ASIRLAR BOYU DEĞİŞMEYEN TÜRK KİMLİĞİ Merih BARAN
Transkript
ASIRLAR BOYU DEĞİŞMEYEN TÜRK KİMLİĞİ Merih BARAN
ASIRLAR BOYU DEĞİŞMEYEN TÜRK KİMLİĞİ Merih BARAN Araştırmacı-Şair Orta Asya'ya kadar uzanan tarih geçmişimiz, oralardan kopup gelen atalarımız ile üç kıt'a üzerinde hakimiyet kurmuş, Türk’ün ve Türklüğün özündeki üstün vasıflarını, çok güçlü yaradılışını, yüzyılların akışı içinde, dost düşman bütün dünya milletlerine kabul ettirmiştir. Tarih sayfaları teker teker geriye doğru çevrildiğinde, Türk milletinin her ferdinin, düşünce, duygu ve ilke olarak çok güçlü bağlarla birbirlerine bağlı oldukları, millî birlik ve beraberliklerinin temelini oluşturan bu özellikleri ile, zorluklar karşısında bir yumruk gibi sımsıkı birleşerek o sayfaları sayısız menkıbelerle süsledikleri görülür. Dünya milletlerine "Türk gibi güçlü" dedirten sözün temelinde işte bu milli beraberlik şuuru yatar. Malazgirt'ten Dumlupınar'a, Sakarya'dan, Tuna'dan Kunnuri'ye kadar ve daha sayısız olaylarda Türk’ün kazandığı zaferler, onun isminin büyük bir hayranlık ve saygıyla anılmasına sebep olmuştur. Zaman zaman idari zaafiyetlerden kaynaklanan kayıplar olmuşsa da, bu sonuçları birey olarak Türk insanına bağlamak mümkün değildir. Zira tarihimizde, kaybettiğimiz savaşlarda bile her ferdin vatan müdafaasında, canla başla savaştığı, ama hiç birinin savaş alanından korkup kaçtığına rastlanmaz. Vatan topraklarının korunmasını ilke olarak benimsemiş olan, bayrağına, geçmişte paylaştığı tarihine, kökeni ne olursa olsun ulusunun insanına kendisinden bir parça olarak sahip çıkan Türk insanı, bölünmez bir bütün olarak, milli mefkure meş'alesinin ışığını asla söndürmemiştir. İşte bu yüce duygular bizi biz yapan ayrıcalığımızdır. Bu ayrıcalığın kıymetini iyi bilmeliyiz. Ancak bu vasıflarımızla kanıtladığımız başarılarımızın yanı sıra, az çalışmamızın, yargı ve kararlarımızda, hoşgörü ile adam sendeciliği karıştırmamızın, aşırı kanaatkârlığımızla hamleciliği engellememizin, kusurlarımız arasında olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Değişik zamanlarda, değişik sebeplerle bizi yakından tanıma imkânına sahip olan yabancılar, hakkımızdaki düşüncelerini, milletimizin övgüye değer vasıflarını dile getiren yazılarıyla ifade etmişlerdir. Çünkü, tehlike anında düşmanın karşısında asla zaafa düşmeden, bir cesaret abidesi gibi, kendi değerlerini mertçe koruyan Türk insanı, öte yanda dost elini uzatan kim olursa olsun, sevgi dolu yüreğinin zengin hazinesinden yayılan sıcacık duygularını, özverisini, vefasını, dostluğunu hatta icabında hayatını paylaşmasını bilmiştir. Bu vasıflarımızı kanıtlayan pek çok örnek verebiliriz. Sosyal yaşantımıza dönüp baktığımız zaman, evlerimizde özenerek hazırladığımız en iyi odamızı misafirlerimize ayırdığımız görülür. İkramlarımız da öyledir. Soframızın güzeli, yemeğimizin iyisi ve hatta maddi sınırlarımızı aşarak dostlarımıza sunduğumuz ve paylaştığımız herşey. Bütün bunlar, bizim insanımızın arzu ve istekle seve seve yaptığı şeylerdir. Paylaşmak, hayatımızda gelenek olarak süregelmiştir. Bu sosyal dayanışmanın büyük şehirlerimizde oldukça yozlaştığını görsek bile, Anadolu insanımızın bu özellikleri hala koruduğu açıktır. Bu üstün vasıflara sahip Türk insanını dış dünya, işte bu yönleri duygular sözkonusu olduğunda, verilecek hiçbir ödün, yapılacak için... ile tanımıştır. Ancak, milli hiçbir fedakârlık yoktur onun Millî mücadelemiz sırasında bu soylu milletin yokluk içinde iken gösterdiği fedakarlık bunun en güzel örneğidir. Burada küçük bir hatıraya yer vermeden geçemiyeceğim. İzmir'in alınmasından sonra, Mustafa Kemal'in ve askerlerimizin İzmir'e girmeleri esnasında, köylüler tarafından nasıl karşılandıklarına tanık olan Yaver Salih Bozok bu olayı şu satırlarla tesbit etmiştir: “Evleri yanmış ve dünyada sırtlarındaki donlarından ve gömleklerinden başka hiçbir şeyleri kalmamış insanların, ikram etmek için nasıl çırpındıklarını görseydi, yüreksiz Neron bile kör oluncaya kadar göz yaşı dökebilirdi”. Bu tabloda da görüyoruz ki, insanımız hiçbir değerle ölçülemeyecek kadar yücedir. Sahip olduğu maddi değerlerin boyutu ne olursa olsun, onun özünü meydana getiren cevher, bütün maddi değerlerden daha üstündür. İşte bu nedenledir ki Türk insanı varlıkta da yoklukta da özünden birşey kaybetmez. Orta Asya'dan kopup gelen Türk varlığı, yerleştiği ve yaşadığı her ortamda, benimsediği yaşam felsefesi ile etkili olmuştur. Türklüğün ve İslâmiyetin geniş topraklar üzerinde hakim hale gelmesinde, bu felsefenin öncü isimleri olan Mevlâna'yı, Hacı Bektaş Veli'yi, Yunus Emre'yi anmak gerekir. Bunlar, insan sevgisine, inanç, cesaret ve hoşgörüye dayanan birleştirici felsefeleri ile çağlarına damgalarını vurmuş büyük düşünürlerimizdir. İnanarak yaşamak, bir insan için yaşam gücüdür, kuvvettir. Başka bir deyimle var oluşun temelidir. Yüreğimizin derinliklerinde sakladığımız, yoksullukta varlıkta, acıda, tatlıda, zorda veya kolayda, hangi ortamda olursak olalım, bozulup yıpranmasına, yozlaşmasına asla izin veremiyeceğimiz manevi değerler, bizim en kıymetli hazinemizdir. Türk’ün özünü oluşturan bu cevherin, düşünürümüz Mevlâna Celaleddin Rumi'nin şu dizelerindeki felsefesi ile örtüştüğü görülür: Şefkat ü merhamette güneş gibi ol! Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol! Sehavet ü cömertlikte akar su gibi ol! Hiddet ü asabiyette ölü gibi ol! Tevazu u mahviyette toprak gibi ol! Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol! Hacı Bektaş Veli de "Makâlat"ında, sevgiye inanca ve dürüstlüğe yer vermiştir. Dürüstlüğü, “eline, beline, diline sahip olmak” diye ifade eder Hacı Bektaş Veli. Düşünülecek olursa, bu kısa sözün içinde, insanı insan yapan vasıfların anahtarı verilmiştir. Bir başka uyarısında ise şöyle seslenir: Hararet nardadır, sacta değildir Keramet baştadır, taçta değildir Her ne arar isen kendinde ara Kudüs'te, Mekke'de, Hac'da değildir Gönül insanı Yunus Emre ise “yaratılanı, yaratandan dolayı sevme"nin güzelliğini şu iki satıra sığdırmış: Duruş, kazan, ye, yedir, bir gönül ele getir. Yüz Kâbe'den yeğnektir, bir gönül ziyareti. Bir başka dizesinde ise bilgiye ve ilme verdiği önemi açıkça belirtmektedir: İlim, ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır. Bu kadar engin derinliği olan bir insanlık ve yaşam felsefesi ile yoğrulmuş olan bu millet, gücünü kuvvetini, adaletten, insanlıktan ve sevgiden aldığı sürece her zaman kuvvetli kalır. Bugüne kadar bu güce tanık olmuş kişilerin, bizler hakkındaki beyanları, bundan sonra da aynı düşüncelerin hiç değişmeden devam edeceğinin göstergesidir. Kendi hakkımızda bizim söylediklerimiz veya yazdıklarımız, belki biraz taraflı olarak kabul edilebilir. Ancak bu değerlendirmeler başka yabancı ağızlardan veya kalemlerden yapılmışsa, bunların tamamen tarafsız olarak ortaya konulduğunu kabul etmek kaçınılmazdır. Bu sebeple de çok onur vericidir. Bu sebeplerden dolayı bu çalışmada, dünyada isim yapmış birçok ünlünün bizi nasıl tanıdıklarını ve nasıl değerlendirdiklerini kaydetmek istedim. 21. asrı kucakladığımız günümüzde, kendimizi tanıyarak ve geçmişimizi hatırlayarak, ne olduğumuzu unutmadan, dünyaya Türklük’ü, Türk'ü, bütün o güzel vasıfları ile her zaman hatırlatarak yaşamak bizi büyük bir ulus olarak kalıcı kılacaktır. NAPOLYON BONOPARTE (1769 – 1821) Ünlü Fransa İmparatoru Napolyon Bonoparte, 1799 tarihinde, Türklere karşı girdiği savaşta Akka'da yenildi. Bu savaş onun, bizim halkımız hakkında edindiği intibalarını şu sözlerle ifade etmesine vesile olmuştur: “İnsanları yükselten iki büyük meziyet vardır. Erkeğin cesur, kadının iffetli olması. Bu iki meziyetin yanı başında her iki cinsi, yani kadınla erkeği şereflendiren tek bir fazilet vardır. Vatana icabında herşeyi tereddütsüz feda edecek kadar bağlı olmak. Bu meziyetler ve fazilet, en büyük kahramanlığı, hayatın elemine, kendine karşı fütursuz kalmayı ve ağır badirelerin acılarına göğüs germeyi doğurur. İşte Türkler bu çeşit kahramanlardır. Ve ondan dolayıdır ki, Türkler öldürülebilirler, fakat asla mağlup edilemezler.” DEMİRBAŞ ŞARL (Karl XII) (1682 – 1718) Onbeş yaşında tahta çıkıp, "İsveç Aslanı" adı ile anılan ve askerlik dehasına ermiş bir kişi olarak bilinen İsveç Kralı Demirbaş Şarl, 1707 yılında yirmi beş yaşında Rusya’yı işgal etti. Ama Polonya savaşında yenik düştü. 1709 yılında Osmanlı topraklarına sığınarak, Osmanlı’yı Ruslara karşı kışkırtmaya çalıştı. Ancak kendisinin Ruslara teslim edileceğini hissedince kaçtı. Macaristan ve Almanya üstünden İsveç'e ulaşan Demirbaş Şarl, 1718 yılında Fredrishald kuşatmasında öldürülmüştür. Türklere sığınmak suretiyle bir süre daha hayatta kalabilen bu büyük askerî deha, Türk’ün asaletini ve yüksek vasıflarını bakın nasıl kabul ve ifade ediyor: “Poltova'da esir oluyordum. Bu benim için bir ölüm idi. Kurtuldum. Buğ nehri önünde tehlike daha da kuvvetli olarak belirdi. Önümde su, ardımda düşman, tepemde cehennemler püsküren güneş, su beni boğmak, düşman beni parçalamak, güneş beni eritmek istiyordu. Yine kurtuldum. Fakat bugün esirim. Türklerin esiriyim. Demirin, suyun, ateşin yapamadığını onlar yaptılar. Beni esir ettiler. Ayağımda zincir yok. Zindanda da değilim. Hürüm, her istediğimi yapıyorum. Lâkin yine esirim. Şefkatin, ulüvv-i cenâbin (cömertlik), asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağla bağladılar. Bu kadar şefkatli, bu kadar alicenap, bu kadar asil ve bu kadar nazik bir milletin arasında esir olarak yaşamak bilsen ne kadar tatlı”. İşte bizi yakından tanımak fırsatını bulmuş bir başka isim: LADY MONTAGU (1690 – 1767) İngiliz yazın hayatına yazdığı mektuplarla girmiş olan Lady Montagu, edebiyatta mektup türü ile ünlenmiştir. II.Mustafa döneminde eşinin elçi olarak bulunduğu ülkemizde, insanlarımızı ve özellikle saray yaşantısını yakından izleme imkanı bulmuş, bu izlenimlerini arkadaşına yazdığı mektupları ile tesbit etmiştir. Bu satırlar özellikle harem ile ilgili gözlemlerini içerir. Ahmet Refik Bey tarafından Türkçe’ye çevrilen bu mektupların birinde Lady Montagu şöyle der: “Asil bir Türk kadını nasıl giyinir, bunu öğrenmek istersin değil mi ? İşte sana yazıyorum: Onun arkasında dolama denilen bir gömlek vardır. Düğmeleri