajan veya steroid kombinasyonu ile kullanımın anti tümoral aktivite gösterdiği saptanmıştır. Güvenlik profili açısından tolere edilebilir bulunmuştur. Faz-3 çalışmada ise androjen biyosentez inhibitörü olan abiraterone acetate’ın kemoterapi almış KDPK hastalarında survi avantajı sağladığı ortaya çıkmıştır. Bu çalışmada genel median sağ kalım abiraterone grubunda 14,8 ay iken, plasebo grubunda 10,9 ay saptanmıştır (p<0,001). Tüm alt gruplarda survi avantajı sağladığı ve tüm ikincil parametrelerde yarar sağladığı ortaya çıkmıştır. Bu çalışma standart hormonal tedaviye dirençli docetaxel almış hastalarda, CYP17 inhibisyonunun sonuç verdiğini göstermiştir. Toksik etkiler genellikle 1-2 derecede saptanmış ve çoğunlukla sekonder mineralokortikoid etkilere bağlanmıştır. Bu etkiler; hipokalemi, hipertansiyon, sıvı retansiyonu şeklinde ortaya çıkmış ve düşük doz prednizolon eklenmesiyle düzeltilmiştir. Doz azaltılması veya teda- 461 XII. Üroonkoloji vinin kesilmesine neden olan yan etki oranları benzer olarak saptanmıştır (%19 ve %23). Kardiyak yan etkiler daha sık görülmesine rağmen istatistiksel olarak anlamlı fark ortaya çıkmamıştır. Ayrıca kardiyak sebeblere bağlı ölüm oranında artış ortaya çıkmamıştır. KCFT bozuklukları erken dönemde daha sık saptanmış olmasına rağmen genel olarak 2 grupta benzer olarak bildirilmiştir (10% ve 8%). Erken KCFT yüksekliğinde sık kontrol önerilmiştir. Yan etkilerin ölümle sonuçlanması abiraterone grubunda daha az olarak saptanmıştır. (%12 ve %15) de anlamlı olarak daha az görülmüştür. Diyare ise 75 yaş altında ve RT öyküsü olmayanlarda anlamlı daha az görülmüştür. Tedaviye bağlı mortalite cabazitaxel grubunda daha yüksektir (%5 e %2). Mortalite sebebleri febril nötropeni, diyare ve dehidratasyon olarak saptanmıştır. 65 yaş üzeri, düşük performans skoru , RT öyküsü, komorbid hastalık gibi risk faktörleri varlığında doz azaltılması veya G-CSF gibi ajanların profilaktik verilmesi denenebilir. Sonuç olarak abiraterone ve prednizolon tedavisi docetaxel sonrası metastatik prostat kanseri hastalarında survi avantajı sağlanmaktadır. Ayrıca kabul edilebilir yan etki profiline sahiptir. Bugüne kadar docetaxel tedavisi sonrası ilerlemiş prostat ca olgularında; cabazitaxel mitoksantronla karşılaştırıldığında anlamlı bir sağkalım avantajı ile ilişkilendirilmiş tek sitotoksik ajandır. Cabazitaxel MDV3100 Cabazitaxel, taksan direncini aşmak için geliştirilmiş yarı-sentetik taxan türevidir. Cabazitaxel hayvan modellerinde hem paklitaxel, hem docetaxel direnci olan hücrelerde antitümoral aktivite göstermiştir. MDV3100 yeni jenerasyon bir androjen reseptör blokörüdür. Prostat kanseri hücrelerinin nükleusunda bulunan androjen reseptörünün hareketini engelleyerek DNA ya bağlanmayı inhibe eder. Faz-1 ve 2 çalışmalarında docetaxel dirençli olgularda önerilmiş ve etkin bulunmuştur. Cabazitaxel ile ilgili en yaygın toksisite nötropeni olarak bildirilmiştir 140 hastanın dahil edildiği Faz 1-2 çalışmalarında tüm dozlarda (30,60,150,240,360,480,600 mg) antitümör aktivite gösterdiği saptandı. 78 hastada (%56) %50 ve üzerinde PSA yanıtı alınmıştır. Yumuşak doku metastazı olan 59 hastanın 13’ünde (%22) parsiyel yanıt alınmış, 29 hastada (%49) stabil olarak kalmıştır. TROPIC çalışmasında Mitoksantron ile karşılaştırılmalı verileri yayınlanmıştır. Çalışmada 755 son docetaxel dozunu 6 ay içerisinde alan hastalar randomize edilmiştir. Hastaların %25 inde viseral metastaz, %53 ünde ölçülebilir hastalık ve %46 sında başlangıçta ağrı saptanmıştır. Çalışmada cabazitaxel grubunda genel survi 15,1 ay, mitoksantron grubunda ise 12,7 ay olarak saptanmıştır (p< 0.001). Progresyonsuz sağ kalım, tümör yanıtı ve PSA yanıtı cabazitaxel ve mitoksantron grubunda sırasıyla 2,8 e 1,4 ay (p< 0.001); %14,4 e %4,4 (p:0,005); %39,2 ye %7,8 (p:0,002) olarak saptanmıştı. En sık görülen yan etkiler yorgunluk, myelosüpresyon ve diyare olarak gözlenmiştir. Periferik nöropati nadir ve hafif-orta şiddette görülmüştür. Grade 3 ve üzeri nötropeni cabazitaxel grubunda %82, mitoksantron grubunda %58 olarak kaydedilmiştir. Cabazitaxel grubundaki hastaların %8 inde febril nötropeni görülürken, mitoksantron grubunda ise %1 olarak görülmüştür. Diyare en sık nonhematolojik yan etki olarak görülmüştür. Cabazitaxel grubunda %47 olarak saptanmış ve bunların %6,2 si grade 3 toksisite olarak değerlendirilmiştir. Mitoksantron grubunda ise bu oran %11 olarak saptanmış ve bunların %1 i grade 3 toksisite olarak değerlendirilmiştir. Periferik nöropati nispeten daha az görülmüştür. Subgrup analizlerinde febril nötropeni ve diyarenin yaş, geçirilmiş RT ve coğrafi bölgeden etkilendiği görülmüştür. Febril nötropeni 65 yaş altında ve Avrupa bölgesin- 462 Kemik metastazı olan 109 hastanın 61 inde (%59) hastalık stabil seyretmiş. Dolaşımdaki hücre sayısı 5 ve üzerinde olan 51 hastanın 25’inde(%49) tedavi sonrası bu sayı 5’in altına inmiştir. FDHT(5 fluorodihidrotestosteron) kullanılarak PET görüntülemesi yapılan 22 hastanın tümünde androjen reseptör bağlantısında azalma tespit edilmiştir. Bunlardan 10 unda (%45) androjen reseptör bağlantısında %25 in üzerinde, 12 sinde ise %25 in altında bir azalma tespit edilmiştir. Radyolojik olarak progresyona kadar geçen ortalama süre 47 hafta olarak saptanmıştır. En sık görülen grade 3-4 toksisite doz bağımlı yorgunluk olarak belirtilmiştir ve genellikle doz azaltmayla düzelmiştir. Öncesinde docetaxel kemoterapisi alan KDPK hastalarında plasebo konrollü faz-3 çalışması(AFFIRM) ara analizde istatistiksel olarak anlamlı fark ortaya çıkması üzerine erken sonlandırılmıştır. MDV3100 tedavisi alan grupta genel survi 18,4 ay iken plasebo grubunda 13,6 ay olarak saptanmıştır. (p<0,001) Hormonoterapi almamış metastatik prostat kanseri olgularında ve KDPK hastalarında bicalutamid ile karşı- Şekil 12.11: Gonadal fonksiyonların endokrin kontrolü ve hormonal ajanların etki yerleri latırmalı 2 tane faz-2 çalışma halen devam etmektedir. Kemoterapiyi kabul etmeyen KDPK hastalarında plasebo kontrollü faz-3 (PREVAIL) çalışması halen devam etmektedir. Bu çalışmaların sonuçları bu ajanla ilgili daha net bilgiler sağlayacaktır. Metastatik hastaların takibi Tedaviye yanıt alan olgular 3-6 aylık aralıklarla takip edilir. Minumum yapılması gereken öykü (ilaçlara bağlı oluşan yan etki ve progresyon için), digital rektal muayene, serum PSA ölçümüdür. İlk yılda testosteron değeri önemlidir. Serum kreatinini, alkalen fosfataz ve hemoglobin zaman zaman bakılmalıdır. Metabolik yan etki için hormon tedavisi başlamadan önce ve her 3 ayda bir AKŞ ve HbA1c bakılmalıdır ve yüksek değer görüldüğünde endokrin konsültasyonu yapılmalıdır. Uzun süre androjen deprivasyonu tedavisi alanlarda tansiyon ve lipid düzeylerinin kontrolü gerekir. Asemptomatik olgularda düzenli kemik sintigrafisine gerek yoktur. Yaygın metastazı olanlar spinal kord basısı yönünden dikkatle izlenmelidir. Aralıklı tedavi alanlarda her 3 ayda bir öykü, rektal muayene, PSA, testosteron bakılmalıdır. Hastalığın progrese olduğu durumda takip süreleri hastalığın durumuna göre değişir. Hepatotoksik ilaçlar kullanıldığında karaciğer fonksiyon testlerine bakılmalıdır. KRPK tanısı için PSA nın yanısıra testosteron değeride gerekir. Klinik ve laboratuvar progresyonda akciğer grafisi ve ultrasonografi gerekir. Semptomatik olgularda kemik sintigrafisi ile değerlendirilir, progresyon kemikte en az iki yeni lezyonun görülmesi olarak tanımlanır. Özellikle KRPK de anemi ve böbreklerin durumu Hb, cr ve ultrason ile izlenmelidir. Özet (Tablo 3) Metastatik prostat kanserinin ilk tedavisi androjen deprivasyonudur. Erken tedavi asemptomatik hastalarda kemik ağrısı, patolojik fraktür, spinal kord kompresyonu, anemi gibi hastalığın oluşturduğu patolojileri geciktirir, semptomatik hastalarda ilave olarak semptomları yok eder, MAB ın steroidal olmayan antiandrojen kullanıldığında 463 XII. Üroonkoloji Şekil 12.12: Steroidal ve Nonsteroidal Antiandrojenlerin Endokrin Etkisi çok az bir survi avantajı (<%5) vardır ve buda ancak 5 yıllık takipten sonra ortaya çıkar. MAB yapılacaksa ilaç ilavesinin doğurduğu yan etki, maliyet artışı, yaşam kalitesi bozukluklarının mutlaka hesap edilmelidir. PSA sı 100 ng/ml nin altında olup minimal metastazlı hastalar aralıklı tedavi için uygun olabilir. Altı aylık MAB sonu PSA 4ng/ml düşmelidir. Androjen deprivasyonunda progrese olanlarda MAB yapıldıysa antiandrojen kesilir, monoterapi ise antiandrojen ilave olur. KDPK de son yıllarda yeni ufuklar açılmıştır. Ağrısız olgular immünoterapi için uygundur. Sekonder hormonal maniplasyonlar yapılabilir, ancak ağrının varlığı ve hastalığın hızlı ilerlediği durumda docetaxel+prednizolon uygulanır. Daha önce docetaxel’e yanıt alınan olgularda tekrar docetaxel verilmesi olguların yarısına yakınında PSA düşüşleri yapmaktadır. Abiraterone acetate toksisitesinin azlığı ve survi avantajı ile öne çıkmıştır. Yine MDV3100 farklı mekanizmayla etkileyen bir antiandrojen olarak belirgin survi avantajı sağlamıştır. Cabazitaxel ve prednizolon kombinasyon tedavisi klinik olarak önemli bir antitümöral aktivite göstermektedir ve docetaxel tedavisi sonrası progresyon gösteren hastalarda survi artışı sağlamaktadır. Okunması önerilen kaynaklar Gleave EM, Bruchovsky N, Moore JM, et al. Prostate cancer:Treatment of advanced disease.CMAJ 1999;160:225-32. Akdaş A, Çevik İ, Dillioğlugil Ö. Metastatik Prostat Kanserinde Hormonal Tedavi. İn Özen H,Türleri L: Üroonkoloji Kitabı. Birinci basım. Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri basın yayım koordinatörlüğü. 2007;61:863-879. 464 Schulman CC, Irani J. Morote J, et al. Androgen-Deprivation Therapy in Prostate Cancer: A EuropeanExpert Panel Review. Eur Urol Supplements 2010;9:675-691. Cannata HD, Kirschenbaum A, Levine CA. Androgen Deprivation Therapy as Primary Treatment for Prostate Cancer . J Clin Endoc Met 2012;97(2):359-365. Pagliarulo V, Bracarda S, Eisenberger AM, et al. Contemporary Role of Androgen Deprivation Therapy for Prostate Cancer. Eur Urol 2012;61:1125. Nelson BJ. Hormone Therapy for Prostate Cancer. in Wein JA. CampbellWalsh Urology 10th ed Saunders 2012;109:2934-2953. Medical Research Council Prostate Cancer Working Party Investigators Group. Immediate versus deferred treatment for advanced prostatic cancer: initial results of the Medical Research Council Trial. Br J Urol 1997;79:235–46. Kirk D. Timing and choice of androgen ablation. Prostate Cancer Prostatic Dis 2004;7:217–22. Messing EM, Manola J, Yao J, et al. Immediate versus deferred androgen deprivation treatment in patients with node-positive prostate cancer after radical prostatectomy and pelvic lymphadenectomy. Lancet Oncol 2006;7:472–9. Schroder FH, Kurth K-H, Fossa SD, et al. Early versus delayed endocrine treatment of T2-T3 pN1-3 M0 prostate cancer without local treatment of the primary tumour: final results of European Organisation for the Research and Treatment of Cancer protocol 30846 after 13 years of follow-up (a randomised controlled trial). Eur Urol 2009;55:14–22. Maximumandrogen blockade in advanced prostate cancer: an overview of the randomised trials. Prostate Cancer Trialists’ Collaborative Group. Lancet 2000;355:1491–1498. Mottet N, Van Damme J, Loulidi S, et al. TAP22 Investigators Group Intermittent hormonal therapy in the treatment of metastatic prostate cancer:a randomized trial.BJUInt 2012;Apr 13. Calais da Silva FEC, Bono AV, Whelan P, et al. Intermittent androgen deprivation for locally advanced and metastatic prostate cancer: results from a randomised phase 3 study of the South European Uroncological Group. Eur Urol 2009;55:1269–77. Abrahamsson AP. Potential Benefits of Intermittent Androgen Suppressi- Şekil 12.13: Metastatik Prostat Kanserinde Tedavi Akış Şeması on Therapy in the Treatment of Prostate Cancer:A Systematic Review of the Literature Eur Urol 2010;57:49-59. Heidenreich A , Bastian BJ, Bellmunt J,et al.European Association of Urology. Guidelines on prostate cancer, 2012 http://www.uroweb.org/ guidelines/guidelines-online/ Lam JS, Leppert JT, Vemulapalli SN, et al. Secondary hormonal therapy for advanced prostate cancer. J Urol 2006;175:27-34. Kim JS, Kim Il S. Current Treatment Strategies for Castration-Resistant Prostate Cancer Korean J Urol 2011;52(3):157-165. Lodde M, Lacombe M, Fradet Y. Salvage therapy with bicalutamide 150 mg in nonmetastatic castration-resistant prostate cancer.Urology 2010;76(5): 1189–1193. Small EJ, Baron A, Bok R. Simultaneous antiandrogen withdrawal and treatment with ketoconazole and hydrocortisone in patients with advanced prostate carcinoma..Ca ncer 1997 ;80(9):1755-9. Small EJ, Halabi S, Dawson NA, Stadler WM.et al. Antiandrogen withdrawal alone or in combination with ketoconazole in androgen-independent prostate cancer patients: a phase III trial (CALGB 9583). J Clin Oncol 2004:15;22(6):1025-33. Attard G, Reid AH, A’Hern R, et al. Selective inhibition of CYP17 with abiraterone acetate is highly active in the treatment of castration-resistant prostate cancer. J Clin Oncol 2009;27:3742-8. Scher HI, Beer TM, Higano CS et al. Antitumour activity of MDV3100 in castration-resistant prostate cancer: a phase 1–2 study. Lancet 2010; 375: 1437–46. Kantoff PW, Higano CS, Shore ND, et al. Sipuleucel-T immunotherapy for castration-resistant prostate cancer. N Engl J Med 2010;363:411-22. Huber LM, Haynes L, Parker C, et al. Interdisciplinary Critique of Sipuleucel-T as Immunotherapy in Castration-Resistant Prostate Cancer. J Natl Cancer Inst 2012;104:1–7. Tannock IF, de Wit R, Berry W et al. Docetaxel plus prednisone or mitoxantrone plus prednisone for advanced prostate cancer. N Engl J Med 2004;351:1502–12. Berthold RD, Pond RG, Soban F,et al. Docetaxel Plus Prednisone or Mitoxantrone Plus Prednisone for Advanced Prostate Cancer: Updated Survival in the TAX 327 Study. J Clin Oncol 2008;26(2) :242-245. Petrylak DP, Tangen CM, Hussain MH et al. Docetaxel and estramustine compared with mitoxantrone and prednisone for advanced refractory prostate cancer. N Engl J Med 2004; 351:1513–20. Burgess FE, Roth BJ, Changing Perspectives of the Role of Chemotherapy in Advanced Prostate Cancer. Urol Clin N Am 2006; 33:227–236. HI, Halabi S, Tannock I, Morris M,et al. ; Prostate Cancer Clinical Trials Working Group. Design and end points of clinical trials for patients with progressive prostate cancer and castrate levels of testosterone: recommendations of the Prostate Cancer Clinical Trials Working Group J Clin Oncol 2008;26(7):1148-59. Halabi S, Vogelzang NJ, Ou SS, et al. Progression-free survival as a predictor of overall survival in men with castrate-resistant prostate cancer. J Clin Oncol 2009;27(17):2766-71. Di Lorenzo G, Buonerba C, Faiell A et al. Phase II study of docetaxel retreatment in docetaxel pretreated castration-resistant prostate cancer. BJU Int 2010;107:234-239. De Bono JS, Logothetis CJ, Molina A, et al. Abiraterone and increased survival in metastatic prostate cancer. N Engl J Med.2011; 364:1995-2005. 465 XII. Üroonkoloji De Bono JS, Oudard S, Ozguroglu M, et al. Prednisone plus cabazitaxel or mitoxantrone for metastatic castration-resistant prostate cancer progressing after docetaxel treatment: a randomised open-label trial. Lancet. 2010:376(9747);1147-54. NIH Clinical Trials Database. Safety and efficacy study of MDV3100 in patients with castration-resistant prostate cancer who have been previously treated with docetaxelbased chemotherapy (AFFIRM). Study NCT00974311. 2009. Available from: http:// clinicaltrials.gov/ct2/show/ record/NCT00974311. 12.3 Testis kanseri 12.3.1 Risk faktörleri ve epidemiyoloji testis tümörleri erkek tümörlerinin % 1 ile % 1.5’ ini ve tüm ürolojik tümörlerin % 5’ ini oluşturmakla beraber batı toplumlarında yıllık 100.000 erkekte 3-10 yeni vaka görülmektedir. 1970’ ler ve 1980’ lerde özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinde testis kanseri insidansında artış saptanmış ve özellikle son 30 yılda özellikle Kuzey Amerika, Avrupa ve Okyanus ülkelerindeki endüstrileşmiş ülkelerde belirgin artış görülmektedir. 1973 ve 1998 yılları arasında SEER data(İzlem Epidemiyoloji ve Sonuç programı)dan alınan bilgiye göre Amerika Birleşik Devletlerinde beyaz Amerikalılar için yalnız seminom’da artan bir risk söz konusudur. Tanı anında vakaların yalnızca % 1-2’ si bilateraldir. Histolojik tipler değişmekle beraber % 90 - 95 ile germ hücreli tümörlerin belirgin üstünlüğü vardır. Nonseminomların en sık görüldüğü yaş grubu üçüncü dekad, saf seminomlar için dördüncü dekaddır. Ailesel diziler, özellikle de kardeşler arasında gözlemlenmiştir. Testis tümörü olan hastalarda genetik değişiklikler tanımlanmıştır. Germ hücreli tümörlerin tüm histolojik tiplerinde spesifik bir genetik belirteç (kromozom 12-i(12p)- nin kısa kolunda bir izokromozom) tanımlanmıştır. İntratübüler germ hücreli tümör (testiküler intraepitelyal neoplazi, Tin) aynı kromozomal değişiklikler ve testiküler Tin vakalarının % 66’ sında p53 bölgesinde bulunan değişimleri gösterir. Fetal germ hücrelerinin pluripotent programındaki kontrolsüzlük (M2A, C-KIT VE OCT4/NANOG gibi spesifik belirteçlerle tanımlanan) muhtemelen Tin ve germ hücre neoplazisi gelişiminden sorumludur. Bazı atipik seminomlarda saptanan alfa-fetoprotein (AFP) mRNA ve genom analizi seminom ve embriyonel karsinom gelişimini açılamaktadır. Süregelen genom görüntüleme çalışmaları ve gen ekspresyon analizleri 4., 5., 6. ve 12. Kromozomlar (SPRY4, kit- Ligand ve Sinaptopodin olarak isimlendirilen) üzerinde bulunan testis kanseri spesifik gen mutasyonlarını ileri sürmektedir. Testis kanseri gelişimi için epidemiyolojik risk faktörleri: kriptorşidizm öyküsü veya inmemiş testis (testiküler disgenezis sendromu), Kleinefelter sendromu, birinci 466 derece akrabalarda (baba/kardeşler) testis kanseri öyküsü, kontrlateral tümör veya Tin varlığı ve infertilitedir. Uzun boylu olmak germ hücreli tümör ile ilşkilidir ancak ileri konfirmasyon gereklidir. Kriptorşidizm bulunan erkekler normal bireylere göre 4 - 6 kat artmış testis kanseri riskine sahiptir ancak puberte öncesi orşiyopeksi yapıldığında relatif risk (RR) 2.00 - 3.00’ a gerilemektedir. Kriptorşidizm çalışmalarının bir meta-analizi kontrlateral inmiş testis için ılımlı risk artşını vurgulamıştır (RR 1.74 [95% CI, 1.01 to 2.98]). Germ hücreli tümörü olan bir erkekte kontrlateral testiste ultrasonda testiküler mikrolitiyazis bulunması durumunda İTGHN riskinde artış söz konusudur, öteyandan genel popülasyonda mikrolitiyazisin önemi belirsizdir; 1500 gönüllüyü içeren bir çalışmada mikrolitiyazis prevelansı % 5.6 bulunmuş ve bu hastaların sadece % 2’sinde 5 yıl içinde kanser saptanmıştır. Testis tümörleri mükemmel kür oranlarına sahiptir. Bunu destekleyen ana faktörler şunlardır: tanı anında dikkatli evreleme, kemoterapötik kombinasyonlara dayanan radyoterapi ve/veya cerrahiyle birlikte veya yalnız başına erken ve uygun tedavi, dikkatli izlem ile kurtarma tedavileri. Son dönemlerde tanı ve tedaviye kadar geçen ortalama sürede azalma izlenmiştir. Testis kanserinin tedavisinde tedavinin uygulanacağı merkezin seçimi oldukça önemlidir. Erken evreler referans olmayan bir merkezde başarılı tedavi edilmesine rağmen, nüks oranı yüksektir. Kötü prognozlu non-seminomatöz germ hücreli tümörler için, bir klinik çalışmada genel sağkalımın merkezde tedavi edilen hastaların sayısına (yıllık 5 hastadan az, daha kötü) bağlı olduğu gösterilmiştir. Aynı içerikte post-kemoterapi rezidüel tümör rezeksiyon sıklığının perioperatif mortalite ve genel sağkalım ile bağlantılı olduğu belirtilmiştir. 12.3.2 Testis kanseri patolojik sınıflaması (modifiye WHO 2004) önerilen patolojik sınıflama (2004 Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) kılavuzundan modifiye edilen) Tablo 12.20’deki gibidir; 12.3.3 Tanı nasıl konulur? A. Fizik muayene Skrotumda ağrısız, tek taraflı kitle olarak veya intraskrotal bir kitlenin rastlantısal olarak saptanması ile ortaya çıkar. Yaklaşık olarak hastaların % 20’ sinde ilk semptom skrotal ağrıdır ve testis kanserli hastaların % 27 kadarında lokal ağrı görülebilir. Vakaların % 7’ sinde jinekomasti görülebilir ve bu durum non-seminomatöz tümörlerde daha sıktır. Sırt ve flank ağrısı vakaların yaklaşık % 11’ inde mevcuttur. Yaklaşık % 10 vakada testis kanseri, doğru tanının gecikmesine bağlı olarak orşiepididimiti taklit edebilir. Şüpheli vakalarda ultrasonografi yapılmalıdır. Fizik muayene kitlenin özelliklerini ortaya koyar ve muhtemel uzak metastazlar (supraklavikular), palpabıl abdominal kitle veya jinekomastiyi bulmak için gereken genel muayene ile birlikte uygulanmalıdır. B. Testisin görüntülenmesi kesiti. • Mikroskopik özellikler ve tanı: WHO 2004’ e göre histolojik tip (her komponent belirtilmeli ve tahmini yüzdeler) o Peri-tümöral venöz ve/veya lenfatik invazyonu o Albuginea, tunika vajinalis, rete testis, epididim veya spermatik kord invazyonu Diyagnostik ultrasonografi testiküler kitlenin varlığını konfirme etmekle beraber kontrlateral testisi de incelemeyi sağlar. Testiküler bir tümörü saptamadaki sensitivitesi % 100’ e yakındır ve kitlenin intra- veya ekstratestiküler olduğunu saptamada önemli rolü vardır. Üstelik ultrason masrafsız bir testtir. o Non-tümör parankim intratübüler germ hücreli neoplazide intratübüler germ hücreli neoplazi (TIN) varlığı veya yokluğu Manyetik Rezonans İnceleme (MRI) tümör tanısı için ultrasona göre daha yüksek sensitivite ve spesifiteye sahiptir. Skrotum MRI’ nin sensitivitesi % 100 ve spesifitesi % 95 -100 olmasına rağmen yüksek maliyeti tanı için rutin kullanılmasını kısıtlar. • İmmünhistokimyasal çalışmalar: seminom ve miks germ hücreli tümörlerde, AFP ve hCG C. Tanı sırasında serum tümör belirteçleri Serum tümör belirteçleri prognostik faktörlerdir, tanı ve evrelemeye katkıda bulunurlar. Aşağıdaki belirteçlere bakılmalıdır: • AFP (yolk sak hücrelerce üretilen) • hCG (trofoblastlarca üretilen) • LDH (laktat dehidrogenaz) Tüm tümörler hesaba katıldığında testis kanseri vakalarının % 51’ inde bu belirteçlerde bir yükselme vardır. Saf seminom monitorizasyonunda kullanılan plasental alkalin fosfataz (PLAP) diğer opsiyonel belirteçlerden birisidir. D. İnguinal eksplorasyon ve orşiektomi Şüpheli testiküler kitlesi olan her hastaya testisin tunikaları ile birlikte tamamen çıkarıldığı inguinal eksplorasyon uygulanmalıdır. Malign bir tümör varlığında internal inguinal ring seviyesinde spermatik kord bölgesinden uygulanan orşiektomi gerçekleştirilmelidir. • Tümör Nod Metastaz (TNM) 2009’ a göre pT kategorisi Şüpheli durumlarda önerilen immünhistokimyasal belirteçler: • Seminomda: sitokeratinler (CAM 5.2), PLAP, c-kit; • İntratübüler germ hücreli neoplazide: PLAP, c-kit; Diğer önerilen belirteçler: kromogranin A (Cg A), Ki-1 (MIB-1). 12.3.4 Retroperitoneal bölgedeki kitleye tanısal yaklaşım Hastalar palpabıl abdominal kitle veya abdominal hassasiyet bulgusuna yönelik sistemik olarak muayene edilmelidir. Testis ultrasonu palpabıl bir testiküler kitlesi olmayan ancak retroperitoneal veya visseral kitlesi olan veya serum koryonik gonadotropin (hCG) veya AFP yüksekliği olan veya fertilite problemleri ile başvuran hastalarda mutlaka uygulanmalıdır. a. Tanısal araçlar Metastatik veya yaygın hastalığı saptamak için serum tümör belirteçlerinin yarılanma kinetikleri değerlendirilmeli, nodal yol görüntülenmeli, muhtemel viseral metastazlar ortaya konmalıdır. E. Testisin patolojik incelemesi Sonuç olarak şunu değerlendirmek şarttır: Zorunlu patolojik gereksinimler • Retroperitoneal ve supraklavikular lenf nodlarının durumu ve karaciğer; • Makroskopik özellikler: taraf, testis boyutu, maksimum tümör boyutu ve epididim, spermatik kord ve tunika vajinalisin makroskopik özellikleri. • Örnekleme: normal makroskopik parankim (mevcut ise), albuginea ve epididimi içeren ve şüpheli alanların seçimi ile birlikte maksimum tümör çapının her santimetresi için 1 cm2’ lik bir alan. Şüpheli alana ek olarak en azından bir proksimal ve bir distal spermatik kord Zorunlu testler şunlardır • Seri kan ölçümleri • Abdominopelvik ve torasik bilgisayarlı tomografi (BT) incelemesi. b. Ekstragonadal germ hücreli tümör 467 XII. Üroonkoloji Germ hücreli tümörlerin % 2 - 5 kadarı ekstragonadal orijinlidir. Normal testis muayenesi ile birlikte yükselmiş serum AFP ve/veya hCG düzeyleri GHT tanısı için yeterlidir ve tedavi öncesi biyopsi ile konfirmasyon gerekli değildir. Serum tümör belirteçleri normal ise tedavi öncesi GHT tanısını konfirme etmek için kitleden biyopsi şarttır. Kötü diferansiye kanser ile uyumlu bir biyopsi spesmeni primer tümör tarafı ile konfirme edilemediği zaman tanıda bir çelişkiye neden olur. Bu durumda malign transformasyonlu ekstragonadal GHT tanısı biyopsi spesmeninde i(12p) ekspresyonu ile konfirme edilir. c. Retroperitoneal lenf nodları ve visera Retroperitoneal ve mediastinal lenf nodları en iyi şekilde BT taraması ile değerlendirilir. Supraklavikular lenf nodları ise en iyi fizik muayene ile değerlendirilir. Abdominopelvik BT tarama retroperitoneal lenf nodlarını saptamada % 70 - 80 sensitiviteye sahiptir. Doğruluğu nodların boyutuna bağlıdır, sensitivitesi ve negatif kestirim değeri 3 mm’ lik kesitler kullanıldığında artar. Evre 1 ve 2’ de bu rakamlar biraz düşüktür ve % 25 - 30 oranında düşük evrelemeye neden olabilir. Yeni jenerasyon BT taramaları ile sensitivitenin arttığı gösterilememiştir. Manyetik rezonans inceleme retroperitoneal lenf nodu değerlendirilmesinde BT incelemeye benzer sonuçlar ortaya koyar. Rutin kullanımına yönelik itirazlar yüksek maliyeti ve ulaşımına kısıtlılıktır. Buna rağmen MRI, abdominopelvik BT veya ultrason yetersiz kaldığı zaman, kontrast maddeye alerji durumunda BT’ nin kontrendike olduğu zaman veya klinisyen veya hasta radyasyon dozu hakkında endişeli olduğu durumlarda yardımcı olabilir. Halihazırda testis kanserinin evrelemesinde sistematik kullanımı ile ilgili endikasyon yoktur. Florodeoksiglukoz - PET (FDG-PET)’ in testis kanseri evrelemesinde kullanımını destekleyen bir kanıt yoktur. Seminom vakalarında kemoterapiden en az 6 hafta sonra rezidüel kitlenin tespiti ve bu hastalarda yakın izlem veya aktif tedaviye karar vermek için önerilmektedir. Non-seminom tümörlerde kemoterapi sonrası yeniden evrelemede önerilmemektedir. ve tedavi gerektirip gerektirmediği üzerinde fikir birliği henüz oluşmamıştır. Testiküler mikrolitiyazise (TM) seminifer tübül lümenlerine dejenere lüminal hücrelerin dökülmesi, bu debrisin Sertoli hücrelerince fagosite edilememesi sonucu birikmesi ve kalsifikasyonunun neden olduğu ileri sürülmektedir. Bu kristaller hidroksiapatit yapısındadır. TM’ nin ultrasonografik olarak rapor edilme yaygınlığı % 0,5 ile 6,7 arasında bildirilmiştir. Bazı testis kanseri vaka raporlarında bu hastalarda daha önceden testiküler mikrokalsifikasyonların tespit edildiği bildirilmiş ve TM’ nin testis kanseri öncülü olduğu hususunda şüpheler uyanmıştır. Ancak çalışmaların çoğunun retrospektif analizlere dayanması ve testiküler tümörler için görece daha riskli hasta guruplarında yapıldığı unutulmamalıdır. Klasik TM olgularında % 21.7, sınırlı TM olgularında ise % 1,1 oranında testis kanseriyle karşılaşılmıştır. Bunun üzerine testis kanseri için risk faktörleri taşıyanlarda sınırlı ve tek taraflı TM varsa kişinin kendini muayene etmesi, bilateral klasik TM varsa yıllık ürolojik ve ultrasonografik muayenelerinin yapılması tavsiye edilmektedir. b. Testiküler kanser ilişkisi Detaylı bir derlemede TM’ si olan tüm popülasyonun % 1,2’ sinde, ek olarak subfertilitesi de olanların % 10,8’ inde, skrotal yakınmalarla başvuranların ise % 18,7’ sinin takiplerinde intratübüler germ hücreli neoplazi (ITGHN) geliştiği görülmüştür. ITGHN riski bilateral TM’si olan infertil popülasyonda % 20 iken TM’ si olmayanlarda % 0,5’tir. Testis kanseri öyküsü olanlarda karşı testiste ITGHN olguların % 5’ inde görülürken bu oran TM varlığında % 22 - 78 arasında bildirilmiştir. Bu raporlar göz önüne alındığında TM’ nin testiküler disgenezis sendromunun bir parçası olabileceği ve ITGHN ile ilişkisinin bu nedenle öne çıktığı düşünülmüştür. a. Testiküler mikrolitiyazis tanımı ve epidemiyolojisi Son dönemlerde yayınlanan bir kılavuzda TM tanısı almış erkeklerin bilateralite, infertilite, inmemiş testis ve karşı testiste kanser gibi ITGHN ve GHK için risk faktörlerini taşıyıp taşımamalarına göre takip edilmeleri önerilmiştir. Eğer bir veya daha fazla risk faktörü mevcutsa ve hasta 50 yaşından küçükse testiküler biyopsi yapılması önermektedir. Risk faktörü bulunmayan ve 50 yaşın üzerindeki hastalarda ve biyopsinin negatif olduğu risk gurubundaki hastalarda kendi kendini muayene tek önerilen takip metodudur. Testiküler mikrolitiyazis, skrotal ultrasonografi sırasında testis parankiminde insidental olarak görülen küçük hiperekojen alanlardır. Son dönemde yapılan anektodal vaka sunumları germ hücreli kanserlerle testiküler mikrolitiyazisi ilişkilendirmektedirler. Ancak TM’ nin takip Testiküler kanserlerin takibinde kullanılan serum tümör belirteçleri, BT ve MRI gibi ileri görüntüleme tekniklerinin yararı da kanıtlanmamıştır. Ekonomik yük, işlemin invazif olması, komplikasyon olasılığı ve bu erkeklerin çoğunda testiküler kanser gelişmeyeceğinin bilinmesi Tanı anında evreleme için tüm hastalara torakal ve abdominopelvik BT yapılmalıdır. 