- Kızılbaş
Transkript
- Kızılbaş
kızılbaş Temmuz 2013-Sayı 28 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! Aleviler ve MİT-Öcalan Mutabakatı İttihatçı ve Kemalistlerin Alevi-Bektaşi politikaları “Bir zamanlar mazlum olmak, zalimleşmemizi tüm katliam sürgün imha soykırımlarının tek sorumlusu Süryaniler Ahmet Türk'ten arazilerini istedi GEZİ EYLEMLERİ DEGERLENDİRME Tarihte de Devlete Güven Olmadı Bugün de Olmaz! Hepimiz kardeş değiliz kızılbaş - sayfa 2 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak [email protected] tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta [email protected] tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 temmuz 2013 sayı: 28 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg 6 sayı 30 € - 12 sayı 60 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ............................................ Sakine Polat Sayfa 07 - Aleviler ve MİT-Öcalan Mutabakatı ................. Cemil Gündoğan Sayfa 11 - İttihatçı ve Kemalistlerin Alevi-Bektaşi politikaları ......................................................................... Prof. Ayşe Hür Sayfa 14 - Alevilerin kutsal mekanına yıkım kararı Sayfa 14 - Genelkurmay Dersim belgeleri Meclis’e verdi Sayfa 15 - islamcı kürtlerin Qızılbaşlık ile imtihanı ............. Saim EROĞLU Sayfa 16 - Fethullah Gülen Almanya’da sobelendi ......... TANER ADAY Sayfa 17 - Aleviler ve AKP’nin Yolları Asla Kesişmez! ........ Erdal Yıldırım Sayfa 18 - İzmir Barosu ve Avrupa Avukatlar Birliği üyesi Avukat Hüseyin Durdu, Tayyip hakkında suç duyurusunda bulundu. Sayfa 19 - AKP’NİN ZORUNLU ‘ALEVİ AÇILIMI’ ............... Ferhat Aktaş Sayfa 20 - Alevi Federasyonu: ‘Sivas katliamını bizzat Kemalist Cumhuriyet yaptı...’ Sayfa 21 - “Bir zamanlar mazlum olmak, zalimleşmemizi ya da zalimin yanında yer almamızı gerektirmiyor!” Sayfa 23 - Taksim Dayanışması sözcüsü sürgün edildi! Sayfa 23 - Redhack, Diyanet’i hackledi Kızıl Hacker grubu RedHack Sivas katliamının 20. yıldönümü nedeniyle Diyanet’i hackledi. Sayfa 24 - GEZİ PARKI DİRENİŞİ ................................ İbrahim Seven Sayfa 25 - GEZİ EYLEMLERİ VE DEGERLENDİRME . DAVUT KURUN Sayfa 28 - İftira’nın Böylesi Sayfa 30 - Allah ve Ankara Böyle İstiyor! Sayfa 31 - Hepimiz kardeş değiliz ................................. Cahit MERVAN Sayfa 32 - Apocu konferansta konuşulmayanlar daha hayatidir: Siyasetçiler ve aydınlar Apocu Harekete eklemlenmişlerdir… ..................................................................................... İbrahim Güçlü Sayfa 35 - ‘Her hükümet Kürt sorununu çözemediği için gitmiştir’ Sayfa 36 - Tarihte de Devlete Güven Olmadı Bugün de Olmaz!. Cevat Sinet Sayfa 37 - Hevpeyvîneke bi mamosteyekî Êzdî re .............. Kemal Tolan Sayfa 39 - Dêsım: Hardo Dewrêş -1 ................................................ Xal Çelker Sayfa 42 - Ermeni Soykırımına ilişkin Danimarka arşivlerinden görgü tanığı kayıtları .................................................. Digin Versjin Sayfa 46 - Yüzyılın Gerisindeki Ermeni Deneyimiyle Kürt Sorunu ve Çözüm Sürecine Bakış ........ Hovsep Hayreni - Bogos Mouradian Sayfa 50 - İmza kampanyasının dilekçesi Sayfa 50 - YSGP Diyor ki… 1934 Yılını Unutmuyoruz. Irkçı ve Ayrımcı Zihniyete Dur Diyoruz… Sayfa 51 - Ermeni meselesi Kürt meselesinden de daha zor! Sayfa 54 - 21 Haziran 1934: Bir asimilasyon aracı olarak Soyadı Kanunu. Sayfa 54 - Tarih, dil, din ve (biraz) siyasete dair yazılar. ........................................................................ Sevan Nişanyan Sayfa 55 - Siirt Eruh Belediyesi Ermenilere Ait Kiliseyi Cemaate Sattı Sayfa 56 - Cemaat Ermeni kilisesinin üzerine yurt yapıyor Sayfa 57 - Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar - 6 ........ Ali Haydar Kanlı Sayfa 59 - Συνέντευξη του ............................................ Ali Sait Çetinoğlu Sayfa 61 - Süryaniler Ahmet Türk’ten arazilerini istedi! Sayfa 63 - TAPUSUNU SÜRYANİLERE İADE ETTİ Sayfa 64 - Soykırım yaşayan Anadolu halklarından ve inançlarından özrümdür ............................................................ Zeynep Tozduman Güney Afrika Mandela’nın doğum günü kutluyor Güney Afrikalılar ırkçılıkla mücadelenin simge ismi Nelson Mandela’nın 95’inci doğum gününü kutluyor. Siyahi liderin akciğer enfeksiyonu tedavisi gördüğü hastane önünde toplananlar, eski başkanları için ‘mutlu yıllar’ dedi. Devlet Başkanı Jakob Zuma, ülkenin kaderini değiştiren Mandela’nın sağlık durumunun giderek düzeldiğini açıkladı. Güney Afrika halkı ise eski başkanlarına şükranlarını sunuyor. Margaret Chechie, “Gerçek bir öncü, gerçek bir korkusuz ve bu ülkede yaptığın her şey için teşekkür ederim” dedi. Jason Bartley ise “Mandela aslında Güney Afrikalılar için bir ilham kaynağı. Onun yaşadıklarını atlattıktan sonra bu kadar şef katli olmak. Bu çok mükemmel bir durum. Geçmiş olsun” diye konuştu. Birleşmiş Milletler’in 2009’ da ilan ettiği 18 Temmuz Nelson Mandela Günü nedeniyle hayır çalışmaları yapılıyor. Mandela’nın siyasi mücadele ile geçen 67 yılı anısına 67 dakika boyunca hayır işlerinde bulunuluyor. Devlet Başkanı Jakob Zuma da gün kapsamında gelirliler için yapılan evlerin dağıtım törenine katıldı. kızılbaş - sayfa 4 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Cangözü ile görmek Sakine Polat Kızılbaş-Alevi örgütlerinin içinde bulunduğu durumları hiçte iç açıcı değil. Dernek, vakıf ve federasyon ile Kızılbaş-Alevi meselesi çözülemez! Kızılbaş-Alevi örgütlenmelerinde en can alıcı eksikliğimiz kuşkusuz ki siyasal örgütlenmedir. Açık demokratik bir partisinin olamayışıdır! Peki; partileşme işine nereden başlamalıyız? Nasıl başlamalıyız? İlk önce var olan tarihi belgeler ile yapılmış örgütlenmeleri incelemek ve açık bir saflaştırma yapılmalı. Örneğin TBP (Türkiye Birlik Partisi) Barış Partisi ve TKP/ML TİKKO, PSK PKK, CHP, BDP… Bunların kuram ve kurumları bire bir incelenmelidir. İyilikleri ile kötülükleri ayrılıp saflaştırmalıyız. Bunu şunun için yapmak gerekiyor. Bu örgütlenmede KızılbaşAleviler içinde örgütlenmeye çalıştılar. Bu örgütlenmelerin hepsi de KızılbaşAlevilerin örgütü olmadıklarını sık sık kamuoyuna duyurdular! Yakın ve uzak tarihimiz ile açık yüzleşmek demokratikleşip aydınlanmak için yeni adımlar atmak gerekiyor. Eskinin farklı gibi görünen ama özünde aynı olan dayatmacı inkârcı asimilasyoncu antidemokratik tez ve doktrinlerden uzak durmak kendimizi bu tür hastalıklardan korumak zorunda olduğumuzu asla unutmadan modern cesur adımlar atmak gerekiyor. Bulunduğumuz siyasal coğrafyada var olan tüm dini milli ve toplumsal farklılıkları kendimiz ile eşit görerek karşılıklı güven ve dayanışma ortamlarına zemin ve politika üretmek gerektiğini asla unutmadan. Ne yazık ki bu güne kadar yapılan en basit örgütlenmeler dahi vatan kurta- ran kahraman hayalleriyle siyaset işlediler. Bu tür hayallerden, rüyalardan uzak durmalıyız, haddimizi ve hukukumuzun sınırlarını çok iyi bilmeliyiz. TC’nin kuruluşunda biz Kızılbaş-Alevileri olmadığı için kurtarıcısı da bizler olmamalıyız! Bulunduğumuz alanlarda demokratik ve siyasal taleplerimizin, elde edilmesi için temsil etmeye çalıştığımız toplumsal kesimin önce Seçimlere katılıp yetki istemeliyiz. Yetkiyi açıktan almalıyız. Aldığımız yetki orantısında adil ve demokratik siyasetler üretip amaç ve araç arasında sağlıklı işletilen partiyle başarılara katılabiliriz. Toplumsal gelişmeye kendi öz siyasal partimiz ile katılıp kendimizi temsil etmeliyiz. Bu güne kadar geçmişte hiç bir siyasal parti, örgüt bizi açık kimliğiyle temsil etmedi. Toplumsal dönüşümlere demokratikleşmelere bizimde aktif olarak katılmamız gerekir. Ortak toplumsal sorunlarımızın sağlıklı anlaşılmasını ve çözümlerine yönelik önerilerin kamuoyuna sunulmasında asla tereddüte düşmeden açık ve net olmalıyız. - Ermeni - Pontus - Koçgiri - Şeyhsaid - Desim - Maraş - Çorum - Madımak Kürt milli meselesi - Devletin Kızılbaş-Alevilere uyguladığı asimilasyon siyasetinin ürettiği tahribatlarının kökünden sökülüp atılması için aktif çalışmak, kendimizi yenileyip öze dönülü demokratikleşmeyle birlikte geliştirmeliyiz. - Azınlığa düşürülmüşlerin demokratik talepleri - Devletlerarası sorunlarda barışın demokrasinin yanında yer almak - laikliği herkes için savunmak - İslam-Müslüman düşmanlığına karşı açık mücadele etmek. - TC ırkçı faşizan, işgalci, inkârcı, asi- milasyoncu siyasetini kuramıyla birlikte tasfiyesine aktif katılmak. - Kıbrıs işgaline son verilmesine katılmak demokratik bir Kıbrıs’tan yana olmak. - Devletin demokratikleşmesine hukukun üstün kılınmasına ve işletilmesinde aktif yer almak. - Demokratik kadın hareketiyle dayanışmak. - Çeşitli demokratik meslek kuruluşlarıyla dayanışmak. - Çevreci demokratik örgütlenmeler ile dayanışmak. - Eğitim kurumlarında ve üretim alanlarındaki devlet tekelini kaldırılmasına katılmak. - Yabancı tekellerin alanını daraltmak. - Üretim ve eğitim alanlarında ortak mülkiyeti teşvik etmek. (devletleştirmek değil) -Kızılbaş-Aleviler, Müslümanlar, Kürt ler ve azınlığa düşürülmüş mazlumlar arasında var olan tarihsel ve ortak toplumsal sorunlarımızın bilince çıkartılmasına ve çözümlerine yönelik önerilerin oluşturulmasına aktif katılmak. Elbette bu istekleri, önerileri, tercihleri çoğaltmak ve sadeleştirmek gerekiyor. Var olan dernek, vakıf ve federasyon tipi örgütlenmeler ile Kızılbaş Alevilerin hiç bir talebi yerine getirilmedi bundan sonra da getirilemez! Hep bize ait olmayan hatta karşımızda olanlardan el-etek öperek hak-hukuk beklendi. Hiç bir hakta alınmadı. Bu yoldan bu siyasetten vazgeçmek gerekiyor. Dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım Kızılbaş-Alevilerin partimizin örgütlenmesine demokratik katkı sunmak isteyenlerin bu konuyu kendi özgül gündemlerine almalarını öneriyorum. Yukarıdaki önerim doğrultusunda Kızılbaş Dergisi sayfaları açık ve sansürsüz olarak atılacak her adıma özen gösterecektir. Yapılacak önerilere eleştirilere ve de katkıları kamuoyumuz ile paylaşacaktır. *** Gezi parkı direnişlerinde kuzu iziyle kurt izi birbirine karıştırıldı. Siyaset alanında eşine rastlanmayan bir süreçte şaşkınlık başıboşluk hâkim oldu. Türk ırkçıları devlet siyasetçileri de- kızılbaş - sayfa 5 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ğişik alanlardan çıkarcı politikalarını ırkçı yöntemleriyle sürdürdüler. Gezi parkı direnişçilerinden bir kısmının bulundukları alanda Ermeni Mezarlığı olduğunu yeni öğrenenler ile karşılaştım. Gezi direnişçilerinin hükümetin projesine karşı çıkarken unuttukları ondan daha önemli bir şeyi de pas geçtiler. İşin özcesi ATM yıkılmasını ve Ermeni Mezarlığının yeniden imarı talep edilmeliydi. İşte o zaman direniş, yüzleşmenin, özürün ve demokratikleşmenin de yolunu açmaya önemli bir katkı sunardı. Türk ırkçıları zaten bu alanı işgal ederek AKM’yi inşa ettiler. Bunların R.T. Erdoğan hükümetinin yapmak istediğinden ne farkı var?! Ümit ederiz ki; bundan sonraki tartışmalarda bu ciddi eksikliğin giderilmesinin eleştirisi yapılır, hayırlı dersler çıkartılır! *** CHP’nin ne olduğunu her dürüst insan bilir. Bunu en iyi bilenler de soykırımına, katliamlara, sürgünlere ve asimilasyonlara maruz kalmış olan yerli mazlumlar bilirler! Örgütlü Kürtlerin M. Kemal’e methiyeler dizmesi hiçte hayra delalet değildir! Akla Yavuz ile İdris’i Bitlis-i ittifakının tekrarı geliyor! *** Her dürüst Kızılbaş-Alevinin aklını başına alıp kendini yeniden değerlendirmesini öneriyorum. İnkârcı asimilasyoncu ve de katliamcı ittifaktan uzak durmalıyız. Kendi Partimizde can-cana olmanın temellerini atmalıyız!.. *** Gandi’den sonra dünya Ulusal Kurtuluş mücadelelerinde haklı ve saygın bir duruşu olan Nelson Mandela’nın Doğum gününü kutluyoruz. Sağlık durumuna hayırlı şifalar diliyoruz!.. can cana, saygıyla dostlukla yeni çıktı PANELİN tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den oluşan paneli isteyen herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti dahil 15,00 tl. avrupa ve diyer ülkeler 15,00 € kızılbaş - sayfa 6 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ferit Altınsu - Hatice Çevik - Pakrat Estukyan - Ali Ülger Değiliz Minareye Çıkıp Bize Bağırma Haberimiz Vardır, Sağır Değiliz Sen Kendini Düşün Bizi Kayırma Sizlerle Kavgaya Uğur Değiliz Her Yerde Biz Hakk'ı Hazır Biliriz Olgun İnsanları Hızır Biliriz Bundan Başkasını Sıfır Biliriz Tahmininiz Yanlış, Biz Kör Değiliz Eğer İnsanlıksa Doğru Niyetin Nefsini Islah Et Varsa Kudretin Bize Lazım Değil Senin Cennetin Huriye Gılmana Esir Değiliz Arapça Duaya Değiliz Mecbur İster Müslüman Bil İstersen Gavur İnsanı Hor Görmek En Büyük Küfür Buna İnanmışız, Münkir Değiliz İbreti, Bu Hale İnsan Acınır Ham Sofular Bu Sözlerden Gücenir Aslına Ermeyen Elbet Gocunur Onu Avutmaya Mecbur Değiliz Dergimizin Genel Yayım Yönetmeni Ali Ülger ile yapılan röportajın DVD YENİ ÇIKTI memleket 10,00 tl. yurtdışı 10,00 € Yurtdışı için: Ali Ülger: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg - Almanya Memleket için: Ali Ülger Akbank Bahçelievler İstanbul hesap no: 58 90 04 41 84 40 65 36 Demir Çelik - Hatice Çevik - Dr. İsmail Beşikçi Dünden bugüne “KIZILBAŞ SİYASETİ” Katliamlar...Asimilasyon...