nohut iriliğinde elmastan yapılmıştır. Dolama daha küçük çapta elmaslarla süslü iki iğne ile kemere tutturulmuştur. Ten üzerindeki iç gömleği, baklava biçimindeki iki elmas düğme ile iliklidir. Kemer gayet geniş ve baştan başa elmas. Gerdan dize kadar inen üç dizi inci ile sarılı. Dizilerden birinin ucunda Hint tavuğu yumurtası kadar büyük bir zümrüt asılı. Asil Türk kadınının küpeleri takıldığı yere yakışacak değerdedir. Yüzükler de öyledir. Güzel, pek güzel olan parmakların zarafetini ışıkları ile aydınlatıp dururlar. Benim gördüğüm, Türk kadınlarındaki süslerin yarısı kıymetinde süsü taşıyabilen Avrupalı bir kraliçe yoktur. Fakat Dostum! Türk kadınlarının en büyük süsü, Türk oluşlarıdır. Bana öyle geliyor ki bunlar, süslemek için elmas veya zümrüt takmıyorlar. Belki o taşları üzerlerinde taşımakla, süslemiş ve kıymetlendirmiş oluyorlar. Çünkü, her Türk kadını canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlantadır. Her kadın para sahibi olabilir, lâkin elmasa revnak veren Türk kadınını, tabiat ancak Türkiye'de yaratır”. CAMPANELLA (TOMMASO) (1568 – 1639) İtalyan asıllı bir düşünür ve yazar olan Campanella yirmi yedi yıl İspanya zindanlarında yattı. En önemli eseri olan "Güneş Ülkesi"ni hürriyetinden yoksun olduğu bu dönemde yazdı. 1602 tarihinde yazdığı bu eserini ancak 1623 yılında yayımlayabildi. Bu insanın, özlemini çektiği ve özgürlüğüne kavuşmak için düşlediği ülkenin Türk insanının toprakları olması ne kadar heyecan verici bir duygu. Yazar, İspanya zindanlarında yazdığı yazılarında bu duygularını bakın nasıl ifade etmiş: “İçinde yaşadığım şefkatsiz gecenin bir sabaha ermesini istemiyorum. Böyle bir sabahın sonu yine gecedir. Çünkü, zindanın dışında istibdat var ve istibdat hür fikirlere ancak gece vaadeder. Ben, bir "Güneş Ülkesi"nin hasretini çekiyorum. Bu ülkede gece olmasın ve insanlar karanlık mefhumunu ta nımasınlar. Güneş gibi ülkeyi, yer yüzünde bulmak mümkün mü ? Fikir hürriyetine, vicdan hürriyetine, lisan hürriyetine ilişmeyen Türklerin varlığı hiç olmazsa bana böyle bir ülkenin var olacağını zannettiriyor... Mademki, düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var. Üzerinde hakikatin, adalet ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir "Güneş Ülke" yarın neden vücut bulmasın ?...” Şimdi de bizi şiirsel bir dille anlatan İtalyan şair Tasso'nun yazılarına göz atalım: TASSO (Torquato) (1544 – 1595) Elli bir yaşında ölen bu ünlü şair, Türklerin denizlerdeki ve Avrupa'daki eylemlerini, korsan akınlarını 1575 yılında tamamladığı şiiriyle şöyle dile getirir: “Bir Türk, düşmanına karşı müthiş bir kasırga, fırtınalı coşkun bir deniz, kırıp döken, yakan yıkan bir yıldırım olduğu halde, dostuna ve silahsız düşmanına karşı, bir seher yeli, berrak bir göl, seyrine doyulmayan bir güldür”. HELMUT von MOLTKE (1800 – 1891) 1836 - 1839 yılları arasında Türk ordusunda müşavirlik ve öğretmenlik yapan Alman Feld Mareşal Helmut von Moltke II. Mahmud döneminde Hafız Mehmed Paşa'nın maiyyetinde müşavir olarak Nizip Savaşı’na katılmıştır. Kendi memleketinde otuz bir yıl, Genel Kurmayı yöneten mareşalin, ülkemizin olayları ve durumu hakkındaki düşüncelerini tesbit eden mektupları vardır. Aramızda yaşamış bir kişi olarak hakkımızdaki izlenimlerini çok daha gerçekçi olarak değerlendirmemiz gerekir. Bakın bu izlenimlerini nasıl anlatmış: “Silahlı bir milletin en canlı örneği Türkler’dir. Bu diyar köylüsünün orak, katibinin kalem ve hatta kadınlarının etek tutuşunda silaha sarılmış bir pençe kıvraklığı vardır. Türk ata biner gibi oturur ve keşfe yollanan nefer gibi uyanık yürür. Silahın ruha verdiği emniyeti her Türk’ün bakışında görmek mümkündür. O doğduğu günden beri silahlıdır. Bundan dolayı da hayata ve hadiselere emniyetle bakmayı öğrenmiştir. Türkiye'ye adım atar atmaz bu kanaati edindim. Nizip bu kanaati ne sarstı, ne giderdi. Çünkü orada yenilen Türk değildi, kumandandı. Yenen de öbür taraf olmayıp, hurafelerdi. Harp planını, müneccimler vasıtası ile çizen, hücum emrini yıldızlardan alan kumandanlara karşı cesur Türk ne yapabilirdi ?.. Müneccimin Türkiye'den kovulduğu ve yıldızların harp işlerine karışmalarının yasak edildiği gün, Türkün ruhu yeniden parlayacak ve silah kullanmak için doğan bu kahraman milletin tarihi, eski ışığını bulacaktır...” LORD BYRON (George GORDON) (1788 – 1824) Biraz da Türk düşmanı olan bir İngiliz şairden bahsedelim. Doğu ülkelerinde de yaşamış olan bu şahıs 1823 tarihinde, Yunanistan taraflısı olarak Türkiye’ye karşı savaşmak istemiştir. Ancak bu arzusuna erişemeden 1824 yılında öldü. Türk düşmanlığı ile vasıflandırılan bu kişi yine de Sezar'ın hakkını Sezar'a verircesinc bakın bizden nasıl bahsetmiş. Buradaki değerlendirme, bize sevgi ile yaklaşarak duygularını yansıtan kişilerin tesbitlerinden daha farklı boyutta bir önem arzeder: . “Türkler ne iki yüzlüdür, ne de yalancı. Gerçi birçok milletlerin hürriyetlerini yıktılar ve onları alçaltmış oldular. Lâkin kendileri hiçbir zaman alçalmadılar. Harp ederken öldürmeyi bildiler. Savaş haricinde ve yurtlarında ise asla katil olmadılar. Kılıcı