2013-12 Kizilbas 33
Transkript
2013-12 Kizilbas 33
kızılbaş Aralık 2013 - Sayı 33 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! 78 kanlı MARAŞ kızılbaş - sayfa 2 - sayı 3 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0 506 818 66 55 [email protected] kayseri temsilcisi a. rıza ülger [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak [email protected] tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta [email protected] tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 aralık 2013 sayı: 33 gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536 6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl. dünya ve avrupa için: adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: sparkasse duisburg 0300 23 23 29 bankleitzahl 350 500 00 IBAN: DE05 350 500 00 0300 23 23 29 kızılbaş - sayfa 3 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................. Ali Ülger Sayfa 06 - 1915’TEN 1978’E MARAŞ: BİR ŞEHİR, İKİ ACI… ACIMIZ AYNI ACI ! ....................................... Sarkis Hatspanian Sayfa 12 - Yeni Hınzır Paşalara Geçit Yok! .................... Erdal Yıldırım Sayfa 13 - “BEN ALEVİ DEĞİLİM” ................................... Metin Kahraman Sayfa 18 - Dersim’in Gözardı Edilen Kimliği... ............... Erdem Özgül Sayfa 20 - Milli Mücadele neyin mücadelesi - 1 ................... Sevan Nişanyan Sayfa 21 - Sadece Kafatasları İncelenmemiş! ................. Erhan Afyoncu Sayfa 23 - DR. ŞİVAN / SAİT KIRMIZITOPRAK 1935 - 1971 KİMDİR? Sayfa 26 - Paketler ve Kürd Kürdistan Algısı ............ Dr. İsmail Beşikçi Sayfa 29 - Türklerin ve Kürtlerin ‘Kürdistan’ı ................................. Ayşe Hür Sayfa 32 - LAZİSTAN VE KÜRDİSTAN MİLLET VEKİLLERİNE NE OLDU? ..................................................... Tamer Çilingir Sayfa 35 - Şapka yüzünden Rize’de idamlar bugün yapıldı! .... Nevzat Çiçek Sayfa 37 - AMED’DE BARIŞ - ÖZÜRLÜK MÜ? DİYARBAKIR’DA BARİŞ - ÇÖZÜLME Mİ? YA DA KÜRD OLMAK VE KÜRDİSTAN’DA TÜRKİYELİ(LEŞ) OLMAK MI? ............................................................................. Ahmet Önal Sayfa 39 - Hêjayan, ........................................................................ Kemal Tolan Sayfa 41 - YİTİK BİR ADAMIM BEN.. .............................. aram ararat Sayfa 42 - Şivan Perwer ve Ahmet Kaya. .................. Prof. Dr. Taner Akçam Sayfa 44 - ‘Vurun Kızılbaş komünistlere!’ Sayfa 45 - KIRLANGIÇLARIN YUVASI YIKILMASIN ...... Sultan KILIÇ Sayfa 47 - 1915 VE ÖNCESİ: KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI EĞİLİMLER ÜZERİNE – 4. Bölüm ............ Hovsep Hayreni Sayfa 53 - öteki maraş-bizim kürtler-tampon yaşam (yazı dizisi -1-) ..................................................................................... UĞUR ADSIZ Sayfa 55 - MÜCADELE ARAYIŞINDAKİ KADIN .... Ayşegül Karadağ Sayfa 56 - Dersim’in cellatları ilk kez konuştu Sayfa 57 - KAYNAR SUYA ÇOCUK ATILDI Sayfa 57 - El Kaide’de 500 Türk savaşçı Sayfa 58 - Dersaneleri nasıl bilirsiniz? .......................... Fikret Başkaya Sayfa 59 - Welat da Kadın Olmak ..................................................... Ali Ülger Sayfa 60 - asimilasyon alevileri mezarda da rahat bırakmıyor! ........................................................ Dr. Hüseyin DEMİRTAŞ Sayfa 64 - ortadoğu sömürge halklarına örnek olması dileğimizle!.. Afrika Ulusal Kongersi Lideri NELSON MANDELA’nın 1992 yılında kendisine verilen Atatürk Barış Ödülü’nü kabul etmemesi. Kürtlerin gerçekleştirdikleri ulusal ve toplumsal mücadelenin yükseldigini, Kemalistlerin “mazlum milletlere örnek olduk, onlara ulusal kurtuluşları için örnek olduk”, şeklindeki iki yüzlü düşüncelerini, tavır ve davranışlarını deşifre etmiş ve Kemalizmin iflas ettiğini gösteren önemli bir olgudur. Dr. İsmail Beşikçi kızılbaş - sayfa 4 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 cangözü ile görmek Ali Ülger Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın belgeseli yayınlandı. Yakın tarihimizin çok değerli siyasal tercihleri örgütlenmesinde yer alan Dr. Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şivan) gecikmişte olsa yeniden gündeme gelmesi çok hayırlı olmuştur. T-KDP kadrolarının imha edilmesinde Kürt tarafının Barzani hareketinin ilişkileri sorumlulukları gün ışığına çıkartılmalıdır. Yapılan belgeselin baştan sona Barzani hareketinin ve partisinin arşivlerinden her hangi bir bilgi ve belgenin olmayışı vahimdir! Çok ciddidir yeniden düşünmek gerekiyor!.. Belgeseli hazırlayıp yayınlayanların Barzani’ye başvuruda bulunup bulunmadıklarına dair herhangi bir bilgimiz yok. Keşke bu konuyla ilgili bir açıklama olsaydı daha sade daha başarılı yaklaşım içinde olmak mümkündü. Umarız ki bu konuda bu eksikliğin giderilmesine yönelik adımlar atılır. Kürt milli hareketleri tarihinde Dr. Sait Kırmızıtoprak katliamına benzer örnekler çoktur. Özellikle K. Kürtistan’da gerek Alişer, gerek Şeyh Sait gerekse Dersim meşru müdafasında işbirlikçiliğin çok büyük yaralar açtığı bilinmektedir. Kürt milli mücadelesinin kendi örgütlenmeleri içinde özgün sorunların açık tartışılmaması da çözümlerin oluşmasına ve demokratikleşmeye de fırsat vermemektedir. Bu siyaset sömürgecilerin işine gelmiştir. Kürt ulusal bilincinin ve birliğinin gelişmesinin önünde de engel olmuştur!.. Kürt milli örgütlenmeleri Kürt milli mücadelesinin tarihsel ve güncel özel ve toplumsal sorunlarını açık tartışmaktan özenle kaçınmışlardır. Örneğin Ermeni soykırımında Kürtlerin katliamcı ve işgalci rollerinden dolayı özür dilemek gereğini yerine getirme noktasında çok çok uzaktalar. Mesela Mardin’de Süryanilerin mülklerini zapteden Ahmet Türk’ün dedelerinden, bugün Ahmet Türk’e miras(!) kalan toprakları Süryaniler iadesini talep ettiler. Ve Ahmet Türk toprakları halen iade etmedi. Aynı Ahmet Türk partisinin çeşitli kürsülerinde “Ermenilerden özür dileriz, dedelerimizin eli kanlıdır” demesinin ne ciddiyeti var? Ermeni ve Pontus soykırımlarında Kızılbaşların Kızılbaş Zaza ve Kürtlerin de suç ortaklığı yok mu? Sorgulanması gerekmiyor mu? Ermeni ve Pontus Soykırımları yapılırken bizim dedelerimiz atalarımız ne yaptılar? Başta Balaban Aşireti reisi GÜLAĞA Teşkilat-ı Mahsusanın emrinde Ermeni soykırımında aktif olarak yeralmıştır. Aşağıdaki linkten belgeleri incelemek mümkündür. http://www.kizilbas.biz/ belgeler/98-belge.html Boşaltılan Ermeni-Süryani- Pontus mülkünde bugün kimler ikamet ediyorlar. Kızılbaşların yaşadığı bugünkü yerleşim alanları önemli bir kısmı Ermeni köyleri değil mi? Biz Kızılbaşlar olarak kendi tarihimiz ile yüzleşmek durumundayız. Kendi tarihiyle yüzleşmeyenlerin sağlıklı bir gelecek kurmaları mümkün olamaz!... Kürt ve Zaza milletinin dil, din ve kültür birliği yoktur. Bundan kaynaklanan özgül ve ortak demokratik sorunlarımızın açık açık tartışılarak yeni modern adımlar atmak durumundayız. Kürd’ü Zaz’aya, Zaza’yı Kürd’e karşı kullanarak gelişimin ve dayanışmanın önü kesilmektedir. Aynı durum konuşulan diller içinde geçerlidir. Dindeki ayrılıkların tarihi kökleri var. Osmanlı Şeyhül İslamının biz Kızılbaşlar için verdiği fetvalar hala yürürlüktedir. Bu kanlı fetvalara Kürt ve Zaza Müslümanlar da katılmışlardır. Bu ayıplarından kurtulmalarını öneriyoruz!.. Kızılbaş Şafi sorunu ortak sorunumuzdur bunun taraflarımız arasında kamuoyumuz önünde tartışmaya açmak ve geliştirmek gerekiyor. http://www.kizilbas.biz/belgeler/101-seyhuelislamebussuud-efendi-fetvalari.html Örneğin; Koçgiri, Şeyh Said, Şey Rıza direnişlerinde neden sağlıklı bir dayanışma yok?.. Dayanışma birlik bütünlük gerekli değilmiydi? Bunları sorgulamak durumunda değil miyiz? Dersim meşru müdafa direnişi kahramanlarımızı TC. devleti M. Kemal idam ettirdi ve cenazelerimizi de bize vermediler! G. Kürdistan’da imha edilen Dr. Said Kırmızıtoprak ile diğer candaşlarının cenazeleri de verilmedi!. Dersimde Dr. Baran da imha edildi ve onun da cenazesi verilmedi!... Burada bir benzerlik yok mu? Ne dersiniz? Bu durumda bizden kardeşlik, birlik, beraberlik isteyenlerin sadece bir kaç saatliğine kendilerini bizim yerimize koymalarını öneriyorum!... Çok açık şunu ifade edelim ki biz bu koşullarda birlik beraberlik ve de kardeşlik istemeyiz !... *** Devletin organize ettiği Diyarbakır görüşmelerinde taraflar arasında başta Kürt meselesi görüşüldü. TC.’nin tek amacı Kürtlerin birliğinin engellenmesi yönünde siyaset işletmesiydi. Kürt tarafının Türk siyaseti karşısında aldığı tavır ise çok nettir. Bu tavır kuzey Kürtlerinin hiç hoşuna gitmediği gibi ağır eleştiriler de yaptılar. Barzani’yi ABD işbirlikçiliğine kadar götürdüler. Bunların hepsi anlaşılır da; yalnız kızılbaş - sayfa 5 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kazın ayağı hiçte öyle değil. Bugün dünya devletlerinin kendi aralarında karşılıklı ilişkilerinin olması gayet normaldir. TC. Devletinin MİT kurumuyla Kürt meselesini çözmeye çalışmak acaba ne kadar demokratik? Sömürgeciler ile birlikte Kürt devletine Kürt(!) olarak karşı çıkarak siyaset işletmek ne kadar adildir? Barzani’nin Kürt örgütlenmelerinin kendi sorunlarını birlikte çözmeleri yönünde adımlar atması çok önemlidir. Kuzey beyaz Kürtlerinin bu durumdan tedirgin olmaları düşündürücüdür! Beyaz Kürtlerin bu siyaseti gün geçtikçe Kürt milletinin ve demokratik kamuoyunun bilincine çıkmaktadır. Diyarbakır görüşmelerinde Kürt tarafında tek bir KIZILBAŞ’ın olmaması da bizim açımızdan çok çok önemlidir. *** Alevi-Bektaşi örgütlenmelerinin tümü hep bir ağızdan Maraş katliamını lanetlediklerine dair demeçler veriyorlar, internet sayfalarında kırla palavra dolu. Dönemin içişleri bakanı diyor ki “KAYNAR SUYA ÇOCUK ATILDI” peki kimin attığını söylemiyor? Neden? Madımak katliamında da Malatyalı Kızılbaş Dedesi Adalet Bakanı Seyfi Oktay da provakasyon var demişti.... Yapılan tüm katliamların sorumlusu ve organizatörü devletin kendisidir. Ermeni soykırımından bu yana ya- pılmış tüm soykırım, katliam, sürgün ve asimilasyon siyasetini işleten devletin kendisidir. İşte bu Alevici dernek ve vakıf siyasetçileri de devletin siyasetinde koltuk kapma yarışındalar. Devlet siyasetiyle Kızılbaş Aleviler kötülükten başka hiç bir faydası olamaz bunun örnekleri başı boş ortalıkta kol geziyor!... Seçimler yaklaşıyor gene Kızılbaş Aleviler devletin şu ya da bu partilerini destekleyecekler. Küçük bir kesim de HDP’yi destekleyecekler. Her iki kesimin siyaseti de bizim açımızdan benzerlik var. Biz Kızılbaş Alevileri oy deposu olarak görmek ve maraba olarak kullanmaktan öteye geçmedi bundan sonra da geçmesi mümkün değildir! Yaklaşan seçimlerde aday olma yarışı başladı bile. Piyasada solcu görünen dernek, vakıf başkanları devlet partilerinde başta da ırkçı, faşist, soykırımcı CHP de aday olmak için el - etek öpmeye başladılar bile!... Devletin İşçi Partisi Perinçek gurubunun MHP ile ittifak yapma düşüncesine tepki gösteren Aleviciler var ! Ayba lo! Ne zaman ki; Biz Kızılbaş-Aleviler olarak kendi ekonomik demokratik ve siyasal sorunlarımızın çözümlerinde açık kendi tarafımız olarak kendi öz örgütlenmemiz ile siyasal alana çıkarsak ve temsil etmek istediğimiz seçmenimizden onay, katkı, destek alırsa işte o zaman kendimiz olur ve geleceğimizin belirlenmesinde söz ve yetki sahibi oluruz!.. Kendi öz örgütlenmelerimizle, devletin ırkçı asimilasyonu ile üretmiş olduğu tahribatların yok edilmesine yenilenip yeniden yapılanmamıza hayati önemi olan katkılar suna biliriz. Toplumsal demokrasinin oluşmasına aktif katılabiliriz. Kürt milletinin milli davasının başarıya ulaşmasına aktif katılabiliriz. Sömürgecilerden bağımsız müstakil Walat’ın oluşmasında bizler de kendi öz örgütümüz ile yer almalıyız!.. *** Nelson Rolihlahla Mandela hakka yürüdü. Güney Afrika’da ki ırkçı, faşizan devlete karşı uzun bir mücadele ile devlet ırkçılığına, faşizanlığına son verilmesinde çok önemli görevler üstlendi. Nelson Rolihlahla Mandela, Hindistan’da Mahatma Gandhi’den sonra sömürgeciliğe karşı yükselen özgürlük mücadelesinde, çağımızın önemli mihenk taşı olmuştur. Mücadelesinin önünde başımız turaptadır. Sömürgeciliğe karşı yürütülen mücadelede halkların özgürleşmesinde önemli miraslar bırakmıştır. Bize ve Ortadoğu mazlum halklarına örnek olmasını diliyoruz. Can Cana saygılarımla.... yeni çıktı PANELİN tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den oluşan paneli isteyen herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti dahil 15,00 tl. avrupa ve diyer ülkeler 15,00 € kızılbaş - sayfa 6 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 (aktaran) Hülya Erdoğan 1915’TEN 1978’E MARAŞ: BİR ŞEHİR, İKİ ACI… ACIMIZ AYNI ACI ! Aşağıda okuyacağınız yazım başlığından da anlaşılacağı gibi, farklı tarihlerde ama aynı şehirde ve aynı barbarlar tarafından yapılan birbirinden boyutlarıyla farklı ama içeriğiyle aynı iki katliam paralelinde göze çarpan şaşırtıcı aynılıkların bir derlemesidir. Gelecekte Ermeni ulusuyla barış içinde birlikte yaşamayı arzulayan her insan için düşündürücü olduğuna inandığım bu gerçeklik temelinde İNSANLIĞA KARŞI İŞLENMİŞ BU SUÇ nedeniyle tüm kaybettiklerimizi saygıyla anıyorum. Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş Katliamı 1898 Maraş doğumlu VERKİNE MAYİKYAN anlatıyor: “Maraş benim ve tüm sülalemin doğum yerimizdir. Öğretmenlik ve hukuki işlerle iştigal eden babam Toros Efendi ulusal-siyasal hayatın önde gelen isimlerindendi. Ermeniler ve Türkler arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklarda çoğu zaman babama başvururlardı. Biz küçük şehrimizle gurur duyuyorduk; ordaki her taş parçası bize tanıdıktı. Maraş’ın nüfusu yetmiş bindi; bunun kırk bini Ermenilerden oluşur; geriye kalanlar ise Türk, Fars, Arap, Rum ve Süryanilerden meydana gelirdi. Ermeni Gregoryenlerin birkaç kilisesi vardı : Aziz Sargis, Aziz Gevorg, Aziz Astvatsatsin ve kiliselerin en büyüğü olan Karasun Mankants. Protestan ve Katolikler de vardı. Bizim huzurlu hayatımız 1918-1920 yıllarına kadar sürdü; zira, Fransız makamları henüz Kilikya’da bulunuyorlardı. Fransız ve Ermeni gazeteleri devamlı Fransızla rın sonsuza dek Kilikya’da kalacaklarını, zira Fransa’nın itibarının Birinci Dünya Harbi’nden sonra arttığını, Türkiye’nin itibarının ise tam tersine azaldığını yazıyorlardı. Ancak ne yazık ki, o barış uzun sürmedi. Yavaş yavaş Türklerin bizden nefret etmeye başladıklarını hissettik. Bir gün de uyandık ki, Fransızlar atlarının toynaklarının altına keçe bağlayıp sessiz sedasız Maraş’tan uzaklaşmışlar. Sabah kalktığımızda kimsenin bundan haberdar olmamasına şaşırdık. Hatta, General Dumont şehirden ayrılacaklarını bütün Fransız Ordusu’nun erzağını bedava sağlayan tanınmış Ermeni Ağa Hakob Khırlakhyan’a bile bildirmemişti. Öyle ki, 1920 yılının Eylül ayında Fransız Ordusu artık Maraş’ta değildi. Türklerin bu olayı önceden haber aldıkları görülüyordu; zira, onlar gece oraya buraya ateş edip bizi korkutuyorlardı. ” Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı 1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar köyü İdemlik mezrası doğumlu NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor: “Maraş olayları aslında Nisan 1978’de başladı. Yürükselim’de 3 tane kahve var. Bunlardan birisi Erenler Kıraathanesi. O dönemin tanıklarından dinlediğim kadarıyla bu kıraathanede bir alevi dedesi biz ona Gijiki Dede diyorduk. 81 yaşında aslen Dersim ya da Erzincan kökenli olmalı. Gijiki Dede’yi Abdullah Çatlı ekibi kahvehanenin içinde kurşunlayarak katlediyorlar. Gijiki Dede’nin cenazesi o dönem Maraşlı Kürt Alevi ve devrimciler tarafından kitlesel olarak kaldırıldı ve bu Maraşlılar arasında büyük bir rahatsızlığa neden oldu. Ancak o zaman bizlere karşı bir tepki göstermediler. O cenaze töreni Maraşlılar açısından deyim yerindeyse “bardağı taşıran son damla” oldu. Ondan sonra zaten Maraş olaylarına gelen bir kaç aylık süreçte çok büyük hazırlıklar yaptılar. “21 Aralık günü devlet destekli sivil faşistlerin katlettiği iki öğretmenin cenazesini almak için, 22 Aralık günü Yürükselim mahallesinin hemen sınırında olan Maraş Devlet Hastanesi’ne giderler. Öğretmenlerin katlediğini duyan sadece Yürükselim mahallesi değil Maraş’ın çevre ilçe ve köylerinden de çoğunluğu Alevi ve devrimciler akın akın hastaneye gelir. “Ancak Başhekim Çetin Diker cenazeleri kitleye vermemek için gerekçeler üreterek onları oyalamaya çalışır. Sonradan öğrendiğim kadarıyla cenazeleri vermek istememesinin ya da geç vermeye kalkmasının sebebinin cenaze kortejine saldıracak olan MHP’li faşistlerin hazırlıklarını tamamlama ve oraya daha fazla güç yığmaları içinmiş. Biz sonraki dönemlerde bunu net bir şekilde öğrendik. Başhekim Çetin Diker işi bu dereceye kadar getirmiş ve faşistlerle işbirliği içinde olmuştu.” Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş Katliamı1898 Maraş doğumlu VERKİNE MAYİKYAN anlatıyor: “Kocam durumun günden güne kötüleştiğini görerek, elmas yüzüğünü iki tüfekle değiştirdi : biri kendisi içindi, diğeri ise erkek kardeşi Gevorg için. Ama, komşumuz Karapet Ağa olayı meydana geldiğinde herkes kendine geldi. Karapet Ağa çok zengindi; o usta bir kunduracıydı. Maraş’ın yöneticisi Cutki Efendi’nin kızılbaş - sayfa 7 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ayakkabılarını imal etmişti ve kendini emniyette hissediyordu. Ama silahı olmadığı için, kendini savunamazdı. Bir gece ayak takımından Türkler bahçe kapısını kırarak içeri daldılar ve evine girdiler; genç, yaşlı demeden ailesinin bütün fertlerini öldürdüler ve bahçedeki kuyunun içine attılar. Evini talan ettiler ve ganimeti aralarında paylaştılar. Bu olaydan sonra Ermeniler kendilerini nasıl savunacaklarını düşünmeye başladılar. Güvenlik kaygılarıyla kadınları ve çocukları Karasun Mankants Kilisesi’ne gönderdiler. Kiliselerden en büyüğü ve duvarlarla çevrili olduğu için en güvenli olanı Karasun Mankants Kilisesiydi. Bölgemizdeki bütün kadınları, gelin adayı kızları ve çocukları, toplam 2.000’den fazla insanı oraya naklettiler. İğne atsan yere düşmezdi. Sahan, giriş, üst kat dopdoluydu. Bizim fedayiler her taraftan gözetliyorlardı. Ama Türk çapulcu kalabalığı kudurmuş, Ermeni kanına susamıştı; her taraftan Türklerin sesleri duyuluyordu: ‘Hazreti Muhammed adına yemin ederiz ki bütün Ermenileri katledeceğiz. Günün birinde, silahlı Türk kalabalığı Karasun Mankants Kilisesi’nin çevresinde bir insan zinciri oluşturdu ve kiliseyi çember içine aldı; Türkler kapıların açılmasına bile izin vermediler; kapıların gece açılacağını söylediler, emir öyleymiş.” Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı 1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar köyü İdemlik mezrası doğumlu NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor: Öğleye doğru biz cenazeleri hastahaneden aldık. Cenazeler kortejin en önünde bütün solcu gruplar ve halkla birlikte yaklaşık 15 bin civarında büyük bir kalabalıkla şehrin alt kısmındaki mezarlığa doğru yürüyüşe geçtik. İki üç kilometrelik yürüyüşün ardından şehir merkezinde ki belediye binasının karşısında bulunan kale önüne geldiğimizde artık yürüme imkanımız kalmamıştı. Yaklaşık 300 metre yükseklikteki kalede konumlanan MHP’li faşistler üzerimize taşlar yağdırmaya başladılar. Yürüyüşü devam ettirmemiz tam bir felaket olacaktı. Öyleki atılan taşlar çoluk çocuk yürüyüşe katılan insanlar arasında bir can pazarına dönüşmüştü. Saldırının ilk başında yürüyüşün önünde bulunan ve “Ölmek var dönmek yok” diyen o dönemki solcu grup liderleri de dahil birçoğu saldırının dozu artınca orta yerde kalmadılar. Hepsi kayboldular. İnsanlar can havliyle kaçıştılar. Kale ile belediye binası arasında sıkışan halk belediye binasına girmesin diye belediye kapılarını kapatmıştı. İn- sanlar çevrede ki dükkanlara sığındılar. Ama taşlar korkunç bir şekilde üzerimize yağıyordu. Bu can pazarı içinde kitle cenazeleri yerde bırakmak zorunda kalarak gerisin geri Yürükselim mahallesine döndüler. O gün bu iş böyle noktalandı. Ancak orada eklemem gereken bir nokta var oda faşistlerin çoluk çocuk demeden kitleye bu azgın sıldırısına karşı üç tane Kürt asker o manzaraya dayanamayarak kaleye doğru faşistlerin üzerine ateş açtı. Nitekim faşistlerden iki kişi öldü biz de o sayede binlerce insanla birlikte mahallemize çekilebildik.” Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş Katliamı 1898 Maraş doğumlu VERKİNE MAYİKYAN anlatıyor: “Karasun Mankants Kilisesi bir tepe üzerine inşa edilmişti. Kiliseye giden, taşlarla döşenmiş yol birkaç yüz metre uzunluğunda, hemen hemen 4 metre genişliğindeydi ve her iki yanında ağaçlar vardı. Kiliseye doldurulmuş Ermeniler gece kapının açılmasını bekliyorlar; ama gece saat on, on bir, on iki oluyor, kapıyı açan olmuyor. İçerisi tıka basa Ermenilerle dolu; ne su var, ne de ışık; her yer pisleniyor; biri ağlıyor, diğeri sızlıyor, bir diğeri de dua ediyor. Kısacası görülmemiş bir kargaşa ortaya çıkıyor. Biz onların seslerini evimizin altındaki mahzenden duyuyorduk. Bir de küçük bir delikten, sabah saat bir buçukta birkaç Türkün, kilisenin kemer şeklindeki çatısına çıkmış, petrole bulanmış yanan elbise parçalarını kilisenin kubbesinden içeriye atmakta olduklarını gördük. … Yanık kokusu her yere yayılmıştı. Kiliseden yükselen sesler insanın yüreğini sızlatıyordu. Binlerce insan ağlıyor, bağırıyor, çığlık atıyor ve kapının açılması için yalvarıyordu. Sesleri yerin dibinden geliyor gibiydi. O kadar yüksek sesle ahlayıp inliyorlardı ki, yankıları bize kadar ulaşıyordu; bu yankılar saatler geçtikçe azaldı. Ama insanların yanmış kemiklerinin kokusu her tarafa yayılmıştı. Canavarlar yapacaklarını yapmışlardı. Artık kilisede ve evlerimizin çevresinde canlı kimse kalmamıştı. Kilisenin büyük taşlarla döşenmiş birkaç yüz metrelik zemini sanki kalın bir sabun tabakasıyla örtülüydü; insanların vücutlarındaki yağlar eriyip akmış ve iki parmak kalınlığında bir tabaka halinde yoğunlaşmıştı…” Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı 1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar köyü İdemlik mezrası doğumlu NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor: “O gece Maraş’ta da mahallemizde de tam bir ölüm sessizliği hakim sürdü. Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Normalde her evde akrabaları ile biraraya gelerek kalan 20 – 30 kişilik evler de o gece şehrin dşından cenazeye katılmak için gelen insanlarla 40-50 kişi kaldılar. Çünkü faşistler şehrin dört bir yanını tutmuşlardı. Fakat o sessizlik, fırtına öncesi sessizliğinin habercisiydi bunu biliyorduk. Ben sabah dışarıdan gelen gürültülerle uyandım. Kapıya koştum ancak annem kapıyı dışarıdan üzerime kiltlemişti. Zorla kız kardeşime kapıyı açtırdım ve dışarı çıktım.” Baktım mahallenin etrafı komple faşistlerce sarılmıştı. Yukarıdan tepeden aşağıya doğru sloganlar eşliğinde büyük bir kalabalık yürüyüşe geçmişler mahalleye doğru geliyorlar. Bunlar Bertis denilen yoksul bir Türk Sünni köyü vardı. Mahallemize doğru gelen kalabalık o Bertis köylüleri ve onları kışkırtan faşistlerdi. Yine sağdan soldan diğer şehirlerden getirilen faşistler tarafından mahallemiz üç taraftan kuşatılmıştı. Yürükselim mahallesinin sadece bir tarafı askeriyenin tellerle çevirdiği bölgeye sınırdı. Bir tek o yönden gelmiyorlardı. Mahallede çok yoğun bir kalabalık vardı ama hiç birinde kendilerini savunacak bir silah yoktu. Saat 10:00’a doğru mahalleye iki tane zırhlı araç geldi. Askerler bize “ne oluyor” diye sordular. Biz de tepenini yamacından ellerinde silahlar ve bayraklarla gelen kalabalığı göstererek müdahala etmelerini bu saldırganları önlemelerini istedik. Araçlar bizi bırakıp saldırgan kalabalığa doğru gittiğinde artık onlar mahallenin girişine gelmişlerdi. Korkunç bağırtı ve linç psikolojisi içindeydiler. Askerler onlarla kısa bir süre konuştu ve ardından kalabalık askerleri alkışladılar. Hatta zırhlı araçların üzerine Türk bayrakları diktiler. O iki araç saldırıyı engelleyeceklerine saldırgan kitlenin önüne dişerek mahalleye girdi. Ve o andan itibaren ortadan kayboldular. Artık bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Akşama kadar çatışmalar sürdü. Biz gençler mahallenin hangi tarafından feryatlar yükseliyorsa oraya koşuyorduk. Ancak kendimizi savunacak fazla bir silahımız yoktu. Yapacak hiçbir şeyimiz yoktu. O an mahallemizin kenarlarındaki bütün Alevi evlerinden dumanlar yükselmeye başladı. Mahallenin hemen girişinde olan ablamın evi ilk yakılan evlerdendi. Biz hemen bir yandan azgın kalabalıkla göğüs göğüse çarpışarak bir yandan da ablamla çocuklarını evden kaçırarak iç taraflara güvenli yerlere getirdik.” Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş kızılbaş - sayfa 8 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Katliamı 1898 Maraş doğumlu VERKİNE MAYİKYAN anlatıyor: “Oraya ilk gidenlerin ayakları karda bırakılan ayak izleri gibi yağ tabakasında iz bırakıyordu… Bir de baktık ki Türk kadınları ellerine birer elek almış kiliseye doğru koşuyorlar. Biz uzaktan seyrediyorduk; ama ben dayanamayarak gidip orada olan biteni görmek istedim. Üstüme ferace gibi bir şey giydim, başıma da bir çarşaf geçirdim; ağzımı burnumu örttüm, zaten çok iyi Türkçe konuşuyordum ve kendimi ele vermeyeceğimden emindim. Ben de Karasun Mankants Kilisesi’ne gitmek üzere yola düştüm. Kilisenin isler içindeki duvarları yarı yarıya yıkılmıştı. İnsanların kapının altından süzülen erimiş yağları ise tepeden aşağıya akmıştı... ayağımı basınca yapışıyordu; diğer ayağımı da yere basınca o da yapışıyordu… Sonunda elinde elekle yanımda yürüyen bir Türk kadın farkettim. O beni görerek dedi ki: ‘Bacı sen niye yanına elek almadın?’ Ben de şaşırmadan dedim ki ‘Geri dönüp alırım.’ Gülerek cevap verdi: ‘Geri döndüğünde ne kalır ki?’ Zaten katliamdan sonraki üçüncü gündü; ama çömlekçi fırını gibi kızarmış olan kilisenin duvarları hala sıcaktı. İçeri girdim ki ne göreyim! Türk kadınların her biri kilisede bir yer kapmış kimsenin kendi sınırından içeri girmesine izin vermiyor ve kadınlar birbirlerine bağırıyorlar: ’kim sınırımı aşarsa öldürürüm!…’ Benimle gelen kadın bana dönerek dedi ki: ‘Gâvur pis olsa da altını temizdir…’ Elekten geçirilmiş külün içinde erimiş bir altın parçası bulduklarında o canavar görünümlü kadınların sevinci görülmeye değerdi…” Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı 1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar köyü İdemlik mezrası doğumlu NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor: “21 Aralık günü sabahında bir bağırtıyla uyandılar, karşıda Elbistanlı öğretmen Mehmet Şeker’in evi yanıyordu. Birileri yanan evden aşağıya ne bulursa atıyordu. Çocuklar babalarına koştular. Yakında buraya gelirler zaten bütün Alevi evleri işaretlenmişti, hedefti. Baba bağırdı; heyhat kimse yoktu, ya da herkes vardı ve yoktu. Zaman lal olmuştu, kalp evindeki vicdan, yerini soysuzluğa, öldürmeye ve yakmaya bırakmıştı. ‘Kemal Ağa’nın (Kemal Özdemir), o gece gördüğü rüyasında, beyaz libaslar giymiş yüzü saklı biri onu çağırıyordu. Issız bir çölün ortasındaydı. Güneşin yaktığı kum ayaklarına giriyor, kumun sıcaklığı ve beyaz libaslının çağrısı onu hayli korkutmuşa benziyordu. Uyandığında ilk işi bir tas su içmek oldu. Yataktan çıkmadı, uzunca düşündü, düş ona geleceğin uzun sürmeyeceğini bildirir gibiydi. O gün uzaktan dedeler gelecekti. Hazırlıklarını yapmak için çarşıya çıktı, eve sepet sepet yiyecek gönderdi bakkal Memiş’in çırağıyla. Çarşı esnafı ve alış-veriş için şehre gelenlerin yüzlerini okumaya çalıştı. Karamsarlık ve yoksulluğun ötesinde sanki için için birşeylerin olacağı, kazanların kaynadığını, çocuk çığlıklarının kuş seslerini bastırdığını hissetti. Sağa sola bir kere daha baktı “bu işte de bir hayır var” diyemedi. Zira içine bir kurt düşmüştü. Ne yaparsa yapsın için için kemiriliyordu.” Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş Katliamı 1908 Maraş doğumlu LEVON SARKİS EVRENGEÇYAN anlatıyor: “Maraş’ta bizim erkeklerimizi topladılar; götürüp katlettiler. Bizi de, kadın, çoluk, çocuk, koyun gibi sürdüler; çöllere düştük. Der Zor’a yayan geldik. Gece-gündüz yürüyorduk. Kimse kaçmasın diye, Ermenilerin etrafını, önümüzü, arkamızı, yanları, birkaç düzine jandarma çevirmişti. Gittik, gittik; aç susuz, ayağımızda ayakkabı, üstümüzde elbise yok. Yolda çocukları kaçırıyorlardı; güzel kızları, gelinleri götürüp çalıştırıyorlardı. Yolda, her tarafta şişmiş cesetler, kesilmiş başlar ve başka ne istersen vardı. O şekilde yayan olarak Habur Nehri’ne vardık. Türkler herkesi katledip, boğazlayıp akıntı sürüklesin, götürsün diye nehre atıyorlardı. Veya yolun kenarında büyük bir çukur vardı; halktan binlercesini diri diri çukurun içine atıyorlardı. Sonra, bizi Ras-ül-Ayn’e götürdüler. Orda da kadınları çocukları kaçırıyorlar, suya atıyorlardı. Orda, Çeçenler Ermenileri son ferdine kadar boğazladılar. Ġnsanları diri diri Fırat Nehri’ne, Habur Nehri’ne atıyorlardı; veyahutta, yolun kenarında yatan cesetleri gece vakti kurtlar yiyordu. Ceset kokusu dünyaya yayılmıştı. Herkesi öldürdüler; kim öldü; kim sağ kaldı bilmiyorum.” İmam Ergönül, Gule Ergönül ve şimdi yaşamış olsaydı benim yaşıtım olacak Hüseyin Ergönül ile ilgili olaydır. Kendi komşuları tarafından baltayla doğranarak katledildiler. Hatta bir çocuklarını da ölü diye bırakmışlar. Onunda sağ kalması çocuk o vahşet esnasında bayılmış. Baltayla katledilen annesi onun üzerine düşmüş. Olayların ardından üç gün sonra o çocuk mahalleye geldiğinde üzerinde hala annesinin kanıyla kıpkırmızı olmuş gömlek vardı. O çocuk yaşadığı travmadan dolayı akli dengesini kaybetti. Yine mahallemizde Şah İsmail denilen kalıpçı bir emekçi vardı. Onun da başını keserek katlettiler. Yani o günler bizim için mahşer günleriydi. Bunlar benim birebir yaşadığım gördüğüm şeyler. Bizler mahallemizi biraz olsun savunabildik ancak daha nice can, masum insan o azgın kalabalık sürüleri tarafından katledildiler. O olaylar aslında bize bizim hiçbir yerimizin olmadığını, o kültürden, o yerlerden olmadığımızı çok acı bir şekilde öğretti. Biz artık hiçbir yere ait değildik. Çünkü o vahşetten sonra bizim orada ki insanlarla en ufak bir kontağa girmemiz dahi mümkün değildi.” Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş Katliamı 1908 Maraş doğumlu LEVON SARKİS EVRENGEÇYAN anlatıyor: “Bir Arap geldi; beni annemin kucağından çekti götürdü; annemin başına ne geldiğini bilmiyorum. O zaman, yedi yaşındaydım. O Arap beni kendi çadırına götürdü; orda, bir yıl sakladı; sonra beni dışarı çıkardı ve : “Git!” dedi. Ben aç, çıplak çöllere düştüm. Başka bir Arap adam beni gördü; bana acıdı; beni alıp kendi evine götürdü. Orda kuzulara, koyunlara bakıyordum. O Arabın yanında yedi yıl kaldım. Bana sadece bir parça ekmek veriyordu; başka hiçbir şey vermiyordu. Ben koyunlara bakıyor, onları kırlardan getiriyordum. Arap koyunları sağdıktan sonra, torununa süt veriyordu; bana ise yayık ayranı veriyordu; aramızda ayrım yapıyordu. Adımı Ali koymuştu; ama, ben Ermeni adımın Levon olduğunu ve Maraş’lı bir Ermeni olduğumu biliyordum.” Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı - Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı - 1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar köyü İdemlik mezrası doğumlu NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor: 1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar köyü İdemlik mezrası doğumlu NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor: “Benim o gün hiç unutamadığım olaylardan birisi de başka bir mahalleden olan ve bize de uzaktan akraba olan üç köylümüz “Uzaktan hatırlı dedeler gelmişti, “Ağucan Ocağı’nın dedeleri”. Dedelerin gelişini duyan komşularından Muhammed kızılbaş - sayfa 9 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 muhtarı Parunak Şişikyan’a gittim. O, hekim ve psikologdu. Bir Ermeni olarak onun evine yerleştim. Benim koyunlarımı kendi koyunlarına kattı. Onları otlatmaya başladım. Parunak sayesinde 1945 yılında, Telbrak’ta Gülen’le tanıştım; ona aşık oldum ve evlendik. Orda, iki yıl kaldık. Bir oğlumuz oldu. 1947 yılında, Ermenistan’a gitmek için, Beyrut’a gittik ve orda Pobeda gemisini bekliyorduk. Halep’ten yengem beni karantinada gördü; tanıdı; zira, herkese : “Ben Ermeniyim; Cezireli bir genç arıyorum; sırtında bir işaret var; bir köpeğin ısırık yarası” diyormuş. Geldi gördü ki, ben oyum. Halep’teki ağabeyime telgraf çekti. O da kahvehane işletiyormuş. Ağabeyinin hayatta olduğunu duymuş. Beni bulmak için, kahvehanesini kapatıp, eve dahi uğramadan Beyrut’a gelmiş. Zaten ben annemi rüyamda görmüştüm. O bana Şöyle demişti : “Oğlum! Sen benim adımı hatırlamıyorsun; ama, benim adım Khatun’dur; senin dört erkek kardeşin vardı.” Ve gerçekten de, ağabeyim gelip bana sordu : “Annemizin adı Khatun muydu?”; o zaman kucaklaştık, öpüştük. Ben Diran ağabeyimi bulmuştum.” Mustafa Dede, Veli Baba, Navruzlu Memin Ali, Elbistanlı Yemez İçmez Hasan Baba daha birçok kişi evin misafir odasını doldurmuştu. Herkes hoşbeşin tatlı rehavetine kapılmış gibiydi. Yemekler yenildi, dualar okundu sonra Muhammed Mustafa Dede sazını eline alıp “Duazı On İki İmamı” okumaya başladı. Tevhid okunurken Veli Baba, Memin Ali, Yemez İçmez Hasan Baba kalkıp semah çektiler, sesler seslere karıştı. Gece yarısı herkes izin isteyip evine gitti. El etek çekildikten sonra Kemal Ağa dedesine rüyasını açtı, korktuğunu söyledi: Dede uzunca bir suskunluktan sonra hırıltılı bir şekilde konuştu; bak, dedi: “Evlat, biz Ehl-i Beyt’iz ölüm, katliam bizim yanıbaşımızda, ben de sezinliyorum. Zaman kötü ama yine de sen metin ol, sağduyuyu elden bırakma, İmam Hüseyin ne ilk kurban ne de son kurbandır. Zulüm ve katliam biz Alevilerin öbür yanıdır” dedi. Uzunca sustu, sonra yorgun olduğunu söyledi ve yattılar. arıyorum. Ama, Ermenice bilmiyorum; soyadımı hatırlayamıyorum ki, yakınlarımı bulayım. Kimi görsem soruyorum; ama, kimseyi bulamadım; zira, beni anlamıyorlardı. Geri dönüp Telbrak’a gittim.” Ertesi gün Şehriban ve Fatma evi temizlerken karşıda hamamcının oğlu Ejder ve Lütfü’nün evi dikizlediklerini gördüler. Eliyle işaret eden Lütfü’nün Ejder’e güldüğünün, sonra hamama bir kamyon keser sapının taşındığını farkettiler. Hemen babalarına koşup çevrede bir takım karanlık kişilerin dolaştığını, hamamcının oğlu Ejder’le Lütfü’nün sürekli evi dikizlediklerini söylediler. Kemal Ağa sustu, sonra dışarı çıktı, etrafına baktı, sanki yer yarıldı herkes yeraltına girdi, mahallede çıt çıkmıyordu. Eve girip çocuklara perdeleri sıkı sıkı örtmelerini söyledi, içine bir kurt düşmüş habire kemiriyordu.” 21 Aralık günü sabahında bir bağırtıyla uyandılar, karşıda Elbistanlı öğretmen Mehmet Şeker’in evi yanıyordu. Birileri yanan evden aşağıya ne bulursa atıyordu. Çocuklar babalarına koştular, Mehmet Şeker’in evi yanıyordu, yakında buraya gelirler zaten bütün Alevi evleri işaretlenmişti, hedefti. Çocukların tedirginliğine baba, “Birşey olmaz ben şimdi gider Hamo’yla görüşürüm” diyerek evden çıktı. Hamo’nun evine gitti, zili çaldı, “Hamo, Hamo” diye bağırdı, heyhat kimse yoktu, ya da herkes vardı ve yoktu. Zaman lal olmuştu, Kalp evindeki vicdan, yerini soysuzluğa, öldürmeğe ve yakmaya bırakmıştı. Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş Katliamı - Saatler akşamın 22’sini gösterirken komşu fırıncı Ökkeş geldi, Kemal Ağa dedi, “Durum kötü bunlar azgın benim arabam var, gelin sizi istediğiniz yere götüreyim, bunlar hayvanlaşmış, yarın çok geç olur, rica ederim çocuklarınızı hazırlayın, siz de hazırlanın gidelim” dedi. Kemal Ağa, “Hayır” dedi, “Ben arkamdan korktu, kaçtı dedirtmem.” fırıncı Ökkeş bir kere daha yalvardı; “Abi dedi bunlar azmış sana, çocuklara zarar verirler, bari sen gelmiyorsan bırak çocukları emin bir yere götüreyim.” Kemal Ağa bir kere daha hayır dedi. İçinden rüyamın, rüyada gördüğümün yerine gelmesi gerek dedi.” “Zamanın şimri, kanlı ve kör bir Maraş bıçağıyla köşeye çektikleri Kemal Ağa’ya vuruyordu etrafında belki 40-50 kişilik bir güruh vardı. Bir ara ellerinden kurtuldu can havliyle ayağa kalkıp bağırdı, “Ben evladı Kerbelayım, bana İmam Hüseyin gibi ölmek yakışır” dedi. Sonra araya aldılar, başına sopalarla vurup yere düşürdüler. Kasap ‘cinli’ dedikleri katil kör Maraş bıçağıyla 2 sefer kalbine sapladı bıçağı, her taraf kana boyanmıştı. Karşı evde Gülizar kadın bağırıyordu: “O adam size ne yaptı ki öldürdünüz, sizde vicdan yok mu, sizin anneniz, babanız yok mu, bir gün siz bu döktüğünüz kanda boğulacaksınız.” Sürüden iki kişi ellerinde taşlarla Gülizar kadının pencere camlarını taşlayıp kırdılar ve dediler ki; “Sen Müslüman olmasaydın senin leşini de böyle yola sererdik, sonra Ya Allah- Bismillah-allahu- Ekber” diye bağırarak, işaretler yaparak dağıldılar.” Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş Katliamı - Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş Katliamı - 1908 Maraş doğumlu LEVON SARKİS EVRENGEÇYAN anlatıyor: 1908 Maraş doğumlu LEVON SARKİS EVRENGEÇYAN anlatıyor: “Otuz koyunum vardı. Bizim köyün “Diran ağabeyim kendilerini Der Zor 1908 Maraş doğumlu LEVON SARKİS EVRENGEÇYAN anlatıyor: “Bedevilerin yanına gittim. Orda koyunlara bakıyorum. Yanında yedi yıl çalıştığım o adam geldi; beni ve koyunları yanına götürdü. O zaman, bir adam gelip bana sordu: “Sen Ermeni misin?” Ben korkup: “Hayır” dedim. Ordan çıkıp kaçtım; yürüyerek Bağdat’a vardım. Bir işe girdim; çalıştım. Otuz dinar biriktirdim. Arap bir çocuk gelip beni buldu ve bana: “Biliyor musun? Senin Arap efendin öldü; karısı da öldü; üç kızları var; onlar öksüz kaldılar” dedi. Ben onlara acıdım. Kalktım, biriktirdiğim paralarla elbise ve yiyecek aldım; babalarının bana yaptığı iyiliklere karşılık vermek için bunu onlara hediye olarak götürdüm. 