12.3.5 Testiküler mikrolitiyazise yaklaşım 468 biyopsi için yüksek riskli doğru hasta seçiminin yapılmasını önemli kılmaktadır. Biyopsi sonuçlarında yanlışnegatiflik oranları çok düşük olduğundan, ITGHN ve GHK açısından negatif çıkan biyopsi sonuçları sonrası üroloğun aktif takibi önerilmemektedir. Testiküler mikrolitiyazis ultrasonografide sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Bu radyolojik görüntüye hem malign, hem de benign süreçlerde rastlanabilmektedir. TM bulgusu olan erkeklerin çoğunluğunda ileride testiküler kanserler görülmemektedir. Genel kanı asemptomatik ve risk faktörleri bulunmayan erkeklerin ileri takibe ihtiyaçları olmadığıdır. Skrotal belirtileri olan veya GHK için risk barındıran hastalar içinse kendi kendini muayene önerilmektedir. Kimlere biyopsi yapılması gerektiği konusunda halen bir uzlaşma yoktur. Takip aralıkları ve süresi konusunda literatürdeki kanıtlar, üstünde uzlaşılmış protokoller oluşturmaktan uzaktır. 12.3.6 TİN nasıl tedavi edilmeli ? Kontrlateral biyopsi TIN varlığını ekarte etmek için savunulmaktadır. Bazı ülkelerde rutin bir prosedür olmasına rağmen düşük TIN insidansı ve kontrlateral metakron testis kanserleri (yaklaşık % 2.5 ve % 9’ a kadar oranda), TIN tedavisinin morbiditesi, metakron tümörlerin prezentasyon sırasında düşük evrede olmaları nedeniyle tüm hastalarda sistematik kontrlateral biyopsiyi tartışmalı hale getirmektedir. TIN varlığının tüm vakalarda tanımlanma gerekliliği üzerinde fikirbirliğine varmak hala oldukça zordur. Bununla birlikte 12 ml’ den düşük testis volümüne sahip kontrlateral TIN olan, kriptorşidizm öyküsü veya yetersiz spermatogenez (Johnson Skor 1-3) olan yüksek riskli hastalara kontrlateral biyopsi önerilmelidir. 40 yaşından büyük hastalar için kontrlateral biyopsi gerekli değildir. Sensitiviteyi artırmak için çift biyopsi tercih edilmelidir. Soliter testiste TIN tanısı konulduktan sonra lokal radyoterapi (2 Gy dozlarda 16-20 Gy) tedavi seçeneğidir. Bu durum infertiliteye yol açabileceğinden tedavi öncesi hasta ayrıntılı biçimde bilgilendirilmelidir. İnfertiliteye ek olarak uzun dönem radyoterapi sonrası Leydig hücre fonksiyonları ve testosteron üretimi de zarar görebilir. Çocuk sahibi olmak isteyen fertil hastalarda radyasyon tedavisi ertelenebilir. Negatif bir biyopsiye rağmen tümör ortaya çıkabileceği konusunda hastalar bilgilendirilmelidir. TIN teşhis edildiğinde ve kontrlateral testis sağlıklı ise tedavi seçenekleri orşiektomi veya yakın izlemdir (5 yıl içinde % 50 oranında testis kanseri geliştirme riski ile). Bilateral orşiektomi veya TIN tedavisi sonrası düşük testosteron seviyeleri mevcutsa yaşam boyu testosteron desteği gereklidir. 12.3.7 Burn out fenomeni ve klinikteki uygulama Nadir görülen “burn out” fenomeni, spontan regrese olan testiküler tümörlü vakada retroperitoneal, mediastinal, supraklavikular, servikal, aksiller lenf nodları, akciğer ve karaciğerde izlenebilen yaygın metastatik bölgelerle karakterize ekstragonadal germ hücreli tümördür. Bu fenomeni açıklayan 2 teori vardır: biri germ hücreli tümörün metastazından sonra primer germ hücreli tümörün spontan regresyonu, diğeri ekstragonadal dokularda ortaya çıkan primer bir germ hücreli tümördür. Ancak ekstragonadal germ hücreli tümörün orijini hakkında konsensus yoktur. Normal bir testis muayenesi ve ilerlemiş GHT olan hastalarda “burn-out” primer testiküler tümörü gösteren küçük, non-palpabıl bir skar veya kalsifikasyonu ekarte edecek bir skrotal ultrasonografi mutlaka yapılmalıdır. İntratestiküler lezyonların ultrasonografik tespiti sonrası radikal orşiektomi yapılmalıdır. Skrotal muayeneleri ve ultrasonları normal olan ilerlemiş GHT olan hastaların primer ekstragonadal GHT’ ye sahip oldukları düşünülmektedir. Yaygın GHT veya yükselmiş serum belirteçleri yokluğunda, küçük (<10 mm), nonpalpabıl intratestiküler lezyonun varlığı diyagnostik bir ikilemdir. % 20 – 40 kadarı küçük GHT’ leri (sıklıkla seminom) içerse de bu lezyonların çoğu benigndir (testiküler kist, küçük infarktlar, Leydig hücre nodülleri, Sertoli hücre tümörleri). Tedavi opsiyonları; inguinal orşiektomi, inguinal eksplorasyon ve eksizyon ( GHT’ yi ekarte etmek için frozın çalışma ile birlikte) ve seri USG incelemeler ile yakın izlemdir (büyüyen lezyonların eksplorasyonu ile birlikte). Lezyonu lokalize etmek için cerrahi eksplorasyon sırasında intraoperatif ultrasonografi faydalıdır. Lezyonun boyutu ile orantılı olarak malignansi riski de artar. Germ hücreli tümörlerin % 2 - 5 kadarı ekstragonadal orijinlidir. Metastatik GHT olan ancak testiste kitlesi olmayan hastaların sadece üçte biri açık bir şekilde primer ekstragonadal GHT’ ye sahiptir çünkü üçte birinde testiste ITGHN, üçte birinde ise “burn-out” primer tümörün ultrasonografik kanıtı mevcuttur. Genç erkekte GHT orta hat kitlesi ile birlikte düşünülmelidir. Normal testis muayenesi ile birlikte yükselmiş serum AFP ve/ veya hCG düzeyleri GHT tanısı için yeterlidir ve tedavi öncesi biyopsi ile konfirmasyon gerekli değildir. Serum tümör belirteçleri normal ise tedavi öncesi GHT tanısını konfirme etmek için kitleden biyopsi şarttır. Kötü diferensiye kanser ile uyumlu bir biyopsi spesmeni primer tümör tarafı ile konfirme edilemediği zaman tanıda bir çelişkiye neden olur. Bu durumda malign transformasyonlu ekstragonadal GHT tanısı biyopsi spesmeninde i(12p) ekspresyonu ile konfirme edilir. Şüpheli retrope- 469 XII. Üroonkoloji ritoneal ekstragonadal GHT’ si olan hastalara, tedavileri süresince metastaz paterni sağ veya sol primer testis tümörü ile uyumlu ise veya “burn-out” primer tümörün ultrasonografik teşhisi mevcutsa inguinal orşiektomi uygulanmalıdır. Cassidy FH, Ishioka KM, McMahon CJ, et al. MR imaging of scrotal tumors and pseudotumors. Radiographics 2010 May;30(3):665-83. Okunması önerilen kaynaklar De Santis M, Becherer A, Bokemeyer C, et al. 2-18fluoro-deoxy-D-glucose positron emission. JCO March 15, 2004 vol. 22 no. 6. EAU Guidelines on testicular cancer 2012 Campbell-Walsh Urology. – 10th edition La Vecchia C, Bosetti C, Lucchini F, et al. Cancer Mortality in Europe, 2000-2004, and an overview of trends since 1995. Ann Oncol. 2010 Jun;21(6):1323-60. Epub 2009 Nov 30. Clinical epidemiology of testicular germ cell tumors. Dieckmann KP, Pichlmeier U. World J Urol. 2004 Apr;22(1):2-14. Epub 2004 Mar 18. Does a testicular dysgenesis syndrome exist? Olof Akre and Lorenzo Richiardi. Oxford Journals Medicine Human Reproduction Volume 24, Issue 9. Hum. Reprod. (2009) 24 (9): 2053-2060. Testicular microlithiasis: analysis of prevalence and associated testicular cancer in central-eastern Sicilian andrological patients S. La Vignera, R. Condorelli, E. Vicari, R. D’Agata, A. E. Calogero Article first published online: 6 JUL 2011 WHO histological classification of testis tumours, In: Eble JN, Sauter G, Epstein JI, Sesterhenn IA, eds. Pathology & Genetics. Tumours of the urinary system and male genital organs. Lyons: IARC Press, 2004: 218, pp. 250-262. Dieckmann KP, Loy V. Prevalence of contralatral testicular intraepithelial neoplasia in patients with testicular germ cell neoplasms. J Clin Oncol 1996 Dec;14(12):3126-32. Hong Koo Ha, et al:Retroperitoneal Seminoma with the ‘Burned out’ Phenomenon, Korean J Urol. 2009 May;50(5):516-519. Testiküler mikrolithiasis’in önemi kalmadı mı? 2010 eylül, üroonkoloji bülteni Cancer Incidence in Five Continents, Vol IX. Curado MP, Edwards B, Shin R, et al eds. IARC Scientific Publication 2007, No. 160. Engholm G, Ferlay J, Christensen N, et al. NORDCAN--a Nordic tool for cancer information, planning, quality control and research. Acta Oncol 2010 Jun. Jemal A, Siegel R, Ward E, et al. Cancer Statistics, 2009. CA Cancer J Clin 2009 Jul-Aug;59(4):225-49. Reuter VE. Origins and molecular biology of testicular germ cell tumors. Mod Pathol 2005 Feb;18(Suppl 2):S51-S60. Osterlind A, Berthelsen JG, Abildgaard N, et al. Risk of bilateral testicular germ cell tumours in Denmark: 1960-1984. J Natl Cancer Inst 1991 Oct. Klein EA. Tumour markers in testis cancer. Urol Clin North Am 1993 Feb. Huddart RA, O’Doherty MJ, Padhani A, et al. NCRI Testis Tumour Clinical Study Group. J Clin Oncol. 2007 Jul 20; 25(21):3090-5. 12.3.8 Orşiektomi sonrası marker izlemi nasıl olmalı estis tümörleri için kullanılan üç ana belirteç vardır ve bunlar aşağıda incelenmiştir. Beta-hCG (Human chorionic gonadotropin): Testis kanserleri tüm hCG molekülünü oluştursalarda serum ölçümleri beta ünitesi üzerine dayanmaktadır. Çünkü alfa ünitesi genellikle pituitar hormonları göstermektedir. Beta-hCG testis tümörlerinde en sık yüksekliği tespit edilen belirteçtir. Erkeklerdeki normal seviyeleri 5-10 IU/L arasındadır. Yarı ömrü 1,5-3 gündür. Ligand-reseptör krosreaktivitesi ile tiroid stimulan hormon (TSH) etkisini sağlayabilir. Bu nedenle kan seviyeleri yüksek olduğunda (>50.000 IU/L) beta-HCG hipertroidi oluşturabilir. Bu etki %3,5 oranında rapor edilmiştir. Primer kanserin tedavisi ile hipertroidi tablosunun düzeldiği belirtilmiştir. NSGHT’ lerde: Tümör yüküne ve histolojik alt tipine bağlı olarak değerleri değişir. Evre I NSGHT’ lerde %10-20 oranında, ilerlemiş hastalıkta ise % 40 oranında yüksekliği gözlenir. Beta-hCG yüksekliği olan kişilerde saf ya da karşık tip emriyonel karsinom veya koryokarsinom tespit edilir. Saf seminomlarda: İlerlemiş hastalığı bulunan hastaları %15-20’ sinde yüksekliği tespit edilebilir. Yüksekliği tümör yükünün fazla olduğunu gösterir. Ancak bu özellikle metastaz potansiyelini işaret etmez. Bu nedenle orşiektomi sonrası normale dönmüş olan beta-hCG değeri evre I seminomlarda ilerlemiş hastalığın olmadığını gösterir. Wanderas EH, Tretli S, Fossa SD. Trends in incidence of testicular cancer in Norway 1955-1992. Eur J Cancer 1995 Nov. Yanlış-pozitiflik: 1) Hipogonadal durumlarda artmış pituitar hCG üretime bağlı ve artış. 2) lüteinize hormon (LH) düzeyine bağlı immunoassay çalışmasında kross reaksiyon yaparak yüksek seviyeler verebilir. 2) Tümör yıkımına bağlı olarak kemoterapinin ilk küründe hCG’ de geçici bir artış gözlenebilir. 3) Bazı serilerde marihuana kullanımının yüksekliğe neden olduğu rapor edilmiştir. 4) Nöroendokrin tümörlerde, mesane, böbrek, akciğer, baş-boyun, gastrointestinal, serviks, uterus ve vulvar kanserlerde, lenfoma ve lösemide yüksek olabileceği bildirilmiştir. Kim W, Rosen MA, Langer JE, et al. US-MR Imaging correlation in pathologic conditions of the scrotum. Radiographics 2007 SepOct;27(5):1239-53. Belirgin yüksekliği (10.000 IU/L): Sadece germ hücreli tümörlerde, primer akciğer kanserinin ya da gastrik Dieckmann KP, Pichlmeier U. The prevalence of familial testicular cancer: An analysis of two patient populations and a review of the literature. Cancer 1997 Nov;80(10):1954-60. Forman D, Oliver RT, Brett AR, et al. Familial testicular cancer: a report of the UK family register, estimation of risk and a HLA class 1 sib-pair analysis. Br J Cancer 1992 Feb;65(2):255-62. Peng X, Zeng Z, Peng S, et al. The Association risk of male subfertility and testicular cancer: A systematic review. 470 kanserin trofoblastik diferansiyasyonunda, gebelite ya da gestasyonel trofoblastik hastalıkta gözlenmektedir. AFP (Alfa-Fetoprotein): Normalde fetal yolk sak tarafından ve bazı organlarca üretilir. Normal bireyde kanda ölçülemez. AFP’ nin kan değeri 10-15 mcg/L’ dir. Bir çok doku malign dejenerasyon geçirerek AFP üretebilecek hale gelebilir. Ancak AFP’ yi 10000 mcg/L’ nin üzerinde çıkarabilecek durumlar genellikle ya NSGHT ya da hepatosellüler karsinomdur. Yarı ömrü 5-7 gündür. Etki tedavi sonrasında 25-30 gün içerisinde normale dönmesi gerekir. NSGHT’lerde: Genellikle yolk sak (endodermal sinüs) tümörü tarafından, daha nadir olarakta embriyonel karsinom tarafından üretilir. BetahCG ile birlikte yüksek olduğu durumlarda ilerlemiş hastalık riski akla getirilmelidir. Evre I hastalarda %1020, yaygın hastalıkta % 40-60 oranında yükselmiştir. Seminomlarada: Tanım gereği saf seminomda AFP yüksekliği olmaz. Ancak moleküler çalışmalar AFP mRNA’ sının saf seminomda bulunduğunu göstermiştir ve bir çok vakada saf seminomu olan hastalarda sınırda AFP yüksekliği (10,4-16 ng/ml) rapor edilmiştir. Yüksek serum AFP konsantrasyonları olanlarda tümörün nonseminomatöz komponentinin olduğu (özelliklede yolk sak) yada karaciğer metastazı olduğu düşünülür. Serum AFP yüksekliği bulunan hastaların NSGHT olarak değerlendirilerek tedavi edilmesi doğrudur. Yanlış-pozitiflik: 1)Gastrointestinal sistemin kanserlerinde, özelliklede hepatocellüler kanserde, karaciğer yaralanmasında (siroz, hepatit, ilaç ya da alkol kullanımına bağlı) gözlenebilir. 2)Tümör yıkımına bağlı olarak kemoterapinin ilk küründe AFP’de geçici bir artış gözlenebilir. LDH (Laktat Dehidrogenaz): Hastaların GHT olan testis kanserli olan hastaların %40-60’ ında serum LDH konsantrasyonları yüksek saptanır. AFP ve Beta-hCG’ ye oranla testis kanseri için özgünlüğü ve duyarlılığı düşüktür. Ancak bazen seminomlarda yüksek bulunabilecek tek beliteç olabilir. İlerlemiş hastalığı bulunan hastalar için kan seviyesinin prognostik önemi vardır. Doku yaralanmasının olduğu bir çok durumda serum LDH seviyesi yüksek çıkabilir. Bu nedenle testis kanserinde nüksün değerlendirmesinde ne duyarlığo olan ne de özgünlüğü olan bir belirteçtir. SerumBelirteçlerinin Kullanım alanları: Evre I hastalığı olan hastalarda radikal orşiektomi öncesi yüksekliği bulunan hastaların haftalık takipleri yapılarak düşüş takip edilmelidir. Orşiektomiyi takiben 2 hafta içerisinde serum beta HCG seviyelerinde, 25-30 gün arasında serum AFP seviyelerinde hızlı normalizasyon ya da 10 kat düşüş tümörün eliminasyonunu gösterir. 1) Orşiektomi öncesi testis tümörü tanısını doğrulama- da: NSGHT’ lerde hastaların %80-85’ inde AFT ve/veya beta-hCG yüksek saptanır. Seminomu olan hastalarda beta-hCG ancak % 25 hastada yüksek saptanır 2) Orşiektomi sonrası histolojinin doğrulanmasında ve evrelemede: Saf seminomda AFP yüksekliği tespit edilmez 3) Özellikle metastatik NSGHT’lerde : Düşük risk grubu: Serum AFP <1000 ng/mL, beta-hCG <5000 mIU/mL, and LDH <normalin 1,5 katı ORTA RİSK GRUBU; serum AFP 1000 to 10000 ng/ mL, beta-hCG 5000 to 50000 mIU/mL, ya da LDH normalin 1,5-10 katı yüksek ise Yüksek risk grubu; serum AFP >10000 ng/mL, serum beta-hCG >50000 mIU/mL, ya da LDH normalin 10 katından daha yüksek 4) Küratif tedaviye yanıtın değerlendirmesinde tedavi sonrası belirteçlerin seri takipleriyle Testis koruyucu cerrahi endikasyonları Testis koruyucu cerrahi (TKC) ya da diğer adıyla parsiyel orşiektomi kavramı oldukça tartışmalıdır. Bu cerrahinin testiste kitle nedeniyle değerlendirilen ve kontralateral testisi tamamen normal olan bir hastada yeri yoktur. TKC’ nin primer amacı hastaya daha sonraki hayatında yeterli testosteron kaynağı oluşturabilecek rezidü testiküler parankim dokusunu sağlamaktır. Bu nedenle TKC’ nin iki ana endikasyonu vardır ve bunlar aşağıda belirtilmiştir. 1- Eş zamanlı bilateral testiküler tümörü hastalar 2- Soliter testisi olan ve tümör için değerlendirildiği dönemde yeterli androjen üretiminin var olduğ bulunan hastalar Tümör belirteçlerinin tamamen normal olduğu malignite açısından şüpheli bulguları olan hastalar da ise TKC rölatif endikasyona sahiptir. Tümör boyutu 2 cm’ den büyük olan hastalarda parsiyel eksizyon sonrası genellikle doku kaybı belirgin olduğu ve yeterli parankim kalmadığı gözlendiğinden TKC önerilmez. Peroperatif komşu parankimden alınan biyopsilerde % 80-90 intratestiküler germ hücre neoplazisi saptanabilir. Bu durumda TKC kontraendike değildir ancak 5 sene içerisinde %50 7 yıl içerisinde % 70 germ hücreli tümör geliştiği rapor edilmiştir. Özellikle bu tip hastlarda rezidü testiküler dokuya en az 20 Gy adjuvan radyoterapi uygulanmasının yeterli olduğu gösterilmiştir. 12.3.9 Testis tümörlerinde evreleme ve prognostik faktörler 471 XII. Üroonkoloji 1. Testis tümörlerinde evreleme Testis tümörlerinde evreleme için tüm hastalara serum AFP(alfa-feto protein), hCG (human koryonik gonadotropin); ileri evre tümörlerde LDH düzeyi ve abdominopelvik bilgisayarlı tomografi (BT) tetkikleri yapılmalıdır. Abdominopelvik BT, retroperitoneal kitlelerin tanısında %70–80 oranında duyarlılığa sahiptir. Retroperitoneal kitlelerin değerlendirilmesinde Magnetik Rezonans görüntülemenin (MRG), BT’ye üstünlüğü yoktur. Ancak, böbrek yetmezliği, kontrast alerjisi ve radyasyondan kaçınıldığı durumlarda MRG yardımcı olabilir. Retroperiton değerlendirmesi normal olan seminomlarda ön-arka ve yan akciğer grafisi yeterli olabilir. Torakal BT görüntülemesi tüm non-seminomatöz germ hücreli tümör (NSGHT) olgularında ve retroperitonda metastazı olan seminomlu olgularda gereklidir. Evre 1 seminomlarda relapsı öngören en önemli faktörler: TNM evreleme sistemi a. Vasküler/lenfatik invazyon veya peritümöral invazyon olması, AJCC (American Joint Committee on Cancer) tarafından 2010 yılında güncellenen TNM-S evrelemesi için, hastalığın anatomik uzanımı, akciğer ve karaciğer tutulumu, tümör belirteç düzeyi, retroperiton, mediasten ve supraklavikular lenf nodlarının varlığı ve bunların hacmi, son olarak yüksek risk grubunda beyin ve kemik tutulumu belirlenmelidir (Tablo 12.21, 12.22, 12.23). a. Tümör çapının >4 cm olması ve b. Rete testis invazyonu olmasıdır. İzleme alınan evre 1 seminomlarda 5-yıllık relaps oranları: 0 risk faktörü varsa %12 1 risk faktörü varsa %16 2 risk faktörü varsa %32’dir. Evre 1 non-seminomlarda ise okült metastazı öngören en önemli faktörler: b. Proliferasyon oranının >%70 olması veya c. Embriyonel karsinom yüzdesinin >%50 olmasıdır. Okült metastaz riski Risk faktörü olmayanlarda %20; T evresi, primer tümörün testis ve etrafındaki dokulara ne kadar yayıldığını gösterir. Embriyonal karsinom yüzdesi yüksek olanlarda %4590; N evresi, kanserin bölgesel lenf nodlarına ne kadar yayıldığını gösterir. Lenfovasküler invazyon olanlarda ise %30-80’dir. M evresi, kanserin metastaz yapıp yapmadığını gösterir. S evresi ise tümör belirteçlerinin (β-hCG, AFP, LDH) serum seviyelerini gösterir. Testis tümörlerinde en sık kullanılan sınıflamalardan biri “Royal Marsden” sınıflamasıdır: Metastatik hastalık varlığında prognozu belirleyen faktörler ise: a. Primer tümör lokasyonu b. Tümör belirteç seviyesi c. Akciğer dışı viseral metastaz varlığıdır. 2b – 2-5 cm LN 1997 yılında metastatik testis tümörleri için IGCCCG (International Germ Cell Cancer Collaborative Group) tarafından geliştirilen evreleme sistemine göre hastalar 3 prognostik gruba ayrılmıştır. Non-seminomlarda iyi, orta ve kötü prognostik gruplar; seminomlarda ise iyi ve orta prognostik gruplar tanımlanmıştır. Seminomlarda kötü prognostik grup yoktur (Tablo 12.24). 2c - >5 cm LN Okunması önerilen kaynaklar Evre 3 – Supradiyafragmatik lenf nodu tutulumu Campbell-Walsh Urology, 10. Baskı, 2012. Bölüm 31, Neoplasm of the Testis. Evre 1 – Tümör testise sınırlı Evre 2 - İnfradiyafragmatik retroperitoneal lenf nodu tutulumu 2a - <2 cm LN Evre 4 – Hematojen yayılım (organ metastazı) 2. Testis tümörlerinde prognostik faktörler Testis tümörlerinde okült metastatik hastalığı öngören klinik faktörler, primer tümör yerleşimi, serum belirteç yüksekliği ve akciğer dışı metastaz varlığıdır. 472 EAU Guidelines on Testicular Cancer, 2012. 12.3.10 Testis kanseri tedavisi 12.3.10.1 Evrelere göre seminom tedavisi Tablo 12.19. Testis tümörü epidemiyolojik risk faktörleri Epidemiyolojik risk faktörleri Kriptorşidizm öyküsü İnmemiş testis Kleinefelter sendromu Birinci derece akrabalarda testis kanseri öyküsü Karşı testiste tümör varlığı TİN varlığı İnfertilite Testiküler mikrolitiyazis(Karşı testiste tümör varsa) Non-seminom testis tümörleri ile karşılaştırıldığında seminomların en önemli özellikleri: - Radyosensitif olmaları - Daha az agresif seyretmeleri - IGCCCG evrelemesine göre kötü prognostik grup olmaması - Tüm ileri evre germ hücreli tümörlerin sadece %10’unu oluşturmalarıdır. ise paraaortik ve ipsilateral iliak lenf nodlarına (‘hokey sopası’) 15-20 fraksiyonda toplam 25-35 Gy uygulanır. Enflamatuvar barsak hastalığı, at nalı böbrek veya ektopik böbrek varlığında kontrendikedir. Uzun dönem kansere özgü sağkalım %100’dür. Rekürrens (MRCEORTC ortak çalışmasında rekürrenssiz sağkalım oranları benzer bulunmuştur (radyoterapi ve karboplatin kollarında 2. yılda sırayla %96.7 ve %97.7; 3. yılda %95.9 ve %94.8). . En sık karşılaşılan yan etkiler: a. Evre 1 Seminom - Gonadal toksisite - %8 kalıcı oligospermi olabilir. 3 seçenek vardır - Kardiyak toksisite – 5-8 yıl içinde hastaların %9.6’sında görülür; RR 2.74’tür - İzlem - Radyoterapi - Tek doz kemoterapi İzlem Rasyoneli, evre 1 seminomların %80-85’inin sadece orşiektomi ile tedavi olabilmesidir. Non-seminomlar ile karşılaştırıldığında seminomlu olgularda izlem daha zordur. Bunun nedenleri: - Tümör belirteç kullanımının sınırlı olması, - Uzun dönem takip gerekmesidir (%10-20 geç relaps görülebilir). İzlemin en önemli avantajları toksisitenin olmaması ve iş gücü kaybının az olmasıdır. EAU kılavuzu ilk 2 yıl 4 ayda bir fizik muayene, tümör belirteçleri, akciğer grafisi ile birlikte 6 ayda bir BT; 3. ve 4. yıllarda ise yılda bir kez fizik muayene, tümör belirteçleri, akciğer grafisi ve BT ile izlem önermektedir. İzlem sonucu 5-yıllık rekürrenssiz sağkalım %86, kansere özgü sağkalım %100’dür. Radyoterapi Düşük riskli hastalara paraaortik, yüksek riskli hastalara - İkincil kanser oluşumu – 25 yıl içinde %18 risk; en sık lösemi görülür. Tek doz kemoterapi Radyoterapiye alternatif olarak tek doz karboplatin kemoterapisi verilebilir. Evre 1 seminom hastalarının radyoterapi veya tek doz karboplatine randomize edildiği çok merkezli MRC-EORTC ortak çalışmasında rekürrenssiz sağkalım oranları benzer bulunmuştur (radyoterapi ve karboplatin kollarında 2. yılda sırayla %96.7 ve %97.7; 3. yılda %95.9 ve %94.8). Hastalar karboplatini daha iyi tolere etmiş, bu kolda iş gücü kaybı daha az olmuş ve ikincil germ hücreli tümör oranı karboplatin grubunda daha az rapor edilmiştir. Karboplatin dozu Calvert formülüne göre hesaplanır. Toplam doz (mg) = (hedef AUC*) x (GFR+25) *AUC – area under curve Evre I seminomlu hastalarda radyoterapi sonrası rekürrens supradiyafragmatik lenf nodlarında veya akciğerde görülürken, karboplatin alan hastalarda rekürrens sıklıkla retroperitonda görülür. b. Evre 2a ve 2b Seminom 473 XII. Üroonkoloji Tablo 12.20. Testis kanseri patolojik sınıflaması (Modifiye WHO 2004) 1. Germ hücreli tümörler a. Intratübüler germ hücreli neoplazi, sınıflandırılmamış tip (IGCNU) b. Seminom (sinsityotrofoblastik hücre vakalarını içeren) c. Spermatositik seminom (sarkomatöz komponenti olan/olmayan) d. Embriyonel karsinom e. Yolk sak tümör f. Koryokarsinom g. Teratom ( matür, immatür, malign komponent içeren) h. 2. Birden fazla histolojik tipte olan tümörler ( eşlik eden komponentlerin yüzdesi belirtilerek) Sex kord/gonadal stromal tümörler a. Leydig hücreli tümör b. Malign leydig hücreli tümör c. Sertoli hücreli tümör d. i. Yağdan zegin varyant ii. Sklerozan iii. Büyük hücreli kalsifiye Malign sertoli hücreli tümör e. Granüloza hücreli tümör i. Erişkin tip ii. Jüvenil tip f. Tekoma/fibroma tümör grupları g. Diğer sex kord/gonadal stromal tümörler i. ii. h. 3. Kısmen diferensiye Karışık Germ hücre ve sex kord/gonadal stromal (gonadoblastom) içeriği bulunan tümörler Çeşitli non-spesifik stromal tümörler a. Ovaryan epitelyal tümörler b. Toplayıcı kanal ve rete testis tümörleri c. Non-spesifik stromal tümörler ( benign ve malign ) Tanı anında seminomların %15-20’si klinik evre 2’dir; bunların da %80’i klinik evre 2a veya 2b’dir. Evre 2a ve 2b seminomlu hastalarda standart tedavi, paraaortik ve ipsilateral iliak lenf nodlarına (‘hokey sopası’) 30-36 Gy dozunda uygulanan radyoterapidir. Hastalıksız sağkalım evre 2a ve 2b’de sırasıyla %92100 ve %87-90’dır. Relaps olan hastalarda kemoterapi ile %100 kür sağlanır. Evre 2b hastalarda alternatif ola- 474 rak 3 kür BEP veya 4 kür EP kemoterapisi uygulanabilir. c. Evre 2c ve 3 Seminom Evre 2c ve 3 seminomlu hastalarda IGCCCG risk gruplarına göre indüksiyon kemoterapisi standart tedavidir. İyi prognostik gruptaki hastalara (hastaların %90’ı) 3 kür BEP, orta prognostik gruptaki hastalara (hastaların %10’u) ise 4 kür BEP kemoterapisi standart yaklaşım- Palpabıl bir testiküler kitlesi olmayan ve retroperitoneal ve/veya visseral kitle veya serum koryonik gonadotropin (hCG) veya AFP yüksekliği Metastatik hastalık • Testis USG ve kitleden bx • Bilgisayarlı Tomografi Şekil 12.14. Retroperitoneal bölgedeki kitleye tanısal yaklaşım dır. İyi ve orta prognostik gruptaki hastalarda 5-yıllık genel sağkalım sırasıyla %91 ve %80’dir. d. Seminomlarda kemoterapi sonrası rezidü kitle tedavisi Birincil kemoterapi sonrası hastaların %60-80’inde rezidü kitle kalmakla birlikte, 12-18 ay içinde bu hastaların %50-60’ında kitle boyutunda spontan gerileme olabilir. Rezidü kitlelerin %90’ı nekrotik doku, %10’u ise canlı tümör dokusu içerir. Canlı tümör oranı 3 cm’den küçük tümörlerde %0-4 iken, 3 cm’den büyük tümörlerde bu oran %30-40’tır. Nekrotik doku canlı tümörden FDGPET-BT yardımı ile ayırt edilebilir. Üç cm’den büyük rezidü kitlelerde FDG-PET-BT’nin duyarlılığı %80, özgüllüğü ise %100’dür. Bu nedenle 3 cm’den büyük kitlesi olup, PET tutulumu pozitif olan hastalarda teknik olarak zor olmasına rağmen(dezmoplastik reaksiyon nedeniyle) retroperitoneal lenf nodu diseksiyonu önerilir. PET tutulumu olmayan 3 cm’den büyük kitlelerde veya 3 cm’den küçük kitlelerde ise izlem önerilmektedir. Seminomlarda kemoterapi sonrası rezidü kitlelerin tedavisinde radyoterapinin yeri yoktur. 