İlişkileri... PANELİN tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den oluşan paneli isteyen herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti dahil 15,00 tl. avrupa ve diyer ülkeler 15,00 € Yurtdışı için: Ali Ülger: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg - Almanya Memleket için: Ali Ülger Akbank Bahçelievler İstanbul hesap no: 58 90 04 41 84 40 65 36 kızılbaş - sayfa 7 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Aleviler ve MİT-Öcalan Mutabakatı Okumuş olanlar hatırlayacaklardır, MİT’le Öcalan arasında bir mutabakat oluştuğuna dair bilgilerin kamuoyuna yansımaya başladığı ilk günlerde yazdığım bir yazıda, adı barış olsa da yeni sürecin gerçekte en az üç alanda çekişme ve kapışma anlamına geleceğini belirtmiştim: Kürtlerle Kürtler arasında, Türklerle Türkler arasında ve nihayet Türkiye’deki ve Kürdistan’daki güçlerle bölgesel ve Küresel güçler arasında. Son birkaç aylık gelişmelere bakarak bunun genel planda doğru bir tespit olduğunu söyleyebiliriz. Yine de PKK’ nin yeni yönelişinin yol açtığı kitlesel bazı kaymalara gereken ağırlıkta vurgu yaptığını söylemek zorlama olur. Bu eksikliği anlamak bir dereceye kadar mümkün; çünkü o yazıyı kaleme alırken, MİT-Öcalan mutabakatının açıkça Sünni İslam kardeşliği eksenine oturtulmuş olduğunu henüz bilmiyordum. Asker yerine AKP’yle uzlaşmanın, varılan uzlaşmaya anti-sol, anti-Alevi ve hatta bir ölçüde anti-modernist bir renk katacağını ve bunun da PKK’nin iç dengelerine, PKK ile PKK dışındaki Kürt hareketlerinin ilişkilerine ve nihayet PKK ile korucular arasındaki ilişkilere yansıyabileceğini öngörüyordum. Dolayısıyla yöntemde bir sorun yoktu. Ama uzlaşmanın, yeni-Osmanlıcılık siyasetine eklemlenme perspektifinde gerçekleştirileceğini tahmin edemediğim için bunun Aleviler başta olmak üzere Türkiye’deki ve Kürdistan’daki bazı özel gruplar üzerinde daha doğrudan ve görece kısa sürede gözlenebilir etkiler yaratabileceğini düşünmemiştim. Öcalan’ın Newroz konuşması, Kürtlere müjdelenen yeni çağın, yeni-Osmanlıcılığa eklemlenme stratejisi olduğunu ortaya koyunca, bununla ilişkili toplumsal hareketlenmelerin kapsamı ve hızı da arttı. Nitekim Newroz konuşmasını takip eden gün kaleme aldığım yazıda, mutabakatın böyle sonuçlar doğurabileceğine değindim. Şimdi konuyu biraz daha geniş biçimde ele alabiliriz. MİT-Öcalan mutabakatının yeniOsmanlıcı içeriğinin Kürt hareketi- Cemil Gündoğan ne karşı yeni bir tavır almaya zorladığı iki toplumsal kesim vardır. Bunlardan birincisi, Türk ve Kürt ayrımı olmaksızın Alevilerdir. İkincisi ise medyada genellikle “Sahil” kavramıyla dile getirilen ve benim referandum dönemi yazılarımda Avrupai Türkler olarak tanımlamayı önerdiğim toplulukların faşist olmayan kanatlarıdır. Avrupai Türklerin faşist kanadı eskiden beri Kürt hareketine düşman olduğundan yeni dönemde tutumlarında bir değişme olmamıştır. Ancak diğer kanatlar, MİT-Öcalan mutabakatının yeni-Osmanlıcı niteliğine genellikle olumsuz baktıkları için bunların Kürt hareketine ilişkin algı ve tutumlarında değişik yönde değişmeler yaşanmıştır, yaşanacaktır. Sebebini anlamak zor olmasa gerek. Çünkü yukarıda anılan iki toplumsal kesim ile A. Öcalan’ın, yeni-Osmanlıcılığa payanda olmak karşılığında Türkiye siyasetinde fonksiyonel hale gelmek şeklinde tanımlayabileceğimiz yeni stratejisi arasında ontolojik boyutlar da içeren çelişkiler vardır. Geçtiğimiz hafta içinde yaşanan iki olay, gözlemcilere buradaki gerilim alanlarını çok güzel tarif eden iki önemli önemli sembol sundu. Üçüncü Boğaz köprüsüne verilen Yavuz Sultan Selim isim ile yeni-Osmanlıcı programa karşı gelişen ilk ciddi kitlesel direnişin sergilendiği mekan, yani Taksim. Yavuz Sultan Selim sembolünün ifade ettiği şeyi anlamak zor değildir. Hanifi Türklerin Şafi Kürtleri yedekleyerek Ortadoğu’ya nizam vermelerini öngören her program ve girişim, bu iki kütlenin yanında küçük birer azınlık olarak kalan diğer toplumsal kesimler ile bu programın hedef tahtasına oturttuğu Arap dünyası tarafından bir ölüm fermanı olarak algılanır. Bu algıyı oluşturan ilişkinin tarihteki sembolleri Yavuz Sultan Selim ile II. Abdülhamit’tir. Türk devletinin, bu iki kişiden en fetihçi olanın adını bir prestij köprüsüne takmayı tercih etmesi, devletin yeni yönelişinin tarihsel anlamının bilincinde olduğunu ve bunu dünya aleme ilan etmekte bir sakınca görmediğini gösteriyor. Özellikle de seçimler yaklaşıyorken. Fakat AKP’nin göğsünü gere gere dünyaya ilan ettiği şey, yeni-Osmanlıların stratejik bir müttefiki olacağını umut eden Öcalan’ın örgütü açısından bir sıkıntı kaynağı oluşturuyor. Çünkü devletin yeni çizgisi, bu çizgiye uyumun karşılığı olarak AKP’den tahsil etmeyi umduğu hiçbir şeyi henüz alamamış olan PKK’nin evdeki bulgurdan olması riskini arttırıyor. Bu sıkıntıyladır ki A. Öcalan ikide bir Alevi karşıtı olmadığı yolunda yeminler ediyor; PKK, kurdurduğu Alevi derneklerine konferanslar yaptırıp PKK’nin Alevi karşıtı olmadığı yolunda propagandalar yaptırıyor. Hakkını yememek lazım, PKK’nin de Öcalan’ın da Alevilikle ya da Sünnilikle özel bir dertleri yoktur. Onların dertleri iktidar olmak ve iktidar kalmakla ilgilidir. Daha da ileri gidelim; İslam veya Sünnilik, bu terimlerin asıl patronu olan AKP ve Türk devletinin bile asıl derdi değildir. Onların asıl derdi, yeni-Osmanlıcı bir yayılmadır. Yayılma derken de sadece dışa doğru olanı kast etmiyorum, hem dışa hem de içe doğru bir yayılma. İslam veya Sünnilik, daha çok bu yayılmayı meşrulaştırmanın söylemi olarak anlamlıdır. Din denilen şeyin, onun politikadaki araçsalcı rolüne/yüzüne indirgenemeyeceği doğrudur, ama şu an üzerinde konuştuğumuz konu bakımından dinin bu özelliği onun başat niteliğini oluşturur. Bu her zaman böyleydi. Dolayısıyla bugün için özgün olan durum, dinin politik alanda kullanılması de- kızılbaş - sayfa 8 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ğil, değişik gerekçelerle de olsa hem bölgesel aktörlerin hem de küresel aktörlerin Ortadoğu’daki çekişmeleri Sünni-Şii ayrımı üzerinden ifade etme noktasına gelmiş olmalarıdır: İran, devlet çıkarlarını koruyabilmek için kendisine bir Şii koruma çemberi oluşturma derdindedir. Irak’taki iktidar savaşı Şii-Sünni çatışması üzerinden sürdürülmektedir. Suriye’deki çatışma giderek mezhep çatışmasında doğru evrilmektedir. Türkiye, Arap alemi üzerindeki tarihsel pozisyonunu yeniden kazanabilmek için hamlelerini Sünnilik üzerinden tanzim ve tarif etmektedir. Suudi Arabistan, Katar ve Mısır da kendi cephelerinden benzer bir oyun oynamaktadırlar. Lübnan hızla mezhep savaşına doğru koşmaktadır. Rusya ve biraz da Çin, pratikte Şiilerin hamisine dönüşürken, ABD ve diğer Batılı devletler, Ortadoğu’ya yönelik yeni açılımlarını Sünni çoğunluk üzerinden hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. Kısacası, bölgesel ve küresel güçler arasındaki çekişmeler, mezhep çatışması ekseninde dizilmeye başlamıştır ve bu durum bölgeyi bir dinamit fıçısına çevirmektedir. İşte PKK liderinin tam böyle bir anda Sünni cephenin bir parçası olarak yeniOsmanlılık oyununda rol alacağını açıklamış olması, Aleviler nezdinde varoluşsal kaygılar yaratmaktadır. Sorunun ana kaynağı budur ve bu pratik tablo ortada duruyorken Öcalan’ın ve PKK’nin Alevi karşıtı olmadığı yolundaki söz ve yeminlerinin bir kıymet-i harbiyesi kalmamaktadır. Fakat bunu söylemiş olmak, PKK’nin, daha bugünden anti-Alevi tutumu esas aldığını, onu artık Ortadoğu’daki Sünni kanadın Türkler adına cepheye sürülmüş bir tetikçisi olarak değerlendirmek gerektiğini söylemek anlamına gelmez. Evet, böyle bir olasılık vardır ve bu olasılığı besleyen en az üç etken işlemeye devam etmektedir: Bunlardan ilki, PKK yöneticilerinin iktidar söz konusu olduğunda feda edemeyecekleri bir değer tanımamalarıdır. Parti içi muhalefete ve PKK dışındaki Kürt hareketlerine karşı kullandıkları şiddetin boyutlarına bakarsanız bunun ne demek olduğunu daha rahat anlarsınız. İktidar oyununu bu tarzda oynamaya alışkın bir yapının, bu oyun, günün bi- rinde Alevilere, Ermenilere, Süryanilere, Yezidilere veya başka bir mazlum gruba karşı tavır almayı gerektirirse bu gruplara karşı nasıl davranabileceklerini kestirmek zor olmasa gerek. Bu grupları gözden çıkarırken gözlerini bile kıpırdatmayacaklardır. Tabii ki yaptıklarını önderliğin, partinin, halkın vb. yararına yaptıklarını söyleyerek. Doğrudur, gerilla, Kürdistan vicdanının hala en sahici sesidir; ama PKK’nin örgütsel davranışlarının her zaman bu vicdana uygun düştüğünü söylemek, ya boş yağcılık yapmak ya da gerçeği görememek olur. İkinci ve daha önemli olan etken ise Abdullah Öcalan’ın, mevcut tablodan tek çıkış yolu olarak yeni-Osmanlıcılık oyununda koçbaşı rolünü üstlenmeyi kabul etmiş olmasıdır. Bu politika değil midir ki, AKP’nin tabanında bile Reyhanlı’daki kanlı banyonun Obama-Erdoğan görüşmesi öncesinde Erdoğan’ın elini güçlendirmek amacıyla düzenlendiğine dair kuşkular dolaşıyorken, BDP eş başkanı Demirtaş’ı, Hükümetin arkasında olduklarına dair yüz kızartıcı bir açıklama yapmaya yol açtı? Tetikçiliğe gidecek yollar işte böyle döşeniyor. Son olarak hareketin içindeki Hamidiyeci damardan söz etmek lazım. PKK, rakipleri AKP ve Hizbullah olan bir partidir. Bu koşullarla çevrelenmiş bir hareketin içindeki Sünni damarın normal gücünden daha fazla etkide bulunması şaşırtıcı olmaz. Bu tür etkenler var olduğu müddetçe sözü edilen olasılık da var olacaktır. Dahası, Kürt hareketi Reyhanlı gibi olaylarda yeni-Osmanlıcı politikaya angaje olduğu ölçüde Hükümet de köprülere Yavuz Sultan Selim ismi vermekte tereddüt göstermeyecektir. Bütün bunlar doğrudur ve daha fazlası da vardır. Ama unutmayalım ki, bu tür olasılıkların hayat bulup bulamayacakları, bunun karşısında işleyen etkenlerin ne kadar etkili olabildiklerine de bağlıdır. Dolayısıyla Türk ve Kürt Alevilerinin işin ikinci tarafını da gözeten bir stratejiye ihtiyaçları vardır. *** Böyle bir strateji, özellikle Kürt Aleviler düşünüldüğünde, Kürt hareketinden kopmayı mı esas almalıdır? Bu soruya olumlu cevap veremiyorum. Veremememin nedeni, Kürt hareketine olan yakınlığımdan çok, bunun, mevcut durumda Alevilerin çoğunluğu bakımından rasyonel olmadığını düşünüyor olmamdır. Doğrudur, Kürt hareketininmlideri, başı her sıkıştığında, devlete Yavuz Sultan Selim’in yolundan yürümeyi teklif ederse Alevilerin, Yezidilerin veya Ermenilerin Kürt hareketine aşk ilan edecek halleri kalmaz. Biliyorsunuz, Öcalan 1999’daki tutuklanmasında da Yavuz Sultan Selim’le İdris-i Bitlisi’nin yolundan yürümeyi