1935 yılında, Telbrak’a gittim. Ben sürüyle koyun otlatıyorum; bir taraftan da Ermeni Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı 1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar köyü İdemlik mezrası doğumlu NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor: “O günlerden bir hafta önce Pazarcık’ta “Ülkücü Çiftçiler Derneği” kongresi yapıldı, başkanlığına Çakallı Köyü’nde karanlık bir adam olan ‘Hamo’ diye biri seçildi. Hamo’nun evi Kemal Ağa’nın evinin biraz ötesindeydi, arka pencerelerde herkes birbirini görüyordu, Şehriban, Hamo’nun evini izlemeye almıştı. Eve tuhaf tuhaf insanlar girip çıkıyordu ve çevrede bir telaş vardı. Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı 1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar köyü İdemlik mezrası doğumlu NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor: kızılbaş - sayfa 10 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 çöllerine kadar götürdüklerini anlattı. Hepsini diri diri çukurlara atıp yakmışlar. Annemizi de orda yakmışlar. Sonra, Ingilizler Tiran ağabeyimi kaçırıp yetimhaneye yerleştirmişler. Öyle ki, dört erkek kardeşten Tiran ve ben hayatta kaldık. Onu Ingilizler, beni de Araplar kurtardı. Sonra Diran ağabeyim beni Beyrut’ta yaşayan yakınlarımızın evine götürdü. Orda eğlendik. Sadece on beş gün birbirimizi görebildik. Kendisi yeniden Halep’e döndü; biz de Ermenistan’a geldik. O Şekilde yeniden birbirimizden ayrıldık. Ermeninin kaderidir bu !...” Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı KAMİL BERK anlatıyor: “Bir şeylerin olacağının kuşku ve korkusunu yaşıyorduk. Ama yine de, Devlet var diye biraz güveniyorduk. Ne bilelim ki............ Sabahın ilk saatleriydi. "Allah'ını, Peygamber'ini seven, eli balta, silah, sopa tutan yürüsün, Alevileri öldürelim, komünistleri içimizden temizleyelim" diye bağırarak mahalleye saldırdılar. Benzin şişeleri vardı. Alevilerin evlerine saldırdılar. Evleri ateşe verdiler. "Maraş size mezar olur, vatan olmaz", "Yaşasın Türkeş", "Yaşasın MHP" diye bağırıyorlardı. Ellerindeki uzun menzilli silahlarla evlerimize ateş ediyorlardı. Korkudan kaçıp kurtulmak isteyenleri de arkadan ateş edip öldürüyorlardı. Bu sırada Cemal BAYIR ve Ali ÜN'ü öldürdüler. Biz içeride birbirimize sarılarak hem ağlıyor, hem korunmaya çalışıyorduk. Askerler geldi, hepimizi kışlaya götürdüler. Evlerimiz, eşyalarımız hem yağmalandı, hem yakıldı.” Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş Katliamı 1909 Maraş doğumlu ARAM MOMCIYAN anlatıyor: “1915’te bizi sürgüne gönderdiklerinde, altı yaşındaydım. Maraş demiryolunda çalışan babamı çok az hatırlıyorum. Akşam koltuğunun altında bir somun ekmekle eve gelirdi. Annemi de belli belirsiz hatırlıyorum. Yalnız şu sözleri kulağımda çınlar : “Bizi Der Zor’a öldürmeye götürüyorlar! Keşke çocuklarımız kurtulsa!” Zavallı annemin ve babamın cesetleri Der Zor çöllerinde kuşlara yem oldu. Ben, Tigran ve Vahan üç kardeştik. Vahan süt çocuğuydu. Annemin sütü geçirdiği ruhsal sarsıntıdan dolayı kesildi. O çocuk açlıktan öldü. Geriye ben ve Tigran kaldık. Bizi de Durdu adında bir Türk çocuk mucize eseri olarak kurtardı; o, Maraş Alman Hastanesi başheki- mi olarak Türk ordusunda görev yapan dayımın oğlu Doktor Harutyun Ter Ğazaryan’ın hizmetkârıydı. Durdu adındaki o Türk, sözde eşeğini sürer gibi yaparak, beni ve Tigran’ı Maraş’a, dayımın oğluna geri götürmek için, eşeğinin heybesinin iki gözüne koydu. Yolda, benden küçük olan kardeşim Tigran ağlamaya başladı. Bir Türk jandarma eri ağlama sesini duyup eşeğimizin yanına geldi. Heybenin gözünde ağlayanın güzel bir çocuk olduğunu görüp, erkek kardeşimi aldı götürdü. Ben heybenin öteki gözünde kaldım. Türk Durdu beni Maraş’a geri götürüp, akrabamız olan doktorun kız kardeşi Haykuhi’ye teslim etti. Hastanede bize kahvaltı verdiler. Orda benim gibi başka çocuklar da vardı. Saçlarımızı kestiler.” Tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı Muzaffer İlhan ERDOST, 'Faşizm ve Türkiye', Sayfa:205/206 : "Ellerinde Alman tüfeği, mavzer, makinalı tüfekler vardı. Kadınlarımızın memeleri kesildi. Altı aylık çocuğumuza kurşun sıkıldı.Kolları kesildi, kafaları dövüldü (ezildi). Kadınlarımızın hem ölüsüne hakaret ettiler, hem dirisine. Kocasının yanında yaptılar. Kocası dedi: 'Allah'tan korkun'. Kocasını çektiler, öldürdüler. Ardından kadını öldürdüler. 20 yaşındaki bir babayı oğluyla birlikte öldürdüler. Gözlerine şiş soktular insanların. Seyrantepe'de Kaşan'lı (...) ün karısının IRZINA GEÇİP, kurşuna dizdiler. Daha sonra KÜLOTUNU ÇIKARIP sokağa attılar. Kalaycı Şah İsmail'e de baltayla vurup, beynini parçaladılar." (Muzaffer İlhan ERDOST, 'Faşizm ve Türkiye', Sayfa:205/206) Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş Katliamı 1909 Maraş doğumlu ARAM MOMCIYAN anlatıyor: “21 Ocak 1920 günü, Türklerle Fransızlar arasındaki çatışma başladığında, bu çatışmaya Ermeni gönüllüler de katılıyordu; av tüfeği olan herkes Türklere karşı savaşıyordu. Bizim Maraş’ın Kümbet ve Kuyucak mahallelerinin ortasında Aziz Sarkis kilisesi vardı; mahallemizin sakinleri orada toplandılar; ama, eski kilisenin güvensiz olabileceği düşünülerek, sabah saat birde herkesi daha güvenli bir yere nakletmeye karar verdiler; en yakın yer Beyçalım yetimhanesiydi. Türklerin eline geçmesinler diye, kilisede ölenleri, kilisenin zeminini kazarak çabucak gömdüler. Evlerin duvarlarını delerek, duvardan duvara geçerek, çok güvenli bir şekilde Beyçalım’a vardık. Türkler, susuzluktan ölelim veya yetimhaneyi ateşe verdiklerinde yangını suyla söndüremeyelim diye, Beyçalım’ın suyunu dışardan kesmeyi akıl ettiler. Biz içerde susuz kalmadık. Içimizden bazı insanlar caminin suyunun Beyçalım yetimhanesinin içinden geçtiğini biliyorlardı. Avlunun ortasını kazıp su borusunu buldular; boruyu kesip bir çukur kazdılar; oraya bir kazan koydular; suyun yarısının camiye akmasına izin verdiler; diğer yarısını ise keten borular vasıtasıyla pompayla yetimhanenin büyük havuzuna kadar götürdüler; o su, gerektiğinde, yangın da söndürebilirdi. Beyçalım fırınının kepengi sokak tarafındaydı. Türkler sokak tarafından gazyağı doldurup, kepengi yaktılar; onlar, bizim suyumuz olmadığından ve yangının yayılacağından emindiler; ama, biz, küçük büyük hepimiz, fırının kepengi yanarken hemen avludaki taşları fırına götürdük; ustalar kepengin iç tarafında bir duvar ördüler ve açıklığı kapattılar. Türkler amaçlarına ulaşamadılar. Kepengin ardında yükselen duvarı görüp, o mucizeye şaştılar…” Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı HATUN KÖSE anlatıyor: “Sabahın ilk saatlerinde bakkal MURAT'ın evinin önüne arabalarla, kamyonlarla geldiler. "Durmayın, 5 yaşından 90 yaşına kadar durmayın","Komünist Alevileri öldürün.", "Kim bunları öldürürse cennetlik olacaktır.", "Kahrolsun Komünistler", "Yaşasın Türkeş" diye bağırıyorlardı. "Vurun, kırın, öldürün." diye emir veriyorlardı. Alevilerin evlerine saldırdılar, yakmaya, tahrip etmeye başladılar. Silahlarla pencerelerden içeriye ateş ediyorlardı. Bizde korkumuzdan Mehmet POLAT'ın evine sığındık. Buraya da saldırdılar. Taş ve sopalarla pencereleri kırdılar. "Vurun Komünist Alevilere" diye bağırıyorlardı. Gruplar halinde aşağıdan ve yukarıdan ateş ettiler. Evlerin üzerinde kurşunlar vızır vızır gidiyordu. Can korkusuyla yerlerde sürünüyorduk. Hüseyin KİLİT ile Hatice TEMİZ yaralandılar. Sürünerek, çömelerek Molla TABAK'ın evine sığındık. Bu sırada HÜSEYİN ve karısı Fatma BAZ vurularak öldürüldü. Fatma'nın kucağındaki ALTI AYLIK çocuğu YILMAZ'ı da öldürdüler. Sığındığımız Molla TABAK'ın evini de sardılar. Her taraftan yağmur ve dolu gibi kurşunlar geliyordu. Evin camları, kapıları delik deşik olmuştu. Saldırganların elinde "ÜÇ HİLALLİ bayraklar" vardı. Topluca hücuma geçtiler. Bizler korkuyla birbirimize sarıl- kızılbaş - sayfa 11 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dık. Tam içeri girecekleri sırada askerler geldi, bizi alıp askeri kışlaya götürdüler. Ölülerimiz orada kaldı. Bizler de esirler gibi ortada kaldık.” Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş Katliamı 1909 Maraş doğumlu ARAM MOMCIYAN anlatıyor: “Biz Mister Limon önderliğinde Maraş Beyçalım yetimhanesinde kaldık. Ben Beyçalım yetimhanesindeyken küçükler oyun oynuyorlardı; ama, büyükler meslek öğreniyorlardı: terzilik, don, gömlek, zıbın dikmeyi öğreniyorduk; elle dikiyorduk. Yün eğiriyorduk; iplikle beş şişle çorap örüyorduk Günün birinde yetimhanemize iki Türk jandarma geldi. Biz yetimhanenin üst katında Ermenice dersleri alıyorduk. Haber bize ulaştı. Hocamız Bay Yercanik bize: “Çabuk Ermenice kitapları saklayın!” dedi. Biz hemen onları sakladık. Bay Yercanik bizimle Türkçe konuşmaya başladı ve elindeki değneği sallayarak bizi şöyle azarladı : “Niçin yukarda oynuyorsunuz? Inin avluya; orda oynayın!” Öyle ki, Türkler içeri girdiklerinde Türkçe konuştuğumuzu gördüler.” Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı İSMAİL YILMAZ anlatıyor: “Saat 10.00 sıralarında "Vurun kızıl komünistlere, bunlara yaşamak haramdır" diye evimize saldırdılar. Sopalarla vurdular. Kaçtım. Eve döndüğümde babam ALİ'nin, annem HATİCE'nin ve abim HÜSEYİN'in cesetlerini evimizin kapısının önünde gördüm. Babamın parmaklarını kesmişlerdi. Kanını da bir kazanın içine akıtmışlardı. Annemin kafasını biriketle parçalamışlardı. Yüzü tanınmıyordu. Evi, eşyalarımızı yakmışlardı.” Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş Katliamı 1909 Maraş doğumlu ARAM MOMCIYAN anlatıyor: “Türkler daha sonra Beyçalım yetimhanesini kışlaya dönüştürdüler. 1922’de bizi Epcorn Yetimhanesi’ne naklettiler. Sonra, Ingilizler geldi; Ermeni yetimlerini topladı. Bizi dışarı çıkardı; Alman hastanesinin önünde toplandık. Bizi at arabasına bindirdiler. Birisinin : “Bugün günlerden ne? “ diye sorduğunu hatırlıyorum. Diğeri: “12 Mayıs” diye cevap verdi. Sonra bizi Kilis’e götürdüler; daha sonra da, Halep’e ve ardından Homs’a. Orda altı ay çadırlarda kaldıktan sonra, biz öksüzleri Beyrut’a, Cebel Antilyas’a götürdüler. Ordan burdan gelen bin beş yüz elli öksüz orda toplanmıştık. Benim numaram 1387 idi. Öyle ki, 1924 yılından itibaren ben Antilyas Yetimhanesi’nde bulunuyordum. Orda meslek olarak terziliği öğrendim. Sonra da, benim gibi Ermeni bir öksüz olan Taguhi’yle evlendim. Ev-bark, evlat sahibi olduk. 1946’da Ermenistan’a geldik. 1949’da bizi suçsuz yere sürgüne gönderdiler. Sonra bizi akladılar; geri geldik. şimdi oğullarım büyüdü. Onlardan biri askerden ağır hasta vaziyette döndü. Onu Amerika’ya götürüp, orda tedavi ettirmeyi ve biraz rahat yüzü görmeyi düşünüyoruz.” yordu. Bazıları da "Bunları rehine olarak alalım" diyordu. Ve sonunda bizi saldırganların içine attılar. Bizi kaldırıp kaldırıp yere vurdular. Çok dövdüler. Ben bayılmışım. Saldırganlardan Hüseyin KEKLİK'in evine götürmüşler. Ayıldığımda orada bulunanlar beni ÇİMDİKLEMEYE, sarkıntılık etmeye başladılar. Sonra askerler beni gördü. Alıp kışlaya götürdüler.” Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı - “Türk jandarmalar işlerini gördükten sonra, kızların göğüs uçlarıyla tesbih yapıyorlardı; gelinlerin başlarını kazıkların ucuna geçiriyorlardı. Hayatta kalan gelinler, Türklerin eline geçmesin diye, yeni çeyizlerini kuyulara atıyorlar; kazığa oturtulmasınlar diye, çocuklarını kuyulara atıyorlardı. - Anne, dedi erkek kardeşim, sen de bizi kuyuya atacak mısın? - Hayır oğlum, yanımda götüreceğim, diye cevap verdi annem. Sonra bizi Fransızların yanına götürdü. Daha yeni yere oturmuştuk ki, Türkler tuvaletin pis suyunu üstümüze akıttılar…” ELİF SUNGUR anlatıyor: “Ev sahibimizin karısı geldi. "Evi yakacaklar, dışarı çıkın" dedi. Biz evi terk etmedik. Ellerinde ÜÇ HİLALLİ bayrak bulunan bir grup "Müslüman Türkiye", "Başbuğ Türkeş", "Maraş Müslüman yeri", "Komünistler Moskova'ya"diye bağırıyorlardı. Şükrü KAYA ile bir grup kapıyı kırarak içeriye girdi. Erkekleri aradılar. Erkeklerimizi evde bir odaya saklamıştık. Biz kadınlar, odanın önünde oturarak girmelerini engellemeye çalışıyorduk. Odunları yakarak evi ateşe verdiler. Camları kırarak içeriye ateş ettiler, dinamit attılar. Dumandan duramaz hale geldik. Balkona çıktık. Ali BİLMEZ'i vurdular, bende yaralandım. Saldırganlar "Kadınlar aşağı inin; erkekleri öldüreceğiz" diye bağırıyorlardı. Tekrar içeri girdik. O sırada Hasan ILDIRCAN da vuruldu. Evin içine yine dinamit atmaya başladılar. Saldırı sabahtan akşama kadar devam etti. Mecburen balkona çıktım ve "Teslim oluyoruz" diye bağırdım. Evde erkek olarak sadece Hasan BİLMEZ sağ kalmıştı. Onu da silahla yaraladılar. Saldırganlar pencereye demir direk dayadılar ve eve doluştular. Beni merdivenlerden yanan odunların üstüne attılar. Ağzım ve yüzüm yandı. Evdeki kadınları ve çocukları topladılar. Kimileri "Bunları öldürelim" derken, kimileri de "Kadınlara dokunmayın" di- Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş Katliamı 1900 Maraş doğumlu MAKRUHI HALACYAN anlatıyor: Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı İSMAİL T. anlatıyor: “Bağlarbaşı Cami'sinde HOCA, her gün verilen vaazdan bir saat önce vaaz vermeye başladı. Ben de erkenden kalkıp camiye gittim. Camide 3000'e yakın kalabalık vardı. Herkesin elinde tahra, balta, sopa ne ararsan bulunuyordu. HOCA "Hükümet komünist bir hükümettir. Geçmişte de Halk Partili komünistler camilerimizi kapatıp, kitaplarımızı yaktırdı. Ps.: Yukarıda okuyacağınız yazım başlığından da anlaşılacağı gibi, farklı tarihlerde ama aynı şehirde ve aynı barbarlar tarafından yapılan, birbirinden boyutlarıyla farklı ama içeriğiyle aynı iki katliam paralelinde göze çarpan şaşırtıcı aynılıkların bir derlemesidir. Gelecekte Ermeni ulusuyla barış içinde birlikte yaşamayı arzulayan her insan için düşündürücü olmasını umduğum bu gerçeklik temelinde İNSANLIĞA KARŞI İŞLENMİŞ BİR SUÇ nedeniyle tüm kaybettiklerimizi saygıyla anıyorum. Sarkis Hatspanian 20 Aralık 2012 kızılbaş - sayfa 12 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yeni Yönetim Kurulu ve diğer kurullardan istifa edip, ABF'yi olağanüstü kongreye götürmektir. Hınzır Paşalara Geçit Yok! Bir kez daha asimilasyon ve Hınzır paşalar konusunda hem Alevi toplumuna, hem de Alevi örgüt yöneticilerine seslenmeyi, Aleviliğe yönelik asimilasyon operasyonunun bizzat devlet eliyle güçlü bir şekilde devam ettirilmesinden ötürü bir gereklilik olarak hissediyorum. Tarih: 26 Kasım 2012 - Cumhurbaşkanı Gül, Çankaya Köşkü'nde Muharrem nedeniyle iftar yemeği verdi. Masanın etrafında kendisine Alevi örgüt yöneticisiyim diyen, ama asıl görevleri Alevilerin ve Aleviliğin asimilasyonuna hizmet olan kimi bireylerin yanında olan biri daha vardı. O kişi Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Selahattin Özel'den başkası değildi. O tarihte Cumhurbaşkanın, Başbakanın, Diyanet İşleri Başkanının ve hükümetin Aleviliğin asimilasyonundaki baş aktörler olduğunu, bu aktörlerin düzenlediği bir iftara (ki, Alevi inancında iftar yoktur) katılmanın haram sofrasına oturmak ve asimilasyona hizmet olduğunu söylemiştim. Üstelik yönetimdeki yönetici arkadaşlarını hiçe sayarak katılan ABF Genel Başkanı Özel'in kapladığı makamı hak etmediğini, derhal istifa etmesi gerektiğini, eğer istifa etmiyorsa bu durumda da mevcut ABF Yönetim Kurulu üyelerinin istifa ederek, bu fiili işgale son vermelerini ve Federasyonu olağanüstü kongreye götürmeleri gerektiğini söylemiştim. Ama ne yeni Hınzır Paşalığa soyunan Selahattin Özel onurlu davranıp istifa etmeyi seçti, ne de Özel'i bu yemeğe katıldığı için eleştiren ABF Yönetim Kurulunun kimi üyeleri. Onlar da oturdukları koltukları yitirmemek için "istifa" etmeyi seçmediler, yani ne yazık ki, kendilerinden beklenen duruşu sergileyemediler. İstifa etmeyip, ABF'yi kongreye götürmeyenler Özel'in başkanlığa devam etmesini sağladılar da, ne oldu? Selahattin Erdal Yıldırım Özel, o günden sonra ABF'nin kimi eylemlerine, basın açıklamalarına, toplantı ve etkinliklerine katılmadı. Geçtiğimiz 3 Kasım'da Kadıköy'de yüzbinlerin katıldığı "İnkârcılığa, Asi milasyona Karşı Eşit Yurttaşlık ve İn-anç Özgürlüğü İstiyoruz" mitingine de katılmadı ve asimilasyonculara hizmet etmeye devam etti. Çünkü Özel, çoktan beridir safını belli etmişti. "Cami-Cemevi" projesini onaylayıp, "Cemevleri terör yuvasıdır" diyen zıhniyetle aynı masaya oturdu. Tarih: 11 Kasım 2013 - Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, muharrem ayı dolayısıyla bir iftar yemeği daha verdi. Geçtiğimiz yıl iftar yemeğine katılan kişiler eksiksiz bu davete de katıldılar. Ve çok doğal olarak ABF Genel Başkanı Selahattin Özel de masadaki yerini aldı ve devletin kendi Alevisini yaratma, Aleviliği İslamlaştırma ve Müslümanlaştıma projesinde gönüllü görev almaya devam etti. Ve şimdi tarih: 12 Kasım 2013 - Aşağıda isimlerini vereceğim Alevi Bektaşi Federasyonuna (ABF) bağlı tüm kurumların (*) yöneticilerine ve ABF ile birlikte hareket eden dost ve kardeş kurumların yöneticilerine ve de halen ABF yönetiminde olan tüm yönetici arkadaşlara sesleniyorum: Selahattin ÖZEL asimilasyona hizmet etmeye, gönüllü yeni Hınzır Paşa olmaya devam ediyor. Asimilasyonun baş aktörlerinden Abdullah Gül'ün sofrasına çeşitli tepkilere rağmen, utanmadan, sıkılmadan, diğer bazı ihanetçilerle birlikte katılıyor. Bir parça onuru olan bir kişi olsaydı zaten çoktan istifa ederdi. Anlaşılıyor ki, S.Özel asimilasyon hizmetini sürdürmek için istifa etmeyecektir. Bu durumda yapılması gereken şey çok açık ve basittir. Mevcut yönetici arkadaşlar, Selahattin Özel'in ABF Başkanlık koltuğunda kalıp hepinizi, Alevi toplumunu hiçe saymasına göz yummamak, Altını kalın çizgilerle çizerek belirtmeliyim ki, bugüne kadar olduğu gibi bu günden sonra da istifa etmeyip koltuklarında oturanlar da asimilasyona suç ortaklığı yapacaklardır. Ve tarih bu yaşananları tüm gerçekliğiyle yazacak ve sorumlular Alevi toplumuna ve gelecek kuşaklara karşı suç işlemeye devam etmiş olacaklardır. Yaşadığımız süreçte zaten nerdeyse "yol'u kaybolmak üzere, erkânı unutulan, mürşit ocakları tanınmayan, geçmişle ilgili belleğinde sorunlar olan Aleviliği asimile edip ortadan kaldırmak isteyenler var. Tam da bu noktada benliğimize kavuşmamızı, hafızamızı tazelememizi, yitirdiklerimizi tekrar bulmamızı istemeyen birçok odak var ki, onlar Aleviliğin bugünkü fotoğrafını çekip bu görüntüyü Aleviliğin kendisi imiş gibi kitlelere kabul ettirmeye İslamiyet ve Müslümanlık içinde eritmeye çalışıyorlar. Sayın ABF yönetim kurulundaki canlar, arkadaşlar, değerli yöneticilerimiz! Hınzır Paşaların Aleviliği ortadan kaldırmak isteyenlere koltuk değneği olmasına daha ne kadar müsaade edeceksiniz? Bu suça ortak olursanız sizler de bu suça ortak olmuş olacaksınız! Alevi ocaklarını, Alevi köklerini, Aleviliğin kendisini Arap çöllerine taşımak isteyenlere 'dur' demek için ABF'yi hemen bugün olağanüstü kongreye götürmenizi talep ediyoruz! Size yakışan Hınzır Paşaların suçlarına ortak olmak değil, bu kepazeliğe derhal son vermektir. Seyit Rıza idam sehpasına yürürken yapılanları "Evladı Kerbelayık, Behatayık, Ayıptır, Zulümdur, Günahtır" sözleriyle haykırıyordu. Seyit Rıza'yı idam edilişinin 76.yılında bir kez daha saygıyla anarken, ben Alevi toplumu adına sizlere seslenmek istiyor ve diyorum ki: Zaman yitirmeksizin, bu kepazeliğe bir son verin, ayıptır, günahtır. Selahattin Özel gibi ihanetçilerin ayıbına ortak olmamak, bu durumu düzeltmek için "Derhal İstifa Edin" ve "ABF'yi Olağanüstü Kongreye" götürün. kızılbaş - sayfa 13 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 "BEN ALEVİ DEĞİLİM" Metin Kahraman Aslında başlığı "Aleviler Bunları Biliyor mu?" olarak düşünmüştüm, ama küçük bir araştırma yapınca bu başlıkla yazılmış olan bir yazı olduğunu gördüm ve "Ben Alevi Değilim" de karar kıldım. Bu küçük calışma notlarını biriktirip, daha sonra derli toplu bir konu calışması için kullanacağım. Neden "Ben Alevi Değilim"? Öğrendigimiz, yaşadıklarımız ile gördüklerimiz, duyduklarımız arasındaki derin uçurumlar, bizi temsil ettiğini düşündüğümüz, kendi yarattığımız, bizi temsil ettiğini düşündüğümüz kurumlarımızın, yöneticilerin ve aydınlarımızın içine düştükleri çelişki dolu açıklamaları ve uygulamaları bunu söylettiriyor. Ya bizler Yolun Yolcularında bir sorun var, yada bizi örgütleyip, bir araya getiren, bize yol gösterenlerde. Küçük anektodlarla sunacağım yazılarla sorunun kimde, kimlerde olduğunu düşündürmeye ve buldurmaya çalışacağım sizleri. Buyurun o zaman en güncelinden başlayalım: AABF (Avrupa Aleviler Birliği Federasyonu) İnanç Kurulunun resmi internet sitesinde 2010 yılı Yas-ı Matem Orucu ile ilgili bir açıklama yapılıyor. Açıklamaya göre Muharrem Matem Orucu (kendi tabirleri ile) 07.12.2010 tarihinde başlayacak 19.12.2009 tarihinde Aşure çorbası ile tamamlanacaktır.Yanlış okumadınız 2010 da başlayan oruç 2009 da tamamlanacakmış. AABF İNANÇ KURULU 24.11.2010 "Değerli Yöneticiler, Degerli Dede ve Analar, Sevgili Canlar, Alevi inanc’ının önemli günlerin’den olan Muharrem Matem orucu 07.12.2010 tarihinde başlayacak, 19.12.2009 günü Aşure çorbasıyla tamamlanacaktır.14 asırdan günümüze intikal eden ve nice asırlar dilden dile sürecek olan Hz. Hüseyinin haklıdavası yolunda, uğradığı barbarca katliamın unutulması Ehli-Beyt bendesi olan toplum tarafında elbetteki mümkün değildir. İmam Hüseyinin Muharrem ayı içersinde şehit edilmesinden dolayı, onun sevgisini taşıyan ve yolun piri olarak gören Alevi toplumu Muharrem ayında, mateme bürünür, Kerbela katliamında İmam Zeynel Abidinin sağ olarak kurtulup Ehli-Beytin soyunun devamına vesile olmasının, on iki İmamların kutsallığıylabirleştirilerek, 12 gün oruç ve yas tutarlar..." Şimdi bir yazım hatasının abartılmaması gerektiği söylenebilinir fakat konunun ve temsil kurumunun önemi düşünüldüğünde bu küçük bir hata olmaktan çıkıyor.Hadi yayına hazırlayan kişi bu hatayı yaptı peki aradan on gün kadar geçmişken hiç kimse bunu okuyup düzeltme, düzelttirme yönüne gitmedi mi? Bu açıklamayı oradan aynı şekilde alıp internet sitelerinde yayinlayanlara ne demeli.Onların yazım hatası şansları da yok üstelik. Aynı kurumun aynı kurulunun bir başka konu hakkında yazdıkları ise şöyle: "Zülfikar neyi sembolize ediyor? Züfikar’in neyi sembolize ettiğine geçmeden önce Zülfikar’in ne olduğunu açmak gerekiyor. Zülfikar, Hz. Muhammed tarafından Hz. Ali’ye armağan edilen ucu çatal kılıcın adıdır. İnancımıza (Aleviliğe) göre Zülfikar savaş öncesi gökten inmiştir. Hz. Muhammed’de bu gökten inen kutsal kılıcı Hz. Ali’ye hediye etmiştir. Zülfikar, asırlardır adaletin sembolü olarak işlevini sürdürmeye devam ediyor. Zülfikar, Hz. Ali’nin kişiliğiyle bir bütünlük haline gelmiştir. Hz. Ali’yi Zülfikarsız düşünmek mümkün değildir. Zülfikar’ı salt bir savaş aracı olarak görmemek gerekiyor. Zülfikar, gerçek adaletin, hakkaniyetin, doğruluğun, mertliğin sembolidir. Günümüzde Zülfikar Alevi olmayı (dışsal/zahiri anlamda da olsa) sembolize ediyor. Özelikle de Alevi gençliği Zülfikar’ı kolye şeklinde takıyor. Bu “Aleviyim” demenin, kimliğini Zülfikar’ın tarihsel misyonuyla açıklama biçimidir. Olmadık baskılara maruz kalan Alevinin kimliğini sembolize ediyor Zülfikar. Elbette boynuna her Zülfikar kolyesi takan kişi Alevi değildir. Alevi ise dahi, bazıları Zülfikar’ın taşıdığı misyondan, Zülfikar da sembolleşen adalet anlayışından habersizdir. Bütün bunlara rağmen Zülfikar günümüzde Alevi kimliğini simgesel, biçimsel de olsa dışa yansıtıyor." Zülfikarın ne olduğunu bu sayede öğrenmiş oluyoruz."Sevgi bizim dinimizdir" şiariyla hareket eden bir inanca "savaş öncesi gökten inen ucu çatallı kılıç " savaşmaları için bahsedilen kılıç savaş aracı olarak düşünülmemeliymiş. AABF İnanç Kurulunun "Aleviliğin tanımı" içinde bir bölüm var ki okuduğunuzda sanki Aleviliği değilde islamın dört mezhebinden birinden bahsedildiğini düşünürsünüz.Alevilik "islam dinini kendine göre -sünni inancın dışında- yorumlayan" bir inanç sistemiymiş. Zannedersiniz ki islamda Sünnilik ve Alevilik var ve islamda Sünniliği kabül etmeyen diğerleri Aleviliği seçmiş. İslamın diğer mezhepleri içinde bulunan Şiilikten bahsediliyor sanki. Bu güzide kurumumuzun bir zamanlar "Alevilik islamın dışındadır, islamla ilgisi yoktur" görüşünü savunduğunu düşününce nereden nereye savrulunduğunuda daha rahat görebiliyoruz kızılbaş - sayfa 14 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Aleviliğin kısa tanımı: http://www.aabfinanc-kurumu.com/bolge-inanc-kurullari-2012-2015/eine-seite/ Alevilik; Allah, Muhammed, Ali kutsallığını kalbinde taşıyan, Hz.Ali’nin adaletinden ayrılmayan, temelinde insan sevgisi bulunan, her dine, mezhebe, inanca saygı duyan ve hoşgörüyle bakan, dil, din, ırk, renk farkı gözetmeyen, eline, beline, diline sahip olma ilkelerini şart koşan ve bunu muhasiplik kurumu ile gerçekleştiren, gelmek isteyen inançlı insanları çatısı altına alarak manevi ihtiyaçlarını gideren, insanları yaşadıkları toplumda kendi istekleriyle kendi kendilerini yargılamalarını sağlayan, eşitlikçi, katılımcı, paylaşımcı düşünceyi savunan, şeriatın bağnaz kurallarına bağlı olmayan ve onu reddeden, İslam dinini kendine göre – Sünni inancının dışında – yorumlayan; asıl doğruluk, kemali dostluk, cevheri merhamet, görüşü eşitlik, hazinesi bilgi, meyvesi sevgi hamuruyla yoğrulmuş, insan-ı kamil yani erdemli insan yaratmayı öngören, korkuyu aşıp sevgiyle Tanrıya yönelen, En-el Hak ile insanın özünde tartıyı gören, yaradan ile yaradılan ikiliğinden Vahdet-i Vücut’a (Varlık Birliği) varan, edep ve ahlaklılığı yaşamının temeline koyan,, insanı yücelten, hamurunda hem ilahiliğin hem de irfaniliğin mayası bulunan, kişinin ahlak ve karakterli yaşam ilkelerini belirleyen, dini biçim ve şekil olarak değil, inanç olarak algılayan, dini bağımsız bir irade gücü ve Batıni özelliğiyle evrimleştiren, akıl ve iman bütünlüğünde birleştiren ve tüm bunları Kırklar Cemi’nden alınan ilhamla yürüten canların inanç sistemidir." Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) 2006 yılında Hollandada Tüzük ve Program Kurultayı yapar ve programını açıklar. 2008 yılında da Almanyanın Köln şehrinde.Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu toplanır ve program açıklanır. Bakın iki yıl ara ile yapılan iki toplantı ve iki programda açıklanan Alevilik tanımı: "Alevilik kendine özgü bir inançtır; Anadolu`da şekillenen, Balkanlar'da, Ortadoğu`da, Avrupa`da yaşayan milyonlarca insanı etkileyen Alevilik, ortaya çıktığı çoğrafyada varolan bütün inançlarla kaynaşmış, engin öğretisini onlardan da katmanlarla zenginleştirmiştir. Alevilik; Hak, Muhammed, Ali üçlüsünü kutsayan, temelinde insan sevgisi bulunan; her dine, mezhebe, inanca saygı duyan ve hoşgörüyle bakan; dil, din, ırk, renk farkı gözetmeyen; eline beline, diline sahip olma ilkelerini şart koşan, insanları yaşadıkları toplumda kendi istekleriyle, kendi kendilerini yargılamalarını sağlayan, eşitlikçi, katılımcı, paylaşımcı, düşünceyi savunan, aslı doğruluk, kemali dostluk, cevheri merhamet, görüşü eşitlik, hazinesi bilgi, meyvesi sevgi hamuruyla yoğrulmuş, insan-ı kamil yani erdemli insan yaratmayı öngören, korkuyu aşıp sevgiyle Tanrıya yönelen, En-el Hak ile insanın özünde Tanrıyı gören, yaradan ile yaradılan ikiliğinden Vahdet-i Vücüt`a (Varlik Birliği`ne) varan, edep ve ahlaklığı yaşamın temeline koyan, insanı yücelten, hamurunda hem ilahiliğin hem de irfaniliğin mayası bulunan, kişinin ahlak ve karakterli yaşam ilkelerini belirleyen, dini biçim ve şekil olarak değil, inanç olarak algılayan, bağımsız bir irade gücü ve Batıni (içsel) özelliğiyle evrimleştiren, akıl ve iman bütünlüğünde birleştiren ve tüm bunları Kırklar Cemi`nden alınan ilhamla yürüten canların inanç sistemidir. Alevi kimliğimizin temeli, öğretimiz ve atalarımızdan bize kadar gelen inanç ve kültür birikimimizdir. Geçmişte ve günümüzde bizi Alevi inancı ve kültürü bağlamında birleştiren ve bir arada tutan güç öğretimizdir; Kadın-Erkek eşitliği, tanrı korkusu yerine tanrı sevgisi, insana bakış, çok evliliğin yasak oluşu, müzik ve semahın inancımızdaki vazgeçilmez yeri, diğer inançlara ve güzel sanatlara yaklaşımımız, ibadet yerimizin Cemevi oluşu ayrıcalıklı özelliklerimizdendir. Öğretisi gereği Alevilik, Anadolu`ya özgü yalnız bir inanç sistemi değil, aynı zamanda davranışın ve düşüncenin de prensibidir." (Kaynak: Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) Programı, 09-10 Aralık 2006, Hollanda) “Alevilik; Allah, Muhammed, Ali kutsallığını kalbinde taşıyan, Hz. Ali`nin adaletinden ayrılmayan,temelinde insan sevgisi bulunan, her dine, mezhebe, inanca saygı duyan ve hoşgörüyle bakan, dil, din, ırk, renk farkı gözetmeyen, eline, beline, diline sahip olma ilkelerini şart koşan ve bunu müsahiplik kurumu ile gerçekleştiren, gelmek isteyen inançlı insanları çatısı altına alarak manevi ihtiyaçlarını gideren, insanları yaşadıkları toplumda kendi istekleriyle kendi kendilerini yargılamalarını sağlayan, eşitlikçi, katılımcı, paylaşımcı düşünceyi savunan, şeriatın bağnaz kurallarına bağlı olmayan ve onu reddeden, İslam dini`ni kendine göre – Sünni inancının dışında – yorumlayan; aslı doğruluk, kemali dostluk, cevheri merhamet, görüşü eşitlik, hazinesi bilgi, meyvesi sevgi hamuruyla yoğrulmuş, insan-ı kamil yani erdemli insan yaratmayı öngören, korkuyu aşıp sevgiyle tanrıya yönelen, En-el Hak ile insanın özünde tanrıyı gören, yaradan ile yaradılan ikiliğinden Vahdet-i Vücüt`a (Varlık Birliği`ne) varan, edep ve ahlaklılığı yaşamın temeline koyan, insanı yücelten, hamurunda hem ilahiliğin hem de irfaniliğin mayası bulunan, kişinin ahlak ve karakterli yaşam ilkelerini belirleyen, dini biçim ve şekil olarak değil, inanç olarak algılayan, dini bağımsız bir irade gücü ve batıni özelliğiyle evrimleştiren, akıl ve iman bütünlüğünde birleştiren ve tüm bunları Kırklar Cemi`nden alınan ilhamla yürüten canların inanç sistemidir.” (Kaynak: Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu Programı, 31.05.1998, Köln.) İki yılda programların bu şekilde değişmesine, Alevilik tanımlaması için eklemeler, çıkarmalar yapılmasına, bu tanımlamanın içine İslam, Sünni-lik, şeriat, Hz.Ali kavram ve kelimlerinin konulmasına neden ihtiyaç duyuldu? İki yıl önce "Alevilik kendine özgü bir inançtır" olarak tanımlanıyorken iki yıl sonra neden "şeriatın bağnaz kurallarına bağlı olmayan ve onu reddeden, İslam dini`ni kendine göre – Sünni inancının dışında – yorumlayan" "Hz. Ali`nin adaletinden ayrılmayan" şeklinde tanımlandı? "Müslümanlarla başlatılan bu diyalog sayesinde herkesin Almanya'da Müslümanlara kapımızın açık olduğunu anlamasını ümit ederim.[...] Bu konferans çalışmaları toplumumuzun, Müslümanların artık bu toplumun bir parçası olduğunu anlamasını sağlamalıdır. [...] Ümit ederim ki, Alman İslam Konferansı sayesinde sadece güncel çözümler yaratmakla kalmayıp aynı zamanda daha fazla anlayış, sempati, barışçıl yaklaşım, tolerans ve özellikle daha fazla iletişim ve çeşitlilik ortamı yaratarak ülkemizin zenginleşmesini sağlayabiliriz. [...]" Dr.W. Schäuble Alman İçişleri Bakanı Bu Alman İçişleri Bakanının Alman İslam Konferansı ile ilgili değerlendirmesidir. Sözlerinde aranacak birşey yok aslında bir yere kadar. O yer neresidir o zaman?Alman İslam Konferansında yer alan bir Alevi kurumunun olması ve İslam ile aynı çatı altında bulunması, toplantılara ortak olmasıdır. AABF 2006 yılından beridir Alman İslam Konferansına katılımcı olarak katılmaktadır. Metin Kahraman 2011 kızılbaş - sayfa 15 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 EKLER VE KAYNAKLAR: "Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu, Alman İslam Konferansı‘nın ve uyum zirvesi olarak adlandırılan „Integrationsgipfel der Bundesregierung“un üyesidir." ... HÜSEYİN MAT, AABF Genel Başkanı KAYNAK: http://alevi.com/TR/asagisaksonya-eyaleti-ile-almanya-alevi-birlikleri-federasyonu-arasinda-ongorulendevlet-anlasmasinin-imzalari-atildi/ "AABF, federal hükümet düzeyinde muhatap alındı Almanya’daki en önemli ve büyük inanç ve göçmen örgütlerinden olan federasyonumuz AABF, son bir yıl içinde Alman devleti, federal hükümet ve eyalet hükümetleri düzeyinde her alanda muhatap kabul edildi. Bu nedenle AABF, hükümetin düzenlediği ‘’İslam Konferansı’’ ve Cumhurbaşkanı’nın yılbaşı resapsiyonu başta olmak üzere bir çok resmi görüşmeye davet edilirken, son olarak Federal Almanya Başbakanlığı’nda göçmen örgütleriyle yapılan toplantıya davet edildi. AABF’nin, bu resmi platformlarda muhatap kabul edilmesi gücü ve örgütlülüğüyle yakından ilgiliydi." Ali Ertan Toprak, AABF Genel Sekreteri ALMAN İSLAM KONFERANSI'NIN KATILIMCILARI ŞUNLARDIR : http://www.deutsche-islam-konferenz. de/DIK /TR /DIK / UeberDIK /Teilnehmer/teilnehmer-node.html Diyanet İşleri Türk İslam Birliği Genel Merkezi (DİTİB) İslam Kültür Merkezleri Birliği (VIKZ) Almanya Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABF) Almanya’daki Boşnakların İslami Birliği Tescille Derneği (IGBD) Faslıların Merkez Konseyi Tescilli Derneği Almanya Türk Toplumu (TGD). Alman İslam Konferansı ne?: http:// www.deutsche-islam-konferenz.de/DIK/ TR/DIK/UeberDIK/WasIstDIK/wasistdik-node.html Almanya'daki Müslümanlar – Alman Müslümanlar Alman İslam Konferansı'nın, Alman devlet makamları ve Almanya'da yaşayan Müslümanlar arasındaki en önemli iletişim platformu olduğu tespit edildiğinden 17. yasama dönemi koalisyon anlaşmasında Alman İslam Konferansı'nın (AİK) çalışmalarına devam etmesi kararı alınmıştır. Federal İçişleri Bakanı Dr. Thomas de Maizière, Alman devleti ve Müslümanlar arasındaki yakınlaşmayı desteklemesi nedeniyle, AİK çalışmalarının devam edeceğini ve derinleştirileceğini açıklamıştır. Almanya'da son on yıllar içinde özellikle Müslüman ülkelerden gelen göçler sonucunda dini ve kültürel çeşitlilik artmıştır. Şu anda Almanya’da yaklaşık dört milyon Müslüman yaşamaktadır. Bu Müslümanların yaklaşık yarısı şu anda Alman vatandaşı olmuştur. Toplumsal Birlikteliğin Desteklenmesi Günümüz Almanya'sı gibi dinsel ve kültürel zenginliğe sahip olan bir ülkede, toplumsal birlikteliğin nasıl korunacağı sorusunun yanıtı, ancak özgürlükçü ve demokratik anayasayı dikkate alarak ortak noktaların güçlendirilmesi, toplumsal farklılıklar ile yaşamanın öğrenilmesi ve katılımın desteklenmesiymiş gibi görünüyor. Alman İslam Konferansı’nın amacı buna katkıda bulunmaktır. 