12.3.10.2 Evrelere göre non-seminom tedavisi Non-seminom testis tümörlerini seminomlardan ayıran en büyük özellik radyosensitif olmamalarıdır. İleri evre germ hücreli tümörlerin %90’ını non-seminom testis tümörleri oluşturur. Tanı anında non-seminom tümörlerinin 1/3’ü evre 1, 1/3’ü evre 2, 1/3’ü ise evre 3’tür. - İzlem - RPLND (Retroperitoneal lenf nodu diseksiyonu) - Kemoterapi İzlem Düşük riskli hastalıkta ilk seçenektir. Rasyoneli, hastaların %70-80’inin sadece orşiektomi ile tedavi olabilmesidir. Ayrıca hastalar kemoterapi veya RPLND yan etkilerinden korunmuş olurlar. Bununla birlikte bu hasta grubunda izlemin bazı dezavantajları da mevcuttur: - Relaps riski yüksektir (%30). - İzlem sırasında sık görüntülemeye bağlı olarak ikincil neoplazm riski artar. - Uzun süre izlem gereklidir (en az 5 yıl). - Hasta uyumu 1. yıl sonunda %60 iken 2. yılda %30’lara kadar düşmektedir. EAU kılavuzunda ilk 2 yıl 3 ayda bir fizik muayene, tümör belirteçleri, akciğer grafisi ile birlikte 3. ve 12. aylarda BT ile görüntüleme önerilmektedir. Relapsların %80’i 1.yıl içinde, %12’si 2. yıl içinde olur. Bunların da %65-70’i retroperitonda, %10-15’i akciğerlerde görülür. İzlem sırasında relaps olursa kemoterapi ile hastaların %100’ünde kür sağlanır. RPLND a. Evre 1 Non-seminom ABD’de evre 1 non-seminomlu hastalarda en sık uygulanan tedavi biçimidr. Evre 1 non-seminomlarda okült metastazı öngören en önemli faktörler: RPLND ile retroperiton en etkili şekilde kontrol altına alınır. RPLND rasyoneli şu şekilde özetlenebilir: a. vasküler/lenfatik invazyon veya peritümöral invazyon olması, - Retroperiton evrelemesi en zor olan bölgelerden biridir. RPLND ile doğru evreleme yapılır. b. proliferasyon oranının >%70 olması veya - Klinik evre 1 non-seminomların %25-35’i patolojik evre 2’dir. Sadece RPLND yapılarak bu hastaların %7080’inde adjuvan kemoterapiye gerek kalmaksızın kür sağlanır. c. embriyonel karsinom yüzdesinin >%50 olmasıdır. Tedavide 3 seçenek vardır: 475 XII. Üroonkoloji TM var, kitle yok Asemtomatik, TGHK için risk faktörü yok Takibe gerek yok Semptomatik veya TGHK için risk faktörü yok Kendi kendini muayene ve takip Adjuvan veya küratif kemoterapi TGHK öyküsü var Testis biyopsisi lehine kararın gerekçeleri: 1. %3 komplikasyon oranı 2. %80 ITGHN yok (karşı testiste minimal TGHK riski var) 3. %20 ITGHN var (karşı testise radyoterapi sonrasında hastaların yarısına testosteron tedavisi gerekiyor) Kemoterapi almamış Testis biyopsisi aleyhine kararın gerekçeleri 1. Tüm biyopsi komplikasyonları 2. %20 tanınmamış ITGHN (yaklaşık yarısında 5 yıl içinde TGHK gelişir, bu hastalar da tam tedavi sağlanabilir ancak orşiektomi sonrasında testosteron replasmanı ve adjuvan tedavi gerekebilir. Şekil 12.15. Testiküler mikrolitiyazis (TM) hastaları icin önerilen tedavi ve takip algoritması. - Retroperiton, kemorefrakter malign hücrelerin (teratom) en sık bulunduğu yerdir. RPLND serilerinde teratom oranları %15-25 arasındadır. - RPLND ile pN1 hastalarda ve teratomu olan hastalarda yüksek kür oranı sağlanır. pN(+) hastalarda kemoterapi ile kür oranı %100’dür. - Uzun dönem kansere özgü sağkalım (±adjuvan kemoterapi) %100’dür. RPLND ile kısa ve uzun dönem morbidite minimal olmakla birlikte, majör bir abdominal cerrahidir ve deneyimli merkezlerde yapılması gerekmektedir. RPLND bilateral, sinir koruyucu ve şablonlara uygun olarak yapılmalıdır. Primer kemoterapi Evre 1 non-seminomlu hastalarda relaps riskini azaltmak için 2 kür BEP kemoterapisi, özellikle yüksek riskli hastalarda geçerli bir yöntem olarak kabul edilmektedir. Bununla birlikte kemoterapinin birçok dezavantajı mevcuttur: - %70-80 hastada gereksiz bir tedavidir. - Retroperitoneal teratomu tedavi etmez. 476 - Uzun dönem takip gerekmektedir. - Uzun dönemde özellikle kardiyak toksisite ve ikincil kanser riski artar. Kemoterapi sonrası relaps riski %23’tür. Relapsların hepsi retroperitonda görülür. EAU kılavuzu evre 1 non-seminomlu hastaların tedavisinin risk gruplarına göre yapılmasını önermektedir. Düşük riskli grupta (lenfovasküler invazyon yok) ilk seçenek izlem, ikinci seçenek ise kemoterapi veya RPLND’dir. Yüksek riskli grupta ise (lenfovasküler invazyon var) ilk seçenek 2 kür BEP kemoterapisi, ikinci seçenek ise izlem veya RPLND’dir. b. Evre 1S Non-seminom Orşiektomi sonrası görüntülemelerde metastaz bulgusu olmamasına rağmen serum tümör belirteçleri yüksek seyreden hastalarda ilk seçenek indüksiyon kemoterapisidir. c. Evre 2a ve 2b Non-seminom Metastatik non-seminom germ hücreli tümörlerin iki komponenti mevcuttur: 1. Kemoterapiye duyarlı germ hücreli tümörler; 2. Kemoterapiye dirençli teratom. Bu nedenle kür için genellikle kemoterapi ve cerrahi kombinasyonu gerekir. Orşiektomi sonrası tümör belirteçleri yüksek hastalarda 3 kür BEP veya 4 kür EP kemoterapisi verilir. Bu hastalarda tam cevap oranı %70-80, uzun dönem sağkalım %96-100’dür. Tümör belirteçleri normal olan hastalarda ise RPLND önerilir. RPLND ile hastaların %15-30’unda pN(-) bulunur ve ek tedavi gerekmez. pN(+) hastalarda ise adjuvan kemoterapi ile uzun dönem sağkalım %98-100’dür. talara standart yaklaşım 4 kür TİP kemoterapisi sonrası cerrahi rezeksiyon şeklindedir. d. Evre 2c ve 3 Non-seminom - Etoposid – 100 mg/m2/gün; 1-5 gün Bu hasta grubunda standart tedavi indüksiyon kemoterapisidir. IGCCCG risk gruplarına göre iyi prognostik gruptaki hastalarda 3 kür BEP veya 4 kür EP; orta ve kötü prognostik gruptaki hastalarda ise 4 kür BEP standart tedavidir. - Bleomisin – 30 mg yavaş bolus; 1., 8., v3 15. Günler e. Non-seminom relapsların tedavisi Birincil kemoterapi sonrası alınan cevaba göre hastalar 4 gruba ayrılır: 1. Tam cevap – tümör belirteçleri ve görüntüleme normal. Testis kanserinde uygulanan kemoterapi protokolleri 1. BEP protokolü Standart birincil kemoterapi olarak 21 günde bir uygulanır. - Sisplatin – 20 mg/m2/gün; 1-5 gün Sisplatin toplam dozu 100 mg/m2’dir. Üç kür BEP’e alternatif olarak 4 kür EP de verilebilir. 2. VIP protokolü İkincil kemoterapi olarak 21 günde bir uygulanır. - Etoposid - 75 mg/m2/gün; 1-5 gün - Sisplatin – 20 mg/m2/gün; 1-5 gün - İfosfamid – 1500 mg/m2/gün; 1-4 gün 2. Parsiyel cevap – belirteç negatif ve BT’de stabil kitle. - Mesna – 300 mg/m2/gün; 1-4 gün 3. Parsiyel cevap – belirteç pozitif ve BT’de stabil kitle. 3. VeIP protokolü 4. Progresyon. İkincil kemoterapi olarak 21 günde bir uygulanır. Kategori 2’deki hastalara kemoterapi sonrası retroperitoneal kitle çıkarılması; kategori 3 ve 4’teki hastalara ise ikincil kemoterapi protokolleri uygulanır. Kemoterapi sonrası yapılan cerrahi rezeksiyon sonucu canlı tümör oranı %15, nekroz oranı %40, teratom oranı ise %45’tir. Canlı tümör tespit edilen hastalara adjuvan tedavi verilmelidir (konsolidasyon tedavisi). - Vinblastin – 0.11 mg/kg; 1.ve 2. gün - Kemoterapi almayan hastalarda relaps: Evre I nonseminom’da izlem veya RPLND sonrası, ve evre 2a2b RPLND sonrası görülen relapslarda standart tedavi IGCCCG risk gruplarına göre iyi prognostik gruptaki hastalarda standart tedavi 3 kür BEP veya 4 kür EP; orta ve kötü prognostik gruptaki hastalarda ise 4 kür BEP’tir. Kür oranları %95’in üzerindedir. - Sisplatin – 20 mg/m2/gün; 1-5 gün - İfosfamid – 1500 mg/m2/gün; 1-4 gün - Mesna – 300 mg/m2/gün; 1-4 gün 4. TIP protokolü İkincil veya üçüncül kemoterapi olarak 21 günde bir uygulanır. - Paklitaksel – 175 mg/m2; 1. Gün - Sisplatin – 20 mg/m2/gün; 2-6 gün - İfosfamid – 1200 mg/m2/gün; 2-6 gün - Kemoterapi sonrası erken relaps: Kemoterapiden sonraki ilk 2 yıl içinde relaps görülen hastalarda ikincil kemoterapi rejimleri uygulanır. - Mesna – 300 mg/m2/gün; 2-6 gün - Kemoterapi sonrası geç relaps: Non-seminomların %3’ünde kemoterapi sonrası geç relaps (>2 yıl) görülebilir. Belirteç negatif hastalarda biyopsi yapılması önerilir. Biyopsi sonucu canlı tümör oranı %54-88, teratom oranı %12-28, malign transformasyon oranı (adenokanser) ise %10-20 arasındadır. Relaps en sık retroperiton ve akciğerde görülür. Prognoz genel olarak kötüdür. Memorial Sloan-Kettering Kanser Merkezi’nde bu has- Okunması önerilen kaynaklar Campbell-Walsh Urology, 10. Baskı, 2012. Bölüm 31, Neoplasm of the Testis. EAU Guidelines on Testicular Cancer, 2012. BC Cancer Agency web site. http://www.bccancer.bc.ca/default.htm 12.3.11 Takip 477 XII. Üroonkoloji Testis tümörü olan hastalar evrelerine ve aldıkları tedavilere göre farklı takip edilirler. Tedaviler sonrası takibin planlanmasında nüksün en sık gözlenebileceği yerler göz önüne alınır. Nüksün tespit edilmesi durumunda uygulanacak tedavinin yaşamı uzatması ve palyasyon sağlaması gerekmektedir. Takipte uygulanacak tetkiklerin hastaya getireceği sekonder malignite gibi ekstra riskleri dengelemesi için yararının daha fazla olması gerekmektedir. Takipte fizik inceleme, tümör belirteçleri, akciğer grafisi, tomografi ve PET kullanılabilir. Çoğu hastada nüksler ilk 2 yıl içerisinde saptanır. Bu nedenle ilk 2 yıllık takiplerin daha yakından yapılması planlanmalıdır. Ancak 5 yılın sonunda dahi geç nüksler gözlenebilir. Kemoterapinin veya radyoterapinin hastalarda sekonder malignite açısından risk oluşturması nedeniyle takipte bu açıdan dikkatli olunması gerekmektedir. Yine kemoterapinin ve radyoterapinin getirebileceği kardiyovasküler ve endokrinolojik toksisiteler gibi durumlar için de hastalar uzun süreli takip edilmelidir. Takip ile ilgili üzerinde fikir birliği sağlanmış net bir protokol olmadığı için her evrenin takibinde Avrupa Üroloji Derneğinin (EAU) önerdiği takip protokolleri belirtilmiştir. 1- Evre I non-seminomatöz germ hücreli tümör (NSGHT): Nüksler %25-30 hastada ve genellikle ilk 2 yıl içerisinde izlenir.. Retroperitonda yavaş gelişen terotomu ekarte etmek için tomografi görüntülemesi gereklidir. İzleme alınan hastalar: Hastaların % 30’ unda relaps gözlenir. Bunların % 80’ i ilk bir sene içerisinde, % 12’ si ise ikinci sene içerisinde gözlenir. Nüks sırasıyla retroperitonda (%70), mediasten ve akciğerde (%10) ortaya çıkmaktadır. Takip sırasında uygulanacak tetkiklerle ilgili randomize çalışmalar mevcuttur. Bu çalışmalardan birinde yılda 2 ile 5 BT yapılmasının takip sonuçları açısından fark yaratmadığı gösterilmiştir. Takip protokolü tablo 1’ de mevcuttur. RPLND uygulanan hastalar: Nüks genellike %10-12 oranında akciğer kaynaklıdır. % 90 ilk bir sene içerisinde gözlenir. Deneyimli merkezlerde uygulanan RPLND sonrası nadiren (% 0,2-2,7 oranında) retroperitoneal bölgede de nüks izlenebilir. Takip protokolü tablo 2’ de mevcuttur. Adjuvan kemoterapi uygulanan hastalar: Hastaların %1-3’ ünde nüks gözlenir. Nüks nadir olmasına rağmen bunların büyük kısmı retroperitoneal alanda gözlenir. Bu nedenle takipte abdominopelvik BT şarttır. Takip protokolü tablo 2’ de mevcuttur. 2. Evre I seminom: Tüm seminom hastalarının % 70-80’ i evre 1’ dir. Nüks oranı %1-20 arasında değişir. Hastaların yalnızca %30’ unda hastalığın herhangi bir döneminde hCG yüksek- 478 tir. Bu nedenle tümör belirteç takibi tek başına çoğu zaman yeterli değildir. NSGHT’ lerle kıyaslandığında 5 yıl sonrasında bile nüks ihtimali yüksek gözlenen seminomların uzun süreli takibi gereklidir. Gerek izlemde gerekse kemoterapi sonrası en sık nüks gözlenen bölge retroperitoneal alan olduğu için abdominopelvik BT ile takip şarttır. İzleme alınan hastalar: Beş yıllık nüks düşük riskli hastalarda % 6’ dır.Ölüm riskinde yıllar içerisinde artış yoktur. Çoğu hastada nüks 12.-18. aylar arasında olur. Ancak hastaların % 29’ unda nüks 18. aydan sonra gözlenir. Nüks en sık retroperitonda (%82) gözlenir. Ancak pelvik ve inguinal lenf nodları ile akciğerde de nüks gözlenebilir. Sık nüks potansiyeli olduğu için en az 5 yıllık takip gereklidir. Takip protokolü tablo 3’ de mevcuttur. Adjuvan radyoterapi uygulanan hastalar: Sadece retroperitona uygulanan ya da hokey sopası şeklinde uzatılan radyoterapi sonrası hastaların %1-2’ sinde 5-10 yıl içerisinde nüks gözlenir. Genellikle ilk 18 ay içerisinde nüksler izlenir. Nüksler genellikle supradiyafragmatik lenf nodlarında, mediastende, akciğer veya kemiklerdedir. Nadiren inguinal yada eksternal iliak lenf nodlarında da tutulum olabilir. Paraaortik bögeye yapılan tedavi sonrası ise daha çok pelvik lenf nodlarında nüks gözlenir. Radyoterapi sonrası hastaların spermatogenezi geçici olarak bozulabilir, hastaların yaklaşık yarısında grade 1-2 gastrointestinal toksisite gözlenebilir ve sekonder malignite gelişebilir. Takip protokolü tablo 3’ de mevcuttur. Adjuvan kemoterapi uygulanan hastalar: Hastaların %1,9-4,5’ inden nüks gözlenir. Uzun dönem sonuçları olmadığı için takip protokolü net değildir. Evre I seminomun diğer tedavi yöntemlerine benzer takibi önerilir. Takip protokolü tablo 3’ de mevcuttur. 3. Evre II ve ilerlemiş metastatik hastalık İleri evrede tanı almış hastaların nüks riski daha fazladır. Ayrıca tanı anındaki tümör yükü fazla olan hastaların nüks açısından riski daha fazladır. Evre II NSGHT hastalarında tedavi yönteminden bağımsız olarak, nüksün kısa dönemde tespit edilmesi ile mükemmel (%97’ lere ulaşan) sağ kalım oranları verilmilmiştir. İlerlemiş metastatik germ hücreli tümörü olan hastalarda, hastalığın yaygınlığı hem uygulanan tedaviye cevap ile hem de sağ kalımla ilişkilidir. Hastalığın tedavi başlangıcındaki yaygınlığına göre cisplatin bazlı kemotrapi ile agresif çok disiplinli cerrahi yaklaşım sonrası kür oranları % 65-85 arasında verilmektedir. Kemoterapiye yanıt oranları %50-60 olarak verilmektedir. Bunun dışında ek olarak %20-30 oranında bir hasta grubun da postkemoterapi uygulanan ek cerrahiler ile başarı sağlanabilir. İleri evre NSGHT’ de başarısızlığın temelinde iki sebep vardır. Bunlardan birincisi kemoterapiye cevap vermeyen yüklü tümör dokusunun bulunmasıdır. İkinci- si ise hastaların % 8,2’ sinde olduğu gibi, kemorezistan germ hücreli olmayan tümörlerin ortaya çıkmasıdır. Metastatik hastalıkta tedavi sonrası takip protokolü ile ilgili literatür bilgisinin kısıtlı olması nedeniyle tam bir takip protokolü verilememektedir. Ancak tabloda belirtilenler minimum gereksinimlerdir. 12.4 Mesane kanseri 12.4.1 Kas invazif olmayan mesane tümörleri 12.4.1.1 Epidemiyoloji ve risk faktörleri Mesane kanserleri etiyolojisi ve risk faktörleri üzerine çok sayıda araştırma yapılmıştır. ABD’de tüm kanserler içinde erkeklerde dördüncü, kadınlarda sekizinci sıklıktadır. İzmir ilinde Kanser İzleme ve Denetim Merkezi’nin (KİDEM) elde ettiği, Türkiye’ye ait ilk nüfus tabanlı veriler, mesane kanserinin Türkiye’de erkeklerde en sık görülen ürolojik kanser olmakla kalmayıp, tüm kanserler içinde en yaygın kanserlerden biri olduğunu da göstermektedir. Mesane kanseri insidansı son 60-70 yılda artış göstermektedir. Bu artış özellikle endüstrileşmenin karsinojenlere maruz kalmaya yol açtığı az gelişmiş ülkelerde daha fazladır. Mesane kanseri etiyolojisinde çok sayıda risk faktörü tanımlanmıştır ancak, sigara kullanımı ve mesleki karsinojenlere maruz kalma en iyi bilinen risk faktörleridir. 1.a. Epidemiyoloji Amerikan Kanser Derneği istatistiklerine göre 2007 yılında Amerika’da 68.810 hastaya mesane kanseri tanısı konulduğu ve tüm kanserler içindeki oranının %7 olduğu belirtilmektedir. Ayrıca yine 2007 yılında mesane kanseri nedeniyle ölenlerin sayısı 14.100 olup kansere bağlı tüm ölümler içinde %3 orana sahip olduğu açıklanmıştır. Ülkemizde nüfus tabanlı kanser kayıt merkezi bulunan sekiz ilin verilerine dayanarak 2006 yılında yapılan çalışmada mesane kanseri yaşa standardize insidansı, erkeklerde yüz binde 19,6 kadınlarda 2,5 olarak tahmin edilmiştir. Çalışmaya göre, erkeklerde görülen en sık 3.kanser türü olup tüm kanserler içindeki oranı % 8,5’tir. Kadınlarda ise tüm kanserler arasında 13. sırada yer almaktadır. Erkekler mesane kanseri görülmesi açısından kadınlara göre 3-4 kat daha fazla risk altındadır. Bunun muhtemel sebebi ise erkeklerde sigara kullanımının artmış prevelansı ve çevresel etkenlere maruz kalma olarak kabul edilebilir. Geçmişte hormonal faktörlerin kadınları mesane kanserinden koruduğu düşünülmüşse de, güncel veriler kadınların da karsinojenlerin etkisine en az erkekler kadar duyarlı olduğunu göstermektedir. farklılıklar göstermektedir. Güney ve Doğu Avrupa, Afrika’nın bir kısmı, Ortadoğu ve Kuzey Amerika’da en yüksek insidansa sahipken, Asya ve Afrika’nın geri kalmış bölgelerinde en düşük insidansa sahiptir. Dünya genelinde en sık görülen 9. kanser tipi olup, ölüm nedenleri arasında da 13. sıradadır. Tüm mesane kanserlerinin %63’ü gelişmiş ülkelerde görülürken % 55’i Kuzey Amerika ve Avrupa’dadır. Bu farklılıklar muhtemelen herediter ve çevresel faktörlerin bir yansımasıdır. Histolojik tip açısından da coğrafi farklılıklar izlenmektedir. Kuzey Amerika ve Avrupa’da % 95-97 ürotelyal karsinom görülürken, Afrika’da % 60-90 ürotelyal, % 10-40 yassı hücreli karsinom görülmektedir. Özellikle şistosomiyazisin endemik olduğu Mısır’da yassı hücreli karsinom en yüksek sıklıkta görülmektedir. Mesane kanseri her yaş grubunda görülebilir ancak genellikle orta ve ileri yaş hastalığıdır. Ortanca tanı koyulma yaşı her iki cinsiyet için de 70 olup, insidans ve hastalığa bağlı ölüm yaşla birlikte artar. Yeni tanı konulan hastaların %90’ı 60 yaş ve üstündedir. Yine 60 yaş ve üzeri popülâsyonda ikinci en yaygın kanserdir. 1.b. Risk faktörleri Mesane kanserinin gelişiminde sosyal, çevresel, mesleki ve genetik faktörler, beslenme alışkanlıkları gibi birçok risk faktörünün önemli rolü vardır. Bakıldığında mesane kanserlerinin erkeklerde %50’si, kadınlarda %23’ü sigaradan kaynaklanmaktadır. Yaklaşık %20’si de mesleki karsinojenlere maruz kalmaktan oluşmaktadır. Aynı zamanda mesane kanseri ile ilişkisi halen araştırılan ve tartışılan pek çok risk faktörü mevcuttur. Sigara: Sigara içimi ve mesane kanseri arasındaki ilişki yaklaşık 50 yıldır bilinmektedir. Ürotelyal kanser gelişiminde tütün kullanımı en iyi bilinen nedenlerdendir. Özellikle sigara dumanındaki aromatik aminlerden 4-aminobifenil, nitrözaminler, 2-naftilamin gibi maddeler etkisi bilinen en önemli potansiyel karsinojenlerdir. Sigara içenlerde mesane kanseri riski 3-4 kat artar. Ancak, sigara içiciliğinin süresi ve yoğunluğuna göre risk çok daha fazla olabilir. Sigara içiciliğinin süresi ile mesane kanseri arasında doğrudan bir ilişki mevcuttur. Öte yandan, günlük 15-20 sigara içimi riski 4.5 kat arttırır ancak sigara sayısının daha fazla arttırılması riski daha fazla değiştirmemektedir. Sigaraya başlama yaşının mesane kanseri riski üzerine etkisi tartışmalıdır. Erken yaşta sigaraya başlamanın riski artırdığını gösteren çalışmalar vardır. Ancak esas etkinin sigaradaki karsinojenlere daha uzun süre maruz kalınması olduğunu düşündüren bulgular da mevcuttur. Sigaraya erken yaşta başlamanın mı yoksa sigaradaki karsinojenlere uzun süre maruz kalmanın mı riski artırdığı henüz net olarak anlaşılamamıştır. Mesane kanseri insidansı dünya genelinde coğrafi 479 XII. Üroonkoloji Sigaranın bırakılmasıyla relatif kanser riski giderek azalır. Risk, sigarayı bıraktıktan 1-4 yıl sonra %30, 25 yıl sonra %60 azalır, ancak hiçbir zaman hiç sigara içmeyenlerin seviyesine inmez. Halen sigara içenlerin sigarayı bıraktıkları takdirde mesane kanseri vakalarının erkeklerde %42’sinin, kadınlarda %13’ünün önlenebileceği bildirilmektedir. Pasif içicilik de bir risk faktörüdür ancak etkisi aktif sigara içiciliğine göre daha azdır. Bunun maruz kalınan kanserojen dozunun daha az olmasından kaynaklanabileceği düşünülmektedir. Diyetle alınacak bazı vitaminlerin ve antioksidanların sigaranın karsinojenik etkisini azaltabileceği yönünde yapılan çalışmalarda, yüksek miktarda karotenoid ve vitamin C tüketiminin sigara içenlerde 3 ve 4-aminobifenil-hemoglobin kompleksi düzeyini azaltarak kanser riskini azalttığı gösterilmiştir. Ancak şu ana kadarki veriler henüz yeterli olmadığı için üzerinde daha fazla çalışma yapılması gerekmektedir. Mesleki hastalık ilişkisi ve çevresel etkenlere maruz kalma: Kanserojen etkili kimyasallara maruz kalma ve mesane kanseri gelişimi arasında neden-sonuç ilişkisi ilk kez 19.yy’da sentetik boya sanayi çalışanlarında saptanmıştır. Mesleki karsinojenlerden en çok etkilenen organlar deri, akciğerler ve mesanedir. Çevresel karsinojenler vücuda deri yoluyla ve inhalasyon ile alınır. Genellikle endüstriyel maruziyet ve mesane kanseri oluşumu arasında yaklaşık 10-20 yıllık latent bir dönem mevcuttur. Mesane kanserlerinin %20-27’si ileri derecede kimyasal maddeye maruziyet ile ilişkilidir. İlk suçlanan maddeler özellikle boya ve lastik endüstrisinde kullanılan benzidin ve β-naftilamindir. Diğer karsinojenler arasında 4-aminobifenil, arsenik, benzopiren sayılabilir. Kimya sanayi, petrol, boya, lastik endüstrisi, alüminyum ve demir işletmesi çalışanları yüksek oranda aromatik aminlere maruz kalmaktadır ve risk altındaki grubu oluşturur. Yine son dönemde yapılan çalışmalarda kamyon, otobüs ve taksi şoförlerinde ılımlı bir artış izlenmesi egzoz dumanının da potansiyel risk faktörü olabileceğini düşündürmüştür. Düzenli olarak saç boyamanın da mesane kanseri riskini arttırabileceği düşünülmüşse de son yapılan bir meta-analizde etkisinin olmadığı görülmüştür. Beslenme ile ilişkili faktörler: Birçok besin ve metaboliti, idrar yoluyla atılması ve mesanede ürotelyum ile uzun süre etkileşime girmesinden dolayı, mesane kanseri gelişimi ile ilişkili olabilir. Özellikle sebze ve meyveden zengin diyetin mesane tümöründen koruyucu etkisi olduğu bildirilmektedir. Akdeniz tipi beslenmenin en az kanser riski taşıdığı gösterilmiştir. Meyve, sebze, narenciye, elma, çilek, domates detoksifikasyonda rol oynayan pek çok aktif bileşik içermektedir. Bu bileşikler arasında bulunan polifenoller, antioksidanlar ve 480 enzimler, nitrözaminlerin detoksifikasyonunda görev alarak DNA’daki oksidatif hasarın önüne geçmektedir. Yine selenyum, çinko, A, C, D vitaminlerinin de antioksidan etkisinden dolayı ürotelyum hasarından koruyucu özellikleri olduğu bilinmektedir. Mesane kanseri oluşumunda etkisi olabilecek yiyecekler ise tuzlu ve közde et, toplam yağ miktarı, salamura sebze, soya ve baharat olarak sayılabilir. Mesane kanseri görülme riski çay ve kahve tüketiminin fazla olduğu kişilerde yüksek orandadır ancak, bu kişilerde sigara kullanımının da yüksek oranda olması sebebiyle, mesane kanserinin çay ve kahve tüketimi ile ilişkilendirilmesi zordur. Güncel veriler kabul edilebilir miktarda çay ve kahve tüketiminin riski artırmadığını göstermektedir. Yapay tatlandırıcılardan sakarin ve siklamat, deneysel çalışmalarda aşırı yüksek dozlarda mesane kanseri oluşturmaları nedeniyle potansiyel karsinojen olarak suçlanmıştır. Ancak, insanlarda kanserojen etkisi bakımından yeterli veri bulunmamaktadır. Sonuç olarak, beslenme ile ilgili pek çok faktörün etiyolojide rolü olabileceği göz önünde bulundurularak, sağlıklı bir beslenmenin mesane kanserinden koruyucu etkisi olacağı söylenebilir. İçme suyu ve toplam sıvı tüketimi: Yüksek miktarda sıvı alımının idrardaki metabolitlerin konsantrasyonlarını düşürdüğü ve idrara çıkma sıklığını artırdığı için ürotelyumun karsinojenlerle temas süresini azalttığı bildirilmektedir. İçme suyunun klorlanmasının mesane kanseri riskini arttırdığı bildirilmiştir. Ayrıca Arjantin, Şili ve Tayvan’da içme suyundaki yüksek arsenik konsantrasyonu ile mesane kanseri insidansının arttığı yönünde bulgular saptanmıştır. Bugün için sıvı alımı ile ilgili bilgiler ve sıvı tüketiminin arttırılmasının koruyuculuğu halen tartışmalıdır. İlaç kullanımı: Fenasetin ve fenasetinin aktif metaboliti olan asetominofen içeren analjezik preparatlarından 10 yıllık süre içerisinde 10-15 kg tüketilmesi mesanenin değişici epitelyal karsinomu ve böbrek tümörü ile ilişkilendirilmiştir. Ancak yapılan bu çalışmalar ilaca maruz kalma yerine daha çok sözel olarak ve anket aracılığıyla yapılmıştı. 2001 yılında yapılan vaka kontrollü bir çalışmada asetominofen ve diğer non-steroid antiinflamatuar ilaçlar arasında ilişki gösterilememiştir. Siklofosfamid, belirgin bir doz-cevap eğrisi şeklinde mesane kanseri riskini arttırır. Etki süresi göreceli olarak daha kısa olup 10 yıldan azdır. Siklofosfamid yıkım ürünlerinden akrolein ve fosfamid mustard DNA’da mutajenik etki göstermektedir. MESNA akroleini inaktive eder ve siklofosfamid tedavisi sırasında MESNA kullanımı mesane kanseri riskini azaltır. Üriner sistem hastalıkları ve enfeksiyonları: Üriner sistem enfeksiyonları, kalıcı katater ya da taş varlığında mesane kanseri riskinde artış görülmektedir. Sistitle indüklenmiş mesane kanserleri çoğunlukla uzun süreli ciddi enfeksiyonlarla ilişkilidir. Karsinogenez mekanizmaları henüz tam olarak anlaşılamasa da mesanede nitrit ve n-nitroso bileşiklerinin oluşumuyla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Amerikan Ulusal Mesane Kanseri Grubunun yaptığı geniş çaplı vaka kontrollü çalışmada 3 veya daha fazla enfeksiyon gelişenlerde hiç enfeksiyon görülmeyenlere göre riskin 4,8 kat arttığı bildirilmiştir. Kronik şistozomiazis mesanede hiperplazi, metaplazi, displazi ve klinik kanser gelişim ile ilişkilidir. Şistozomiazis ile ilişkili mesane kanserinde baskın histolojik tip yassı hücreli karsinomdur ve kronik inflamasyonun rol oynadığı hatalı genetik değişimler altta yatan sebep olarak gösterilmektedir. Radyasyon: İkinci Dünya Savaşı’nda atılan atom bombası sonrasında yüksek dozda radyasyona maruz kalanlarda çeşitli kanserlere bağlı ölümler görülmüştür. Ürotelyal kanser görülme riskinin erkeklerde 1.63, kadınlarda 1.74 kat arttığı tespit edilmiştir. Ayrıca serviks ya da over kanseri nedeniyle radyoterapi tedavisi alan kadınlarda ve prostat kanseri nedeniyle radyoterapi alan erkeklerde mesane kanseri riskinin arttığı belirtilmektedir. Kalıtım: Mesane kanserli hastaların birinci derece akrabalarında mesane kanseri gelişme riski, ailede bu hastalığa yakalanmış kişi bulunmayanlarla karşılaştırıldığında iki kat fazladır. Ancak, mendeliyen kalıtım kuralları olmaması nedeniyle klasik ilişkilendirme çalışmaları imkânsız hale gelmektedir. Detoksifikasyonda rol oynayan NAT-2 ve GSTM1 gibi genlerin polimorfizminin kalıtımsal olarak geçerek, karsinojenlere duyarlılığı arttırdığı bildirilmektedir. Bu genlerdeki her iki allelin Tablo 12.21. Testis kanserlerinde TNM sınıflaması: pT Primer tümör pTx Primer tümör değerlendirilemiyor pT0 Primer tümör bulgusu yok pTis İntratübüler germ hücreli neoplazi (karsinoma in situ) pT1 Tümör testis ve epididim içine sınırlı ve vasküler/lenfatik invazyon yok. Tunika albuginea invazyonu olabilir ama tunika vajinalise invazyon yok pT2 Tümör testis ve epididim içine sınırlı ve vasküler/lenfatik invazyon var; veya, tunika albuginea ve tunika vajinalise invazyon var. pT3 Tümör spermatik korda invaze, vasküler/lenfatik invazyon var ya da yok pT4 Tümör skrotuma invaze, vasküler/lenfatik invazyon var ya da yok N Bölgesel lenf nodları Nx Bölgesel lenf nodları değerlendirilemiyor N0 Bölgesel lenf nodu metastazı yok N1 En büyüğü 2 cm veya daha küçük tek lenf nodu veya 2 cm’den büyük olmayan 5 veya daha az lenf nodu metastazı N2 2 cm’den büyük en az bir lenf nodu metastazı, ancak hiçbirinin boyutu 5 cm’den büyük değil N3 5 cm’den büyük boyutta metastatik bölgesel lenf nodları M Uzak metastaz Mx Uzak metastaz değerlendirilemiyor M0 Uzak metastaz yok M1 Uzak metastaz var M1a Bölgesel olmayan lenf nodları veya akciğer metastazı M1b Diğer organlarda metastaz S Serum Tümör Belirteçleri Sx Serum belirteç düzeyleri çalışılmamış veya elde yok S0 Serum belirteçler düzeyleri normal Tablo 12.22. Tümör belirteç düzeylerine göre sınıflama. LDH (U/I) S1 <1.5 x N S2 1.5–10 x N S3 >10 x N hCG (mIU/mL) <5000 5,000–50,000 >50,000 AFP (ng/mL) <1000 1,000–10,000 >10,000 481 XII. Üroonkoloji Tablo 12.23. Evre gruplaması Evre 0 PTis Evre 1 pT1-T4 1A pT1 1B pT2-T4 1S Herhangi bir T Evre 2 Herhangi bir T 2A Herhangi bir T Herhangi bir T 2B Herhangi bir T Herhangi bir T 2C Herhangi bir T Herhangi bir T Evre 3 Herhangi bir T 3A Herhangi bir T Herhangi bir T 3B Herhangi bir T Herhangi bir T 3C Herhangi bir T Herhangi bir T Herhangi bir T N0 N0 N0 N0 N0 N1-N3 N1 N1 N2 N2 N3 N3 Herhangi bir N Herhangi bir N Herhangi bir N N1-N3 Herhangi bir N N1-N3 Herhangi bir N Herhangi bir N normal olması hızlı asetilleyici fenotipe neden olurken, iki mutant allel gen varlığında yavaş asetilleyicilik söz konusudur. Sigara içenlerde yavaş asetilleyici grupta mesane kanseri daha sık görülmektedir. Mesane kanseri genetik, metabolik faktörlerinin yanı sıra özellikle çevresel risk faktörleri açısından oldukça iyi araştırılmış bir kanser tipidir. Çevresel risk faktörleri değiştirilebilir olması nedeniyle mesane kanserinden korunmak için üzerinde durulması gereken başlıca faktörlerdir. Özellikle sigara kullanımının azaltılmasına yönelik yapılacak çalışmalar ve mesleki maruziyeti minimuma indirecek önlemler ile mesane kanserleri önemli ölçüde azaltılabilir. Okunması önerilen kaynaklar 1) David P, Wood, Jr.,MD. Urothelial Tumors of the Bladder. In: Kavoussi LR, Partin AW, Novick AC, Peters CA, eds. Campbell’s Urology. Philadelphia: WB Saunders, 10th Ed, 2012, pp.2309-2334. 2) Tekin A. Mesane Kanserlerinde Etyoloji, Epidemiyoloji ve Risk Faktörleri. Üroonkoloji Kitabı 2007. Cilt 1 ;12: 152-157. 3) Eser S, Özdemir R. Dünya ve Türkiye’de Mesane Kanseri Epidemiyolojisi. Üroonkoloji Bülteni 2012, Sayı 1, Cilt 11; 1-9. 