insafsız bir maharetle kullanan Türk eri, mağlup ettiği insanların yarasını sarmakta da ustadır. Türkler kendi aralarında yaşamağa müsaade ettikleri ve itikatsız tanıdıkları insanları, (Avrupa'nın birçok yerinde ve asırlarca yapıldığı gibi) ateşte yakmadılar. Onların dinlerine ve büyüklerine sadakatları engizisyonsuzdur. Bu sadakati başka milletlere yükletmeyi asla düşünmediler...” JAN SOBİESKİ III (1629 – 1696) (Jan KAZİMİERZ) ( Lwow OLESKO ) Asker kökenli olan Jan Kazimierz, 1673’te ölen Polonya kralının yerine geçti ve 2 Şubat 1676’da Krakov'da taç giydi. Padişah IV. Mehmed zamanında sadrazam Kara Mustafa Paşa'nın 12 Eylül 1683’te başarısızlıkla sonuçlanan Viyana Kuşatması’nı bizzat yönetti ve zafer kazandı. Kazandığı bu zaferi çok sevdiği karısı Mariette Kazimierz'e yazdığı mektupta anlatıyor. Bu mektubu Sadrazam Kara Mustafa Paşa'nın terkettiği çadırında yazmış ve zaferin sonunda elde ettiği ganimetin ihtişamı karşısında duyduğu sevinci ve biraz da şaşkınlığı yansıtıyor. Bunun yanı sıra kuşatmayı zaferle sonuçlandıramayan hasmının savaş alanındaki yenilgisinde bile muhafaza ettiği gururunu ve dövüşme azmini takdir ve saygı ile ifade ediyor. Verdiğimiz bu tarihten sonraki yaşamında çok sevdiği karısı Mariette onu terk etmiş, hatta onun karşısında gelişen olaylarda taraf olmuştur. İşte mektup: “Ruhumun tek neş'esi, sevimli ve çok sevdiğim Mariette (Marya) :.. Tanrı razı olsun! Milletimize zafer yüzü gösterdi. Öyle bir zafer ki, geçmiş çağlarda böylesine asla raslanmamaktadır. Adamlarımız durmadan bize develer, katırlar, öküzler, koyunlar getiriyorlar. Üstelik eskiden müslüman olmuş dönmeler güzel kıyafetler içinde bize sığındılar. Zafer o kadar ani ve umulmadık bir biçimde oldu ki.. Düşmanın her an geri dönmesi bekleniyor. Sadrazam giderken herşeyini bırakmış. Hizmetkârlarından biri, beni onun otağının gizli bölümlerine götürdü. Bütün çadırlar, Varşova ya da Viyana kadar büyük bir yer kaplıyor. Sadrazamın önünde taşınması görenek olan bütün işaretlere ve sancaklara sahip oldum. Ayrıca bir sürü zengin çadıra, mükemmel eşyalara ve nişanlara sahip olduk. Hotin'de gördüğümüz şeylerle bunlar asla mukayese edilemez. Dört beş sadak dolusu yakut ve safir birkaç bin duka altını eder. Bütün koşumları ile Sadrazam’ın bir atını da ele geçirdim. Askerlerimiz üzeri altın işlemeli bir sürü kılıç ele geçirdiler. Aslında Osmanlılar kaçarken kendilerini çok güzel savunuyorlardı. Bu bakımdan onların dünyanın en iyi geri çekilmesini yaptıklarını söyleyebilirim. Osmanlıların gururları ve kendilerine güvenleri öylesine büyük ki... Ordularının bir bölümü bizimle dövüşürken öteki bölümü de saldırmaya hazırlanıyordu. Sadrazamın çadırında kokular, mücevherler vardı. Bize çok güzel şeyler bırakmış. Özellikle vücudu ile ilgili şeyler dünyanın en harika ve ender olanları...” PIERRE LOTİ (Julien Viaud) (1850 – 1923) Teğmenlikten emekli olan bu ünlü Fransız yazarı, birkaç defa Türkiye’ye gelmiştir. "Aziyade" ve "Can Çekişen Türkiye" isimli kitapları bizimle ilgilidir. Hasköy'de ve Divanyolu'nda oturmuş, Hasköy'de otururken tanıyıp sevdiği Aziyade için yazdığı romanı ona şöhret kazandırmıştır. Gerçek bir Türk dostu olan Pierre Loti, izlenimci bir yazardır. "Loti" ismi kendisine Kraliçe’nin adamları tarafından Okyanusya seferini yaparken verilmiştir. Haliç'e kuş bakışı bakan ve onun adını taşıyan eski kahve bakımsız haliyle bile yine de sizi geçmişin sihirli havası ile sarıverir. 1989 yılının güzel bir bahar gününde ben de bu mekanda geçmiş yılların hatıraları ile adeta büyülendim. "Anılarda Yaşadığım İstanbul" adlı şiirimi yazdığım mekândır, Piyer Loti Kahvesi... Mevsim bahar ortası Mekan ise Eyüp'te Basit bir kır kahvesi Piyer Loti'de. diye başlayan şiirim, çocukluk yıllarımın hayalimde iz bırakmış anıları ile devam eder ve şöyle biter: Bugün sade Haliç'te Birkaç saat içinde Kayıp gittim maziye, Piyer Loti'de ... (“Harman” adlı şiir kitabımdan) O gün orada sadece geride kalan kendi hatıralarımı değil, bizi gerçek bir dost gibi değerlendiren bu insanın havasını da teneffüs ettim.. Bakın o bizleri nasıl an1atıyor: “Türk asillerin asilidir. Yapma olmayan, gösterişi bulunmayan bu pek yüksek asalet, ona tabiatın hediyesidir. Sadelik içinde ihtişamı, sükûnet içinde belâgati, zarif bir durgunluk içinde sababeti (Derin sevgi) ve pırıltılı bir hayat içinde bu hakikati hissettiren yegane millet Türkler’dir. Türk o rengarenk alemin gözüdür, deb'idir (geleneğidir), ışığıdır ve yaşayan hakikattir. Türk’ü anlamak için tarihe göz yummak gerekir. Haksız hücumlar ve pespaye iftiralar önünde Türk’ün vakur kalışı şüphe yoktur ki, körlerin eşyanın hakikatini idrak etmediklerini düşündüklerinden ve körlere acıdıklarından CÂHİZ (El Câhiz) H.772 - H. 870 (Ebu Osman bin Bahr) Kelam bilgini ve yazar olan bu Arap alimi, bize duyduğu büyük hayranlığı şöyle ifade etmiş: (Bu ifadenin, yıllar boyunca Türk’ü çok yakından tanıma imkânı içinde olan Arapların bir bilgin yazarına ait olması çok önemlidir) “Türkler yavuz binicidirler. Hücumda düşmanlarını kolaylıkla çevirip bozarlar. On millete mensup, on yiğit adamın