2006 yılında oluşturulan bu konferans federal yönetimi, eyalet ve belediyeleri kapsayan tüm Alman devletinin, Almanya'daki geçmişi nispeten kısa olan Alman Müslümanların önemli bir nüfus kitlesi olmasına verdiği ilk tepkidir. "Almanya’da Müslümanlar – Alman Müslümanlar" – bu slogan, Alman İslam Konferansı’nın ana hedefini en iyi şekilde özetlemektedir: Almanya’daki Müslümanlar kendilerini Alman toplumunun bir parçası olarak görmeli ve Alman toplumu da onları böyle görmelidir. Müslümanların Uyumunu İyileştirilmek AİK'nin somut hedefi ilk etapta devlet ve Müslümanlar arasındaki diyaloğun iyileştirilmesi idi. Diyalog aracılığı ile Müslümanların toplumsal ve dini-hukuksal uyumunu desteklemek, Almanya'daki toplumsal birlikteliğin gelişmesini sağlamak, toplumsal ayrışma ve bölünmenin önüne geçmek hedeflenmişti. Alman İslam Konferansı hiçbir zaman Müslümanları dini anlamda temsil eden bir grup olmamıştır. Geleneksel olarak federal yönetimin dini gruplar ile ilişkilerini yürüten Federal İçişleri Bakanlığı, konferansın gözetimini üstlenmiştir. Anayasal Din Hukuku - Değerlerin Uyuşması – Radikalleşmenin Engellenmesi AİK şimdiye kadar iki düzeyde toplantılar düzenledi. Yılda bir defa toplanan genel kurul, çalışma kurullarının tekliflerini ve önerilerini karara bağladı ve diyaloğun gelişmesine katkıda bulundu. Genel kurul düzeyinin altında konumlanmış olan üç çalışma kurulu ve bir tartışma grubu ise iki ayda bir toplandı. Bu kurullara ve gruba yüzü aşkın uzman katıldı ve aşağıda belirtilen konular görüşüldü: Alman toplumsal düzeni ve değerlerin uyuşması: 1. çalışma grubu. Alman anayasa anlayışında dini konular: 2. çalışma grubu. Köprü olarak ekonomi ve medya: 3. çalışma grubu. Güvenlik ve İslamcılık: Tartışma grubu Çok Sayıda Eylem Önerisi 2008 ve 2009 yıllarında yapılan 3. ve 4. genel kurul toplantılarında çalışma grupları ve tartışma grubu sonuçlarına dayanılarak aşağıdaki konularda ara sonuçlar karara bağlandı: Toplumsal birliktelik ve Almanya’da yaşayan Müslümanların uyumu Günlük yaşamda değerlerin uyuşması Devlet okullarında Almanca İslam derslerinin verilmesine başlanması Camilerin yapımı ve kullanımı Günlük okul hayatında dini nedenlerle oluşan sorunlar İmamların eğitimi Almanya yüksek okullarında İslam ilahiyatı kürsülerinin kurulması Medyadaki haberler İslamcı akımlara karşı ortak eylemler AİK Genel Kurulu'nun yeni katılımcıları: http://www.deutsche-islam-konferenz.de/DIK/TR/DIK/UeberDIK/Teilnehmer/teilnehmer-node.html Alman İslam Konferansı yeni genel kurulu 17 Mayıs 2010 tarihinde ilk kez Federal İçişleri Bakanı Thomas de Maizière başkanlığında toplanacak. Bu diyalog heyeti, ev sahibi olarak İçişleri Bakanı ile birlikte devlet temsilcileri ve Müslüman üyelerden oluşmaktadır. kızılbaş - sayfa 16 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yeni genel kurulun güncel gelişmeleri ve Müslümanların çeşitliliğini şimdiye kadar olduğundan daha fazla dikkate alması hedefleniyor. Şimdiye kadar bireysel katılımda bulunan Müslümanlar, yerlerini yeni bireysel katılımcılara devrediyor. Ancak AİK’ye danışman olarak eşlik etmeyi sürdürecekler. AİK’nin Müslüman temsilcilerinin seçiminde, birinci dönemde de olduğu gibi, mümkün olduğu kadar Almanya’daki Müslümanlar arasındaki çeşitliliğin yansıtılmasına özen gösterildi. "Almanya’daki Müslümanların Hayatı" (MLD, BAMF 2009) konulu araştırmanın sonuçlarına dayanılarak dernek temsilcileri ile Müslüman özel kişilerin katılım oranları üçte bir ile üçte iki olarak tespit edilmiştir. Adı geçen araştırmada Almanya'da yaşayan yaklaşık dört milyon Müslüman'ın sadece dörtte birinin, bugüne kadar AİK'ye katılan dernekler tarafından temsil edildiğini düşündüğü ortaya çıkmıştır. Yeni Müslüman özel kişiler (10 temsilci): Bay Hamed Abdel-Samad, siyaset bilimci ve yazar Bay Bernd Ridwan Bauknecht, din öğretmeni Bayan Sineb El Masrar, yayımcı ve yazı işleri müdürü Bayan Gönül Halat-Mec, avukat Bay Abdelmalik Hibaoui, imam Bayan Hamideh Mohagheghi, ilahiyatçı Bayan Dr. Armina Omerika, İslam bilimci Bay Prof. Bülent Uçar, İslam dini pedagojisi profesörü Bay Turgut Yüksel, sosyolog Bayan Tuba Işık-Yiğit, doktora öğrencisi (ilahiyat ve din bilimleri) Genel kuruldaki özel şahıs temsilcilerin değişmesi sayesinde farklı kişilerin günlük hayattaki tecrübe ve bilgilerini Alman İslam Konferansı’na aktarabilecek. Bu temsilcilerin seçiminde bu kişilerin AİK’nin öncelikli verdiği konulardaki deneyimleri önemli bir rol oynamıştır. Aynı zamanda Müslümanların etnik ve din politikası açısından çeşitliliği de daha büyük ölçüde sağlanmıştır. Bu sa- yede yine laik, derneklere eleştirel yaklaşan Müslümanların da katılımı sağlanabilmiştir. Müslüman Çatı Organizasyonları Aslında İslami bir dernek olmayan ama özellikle Türk kökenli laik Müslümanlarları bireyler üzerinden temsil etmesi hedeflenen Almanya Türk Toplumu (TGD) yeni bir birlik olarak katılmaktadır. Bunun yanında Almanya’daki Boşnakların İslami Birliği (IGBD) ve Faslıların Merkez Konseyi yeni katılımcılar arasında bulunmaktadır. Federal Almanya Cumhuriyeti için İslam Konseyi Tescilli Derneği (IRD) ise bundan böyle AİK’ye katılmayacaktır. IRD bünyesindeki en büyük dernek olan İslami Milli Görüş Teşkilatı’nın (IGMG) yöneticileri hakkında başlatılmış olan ceza soruşturmaları nedeni ile IRD’nin AİK kapsamındaki üyeliği geçici olarak dondurulmuştur. İslam Konseyi ise dondurulmuş üyelik statüsünü reddetmiştir. Aşağıda belirtilen Müslüman çatı organizasyonları AİK’ye katılacaktır: Diyanet İşleri Türk İslam Birliği Genel Merkezi (DİTİB) İslam Kültür Merkezleri Birliği (VIKZ) Almanya Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABF) Almanya’daki Boşnakların İslami Birliği Tescille Derneği (IGBD) Faslıların Merkez Konseyi Tescilli Derneği ve laik göçmen sivil toplum kuruluşu olarak Almanya Türk Toplumu (TGD). Devlet Katılımcılarındaki Değişiklikler Okullarda İslami din eğitimi verilmesi, Alman üniversitelerinde imamların yetiştirilmesi ve uyumun uygulanması ile ilgili birçok konu eyaletlerin ve belediyelerin yetki alanına girmektedir. Bu nedenle ilgili eyalet tartışma komisyonları ve bazı örnek belediyeler katılımcı olarak seçilmiştirler. Önümüzdeki dönemde aşağıda belirtilen devlet temsilcileri konferansa katılacaklardır: Federal hükümet (6 temsilci): Federal İçişleri Bakanlığı Federal Başbakanlık Federal Uyum Sorumlusu Dışişleri Bakanlığı Aile, Yaşlılar, Kadınlar ve Gençlikten Sorumlu Federal Bakanlık Federal Eğitim ve Araştırma Bakanlığı Eyaletler (6 temsilci): İçişleri Bakanları Konferansı başkanı (2010: Hamburg) ve A eyaleti olarak adlandırılan (SPD yönetiminde, şu anda Berlin) ve B eyaleti olarak adlandırılan (Birlik yönetiminde, şu anda Hessen) eyalet temsilcileri Kültür Bakanları Konferansı başkanı (2010: Bavyera) ve konferans katılımcısı 2. bir eyalet (şu anda Berlin) Uyum Bakanları Konferansı (Başkanlık: 2009/2010: Kuzey Ren Vestfalya) Belediyeler (5 temsilci): Duisburg Belediyesi Nürnberg Belediyesi Göttingen Belediyesi Konstanz Belediyesi Bergkamen Belediyesi HABER: Bakan Maiziere imamlarla görüşecek : http://avrupa.hurriyet.com.tr/ haberler/gundem/758115/mamlarla-gorusecek 3 Aralık 2010 / BERLİN ALMANYA İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere, İslam din görevlilerinin eğitimleri konusunda bilgi alış verişinde bulunmak amacıyla, 8 Aralık'ta Bonn kentinde 15 imam ile gayrıresmi bir görüşme için biraraya gelecek. Almanya İçişleri Bakanlığı tarafından yapılan yazılı açıklamada, toplantıya katılacak imam ve din görevlilerinin tümünün Almanya'da görev yaptığı ve bazılarının Almanya İslam Konferansı'na (DIK) katılan Müslüman kuruluşlara üye olduğu belirtilerek, toplantıya Almanya Aleviler Birliği Federasyonu (AABF), Almanya İslami Boşnaklar Toplumu (IGBD), Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB), İslam Kültür Merkezleri Birliği (VIKZ) ve Almanya Faslılar Merkez Konseyi'nden (ZMaD) de din görevlilerinin katılacağı bildirildi. Almanya'da yaklaşık 2 bin 600 cami ve medrese ile cemevinde 2 binden fazla imamın görev yaptığına işaret edilen açıklamada, imamların camiler ile kamuoyu arasında bir arabuluculuk rolü oynadığı, göçmenlerin topluma uyumu ve aşırı dinciliğin önlenmesinde de büyük bir sorumluluk taşıdığı ifade edildi. Açıklamada ayrıca, DIK çerçevesinde imamların ve diğer din görevlilerinin eğitimi konusunda bir taslak hazırlandığı ve bu taslağın gelecek yılın ilkbaharında düzenlenecek DIK genel kurulun- kızılbaş - sayfa 17 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 da gündeme geleceği kaydedildi. İçişleri bakanı sordu, din adamları anlattı 10 Aralık 2010 / Asım GÜRSOY HABER: İçişleri bakanı sordu, din adamları anlattı: http://avrupa.hurriyet. com.tr/haberler/gundem/764920/cisleribakani-sordu-din-adamlari-anlatti ALMANYA İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere'nin (CDU) daveti üzerine Bonn'da bir toplantı yapıldı. Toplantıda imamların eğitiminin ileride nasıl olacağı, Almanya'da camilerde çalışan imamların şimdiye kadar olduğu gibi kendi ülkelerinden mi geleceği, yoksa Almanya'da mı yetişmeleri gerektiği, ayrıca Almanya'nın bu konuda neler yapması gerektiği konularını görüşüldü. Schaumburger Hof'da düzenlenen toplantı sonrası katılımcılar toplantıyı şöyle değerlendirdiler: Bekir Alboğa (DİTİB Dinlerarası Diyalog Sorumlusu): “İçişleri bakanı çok meraklıydı. Toplantıda İmamlara sorduğu sorular çok isabetliydi. Öte yandan imamlar tarafından verilen cevaplarda aynı şekilde doyurucuydu. İçişleri bakanının kafasında geleceğe yönelik bir takım fikirlerin oluştuğunu gördük. Sevindirici bir gelişme. Süleyman Tenger (DİTİB Merkez Camii İslam Din Dersi ve Kuran Kursu öğretmeni): “Şimdiye kadar hep bizim üzerimize konuşuluyordu. İlk defa bir hükümetin biz İmamları muhatap alarak karşısına alması çok hoşumuza gitti. Bizim problemlerimizi başkasının ağzından değil ilk ağızdan yani bizden kendisi dinledi. Bu açıdan bu toplantının çok değerli olduğunu düşünüyorum.” Hamza Bayram (DİTİB Wesseling Camii İmamı): “İmamların görüşlerinin alınması veya buraya gelecek ve burada görev yapacak olan Türk imamlarının daha verimli olabilmeleri hususunda bizlerin fikirlerine başvurması önemli. Bu toplantının çok verimli geçtiğini, içinde yaşadığımız ülke ve vatandaşlarımız için de iyi bir çalışma olduğunu düşünüyorum.” Erol Pürlü (İslam Kültür Merkezleri Diyalog Sorumlusu): “Biz iki imamımızla birlikte katıldık. Bu toplantıyla birlikte bakanın İslam dini ve imamlarla ilgili geniş bir malumat edindiğini umuyoruz. Bunların önümüzdeki dönümlerde hayata geçirilmesini talep ediyoruz. VIKZ olarak imamlarımızı burada yetiştirdiğimizi kendisine ifade ettik" Gülden Sezer (AABF'den Alevi Anası): “AABF bünyesindeki dede ve analar fahri olarak çalışıyorlar. Bu yüzden üniversitelerde oluşturulacak kürsüde dede ve anaların yetiştirilmesini talep ettik. Bakan kendi aralarında çözülecek problemleri kuruluşların kendilerinin çözmesi gerektiğini söyleyerek kendisinden istenilen talebi sordu. Çoğu imamlar maddi destek talebinde bulundu.” Ali Ertan Toprak (Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) Genel Sekreteri): “Biz AABF olarak toplantıya bir ana ve dede olmak üzere üç kişi katıldık. Bir üniversitede Alevilik Kürsüsü istediğimizi ifade ettik. 2008'den beri Alevilik dersleri verdiğimizi, ancak henüz öğretmenlerimizi dedelerimizi yetiştirebileceğimiz kürsüler için acil çözüm beklediğimizi ifade ettik" htt p://w w w.aabf-inanc-k ur umu.com / bolge-inanc-kurullari-2012-2015/eineseite/ http://www.deutsche-islam-konferenz. de/DIK /TR /DIK / UeberDIK /Teilnehmer/teilnehmer-node.html http://avrupa.hurriyet.com.tr/haberler/ gundem/758115/mamlarla-gorusecek http://avrupa.hurriyet.com.tr/haberler/ gundem/764920/cisleri-bakani-sordudin-adamlari-anlatti ht t p://a lev i.c om /d e /d e ut s che i sl a m ko n fe r e n z - s a l a f i s t i s ch e rextremismus-nicht-akzeptabel/ http://www.nw-news.de/owl/kreis_herford/buende/buende/?em_cnt=6611487 http://alevi.com/de/pressemitteilungdie-deutsche-islam-konferenz/ http://alevi.com/TR/almanyada-bir-ilkdaha/ Kaynak: https://www.facebook.com/photo.php?f bid =745681252127028&set=a.5480799052204 98.136638.539196692775486&type=1 M. Kemalin heykelini, Kürd’ün yapması asil türklere hiç yakışıyor mu? Dün Dumlupınar’a gelen ünlü şair Ahmed Arif’in oğlu heykeltıraş Filinta Önal, kendi yaptığı ve ilçedeki hükümet konağı önüne konulan Atatürk heykelini yerinden sökerek kaldırdı. Heykeli Ankara’ya götürmek üzere kamyonete yükleten Önal, Dumlupınar Belediye Başkanı Ak Partili Derviş Kavak’ın isteği üzerine heykelin Hükümet Konağı önüne konulduğunu söyledi. Önal, Dumlupınar ilçesindeki Kurtuluş Parkı’na da daha önce yine belediyenin isteği üzerine ’Zafer’ rölyefi yaptığını ancak bedelini alamadığını, bu nedenle de icra işlemleri başlattığını belirtti.Önal, Atatürk Heykeli’nin vergiler hariç 7 bin 500 lira olan bedelinin bugüne kadar ödenmediğini belirterek, Dumlupınar Belediyesi yetkililerinin bunu hediye olarak verilmesi talebinde bulunduklarını anlattı. Son olarak Dumlupınar Kaymakamı Sercan Gökdemir ile görüştüklerini belirten Filinta Önal, “Kaymakam bize ödeme konusunda yardımcı olamayacağını belirtti. Biz de bunun üzerine kalkıp buraya geldik ve heykelimizi aldık. Kaynak: https://www.facebook.com/photo.php?f bid=5875895879630 kızılbaş - sayfa 18 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim'in Gözardı Edilen Kimliği... Erdem Özgül Çocukken hiç anlamlandıramazdım. Evimiz dört dağın arasında dümdüz ovanın ortasına kurulu bir kaç evden biriydi. Bu küçük evde büyük gerilimler olurdu. Maocu gerillalar, Sovyetler Birliği yanlıları ve daha yeni yeni kitleselleşen Kürt ulusalcıları, çelişkinin muhalefet kısmını bu gruplar oluşturuyordu. Bir de iktidar tarafı vardı işin hiç anlam veremediğim yanında duran. Onlar sürekli öfkeliydiler. Sürekli bir şey olmamızı istiyorlardı, havuçla olmadı sopayla ama artık herneyse istedikleri bir türlü olamadık ve onlar hala kızgınlar bize. Dersim'den bahsediyorum. Bir yanı bir arıtma tesisi gibiydi. Dibi oyula oyula Ermeni kiliseleri hem zemin oluyor, köstebeklerimiz bahtlarını mezarlıklarda arıyorlardı. Bir yandan da ASALA'nın silahıyla sesini duyurabildiği yıllardı. Acele biraz da bundan, kalanı da alalım yoksa Ermeniler gelir herşeyi alırlar bizden. Hırsızlık içgüdüsü mü der buna ilgili bilim adamları, tam teşhisi nedir bilmiyorum ama bir büyük kazandı kaynıyordu, herkes olmak istediği oranda o kazanda kaynadı, pişti. Bugün bu duruma geldik. Bugün 1980'lerin ve 1990'ların Dersim'i yok artık. Tamamen tersine döndü durum. Kızılbaşlık temel bir inancı dört dağın ve ovaların. Kırmançki ve Kurdi iki canlı anadilinden biri. Özellikle Sosyalist hareketlere çok sayıda kadro veren Dersim merkez ilçe, Hozat, Ovacık ve Pülümür kısmen hala solun etkisi altında olmakla birlikte Kızılbaş dini kimliğini daha önde tutuyor. Mazgirt, Nazımıye Kürt gerillasının ana karnı gibi. Burayı Pertek ve Çemişgezek'te önemli oranda besliyor. Merkez ilçe ve çevre ilçelerin neredey- se tamamında nüfus karmakarışıktır. Örneğin bir köyde yerliler varsa onlar Ermenilikle itham edilir. Ermeni olanlar bunu dışarıya karşı saklar ama kendi içinde de gizleyemezler, çocuklar okula, askere bir yere giderler mutlaka ve devlet tokat gibi çarpar onların yüzlerine Ermeni olduklarını. Soykırım sonrası Batı Ermenileri içinde en suskun koloniyi Dersimli Ermenilerin oluşturmasının bir nedeni de budur bence. İkinci baskın grup Kırmançlardır, ağırlığı Horosan'dan geldik yalanını söylemeye bayılırdı, artık bıktılar çok azı çiğniyor bu sakızı. Şehrin ve çevresinin baskın kültürünü oluştururlar Kırmançlar. Büyük bir coşkudur Kırmançki, düşünsenize dağ, taş, su, bulut herşey Kırmançki'dir. Bunu söylerken bile coşuyorum. Bingöl ya da Diyarbakır Kırmançları bizden sonra uyandılar Kırmançki'nin güzelliğine. Son derece güzel, kitapları olan, Qerapete Xaço, Ayşe Şan gibi Dengbejleri, Aram Tigran, Şivan Perwer gibi ses sanatçıları olan, İsveç'te, Almanya'da gazeteleri olan bu dil mükemmel birşeydi. Bir de Mahmut Baksi, Mehmed Uzun gibi şiir mi, yoksa düzyazı mı yazıyor ayırdedemediğiniz yazarları düşünün. Kırmançki, Müslüman Kırmançlar arasında birazda bu sebepten Se kena, Ez som nimaj to sekena? derecesine düşürüldü. İkinci bir kültürel dil olmasa da olur değilde geliştiremiyoruz işte ne yapalım, yoksuluz der gibi bir bahaneyle önemsenmedi uzun süre. Dersim'de kaynayan kazanı biraz daha karıştırırsak Aşure pekişir. Hemen hemen her büyük köyde Osmanlar derler Osmanlı gönderdiği için, Müslüman Pomaklar vardır, Çerkesler vardır, Türkmenler adları çok anılmasa da gündelik dilden ve Kızılbaşlık ocaklarından da anlaşılacağı gibi iki en kalabalık toplulukdan biridir. Ve tabi olmasa Dersim'in göğü eksik kalır Çingeneler vardır. Pertek ve Çemişgezek arasında Süryani aileler de vardır ama seyfo mu diyelim artık 1915 Ermeni soykırımı mı, yoksa 1938'e mi bağlayalım bilmiyorum bu aileler dillerinden arındırılmıştır. Onlarda diğer Ermeni aileler gibi Hristiyan ananelerini kısmen yaşatırlar ve onların da yaşam şartları oldukça ağırdır. Bir de Rumlardan bahsedilir Dersim'de, ayrıntılı bir araştırmaya girmek gerekir ama bu insanlar Rum değil Hay-Horom'dur. Yani Yunanca ibadet eden Ermeniler. Kürt uyanışına gelelim. Dünya küçüktür. Bu bir metafor falan değil. Uçakla bir kaç saatte Amerika'ya, ya da Avusturalya'ya gidebiliyorsunuz, dünyanın ta öbür ucuna yani. Beth Nahrin'i, Batı Ermenistan'ı insanını ve toprağını kaybetmiş iki ülke olarak bir kenara kaydedelim ve Kürdistan'a gelelim. Bütün Kuzey uyanmışken ülkenin orta yerinde Dersim uyumaya devam edemezdi. Beklenenin üzerinde bir hareketlilik kattı Kürt uyanışına Dersim. 1938-1988 yılları, yani 40 yıl var uyumakla uyanmak arasında. Bu uyanışın şöyle de bir önemi var Kürdistan uyuyorken tüm Kürdistan'ı ve dolayısıyla Dersim'i asimile etmeleri maksadıyla köylere kasabalara yerleştirilen farklı etnilerden halkların sonra ki yıllarda doğan çocukları din olarak Kızılbaş oldular, anadilleri de Kırmançki ya da Kurdi oldu. Çerkesçe, Pomakça ya da başka bir dili konuşan beş on aileye rastlayamayız özellikle Dersim'de. Yani devletin özel amacı dil kırımdı. Uyutulduğu yerde kırılmak yerine toplumu sardı sarmaladı Kürt dilleri. Buradan şöyle bir sonuç çıkaramayız yine de oh mis ne dil açısından ne de din açısından asimile olmadık biz. Hayır, böyle olmadı Kaf kas ve Balkan göçmenleri Kızılbaş oldular ama bir kültürün içerisine girerken ona kızılbaş - sayfa 19 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kendi renginizi de verirsiniz. Doğal olarak Kızılbaşlık İmam Hüseyin'i yolunun aslanı olarak benimsiyerek Şia renklerini giydi üzerine. Aynı şekilde Horasandan geldik, Türkün özüyük, Türkmenik öyküsü de burada doğdu. Kürtçeyi ya da Kırmançkiyi öğrenenler, günlük hayatı bu dille yaşayanlar, bu ulustan olmayı içine sindiremeyen Dersimli Kızılbaşlarla bir başka yolu yürüdüler. Şia ve Türkmen İran'ın iki önemli görüntüsüdür, Kırmançki'nin çağrışımı diğer Kürt diyalektlerine göre daha Farsi'dir. İki uzun ve bunaltıcı yol çıktı önümüze, daha köklü geleneklere sahipken biz, Şia İslam ile Türkmen olmak arasında sıkışıp kaldık. Bileşenimizin Osmanlı geçmişinin olması, Ermeniler ve kısmen Süryaniler dışında devlet tarafından ev, tarla gibi mallarla ödüllendirilmesi, Kürt olanlarımızın ırkçılığa varacak Şafi nefreti, getirdi içimizden önemli bir kesimi kimlik bunalımına soktu. Yani Şafiler Kürt ise aman biz olmayalım, diyor bugün kafası en iyi çalışanımız bile. Kızılbaş-Alevi Kürtlerin Şafii Kürtlere karşı hissettikleri duygu ırkçı bir nefrete varır. Örneğin Ezidilerin nefreti kıyılmaktan dolayıdır. Aleviler kıyılır ama gerek Osmanlı'nın gerekse de Kemalistlerin eliyle Aleviler de çok sayıda Şafii Kürdü kıyar, ve bunu göz ardı ederler. Henüz çok daha genç bir çocukken Kürt olmanın tuhaflığını kazan gibi kaynayan bir kafayla, çelişkilerimin altında ezilip, cevapsız sorular sormak gibi duygularla karşıladım. Anneannem Sivas Madımak Otelinin yakıldığı günlerde, herkes sonuna kadar mağduriyet söylemlerinin arkasına saklanmışken, söylemese ölecek sanki Kürtçe: O da Kırmanç, biz de Kırmanç'ız, senden yardım bekleyen kendi insanının üzerine gençlerini salarsan, sonunda senin sesini duyacak kimse olmaz işte böyle gibisinden sözler sarfetmişti. Şeyh Sait'i ve Dersim'in ileri gelenlerinin ona ve yoldaşlarına ettiği ihaneti dile getiriyordu. Bu benim için ilginç bir ayrıntı oldu. Kürt olmadığını iddia eden, Kürt- leri Kuro olmakla itham eden insanların annesi olan kadın tarihe baktığında böyle hayıflanıyordu. Geçiştirmek yerine sorumluluk kabul ediyordu bir anlamda da. Tabi şu da söylenebilir bir ömür kaçtığı hakikat Madımak'ta onu bir kez daha, kaçamayacağı bir şekilde ele geçirmişti belki de. Büyüdükçe Kürt hareketlerinin, Kürt yurtseverlerinin arasında gezer oldum ve ilginçtir Kürt partilerinden Şafi olan dostlar, söz tarihe uzandığında büyük bir utançla tarihte Müslüman Kürtlerin Kızılbaşlara yaptığı haksızlıktan bahsederlerdi bana, bize. Bu arkadaşlar bizim aşiretlerimizin onlara ihanet ettiğinden bihaberdiler. Tekrar edegeldikleri söylem bizim Dersim'in mağduriyet söyleminden ibaretti. Burada Alevilerin tarih boyunca büyük zulumler gördüğünü elbette gözardı etmiyorum ama gerek Batı Ermenistan'ın yok edilmesinde, gereksede Kürdistan'ın paramparça edilmesinde Alevi aşiret önderleri de en az suçladıkları Şafi Müslüman Kürtler kadar suçludurlar. Kürdistanın tasfiyesinde iki büyük suç var birincisi Ermeni kıyımında toplu kıyımları üstlenmek, ikincisi Kürt kıyımında da devletin en büyük destekçisi yine Kürtlerin olması durumu, korkunç ama tarihin kaydetiği acı bir gerçek bu. Bununla birlikte Dersim'i itham etmek yerine tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Dersim her açıdan bir olay yeri gibidir. Diyebilirim ki Kürt hareketinden, onun söylemlerinden en çok etkilenen yine Dersim'dir. Ama şöyle bir özelliği de vardır, bu etkiyi, etkilenmeyi kendi içinde saklarlar. Şöyle de söyleyebilirim; 1980'lerde Diyarbakır zindan direnişleri Dersim'de çok büyük yankılar uyandırırdı. Şehid olan, ya da kendini feda eden direnişçiler, gaziler ve direngen tutuklular, ihanetçiler, tutukluların en belirgin olanları tutuklu aileleri üzerinden Dersim'e taşınırdı. Her toplumda olduğu gibi Mazlum Doğanlar, Necmettin Büyükkayalar onur kaynağıydı. İtirafçılaşanlardan değil ama yoldaşlarının katline sebep olanlardan, karşı tarafa geçenlerden ise utanç duyulurdu. Bu bilinçaltında milli bir özün olduğuna delalet sayılmalıdır. Kırmanç ve Kurmanç iki Kürt dili. Genelleştirmiyorum ama ben çocukken Zaza olduğumuzu hiç duymadım. Urfa'dan, Kürt inşaat işçileri gelirdi Dersim'e onlar dilimizin Dımılki olduğunu iddia ederlerdi. Biz de Ma Kırmanci me derdik. Dımılkiyi duyuyor ama kabul etmiyorduk. Kurmanci, Kırdaşkiyi ise Kürtçe olarak görüyorduk. Yani içten içe aynı ulus idik ama dışa karşı da korku ve nefret vardı içimizde. Bir Alevi'yi öldüren Şafinin cennete gideceğine inanıyormuş Şafiler diye sık sık duyuyorduk. Bunun dışında Elazığ'a Doktor muayenesi için giden, askere giden, herhangi bir okula giden ve ölen ya da sakat gelenleri nedense hep Şafiler öldürüyordu. Genelde devlet cinayetleri de “şafilere” yükleniyordu yani. Oturduğu masasından haber yapan gazeteciler gibi, lokalden uyduruyorduk. Burada kolaya kaçmak istemiyorum. Kürt toplumunun parçalanmışlığı, iç nefreti ve devletin bu sayede Kürdistan'ı elinde tutabildiğini bu tablodan görebiliyoruz. Toplumu küçücük parçalara ayırmış ve onun ruhunu nefret aracılığıyla kırmış, un ufak ediyordu devlet. Kürtlere karşı suçlu Kürtler yani. Fiiliyatta da bu böyle, örneğin Dersim'den kalkıyor yüzlerce Kırmanç-Kızılbaş çocuğu Genç, Maden, Kıği gibi kazalara varıyor, orada Türk subayların komutası altında Kürtleri öldürüyorlar. Sonrasında da bu hikaye hep sarıyor. Kürtlerin düşmanları öyküyü böyle kurguluyorlar. Onun için Dersimin önünü açan da içindeki korkuyu büyütende içten içe kabul edilen Kürt olmak durumuydu. Şeyh Said Dersim'e ayak basmadığı halde güya Dersim'e geliyor ve Seyid Rıza'yı aşşağılıyor ve siz ehl-i kitap değilsiniz elinizden ekmek yenmez, diyor. Bunun üzerine Dersimliler Şeyh'i isyan ettiğinde desteklemiyorlar. Bu cümlenin hiç bir tarihsel dayanağı yoktu örneğin. Uydurma, ama hakikatten daha çok alıcı buluyor bu yalan Dersim’de. Elbette bu öykünün gerisinde Osmanlı var. Alevilerin azala azala kızılbaş - sayfa 20 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 gelip Dersim, Koçgiri ve Varto'da sıkışması, bir kısım Kürt Alevinin ise Klikya Ermenistan'ında sıkışıp kalması olayı var. Klikya Ermenisizleştiriliyor. Özellikle Ermeni nüfusu, genellikle de Hristiyan toplumlar Alevilerin kalkanı gibidir Osmanlı şeriatının ağır baskıları altında. Alevilerin açık alanını Müslüman Kürtler değil Hristiyanlar örtüyor tarih boyunca ama örgünün dağıtılmasında Alevilerin büyük bir desteği var. İşin içine Aleviler girmeden örneğin Maraş, Malatya ve Adıyaman Ermeni, Süryani ve Ezidiliği bu kadar kolay yok edilemezdi. Ne oluyorsa bu açıklıkta oluyor, bütün dini ve ulusal gruplar birbirleriyle çatışıyor ve birbirlerinden nefret ediyorlar. Bu bugün ki Türkiye bütününün de genel sorunudur aynı zamanda. Türkler, Türkmenler, Azeriler, Terekemeler aynı ulusal boydan gelir ama birbirlerinden nefret ederler. Nefretin altında devletin onları mezhepleri dolayısıyla çatıştırması, parçalaması yatar. Milli Mücadele neyin mücadelesi - 1 Sevan Nişanyan Peki, sonradan “Kurtuluş Savaşı” adını taktıkları Milli Mücadele neydi? “Emperyalizm”e karşı halkların şahlanışı filan olmadığı belli de, ne? 1994’te Yanlış Cumhuriyet’i yazarken cevabı biliyordum, ama kibarlık ettim, yuvarlak anlattım, göte göt demekten imtina ettim. Korktum da diyebilirsiniz, kabul. Şimdi artık memlekette az da olsa demokrasi var, daha açık konuşalım. Bir, mal kavgasıydı. İki, iktidar kavgasıydı. Üç, İslam kavgasıydı. O kadar. Dersim'e geri gelirsek, Dersim'in vazgeçilmezidir Kırmançkisi. İbadet ederken, ölüyü gömerken, düğün dernek kurar, semah çeker, saz çalarken ona dil lazımdır. Bu dil Türkmen aşiretler de dahil Kürtçedir. İster Aynur Doğan'ın anadilini konuşan Kurmançlar olsun bu insanlar, isterse de biz Kırmançkiyi konuşanlar olalım dili göz ardı edemezler, edemeyiz. Kürt olmanın bilincine varamasalar, buna burun kıvırsalar da dil belirleyici unsurlardan biridir. Bu şunun için önemli, deniyor ki Dersim için önemli olan inanç, itikat, çünkü ulus bilinci körleşmiştir. Bu inanması güç çok abartılı bir denklem. Getirin üç beş Dersimli genci bir araya bakalım hangi dili konuşuyorlar, birbirlerini dile nasıl zorluyorlar, asimilasyona nasıl hayıflanıyorlar? Mal kavgasıydı. Ermeni tehciri katliam mıydı, soykırım mıydı, müstahak mıydılar, değil miydiler tartışmasını bırak bir yana. Sen memleket nüfusunun %11 yahut 13’ünü oluşturan bir zümreyi, üstelik ekonomik etkinlik olarak daha verimli ve daha sermaye-yoğun olan bir zümreyi, yaka paça sürgün etmişsin. Bunların bin küsur köyü, birkaç yüz bin tarlası, davarı, evi, dükkânı, fabrikası, banka hesabı, ev eşyası, cariye edilecek kızı, köle edilecek ergen oğlanı var. Bunlara afiyetle konmuşsun. Haramzade Hüseyin Bey, Koçerolardan Hasan Ağa hesabıyla pay etmişsin. Sonra savaşta yenilmişsin. Galip devletler tutturmuş, bunlardan hayatta kalanlar geri gelecek, mallarını geri alacak, tazminat olarak da bazı vilayetler bunlara verilecek diye planlar yapmaya başlamışlar. Barış konferansı daha başlamadan bu mevzu ayyuka çıkmış. Dersimli entelektüeller bir şekilde Kürt olmanın ağırlığı altında eziliyor, bunun bedelini ödemekten, eksiğini, fazlasını bilince çıkarmaktan kaçıyorlar. Dersim, Soykırım, Alevilik, Sunnilik gibi kavramlar üzerinden havanda su dövüyorlar. Realiteden kaçmak, üstelik karşısında çarpıştığınız devlete de kısmen de olsa kendinizi kabul ettirebilmişseniz çok alaylı bir hale bürünüyor, düşmemek gerek. Şimdi sen olsan, bir tane Erzurum Kongresi toplayıp “bu gâvurlara nasıl direneceğiz” diye konuşmaz mısın? Gerek Erzurum ve Sivas Kongrelerine, gerek Ankara Meclisine katılanların hemen hemen hepsinin, Gazi Paşaları dahil olmak üzere, tehcirde mal mülk, köle ve cariye edinmiş adamlar olması sizce tesadüf müdür? Olay yalnız Ermeniler değil. Ege ve Marmara’da Rum tehciri 1913’te başladı. Menemen, Çeşme ve Urla Rumlarının iki hafta içinde nasıl boşaltıldığını merak ediyorsanız mesela sonradan CHP genel sekreteri olan Hilmi Uran’ın anılarını okuyabilirsiniz. Bursa’nın, Makri/Fethiye’nin Rumları da o dönemde gitmiş. Karadeniz Rumlarını 1918’in ilk aylarından itibaren temizlemişler. Lozan’da protokole bağlanan mübadele planı gerçekte çok önceden yürürlüğe konmuş. Giden Rumların malı mülkü ne oldu sanıyorsunuz? İttihat-Terakki’nin resmi rakamlarına göre 1914’te Anadolu’nun Rum nüfusu %12. Gerçek rakam bundan bir hayli daha yüksektir, %15-17 olmalı. RumErmeni toplamı kabaca %25 desen, memleketin toplam mal varlığının nereden baksan üçte biri 1913-1922 arasında el değiştirmiş demektir. Sizce uğruna – en Millisinden – Mücadele etmeye değecek bir tutar değil mi? Emperyalist abiler ne yapmış? Adamların tek muhatabı Türkler değil. Ermeniler bastırıyor, Yunanlılar bastırıyor, kendi kamu oyları tepkili. Bunlara tazminat ödensin demişler. Anadolu Rumlarına güvenlik içinde yaşayacakları bir yer olsun diye belki, şimdilik, İzmir’i verelim, sonra bakarız. Ermenilere de verelim şuradan üç beş vilayet, yaramaz yerler zaten, zararı yok. Ama bir yandan da tereddütte kalmışlar. Türkler mühim, güç ve önem bakımından Yunana da Ermeniye de fark atarlar. Rusya’daki durum malum, geçinmek lazım. Başbakan Lloyd George’un İzmir’i Yunanlılara verme projesine koalisyonun büyük ortağı olan Muhafazakâr Parti şiddetle karşı çıkmış. Ermenileri memnun etme işini de nasıl olsa hayalperesttir, kimse ciddiye almaz diye ABD’nin siyaseten tükenmiş başkanı Wilson’a paslamışlar. Sonuçta Türkler Yunanı da, Ermeniyi de tepeleyince, doğrusunu istersen, hiç gözyaşı dökmemişler. Bir taşla üç kuş: Yunanla Ermeniye bir şey verirmiş gibi görünüp vermedin, kendi kamuoyundaki vicdan kumkumalarını yatıştırdın, Türklere de bedavadan sıkı bir dayak attın, sana karşı Dünya Harbine girmenin cezasını ödettin. Şık. * Siyasi iktidar kavgası ile İslam kavgasını da sonra anlatayım, şimdi işim var. Kaynak: http://nisanyan1.blogspot.de kızılbaş - sayfa 21 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sadece Kafatasları İncelenmemiş ! Cumhuriyet'in başlarında Türk ırkının fiziki özelliklerini tespit için kafatasları ölçülmüş, kan grubu ve parmak izleri ise Türk Tarih Kongreleri'nde bilimsel tebliği olarak sunulmuştu. Meşrutiyet ilan edilip, Meclis açılırsa bütün problemler çözülür, gayrimüslimler bağımsızlık sevdasından vazgeçer diye düşünüldü. Osmanlıcılık düşüncesine göre bütün milletlerin "Osmanlı" kimliği altında temsil edileceği tasavvur edildi. Ancak 1908'de Meclis açılmasına rağmen gayrimüslimler bağımsızlık taleplerinden vazgeçmediler. Bu defa İslamcılık fikri devreye girdi. Araplar, Arnavutlar gibi Müslüman milletlerin İslam şemsiyesi altında toplanması düşünüldü. Ancak bu da tutmadı. Bu gelişmeler üzerine Türkçülük ön plana çıktı ve imparatorluğun parçalanmasının meydana getirdiği travmayla Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde ırkçılık ölçüsünde Türk kimliği ön plana çıktı. Kafatasları ölçüldü, parmak izleri ve kan grupları incelendi. Beyaz ve brakisefal II. Türk Tarih Kongresi Dolmabahçe Sarayı'nda 20 Eylül 1937'de Atatürk'ün huzurunda Kurum Başkanı Hasan Cemil Çambel'in kongrenin amacını ifade eden nutkuyla açılmış ve altı gün süren kongre 25 Eylül'de sona ermişti. Bu kongrede iki tane ilginç tebliğ vardı. Sadi Irmak'ın "Türk ırkının biyolojisine dair araştırmalar, kan grupları, parmak izleri" ve Nureddin Onur'un "Kan grupları bakımından Türk ırkının menşei hakkında bir etüt" isimli tebliğleri. Türk Tarih Kurumu Asbaşkanı Afet İnan, "Türk Tarih Kurumu'nun Arkeolojik Faaliyetleri"ni anlattığı konuşmasında Türk ırkının özelliklerinden de şöyle bahsetmişti: "Türk ırkı beyaz ve brakisefaldir. Bugünkü yurdumuzun sahipleri en eski kültür kurucularının ayni ırki vasıflarını taşıyan çocuklarıdır. Onun, kültür meşalesiyle yayıldığı sahalar, dünyanın medeniyete kavuşabilen yerleridir." Yörükler 0, şehirliler A grubu Prof. Braun daha önce incelediği 2000 Türk'ün yüzde 46.65'inin A grubu olduğunu ortaya çıkarırken II. Türk Tarih Kongresi'ne bir tebliğ sunan Nurettin Onur 3729 kişinin kan grubunu incelemiş, A grubunu yüzde 46.66 bulmuştu. B grubu ise Braun'un araştırmalarında yüzde 13.6, Nurettin Onur'unkinde ise yüzde 17.2 çıkmıştı. Sadi Irmak, Güney Anadolu Yörükleri'nden 400 kişinin kan gruplarını incelediği tebliğine "Türk ırkının ilmini yapmak emeliyle bütün bu cephelerden başlayan verimli çalışmalara bir küçük yardım olmak üzere, ırkımızın biyolojisine dair yaptığım araştırmaların sonuçlarını hulasaten bildirmek istiyorum" diye başlamıştı. Yörüklerde 0 grubu yüzde 51.3, A grubu yüzde 40.5, B grubu yüzde 6.2, AB grubu ise yüzde 2 çıkmıştı. Sadi Irmak'ın çalışmalarına göre İstanbullu ve Anadolulu Türkler'de A grubu daha fazla iken Yörükler'de 0 grubu hakimdi. Parmak izlerinde ise yüzde 45 düğüm şekli, yüzde 35 kasırga şekli, yüzde 20 ise kavis şekli çıkmıştı. Kuzey ve Orta Avrupa'da düğüm şekli, Güney ve Doğu Asya'da ise kasırga şekli hakimdi. Bu sonuçlara göre parmak izleri açısından milletimizin Avrupalılar'a yakınlık gösterdiği iddia edilmişti. Üstün ırk Nazan Maksudyan "Türklüğü Ölçmek" isimli kitabında Türkiye'de antropoloji çalışmaları ve ırkçılık arasındaki ilişkiyi anlatır. 1869'da Antropoloji Cemiyeti'nin kurulması ve Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı eserinin yayınlanması ile birlikte kafatası ölçümleri de başladı. Yalnızca kafatası değil, vücudun muhtelif bölgeleri de ölçüldü. Paul Broca, bu alanda önemli buluşlar yaptı. En önemli buluşu da kraniyometri yani kafatası ölçerdi. Daha sonra Franz Joseph Gall önderliğinde Frenoloji yani kafatası bilimi kuruldu. Irkçılıkta önemli bir adım da Darwin'in kuzeni ve hayranı Francis Galton tarafından atıldı. Galton, "Öjenik" dalını kurdu. "Öjenik" Yunanca "doğuştan iyi" veya "soydan asil" anlamına geliyordu. Galton, kızılbaş - sayfa 22 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1869'da yayınladığı ilk kitabı Hereditory Genius adlı eserinde 300 asil aileyi inceledi ve insanların özelliklerinin çevre veya yetişme şartlarından ziyade yaratılıştan kazanıldıklarını ileri sürdü. Bu sebeple asil ailelerin, asil insanlarla yapacakları evliliklerle doğuştan getirdikleri özellikleri korumaları gerektiğini savundu. Galton'un eseri büyük bir popülerlik kazandı. Öjenik dernekler kuruldu. Asil aileden olanlar evlenecekleri asil kişileri bulmak için asil listeleri yayınladılar. Öjenik bilim dalının asıl amacı doğuştan kabiliyetli ırkları bulmak ve onları bozulmadan kurtarmaktı. Öjenik bilimi daha sonra Naziler tarafından kullanıldı. Öjenik hareket 1939'lardan itibaren Türkiye'de de etkili olmaya başladı. Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman Uzman, 1939'da "Öjenik" adlı bir konferans verdi. Uzman, konferansta üstün ırk teorisini savundu. Daha sonra bu hareket Türkiye'de taraftar bulmaya başladı. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay da "Irk Hıfzısıhhasında Irsiyetin Rolü ve Nesli Tereddiden Korumanın Çareleri" başlıklı konferansında "Öjenik" akımdan bahsetti. Gökay, konuşmasında, "Türk cemiyetine nesilden nesile en kıymetli miras olarak zinde çocuklar hediye etmek milli bir vazifedir" diyerek Türk soyunun bozulmasının engellenmesi gerektiğini savundu. Yine 1939'da üstün ırk ve ırkların korunması tezini savunan Mustafa Rahmi'nin "Islahı Irk" isimli eseri yayınlandı. Türkiye'de ırk çalışmaları Türkiye'deki ırk çalışmaları ile ilgili en önemli çalışmalardan biri 1939'da Afet İnan tarafından tez olarak hazırlandı. İnan tezini 200 kadın üzerin- deki ölçüm ve gözlemlerine dayandırmıştı. Türkiye'de ırk çalışmalarına dair önemli bir neşriyat da 1925'te yayınlanmaya başlayan Türk Antropoloji Mecmuası'ydı. Antropolojik ölçümler Türkiye'de ırk çalışmalarına dair en geniş çalışma Afet İnan'ın başkanlığında 1937-1938 yılları arasında, 64 bin kişi antropolojik açıdan ölçülerek yapıldı. Bu ölçümlerin sonuçları Afet İnan tarafından "Türkiye Halkının Antropolojik Karakterleri ve Türkiye Tarihi: Türk Irkının Vatanı Anadolu (64.000 kişi üzerinde anket)" adıyla 1947'de yayınlandı. Erhan Afyoncu, Bugün, 03.03.2013 Kaynak:http://gundem.bugun.com.tr/ sadece-kafataslari-incelenmemis-haberi/224843 Yaşasın Halkların Kardeşliği? Yıl 1961. 27 Mayıs Darbesi’nin lideri Orgeneral Cemal Gürsel Diyarbakır’da der ki: “Bu memlekette Kürt yoktur. Kürdüm diyenin yüzüne tükürürüm.” yıl 1930 Başvekil İsmet Paşa, 31 Ağustos 1930 tarihli Milliyet’e der ki: “Bu ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur. Yıl 1940. Bir CHP raporundan: “Kürtler Türkleştirilmelidir! Kürt meselesi Türkiye’nin en mühim meselesidir. Asimilasyonun ilk şartı dil öğretmektir.” Yıl 2002-2013 RT Erdoğan "Tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek dil.." Önder, Atatürk'ün, "Yüzyılın gördüğü en büyük dehalardan biri, en kıymetli insanlardan biri" olduğunu söyledi. Vatan hainliğinden kurtuldu!.. kızılbaş - sayfa 23 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 DR. ŞİVAN / SAİT KIRMIZITOPRAK 1935 - 1971 KİMDİR? BİYOGRAFİ 1935 yılında Dersim’in (Tunceli), Qısle (Nazimiye) ilçesine bağlı Cıvrak (Sarıyayla) köyünde doğan Sait Kırmızıtoprak’ın babasının adı Abbas, annesinin adı Zöhre’dir. 1938 katliamını tüm trajedisiyle yaşayan, babasının 1941 yılında vefat etmesi üzerine yetim kalan Sait 1944 yılında köyde ilkokulun yapılmasıyla dokuz yaşında okula başlar. 1949 da ilkokulu bitiren Sait Kırmızıtoprak Tunceli'de ortaokula başlar. 1949/1950 öğretim yılı sonunda girdiği Yatılı Bölge Okul sınavını kazanan Kırmızıtoprak, Balıkesir Lisesi Orta Okul ikinci sınıfından öğretime devam eder ve 1955 yılında buradan mezun olur. Aynı yıl Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi sınavlarına giren ve bu sınavı üçüncü sırada kazanan Sait Kırmızıtoprak 1955/56 döneminde İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne yatay geçiş yapar. Arkadaşları ile beraber Ocak 1957’de de İstanbul’da “Tunceli Kültür Derneği” İstanbul şubesini açan Sait Kırmızıtoprak, Mart 1957’de Dersim’de bu derneğin yayın organı olarak “Ceride-i Dersim” adlı yerel bir gazete çıkarır. Bu gazetede yazı yazmaya başlayan Kırmızıtoprak, sonrasında “Akis”, “Forum”, “Vatan”, “Yön”, “Dicle – Fırat”, “Sosyal Adalet” ve “Milliyet” gibi gazete ve dergilerde yazılar yazar. 17 Aralık 1959’da tutuklanan ve tarihe 49 lar olarak geçenler arasında tıp öğrencisi Sait Kırmızıtoprak’da vardır. Harbiye’de tutuklu olduğu dönemde İsmet Özevcek ile nişanlanan Kırmızıtoprak, 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası arkadaşlarıyla beraber Ankara “Soğukkuyu Askeri Cezaevi”ne nakledilir ve Mart 1961’de ise tahliye edilir. Tutuklu iken sınavlara giren Sait Kırmızıtoprak 1962 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Güdül ve Gemerek Hükümet Tabipliği ile Yunak Devlet Hastanesi Başhekimliği sonrası bir süre serbest olarak çalıştıktan sonra askere gider. 