4) Zorlu F, Eser S, Fidaner C. İzmir İlinde Ürogenital Kanserlerin İnsidans Hızları. Üroonkoloji Bülteni 2004, Sayı 1, 1-9. 5) Eser S, Yakut C, Özdemir R, et al. Cancer Incidence Rates in Turkey in 2006: A Detailed Registry Based Estimation. Asian Pacific J Cancer Prev 2010; 11, 1731-1739. 6) Eser S, Zorlu F, Divrik RT, Cal C, et al. Incidence and epidemiological features of cancers of the genitourinary tract in Izmir between 1993-2002 Asian Pacific J Cancer Prev, 10, 491-96. 7) Zeegers MP, Tan FE, Dorant E, van Den Brandt PA. The impact of 482 M0 M0 M0 M0 M0 M0 M0 M0 M0 M0 M0 M0 M1a M1a M1a M0 M1a M0 M1a M1b S0,Sx Sx S0 S0 S1-S3 Sx S0 S1 S0 S1 S0 S1 Sx S0 S1 S2 S2 S3 S3 Herhangi bir S characteristics of cigarette smoking on urinary tract cancer risk: a metaanalysis of epidemiologic studies. Cancer, 2000; 89: 630-39. 12.4.1.2 Sınıflandırma 2.a. Tümör, lenf nodu, metastaz sınıflaması Daha önceleri yüzeyel mesane tümörü olarak adlandırılan kasa invazif olmayan mesane tümörlerinin (KIOMT), aslında homojen tümörler olmadığı ve bazılarının progresyon gösterme olasılığının oldukça yüksek olduğu bilinmektedir. Tümörün primer transüretral rezeksiyonu (TUR-TM) ile yapılan patolojik evrelendirmesi oldukça önemlidir. Patolojik evre, risk gruplandırması yapmak ve intravezikal tedavide kullanılacak ilacı seçmek açısından önemlidir. Evrelendirmede sıklıkla American Joint Committee on Cancer (AJCC ) ve International Union Against Cancer (UICC)’un beraber geliştirmiş olduğu Tümör-Nod-Metastaz (TNM) sistemi kullanılmaktadır (Tablo 2.26) . 2.b. Histolojik sınıflama (derecelendirme) Dünya sağlık Örgütü (WHO) ve Uluslararası Patoloji Uzmanları Birliği (ISUP)’un 1998 yılında geliştirmiş olduğu yeni histolojik sınıflaması, WHO tarafından 2004 yılında güncellendi. Bu sınıflamaya göre papillom ve ürotelyal karsinom grupları aynı kalmakla birlikte karsinomlar düşük ve yüksek dereceli olmak üzere iki gruba ayrıldı. Bir başka yenilik ise papillom ve karsinom arasına bir başka grup olarak, düşük malign potansiyelli papiller ürotelyal neoplazi (DMPPUN) ilave edilmesi oldu. KIOMT için bu sınıflandırma Tablo 2.27’de özetlenmiştir. Tablo 12.24. Metastatik Testis Tümörlerinde IGCCCG Evrelemesi İyi Prognostik Grup Nonseminom (olguların %56’sı) Tüm kriterler olmalı: Primer testis veya retroperiton 5 yıllık progresyonsuz sağkalım %89 Akciğer dışı metastaz yok 5 yıllık sağkalım %92 AFP < 1,000 hCG <5,000 LDH< 1,5X Seminom (olguların %90’ı) Tüm kriterler olmalı: Herhangi bir primer 5 yıllık progresyonsuz sağkalım %82 Akciğer dışı metastaz yok 5 yıllık sağkalım %86 Normal AFP Herhangi bir hCG Herhangi bir LDH Orta Prognostik Grup Nonseminom (olguların %28’i) Tüm kriterler olmalı: Primer testis veya retroperiton 5 yıllık progresyonsuz sağkalım %75 Akciğer dışı metastaz yok 5 yıllık sağkalım %80 AFP > 1,000 ve <10,000 veya hCG > 5,000 ve < 50,000 LDH > 1,5X ve < 10X Seminom (olguların %10’u) Herhangi bir kriter: Herhangi bir primer 5 yıllık progresyonsuz sağkalım %67 Akciğer dışı metastaz var 5 yıllık sağkalım %72 Normal AFP Herhangi bir hCG Herhangi bir LDH Kötü Prognostik Grup Nonseminom (olguların %16’sı) Herhangi bir kriter: Primer mediasten 5 yıllık PFS %41 Akciğer dışı metastaz 5 yıllık sağkalım %48 AFP > 10,000 veya hCG > 50,000 veya LDH > 10X Seminom Kötü prognostik grup yoktur 2.c. Prognostik faktörler ve düşük-orta-yüksek risk sınıflaması KIOMK oldukça heterojen bir grup olup farklı prognostik faktörleri içermektedir. “European Organization for Research and Treatment of Cancer” (EORTC) çok kullanışlı bir skorlama sistemi geliştirmiş olup, hastaların mevcut prognostik faktörlere göre aldıkları puanlar ile nüks ve progresyon olasılıkları hesaplanmaktadır. (Tablo 12.28 ve 12.29). KIOMT’ünde bu prognostik faktörler evre, derece, tümör sayısı, tümör boyutu, tümörün rekürren olup olmaması ve karsinoma insitu (CIS) varlığıdır. Nüks riski yük sek olup progresyon riski düşük olan tümörler; çok sayıda, rekürren Ta, düşük dereceli tümörlerdir. Progresyon riski yüksek olan tümörler ise; yüksek dereceli, T1, CIS varlığı olan tümörlerdir. Hem nüks hem de progresyon riski yüksek olan tümörler ise; çok sayıda, rekürren, T1 yüksek dereceli tümörlerdir. Evre: Tümör evresi ile hastalığın prognozu ve metastaz olasılığı arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kasa invazif olmayan T1 evre tümörlerde progresyon olasılığı oldukça yüksek iken, düşük dereceli Ta tümörlerin nüks ve progresyon oranları oldukça düşük olup, prognozları oldukça iyidir. Ta evredeki bir tümörün 3 yıl içinde rekürrens ile birlikte kas invazif evreye ilerleme olasılığı %4’dür. Doğru bir patolojik evrelendirme yapabilmek için rezeksiyon örneği mutlaka kas dokusu içermelidir. Aksi takdirde böyle olgularda re-TUR önerilmektedir. Derece: Nüksden ziyade progresyon ve mortalite ile ilişkisi daha fazladır. İyi diferansiye tümörler daha iyi prognoza sahiptirler. Düşük dereceli tümörlerin çoğu Ta evresinde olma eğilimindedir. Ta evrede olup yüksek dereceli olan tümörler ise kasa invazif olmayan tümörlerin ancak %4’ünü oluşturmaktadır. Bunlarda progresyon oranı % 25-40 arasındadır. Buna karşın T1 tümörlerin 483 XII. Üroonkoloji neredeyse tamamı yüksek dereceli olup progresyon riski en fazla olan tümörlerdir. WHO 1973 ile WHO 2004 derecelendirme sistemi karşılaştırmalı olarak şekil 12.16’da verilmiştir. Tümör sayısı: Nüks açısından önemli bir prognostik faktördür. Çok sayıdaki tümörlerin nüks oranları tek tümörlerin neredeyse iki katıdır. Soliter tümörlerde rekürrens oranı %18-60 arasında değişirken çok sayıdaki tümörlerde bu oran %40-90 arasındadır. Bunun nedeni çok sayıdaki tümörlerin tamamının tek seansta TUR ile ortadan kaldırılamama olasılığının yüksek olmasıdır. Ayrıca premalign lezyonların tespit edilip tedavi edilememesi de nüksün önemli bir nedenidir. Özellikle 8 ve üzeri sayıdaki tümörlerde nüks riskinin en fazla olduğu tespit edilmiştir. Bazı çalışmalarda asistanlar tarafından yapılan rezeksiyonlarda nüksün daha fazla olması, TUR kalitesinin de nüksde oldukça önemli olduğunu göstermektedir. Tümör boyutu: Tümör boyutu ile hem nüks, hem de progresyon arasında ilişki vardır. Tümör boyutu arttıkça nüks ve progresyon riski artmaktadır. Bunun nedeni hem yeterli rezeksiyon yapılmama olasılığı hem de bu tümörlerin patolojik evrelerinin daha yüksek olma olasılığıdır. Kas invazif evreye progresyon olasılığı 5 cm’den büyük tümörlerde %35 iken bu oran küçük tümörlerde %9 ‘dur. EORTC risk tablolarında boyut sınırı olarak 3 cm alınmaktadır. Karsinoma in situ varlığı: Yüksek dereceli tümör olarak tanımlanmaktadır. Önemli bir prognostik faktördür. Diğer düşük dereceli Ta,T1 tümörlerden farklı olarak progresyon ve hastalığa bağlı ölüm riski daha yüksektir. Kas invazyonu yapma olasılığı %50’ye kadar çıktığı gibi karsinoma in situsu olanların yarısında mesanede başka tümör de vardır. Olguların %20-30’u izole lezyon şeklindedir. Okunması önerilen kaynaklar Ataus S, Erözenci A. Kasa invaze olmayan mesane kanserlerinde klinik prognostik faktörler, risk grupları ve intrakaviter kemoterapi. Üroonkoloji Kitabı. Editörler: H. Özen, L. Turkeri. S: 225-239, 2007. Jancke G, Rosell J, Jahnson S. Impact of tumour size on recurrence and progression in Ta/T1 carcinoma of the urinary bladder. Scand J Urol Nephrol. 2011;45(6):388-92. Lamm DL. Carcinoma in situ. Urol Clin North Am 1992 Aug;19(3):499508. M. Babjuk, W. Oosterlinck, R. Sylvester, E. Kaasinen, A. Böhle, J. Palou, M. Rouprêt. Guidelines on non-muscle-invazive bladder cancer (TaT1 and CIS). EAU Guidelines. European Association of Urology, 2012. Millan-Rodriguez F, Chechile-Toniolo G, Salvador-Bayarri J, et al. Primary superficial bladder cancer risk groups according to progression, mortality and recurrence. J Urol 2000;164:680-4. Pasin E, Josephson DY, Mitra AP, Cote RJ, Stein JP. Superficial bladder cancer: an update on etiology, molecular development, classification, and natural history. Rev Urol. 2008;10(1):31-43. 484 Sylvester RJ, van der Meijden AP, Oosterlinck W, et al. Predicting recurrence and progression in individual patients with stage TaT1 bladder cancer using EORTC risk tables: a combined analysis of 2596 patients from seven EORTC trials. Eur Urol 2006 Mar;49(3):466-5. Ürolojik Tümörlerin Patolojik Değerlendirme Standartları ve Kılavuzları. Patoloji Dernekleri Federasyonu, Üropatoloji Çalısma Grubu. 2010. 12.4.1.3 Tanı a. Belirtiler ve fizik muayene KIOMT’nün en sık belirtisi ağrısız hematüridir. Bunu mikroskobik hematüri takip eder. Ağrı, sık idrara çıkma ve dizüri gibi irritatif belirtiler izlenen hastalarda CIS varlığı araştırılmalıdır. Fizik muayenede özellikli bir bulgu yoktur, genel sistemik muayene yapılmalıdır. Bunun yanında, TUR-TM öncesi ve sonrası ameliyathanede yapılacak bimanuel muayene, sonradan gerekebilecek radikal sistektomi öncesi lokal evreyle ilgili çok kıymetli bilgi verecektir. b. Görüntüleme yöntemleri Ultrasonografi (US): Kontrast maddeye ihtiyaç duyulmaması, invazif olmaması ve yeni geliştirilen transduserlerin sağladığı yüksek duyarlılık nedeniyle sıkça kullanılmaktadır. Mesane tümöründe 1 cm’den büyük lezyonlarda %100 duyarlılığa sahiptir. Bu duyarlılık <5 mm lezyonlarda %40’a düşer. Üst üriner sistemde hidronefroz gibi dolaylı bulgular tespit edilebilir. US ile negatif sonuç alınması üriner sistem tümörlerini ekarte ettirmez. İdrar sitolojisi ve sistoskopi uygulanmalıdır. BT Ürografi, MR Ürografi gibi kontrastlı görüntülemeler ilk tanıda multifokal yerleşimi ve üst üriner sistemin temel değerlendirilmesini sağlayacaktır. Kontrastlı görüntülemeler: İntravenöz pyelografi (İVP) son yıllarda fazlaca tercih edilmemektedir. Lezyonlar üriner sistemde dolum defekti olarak izlenir ve boyutları azaldıkça İVP duyarlılığı azalır. Hidronefroz varlığı, böbrek fonksiyonu ve yapısı hakkında da bilgi verir. Hâlbuki BT Ürografi, küçük lezyonlarda da yüksek duyarlılığa sahip olan ve en çok tercih edilen yöntemdir. Özellikle üst sistem değerlendirmesinde faydalıdır. Üriner sistemin etraf doku ile ilişkisini de gösterir. Kontrast kullanımının sınırlı olduğu hastalarda MR ürografi tercih edilebilir. Kontrastlı üst üriner sistem görüntülemesi her hastada gerekli değildir, özellikle trigon yerleşimli yüksek riskli tümörlerde önerilebilir. c. İdrar sitolojisi Miksiyonla elde edilmiş idrara veya mesane yıkama sıvısına dökülen hücreler mikroskopla incelenir. Değerlendirmeyi yapan kişinin tecrübesine bağımlıdır. Beklemiş olan sabah ilk idrarda sitoliz olacağından, teknik olarak taze idrarda bakılması en iyi sonucu verir. Üriner sistem enfeksiyonları, taşları ve intravezikal tedaviler hücre değerlendirmesini etkileyebilir. Tablo 12.25. Testis kanserinde kullanılan kemoterapötik ajanların yan etkileri. Kemoterapötik ajan Yan etkiler Sisplatin Bulantı, kusma Nöropati Nefrotoksisite Ototoksisite Miyelosupresyon İkincil lösemi Bleomisin (total doz 270 üniteyi geçmemeli) Pulmoner fibrozis Buna bir referans koysak iyi olur. Kimi görüş 400 Raynaud fenomeni ü diyor Etoposid Bulantı, kusma Miyelosupresyon İkincil lösemi Vinblastin Ototoksisite Miyelosupresyon Kardiyak toksisite İfosfamid Hemorajik sistit Bulantı, kusma Miyelosupresyon Paklitaksel Bulantı, kusma Miyelosupresyon Periferik nöropati Eklem ve kas ağrısı Yüksek dereceli tümörlerde duyarlılığı fazlayken düşük dereceli olanlarda azdır. CIS’ı oluşturan hücreler adezyon özelliklerindeki azalma nedeni ile idrarda bol miktarda yüzer halde bulunurlar. Bu sayede CIS tespitinde %90’ın üzerinde duyarlılığa sahiptir. Neoplazi pozitif idrar sitolojisi, böbrek kalikslerinden başlayarak proksimal üretraya kadar olan üriner sistemde tümör varlığına işaret ederken; lokalizasyonu, sayısı ve diğer eşzamanlı odaklar hakkında bilgi vermez. d. İdrarda moleküler belirteç testleri İdrara dökülen neoplastik hücre moleküllerinin tespitine dayalı testlerdir. Deney aşamasında birçok test olmasına rağmen klinik kullanımda rutinleşmiş bir test yoktur. En çok kullanılan üç test, nükleer matriks protein 22 (NMP 22), UroVysion® ve ImmunoCyt®’dir. NMP22 testi idrar sitolojisinden daha fazla duyarlılığa sahip olsa da yüksek yalancı pozitiflik oranları rutin kullanımını engeller. Pozitif sonucundan ziyade negatif sonuçlanmasının takip hastalarında kontrol sistoskopilerinin ertelenmesi için kullanılabileceği söylenir. ImmunoCyt®, düşük dereceli tümör tespitinde en yüksek duyarlılığı sağlamasına rağmen, sistoskopinin yerini alamaz. UroVysion®’ın okült hastalığı tespitte öne geçtiği, dolayısı ile tekrarlama riski yüksek popülâsyonu yakalayabileceği öne sürülmüştür. İdrar sitolojisi ve moleküler belirteçler nasıl ve kimlere kullanılmalıdır? 1. Mesane kanseri riski taşıyan popülâsyonun taranması: Bazı yayınlarda hematüri için dip-stik, NMP22 ve UroVysion® ile riskli toplumun taranması önerilse de rutin kullanımı yaygın değildir. 2. Hematürisi olmuş veya mesane tümörü düşündüren bulgusu olan hastalarda hiçbir test sistoskopinin yerini tutamaz. Sitoloji ve belirteç testleri ancak sistoskopiyle birleştirilerek CIS tespit oranını arttırmada kullanılabilir. Bu testlerin yüksek yalancı pozitiflik oranları akıldan çıkarılmamalıdır. 3. Kasa invaze olmayan mesane tümörlü hasta takibinde kontrol sistoskopi sayısının azaltılması: Bu amaç için sitoloji ve belirteç testlerinin kullanılması planlansa da bu tetkiklerin düşük dereceli tümörlerin yarısını yakalayamaması sistoskopinin geçerliliğini devam ettirmesine neden olmaktadır. e. Sistoskopi Mesane tümörü düşünülen her hastada endikasyonu vardır. Ön tanıyı kesinleştirmek ve tüm alt üriner sistemi değerlendirmek için yapılır. Sert (rigid) sistoskoplar yaygın olarak kullanılmaktadır. Bükülebilen (fleksible) sistoskoplarla işlem lokal anestezi ile ofis şartlarında yapılabilir. Usulüne uygun yapılan tanısal sistoskopide: • Lezyonun yeri, sayısı, boyutu ve görünümünün (papil- 485 XII. Üroonkoloji ler/solid) tarifi, • Mukozadaki anormal alanların tarifi, • Üretra, prostatik üretra, trigon, üreterler ve tümörle ilişkileri, • 70 derece lens ile mesane boynunun incelenmesi, • Mesane şeması oluşturulup lezyonların üzerinde işaretlenmesi (özellikle takip hastalarında) gereklidir. Rutin sistoskopi “beyaz ışık” ile yapılmaktadır. Yeni geliştirilen flüoresan sistoskopi, beyaz ışıkta izlenmeyen mukozal anormallikleri ve CIS alanlarını tespit ederek, fotodinamik tanıya olanak sağlar. Mesane içine 5-aminolaevulinik asit (ALA) veya heksaminolaevulinik asit (HAL) solüsyonu instile edildikten sonra “mor ışık” altında sistoskopi yapılır. İnflamasyon alanlarında, BCG tedavisinin ilk 3 ayında ve TUR-TM’den hemen sonra yalancı pozitiflik oranı yüksek olsa da rutin sistoskopiye göre %20 daha fazla tümör, %23 daha fazla CIS tanısı koydurduğu gösterilmiştir. Rutin sistoskopiye nazaran ilk 1 yılda %15,8-27, iki yılda %12-15 rekürrenssiz sağkalım üstünlüğü sağladığını gösteren çalışmalar olduğu gibi, aralarında fark olmadığını gösteren çalışmalar da vardır. CIS şüphesi, sık tekrarlayan tümörü, yüksek dereceli tümör öyküsü ve pozitif sitolojisi olan hastalarda uygulanabilir. Görüntüleme yöntemleri ile varlığı ispatlanan lezyonlar, kesin tanı ve tedavi için zaten TUR-M olacaklarından, ayrıca tanısal sistoskopi yapılmasına gerek yoktur. f. Mesane tümörünün transüretral rezeksiyonu (TURTM) Usulünce yapılan rezeksiyon ile kesin tanı ve tedavi sağlanmış olur. Komplet yapılan TUR-M’nin prognoz açısından daha iyi olduğu, kas dokusunun örneklenmediği, yetersiz rezeksiyon yapılan vakalarda erken rekürrens ya da rezidüel hastalık riskinin arttığı bilinmektedir. Küçük boyutlu tümörler lezyonun altındaki kas tabakası ile yekpare çıkartılabilirken, geniş alana yayılmış tümörler parçalar halinde rezeke edilir. Büyük tümör rezeksiyonları, sağlıklı mukoza-lezyon bileşkesinden başlanarak ve her zaman tümörün sonlandığı yerler görülerek, hemostaz sağlanması ertelenmeden, sistemli bir şekilde yapılmalıdır. Tümör dokusu yanında, taban kas dokusu ve rezeksiyon alanının etrafındaki dokudan ayrı ayrı örnekler alınmalı, patologa farklı kaplar ile gönderilmelidir. Koterizasyon işlemi rezeksiyon sırasında değil de tercihen hemostaz aşamasında yapılırsa, doku parçalarında bozulma engellenmiş olur. Mesane yan duvarları obturator sinir trasesi ile yakın komşuluktadır. Bu alanlardaki rezeksiyonlar obturator refleksinin tetiklenip litotomi pozisyonundaki hastanın ani addüksiyon yapmasına ve mesane perforasyonlarına 486 neden olabilir. Yan duvarlardaki bu kontrolsüz durumun önüne geçmek için koter gücü ve mesane dolgunluğu azaltılıp yeterli derinlikte kısa kesiler halinde rezeksiyon yapılmalıdır. Ayrıca simfizis pubisin 2 cm inferolateralinden lomber ponksiyon iğnesi girilerek yapılacak olan obturator sinir bloğu da faydalı olabilir. İşlem esnasında mesane perforasyonu gelişen vakalarda defekt boyutu ve geride kalan tümör dokusu, ekstravazasyon miktarı da göz önüne alınarak hemostaz sağlanır ve işlem en kısa sürede bitirilir. Mesane drenajı kalın bir üretral kateter ile sağlanır. Eğer ekstravazasyon miktarı fazla ise girişimsel radyolog tarafından hızlıca bir drenaj kateteri konulması yeterlidir. Bu durumlarda eksplorasyon yapmaktan, batın duvarında nüks riskini de düşünerek kaçınılmalıdır. Perforasyon şüphesi olan hastalarda intrakaviter tedaviler kontraendikedir. g. Mesane ve prostatik üretra biyopsileri Rastgele örneklemeler (random, R-biyopsiler) idrar sitolojisi pozitif olmasına rağmen sistoskopisinde gözle görülür lezyona rastlanmayan hastalarda uygulanır. Mesane yan duvarları, tavan, taban, kubbe, trigon ve prostatik üretradaki sağlıklı görünen mukozalardan örnekleme yapılıp ayrı kaplarda incelemeye gönderilir. Üst üriner sistem ürotelyal tümörleri insidansı normalde %1,8 iken, trigon tümörlerinde bu oran %7,5’a kadar artar. Bu nedenle trigon tümörleri hem üst sistem hem de prostatik tutulum açısından yüksek risklidir. Biyopsiler rezektoskop lupu veya punch biyopsi aparatları (cold-cup biopsy) ile alınabilir. CIS odakları, primer lezyon olabileceği gibi, mesane tümörüne de eşlik edebilir. Genelde kadifemsi kırmızı alanlar olarak tarif edilirse de, bazen tamamen normal mukoza görünümündedirler. İzlenen her şüpheli alandan, farklı vasıftaki lezyonlardan, tümör komşuluklarından biyopsi alınmalıdır. Sadece düşük riskli tümörlerde CIS birlikteliği düşük olduğundan (<%2) rutin biyopsiye gerek olmadığı söylenmektedir. Prostatik üretra ve duktal tutulum riskinin yüksek olduğu bu nedenle prostatik üretra örneklemesinin yapılması gereken hasta grubu; • Trigona veya mesane boynuna yerleşik tümörlerde, • Multiple tümörlerde, • CIS’ın eşlik ettiği tümörlerde, sitoloji pozitifliğinde • Prostatik üretrada şüpheli alanlar izlenen hastalardır. Bu durumda şüpheli alandan ve prekolliküler alandan saat 5-7 kadranları arasından loop rezektoskop ile örnekleme yapılmalıdır. Prostatik üretra tutulumunun prognostik önemi vardır. h. İkinci rezeksiyon (Re-TUR) İlk TUR-TM ameliyatında TaT1 tanısı almış hastaların yapılan kontrol bakı ve rezeksiyonu sonucunda %3353’ünde hastalığın devam ettiği (rezidü tümör), %425’inde ise invazif mesane kanseri (pT2) tanısı aldıkları gösterilmiştir. Asıl amacımız ilk rezeksiyonun usulünce ve tam yapılması olsa da daha az evreleme hatasına düşülmesi, rezeke edilememiş lezyonların tespiti ve olası mesane içi ilaç tedavilerinin etkinliğini arttırmak için şu hastalara re-TUR-TM yapılması önerilmektedir: • İlk rezeksiyonu tam yapılamayan (inkomplet TUR) hastalar, • Tanı için yeterli kas dokusu örneklenmemiş tüm yüksek dereceli hastalar, • T1 tümörü olan hastalar, • Birden çok (multiple) tümörü olan hastalar, • İlk rezeksiyon ve patoloji kalitesinden şüphe duyulan hastaların Re-TUR endikasyonu vardır. İlk rezeksiyondan 2-6 hafta sonra re-TUR yapılabilir. İkinci bakıda, görünen lezyonların yanı sıra eski rezeksiyon alanının tabanı ve çevre dokusu da rezeke edilip ayrı kaplarda incelemeye gönderilmelidir. i. Patoloji sonucu Patoloji sonucu KİOMT’un belirlenip tedavisinin planlanmasındaki en önemli aşamadır ve tümörün derecesi, invazyon derinliği, kas dokularının varlığı hakkında bilgi içermelidir. Okunması önerilen kaynaklar M. Babjuk, W. Oosterlinck, R. Sylvester, E. Kaasinen, A. Böhle, J. Palou, M. Rouprêt. Guidelines on non-muscle-invazive bladder cancer (TaT1 and CIS). EAU Guidelines. European Association of Urology, 2012. Divrik RT, Yildirim U, Zorlu F, Ozen H. The effect of repeat transurethral resection on recurrence and progression rates in patients with T1 tumors of the bladder who received intravesical mitomycin: a prospective, randomized clinical trial. J Urol. 2006;175(5):1641-4. Divrik RT, Sahin AF, Yildirim U, Altok M, Zorlu F. Impact of routine second transurethral resection on the long-term outcome of patients with newly diagnosed pT1 urothelial carcinoma with respect to recurrence, progression rate, and disease-specific survival: a prospective randomised clinical trial. Eur Urol. 2010;58(2):185-90. Özen H., Türkeri L. Üroonkoloji Kitabı 1. Baskı 2007 ISBN: 987-975-016970-0 Cilt 1, Bölüm 2 Ürotelyal Karsinomlar, Sayfa 151-267. 12.4.1.4 Tedavi Mesane tümörlerinde nüksler sıktır. Tümörün T evresi, derecesi, sayısı, çapı, önceki rekürrens oranı ve eş zamanlı CIS varlığı nüksü öngören en önemli parametrelerdir. Bu parametrelerin varlığına göre, tümörleri nüks açısından düşük, orta ve yüksek riskli olarak ayırırsak, nüks oranları %30–80 ve progresyon oranları %1–50 arasında değişecektir. Progresyon riski Ta tümörlerde %6–25, T1’lerde ise %27–48 arasındadır. Bu nüks ve progresyonları azaltmak için TUR ile tümör tam olarak rezeke edildikten sonra, yine risk gruplarına göre mesane içine kemo/immünoterapötikler verilmektedir. a. Adjuvan tek doz intravezikal kemoterapi kime, nasıl? Erken tek doz kemoterapi uygulaması, rezeksiyon alanı çevresinde kalmış olabilecek tümör hücrelerine ablatif etki (kemo rezeksiyon) yaparak ve TUR-TM sırasında mesanede uçuşan tümör hücrelerini destrükte ederek, bu hücrelerin başka alanlara implante olup, nüks etmelerini engelleme amacı taşır. Primer tümörler daha çok taban ve yan duvarlarda olurken nüksler sıklıkla tavan ve tavana yakın yerlerde görülmektedir. TUR-TM sonrası ilk 6 saatte mesaneye verilecek tek doz Mitomisin C (MMC), epirubisin, doksorubusin gibi kemoterapötiklerin, nüksleri %12 oranında azalttığı, yaklaşık 1500 hastayı içeren 7 randomize çalışmanın meta-analizinde ortaya konulmuştur. Bu avantaj tümörün tek ve/veya primer olduğu vakalarda daha belirgindir. Erken tek doz kemoterapinin rekürrensi azaltmadaki etkinliği 500 gün kadar sürer. MMC perioperatif olarak en sık kullanılan ajandır. İlk 6 saat içinde tek doz uygulanabilirse tümör hücre implantasyonunu önlemektedir. Aynı etki 24 saat sonra görülmemektedir. Tek doz tedavinin, kanaması veya perforasyonu olmayan vakalarda, ameliyathanede uygulanması daha uygundur. Erken dönem postoperatif uygulamada en sık karşılaşılan problem lokal irritatif semptomlardır. Sonuçta, erken tek doz kemoterapi tek, primer TaT1 mesane tümörlerinde nüksü önemli derecede azaltırken orta-yüksek riskli gruptaki tümörlerde ise etkinliği olmasına karşın, ek tedavi gereksinimi kaçınılmazdır. b. Düşük-Orta-yüksek risk hastada tedavi şeması Bu amaçla, hasta bazında kısa ve uzun dönem nüks ve progresyon risklerini ayrı ayrı öngören, daha önce bahsedilen EORTC skorlama sistemi ve risk tablolarından faydalanılır (Tablo 12.28. ve 12.29). Düşük Riskli Hastada Tedavi: Düşük riskli mesane tümöründe, tek doz erken intravezikal kemoterapi nüks riskini azaltmaktadır. Bu hasta grubunda yeni nükse kadar ek tedavi önerilmemektedir. Orta Riskli Hastada Tedavi: Orta riskli hastada ek intravezikal tedavi gereklidir. En sık kullanılan kemoterapötik ajanlar MMC ve epirubisindir. Altı hafta boyunca MMC 20-60 mg, epirubisin 30-80 mg dozlarda kullanılmıştır. Hem primer hem de rekürren tümörlerde rekürrensi azalttığına dair meta-analizler vardır. EORTC ve Medical Research Council’in kombine veri analizinde “TUR-TM + kemoterapi”, “TUR-TM”ye göre rekürrensi azaltmakta fakat progresyonu engellememektedir. Bir yıldan daha uzun süre verilecek intrakaviter ke- 487 XII. Üroonkoloji moterapinin üstün olduğunu gösteren kanıt yoktur. Bu ilaçların yan etki profilleri düşüktür. Kemoterapötiklerin etkinliklerini arttırmak için, özellikle MMC kullanılan olgularda, idrar miktarını azaltmak, idrar alkalizasyonu ve doz artımı önerilmektedir. Yeni ilaçlar üzerinde çalışmalar devam etmektedir. Bunlardan biri gemsitabindir. Özellikle bacillus Calmette-Guerin’e (BCG) refrakter hastalarda %50 etkinlik rapor edilmiştir. Yan etkisi az olmakla beraber, çalışma sayısı az ve pahalı bir ilaçtır. Yeni ilaçlardan EO9 olarak bilinen apaziquone, MMC derivelerinden biridir. İlginç özelliğinden biri tümör hücrelerine karşı selektif etkisi vardır. En son kullanılan ajanlardan biri Doksetakseldir. Bu yeni ajanlarla ilgili çalışmalar devam etmekle birlikte, şu anda standart intravezikal kemoterapi MMC ve epirubisinle yapılmaktadır. BCG ile yapılan immunoterapi kemoterapötiklere göre daha etkilidir. TUR sonrası 2 ile 4 hafta son-rasında başlanmakta ve altı haftalık kürler halinde uygulanmaktadır. Etki mekanizması tam olarak an-laşılmamışsa da, etkinliği lokal inflamatuar yanıt ile oluşur. 