teklif etmişti. Doğrudur, on yılda bir Kürt hareketinin lideri tarafından sırtlarından hançerlenen Aleviler, sırf bu sebeple hareketten uzaklaşırlarsa onları Kürtlere ihanet etmekle suçlamak vicdanla bağdaşmaz. Bunlar doğrudur ve vicdanlı Kürtlerle vicdanlı Alevilerin yüreğini kanatacak bunlara benzer başka doğrular da vardır. Ne var ki mesele sadece bu doğrularda dile getirilen faktörlere bakılarak halledilebilecek kadar basit değildir. Bu işin rasyonalitesini hesaplamak, çok daha karmaşık bir durum arz eden daha geniş resme bakmayı gerektiriyor. Bu resmin çok kaba bir özeti şu hususları içerir: Bölge çok karışıktır, orta vadede muhtemelen bazı devletlerin sınırları da dahil olmak üzere birçok şey değişecektir. Bu yöndeki değişikliklerin bölge savaşlarını davet etmesi veya başka nedenlerle patlayacak bölge savaşlarının böyle sonuçlar doğurması olasılığı ciddidir. Bu da söz konusu değişikliklerin, ucu soykırımlara varabilecek geniş katliamlar eşliğinde gerçekleşmesi olasılığını şimdiden ciddi biçimde düşünmemiz gerektiğini gösteriyor. Çünkü etnik çatışmalarla bölgesel savaşlar üst üste düştüğünde, sınır değişiklikleri, kural olarak, büyük pogromlar veya soykırımlar eşliğinde gerçekleşir. Yeni dönemde gündemimize bu tür olasılıklar giriyorsa hiç kimsenin müttefik beğenme veya beğenmeme şansı kızılbaş - sayfa 9 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kalmayacak demektir. Yukarıda sözü edilen değişikliklerin altında yatan bütün iktisadi ve siyasi çekişmeler, öyle anlaşılıyor ki daha bir süre kendilerini dinsel terimler üzerinden ifade edecektir. Kendini dinsel terimler üzerinden ifade etmek demek, bu terimlerin olayların gelişmesine hiç etkisi olmayacak demek değildir. Bir eylemi meşrulaştırmak için oluşturulan söylem, bir noktadan sonra o eylemi üreten ve yönlendiren faktörlerden birine dönüşür. PKK’deki “Önderlik” söylemine bakınız. İyi bir örnektir, çünkü bir söylemin koca bir örgütü nasıl esir alabileceğini anlatır. Bu demektir ki Sünnilik, Alevilik veya Şiilik biz onları sevsek de sevmesek de orta vadede hayatımız üzerinde etkide bulunacak ve belli toplumsal grupların davranışlarını belirlemeye devam edeceklerdir. Bu gerçek, bölgenin yukarıda belirtilen kaygan koşullarıyla birleştirildiğinde Kürt hareketinin önümüzdeki on yıl içinde değişik ülkelerde değişik dini gruplarla kader ortaklığı içinde olacağı sonucu çıkar. Bu açıdan baktığımda benim gözüme görünen tablo özetle şöyledir: Kürt hareketi, Irak ve İran’da Sünnilerle ve Müslüman olmayan gruplarla, Türkiye’de Alevilerle ve Müslüman olmayan gruplarla; Suriye’de ise Müslüman olmayan gruplarla ve (Baasçı sistem yıkıldıktan sonra) Nusayrilerle kader ortaklığı içinde olacaktır. Önümüzdeki on yılın religio-politik tablosu kabaca böyledir. Kader ortaklığı içinde olmak demek, bu gruplarla mutlaka ve topyekûn biçimde birlik içinde olmak veya karşı kutuptaki gruplarla mutlaka ve topyekûn biçimde savaş içinde olmak demek değildir. Çünkü bu grupların kendileri de parçalıdırlar, kendi içlerinde değişik gruplaşmalara ve sınıfsal bölünmelere tabidirler. Bütün bu bölünmeler, değişik aktörler için değişik politik kombinezonlar için fırsatlar yaratır. Kader ortaklığı içinde olmak demek, bu durumları dışlamak değildir, bu gruplarla birlik yapma veya ortak davranma imkanının diğerlerine göre daha fazla olması demektir. De- ğilse, Basra’daki bir Şii grup Kürtlerle ittifak yapabileceği gibi, Bağdat’taki Sünnilerden bazıları da Kürtlere karşı savaşabilirler. Veya Kerkük’teki Şii Türkmenlerin bir kanadı Kürtlerle birlikte davranırken diğer kanadı Kürtlere karşı savaşabilir. Suriye’de yarın aynı kaderi paylaşacakları ayan beyan görülen Nusayrilerle Kürtler bugün bazı yerdlerde birbirleriyle savaşıyorlar. Türkiye’de Alevilerin bir kısmı MHP’nin kuyruğuna takılmış durumdadır vs. Böyle şeyler olur; yukarıda söylenenler bunları dışlamıyor. Yukarıda söylenenler, sözü edilen grupların bütün bunlara rağmen ortak bir kaderi paylaşması olasılığının diğer olasılıklardan daha güçlü olduğunu söylüyor. Ve bu durum, rasyonalite hesabı yapılırken göz ardı edilebilecek bir durum değildir. Özellikle de önümüzdeki on yılın tehlikeleri, kaygan zeminleri, pogrom ihtimalleri vb. düşünülünce. Türk ve Kürt Alevilerinin bütün bunları göz önünde bulunduran bir hesap yaptıklarında, Kürt hareketiyle yakın durmanın daha rasyonel bir strateji olacağı sonucuna ulaşacaklarını düşünüyorum. Bu durum, Kürt Alevileri için daha da yakıcıdır. Şu soru çok şeyi açığa çıkarmaya yeter: Diyarbakır’a sırtını çevirecek bir Dersim, yüzünü Erzincan ve Bayburt’a mı dönecektir? Elbette adı geçen şehirlerin baskın politik renklerinden bahsediyorum. Yoksa Bayburt ve Erzincan’da da Alevi Kürtlerin birlikte yaşayabilecekleri çok sayıda demokrat Sünni varken, “Kızılbaşların katli vaciptir” zihniyetini saflarında en fazla barındıran örgütlerden biri olan Hizbullah Diyarbakır’da on binlerce kişinin katıldığı mitingler düzenleyebilmektedir. Bu koşullar altında anlaşılması kaydıyla yukarıdaki soruya gönül rahatlığıyla evet diyebilecek bir Dersimli varsa bu düşüncenin dayanaklarını yazsın, öğrenelim. İnsanın yaşadığı coğrafya, onun politik kaderi üzerinde etkide bulunan faktörlerden biridir. Ama bu gerçeği anlamak, tek yanlı olarak Alevilere farz kılınabilecek bir şey değildir. Politik coğrafyanın farz kıldıkları Kürt hareketi tarafından da doğru kavranmak zorundadır. Oysa PKK liderinin örgütünü angaje etmeye çalıştığı yeni çizgi, Ortadoğu’daki mazlumların değil, zalimlerin çizgisidir. Bu çizgi, Kürt hareketinin kader ortaklığı içinde bulunduğu diğer mazlumları gözetmesine olanak tanımıyor. PKK yöneticilerin Aleviler konusunda son dönemlerde içine düştükleri kıvranışın kaynağı bu onulmaz çelişkidir. Daha dağdan bile inememişken, ancak bölgenin efendilerine ait olabilecek nitelikte bir politikanın sanki öznesiymiş gibi rol kesmeye kalkışırsanız olacağı budur. Kum bahçesinde gemi yüzdürülmez. Şimdiye kadar bu gerçeği anlamama hali esas olarak Aleviler için söz konusuydu. Devlet, Kürtlerle savaşırken tarafsız dursunlar diye Alevileri yatıştırma politikası güdüyordu ve birçok Alevi lideri bunu kişisel ikbal edinmek için “düşkün” biçimde kullanıyordu. Özal’ın Gölbaşı buluşmalarıyla başlattığı bu satın alma politikası, Kürtlerle Aleviler arasında politik coğrafyanın gerekli kıldığı birliğin tam olarak oluşmasını engelleyen en önemli faktörlerden biriydi. Bazı Alevi liderleri, temsil ettiklerini iddia ettikleri toplum gerçekte Türkiye’nin paryaları arasında olduğu halde, sanki mevcut sistemin efendileriymiş gibi rol kesiyorlardı. Yüksek dozda Kemalizm şakşakçılığı bunun ifadesiydi. Yeni dönemde ise durum tersine dönmüş görünüyor. Bu kez Sünni Kürtlerin yöneticileri “ne yapalım, liderimiz içerde” gerekçesiyle yeni-Osmanlıcı yayılmacılığa göz kırpıyor ve aslında hala bölgenin paryalarının safında bulunan bir halkın temsilcisi oldukları halde bölgenin efendileriymiş gibi rol yapmaya öykünüyorlar. *** Özetle, MİT-Öcalan mutabakatı Aleviler açısından tehlikelerle dolu bir maceraya işaret ediyor ve Alevilerin Kürt hareketinden uzaklaşmalarına neden oluyor. Kendi payıma, Alevilerin kendi geleceklerini Öcalan’ın yeniOsmanlıcılığa payanda olma politikasına teslim etmemelerini, buna karşı itiraz seslerini yükseltmelerini hem olumlu hem de onurlu bir tutum olarak görüyorum. Bu, aynı zamanda PKK’yi yeni-Osmanlıcı maceralara atılmasını frenleyecek bir işleve de sahip bir direniştir. Dahası, sadece Aleviler için değil, toplumun bütün kızılbaş - sayfa 10 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kesimleri bakımından gözetilmesi gereken altın bir kurala işaret eder: Kimse kendi geleceğini koşulsuz biçimde bir aşiretin reisine, bir partinin başkanına, bir tarikatın liderine, bir pire, bir ulu lidere, bir gerilla liderine vb. terk etmemelidir. Bu, deyim yerindeyse, tersinden örgütsüzlüktür. Herkes kendi kaderine bizzat kendisi sahip çıkmalıdır. Böyle olmakla birlikte, Öcalan’ın yeni-Osmanlıcı politikalarına tavır almayı Kürt hareketine karşı genel bir tavra dönüştürmek, Türk olsun Kürt olsun fark etmez Aleviler açısından stratejik bir hata olacaktır. Bunu derken sadece insanlıkla veya ezilenden yana olmayla ilgili genel ahlaki prensiplerden hareket etmiyorum. Türk ve Kürt Alevilerinin en dar manadaki menfaatleri açısından baktığımda da aynı sonuca ulaşıyorum. Bulunduğumuz coğrafya, mevcut durumda Alevilerle Kürtleri birbirlerine mahkum eden bir denklem kurmuştur ve bu denklemin kısa vadede değişebileceğine dair bir veri de bulunmamaktadır. Bu denklemi beğenmeyebilirsiniz, ama reddetme lüksüne sahip değilsiniz. Özellikle de Kürt Alevileri böyle bir şansa hiç sahip değil. Elbette Maraş’tan Dersim üzeri Hınıs’a ka- dar bütün Alevileri İstanbul’a veya Düseldorf’a taşımayı düşünmüyorsanız. Ama bu coğrafyada yaşadığınız müddetçe onun dikte ettiği politik denklemleri görmezlikten gelemezsiniz. Bu denklemleri unutarak veya onlara rağmen kuracağınız stratejilerden Alevilere de Kürtlere de yarar gelmez. Fakat bu, sadece Alevilerin bilmesi gereken bir gerçek değildir. Kürtlerin de bu gerçeği bilmesi ve gözetmesi gerekmektedir. Aksi takdirde işlemez. Bu nedenle, Kürt hareketi, Alevilerle ilgili bir gelişme olduğunda, eski Türkiye’nin ezberlenmiş terimleriyle konuşmayı bir kenara bırakmak zorundadır. Kemalizm, darbe, Ordu, Ergenekon gibi suçlama lafları bu terimlerdendir. Dün önemli bir gerçeği ifade eden, ama bugün kadük hale gelmiş bu dil, Alevilerle ilgili hiçbir sorunu çözemeyeceği gibi bu saatten sonra daha çok yeni-Osmanlıcığın içteki ve dıştaki yayılmasını gizlemeye yarıyor. Bir yana bırakılması gereken bu eski ezber aynı zamanda Taksim sözcüğüyle simgelenen bazı toplumsal kesimleri de ilgilendiriyor ki MİT-Öcalan mutabakatının bu gruplara olan etkilerini gelecek yazıda ele almaya çalışacağım. 03-06-2013 [email protected] Karayılan: Her Kürt, bağımsızlık, özgürlük ve ulusal devlet düşünür. Rizgarî Online KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, “barış müzakerelerinin” üçüncü aşaması tamamlandığında A. Öcalan’ın serbest kalabileceğini söyledi. Hürriyet gazetesinde yer verilen haberde sunlar kaydedildi: ”Alman Die Welt gazetesine konuşan Karayılan’ın sorulara verdiği yanıtlar özetle şöyle: “Tarihi bir süreç başladı. Kürt sorununu çözmek ve Türkiye’ye barış getirmek istiyoruz. İran’ın Kürt bölgesinde barış süreci başlatmak istiyoruz. Bu sürecin 1’inci aşaması silahların durması ve Türkiye’den çekilmemizdir. Bu neredeyse tamamlanıyor Şimdi 2’nci aşama başlıyor, bu özellikle Türk devletini ilgilendiriyor. Ankara, İstanbul ve diğer kentlerde olanlar Türkiye’deki demokratikleşme talebini gösteriyor. Bunun barış sürecine olumsuz bir etkisinin olacağını sanmıyorum. Problem şu ki, Erdoğan’ın iktidardaki AKP’si, kendisini çok önemsiyor. Halkın talepleri AKP tarafından ciddiye alınmıyor. CHP ve MHP bu hatayı kullanabilir. Türkiye’de ‘derin devlet’ diye gizli güçler de bulunuyor. Bu gruplar parmağını sokarsa barış süreci olumsuz etkilenir. DEVLETE HAYIR ilanlarınız için: [email protected] (Abdullah Öcalan’ın) tutukluluk şartlarının iyileştirilmesi halinde, daha aktif bir rol oynayabilir ve bizim hareketimizle daha iyi bağlantı imkanı bulabilir. Barış sürecinin 3’üncü aşaması tamamlandığında herkes özgür olacak, Abdullah Öcalan da. Kürtler için barış, demokrasi ve zafer olacak ama ulusal devlet olmayacak. Böyle bir şey bizim gündemimiz de yok. Her Kürt, bağım sızlık, özgürlük ve ulusal devlet düşünür. Ama biz şunu söylüyoruz, özgürlüğe evet, ulusal devlete hayır. Devlet, şiddetin kaynağıdır ve insanların problemlerini çözmez. Biz ülkeyi değiştirmek istiyoruz. ‘Demokratik bir konfederalizm’ istiyoruz. Her milletten ve dinden insanlar, buna dahil olabilir ve kardeş gibi yaşar.” RO/Cemil Süphan kızılbaş - sayfa 11 