1965 ile 1967 yıl- nan arkadaşları ve etkin siyasal figürlerle görüşmelerde bulunduktan sonra, 4 Ekim 1969’da Çeko (Hikmet Buluttekin), Soro (Nazmi Balkaş) ve Reşo Zilan(Ahmet Kotan)’dan oluşan grupla Güney Kürdistan’a geçer. Güney Kürdistan’da IKDP tarafından kendilerine sağlanan kamp ile çalışmalara başlayan Dr. Şivan ve arkadaşları Güney’deki bu çalışmalar yanında özellikle sınır hattında örgütlenme çalışmaları yaparlar. Kuzey’de yaptığı bu çalışmalar sonucunda 28-29 Haziran 1970 tarihinde Ankara’da T-KDP’ni kuran Dr. Şivan ve arkadaşları için; “... Türkiye’de çözümü gereken birinci ve acil çelişki: Kürt millet gerçeği”dir. Kurulan partinin amacı, ları arasında Isparta’da asker iken bu dönemde Antalya’da yargılanan Sait Elçi ve diğer TDKP yöneticilerini ziyaret eden, mahkemelerine katılan Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın yargılandığı 49 lar Davası sonuçlanmış ve karara göre Kırmızıtoprak, “Kamu haklarından men” ve Isparta’da “genel gözetim altında bulundurma” cezası alır. Yasal platformda siyaset şansını kaybeden ve sosyalist bir düşünce ve mücadeleden yana olan Dr. Sait Kırmızıtoprak bu tarihten itibaren Kürtlerin özgür kılınması ve bu mecrada mücadele verilmesini savunur. Kırmızıtoprak, Kürtlerin milli, siyasi, ekonomik, demokratik ve kültürel taleplerini kapsayan, örgütsel olarak modern, ilerici/devrimci, milliyetçi bir Kürdistan Partisi kurma düşüncesindedir. Amacı; Kuzey Kürdistan’da Kürtlerin bu haklarını gaspeden oligarşik yönetim ve onun militarist kadrolarına karşı silahlı bir mücadele gerekliliği ve zorunluluğu ile böyle bir parti vasıtasıyla profesyonel gerilla mücadelesinin verilmesidir. Ancak böyle bir mücadele için Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da uygun ortam olmadığından dolayı bu mücadelenin alt yapısını oluşturmak ve aynı zamanda Güney Kürdistan’daki mücadeleye katkı sunmak amacıyla, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da bulu- 1- Birinci etap; Kürtlerin red ve inkarının kaldırılması, Kürt halkının resmen tanınması, 2- İkinci etap; Kürtlerin milli demokratik haklarının verilmesini/alınması, 3- Üçüncü etap; Kürt halkının, kendi kaderini bizzat kendisinin tayinidir. Parti, Kuzey Kürdistan’da verilmesi gereken milli mücadele gereği Kürdistan’daki her sınıf ve katmanın yer alması gerektiğini savunur. Parti tüzüğünde; “Türkiye hudutları dahilinde yaşayan Kürt halkının ana tabanı, Kürdistan’ın geniş köylü kitleleridir. Bu nedenle partimiz; ana amaç ve hedeflerinin gerçekleştirilmesi uğrunda girişeceği eylemlerinde, Kürdistan köylüsüne dayanacaktır ve işçiler ve partimizin programını benimseyen aydınlar, öğrenciler, memurlar, esnaf ve sanatkârlar gibi orta tabaka mensupları, Kürdistan köylüsünün tabii yardımcıları ve müttefikleridirler.” denir. Dr. Şivan’dan bahsedildiğinde, çağdaşlarında bulunmayan birkaç özelliğini zikr etmek gerekir. Bunlardan ilki Dr. Şivan’ın teorisyenliğidir. Bir kişiye aydın veya teorisyen diyebilmek için o kişinin kendi aklı ile düşündü- kızılbaş - sayfa 24 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ğüne tanıklık etmek gerekir. Dünyanın bütününden haberdar olduğu ve ekollerin ustalarını bildiği doğrudur, fakat Dr. Şivan kendi aklı ile düşünür ve düşüncelerinin sonuçlarından korkmaz. “Kürt Ulusal Hareketleri” isimli kitabında dikkat çekici analizlerde bulunarak, klasik teori ile ayrışmıştır. Klasik teoriye göre devlet egemen sınıfın baskı aracıdır. Fakat Dr. Şivan Yakın ve Orta Doğu hatta Asya devletlerini merkezi otorite olarak değerlendirir ve o devletlerin sahiplerini de sivil asker bürokrasi olarak görür. Bu görüşü ileri sürmek, o dönemin atmosferinde bilimsel cesaret gerektirir. Dr. Şivan’ın ikinci önemli özelliği, siyasetteki ciddiyeti ve iktidar perspektifine sahip olmasıdır. Güneye gittikten sonra, buraya yerleşir ve örgütünü kurar. Türkiye’de Kürtlerin sadece silahlı mücadele sonucu haklarını elde edebileceklerine inanır. Bu fikir doğrultusunda da çalışmalara başlar. Türk ordusu Kürdistan’a nasıl yerleşti sorusunu sorar ve bunun yanıtını aramaya koyulur. Parti kadrolarından bu yerleşim konusunda kendisine bilgiler göndermelerini ister. Görüldüğü gibi silahlı mücadelenin gerekliliğinden söz ettiği noktada, bunu hayata geçirmenin yöntemlerini bulmaya çalışıyor. Başlatacağı mücadelenin doğru ya da yanlış olmasından bağımsız olarak, bu tutum siyasi ciddiyetin bir göstergesidir. Dârâ ve Ruken adında iki çocuk sahibi olan Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın “Ezen ve Ezilen Milletler Sorunu”, “Memo Qol”, “Kürt Millet Hareketleri ve Irak’ta Kürdistan İhtilali”, Kamuran Bedirxan ile yazdığı “Zımanê Kurdî”/ (“Kürt Dili”), “Ferheng Kurdî û Tırkî” (J. Blau’nun Kurmançca-İngilizce-Fransızca sözlüğüdür. Dr. Şıvan, birçok eklemeyle Türkçeye çevirmiştir.) ve “Cahş û Cahşîtî” adlı kitapları vardır. Dr. Şivan (Dr. Sait Kırmızıtoprak) ve iki arkadaşı, Brusk (Hasan Yıkmış), Çeko (Hikmet Buluttekin); Sait Elçi, Mehemedê Bego ve Abdüllatif Savaş’ın öldürülmesi ile ilişkilendirilen bir komplo sonucu Gilala’da 26 Kasım 1971’de infaz edilirler.. http://www.drsivan.info/tr Merxas hebûn, hevalo! Merxas hebûn Merxas hebûn li ênîya şerî Canfîda, gîyan-Roj dil-xurî Û digel kilûkêmasîya Merxas hebûn, hevalo! Ne didêlîya çavê wan ji tendûra Rojê Merxas hebun, hevalo! Çavên xwe ne diniqandin ji mirinê Zravpiling Nefspiçuk Û dil ji yê bilbil teniktir û bengîtir. Di ênîya şerî ya demoqrasî Şer dikirin bê westîyan Bo raman û armancên gewre û bilind (…) Merxas hebûn, ber bi Rojê hinartî Merxas hebûn, ku niha Di hêlina dilê me de veşartî. ROJEN BARNAS kızılbaş - sayfa 25 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dr. Sait Kırmızıtoprak anısına hazırlanmış web sayfasına ulaşmanın adresi ve içindekileri: http://www.drsivan.info/tr T-KDP İLK KONGRESİ T-KDP PROGRAM VE TÜZÜĞÜ DÖNEME İLİŞKİN KÜPÜRLER DR. ŞİVAN'A AİT KİŞİSEL EŞYALAR AMERİKAN BELGELERİ DİĞER BELGELER WELAT Welat welat kawa mirovayetî Law û latî sitûnrawî le meywisî hêjmiyunû Le nav şalawî grû lav û ma wî sirixwûna Çontika ey barandibarî waha marg divêt xwarê Welat welat kawa mirovayetî Hava çetnarê kêman bû wa birêşê we kuidan Ew car ez destê faşîstan ganî hezara mirovan La Helebçe didom soza La Helebçe didom soza Welat welat kawa mirovayetî Kawa destê neteweyeti wa asîmanî warê Xwekanî bajar kurduwî mal de te pê wî xwe betî Kawa destê şeref wîjdan Ba çarey ez zarî zan Jin û peya û zarokanî lê pê nasnameyî kurdistan Welat welat kawa mirovayetî Kawa destê neteweyetî wa asîmanî warî Dr. Sait Kırmızıtoprak belgesin http://www.drsivan.info/tr/ https://www.facebook.com/profile php?id=100003063756841 https://www.facebook.com/groups/111229422292393/ facebook’ta yapılan bu kısa yazışmayı sizler ile paylaşmak istedim. Kızılbaş ELİ https://www.facebook.com/BarzaniTurkce Kızılbaş Eli paylaştı Mesud Barzani Türkçe Sayfası dr. said kırmızıtoprak dosyası açılmalıdır. neden öldürüldü nasıl öldürüldüğü gün ışığına çıkmalıdır. kürtleri genel birliğinin önünde duran en önemli engeldir. Barzani parti tarihi arşivini açmalıdır. Mesud Barzani Türkçe Sayfası: Merhaba. Bu konuda bir çalışma var. Yakın dönemde bilimsel değeri yüksek olan belgesel olarak izleyeceksiniz inşallah. Kızılbaş Eli hayırlı olur. arşivin bize de aşılmasını isteriz. Kızılbaş Eli kendim okur kendim yazarım ile olmamalı derim. Kızılbaş Eli biz de bir zat belgeleri incelemek isteriz. 24 Kasım, 23:50 · Beğen.. Mesud Barzani Türkçe Sayfası Bilmiyoruz "Kendim okur kendim yazarım" sonucunu nerden çıkardınız ama Belgeseli Kuzey Kurdistan'dan gelen Alevi-Zaza araştırmacılar hazırlamaktadır. kızılbaş - sayfa 26 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Paketler ve Kürd Kürdistan Algısı Kürd/Kürdistan sorunu Yakındoğu’da, Ortadoğu’da çok ağır bir sorundur. Sorunu her şeyden önce, Yakındoğu’da, Ortadoğu’da bir sorun olarak algılamak gerekir. Bu sorun, sadece Türkiye’de, sadece Irak’ta, sadece İran’da, sadece Suriye’de bir sorun değildir. Yakındoğu’da, Ortadoğu’da bir sorundur. Kürdistan’ın zengin doğal kay nakları nedeniyle uluslararası bir sorundur. Suriye olaylarını, Suriye olayları ile ilgili Kürd politikasını, bir de Başbakan’ın 30 Eylül 2013 günü açıkladığı “demokratikleşme paketi”ni bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Mart 2011’den beri yani üç yıla yakın bir zamandır, Türkiye’nin Suriye politikasını, Kürd/Kürdistan algısının belirlediğini söylemek gerekir. Bu politikanın esasını, Beşşar Esed rejiminin yıkılması, ama bu süreç içinde Kürdlerin hiçbir hak elde edememesinin sağlanması oluşturmaktadır. Baas Partisi’nin, Baas rejiminin yerine, Müslümanların ağırlıkta olduğu, örneğin Müslüman Kardeşler’in yönetime geldiği bir rejim de hedeflenmektedir. İster Baas rejimi olsun, ister Müslüman Kardeşler rejimi olsun, Kürdlerin herhangi bir hak, statü elde edememesi Türkiye’nin Suriye politikasının esasını oluşturmaktadır. Sürecin gelişmesi hakkında şunlar söylenebilir. Hükümet, Beşşar Esed rejiminin yıkılması için, muhalefeti örgütlemeye çalışmakta, onlara maddi ve manevi destekler sunmaktadır. Hür Suriye Ordusu diye anılan muhalefette ordudan ayrılan subaylar, Müslüman Kardeşler gibi, el Kaide gibi örgütler yer almaktadır. Hükümetin Suriye muhalefetinden istediği tek şey, Kürdlerin bu muhalefet içine alınmamasıdır. Suriye muhalefetini örgütlemek için bu muhalefeti oluşturanlarla, Antalya’da, Dr. İsmail Beşikçi İstanbul’da toplantılar yapılmış, Kürdler bu toplantılara kabul edilmemiştir. Bu muhalefeti oluşturanların bir kısmı da Türkiye’nin bu isteklerini dikkate alarak, “Suriye’de Kürdistan yok” demeye başlamışlardır. Mart 2011’den beri, Kürdler de, kendi bölgelerinde, Kürdistan’da, Rojava’da, kendi örgütlenmelerini güçlendirmeye gayret etmişlerdir. Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye, muhalefetin silahlandırılması için çok yoğun bir çaba içindedir. Türkiye, el Kaide’yi, el Nusra’yı bu anlayış doğrultusunda silahlandırmaktadır. Onlara maddi ve manevi çok büyük yardımlar yapmaktadır. Bir yıl kadar önce, Beşşar Esed, Kürdistan’ın bazı şehirlerinden askerlerini çekti.NBu, Beşşar Esed’in Türkiye’ye, Başbakan Erdoğan’a bir cevabı olarak da değerlendirilebilir. Buraları PYD kontrol etmeye başladı. Özerk yönetimden, öz yönetimden söz edilmeye başlandı. Türk hükümeti, PYD’nin sınırdaki bu kontrolundan çok rahatsız oldu. “Sınırlarımızda oldu bittilere izin vermeyeceğiz”, “Sınırlarımızda huzurun devam etmesi için her türlü önlemi alacağız” şeklinde açıklamalar yapıldı. İşte bu, Kürd/Kürdistan sorununu Yakındoğu, Ortadoğu ölçeğinde algılayan bir durumdur. Türkiye, örneğin, Lübnan-Suriye sınırında, veya Batı Şeria-İsrail sınırında, cereyan eden olaylara tepki göstermemektedir. Çünkü onlar, Kürd/Kürdistan sorunlarıyla ilgili değildir. Suriye, Irak, İran sınırlarında cereyan eden olaylar ise doğrudan doğruya, Kürd/Kürdistan sorunlarıyla ilgilidir. * 85 sayılı ve Kasım 2013 tarihli Yaba Dergisi’nde yayımlanan yazının gözden geçirilmiş ve güncelleştirilmiş halidir. Kürd/Kürdistan sorununun esasını, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması ve Kürdlerin bağımsız devlet kurma haklarının gasbedilmesi oluşturmaktadır. Devlet, hükümet bu durumun bilincindedir. Örneğin, Suriye’de, Kürdistan’da, Rojava’da, Kürdlerin bir statü elde etmelerinin, Kuzey Kürdistan’da yaşayan Kürdleri de etkileyebileceğini bilmektedir. Bunun için Kürdlerin Rojava’da bir statü elde etmemeleri için çaba göstermektedir. Türkiye, bu çerçevede el Nusra’ya yoğun bir destek vermektedir. 6 Ekim 2013 tarihli Taraf Gazetesi, “el Nusra’nın ana üssü Ceylanpınar” manşetiyle çıkmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili Sezgin Tanrıkulu, süreci gözlemlediği Ceylanpınar’dan bu konuda dikkate değer bilgiler vermektedir. Sınır kapıları, Kürdlere insani yardım ulaştırılması için kapalı tutulurken, el Nusra militanları için her zaman açıktır. Onlar, gayet rahat bir şekilde sınırı geçip Serekaniye’ye girmekte, Kürdlerle savaşmakta, ondan sonra tekrar sınırı geçerek Ceylanpınar’a ulaşmaktadır. Savaşta yaralananlar, Ceylanpınar’daki hastanelerde tedavi edilmektedir. Hükümet, el Kaide ile, el Nusra ile ilişkili olan İnsan Hakları ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı’na, (İHH Vakfı) Türkiye’de izinsiz yardım toplama olanağı da vermektedir. (www.kurdistan-post.eu, 12 .10.2013) Rojava ile Bakur arasında duvar örülmesi olayından da söz etmek gerekir. Duvar, Serekaniye’nin, PYD’nin kontrolüne geçmesinden sonra örülmeye başlanmıştır. Qamışlo ile Nusaybin arasında da böyle bir duvarın varlığı söz konusudur. (www.rizgarionline 12.10.2013) Bütün bunlar, Kürdlerin, Kürdistan’da, Rojava’da, hak hukuk sahibi, statü sahibi olmasını engellemek için yapılmaktadır. Bunların, Türkiye’de barış sürecinin sürdüğü, Abdullah Öcalan’la görüşmelerin yapıldığı bir sırada gerçekleşmesi, ayrıca dikkate değer bir konudur. Barış sürecini olumsuz yönde etkilediği besbellidir. Human Rights Watch, el Kaide’ye, el Nusra’ya yaptığı yardımdan dolayı Türkiye’yi uyarmaktadır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, bu konuda Türkiye’yi uyarmasını da kızılbaş - sayfa 27 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 istemektedir. 12.10.2013) (www.rizgarionline, Bugünlerde cereyan eden farklı bir olayı da, Kürt Yazarlar Derneği Eşbaşkanı Remziye Arslan’ın, yazısından öğreniyoruz. Remziye Arslan, 6 Ekim 2012 tarihli ve 886 sayılı Radikal İki’de, Zihinlerdeki Brakuji başlıklı yazısında, şunları belirtmektedir. (s.10) Kürt Yazarlar derneği üyeleri Rojavalı yazarlarla buluşmak için, Mardin’in, Şenyurt Sınır Kapısı’na gitmiştir. Yazarlar, sınırda 24 saat gerekçesiz bekletilmiş, fakat buluşmaya izin verilmemiştir. Kürd yazarlar, bir de Nusaybin kapısını denemişlerdir. Aynı durumla Nusaybin Kapısı’nda da karşılaşmışlardır. Hiçbir gerekçe gösterilmeden, buluşmanın gerçekleşmesi engellenmiştir. Bu da Kürdistan algısı ile ilgili bir durumdur. Kürdistan Yakındoğu’da, Ortadoğu’da bir sorun olarak algılanmaktadır. Kürdler ve Kürdistan, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış… Kürdleri birbirlerinden tecrit etmek, tecridi, derinleştirmek, yaygınlaştırmak için pek çok önlem alınmıştır. Kürdlerin birbirleriyle ilişki geliştirmesi hiç istenmemektedir. Son 30 yıllık savaşın bu anlayışa çok önemli darbeler vurduğu besbellidir. Kürt Yazarlar Derneği Eşbaşkanı Remziye Arslan, yazısında, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki Simelka Kapısı’ndan da söz etmektedir. “Kürt yönetimi de, Simelka kapısı’ndan geçip Rojavalı yazarlarla buluşmamıza izin vermedi” demektedir. Simelka Kapısı ile ilgili olarak, tarafların birbirleriyle çok çelişen açıklamalar yaptıklarını bu açıklamalarda da çok farklı süreçlere değindiklerini hatırlamak gerekir. Türkiye’nin, Suriye’deki Kürd bölgesine, Kürdistan’a ısrarla ambargo uyguladığı, sınır kapılarını hep kapalı tuttuğu, duvar örmeye kalkıştığı bu durumda, Simelka kapısı her koşul altında açık tutulmalıdır. Rojava’da, elbette özerk yönetim tesis edilmelidir. Bölgede federe yapı oluşturulmaya gayret edilmelidir. Bu çerçevede, Suriye’ deki Kürdlerin, PYD’nin, Suriye yönetimi ile, Beşar Esad yönetimi ile, bilinçli bir işbirliği yapmasının, Kürdlerin çıkarlarını ön plana koyan bir işbirliği içinde olmasının bir sakıncası yoktur. Etrafı tamamen hasım güçlerle çevrili bu coğrafyada, her zaman böyle bir fırsat doğmaz. Ama böyle bir fırsat doğduğu zaman da bunu geliştirmek önemlidir. Bu ilişkiyi kurmanın, geliştirmenin tek koşulu, öbür parçalardaki Kürdlere zarar vermemeye veya verilecek zararları mümkün olduğu kadar aza indirmeye çalışmaktır. Beşşar Esed yönetimi, Kürdlerin hayati çıkarlarına darbe vurmadığı, vuramadığı sürece bu ilişkiler devam eder. Aslında bu ilişkinin, öbür parçalardaki Kürdlere zarar vermemesi düşünülemez. Bu bakımdan zararı en aza indirmeye çalışmak önemlidir. Bu zararlar da, ancak, Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması konusunda yüksek bir bilincin oluşumuyla önlenebilir veya en aza indirilebilir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Güneybatı Kürdistan politikasını, Rojava politikasını gözden geçirmesinde büyük yararlar vardır. Kürdistan Bölgesel yönetimi, Türkiye’ye de Güneybatı Kürdistan’la, Rojava’yla ilgili politikasını gözden geçirmesini telkin etmelidir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle, Kürdistan Başkanı Mesut Barzani ile iyi ilişkiler geliştirmeye çalışan Türkiye, kendi Kürdleri ile ve Suriye’deki Kürdlerle de iyi ilişkiler kurma ve geliştirme gayreti içinde olmalıdır. PKK/BDP, PYD, bu çerçevede dikkatlerden uzak tutulamaz. *** Son aylarda, kimyasal silahlar konusunda çok söz söylenmektedir. Suriye’de, kimyasal silahları Esed yönetiminin mi, muhaliflerin mi kullandığı hâlâ konuşulmaktadır. Bu süreç içinde Rusya Federasyonu ve İran’ın açıklamaları da dikkat çekicidir. Rusya Federasyonu ve İran, Türkiye’nin, el Kaide’ye, el Nusra’ya, kimyasal silahlar yapma konusunda maddi ve manevi destekler sunduğu dile getirilmektedir. Demokrasi Paketleri Paketler, sorunu, Türkiye’de bir sorun olarak dikkate almaktadırlar. Hükümet, bir-iki küçük düzenleme ile sorunu çözüyor gözükmektedir. “Andımız”ın kaldırılmasının, köyşehir isimlerinin iade edilmesinin, Kürd alfabesindeki, Q,W,X gibi harfler üzerindeki yasakların kaldırılmasının önemli olduğu söylenebilir. Ama bazı Kürdlerin bu konudaki sevinci, eşeğini kaybeden köylünün, onu, yoğun ve zahmetli aramalar sonucu bulduğu zamanki sevincine benzemektedir. Başbakan, Recep Tayyip Erdoğan, “demokratikleşme paketi”yle ilgili açıklamalarından sonra, bu paketin yetersiz olduğunu da söylemektedir. “Türkiye değiştikçe, şartlar olgunlaştıkça, dirençler ortadan kalktıkça, siyaset güç kazandıkça yeni hak ve özgürlükler de kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir” demektedir. Bu söylem ise belirsizliğe işaret etmektedir. Kürdistan’a statü hayati bir sorundur. Devlet, hükümet, Kürdlerin statüden vazgeçeceğini düşünmesi çok büyük bir yanlıştır. Zihniyetin değişmesi Kürd/Kürdistan sorunu her şeyden önce siyasal bir sorundur. Demokrasi paketleriyle çözülecek bir sorun değildir. Kürdlerin kendi kendilerini yönetmeleri, kendi geleceklerini tayin etmeleri sorunudur. Anadilinde eğitim, vazgeçilmez bir istektir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından 30 Eylül 2013 tarihinde açıklanan demokratikleşme paketinin ise, bu tür konulara hiç yanaşmadığı görülmektedir. Bütün bunlar, zihniyetin değişmesi ile ilgili sorunlardır. Zihniyet ise, Kürdlerin bir statü elde etmelerini engellemek için, el Kaide’ye, el Nusra’ya yardım edilmesinde sınır kapılarının Kürdlere kapatılmasında, el Kaide’ye, el Nusra’ya açılmasında kendini göstermektedir. Zihniyet ise kolay kolay değişmez. Başbakan’ın, Filistinli Araplara karşı gösterdiği duyarlılıkla, Kürdlere gösterilen muamelenin irdelenmesi, zihniyet sorununu açıkça ortaya koymaktadır. Anadilinde eğitime özel okullarda izin verilmektedir. Özel okulların paralı olduğu bilinmektedir. Yoksul Kürdlerin, savaş sürecinde daha da yoksullaştırılmış Kürdlerin, para ödeyerek çocuklarını özel okullara gönderemeyecekleri açıktır. Bir insanın para ödeyerek, kendi dili ile eğitim yapması ayrıca bir garabettir. Anadilinde eği- kızılbaş - sayfa 28 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tim, çok dilli bir eğitimdir. Çocuklar, Kürdçe eğitimi dışında, Türkçe, İngilizce gibi diller de öğreneceklerdir. Hükümetin, Başbakan’ın, “savaş dursun, siyasete yol verilsin, siyasetin önü açılsın…” şeklinde bir söylemi var. On bine yakın KCK’linin cezaevlerinde tutulduğu bir yerde bu, içi boş bir söylemdir. Siyaseti kim yapacak? Seçilmiş milletvekillerinin, seçilmiş belediye başkanlarının, belediye meclisi, il genel meclisi üyelerinin, cezaevlerinde tutulduğu bir yerde, siyasetin önü nasıl açılacaktır? Bütün bunlar, zihniyet sorunuyla ilgilidir. Bu da olumlu bir durumu yansıtmamaktadır. Rojava ile Kuzey Kürdistan arasında duvar örülmesi, Rojava’ya insani yardım yollarının kapatılması Kürdler ile savaşan el Kaide’ye, Irak-Şam İslam Devleti’ne (IŞİD) sınırsız destek, zihniyetin nasıl bir zihniyet olduğunu göstermektedir. Belirleyici, yönlendirici olan zihniyettir. Paketlerin, bu olumsuz durumu gizleyici, örtücü bir işlevi vardır. Güney Kürdistan’la iyi ilişkiler içinde olmaya çalışan hükümet, Kuzey Kürdistan’la ve Batı Kürdistan’la Rojava’yla da iyi ilişkiler kurmanın Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle birlikte, böyle bir politika geliştirmenin yolunu bulmalıdır. “Pivaz”, Savaşın Neden Olduğu Göçler Tarım işçiliği, mevsimlik işçilik önemli bir toplumsal sorundur. Fındık, pamuk vs. toplamaya giden Kürd tarım işçilerinin nasıl perişan bir yaşam işinde oldukları bilinmektedir. Koruculuk dayatmasıyla yaşanan göçler çok ağır toplumsal yaralardır. Savaşların, iç savaşların yarattığı göçler, toplumsal bünyede, çok ağır yaralar açmışlardır. Bütün bunlar, Bozan Aksoy’un, 40 dakikalık Pivaz isimli belgeselinde çarpıcı bir şekilde işleniyor. Suriye’de yaşanan iç savaş nedeniyle, Rojava’dan, Urfa, Antep, Çukurova gibi yörelere göç etmek zorunda kalanlar… Kürdlerin kendi ülkelerinde, ne kadar acı çektikleri, perişan bir yaşam sürdürdükleri bütün çıplaklığı ile dile getiriliyor. Bozan Aksoy’un bu belgeseli, bugünleri anlatan, bugünlerden geleceğe kalacak olan önemli bir belgesel… Bunlar, büyük Kürd sorunuyla yakından ilgilidir. Büyük Kürd/Kürdistan sorununun, uzantısı oldukları da söylenebilir. Kocası Suriye’de kalan, kendisi göçmenlik yaşayan kadınlar… Bir-iki çocuğu Suriye’de kalmış, öbürleri göçmenlik yaşayan kadınlar… Parçalanmış aileler, tarım işçiliği yaparak hayata tutunmaya çalışan, kadınlar, erkekler, çocuklar… Koruculuk dayatmasıyla, köylerini terk edip, Çukurova’da tarım işçiliği yapan ailelerle, iç savaş nedeniyle, Güneybatı Kürdistan’dan, Rojava’dan kaçmak zorunda kalan ailelerin bir tarım işletmesinde, soğan toplamada bir araya gelmeleri… Bunlar konuşmalarla, vücut diliyle çok etkili bir şekilde dile getiriliyor. Muhabir, bu kadınlara, yaşamlarını nasıl sürdürdüklerini, çevre halkının kendilerine ilgi gösterip göstermediklerini, yardım görüp görmediklerini soruyor. Bu soruya verilen cevap şudur: “Onlar da bizim gibi yoksul insanlar, onlar da köylerin evlerini terk edip buralara gelmişler, bize verebilecekleri bir şeyleri yok ki… Ama bize iyi muamele ediyorlar, ellerinden gelen yardımı da yapıyorlar. Bu da bize can veriyor…” Köyünüz de eviniz de var, toprağınız, bağınız-bahçeniz de var, hayvanlarınız da var, ama bunlardan yararlanamıyorsunuz, başka diyarlarda perişanlık çekiyorsunuz, başkalarına muhtaç bir hale geliyorsunuz. Köyünüze dönemiyorsunuz… Yasaklar var… Koruculuk dayatması var… Rojava’dan göçmenlik yaşayanlar için de durum böyle… Eviniz var, işiniz gücünüz var, ama oraları terk etmek zorunda kalıyorsunuz… Bu kadar ağır sorunlara rağmen, Kürdler, yaşama tutunmaya, çocuklar için bir gelecek hazırlamaya çalışıyor. Çocuklara gösterilen sevgi, şef kat belgeselin önemli bir yönü… Gelecek için umudu da bu sevgi sağlamaktadır. Çocuklara gösterilen bu sevgi, çocuklara gösterilen ilgi, geleceği de aydınlatmaktadır. kızılbaş - sayfa 29 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türklerin ve Kürtlerin 'Kürdistan'ı cümesi şöyle: “Esefe çare bulunur/Aşka sadık ve hayran olan/Aristo dersi verir/ Aşkla sarhoş olup kendinden geçen/ Meydanda yarım kalan akıl/Aşkın okulu demek/Maskaraya döner/Aşkın hevesli çocukları.” Abdülmecid’in madalyonu Ayşe Hür Irak’ta resmi adı ‘Kürdistan Bölge Yönetimi’ olan idari yapı için, yakın zamana kadar ‘Kuzey Irak’taki olus¸um’ gibi garip bir terminoloji kullanılıyordu. Başbakan Erdoğan bu tabuyu kırdı. Bu olay bazı kesimlerde sevinç, bazı kesimlerde kızgınlık yarattı. Ancak tabunun büyüğü, Irak Kürdistanı’na ilaveten Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in ‘Türkiye Kürdistanı’ dediği ‘Kuzey Kürdistan’, Kürtlerin Rojava dediği ‘Batı Kürdistan’ ve kimsenin adını ağzına almadığı İran Kürdistanı’ndan (Kordestan-e Iran) oluşan ‘Büyük Kürdistan’ hakkında konuşmak. ‘Kürdistan’ terimi ilk kez, son Büyük Selçuklu Sultanı Sancar Bey’in (ö. 1157) merkezi bugünkü İran’ın Heme-dan kentine yakın Bahar kenti olan ‘Kürdistan Eyaleti’ için kullanılmıştı. Ancak bu kaydın Sencer döneminden 200 yıl sonra tutulduğunu belirtelim. Yani kaynağa ihtiyatla bakmakta yarar var. İdis-i Bitlisi ve Şeref Han’ın Kürdistan’ı Yavuz (I) Selim’in (1512-1520) Safevi Devleti ile 1514’te yaptığı Çaldıran Savaşı sonrasında Osmanlı ile Kürtler arasındaki ilişkiler önemli bir dönüşüm geçirdi. İdris-i Bitlisi adlı bir Kürt büyüğünün aracılığıyla Sünni (Şafii) Kürtlere yeni bir statü verildi. İran’dan Irak’a, Suriye’den Anadolu’ya uzanan geniş Kürdistan coğrafyasının önemli bir bölümüne hakim olan 28 Kürt beyi (Ümera-yı Ekrad) değişik imtiyazlar karşılığında Osmanlı Devleti’ne bağlı kalmaya söz verdiler. Bu dönemin belgelerinde coğrafi terim olarak ‘Kürdistan’ kullanılıyordu. Kürdistan adı, yine coğrafi terim olarak, Kanuni Sultan Süleyman’ın 1525 ve 1553 tarihli fermanlarında da vardı. İran’da Şah Tahmasp’ın sarayında büyüyen ve Tahmasp tarafından ‘Kürtlerin Emiri’ unvanı verilen Şeref Han Bitlisi, 1596-97 yıllarında kaleme aldığı Şerefname adlı eserinde ‘Kürtlerin memleketinin sınırları Okyanus’tan ayrılan Hürmüz Denizi [Basra Körfezi] kıyısından başlar; bir doğru çizgi üzerinde oradan Malatya ve Maraş illerinin nihayetine kadar uzanır. Böylece bu çizginin kuzey tarafını Fars, Acem Irak’ı [Güneybatı İran’ın Kuzistan Eyaleti] Azerbaycan, Küçük Ermenistan ve Büyük Ermenistan teşkil eder. Güneyine ise Arap Irak’ı, Musul ve Diyarbekir illeri düşer,” diyordu. Evliya Çelebi’nin Kürdistan’ı I. Ahmet, 1604 tarihli fermanında ‘Umum Kürdistan’ terimini kullanmıştı. 17. yüzyıl yazarı Evliya Çelebi ünlü seyahatnamesinde ayrıntılarıyla Kürtleri, Kürtçeyi, Kürdistan bölgesini ve şehirlerini (Erzurum, Diyarbakır, Bitlis, Van, Musul ve irili ufaklı pek çok yerleşimi) anlatmıştı. (Martin Van Bruinessen’e göre Seyahatname’nin Kürdistan’la ilgili bölümlerinin tam bir baskısı henüz yapılmadı.) “Büyük ülkedir. Bir ucu Erzurum, Van diyarlarından Hakkari, Cizre, İmadiye, Musul, Şehrizor, Harir, Erdelan, Derne, Derteng’i de içererek Basra Körfezi’ne kadar yetmiş konak mesafe sayılır. Arap Irak’ı ile Osmanlı arasında bu yüksek dağlar içinde altı bin adet Kürt aşiret ve kabilesi güçlü bir sed olmasaydı Acem kavmi için Anadolu'yu istila etmek çok kolay olurdu. (…) Ama bu Kürdistan’ın eni, boyu gibi geniş değildir…” diyen Çelebi, İdris-i Bitlisi ve Şeref Han Bitlisi’nin Kürt emirliklerinin ve aşiretlerinin otonomi içinde yaşamalarının imparatorluğun güvenlik politikalarına uygunluğu yolundaki tezlerini tekrarlıyordu. Evliya Çelebi’nin zikrettiği şu kaside ise Bruinessen’e göre en eski Kürçe şiir olmalıydı: “Reyi li Asef diken/walih û heyranê işq/Dersê Aresto diden/serxqweş û sekranê işq/Eqlê kul er bête nîv/mektebê işqî demek/Dê bibitin mezhekî/tiflê hewesxwanê işq.” Şiirin Sami Tan tarafından yapılan ter- Modernleşmeci padişahlardan Abdülmecid döneminde, 1847’deki Bedirhan Bey İsyanı’nın bastırılmasından sonra resmen ‘Kürdistan Eyaleti’ni kuruldu. 14 Aralık 1847 tarihli Takvim-i Vekayi’de yayınlanan fermana göre Kürdistan Eyaleti, Diyarbakır Eyaleti, Van, Muş ve Hakkari sancakları ile Cizre, Botan ve Mardin kazalarını kapsıyordu. Başkenti Ahlat, ilk valisi Musul Valisi Esad Paşa idi. Abdülmecid bölgenin Bedirhan Bey’den geri alınmasının şerefine aynı yıl bir de Kürdistan madalyası bastırmıştı. Altın, gümüş ve bronz üç çeşit, 29 mm. çapındaki madalyanın üzerinde Kürdistan dağlarının kabartması, Kürdistan yazısı ve taarruzun Rumi takvimdeki yılı olan 1263 (1847) yazıyordu. Madalyanın arka yüzündeyse Abdülmecid’in tuğrası yer alıyordu. Kürdistan’ın merkezi Ahlat’tan sonra sırasıyla Van’a, Muş’a ve Diyarbakır’a taşındı. Osmanlı İmparatorluğu’nun ge nel idari yapılanmasındaki reformlarla uyumlu olarak 1856’da bu eyaletin sınırları yeniden düzenlendi, 1864’te ise Diyarbakır ve Van vilayetlerine bölünerek son buldu. Ancak İsmet Şerif Vanlı’ya göre 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından Sadrazam Abidin Paşa’nın Avrupalı elçiliklere yazdığı mektuplarda ‘Anadolu ve Kurdistan’daki vilayetler’ terimi hala kullanılıyordu. Coğrafya-i Umumi’de Kürdistan Şemseddin Sami’nin 1889’da yayımlanan dev eseri Kamusu’l-Alam’ın ‘Anadolu’ maddesinde, bölgenin güneydoğu sınırı Kürdistan olarak adlandırılmıştı. 1890’da yayımlanan, devletin askeri ve sivil okullarında okutulan Coğrafya-i Umumi’de (yazarı Yenişehirli Ahmed Cemal idi), Osmanlı ülkesi önce ‘Avrupa-yi Osmani’ ve ‘Asya-yi Osmani’ diye ikiye; Asya-yi Osmani de altı bölgeye ayrılıyordu: 1) Anadolu, 2) Adalar, 3) Kürdistan, 4) Irak, 5) Suriye ve Filistin, 6) Hicaz ve Yemen. Bu adlandırma, yazarın diğer kitaplarında da tekrarlanmıştı. Kısacası II. Abdülhamit kızılbaş - sayfa 30 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 döneminde Kürdistan adıyla ilgili bir sıkıntı yoktu. Abdülhamit’i tahttan indiren İttihatçıların Dahiliye Nazırı Mehmed Ali Bey’in Hariciye Nazırı Ferid Pas¸a’ya gönderdigˆi 13-14 Nisan 1335/1919 tarihli tezkereye bakılırsa bu tarihte de Türklerin Kürdistan, Kürt (ve Ermenistan) gibi terimlerle ilgili bir kompleksleri yoktu. Mustafa Kemal’in pragmatizmi Milli Mücadele’nin başlarında Mustafa Kemal’in, Kürt aşiret reislerine çektiği telgraflarda, Sovyet Rusya Dıs¸is¸leri Komiseri Çiçerin’e yazdığı mektupta, bazı Meclis konus¸malarında Osmanlı’dan kalma bir alışkanlıkla ‘Kürdistan’ dediğini, Birinci Meclis’in Doğu’dan gelen üyelerine ‘Kürdistan mebusu’ dendiğini de biliyoruz. Ancak bu kullanımlar, bence Milli Mücadele’ye Sovyet Rusya’nın ve Kürtlerin desteğini sağlamak gibi pragmatik nedenlere dayanıyordu. Nitekim, 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından itibaren belgelerde bölgeden Vilayat-ı S¸arkıya veya Şarkî Anadolu olarak söz edilmeye bas¸landı. Bu tarihten sonra Mustafa Kemal bir daha Kürt, Kürdistan (ve Lazistan, Ermenistan) gibi terimleri ağzına almadı. (Yani Başbakan’ın ‘Kürdistan’ terimini kullanmaya meşruiyet kazandırmak için Mustafa Kemal’e yaptığı atıf yerinde değildi.) Buna uygun adımlardan biri olarak 1929’da Faik Sabri’nin (Duran) ünlü Türkiye Coğrafyası adlı kitabında Türkiye fiziki coğrafya açısından üç temel bölgeye ayrılmıştı: 1)Trakya Yaylaları, 2)Anadolu Yaylaları, 3)Şark Yaylaları. Şark Yaylaları, Kars’tan Fırat ile Dicle arasında (Cezire-i Ulya) kalan 236 bin km²’lik alandı. 1941’de toplanan Türkiye Coğrafya Kongresi’nde Hamid Sadi Selen’in önerisi ile Türkiye yedi coğrafi bölgeye bölünürken Şarki Anadolu terimi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya dönüşmüş, işin ilginç yanı bu terminoloji Kürt olsun, Türk olsun dönemin bazı solcuları tarafından da benimsenmişti ya da kabul edilmek zorunda kalınmıştı. ‘Vatan-ı umumiye’ olarak Anadolu Söz Anadolu’ya gelmişken hatırlata- yım, Osmanlı-Türk elitlerinin ‘Anadolu’ya bakışını 13 Ocak 2013 tarihli “Türkiye yerine 'Anadolu Cumhuriyeti' olsaydı ne olurdu?” başlıklı Radikal yazımda anlatmıştım. Şimdi biraz geriye gidelim ve Kürt elitleri için Kürdistan, Anadolu ve Türkiye terimleri ne anlama geliyordu ona bakalım. Bu bölümü yazarken yararlandığım çalışmaların sahibi Gürdal Aksoy’a göre, bu konuda net bir tutum yoktu. Kürdistan bazen belli bir bölgeyi, bazen sınırları belirsiz ama Anadolu’dan ayrı bir bölgeyi, bazen Anadolu ile bütünleşik bir bölgeyi anlatıyordu. Örneğin 1908’de kurulan Kürd Teavun ve Terraki Cemiyeti’nin tüzüğünün 15. maddesinde Kürdistan’dan söz edildiği halde, 24. maddesinde “memalik-i Osmaniyenin Kürtlerle meskun vilayetleri” ifadesi de kullanılıyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) kurucularından Abdullah Cevdet, Osmanlı sınırları içinde yaşayan tüm halkların ‘ortak bir vatan’ (müşterek bir vatan-ı umumi) etrafında birleşmesi gerektiğini açıkça savunmakta ve bu ortak vatanın adı olarak da ‘Türkiya’dan söz etmekteydi. Sadeleştirilmiş Türkçeyle o sözleri aktarıyorum: “İşte bakın ben Kürdüm. Kürdleri ve Kürdlüğü severim. Fakat madem ki hukuk ve vazifece eşit Türkiya vatandaşlarındanım, herşeyden evvel Türküm (…) Benim bu sözümden, ben madem ki Türkiya vatandaşıyım Kürd lisanı unutulsun Kürdlüğüm unutulsun dediğim anlaşılmasın. Bilakis, Kürd Kürdcesini, Ermeni Ermenicesini kültürel olarak ihya etsin. Bundan Türkiya’ya zarar geleceğini sananlar ancak bal kabak kafalı, veya hain ruhlu kimselerdir.” Kararsızlık yılları Yine Gürdal Aksoy’un kelimeleriyle Kürdistan adlı ilk Kürtçe gazeteyi (1898) yayımlamış olan Mikdad Mithad Bedirxan ile kardeşi Abdurrahman Bedirxan beyler ise, Cevdet’ten cok farklı olmayan bir çizgiyi temsil etmişlerdi. Gazetede Kürdistan adından bazen bir vatan, bazen ise bir bölge olarak söz edilmiş olması Osmanlı şemsiyesi altında kültürel bir ulusçuluğa işaret ediyor” gibiydi. Kürdoloji Çalışma Grubu tarafından Türkçeleştirilerek yayımlanan 1913 tarihli Rojî Kurd dergisinin 3. Sayısında yayımlanan Hüseyin Kenan Bedirha- ni Bey’in hayat hikayesi anlatılırken ‘vatan-ı asliye’ olarak ‘Kürdistan’dan söz edilirken, yine aynı dergide “Kürd milliyetinin Anadolu’nun nispeten medeniyet merkezlerinden uzak bir kısmında bulunması” veya “Musul, Van, Diyarbakır, Elazığ ve Erzurum illerinin geneli ile Halep, Şam, Bağdat ve Sivas illerinin bir kısmında yaşayan Kürtler” gibi genel ifadeler de kullanılıyordu. 1918’de Kurdistan gazetesinde yayımlanan ‘Kürdistan ve Kürdler’ başlıklı makalede ise (Günümüz Türkçesiyle) “Bugün Kürdler, İran’ın Loristan eyaletinden Harput’a ve Fırat, Dicle nehirlerinin kavşak noktasını teşkil eden Kurna kasabasına kadar uzanan devasa arazinin sahibidirler. Anadolu ile İran’ın çeşitli mevkilerinde ve hatta Belucistan ve Rusya ile Afganistan’da farklı Kürd kabileleri mevcuddur” deniyordu. Bu ifadede Kürdistan ve Anadolu iç içe geçmişti. Halbuki Aralık 1918’de kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin üyelerinden Memduh Selim Bey cemiyetin yayın organı Jin’de yayımlanan bir makalesinde Anadolu’yu açıkça Kürdistan’dan ayrı tutmuş, Kürdistan’dan söz ettikten hemen sonra “Anadolu’ya dağılan” “pek çok miktardaki Kürd muhacirleri”ne değinmişti. 1927’de Beyrut’ta kurulan Xoybun’un başkanlığını da yapmış olan Celadet Bedirxan Bey de, Kürtlerin sürgün edilmesine dair yasa hakkında yazdığı bir metinde, “Anadolu ve Trakya Türklerinin bir kısmının Kürtlerin ülkesine” nakledileceği endişesini dile getirirken, Anadolu-Kürdistan ayrımını yaptığını göstermişti. Xoybun’un diğer bir yönetici üyesi Kadri Cemil Paşa da anılarında “Anadolu’da sürgündeyken Kürdistan ile ilgili duydukları iyi haberlere sevindiklerini” yazarak, iki coğrafyayı birbirinden kesin şekilde ayırmıştı. Nihayet Xoybun’un 1928’de yayımladığı İngilizce broşürde ve 1930’da D. Beletch Shirguh imzasıyla Celadet Ali Bedirhan’ın yazdığı İngilizce broşürde, Kürdistan’ın ayrı bir ülke olduğunun altı kalınca çiziliyordu. ‘Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ 1941’deki Coğrafya Kongresi’nin ardından coğrafi bölge repertuvarına eklenen Doğu, Güneydoğu ve İç Anadolu adları, kızılbaş - sayfa 31 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sadece Türklerin değil bazı Kürtlerin de hoşuna gitmişti. Örneğin Varto’daki Xormek Aşireti’nden olan, aşiretinin Türk kökenli olduğunu ileri süren, 1925’te Şeyh Sait İsyanı’na silahla karşı koyanlardan olan Mehmet Şerif Fırat, 1948’de ilk kitabına Doğu İlleri ve Varto Tarihi adını vermişti. Kitap 1961’de 27 Mayıs darbesinin Devlet Başkanı ve Başbakan’ı Cemal Gürsel’in (ki ‘Cemal Aga’ da Kürt asıllıydı) önsözüyle ve aynı adla tekrar yayımlanacaktı. Geçen haftaki yazımda adını andığım Nuri Dersimi de 1950’de kaleme aldığı Kürdistan Tarihinde Dersim adlı eserinde Anadolu-Kürdistan ayrımını yapmakla birlikte, az da olsa Anadolu Doğusu, Şark veya Şarki Anadolu terimlerini kullanıyordu. (Nuri Dersimi’nin yazdığı sanılan MC’ye hitap eden 20 Temmuz 1937 tarihli mektupta, Kürdistan terimi Dersim için kullanılmıştı.) 1965’te Diyarbakır’da Said Elçi, Faik Bucak, Şakir Epözdemir, Derviş Akgül, Ömer Turhan ve A.Ş.E (?) tarafından gizlice kurulan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin adı hariç, 1967’de başlayan Doğu Mitingleri ve Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) gibi örgütlenmeler; İsmail Beşikçi’nin Doğu Anadolu’da Göçebe Alikan Aşireti (1967) ile Doğu Anadolu’nun Düzeni (1969) adlı çalışmaları; Kemal Burkay’ın 1975’te C.Aladağ adıyla ilk baskısı yayımlanan Milli Mesele ve Doğu’da Feodalite-Aşiret adlı eseri zamanın ruhunun empoze ettiği Kürdistan’sız söylemin ilk örnekleriydi. Türkiye yerine Anadolu Bugün Kürtlerin ‘Kuzey Kürdistan’ dediği bölgeye, 1960’larda Kalkınmada Öncelikli Yöreler adı verildi. Aynı yıllarda Türk teriminin iticiliği ve Kürdistan teriminin yasak olması yüzünden Kürt aydınları ‘Anadolu’ terimini yeğlediler. Bunun nedenini 1970’li yılların ilk yarısında İsveç’te, Uppsala’da sürgündeki Kürtler tarafindan çıkarılan Bahoz adlı derginin bir sayısında (1973, S. 48) yazar şöyle açıklamıştı: “Türkiye sözcüğü, aslında tarihi gerçeklere ters düşen, şövenist ve emperyalistçe bir deyimdir. Zira sözkonusu olan ANADOLU’dur (Anatolia). Bu kavram daha anlamlı ve gerçeğe yakındır.” Bu eğilim PKK’nin gerilla mücadele- sine başladığı 1984 yılına kadar sürdü. 1984 ile 2002 arasında ‘Kuzey Kürdistan’ın adı ‘OHAL Bölgesi’ iken PKK’nin lideri Abdullah Öcalan başlarda Anadolu’yu bazen Kürdistan’ı da içine alacak şekilde kullanırken, 1990’lı yılların sonlarında Anadolu söylemine daha çok sarılmış, 1999’da İmralı’ya hapsedilmesinden sonra ise, Anadolu’yu açıkça ‘ortak vatan’ ilan etmişti. Kürt aydınlarının Anadolumerkezciliği Modern dönem araştırmacılardan Faik Bulut 15/16/17 Kasım 1992 tarihli Özgür Gündem gazetesinde yayımlanan “Kürtler Milattan, İslamdan, Türklerden ve Osmanlılardan Önce Anadolu’daydı” başlıklı yazısı ise Bulut’un ‘Anadolumerkezci’ yaklaşımının en açık ifadesiydi. Makalenin 15 Kasım 1992 tarihli bölümünde Malazgirt’te Alparslan’a hizmet eden Kürtlerden söz etmekte ve “bu Kürtler de Alparslan’ın ordularıyla birlikte İç Anadolu’ya akıp gittiler” denmekteydi. Bulut’un bu tavrı zamanla daha da kristalleşmiş ve Türkiye’de Kültür Mozayiği’ başlığıyla Berfin Bahar (2000) dergisinde yayımlanan konuşmasında, Kürt Ittihatçısı Abdullah Cevdet’e atıfta bulunarak Anadoluculuğun açık savunuculuğuna ulaşmıştı. BDP’nin öncüllerinden kapatılan DTP’ nin başkanı Yaşar Kaya, Emin Cölaşan ile yaptığı polemikte, kendisini devşirme “Çölajanı Emin” karşısındaki “saf Anadolu çocuğu” olarak nitelemişti. 25 Ağustos 2000 tarihli Özgür Politika’da yayımlanan bir makalesinde ise şöyle diyordu: “Siz Rumeli’den gelenler yetmiş yıldır, kafasını kaldıran her Anadolu çocuğunun kafasını Turgut Özal misali ezdiniz, ama bu böyle sürüp gitmeyecek. (…) Anadolu sadece Rumeli’den gelmiş göçmenlerin değil, bizim esas yurdumuzdur.” 