4863 hastayı içeren 24 klinik serinin meta analizinde BCG tedavisi, tek başına TUR veya TUR+kemoterapiye göre nüksüz geçen süre ve progresyonda anlamlı avantajlara sahiptir. Progresyon oranlarında azalma sadece idame tedavisi alanlarda barizdir. İdame şemasının en az 1 yıl olması gerektiği bilinmesine rağmen, halen ideal şemanın nasıl olması gerektiği bilinmemektedir. Öte yandan, BCG’nin intravezikal kemoterapötiklere göre daha fazla yan etki profili vardır. Yan etkiyi azalmak için EORTC, 957 hastada BCG’yi izoniazid ile kombine kullanmış ancak ilave izoniazid’in toksisiteyi azaltmadığı gösterilmiştir. BCG toksisitesini azaltmak için İspanya’dan yapılan bir çalışmada; BCG’nin 1/3 dozda verilmesinin etkinliğini azaltmadığı, yan etkileri ise önemli oranda azalttığı bildirilmiştir. Yine de, multifokal tümörlerde standart doz daha etkin bulunmuştur. Doz azaltmalarda en düşük etkili doz olarak 1/3 doz tespit edilmiştir. Dozu bu dozdan daha da azaltmak BCG’nin etkisini ortadan kaldırmaktadır. BCG’ nin yan etkileri, progresyon şansı düşük olan orta riskli hasta grubunda, kullanımını kısıtlamaktadır. Sonuç olarak, orta riskli hastalarda BCG yerine kemoterapötiklerin kullanılması, genel olarak, daha anlamlı görülmektedir. Yüksek Riskli Hastada Tedavi: İntravezikal BCG uygulamasının orta ve yüksek riskli hasta gruplarında yapılan etkinlik çalışmalarında gerek kemoterapötiklere, gerekse tek başına TUR’a karşı üstünlüğü kanıtlanmıştır. İntravezikal BCG tedavisi ve idamesi tümör progresyonunu azalttığı gibi, nükse kadar geçen zamanı da uzatmaktadır. İntravezikal BCG tedavisinde en etkili şemalar, idame tedavisi ile birlikte olan şemalardır. İdame tedavisinin uygulanmadığı tedavi protokollerinde progresyonda azalma tespit edilmemiştir. İdame tedavisinin 488 süresi hakkında tam fikir birliği olmamasına karşın, en az bir yıl süren idame tedavi şeması etkinlik için şarttır. Morales’in 1976 yılında tesadüfen 6 haftalık yaptığı intravezikal BCG indüksiyon tedavisi artık klasik hale gelmiştir. Etkinlik karşılaştırmaları hep bu standart tedavi şeması üzerinden yapılmaktadır. Bu standart şema üzerine 18 haftadan 3 yıla kadar uzayan idame tedavi şemaları tanımlanmıştır. Özellikle yüksek riskli hasta grubunda, hasta tolere edebilirse, idame tedavi şemasının 3 yıla kadar uzatılmasının nüks ve progresyon oranını düşürdüğü gözlenmiştir. İntrakaviter kemoterapi başarısızlıklarından sonra da BCG uygulanabilir. BCG tedavisi alan hastalarda, izlem esnasında kas invazif tümör saptanırsa veya 3. ya da 6. aydaki takiplerde yüksek dereceli tümör tespit edilirse veya BCG tedavisi sırasında tümör parametrelerinde kötüleşme (başlangıçta yanıt alınsa bile tümör sayısında artma, derece yükselmesi, T evresinin artması, CIS görülmesi gibi) görülürse, BCG başarısızlığı olarak değerlendirilir. Bu hastalardaki yüksek progresyon riski, özellikle erken BCG başarısızlığı olan hastalarda, sistektomi seçeneğini ön plana çıkarırken, bir yıldan uzun sürede BCG başarısızlığına uğrayan hastalarda, riskler de göz önüne alınarak BCG tedavisi tekrar denenebilir. Bilgi birikimimiz yeterli olmamakla beraber, BCG başarısızlığı olan hastalarda “ısıtıcı araç yardımlı kemoterapiler” veya interferon eklenmiş kemoterapi/immünoterapi rejimleri, hastalar bilgilendirilerek uygulanabilir. Yine bu durumda, çalışma protokolleri çerçevesinde, intravezikal gemsitabin, intravezikal doksataksel tedavileri de hastalar bilgilendirilerek önerilebilecek alternatiflerdir. Ancak, BCG’ ye rağmen erken nüks olan hastalarda, sistektomi ilk tedavi seçeneği olarak sunulmalıdır. Öte yandan, ilk tanı anında progresyon riski yüksek hastalara da, erken radikal sistektomi anlatılmalı ve bir alternatif olarak sunulmalıdır. BCG tedavisi TUR-TM’den en erken 2 hafta sonra verilir. Makroskobik hematürisi, idrar yolu enfeksiyonu, immün supresyonu olan hastalara veya travmatik kateterizasyon durumunda BCG verilmemelidir. BCG’ye bağlı yan etkilerden en sık görülenleri sırasıyla; abakteriyel sistit, dizüri, hematüri ve subfebril ateştir. İşlem sonrasında, 48 saatten fazla süren ve antipiretiklere cevap vermeyen 38 °C’den yüksek ateş, sistemik hastalık “BCG’itis” anlamına gelir ve anti tüberküloz tedavi başlanmasını gerektirir. BCG sepsisine bağlı ölümler bildirilmiştir. BCG sepsisi düşünülmeyen bakteriyel durumlarda antibiyotik seçimine dikkat edilmelidir. Kinolon grubu, azitromisin ve doksisiklinler BCG’nin etkinliğini azaltmaktadır. İzole CIS-Eşlik eden CIS önemi ve tedavisi: Herhangi bir tedavi verilmeyen CIS’lu hastaların yaklaşık %54’ ü kas invazif hale gelmektedir. CIS’ lu hastalarda, intrakaviter BCG tedavisine alınan yanıt önemli bir prognostik Şekil 12.16. WHO 1973 ve 2004 tümör derecelendirmesinin karşılaştırılması DMKPUN Derece 1 Düşük derece Yüksek derece Derece 2 Derece 3 2004 WHO 1973 WHO carcinoma of the bladder: a combined analysis of seven EORTC studies. Tablo 12.26. Kasa invazif olmayan mesane kanserinde TNM sınıflaması (AJCC-UICC) T0 Primer tümör bulgusu yok Ta Noninvazif papiller tümör Tis Karsinoma in situ “flat tümör” T1 Lamina propria invazyonu faktördür. Bu tedaviye yanıt verenlerde kas invazif hale gelme olasılığı % 10-20 iken, yanıtsız grupta kas invazif hale gelme olasılığı %66 bulunmuştur. İzole CIS olan hastaların, KIOMT’e eşlik eden CIS’u olanlara göre daha uzun nükssüz geçen zaman süreleri vardır. Bu hastalarda en önemli prognostik faktör BCG tedavisine 6 ay içinde verilen yanıttır. CIS tek başına, progresyon ve hastalığa bağlı ölüm için risk faktörüdür. Sadece CIS olan hastalarda yapılan radikal sistektomilerde %25 kas invazif hastalık bulunmuştur. CIS tedavisinde konservatif veya radikal yaklaşım konusunda bir fikir birliği olmamasına karşın, radikal sistektomi genellikle intravezikal BCG cevapsızlığında önerilmektedir. Ancak, KIOMT’ne eşlik eden CIS varsa, CIS eşlik ettiği tümörün nüks ve progresyon oranını arttırmaktadır. Bu durumdaki hastalarda, elde randomize çalışmalar olmamasına karşın, CIS’nun yaygınlığı, eşlik eden tümörün multifokal ve yüksek dereceli olup olmaması, rekürren olup olmaması, lenfovasküler invazyon olup olması gibi faktörler göz önünde bulundurularak, progresyon riskinin yüksek olduğu düşünülen olgularda, BCG tedavi seçeneğine ek olarak, mutlaka erken radikal sistektomi anlatılmalı ve risk/fayda tartışması yapılmalıdır. Gecikmiş sistektomilerde hastalığa bağlı yaşam süresi düşmektedir. Takip: Risk gruplarına göre takip protokolleri tablo 5’ de görülmektedir. Okunması önerilen kaynaklar Babjuk M, Oosterlinck W, Sylvester R, ve ark. EAU guidelines on nonmuscle-invasive urothelial carcinoma of the bladder, the 2011 update. Eur Urol. 2011;59(6):997-1008. Brausi M, Collete L, Kurth K. ve ark: Variability in the recurrence rate at first follow-up cystoscopy after TUR in stage TaT1 transitional cell Eur Urol 2002; 41: 523-31 Divrik RT, Sahin AF, Yildirim U, Altok M, Zorlu F. Impact of routine second transurethral resection on the long-term outcome of patients with newly diagnosed pT1 urothelial carcinoma with respect to recurrence, progression rate, and disease-specific survival: a prospective randomised clinical trial. Eur Urol. 2010; 58:185-90. Lamm DL, van der Meijden PM, Morales A ve ark. Incidence and treatment of complications of bacillus Calmette-Guerin intravesical therapy in superficial bladder cancer. J Urol. 1992; 147(3):596-600. Martínez-Piñeiro JA, Flores N, Isorna S, ve ark.Long-term follow-up of a randomized prospective trial comparing a standard 81 mg dose of intravesical bacille Calmette-Guérin with a reduced dose of 27 mg in superficial bladder cancer. BJU Int. 2002; 89(7):671-80. Morales A, Eidinger D, Bruce AW. Intracavitary Bacillus Calmette-Guerin in the treatment of superficial bladder tumors. J Urol. 1976; 116(2):1803. Sylvester RJ, van der Meijden AP, Oosterlinck W, ve ark. Predicting recurrence and progression in individual patients with stage Ta T1 bladder cancer using EORTC risk tables: a combined analysis of 2596 patients from seven EORTC trials. Eur Urol. 2006; 49(3):466-5. Üroonkoloji Kitabı; Özen H, Türkeri L (eds), Ankara, 2007. Yates DR, Rouprêt M. Failure of bacille Calmette-Guérin in patients with high risk non-muscle-invasive bladder cancer unsuitable for radical cystectomy: an update of available treatment options. BJU Int. 2010 Jul;106(2):162-7 12.4.2 Kasa invazif mesane kanseri Mesane kanseri ikinci en sık görülen genitoüriner kanser olup; primer mesane kanserlerinin yaklaşık %90’ı transizyonel hücreli kanserlerdir (TCC). Her yıl dünyada yaklaşık 336.000 yeni mesane kanserli olgu saptanmaktadır ve yaklaşık 115.000 kişi de mesane kanseri nedeniyle ölmektedir. Yeni mesane kanseri saptanma sıklığı son 20 yıl içinde %20 oranında artmıştır. Yeni tanı alan mesane kanserlerinin yaklaşık %70’i yüzeyel mesane 489 XII. Üroonkoloji Tablo 12.27. Kasa invazif olmayan ürotelyal tümörlerde WHO 2004/ISUP histolojik sınıflama (derecelendirme) sistemi. Hiperplazi Mukoza belirgin olarak kalınlaşmıştır; ancak sitolojik atipi yoktur. Akut ya da kronik iltihaplı ürotelyal epitelde izlenen nükleer değişiklikler ile karakterizedir. Hücreler uniform olarak büyümüş, tek Reaktif (enflamatuar) atipi ve belirgin bir nükleol vardır ancak kromatin dağılımı düzenlidir. Mitoz belirgin olabilir, ama atipik değildir. Net bir tanısal antite değildir. Patoloğun morfolojik olarak benignmalign ayırımı yapamadığı olgular için kullandığı bir terimdir. Önemi kestirilemeyen atipi İnflamasyon içeren, ancak inflamasyonun derecesi ile orantılı olmayan belirgin atipi içeren olgulardır. Bu olgularda displazi olasılığı dışlanamamaktadır. Bu lezyonlar değişken olarak sıklıkla belirgin polarite kaybı ile birlikte nükleer yuvarlaklaşma, kalabalıklaşma ve sitolojik atipi Ürotelyal displazi göstermektedirler. İrregüler nükleer sınır, kromatin dağılımında bozukluk, belirgin nükleol ve seyrek mitoz mevcuttur. Ancak bulgular in situ karsinom tanısı için yeterli değildir. Nükleer anaplazi bulguları, yüksek dereceli ürotelyal karsinom ile Karsinoma in situ (yüksek dereceli benzerdir. İri, pleomorfik, hiperkromatik nükleusda kromatin dağınık intraürotelyal neoplazi) ve kondansedir. Büyük nükleol vardır. Epitelin üst tabakalarına kadar uzanan atipik mitotik figürler izlenir. Belirgin polarite kaybı ve hücresel kalabalıklaşma vardır. İnvazyon yoktur. Çok az dallanma gösteren papiller yapılardır. Epitelde atipi veya Papillom sıralanma artışı yok ve şemsiye hücreleri belirgindir. Mitoz nadir, bazal yerleşimlidir. Histolojik ve sitolojik olarak normal ürotelyum ile örtülü düzgün yüzey vardır. Lamina propriada papiller bir lezyon invajine olmuş gibi İnverted papillom rastgele dağılmış endofitik ürotelyal hücre grupları ile karakterizedir. Lezyon tabanı iyi sınırlıdır. Düşük malignite Sıralanma artışı gösteren ürotelyum ile örtülü, düzgün ve dallanma potansiyelli papiller göstermeyen papiller yapılar vardır. Atipi yok veya minimaldir. ürotelyal neoplazi Hücre yoğunluğu normale göre artmış, bazal hücrelerde (DMPPUN) palisatlaşma vardır. Şemsiye hücreleri genellikle korunmuş olup, mitoz nadir ve bazaldedir. Düşük dereceli Sık dallanma ve az oranda birleşme gösteren papillalar vardır. Küçük papiller ürotelyal büyütmede fark edilebilen yapısal ve hücresel bozulma vardır. karsinom DMPPUN’a göre hemen görülebilen nükleer atipi ve bazalde sık mitozla karakterizedir. Papillalar genellikle dallanma ve birleşme gösterirler. Küçük Yüksek dereceli büyütmede fark edilebilen yapısal ve hücresel bozulma vardır. Düşük papiller ürotelyal dereceliye göre hücresel atipi daha fazla, nukleoller belirgindir. karsinom Mitoz sık, atipik olabilir ve epitelyumun herhangi bir seviyesinde görülebilir. kanseridir ve bunların da yaklaşık %30’u multifokaldir. Yüzeyel mesane tümörlerinin %60-70’i tekrarlayacak ve %10-20’si ise progresyon göstererek invaziv veya metastatik hastalığa dönüşeceklerdir. Bunun istisnası carcinoma in-situ (CIS) ve T1G3’dür. Bunlar yüzeyel mesane tümörü olarak kabul edilmesine karşın, progresyon oranları %50’ler civarındadır. Yaklaşık %20-30 olgu ise, ilk tanı sırasında kasa invaziv tümörlerdir. Yeni saptanan kasa invaziv tümörlerin yaklaşık %50’sinde ilk 490 tanı sırasında nodal ya da metastatik hastalık bulunmakta ve yaklaşık 1 yıl içinde de bu hastalarda metastazlara ait klinik semptomlar belirgin hale gelmektedir. İnvaziv mesane kanseri öldürücü bir hastalık olup, agresif tedavi gerektirir. Etkin kemoterapi ilaçlarının bulunmasından önce ortalama yaşam çok nadiren 3 aydan 6 aya kadar uzamaktaydı. Tedavi edilmez ise; lokal ileri evre veya metastatik mesane kanserli hastaların %85’i hastalıkları nedeniyle ölmektedir. Tablo 12.28. Kasa invazif olmayan mesane kanserinde nüks ve progresyonda kullanılan faktörler ve toplam skora etkileri Etken Nüks Progresyon Tek 0 0 Tümör sayısı 2-7 3 3 ≥8 6 3 < 3 cm 0 0 Tümör büyüklüğü ≥ 3 cm 3 3 Primer 0 0 Önceki nüks oranı ≤ 1 nüks/yıl 2 2 >1 nüks/yıl 4 2 Ta 0 0 T evresi T1 1 4 Var 0 0 Karsinoma in situ Yok 1 6 1 0 0 Derece 2 1 0 3 2 5 Toplam skor 0-17 0-23 TCC, muskularis propria’yı penetre edince invaziv olarak sınıflandırılır. Bu penetrasyon sadece yüzeyel bir şekilde olabilir (T2a) ve bunların prognozu daha derin invazyon (T2b) olanlara göre daha iyidir. Ancak bu durumu klinik olarak saptamak oldukça zordur. Bu tür ayırımlar genellikle sistektomi materyallerinin retrospektif analizleri ile yapılmaktadır. Karakteristik olarak muskularis propria’da yüzeyel tutulum yapan mesane tümörleri (T2a) papiller yapıdadır; patolojik olarak düz bir invazyon söz konusudur ve olguların sadece üçte birinde mesane duvarı lenfatik ve damarları tutulmuştur. Buna karşılık mesanenin muskularis propriasını daha derin invaze eden tümörler (T2b) genellikle solid veya nodüler yapıdadır ve invazyon parmaksı uzantılar tarzında içeri doğru olmaktadır. Olguların üçte ikisinde mesane duvarının lenfatikleri ve damarları tutulmuştur. Muskularis propria’yı yüzeyel olarak tutanlar, derin invazyon gösteren tümörlere göre daha düşük metastaz olasılığına sahiptir. 12.4.2.1 Evrelendirme nasıl yapılmalıdır İnvaziv mesane tümörü tanı ve evrelendirmesinde birkaç parametre kullanılabilir. Primer Tanı ve Semptomlar Ağrısız hematüri en yaygın bulgu olmasına rağmen bazı hastalarda acil işeme hissi (urgency), dizüri, pollaküri ve pelvik ağrı başvuru şikayeti olarak karşımıza çıkabilir. Pelvik ağrı ve tüm semptomlar ileri evre hastalıktaki üriner obstrüksiyona sekonder de oluşabilir. Fizik muayene Tablo 12.29. EORTC skorlama sisteminde toplam skora göre nüks ve progresyon olasılıkları Nüks skoru 1. yılda nüks olasılığı 5. yılda nüks olasılığı 0 1-4 5-9 10-17 Progresyon skoru 0 2-6 7-13 14-23 % 15 24 38 61 (%95 GA*) (10-19) (21-26) (35-41) (55-67) 1. yılda progresyon olasılığı % 0.2 1 5 17 (%95 GA) (0-0.7) (0.4-1.6) (4-7) (10-24) % 31 46 62 78 (%95 GA) (24-37) (42-49) (58-65) (73-84) 5. yılda progresyon olasılığı % 0.8 6 17 45 (%95 GA) (0-1.7) (5-8) (14-20) (35-55) Nüks risk grubu Düşük risk Orta risk Yüksek risk Progresyon risk grubu Düşük risk Orta risk Yüksek risk *GA; güven aralığı 491 XII. Üroonkoloji Tablo 12.30. Risk gruplarına göre takip protokolleri tablosu Düşük Orta Yüksek Tümör Durumu Sistoskopi Şeması Üst üriner sistem görüntüleme Soliter TaG1 3 cm den < İlk kontrol 3 ay sonra, İlk kontrol normalse 9 ay sonra ikinci ve sonra yıllık kontrol 5 yıldan sonra takibin kesilmesi Hematüri devam etmediği sürece gerekli değil Nüks ve progresyon Skoru=0 Tümör belirteçleri veya sitolojik takip tartışmalı Multiple TaG1-2 Büyük tümör 1-2 yıl boyunca her 3 ayda bir, 2 yıldan sonra 6 ayda veya yılda bir kez 3 ayda nüksü olanlar Sitoloji veya tümör belirteçleri kullanılabilir. Nüks skoru=1-9, Progresyon Skoru=2-6 Her nükste yeni baştan başlanır. Yüksek derece, CIS 2 yıl boyunca 3 ayda bir, 2 yıldan sonra 6 ayda bir. Hayat boyu yılda bir kez Sık nüks Aynı şekilde sitoloji ile takip Özellikle nüks açısından değerlendirme yapılmalıdır. 2 yıl boyunca yılda bir kez. Tümör belirteçleri kullanılabilir. Her nükste yeni baştan başlanır. Rektal ve kadınlarda vajinal bimanüel palpasyonu içermelidir. Palpe edilebilen pelvik kitle lokal ileri tümörü işaret edebilir. Bimanüel muayene TUR öncesi ve sonrası yapılmalı ve palpabl kitlenin pelvik duvara fiske olup olmadığı anlaşılmalıdır. Mesane görüntülenmesi Ultrasongrafi (US), intravenöz ürografi (IVU), Bilgisayarlı Tomografi (BT) ve Manyetik Rezonans (MR) görüntüleme yöntemleri ile mesane tümörü tanısı konabilir. Mesanedeki kitlenin sistoskopi ve biopsi ile gerçek tanısı doğrulanmalıdır. Üriner sitoloji ve üriner belirleyiciler (markerlar) İşenen idrar ya da mesane yıkama sıvısında dökülen kanser hücrelerinin araştırılması yüksek grade’ li tümör ve CIS tanısı için faydalı bir yöntemdir. Pozitif sitoloji kaliksler, üreter, mesane ya da proksimal uretra gibi üriner sistemin herhangi bir noktasındaki tümörden kaynaklanıyor olabilir. Sitoloji’de yalancı po- 492 zitiflik bulgusu üriner enfeksiyon, taş veya intravezikal instilasyonlar nedeniyle ortaya çıkabilir. Sitoloji’nin özgüllüğü tecrübeli ellerde %90’nın üzerindedir. Sitoloji taze beklememiş idrarda bakılmalıdır. Sabah alınan ilk idrar sitolizis ihtimali nedeniyle sitoloji için uygun değildir. İnvaziv mesane kanseri için spesifik bir belirleyici (marker) mevcut değildir. Ancak tümör grade’nin yüksek olması adeta bir marker gibi invaziv tümör için pozitif prediktif değer taşır. Sistoskopi Sistoskopi tümör boyutu, lokalizasyonu, görünümü (papiller/solid), mukoza anormal görünümü hakkında direkt bilgi verdiği gibi aynı zamanda eş zamanlı yapılan rezekiyonlar sayesinde tümör histolojisi hakkında da kesin bilgi verir. Sistoskopi ile tumor haritasının (sayı, boyut, lokalizasyon) çizilmesi (mesane diagramı) önerilmektedir. Fotodinami yüksek grade T1 tümör ve CIS tanılarında kullanılan değerli bir yöntemdir. Özellikle daha agresif tedavi gerektiren CIS için beyaz ışık sistoskopisine göre daha kolay tanı konulabilmektedir. Transuretral rezeksiyon (TUR) TUR’un en önemli amacı patolog tarafından kesin tanı konulmasını sağlayan tümör dokusunun rezeksiyonudur. 1 cm’den küçük tümörler enblok tek rezeksiyonla, daha büyük tümörler basamak basamak rezeke edilmelidir. Rezeksiyon tümörün altındaki kas tabakasını ve tümör kenarlarını içermeli (CIS açısından önemli) taban ve kenar rezeksiyonu ayrı ayrı patoloji kaplarında gönderilmelidir. büyük tümör varlığında, TUR materyalinde kas dokusu görülememişse, yüksek grade kasa invaze olmayan ya da T1 tümör tanısı konmuşsa ikinci defa TUR operasyonu yapılmalıdır. İkinci TUR’un ne zaman yapılacağı konusunda fikir birliği olmasa da çoğu yazarlar ilk TUR’dan 2-6 hafta sonra yapılmasını önermektedirler. İkinci rezeksiyon ilk tümör alanını da içermelidir. Mesane kanserinde evreleme için görüntüleme Random mesane ve prostatik uretra biyopsisi Tümör evresi ve grade’i hem prognozu hem de tedavi etkinliğini direkt etklilemektedir. Doğru tedavi seçimi için evrelemenin net olarak belirlenmesi gerekir. BT ve MR’ın kullanımı invaziv mesane kanseri evrelemesinde diğer görüntüleme yöntemlerinin yerini almıştır. Mesane tümörü sıklıkla multifokal özellikte olup aynı zamanda CIS ve displazi birlikteliği gösterebilir. Bu lezyonlar papiller olmayan, düz kırmızı kadifemsi ve inflamasyondan ayırd edilemeyen bir görünüme sahip olabilir. İnvaziv mesane kanserinin evrelendirilmesinde görüntülemenin amaçları şunlardır; Lokal tümör invazyonunun uzanımının değerlendirilmesi, tümörün lenf nodlarına yayılımının tespiti, tümörün üst üriner sisteme yayılımı ya da uzak organlara metastazının saptanmasıdır. Normal görünümlü mukozadan rastgele biyopsi yapılması random biyopsi olarak adlandırılır. İnvaziv mesane kanserinde lokal evreleme Fotoduyarlaştırıcı ajan 5-aminolevulinik asit veya daha sonra kullanımı kabul edilmiş EMA heksaminolevalinat (HAL)’ın intravezikal verilmesinden sonra mavi ışık kullanılan floresan sistoskopi sayesinde CIS tanısı daha kolay konulabilmektedir. Bu tanı floresan klavuzluğunda yapılan biyopsi ile kesinleştirilir. Bu yöntem klasik beyaz ışık sistoskopisine göre malign tümörlerde ve özellikle de CIS tanısında daha duyarlıdır. Ancak inflamasyon, yeni yapılmış TUR operasyonu ya da intravezikal instilasyon tedavileri bu yöntemin yüksek oranda yanlış pozitiflik sonucu vermesine neden olabilir. Son yapılan çok merkezli prospektif çalışmada bu yöntemin klasik sistoskopiye göre o kadar da yanlış pozitiflik oranının bulunmadığı tespit edilmiştir. Mesane boynu ya da trigon lokalizasyonlu multipl tümör ya da CIS ‘u olan olgular prostatik üretra tulumu açısından araştırmalıdır. Bu nedenle ya primer TUR ya da sistoprostatektomi öncesi frozen biyopsi ile bu bölgede tutulum olup olmadığına bakılmalıdır. Frozen inceleme yüksek negatif tahmin ettirici özelliği ile daha kesin bilgi verebilir. İkinci rezeksiyon İlk TUR operasyonundan sonra mesanede rezidüel tümör kalabilir. Hastalığın devamlılık göstermesi literatürde %33-53 oranında değişmektedir. Aynı zamanda ilk rezeksiyonda olduğundan daha düşük evre olarak ta tümör tanısı konmuş olabilir. Başlangıçta düşük evre olarak tanı almış tümörlerin aslında %4-25’i kas invaziv mesane tümörüdür. Tedavi şeklini ve başarısını direkt etkilediğinden evreleme doğru yapılmalıdır. Özetle inkomplet rezeksiyon yapılmışsa, multipl ya da BT ve MR görüntüleme perivezikal yağ dokusunun mikroskopik invazyonunu (T3a) tespit edemeyebilir. Ancak T3b ve daha ileri hastalık tanısı koyabilir. BT ile karşılaştırıldığında yumusak doku tutulumunu göstermesi açısından MR daha değerlidir. MR %7396 (ort:%85) arasında değişen oranlarda primer tümör evrelemesinde doğru tanı koyar ve %10-33 (ort. %19) oranında BT’ye üstünlük gösterir. Mesane tümörünün neovaskülarizasyon özelliği ve normal mesane duvar dokusuna oranla daha erken kontrast tutma özelliği sayesinde Hızlı dinamik kontrast MR tümörün çevre dokulardan ayırdedilmesinde olanak sağlar. Aynı zamanda bu MR tipi biyopsi sonrası oluşan reaksiyondan da tümör dokusunu ayırdedebilir. BT’nin en önemli avantajları tek nefes tutulması suresinde çekimin yapılabilmesi, perivezikal yağlı doku tutulumunu (T3b) tespit edebilmesidir. Ekstravezikal tümör yayılımını %55-92 oranında saptayabilmektedir. Ancak T2b ve T3a tümör evrelerini ayırmakta duyarlı değildir. Godalinyum’lu MR’ın nefrojenik sistemik fibrozis riski olduğu, bu yüzden iyojenik olmayan godalinyum kullanımından kaçınılması gerektiği literatürde vurgulanmıştır. Nodal tutulumun görüntülenmesi Normal boyutlardaki ya da minimal büyüme gösteren lenf nodlarının BT veya MR ile tespiti zor olabilir. BT’nin bu lenf nodlarını saptayabilme oranı %48-87 arasında değişmektedir. Benign patoloji nedeniyle BT nin özgüllüğü de düşüktür. 493 XII. Üroonkoloji .Günümüzde Pozitron Emisyon Tomografisi (PET)’nin mesane kanseri lenf nodu tutulumunun tespitiyle ilgili çalışmalar mevcuttur, ancak mesane kanserinde rutin kullanımı yoktur. INT 0080 çalışması dışındaki çalışmalar bu tedavinin %13 oranında ölüm riskini azalttığı, %5 oranında 5 yıllık sağkalım avantajı sağladığını tespit etti (Genel sağkalımı %45’ten %50’ye çıkarmakta (p:0.016) Ekstravezikal ürotelyal karsinoma İkinci metaanaliz 2004 yılında yayınlandı. 16 randomize çalışmanın 11’inde %5’lik 5 yıllık genel sağkalım avantajı sağladığı rapor edildi (%50’den %55’e). BT ürografi üst üriner sistem tutulumunda günümüzde sık kullanılan bir yöntemdir. IVU ile karşılaştırıldığında ürotelyal kanser tanısında üstünlük göstermektedir. Uzak metastazların tespiti Tedaviye başlamadan önce akciğer veya karaciğer gibi uzak metastazların tespiti BT veya MR ile yapılabilir. Kemik ve beyin metastazı nadir olduğundan herhangi bir semptom olmadan rutinde kemik ve beyin görüntülemesi yapılmaz. Ayrıca MR’ın kemik tutulumu tespitinde duyarlılığı ve özgüllüğü daha yüksektir (kanıt derecesi 2b) 12.4.2.2 Neoadjuvan kemoterapi (KT) kimlere uygulanmalı, hangi doz ve süre ile? Kas invaziv mesane kanserinin standart tedavisi radikal sistektomidir. Altın standart tedavi olmasına rağmen hastaların sadece % 50’sinde bu tedaviyle 5 yıllık sağkalım elde edilebilmektedir. Bu tatmin edici olmayan sonucu düzeltme amacıyla 1980’lerden beri perioparatif KT araştırılmaktadır. Neoadjuvan KT klinik olarak operasyona uygun kas invaziv (N0 M0) mesane tümörüne planlanan definitif cerrahi ya da radyoterapi öncesi uygulanabilecek bir tedavi yöntemidir. Sistektomi öncesi KT alan hastalar ile sistektomi sonrası KT alan grup arasında genel morbidite ve grade 3-4 komplikasyonların görülmesi açısından fark olmadığı randomize çalışmalarda tespit edilmiştir. Ancak preoperatif anemi ve nöropati neoadjuvan KT alan grupta daha sık görüldüğü saptanmıştır. Kombine Nordic çalışmalarında NCS1+NCS2(n:620) neoadjuvan KT’nin sistektomiyi negatif etkileyebilecek herhangi bir major etkisinin bulunmadığı saptanmıştır. Neoadjuvan KT ile ilgili ilk metaanaliz 2003 yılında yapıldı. 10 randomize çalışma ve 2688 hastayı içeriyordu. 2005 yılında yapılan metaanaliz 11 randomize çalışmayı içermekteydi (3005 hasta) ve 5 yılda net %5’lik sağkalım avantajı gösterildi. Nordic çalışmalarında sağkalımda 5 yılda %8’lik fayda sağlandığı bu durumun T3 için %11 olduğu belirtildi. En büyük randomize neoadjuvan KT calışması ise, “European Organization for Reseach and Treatment of Cancer”(EORTC) ve “British Medical Reseach Council” (MRC) tarafından yapılmıştır. Bu çalışmaya radikal sistektomi veya RT öncesi neoadjuvan tedavi olarak 3 kür sisplatin, metotreksat ve vinblastin (CMV) almış veya neoadjuvan tedavi almamış toplam 976 adet pT2T4a N0-X mesane tümörü hastası dahil edilmiştir. İlk 3 yılda neoadjuvan tedavi alan veya almayanlar arasında hastalığın seyrinde bir fark izlenmemiştir. Genel yaşam süresi, neoadjuvan tedavi alanlarda 3 yıl icin %55.5 iken; almayanlarda %50 olarak bulunmuştur (p = 0.075). Ancak daha uzun yaşam sürelerini inceleyen yenilenmiş analizde 5 yıllık yaşam sureleri arasında istatiksel olarak anlamlı fark olduğu rapor edilmiştir. Neoadjuvan KT grubunda 5 yıllık genel yaşam süresi %56 iken, neoadjuvan KT verilmeyenlerde bu oran %50 olarak saptanmıştır (p = 0.048). “Southwest Oncology Group” (SWOG) tarafından neoadjuvan MVAC tedavisi alan ve almayan sistektomi yapılmış pT2-T4a olguların sonuçları yayınlanmıştır. Bu çalışma, neoadjuvan MVAC tedavisinin sadece sistektomi yapılanlara göre %33 oranında ölüm riskini azalttığını göstermiştir. Yaşam sürelerindeki bu iyileşmenin esas olarak evre düşürülmesine bağlı olduğu düşünülmektedir. Ancak neoadjuvan KT’nin hastalığın seyri üzerine etkisini tam olarak göstermek, hangi hastaların KT’ye tam yanıt vereceğini bilemediğimizden mümkün olmamaktadır. Hem SWOG hem de EORTC/MRC çalışmalarında gösterilen yaşam için en önemli prognostik faktör, hastalarda pT0 durumunun elde edilmesidir. Bu Tablo 12.31. Neoadjuvan kemoterapi uygulamaları için kanıt dereceleri ÖNERİLER Sisplatin içeren kombine KT kas invaziv mesane kanserinde önerilmelidir Performans düzeyi ≥2 ve/veya bozulmuş renal fonksiyonu olan hastalarda önerilmemelidir lokalize kas invaziv N0 M0 hastalıkta tek başına KT önerilmemelidir 494 Öneri Derecesi A B A tam bir TUR-Tm veya KT ile elde edilebilir. SWOG çalışması, %50 olguda sistemik KT’ye gerek olmadığını göstermektedir. Ayrıca neoadjuvan KT verilmesi, KT’ye yanıtsız hastalarda radikal sistektomi gibi kesin bir tedavinin gecikmesine neden olabilir ki, bu durum oldukça tehlikelidir. Dolayısıyla risk faktörleri göz önüne alınarak neoadjuvan KT verilmesi daha uygun olacaktır. Uygun yaklaşım klinik olarak lokal ileri evredeki tümörlerde, evreyi düşürmek ve tüm görünür tümörleri çıkarmak için neoadjuvan KT verilmesi olacaktır. Neoadjuvan KT’ye yanıt veren veya az sayıda lenf nodu tutulumu olan hastalarda bu tedavi modalitesinin hastalığın seyri üzerine olumlu etkileri gösterilmiştir. Definitif tedavi sonrası lokal invazif mesane kanserli olgularda, KT verilmesinin yaşam süreleri üzerine olumlu etkileri bildirilmiştir. Ancak radikal sistektomi ve üriner diversiyon sonrası azalmış performans durumu tam doz KT alınmasını kısıtlayabilir. Literatürde CMV, CISCA (sisplatin, siklofosfamid, doksorubisin), MVEC, MVAC ile yapılmış çalışmalar bulunmaktadır. Ancak bu randomize çalışmaların gücünün yetersizliği, metodoloji hataları gibi nedenlerden dolayı adjuvan KT’nin etkinliği ile ilgili tartışmalar devam etmektedir. Tek başına radikal sistektomi ile sağkalım avantajı elde edilmesine karşın, önemli bir hasta grubunun 5 yıl içinde metastaz problemiyle karşılaşacağı göz önüne alındığında, sistemik KT verilmesinin hastalığın seyri üzerine olumlu etkilerinin olması beklenen bir durumdur. Ancak halen optimal zamanlama, verilecek tedavi rejimi ve dozu gibi konular üzerinde tartışmalar devam etmektedir. Dolayısıyla adjuvan KT’nin hastalığın seyri üzerine etkilerini değerlendirebilmek için yeni çalışmalara gerek vardır. sılığı sayesinde negatif lenf nodu tutulumu ve negatif cerrahi marjin gibi daha iyi patolojik durumun oluşması sayılabilir. Sonuç olarak son yapılan çalışmalar ve metaanalizler özellikle sisplatin içerikli neoadjuvan KT’nin %5-8 lik genel sağkalım avantajı sağladığı tespit edilmiştir. Bu yüzden lenf nod negatif, nonmetastatik (N0 M0) kas invaziv hastalıkta bu tedavi şekli düşünülebilir ve hastaya bir tedavi alternatifi olarak sunulabilinir (Tablo 12.31). 28 günde bir siklus tekrarlanır. Toplam 3 siklus verilmelidir. Avrupa kılavuzlarında performans düzey bozulmuş renal fonksiyonu olan hastalarda neoadjuvan KT kontrendike olduğu belirtilmektedir. Genel olarak lokalize kas invaziv N0 M0 hastalıkta tek başına KT önerilmemektedir (kanıt düzeyi 1) Özetle neoadjuvan KT avantajları aşağıdaki gibidir; 1-Erken dönemde mikrometastatik hastalık yükünü azaltmak 2-Muhtemel KT duyarlılığından yararlanmak, 3-Sistektomi sonrası uygulanması zor kemoterapi seçeneğini daha iyi tolere edilebilecek bir dönem olan sistektomi öncesinde uygulamak, 4-Mikrometastatik hastalığın KT’ye cevap verme ola- Ancak neoadjuvan KT’nin potansiyel dezavantajları vardır; 1-Klinik N0 M0 hastaların yaklaşık yarısında mikrometastatik hastalık olmadığından bu hastalar gereksiz KT’ye maruz kalmaktadır. 2-Evreleme hatası yapılmışsa fazladan tedavi yapılıyor olabilir 3-KT cevapsız hastalarda sistektomi operasyonu gereksiz yere gecikiyor olabilir 4-KT’nin yan etkileri nedeniyle cerrahi başarı ve üriner diversiyon etkilenebilir İlaçlar ve dozları Gemsitabin ve Sisplatin Gemsitabin 1000 mg/m² 1, 8 ve 15’nci günler Sisplatin 70mg/ m² 1’nci gün, tekrarı 28 günde bir toplam 4 siklus veya MVAC Metatraksat 30mg/ m² 1, 15, 22’nci günler Vinblastin 3 mg/ m² 2, 15 ve 22’nci günler Doksorubusin 30 mg/ m² 2’nci gün Sisplatin 70 mg/ m² 2’nci gün 12.4.2.3 Cerrahi Radikal Sistektomi lokalize kas invaziv mesane kanserinin standart tedavisidir. Performans durumu ve yaş gerek primer tedavi yöntemi gerekse üriner diversiyon tipinin seçiminde önemli rol oynar. Özellikle mesane kanseriyle birlikte komorbid hastalık varlığı sistektomi sonrası sağkalımı etkilemektedir. Sistektominin zamanında yapılmasının önemini vurgulayan 153 hastalık retrospektif çalışmada zamanında sistektomi yapılan hastalarla, primer tanıdan 90 güne varan gecikmeli sistektomi hastaları karşılaştırılmıştır. Sistektomiyi geciktirmenin ciddi ekstravezikal hastalığa ilerleme riski olduğu tespit edilmiştir (%52 ve %81). Sistektominin geciktirilmesi aynı zamanda üriner diversiyon tipini de etkilmektedir. Erken sistektomi yapılan hastalarda daha fazla yeni mesane (neobladder) yapma şansı vardır. Gecikmeli yapılan sistektomilerde ise ileal conduit daha sık yapılmaktadır. 