kuvveti, tek bir kimsede toplansa, yine bir Türk’e bedel olamaz. Türkler namusludurlar, hile bilmezler. Fırsattan istifade etmeyi düşünmezler. Özleri, sözleri doğrudur. Birliktirler, aralarında ayrılıkçılık yoktur. Bir Türk’ün yaltaklanması, riya yapması, zem, casusluk etmesi mümkün değildir. O kibir nedir bilmez. Büyüklerine saygısızlık göstermez. Hele Türkler’in yurtlarına bağlılıkları her hasletlerinin üstündedir. Memleket almaktan ziyade, milletlere hahim olmak için harbi severler. Havai sözlerden hoşlanmazlar. En çok konuştukları şey, harp ve mücadele, en ziyade eğlenceleri at ve silahtır..” WİLLİAM PİTT II (1759 – 1806) Uzun yıllar başbakanlık yapmış olan bu çok zeki ve başarılı İngiliz siyasetçisi, Napolyon'un siyasetine karşı olmuş ve Belçika Fransa’sına karşı açtığı savaşı başarı ile noktalamıştır. İngiliz sömürgeciliğinin teşkilâtlandırılması, ekonominin güçlendirilmesi hep onun zamanına aittir. Trafalgar zaferi, donanmada yaptığı gelişmelerle yine onun zamanında kazanıldı. Bizim hakkımızdaki firikleri, haksızlığa karşı nasıl tepkili bir millet olduğumuzu ve adalet duygularımızı açıklamaktadır: “ Mısır’ı kurtarmaya çalışırken, yalnız Hint yolunu açık bulundurmayı düşünmüyoruz. Türkler’in hoyratça çiğnenmiş olan haklarını müdafaa etmek istiyoruz. O Türkler ki, yegane sevdikleri şey Hak'tır, hakikattir ve hiç bir haksızlık yapmadıkları halde haksızlığa uğramışlardır. Biz küstahça tahrik olunarak girişmiş olduğumuz mücadelede kuvvetli olduğumuzu er geç ispat edeceğiz. Fakat haklı olduğumuzu da herkese anlatmalıyız. Korsanca davranıp Mısır'a girenler, bu korsanları, ehramların tepesinden asırları seyre davet ediyorlar. Biz de aynı şeyi yapacağız. Tarihi gür bir sesle çağıracağız. Fakat ona mert ve civanmert Türkler’in yanında yer aldığımızı göstermek ve onu hak namına, hakikat namına, adalet namına mahfuz etmek içindir” SENAİYE (Senai) (1072- 1131) (Hakim ebül, Mecd) Onuncu asrın başlarında yetişen bu islâm filezofu aslen İranlı’dır. Şair ve Mutasavvıftır. Türk, Arap ve İran edebiyatlarının tasavvufa bağlı kolları Senai'ye dayanır. Tanrı ile insanın özde bir olduğunu kabul eder. Büyük düşünür Mevlâna da onun bu felsefesini benimsemiştir. Her ikisinin de Belh'te bulunmuş olmaları, belki onların manevî yönden bağlanmalarında etkili olmuş olabilir. Çünkü, Mevlana aynı felsefenin insanı olarak yaşamıştır. Bu büyük düşünce adamı Türk insanını şöyle tanımlıyor: “Türk korkmaz, korkutur. Birşey isterse almadıkça elini çekmez. Tamah edilmeyecek şeylere göz koymaz. Gururu yüksektir. Hangi işe el koysa mutlaka başarır. Lâkin, olmayacak işlere de girişmez. Basra'nın edebi Yunan'ın hikmeti, Çin'in san'atı, Türk için çoktan belli şeylerdir. Türkler’in yürekleri temizdir. Onların batıl fikirleri, fasit düşünceleri yoktur. Türkler’in vücutları ve sesleri gibi, konuştukları dil de azametlidir. Her Türk kendini arslan, düşmanını av, atını ceylan sayar. KONT de BONNEVAL (1675 – 1747) (Humbaracı Ahmet Paşa) Asıl adı Le Comte Claude Alexandre de Bonneval olan bu Fransız asili er olarak orduya girdi ve sonra teğmen oldu. Ancak vatanında gözden düşünce İtalya'ya kaçtı. Daha sonra Avusturya ordusunda Türkler’e karşı savaştı. Bu maceracı insanın, en sonunda Osmanlılara sığındığı, paşalık payesi aldığı ve "Humbaracı Ocağını" kurduğu bilinir. Ama bir ara burada da gözden düşmüş ve Kastamonu'ya sürülmüştür. Elli dört yaşında Türk makamlarına sığınarak müslümanlığı kabul etmişse de, yirmi seneye yakın yaşadığı topraklarımızda Türkçe öğrenmemiş ve yazılarından da anlaşılacağı gibi hiç vatanını unutmamıştır. Humbaracı Paşa’nın kendi vatanından ve diğer sığındığı ülkelerden dışlanışından sonra, müslümanlığı kabul ederek bize sığınmasındaki fikir, yine de Türk’ün hoşgörüsünün ona sunduğu imkanlardan güç kazanmıştır. Vatanından uzakta geçen yaşantısı içinde, kalben hep Fransız kalan Humbaracı Ahmed Paşa, kendisinin de ifade ettiği gibi, memleketimizde şan ve servet elde etmiş olsa da, onu esas buraya bağlayan şey, insanımızın yaradılışındaki farklılıktır. 1747 yılında İstanbul’da ölen Humbaracı Ahmed Paşa’nın, ömrünün sonuna kadar kalben Fransa’da yaşadığı açıkça hissedilir. Elli dört yaşında kabul ettiği müslümanlığı, ne derece gönülden kabul ettiği ise sadece kendine malûmdur. İstanbul’da Galata Mevlevihanesi’nin mezarlığında yatar... Şimdi onun düşüncelerini yansıtan yazılarına yer verelim: “İstanbul, pırıltılı ışıklar ve güzel kokular diyarı. Bosfor, Asya’dan Avrupa’ya ve Avrupa’dan Asya’ya akıp gelen bu ışıkların ve kokuların, mavi dantelden yapılmış uzun bir süzgeci. Koridor, iç liman, bosfordan beriye geçen güzelliklerin son yıkandıkları havuz. Bu şehir, şüphe yoktur ki cennetten bir köşedir. Fakat bana Fransa’yı unutturamıyor. İstanbul, zeki ve işbilir bir adam için, her şeyi vaat eden bir alim. Burada şan var, servet var. Lakin kazanılan bütün bu şeyler yüreğimden yurt aşkını söküp atamıyor. Bununla beraber burada kalıyorum. Çünkü Türkler’i seviyorum. Onlar cennetten bir köşe olan bu eşsiz memlekete yakışan, eşsiz insanlar. Yaradılışlarında ise meleklerde bulunmayan