1970’lerden itibaren, eserlerinin yayımlandığı ülkeye bağlı olarak Kürdistan da diyen, Doğu Anadolu da diyen Kemal Burkay ise 2004’te Anadolu’yu bir buluşma noktası olarak tanımladı: “Birlikte yaşamamız arzu ediliyorsa neden Anadolu’nun tarihi ve kültürel dokusuna, çeşitliliğine uygun bir devlet yapısı benimsenmeyip, ona, belli bir etnik grubu çağrıştırmayan, tüm grupların evet diyebileceği bir isim bulmuyoruz? Örneğin ‘Anadolu Federe Cumhuriyeti’ diyelim… Türklere tanıdığımız hakları, nufusları nerdeyse onlar kadar olan ve kendi ülkelerinde Kürdistan’da çoğunluk oluşturan Kürtlere de tanıyalım, yani Türkiye’yi iki cumhuriyetli bir federasyona dönüştürelim.” Bu öneri, yukarıda sözünü ettiğim “Türkiye yerine Anadolu Cumhuriyeti denilseydi ne olurdu?” başlıklı yazımda anlattıklarımı çağrıştırıyor. Kitabında Musa Anter, Kemal Burkay, Faik Bulut, Yaşar Kaya, Munzur Çem gibi yazarların ‘Anadolumerkezci’ söylemlerinden örnekler veren Gürdal Aksoy’un 16 Haziran 1996 tarihli Demokrasi gazetesinde yayımlanan ‘Kürt Tarih Yazımının Tarihi’ adlı makalesindeki bir öngörüyle yazıyı bağlamak istiyorum. Aksoy’a göre Kürt aydınları arasındaki ‘Anadolumerkezci’ bu tarih anlayışı iki ‘tarz-ı siyasete’ imkan tanıyordu. Bunlardan biri Anadolu’nun Kürtleşmesi –ki yazara göre sıfır noktasında denecek kadar zayıf bir olasılık idi bu-, diğeri ise Kürtlerin Anadolululaşması idi. (Yazarın bu ikinci olasılığı tercih etmediği anlaşılıyor.) Bugün bu yollardan hangisine doğru gittiğimizi söylemek kolay değil. En iyisinin Trakya’nın, Anadolu’nun ve Kürdistan’ın çok etnili, çok dinli, çok dilli, çok kültürlü ama hepsinden önemlisi birey ve insan hakları temelinde, demokratik biçimde örgütlenmeye doğru gitmesi olduğu ise açık… Özet Kaynakça: Şeref Han Bitlisi, Şerefname, Kürt Ulusunun Tarihi (Etnoğrafya ve Coğrafya Girişi), Çeviren: Celal Kabadayı, Yaba Yayınları, 2009; Rojî Kurd, 1913, Yayına Hazırlayan: Kürdoloji Çalışma Grubu, Zend Bilim Kültür Eğitim Basın Yayın Ltd. Şti., 2013; Martin van Bruinessen, “Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde 16. ve 17. Yüzyıllarda ‘Kürdistan’”, Toplumsal Tarih, S. 156, Aralık 2006, s. 24-31; Özkan Akpınar, “Geographical Imagination in School Geography During the Late Ottoman Period, 1876-1908, Master Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2010; Hamit Sadi Selen, Türkiye Coğrafyasının Ana Hatları, Hüsnütabiat Basımevi, 1945, Hande Özkan, “The History of Geographical Perceptions in the Turkish Republic: A Spatial Interpretation of the Republican Regime during the Single-Party Era.” Master Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2002, Gürdal Aksoy, Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürtlerde Anadolumerkezci Yabancılaşma, Komal, 2002. Kaynak: Radikal kızılbaş - sayfa 32 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 LAZİSTAN VE KÜRDİSTAN MİLLET VEKİLLERİNE NE OLDU? Tamer Çilingir / Devrimci Karadeniz 19 Kasım 2013 AKP Grup toplantısında Başbakan Tayyip Erdoğan şöyle diyor: ”Kayıtlara baksalar Kürdistan kelimesini Meclis’in ilk zabıtlarında görecekler. Buradan 100 yıl öncesine gidin. MHP ve CHP’liler Meclis Kütüphanesi’ne gitsinler. Neye karşı çıkıyorlarsa ilk Meclis zabıtlarında, karşı çıktıkları şeyi görecekler. Hem de Mustafa Kemal imzasıyla. Biraz daha geçmişe gittiklerinde Doğu ve Güneydoğu’nun Kürdistan olduğunu, Doğu Karadeniz’in Lazistan olduğunu görecekler. (…) Bize bölücü diyorlar. Peki Mustafa Kemal de mi bölücü, o zamanın Meclis mebusları da mı Kürdistan kelimesini kullandıkları için bölücü? Biri türkü söyledi diye bu ülke bölünmez, biri farklı kıyafet giydi diye bu ülke bölünmez” Başbakan Tayyip Erdoğan, böylece Mustafa Kemal’i referans göstermek istemiş. Tamam da tarihin bir anından hatırlatma yapmakla olmuyor bu işler. O bahsedilen ”Lazistan” ve ”Kürdistan” milletvekillerine ne olmuştur sonraki günlerde ve bir daha ne zaman anılmıştır Lazistan ve Kürdistan isimleri? Asıl tarihe bakılacaksa, neden ikinci meclisten itibaren Lazistan ve Kürdistan milletvekillerinin anılmadığına bakmamız gerekir. 23 Nisan 1920’de TBMM’nin 1. Dönemi’nde Karadenizli ve Kürt milletvekillerinin Lazistan ve Kürdistan miletvekilleri olarak anıldıkları doğrudur. Ancak Lazistan milletvekillerinin hemen tümü daha sonraki yıllarda öldürülmüştür. Şeyh Sait ayaklanmasının ardından çıkartılan Takrir-i Sükun Yasası ile de artık ne Lazistan ne de Kürdistan lafı bir daha anılmamıştır. Lazistan Milletvekili Ali Şükrü Bey 1923 yılının 27 Mart gecesi ise TBMM 2.Grup milletvekillerinden ve Mustafa Kemal’e karşı en sert muhalif olarak bilinen Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey, Topal Osman tarafından öldürülür. Topal Osman, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in Özel Muhafız Alayı’nın Komutanı’dır… Beş gün sonra ise Topal Osman ve adamları kıstırıldıkları bir evde öldürülür.Topal Osman’ın başı kesilir ve öyle gömülür. Daha sonra mezarından çıkarılarak başsız cesedi ayağından darağacına asılır… TAKRİR-İ SÜKUN YASASI Artık Cumhuriyet ilan edilmiş, 1924 yılında Hilafet kaldırılmış ve yeni bir anayasa yapılmıştır. Mustafa Kemal, bölgedeki Kürtlere, haklarının korunacağı, ‘Her vilayetin kendi hükmi şahsiyeti olacağı’ yönünde sözler vermiştir. 1924 Anayasası’nda Kürtlerin bu beklentileri karşılanmayınca Kürtler hakları için mücadeleye başlar. Resmi tarihin ”Şeyh Sait İsyanı” diye adlandırdığı ve arkasında gerici dinci güçlerin ve İngilizlerin bulunduğu yalanı ile propagandasını yaptığı bu sürecin sonunda, Şeyh Sait ve Seyyit Abdülkadir’in de içinde bulunduğu Kürt liderler, Takrir-i Sükun Kanunu kızılbaş - sayfa 33 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ile kurulan İstiklâl Mahkemelerinde yargılanarak idam edildiler. 206 köy yakıldı, 758 ev yıkıldı, 15 binin üzerinde Kürt katledildi… Bu arada Kemalistler, daha ayaklanma başlar başlamaz, kısa bir süre önce kurulmuş olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı suçlamaya başladılar. Bu arada Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından meclise sunulan Takrir-i Sükun Yasası teklifine karşı çıktı. Ancak 4 Mart 1925 yılında Takrir-i Sükun Yasası meclis tarafından kabul edilerek yürürlüğe kondu. ‘Takrir-i Sükun Kanunu’nun kabulünden hemen sonra hükümete muhalefet olan basın organları kapatıldı. Bu arada Ahmet Emin (Yalman) Bey ile Ahmet Şükrü (Esmer) Bey’in de aralarında bulunduğu birçok gazeteci, Şark İstiklal Mahkemelsi’nde yargılanmaya başlandı. Bu gazeteciler beraat ettiler ancak Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmakta olan Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey Çorum’da süresiz sürgün cezasına çarptırıldı. Yine bu mahkemede yargılanan diğer gazeteciler de değişik hapis cezalarına çarptırıldılar. (…) Takrir-i Sükun Kanunu ve İstiklal Mahkemelerini verdiği güçle hükümet,Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın 3 Haziran’da kapatılmasına karar verdi.” (1) İZMİR SUİKASTI DAVASI Buraya kadar, Kemalistlerin iktidarlarını nasıl da sağlamlaştırmış olduklarını görüyoruz. Ama tarihler 1926 yılının Haziran ayını gösterdiğinde, İzmir’de, TBMM birinci dönem 2. Grup üyelerinden Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit ve arkadaşları, Mustafa Kemal’e suikast yapacakları iddiasıyla gözaltına alındılar. O sırada TBMM üyesi olan eski Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası milletvekilleri, dokunulmazlıkları olmasına karşın tutuklandılar. Tutuklananlar arasında Kazım Paşa da vardır. 1926 yılı Haziran ayında başlayan ve Cumhuriyet dönemi siyasal hayatının en önemli davalarından birini oluşturan “İzmir Suikastı Davası”; İzmir ve Ankara yargılamalarını takiben aynı yıl içinde sona ermiş ve sanıklar hakkında, İzmir yargılamalarında 15, Ankara yargılamalarında 5 idam kararı verilmiştir. Merkez Hastanesi’ne götürüldü, üzerindeki eşyaların alınmasının ardından da Kadifekale yakınlarındaki Kokluca Mezarlığı’na defnedildi.İzmir’de yapılan duruşmalarda tutuklu bulunanlar ve haklarında alınan kararlar: İZMİR YARGILAMALARI 1.Ziya Hurşit Bey 2.”Laz” İsmail 3.”Gürcü” Yusuf 4.”Çopur” Hilmi 5.Ahmet Şükrü Bey 6.Arif Bey 7.İsmail Canbulat Bey (önce 10 yıllık hapse mahkûm edilse de itirazı sonucu cezası idama çevrildi) 8.”Sarı Efe” Edip Bey 9.Abidin Bey 10.Halis Turgut Bey (önce 10 yıllık hapse mahkûm edilse de itirazı sonucu cezası idama çevrildi) 11.Rüştü Paşa 12.Hafız Mehmet Bey 13.Miralay Rasim Bey 14.”Kara” Kemal Bey (İdam kararı gıyabında verilirken, bir müddet kaçak hayatı yaşadıktan sonra yakalanmak üzereyken 27 Ağustos 1926 günü intihar etti) 11 Temmuz günü savcı Necip Ali Bey tarafından okunan iddianamede, suikast hakkında Ali Fuat Bey ve arkadaşlarının bilgisi olduğu ve Ankara’da yapılması planlanan suikast girişimini yalnızca Sabit Bey’in engellemeye çalıştığı ileri sürüldü. İddianamede Ahmet Şükrü Bey, Miralay Rasim Bey, Ziya Hurşit Bey, “Laz” İsmail, “Gürcü” Yusuf, “Çopur” Hilmi, Hafız Mehmet Bey, “Kara” Kemal Bey ile Abdülkadir Bey’in idamı; Halis Turgut Bey, İsmail Canbulat Bey, Rahmi Bey, “Sürmeneli” Vahap, Adnan Bey, Rauf Bey ve Rüştü Paşa’nın küreğe konulması; Kâzım Karabekir Paşa, Cafer Tayyar Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Cemal Paşa, Sabit Bey, Münir Hüsrev Bey, Faik Bey, Bekir Sami Bey, Kâmil Bey, Zeki Bey, Besim Bey, Feridun Fikri Bey, Halit Bey, Necati Bey’in beraati istendi. (2) İzmir yargılamaları 13 Temmuz 1926′ da son buldu. Yargılanan 49 kişiden; suikast hazırlıklarına doğrudan karışan ve bu planlardan haberi olup da resmî makamlara ihbarda bulunmayan on beş kişinin idamına, bir kişinin 10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılmasına ve cezası Konya’da sürgüne çevrilmesine, dokuz kişinin duruşma dışı tutulup, yargılamalarının Ankara’da görülecek “İttihatçılar davası” ile birleştirilmesine ve geri kalan yirmi dört kişinin beraatına karar verildi.Ancak mahkemeye katılmayan ve hakkında gıyaben idam kararı çıkanlardan Abdülkadir Bey Bulgaristan’a kaçmak üzereyken yakalanarak, daha sonra Ankara’da yargılanması kararlaştırıldı. Yine duruşmalara katılmayan “Kara” Kemal Bey ise 27 Temmuz günü İstanbul’da yakalanmak üzereyken intihar etti. (3) İnfazlar, 13 Temmuz’u 14 Temmuz’a bağlayan gece İzmir’in çeşitli yerlerinde gerçekleştirildi. Gerçekleştirilen idamların sonrasında cenazeler önce İdam cezası verilenler 15.Abdülkadir Bey (İdam kararı gıyabında verilirken, Bulgaristan’a kaçmak üzereyken yakalandı ve daha sonra Ankara’da yargılanması kararlaştırıldı) Diğer cezalar 1.”Sürmeneli” Vahap (10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılsa da sonra cezası Konya’da sürgüne çevrildi) Yargılanmaları Ankara’da yapılacak olanlar 1.İhsan Bey 2.Hilmi Bey 3.Cavid Bey 4.Selâhattin Bey 5.”Kara” Vasıf Bey 6.Hüseyin Avni Bey 7.Rahmi Bey 8.Rauf Bey 9.Adnan Bey Beraatine karar verilenler 1.Faik Bey 2.Sabit Bey kızılbaş - sayfa 34 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 3.Halet Bey 4.Feridun Fikri Bey 5.Kamil Bey 6.Zeki Bey 7.Bekir Sami Bey 8.Besim Bey 9.Necati Bey 10.Münir Hüsrev Bey 11.Kâzım Karabekir Paşa 12.Ali Fuat Paşa 13.Refet Paşa 14.Cafer Tayyar Paşa 15.Cemal Paşa 16.Necati Bey 17.Ahmet Nafiz Bey 18.”Torbalılı” Emin Efendi 19.”Trabzonlu” Naciye Nimet Hanım 20.”Sürmeneli” Keleş Mehmet 21.”Bahçıvan” İdris 22.Mustafa oğlu Şahin Çavuş 23.Sabahaddin Efendi 24.Giritli Hüseyin oğlu Latif ANKARA YARGILAMALARI İkinci davayı görmek üzere 16 Tem muz’da İzmir’den yola çıkan İstikâl Mahkemesi heyeti, ertesi gün Ankara’ ya vardı. 21 Haziran günü başlayan sanıkların ilk hazırlık soruşturmaları 31 Temmuz’da tamamlanmış, 28 Temmuz günü Denizli’den Ankara’ya gelmek için yola çıktığını belirten savcı Necip Ali Bey’in iddianamesi ise 31 Temmuz günü tamamlanmıştı. Ankara’da yargılanmalarına karar verilen eski İttihatçıların yargılaması eski Meclis Encümenler Binası’nda, 2 Ağustos’ta başladı.İddianameye göre suikast kin ve nefret dışında hükûmeti devirip iktidarı ele geçirmek amacıyla gizli bir komite tarafından da desteklenmiş, söz konusu gizli komite üyelerini bazı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensupları ile İttihat ve Terakki Cemiyetinin eski yöneticilerinin bir kısmı oluşturmuş ve komitenin başkanlığını ise “Kara” Kemal Bey yürütmüştü (3) Karardan dört idam, altı sürgün, iki hapis cezası çıkarken diğer sanıkların beraatine karar verildi. İdama mahkûm edilen dört kişinin cezası 26 Ağustos’u 27 Ağustos’a bağlayan gece, Cebeci’deki Umumi Hapishaneönünde infaz edildi. İdam edilenler, hapishanenin avlusuna defnedildiler. Ankara’da yapılan duruşmalarda tutuklu bulunanlar ve haklarında alınan kararlar: İdam cezası verilenler 1.Cavid Bey 2.Hilmi Bey 3.Nail Bey 4.Doktor Nâzım Bey Diğer cezalar 1.Vehbi Bey, 10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılsa da sonra cezası sürgüne çevrildi 2.Hüsnü Bey, 10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılsa da sonra cezası sürgüne çevrildi 3.İbrahim Bey, 10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılsa da sonra cezası sürgüne çevrildi 4.Ethem Bey, 10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılsa da sonra cezası sürgüne çevrildi 5.Rahmi Bey, 10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılsa da sonra cezası sürgüne çevrildi 6.Rauf Bey, 10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılsa da sonra cezası sürgüne çevrildi 7.Ali Osman Kâhya, 10 yıl hapis 8.Salih Kâhya, 10 yıl hapis Beraatine karar verilenler 1.Cahit Bey 2.”Kara” Vasıf Bey 3.Azmi Bey 4.Adnan Bey 5.”Küçük” Talât Bey 6.Mithat Şükrü Bey 7.Hüseyinzâde Ali Bey 8.Eyüp Sabri Bey 9.Salâh Cimcoz Bey 10.”Küçük” Nâzım Bey 11.Cemal Ferit Bey 12.Naim Cevat Bey 13.Hasip Bey 14.Rıza Bey 15.”Gözlüklü” Mithat Bey 16.Hasan Fehmi Bey 17.İhsan Bey 18.Ali Rıza Bey 19.Saadettin Bey 20.Bekir Bey 21.Mehmet Ali Bey 22.Hilmi Bey 23.Cavid Bey 24.İzzet Bey 25.Seyit Bey 26.Salih Reis Bey 27.Tırnakçı Salim Bey 28.Ali Osman Kâhya Bey 29.Selâhattin Bey 30.Hüseyin Avni Bey 31.”Gaziantepli” Ahmet Muhtar Bey 32.Rifat Bey 33.Sudî Bey 34.Haydar Reşid Bey 35.”Zarcı” Refik Bey 36.”Büyük” Mithat Bey 37.Gani Bey 38.Raşid Bey 39.Muhiddin Bey 40.Hasan Sabri Bey 41.İsmail Cabbar Bey 42.Hüseyin Bey 43.Ahmet Nesimi Bey 44.Hamdi Baba 45.Doktor Rasuhi Türkiye Cumhuriyeti, Takrir-i Sükun Kanunu ile girdiği süreci İzmir Suikastı davası ile tamamladı; bu tarihten itibaren ülkede açık bir muhalefet kalmadı… İdam edilen ve ağır cezalara çarptırılan milletvekillerin çoğu daha önce ”Lazistan” ve ”Kürdistan” milletvekilleri olarak anılmaktadır. İşte bu tarihle beraber -ki artık İstiklal Mahkemeleri’nde de bu milletvekillerinden ne Lazistan ne de Kürdistan milletvekilleri olarak sözedilir- artık Lazistan ve Kürdistan kelimeleri kullanılmamıştır. (1)Türkiye Tarihi 4. Cilt, Ekim 2002, Cem Yayınevi, Cemal Koçak, Sayfa 142 (2) Savran, Gülten Savaşal (2006).”1926 İzmir Suikastı ve İstiklal Mahkemeleri”. İzmir:Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Sayfa 57 (3) Kuyaş, Ahmet (Haziran 2012). “İzmir Suikastı-1926″.NTV Tarih. ISSN 1308-7878. (4)Savran, Gülten Savaşal (2006).”1926 İzmir Suikastı ve İstiklal Mahkemeleri”. İzmir:Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Sayfa 68 kızılbaş - sayfa 35 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Şapka yüzünden Rize'de idamlar bugün yapıldı! 25 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan Şapka Kanunu'nun ardından bu kanun çeşitli illerde protesto edilmiş, Rize'deki olayları bastırmak için ise Hamidiye Zırhlısı Rize'yi top atışlarına tutmuştur. 12 Aralık'ta istiklal mahkemelerince yargılanan 143 kişinin 8'i hakkında 13 Aralık'ta idam kararı alınmış, 14 Aralık'ta ise idam edilmişlerdir. TİMETÜRK / Nevzat Çiçek Atatürk, 23 – 31 Ağustos 1925 tarihleri arasında Kastamonu ziyareti yapar… Panama Şapkası’nı ilk kez bu ziyareti esnasında giyer…Ve “bu serpuşun adına şapka denir” sözü 27 Ağustos 1925 tarihinde İnebolu Türk Ocağı binasındaki hitabetinde söylenir… Tarihler 23 Eylül 1925’ i gösterdiğinde, Açıksöz gazetesinin ilk sayfasının sol üst kısmında “Bilumum Meclis Azaları Şapka Giymek Mecburiyetindedirler” başlıklı bir haber yayınlanır.Bu haberden anlaşıldığına göre; TBMM üyeleri, meclis üyeleri ve devlet memuru olanların hepsi de Şapka giymek mecburiyetindedir. Ve iki ay kadar sonrasında 25.11.1925 tarihinde 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında kanun yürürlüğe girer.Bu kanuna göre; bütün TBMM üyeleri, meclis üyeleri ve memurlar Şapka giymek mecburiyetinde olduğu gibi, sivil vatandaşın da Şapka dışındaki bir kisveye yönelmesini hükümet men eder! Bu kanuna muhalefet edenin suçu nedir: “Hükümetin tespit eylediği kıyafetin gayri kıyafet iksa edenler (giyenler) üç aydan bir yıla kadar hapis edilirler.” Şapka Kanunu’nun yürürlüğe girmesinin ardından Devlet memurlarına şapka alabilmeleri için “Şapka Avansı” verildi! 80 lira Şapka Avansı verildiği günlerde bir ekmeğin fiyatı 5 kuruş idi! Yani 1600 ekmek parası ile bir şapka alınıyordu! Haliyle devlet memurlarının bir çırpıda şapka alabilmeleri mümkün değildi! Çünkü şapka bir aylık maaşlarını yutuyordu! Bu yüzden memurlara Şapka Avansı verilmesi uygun görülmüş ve taksitle bu avansları ödemesi kolaylığı getirilmişti! Şapka Kanunu halk tarafından kolaylıkla kabullenilmedi. Ülkenin değişik yörelerinde “Şapka giymek istemiyoruz!” protestoları (isyan demiyorum, protesto diyorum!) baş gösterdi… Rize’de Hamidiye zırhlısı şehri topa tuttu…Erzurum’da erkeklerin giymek zorunda oldukları şapkaya muhalefetten bir kadın(!) idam edildi…Şapka İktisası Hakkındaki Kanun’a muhalefetten binlerce vatandaş ağır hapse mahkum edilirken resmi tarihe göre 80’ e yakın, gayri resmi tarihe göre binlerce insan idam edildi. Kanunen Şapka İktisası Kanununa aykırı hareketin cezası üç ay ile bir yıl arası hapis cezasıydı! Ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanun halen yürürlükte olan bir kanundur! ŞAPKA KANUNUNA DİRENİŞLER BAŞLADI Şapka Kanunu'nun çıkmasıyla birlikte Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane'de sert direnişler yaşandı. Hepsi çok şiddetli, hatta vahim bir şekilde bastırıldı. Halbuki, şapka devrimine direnmenin cezası, kanuna göre, üç aya kadar hafif hapisti. Ama o dönemde şapka, İstiklal Mahkemeleri'nin en önemli maddesi haline getirildi. Ve şapkaya direndikleri gerekçesiyle, başta İskilipli Atıf Hoca olmak üzere, Rize'de 8, Maraş'ta 7, Erzurum'da 4, Sivas'ta 3, İskilip'te 2, Menemen'de 28 ve diğer yerlerle birlikte toplam 78 kişi idam edildi. Sivas, Erzurum ve Maraş’taki başkaldırıların aksine Rize’de çıkan protesto, etkisi bakımından diğerlerinden farklılık arz etmektedir. İsyan sonucunda kurulan İstiklal mahkemelerinde 143 kişi yargılanmıştır ve sanıklardan on dördü 15, yirmi ikisi 10, on dokuzu 5 yıla mahkum edilmiştir, 8 kişi ise idam cezasına çarptırılarak idam edilmiştir. RİZE'DEKİ PROTESTOLAR GÜNEYSU'DA BAŞLADI Rizeli, sekiz alim ve Müslüman şapka giymedikleri, dindarlara zulmü kınayıp, hükümete ”Sarığımıza, sakalımıza ve cübbemize dokunulmasın şapka giyenler giysin, ama giymeyenler hapse atılmasın” diyerek, jandarma karakoluna yürümüşler ve halk da onlara katılmıştır. Bu olay büyüyünce Rize isyanı kabul edilmiş ve Hamidiye zırhlısı Rize’yi top atışlarıyla tehdit etmiştir. Bundan dolayı Rizeliler “ATMA HAMİDİYE DİN KARDEŞİYİZ.”demişlerdir. Güneysu (eski adıyla Potomya/ Başbakan Tayyip Erdoğan’ın memleketi) Rize’den 13 kilometre uzakta bulunan bir nahiye. 1925 yılında Güneysu’da başlayan isyanın haberini alan zamanın Rize Valisi Mehmet Hurşit Bey derhal durumu telgrafla Ankara’ya bildirir. Valinin çektiği telgrafın ardından, Ha- kızılbaş - sayfa 36 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 midiye kruvazörü Rize açıklarına gelip dağları topa tutar. Bazı anlatımlara göre şehir de bombalanır ve ağır zayiat görür. Olayın ilginç yanı ise Hamidiye kruvazörü dağları topa tuttuğu zaman, Rize’de devam etmekte olan bir isyan yoktur. Güneysu’dan şehir merkezine yürüyen insanların da çoğu kendi teslim olur. Teslim olanlar hiç vakit kaybedilmeden İstiklal Mahkemeleri’ne çıkartılır ve Takrir-i Sükun Kanunu doğrultusunca yargılanır. Yargılama sonucunda sekiz idam kararı çıkar, suçsuz onlarca insan da Sinop ve Adana’daki cezaevlerine gönderilir. 30 Aralık 1925 tarihli cumhuriyet gazetesi idam edilen 8 kişinin resimleri ile birlikte haberi şu şekilde yayınlar: “Rize’den matbaamıza yazılıyor: Köy İmamlarının ve bazı mürtecilerin teşviki ile 25-26 teşrinisinde başlayan isyan, Cumhuriyetin azm ve savleti neticesinde süratle bastırıldı.” PEKİ GERÇEKTEN OLAYLAR NASIL BAŞLADI 15 Aralık 1925 günü “Biz zorla şapka giymek istemiyoruz, sarığımız bize yeter!” diyerek Ulu Cami önünde toplanan halkın üzerine jandarmalar ateş açıyorlar. Uyarıya rağmen dağılmayan kalabalığın üzerine gelişi güzel ateş sonucu 17 kişi ölüyor. Bağıran-inleyen yaralılara kimse dokunamıyor. 143 kişi tutuklanıyor. Olaylar üzerine düşman üzerine sefere çıkarcasına dönemin en büyük harp gemisi olan Hamidiye Kruvazörü Rize sahillerine gelip demir attı. Birinci Dünya savaşında İngilizlerin dövemediği Karadeniz sahillerini, millete zorla şapka giydirmek için Hamidiye zırhlısı gümbür gümbür bombalamaya başladı. Hamidiye zırhlısı, sivil halkın ve yerleşim alanlarının çok olduğu ve Ulu Caminin bulunduğu Bataniye yamaçlarını dövüyordu. Halk korkutulup sindirilmek isteniyordu. İSTİKLAL MAHKEMESİ HEMEN ASIYORDU Rize Ulu Cami imamı Şaban Hoca, namazdan sonra etrafında toplanan kalabalığa ;“Biz hükümetten akaid-i diniyye’ye hizmetkarlık ve bağlılık isteriz. İnanmayan inanmasın, fakat insanlara zulüm edilmesin. Tek isteği- miz sarığımıza, sakalımıza ve cübbemize dokunulmasın. Şapkayı giyenler giysin ama giymeyenler hapse atılmasın!” Bu heyecanlı konuşmadan sonra coşan kalabalık köylülerle birlikte hükümet konağına doğru yürüyüşe geçmişler. Yarı resmi Hakimiyet-i Milliye gazetesi bir gün sonra yazıyor; “Rizenin Bataniye bölgesinde Ulu Cami imamı Şaban Hoca halka karşı konuşurken; “Hükümette din düşmanlığı baş göstermiştir. Memlekette herkes şapka giymeye zorlanıyor. Giymeyenler hapisten idama kadar cezalara çarpılıyor. Buna karşı duyarsız kalmak dinimizde günahtır. Ayaklanma vacip olmuştur! Biz herkes dinimize girsin demiyoruz. Biz hükümetten sadece dinimize saygı ve bağlılık istiyoruz. Müslümanlara ve İslam’a zulmedilmesine müsaade etmeyeceğiz!” Deyince halk toplu yürüyüşe geçiyor. Hakimiyet-i Milliye gazetesinin yazdıklarına göre, isyancılar Hükümet Konağını ele geçiriyorlar. Ankara hükümeti Rize üzerine büyük bir askeri kuvvet gönderiyor. Rivayete göre üç gün süren halk ile asker arasındaki çatışmalarda yüzlerce köylü hayatını kaybediyor. Bölgenin imdadına hemen gezici-seyyar istiklal mahkemesi yetişiyor. Yargılama göstermeliktir ve son tiyatro sahnesidir. Bir gün süren tek celsede, hakim koltuğunda oturan ve hiçbiri hukuk adamı olmayan milletvekilleri tarafından temyizi, itirazı ve avukatı olmayan mahkeme değiştirilemez kararını veriyor. Karara göre ”Bu isyancılar İslam Devleti istiyorlar. Hilafet istiyorlar ve kendi şer düşüncelerine halkı da alet ediyorlar. Sadece bir gün içinde bu 143 kişinin yargılama işlemi bitirildi. On dört kişi 15’er yıla, yirmi iki kişi onar yıla, on dokuz kişi de beşer yıl kalebend denilen ağır hapis cezasına çarptırıldı. Geriye kalanlar ise dayak ve para ödeme gibi hafif ceza alıyorlar.İstiklal Mahkemesinin hızla verdiği kararla sekiz kişi hemen Ulu cami önünde kurulan darağacında idam edildi. Asılan sekiz kişi Ulu Cami imamı Hafız Şaban Efendi, Muhtar Yakup Çavuş, İslahiye imamı Hasan Efendi, Belediye bekçisi Kadir Ağa. Rize asliye mahkemesi Başkatibi Hafız Osman Efendi ve kardeşi avukat Hulusi beyler, merkez cami imamı Hafız Kamil, Peçelioğullarından Mehmet ve Ahmet Çavuş kardeşler, Kamburoğlu Hafız Mehmet ve Nakşi Şeyhlerinden Numan Sabit Efendi’dir. ŞAPKA DİRENİŞİ NASIL SONA ERDİRİLDİ Haklarında idam kararı verilen sekiz müstakbel şehit karanlık bir hapishane odasına tıkılır. Sabit Hoca gece yarısıNısfılleyl bütün arkadaşlarını uyandırır. “Kalkın arkadaşlar, abdest alın namaza duralım. Bir-kaç saat sonra Rabbimize kavuşacağız!” Az sonra Allaha kavuşacaklarını bilenlerin bir müjde saadeti içinde namazlarını kılıyorlar. Saatler sonra sehpadan indirilen şehitlerin cenazeleri ailelerine verilmiyor. Rastgele açılan çukurlar içinde kumluğa gömüyorlar. Yakınları tarafından cesetler çalınmasın diye de başlarına süngülü nöbetçiler dikiliyor. Rica-minnet aylarca sürüyor. Ancak üç ay sonra ve fakat gece çıkartılıp köylerine götürülmek şartıyla cesetleri ailelerine teslim etmeye izin veriyorlar. Çürümeyen cesetler evlatları tarafından gömülü oldukları kumluktan çıkarılıyor. Kilimler sarıyor ve sırıklara takıp omuzlarına alıyorlar ve köylerine çıkarıyorlar. Üç ay geciken cenaze namazlarını kılıp hüzünle köy mezarlığına defnediyorlar. Hakimiyet-i Milliye gazetesi Rize olaylarıyla ilgili son haberlerinde de asılan şehitler için kin ve nefretini aşığa vuruyordu; “Rize’deki mürteciler de ceza-yı Sezalarını buldular.” diyordu ATMA HAMİDİYE ATMA DİN KARDEŞİYİZ “Atma Hamidiye atma atma Din kardeşiyiz bizi yakma Atma hamidiye atma atma Taktılar serpuşi kafamıza Atma Hamidiye atma atma VERGİMİ VERECEĞUM BİZİ YAKMA Atma Hamidiye atma atma SÜRGÜN ETMA bizi yakma “ kızılbaş - sayfa 37 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 AMED’DE BARIŞ - ÖZÜRLÜK MÜ? DİYARBAKIR’DA BARİŞ - ÇÖZÜLME Mİ? YA DA KÜRD OLMAK VE KÜRDİSTAN’DA TÜRKİYELİ(LEŞ) OLMAK MI? Güney Kürdistan Devlet Başkanı Kak Mesut Barzani, Kuzey Kürdistan’a geldi. Türk Başbakanı Recep Tayip Erdoğan ile görüştüğünü izledik. Burada, Kürtler etnik varlıklarını hissettirdi. Ancak millet varlıklarını ve Kürdistan’ın varlığı birkaç dimen dışında gösterilemedi. Kürdistanlılar, Mesud Barzani’yi birlik içinde, tam da günün ve siyaset ortamının ihtiyaç ve gereği olarak yaygın Kürdistan bayrakları ile karşılamadı. Bu yapılsaydı, Barzanilerin parçacı siyasetine ve Kürdistanı Türkiyelileştirme siyasetine yerinde bir eleştiri olacaktı. Kürdistan, yine “Doğu Anadolu, Güney Doğu Anadolu” ve “Türkiye” olarak tanımlandı. Karşılama esnasında ve “düet” meydanında birkaç Kürdistan bayrağının yanında, yaygın Türk bayrakları donatılı idi. Halk Türkiyecilik ve Kürdistan arasında siyasi şaşkınlığa terk edilir oldu. Mesut Barzani’nin, ağırlıklı olarak kendi ülkesinin bir vilayetine, başkentine değil de, Türkiye’nin bir vilayetine geldiği vurgulandı. Kürdistan’ın parçalanmışlığı, lanetlenmenin de ötesinde hatırlanmadı bile. Ağırlıkta olarak; “Kürdistan parçalarının Türkiyelileşmesi, silahların bırakılması ile sorunların çözüleceği!” eğilimli mesajlar öne çıktı. Savaşın nedenleri, eşitsizliğin dayanılmaz acısı ve dünya milletleri arasında Kürdistansızlığın hukuksuzluğu hiç ima bile edilmedi. “Dağda silahlılar inecek, cezaevleri boşalacak, Şıvan şarkılarını dillendirecek, sorunlar çözülecek!” Bu Türk egemenlik sisteminin değişmeden sürdürülmesi, devletin Türk devlet bekâsı için, Türkiye’de asimilasyonun Kürdistan’da soykırımın sürdürülmesinin değil, önlenmesi için çare, merhem bile olmazken, Kürt bir iki simge dışında, alana dolanan sömürgeciliğin simgesi Türk bayraklarının dolması, devlet ve başta Recep Tayip Erdoğan için bir bayram havasına çevirmeleri, Kürdistan siyaseti açısında elem verici idi. ğerini Kürt kamuoyunda da tartıştırır düzeyde yerlere sermiştir. Daha evvel “Kürt dili modern bir dil değildir” diyen Siirtli Kürt kökenli Devlet Başkanı Bülent Arınç’ın elini öpecek kadar dik durmayan Şıvan, şimdi de “siz çağırın emrinizdeyiz, gelelim!” diyecek kadar milli duruştan uzak, “em milletin bibin devlet” (Biz milletiz devlet olalım) diyen Şıvan gitmiş, “Ülkemiz Türkiye” diyen bir İsmail Akgül (Şıvan) gelmişti. Ahmet ÖNAL Mevcut görüşme ve buluşma; Kürt millet varlığına, Kürdistan’ın özgürlüğüne uygun bir seyirde değildi. Ancak PKK, AKP, KDP strateji, siyaset ve programlarına uygun idi. Bunların memnuniyet duymaları dışında, Kürdistanlıların kaygı duymaları yerindedir! Çünkü ülkelerinin özgür ve bağımsızlığı önünde dikilen en basit bir engel ya da düşünceyi berteraf etme yerine, yanılsama yaratıldığı aşikar idi. Zira KDP Türkiye ile sıcak ilişkiler geliştirerek Güney Kürdistan’ı ekonomik olarak geliştirmek için parça esaslı bir siyaset stratejisini eskiden beri güdüyor ve terk etmeden, diğer parçalardaki Kürt hareketlerini de karşısına almadan işgalci devletlerle iyi ilişkiler geliştirerek güçlenmeyi esas alma siyasetinde sebat ettiği, bu seyahatte de teyit edildi. Yakın Doğu’daki sıkışmışlık ve siyasi daralma ve Kürdistan’ın kadim düşmanları arasındaki kamplaşmadan Kürdistan’dan ziyade parçaları için pay çıkarmayı hesaplamaktadırlar. Güney siyaseti, Kürt Ulusal ozanı Şıvan Perver’i de bu parçacı politikasına malzeme etmiştir. Bir diğer tarafta aydın olamamanın verdiği sefalet ile Şıvan, bir tarafta PKK’nin kendisine karşı takındığı itici tutumun da getirdiği akibet ve tepki ile Türk egemenlik siyasetinin önüne, yaratığı 37 yıllık de- Kuruluşundan beri Kürt ulusal Kurtuluşunun önüne kendi egosunu koymaktan vazgeçmeyen ve kendini her adımda “demokratik”, “demokrasi” söylemi ile tanımlayan ama demokrasi kültürünü Kürtler arasında uygulamaktan imtina eden, farklı Kürt ittifaklarına kendini kapatan, tahammül edemeyen PKK, 1993’ten beri giderek Türk egemenlik sistemine evirilen bir politik hat izledi. Bağımsızlıktan, Türkiye’de “Demokratik Cumhuriyet” ile birleşerek Türkiyelileşmek stratejisine çekilecek kadar geldi. “Bağımsızlığı savunmayanlar Kürt ulusal-milli hayinleridir!” stratejisinden, şimdi de “genel af ”, “silahların bırakılması”, “dil-kültür” “etnik sorun” çerçevesindeki üniter(merkezi) devlete uyum ve karşı olmayan bir stratejiye vardılar. PKK; mücadele ve Kürdistan sathına yayılan örgütlenmesi ile en Kürdistanî hareket durumuna vardı. Ancak bugün ortaya koyduğu siyasal strateji ile bu konumundan çıkma sürecini yaşamaktadır. Bu açıdan da Kürdistanî siyaseti, güvensizliğe evirilmiş bulunmaktadır. Bu PKK içinden bir ayrışma yaşatacak ya da her parça kendi içinde yeni stratejilere yönelerek yeniden şekillenecektir. Kürdistan siyaset sınıfı içindeki bu parçalanmışlığı yerinde tespit eden Türk egemenlik sistemi, Kürdistanlı siyasal şahsiyetleri, ozanları öne çıkararak hile ile kaybettiği alanları yeni kızılbaş - sayfa 38 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bir boyut ile onarmanın zorunluluğunu hissetmektedir. Abdullah Öcalan’ın da kabul ettiği “misaki milli” dedikleri cağrafyanın topyekün TC’ye iltihak etmesini sağlayan bir stratejiyi gündemleştirmenin ardına düşmüş ve aktüel kılmaya çalışmaktadırlar. Zira Özal’ın “Federasyon” tartışması, Demirel’in “Kürt Realitesi”, R.T.Erdoğan’ın “Kürt sorunu benim sorunumdur, çözeceğim!” diyerek Diyarbakır’a yaptıkları çıkarmalar, Kürtlerin millet, Kürdistan’ın ülke olarak taşıdıkları 200 yıllık özgürlük özlemlerini zihinlerinden çıkarma, ellerindeki gücü düşürme, dünyada edindikleri itibarı minimalize etmeyi hedeflemektedirler. Bunun için tüm taktikler ve siyasi manevralar mubah kılınmıştır, “Türk misaki milli toprakları”na Kürdistanıın diğer parçalarını da yeniden katmanın hedefini canlandırmaya çalışmaktadırlar. Bunu ne kadar başaracakları Kürt siyasi tutumuna bağlıdır. PKK, Türkiye’nin de müdahaleleri ile strateji çıtasını Kürdistani olmaktan çıkarıp, Türkiye siyasetinin içine evirdikçe, Türk egemenlik sistemi de ona uygun kendini yeniden organize ederek havuç sopa politikasına ayar çekerek sürdürmektedir. BDP ve çevresinin, kavramsal bakımdan, yanlış olarak KCK operasyonlarını “siyasi soykırım” derekesinde değerlendirdiği bilinir, Türk egemenlik sistemi de “cezaevlerini boşaltacağız” söylemi ile Kürtlerin silahlarını bırakıp gelmelerini istemektedir. Türk egemenlik sistemi sistem içinde bile hiçbir anayasal güvence, eğitim, statuko v.b. oluşması gerekenleri dahi tartışma gündemine almaksızın ve müzakeresiz bu işi bitirmenin hesabını “şarkı-strantürkü-düet” eşliğinde bitirmek istemektedirler. Bu politika ucuzcu politikadır, ama stratejisiz, vizyonsuz Kürt siyaset sınıfı karşısında da yaygın bir politika haline getirmeyi başardığı görülmektedir. Zira Kürt siyaseti oldukça kişileştirildi. Abdullah Öcalan, Mesut Barzani, Eğer Mam Celal ayakta olsaydı buna bir de o aktör eklenmiş olarak sürdürülürdü. Kendine güvenmeyen topluluklar zora düştüklerinde lidere sarılırlar. Lider de bu ağırlığı kaldıramayacak duruma düşürüldüğünde, tüm toplum birlikte ve birliğini bozmadan heba olur. Milletlerin, toplulukların, sınıf, tabaka ve aidiyetlerin; zaaflarının neler olduğunu irdelemeksizin, olgusal düşünmeksizin, liderin zorda olduğunu, zora düşebileceğini, yanlış yapabileceğini, teslim olabileceğinden kuşku duymaksızın, irdelemeksizin ve görmeksizin sarılmaya devam ederse akibetinin ne olacağını tahmin etmek sır olmaktan çıkar. Şimdi Kürt siyasetinden yaşanan sosyal psikoloji de tam da böyle bir prosestir! Kürtler, Yakın Doğu’da birleşik bir Kürdistani siyasi irade ortaya koymaksızın, Kürdistan ülkesinin ve Kürt ulusunun birliğini sağlayan ve Kürd istan’ın işgalden çıkarılarak kendi kaderini ele alan bir stratejiyi esas alarak Kürdistani Ulusal Kongrelerinin temsilini ortaya çıkarmaksızın bu kadar kuşatmışlık ve parçalanmışlık siyasetini bertaraf etmeksizin, süreçte etkin olmaları ve iç birliklerini koruyup güçlendirmeleri, farklı işgalci zorbaların kullanımlarından kendilerini korumalarının, uyanıklığı ve ulus/ülke gerçekliği ile çıkarlarını sergileme ve her adımda zorlukları aşmalarının ağır yükü anlaşılmaktadır. Türkiye, “0(sıfır) diş politika” söylemi ile dizayn ettiği Yakın Doğu ve Orta Doğu siyaseti, Osmanlıcı politikaya tahvil edildi ve gelinen aşamada Tunus’tan, Libya’dan, Mısır’dan, İsrail’den Suriye, Irak ve İran ile Rusya’ya kadar daraldı ve tutmadı. Bu durum Türkiye’yi yalnızlaştırdı. Bu yalnızlaşmayı Sünni Müslüman ittifa- kını öne alarak aşmayı denedi. Bu da tutmayacağa benziyor. Şimdi yeniden başa dönmek istiyor. Bu isteğinde de giderek saygınlık imkânları oluşan, ekonomik potansiyel ve haklılığı daha iyi anlaşılan Kürt ulusal mücadelesini hem kontrolünde tutma, hem de Yakın Doğu’da kendilerinin süre gelen ve devam eden emperyal politikalarında araç olarak kullanma siyasetini izlemektedirler. Diyarbakır sahnesi de bu minval üzere kuruldu. Kim Kullandı? Kim kullanıldı? Kim kandırıldı? Kim kazandı?... Pek yakında belli olur! İnandığım şey Kürtlerin tarihi tezgahlardan yeterince ders çıkaramadıklarıdır. Ruhu şad olsun,Seyid Rıza’nın: Düşmanına, “hilelerinizle baş edemedim bu bana dert oldu. Önünüzde diz çökmedim bu da size dert olsun!” demişti! Kürdistanın makus talihini bozmak, tezgahlanan hileleri boşa çıkarmaktan geçmektedir. Kürdistan’a sevgi, özgürlük ve akli selim ile yaklaşmanın zamanıdır. Altın değerli bu günleri. boşa kaçırmamanın vaktidir. 