495 XII. Üroonkoloji A. Radikal sistektomi temel endikasyon 1-Kas invaziv T2-T4a, N0-Nx, M0 hastalar 2-Yüksek riskli ve tekrarlayan kasa invaziv olmayan (yüzeyel) tümörler 3-BCG-rezistan CIS, T1G3 4-TUR ve intravezikal tedavi ile kontrol altına alınamayan büyük mesane tümörleri Salvaj (Kurtarma) Sistektomi Endikasyonları; 1-Konservatif tedaviye yanıt vermeyen, mesane koruyucu tedavilerden sonra tekrarlayan tümörler 2-RT ya da KT rezistan ürotelyal olmayan mesane tümörleri 3-Sadece palyasyon amaçlı rekürren makrohematüri, fistül ya da ağrı varlığında B. Mesane koruyucu yaklaşım; kime nasıl Mesane koruyucu yaklaşım Radikal TUR, RT ve KT’yi içermektedir Transuretral rezeksiyon İnvaziv mesane tümörü nedeniyle TUR yapılıp ikinci rezeksiyonda pT0 veya pT1 patolojisi gelen hastalar tek başına TUR tedavisi alabilirler. Bu hastaların yaklaşık yarısı rekürren kasa invaziv hastalık nedeniyle radikal sistektomiye gideceklerdir. Bu hastaların hastalığa özgü ölüm oranları %47’ye ulaşmaktadır. İnvaziv mesane tümöründe evreleme amaçlı yapılan TUR ile hastalık saptanmaması hastaların gereksiz sistektomiye gidişlerini önlemektedir. Salsona ve arkadaşları Radikal TUR ve negatif biopsi saptanan 133 hastalık prospektif çalışmalarında 15 yıllık takiplerini yayınladılar. Düzenli sistoskopi, biyopsiler ve saptanan bulgulara göre ek tedavi uyguladıkları seri’de %6.7 hastada ilk TUR’a göre daha düşük evre saptamışlardır. %30 hastada kasa invaze olmayan mesane tümörü saptayıp intravezikal tedavi uygulamışlar, %30 (n:40) hastada ise progresyon olduğunu ve 27 hastanın ise öldüğünü belirtmişlerdir. Bu sonuçlarla intakt mesane ile birlikte 5, 10, 15 yıllık kansere özgü sağkalım oranları sırasıyla %81.9, %79.5, ve %76.7, progresyonsuz sağkalım ise %75.5, %64.9, %57.8 olarak belirtilmiştir. Sınırlı büyüme gösteren ve yüzeyel kas tutulumu olan ve yeniden evreleme biyopsileri negatif mesane tümörü olan hastalar tek başlarına TUR ile tedavi olabilirler. Sistektomi için yeterli performansı olmayan, ya da mesane koruyucu tedavi yaklaşımını isteyen ya da açık cerrahiyi reddeden hastalarda TUR seçilebilecek bir tedavi yöntemidir. 496 Ancak unutulmamalıdır ki invaziv mesane tümörlü çoğu hastada TUR tek başına küratif bir tedavi seçeneği değildir (Kanıt düzeyi 2, öneri derecesi B) Eksternal radyoterapi Mesane kanserinde Eksternal radyoterapi mesane çevresi hareketli organları koruma amaçlı 1.5-2 cm güvenli sınır bırakılarak yapılmalıdır. Küratif RT dozu 60-66 Gy’dir ve bu doza ekternal RT ya da intersitisiyel brakiterapi ile ulaşılabilinir. Günlük doz 1.8-2 Gy olup 6-7 haftayı geçmemelidir. Günümüzde modern RT teknikleri ile mesane ve bağırsakta geç oluşan komplikasyonlar %5’ten az görülmektedir. RT’nin etkinliği tümör boyutu, hidronefroz varlığı ve yapılan TUR’un tümör yükünü maksimum azaltmış olmasına bağlıdır. İnvaziv mesane kanserinde RT’ye tam cevap olması halinde 5 yıllık genel sağ kalım %30-60, kansere özgü sağkalım ise %20-50 oranında değişmektedir. Eksternal RT, sistektomi için uygun olmayan invaziv mesane kanserinde tek başına ya da coklu (TUR+RT+KT) tedavi yönteminin bir basamağı olarak düşünülebilir (kanıt düzeyi 3) RT, TUR ile kontrol altına alınamayan, aşırı tümör büyümesinin neden olduğu makroskopik hematüri durumlarında kanamayı durdurma amaçlı kullanılabilir (kanıt düzeyi 3). Unutulmamalıdır ki cerrahi tedavi ya da çoklu tedavi tek başına RT ye göre daha etkin ve tercih edilmesi gereken bir tedavi yöntemidir (Öneri derecesi B) Kemoterapi (KT) İnvaziv mesane kanserinde tek başına KT’ye cevap nadiren görülmektedir. Bazı serilerde klinik tam cevap %56’lara ulaşmaktadır. KT rezeke edilebilir ya da rezeke edilemeyecek tümörlerde neoadjuvan olarak uygulanabilir. Prospektif çalışmalarda Neoadjuvan KT için 2-3 kür Metotraksat, Vinblastin, Adriamisin ve Sisplatin içerikli (MVAC) ya da Sisplatin, Metatraksat, Vinblastin içerikli (CMV) protokolünün kullanılmasının primer tümörün evresini küçültüğü tespit edilmiştir. Faz II ve Faz III çalışmalarda MVAC ile %12-50, Gemsitabin ve Sisplatin kombinasyonu (GC) ile %12-22 patolojik komplet cevap elde edilmiştir. Mesane koruyucu tedavi uygulanırken sistoskopi ve BT ile hastalar yakın takibe alınmalıdır. Seçilmiş hasta grubunda TUR ve sistemik sisplatin tabanlı KT( tercihen MVAC), intakt mesane avantajı ile birlikte hastaya uzun sağkalım sunabilir. Ancak bu yaklaşım rutin kullanımda önerilmemektedir (kanıt derecesi 2b). Ancak tek başına KT uygulanması invaziv mesane kanserinde primer tedavi yöntemi olarak önerilmemektedir (Öneri derecesi A) derecesi B). Çoklu mesane koruyucu tedavi (multimodalite tedavisi) 3-KT kas invaziv mesane kanserinde tek başına önerilmez (öneri derecesi A) Çoklu tedavi seneneği TUR, RT ve KT’yi içermektedir. KT ile mikrometastaz eradikasyonu amaçlanmaktadır. Bu amaçla MCV, Sisplatin ve/veya 5FU ve son zamanlarda radyasyon duyarlılaştırıcı etkisinden faydalanmak için gemsitabin RT kombinasyonu kullanılabilir. Literatürde TUR’u takiben Sisplatin tabanlı KT ve RT kombinasyonuna yanıt %60-80 arasında değişmektedir. Yeni küçük Faz I-II çalışmada gemsitabin içerikli çoklu tedavi ile 5 yıllık sağkalım %70.1 ve hastalıksız sağkalım %78.9 olarak tespit edilmiştir. Başka bir çalışmada TUR+RT+KT (n:331) kombinasyonu ile TUR+RT (n:142) kombinasyonu karşılaştırılmıştır. Radyokemoterapi grubunda median sağ kalım 70 ay iken RT grubunda 28.5 ay olarak saptanmıştır. Bu sonuçla kombine RT+KT nin net sağ kalım avantajı olduğu ortaya çıkmıştır. Uzun süre takipte sonuçlar evre, lenfatik invazyon varlığı, residüel tümör ve TUR’a başlangıç cevabına göre değişmektedir. TUR operasyonunun radikal olması gerekliliğinin önemi 82 hastalık TUR+RT+KT çalışmasında belirtilmiştir. Bu çalışmada başlangıçta radikal TUR yapılmayan grupta patolojik komplet cevabın düşük olduğu (%39) saptanmıştır. Ancak radikal TUR yapılan hastalarda %85 klinik cevap, %77 5 yıllık genel sağ kalım, %64.5 progresyonsuz sağ kalım tespit edilmiş, T3 ve T4 ile karşılaştırıldığında T2 hastalarında TUR sayesinde sağkalımda anlamlı düzelme tespit edilmiştir. Birkaç küçük çalışmada da 5 yıllık sağkalım %70 oranında saptanmıştır. Karşılaştırmalı birçok çalışmada ise bu oran %50-60 olarak tespit edilmiştir. En önemli prognostik faktör TUR’un komplet yapılmasıdır. Komplet cevap alınmayan hastalarda ise erken sistektomi yapılmalıdır. Mesane koruyucu çoklu tedavi uygulanan hastalar rekürrens ve invazyon açısından yakın olarak takip edilmelidir. Yapılan çalışmalar koruyucu tedaviyle sistektomiyi geciktiren hastalarda lenf nodu metastaz riskinin arttığı saptanmıştır. Tedavi başarısızlığı nedeniyle sistektomi yapılan hastaların %26’sında lenf nodu pozitifliği rapor edilmiştir. Kas invaziv tedavide çoklu tedavi seçeneği erken sistektomiyle karşılaştırılabilir uzun dönem sağkalım oranlarına sahiptir (kanıt düzeyi 3). Özetle 1-İnvaziv mesane tümöründe TUR tek başına standart tedavi yöntemi olarak kullanılmaz (öneri derecesi B) 2- RT’nin tek başına cerrahi tedaviden etkinliği daha azdır ve sistektomiye uygun olmayan hastalarda ya da çoklu tedavinin bir parçası olarak kullanılabilir (öneri 4-Cerrahi girişim ya da çoklu tedavi yöntemi tek başına RT’ye göre daha etkindir (öneri derecesi B) 5-Sistektomi seçeneğine uygun olmayan hastalarda çoklu tedavi yöntemi ancak iyi seçilmiş, iyi bilgilendirilmiş ve tedaviye uyumlu hasta grubunda yapılmalıdır (öneri derecesi B) C. Lenfadenektomi önemi ve lenfadenektomi sınırları Radikal sistektomiyle birlikte pelvik lenf nodu diseksiyonu (PLND) kas invaziv mesane tümörü için altın standart bir tedavidir. PLND sadece patolojik nodal tutulumun kesin tanısını koymaz, aynı zamanda hastalığa özgü sağkalımı da uzatır. Buna rağmen retrospektif çalışmalarda bu konu halen tartışmalıdır. Son çalışmalarda klasik PLND yerine genişletilmiş lenf nodu diseksiyonunun (GLND) sağkalıma daha fazla katkı sağladığı, gözden kaçabilecek mikrometastazların da bu sayede çıkarılabilecegini vurgulanmıştır. Lenf nodu tutulumu olan hastalarda, patolojik evre de hastalığın seyrinde önemli rol oynar. Genel olarak ele alındığında; lenf nodu pozitif organa sınırlı invaziv mesane tümörleri, lenf nodu pozitif olup organa sınırlı olmayanlara gore daha uzun sağkalım sürelerine sahiptirler. Organa sınırlı ve lenf nodu negatif olan hastalar en düşük rekürrens ve en uzun sağkalım sürelerine sahip iken, lenf nodu pozitif ve organa sınırlı olmayan mesane kanserleri en kısa rekürrens ve sağkalım sürelerine sahiptirler. Organa sınırlı olmayan ama lenf nodu negatif olan hastalar ise orta derecede rekürrens ve sağkalım sürelerine sahiptirler. Bunun ötesinde tutulan lenf nodu sayısı da, hastalığın doğal seyrinde etkili bir faktör olarak bulunmuştur. Lenf nodu tutulumu olan hastaların yaşam sürelerini araştıran en geniş seride, 10 yıllık uzun dönemli takiplerde tutulan lenf nodu sayısının önemli olduğu ve sağkalım açısından bağımsız bir prognostik faktor olarak bulunduğu bildirilmiştir. Bu çalışmada 8 veya daha az lenf nodu tutulumu olan hastalarda yaşam sürelerinin >8 lenf tutulumu olanlara gore daha uzun olduğu gösterilmiştir. 10 yıllık hastalıksız yaşam süresi 8 veya daha az lenf nodu tutulumu olan hastalarda %40 iken, >8 lenf tutulumu olanlarda sadece %10 olarak bulunmuştur. Ancak çıkartılması gereken lenf nodu sayısı hakkında henüz net bir görüş birliği bulunmamaktadır. Literatürde farklı sayılar bildirilmektedir. Buradaki esas dikkat edilmesi gereken nokta, mesane kanserinin lenfatik olarak yayılma ihtimalinin bulunduğu alanlardaki lenf nodlarının mümkün olduğunca tamamının çıkartılmasıdır. 497 XII. Üroonkoloji Sınırlı lenf nodu diseksiyonu genellikle obturator sinir ile eksternal iliak ven arasındaki lenfatik dokunun çıkartılmasıdır. Ancak bu yolla en fazla 10 lenf nodu çıkartılabilmektedir. Genişletilmiş lenf nodu diseksiyonunda ise, ana iliak damarın mediyalindeki presakral lenf nodlarının çıkartılması, lenfadenektominin aortik bifurkasyona kadar genişletilmesi hatta inferior mezenterik artere (IMA) kadar yapılması önerilmektedir. Aortik bifurkasyona kadar yapılan lenfadenektomide çıkartılan lenf nodu sayısı ortalama 15 ile 39 arasındadır. IMA’nın üst sınır alındığı diseksiyonlarda bu sayılar ortalama 43–56 arasındadır. Buradaki soru, çok sayıda lenf nodu çıkartmanın yaşam sürelerini nasıl etkileyeceğidir. Leissner ve arkadaşları organa sınırlı ve lenf nodu negatif 172 mesane kanseri olgusunda bu sorunun yanıtını araştırmışlardır. Bu çalışmada 16 ve üzerinde lenf nodu çıkartılan olgularda 5 yıllık hastalıksız yaşam oranının, daha az çıkartılanlara göre belirgin olarak arttığını göstermişlerdir (%85 vs %65). Bu oranlar pT3 hastalarda %40’a %55 ve 5 taneye kadar lenf nodu tutulumu olanlarda ise %25’e %53 olarak bulunmuştur. Bu çalışmada ilk 2 yıllık sürede, yaşam süreleri bir farklılık göstermemektedir. Bu durum mikrometastazlar’ın klinik olarak önemli hale geçmelerinin göreceli olarak uzun bir süreye ihtiyacı olduğuna işaret etmektedir. Herr ve arkadaşları da, N0 hastalarda çıkartılan lenf nodu sayısının yaşam sürelerine olumlu etkisi olduğunu gözlemlemişlerdir. Benzer sonuçlar NCI SEER verilerinin kullanıldığı 20.000 mesane tumörü olgusunda yapılan çalışmada da desteklenmiştir. Bu çalışmada 4 veya daha az lenf nodu çıkartılan hastalarda ölüm riski belirgin olarak yüksek bulunmuştur. Yaşam üstüne olan kuvvetli etkisinden dolayı cerrahi sırasında en az 10– 14 lenf nodu çıkartılması önerilmektedir. Benzer sonuçlar Poulsen ve arkadaşları tarafından da elde edilmiştir. Organa sınırlı, lenf nodu negatif tümörlerde 5 yıllık hastalıksız yaşam oranı genişletilmiş lenf nodu diseksiyonu yapılanlarda %85 iken, sınırlı diseksiyon olgularında ise %64 olarak gözlemlenmiştir. Herr ve arkadaşları tarafından yapılan bir başka çalışmada neoadjuvan KT sonrası radikal sistektomi yapılan mesane tümörlu hastalarda 10 veya daha fazla lenf nodu çıkartıldığında yaşam süresinin belirgin olarak uzadığı gösterilmiştir. Yine aynı araştırmacının bir başka çalışmasında çıkartılan lenf nodu sayısının lokal nüks üzerine etkisi araştırılmıştır. Bu çalışmada 0–5 arasında lenf nodu çıkartılanlarda, lokal nüks oranının 14’den daha fazla lenf nodu çıkartılanlara göre 4 kat arttığı (%17 vs %4) bulunmuştur. Benzer şekilde Leissner ve arkadaşları 15 ve daha az lenf nodu çıkartılanlara göre, >15 lenf nodu çıkartılanlarda lokal nüks oranlarının daha düşük olduğunu bildirmişlerdir (%27’ye karşı %17). Bu bulgular çıkartılan lenf nodu sayısı arttıkça lokal nüks oranlarının azaldığını göstermektedir. Çıkartılan lenf nodu sayısı kadar tutulan lenf nodunun sayısının da prognostik önemi olmasından dolayı, lenf nodu dansitesi konsepti geliştirilmiştir. Lenf nodu dansitesi, 498 tutulan lenf nodu sayısının çıkartılan lenf nodu sayısına oranı olarak tanımlanır. Eğer pozitif lenf nodu sayısı ve tutulan lenf nodu sayısı önemli prognostik faktör olarak kabul ediliyorsa, lenf nodu dansitesinin de prognostik önemi olması beklenen bir durumdur. Stein’in çalışmasında lenf nodu dansitesi %20 ve daha az olanlarda 10 yıllık hastalıksız sağ kalım %43 iken, %20’nin uzerinde olanlarda bu oran %10’dur. Herr ve arkadaşlarının ve SEER verilerinin kullanıldığı Konety ve arkadaşlarının çalışmalarında da benzer sonuçlar bildirilmiştir. Bu bulgular net olarak lenf nodu dansitesinin prognostik önemini göstermektedir. Lenf nodu dansitesi, lenf nodu pozitif hastaları risk gruplarına gore sınıflama olanağını sağlamaktadır. Bu ise belki de gelecekte yapılacak yeni sınıflama sistemleri icin faydalı olabilir. Ayrıca bu konseptin kullanılması, genişletilmiş lenf nodu diseksiyonu standardize olmadığı için ortaya çıkan uyumsuzlukları azaltarak, gelecekte yapılacak çalışmalara veya adjuvan tedaviye karar vermede katkı sağlayabilir. 2002 TNM sınıflamasına gore, lenf nodu tutulumu, tutulan lenf nodu sayısı ve metastatik nodun büyüklüğüne göre N0, N1, N2 ve N3 olmak üzere kategorize edilmektedir. Vieweg ve arkadaşları, Memorial Sloan Kettering Hastanesinde radikal sistektomi olan 686 hastalık bir seride, lenf nodu pozitif mesane kanserli hastaların primer evresinin sonuçlar üzerine etkisini incelemişlerdir. Organa sınırlı N0 ve N1 hastalar arasında yaşam süreleri arasında istatiksel olarak anlamlı farklılık izlenmez iken; organa sınırlı olmayan olgularda N0 ve N1 hastalar arasında yaşam süreleri, istatiksel olarak anlamlı derecede farklılık göstermektedir (p = 0.027). Otörler organa sınırlı N1 hastaların radikal sistektomiden ve pelvik lenf nodu diseksiyonundan aynı evredeki ve N0 hastalar gibi fayda görecekleri sonuçuna varmışlardır. Bununla beraber, Fleishman ve arkadaşları yaptıkları çalışmada ekstrakapsuler yayılımı olan, N1 ve N2 hastalarda yaşam süreleri açısından bir fark olmadığını bildirmişlerdir. İntraoperatif lenf nodu pozitif çikan hastada ne yapalim? Sistektomi ve pelvik lenfadenektomi sırasında hastaların yaklaşık 1/3-1/4’ünde nodal metastaz saptanmaktadır. Daha kesin evreleme için yapılan lenfadenektomi aynı zamanda bazı hastalarda mikrometastatik hastalığı da tedavi etmektedir. Ancak sistektomi sırasında yapılan lenfadenektominin ne olacağı konusunda fikir birliği yoktur. Klasik lenfadenektomi eksternal iliak, obturator ve mümkünse internal iliak lenf nodlarını içerirken bazı yazarlar sadece obturator lenf nodu ile lenfadenektomiyi sınırlı tutarlar. Abol-Enein ve arkadaşları obturator ve internal iliak lenf nodlarının mesane kanserinin sentinal lenf drenajı olduğunu, eğer bu lenf nodlarında tutulum yoksa daha yukardaki lenf nodlarına diseksiyon yapmanın anlamsız olduğu rapor ettiler. Ancak Thurairaja ve arkadaşları intraoperatif frozen incelemenin bir takım eksiklikleri olduğunu, tüm sistektomilerde ek olarak genişletilmiş lenfadenektomi yapılması gerektiğini savunmuşlardır. Adsan ve arkadaşları ise çok merkezli çalışmalarında sistektomi esnasında yapılan frozen incelemenin güvenilir olduğunu, kabul edilebilir pozitif ve negatif prediktif değerleri olduğunu ortaya koydular. Diversiyon tipi seçilirken dikkat edilmesi gereken parametreler şunlardır; Baltacı ve arkadaşları prospektif çalışmalarında radikal sistektomi ve genişletilmiş lenfadenektomi yapılan 118 hastayı incelediler. Radikal sistektomiyle eş zamanlı obturator lenfadenektomi materyalinin frozen incelemesinin diger lenf nodlarının tutulumu ile ilgili güvenilir bilgi verdiğini tespit ettiler. Sağ obturator lenf nodu için duyarlılık, ögüllük, pozitif ve negatif prediktif değerler sırasıyla %94.7, %100, %100 ve % 99 iken, sol obturator lenf nodu için bu değerler %86.7, %100, %100, %98.7 olarak bulunmuştur. Bu çalışmada 28 hastada obturator lenf nodu pozitifliği ve bu hastalarında %50’sinden fazlasında diğer lenf nodlarında tutulum saptanmıştır. Buna rağmen 90 hastada obturator lenf nodu tutulumu olmadığı halde bu hastaların 15 (%16.7) sinde diğer bölgelerde lenf nodu pozitifliği tespit edilmiştir. Yani sadece obturator lenf nodu tutulumu olmadığı tespit edilip lenfadenektomi sonlandırılırsa %16.7 ihtimalle geride kalan nodlarda tutulum bırakılmış demektir. a-Seksüel fonksiyon Eğer lenfadenektomi obturator ve eksternal lenf nodlarını içermiş ve bu nodlarda tutulum tespit edilmemişse diger nodlarda tutulum ihtimali %8.9 olarak tespit edilmiştir. Eger lenfadenektomi presakral ve common iliak nodları içermiş ve bunlarda tutulum yoksa yukardaki nodlarda lenf nodu pozitifliği ihtimali %4.4 olarak saptanmıştır. Bu çalışmada genişletilmiş lenfadenektominin morbiditesi göz önünde bulundurulduğunda sadece obturator lenfadenektomi yapılmasıyla %16.7 ihtimalle diğer bölgelerdeki tutulumun ihmal edilebileceği vurgulanmıştır. 1-Yaşam kalitesinin hangi diversiyon tipinden nasıl etkileneceği belirlenmelidir. Bu belirlemede rol oynayacak parametreler; b-Üriner inkontinans c-Değişen vücut imajı 2-Preoperatif tümör evresi 3-Hasta Yaşı (>75 yaşta inkontinan diversiyon tercih edilmekte) 4-Hasta ve doktor beklentileri 5-Hastanın fonksiyonel kapasitesi/morbiditesi (Bu yönden durumu kötü olanlarda inkontinan diversiyon tercih edilmekte) 6-Sosyoekonomik durum 7-Üroloğun diversiyon tiplerindeki tecrübesi 8-Diversiyon tipine göre oluşacak muhtemel komplikasyonlar 9-Hastanın ellerini kullanma becerisi (kontinan diversiyonda TAK yapabilmesi) 10-Nörolojik ve/veya psikiyatrik hastalık varlığı 11-Sınırlı yaşam beklentisi (ortotopik diversiyon yapılması mantıklı değil) 12-Bozulmuş karaciğer veya renal fonksiyon D. Diversiyon 13-Uretral veya diğer cerrahi sınırda tümör varlığı (ortotopik diversiyon gibi kompleks diversiyonlar kontrendike) Sistektomi Sonrası anatomik olarak 3 farklı diversiyon tipi seçilebilir. Erkek ve Kadında Ortotopik Üriner Diversiyon Kontrendikasyonları 1-Abdominal diversiyon: Üreterokutanostomi, ileal veya kolonik konduit ve çeşitli kontinan pouchlar. 1-Kadında mesane boynunda, erkekte uretrada tümör varlığı 2-Uretral Diversiyon: Gastrointestinal segmentler kullanılarak uretraya ağızlaştırma yapılması (ortotopik mesane substitüsyonu) 2-Nörolojik ve/veya psikiyatrik hastalık varlığı 3-Rektosigmoid Diversiyon: Ürtetero(ileo)-rektostomi 4-Bozulmuş karaciğer veya renal fonksiyon Abdominal ve rektosigmoid diversiyonda üreterler direkt olarak üreterokütenostomi ya da üreterorektosigmoidostomi şeklinde veya apendiks, ileum veya kolon gibi intestinal segment aracılığıyla diverte edilebilir. Geniş serilerde en sık uygulanan abdominal diversiyon tipinin üreteroileokutanostomi veya Bricker ileal conduit olduğu belirtilmiştir. 5-Preoperatif RT görülmesi 3-Sınırlı yaşam beklentisi (ortotopik diversiyon yapılması mantıklı değil) 6-Kompleks uretral darlık 7-Uretral sfinkterle ilişkili inkontinans varlığı Diversiyon hastalarında takip nasıl olmalı, hangi incelemeler gerekli 499 XII. Üroonkoloji Mide, ileum, kolon ve apendiks diversiyonda kullanılacak segmentler arasında sayılabilir. radyasyon almış kadınlara inkontinan ve stomal stenoz oranın %18 lere vardığı tespit edilmiştir. Sistektomi ve diversiyon sonrası intestinal konplikasyonların önlenmesi açısından erken mobilizasyon, erken oralizasyon, ve/veya metaklopromid veya sakız çiğneme gibi gastrointestinal stimülasyon manüplasyonları yapılmalıdır. c. Üreterokolonik diversiyon Diversiyon tipleri a. Üreterokutanostomi Ürteterin abdominal duvara anaostomozu en basit diversiyon tipidir. Güvenli bir prosedür olduğundan özellikle intestinal diversiyon komplikasyonlarını kaldıramıyacak yaşlı ve düşkün hastalarda tercih edilir. Ancak bu diversiyonun en önemli komplikasyonu üreterin dar çapı olması nedeniyle stoma stenozu’dur. En eski diversiyon tipidir. Başlangıçta refluksif iken daha sonraları yeni kullanılan teknikler ile antireflüksif üreter anastomozu yapılabilmektedir. En önemli komplikasyonu üst üriner sistem enfeksiyonu ve uzun sürede gelişen kolon kanseridir. Kanser gelişme oranı literatürde %2-29 arasında değişmektedir. Sık dışkılama ve acil işeme ihtiyacı ise bu diversiyonda görülen en sık şikayetlerdir. İleum segmentinin üreter ve rektum/sigmoid arasına interpozisyonu sayesinde ürotelyum ve kolonik mukozanın idrar ve feçesle direk teması önlenebilir. d. Ortotopik yeni mesane Kısıtlı karşılaştırmalı çalışmalar, literatürdeki eski çalışmalar ve klinik tecrübeler göstermiştir ki ileal konduitle karşılaştırıldığında bu diversiyon tipinde cilt seviyesi üreter stoma daralması ve üriner sistem enfeksiyonu daha fazla görülmektedir. Üretra ile intestinal segmentten yapılan Ortotopik yeni mesane günümüzde hem erkek hem de kadın hastalarda uygulanabilmektedir. Günümüzde uzun dönemde güvenilir sonuçları olması nedeniyle sık tercih edilen bir yöntem haline gelmiştir. En sık kullanılan segment terminal ileum olmakla birlikte asendan kolon, çekum ve sigmoid kolon da tercih edilebilir. Erken ve geç morbidite oranı %22 oranında rapor edilmiştir. %8-10 diürnal, %20-30 noktürnal inkontinans komplikasyonları vardır. %3-18 üreterointestinal komplikasyon, %4-12 üriner retansiyon, %1.5-7 oranında da üretral rekürrens görülmektedir. İleal Konduit e. Üriner diversiyon komplikasyonları Bu diversiyon tipinin daha iyi bilinen ve tahmin edilen komplikasyonları vardır. Literatürde %48 in üstüne çıkabilen üriner sistem enfeksiyonu, pyelonefrit, üreteroileal kaçak ve stenoz gibi komplikasyonlar görülebilir. Zamanla birlikte diversiyona bağlı komplikasyonlar artabilir. En sık görülen komplikasyonlar; Uzun süreli takipte en önemli komplikasyon vakaların yaklaşık %25’ünde görülebilen stomal komplikasyonlardır. Bu komplikasyona sekonder %30 hastada üst üriner sistem etkilenmektedir. 2-Ürolithiasis Son yapılan retrospektif çalışmada 16 aylık median takip neticesinde üreterokutanostominin ileal veya kolon konduitine göre daha düşük komplikasyon oranına sahip olduğu tespit edilmiştir. Berne’e ait 131 hastalık seride hastalar daha uzun süre takip edilmiştir (minimum 5 yıl, median 98 ay). 5 yılda görülen komplikasyonlar %45 iken, 15 yılda bu oran %94 olarak tespit edilmiştir. Hastaların % 50’sinde üriner sistem değişiklikleri, %38’inde ise ürolithiasis tespit edilmiştir. b. Kontinen kutanöz diversiyon Gastrik, ileoçekal, sigmoid ve en sık detubularize ileal reservuar düşük basınç avantajı nedeniyle kontinan kutanöz diversiyon olarak kullanılabilir. Bu diversiyonla gece boyu kontinan kalma oranı %93’lere ulaşmaktadır. 