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İttihatçı ve Kemalistlerin Alevi-Bektaşi politikaları Baytar Nuri Dersimi’ye göre Bektaşi Türkmen aşiretlerinden bir ‘Bektaşi Mücahiddin Alayı’ kurulduysa da, Kızılbaş Kürtler böyle bir oluşuma ilgi göstermemişlerdi. İttihatçı ve Kemalistlerin Alevi-Bektaşi politikaları Sazı, nargilesi ve şarabıyla bir Alevi Kürt aşığı (19. yüzyıl gravürü, Mehmet Bayrak Arşivi) Hükümetin bilmem kaçıncı Alevi ‘açılımı’ vesilesiyle, teolojik tartışmalara girmeden, Kızılbaş-Alevi-Bektaşi tarihinde bir gezinti yapmaya ne dersiniz? II. Abdülhamit yönetiminin Ermeni Taşnak partisi ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) başını çektiği muhalifler tarafından alaşağı edilmesi, Kürtler, Kızılbaşlar gibi kolektif kimliklerin de kendilerini açıkça ortaya koymalarına olanak sağlamıştı. İTC ilk başta bu durumu kontrol altına almak için, askeri güç kullanmak yerine politik ikna yöntemini seçti. Bu politikanın erken dönem meyvelerinden biri, 25 Mayıs 1910 tarihli bir belgeye bakılırsa, Kızılbaş Türkmen aşiretlerinden Balabanlıların reisi Gül Ağa’nın İTC’ye kabul edilmesiydi. Gül Ağa, 1912 seçimlerinde İTC’nin adaylarına destek vermiş, Kasım 1914’te başlayan Sarıkamış Harekâtı’na da birlikleriyle katılmıştı. Bektaşi Mücahiddin Alayı 1915’te, Ermenilerin ülkeden sürülmesine karar verildiği günlerde Harput Valisi Sabit Bey, Dahiliye Prof. Ayşe Hür Nezareti’ne bir mektup yazmış ve Dersimli Kızılbaşları Ermenilere ve Ruslara karşı örgütlemeyi önermiş, teklifi beğenen Enver ve Talat paşalar da Harput Vilayeti’ nde bir teftiş gezisine çıkmıştı. Görüştükleri bazı aşiret reisleri Dersim’in batısında söz sahibi olan Seyit Rıza’yı ikna etmenin zor olduğunu ama Hacı Bektaş Dergâhı’nın ‘Çelebi’si Ahmed Celaleddin Efendi’den yardım istenebileceğini söylemişlerdi İttihatçı paşalara. Nitekim Çelebi yardıma razı ve sonbaharda Arguvan’ın Minayık (bugün Kuyudere) Köyü’nde, 40’ın üzerinde ‘seyit ocağı’nın katıldığı bir ‘Dedeler Kurultayı’ toplamıştı. Fakat bu misyonu sırasında kendisine eşlik eden Dersimli kanaat önderlerinden Baytar Nuri Dersimi’ye göre Bektaşi Türkmen aşiretlerinden bir ‘Bektaşi Mücahiddin Alayı’ kurulduysa da Kızılbaş Kürtler böyle bir oluşuma ilgi göstermemişti. Bu olay Çelebi’nin itibarını da epey zedelemişti. Çünkü alayın adından da anlaşılacağı üzere alay fikri Sünniliğin ‘cihat’ ideolojisi üzerine inşa edilmişti. Ziya Gökalp’in projesi İTC’nin Anadolu’daki dinsel ve etnik grupları asimile etme çabalarının bir ayağını da Ziya Gökalp liderliğinde yürütülen etno-politika çalışmaları oluşturuyordu. Bu amaçla önce Muhacirin ve Aşairin Umum Müdürlüğü kurulmuş, başına da Şükrü (Kaya) getirilmişti. Ardından Kızılbaş, Mevlevi, Bektaşi, Alevi ve Nusayrîleri incelemek üzere Baha Sait ve Zekeriya’yı (Sertel), Ahîleri incelemek üzere Bursalı Mehmet Tahir (Olgun) ve Hasan Fehmi’yi (Turgal); Türkmen ve Kürt aşiretlerini incelemek için daha çok ‘Habil Adem’ adıyla bilinen Naci İsmail’i (Pelister), Ermenileri incelemek üzere Ahmet Esat’ı (Uras) Anadolu’ya göndermişti. Ayrıca Ziya Gökalp de Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri üzerine sosyolojik araştırmalar yapıyordu. Konumuzla ilgili kişilerden Baha Sait Bey’e göre, kendisine bu görevin verilmesinin nedeni Merzifon Koleji’nde ele geçirilen bazı listelerdi. Bu listelerde, 1800’lerin başından beri Protestan misyonerleri tarafından Hıristiyanlaştırılmaya çalışılan Dersimli Aleviler kayıtlıydı. Bu listeler İTC’yi çok endişelendirmiş, bu duruma karşı bazı propaganda metinleri hazırlayıp bunları başta Türk Yurdu dergisi olmak üzere çeşitli yollarla yaymayı düşünmüşlerdi. Bu makaleler için de Baha Said Bey’den başka Mehmed Fuad (Köprülü), Yusuf Ziya (Yörükan), Hamid Sadi ve Süleyman Fikri beyleri görevlendirmişlerdi. Arapça, Farsça, Rusça, Almanca ve Fransızca bilen Baha Said Bey 1912’de Meclis-i Mebusan’daki tartışmalardan sonra Anadolu’daki lonca teşkilatlarını araştırmakla görevlendirilmiş, Ankara ve Kırşehir’de yürüttüğü çalışmalarının sonunda ‘Anadolu’da Ahilik Teşkilatı’ adlı makalesini yazmıştı. Alevilik çalışması ikinci önemli göreviydi. ‘Kızılbaş propagandası’ Baha Said Bey 1914-1915 arasında yaptığı çalışmalarından pek çok metin üretti ancak bunları o tarihlerde sansürsüz yayımlaması mümkün olmadı çünkü Saray (Sultan V. Mehmed Reşat ve Şeyhülislam) İTC’nin bu projesini ‘Kızılbaş propagandası’ olarak nitelemişti. Baha Said Bey tahmin edileceği gibi bu yazılarında Aleviliğin, Kızılbaşlığın ve Bektaşiliğin Şamanizm ve İslamiyet’in karışımından oluşan Türk kökenli inançlar olduğunu ileri sürüyordu. Baha Said Bey 1920’de Mustafa Kemal’den habersiz Karakol Cemiyeti adına Bolşeviklerle bir anlaşma imzalayınca bir süreliğine gözden düştü, ancak soğukluk kısa sürede giderildi, Baha Said Bey Anadolu halkını Milli Mücadele’ye katılmaya ikna etmek için kurulan İrşad Heyeti’ne dahil edildi. Ardından Tayyare Cemiyeti Müfettişi olarak Samsun’a tayin edildi. Bu görevi sırasında özellikle doğudaki dağlık bölgelerde yaşayan Kızılbaş Kürt, Türk aşiretlerin soy, dil, mezhep ve geleneklerini incelemeyi kızılbaş - sayfa 12 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kendisine iş edindi. Amaç, bu kesimleri Kemalist modernleşme projesi kapsamında asimile etmenin yollarını bulmaktı. Baha Said Bey, İTC döneminden iibaren yazdığı ‘Türkiye’de Alevî Zümreleri, Tekke Alevîliği, İçtimaî Alevîlik’, ‘Sofiyan SüreğiKızılbaş Meydanı’, ‘Anadolu’da Gizli Mabetler: Nuseyrîler ve Esrâr-ı Mezhebiyeleri’, ‘Bektaşiler’ gibi makalelerini ise ancak 1926-1927’de Türk Yurdu dergisinde yayımlayabildi. Veliyüddin Çelebi’nin Beyannamesi Hikâyesini 10 Mart 2013 tarihinde yine bu sayfalarda anlattığım 1921 Koçgiri İsyanı, Kürt Kızılbaşlarla Ankara’nın arasını bozmuştu ancak 1920’de faaliyete geçen Birinci Meclis bir oldubittiyle feshedilip seçimlere gidildiği günlerde, Hacı Bektaş-i Veli’nin torunu Veliyüddin Çelebi’nin bir ‘Beyanname’ ile ‘Tarikat-ı Aleviye’yi ‘Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek için çalışmaya çağırdığı biliniyor. Tahmin edileceği gibi Aleviler genel olarak cumhuriyeti ‘laiklik’ politikası yüzünden umutla karşılamışlar ama umduklarını bulamamıştı. Çünkü Kemalist rejim, 1923’te cumhuriyetin ilanından sonra tarikatlarla ilişkisini yeniden tarif etmeye koyulmuştu. 1924’te Halifeliğin kaldırılmasını, SünniHanefiliğin devletin uygun gördüğü bir formunu esas alan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) kuruluşu, 13 Aralık 1925 tarihli kanunla tekke ve zaviyelerin kapatılması izledi. Amaç, 1789 Fransız İhtilali’nden sonra Fransa’da olduğu gibi, devlet eliyle belli bir dinin belli bir yorumunun, bazı inanç ve geleneklerinden, kurumlarından, ritüellerinden arındırılarak toplumu kontrol altında tutmak için kullanılması idi. Bu tarihten itibaren diğer İslami inanç grupları gibi, Aleviler de Sünni-Hanefi İslam’a asimile edilmeye başlandı. Reşit’in etno-politikaları 1925 sonrasında İTC’nin başlattığı etno-politika çalışmalarını yürütecek kişi ise bizzat Mustafa Kemal tarafından Şark İlleri Asayiş Müşaviri ve Türk Ocakları Koordinatörü sıfatıyla Dersim bölgesine gönderilen Hasan Reşit (Tankut) idi. Hassa subayı olan babası, görev yaptığı Şam’da koleradan ölünce birkaç yıllığına Elbis- tan- Kalaycıklı Alevi-Kürt Seydo Ağa tarafından koruma altına alınan Hasan Reşit, hukuk ve siyaset bilimi tahsil etmişti. İlk raporunu 1928 yılında Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali’ye (Öngören) sunan Hasan Reşit, daha sonra (1930, 1938, 1949 ve 1961’de, bizzat Mustafa Kemal’e ve CHP’ye) gizli raporlar sunmuştu. Bu raporlardan birinde Kürt coğrafyasını Kuzey’de Zaza Kızılbaşlar, Batı’da Alevi-Kızılbaş Kurmançlar ve Doğu’da Şafii Kurmançlar olarak üçe ayırmakta ve bu unsurları birbirinden ayırmak için aralarına ‘Türklük barajı’ konulmasını önermekteydi. Kemalist rejim bu ‘önlemi’ yetersiz görmüş olmalı ki, 1937-1938’de Dersim ‘Soykırımı’nı gerçekleştirdi. Bu tarihten sonra uzun süre sindirilmiş şekilde yaşayan Alevi-Kızılbaşlar 1950’de Demokrat Parti’ye (DP) de oy verdi ama bu iddia edildiği kadar büyük bir destek değildi. Haksız da değillerdi çünkü 15 bin yeni caminin yapıldığı, ezanın Arapça okunmaya başladığı 10 yıllık DP dönemi Aleviler için büyük bir hayal kırıklığı oldu. 27 Mayıs 1960 darbesi de Aleviler için olumlu mesajlar içermiyordu (hatta DİB bu tarihten sonra daha da kurumsallaşmıştı) ama yine de 1961 Anayasası’nın doğurduğu özgürlükçü hava Alevileri de cesaretlendirdi. Bu yıllarda Kızılbaş-Alevi yazarlar Türklük vurgulu da olsa, kültürlerine dair yazılar yazmaya başladı. İlk açık semah 1965’te İzmir Narlıdere’deki Muharrem Şenlikleri’nde yapıldı. Yine 1965’te ciddi bir Alevi oyu Türkiye İşçi Partisi’ne gitti. 1966’da ilk Alevi partisi Birlik Partisi kuruldu fakat parti 1969 seçimlerinde sadece yüzde 2.8 oy aldı, 1970’te ise tüm tabanını kaybetti. Bu arada 1966-1967’de Ortaca ve Elbistan’da Alevilere yönelik saldırılar yaşanmıştı. 1971’de Kırıkhan’da, 1978’de Malatya, Sivas ve Kahramanmaraş’ta ve 1980’de Çorum’da derin devlet tarafından tezgâhlanan katliamlardan sonra, Alevi-Kızılbaş çevreleri tekrar içlerine kapandı. 1980 sonrasında Tunceli’ye atanan Kenan Güven adlı vali, Kızılbaş bölgesinde ‘yeniden ezan seslerinin yükselmesini’ sağladı. 10 yıllık bir içe kapanma sürecinden sonra, 1990 Şubatı’nda Hamburg Alevi Derneği’nin öncülüğünde bir araya gelen, 34 Alevi-Sünni-ateist yazar, şair, sanatçı, biliminsanı tarafından imzalanan ‘Alevi Bildirgesi’ bazı büyük gazetelerde yayımlandıktan sonra durum değişmeye başladı. Kısa süre sonra Alevilik ve Bektaşilik üzerine yayınlarda patlama oldu. (Kızılbaşlık hâlâ bir tabuydu.) Her iki topluluk da artık kimliklerini saklamamaya başladılar, hatta kimlik problemlerini açıkça tartıştılar. Bazı Kürtçe konuşan Aleviler Kürt Aleviliğine vurgu yapmaya başladı. Elbette bu durum devlette alarm zillerinin çalmasına neden oldu. (İlk kez 1964’te kutlanan, 1970’lerde sol rengi belirginleşen, 1980’lerde apolitikleşen, 1990’larda tekrar politikleşen) Hacı Bektaş Şenlikleri, devletin patronajı altına alındı. Alevi köylerine cami yapımı hızlandı. 2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Katliamı ile Aleviler büyük bir travma daha yaşadılar. 12-16 Mart 1995’te İstanbul’da Gaziosmanpaşa’da kimliği belirsiz kişilerin açtığı ateşle başlayan ve 17 kişinin ölümü, onlarca kişinin yaralanmasıyla biten ‘Gazi Olayları’ Alevilerin ‘Sünni’ devlete güvensizliğini iyice arttırdı. 10 yıllık AKP iktidarı sırasında hem iç dinamikler hem de AB ilişkileri ve dünyayla entegrasyon sayesinde Alevi-Kızılbaş kimliğinin ifadesi açısından önemli gelişmeler yaşandı ama Kemalist rejimin Sünni esasa dayalı dini kurumları, kanunları, uygulamaları neredeyse hiç değişmeden sürüyor. Üstüne üstlük 3. Köprü’ye Yavuz Sultan Selim adı vererek Alevilerin sinir uçlarıyla oynanmaya devam ediliyor. Bu son Alevi ‘açılımı’nın hem bu tip tahrikçi politikaları hem de Gezi Direnişi’nin heyecanını nötralize etmek için planlandığını söyleyenler haklı mı, değil mi, bekleyip görelim... Çamlıca Nur Baba (Bektaşi) Tekkesi Şeyhi Nuri Baba (Ekrem Işın Koleksiyonu) kızılbaş - sayfa 13 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kızılbaş, Alevi, Bektaşi Yazı içinde geçen Kızılbaş, Alevi ve Bektaşi terimlerinin tarihçesi hakkında (teolojik tartışmalara girmeden) kısa bir açıklama yapmayı yararlı görüyorum. Yazılı kaynaklarda ilk olarak Safevi Devleti’nin kurucusu Şah İsmail’in Divan’ında (örneğin “Yüreği dağ, bağrı kızıl yakut gibi kan olmadan Kızılbaş olmak kimsenin haddi değildir” şeklinde) görülen Kızılbaş terimi Arap tarihçisi Nehrevâli’ye (ö. 1582) göre Şah İsmail’in babası Şah Haydar’ın, askerlerine giydirdiği dokuma yünden (çuha) yapılmış 12 dilimli kırmızı taçtan gelir. Benzer bilgileri İranlı tarihçi Ahmed elKirmâni (ö. 1610), Osmanlı tarihçisi Müneccimbaşı Ahmed Dede (ö. 1702) ile İran ülkesini ziyaret eden seyyahlar ve tüccarlar da tekrarlar. Kızılbaş teriminin Safevilerden önce Orta Asya Türkleri arasında ortaya çıktığını ileri sürenler de vardır ancak böyle de olsa 16. yüzyıldan itibaren Kızılbaş terimi Osmanlı ülkesinde Safevi kökenli Şiilik biçiminin adı olarak tahkir edici (pejoratif) anlamda kullanılmıştır. Nitekim 1500’lerden 1700’lere kadarki Osmanlı fetvalarında Kızılbaş terimi ‘dinsiz’ anlamına gelen ‘zındık’, ‘rafizi’, ‘mülhid’ terimleriyle birlikte veya yerine kullanılmıştır. İran’da ‘Ali’nin soyundan gelenler’, Azerbaycan’da ‘Ali’ye tapanlar’ anlamına gelen Alevilik terimi Osmanlı ülkesinde ancak 19. yüzyıla doğru çıkmıştır fakat sadece ‘Ali’nin yoluna saygı duyan, bağlı olan şairleri adlandırmakta kullanılmıştır. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında da Alevi ya da Kızılbaş terimleri yerine daha çok ‘mezhep’, ‘tarikat’, ‘Tahtacılar’, ‘Çepniler’, ‘Sufiler’, ‘köy Bektaşileri’ gibi terimler; Alevi-Kızılbaş geleneğinin en önemli unsurlarından ‘semah’ için ‘Türk köy dansı’, ‘Türk dini oyunları’, ‘mezhebî oyunlar’, ‘Bektaşi dansı’, ‘sema dansı’ gibi muğlak terimler kullanılmıştır. Bu arada başta da belirttiğim gibi Baha Said’in makaleleri yayımlanmıyor, Yakup Kadri’nin (Karaosmanoğlu)1921’de Akşam gazetesinde tefrika edilen Nur Baba adlı romanı “Sünni ve Alevi-Bektaşiler arasında düşmanlığa sebep olacağı” ve “cephede Ya Allah, ya Ali, Ya Hacı Bektaş diyerek çarpışan Alevi-Bektaşileri rencide edeceği” gerekçesiyle Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından sansür edilmişti. Alevilik teriminin bir şemsiye kavram olarak kullanımı 1960’lardan sonra oldu. Cumhuriyet tarihi boyunca Alevilikle birlikte ele alınan Bektaşilik ise adını 13. yüzyılda yaşadığı sanılan Hacı Bektaş Veli’den alan Alevi meşrepli bir tarikattır. Kurucusunun Hacı Bektaş Veli mi yoksa Balım Sultan (ö.1516) mı olduğu tam bilinmeyen Bektaşiliğin Babagân ve Çelebiyan olmak üzere iki kolu vardır. Hacı Bektaş Veli’nin evli olmadığına inanan Babagân kolu daha çok şehirlerde yaygındır. Hacı Bektaş Veli’nin Kadıncık Ana ile evli olduğuna ve ondan Seyyid Ali Sultan adlı bir oğlu olduğuna inanan Çelebiyân kolu ise kırsal bölgelerde yaygındır. Bu kol Kızılbaş-Aleviliğe daha yakındır. Özet Kaynakça: Baha Sait Bey, İttihat-Terakki’nin Alevilik Bektaşilik Araştırması, Yayına Hazırlayan: Nejat Birdoğan, Berfin Yayınları, 1995; Vatan Özgül, “Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, Remzi Kitabevi, 2000; Türk Sufiliğine Bakışlar, İletişim Yayınları, 1996; Mehmet Bayrak, Alevilik-Kürdoloji-Türkoloji Yazıları (1973-2009), Öz-Ge Yayınları, 2009; Necdet Saraç, Alevilerin Siyasi Tarihi (1300,1971), Cem Yayınevi, 2011. Kaynak: Radikal OKUL MÜDÜRLERİ UYARILDI Ankara Çankaya Milli Eğitim Müdürü Saydan, ilçesindeki 256 okul müdürünü toplayıp "Eylemci öğretmenleri bize bildirin korursanız size de soruşturma açılır" dedi. Anadolu Eğitim Sendikası Genel Başkanı Sayın GÜVEN: "Bu toplantı bizi çok şaşırttı. Okul müdürlerine açıkça muhbir olmaları ve arkadaşlarını ihbar etmeleri teklif ediliyor. Bu emir yasalara aykırı ve suçtur. Müdürler bu emri yerine getirmek zorunda değil. Öğretmenler odası, eylemci-eylemci değil diye ikiye mi ayrılacak? Yaşanan süreç eğitim adına çok üzücü ve endişe verici." kızılbaş - sayfa 14 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Alevilerin Genelkurmay Dersim belgeleri Meclis’e verdi kutsal mekanına Genelkurmay Başkanlığı'nın elinde bulunan 46 bin sayfalık Dersim olaylarına ilişkin belge TBMM'ye teslim edildi. yıkım kararı Alevilerin kutsal mekanına yıkım kararı Tunceli'de Aleviler için kutsal kabul edilen Gola Çetu Parkı için mahkeme yıkım kararı verdi. Tunceli'de Munzur ve Pülümür çaylarının birleştiği noktada yer alan ve Aleviler için kutsal kabul edilen, içerisinde yüzlerce ağaç, yeşil alan bulunan 16 bin 500 metrekarelik Gola Çetu Parkı için, baraj gölü sahasında kaldığı gerekçesiyle mahkeme yıkım kararı verdi. Tunceli Belediyesi de 2 milyon 200 bin lira para cezasına çarptırıldı. Tunceli'deki Munzur Çayı üzerinde kurulan ve yapımına 1994 yılında başlanan Uzunçayır Baraj ve Hidroelektrik Santrali'nin tamamlanmasıyla 2010 yılında su tutulmaya başlandı. Ancak Tunceli girişinde bulunan Aleviler için kutsal sayılan bataklık halindeki Gola Çetu Parkı da barajın su tutma sahası içinde kaldığı ortaya çıktı. Tepkiler üzerine 2011 yılında Tunceli Valiliği'nin girişimiyle Tunceli Belediyesi bu alanın su tutma sahasının üstünde kalması için dolgu çalışması yaptı ve burayı park haline getirdi. Barajı yapan firmanın da desteğiyle aynı yılın sonunda park tamamlandı. Su tutma işlemi tamamlanıp baraj elektrik üretmeye başlarken, DSİ geçen yıl parkın bulunduğu bölgenin baraj gölü sahası içinde kaldığı belirterek mahkemeye başvurdu. Asliye Hukuk Mahkemesi geçen 25 Şubat'ta parkın kaldırılmasına karar verdi, belediyeyi de para cezasına mahkum etti. Mahkemenin gerekçeli kararı geçen hafta belediyeye tebliğ edildi. Belediye Başkanı: Halk yıkıma izin vermez Tunceli Belediye Başkanı BDP'li Edibe Şahin mahkemenin kararını eleştirirken, içerisinde Alevilerin kutsal mekanı bulunan bu parkın yıkılmasına Tunceli halkının asla izin vermeyeceğini söyledi. Yıkım kararına karşı Yargıtay'da itirazda bulunduklarını belirten Başkan Şahin, kararın değişmemesi durumunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne kadar gideceklerini ifade etti. Bölgenin en büyük parkının yıkılması kararına çok şaşırdıklarını ve yıkım kararı ile birlikte belediyeye 2 milyon 200 bin lira para cezasının verildiğini dile getiren Başkan Şahin, şunları söyledi: "Gola Çetu Parkı, hem Dersimlilerin, hem de bütün Alevilerin kutsal saydığı en önemli mekanlardan biridir. Halk arasında burası Jara Gola Çetu ismi olarak anılıyor ve buradaki kutsal ziyaretin ismini bu parka da verdik. Dersim bölgesinde yapılan ve yapımı devam eden birçok HES nedeniyle birçok kutsal mekanımız sular altında kalıyor. Uzunçayır Barajı yapıldıktan sonra ve su tutulmadan Dersimli kadınlar Jara Gola Çetu ziyaretinin sular altında kalmaması için çok çaba gösterdi ve bizden talepte bulundular. Biz de ziyaretin sular altında kalmaması için bu parkı yaparak kutsal alanın sular altında kalmamasını sağladık. Bu alan çok kötü bir durumdaydı ve biz belediye olarak yasaların bize verdiği yetkiler doğrultusunda gerekli bütün yerlere başvurarak, buranın belediyemize tahsis edilmesini istedik. Gerek dönemin Tunceli Valisi, gerekse HES inşaatını yapan firma, bu konuda bize çok yardımcı oldu. Bizler de bu parkı yaptık. Sonra hiç anlamadığımız bir şekilde DSİ Genel Müdürlüğü bu alanın yıkılması için dava açtı ve mahkeme de yıkım kararı ile birlikte belediyemize 2 milyon lira para cezası verdi." Kaynak: DHA TBMM-TBMM Dilekçe Komisyonu Başkanı Mehmet Daniş, Dersim olaylarına ilişkin Genelkurmay Başkanlığı'ndan bütün belgelerin geldiğini bildirdi. Daniş, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, Genelkurmay'dan son olarak komisyona yaklaşık 5 bin sayfa belge geldiğini, böylece buradan gelen belge sayısının da yaklaşık 46 bin sayfaya ulaştığını söyledi. Dersim'de yaşanan olaylara ilişkin belgelerin tasnifi için değişik üniversitelerden akademisyenleri bir çatı altında toplayan bir bilim kurulu oluşturma çalışmalarının devam ettiğini ifade eden Daniş, bunun için Ankara ve Yıldırım Beyazıd üniversiteleri ile görüştüklerini kaydetti. Daniş, bu çerçevede akademisyenlerin belgeleri tasnif edip inceledikten sonra, derli toplu hale getireceklerini vurguladı. Dersim hakkında, Genelkurmay Baş-kanlığı'ndan gelenler dahil komisyona 140 bin sayfaya yakın belge ulaştı. Genelkurmay bugüne kadar yaklaşık 46 bin sayfa belge gönderdi. BELGELERİN İÇERİĞİ Dersim hakkında Genelkurmay Başkanlığı'ndan gelen belgelerin içinde haritalar, özel mektuplar, yazışmalar, istihbarat raporları, değerlendirmeler, günlük raporlar ve asker sevkıyatına ilişkin belgeler, kaçakların listesi, Dersim'de toplanan silahlar Seyid Rıza'nın yakalanmasına ilişkin bilgiler, harp cerideleri, personel durumu, propaganda faaliyetleri, bölgedeki asayiş olayları, emniyet tedbirleri, Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü 'nün bölgeye ziyareti, bölücülük ve casusluk faaliyetlerine ilişkin belgeler yer alıyor. Kaynak: (aa) kızılbaş - sayfa 15 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Saim EROĞLU islamcı kürtlerin Qızılbaşlık ile imtihanı Kızılbaş Toplumuna Dair: Doktor Hikmet Kıvılcımlı, tarihsel devrim ve politik devrim ayırımı yapar. Doktora göre tarihsel devrim bir determinizmdir. Yani olacak olandır. (Xızırın takdir ettiğidir) Tıpkı buharlı makinenin yaptığı devrim gibi… Şehir nüfusu kır nüfusunun aleyhinde gelişmek zorundadır. Artık yeni bir toplum kaçınılmazdır. Sancıları, acıları ve trajedileri ile… Bunu niçin anlatıyorum? Yüz yıllardır yerleşik, merkeziyetçi ve devletli topluma karşı direnen Kızılbaşlar, en son sığındıkları kuzey Kürdistan’ın Dersim vilayetinde, biçare, yeni devletli topluma çözülmek zorunda kalmıştır. İşte tüm soykırımlara rağmen Dersimin trajedisi bu çözülmede saklıdır. Bunu görmeyen ve anlamayan her kes Dersime haksızlık eder. Dersim Kızılbaş sosyolojisi bu çözülme öncesi nasıldı? Osmanlı her ne kadar Hozat’tı merkez yapsa da, (öncesinde Çemişgezek) Dersim Kızılbaşları yüzlerce köylerde ve başka türden merkezler kurak yaşarlardı. Bu köylerde hayvancılık yapan Dersimliler, aynı zamanda kar altında kaldıkları 4 ay boyunca hayvanlarına ot sağlamak zorunda oldukları için diğer 8 ay yayla yayla gezerlerdi. Bu bir çeşit yarı göçebelik durumudur. Ve Dersimliler 8 aylık bütün birikimini 4 aylık kış için yaparlardı. Yani Dersimliler kışları ya aç geçirirler ya da ucu ucuna geçinirlerdi. Bu durumda Dersimliler için, sermaye birikimi yapamaz(dı), diyebiliriz. Aşiretler köylere bölünmüş, her aşiretin içerisinde bir tür kankardeşlik... Aşiret içerisindeki hiyeraşi bir devlet yönetimi kuracak kadar maddi ve manevi birikime sahip değil... Her köyde bir Kızılbaş ocağı var. Köyler ve mezralar pir ailelerine bölünmüş ve bir çeşit özyönetim-doğal hukuk ile varlığını devam ettirmekteydiler. Aşiretler arası özyönetim, ocaklar arası birlik ile bir bizlik oluşturmuştur Dersim Kızılbaşlığı, bu da Kirmancîya maKirmancîya belekê’dir . Ancak bu birlik, hem sosyo ekonomik olarak hem de itiqat açısından merkeziyetçi yönetimler için problemdir. Misal, Dersim hiçbir zaman Osmanlı için kar getiren bir yer olmamıştır. Merkezi bir idare oluştur(a) mayan Dersimlilerden toplanan vergi, vergi toplama maliyetini bile karşılamamaktadır. Hem yaşam biçimi hem de bu biçimin bir tür üstyapısı olan Kızılbaşlık merkeziyetçi devletler ve dinler için bir beladır. Merkeziyetçiliğin zaferini ilan ettiği modernite ile beraber bütün dünyanın güçleri Kızılbaşlığa düşman olmuştur, islamı-müslimi-laiki… Hem Kürt hem Kızılbaş olmanın bedelini fazlası ile ödemiş olan Dersim, bu sosyo ekonomik yapısını 20. YY’da devam ettirebileceğine inanabilen kimse var mıdır? Tıpkı annelerimizin babalarımıza yenilmesi gibi, Koçerlerin yerleşiklere yenilmesi gibi, Çingenelerin gaco-geben medeniyete yenilmesi gibi Kızılbaşlarda yerleşik-medeni-erkek-devletli-mülkiyetçi-gaco-geben’lere yenilecekti. Bu yenilgi nasıl oldu? a) İki soykırımdan sonra yenildiler. b) Tarihsel devrime yenildiler Kızılbaşlık Sünni-devletçi Müslümanlığa karşı oldukça dirençlidir. Tarih boyunca kırımlar görmüş, büyük bir nüfus kırılması yaşamıştır. Bir kısmı asimile olmuştur. Ama diğer taraftan da Kızılbaşlık inancını kristalize etmiştir bu saldırılar. Kızılbaş sosyo-ekonomisi ve ittiqatının bu kadar uzun süre direnebilmesinin en önemli kaynağı bu saldırılardır diye düşünüyorum. Onun için Dersim sosyo-ekonomik