18.11.2013 Siparişleriniz için: Mamo Baran: Tel.: 04321.853 88 44 e.Mail.: [email protected] kızılbaş - sayfa 39 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hêjayan, randiye, ji Adem ra secede nekiriye, ew timî li ser heqî û rastiyê ye. Eger ku zarokên Adem, heta roja îro ev rastiya Tawisî Melek berûvajî nekirina, wê ev bandoriya dagirkirin û bindestîkirina li ser gelên blindest jî ewqas bela nebûna. Mijara sedemekî din jî, qedaxeya xwarina sêven di nav baxçê Bihûştê de ye. Kemal Tolan weke ku hinek ji we dizanin, beriya niha gotereke min bi navê „Pîroziya êlêmêntên ku bûne bingeha afirandina dinya û jiyanê*“ di gelek malperan de hate weşandin. Gava ku hûn bikaribin li wê binêrin, min gotibû“li goriya ku ez ji baweriya Êzdîtiyê fahmdikim, çi gava ku meriv bikaribe li ser cewahirên bingehên ilmê baweriya Ezdahiyan baş lêkolîn bike, hingê merivê bivîne ku, baweriya Ezdahîtyê cûdetiyê naxe navbêna tu av, ba(hawa), agir(nûr) û axa li ser ruyê dinya yê hene. Weke ku ez ji van sebeqên ilmê Xwedê nasîna me Ezdahiyan, yên ku dêjen, maz, ya ku piştgiriyê dide nirxandinên min, li goriya tirkî û kurdîzanîna xwe, wê ji Tirkî werdigerînime ser zimanê Kurdî, pêşkêşî lêkolîner û zaniyarên Kurdî-Êzdîtiyê dikim: “NERASTİYEN Lİ SER TAWİSÎ MELEK HATİNE GOTİN Û TİŞTÊ KU Bİ SERÊ GELÊN BİNDEST VE HATİNE! „Pedşê min cebar e ku Ji durê erfan dibûn çar e Axe, ave, baye û agir e „ (*1) „ Xwedawendê me rehmanî Çar qisim(cewahir) ji me re danî Pê dilovan Adem nijinî „ (*2) fahmdikim, Xweda yê me pêşîn ji van her çar êlêmêntan(ax, ba, av û agir) dinya afirandiye û bi wan jî Adem jiyandiye… ………….”berdewama vê gotarê hêjî di gelek malperan de bixwîne û ez îro dîsa wan hemû edîtorên malperên Kurdî, yên ku ev gotara min di malperên xwe de weşandine spasdikim(*1)! Min bi dilxweşi dît ku rêzdar mamoste Müslim Korkmaz jî, bi zimanê Tirkî û di “Kovara Kızılbaşan - rûpel 13 - hêjmar 31 – Cotmeh 2013(*2)” de, gotareke balkêş li ser van êlêmêntên ku dinya bi wan hatiye afirandin û ew hêjî di nav Êzdiyatî-gelek baweriyên rojhilatanavîn de pîrozin, nivîsandiye. Min pêwendî bi mamoste Müslim Korkmaz ra kir û gotê, ez dixwazim vê gotara te wergerînime Kurdî. Mamoste jî gelekî dilxweş bû û got,”naveroka vê gotara min a berfiretir li cem min heye û ezê tevaya gotarê ji te ra bişînim.” Dûre mamoste Müslim, naverok û sernivîsa gotara xwe sererastkir(*3) û ew cardinê ji min ra şand. Ez jî vê gotara mamoste Müslim Kork- Ez bixwe heznakim ku, di siyasetê de peyvên oldariyê weke çavkanî bêne xwanêkirin. Ji xwe hîsên min, yên dînî jî hewqasî ne bi quwetin. Lê ez pêwîst dibînim, di vê nivîsê de bidime diyarkirin ka mirov çewa dikare bi peyvbernavkan, hebûn û rastiya nirxan serûbinbike. Mamoste Müslim Korkmaz*3 1-Tawisî Melek, melekeke? - Erê! (Adem pêxember û zarokên Adem, hinek bernavkên neqenc pêvekirin û Tawisî Melek weke ku serekê hemû xirabiya ye dane xwanêkirin) 2- Ê başe, ev nerastiyên ku li ser Tawisî Melek hatine gotin û ev bernavkên ku pê ve hatine vekirin, rastiyeke bi heqî û wîjdanî ye? -Li goriya dîtina min na, ev ne heqî û rastiyeke bi wîjdaniye. Bingehên van sedeman çi dibe bila bive, meriv nikare Tawisî Melek neheqbike. Ji ber ku Tawisî Melek cûdatî nekiriye nava milyaketan, neheqiya ku li hemberî êlêmêntê agir( yê ku dinya pê afiriye) hatiye kirin ne peji- 3- Wexta ku Xwedê, hemû tahm(nîmet) ên li dinya yê ji bo berjiwendiyên giyanberan pêşkêşkirine, ew ji bo çê tahmkirin(xwarin)a sêvê ji milyake-tan re dike qedexe, çima Hawa û Adem rêzê li vê bîryara Xwedê nagirin û gunehê bênefsîtiya xwe ji Tawisî Melek ra dikine bargiranî? Gelo hêza însanan di nav van mînakên ku hatine gotin de tûne ye? -Pîroziya Tawisî Melek, di nav baweriyên gelên qedîm, yên gelekî beriya Cihutî, Xaçparêzî û Bisilmanetiyê de hatiye naskirin. Êzdiyên birayên me, yên ku vêga di nav erdnîgariya me de dijîn, ew hêjî ji meznayî û pîroziya Tawisî Melek bawerdikin. Ji xwe ancax merivên ku nirxên însanetiyê hildigirin, ew fêhmdikin, ev nerastiyên kirêt û peyvên neqenc ji bo Tawisî Melek dûbaredibin û hêjî hima her roj li ber çavên van birayên me yên Êzdî têne gotin. Weha ev bawermendên gelê qedîm pê diêşen û birîndardibin. Bi dîtina min, ev neheqî, piçûkdîtin, kirêtkirin û birîndarkirina hestên van birayên me, sucekî mirovatiyê ye. 4- Ji ber çê zarokên Adem ev nerastiyên kirêt lihevanîn û belakirin? -Yek ji gelek sedemên cûda jî ev e: Zarokên Adem pêşîn gotin ku, di nava jinê de xirabiyek heye û ev nerastî belakirin. Ewan dixwast bi vê şaşîtiyê, jinê bêparastin bihêlin û wê bixine bin bandora mêr. Dûre jî derew belakirin û gotin, sedemê ku di nava jinê de xirabî heye jî, Tawisî Melek e. Ewan xwast vê şaşîtiya xwe bi jin û nifşên ku li pey wan werin ra jî bidine pejirandin. Dema meriv îro bala xwe berde ser vê îdaya van merivên ku dibêjin, bingeha vê xirabiya ku di nava mirovan de heye Tawisî Melek e, piraniya wan ji welatên Îslamê ne. Gelo ev binpêkirina mafên jinê û tevaya mirovên di nav welatên Îslamê de û bi taybetî jî di nav welatên Ereban de rasthatî(tesadûfî)ne ?. kızılbaş - sayfa 40 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 5- Adem, melekeke? - Erê. (Zarokên Adem pêwîstdîtin ku ew di bihuştê de bimîne û wî weke babçakê xwe dane xwanêkirin) 6- Elewî-Kurdên kumsor(kizilbaş), di peyra jî hemû Kurdên ku bi zorê Bisilman bûne, yanî Êzdî, Ermenî, Sûryanî û hîn gelek gelên din, ev tev xelqên Mezopotamiyê yên qedî min? Bingeha baweriya vaqas gelan ji çavkaniyeke ku di dinyayê de ya herî kevn, wekehevî, însanî û demokratîk e hatine? - Erê!(Alema Ereb û Tirkên Bisilman ewqas gel weke mirovên bi dûv, qatîl, gunehkar, gawir û terorîst dane naskirin. Qismek ji van gelan bi darê zorê kirine Îslam û ew ji baweriyan ya kevnar veqetandin.) 7- Gava ku Tirkan Rojhilatanavîn wêrankirin pê ve, ew bi koçberî hatine Anatoliyanavîn, Mezopotamiya, Afrîka Başûr û tevaya welatên li Balkanan hene bi darêzorê dagirkirin?. -Erê! (Tevaya gelên dinyayê, ew weke Tirken Barbar naskirine…) 8-Tevî evqas neqenciyan jî, gava ku meriv li goriya dîrok, zanîn û sosyolojiyê li van tespîtên li jorê binêre, kesekî karîbuye bi zanistî xirabiyê Tawisî Melek tespît bike? Em dikarin qet delîlekî pêşkêşbikin? -Na... lê, dibêjin Tawisî Melek sêv bi Adem û Hawa daye xwarin. Eger ku wisa be jî, di vira de tu zor û tehdît ne hatiye bikaranîn. Lê belê, dosaya ya sucê dîktatorî, qirkirin, dizî, zilimkarî û tecavûzkirin, zor û derewên zarokên Adem amadene. 9-Ev neheqiya piçûkirina Elewîtiyê û gotinên ku dibêjin Kurd bidûvên, terorîstin, mirovên ku lingên wan nagîjine ser erdê, ne bê bingeh û derewên mezinin? Her weha, ev êrîşên hovana yên ku têne serê hemwelatiyên Êzdî, ne dujminî û xeteriyeke kirête li ser tevaya mirovatî û baweriyan e ? -Belê, lê mixabin ew dînên ku bûne alet (amûr)ê siyasetê û hinek olên bi nave dîn siyasetê dikin, ew li dijberî van baweriyên ku min li jorê dane xwanêkirin, di bin şemsî û hemeta fikrê azad de têne parastin. Û ev mihacirên ji Rojhilatanavîn hatine, Balkanên asîmle buyî û Tirkên dagirker gelên Ermenî, Sûryanî, Pontus, Kurd-Elevî û hwd. … qirkirine. b- Kî ev ne rastiya ku Tirk birayê Kurdan yên mezin in, Kurd jî xizmetkar û birayê Tirkan yê piçukên belakirin? Vêga hêjî madaliya symbola barbarî û hovîtiya wan di situyên wan de dalqandiye. Her wisa qetliyamên Ereban yên dibin navê „cihat“ û fetwan ku li Elewiyên Kizilbaş(kumsor)- Kurdan kirine û buyerên ku gelek kes bi zora devên şûran Bisilmankirine li berçavanin. Jixwe bingeha çavkaniya vî bernavkê neqenciyê, yê ku ji bo Tawisî Melek hatiye gotin EREBİN û TİRKAN jî ew derewa ku Tawisî Melek serê hemû xirabiyê ye parastin û dane xwanêkirin…. Delîlekî ku vê biratiyê bi zanistî û biyolojîk bide xwanêkirin tûne ye. Ew kesên ku van îdayan diparêzin, ne derewên mezin dikin? EM BİZİVİRİNE SER MESELEYA BİNGEHÎN Tawisî Melek ji micewahir(êlêmênt) ekî weke xar(top)ekê girover, nava wî tijî gaz(hewa) û agir buye hatiye afirandin. Êlêmênta avê ji ber hewaya „gaza hîdrojen û oksîjena“ di nav agirê vê xarê debû ye peydabuye. Dîsa germahiyeke mezin di nav agirê vê xara êlêmênt de hebuye. Li goriya ku dijberiya germahiyê sermahî ye, wisa jî di esmanê(atmosfera) wan de hewa heye. Her wisa di nav atmosfera gaz(hewa)ên li derdora dinya yê û di nav çavkaniyên vê xara micewharê girover de êlêmêntên gaza azot, oksijen, karbondioksit û yên mina ozon ê jî hene. Wexta ku germahiya li derdora dervaya vî micewharê weke xarekê girover de kêmdibe û di cimide, hingê ax(erd) jê diafire. Hemû giyanberên ku ji axê afirîne jî , di nav veguhastinên demî de hatine gihîştine vê hebûna xwe ya ku îro heye. Vêca rastdibe ku, nijada av, hew(qeş)a û axê agir e. Tawisî Melek bi xwe jî agir e. Sedema ku ol/dînên kevnar ji rojê û agir bawerdikirin jî ev e. Bi taybetî jî Elewî , Êzdî û hinek olên din , îro hêjî agir pîroz dibînin. Em vegerin werine ser çavkaniyên bingehên neheqiyê: a- Tawisî Melek agir e, qalibê Adem jî ji ber xweliya agirê ku temiriye hatiye afirandin. Adem ji ax/erdê peydabuye. Vêca kî meznaya Adem, di ser ya Tawisî Melek de û ne rast dane xwanêkirin? Bersiv: - Zarokên Adem, ev ne rastiya belakirin. -Çewa van zarokên Adem, berê bi derewan meznaya Adem, di ser ya Tawisî Melek de dahne xwanêkirin, bi zora xwe mafên gelek gelên bindest tûne kirine, îro hêjî wisa bi bernavk û peyvan derewan dikin. Ev derewa ku dêjin, “gelên dinya yê bira ne“ jî eynî leystîke û ew dixwazin weha gelên bindest li hemberî gelên serdest bêhêz bikin. Di van rojên dawîn de, ew kesên ku moda herî dawî dixemilînin, pêşkêşî bazarê dikin û dêjin, „Kurd û Tirk bira ne„ ev jî weke wan kesên ku li Tawisî Melek derewkirine, wisa li hemberî gelê Kurd sucekî mezin û derewan dikin. Müslim Korkmaz - 2013(*2) „ Ez hêvîdarim ku ev werger û berhevkirina min jî bi dilê web e! Kemal Tolan, Xemxwar û berhevkarê Kevneşopên Zargotina Êzdîtiyê *Çavkanî: 1. http://kizilbas.biz/kizilbas-dergi-arsivi/finish/3-kizilbas-dergisi/18-k-z-lbasdergisi-haziran-2013.html -Rûpel: 43 2. ttp://www.kizilbas.biz/attachments/ article/150/2013-10%20Kizilbas%2031. pdf Kovara Kızılbaşan - rûpel 13 - hêjmar 31 – Cotmeh 2013. 3 – Mamoste Müslim Korkmaz: „di sala 1950 de û di nav malbateke Kurdên Kizilbaş de li gundekî Dêrsimê hatiye dinya yê. Ewî xwandina xwe ya heta perwerdeya mamostetiyê li bajarê Dêrsim(Tunceli)ê xwandiye. Di sala 1973 de ji ber xebata xwe ya ji bo Kurdîtî û Komînîstiyê ketiye zindana Amedê. Piştî afuya hikumeta Ecevit ya sala 1974, weke mamoste sirgûnî bajarê Kütahya buye û di peyra hatiye li istanbulê karê mamostetiyê berdewamkiriye. Ewî li Istanbulê jî xebata xwe ya siyasî û ya di nava „TÖB-DER“ `ê de berdewamkiriye û di sala 1979 de mecbûr dibe ku were li Almaniya yê bive paneber. Ewî piştî demeke paneberîtiyê, karê mamostetiya xwe li Almaniya jî daye pejirandin û ew îro teqawît buye.“ kızılbaş - sayfa 41 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 YİTİK BİR ADAMIM BEN.. bugün. onun sıcaklığını onun yumuşacık dokunuşunu ve onun şevkatlı bakışlarını his ediyordum. belki kaybetiğim kayıplardan sebepti ve önemlisi bir salt uçurmda düşdğüm gibi o kaybetiğimin güzünde düştüğüm içindirki anneme olan özlemim. aram ararat binbir dert ve kederle yürüyordum, kasabanın sahili boyunca. ağır ağır inceden inceye usulda bir kar yağıyordu. kar sanki içeme içime yağıyordu ... kar hayatın yüzüne ürtülen ipek bir duvak gibi usulca beni sarıp sarmalayıp içine alarak, yürüdüğüm sahil boyu gibi ıssızlaştırıyordu. yüzüme dokunan kar taneleri kısacık sakalarıma ve yüzümde birikiyordu. kar her adımda biraz daha beyazlaştırarak her adımda biraz daha hayatın dağıdağıstanlığında uzaklaştırarak ve her adımda biraz daha beni bende uzaklaştırıyordu. kar beni yatıştıryordu sakinleştıryordu hep kendimle birlikte gezdirdiğim o kıraç kederi ve o derin hüznümü bende alıyordu. insanlara ait bende ne varsa onları insanlara bırakarak geldiğim yere o meçul barınağıma geri dönüyordum içim karlar gibi ısssız ve sesizdi. hiç suzmayacağını sandığım o yaralı duygularım o dehşet yaban ağrılarım bir anda dinmişlerdi. tıpkı sahilde insansızlaşan banklar gibi cansızdım artık. kendim bedinimde bile uzaklaşıyordum ölümü asude bir ülkesine benzeten rindin ölüm gibiydi yaşadığım. yaşadığım an ölümle yaşam arasında, varlıkla yokluk arasında gidip gelen gibi bir durumdu. dingin sakin ama bir o kadar çaresizdim. karların arasında gözlerim etrafımda olanları görürken içimde biribiri ardında geçmiş gürüntüler açılıp kapanıyordu. hiç gürmediğim annemin yüzü, ağlayan bir kız çocuğun çaresizliği, ve ilede kıymet bilmediğim ve hoyratça yitirdiğim yarin kıralgan sesi... YİTİK BİR ADAMIM ARTIK. kendimde olmayanı ama hep kendimi ondan arayan bir zavalı. yanlızlığın, hayatı terk etmenin, ihtiraslarında uzaklaşmanın, karların altında ıssızlaşmanın, bir derin boşlukla çevrelenip o delhiz boşluğun bir parçası olmanın sakin ama dehşet bir yakıcılığı vardı bende. karın, yapayanlızlığın ve kayebetiğim butun kayıplarımda kaybolmuştum. ruhuma ve bütün bedenime işleyen ama hiç bir zaman beni bir başıma bırakmayan o kıraç keder ufaktan ufağa tepreşiyorudu içimde...bir yanım eve dönmek sıcak bir odada sıcak demli kaçak bir çay içip sonra derin uykulara dalmak istiyordu. bir yanım burda kar tanelerinin uçuştuğu denizin taşa döndüğü ağaçların billur kadehleri andıran gövdeleriyle dile gelecek gibi durduğu kimsesiz sahilde kalmak istiyorudu. kendimle kalmıştım, daha doğrusu yaralı yanlızlığımın elinde kalmıştım. büyük bir göçle müziğin zirvesine doğru yükselecek orkestranın, o mühteşem patlamadan önceki bir anlık sessizliğine benziyordu ben ve bu viran sahil. ne tuhaf hiç gürmediğim annemi özlüyordum annemin ölümünde ölümü özlüyordum şimdi. onun konuşması onun gülüşünü ve onu duruşu canlanıyordu gözümde. hiç bu kadar aramamıştım onu hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştım ona. annemin ölümünde ölmüştüm yada kaybetiğim kaybımda kaybolmuştum, ama kaybetiğim kaybım, annemin ölümünde daha ağır geliyordu bana. bütün korkularım beni bir bir terk ediyordu. çocukluğumda muhtaç olduğum ve ruhumda tenimde taşıdığım korkularıma artık ihtiyaç yoktu. zira annnem hiç olmadı, ama en ihtiyaç duyduğum kadim sığnağımıda kaybetmiştim. bir yanım hiç olmayan annemle gitmişti ve diğer yanım ise narın yarası gibi hiç kapanmayan ve hep kanayan o enkaz kaybımla giti.... kar yağıyordu lapa lapa ve ağır ağır, kah kar olup gökyüzünde sayile usulca yağıyordum kah kar ben olurdu deniz boyunca yanlızlığa yol alıyordu. sahil sakin ve sesizdi benim gibi. kıristal kar tozları savruyordu yanımda, yüremde ve ruhumda. içimde kasırgalar kopuyordu ama sedam çıkmıyordu. gövdeleri buzla parlayan ağaçlar gibi suskundum. sonra kar yağıyordu, ben ağlıyordum, annem ölüyordu ve o yaban ağrı hiç dinmiyordu... el yayınları: Kocatepe Mh. Tavşan Sk. 18/A Beyoğlu-İstanbul Tel / faks: 0 (212) 361 80 10 [email protected] www.elyayinlari.com kızılbaş - sayfa 42 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Şivan Perwer ve Ahmet Kaya lediklerine ne kadar uygun davrandığı tartışmayı hak ediyor; ama konuşmada Ahmet Kaya’ya özel yer ayrılması ve Şivan’ın Diyarbakır’a gelmesi bu paragrafta dile getirdiği görüşlerin sembolik ifadesinden başka bir şey değildi. Prof. Dr. Taner Akçam Asıl sürpriz mesajlar PKK’ya yönelik idi. Ahmet Kaya ve Şivan Perwer sembolleri de buna çok uygun olarak seçilmişti. Henüz cevabını bilemediğim, konunun ne kadar Apo ile önceden konuşulmuş olduğu. Ben konuşulduğu, en azından haber verildiği kanaatindeyim Erdoğan sürprizleri seviyor. Sürprizleri sırasında izlediği bir strateji de var; önce çok milliyetçi veya çok sağ bir çıkış yapıyor; herkes bu “gerici” tavrı eleştirirken ani, beklenmedik bir “sol” kroşe çıkarıyor. Bunun arkasında, düşünülmüş ciddi bir strateji var mı bilmiyorum ama son sefer de böyle oldu. Milliyetçi ve mukaddesatçı çevrelerimizi çok mutlu eden, erkek-kız öğrencilerin aynı evlerde kalmasına engel olunacağı çıkışının hemen ardından ani bir Diyarbakır kroşesi geldi. Benim için Diyarbakır kroşesinin sürpriz tarafı Kürdistan kelimesinin kullanılmış olması değildi. Asıl sürpriz mesajlar PKK’ya yönelik idi. Ahmet Kaya ve Şivan Perwer sembolleri de buna çok uygun olarak seçilmişti. Henüz cevabını bilemediğim, konunun ne kadar Apo ile önceden konuşulmuş olduğu. Ben konuşulduğu, en azından haber verildiği kanaatindeyim. Anlamadığım husus Başbakan’ın bu konuda söylediklerinin niçin dikkatten kaçtığı. Atladım mı, yoksa gerçekten pek kimsenin dikkatini mi çekmedi bilemiyorum. Ama konuya pek değinen olmadı. Bu nedenle, uzunluğuna rağmen Başbakan’ın sözlerini aktarmak isterim. “Bu yeni Türkiye’de bir şeye özellikle dikkat edeceğiz. Tıpkı Cumhuriyet'in ardından olduğu gibi bir tek parti zihniyetinin, yeni bir tek parti döneminin, dayatmaların, zulümlerin, farklı formatlarda inkâr ve reddin oluşmasına asla izin vermeyeceğiz. Doğu Anadolu'da, Güneydoğu Anadolu'da yeni bir tek parti anlayışının hüküm sürmesine müsaade etmeyeceğiz. Farklılıklara tahammül edemeyenler bu bölgeye refah getiremezler. Yazarlara, şairlere, gazetecilere, sanatçılara, sesiyle sözüyle gönüller fethetmiş ozanlara tahammül edemeyenler bölgeye barış getiremezler. Kendileri gibi düşünmeyenlere kastedenler, bölgeye demokrasi getiremezler. Kendilerinden başkasına hayat ve siyaset hakkı tanımayanlar bölgeye birlik getiremezler.” Elbette Erdoğan’ın kendisinin bu söy- Başbakan bu satırlarla PKK’nın yıllardır sürdürdüğü siyaset yapış tarzına yönelik ağır eleştiriler getirmekteydi. Bir nevi, PKK’yı kendisi ve yakın geçmişi ile yüzleşmeye davet ediyordu. Bu yüzleşmeyi yapamayan bir parti, Kürdistan’a demokrasi getiremez, özetle söylenen buydu. Şivan ile PKK arasındaki sorunların, 1980’li yıllara gittiğini konuyla ilgilenen herkes bilir. Şivan başta 1985 yılında İsveç’te öldürülen Semir (Çetin Güngör) olmak üzere PKK tarafından işlenen siyasi cinayetlere başından beri açık tavır almış birisidir. Bu nedenle, hain ilan edildi. Ölümle tehdit edildi. Şu sözler, ölümle tehdit edildiği sıralarda, Şivan tarafından söylendi: “Kendisi dışında hiçbir görüşe hayat hakkı tanımamış, tıpkı devlet gibi her türlü farklılığı ortadan kaldırarak tekçi bir anlayışı hâkim kılmak için şiddet dâhil her yolu denemiş bir partinin, kendilerine boyun eğmemiş bir sanatçı olarak beni hedef hâline getirmesi şaşırtıcı değil.” Başbakan’ın Diyarbakır’da yaptığı, bu satırları kendi konuşmasına almak ve tekrar etmekten ibaretti. Ahmet Kaya’dan bu denli çok söz etmesinin sırrı da burada yatıyor. Özellikle BDP ve kendisine sol, demokrat diyen çevreler eğer Erdoğan’ın Şivan ve Ahmet Kaya üzerinden verdiği mesajı alamazlarsa, yeni sürprizlere de hazır olsunlar. Erdoğan, bir dahaki sürprizine, “bu BDP’liler ve kendisine demokratım, solcuyum diyenler, benim Türk milliyetçilerine karşı Ahmet Kaya’ya sahip çıktığım kadar, Şivan’a sahip çıkmayı beceremiyorlar”, diye başlarsa hiç şaşırmayacağım. Elbette Erdoğan’a da söylenecek söz var, “başkasının kusurunu yüzüne vurmak, kendi kusursuzluğunun kanıtı olmuyor”. Kaynak: Taraf kızılbaş - sayfa 43 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dünya Çocuk Hakları Günü.. Kutlu Olsun!.. Erdoğan Aydın'la yapılan bir söyleşinden küçük bir alıntı; ''Türkiye'de Alevilerin sayısı hiç az değil. "Bu çoğunluk bu kadar baskı altında nasıl yaşayabilir?" sorusu geliyor akla... Siz bir de Alevilik'ten başka bir inanç gibi söz ediyorsunuz... Kuşkusuz ince bir nokta burası; ne de olsa tarih boyunca ensesinde boza pişirilmiş, katliama uğramış, inancı yasaklanmış, "sapkınlık" olarak damgalanmış bir topluluktan söz ediyoruz. Dolayısıyla ortalama bir Alevi anne babaya sorduğunuzda, "Elbette Müslümanız" yanıtıyla karşılaşırsınız. Eğer Müslümanlık İslam'ın beş şartı yani Kelime-i Şehadet, namaz, oruç, hac, zekat ise Aleviler Müslüman değil. Alevilik öncelikle kendilerini Kuran'ın hükümleriyle bağlamıyor, onların Kuran'ı "Kuran-ı Natık" yani "insan Kuran", "kamil insan"dır. Onların namazı değil; insana, pirlerine niyazı vardır. Hacca gitmezler ve Kabe olarak insanın yüzünü görürler. İbadet mekanları cami değil cemevidir. Biraz daha öteye gideyim; Kuran'da haram olan içkiyi Tanrı' nın nimeti görürler. Cihadı, başka inançlardan insanların inanç özgürlüğünün çiğnenmesi olarak reddeder, bunun yerine "Eline, beline, diline, hakim ol" kuralını kendilerine temel ilke edinirler. Kuran'da ayrıntılarıyla anlatılan cehenneme itibar etmez, yaratıcının insanları yakabileceğine inanmazlar. Topraktan değil Tanrı'nın nurundan yaratıldıklarına, zaaflarından arınan insanın tanrılaşabileceğine, "ene-l hak" düzeyine yükselebileceğine inanırlar. Kafalarına yatmayan konularda Tanrı'yı eleştirebileceklerini inanırlar. Liste uzatılabilir, karşımıza çıkan tablo Alevilerin, bildiğimiz anlamda Müslüman olmadığıdır...'' TİHV in 2013 yılı Çocuk Ölümleri Raporunu göre; devlet kaynaklı olarak 1999-2013 arası 290 çocuk öldürüldü!.. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) in raporuna göre, cezaevlerinde, faili meçhul cinayetlerde, gözaltında, kara mayınları nedeniyle, yargısız infazlarda, gösterilerde ve "dur ihtarına" uymadığı gerekçesiyle 1999'dan bu yana 290 çocuk öldürüldü. TİHV Dokümantasyon Merkezinin hazırladığı raporda, 1999-2013 arasındaki devlet kaynaklı ölümlerde, çocuklar en çok kara mayınlardan dolayı öldü. 1999'dan 2013 kasım ayına dek kara mayınları nedeniyle 143 çocuk hayatını kaybetti. En küçük kurban, 2006'da faili meçhul cinayette yaşamını yitiren 6 aylık Şilan Demir. En yakın zamandaki kurban ise Cumhuriyetin doksanıncı yılında 29.ekim 2013 de Hakkari Şemdinli de, bulduğu askeri mühimmatı oyuncak sanıp oynarken ölen 8 yaşındaki bir çocuk Behzat Özen.. TİHV' in raporuna göre, 1999- 2013 arası cezaevlerindeki çocuk ölümü sayısı 22, faili meçhul cinayetlerde ölen çocuk sayısı 20, gözaltında ölen çocuk 3, kara mayınları nedeniyle 143, yargısız infazda, gösterilerde ve "dur ihtarına uymadığı" gerekçesiyle 102 çocuk yaşamını yitirdi. Roboski de 28 aralık 2011 de savaş uçaklarınca bombalanarak öldürülen 34 kişinin içinde yer alan 19 çocuğun ismi tek tek sayılmamışsa da bu başlık altında değerlendirilmiş durumda.. Raporda, çocukların hayatı kaybettiği olaylardan bazılarına da yer verilmiş: Kamuoyunca bilinen iki örnek vereyim; Uğur Kaymaz: 12 yaşındaki Uğur Kaymaz, Mardin'in Kızıltepe ilçesinde 21 Kasım 2004'te gecesi polislerin düzenlediği operasyonda babası Ahmet Kaymaz'la birlikte öldürüldü. Uğur Kaymaz' ın bedeninden 13 kurşun çıkarıldı. Resmi açıklamada, Uğur ve Ahmet Kaymaz'ın "terörist" oldukları, yanlarında otomatik silahlar bulunduğu iddia edildi. Ancak yanlarında silah bulunduğuna dair herhangi bir delil yoktu. Sanık polisler “meşru müdafa” gerekçesiyle beraat etti.. Ceylan Önkol :28 Eylül 2009’da Diyarbakır’ın Lice İlçesi’ne bağlı Birlik Köyü’nde yaşayan Ceylan Önkol’un (14) jandarma karakolundan açılan ateş sonucu öldüğü ileri sürüldü. Ceylan Önkol’un ölümünün meydana gelen bir patlamadan da kaynaklanabileceği iddia edilirken, Lice Cumhuriyet Savcısı’nın “can güvenliğinin olmadığı” iddiasıyla olay yerine dahi gitmeden takipsizlik kararı verdi!. Fotoğrafta görülen çocuk, istatistiklerde birer sayısal veri olmamasını dilediğimiz 290 çocuğumuzdan sadece biri, sessiz sedasız toprağa verilen bilinen son kurban Behzat Özen!.. Dünya Çocuk Hakları Günü.. Kutlu Olsun.. Kutlu olsun Uğur.. Kutlu olsun Ceylan.. Kutlu olsun Roboski de Encüler.. Kutlu olsun Behzat.. Kaynak: TİHV 2013 Çocuk Ölümleri Raporu / TİHV Dokümantasyon Merkezi kızılbaş - sayfa 44 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Cihan Var Olmadan Cihan var olmadan Ketmi Adem´de Hak ile birlikte yekdaş idim ben Yarattı bu mülkü çünkü o demde Tasvirini yaptım nakkaş idim ben ‘Vurun Kızılbaş komünistlere!’ Ana sırdan bir libasa büründüm Nar ü bab ü ab ü haktan göründüm Hayr ül beşer ile dünyaya geldim Adem ile bile bir yaş idim ben Ademin sülbünden Şit olup geldim Nuhi Nebi oldum tufana daldım Bir zaman bu mülke İbrahim oldum Yaptım beytullahı taş taşıdım ben İsmail göründüm bir zaman ey can Yunus, Yakup, Yusuf oldum bir zaman Eyüp oldum çok çağırdım el aman Kurt yedi vücudum kan-yaş idim ben Mübarek asayı Musa´ya verdim Ruh´ül Kudüs olup Meryem´e erdim Cümle evliyaya ben önder oldum Cebrail Emin´e sağdaş idim ben Tefekkür eyledim ben kendi kendim Mucize görmeden imana geldim Şah-i Merdan ile Düldüle bindim Zülfikâr kuşandım tığ taşidım ben Bu cihan mülkünü devr edip geldim Kırklar Meydanı´nda erkâna girdim Şah-i Velayet´ten Kemerbest oldum Selman-i Pak ile yoldaş idim ben Sekahüm hamrinden içildi şerbet Kuruldu Ayin-i Cem ettik muhabbet Meydanda açıldı Sırr-i Hakikat Aldığım esrarı çok taşıdım ben Gâhi nebi gâhi veli göründüm Gâhi uslu gâhi deli göründüm Gâh Muhammed gâhi Ali göründüm Kimse bilmez sırrım xallas idim ben Söz: Şiri Baba/15 yüz yıl) Müzik: Anonim (Dersim) Kaynak: Pir Rıza Yağmur (Paris) Derleyen: Şiar Munzur Düzenleme: Kemal Kahraman Söz : Şiri Baba/15 yüz yıl) Müzik : Anonim/Dersim Şiir : Şiri Baba/15 yüz yıl) Derleme : Kemal Kahraman Bolu’nun Göynük ilçesinde AKSA Holding’e bağlı termik santralde çalışan 6 işçi, Alevi oldukları gerekçesiyle linç edilmek istendi Bolu’nun Göynük ilçesindeki AKSA Holding’e bağlı termik santral inşaatında çalışmaya başlayan 5’i Alevi 6 işçi, bağlı oldukları taşeron firma sahibiyle yaptıkları konuşmanın ardından saldırıya uğradı. Taşeron şirket Okul-San Ltd.Şti’nin sahibi Cengiz Okul’la aralarında geçen bir konuşmada Dersimli olduklarını söyleyen işçiler, çok geçmeden eli sopalı 30 kişinin saldırısına uğradı. Saldırıya uğrayan 6 kişi yaralanırken, başına demir boruyla vurulan Hüseyin Doğan’ın hayati tehlikesi sürüyor. PATRONLA KONUŞTULAR SALDIRIYA UĞRADILAR 6 işçi, 15 Kasım tarihinde AKSA Bolu Göynük Termik Santrali inşaatında makine-montaj bölümünde çalışmaya başladı. Bir konuşma sırasında taşeron şirketin sahibi Cengiz Okul, işçilerden Hüseyin Doğan ve Mazlum Dündar’a nereli olduklarını sordu. Doğan ve Dündar Dersimli oldukları yanıtını verince, işçiler ve Okul arasında soğukluk yaşandı. Bu konuşmanın bir gün sonrasında, 19 Kasım akşamı 21.00 sularında, 5’i Alevi olan 6 işçi aralarında şirket sahibi Okul’un yakınlarının da bulunduğu 30 kişinin saldırısına uğradı. SOPALARLA SALDIRDILAR İddiaya göre, saldırganlar işçilere sopalarla vururken, “Vurun Kızılbaş komünistlere!” ifadelerini kullandılar. İşçilerin tümü çeşitli uzuvlarından yaralanırken, saldırganların kafasına demir boruyla vurduğu Hüseyin Doğan ağır yaralandı. Bolu İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaldırılan Doğan’a ilk müdahaleyi gerçekleştiren doktorlar, Doğan’ın hayati tehlikesinin sürdüğünü belirten rapor düzenlediler. Saldırıya uğrayanlardan ustabaşı Cemil Yaman ise çenesine ve yüzüne aldığı darbeler sonucu hastaneye kaldırıldı. İşçiler uğradıkları saldırının ardından işten de çıkartıldılar. SALDIRI SEBEBİ DERSİMLİ OLMALARI Saldırıya uğrayan işçilerden Mazlum Dündar, yaşananları BirGün’e anlattı. “Bize planlı bir saldırı yapıldı. Özellikle Dersimli olduğumuzu bildikleri için bana ve Hüseyin Doğan’a vurmaya çaba sarf ettiler. Saldırı sırasında, ‘Vurun bu Kızılbaş komünistlere’ diye bağırıyorlardı. Üç gündür çalıştığımız işyerinde böyle bir olay yaşadık” ifadelerini kullanan Dündar, saldırının sebebinin şirket sahibi Cengiz Okul’la yaptıkları konuşmadan kaynaklandığını görüşünde: “Cengiz Okul bize memleketimizi sordu. Dersim cevabını verince afallayıp buz kesti. Şirket sahibinin milliyetçi veya ülkücü olması bizim için fark etmez; neticede oraya ekmeğimiz için gitmiştik. Böyle kişisel bir Madımak yaşayabileceğimizi düşünmemiştik. Azdık ama direnmeye çalıştık.” OKUL'UN SALDIRIDA PAYI VAR Dündar, saldırıya uğrayanların biri dışında tümünün Alevi olduğunun, bu kişilerin Alevi kimliklerini gizlemediklerinin altını çizdi. Saldırının ardından bir görüşme yaptığı Çetin Okul’un saldırıda dahli olduğu iddiasını kabul etmediğini belirten Dündar, AKSA Holding yönetiminin şantiyede herhangi bir güvenlik önlemi almadığını, saldırıda yaralananlara “geçmiş olsun” bile demediğini sözlerine ekledi. Dersim Yürekliler kızılbaş - sayfa 45 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 KIRLANGIÇLARIN YUVASI YIKILMASIN Hrant Dink’i izliyorum, Bülent Arınlı’ nın video kaydından. Tuzla’da bir kampı geziyor adım adım. İstanbul yakınlarındaki, yetim Ermeni çocukların barındırıldığı Tuzla kampını; Kamp Armen’i adımlıyor Hrant Dink. Çocukluğunu geziyor, sabırsızlıkla, özlemle, kırılmışlıkla, haklılığın kazandırdığı dimdik öfkeyle. Çocukluğunu geziyor, şu yapıları yedi yaşındaki çocuklar olarak yükselttik, mimarların eseri değil, çocukların eseri. Çocukların emekleri, yetişkinlerin emeğinden daha değerlidir, diyor. Havuzun başına geliyor, o çocukluk günlerine gidiyor hüzünlü gözleri. Acıları damıttığı mahzun güzel gözleri sulara dalıyor. En çok da bu havuzun çevresinde mutlu zamanlarımız yaşanırdı, diyor. Köy Enstitüleri de benzer yapıda ve işlevdeydiler. Çocuklar tarafından yapılıyordu binalar. Bahçesi çocuklar tarafından ağaçlandırılıyor, tarlaları çocuklar tarafından işleniyordu. Çocuklar, Köy Enstitüleri’nde hem okuyor hem de tam bir çiftçi gibi uygulamalı olarak üretiyorlardı. Buradaki çocukların tümü, öksüz ya da yetim değildi. Ermeni de değildiler; ama düzeni sorgulayan, düşünce üreten öğretmenler olarak Anadolu’ya gideceklerdi. Bu da, sömürüsünü yürütmek isteyen düzenin yetkililerinin işine gelmiyordu. Aynı güç, Köy Enstitüleri’ni, tekerine taş koyduğu için kapatan güç, Tuzla’daki yetim Ermeni çocukların barındırıldığı Kamp Armen’i kapatıyor. İslami cemaatlerden birinin yetimhanesi olsaydı, maddi ve manevi tüm desteklerini verirlerdi. İşin en katlanılmaz, en kabullenilmez yanı da bedel ödenmeksizin, mülkün gasp edilmesidir. Ermeni Vakfı, o mülkü, parayla satın almış, tapulamış. Siz tutuyorsunuz, ben bu mülkü Ermeni Vakfı’ndan alıyorum, ilk sahibine veriyorum, diyorsunuz. Para ödeseniz dahi, mülk sahibinin rızası olmaksızın yapamazsınız. Kaldı ki parası ödenerek, tapusu alınmış vakıf arazisini, bedelini ödemeksizin vakfın elinden alarak, ilk sahibini şaşırtıyorsunuz. Sattığı mülkün, yeniden bedelsiz olarak kendisine hediye edilmesine şaşırmasın da ne yapsın, mülkün ilk sahibi. Hrant Dink’in deyişiyle: “Gökten bir arsa düştü eski sahibinin kucağına.” yetimhaneden hiç kopamaz, çocuk kollarıyla, çocuk yüreğiyle yapımında çalıştığı yetimhanesinden uzaklaşamaz. Kendinden çok başkalarını düşünen, öteki çocukları hep koruyup kollayan kişiliği o zamandan fark ettirir Hrant’ı. Sultan KILIÇ Tuzla’daki öksüz yetim Ermeni çocukların barınağı olacak Kamp Armen, 1960’tan sonra Ermeni Vakfı’nca satın alınır. Yetişkinlerin yanı sıra daha çok çocukların küçücük elleriyle yapılır, binalar ve bahçeler. Gedikpaşa’dan Tuzla’ya gönderilen otuz yetim Ermeni çocuk, ilk işçileridir Kamp Armen’in. Kurucusu ve müdürü Hrant Küçükgüzelyan, 12 Eylül diktasının postalından, süngüsünden nasibini alır, sekiz buçuk ay hapsedilir. Hrant Küçükgüzelyan, hapisten çıkınca, canını Marsilya’ya atar. Türkiye’sinden, Kamp Armen’de yetiştirdiği yetim çocuklarından uzakta, Marsilya’da ölür. 16 Ocak 1983’te Ermeni yetim çocukların “kırlangıçların” yuvaları, hiçbir bedel ödemeksizin ellerinden alınarak ilk sahibine, babalarının hayrına hediye edilir. Gerekçeye bakar mısınız, Kamp Armen’de Ermeni militan yetiştiriliyormuş. Tüm militanlar, Hrant Dink gibi insansever ve yurtseverse, can kurban böyle militana. Ama asıl sorun da burada ya, Hrant Dink gibi yurdunu, insanını seven, sömürenleri sorgulayan, düzenlerini sürdürmek isteyenlerin tekerine taş koyanların; adam gibi adamların yetişmesi. Asıl sorun bu, Köy Enstitüleri’nde olduğu gibi. 1954 doğumlu Hrant Dink, 1963’te Tuzla’daki Ermeni çocukların barındığı Kamp Armen’e gelir. 16 Ocak 1983 diktanın, yetim çocuklara sahip çıkıldığı, devleti masraftan kurtardığı için minnet duyması gerekirken yaptığına bakar mısınız? Parayla alınmış tapulu bir araziye el koyarak, başkasına hediye etmek. Pes! Yo, bu hafif kalır, ne diyelim? Ne diyorduk, Hrant Dink, bu 2003 yılında Bülent Arınlı’nın çektiği “Kırlangıcın Yuvası” adlı belgeselde Hrant Dink, gasp edilen Kamp Armen’i içi titreyerek dolaşırken şunları söylüyor: “Mesela çocukların yaptığı resimler çok değerlidir. Tuzla’daki Kamp Armen’de çocuklar, bir eser, bir cennet yaratmışlar. Mimari değeri yok, mimarlar yapmadı. Çocuklar yaptı.” Bunları söylerken Hrant’ın dudakları titriyor, o mahzun gözleri tüm dünyaya isyan ediyor. Azınlıklara karşı açılan bu acımasız savaşa isyanını şöyle sürdürüyor: “O yaratılan kuruluşun, bir devamlılığı olmuş olsaydı, bir işe yarasaydı, yine bu kadar gam yemeyecektim. Sonuçta, insanlık bir devamlılıktır. Bir insanın yarattığından, başka bir insan yararlanabilir. Hani yine öksüz yetim çocuklar veya yaşlılar yararlanabilseydi. Yok, bu da yok, öyle harabe olarak bıraktılar.” Bu da kasıtlı inadı gayet net bir şekilde açıklıyor. Biz, kırlangıçların yuvasını dağıtırız, mı diyorlar? Ayağınızı denk alın kırlangıçlar, bir daha bu ülkede yuva muva yapmaya kalkışmayın, yoksa dağıtırız, mı demeye getiriyorlar? Hrant Dink anlatmayı sürdürüyor: “ 12 Eylül darbesinin ardından, Ermeni vakıf mülkiyeti olduğu gerekçesiyle çocukların elinden alınıyor Kamp Armen. Benim elimden aldılar, bunu yaptılar. Ben ölmedim, bu toplum ölmedi!” Ölmedi de neden hiç sesi çıkmıyor, uğruna canını verdiğin bu sevgili halkının Hrant? Özgürlüğe ve barışa tutkun derecesinde sevdiğin Türkiye halkının üzerine ölü toprağı mı attılar? Yoksa Türkiye halkının ses tellerini mi aldılar Hrant? Anadolu halkının güzel inanışlarından biri, güvercinlere zarar verenlerin iflah olmayacağıdır. Halkın, bir diğer güzel inanışı da kırlangıç yuvasını bozanın, iflah olmayacağıdır. Allah korkusu olan, gerçek inançlı kişiler, güvercin ve kırlangıçlara asla zarar veremezler. Zarar verenlerin başlarına büyük fela- kızılbaş - sayfa 46 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ketler geleceğine inanırlar. Hrant Dink, barıştan yana Türkiye sevdalısı bir beyaz güvercindi, vurdular. Bahar dalını kırdılar. Tuzla’daki yetim Ermeni çocukların, “kırlangıçların” yuvası Kamp Armen’i dağıttılar. Orada öyle harabe, yıkık dökük bekliyor “kırlangıçların yuvası.” Bu haksızlıkları, bu zulmü, bu kıyımları yapanlar kul katında da Allah katında da lanetlenmeyecekler mi? Bunlardan hesap sorulmayacak mı? Hrant, bu belgeselde yine konuşuyor: “Benim elimden alıyorlar, bunu yaptılar. Biz onu parayla satın almışken, bize bir kuruş para da iade etmediler. Ben ölmedim, bu toplum ölmedi. Hayatta verdiğim bir mücadele varsa, o da bu kampı geri almak. Ve kampı yeniden bir cennet mekâna çevirmektir.” Tamam, düzenin koruduğu, kolladığı, sırtını sıvazlayıp aferin dediği tetikçileri anladık da. Hrant’ın güvendiği toplum nerede? Hrant’ın baş koyduğu Armen Kampı’nı geri alma mücadelesine neden sahip çıkılmıyor? Hrant’ı, tetikçiler öldürdü; şimdi bir de o çok sevdiği, güvendiği Türkiye halkı mı öldürecek? Mahzun bakışlı, barış güvercini Hrant’ın kırlangıçlarının yuvasını kurtarmak için parmağınız kıpırdamayacak mı? Kırlangıçların yuvasını dağıtanlar iflah olmazmış, duymuşsunuzdur. Güvercinlere kıyanlar da. gönderdiği harika mektubunu aynen aktarıyorum: “Kırlangıcın yuvası darmadağındır. Hani yuvası yıkılan kırlangıcın da öfkelendiği olur ya!!! Çıkar, çıkabildiği kadar yükseklere, koyverir kendini yere; çakılırcasına, hızla. İşte o pikeler, kırlangıcın isyanıdır. Sonra bir kenara sessizce çekilir kırlangıç. Altı ay olan ömrünün kalanını değerlendirir. Soyunun devamını sağlayacak yeni yavrularını, bu zalim dünyaya getireceği yuvasını inşa eder. Bu ülkede kırlangıç değil de güvercin olsam, diyesim geliyor. En azından, kırlangıçtan daha uzundur ömrü, güvercinin. Tabi şehir canavarları, kırlangıçların yuvasını yıktığı gibi, güvercinleri de vuruyor ya. Artık, güvercinlerin başı, üç yüz altmış derece dönüyor. İnsan kılığına girmiş canavarların olabileceğini de düşünüyor güvercinler. Bana dokunmazlar, demiyor artık hiçbir güvercin.” Bunları yazarken Garabet Orunöz’ün çektiği bir video kaydını izliyorum. Kamp Armen’de büyümüş ve hayata atılmış yetişkinler, hep birlikte o günleri anıyorlar. Hrant Dink, her zamanki acıyı bal eyleyen coşkusuyla, çocukluğunu anlatıyor. Kamp kurucusu Hrant Küçükgüzelyan’ın, çocuklara uyguladığı tuvalet eğitimini anlatıyor. Öylesine mutlu görünüyor ki Hrant Dink, o anda Kamp Armen’de, çocukluğunu yaşıyor, coşkuyla anlatıyor. Anadolu halkının güzel inanışlarından biri, güvercinlere kıymamak; bir diğeri de kırlangıçların yuvasını bozmamaktır. Barış güvercini Hrant Dink’e kurşun atan, o bahar dalını yerle bir eden hoyrat ellerin sahipleri, Anadolu insanı değil miydi? Öyleyse inançsız mıydılar? Kırlangıçların, öksüz yetim kırlangıçların yuvasını bozan, Anadolu insanının seçtiği yönetim değil miydi? 12 Eylül diktasını, Anadolu halkı seçmemişti, tamam. Ya sonraki yönetimler, hâlâ mı diktanın postalı ve süngünün korkusuyla siniyoruz? Hrant Dink’in haklı bir isteği vardı. Hayattaki tek mücadelesinin, Kamp Armen’i, gerçek sahipleri olan, öksüz yetim Ermeni çocuklarına geri kazandırmak olduğunu söylerdi. Daha ben ölmedim, dedi öldürdüler. Daha bu toplum ölmedi, dedi. Bu toplum ölmediyse? 