bir mahviyat (alçak gönüllülük) var. Bu büyük ruhlu milletin arasında vatanımı unutmaktan korkuyorum. Vatan aziz ve pek aziz. Lâkin Türk de aziz ve çok aziz”. COMENİUS (1592 – 1670) Moravya papazlar birliğine bağlı bir ailenin çocuğudur. Küçük yaşta öksüz kalmış ve sonra kendisi de papaz olmuştur. Fulnek Kilisesi’nde görevli iken İspanyol askerlerinin istilası ve Ferdinando II’nin emri ile reformculara karşı yapılan işkenceler yüzünden 1682’de Polonya’ya sığınmıştır. Tesbitlerime göre Ferdinando II’ye yazmış olduğunu kabul ettiğim bu mektup, onun hümanist düşüncelerinin ortaya koyduğu cüretkâr tavsiyelerini içerir. Toscana Büyük Dukalığı tahtında kaldığı süre içinde babası Fernando I’in, barışçı ve bağımsız siyasi anlayışının aksine Ferdinando II, sertlik yanlısı bir politika izlemiştir. İşte bu politika anlayışı ile dış düşmanlara ve bu arada Türkler’e karşı halkını kışkırtması ülkesinin gerilemesine neden olmuştur. Humanist bir pedegog olan Comenius’un Türk dostluğuna, vefasına olan güveninin Ferdinand I’in, zamanındaki izlenimlerinden kaynaklandığı açıktır. Kendini “Tabiatın Hizmetkârı” olarak kabul eden ve pedegojiyi bilim haline koyan ilk insan olarak, daha o tarihte fikrî ve siyasi, bir milletler federasyonu ilkesini düşünebilen bu insanın mektubuna bakalım: “Her mektep bir kışladır. Zekâyı silahlandırır, ruhu bahadır yapar. Ülkenizin bu kutlu kışlalarla dolmasını dilerim. Fakat, hükümdar saraylarında bir de siyasî ifade bulunması gerekir. Çünkü her devlet, siyasette göstereceği liyakata göre büyür veya küçülür. Şanlı pederiniz iyi ve değerli müşavirler seçti. Onların tahassaslarında (bir şeye veya kimseye mahsus olma) böyle bir akademi kurdu ve hayırlı bir siyaset gütmekle milletini minnettar etti. O büyük hükümdarın kabul ettiği programın başında Türk dostluğu ve Türke bağlılık vardı. Siz de Fahametpenah, aynı programı takip ederseniz, aynı neticeyi elde edersiniz. Türkler kahramandırlar, dostlarına zarar vermezler, fakat kazanç getirirler. Bu yüksek millet tuttuğu eli bırakmaz, sözünden dönmez, iyi ve fena günlerde dostundan ayrılmaz. Böyle bir milletle el ele vermek, yer yüzünde her güçlüğü yenmek için sonsuz bir kudret ve kabiliyet kazanmak demektir.” PRENS EUGENE de SAVOİE (Carignan) (1663-1736) Aslen Fransız olduğu halde Fransız ordusuna kabul edilmemiş tir. Bunun üzerine Avusturya ordusuna girer. Üçüncü Avusturya seferinde Sadrazam Elmas Mehmet Paşa’ya karşı, Zenta'da zafer kazanarak, (1697) Avusturya topraklarını genişletmiştir. Savoia hanedanının Carignano kolundan gelen prens Eugene çok yetenekli bir kumandan olarak İmparatorluk ordularının baş kumandanı oldu. 1717 yılında yine bize karşı kazandığı zafer ile Belgrad’ı aldı. Zaferler kazanmış olan bu başarılı asker, hümanist yönü ile de tamayüz etmiştir. Yirmi otuz bin kadar şehit verdiğimiz bu savaşta, casusları ile ordumuza ait bilgileri elde etmiş ve Zenta’da zaferi kazanmıştır. Prens Eugene zaferini müjdelediği mektubunda (bu mektup, Avusturya Arşıdükü Karl II’ye yazılmış olmalı) yenilen düşmanın cesaretini ve asaletini büyük bir takdirle kaydetmiştir. Mektupta diyor ki: “Galip geldik Haşmetpenah, düşmanı yendik. Sadrazamın mühürü bile elimde. Elmas Mehmet Paşa kılıçlarımızın altında can verirken, Bab’ı Ali’nin, hümayunu satvetimize diz çöktüğünü göstermek ister gibi Padişahın mühürünü de bize bıraktı. Şimdi Tisa suyu, zaferimizin şanlı hikayesini Tuna'ya götürüyor. Bu hikâye o yolla denizlere ve ebediyete gidecek.. Fakat Haşmetpenah, itiraf etmeye mecburum!.. Türkler, taşıdıkları parlak şöhrete lâyık bir biçimde dövüştüler. Türk’e yakışır bir feragatla ve celaletle (özveriyle) çarpışa çarpışa öldüler. Onların sahneden silinişi, uzun parıltılarla göz kamaştırdıktan sonra sönen şimşekleri andırıyor. Karşımızdan ağır ağır gaip olan bir ziya kütlesi gibi beyaz bir eriyişle çekildiler. Görünmez oldular. Onların galibiyetleri gibi mağlubiyetleri de şanlı ve ibretli.” DECAMPS (Alexandre Gabriel) (1803-1860) Doğu ülkelerine de seyahatları olan bu Fransız ressamı, Türkiye’de de bulunmuş, bu nedenle bizleri yakından tanıma fırsatını elde etmiştir. "Bir vezirin Muhafız Askeri” 1827, “Türk Evi, Türk Devriyesi” 1831, adlı eserleri, ressamın memleketimizde bulunduğu yılları belirlemekte. Egzotik eserleri ile tanınan sanatçının ayrıca "Çeşme Başında Türk Çocukları" adlı eseri de bize ait olup, Louvre Müzesi’ndedir. Decamps san'atındaki ustalığını fırçası ile tuval üzerinde yansıtarak, başaryı yakalamış olabilir. Bunun yanı sıra taşıdığı sanatkar ruh ona, objenin ötesindeki değerleri de gözleme ve tesbit yeteneğini vermiş. Ama Türk insanında tesbit ettiği bu manevi değerleri ifade etmekte başarılı olamıyacağını kabul ediyor. Bakın bu imkansızlığı ne güzel anlatıyor: “Türk’ün güzel yüzünü, kuvvetli endamını, pırıltılı kostümünü, zarif tavırlarını, kibar gülüşünü, aslanca kükreyişini fırça ile göstermek mümkündür. Bütün bunlar canlı surette tasvir ve tesbit edilebilir. Müşkül ve pek müşkül olan, Türk’ün özünü göstermek meselesidir. Bu öz ay ışığı gibi görülür. Lakin olduğu gibi gösterilemez. Hangi