itiqatı, Koçgeri ve Dersim soykırımına yenilmemiştir. Kızılbaşlar tarihsel devrime yenilmiştir. Kemalistler ister Kızılbaşları sevsin, isterse kırsın hiç fark etmez, annelerimiz nasıl ki kendi aleyhine de olsa erkek toplumu içerisine çözüldüyse, Kızılbaşlıkta bu kaçınılmaz sona 19. YY’da yakalandı. Kemalizm Allahtan nötr bir görüntü içerisindeydi, yani hilafet olsaydı Dersimliler bu çözülmeyi Sünnilik içerisine yapacaktı ve trajedisi daha büyük olacaktı diye düşünüyorum. Bu bağlamda Alevilerin Kemalizm ile kurdukları ilişki bilinçdışı bir ilişkidir ve bir tür determinasyondur. Annelerimiz nasıl ki kendi aleyhine de olsa babalarımızı seviyorlarsa, bunun gibi bir şeydir bu. Bir işbirlikçilik değildir. Bir patoloji de değildir. Bir çaresizlik-zorunluluk halidir. Patoloji tedavi ile işbirlikçilik savaşılarak aşılır. Ancak çaresizlik-zorunluluk olanak oluşturarak ve mücadele ederek aşılır. KİM İŞBİRLİKÇİ Tüm bunları niçin anlattım? Gezi eylemleri sonrası bir fişleme kampanyası başladı, bizdensin ya da onlardansın. Türkü, Kürdü, Alevisi, Sünnisi, Çerkezi, Lazı vs.. Biz dedikleri, Abdulhamitçilik yada İttihatçılık. Hele Mısır’daki cuntadan sonra İslamcı Kürtlerin büyük bir çoğunluğu bu kampanyaya katıldı. Hepsi başbakanın ağzından düşürmediği “milli idareyi” ağzına pelesenk etmişler, dersinki İslamcı değil demokratlar. Yurttaş dedikleri mezhepdaş, milli irade dedikleri kafa sayısı. Bir an Kürt olduklarını unuttular mı ne? Oğlum bizde TR’de azız haberiniz ola… Hani Kürdistaniydiniz… Hani tam bağım- sız Kürdistan diyordunuz unuttunuz mu? Unuttular bence, basbayağı fabrika ayarlarına doğru gidiyorlar. Hem de hiç bir uyarıya kulak kabartmadan. Uyaranları düşmanlaştırarak, dostlukların çiğneyerek, büyük bir iştahla gidiyorlar. Gezi eylemlerine destek veren Kürtlerin hepsine Kemalist diyorlar. Gerekçeleri ise Başbakanın Kemalizm’i Türkiye’de gerilettiği ve gezi eylemlerine giden Kürtlerin-Türklerin Başbakana karşı Kemalizm ile(dolaylı-dolaysız) bir işbirliği içerisinde olduğudur. Tabi bu arkadaşlar Kürdistaniler, lakin Kürdistan’da Abdulhamitçilik ile İttihatçılığın aynı şey olduğunu bilmeyecek kadar Hamidiyeci (Hamidiye Alayları) bilinçaltına sahipler. Daha net söyleyeyim. Gezi eylemlerine destek veren AleviKızılbaş Kürt’lerin Kemalist olduğunu söylüyorlar. Sadece bir yerden bakarsan böyle görebilirsin. Hadi buna tamam diyelim. Sonra başbakana sahip çıkmamızı istiyorlar. Yani Erdoğan “bave kurdan” da dememizi istiyorlar. Arkadaş Kürtler ve Aleviler, Türkiye’de “milli iradeye” neden saygı göstersinler. Milli irade Türk ve Sünni’dir. Yurttaş olmadığın bir irade ile niçin yurttaşmış gibi ilişki kuracaksın. Ama bizim Kürdistani İslamcılarımız kendilerini bazen kürdistanın değil Sünni İslamın bir parçası olarak gördüklerinde hoppa kendilerini milli irade içerisinde görüyorlar. Sonra işbirlikçi Hamidiye Alaylarının coşkusu ile racon kesiyorlar. Kardeşliğin kandıramadığı Bengaller ’i, işbirlikçilik ile kandırıyorlar. Sözde Kemalizm’e karşı kurulan bu ittifak, Hamidiye Alayları realitesini güncellemektedir. Geçmişinde Gayri Müslimlere karşı kurulan bu ittifak, Kürtleri önce Müslüman olmayanlara karşı kullandı, sonra diğer Kürtlere karşı (koruculuk) karşı. Bu ilişki hep işbirlikçilik getirdi. Sonuç olarak Kızılbaş Kürtler Kemalizm’e çaresizlikten, İslamcı Kürtler Abdulhamitçiliğe işbirlikçilikten dolayı yaklaşıyorlar. Birinin ilişkisi bir çeşit determinizmdir, diğerinin ilişkisi bir çeşit kişisel menfaattir. Birinin imkân ve olanak geliştirip aşılması, diğerinin savaşılarak yok edilmesi gerekiyor. (insan yok etmek değil anlayış yok etmek) 1“ … Derê Laçî bivêso / Yîvîse mi, gavan o / bira pêro dê, na qewxa aşîre nîya / Merevê Kirmancî û zalîmanê Tirkan o. ( yansın Laç Deresi / Yivisim bekçidir / vurun kardeşler, bu aşiret kavgası değil / Kirmanclarla zalim Türklerin kavgasıdır.) Mustafa Düzgün, Tayê Lawikê Dersimî, s. 83 2 http://www.cingeneyiz.org/bicige.html ( Ali Mezarcıoğlu, İki Medeniyet ) 3 http://www.ufkumuz.com/22504_ Kurtler%E2%80%99i-kandiran-amaBengaller%E2%80%99i-kandiramayan%E2%80%9CIslam-kardesligi%E2%80%9D. html (Bu makaleyi yazan İbrahim Sediyani için oldukça ironik bir durum) kızılbaş - sayfa 16 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Fethullah Gülen Almanya'da sobelendi TANER ADAY Almanya Sol Partisi Die Linke'nin Federal Meclis'e, ülkede bir çok okulu bulunan Fethullah Gülen'e ilişkin bir soru önergesi verdi. 17 soruiçeren önergenin gerekçe bölümünde, ABD nin Pennsiylvania eyaletinde yaşamakta olan Fethullah Gülen, aşırı tutucu ve türk milliyetçisi olarak tanımlanıyor. Gülen Hareketi'nin almanyada da okullar açtığı, Berlin'deki “İnterkültürel diyalog forumu” gibi kuruluşlar aracılığı ile lobi çalışması yaptığı vurgulanıyor. AHMET ŞIK'A DİKKAT ÇEKİLDİ 1999 yılında ATV de yaptığı konuşmada, Gülen'in taraftarlarına devlet organlarına sızma talimatı verdiği, Gülen Hareketi'nin, Ordu ve iktidar partisi AKP'nin yanı sıra Türkiye'de “üçüncü güç” olduğu, Londra'da yayınlanmakta olan 29 Ocak 2009 tarihli “Jane's Defence Weekly Magazin” dergisinin haberine dayanarak vurgulanıyor. Ayrıca, ABD dedeki “Foreign Policy” de analizler yazan Soner Çagaptay'ın, Gülen Hareketi üzerine yazdığı, hareketin yargıyı, polis ve istihbaratı ele geçirerek yeni bir “derin devlet” yapılanmasına gitmek istediği görüşü belirtiliyor. Gülen Hareketi'nin yoğun bir şekilde illegal dinleme yöntemlerine başvurduğu, kendilerini eleştirenlerin devlet tarafından takibedildikleri, Ahmet Şık'ın “İmamın Ordusu” adlı kitabı nedeniyle hapiste tutulduğu, kitabın da yasaklandığı vurgulanıyor. GÜLEN İLE YAPILAN RESMİ TEMASLAR SORULDU Geçmişte aşırı sağcı Bozkurtlar (Ülkü Ocakları) ile olan ilişkileri ve onlara mali destek verdiği belirtilen raporun sonunda, Bağımsız Devletler Topluluğu'ndaki bazı Gülen okullarının pantürkist propaganda yapmalı nedeniyle kapatıldıkları, Rus gizli haberalma teşkilatı FSB'nin,eski istihbaratçı Osman Nuri Gündeş'in açıklamalarına dayanarak Gülen okullarının CIA hesabına çalışan örgütler olarak görüldükleri söyleniyor. Sol Parti Meclis Gurubu'nun, Federal Hükümet'ten açıklamasını istedikleri sorulardan bazıları şöyle: - Federal Hükümet, Gülen Hareketi üzerine Anayasa'nın korunmasını ilgilendiren ne gibi bilgilere sahiptir? - Federal Hükümet, Fethullah Gülen ve tarftarları tarafından temsil edilen dünya görüşünün, Alman Anayasası ile hangi noktalarda uygun olduğunu görmektedir? - Alman resmi makamları ile Gülen Hareketi ve ona yakın kuruluşlar arasında, ilişki ve çalışmalar ne derecede gerçekleşmiştir veya sürmektedir? - Gülen Hareketi'nin ve ona yakın yapılanmaların örgütleri, projeleri ve toplantıları Federal bütçeden karşılanmıştır? (Lütfen liste halinde ve miktar belirtilsin) - Federal Hükümetin bilgilerine göre, Almanya'da faaliyet gösteren bu örgütler, kuruluşlar hangileridir? TÜRKİYE DEVLETİNE NE ORANDA SIZDILAR? - Gülen Hareketi'ne yakın Almanca yayın yapan hangi gazete, dergi, yayınevi, internet sayfası vb. alman hükümeti tarafından bilinmektedir? - Kaç olayda Gülen Hareketi'nin veya ona yakın kuruluşun okulu kapatıldı; ya da öğretim izni iptal edildi? - Federal Hükümet, Gülen Hareketine ait olan ve destek olan kaç firma tanımaktadır? - Gülen Hareketinin almanyada ne kadar taraftarı vardır? - Federal Hükümet, Milli Görüş ve Gülen Hareketi arasındaki ilişkler üzerine ne bilmektedir? - Fedral Hükümet, Gülen Hareketi'nin Türkiye'deki devlet organlarına sızması hakkında ne kadar bilgi sahibidir? - Federal Hükümet, Gülen Hareketini eleştirdikleri için Türkiye'de kovuşturmaya uğrayanlar hakkında ne kadar bilgi sahibidir? - Federal Hükümet'in Gülen Hareketi ve CİA arasındaki ilişki hakkındaki bilgisi ne kadardır? Bu noktaya nasıl gelindi? Rhein-Ruhr Bildungsverein (Ren-Ruhr Eğitim derneği) adı altında faaliyet gösteren ve Fethullahçılar'a yakın olduğu söylenen, dernek Duisburg'da kapatılmış bir okulu özel okul yapmak için dilekçe verdi. Daha önce, Wuppertal'da açılan bir okulun yöneticisi olan Orhan Yıldırım ve RheinRuhr Bildungsverein yöneticisi Erol Yüce, Fethullah Gülen'e yakınlıkları ile tanınmaktaydılar. Orhan Yıldırım'ın idare ettiği Duisburg'un Kasslerfeld semtindeki derneğin adı “Pangea Bildungszentrum”. Pangea, yani dünyamızdaki kara parçalarının ayrılmadan önceki son hali. Bu günkü kıtaların oluşmadan önceki hali! Verilmek istenen ileti: Parçaları birleştirme. İslamın asıl hedefi! Düsseldorf hükümet sözcüsü Jennifer Spitzner, daha önce “Bu okulların arkasında kim olduğunu biliyoruz” demişti. Protestan Kilisesinden Friedmann Eissler de, bu “Eğitim kurumarının arkasında Fethullah Gülen'in durduğunu söyledi. Bütün bu tartışma ve uyarılara rağmen, Anayasayı Koruma Örgütü bu görüşlere katılmıyor! Onlara göre bu bir İslamist değil; İslami bir harekettir. Bu nedenle Gü- len Hareketi şu sıralar gözlenmemektedir. Son yılların gözde İslambilimcisi Lamya Kaddor ise, “Bunların islamiyat açısından nereye konulacağı bilinmemektedir” diyor. Fethullah'ın Almanya'da 12 okulu var. Duisburg'da açılacak olan, Aşağı Ren deki ilk okul olacaktı. Olacaktı çünkü, WAZ te yayınlanan Sinan Sat imzalı yazıda, Eğitim Müfettişliği okulun müdürlüğünü yapacak olan şahsın belgelerini yeterli bulmayıp ve reddettiği bildirildi. İSLAMBİLİMCİLER BİLE ELEŞTİRİYOR Tüm bu girişimler paralel olarak, çeşitli okullarda tek tek öğrencilerin gösterileri duyulmakta. Gene Duisburg'da Landfermann Lisesi'nde bir grup öğrenci, okul kitaplığında toplu namaz kılmaya başladılar. Birçok şehirde, okul yönetiminden “ibadet odası” isteme girişimleri yapılmaktadır. En sonuncusu Berlin'de 16 yaşındaki Yunus M. ve arkadaşlarının okul koridorunda namaz kılmak istemesi. Okul müdürünün engel olması üzerine mahkemeye başvuran Yunus.M ve ailesi, 2008 yılında İdari Mahkeme tarafından haklı bulundu. Teneffüslerde kullanılmayan bilgisayar odası, okul idaresi tarafından namaza açıldı! Ama bu karar, okullarda esas olarak ibadethane açılabilir anlamına gelmiyor. Olanaklar elverdiği takdirde, ibadet etmek isteyen öğrencilerin bu isteklerine uygun yer gösterilir şeklinde bir uygulama. Kuzey Ren Eğitim Bakanı “Öğrencilerin ders aralarında ibadet etmeleri, okullarımızda dinler arası karşılıklı saygı ortamını güçlendirecektir” derken, İslambilimci Lamya Kaddor bu kararın “yavan bir tad” verdiği görüşünde. MENDERES SURİYE'YE KORE'YE, CEMAAT Fethullah Gülen, 'bütün evreni bir yapma amacı'na uygun her adımı mübah görmektedir. Şimdilik ABD'nin işine de öyle geldiğinden çalışmaları daha da hızlandı. Pangea adının seçilmesi bir tesadüf değil. Suriye ile “aramızın “ açılmasından sonra ABD, Türkiye'nin “önderliğini” övmeye başladı. Tesadüf bu ya, Gülen de bir fetva yayınlayarak. En ırkçı yanını ortaya koydu. Ehl-i Beyt sevgisi nasıl ifade edilmelidir başlıklı vaazında “Anadolu insanı neye inanmışsa onda samimidir. Milletimizin Hz.Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Fatıma ve ehl-i beyt sevgisi Perslerden çok daha kuvvetli ve samimidir. Bu milletin genlerinde, karakterinde böyle bir samimiyet vardır.