800’ün üstünde hasta içeren bir çalışmada stomal stenoz oranı apendiksle %23.5, intusepsiyone ileal nipple ile %15 olarak saptanmıştır. Bu poş tipinde %10 oranında taş oluşmaktadır. Yapılan çalışmalarda önceden 500 1-Semptomatik üriner enfeksiyon 3-Üreterointestinal anastomoz stenozu ve renal fonksiyon kaybı 4-Konduit stoma’sına ait komplikasyonlar 5-Yeni mesane hastalarında üriner retansiyon, gündüz ya da gece inkontinansı İleal konduitte ilk 5 yıl da komplikasyon riski %15, 10, 15 ve >15 yıldan sonra sırasıyla %50, %54, %94 oranında dır. Metabolik komplikasyonlar Metabolik komplikasyonlar seçilen gastrointestinal segmente göre değişir. İleum ya da kolon kullanımında görülen hiperkloremik metabolik asidoz barsak malabsorbsiyonu ve idrarla barsak mukozasının temasına bağlıdır. Bu komplikasyon kontinan diversiyonlarda daha sık görülür. En sık ta üreterosigmoidostomi de görülür. Mide, diversiyon için kullanıldığında hipokloremik metabolik alkaloz ve ülserasyona bağlı hematüri görülebilir. Metabolik asidoz Metabolik asidoz genellikle kullanılan intestinal segment tipi ve uzunluğuna bağlıdır. Semptomların ciddiyeti ve derecesi hastanın yaşına ve metabolik kompansasyon kapasitesine bağlıdır. Bu komplikasyon ileal konduit’te ≤%15, kontinan diversiyonda ise ≤%50 oranında görülmektedir (kanıt derecesi 3). Erken postoperatif dönemde görülen metabolik asidoz ortotopik diversiyonu olan hastada işeme sonrası rezidü miktarının fazla oluşuna, üriner enfeksiyon varlığına ve azalmış renal fonksiyona bağlı olarak görülebilir. Metabolik asidozun semptomları arasında bulantı, düşkünlük, zayıflama, son olarak kusma ve derin soluk alma sayılabilir. Metabolik asidozun akut komplikasyonları hiperventilasyon, serum elektrolit dengesizliği, baz açığına bağlı gelişen ve acil intravenöz alkalizasyon gerektiren kardiak aritmi dir. Kronik komplikasyonu ise hipokalsemi ve osteoklastik aktivite artışına bağlı osteopeni ya da osteoporozdur. Bu komplikasyonun profilaktik potasyum sitrat verilerek önüne geçilebilir. Metabolik asidoz için erken postoperatif dönemde tanı amaçlı Na, K, HCO3, kan pH’sı bakılmalı, yine erken dönemde Sodyum bikarbonat 2-6 gr/gün verilmelidir. Metabolik asidozun zamanlaması ve derecesi değişkenlik gösterir. Radikal sistektomiden sonraki ilk bir yıl boyunca düzenli olarak, sonraki yıllarda 6-12 ayda metabolik asidoz takibi yapılmalıdır (öneri derecesi C) f. Takip Üriner diversiyon sonrası onkolojik kontrol haricinde hastalar cerrahi komplikasyonlar, metabolik ve sekonder maliniteler açısından takip edilmelidir. En önemli cerrahi komplikasyon üreteroenterik anastomoz stenozu’na bağlı obstrüksiyon ve üst üriner sistem dilatasyonu’dur. Literatürde bu oran % 2-30 arasında değişmektedir. Dilatasyon reflü’ye bağlı da gelişebilir. Dilatasyon’un en kolay tespiti Ultrasonografi(US) ile olmaktadır. Günümüzde fonksiyonel obstrüksiyon tanısı ise MAG3 (merkaptoasetil triglisin) ile konulabilmektedir. A,D,E,K vitamin eksikliği: İleum rezeksiyonuna bağlı malabsorbsiyon ve yağda eriyen bu vitaminlerin eksikliği göülebilir. Vitamin B12 Eksikliği: Terminal ileum’un çıkarılmasıyla birlikte B12 vitamini eksikliği oluşabilir. Özellikle terminal ileum’u 20 cm’den fazla çıkarılmış hastalarda B12 ölçümü yapılmalıdır. B12 vitamini eksikliği megaloblastik anemi ve nöropati ile sonuçlanabilir. Ancak unutulmamalıdır ki vücuttaki B12 depoları birkaç yıl yetebilir. Genel olarak radikal sistektomi’den 3-5 yıl sonra ilk B12 ölçümü ve daha sonrada yıllık ölçümler yapılarak yerine koyma tedavisi başlatılabilir. Eksiği yerine koyma tedavisi ömür boyu devam edecektir. Okunması önerilen kaynaklar İnvaziv Mesane Kanseri Giriş Landis SH, Murray T, Bolden S, et al. Cancer statistics, 1999. CA Cancer J Clin. 1999;49:8–31. Bryan RT, Hussain SA, James ND, et al. Molecular pathways in bladder cancer: part 1. BJU Int. 2005;95 (4):485–490. Parkin DM, Pisani P, Ferlay J. Global cancer statistics, 2002. CA Cancer J Clin. 2005;55 (2):74–108. Cancer statistics registration: OPCS-a publication of the goverment Statistical Service. OPCS 2001. Lutzeyer W, Rubben H, Dahm H. Prognostic parameters in superficial bladder cancer: an analysis of 315 cases. J Urol. 1982;127 (2):250–252. Althausen AF, Prout GR Jr, Daly JJ. Non-invasive papillary carcinoma of the bladder associated with carcinoma in situ. J Urol. 1976;116 (5):575–580. Ahmed HU, Arya M, Patel HRH. Bladder carcinoma: understanding advanced and metastatic disease with potential molecular therapeutic targets. Expert Rev Anticancer Ther. 2005;5 (6):1011–1022. Prout G, Marshall VF. The prognosis with untreated bladder tumors. Cancer 1956; 9 (3):551–558. Raghavan D, Shipley WU, Garnick MB, et al. Biology and management of bladder Cancer. N Engl J Med. 1990;322:1129–1138.Evrelendirme Nasıl Yapılmalıdır Fossa SD, Ous S, Berner A. Clinical significance of the ‘palpable mass’ in patients with muscle infiltrating bladder cancer undergoing cystectomy after pre-operative radiotherapy. Br J Urol 1991 Jan;67(1):54-60. Wijkström H, Norming U, Lagerkvist M, et al. Evaluation of clinical staging before cystectomy in transitional cell bladder carcinoma: a long-term follow-up of 276 consecutive patients. Br J Urol 1998 May;81(5):686-91. Raitanen M-P, Aine R, Rintala E, et al. FinnBladder Group. Differences between local and review urinary cytology and diagnosis of bladder cancer. An interobserver multicenter analysis. Eur Urol 2002 Mar;41(3):284-9. Lokeshwar VB, Habuchi T, Grossman HB, et al. Bladder tumor markers beyond cytology: international consensus panel on bladder tumor markers. Urology 2005 Dec;66 (6 Suppl 1):35-63. Van Rhijn BW, van der Poel HG, van der Kwast Th. Urine Markers for bladder cancer surveillance: a systematic review. Eur Urol 2005 Jun;47(6):736-48. Stenzl A, Burger M, Fradet Y, et al. Hexaminolevulinate guided fluorescence cystoscopy reduces recurrence in patients with nonmuscle invasive bladder cancer. J Urol 2010 Nov;184(5):1907-13 May F, Treiber U, Hartung R, et al. Significance of random bladder biopsies in superficial bladder cancer. Eur Urol. 2003 Jul;44(1):47-50. Fradet Y, Grossman HB, Gomella L, et al; PC B302/01 Study Group A comparison of hexaminolevulinate fluorescence cystoscopy and white light cystoscopy for the detection of carcinoma in situ in patients with bladder cancer: a phase III, multicenter study. J Urol 2007 178(1):68-73 Grossman HB, Gomella L, Fradet Y, et al; PC B302/01 Study Group. A phase III, multicenter comparison of hexaminolevulinate fluorescence cystoscopy and white light cystoscopy for the detection of superficial papillary lesions in patients with bladder cancer. J Urol 2007 Jul;178(1):62-7. Schmidbauer J, Witjes F, Schmeller N, et al. Hexvix PCB301/01 Study Group. Improved detection of urothelial carcinoma in situ with hexami- 501 XII. Üroonkoloji nolevulinate fluorescence cystoscopy. J Urol 2004 Jan;171(1):135-8. Jichlinski P, Guillou L, Karlsen SJ, et al. Hexyl aminolevulinate fluorescence cystoscopy: new diagnostic tool for photodiagnosis of superficial bladder cancer-a multicenter study. J Urol 2003 Jul;170(1):226-9. Matzkin H, Soloway MS, Hardeman S. Transitional cell carcinoma of the prostate. J Urol 1991 Nov;146(5):1207-12. Mungan MU, Canda AE, Tuzel E, et al. Risk factors for mucosal prostatic urethral involvement in superficial transitional cell carcinoma of the bladder. Eur Urol 2005 Nov;48(5):760-3. Kassouf W, Spiess PE, Brown GA, et al Prostatic urethral biopsy has limited usefulness in counseling patients regarding final urethral margin status during orthotopic neobladder reconstruction. J Urol 2008 Jul;180(1):164-7 Walsh DL, Chang SS. Dilemmas in the treatment of urothelial cancers of the prostate. Urol Oncol 2009 Jul-Aug;27(4):352-7. Lebret T, Herve JM, Barre P, et al. Urethral recurrence of transitional cell carcinoma of the bladder. Predictive value of preoperative latero-montanal biopsies and urethral frozen sections during prostatocystectomy. Eur Urol 1998;33(2):170-4. Brausi M, Collette L, Kurth K, et al. EORTC Genito-Urinary Tract Cancer Collaborative Group. Variability in the recurrence rate at first follow-up cystoscopy after TUR in stage Ta T1 transitional cell carcinoma of the bladder: a combined analysis of seven EORTC studies. Eur Urol 2002 May;41(5):523-31. Miladi M, Peyromaure M, Zerbib M, et al. The value of a second transurethral resection in evaluating patients with bladder tumours. Eur Urol 2003 Mar;43(3):241-5. Jakse G, Algaba F, Malmström PU, et al. A second-look TUR in T1 transitional cell carcinoma: why? Eur Urol 2004 May;45(5):539-46. Brauers A, Buettner R, Jakse G. Second resection and prognosis of primary high risk superficial bladder cancer: is cystectomy often too early? J Urol 2001 Mar;165(3):808-10. Schips L, Augustin H, Zigeuner RE, et al. Is repeated transurethral resection justified in patients with newly diagnosed superficial bladder cancer? Urology 2002 Feb;59(2):220-3. Barentsz JO, Jager GJ, van Vierzen PB, et al. Staging urinary bladder cancer after transurethral biopsy: value of fast dynamic contrast-enhanced MR imaging. Radiology 1996 Oct;201(1):185-93. Mallampati GK, Siegelman ES. MR imaging of the bladder. Magn Reson Imaging Clin N Am 2004 Aug;12(3):545-55. Thomsen HS. Nephrogenic systemic fibrosis: history and epidemiology. Radiol Clin North Am 2009 Sep;47(5):827-31. Kundra V, Silverman PM. Imaging in oncology from the University of Texas M. D. Anderson Cancer Center. Imaging in the diagnosis, staging, and follow-up of cancer of the urinary bladder. AJR Am J Roentgenol 2003 Apr 180(4):1045-54. Kim B, Semelka RC, Ascher SM, et al. Bladder tumor staging: comparison of contrast-enhanced CT, T1- and T2-weighted MR imaging, dynamic gadolinium-enhanced imaging, and late gadoliniumenhanced imaging. Radiology 1994 Oct;193(1):239-45. Kim JK, Park SY, Ahn HJ, et al. Bladder cancer: analysis of multi-detector row helical CT enhancement pattern and accuracy in tumor detection and perivesical staging. Radiology 2004 Jun;231(3):725-31. Jager GJ, Barentsz JO, Oosterhof GO, et al. Pelvic adenopathy in prostatic and urinary bladder carcinoma: MR imaging with a three-dimensional TI-weighted magnetization-prepared-rapid gradientecho sequence. AJR Am J Roentgenol 1996 Dec;167(6):1503-7. Yang WT, Lam WW, Yu MY, et al. Comparison of dynamic helical CT and dynamic MR imaging in the evaluation of pelvic lymph nodes in cervical carcinoma. AJR Am J Roentgenol 2000 Sep;175(3): 759-66. Kim SH, Kim SC, Choi BI, et al. Uterine cervical carcinoma: evaluation of pelvic lymph node metastasis with MR imaging. Radiology 1994 Mar;190(3):807-11. Kim SH, Choi BI, Lee HP, et al. Uterine cervical carcinoma: comparison of CT and MR findings. Radiology 1990 Apr;175(1):45-51. Oyen RH, Van Poppel HP, Ameye FE, et al. Lymph node staging of localized prostatic carcinoma with CT and CT-guided fine-needle aspiration biopsy: prospective study of 285 patients. Radiology 1994;190(2):315-22. Barentsz JO, Engelbrecht MR, Witjes JA, et al. MR imaging of the male pelvis. Eur Radiol 1999;9(9):1722-36. Grimm MO, Steinhoff Ch, Simon X, et al. Effect of routine repeat transurethral resection for superficial bladder cancer: a long-term observational study. J Urol 2003 Aug;170(2 Pt 1):433-7. Dorfman RE, Alpern MB, Gross BH, et al. Upper abdominal lymph nodes: criteria for normal size determined with CT. Radiology 1991 Aug;180(2):319-22. Divrik RT, Yildirim Ü, Zorlu F, et al. The effect of repeat transurethral resection on recurrence and progression rates in patients with T1 tumors of the bladder who received intravesical mitomycin: a prospective, randomized clinical trial. J Urol 2006 May;175(5):1641-4. Swinnen G, Maes A, Pottel H, et al. FDG-PET/CT for the Preoperative Lymph Node Staging of Invasive Bladder Cancer. Eur Urol 2010 Apr;57(4):641-7. Jahnson S, Wiklund F, Duchek M, et al. Results of Second-look resection after primary resection of T1 tumour of the urinary bladder. Scand J Urol Nephrol 2005;39(3):206-10. Kibel AS, Dehdashti F, Katz MD, et al. Prospective study of [18F] fluorodeoxyglucose positron emission tomography/computed tomography for staging of muscle-invasive bladder carcinoma. J Clin Oncol 2009;10;27(26):4314-20. Damiano R, Di Lorenzo G, Cantiello F, et al. Clinicopathologic features of prostate adenocarcinoma incidentally discovered at the time of radical cystectomy: an evidence-based analysis. Eur Urol 2007 Sep;52(3):648-57. Cowan NC, Turney BW, Taylor NJ, et al. Multidetector computed tomography urography (MDCTU) for diagnosing upper urinary tract urothelial tumour. BJU Int 2007 Jun;99(6):1363-70. Gakis G, Schilling D, Bedke J, et al. Incidental prostate cancer at radical cystoprostatectomy: implications for apex-sparing surgery. BJU Int 2010 Feb;105(4):468-71. Van Der Molen AJ, Cowan NC, Mueller-Lisse UG, et al. CT Urography Working Group of the European Society of Urogenital Radiology (ESUR). CT urography: definition, indications and techniques. A guideline for clinical practice. Eur Radiol 2008 Jan;18(1):4-17. Jewett HJ. Proceedings: Cancer of the bladder. Diagnosis and Staging. Cancer 1973 Nov;32(5): 1072-4. Paik ML, Scolieri MJ, Brown SL, et al. Limitations of computerized tomography in staging invasive bladder cancer before radical cystectomy. J Urol 2000 Jun;163(6):1693-6. Barentsz JO, Jager GJ, Witjes JA, et al. Primary staging of urinary bladder carcinoma: the role of MR imaging and a comparison with CT. Eur Radiol 1996;6(2):129-33. 502 Cowan NC, Turney BW, Taylor NJ, et al. Multidetector computed tomography urography (MDCTU) for diagnosing upper urinary tract tumour. BJU Int 2007 Jun;99(6):1363-70. Albani JM, Ciaschini MW, Streem SB, et al. The role of computerized tomographic urography in the initial evaluation of hematuria. J Urol 2007;177(2):644-8. Fritz GA, Schoellnast H, Deutschmann HA, et al. Multiphasic multidetect arrow CT (MDCT) in detection and staging of transitional cell carcinomas of the upper urinary tract. Eur Radiol 2006;16(6):1244-52. Gray Sears C, Ward JF, Sears ST, et al. Prospective comparison of computerized tomography and excretory urography in the initial evaluation of asymptomatic microhematuria. J Urol 2002 Dec;168(6):2457-60. Braendengen M, Winderen M, Fosså SD. Clinical significance of routine pre-cystectomy bone scans in patients with muscle-invasive bladder cancer. Br J Urol 1996 Jan;77(1):36-40. Daneshmand S, Lesser T, Stein JP, et al. Prognosis of seminal vesicle involvement by transitional cell carcinoma of the bladder. J Urol. 2003;169 (4 suppl):406. Abstract 1517 Kachnic LA, Kaufman DS, Heney NM, et al. Bladder preservation by combined modality therapy for invasive bladder cancer. J Clin Oncol. 1997;15 (3):1022–1029. Brismar J, Gustafson T. Bone scintigraphy in staging bladder carcinoma. Acta Radiol 1988 Mar-Apr;29(2):251-2. Sell A, Jakobsen A, Nerstrom B, et al. Treatment of advanced bladder cancer category T2 T3 and T4a. A randomized multicenter study of preoperative irradiation and cystectomy versus radical irradiation and early salvage cystectomy for residuel tumor. DAVECA protocol 8201. Danish Vesical Cancer Group. Scand J Urol Nephrol Suppl. 1991;138:193–201. Lauenstein TC, Goehde SC, Herborn CU, et al. Whole-body MR imaging: evaluation of patients for metastases. Radiology 2004 Oct;233(1):139-48. Lehmann J, Retz M, Siemer S, et al. Managing locally advanced bladder cancer. Expert Rev Anticancer Ther. 2002;2 (6):656–666. Schmidt GP, Schoenberg SO, Reiser MF, et al. Whole-body MR imaging of bone marrow. Eur J Radiol 2005 Jul;55(1):33-40. Herr HW, Donat SM, Bajorin DF. Post-chemotherapy surgery in patients with unresectable or regionally metastatic bladder cancer. J Urol. 2001;165 (3):811–814. EAU Guidelines 2012 Neoadjuvan Kemoterapi (KT) kimlere uygulanmalı, hangi doz ve süre ile Stein JP, Skinner DG. Radical cystectomy for invasive bladder cancer: longterm results of a Standard procedure. World J Urol 2006 Aug;24(3):296304. Stein JP, Lieskovsky G, Cote R, et al. Radical cystectomy in the treatment of invasive bladder cancer: long-term results in 1,054 patients. J Clin Oncol 2001 Sep;19(3):666-75. Dalbagni G, Genega E, Hashibe M, et al. Cystectomy for bladder cancer: a contemporary series.J Urol 2001 Apr;165(4):1111-6. Bassi P, Ferrante GD, Piazza N, et al. Prognostic factors of outcome after radical cystectomy for bladder cancer: a retrospective study of a homogeneous patient cohort. J Urol 1999 May;161(5):1494-7. Ghoneim MA, el-Mekresh MM, el-Baz MA, et al. Radical cystectomy for carcinoma of the bladder: critical evaluation of the results in 1,026 cases. J Urol 1997 Aug;158(2):393-9. Sternberg CN, Pansadoro V, Calabrò F, et al. Can patient selection for bladder preservation be based on response to chemotherapy? Cancer 2003 Apr;97(7):1644-52. Herr HW, Scher HI. Surgery of invasive bladder cancer: is pathologic staging necessary? Semin Oncol 1990 Oct;17(5):590-7. Sánchez-Ortiz RF, Huang WC, Mick R, et al. An interval longer than 12 weeks between the diagnosis of muscle invasion and cystectomy is associated with worse outcome in bladder carcinoma. J Urol 2003 Jan;169(1):110-5; discussion 115. Sherif A, Rintala E, Mestad O, et al. Nordic Urothelial Cancer Group. Neoadjuvant cisplatinmethotrexate chemotherapy for invasive bladder cancer-Nordic cystectomy trial 2. Scand J Urol Nephrol 2002;36(6):419-25. Abol-Enein H E-MM, El Baz M, Ghoneim MA. Neo-adjuvant chemotherapy in the treatment of invasive transitional bladder cancer. A controlled prospective randomized study. Br J Urol 1997;79 (Supp l4):174. Advanced Bladder Cancer Meta-analysis Collaboration. Neoadjuvant chemotherapy in invasive bladder cancer: a systematic review and metaanalysis. Lancet 2003 Jun;361(9373):1927-34. Winquist E, Kirchner TS, Segal R, et al. Genitourinary Cancer Disease Site Group, Cancer Care Ontario Program in Evidence-based Care Practice Guidelines Initiative. Neoadjuvant chemotherapy for transitional cell carcinoma of the bladder: a systematic review and meta-analysis. J Urol 2004;171(2 Pt 1):561-9. Sherif A HL, Rintala E, Mestad O, et al. Nordic Urothelial Cancer Group. Downstaging and pathoanatomical outcome following neoadjuvant cisplatinum based combination chemotherapy for muscle-invasive bladder carcinoma: An analysis of selected patients from two combined randomized prospective Nordic trials. Urology 2006;68 (Suppl 1);137, MP-1307 Sweeney P, Millikan R, Donat M, et al. Is there a therapeutic role for postchemotherapy retroperitoneal lymph node dissection in metastatic transitional cell carcinoma of the bladder? J Urol. 2003;169 (6):2113–2117 Droller MJ. Bladder Cancer: state of the art care. CA Cancer J Clin. 1998;48:269–284 Tefilli MV, Gheiler EL, Tiguert R, et al. Urinary diversion-related outcome in patients with pelvic recurrence after radical cystectomy for bladder cancer. Urology 1999;53:999–1004. Skinner DG, Daniels JR, Russell CA, et al. The role of adjuvant chemotherapy following cystectomy for invasive bladder cancer: a prospective comparative trial. J Urol. 1991;145 (3):459–467. Stockle M, Meyenburg W, Wellek S, et al. Advanced bladdercancer (stages pT3b, pT4a, pN1 and pN2): improved survival after radical cystectomy and 3 adjuvant cycles of chemotherapy. Results of a controlled prospective study. J Urol. 1992;148 (2 pt 1):302–307. Stockle M, Meyenburg W, Wellek S, et al. Adjuvant polychemotherapy of nonorgan-confined bladder cancer after radical cystectomy revisited: long-term results of a controlled prospective study and further clinical experience. J Urol. 1995;153 (1):47–52. Stockle M, Wellek S, Meyenburg W, et al. Radical cystectomy with or without adjuvant polychemotherapy for non-organ-confined transitional cell carcinoma of the urinary bladder: prognostic impact of lymph node involvement. Urology 1996;48 (6):868–875. Freiha F, Reese J, Torti FM. A randomized trial of radical cystectomyversus radical cystectomy plus cisplatin, vinblastine and methotrexate chemotherapy for muscle invasive bladder cancer. J Urol. 1996;155 (2):495–500. Millikan R, Dinney C, Swanson D, et al. Integrated therapy for locally advanced bladder cancer: final report of a randomized trial of cystectomy plus adjuvant M-VAC versus cystectomy with both preoperative and postoperative M-VAC. J Clin Oncol. 2001; 19 (20): 4005–4013. von der Maase H, Hansen SW, Roberts JT, et al. Gemcitabine and cisplatin versus methotrexate, vinblastine, doxorubicin, and cisplatin in advanced or metastatic bladder cancer: results of a large, randomized, multinational, multicenter, phase III study. J Clin Oncol. 2000;17 (18):3068–3077. Raghavan D, Quinn D, Skinner DG, et al. Surgery and adjunctive chemotherapy for invasive bladder cancer. Surg Oncol. 2002;11 (1–2):55–63. Coppin CM, Gospodarowicz MK, James K, et al. Improved local control of invasive bladder cancer by concurrent cisplatin and preoperative or definitive radiation. The National Cancer Institute of Canada Clinical Trials Group. J Clin Oncol. 1996;14 (11):2901–2907 EAU Guidelines 2012 Cerrahi Radikal Sistektomi Endikasyonlar 503 XII. Üroonkoloji EAU Guidelines 2012 Mesane koruyucu Yaklaşım Kime Nasıl? (Multimodalite tedavisi) Weiss C, Wolze C, Engehausen DG, et al. Radiochemotherapy after transurethral resection for highrisk T1 bladder cancer: an alternative to intravesical therapy or early cystectomy? J Clin Oncol 2006 May;24(15):2318-24. Rödel C, Grabenbauer GG, Kühn R, et al. Combined-modality treatment and selective organ preservation in invasive bladder cancer: long-term results. J Clin Oncol 2002 Jul;20(14):3061-71. Caffo O, Fellin G, Graffer U, et al. Gemcitabine and radiotherapy plus cisplatin after transurethral resection as conservative treatment for infiltrating bladder cancer: Long-term cumulative results of 2 prospective single-institution studies. Cancer 2011 Mar 15;117(6):1190-6. Krause FS, Walter B, Ott OJ, et al. 15-year survival rates after transurethral resection and radiochemotherapy or radiation in bladder cancer treatment. Anticancer Res 2011 Mar;31(3):985-90. Hara T, Nishijima J, Miyachika Y, et al. Primary cT2 bladder cancer: a good candidate for radiotherapy combined with cisplatin for bladder preservation. Jpn J Clin Oncol 2011 Jul;41(7):902-7. Zapatero A, Martin de Vidales C, Arellano R, et al. Updated results of bladder-sparing trimodality approach for invasive bladder cancer. Urol Oncol 2010 Jul-Aug;28(4):368-74. Maarouf AM, Khalil S, Salem EA, et al. Bladder preservation multimodality therapy as an alternative to radical cystectomy for treatment of muscle invasive bladder cancer. BJU Int 2011 May;107(10):1605-10. Villavicencio H, Rodriguez Faba O, Palou J, et al. Bladder preservation strategy based on combined therapy in patients with muscle-invasive bladder cancer: management and results at long-term followup Urol Int 2010;85(3):281-6. Aboziada MA, Hamza HM, Abdlrahem AM. Initial results of bladder preserving approach by chemoradiotherapy in patients with muscle invading transitional cell carcinoma. J Egypt Natl Canc Inst 2009 Jun;21(2):167-74. Zietman AL, Grocela J, Zehr E, et al. Selective bladder conservation using transurethral resection,chemotherapy, and radiation: management and consequences of Ta, T1, and Tis recurrence within the retained bladder. Urology 2001 Sep;58(3):380-5. Shipley WU, Kaufman DS, Zehr E, et al. Selective bladder preservation by combined modality protocol treatment: long-term outcomes of 190 patients with invasive bladder cancer. Urology 2002 Jul;60(1):62-7 Wittlinger M, Rödel CM, Weiss C, et al. Quadrimodal treatment of highrisk T1 and T2 bladder cancer: transurethral tumor resection followed by concurrent radiochemotherapy and regional deep hyperthermia. Radiother Oncol 2009 Nov;93(2):358-63. EAU Guidelines 2012 Transuretral Rezeksiyon (TUR) Barnes RW, Dick AL, Hadley HL, et al. Survival following transurethral resection of bladder carcinoma. Cancer Res 1977 Aug;37(8 Pt 2):2895-7. Herr HW. Transurethral resection of muscle-invasive bladder cancer: 10year outcome. J Clin Oncol 2001 Jan;19(1):89-93. resection as monotherapy for selected patients with muscle invasive bladder cancer. J Urol 2010 Aug;184(2):475-80 Herr HW. Conservative management of muscle-infiltrating bladder cancer: prospective experience. J Urol 1987 Nov;138(5):1162-3. EAU Guidelines 2012 Radyoterapi (RT) Gospodarowicz MK, Blandy JP. Radiation therapy for organ-conservation for invasive bladder carcinoma. In: Vogelzang NJ, Scardino PT, Shipley WU, Coffey DS, eds. Comprehensive Textbook of Genitourinary Oncology. Lippincott: Williams and Wilkins, 2000; pp. 487-496. Duncan W, Quilty PM. The results of a series of 963 patients with transitional cell carcinoma of the urinary bladder primarily treated by radical megavoltage X-ray therapy. Radiother Oncol 1986 Dec;7(4):299-310. Gospodarowicz MK, Hawkins NV, Rawlings GA, et al. Radical radiotherapy for muscle invasive transitional cell carcinoma of the bladder: failure analysis. J Urol 1989 Dec;142(6):1448-53 Gospodarowicz MK, Quilty PM, Scalliet P, et al. The place of radiation therapy as definitive treatment of bladder cancer. Int J Urol 1995 Jun;2(Suppl 2):41-8. Shipley WU, Zietman AL, Kaufman DS, et al. Invasive bladder cancer: treatment strategies using transurethral surgery, chemotherapy and radiation therapy with selection for bladder conservation. Int J Radiat Oncol Biol Phys 1997 Nov;39(4):937-43. Maciejewski B, Majewski S. Dose fractionation and tumor repopulation in radiotherapy for bladder cancer. Radiother Oncol 1991 Jul;21(3):163-70. De Neve W, Lybeert ML, Goor C, et al. Radiotherapy for T2 and T3 carcinoma of the bladder: the influence of overall treatment time. Radiother Oncol 1995 Sep;36(3):183-8. Milosevic M, Gospodarowicz M, Zietman A, et al. Radiotherapy for bladder cancer. Urology 2007 Jan;69(1 Suppl):80-92. Whitmore WF Jr, Batata MA, Ghoneim MA, et al. Radical cystectomy with or without prior irradiation in the treatment of bladder cancer. J Urol 1977 Jul;118(1 Pt 2):184-7. Pollack A, Zagars GZ. Radiotherapy for stage T3b transitional cell carcinoma of the bladder. Semin Urol Oncol 1996 May;14(2):86-95. De Neve W, Lybeert ML, Goor C, et al, Ribot JG. Radiotherapy for T2 and T3 carcinoma of the bladder: the influence of overall treatment time. Radiother Oncol 1995;36(3):183-8. Mameghan H, Fisher R, Mameghan J, et al. Analysis of failure following definitive radiotherapy for invasive transitional cell carcinoma of the bladder. Int J Radiat Oncol Biol Phys 1995 Jan;31(2):247-54. Herskovic A, Martz K, Al-Sarraf M, et al. Combined chemotherapy and radiotherapy compared with radiotherapy alone in patients with cancer of the esophagus. N Engl J Med 1992 Jun;326(24):1593-8. Näslund I, Nilsson B, Littbrand B. Hyperfractionated radiotherapy of bladder cancer. A ten-year followup of a randomized clinical trial. Acta Oncol 1994;33(4):397-402. EAU Guidelines 2012 Kemoterapi (KT) Solsona E, Iborra I, Ricós JV, et al. Feasibility of transurethral resection for muscle infiltrating carcinoma of the bladder: long-term follow-up of a prospective study. J Urol 1998 Jan;159(1):95-8;discussion 98-9. Scher HI, Yagoda A, Herr HW, et al. Neoadjuvant M-VAC (methotrexate, vinblastine, doxorubicin and cisplatin) effect on the primary bladder lesion. J Urol 1988;139(3):470-4. Holmäng S, Hedelin H, Anderström C, et al. Long-term follow-up of all patients with muscle invasive (stages T2, T3 and T4) bladder carcinoma in a geographical region. J Urol 1997 Aug;158(2):389-92. Herr HW, Bajorin DF, Scher HI. Neoadjuvant chemotherapy and bladdersparing surgery for invasive bladder cancer: ten-year outcome. J Clin Oncol 1998;16(4):1298-301. Solsona E, Iborra I, Collado A, et al. Feasibility of radical transurethral Sternberg CN, Pansadoro V, Calabrò F, et al. Can patient selection for bladder preservation be based on response to chemotherapy? Cancer 504 2003 Apr 1;97(7):1644-52. with a concurrent bladder cancer? A necessary distinction for contiguo Grossman HB, Natale RB, Tangen CM, et al. Neoadjuvant chemotherapy plus cystectomy compared with cystectomy alone for locally advanced bladder cancer. N Engl J Med 2003 Aug 28;349(9):859-66. Knap MM, Lundbeck F, Overgaard J. The role of pelvic lymph node dissection as a predictive and prognostic factor in bladder cancer. Eur J Cancer 2003;39 (5):604–613. Neoadjuvant cisplatin, methotrexate, and vinblastine chemotherapy for muscleinvasive bladder cancer: a randomised controlled trial. International collaboration of trialists. Lancet 1999 Aug 14;354(9178):533-40. Leadbetter W, Cooper J. Regional gland dissection for carcinoma of the bladder: a technique for one-stage cystectomy, gland dissection and bilateral uretero-enterostomy. J Urol. 1950;63:242–260. Kachnic LA, Kaufman DS, Heney NM, et al. Bladder preservation by combined modality therapy for invasive bladder cancer. J Clin Oncol 1997 Mar;15(3):1022-9. Abol-Enein H, El-Baz M, Abd El-Hameed MA, et al. Lymph node involvement in patients with bladder cancer treated with radical cystectomy: a patho-anatomical study–a single center experience. J Urol. 2004;172 (5 Pt 1):1818–1821. Als AB, Sengelov L, von der Maase H. Long-term survival after gemcitabine and cisplatin in patients with locally advanced transitional cell carcinoma of the bladder: focus on supplementary treatment strategies. Eur Urol 2007 Aug;52(2):478-86. Sternberg CN, Yagoda A, Scher HI, et al. M-VAC (methotrexate, vinblastine, doxorubicin and cisplatin) for advanced transitional cell carcinoma of the urothelium. J Urol 1988 Mar;139(3):461-9. Logothetis CJ, Dexeus FH, Finn L, Sella A, Amato RJ, Ayala AG, Kilbourn RG. A prospective randomized trial comparing MVAC and CISCA chemotherapy for patients with metastatic urothelial tumors. J Clin Oncol 1990 Jun;8(6):1050-5. Loehrer PJ Sr, Einhorn LH, Elson PJ, et al. A randomized comparison of cisplatin alone or in combination with methotrexate, vinblastine, and doxorubicin in patients with metastatic urothelial carcinoma: a cooperative group study. J Clin Oncol 1992 Jul;10(7):1066-73. Kaufman D, Raghavan D, Carducci M, et al. Phase II trial of gemcitabine plus cisplatin in patients with metastatic urothelial cancer. J Clin Oncol 2000 May;18(9):1921-7. Stadler WM, Hayden A, von der Maase H, et al. Long-term survival in phase II trials of gemcitabine plus cisplatin for advanced transitional cell cancer. Urol Oncol 2002 Jul-Aug;7(4):153-7. Moore MJ, Winquist EW, Murray N, et al. Gemcitabine plus cisplatin, an active regimen in advanced urothelial cancer: a phase II trial of the National Cancer Institute of Canada Clinical Trials Group. J Clin Oncol 1999 Sep;17(9):2876-81. Bajorin DF, Dodd PM, Mazumdar M, et al. Long-term survival in metastatic transitional-cell carcinoma and prognostic factors predicting outcome of therapy. J Clin Oncol 1999 Oct;17(10):3173-81. Herr HW, Donat SM, Bajorin DF. Post-chemotherapy surgery in patients with unresectable or regionally metastatic bladder cancer. J Urol 2001 Mar;165(3):811-4. von der Maase H, Andersen L, Crinò L, et al. Weekly gemcitabine and cisplatin combination therapy in patients with transitional cell carcinoma of the urothelium: a phase II clinical trial. Ann Oncol 1999 Dec;10(12):1461-5. Thalmann GN, Fleischmann A, Mills RD, et al. Lymphadenectomy in bladder cancer. EAU update series 2003;1:100–107. Lieskovsky G, Skinner DG. Role of lymphadenectomy in the treatment of bladder cancer. Urol Clin North Am. 1984;11 (4):709–716. Leissner J, Ghoneim MA, Abol-Enein H, et al. Extended radical lymphadenectomy in patients with urothelial bladder cancer: results of a prospective multicenter study. J Urol. 2004;171 (1):139–144. Bochner BH, Cho D, Herr HW, et al. Prospectively packaged lymph node dissections with radical cystectomy: evaluation of node count variability and node mapping. J Urol. 2004;172 (4 Pt1):1286–1290. Vazina A, Dugi D, Shariat SF, et al. Stage specific lymph node metastasis mapping in radical cystectomy specimens. J Urol.2004;171 (5):1830– 1834. Konety BR, Joslyn SA, O’Donnell MA. Extent of pelvic lymphadenectomy and its impact on outcome in patients diagnosed with bladder cancer: analysis of data from the surveillance, epidemiology and end results program data base. J Urol. 2003;169 (3):946–950. Leissner J, Hohenfellner R, Thuroff JW, et al. Lymphadenectomy in patients with transitional cell carcinoma of the urinary bladder; significance for staging and prognosis. BJU Int. 2000;85 (7):817–823. Herr HW, Bochner BH, Dalbagni G, et al. Impact of the number of lymph nodes retrieved on outcome in patients with muscle invasive bladder cancer. J Urol. 2002;167 (3):1295–1298. Konety BR, Joslyn SA, O’Donnell MA. Extent of pelvic lymphadenectomy and its impact on outcome in patients diagnosed with bladder cancer: analysis of data from the surveillance, epidemiology and end results program data base. J Urol 2003;160:2015–2020. Poulsen AL, Horn T, Steven K. Radical cystectomy: exdending limits of pelvic lymph node dissection improves survival for patients with bladder cancer confined to the bladder wall. J Urol. 1998;169:945–950. Herr HW, Faulkner JR, Grossman HB, et al. Surgical factors influence bladder cancer outcomes: a cooperative group report. JClin Oncol. 