fırça mehtabın o ince haşmetini gökten yere indirebilmiştir. Projen (doğa, ilk oluşum) bir köpüğü yapabilmek için yedi yıl uğraştı. Türk’ün ruhunda yaşayan Kuretli ışığı tasvir için yetmiş yıl bile kafi gelmez. Protojene el uzatan lütufkâr tesadüf ise san'at tarihinde yegânedir..” Sanatçının bir başka eseri "The Defeat of the Cimbri 1833” (Kember1ey’in mağlubiyeti)dir. Bu eser de Louvre Müzesi’nde bulunmaktadır. HAMMER, PURGSTALL (1774-1856) (Joseph Freiherr) Avusturyalı Şarkiyatçı ve tarihçi olan Hammer 1799 tarihinde Papanın elçisi Baron Herbert’in tercümanı olarak Türkiye’ye gelmiştir. Aynı yıl Mısır’a gitti ve Türk-İngiliz askerlik çalışmalarında görevlendirildi. Türkçe, Arapça, Farsça dillerine vakıf olan yazarın bizimle ilgili, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Osmanlı Şiir San’atı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Devlet İdaresi ve Mehmet Ata Efendi’nin Türkçe’ye çevirdiği, Osmanlı Tarihi adlı eserlerinin yanı sıra, otuz yıllık çalışmaları ile Türkiye, Ortadoğu ve İran ile ilgili birçok eser vermiştir. Bizi, daha çok dövüşkenlik ve cesaret vasıflarımızla tanıtan yazarın kullandığı “Targinaüs” ve “Tugarma” kelimelerinin tam karşılığını (alıntı yapılırken kelime yanlış yazılmış olabilir) tesbit etmek mümkün olmamıştır. Ancak, bu kelimenin savaşçılıkları ile ünlü Tuareg’lere benzetilmemizden dolayı kullanılmış olacağı düşünülebilir. Bize ait bu kadar eseri, dünyanın bilgi hazinesine kazandıran bu ünlü şarkiyatçının bizi tanımlaması şöyledir: “Her devletin Targinaüs, Tevratın Tugarma diye andığı Türk, o müverrihten (tarihçiden) ve mukaddemi kitaptan (giriş) daha çok eski asırların tanıdığı bir millettir. Tahakküm kabul etmeyen bir şecaat (yiğitlik, cesaret) alabildiğine geniş bir fütuhat (zaptetme) aşkı, sonsuz bir teşebbüs kabiliyeti, muhitlere uymaktan ziyade, muhitleri kendine uydurmak ve istilası bu milletin asırlar dolduran tarihinde çok açık görünür ve okunur. Türkler, devlet yıkmakta ve devlet kurmakta birinci sınıf ustadırlar. Ülkeleri değil kıt’aları alt üst etmişler ve bu korkunç savletleri (saldırıları) arasında, sarsılması hiç de kolay olmayan hakimiyetler yaratmışlar. Tarih Türkler’den çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler var ki, medeniyet için bir süs teşkil etmektedir.” ALPHONSE de LAMARTİNE (1790 – 1869) Bu ünlü şair ve romancı 1838 yılında Türkiye’ye geldi. Bu tarih daha ileri tarihleri de belgeleyen “Historie La Turquie” adlı eseri ile Sultan Abdülmecit dönemini belgeler. Osmanlı adı altında bir tarih komisyonu tarafından ele alınan eserde, yazarın Türk dostluğu çok belirgindir. Çok akıcı bir üslupla “Osmanlı Tarihi” adı altında Türkçe’leştirilen eserinde Lamartine, iyi bir gözlemci gibi Osmanlı devletinin ilerki yıllarına ait görüşlerini de dile getirmiştir. Hıristiyanlığı terkeden yazar, insan, tabiat ve Allah arasındaki bağlantıyı şiirlerinde eriten bir hümanisttir. Bizi çok yakından tanıma imkanını elde etmiş olan yazarın kalemi Türk’ü dış aleme şöyle tanıtıyor. Bu tanıtımın temelinde ne bir menfaat ve ne de bir riya o1duğu söylenemez. O, hakiki bir Türk dostu olarak değerlendirmelerini yapmış ve demiş ki: “Türk, bir ırk, bir millet haysiyetiyle yer yüzünün en şerefli insanıdır. Seciyeleri pek necip ve yücedir. Şecaatleri (yiğitlik, yüreklilik) yorulmaz bir kuvvet halindedir. Dinî ve vatanî faziletleri her bitaraf ruha hürmet ve hayranlık verir. Necabetleri (soylulukları) alınlarında ve amellerinde (hareket, iş) yazılıdır. İyi kanunları, daha münevver hükümetleri olsaydı dünyanın en birinci milleti olmak sıfatını kazanırlardı. Bütün sevki tabiileri asilanedir. Vecd ile yaşayan duygulu bir millettir. Onların yurdu “Efendiler” diyarıdır. Kahramanlar, şahsiyetler ülkesidir. Bence, insaniyete şeref veren böyle bir milletin düşmanı olmak, insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır. Böyle bir lekeden Allah beni korusun.” CHATEAUBRİND (François Rene) (1768 – 1848) Vikont payesine sahip olan bu Fransız yazar, elçilik görevlerinde de bulundu. Aşırı kral aleyhtarı olan eylemcilerin arasında yer aldı. Hayatı hem çok refah hem bazen sıkıntılı dönemler içinde geçen ve Dış İşleri Bakanlığı yapan ünlü şahıs tayininden sonra istifa ederek ayrıldı. Türkiye, İspanya, Yunanistan ve Kudüs’e seyahatları oldu. Hem bu gezilerini yansıtan ve hem de farklı konularda pek çok sayıda eser yazdı. Kadınlarla yaşadığı aşkların içinde tutku olarak ifade edilecek bir bağ ile bağlandığı Madam Recamier’in ayrı bir yeri vardır. Bu ilişkiler sebebiyle ismi “Büyüleyici Adam” olarak ifade edilmiştir. Aslında bu soylu Fransız kadını da karakteri itibariyle pek çok erkeği kendisine bağlayan biraz hercai bir kişiliğin sahibidir. Chateaubrind’in ülkemizde bulunduğu süre içinde çok fazla değilse bile tanıdığı insanımızın kişiliğini gerçek vasıfları ile tanımış ve bilhassa dinimizin diğer dinlere karşı olgun hoş görü anlayışının, toplumu kucaklayışını gözlemiş. Bakın bunu ne güzel ifade ediyor: “Hıristiyanlık, zeytin dalını sulayan şahsiyetler ise, o dalın doğduğu yerde kırılmamasını da, Türkler’in