19 Temmuz 2009, Sayın Garabet Orunöz’den, elektronik postayla bir mektup alıyorum. Garabet Orunöz de dört yaşındayken annesini kaybeden ve Tuzla’da ki Ermeni çocukların barındığı Armen Kampı’nda barınan çocuklardan biridir. Hrant Dink, Garabet Orunöz’den beş altı yaş büyüktür ve ona ağabeylik etmektedir. Garabet Orunöz’ün, elektronik postayla bana Hiç değilse, kıyılmaması gerekirken kıyılan güvercinin ruhu, huzur bulsun. Kırlangıcın, yüzyılların hüznünü damıtmış o mahzun güzel gözleri, artık hüzünlü bakmasın. Kırlangıçların yuvası kurtarılmadıkça, Hrant’ın, o insanın içini acıtan bakışları, hep gözlerinizin önünde olacak. O bakışlar sizi hep sorgulayacak. Hrant; sakin, inançlı, yürekli, kararlı sürdürüyor konuşmasını: “Dünkü haksızlık, dünde kalsın; bugün haksızlık yapmayalım, demeyi kabul edemem. Biz, dün de vardık; bugün de yaşıyoruz. Dünkü haksızlık dünde kaldıyı, kabul edemem. Bizim farkımıza varmaları gerekiyor. Bu devletin, bu toplumun, bizi desteklemesi lâzım. İnsan onurunu yüceltecek bir amaç için, burayı mutlaka alacağız.” Dünkü haksızlık, dünde kalmamalı. Dünkü haksızlığı yapanlardan hesap sorularak, hak geri alınmalı. İnsanım, onurluyum, diyen herkesin de kırlangıcın yuvasını kurtararak, kırlangıca vermek için, çaba göstermesi gerekiyor. İnsanlık onuruna sahip çıkacak, insanlık onurunu kurtaracak onurlu insanlar aranıyor. Çok geç olmadan, hem de hemen şimdi. [email protected] Xelas yew awka Welat Asli ya ez yew Kerema Dêrd mı gırunu ın çı weremu Nisenciyenu pey tonun gıramun Ez kotu miyun behri belun, el emun Xelas yew awka ez zaf biya têşun Çow cêy mı weş niyo her cêy mı rişyo Xebêr nezunun munêni şişun Ax ley felek wa kêy tu bıvêşu Ez ha belaya,bela ho mına Ez sêni ini tizbun gen ken ıni laya Verg kot mıyun buelun kutık nilawa Ini sêni heyat,sêni dinyaya Qey hun mı ninu ıni şewun dergun Zalım u xayin kot miyun vaş u mergun Welat kot desti kutıkun u vergun Ini sêni heyat eyr heqi ma mergu Qıse: Şêx Mehdi ( Mehdi Özsöy ) Arekerdox : Mehmet Selim Çürükkaya Muzik : Mikail Aslan Albüm : Xoza - 2013 kızılbaş - sayfa 47 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1915 VE ÖNCESİ: KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI EĞİLİMLER ÜZERİNE – 4. Bölüm “Kürdistan Ermenileştirilecekti” söylemi “Atatürk olmasa adımız Yorgo ve Dimitri olurdu”dan farklı mı?!.. Geçen bölümde yarım bırakmış olduğum Sayın Aso Zagrosi’nin görüşlerini eleştirmeye devam edeceğim. Bununla sonuçlandırmayı amaçlıyorum. Tam yayına verecekken 10 Kasım vesilesiyle CHP’li Muharrem İnce’nin gündeme düşen bir sözü buradaki ana argümanla çok ilginç çağrışım yaptığı için, bölüm başlığına o benzerliği yansıttım. Özünde aynı anlayışın dışa vurumu olan bu varsayımsal ikiz söylemler, batıda Rumların, doğuda Ermenilerin imhasını meşrulaştırıcı mazeret beyanları olmaktan öte bir anlam taşımaz. Kürt-Ermeni ilişkilerinin değişik kesitlerine dair yazarın tek yanlı değerlendirmelerini irdeleyerek sözkonusu sabit fikrin geçerlilik derecesini görelim. Şeyh Ubeydullah’tan sonraki süreçte Kürt birliğini ve bağımsızlık mücadelesini geliştirecek güçlü liderler çıkmazken, Kürt şeyhleri ve aşiret liderleri çoğunlukla Sultan Hamid’in Ermeni ulusal hareketini ezme siyasetine bağlandılar ve 1894-96 döneminde yaygın kırımlara alet oldular. Tarih muhasebesini inkarcı ve taraflı şekilde yürüten diğer yazarlar gibi Aso Zagrosi de bu süreci konu etmekten kaçınıyor. Hovsep Hayreni dınlar ve din adamlarının da katıldığı bu toplantı iyi bir zemindi. Anlaşma sonrası Kürd tarafı Mela Selim önderliğinde harekete geçtiği zaman karşılarında İttihat ve Terakkicilerle birlikte Taşnakları buldular. Prens Şachovki ve Kamil Bedirxan Taşnakların bu girişimini Kürdlere ‘ihanet’ olarak değerlendiriyorlar. Taşnak Partisinin Mela Selim önderliğinde gelişen harekete karşı kısa bir süre sonra resmi olarak ‘Ermeni soykırımı’ kararını alacak olan İttihat ve Terakki güçleriyle girdiği bu kirli ilişkileri ciddi bir şekilde değerlendirmek gerekir.” [1] Zagrosi bu konuda Kürt-Ermeni görüşmelerine katıldığını söylediği Kamil Bedirxan’ı tanık gösteriyor. Fakat aynı sürece Taşnaklar tarafından tanıklık eden Garo Sasuni’nin anlatımlarını hiç Sonra 1914 yılına gelerek Bitlis’teki sözkonusu etmiyor. Sasuni’nin yazdığıKürt ayaklanması ve Taşnakların tu- na göre bu dönem öncelikle Vaspuragan tumu hakkında şu değerlendirmeyi ya- ve Daron (Van ve Muş) bölgesinin Taşnak liderleriyle Hizan bölgesinin dini pıyor: lideri Şeyh Said Ali arasında görüşmeler “Birinci Dünya Savaşı öncesi Bedirxani- olur. Aralarında meşrutiyet öncesi var lerin de içinde yer aldığı Taşnak Partisi olan ve zamanla sekteye uğrayan ilişki, ile Kürdler arasında Osmanlılara karşı son dönem Taşnakların yeni bir yönelim ayaklanmak için bir antlaşma yapılıyor. içine girmeleriyle tazelenir. Taşnaklar Taşnak Partisi Kürdlerden gizli olarak reform konusunda hükümeti tekrar zorİttihat ve Terakki Partisi ile antlaşmaya lamaya başlarken Kürtlerin desteğini giderek ayaklanma girişimlerini deşifre almak üzere ortak bir özerklik yönünde ediyor. Tarihe ‘Mela Selim’ yada ‘Bitlis birlik arayışına girerler. Şeyh Said Ali Ayaklanması’ olarak tarihe geçen 1914 bağımsızlık perspektifine sahiptir, Erayaklanmasının bastırılması için Taşnak menilerin uzak hedefinin de bu olduğuPartisi Jön Türklerden binlerce silah alıp nu düşünerek aralarında birleşik bir cepKürdlere karşı savaşıyor. (...) Aslında he oluşturmayı önerir. Şeyh Said Ali’nin Kürd ileri gelenleriyle Taşnak ve Ermeni güvendiği Kürt liderlerden Molla Selim kilisesi yetkilileri arasında 1914 yılında onun telkiniyle Muş yakınındaki Surp yapılan antlaşmaya uyulmuş olunsaydı, Garabed Manastırı’na giderek Taşnaklı sonradan gelişecek soykırımlarının önü- Vartan Vartabed’i görür, ardından Gorne geçilebilinirdi. Kuzey Kürdistanlı ay- yun ve Rupen gibi bölgenin önemli Taş- nak liderleriyle görüşür. Ermeniler ve Kürtlerin birlikte yönetecekleri geniş bir özerklik talebi üzerinde anlaşmaya varırlar. Dahası Kürt ve Ermeni birlikleriyle bütün doğu illerini bağımsız ilan etme gibi radikal bir karar benimserler. Sasuni bu kararların Taşnak merkezi tarafından nasıl karşılandığını belirtmiyor. Bir ihtimal, bölgede görüşmeleri yürütenlerin yaptıkları anlaşmayı parti merkezine benimsetmekte zorlanmış olmaları da mümkündür. Fakat, anlaşma haberinin Osmanlı devletine sızmasını Sasuni Kürt tarafının kendi içindeki bir ihanete bağlıyor: “Vramyan ile yapılmış olan müzakerelere katılmış olan, Şeyh Said Ali’nin kardeşi Şeyh Reşit, herşeyi gizli olarak Osmanlı idaresine bildirdiğinden, Osmanlılar da doğabilecek bir isyanın önünü alabilmek için hazırlıklara başladılar. Yapılan hıyanetin farkına varamayan Kürtler, hemen acele işe koyulup Bitlis’e ani bir hücum yapmayı tasarladılar...” şeklinde açıklıyor. Tedbirli hareket eden Osmanlıların hızlı askeri takviye yaparak isyanı 18 gün içinde bastırdıklarını ve liderlerini tutuklayıp idam ettiklerini anlatıyor. Vramyan ile Şeyh Said Ali arasındaki anlaşmayı bilen Osmanlı kumandanı İhsan Paşa’nın Ermenileri sınamak için Muş bölgesindeki Taşnak liderlerine “gönüllü birlikler oluşturarak Kürt isyanına karşı savaşmalarını” teklif ettiğini, bunun ise Ermenileri zor duruma düşürdüğünü belirtiyor. “Teklifi kabul etmek, Kürtlerle yapılan anlaşmaya ihanet demekti. Teklifi red etmeleri halinde ise Osmanlılar tarafından Kürt isyancılarıyla işbirliği yapmakla suçlanma durumuna girilecekti. Bu durum karşısında Daron liderleri şu çareyi buldular. Derhal Şeyh Said Ali’ye gizli bir haberci yollayarak, şayet gösteriş için gönüllü Ermeni gurupları oluşturulursa hiddetlenmemesini ve şaşırmamasını, çünkü, Ermenilerin imza atmış oldukları anlaşmaya sadık olacaklarına kararlı olduklarını bildiren bir mesaj bırakıldı. Gönüllü Ermeni gurubu (çok az sayıda) Norduz’dan hareket halinde olan ve zamanında Ermenilere pek çok kötülükler yapmış olan Kör Mıhe (Mıho)’ya karşı çarpışacaktı.” diye özetliyor. [2] Görüldüğü gibi olay iki taraftan çok farklı yansıtılma durumundadır. Kesin kanıtlarla biri veya ötekini doğrulama kızılbaş - sayfa 48 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 imkanı olmadığında mantık muhakemesi yapmak gerekir. Sözkonusu gelişmelerden önce, Ağustos 1913’teki 7. Kongre kararıyla Taşnak partisi İttihat ve Terakki’yle ittifak ilişkisine resmen son vermiş ve kesin bir yol ayrımına girmişti. [3] Taşnak liderlerinin Kürtlerle yakınlaşma arayışına girdikleri bu dönem, onlara tuzak kurarcasına olan biteni İttihatçılara yetiştirip gizli işbirliği yapmış olmalarını düşünmek abestir. Ayaklanma başlayınca Taşnakların “JönTürklerden binlerce silah alıp” Kürtlere karşı savaştıklarına inanmak da mümkün değil. Ermenice Püzantion gazetesi İhsan Paşa’nın yöredeki Ermenilere ancak 150 mavzer dağıtabildiğini yazıyordu. [4] Taşnaklar binlerce silah alarak gönüllü işbirliğine girseler bunun uğultusu çok olur ve herşeyden önce diğer Ermeni partileri onları topa tutardı. Bu nedenlerle Sasuni’nin anlattıkları daha akla yatkındır. Ancak onun değerlendirmesi içinde de birşeyler soru işareti olarak kalıyor. Bölgede görüşme yapan Taşnak liderleri ortak bir ayaklanma fikrine sıcak baktılarsa bile, parti merkezinin buna ikircikli yaklaştığını düşünebiliriz. Hükümeti reformlar için zorladıkları ve uluslararası basıncın da arttığı 1913-1914 kesitinde, bunun bir sonucunu almadan silahlı ayaklanmaya girişmeyi erken bulmuş olmalıdırlar. Molla Selim önderliğinde Kürt ayaklanmasının başlaması da beklemedikleri kadar hızlı gelişmişse bölgedeki Taşnakların ona katılmakta bocalamış olmaları doğaldır. Ama öte yandan Osmanlı kumandanının isteğine açık tavır almayıp göz boyama anlayışıyla olsun prim vermeleri mazur görülecek bir şey değil. Burada Osmanlı’nın suçlamalarına maruz kalmaktansa Kürt dostlarının güvenini sarsmayı tercih ettikleri anlaşılıyor. Bunun Kürtler arasında bir tür ihanet olarak algılanması çok da yersiz sayılmaz. Küçük bir grupla da olsa düşman safında boy göstermeyi kendilerine yedirdikten sonra “anlaşmaya sadık kalacakları” haberini iletmelerinin bir inandırıcılığı olamazdı. Bitlis ayaklanması, bir süre sonra patlak verecek dünya savaşı arifesinde Kürt-Ermeni ittifakının sağlanabilmesi açısından çok önemli bir fırsattı. Şüphesiz, orada görüşmeler yapılan Kürt liderleri başka bölgelerin Kürtlerini temsil etme durumunda değildi. Ama başarılı bir gelişme geniş destek bularak savaş başladığında Kürt çoğunluğunun Ermenilerle beraber Osmanlı’ya karşı konumlanmasını getirebilirdi. Aynı dönem Van, Diyarbekir, Erzurum ve Musul vilayetlerinin çeşitli yörelerinde de hükümet karşıtı Kürt kaynaşmaları oluyordu. Fakat merkezi bir önderlik ve koordi- nasyondan yoksun, her biri kendi aşiret çevreleriyle sınırlı olarak gelişen bu hareketler Türk hükümeti tarafından çeşitli taktiklerle etkisizleştirildi. En son kendi etki alanındaki Kürtler yanında Asurilerin desteğini de alarak ayaklanan Şeyh Barzan’ın hareketi yenilgiye uğratıldı. [5] Taşnak liderleri Bitlisli Kürtlerle yaptıkları anlaşmaya bağlı kalsalar ve diğer bölgelerde de birlik çabasına ağırlık verselerdi 1915 soykırımı önlenebilirdi. Zagrosi’nin sonuç değerlendirmesi bu bakımdan haklıdır. Yalnız Taşnakların oradaki bocalama ve kaypak tavırlarını siyasi koşulları içinde gerçekçi eleştiriye tabi tutmak yerine, İttihatçılarla işbirliği halinde Kürtler aleyhine çevrilen bir oyun gibi suçlaması aşırı oluyor. Ki bu da başından sonuna Ermeni ulusal mücadelesini Kürtlüğe karşı gösterme çabasının bir ürünüdür. En sonu Birinci Dünya Savaşı’na gelince Zagrosi yine aynı önyargıları ile şu tabloyu çiziyor: “Taşnakların hedefledikleri ‘Büyük Ermenistan’ı kurmak için gördükleri en büyük engel Kürdlerdi. Çünkü, Kürdler onların devlet kurmak istedikleri topraklarda aritmetik çoğunluğu oluşturuyordu ve o toprakları kendi vatanları olarak görüyorlardı. Zaten Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Taşnak Partisi kendi stratejisini Rus ordusunun desteğiyle adım adım gerçekleştirmeye başladı. Kafkas Kürdlerine yönelik tamir edilmesi zor bir etnik arındırma gerçekleştirildi. Savaş boyunca Rus ordularının girdiği Kürdistan’ın tüm şehirlerinde Kürdlere yönelik etnik arındırmaya gidildi. Serhat’ın sınır boylarındaki şehirleri bir kenara bırakılırsa, Rus ordularının girdiği Van ve Bitlis’te dahi Kürd bırakılmadı. Abdulrezak Bedirxan’ın bazı Kürd köylülerin Van bölgesinde kendi yerleşim yerlerine dönmeleri için giriştiği çabalar dahi Ermenilerin engellemeleriyle karşılaşıyordu... Sorun sadece Kuzey Kürdistan değildi. Güney Kürdistan’da ‘Revanduz Katliamı’, Doğu Kürdistan’da Mahabad dahil olmak üzere bir çok şehirde çok çirkin katliamlar gerçekleştirildi. (Doğu ve Güney Kürdistan’a ilişkin belgeleri çevirip yayınlayacağım) Ermeniler savaş boyunca girdikleri tüm alanlarda Kürdlere karşı katliamlar yapmaya başladılar. Sadece Kafkas cephesinde değil, Fransızların işgal ettikleri Adana, Urfa ve Antep bölgelerinde de aynı şeyler yaşandı. (...) 1914 yılında Osmanlı Devletine karşı ayaklanmak için harekete geçen Kürd din adamları ve aydınları Ermenilerle ittifak kurarken ve Ruslardan yardım isteminde bulunurken, çok kısa bir süre sonra eline silah alabilen her Kürd nasıl oldu Ruslara ve Ermenilere karşı ölesiye ölüm kalım savaşına girdiler? Yada Birinci Dünya Savaşı sırasında bir dizi Ermeniyi ölüm pahasına kurtaran Milili İbrahim Paşa’nın oğlu Mahmud Bey nasıl oldu Urfa ve Antep savaşları sırasında Türklerle birleşti. (Mahmud Bey’in mektubunu yayınlacağım) Fransa’ya ve Ermenilere karşı savaştı? Aslında bu soru ve sorunların kısmen cevabı Prens Şachovski ve Kamil Bedirxan’ın raporlarında var. Rus arşivlerinde var olan bir çok belge var olan bu durumun anlaşılmasına yardımcı oluyor.” Bir solukta sayılan yukardaki iddialar somut verilerden yoksun ve ciddiyetten uzaktır. Daha önce belirttiğim gibi savaşta Rus ordusuyla beraber hareket eden Ermeni gönüllü gruplarının yer yer sivillere yönelik gaddarlık ve katliam da yaptıkları olmuştur. Ama doğru dürüst periyod ve boyutlarını bilmeden bunlara sistemlilik atfetmek, özellikle de Kürtleri hedefleyen planlı bir yönelim gibi göstermek subjektif ve kasıtlıdır. Anılan bölgelerde Kürtlerden başka Türkler ve diğer Müslüman gruplar da yaşıyordu. Kürtleri hedefleyip diğerlerini ayrı tutacak bir etnik temizlik, hele de nüfusun karışık olduğu yerlerde nasıl mümkün olabilirdi? Türk tarih tezlerine de bakılırsa aynı bölgelerde Ermenilerin Türkleri hedeflediği söyleniyor. Rus ordusunun işgali sırasında Kürtler ve Türkler arasından daha güvenli bölgelere kaçanlar olduğu gibi, yerlerinde kalanlar da olmuştur. Savaş içinde bir de Osmanlı devletinin Ermenilerden sonra Kürtleri tehcire tabi tutma durumu var. Celadet Ali Bedirhan “Mütarekenin ardından İstanbul’a döndüğümde Muhacirin Müdüriyeti kayıtlarında yapmış olduğum incelemeye göre Kürdistan’dan 650 bin kişilik bir nüfus Batı illerine sevk edilmişti” diyor. Şubat 1918 tarihli Jin dergisinin 11. sayısında ise Erzurum, Van, Bitlis’ten 418 bin kişinin tehcir edildiği yazılmıştır. [6] Eğer ki Ermeniler oralarda Kürt bırakmamışlarsa bu tehcir nasıl mümkün oluyor? Van’da Rus ordusunun gelişine kadar Ermeni halkı kendi varlığını hedefleyen Osmanlı güçlerine karşı direniş yapıyordu. Ruslar geldiklerinden üç ay sonra çekilince de 200 binden fazla Vanlı Ermeni Doğu Ermenistan’a doğru yığınlar halinde göçe dizilir ve onbinlercesi yollarda ölür. Rus işgali sırasında ise o çevrelerdeki Kürtler, Türkler ve diğer Müslümanlardan başka yerlere kaçan ve göçenler olmuştur. Savaşan iki devlet arasında yöreler el değiştirdikçe kendini güvensiz hisseden siviller sıklıkla yer değiştirir. Her iki taraftan bu durumu kızılbaş - sayfa 49 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tetikleyen insanlık suçları işlenmiş ve düşman devletlerin kendi saflarına yedekledikleri halklardan milisler, çeteler de bu suçlarda rol oynamıştır. Ermeniler bundan şüphesiz ki muaf değildir. Fakat Ruslarla işbirliği içindeki birkaç bin Ermeni gönüllüsünün bütün o bölgelerde Kürtleri katletmeye ve söküp atmaya çalıştıklarını savlamak inandırıcı değil. Bu iddia Ermeni halkının topyekün imha edilme olayını dengeleme gayretinden başka birşeyle izah edilemez. Anılan yerlerin birçoğuna Rusların girmesi Ermeni soykırımının başlamasından sonradır. Yukardaki gibi toptancı suçlamalarda öncelik-sonralık meselesi de bulandırılmış oluyor. Ermenilerin kendilerine yapılanlar sonucu giriştikleri intikam saldırıları daha baştan planlı işlenmiş suçlar gibi yansıtılıyor. Prens Şachovski ve Kamil Bedirxan’ın raporlarından yazarın aktardığı pasajlar kanıtsal değeri olmayan şeylerdir. Ermeniler tarafından nerelerde, hangi tarihlerde, somut olarak kimlere yönelik ve nasıl katliamlar yapıldığını gösterebilme durumunda değil. Kabaca bölge isimleriyle soyut iddialar yürütülüyor ve bolca genelleme yapılıyor. Örneğin; “Ermeni savunma güçleri müslüman Kürdlerin mallarına ve servetlerine el koydular ve Kürdlere zulüm etmeye başladılar.. Ermeni savunma güçleri Beyazid bölgesinde bütün Kürd köylerini harebeye çevirip ve yıktılar.. Bölge halkı sanıyor ki Ruslar gelmiş temsilcilerini yanlarına gönderiyorlar.. Fakat, anlaşılıyor ki gelenler Ermeniler.. Ermeniler temsilcilerini öldürüyor, sonra köylerini işgal ediyor ve köy halkının tümünü katliamdan geçiriyorlar... Onların gözleri önünde kadınlarına karşı aşağılayıcı davranıyorlar. (...) Ordumuz geri çekildiği zaman, Ermeniler bu durumu vesile bilerek sağ kalan müslümanları öldürüyorlardı.. Kürdleri esir almıyorlardı ve hemen orada öldürüyorlardı. Bundan dolayı Kürdler teslim olmak istemiyorlardı.. Ermeniler yalnızca Kürdleri bizden uzaklaştırmadılar, öyle yaptılar ki Kürdler bize karşı rahmetsizce savaşma ortamına soktular...” Bu ve benzeri kanıt sunmayan betimlemeleri raportörün güttüğü amaçla bağıntılı düşünmek gerekir. Prens Şachovski savaşta Kürtleri Rus tarafına çekmek için Kürt ileri gelenleriyle ilişkiler geliştirmiş biri olarak, genelde Ermeniler aleyhine ve Kürtler lehine tarafgirlik içinde rapor yazmıştır. Bunu sürekli hissettiren ifadeleri Rus devletinin ne kadar yanlış bir seçim yaptığını kanıtlamanın gayretiyle doludur. Zaten bir yerde “Askeri Güçlerimizin Genel Komutanlığına eğer Ermenileri kendimizden uzaklaştırırsak başarılı oluruz, Kürdleri Türklere karşı harekete geçirebiliriz, dedim” sözleriyle bunu daha açık gösteriyor. [7] Kürt ileri gelenlerinden referans verdiği, ittifak kurmak üzere itibar ettiği isimlerin pek çoğu (Haydaran aşireti lideri Kör Hüseyin Paşa, Muşlu Musa Bey, Şikak aşireti lideri Simko vb) Abdülhamit döneminden beri kırımlarda bulunmuş, Ermeni ve Asuri halklarına karşı zalimlikleriyle ünlenmiş kişilerdir. 1915 ve sonrası Revanduz’dan Mahabad’a ve 1920’lerin Urfa-Antep illerine kadar Ermenileri katliamcılıkla suçlayan Zagrosi, bunlara dair belgeler açıklayacağını belirtiyor. Revanduz ve Mahabad’da hangi Ermeni birlikleri bulunmuş, kimlerin komutasında neler yapmışlar? Revanduz hakkında Kürt tarihçi Kemal Mazhar Ahmed’in İngiliz subayı K. Mason’dan aktardığı bir anlatım var. Rus ordusunun orayı Mayıs 1916’da Ermeni ve Nasturi taburları eşliğinde işgal ettiğini, intikam peşinde koşan Ermenilerin şehirde katliama giriştiklerini, 2000 civarında evden geriye yalnız 20 ev kaldığını belirtiyor. Fakat K. Mazhar Ahmed bu alıntıya eklediği bir dipnotta Mason’un verdiği bilgiye ihtiyatlı bakıyor. Gerek 1. Dünya Savaşı’ndaki Kürt kayıplarını ele alan Mehmet Emin Zeki’nin, gerekse savaştan sonra Revanduz’da yaşayan ve bu konuda yazılar yazan Husên Husnî Mukriyanî’nin öylesine büyük (5 bin Kürdün katledildiği gibi) bir sayıdan söz etmediklerini, savaşın hemen ardından bölgenin yönetimine getirilen ve kitabında Ruslar ile Ermenilerin Revanduz’u işgaline değinen Yüzbaşı Hay’ın da o rakamı vermediğini belirtiyor. Kentteki hasarı anlatan Mukriyanî’nin bunu özellikle Ermenilere değil, onların ve İranlı Asurilerin eşlik ettiği Rus ordusuna bağladığını ekliyor. [8] Yani katliamın boyutu yanında, esas rolü Ermenilerin oynadığı iddiası da kuşkulu görünüyor. Rus ordusuyla beraber Güney Kürdistan’a kadar uzanan Ermeni gönüllüler olmuşsa bile sayıca fazla olmaları pek mümkün değil. Ermenilerin intikam hırsını Revanduz gibi geçmişte kendilerine karşı suç işlememiş bir bölgenin Kürtleri üzerine dökmeleri de mantıken zayıf bir ihtimaldir. Urfa, Antep, Adana ve Maraş’ta ise soykırım sonrası Fransızlarla beraber geri gelip yurtlarına yerleşmeye çalışan Ermeniler suçlanıyor. Kilikya’da Kürtlerin Türklerle beraber yürüttükleri savaş “Vurun Antepliler” türküsünde söylendiği gibi bir “namus” savaşı mıydı, yoksa Ermenilerden gaspedilmiş toprak ve mülklerin geri yitiril- mek istenmeyişinin gereği mi? Fransız ordusu içinde Ermeni lejyonu bulunmasaydı eğer, İngiliz ve İtalyan işgal kuvvetleriyle yaşanan çatışmasızlığın bir benzeri burada da görülecekti belki. Savaşılan esasta Fransızlar değil, Ermenilerdi. “Kurtuluş Savaşı”ndaki Türk-Kürt ittifakı hiç de emperyalizme karşı değil, Erzurum ve Sivas kongrelerinde kullanılan ifadeyle “Anadolu’da Rumluk ve Ermenilik kurulmasına karşı” sağlanmıştı. Sonuçta Fransızlar tarafından yüzüstü bırakılan Kilikya Ermenileri bir defa daha kırıma uğratıldılar. Doğu cephesinde de soykırımdan geriye kalan Ermeniler ve Doğu Ermenistan toprakları, Karabekir tarafından şerbetlenen Kürtlerin desteğiyle hedeflendi. Zagrosi ayrıca “Dr. Nuri Dersimi de ‘Anıları’nın bir çok yerinde Birinci Dünya Savaşı sırasında 1,5 Milyon Kürdün katledildiğini ve bunun büyük bir kesimini Ermenilere mal ediyor” diyerek Dersimi’den bildiğimiz aktarmaları yapmakta. Dersimi’nin sözkonusu iddialarının ne kadar mesnetsiz ve İttihatçı paşalardan devşirilme şeyler olduğunu bu makalenin 2. bölümünde görmüştük. Zagrosi’nin de bunu idrak edecek durumda olduğunu, fakat işine gelen konuda sorun etmek istemediğini düşünüyorum. Tam burada ilginç bir çifte standart örneğine dikkat çekmek isterim. Zagrosi, Şeyh Ubeydullah hareketiyle ilgili Sait Çetinoğlu’nun değerlendirmelerini eleştirirken, onun Garo Sasuni’den bazı alıntıları olduğu gibi vermesini (yani sorgulamadan gerçek gibi kabul etmesini) yadırgıyor. [9] Orada öyle çok kuşkuyla bakılacak şeyler olmamasına rağmen, kendince önemli gördüğü ayrıntılar üzerine hassas davranarak böyle bir yaklaşım gösterebiliyor. Burada ise Dersimi’nin akıl almaz iddialarını en ufak bir şüphe bile duymamış gibi aktarmakta beis görmüyor. Çok yeni bir yazısında ise Ermeni, Nasturi, Ezidi katliamlarından söz eden çeşitli yazarların ifade ettikleri rakamları ele alarak onları ciddiyetsizlikle suçlamakta. [10] Mesela 1894-1896 dönemi Abdülhamit’in yönlendirdiği Ermeni katliamlarında Ayşe Hür’ün 300 bin, Zeynep Tozduman’ın 200 bin olarak ifade ettikleri kurban rakamlarını, bu olayların yalnızca ilki olan 1894 Sasun katliamıyla sınırlı birşeyden bahsediliyormuş gibi “acaba Sasun’da ne kadar insan yaşıyordu?” sorusuyla çürütmeye çalışmış. Daha önce Xerzi aynı şeyi yapmış ve ben onu yanıtlamıştım. Geçen hafta yıldönümü vesilesiyle 1895 Arapgir kırımının ayrıntılı bir tablosunu aktardım. Şehir içinde 2.800 Ermeninin kızılbaş - sayfa 50 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 katledildiği belirtilen bu olay yalnızca bir örnektir. [11] 1895’in son ayları zarfında Ermeni halkı üzerine bir tufan gibi gelen saldırıların toplam 10 vilayette hangi şehir ve kasabaları harab ettiği, her birinin ne kadar köylerini etkilediği üzerine fikir vermek için yalnızca yer isimlerini sıralamak bile sayfaları doldurur. 1896’da artçı sarsıntı gibi devam eden başka olaylar olmuştur. Toplam kurban sayısı hakkında tahminler 80 binden 300 bine kadar değişiyor. Zagrosi 1843 ve 1846’da Mir Bedirxan güçlerinin Nasturilere yönelik katliamlarını konu eden Sait Çetinoğlu ve İsmail Beşikçi’nin toplam 30 binden 40 bine değişen rakamlarını da benzer şekilde kritik ediyor. Değişik kaynaklardan aktarılan bu tür bilgilerde belli farkların olması normaldir. Bir başkası asıl kaynakta 1.200 olarak geçen Ezidi katliamını 120.000 diye aktarmış. Bunun hayretle karşılanması anlaşılır. Ama diğerleri öyle inanılmayacak rakamlar değil. Buna rağmen gösterilen hassasiyet, Nuri Dersimi’nin “Ermeniler tarafından katledilen 1,5 milyon Kürt” iddiasına gelince tamamen dibe vuruyorsa, ortada çok ciddi bir tutarsızlık var demektir. 1915 Mayıs ayı başlarından Temmuz sonuna kadar Rusların denetimine giren Van’da o zamana kadar Osmanlı kuşatma ve saldırılarına karşı direnen Ermeniler bir özyönetim oluşturmuştu. Bu dönemden bahseden Zagrosi, Beyazid’deki Rus komutanlığının savaş sırasında köylerinden kaçan Kürtleri geri getirmek için 22 Temmuz 1915 tarihli bir talimat çıkarttığını, bir nüshasını da Van’daki Ermeni yetkililere gönderdiğini ve geri dönecek olan Kürtlere dokunmamaları için çağrıda bulunduğunu belirtiyor. Ermeni yönetiminin başkanı Aram’ın Kaf kasya’daki Rus II. Ordu Komutanlığı’na gönderdiği 26 Haziran 1915 tarihli mektupta ise (tarihler doğruysa eğer bu mektup daha önceki başka bir çağrıya cevap olabilir) “Kürtlerin Ermeni katliamına katılmış olmaları, Türk ordusuyla irtibatlı bulunmaları ve tekrar yerleşirlerse cephe gerisinde tehlike arzedecekleri” gibi nedenlerle o geri dönüş planına muhalefet edildiğini, ayrıca “Kürdlerin 17 ile 60 yaş arasındaki kesiminin ya askeri bir birliğe, ya Hamidiye alaylarına (mensup), yada milis oldukları (gerekçesiyle), bunlara savaş tutsağı muamelesi yapılmalıdır” diye önerildiğini aktarıyor. Bundan da çıkarttığı şu oluyor: “Yani sonuç olarak Kars’tan Erivan ovasından Van ve Hakkari’ye kadar hiç bir Kürd’ün alanda kalmaması politikası var. Ya kazara Ermenilerin bu politikası başarılı olsaydı Kürdistan’da Kürd kalmazdı.” Yazar burada Vanlı Ermeni liderin tutumunu kınarken yine daha önceki olguları dikkatten kaçırıyor. O tarihe kadar Ermeni halkına yönelik tehcir ve katliamlar her tarafta başlatılmış, bunun erken hedeflerinden olan Vanlı Ermeniler ise bir aylık muazzam bir direnişle kendini korumuştur. Fakat savaş durumu devam ettikçe hiç bir güvenceleri yoktur. Kürtlerin terkettikleri yerlere geri dönmelerini tehlikeli görürler, çünkü kendilerine saldıran Osmanlı ordusunun ön saflarında sıklıkla Kürt süvari milislerini görmüşlerdir. Bu gerçekliği Osmanlı ordusunda görev yapan Venezüela’lı lejyoner komutan Rafael de Nogales’in anıları da doğrulamakta, düzenli ordu yanında Kürt, Türk, Laz, Çerkez milis taburlarıyla Ermeni direnişinin kırılmaya çalışıldığını anlatmaktadır. Van kuşatmasıyla ilgili bölümleri okunursa en çok da yerli Kürtlerin kullanıldığı görülür. [12] Herşeye rağmen, bütün Kürtlerin suçlu sayılamayacağı, belli yaşlardaki erkek nüfusuna ayrımsız savaş tutsağı muamelesi yapılamayacağı, kaçanların geri dönüş ve yerleşmelerine topyekün karşı çıkılmasının yanlış olduğu açıktır. Bu toptancı önerme formel olarak Türk devletinin “güvenlik tedbiri” adı altında Ermeni halkına karşı izlediği politikayla benzeştirilebilir, ama koşulları ve hareket saikleri çok farklıdır. Türk devleti savaş durumunu ve Rus ordusuyla işbirliği ihtimalini bahane ederek en ufak tehlike arzetmediği yerler dahil bütün ülke sathında Ermenileri yerinden kaldırma ve imhaya yönelmiştir. Van’da direnişle tutunabilmiş olan Ermenilerin güvenlik sorunu ise bahane değil, gerçektir. Bir tarafta Rus askeri denetiminin sağlanmasına rağmen yarını belirsizdir. Nitekim sözü edilen mektuplardan hemen sonra Rus ordusu ani bir çekilme kararı alınca, batı ve güney tarafı zaten Türk hakimiyetinde olan bölgenin kuzeyi de tekrar el değiştireceği için ortada bir ada gibi kendi gücüyle dayanma imkanı görünmez ve Rusları takiben Vanlı Ermeniler de çekilmek zorunda kalır. Daha sonra Rus ordusunun bölgeyi tekrar ele geçirmesi üzerine Ermenilerin az bir kısmı da geri gelir ve harabe durumdaki Van’ı yeniden imar etmeye çalışarak nihai çekilmeye zorlandıkları 1918 Mart ayına kadar özerk yönetimlerini sürdürürler. Yukardaki mektubu yazdığı belirtilen Ermeni lideri Aram Manukyan, 1915 Van direnişinin önderlerinden olup, orada 70 gün var olabilen birinci dönem Ermeni özerk yönetimine başkanlık etmiş, daha sonra 1918 Türk işgaline karşı Doğu Ermenistan’ın korunmasını ve bağımsızlık kazanmasını sağlayan Sardarabad Direnişi’nde de önemli rol oynamıştır. [13] Zagrosi ona pratik olarak değilse bile zihniyet anlamında “etnik temizlikçi” yakıştırması yapmış oluyor. “Başarılı olsa Kürdistan’da Kürt kalmazdı” diyor. Öyle mi olurdu, onu kanıtlama imkanı yok. Ama sonuçta tersinin yaşanmış olduğu, yani Batı Ermenistan ve Kuzey Kürdistan’da hiç Ermeni kalmadığı bir gerçek. Bunu karşıt varsayımla nötralize etmeye çalışmak hoş değil. Zagrosi devamla, Gr. Tchalkhouchian isimli Ermeni yazarın Dersim’le ilgili -bence de doğru olmayan- bir değerlendirmesini aktardıktan sonra, yanlışları istismar temelinde aynı haksız yargısını güçlendirmeye çalışmakta. Yaptığı alıntının özeti şudur: “Rus Generallerin dar görüşlülüğü yüzünden Ermeni topluluğu içinde Kürdler de kaldı. Bu Kürdlere “dostlarımız” gözüyle bakıldı ve kendilerine Rus silahları verildi... Dersim Kızılbaş Kürdleri Rus Komutanlığından silah ve muhimat aldılar... Akabinden silahlarını bize çevirdiler...” Buna ilişkin Zagrosi’nin yorumu ise şöyle: “Yazar burada açık bir şekilde Erivan Ovasından Başkale ve Bitlis’e kadar uygulanan etnik/Kürd arındırma politikalarının Dersim ve Erzincan hatında da uygulanması gerektiğini düşünüyor. Rusların Dersim Kürdleriyle girdiği ilişkileri yanlış buluyor. Yazar Dersim Kürdlerinin kendilerine karşı silaha sarılma sebepleri üzerine kafa yoracağına Kürdlerin varlığında sorunu arıyor. Açıktır ki, Dersim Kürdlerinin, Alişer ve Seyyid Rıza önderliğinde Ermenilere karşı tavır almalarının nedeni Ermenilerin “Kürdistan’ı Ermenileştirme” politikasıydı. Yoksa Seyyid Rıza’nın Kazım Karabekir’den önce Erzincan’a Mamahatun’a ve Erzurum’a girmesinin başka bir açıklaması yoktur.” Bütün bunlar da çok sorunlu ve inkarcılıktan muzdarip söylemler. Tchalkhouchian’ın “Ermeni topluluğu içinde Kürtler de kaldı” diye sözünü ettiği yer 1916 yazında Rusların eline geçen ve Ermenilerce yeniden iskan edilen Erzincan olmalı. Yazar bu cümleyi Dersim için ifade etmiş olamaz, çünkü Dersim zaten Rusların denetim alanı dışındaydı. Fakat sınırdaş olan Dersim’de Kızılbaş Kürt liderleriyle ittifak aranması çok doğruydu. Bunu yalnız Rus komutanları değil, Ermeni komutanları da istiyordu. Ne var ki, Ekim devrimi sonrası Ruslar çekilmeye hazırlanırken Ermenileri temsilen Murat Paşa ve Dersimlileri temsilen Alişer Efendi arasındaki görüşmeler bir sonuç vermez. kızılbaş - sayfa 51 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 N. Dersimi’nin yazdıklarına bakılırsa Seyit Rıza Erzincan tarafında Kürtlerin can güvenliğinin tehlikede olduğuna dair abartılı söylentiler yoluyla kandırılarak bu harekâta yöneltilmiş. Ancak orada birçok faktör var. Yakın zamanda Ekim Devrimi olmuş, Sovyet hükümeti savaştan çekilme kararı almış, Osmanlı hükümetiyle Erzincan Mütarekesini imzalamıştır. Rus ordusunun işgalindeki yerleri “Türk Ermenistanı” olarak tanımlayan ve göçmen Ermenilerin yurtlarına dönüp kendi geleceklerini özgürce belirlemelerini öngören LeninStalin imzalı bir dekret (kararname) sözkonusudur. Lâkin Rus ordusu fiilen çekildikten sonra bu öngörünün yaşam hakkı bulması bir yana, bölgedeki Ermenilerin güvenliğini sağlamak bile ciddi sorun olacaktır. Aynı süre içinde Ermeni komutanı Murat Paşa ile Dersim-Koçgiri liderlerinden Alişer Efendi arasında gelecek için ittifak arayışı olur. Ancak bu çok hayati öneme sahip sürecin değerlendirilmesi karşılıklı güven ve anlayış eksikliği nedeniyle sürüncemede kalır. Nihayet Rus ordusu fiilen çekilince, Dersimliler artık yalnız başına çok zayıf kalan Ermenilerle riskli bir ittifak yerine kendi kaderlerini Osmanlı merkezi otoritesine bağlamayı tercih ederler. Bu arada Osmanlı paşalarının yaptığı bir çok manipülasyon ve özendirici vaadler de olmuş, ikircikli olan Dersimlilerin bir kısmı kazanılmıştır. Murat Paşa ile Alişer Efendi arasındaki görüşmelerin içeriğini Nuri Dersimi çok kısa olarak şöyle özetler: “Alişer Efendi’nin bildirdiğine göre, Murat Paşa yalnız Büyük Ermenistan emelini takip eden bir proje teklif etmiş ve Kürdistan özgürlük ve bağımsızlığı hakkında birliğe girişmekten çekinmiş olduğundan, kendisiyle uyuşma mümkün olamamış ve bu sebeple umutsuz olarak Batı Dersim’e çekilmeye mecbur kalmıştır.” [14] Burada mantıki olarak kuşku duyulması gereken bir boyut var. Murat Paşa’nın Kürtlerle ittifak arayıp da onların doğal istemi olan Kürdistan adına hiç birşey tanımak istememesi anlaşılır gibi değil. Bu görüşme Ekim devriminden sonra ve Rusların çekilmek üzere olduğu bir aşamada gerçekleşiyor. Yani kendi başlarına büyük bir güç oluşturamayacak durumdaki Ermenilerin Dersim ve Koçgiri Kürtleriyle ittifaka ciddi ihtiyaç duydukları, bunun için kendi bazı hedeflerinden feragat da ederek uyuşma arayacakları bir dönemdir. Dersimi daha önce (1916 yılı zarfında) Rus generali Lahov ile Murat Paşa’nın Dersimlilerle ittifak için beraberce girişimde bulunduklarını, Erzincan’a gelen Alişer’le ilk o dönem görüştüklerini, ayrıca 220 mevcutlu bir Ermeni ve Kazak birliğinin Ovacık merkezi ve Koçan aşireti bölgesine kadar gelip Dersimlilerle görüşmeler yaptığını, Fırat’ın doğu ve güney tarafının (yani Dersim bölgesi) prensipte Kürdistan olarak tanındığını, Rusların bu bölgeye müdahaleden vazgeçtiklerini ve KürtErmeni bölge sınırlarını belirlemek için görüşmelerin sürdüğünü yazmıştır. O zaman Ermenistan-Kürdistan anlaşması esas olarak sağlanmış iken, Ermenilerin Rus desteğinden mahrum kaldıkları daha sonraki görüşmede Murat Paşa’nın Kürdistan bağımsızlığını reddederek daha büyük bir Ermenistan dayatacak hali olabilir miydi? Alişer ile anlaşamadıktan sonra Murat Paşa’nın Doğu Dersimli bazı aşiret liderleriyle de görüştüğünü belirten Dersimi, bu defa “derhal ortak bir Ermenistan-Kürdistan bağımsızlığı ilan edilmesini” önerdiğini, fakat oluşturulacak savaş kuvvetlerinin ve kurulacak devlet idaresinin “kendi nüfuzu altında bulunmasını” şart koştuğundan dolayı bu heyetle de anlaşmasının mümkün olmadığını yazıyor. Burada en azından Ermenistan-Kürdistan bileşkesinin Murat Paşa tarafından kabul gördüğü bellidir. Muhtemelen Alişer Efendi’yle görüşmesinde de perspektifi böyle olmuştur. Bu noktada anlaşmak, askeri kumanda ve siyasi yönetimi de paylaşmak demektir. Nuri Dersimi’nin bu görüşmelerdeki sonuçsuzluğu bütünüyle ve tek taraflı olarak Murat Paşa’nın “kabul edilemez şartlar”ıyla açıklaması pek inandırıcı değil. Ama böyle bir açıklama Zagrosi’nin tezine çok elveriyor. Kendisine kalırsa mesele zaten “açık”tır; Dersimlilerin ittifak yerine karşıt tavır içine girmelerinin nedeni “Ermenilerin Kürdistan’ı Ermenileştirme politikası” olmuştur. Ona göre yalnız Fırat’ın güneyi değil, kuzey tarafı (yani Erzincan-Erzurum hattı) da “Kürdistan’a ait” olup, Ermenistan sayılması “kabul edilemez”dir. Bu doğrultudaki kendi bakışını, dönemin görüşmeleri sırasında Alişer ve Seyit Rıza’nın da bakışı olarak düşünüyor olmalı ki, onların Ermenilere bu temelde tavır aldıklarını ve Seyit Rıza’nın Erzincan’a yürümesinin başka açıklaması olamayacağını söylüyor. Bu subjektif bakışa göre başka etkenler üzerine düşünmek gereksiz olabilir. Ne var ki Zagrosi’nin referansı olan Nuri Dersimi, Seyid Rıza öncülüğünde bir kısım Dersimlilerin kış ortası Munzur dağlarını aşarak Erzincan’a girmelerini ve Deli Halit Paşa eşliğinde Erzurum’a kadar sefer yapmalarını şu etkenlerle açıklıyor: “Dersimlilerin bir kısmı, artık Rus ordularının çekilmiş olduğunu ve Ermeni kuvvetlerinin dahi yalnız kaldıkları için yenileceklerini hesaplayarak Türk hükümetine karşı evvelce yaptıkları isyanları unutturmak için ona hoş görünmek lazım geldiğini düşünerek ve bolca verilen maaşlara kapılarak milis kaydolunuyorlardı. Seyit Rıza ise, bu harekete katiyen razı olmuyor ve sonucun tehlikesini düşünerek, Kürtlerin bu kavgada tarafsız kalmalarını arzu ediyordu. Dersim’in birçok aşiretleri Seyit Rıza’nın bu fikrini uygun bularak teşkilata katılmıyorlardı. Kumandan Halit, Seyit Rıza’yı kandırmaya çalışıyordu, başarılı olamayınca özel habercileriyle bazı Dersimlileri Erzincan’a ve oradan Seyit Rıza ile alakası olan bir takım Kürt ileri gelenlerini de Seyit Rıza’nın yanına gönderdi. Bunlar bir hafta içinde Dersim’den Erzincan’a yardım kuvvetleri yetişmediği taktirde bütün Erzincan Kürtlerinin Ermeniler tarafından yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklarını Seyit Rıza’ya söyleyerek Seyit Rıza’nın milli duygularını heyecana getirdiler ve Seyit Rıza aşiretiyle birlikte Erzincan üzerine harekete geçti.” [15] Burada Seyit Rıza’nın ikna edilmesi her ne kadar Erzincan’daki Kürtlerin güvenliğiyle ilgili gözükse de, güç dengelerindeki ani değişimin tarafsızlık yerine güçlüden yana eğilim göstermeye etki yaptığı inkar edilemez. Seyit Rıza da bu koşullarda Türk devletiyle ilişkilerini onarma yoluyla Dersim’in özerkliğini meşrulaştırma amacı gütmüş olabilir. “Erzincan’da Ermenilerin Kürtleri yok edeceği”ne dair verilen alarmın Türk kurmayı tarafından üretilmiş bir dezenformasyon oluşu Nuri Dersimi’nin ifadelerinden dahi anlaşılıyor. Bu kışkırtıcılık da Seyit Rıza’nın tavrını etkilemiş olmalıdır. Daha öncesinde ise Doğu Dersimli bazı aşiretlerin Ruslardan boşalan stratejik yerlere saldırıları olmuş ve Ermeni güçleriyle bunlar arasında çatışmalar yaşanmıştır. Rus ordusunun çekilmesi ardından, onların bırakmış olduğu devasa askeri mühimmat ve lojistik stoklarına rağmen, bölgeyi savunmak için asker sayısı çok yetersiz olan Ermeniler zor durumda kalır. Rus denetimi ortadan kalktığı için Türklerin mütareke şartlarını ihlal ederek saldırıya geçmeleri mümkündür. Murat Paşa liderliğindeki ulusal komitenin bütün çabası bu ihtimale karşı savunma önlemlerini artırmak, Erzincan’daki sivil Ermenileri korumak ve sonunda mecbur kalınca bu nüfusun güvenli çekilmesini sağlamak yönünde olur. Bu süre içinde Doğu Dersim tarafından kızılbaş - sayfa 52 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 taciz hareketleri görülen aşiretlerle saldırmazlık anlaşması için görüşmeler yapılır. Erzincan-Pülümür sınır hattında otorite sahibi Bako Ağa, Yusuf Ağa ve oğullarıyla bir mutabakata varılmasına rağmen ihlaller devem eder. Nihayet Türk ordusunun saldırı sinyali üzerine Murat Paşa şehirdeki sivil Ermenileri tahliye ederek Mamahatun istikametine çekilmeyi başlatınca yol boyu pusu atan Kürtlerle çatışma durumunda kalırlar. Bir yanda tipi boran, dondurucu soğuk, bir yanda tutulmuş boğazlar, yakılmış köprüler ve ateş altında yol almaya çalışan çoluk-çocuk... Dört beş günlük ilk çekilme hattında 6 bin kişilik kafileden 1.500 civarında kayıp verirler. [16] Seyit Rıza’nın kendi kuvvetleriyle Erzincan’dan Mamahatun ve Erzurum’a kadar yaptığı sefer ise, tarihlerdeki uyuşmadan anlaşıldığı kadarıyla çekilme yolundaki Ermenileri kovalama işlevi görür. Bunun yarattığı telaş ve baskılanma da kafileyi perişan etmiştir. Sonuçta, Ermeniler iddia edildiği gibi Erzincan’daki Kürtleri ve Türkleri yok etme çabasında değilken, bunu önleme adına yapılan operasyonlar bir kere daha Ermeni halkının tasfiyesine yarar. Acı olan, bu son etapta Dersimliler eliyle kurban edilen Ermenilerden çoğunun kısa süre önce yine onlar tarafından korunup Erzincan’a geçirilmiş insanlar olmasıdır. 12 Kasım 2013 NOT: Bu son bölüm öncekilerden daha uzun olduğu için devamını gelecek sayıya bırakıyoruz [1] “https://www.newroz.com/tr/ politics/352210/sayin-ay-e-h-r-k-rdlerkonusunda-t-rk-resmi-tezlerini-tekrarlyor” [2] Garo Sasuni, age, s. 156-158 [3] Arsen Avagyan-Gaidz F. Minassian, Ermeniler ve İttihat ve Terakki: İşbirliğinden Çatışmaya, Aras Yayıncılık, 2005, s. 118-119 [4] Vahan Bayburtyan, age, s. 215 [5] Vahan Bayburtyan, age, s. 216-217 [6] M. Kalman, Batı Ermenistan, Kürt İlişkileri ve Jenosid, Zel Yayıncılık, 1994, s. 147 [7] http://www.mezopotamya.gen. tr/drok-tarih/sovyet-rusya-kurt- iliskileri-h1795.html [8] Kemal Mazhar Ahmed, I. Dünya Savaşı’nda Kürdistan, Doz Yayınları, 1996, s. 266, 286 [9] http://www.civata-kurd.de/tr/politics/352691/eyh-ubeydullah-nehri-bams-z-ve-birle-ik-k-rdistan-fikri19 [10] https://www.newroz.com/tr/ politics/353688/k-rdler-h-ristiyankatliamlar-ve-rakamlar [11] http://www.gelawej.net/index. php?option=com_content&view =article&id=13003:abduelham it-krmlarnn-canl-bir-oernei-1895arapgr&catid=36:tarih-belge [12] Rafael de Nogales, Osmanlı Ordusu’nda Dört Yıl (1915-1919), Yaba yayınları, 2008, s. 58-111 [13] Van-Vaspuragani Herosamardı (Van-Vaspuragan Kahramanlık Savaşı), Yerevan, 1990 [14] M. Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim, Zel yayınları, 1994, s.82 [15] M. Nuri Dersimi, age, s.83 [16] Aram Amirxanyan, “Rus yev Turk Zinatatarı, Badmagan Antsker 19171918” (Rus ve Türk Mütarekesi, Tarihsel Pasajlar 1917-1918), Frezno, 1921 kızılbaş - sayfa 53 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 öteki maraş-bizim kürtlertampon yaşam (yazı dizisi -1-) Aramızda herhangi bir tel örgü yok diğer halklarla -tabi beyin sınırlılığını saymazsak- Maraş’ın hemen hemen tüm ilçelerine dağılmış bir etnopolitik nüfus yapısı var. Bu nüfus içerisinde Çerkezler, Çeçenler, Muhacirler, AvşarUĞUR lar bir de Kürt Alevileri çeşitli bölgelere serpilmiştir. Serpilmek kelimesi diğerleri için uygun bir tabir olsa da bizim ”Kürt Alevileri” için biraz hafif kalıyor sanırım, biz daha çok yerleştik-çoğaldık-bitirildik üçlemesinin elekten arta kalanlarını yaşıyoruz. Diğer etnik gruplar asimilasyonu birinci görev saydıklarından herhangi bir sorunla karşılaşmamışlar. Tabi Maraş Alevilerinin 3K’sı (KürtKızılbaş-Komünist) yok edilmeleri için geniş bir kapıyı hep açık tutuyor. Maraş’ın adını biz de katliamla anmak istemezdik- gerçi Maraşlılar bitiremediklerine üzüldüler- fakat sadece katliamla ansaydık Maraş’ı ona da razıydık. Tampon bölgenin tüm dezavantajlarını komşu illerin ilçeleriyle (Sarız-Tufanbeyli) de paylaştık. Köylerin başına bela ettikleri şey katliamdan da ağır bir devamlı travma yarattı formül belliydi kan davaları aracılığı ile köyler boşalacak düşmanlık, kin ve nefret hep dallanıp budaklanacaktı. Dallanıp budaklanmakla kalmayıp kök saldılar köylere. Bu köylerden bir köy Maraş’ın Göksun ilçesinin Altınoba (Qerekîlîs) köyü hem Sarız’a hem de Tufanbeyli’ye sınır. Göksun-Tufanbeyli-Sarız Kürtlerinin bir nevi ortasına denk geliyor. Zamanında kudretli “Kürt Bey” tarafından 1880-1890’larda Osmanlı-Rus savaşı döneminde Erzincan bölgesinden göçüp gelen için kurulan bir köy. Köy aynı zamanda eski bir Ermeni yerleşkesidir de. Kurulduğu dönemlerde yoğun göç alan bu sebepten daha sonra 5-6 köye daha dağılan Altınoba köyü günümüzde 15-20 hane kala kalmıştır. Köyün boşalmasının temel nedenleri diğer birçok Kürt Alevi Köyle benzerlik gösterir. Aşağı da bazı nedenleri verdik: -Avrupa’ya işçi göçü döneminde köylülere oldukça kolay pasaport verilmiş pasaportu alan ADSIZ Avrupa’ya kaçmış- bilhassa topluma öncü olabilecek kişiler ve gençler- hâl böyle olunca siyasi ideolojik altyapı çökmüş, genç nüfus erimiş kalan kızlar da Avrupa’ya gelin gitmiş. – Kan davarlının sürmesi sağlanmış kan davasına giren her iki aile/kabile de göç yolunu tutmuştur. Bu yolla güvensizlik/çekememezlik baş göstermiştir. 40-50 yıl sonra bile öç almalar devam etmiştir/ediyor. -Herhangi bir fabrika olmayışından çalışma için Batı’ya gidilmiştir. Bilhassa Mersin ve Adana’ya yoğun göçler olmuş bazı bölgeler tamamen birbirini tanıyan civar köylerden gelen Kürtlerden oluşmuştur. -Eğitim imkânlarının kısıtlı olmaması göçü zorunlu kılmıştır. Evet tüm bu ve benzeri sebeplerden kaynaklı beyin/insan göçünden sonra ne oldu bizimkilere bir bakalım: – İlkokullara gelen öğretmenlerin bir çoğu ya ülkücü, ya Kemalist ya da dindar Sünnilerden teşekküldü. Bu da çocukların tamamen Türkçülük ideolojisiyle büyümesine vesile olmuştur. Hiçbir parçayı bilmem ama hâlen “ Baş koymuşum Türkiye’nin Yoluna” parçası ezberimdedir. – Aydın diyebileceğimiz kişilerin göçünden sonra meydan CHP zihniyetine kalmış âdeta. “Bak bana oy vermezseniz şeriatçılar gelir” diyerek oyları silip süpürmüş seçim sonrası uğrayan olmamıştır. Bu bölge Kürtleri için tek bir soru önergesi verilmemiştir. Korku sempati doğurmuştur. – İnsanların göç etmesi nüfusun azalması Batı ile artan ilişki bir sorun daha doğurmuştur ki, en büyük sorun bu halk dilini kullanmamaya başlamış, gençler sadece anlamakla yetinmiş çocuklar ise güzel Türkçe konuşma sevdasına düşmüşlerdir. BİZİM CADDELERİMİZDE DE Açmaz Açamaz Deme Hiç Bir Zaman Bu Nar Çiçeği. Açacaktır Elbet Bizim Caddelerimizde de Bayram Olacak Halkın Üstüne Böyle Kalsa da Faşist Namlular Namert Ellerdir En Sonda Bir Bir Kırılacak Enver GÖKÇE kızılbaş - sayfa 54 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ÇIMÊ ESQİ TO DERO Şiir... dewru fino hurê, têv dano! Derd u khulu, esq u sewdau, ters u cesaretu, wasten u arzuyu ra bıngê xo cêno. Ge jê laşêri kou saneno xo ver, ge ki jê pakaê asmêni beno hira u ğais, sono... Suke be suke, welat be welat zon u kulturu ra cêreno. Kulturo ke vanê, eve zon yeno werte, mirê zoni ki şiiro. Hama... Zazaki de thomê şiir zobina! Pêrî Yayınevi Weşanên Pêri Niyazi Armutlu tel & fax: 0216 347 26 44 mobil: 0530 490 58 52 e-mail: [email protected] (Aktaran) Sait Çetinoğlu: incirlik üssünün tapusu (gaspedilen bir ermeni mülküdür) kızılbaş - sayfa 55 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Çiyayên me berfê lê kir Spî bûye, spî bûye Ez ji te dûr im Tu ji min dûr î Tim zivistan, spî bûye Bihar hatiye gundê me Sor û zer bûye çiyayên me Ez ji te dûr im Tu ji min dûr î Tim zivistan, spî bûye Brîndar im ez wê nakim Ez wê jînê qebûl nakim Ez ji te dûr im Tu ji min dûr î Tim zivistan, spî bûye (a n o n i m) ************************* YÜKSEK YÜKSEK UÇAN GÜZEL TURNALAR Yüksek yüksek uçan güzel turnalar, Aman Bağdat size Hasan geldi mi? Yeşil yeşil turnalara karışmış, Gökte aranıza Hasan geldi mi? Hünkarın önünde giden solaklar, Gayet çok yalvardım geçmez dilekler. Cennet kapısında olan melekler, Bakın aranıza Hasan geldi mi? Karadır Hasan’ın kalem kaşları, Mah yüzüne dökmüş siyah saçları. Mısr ilinden gelen çavuş başları, Mısır illerine Hasan geldi mi? Hünkar’ın önünde şol giden vezir, Önünde ardında kırk bin kul hazır. Derya gözedici Hazreti Hızır, Sorun deryalara Hasan geldi mi? Karacoğlan der ki: Beyaz bileği, Mevlam sevindirsin hayr ile seni. Yedi iklim dört köşenin sultanı, Padişahım sana Hasan geldi mi? MÜCADELE ARAYIŞINDAKİ KADIN Ayşegül Karadağ [email protected] Haç olsun, darağacı olsun, zindan parmaklıkları olsun, hep erkeklerin deliliğinin simgeleridir. savunma mekanizmalarına yönelik olmalıdır. Kadının kendisine inanması açısından önemlidir. Kuvveti her zaman hayatın kendisinden önce tutarlar.Ama kadının simgesi bir daire, bir halkadır. Bacaklarının arasında beliren bir bebek başıdır, meme uçlarının yuvarlaklığıdır, göbek deliğidir, şişen karnıdır, güneştir o. Halkaların ne başı ne sonu vardır. Oysa doğrular, ister yukarı ister aşağı gitsinler, ister haç, ister darağacı oluştursunlar, her zaman için erkeklerin ölüme taptığının kanıtlarıdır. Kadına verilen değer cinsel tabular bu şekilde kendini gösteriyor. Ve gerçekten kadın bir sermaye değildir. Ne erkeğin sermayesidir ne de toplumun sermayesidir. Kadının kendi öz değerlerinin farkına varmalıdır. Kadın bir cinsellik sembolü değildir, olmamalıdır. Kadın aslında çok güçlüdür. Ve bu güçlülük tarihin derinliklerinden gelmektedir. Kadınlarla ve çocuklarla ilgili kötü haberler hep çok üzücü. Hayatı yeniden üreten kadınlar, hayatın tüm yüzleriyle karşılaşmış durumdalar. Olması gereken şudur aslında; 1) Kadın toplumun her alanında yer almalıdır. 4) Kadın toplum merkezleri her il ve ilçede yer almalıdır. 2) Devlet yönetimi’nde ve siyasette aktif bir şekilde rol üstlenmelidir. 3) Kadının kendini geliştirmesi açısından kadın programlarına ağırlık verilmelidir. Ama bu programlar öz 5) Kadınların eğitimine yönelik okullarda eğitim programları geliştirilmelidir. Yeter ki biz kadınlar mücadelemizde kararlı ve atılgan olalım. Kendi öz irademize sahip çıkalım. Başkalarının bize sahip çıkması değil, biz kadınların kendimize sahip çıkması gereklidir. Bizi kurtaracak olan yine biz kadınlarız. Kadınların cinsel obje olarak görünmesine neden olan zihniyeti yine biz kadınlar yok edebiliriz. Kadınların kendi öz siyasal örgütlenmelerini kurup geliştirmel. İkdidarları bölüp paylaşmalıdır. Bu şekilde kadınların birbirine kenetlenmesi daha özgürce olacaktır. Daha Özgür ve duyarlı toplumlara ulaşmak dileğiyle. kızılbaş - sayfa 56 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim’in cellatları ilk kez konuştu 1938’deki büyük katliama katılan askerler Dersim’de ne yaşandığını ilk kez anlattı. Askerler katliamdan önce bir ay gaz eğitimi almış. Dersim’in Kayıp Kızları filminin yönetmeni Nezahat Gündoğan, ikinci filmi Hay Way Zaman’da katliama katılan dört askeri buldu. Yozgatlı Haydar Yıldırım, Erzurumlu Mehmet Ali Çiftçi, Malatyalı Haşim Özçelik ve Konyalı Mehmet Ali Doğaner; Gündoğan’ın 5 Aralık’ta galası yapılacak yeni filminde katliamı anlattı. Filmde yer alan askerlerden Mehmet Ali Doğaner; Dersim Katliamı’nın bir numaralı ismi General Abdullah Alpdoğan’ın İstihbarat Amiri. Filmin çekiminden sonra Haydar Yıldırım ile Mehmet Ali Doğaner vefat etti, ancak diğer iki isim yaşıyor. Nezahat Gündoğan, askerlerin aradan 74 yıl geçmesine rağmen Dersim’i hâlâ karış karış hatırladıklarını anlattı. Taraf’ ın sorularını yanıtlayan Gündoğan; “Yaşları ilerlemiş olmasına rağmen katliama katılan askerler, her şeyi bütün detaylarıyla hatırlıyordu. Hepsinin akli dengesi yerindeydi. Ancak İstihbarat Amiri Doğaner’in görüşmesinde MİT de bulundu ve her şeyi anlatmasına izin vermediler” dedi. Katliamdan bir ay kadar önce Elazığ’da “zehirli ve yakıcı gaz eğitimi kursu” açıldığını da tespit ettiklerini söyleyen Gündoğan, “Alpdoğan’ın Milli Savunma Bakanlığı’ndan zehirli gaz istediği telgrafı ilk kez yayınlayacağız” diye konuştu. “TUNCELİ’Yİ TEMİZLEDİK” Film Gülver’in hikâyesi etrafında şekillense de, en önemli yanı katliama katılan askerlerin tanıklıkları. Onlardan ilki Mehmet Ali Doğaner. Doğaner, katliamı şöyle anlatmış: “Tunceli’nin temizlenmesi gerekiyordu. Ordu, girdi çıktı. Yani sıcak çatışma olmadı. Bizimkiler vardılar, temizlediler. Karşılık veren yoktu. Ufak tefek çapulculuk oluyordu. Yoksa devletle alakaları yok onların. Bizimkilerin çok zaiyatı olmadı yani. Bu temizlik yapılırken haksızlık edildi tabii, özür dilenmeli.” “37 KİŞİYİ ÖNÜMÜZE KATIP GÖTÜRDÜK” Erzurumlu bir hacı olan Mehmet Ali Çiftçi, Dersim Katliamı’nda yer alan askerlerden biri. İlk hatırladığı yüzbaşının kendilerine Dersim hakkında söyledikleri: “Yüzbaşı geçti ortaya. Dedi, ‘Arkadaşlar biliyor musunuz, biz nereye gidiyoruz. İçimizde bir çıban var. O çıbanı paylamaya gidiyoruz. Onlar da bütün Kızılbaştır’ dedi.” İnsanların topluca öldürüldüğü anlara dair ise şunları söylüyor Çiftçi: “Köylere çıktık. Tüfeğini teslim etmemiş, devlete teslim olmamış, onları evlerinden çıkartıyoruz; önümüze katıyoruz. 37 kişi topladık. Önümüze kattık. Kutuderesi derler, bir büyük bir dere. Makineli tüfekler yerleşmiş orada. Bizi geriye aldılar, ateş emir verdiler. 37 kişi bir salavat çekti ki, dağ taş inledi... Onları oturtuyorlardı birarada. Makine tüfekleri gır gır baştan çıkıyor. Bütün kırıyorlardı.” Haşim Özçelik, Malatya’nın Arguvan İlçesi’nden. Dersim Katliamı’na ilişkin hiçbir pişmanlığının olmadığını kendi ifadeleriyle anlatıyor: “Harbe gideceğiz dediler. Harbe gidiyoruz, ne için gidiyoruz? Adam vurmaya. Ne kadar adam vurduk biliyor musun? Adam kalmadı, öldü Dersim’de. Çok öldü. Ölenin sayısını mı bileceğim? Ne üzüntü duyam ölenlerden dolayı. Öldürmeye gidiyoruz, üzüntü mü duyacağız?” DÖRT HAİN: FARE, KURT, DOMUZ, KÜRT Yozgat Sorgunlu Alevi bir asker olan Haydar Yıldırım, katliamı ağlayarak anımsayanlardan: “Onların yaptığı iş acı, cin biberi gibi. İnsanlığa yakışmıyor. O zamanın yarasını açma.” Yıldırım, alay kumandanının benzetmesini ise dün gibi hatırlıyor: “Bir alay kumandanımız geldi, Konya’dan. Dedi ki, ‘Arkadaşlar dünyada dört hain var: Biri fare, biri kurt, biri domuz, biri Kürt. Bunun dördü de hain.’ O adamdan duydum. 500-600 kişi ağır makineli tüfeklerle öldürdüler, Harçik ırmağına attılar. Harçik Irmağı’nın 500 metre aşağısı kıpkırmızı aktı.” (Müjgan Halis/Taraf) kızılbaş - sayfa 57 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 KAYNAR SUYA ÇOCUK ATILDI Maraş Katliamı yaşandığı sıralarda dönemin İçişleri Bakanı olarak görev yapan Hasan Fehmi Güneş, katliam anlarını canlı yayında anlattı. Hasan Güneş katliam için "faşist bir plan" ifadelerini kullanarak tüyler ürperten katliamın detaylarını canlı yayında paylaştı. KAYNAR SUYA ÇOCUK ATILDI Hasan Fehmi Güneş, katliamın tüyler ürperten anlarını anlatırken, katliam esnasında kaynar suya atılarak öldürülen bir çocuk bile olduğunu kaydederek "Yörükselim Mahallesi’nde canilerin elinde kurtulan 10 yaşındaki bir çocuk kaçarak komşularına sığınıyor ancak onca yıllık komşuları onu evine almıyor. Yine bir kişiyi ağaca çivileyip ateş ederek öldürüyorlar. En vahşi olaylardan birisi de kocaman bir kazanda kaynar suya atılarak öldürülen çocuk cesedi bulduk" dedi. Maraş, katliamının göz göre göre geldiğini ifade eden Günşe "Katliamın El Kaide'de rin de yer aldığı belirlendi. Almanya'da El Kaide zirvesi 500 Türk savaşçı İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan Suriye raporu, iç çatışmaların taraflarından biri olan El Nusra Cephesi’yle ilgili bir bilgiyi ortaya çıkardı. İçişler i Bakanlığ ı rapor una göre 500 Türk El Kaide bağlant ılı El Nusra Cep hesi saflar ınd a çat ışmak üzere Sur i ye’ye gitt i. Bu kişilerden bir kısm ın ın Afgan ist an ve Pak ist an’d ak i El-Kaide kamplar ınd a eğit ildikleri belirt ild i. İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan Suriye raporu, iç çatışmaların taraflarından biri olan El Nusra Cephesi’yle ilgili bir bilgi verdi. Bugün gazetesinden Kamil Elibol'un haberine göre, Milli İstihbarat Teşkilatı ve Em- önüne geçilemedi, çünkü istihbarat bize bunlarla ilgili bilgi vermiyordu. Olaylar başladı, Vali'ye istihbarat verilmedi, askeri çağırmakta da geç kalındı. Gelen asker de yeterli değildi. Ben istihbarat örgütünün oradaki cinayetlere, oradaki katliama katkı yaptığını düşünüyorum. Engel olmayı bırakın, MİT bizzat katkı yaptı." dedi niyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı birimlerden alınan bilgi ve verilere göre hazırlanan rapora göre, Türkiye’den 500’ü aşkın kişi El-Kaide bağlantılı El Nusra Cephesi ve Irak Şam İslam Devleti saflarına katıldı. Afganistan'da eğitim Beşşar Esed güçleriyle yaşanan çatışmalarda çok sayıda Türk vatandaşı hayatını kaybetti. Çatışmalarda El Nusra Cephesi saflarında ölen Türkler’in sayısının resmi kayıtlarda 13 olduğu belirtildi. Raporda kayıtlara girmeyen ölü sayısının 75 olduğuna dikkat çekildi. Suriye’ye giden Türkler arasında daha önce Afganistan ve Pakistan’daki El-Kaide kamplarında eğitim görenle- Geçtiğimiz aylarda resmi davetli olarak Almanya’ya giden Emniyet Genel Müdürlüğü heyeti ile Alman Federal Polisi (BKA) yetkilileri arasında ElKaide konusu ele alındı. Türk polisi, BKA yetkililerine “Ülkenize sokmayın diye bize bildirdiğiniz isimlerin Almanya’dan çıkışına neden izin veriyorsunuz? O halde siz ülkeden çıkışlarını yasaklayın” dedi. 30 ülkeden 3 bin kişi için Türkiye’ye giriş yasağı İçişleri raporunda yabancı istihbarat birimlerinden gelen bilgiler doğrultusunda 3 bin yabancı uyruklu kişi hakkında ‘ülkeye giriş yasağı’ konulduğu ifade edildi. Tüm hudut kapılarına bildirilen yasaklılar listesinde Almanya, Fransa, İngiltere, İsveç, Norveç, Suudi Arabistan, Ürdün ve Pakistan’ın da aralarında bulunduğu 30 ülkenin vatandaşlarının yer aldığı öğrenildi. Kaynak: http://www.ilkehaber.com/haber/ el-kaidede-500-turk-savasci-28027.htm kızılbaş - sayfa 58 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersaneleri nasıl bilirsiniz? Fikret Başkaya “Aklın uyumasından canavarlar türer”* Goya Dersaneler ülke gündeminin birinci sırasını işgal etmeye devam ediyor. Gazeteler ve televizyonlar kafayı dersanelerle bozmuş durumda. Bu, “konunun uzmanlarına” iş çıktığı anlamına da geliyor. Politikacılar ve “medyatik aydınlar” kapatmadan yana olanlar ve olmayanlar olarak iki kampa ayrılmış. Tabii her zaman olduğu gibi akademinin sesi-soluğu çıkmıyor. Çıkması için, sesi-soluğu olması gerekirdi. Bizdeki üniversiteler, ses çıkarmak için YÖK’ten emir ve talimat bekler. Ve emir-komuta dahilinde ses verirler. Nasıl ses verdikleri de mâlum... Aslında asıl söz konusu olan, dersanelerin kapatılmasından çok, eğitimin özelleştirilmesinde yeni bir eşiğin aşılmasıdır. Amaç büyük sermayeye yeni değerlenme, sömürü ve yağma fırsatları sunmaktan ibaret. Bir kamu hizmeti ve bir hak olması gereken eğitim tipik bir kapitalist etkinlik alanı haline getirilmek isteniyor... Böylece, zaten özelleştirmede hayli yol alınmış olan eğitim alanı bütünüyle sermayenin etkinlik alanı haline getirilecek. Gerçek durum bu ama tabii “eğitim reformundan” “ fırsat eşitliği” yaratmaktan, eğitimin kalitesini yükseltmekten de çok söz edilecektir. Kavganın görünen yüzünde, iki dinci odağın iktidar ve rant kavgası da var. Bu da kafa bulandırmaya, asıl amacı gizlemeye imkân veriyor. Böyle bir ortamda asıl sorulması gereken soruyu soran da pek yok gibi. Asıl sorulması gereken soru şu: Dersaneler neden var? Devlet okulları yanında tipik birer ticarethane olan dersanelerin işi ne? Kaldı ki, bunlara dersane demek de uygun değil, testhane demek gerçeğe daha uygun düşüyor. Zira sadece test çözmeye odaklanmış durumdalar. Dersanelerin varlık nedeni ve biricik amacı kâr etmektir, sermaye biriktirmektir, daha çok bikirtirmektir. Ve çocukları bu ticarethanelerin patronlarının insafına terk etmek, bu toplumun ayıbıdır. Zira, eğitim ve öğretim, kamusal bir etkinlik olarak gerçekleştirildiğinde adına lâyık bir etkinlik olabilir. Çocukların ve gençlerin öğrenme, bilgilenme, bilgi ve becerilerini yetkinleştirme, entellektüel yetkinliğini geliştirme gereği ve isteğiyle, gözü daha çok kârdan başka bir şey görmeyenlerin amacı ve beklentisi uyuşur muydu? Velhasıl eğitimin bir metaya dönüştürülmesi söz konusu. Soruyu başka türlü soralım: Dersaneler [testhaneler] neye yarıyor? Gayet açık ki, insanları aldatmaya yarıyor. Ve bu aldatma/aldatılma operasyonundan birileri büyük paralar kazanıyor. Üniversiteye sınavla giriliyor ve üniversitelerin kapasitesi sınırlı, talebi karşılamaktan uzak. Orta öğretim diploması olan herkesi kapsaması mümkün değil. İkincisi, üniversiteler arasında da önemli kalite farkı var, dolayısıyla kaliteli bir üniversitenin ilgili bölümüne girmek için de bir rekâbet var. Mârifet sadece kazanmak değil, iyi bir yeri de kazanmak. Ve bu durum çelişik olarak kalitesiz üniversitelerin çoğalmasını teşvik ediyor. Zira üniversite kurmak, AVM açmak, toplu konut inşa etmekten farklıdır. Uzun bir hazırlık evresini, yetkin bir öğretim kadrosunu ve eğitim için gerekli donamını varsayar... Bir binanın ön cephesine “burası üniversitedir” yazıldı diye orası üniversite olmaz. Üniversite kirmak çocuk oyuncağı değildir. Şimdilerde artık üniversite kurmak, bakkal dükkanı açmaktan daha kolay, zira bu günün AVM’li dünyasında bakkallara yer yok. Bir zamanlar kent merkezlerinin her sokağında dersane açılıyordu. Şimdilerde de her mahallede bir özel üniversite açılıyor. Bunlara bilgi ticarethanesi demekte bir sakınca yoktur. Görünen o ki, bilgi ticareti iyi kazandırıyor... Dersaneler bir tür Milli Piyango İdaresi gibi [yakında o kurum milli olmayan idareye dönüşecek, zira özelleştiriliyor], her öğrenciye sınav kazanma ve üniversiteye giriş vadediyor. Fakat bir sorun var, üniversitelerin ve bir bütün olarak yüksek öğretim kurumlarının kapasitesi sınırlı. Üniversitenin diye- lim 100 binlik kapasitesi varsa ve sınava giren öğrenci sayısı da 300 bin ise, testhaneler nasıl bir mucize yaratıp da 300 bin genci üniversiteye sokacak? Eğer dersaneler sayesinde herkes üniversiteye girebilseydi, o zaman bunların bir varlık nedeninden ve işlevinden söz edilebilirdi. Ve öyle bir şey mümkü değil. Eğer durum böyleyse, dersaneler en fazla ne yapabilir? Belki sıralamayı değiştirebilirler ama onu da abartmamak kaydıyla. Aslında dersanelerin olmadığı durumda kimler kazanıyorsa, en iyi üniversitelerin ilgili bölümlerine kimler girebiliyorsa, dersanelerin olduğu durumda da yine onlar girer. Elbette sıralamada ufak-tefek kaymalar olabilir ama kayda değer bir değişiklik yaratmaz. Dersaneler olsun/olmasın en iyi üniversiteleri ve bölümleri en iyi kolejlerde, liselerde okuyan varlıklı sınıfın çocukları olmaya devam eder. En iyi liselere, kolejlere girebilenler, en pahalı dersanelere de gitme imkânına sahiptirler. Netice itibariyle dersanelerin yoksul ailelerinin çocuklarının mâkus talihini yendiğine dair yaygın tevatürün reel bir karşılığı olması mümkün değildir. Sınıfsal ayrışmanın böylesine keskinleştiği bir toplumda, kimlerin nereye kadar gidebileceği, kapıların kimlere açık, kimlere kapalı olduğu önceden belirlenmiş durumdadır. Peki istisnalar olmaz mı? Elbette olur ama mâlûm “istisnalar” kuralı doğrulamak içindir denmiştir... Tüsiad başkan ve üyelerinin, Müsiad başkan ve üyelerinin, yüksek yargı mensuplarının, barolar birliği başkanının, zengin avukatların, finans baronlarının, milletvekili ve bakanların, toprak ağalarının, üniversite rektörlerinin, zengin profesörlerin çocuğunun, gündelikçi bir kadının, bir tarım işcisinin, asgari ücretle yaşama savaşı veren, “çalışan yoksulların”, velhasıl sıradan mütevazı ailelerin çoçukları yarışa aynı çizgi üzerinden mi başlıyorlar? Anadili Kürtçe olan yoksul bir emekçi çocuğunun yarışa nereden başladığı açık değil mi? Böyle bir durumda da dersaneler ancak bir yanılsama/aldatma/aldanma/oyalama aracı olabilirler. Ve öyleler... Elbette altsınıflardan çocukların da istisnai olarak yüksek bir performans göstermesi mümkündür ama diğerlerinden bir kaç daha çok çaba göstermek kaydıyla. Zira yarışa diğerleriyle aynı çizgi üzerinden başlamıyorlar. Yanılsama yaratan bir şey de, burjuva toplumunda sınıf atlama yolunun açık olmasıdır. İşte “sıfırdan milyo- kızılbaş - sayfa 59 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ner” olanların öyküleri anlatıla anlatıla bitmez. Oysa bunlar, yoksulluk okyanusunda küçük bir ada bile değildirler... Devlet okullarıyla dersaneler arasında tuhaf bir işbölümü oluşmuş durumda. Devlet okulları diploma veriyor, dersaneler de öğrencilere test yapmayı öğretiyor, sınava hazırlıyor. Dersanelerin varlığı, devlet okullarını da kalitesizleştiriyor. Zira öğretmen yapması gerekenin bir kısmını zaten dersanenin yapacağını düşünecektir. Özel dersaneler öğretmeni işlevsizleştiriyor, itibarsızlaştırıyor. Tabii aralarında dersanelere müşteri temin etmek için seferber olanlar da az değil... Etik değerlere bunca yabancılaşmış bir egitici kitlenin o toplumda hâlâ bir itibarı olur mu? Toplum ve öğrenciler katında bir saygınlıkları kalır mı? Öyle bir öğretmen ki, devlet okulunda öğretmediğini 200 metre mesafedeki özel dersanede öğretiyor... Bu rahatsız edici bir durum değil mi? Çocuklar taa baştan sınava kilitleniyor, sınıvlarda başarılı olmak, bir var olma- yok olma ikilemine dönüşüyor. Sadece sınavı düşünen çocuklardan, gençlerden ne olur? Bu ülkenin çocuklarını, haftanın beş günü devlet okuluna, hafta sonu iki gün de dersaneye, duruma göre bazı günler gündüz okula, akşam da dersaneye göndermek hangi pedagojik ilkenin bir gereğidir? Bu tam bir saçmalık, akılsızlık değil mi? Bu çocuklar ne zaman ders kitapları dışında bir şeyler okuyacak, mesela klasikleri okuyacak, düşünmek, tartışmak, şiir, hikaye yazmak için, dertleşmek, gözlem yapmak, sağı solu görmek için nasıl vakit bulacak? Yegane amacın sınavlardaki başarı olduğu koşullarda bizzat çocukların, gençlerin ruh sağlığı da riske girmez mi? Eğer durum böyleyse, aileler her türlü zorluğa katlanarak çocuklarını neden hâlâ dersaneye göndermek için akıl almaz bir çaba içine giriyorlar, onca fedakârlık yapıyorlar? Kendilerini buna mecbur hissediyorlar ve bunu çaresizlikten yapıyorlar. Ne yayıp-edip, bir yolunu bulup çocuklarını dersaneye gönderiyorlar. Aksi halde onlara karşı görevlerini yapmadıkları düşüncesine, suçluluk duygusuna kapılırlardı. Velhasıl onların çaresizliğinden birileri kâr ediyor. Bunu, herkes için kaliteli eğitimin bir hak olması gerektiğini bilmedikleri için, öyle bir dayatma yetenekleri olmadığı için, yurttaş bilinci taşımadıkları için yapmaya mecbur oluyorlar. Devlet veya bir bütün olarak kamu idareleri artık kendilerini kamu hizmetlerini, sosyal hizmetleri sağlama yükümlülüğünün dışında görüyorlar. Kamu hizmetleri sürekli budanıyor, paralı hale getiriliyor, özelleştiriliyor. Devlet adım adım sosyal hizmetlerden elini çekiyor ama bu arada havadan başka her şeyden de vergi alıyor. Şimdilerde bir tek havadan vergi alınmıyor. Bakalım ona sıra ne zama gelecek? Öyleyse bunca vergi ne için toplanıyor? Kapitalistleri, iş dünyası denilen mülk sahipleri kesimini daha çok beslemek için. Devlet neye mi yarıyor? Kapitalistler için “uygun” alt-yapı yatırımları, düşük ücret, düşük vergiler, düşük maliyetler, yüksek teşvikler sağlamak, sömürüyü derinleştirmek, bütçeyi ve hazineyi sonuna kadar yağmalatmak için... Oysa normal koşullarda kamu idarelerinin misyonu ve varlık nedeni, topulmsal refahı sağlamak, toplumun ortak iyiliğini gerçekleştirmek değil midir? XVIII. Yüzyılın sonlarında Batı Avrupa’da: “ Temsil yoksa vergi de yok” sloganı dillendirilirdi. Şimdilerde de artık “Kamu hizmeti, sosyal hizmet yoksa vergi de yok” şeklinde bir slogana ihtiyaç var... Elbette, genel okul müfredatlarında yer almayan, özel yetenek sınavıyla girilen güzel sanatlar bölümleri [müzik, resim, heykel, tiyatro, drama, vb.] için özel ders veren kurumlar gereklidir ama zaten bunların eğitim sisteminde bir sorun ve ikilik yaratmaları mümkün değildir. Eğitimin özelleştirilmesine karşı çıkmak gerekir zira bilginin metalaşması, paralılaşması, kâra ve kazanca endekslenmesi, bilginin varlığı ve misyonuyla çelişir. İkincisi, kapitalist toplumda, “her sınıftan çocukların eğitim kurumlarından eşit yararlanmaları” anlamında “demokratik eğitim” mümkün değildir. Üçüncüsü, kapitalizm dahilinde fırsat eşitliğinden söz etmek insanlarla alay etmektir... Nihayet eğitim sorunu ve nasıl bir eğitim istiyoruz sorusu da, nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz sorusundan bağımsız değildir. Ve eğitim alanında iyi şeyler yapmanın yolu, bir bütün olarak toplumun rotasını değiştirmekten geçiyor. Velhasıl nasıl bir eğitim isitiyoruz sorusu, iç tutarlılığı olan bir toplumsalpolitik projeyi varsayar... * “ El suene de la risòn prduce monstruos”. Goyo’nın bir gravürü üzerine yazılmıştır. Kaynak: http://www.ozguruniversite.org We l a t da Kadın Olmak Ali Ülger ‘Ana tanrıça Kibele Anatolya’dır. Dolayısıyla anaerkil düzenin en önemli alanlarından biride Anatolya’dır. Ama gelin görün ki Anatolya’da kadın sürekli ezilmiş, yok sayılmış ve ötekileştirilmiştir. Walat’ta da kadın ağıdın öteki yüzüdür. Öyle ki kadınlar Walat’ta’da ağıtlarla ünlenmişler. Jın bejler yaslarda, ölümlerde hep en ön saflarda yer almıştır. Kadınlar Walat’ta yaşamın her alanında yer almış, tarla sürmüş, ot biçmiş, koyun yaymış ve biz bu listeyi uzatabiliriz. Ve kadınlar Walat’ta çocukluğunu yaşamadan anne olmuş, zorla birine verilmiş, ya da birkaç kuruş başlık parasına satılmıştır. Kadınların konuşma hakkı dahi tanınmamış, ötekileştirilmiştir. Erkek eğemen sistem yine kendi eliyle kadın haklarını savunmaya çalışmış. Bu durum bazı traji komik olayları doğurmuştur. Kadın haklarının kadınlardan çok erkeklerin savunması, 8 mart dünya emekçi kadınların gününde kadınlardan çok erkeklerin katılması gibi durumların acının boyutunu ortaya çıkartıyor. Artık Walat’ta kadınların kendi haklarını savunması, kendilerinin haklarının birer savunucusu olması gerek. Son zamanlarda kadın örgütlü bir yapıya bürünseler de, yeterli değil. Bizlerinde erkek egemenliğini düşünmeden kadınların haklı davasında yanlarında, Yer almamız kadınlara öncü değilde, destekçi olmamız, ağıdı klamlara dönüştürmemiz gerekmektedir. kızılbaş - sayfa 60 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 asimilasyon alevileri mezarda da rahat bırakmıyor! Neler neler yaşanıyor güzelim ülkemde? Devletçe uygulamaya konulan her şey zamanla tavsıyor ama Aleviler üzerinde yapılan asimilasyon ise dur durak bilmiyor. Alevi-Bektaşilere mezarda bile rahat yok! Öyle ki asimilasyon politikaları Alevilerin ölülerini, mezarlarını, türbelerini/yatırlarını dahi kapsar hale geldi. Hem de bu yolda çok pervasızca adımlar atılıyor. Sarıkız olan türbe de Safiye Sultan olarak değiştirilmiştir. İş bununla sınırlı kalmamış, Simav Akbaldır Stadyumu üzerindeki tepede yer alan ve hala önemli bir ziyaretgâh olan Horasanlı Acem Baba türbesinin adı da kaşla göz arasında birden Mardinli Kürt Abdurrahman Kezberi Hazretleri oluvermiş! Ne alakaysa; Mardin nere, Simav nere? Dr. Hüseyin DEMİRTAŞ köylerinde tek bir Alevi kalmamıştır. Tekke ve zaviyeler kapatılmadan önce ilçe merkezinde en az iki tane Bektaşi tekkesi mevcutmuş. Hatta Simav’da Şeyh Bedrettin adına yaptırılmış bir türbe var. Batı köylerine giden caddenin adı Şeyh Bedrettin Caddesi’dir. Türbelerin/yatırların Aleviliği ve Bek taşiliği çağrıştıran isimleri değiştirilirken, Uşak’ta Hacım Sultan ile Kon ya’da bir Bektaşi türbesi arazisine de Süleymancılar ve Nakşibendîler gibi tarikat çevrelerince el konulmuş durumda. Ankara’da ise Vakıflar Genel Müdürlüğü 18 yıl önce Alevilerin kurduğu dernekle bakımı yapılan Hüseyin Gazi Türbesi’ni sudan bir gerekçeyle kurucuları arasında AKP’li Mamak ve Keçiören belediye başkanlarının da bulunduğu bir vakfa tahsis etti. Rant amaçlı bu girişim son anda durduruldu ancak Hüseyin Gazi Türbe arazisi için kavga henüz bitmişe benzemiyor. İstanbul’da ise Karaca Ahmet Sultan, Şah Kulu, Erikli Baba, Garip Dede dergâhları üzerinde yıllardır oynanan oyunlar herkesin malumuyken, asıl sahipleri oldukları halde Aleviler bu dergâhların çoğunda kiracı konumunda tutuluyor. Verili bu duruma karşılık Simav’da Alevi-Bektaşi varlığı ve tarihi mirasına yönelik hunharca bir katliama imza atılıyor diyebiliriz. 2006 yılında Simav ve çevresinde Kültür Bakanlığı adına folklor alan araştırmaları yapan Yazar Gülağ Öz, “Simav ilçesinde Alevi izlerine çok sıkça rastlıyoruz. Yöneticiler ve halka, ‘burada Alevi köyü var mı’ diye sorduğumuzda, yanıt artık yok biçiminde geliyor. Bize bazı köylerin artık Sünnileştiğinden söz ediyorlar. Simav’da oldukça çok türbe var. Türbeler buranın eski bir Alevi yerleşimi olduğunu kanıtlıyor. Nur cemaatinin önemli kişilerinden birisi arkadaşlarımızla birlikte türbelerin gezisine eşlik ediyor. Bizimle geziye katılan Araştırmacı Aydın Durdu arkadaşımız anlatıyor. ‘Bu Recep çok tehlikeli işler yapıyor. Hep türbelerin adını değiştiriyor. Gittiğimiz birkaç türbenin levhasını adları bu değil diye sökerek kırdı. İşte Aleviliğin Simav’da başına gelenler hep böyle olmuş gibi görünüyor” şeklinde tespit etmiş. Oysa Alevi-Bektaşi dergâhları, türbeleri adına asıl vahim gelişmeler Anadolu’nun derinliklerinde yaşanıyor. Örnekleri memleketim olan Kütahya çevresinden vereceğim. Eminim ki, bu tür gelişmeler Anadolu’nun başka yerlerinde de mutlaka yaşanıyordur ama söz konusu mekânlarda Alevi varlığı tamamıyla ortadan kaldırıldığından bunlar kamuoyuna maalesef pek yansımıyor. Mesela Kütahya’nın Simav ilçesi tarihte önemli bir Alevi-Bektaşi yerleşimiyken bugün neredeyse ilçe ve Tabii türbelerin adlarını değiştirmeler, eski levhalarını ve kitabelerini kırmalar ve Sünniliğe uyarlanmış yeni adlar vermeler bu tarihten sonra da hızla devam etmiş. Bunu nereden öğreniyoruz? İzmir’de yaşayan ve memleketine gittiğinde türbeler üzerinde yaşanan oyunlar dikkatini çeken Simavlı Gazeteci Alaattin Gürırmak’ın Facebook’taki Simav Grubu’nda yazdığına göre, Simav’da bir Bektaşi türbesi olan Hacı Baba’nın adı Hacı Ahmet, halk arasında Şeyh Cavlı diye bilinen diğer adı Yine Gökçeler Köyü yolundaki Sinan Çelebi türbesinin içindeki iki mezardan birinin taşındaki yazının okunmasına rağmen buranın kapısına da Yusuf Efendi tabelası yakın tarihte iliştirilmiş. Örnekleri artırmak mümkün ancak şunu çok net şekilde görebiliyoruz; nerede Alevi-Bektaşi varlığı azaldıysa veya tamamen yok olduysa orada Alevi-Bektaşilerin yaşadığını hatırlatan isimler ilgisiz kişi ve çevrelerce değiştiriliyor veya bu mirasa ait eserlere de el konuluyor. Mülki amirler ve diğer yetkililer de genelde yapılanlara göz yumuyor ve hatta çanak tutuyor. Alevi-Bektaşi ulularının türbe ve yatırlarına yapılan bunca saygısızlıkla, el koyma ve isimlerini Sünnileştirmelerle de kalınmıyor. Bölgede yıllardır yaptığım gözlemlerden edindiğim bir başka izlenim de, eskiden Alevi-Bektaşilere hizmet veren ve ziyaretgâh görevi gören birçok yatır ve türbe, günümüzde birer mescide dönüştürülmüş durumda. Örneğin yine yüzyıllardır Alevilerin ziyaret ettiği ve adına kurbanlar kestiği bin 500 metre rakımlı Gediz Murat Dağı’nda bulunan Murat Dede Türbesi’nin içi ve çevresi oradaki kaplıcalara gelenler tarafından çok yakında cami de bulunduğu halde mescit olarak kullanılmakta. Ayrıca türbe de çok sayıda dua kitabı, Kur’an-ı Kerim bulunmakta; başı sıkıca örtülü kadınlar, sakallı ihtiyar amcalar namazdan sonra sanki inadına yapıyormuş gibi saatlerce Kur’an okumaktalar ve hatta gelip türbeye yüz süren ve niyaz eden Alevilere de hakaret etmektedirler. Bunu bizzat ben 2004 yılında yaşadım. Beraberimizde bulunan yakınım kadınlar türbenin eşiğine niyaz ettiğinde ve kapısına yüz sürdüğünde sakallı bir hacı amcanın hakaretine uğradık. Neymiş, bizler putperest miymişiz de böyle demire ve betona tapıyor muşuz? Ben de dedim ki, “Ey hacı bizler Alevi’yiz. Ulularımızı böyle ziyaret eder ve on- kızılbaş - sayfa 61 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lara böyle hürmet ederiz. Bize karışamazsın. Murat Dede de Sünni değil bir Alevi ulusuydu. Hem ileride cami varken niye burada namaz kılıyorsun?” Bu cevabı hiç beklemeyen bizim sakallı, orada yalnız olduğundan ve bizim çok olduğumuzu gördüğünden homurdana homurdana hızla uzaklaştı. Ya yanında birkaç daha kendisi gibi birileri olsaydı ne olurdu? Kesin üzerimize saldırırlardı! Aynı durum kendi beldemdeki birçok yatır için de geçerli. Üstünde yapı bulunan bazı yatırlarda (Haksız Hasan, Türbeler) artık çoktandır Kur’an ve dua kitapları da bulunuyor. Gelenlerden bazıları eskisi gibi sadece mum yakıp çerağ uyandırmıyor, bir köşeye çekilip sesli Kur’an okuyor ve dakikalarca camideki gibi dua da ediyor. Görüldüğü üzere devlet, hükümet, çoğunluk Sünni toplum maddi-manevi bütün gücü ve imkânlarıyla sadece yaşayan Alevi’nin değil çoktan Hakka yürümüş ve gönüllere nakşolmuş ölüsünün de üzerine çullanmış durumda. Bu gidişata dur demenin tek yolu direnç ve mücadele yanında, böyle uygulamaları deşifre etmek, kamuoyuna duyurmak ve karşı önlemler almaktan geçiyor. Aksi takdirde Arap emsallerine nazaran görece hoşgörülü Anadolu Sünniliği’ne bile tahammül edemeyen Arap Vahhabi özentisi bu AKP Hükümeti ve İslam anlayışı etkisini daha da artırırsa, korkarım o zaman türbelerin isimlerini değiştirmekte onları tatmin etmeyecek. Ya ne yapacaklar? Aynen Suudi Arabistan’da Hz. Muhammed’in Medine’deki kabri hariç bütün sahabe mezarlarının yıkıldığı ve yerle bir edildiği benzeri bir akıbet Türkiye’deki mezar ve türbeleri de bekliyor. Çünkü ölülere mezar yapmak, mezar taşı dikerek ölenin yerini belli etmek ve mezar/ türbe ziyareti Vahhabi/Hanbelî mezhebine göre haram ve yasaktır. O kadar da değil demeyiniz. Türkiye’de dincileşme, İslamcı toplum mühendisliği ve dinsel dayatmacılık adına artık bu da olmaz/olamaz diye bir şey yok. Şeriat yolunda alınan mesafeyi şöyle bir göz önüne getirirseniz, bir bakarsınız Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle, her şey göz açıp kapayıncaya kadar “Hayaldi gerçek oldu”ya dönüşür… Butzbach, 9 Aralık 2013 var olan her farklılık öz örgütlenmereriyle kendilerini temsil etmeli!. demokratik dayanışmarala aktif katılmalıdır! kızılbaş - sayfa 62 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 63 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ey Kürt Halkı; Dr. Şeyh Muhammed Maşuk El Haznevi “Bir kişi size İslam' dan bahsetse, size İslam'ı anlatsa, durun bakın o kişinin size anlattığı İslam'ın içinde Kürtlerin yeri varsa inanın, yok ise inanmayın. Çünkü o kişinin size anlattığı İslam'ın içinde sizin yeriniz yok ise demek ki o kişinin anlattığı İslam, ALLAH ve Peygamberin İslam'ı değildir. Aksine o kişinin anlattığı İslam; kendisinin, devletinin, cemaatinin veya bir başkasının İslam'ıdır. Mümkün değildir ki ALLAH ve Peygamberin dini olan İslam'da Kürtlerin yeri olmasın. ALLAH ve Peygamberin dininde her milletin hakkı vardır ve her milletin devletin ümmetçi alevileri!. kızılbaş kızılbaş -- sayfa sayfa 64 64 -- sayı sayı 33 31 - aralık Ekim 2013 2013 -- http://www.kizilbas.biz http://www.kizilbas.biz -- tel: tel: 00 00 49 49 (0) (0) 177 177 502 502 88 88 53 53 ortadoğu sömürge halklarına örnek olması dileğimizle!.. Nelson Rolihlahla Mandela ya da kabile adıyla Madiba (18 Temmuz 1918 - 5 Aralık 2013), Güney Afrikalı Anti Apartheid (ayrımcılık karşıtı) aktivist ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ilk siyahî devlet başkanı. 1994’te ilk defa tüm halkın katıldığı seçimlerde devlet başkanı seçilmiştir. Yönetimi, Apartheid’ın mirasının dağılmasına, ırkçılığı engellemeye, fakirlik ve eşitsizliğe odaklanmıştır. Siyasi görüş olarak Demokratik Sosyalist olan Mandela, Afrika Ulusal Konseyi siyasi partisinde 1990’dan 1999’a kadar parti başkanlığı yapmıştır.
Benzer belgeler
- Kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hu...