2004;22 (14):2781–2789. Sternberg CN, Pansadoro V, Calabrò F, et al. Can patient selection for bladder preservation be based on response to chemotherapy? Cancer 2003 Apr;97(7):1644-52. Herr HW. Extent of surgery and pathology evaluation has an impact on bladder cancer outcomes after radical cystectomy. Urology 2003;61 (1):105–108. EAU Guidelines 2012 Stein JP, Skinner DG. The role of lymphadenectomy in highgrade invasive bladder Cancer. Urol Clin N Am. 2005;32:187–197. Lenfadenektomi Önemi ve Lenfadenektomi Sınırları, Stein JP, Lieskovsky G, Cote R, et al. Radical cystectomy in the treatment of invasive bladder cancer: long-term results in 1,054 patients. J Clin Oncol. 2001;19 (3):666–675. Stein JP, Cai J, Groshen S, et al. Risk factors for patients with pelvic lymph node metastases follawing radical cystectomy with enblock pelvic lymphadenectomy: the concept of lymph node dansity. J Urol. 2003;170:35–41. Pagano F, Bassi P, Ferrante GL, et al. Is stage pT4a (D1) reliable in assessing transitional cell carcinoma involvement of the prostate in patients Vieweg J,Gschwend JE, Herr HW, et al. Pelvic lymph node dissection can be curative in patients with node positive bladder cancer. J Urol. 1999;161:449–454. Fleischmann A, Thalmann GN, Markwalder R, et al. Prognostic implications of extracapsular extension of pelvic lymph node metastases in urothelial carcinoma of the bladder. Am J Surg Pathol. 2005;29 (1):89–95. Stein JP, Cai J, Groshen S, et al. Risk factors for patients with pelvic lymph node metastases follawing radical cystectomy with enblock pelvic lymphadenectomy: the concept of lymph node dansity. J Urol. 2003;170:35–41. 505 XII. Üroonkoloji Pagano F, Bassi P, Ferrante GL, et al. Is stage pT4a (D1) reliable in assessing transitional cell carcinoma involvement of the prostate in patients with a concurrent bladder cancer? A necessary distinction for contiguous or noncontiguous involvement. J Urol.1996;155 (1):244–247. Daneshmand S, Lesser T, Stein JP, et al. Prognosis of seminal vesicle involvement by transitional cell carcinoma of the bladder. J Urol. 2003;169 (4 suppl):406. Abstract 1517. Knap MM, Lundbeck F, Overgaard J. The role of pelvic lymph node dissection as a predictive and prognostic factor in bladder cancer. Eur J Cancer 2003;39 (5):604–613. Abol-Enein H, El-Baz M, Abd El-Hameed MA, et al. Lymph node involvement in patients with bladder cancer treated with radical cystectomy: a patho-anatomical study–a single center experience. J Urol. 2004;172 (5 Pt 1):1818–1821. Bochner BH, Cho D, Herr HW, et al. Prospectively packaged lymph node dissections with radical cystectomy: evaluation of node count variability and node mapping. J Urol. 2004;172 (4 Pt 1):1286–1290. Vazina A, Dugi D, Shariat SF, et al. Stage specific lymph node metastasis mapping in radical cystectomy specimens. J Urol. 2004;171 (5):1830–1834. Konety BR, Joslyn SA, O’Donnell MA. Extent of pelvic lymphadenectomy and its impact on outcome in patients diagnosed with bladder cancer: analysis of data from the surveillance, epidemiology and end results program data base. J Urol. 2003;169 (3):946–950. 199. Leissner J, Hohenfellner R, Thuroff JW, et al. Lymphadenectomy in patients with transitional cell carcinoma of the urinary bladder; significance for staging and prognosis. BJU Int. 2000;85 (7):817–823. Herr HW, Bochner BH, Dalbagni G, et al. Impact of the number of lymph nodes retrieved on outcome in patients with muscle invasive bladder cancer. J Urol. 2002;167 (3):1295–1298. Konety BR, Joslyn SA, O’Donnell MA. Extent of pelvic lymphadenectomy and its impact on outcome in patients diagnosed with bladder cancer: analysis of data from the surveillance, epidemiology and end results program data base. J Urol 2003;160:2015–2020. Poulsen AL, Horn T, Steven K. Radical cystectomy: exdending limits of pelvic lymph node dissection improves survival for patients with bladder cancer confined to the bladder wall. J Urol. 1998;169:945–950. Herr HW, Faulkner JR, Grossman HB, et al. Surgical factors influence bladder cancer outcomes: a cooperative group report. J Clin Oncol. 2004;22 (14):2781–2789. Herr HW. Extent of surgery and pathology evaluation has an impact on bladder cancer outcomes after radical cystectomy. Urology 2003;61 (1):105–108. Stein JP, Skinner DG. The role of lymphadenectomy in highgrade invasive bladder Cancer. Urol Clin N Am. 2005;32:187–197. Vieweg J,Gschwend JE, Herr HW, et al. Pelvic lymph node dissection can be curative in patients with node positive bladder cancer. J Urol. 1999;161:449–454. Fleischmann A, Thalmann GN, Markwalder R, et al. Prognostic implications of extracapsular extension of pelvic lymph node metastases in urothelial carcinoma of the bladder. Am J Surg Pathol. 2005;29 (1):89–95. İntraoperatif Lenf Nodu Pozitif Çıkan Hastalarda Ne Yapalım? 1999; 161: 449–51 Leissner J, Hohenfellner R, Thuroff JW, Wolf HK. Lymphadenectomy in patients with transitional cell carcinoma of the urinary bladder; significance for staging and prognosis. BJU Int 2000; 85: 817–9 Abdel-Latif M, Abol-Enein H, El-Baz M, Ghoneim MA. Nodal involvement in bladder cancer cases treated with radical cystectomy: incidence and prognosis. J Urol 2004; 172: 85–7 Vazina A, Dugi D, Shariat SF, Evans J, Link R, Lerner SP. Stage specific lymph node metastasis mapping in radical cystectomy specimens. J Urol 2004; 171:1830–4 Leissner J, Ghoneim MA, Abol-Enein H et al. Extended radical lymphadenectomy in patients with urothelial bladder cancer: results of a prospective multicenter study. J Urol 2004; 171: 139–41 Abol-Enein H, El-Baz M, Abd El-Hameed MA, Abdel-Latif M, Ghoneim MA. Lymph node involvement in patients with bladder cancer treated with radical cystectomy: a patho-anatomical study – a single center experience. J Urol 2004;172: 1818–20 Steven K, Poulsen AL. Radical cystectomy and extended pelvic lymphadenectomy: survival of patients with lymph node metastasis above the bifurcation of the common iliac vessels treated with surgery only. J Urol 2007;178: 1218–21 Tajiama A, Kameyama S, Kawabe K et al. What is the role of pelvic lymph node dissection in bladder cancer? In Donohue JP ed. Lymph Node Surgery in Urology. Oxford: Isis Medical Media, 1995: 43–50 Baltaci S, Adsan O, Ugurlu O et al (2011) Reliability of frozen section examination of obturator lymph nodes and impact on lymph node dissection borders during radical cystectomy: results of a prospective multicentre study by the Turkish Society of Urooncology. BJU Int 107:547–553 Diversiyon Seçiminde dikkat edilecekler, Erkek ve Kadında Üriner Diversiyon Kontrendikasyonları, Diversiyon Hastalarında Takip Nasıl Olmalı Hautmann RE, Abol-Enein H, Hafez K, et al. Urinary diversion, WHO Consensus Conference on Bladder Cancer. Urology 2007;69(Suppl 1):17–49. Gakis G, Stenzl A. Ileal neobladder and its variants. Eur Urol Suppl 2010;9:745–53. Farnham SB, Cookson MS. Surgical complications of urinary diversion. World J Urol 2004;22:157–67. Stenzl A, Sherif H, Kuczyk M. Radical cystectomy with orthotopic neobladder for invasive bladder cancer: a critical analysis of long term oncological, functional and quality of life results. Int Braz J Urol 2010;36:537–47. 5.Stein JP, Clark P, Miranda G, Cai J, Groshen S, Skinner DG. Urethral tumor recurrence following cystectomy and urinary diversion: clinical and pathological characteristics in 768 male patients. J Urol 2005;173:1163– 8. Hautmann RE, Volkmer BG, Schumacher MC, Gschwend JE, Studer UE. Long-term results of standard procedures in urology: the ileal neobladder. World J Urol 2006;24:305–14. Froehner M, Brausi MA, Herr HW, Muto G, Studer UE. Complications following radical cystectomy for bladder cancer in the elderly. Eur Urol 2009;56:443–54. EAU Guidelines 2012 Smith JA, Whitmore WF. Regional lymph node metastasis from bladder cancer. J Urol 1981; 126: 591–4 Deliveliotis C, Papatsoris A, Chrisofos M, et al. Urinary diversion in highrisk elderly patients: modified cutaneous ureterostomy or ileal conduit? Urology 2005 Aug;66(2):299-304. Ghoneim MA, El-Mekresh MM, El-Baz MA, el-Attar IA, Ashamallah A. Radical cystectomy for carcinoma of the bladder: critical evaluation of the results in 1,026 cases. J Urol 1997; 158: 393–7 Kilciler M, Bedir S, Erdemir F, et al. Comparison of ileal conduit and transureteroureterostomy with ureterocutaneostomy urinary diversion. Urol Int 2006;77(3):245-50. Vieweg J, Gschwend JE, Herr HW, Fair WR. Pelvic lymph node dissection can be curative in patients with node positive bladder cancer. J Urol Pycha A, Comploj E, Martini T, et al. Comparison of complications in three incontinent urinary diversions. Eur Urol 2008;54:825-32. 506 Nieuwenhuijzen JA, de Vries RR, Bex A, et al. Urinary diversions after cystectomy: the association of clinical factors, complications and functional results of four different diversions. Eur Urol 2008;53: 834-42 yapılması tartışmalıdır. Neoadjuvan yerine kemoterapiyi adjuvan uygulamanın bazı avantajları vardır. Bunlar: Madersbacher S, Schmidt J, Eberle JM, et al. Long-term outcome of ileal conduit diversion. J Urol 2003 Mar;169(3):985-90. - Sistektomi sonrası doğru bir patolojik evreleme yapıldıktan sonra kemoterapi kararı verilir. Wood DN, Allen SE, Hussain M, et al. Stomal complications of ileal conduits are significantly higher when formed in women with intractable urinary incontinence. J Urol 2004 Dec;172(6 Pt 1):2300-3. - Mikrometastaz riski düşük hastalarda aşırı tedaviden kaçınılmış olur. Neal DE. Complications of ileal conduit diversion in adults with cancer followed up for at least five years. Br Med J (Clin Res Ed) 1985 Jun;290(6483):1695-7. - Özellikle, kemoterapiye duyarlı olmayan hastalarda asıl tedavi geciktirilmemiş olur. Benson MC, Olsson CA. Continent urinary diversion. Urol Clin North Am 1999 Feb;26(1):125-47 Gerharz EW, Köhl UN, Melekos MD, et al. Ten years’ experience with the submucosally embedded in situ appendix in continent cutaneous diversion. Eur Urol 2001;40(6):625-31. Jonsson O, Olofsson G, Lindholm E, et al. Long-time experience with the Kock ileal reservoir for continent urinary diversion. Eur Urol 2001 Dec;40(6):632-40. Wiesner C, Bonfig R, Stein R, et al. Continent cutaneous urinary diversion: long-term follow-up of more than 800 patients with ileocecal reservoirs. World J Urol 2006 Aug;24(3):315-8. Wiesner C, Stein R, Pahernik S, et al. Long-term followup of the intussuscepted ileal nipple and the in situ, submucosally embedded appendix as continence mechanisms of continent urinary diversion with the cutaneous ileocecal pouch (Mainz pouch I). J Urol 2006 Jul;176(1):155-9; discussion 159-60. Thoeny HC, Sonnenschein MJ, Madersbacher S, et al. Is ileal orthotopic bladder substitution with an afferent tubular segment detrimental to the upper urinary tract in the long term? J Urol 2002 Nov;168(5):2030-4 Leissner J, Black P, Fisch M, et al. Colon pouch (Mainz pouch III) for continent urinary diversion after pelvic irradiation. Urology 2000 Nov;56(5):798-802. Simon J. Ectopia Vesicae (Absence of the anterior walls of the Bladder and the pubic abdominal parietes) Operation for directing the orifices of the ureteres into the rectum, temporary success. JAMA 1911;56:398. Coffey R. Physiologic implantation of the severed ureter or common bile duct into the intestine. JAMA 1911;56:397. Azimuddin K, Khubchandani IT, Stasik JJ, et al. Neoplasia after ureterosigmoidostomy. Dis Colon Rectum 1999 Dec;42(12):1632-8. Gerharz EW, Turner WH, Kälble T, et al. Metabolic and functional consequences of urinary reconstruction with bowel. BJU Int 2003 Jan;91(2):143-9. Kälble T, Busse K, Amelung F, et al. Tumor induction and prophylaxis following different forms of intestinal urinary diversion in a rat model. Urol Res 1995;23(6):365-70. Stein JP, Skinner DG. Radical cystectomy for invasive bladder cancer: longterm results of a Standard procedure. World J Urol 2006 Aug;24(3):296304. 12.4.3 Metastatik hastalıkta tedavi 12.4.3.1 Adjuvan tedavinin günümüzdeki yeri Klinik olarak saptanabilir uzak metastazı olmayan (M0), ancak pT3/4 ve/veya lenf nodu pozitif olan hastalarda radikal sistektomiden sonra adjuvan kemoterapi Buna karşın kemoterapiyi adjuvana bırakmakla ameliyat sonrası gelişebilecek morbiditeler nedeniyle kemoterapinin gecikme riski ya da hastanın kemoterapiyi tolere edememe riski mevcuttur. Literatürde adjuvan kemoterapi ile ilgili yayınlanmış 5 randomize klinik çalışma bir de metaanaliz mevcuttur. Bu çalışmalarda; örnek sayılarının az olması, standart bir kemoterapi protokolünün olmaması, çalışmaların planlanması ve istatistiki yöntemlerinde hatalar bulunması gibi yetersizlikler bulunmaktadır. Bu nedenlerle; eldeki bu veriler, adjuvan kemoterapi uygulanması konusunda öneride bulunmak için yeterli değildir. Sistektomiyi takiben pT2, N0 olan hastalarda adjuvan kemoterapi yerine izlem uygun bir seçenek olacaktır. Ekstravezikal ve/veya lenf nodu tutulumu olan hastalar ise mümkün olur olmaz klinik çalışma protokollerine dahil edilmelidir. Protokoller için uygun olmayan hastalara ise adjuvan sisplatin bazlı kemoterapi bir seçenek olarak sunulmalıdır. Ancak, adjuvan tedavi için eldeki verilerin yeterli olmadığı konusunda hasta iyi bilgilendirilmelidir. Randomize çalışmalarda sisplatin bazlı kemoterapi protokolleri olarak: CMV (Sisplatin, Methotreksat, Vinblastin), CISCA (Sisplatin, Siklofosfamid, Adriamisin), MVA(E)C (Methotreksat, Vinblastin, Adriamisin ya da Epirubisin, Sisplatin) ve CM (Sisplatin, Methotreksat) kullanılmıştır. Bunlardan hangisinin seçilmesi gerektiği konusunda net bilgi yoktur. Bugün için bilinen, adjuvan kemoterapi kullanılacaksa mutlaka sisplatin içeren bir protokol uygulanmasıdır. Yukarıdaki protokoller içinden, metastatik hastalıkta anlamlı etkinliği gösterilmiş olan GC ya da MVAC kombinasyonundan birinin kullanımı daha uygun görünmektedir. Sisplatin yerine karboplatin’in kullanıldığı protokollerin ya da diğer daha modern tedavi yöntemlerinin etkinliği konusunda eldeki veriler yeterli değildir. O nedenle hastaya sisplatin içeren bir kemoterapi uygulanamayacaksa adjuvan kemoterapi yapılmamalıdır. 12.4.3.2 Metastatik hastada 1.basamak kemoterapi protokol şeması ve dozlar Mesane kanserinin en sık görülen tipi olan değişici epitel hücreli kanserlerinin kemoterapiye duyarlı oldukları bilinmektedir. Bugün lokal olarak ilerlemiş, operasyon 507 XII. Üroonkoloji için uygun olmayan ya da metastatik mesane kanserlerinde standart yaklaşım sistemik kemoterapi uygulanmasıdır. Ancak, kemoterapideki gelişmelere ve agresif kemoterapi uygulamalarına karşın metastatik mesane kanserinde ortanca sağkalım 15 ay civarındadır. Kemoterapiye yanıt oranı %12-73, tam yanıt oranı ise %0-35 arasında değişmektedir. Tek ajanla kemoterapi Birçok kemoterapötik ajanla (Sisplatin, Karboplatin, Paklitaksel, Dosetaksel, Gemsitabin, Metotreksat, Adriamisin gibi) tek ajan kemoterapileri yapılmıştır. Tek ajanla yapılan kemoterapi ile uzun süreli hastalıksız sağkalım rapor edilmemiştir. Bu hastalarda %12-42 arasında yanıt oranları, 6-9 aylık bir ortalama sağkalım sağlanabilmektedir. En güçlü tek ajan verileri %25 yanıt oranı ile Gemsitabinle elde edilmiştir. Tek ajan kemoterapisinde yanıtlar genellikle kısa sürelidir ve komplet yanıtlar nadirdir. Dolayısıyla uzun süreli hastalıksız sağkalım rapor edilmemiştir. O nedenle kombine kemoterapiler için uygun hastalara tek ajanla kemoterapi uygulanması önerilmez. Ancak, ilave prognostik faktörü olsun ya da olmasın WHO performans skoru 3-4 olan hastalar kombinasyon kemoterapisinden fayda görmez. Bu hasta grubunda en uygun yaklaşım; destek bakımını en iyi şekilde sağlamak ve belki de yalnızca tek ajanla kemoterapi yapmaktır. Uygun hastalar için standart 1. basamak kemoterapi Metastatik mesane kanseri kemoterapisinde sisplatin içeren kombine kemoterapiler 1980’lerin sonlarından beri standart hale gelmiştir. İlk kombine kemoterapi rejimi (MVAC), Memorial Sloan Kettering Cancer Center (MSKCC)’de geliştirilmiş ve %50’den fazla yanıt oranı, 1 yıldan fazla ortalama toplam sağkalım sağlanmıştır. Gerek tek ajan olarak sisplatin gerekse de kombine tedavide CISCA ile karşılaştırıldığında, MVAC yanıt oranları ve sağkalım açısından daha üstün bulunmuştur. Bundan sonra da MVAC, metastatik mesane kanserlerinin kemoterapisinde standart tedavi haline gelmiştir. Ancak, bu başarılı sonuçlarına karşın MVAC uygulanan hastalarda ciddi yan etkilerle karşılaşılmıştır. Bu tedaviyi alan hastaların çoğunda 3-4. derece myelosupresyon, nötropenik ateş, 1/3’ünde 3-4. derece gastrointestinal sistem toksisiteleri (özellikle mukozit), %3-4 mortalite gözlenmektedir. Bu nedenle hastaların çoğunda tedavi sırasında doz düzenlemesi gerekmektedir. Komplikasyonları azaltmak için granülosit koloni stimulan faktör (GCSF) kullanımı tedavinin daha iyi tolere edilmesini ve tamamlanabilmesine olanak sağlar. Granülosit koloni stimulan faktörün bu etkisinden yararlanıp GCSF ile birlikte yüksek doz MVAC (HD-MVAC) uygulanması ile komplikasyonları arttırmadan etkinliğin arttırılması düşünülmüştür. Bu amaçla European Organisation for Research and Treatment of Cancer (EORTC) bir Faz 508 III çalışmasında iki kombinasyonu (GCSF eşliğinde HD-MVAC ile MVAC) karşılaştırmıştır. Granülosit koloni stimulan faktör ile birlikte uygulanan HD-MVAC standart MVAC’a göre daha az toksik ve daha etkili bulunmuştur. Ancak, ortalama sağkalım açısından anlamlı fark yoktur (15.1 aya karşılık, MVAC ile 14.9 ay). MVAC’ın etkinliğinin sınırlı olması ve yüksek toksisitesi nedeniyle yeni ajanlar ve kombinasyonlar aranmıştır. Bu amaçla en çok çalışılan 2 ajan Gemsitabin ve Paklitaksel olmuştur. Gemsitabin/Sisplatin (GC) ile yapılan Faz II çalışmalarında toplam yanıt oranları %41-57, komplet yanıt oranları %13-22, ortalama sağkalım süresi 12.5-13.5 ay olarak bildirilmiştir. Bu cesaret verici sonuçlardan sonra GC büyük bir Faz III çok uluslu çalışmada standart MVAC ile karşılaştırılmıştır. Bu çalışmada MVAC ile 14.8 ay, GC ile 13.8 ay ortalama sağkalım sağlanmıştır. İki kombinasyonun birbirlerine üstünlükleri belirtilmemekle birlikte denklik test edilmemiştir. Yanıt oranları MVAC için %46, GC için %49’dur. Bu iki kombinasyon arasındaki en büyük fark toksisitelerindedir. GC daha az toksiktir. Ancak, GC ile HD-MVAC’ı karşılaştıran bir çalışma yoktur Sisplatin bazlı kemoterapilere tüm metastaz alanlarının yanıt verdiği gösterilmiştir ancak en yüksek yanıt oranları lenf nodu metastazlarında elde edilmektedir. MVAC ile retroperitoneal lenf nodları metastazlarında %66, ekstranodal alanlarda %29 yanıt elde edilmektedir. Bu nedenle metastazın hangi alanda olduğunun da sağkalım üzerine etkisi bulunmaktadır. Yalnızca lenf nodu hastalığı varsa 5 yıllık sağkalım %20.9, visseral metastaz varsa bu oran %6.8’dir. Doz yoğunluklu değişik tedavi kombinasyonları ile ya da hedefe yönelik tedaviler ile etkinliği artırma çabaları sürmektedir. Ancak bu yaklaşımlar daha çok klinik araştırmalar içinde değerlendirilmekte olup rutin kullanım için henüz uygun değildir. Karboplatin ve sisplatin’i karşılaştıran çeşitli randomize faz II çalışmalarında; karboplatin açısından daha düşük komplet yanıt ve daha kısa sağkalım sağlanmıştır. O nedenle sisplatin için uygun olan hastalarda (GFR≥60 ml/dk ve performans skoru 0-1) karboplatinli kombinasyonlar düşünülmemelidir. Tablo 12.32’de metastatik mesane kanserli hastalarda 1. basamak tedavi planı özetlenmiştir. Buna göre uygun hastalarda artık GC kombinasyonu standart yaklaşımda ilk seçenek haline gelmiştir. GC (Gemsitabin/ Sisplatin) kemoterapisi Kemoterapiye başlamadan önce tam kan sayımı yapılmalı ve Lökosit≥3/dl, Nötrofil≥1.5/dl, Trombosit ≥100/ dl ise kemoterapi uygulanmalıdır. Gemsitabin: 1, 8, 15. günde 1000 mg/m2, intravenöz, 30-60 dakikada uygulanmalı. Tablo 12.32. Metastatik mesane kanserli hastada 1. basamak tedavi planı. Hastanın durumu PS 0-1 ve PS 2 ya da GFR≥60 ml/dk GFR<60 ml/dk Önerilen 1. basamak tedavi Standart GC MVAC HD-MVAC Karboplatin bazlı kombine kemoterapi PS≥2 ve GFR<60 ml/dk Konbine kemoterapi uygulama Çalışmalara dahil et Tek ajan kemoterapisi En iyi destek tedavi PS: Performans Skoru, GFR: Glomerüler Filtrasyon Hızı, GC: Gemsitabin/Sisplatin, MVAC: Methotreksat/Vinblastin/Adriamisin/Sisplatin, HD-MVAC: Yüksek doz Methotreksat/Vinblastin/Adriamisin/Sisplatin Tedavinin 8 ve 15. günlerindeki Lökosit≤1.99/dl, Trombosit ≤49/dl olursa, o günkü Gemsitabin dozu atlanmalıdır. Sisplatin: 2. günde, 70 mg/m2, intravenöz 30-90 dakikada infüzyon şeklinde uygulanmalıdır. Sisplatin öncesi hidrasyon iyi sağlanmalı. Bunun için sisplatin öncesi 1000 cc %0.9’luk İzotonik NaCl 2 saatte verilmelidir. Sisplatin sonrası 1 ampul Furosemid İV yapılmalı, 500 cc daha %0.9’luk İzotonik NaCl uygulanmalıdır. Kürler her 4 haftada bir yinelenir. MVAC (Methotreksat/Vinblastin/Adriamisin/Sisplatin) kemoterapisi: Kemoterapiye başlamadan önce tam kan sayımı yapılmalı ve Lökosit≥3/dl, Nötrofil≥1.5/dl, Trombosit ≥100/ dl ise kemoterapi uygulanmalıdır. Methotreksat: 1,15 ve 22. günlerde 30 mg/m2, İntravenöz. Hastada plevral efüzyon ya da asit gelişirse tam rezolüsyon sağlanana kadar uygulanmamalıdır. Vinblastin: 2,15 ve 22. günlerde 3 mg/m2, İntravenöz. Tedavinin 15 ve 22. günlerindeki Lökosit≤2.9/dl, Trombosit ≤74/dl olursa o günlerdeki Methotreksat ve Vinblastin dozları atlanmalıdır. Adriamisin: 2. günde 30 mg/m2, intravenöz. Sisplatin: 2. günde, 70 mg/m2, intravenöz 30-90 dakikada infüzyon şeklinde. Sisplatin öncesi hidrasyon iyi sağlanmalı. Bunun için sisplatin öncesi 1000 cc %0.9’luk İzotonik NaCl 2 saatte verilmelidir. Sisplatin sonrası 1 ampul Furosemid İV yapılmalı ve 500 cc daha %0.9’luk İzotonik NaCl uygulanmalıdır. Kürler her 4 haftada bir yinelenir. lası kötü performans skoru ve/veya böbrek fonksiyonlarında bozukluk ve/veya yüksek hidrasyona izin vermeyen komorbiditeleri nedeniyle sisplatin içeren sandart kombinasyonlar için uygun değildir. Bu hastalarda sisplatin yerine nörotoksisite ve nefrotoksisite bakımından daha az toksik olan karboplatin içeren kombinasyonlar ya da tek ajanla yapılan kemoterapiler uygundur. Bu tür hastalar için ilk randomize çalışma EORTC tarafından planlanan Faz II/III çalışmasıdır (EORTC-30986). Bu çalışmada Karboplatin/Vinblastin/Metotreksat (M-CAVI) ile Karboplatin/Gemsitabin (GCa) karşılaştırılmıştır. Bu çalışmanın ilk verilerinde; şiddetli akut toksisite (ölüm, kanamayla seyreden 4. derece trombositopeni, 3-4. derece renal toksisite, nötropenik ateş, mukozit) GCa ile %13.6, M-CAVI ile %23, toplam yanıt oranı GCa ile %42, M-CAVI ile %30 bulunmuştur. Ortalama 4.5 yıllık takip sonunda ortalama toplam sağkalım GCa kolunda 9.3 ay, M-CAVI’de ise 8.1 ay olarak saptanmıştır. İki kombinasyon arasında progresyonsuz sağkalım açısından fark saptanmamıştır. Şiddetli akut toksisite GCa’da %9.3, M-CAVI’de %21.2 gözlenmiştir. Bu çalışmanın sonunda iki kombinasyon arasında etkinlik bakımından anlamlı farklılık olmadığı belirtilmiştir. Ancak, şiddetli akut toksisite insidansı M-CAVI’de daha yüksek bulunmuştur. Dolayısıyla böbrek fonksiyonları bozuk hastalarda GCa ve M-CAVI’den biri kullanılabilir ancak yan etki açısından GCa’nın öncelikli tercih edilmelidir. GCa (Gemsitabin/ Karboplatin) kemoterapisi Kemoterapiye başlamadan önce tam kan sayımı yapılmalı ve Lökosit≥3.0/dl, Nötrofil≥1.5/dl, Trombosit ≥100/dl ise kemoterapiye başlanmalıdır. Gemsitabin: 1 ve 8. günde 1000 mg/m2, İntravenöz, en az 30 dakikada verilmeli. c. Böbrek fonksiyonları bozuk hastada karboplatin doz ve şeması Tedavinin 8. gününde Lökosit 1-1.99/dl, Nötrofil:0.5-1/ dl, Trombosit:50-99/dl olursa, Gemsitabin dozu %50 azaltılır. Bu değerlerin altına düşerse uygulanmaz. Metastatik mesane kanserinin kemoterapisinde en etkili ajan sisplatin olmakla birlikte, hastaların %50’den faz- Karboplatin: 1. günde, 4.5x(GFR+25) mg doxda, 60 dakikada intravenöz uygulanır. 509 XII. Üroonkoloji Kürler her 3 haftada bir yinelenir. M-CAVI (Methotreksat/Karboplatin/Vinblastin) kemoterapisi: Kemoterapiye başlamadan önce tam kan sayımı yapılmalı ve Lökosit≥3.0/dl, Nötrofil≥1.5/dl, Trombosit ≥100/dl ise kemoterapiye başlanmalıdır. Methotreksat: 1,15 ve 22. günlerde 30 mg/m2, intravenöz uygulanır. Hastada plevral efüzyon ya da asit gelişirse tam rezolüsyon sağlanana kadar uygulanmaz. Vinblastin: 1,15 ve 22. günlerde 3 mg/m2, intravenöz uygulanır. Tedavinin 15 ve 22. günlerdeki kan değerleri başlangıçta olması gerekenin altına düşerse o tedavi atlanmalıdır. Karboplatin: 1. günde, 4.5x(GFR+25) mg dozda, 60 dakikada intravenöz uygulanır. Kürler her 4 haftada bir yinelenir. Okunması önerilen kaynaklar Stenzl A, Witjes JA, Comperat E, et al. Guidelines on bladder cancer muscle-invasive and metastatic. EAU Guidelines 2012. http://www. uroweb.org/guidelines. von der Maase H, Sengelov L, Roberts JT, et al. Long-term survival results of a randomized trial comparing gemcitabine plus cisplatin, with methotrexate, vinblastine, doxorubicin, plus cisplatin in patients with bladder cancer. J Clin Oncol 2005; 23(21):4602-8. http://www.ncbi.nlm.nih.gov/ pubmed/16034041 De Santis M, Bellmunt J, Mead G, et al. Randomized phase II/III trial assessing gemcitabine/carboplatin and methotrexate/carboplatin/vinblastine in patients with advanced urothelial cancer “unfit” for cisplatin-based chemotherapy: phase II--results of EORTC study 30986. J Clin Oncol 2009;27(33):5634-9. http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/19786668 Galsky MD, Hahn NM, Rosenberg J, et al. Treatment of patients with metastatic urothelial cancer “unfit” for Cisplatin-based chemotherapy. J Clin Oncol 2011;29(17):2432-8. http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/21555688 De Santis M, Bellmunt J, Mead G, et al. Randomized Phase II/III Trial Assessing Gemcitabine/Carboplatin and Methotrexate/Carboplatin/Vinblastine in Patients With Advanced Urothelial Cancer Who Are Unfit for Cisplatin-Based Chemotherapy: EORTC Study 30986. J Clin Oncol 2011. [Epub ahead of print] http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/22162575 Onat H. İleri evre ve metastatik mesane kanserlerinde sistemik kemoterapi. In:Üroonkoloji Kitabı. Özen H, Türkeri L (Editörler). Ankara, Ertem Basım Yayın, 2007, sayfa:347-55. Vishnu P, Mathew J, Tan WW. Current therapeutic strategies for invasive and metastatic bladder cancer. OncoTargets and Therapy 2011;4:97-113. İsmaili N, Amzerin M, Flechon A. Chemotherapy in advanced bladder cancer: current status and future. J Hematol Oncol 2011;4:35-46. Costantini C, Millard F. Update on chemotherapy in the treatment of urothelial carcinoma. The Scientific World Journal 2011; 11:1981-94. 510
Benzer belgeler
(EAU) Cep Kılavuzları
fazla prospektif çalışma ile doğrulanmıştır. Her ikisi de
kullanılabilir.
Mesane tümörü terminolojisinde tümörün evre ve
A
derecesi belirtilmelidir.
Patoloji formu; tümör lokalizasyonu, grade, inva...