temin ettiğine inanmak lazım. Bu millet gerçekten merhametli ve müsamahacıdır. İnanmadıkları hakikatlerin yanı başlarında yaşamasına göz yumuyorlar. Bu, kendi kudretlerine ve kendi kanaatlarına mağrurane güvenmekten ileri gelen bir hareket de olsa necibanedir.” MADAM RECAMİER (Julie Bernard) (1777 – 1849) Devrinin önde gelen isimleri arasında yaşantısını sürdüren bu soylu Fransız kadının çok güzel olması, etrafında çok sayıda hayranlarından oluşan bir çevre oluşturmuştur. Bu sebeple pek çok ünlü kişi ile dostluk kurmuştur. Ona aşık olanlar arasında kendisinden çok yaşlı olarak evlendiği kocasından başka, Prusya Prensi August'u ve yukarda bahsettiğimiz Chateabrind (Şatobiryan)ı, önem verdiği iki isim olarak belirtelim. Politik düşüncelerini ve davranışlarını da, kadınca davranışlarının yanı sıra sürdürdüğü görülür. Erkeklere ait gözlemleri ve onlar hakkındaki izlenimleri içinde Türk erkeklerinin de tarifi vardır. Kendisine koku hediye eden Türk Elçisi ile arasında geçen şu kısa diyalog onun bu hususta düşündüklerini yazmasına vesile olmuştur: “O'na sordum: ‘Türk kadınları hep bu kokuları mı kullanırlar?’ Türk Elçisi cevap verdi: ‘Evet !’ Bakışlarında aslan tebessümü, tebessümlerinde kuzu saffeti sezilen, bu sağlam yapılı, çok kibar erkeklerle, beşikten mezara kadar yoldaşlık eden mes'ut kadınların şuur ve heyecan dolu hayatlarını düşündüm. Onlar da şüphe yok ki, bakışlarında ceylan tebessümü, tebesümlerinde bülbül zerafeti taşıyan lâtif mahluklar o1acak. Bir sual daha sormak istedim; ‘Siz Türkler hep böyle kudretli ve dilâver misiniz ?’ diyecek oldum. Fakat aklımı çarçabuk devşirdim, sustum. Çünkü, centilmen Elçinin o sırada bize (mini mini şişeler içinde) gül ruhu getiren ve şişeleri Türk işi sırmalı mendillere sararak dağıtmaya koyulan şık kostümlü hizmetçisini gösterip, ‘Şüphe mi var ?’ demesinden korktum. Onların uşakları bile "Efendi".” ÇIRNAYEF Zeki, enerjik ve komiteci kişiliği olan bir Rus generalidir. Bu özellikleri sebebiyle Balkanlar’da, Sırp, Karadağ ve Bulgar halklarını Türkler’e karşı kışkırtarak ihtilal çıkarmakla vazifeli kılınmış. Ancak kışkırttıgı bölgede onun tahrikleri fiilen hangi boyutlarda olursa olsun, Türk’ün oradaki insanlar üzerindeki tesirini silmeye muvaffak olamadığı satırlarında açıkça göze çarpmaktadır. Bu da, eğer bir toplumu ölümden daha çok manevi hatıralar korkutuyorsa, o insanlar üzerinde kazanılan manevi zaferin ifadesidir. Çünkü manen kazanılan bağlılıklar zor kullalanılarak elde edilenlerden çok daha ömürlüdür.. Bu mektuptaki ifadeler bunun doğruluğunu açıkça ortaya koymaktadır: “Burada hiç yoktan ordular yaratmak mümkün. Bu orduları ölüme doğru sürmek mümkün. Ben bu imkanlardan bol bol istifade ediyorum. Fakat yarattığım orduları sendeleten bir engel var. Türkler’in yaşayan hatıraları... Üç dört yüz yıl önce, her kudreti ve her milleti yenen Türkler şimdi silinmez hatıraları ile her teşebbüsü sendeletiyorlar. Ölümden korkmayanlar, bu hatıralardan korkuyorlar. Hemen her yürekte bu korkuyu seziyorum. Demek ki yalnız Türkler’i değil, onların tarihini de yenmek lazım. Bu vaziyette ben, Türkler'in düzinelerle milleti idare edebilmelerindeki muvaffakiyetli sırrı anlıyorum. Onlar milletleri bir kere yeniyorlar, fakat kazandıkları zaferi, ruhlarında ve nesillerde yaşatmayı biliyorlar. Bir değil, birkaç ihtilal bile, Türk’ün iliklerine işleyen gizli hakimiyeti yıkmaya kafi gelmeyecek. Türkler’de yalnız sonsuz bir cesaret değil iradeleri sersemleştiren bir sihirbaz zekası da varmış. Zaten, yarı Avrupayı asırlarca boyunduruk altına almak başka türlü mümkün olamazdı.” Yukarda kişiliklerini özetle tanıtmaya çalıştığımız bu ünlü simalar, hiçbir şahsi menfaat beklentileri olmaksızın, Türk’ü ve Türklük’ü tamamen tarafsız bir gözle işte böyle tarif etmişlerdir. Memnuniyetle ifade etmek gerekir ki, dünyanın değişen sosyal yapısı içinde toplumların yaşantılarında meydana gelen bazı yozlaşmalar bunca uzun yıllara rağmen Türk insanının özündeki güzellikleri bozamamıştır. Bunun devamlılığı hususunda da kuşku duymamak gerekir. KAYNAKLAR RUBAİLER, MEVLANA CELALEDDİN, 1982, Ajans Türk Matbaası, Abdülbaki Gölpınarlı. Ariflerin Menkıbeleri, Tahsin Yazıcı, Cilt 1, 2 İst. 1986. MEVLANA Mesnevi 1, 1001 Beyit, Fevzi Halıcı, 1982, Konya, Doğuş Matbaası. Türk Kültürü ve HACI BEKTAŞ VELİ, Ankara, 1988. HACI BEKTAŞ VELİ, Bildiriler-Denemeler-Açık oturum, 1977, Yeni Sanat Matbaası, Ankara. HACI BEKTAŞ VELİ, Hayatı, Eserleri ve Fikirleri, 1994, G.Ü. Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Dergisi. BİRLİK-DİRLİK, 1994, Ankara, G.Ü. Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Dergisi 1. YUNUS EMRE, Abdülbaki Gölpınarlı, Altın Kitaplar, 1983. TARİHTE TÜRKLER İÇİN SÖYLENEN BÜYÜK SÖZLER, M. Turhan TAN, Remzi Kitapevi, İstanbul. Orduda Manevi Kuvvetler, A.HİLMİ ERBUĞ, Kur. Alb. 1944, Askeri Matbaa. Not: Bu çalışmada babam Kur. Alb. A. Hilmi Erbuğ'un kitabında örneklerle yer verdiği "Tarihte Türkler İçin Söylenen Büyük Sözler" den alıntılardan ve bu görüşlerin sahibi olan kişilerin biyografilerini tesbit için her iki kitaptan yararlandım.