“ Gözümüz aydın olsun! Gülen hazretleri genlerimizin temizliğini ilan etti. Şimdi bu temiz genli insanlar, kirli ve bozuk genli Suriye'li, İranlı artık önüne ne çıkarsa tepeleyip, dünyamıza yeni bir düzen getirecektir! Said Nursi ve Cemaleddin Afgani'nin hayalleri, ABD yardımları ile, nasıl komünist, solcu, sosyal-demokrat, alevi, önüne kim çıkarsa onu yoketme eylemine dönüştü? Menderes Kore'ye göndermişti, bunlar komşularından başlayacaklar!!! kızılbaş - sayfa 17 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Aleviler ve AKP'nin Yolları Asla Kesişmez! Erdal Yıldırım 27 Mayıs gecesi Taksim Gezi Parkı içindeki ağaçların kesilmesini önlemek ve Gezi parkını holdinglere peşkeş çeken iktidarın uygulamalarına karşı başlayan direniş, güvenlik güçlerinin 31 Mayıs sabahı vahşice saldırısı, sonucu kısa sürede yurtiçinde ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız tarafından da eylemlerle, yürüyüş ve mitinglerle desteklendi. Hatta başka ülke direnişleri için de ilham verici bir mücadele sürecine dönüştü. Yaklaşık 1 aydan bu yana ülkenin her yanında bir çığ tanesi gibi büyüyerek; bir özgürlük ateşi misali değdiği her yeri kavurarak yayılan bu görkemli direniş, dayanışma, kardeşlik ve özgürlük taleplerinin haykırılmasının yanında, önemli dersleri ve çeşitli acıları, hüzünleri de beraberinde getirdi. Bu direnişlerde önce Hatay’da polisler veya güvenlik güçleri denilen birileri tarafından kameraların, görgü tanıklarının olmadığı bir kuytulukta dövülen, aldığı darbeler sonucu Abdullah Cömert’i, ardından İstanbul 1 Mayıs Mahallesinde kitlenin üzerine sürülen otomobilin yaraladığı Mehmet Ayvalıtaş’ı ve Ankara’da yiğit devrimci genç Ethem Sarısülük’ü yitirdik. Ayrıca yine bu süreçte kimyasal gaz sonucu öldüğünden şüphe edilen 2 kişi daha var. Yüzbinlerin, milyonların öf kesinin hergün bir önceki güne göre artıp güçlenerek iktidara yöneldiği – yöneltildiği yoğun geçen direniş eylemlilikleri “duran adam”, “park ve alanlarda forumlar” vb protesto şekilleriyle devam ediyor. İktidar da bu süreçte kendisine yöneltilmiş bunca tepkiyi çeşitli manevralar yapmak suretiyle bertaraf etmeyi, bununla hem süreci soğutmayı, hem de mevcut direniş ve dayanışmayı sekteye uğratmayı hedefliyor. Bunu gerçekleş- işbirliğinden vazgeçmeyen, Demirel’in ve Fethullah Gülen’in has adamı meşhur düşkün İzzettin Doğan ile bir Alevi Açılımı kandırmacasını daha uygulamaya çalışıyor. tirmek için de büyük bir manipülasyon, tehdit ve sindirme faaliyetlerini aralıksız sürdürüyor. Öncelikle ülke içinde hak arama talebi olan, demokratik taleplerini ortaya koyan ve bunu yaparken de barışçıl eylemlilikler seçen çevrecilere, gençliğe, özgürlük sevdalılarına karşı çok sert ve aşırı derecede tahammülsüzlük gösteriyor. Bunun için de yoğun bir “cadı avı” başlatarak onlarca kişiyi, yasadığı örgüt üyesi, halkı devlete, hükümete karşı direnişe çağırdığı ve Gezi Direnişi eylemlerine katıldığı gerekçeleriyle gözaltına alıyor, birçoğunu tutukluyor. Bunu yaparken de, her türlü insan hakkı ihlallerini işlemekten geri kalmıyor. 10 yılı aşkın süre iktidardaki uygulamalarıyla bir yandan temel hak ve özgürlükleri daraltıyor; adalet, yargı ve yürütmeyi, medyayı tahakkümü altına alıyor; ekonomik yapılara yaşam hakkı tanımıyor. Diğer yandan da sosyal, kültürel, inanç ve etnik farklılıkları ötekileştiren, doğa, çevre ve de inanç düşmanı bir fotoğraf sergileyen AKP iktidarı takiyyeci manevralarına da devam ediyor. Bu manevralardan birisi de 2009 yılında başlattığı “Alevi açılımı” yalanıdır. Epeyce bir süre kamuoyunu ve Alevilerin de bir kısmını oyalayan, Kürt, Ermeni, Roman açılımlarında olduğu gibi, ancak hiçbirinde bir tek samimi adım atmayan AKP hükümeti, bu dört yıllık süreçte Alevilerle, Alevilikle ilgili tek bir olumlu adım da atmadı. Aksine çeşitli uygulamalarıyla mevcut Alevi düşmanlığını perçinlemiş de oldu. Ve bu düşmanca yaklaşımlarına rağmen şimdilerde kamuoyunun dikkatini başka yönlere çekmek için aynı takiyeci yöntemlere başvurmayı sürdürüyor. Daha önceleri yanına aldığı çeşitli işbirlikçi, ihanetçi, rantçı ve devşirme kişiler yerine bu sefer de, babası da dahil, yaşamı boyunca sisteme, devlete hizmet eden, sağcılarla Yeni “açılıma” göre Alevilerin Cemevlerine “ibadethane” değil, alay edercesine “kültür merkezi” statüsü vereceği konuşuluyor. Nevşehir Üniversitesinin isminin Hacı Bektaş Veli Üniversitesi, Tunceli Üniversitesinin adının da Pir Sultan Abdal Üniversitesi yapılabileceği şeklinde bilgiler kamuoyuna fısıldanıyor. Bir de utanmadan, 33 canımızın yakılarak öldürüldüğü Madımak Otelini “Bilim Kültür Merkezi” yaptıklarını söylüyorlar. Bir kez daha açıkça görülüyor ki, AKP ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile zihniyeti takiyelere, yalanlara, oyalamalara devam ediyor ve asla da değişeceğe benzemiyor. Zira daha birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile birlikte İstanbul’a yapılacak 3.Köprüye 40 bin Aleviyi katleden katil Yavuz Sultan Selim ismini verdiler. Aynı zihniyet Yavuz Selim ile işbirliği yapan ve Alevileri katleden İdris-i Bitlisi’nin ismini de Bomonti Tepesine vermek için girişimlerini sürdürüyor. Başbakan ve temsil ettiği zihniyetin yaptığı bunlarla da sınırlı değil ki.. O, kendi söylemiyle genelde dindar ve kindar bir misyonu temsil ediyor ve sadece o misyonun başbakanı gibi davranıyor. Kimi zaman o kindar ve dindar kimseleri ellerinde palalar, kılıçlar, sopalarla, güvenlik güçlerinin yanında kitlelere saldırtmaktan geri kalmadı… Özelde de tüm yanıltma çabalarına rağmen Alevilere ve Aleviliğe düşmanlıktan bir gün bile geri durmadı. Bu düşmanlıkla ilgili bazı örneklemeleri sıralayalım… Sayın Başbakan, sen Alevilerin ve Aleviliğin tüm değerlerine saldıracaksın. Sen, Alevilerin ibadethanesi Cemevi için “ucube” diyeceksin. Sen, Alevi çocukları için adeta işkenceyle eşdeğer olan Zorunlu Din Dersini AİHM kararına rağmen sürdüreceksin. Sen, 33 kişinin yakılarak katledildiği Madımak’ın Utanç Müzesi olmasını engelleyeceksin. Madımak katillerini ko- kızılbaş - sayfa 18 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ruyacak, kollayacak, iş sahibi yapacak ve savunacaksın… Ve Sivas davasını zaman aşımına uğratıp, karar için de “millete hayırlı olsun” diyeceksin. Sen, Alevilerin namusu da, canı da, malı da helaldir diyen Ebu Suud’u göklere çıkaracak, yetmezmiş gibi Aleviliği seçim meydanlarında aşağılayarak defalarca yuhalatacaksın. Sen, sözde Dersim’den özür dileyecek, ama öte yandan Alevi ziyaretlerini, dergâhlarını HES’lerle, barajlarla sular altında bırakacaksın. Sen, Sincan’da, Kazlıçeşme’de meydanda aldığın %50 oyu öne sürerek “milli iradeyi” tekeline alacak ve demokratik hak ve talepleri için barışçıl eylemleri seçen kitleleri tehdit edecek, sonra da bağnaz, yobaz, dindar ve kindar bir kısım serserini sokağa salacaksın. Ardından da kalkıp “ben diktatör değilim” ve “Alevi Açılımı yapıyorum”, diyeceksin. “Kürt Açılımı” ve “Kürtlerle barış yapıyorum” diyeceksin, ama Dersim’e ve diğer kentlere yüzlerce “kalekol” yapacaksın. Barış isteyenlerin üzerine de ateş açılacak ve Medeni Yıldırım adlı genci ölümüne de sebep olacaksın. Sayın Başbakan bilmelisin ki, biz Aleviler senin asimilasyoncu, inkarcı ve imhacı Emevi zihniyetin aynı kaldıkça, yüreklerimizde, bilincimizde yaşayan önderlerimizin, Alevi Ulularımızın isimlerini bir yerlere versen de yine de hiç birşeyin değişmeyeceğini biliyoruz artık. Boşuna çabalama… Biz Aleviler, Aleviliğin ve sorunlarının bir “demokrasi sorunu” olduğunu da biliyoruz. Ülkemiz demokratikleşmedikçe, demokratik bir anayasa yapılmadıkça, toplumsal barış sağlanmadıkça, ekonomik, sınıfsal, cinsel baskılar sürdürüldükçe, tek başına Alevi sorununun da ya da tek başına herhangi bir sorunun çözülmeyeceğinin de bilincindeyiz. Ve son sözümüz de şudur: AKP zihniyeti, yani sizin ve dava arkadaşlarınızın zihniyeti ile Aleviler – Alevilik, asla birleşemeyecek - buluşamayacak iki paralel çizgi gibidir. 2 Temmuza az kala, Madımak’ta yitirdiklerimize buradan söz veriyoruz ki, sistemle yüzleşmedikçe, hesaplaşmadıkça, AKP, Başbakan ve dava arkadaşlarının temsil ettiği asimilasyoncu, inkarcı, yok sayan, ötekileştirici zihniyetiyle Alevilerin ve Aleviliğin yollarının kesişmesi tarih boyunca da asla mümkün olmayacaktır.. İzmir Barosu ve Avrupa Avukatlar Birliği üyesi Avukat Hüseyin Durdu, Tayyip hakkında suç duyurusunda bulundu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na iletilmek üzere İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusu dilekçesini veren İzmir Barosu ve Avrupa Avukatlar Birliği üyesi Avukat Hüseyin Durdu, Başbakan Erdoğan’ın cezalandırılmasını istedi. Durdu, Başbakan Erdoğan’ın, Osmanlı Arşivleri binasının açılışında yaptığı konuşmada, “Taksim’de üç proje var. Doğa, tarih ve trafiğin tamamen yerin altına indirilmesi. Taksim’e cami de yapacağız. Bunun iznini CHP Genel Başkanı’ndan ya da bu birkaç çapulcudan alacak değilim” diyerek halkı aşağıladığını, kin ve düşmanlığı tahrik ettiğini öne sürdü. Başbakan Erdoğan’ın, Fas ziyareti öncesinde havalimanında yaptığı basın toplantısı sırasında, “Şu anda evlerinde bizim zorla tuttuğumuz, bu ülkenin en az yüzde 50’si var. Biz onlara 'aman sabırlı olun sakın bu oyuna gelmeyin' diyoruz” sözleriyle halkı böldüğünü, kin, düşmanlık, korku ve panik yarattığını ileri sürdü. Başbakan’ın sözlerinden güç alan güvenlik güçlerinin, partinin elemanı gibi davrandığını öne süren Hüseyin Durdu, halka karşı orantısız güç kullanıldığını, ölenlerin, gözlerini kaybedenlerin, vücutlarının çeşitli yerlerinden yaralananların olduğunu dile getirdi. On sayfadan oluşan gazete haberlerini, konuya ilişkin temin edilebilen konuşmalara ilişkin CD’leri de delil olarak sunan Avukat Durdu, Başbakan Erdoğan’ın 'halkı kin ve düşmanlığı tah- rik ve aşağılama', 'halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit', 'kasten adam öldürmeyi azmettirmek' ve 'kasten yaralamaya azmettirmek'ten cezalandırılmasını talep etti. Hakkında soruşturma açılabilmesi için, fezleke hazırlanarak TBMM’den izin talep edilmesini istedi. Suç duyurusunda bulunmasıyla ilgili açıklama yapan Avukat Hüseyin Durdu, “Umarım İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tüm bu savları, belgelerini ve kanıtlarını toplar ve sağlıklı bir değerlendirme yaparak, Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakan olması nedeniyle fezleke hazırlayarak, TBMM’den soruşturma açılması için izin ister” diye konuştu. Sözcü / Vatan BUNLAR MI EJNEMiLER?!. kızılbaş - sayfa 19 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 AKP'NİN ZORUNLU 'A LEVİ AÇILIMI' Ferhat Aktaş İktidarı elinde tutan düzen İslamcı hareket AKP yeniden ‘Alevi Açılımı’ adı verilen bir dizi adımı atmaya hazırlanıyor. Başından beri sorunlu olagelen ve şimdilerde politik çelişkilerin ötesinde düşünsel kopuş- taban tabana zıtlık aşamasına gelen Aleviler ile AKP ilişkisi, iç ve dış dinamiklerinde sonucu olarak zorunlu yasal düzenlemelere konu ediliyor. Mevcut politik hamle esneme babında tavizler içeriyor gözükse de sahiplerinin zihinsel- maddi zemini göz önüne getirildiğinde ‘iç tehlike odağını tasfiye’ niyetlerinden kopuk ele alınamaz. ‘Osmanlıda oyun çoktur’ dedirten tarihsellik günümüz neo-İslamcıları içinde geçerlidir. Hükümet kaynaklarından geçen bilgilere göre önümüzdeki günlerde açıklanacak paket üzerinde taslak çalışmasının yürütüldüğü, çalışmanın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından koordine edildiği ve sıkıntı yaratan sorun başlıklarının çözümü doğrultusunda alınacak kararların hayata geçirileceği tarih başlangıcının netleştirileceği ifade ediliyor. Hükümetin gündemine aldığı pakette Alevilere ilişkin şunlar var: -Hacı Bektaş-ı Veli veya Pir Sultan Abdal adı altında üniversite kurulacak. -İnanç ve Kültür Vakıfları yasa taslağı hazırlanacak -Cemevleri bu vakıflara bağlı olarak inanç ve kültür merkezi olarak hizmet verecek. -Devlet bütçesinden cemevlerine yardım yapılacak -Belediyeler cemevleri için ücretsiz arsa tahsis edecek -Cemevlerinin 'tekke ve zaviye' sayılmaması için Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasını öngören 677 sayılı yasa kapsamı dışında tutulacak. -Alevi dedelerine yönelik Çorum Hitit Üniversitesi Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi'nin desteği ile altı aylık se minerler düzenlenecek. Bu seminerlere katılacak Alevi dedelerine 'İnanç Önderi' sertifikası verilecek. Alevi dergahlarının temsilcilerinin de eğitmen olarak görev yapacağı seminerlere katılıp sertifika alan dedeler, 'İnanç Önderi' olarak cemevlerine atanıp, kamudan maaş alacaklar. Maddelerden anlaşıldığı üzere tipik asimilasyoncu yaklaşım 'açılıma' rengini veriyor. Alevilere rağmen Aleviliği tanımlama, göstermelik adlandırmalarla göz boyama ve devletin Alevisini yaratma anlamında dedelere maaş oyunu devreye girecek. İnanç esaslarına göre yola ikrar veren dedenin devletin maaş ve sertifikasına ihtiyacı yoktur. Geçmişten bugüne pir-talip ilişkisi çerçevesinde “El ele el Hakka” kuralına göre hakullah vererek talipler bu hassasiyeti diri tutmuştur. Alevi dedesinin 'devlet memuru' olması üstlendiği misyona aykırıdır. Onurlu, yola hizmet eden hiç bir dede- talip bunu kabul etmez. AKP, Alevilerin ibadethanesi Cemevini tanımamakta diretiyor. Başbakan R.T. Erdoğan'ın ''cümbüş evi-ucube'' diyerek kendi dar düşün dünyasına göre aşağıladığı Cemevleri olgusu son açılım paketinde yine ibadethane olarak kabul görmüyor. Kültürel-folklorik öğe derekesine indirgenerek, kültür merkezi sıfatlandırması ile lastik misali nereye çeksen oraya gidecek kalıba sokuluyor. Tekerleme halinde sürekli vurguladıkları 'Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasını öngören 677 sayılı yasa'yı gerekçe gösteren yöneten sınıflar, Sünni-Hanefi cemaatlere her türlü desteği ve kolaylığı sağlarken, 20 Milyon Alevinin inanç kimliğini yok sayması mevcut yasanın sadece Aleviler mevzu bahis olunca gündeme getirilmesini koşulluyor. Paradoksal anlamda düzen İslamcıları bile bir anda 'laiklik ilkesini' hatırlıyor. Oysa malum yasada (677 sayılı yasa Alevi inancını yasaklı hale getirmesine, dergâh sistematiğine darbe vurmasına rağmen 30 Kasım 1925 koşullarında Cemevi olgusu bugün ki şekliyle gündemde yoktu) Cemevi ibaresi geçmiyor. Aleviler bize ne yasadan diyebilir. Türkiye Cumhuriyetinin kâğıt üzerinde kalan 'laiklik ilkesini' işgüzarca kullanan yönetici sınıfların söylemleri ölçüt alınamaz. Yamalı bohçaya çevrilen 'laiklik ilkeleri' kelimenin gerçek anlamında verilecek laiklik mücadelesiyle değişecektir. Laik olan ülkede diyanet gibi çarpık bir dinsel sömürü kurumu olmayacak, 130 bin imam-din görevlisi kamu bütçesinden maaş almayacaktır. Pakette Hacı Bektaş-i Veli ve Pir Sultan Abdal isimlerinin kurulacak Üniversitelere verilmesine lütuf havası veriliyor. Sanki Alevilerin AKP'den böyle bir talebi varda hükümette bu talebe yeşil ışık yakmış gibi. Mevcut eğitim sistemi değişmeden, İlahiyat fakülteleri minimalize edilmeden Alevi yol ulularının isimlerinin gerici-şoven-bilim karşıtı eğitim kurumlarına verilmesi etik değerlerle örtüşmez. AKP hükümeti palyatif adımlarla kimseyi kandıramaz. 20 milyon Alevi Kızılbaşın bakış açısını bildiği halde İstanbul boğazına yapılacak 3. köprü projesine Yavuz Sultan Selim köprüsü adını veren hükümetten aklıselim yaklaşım beklenmiyor. Kimi dostların ifade ettiği; ''bu ülkenin Yavuz Selim'e değil, aklıselime ihtiyacı var'' beklentisinin AKP'de karşılığı bulunmuyor. Hatırlatma babında Alevilerin ortak taleplerini bir kez daha sıralamamız gerekirse kısa ve öz olarak şöyle vurgulayabiliriz: -Zorunlu Din Derslerinin kaldırılması -Diyanet kurumunun lağvedilmesi -Cemevlerine ibadethane statü tanınması -Madımak Otelinin müzeye çevrilmesi -Hacı Bektaş Dergâhının Alevilere geri verilmesi -Alevi köylerine Cami yapımının durdurulması -Alevi- Kızılbaşlara karşı işlenmiş suçların faillerinin yargılanması, maddi ve manevi zararların karşılanması, Cumhurbaşkanı düzeyinde özür dilenmesi AKP'nin, birincisi 3- 4 Haziran 2009 tarihinde başlayan ‘alevi çalıştayı’ başlıklı orta oyununun senaryosu kısa süre içinde alıcı bulamadığı için rafa kaldırılmıştı. Şimdi tekrardan raftan indirilerek sahneye konulacak. Oltaya gelen kızılbaş - sayfa 20 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bazı 'çakma örgütler' üzerinden rol dağıtımı yapılacak. Alevileri sevmediğini fırsat buldukça dillendiren Başbakan ve Bakanlar Kurulu zorunluluktan ötürü istemeden de olsa sahneyi düzenlemek durumda kaldı. Neden mi? Cevabı bir dizi gelişmede saklı… Daha sonraki yazılarımızda değinmek kaydıyla şimdilik üç başlıklı sorununa gönderme yaparak 'neden-sonuç' ilişkisine dikkat çekelim. AKP, amaç edindiği Alevi tasfiyesi projesinden geri adım atmadan dolambaçlı güzergâhlardan geçerek yol alacak. Buna mecbur kaldı. Üstlendiği Neo-liberal İslam modelinin krizi derinleşerek büyüyor. Mezhep eksenli işgal-çatışmacı bölge politikası sonuç vermiyor. Bölgesel yayılım çizgisi Suriye özgülünde çıkmaza girerken, Türkiye'nin mezhepsel fay hatlarında kırılma yarattı. Alevi- Şia düşmanlığı hükümetin izlediği politikanın ürünü olarak doğallığında ciddi sonuçlar doğuracak karşı tepkiye dönüştü. Kırıldı-kırılacak denilen ilişki son dönemde açığa çıkan toplumsal hareketlenmenin temel dinamiklerinden biri haline geldi. Kendilerini AKP hükümetinin yönettiği ülkede tehlikede gören Aleviler gelinen aşamada AKP'ye karşı eylemli duruşunu her fırsatta sokağa yansıtacak. Bu sefer yalnız değiller. Toplumun farklı kesimleri de AKP'ye hayır diyor. İşte vizyonu bozulan ve meşruiyet krize giren hükümet yaşadığı krizin etkilerini azaltmak, dağılan imajını toparlamak için 'açılım' siyasetine mecbur sarılmak durumunda kaldı. Neden AKP ikinci 'alevi açılımı' yapıyor diye sorguladığımızda özetin özeti olarak şu üç başlıkta düğümleniyor her şey. I- Mezhep eksenli ayrıştırıcı-çatışmacı bölge siyasetinin iflası II- Kürt sorunu bağlamında yeni dönem siyasetine dönük halkın haklı güvensizliği III- Gezi direnişi ile birlikte yaygınlaşan muhalefetin varlığı İnanç değerlerine sıkı sıkıya bağlı her Alevi Kızılbaş yol uluları Pir Sultan Abdal'ın vasiyet anlamı taşıyan şu sözünü unutmaz ve zalimlerle uzlaşmaz. ''Koyun beni hak aşkına yanayım, yolumdan dönüp, mahrum mu kalayım? Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan.'' Kaynak: http://www.insanhaber.com /akpninzorunlu-alevi-acilimi-makale,107.html Alevi Federasyonu: 'Sivas katliamını bizzat Kemalist Cumhuriyet yaptı...' [Sesonline] Demokratik Alevi Federasyonu (FEDA) 1993 yılında gerçekleşen Sivas Katliamı'nın 20. yıldönümü vesilesiyle biraçıklama yaparak "katliamın bizzat planlayıcısı ve uygulayıcısının Kemalist Cumhuriyetin kendisi" olduğuna dikkat çekti. FEDA, 'Sivas katliamı' olarak tarihe geçen olayın "insanlığa karşı islenmiş bir suç" olarak kabul edilmesini ve Türkiye'nin özür dilemesi gerektiğini ifade etti. ANF'nin haberine göre, yazılı bir açıklama yapan FEDA, Sivas Katliamı'nın ne bir ilk ne de son olduğuna dikkat çektiği açıklamasında, katliamın daha önceden planlanmış olduğunu kaydederek; "Pir Sultan Abdal Senlikleri'nden haftalar önce yerel medya kışkırtıcı yayınlarla halkı galeyana getirme işlevi görmüştür. Yerel yetkililer de birer militan gibi çalışmıştır. Sekiz saat süren bir olayda 33 aydın ve 2 otel görevlisi yanarak can vermiştir" dedi. "3. Boğaz Köprüsü'ne Yavuz Sultan Selim isminin verilmesi ve kapıların işaretlenmesi gibi Alevilere yönelik artan saldıra ilişkin kaygılarını" ifade eden FEDA, açıklamasında şu görüşlere yer verdi: Bazı Alevi örgütlerinin hâlâ bu katliamı bir devlet organizasyonu olarak açık bir şekilde ifade etmediği eleştirisinde bulunan FEDA, şöyle dedi: "Sürekli katilin etrafında dönen bir dil kullanılmaktadır. Sınırları son derece belirsiz bir şekilde kullanılan 'yobazlar' kavramının arkasına sığınılarak katliam tarif edilmeye çalışılmaktadır. Bu kavramın son derece sorunlu tarzda kullanılması nedeniyle Alevi toplumundan katliamın asıl failleri gizlenmekte, hem de vicdanlı Sünni kardeşlerimiz incitilmektedir. Buradan açıkça belirtmek isteriz ki, diğer Alevi katliamlarında olduğu gibi Sivas katliamının da failleri Sünni kardeşlerimiz olmadığı gibi, dini siyasete alet eden 'siyasal İslam' da değildir. Siyasal İslam, Türkiye'de devletin kucağında beslenip büyütülmüştür ve asla devletten izinsiz adım atmamıştır. Bağımsız hareket etme yeteneği yoktur. Yeri gelmiş Alevilere karşı kullanılmış, yeri gelmiş Hizbullah örneğinde olduğu gibi Kürtlere karşı kullanılmıştır. Siyasal İslam'ın bu katliamdaki rolü tetikçilikle sınırlıdır. Kullanılmışlardır. Bu katliamın bizzat planlayıcısı ve uygulayıcısı Kemalist Cumhuriyet'in kendisidir..." "Bazı Alevi örgütleri, yargının AKP kontrolünde olmasından hareketle davanın zaman aşımından düşmesini hâklı olarak eleştirirken, kuru kuruya bir 'AKP karşıtlığı'nın sığlığına düşmektedirler ve sorunun sistem sorunu olduğunu görmeden, sistemin kurucusu kemalizme sarılmaktadırlar. Bu canlara, yargının sadece 2007'den bu yana AKP kontrolünde olduğunu hatırlatmak isteriz. Daha öncesi yargının Kemalistlerin elinde olduğu biliniyor. İstese 'Kemalist yargı' katliamın faillerini pekâlâ cezalandırabilirdi. Ayrıca diğer Alevi katliamlarının da üzerini örtenin aynı yargı olduğunu unutmamak gerekir. Bu durum, ölümü görüp sıtmaya razı olma anlayışıdır ve yeni Sivaslara kapı aralamaktadır. » 1. Bu katliam unutulmamalı, üzeri örtülmemelidir. Devlet katliamı "insanlığa karşı islenmiş bir suç" olarak kabul edip özür dilemeli, dava dosyası yeniden açılmalı, dönemin devlet yetkilileri yargı önüne çıkarılmalıdır. » 2. Katliamın yaşandığı Madımak Oteli "Utanç Müzesi" yapılmadır. Devlet, Sivas'ı unutturma çabasından vazgeçirtilmelidir. » 3. Katliamı gerçekleştiren güruhtan iki kişi, katliam esnasında kazara yaşamını yitirmiştir. Devlet yaptırdığı anıta yanan 35 can ile birlikte olayın failleri olan bu kişilerin de adlarını yazdırmıştır. Mağdurlar ile katilleri eş gören bu anlayış terk edilmeli ve bu iki kişinin adları anıttan çıkarılmalıdır. » 4. Katliamın mağdurlarına maddi ve manevi tazminat ödenmelidir. Bunlar yapıldığı takdirde, acılı Alevi toplumunun yaraları elbette kapanmış olmayacaktır ama hiç olmazsa yaralarımızın acısı birazcık olsun hafifleyecektir. Bu duygularla diri diri yakılarak can vermiş 35 canımızı bir kez daha anıyor ve anılarına sahip çıkmanın bütün Alevi canlarımızın boynunun borcu olduğunu yineliyoruz." kızılbaş - sayfa 21 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “Bir zamanlar mazlum olmak, zalimleşmemizi ya da zalimin yanında yer almamızı gerektirmiyor!” Müslüman aydınlar ve gençler, Gezi Parkı için bildiri yayınladılar. Bildiride Gezi Parkı eylemlerine destek verildi, Müslümanlar, takındıkları tavır dolayısıyla eleştirildi, AKP hükümetinin yaptığı yanlışların farkında olunduğu ve bunlardan uzak durulduğu ifade edildi. 14 Haziran 2013 Emek ve Adalet Platformu’nun çağrısıyla, 13 Haziran 2013 Perşembe akşamı saat 7′de Vefa’da Mazlum-Der İstanbul Şubesi’nde kamuya açık olarak gerçekleştirilen istişareden çıkan sonuç metni ve imzacılar aşağıdaki gibidir. İmzacılar listesi, alınacak teyitler doğrultusunda güncellenecektir. Taksim Gezi Parkı’nı dönüştürme, AVM’yle, otelle doldurma yönündeki niyetin şehri rant alanı olarak düşünmekten kaynaklandığını biliyoruz. Dönüştürülen her kentsel alanda paranın gücüne dayanan belki biraz muhafazakar, biraz modern ama yeni ve seçkin yaşam kültürlerine yer açılmaya çalışıldığını da görüyoruz. Ayazma’da, Sulukule’de ya da Tarlabaşı ve Taksim’deki kentsel dönüşümün, şehrin yoksullarının ve diğer sakinlerinin yaşamında iyileştirici hiçbir etkisi olmadığı gibi onları sadece öfkelendirdiğine şahit oluyoruz. Bu değişimin zorbalığına muhalefet edenler daha önce yalnızlaştırılmıştı. Gezi Parkı’nda sesi daha gür çıkan ve sahiplenilen bir muhalefet ortaya çıktığında ise bu başarılamadı. Şehrin merkezinde bulunan, şimdiye dek ancak yoksulların altında barındığı ağaçları korumaya çalışan insanlar, bu yeşil alanın kendilerine sorulmadan paraya tahvil edilmesine itiraz ettikleri için devlet kibrinin en sert yüzüyle, tahkir edici bir polis şiddetiyle buradan atılmaya çalışıldılar. Oysa daha önce gayet makul taleplerle ve meşru yollarla bu parka dair fikirlerini duyurmaya çalışmışlardı. Fakat kimseyi dinlemek sorumluluğu hissetmeyen, semboller üzerinden çatışan Kemalist iktidar dilini devralıp bu dili sürdürmeyi tercih eden muhafazakar iktidar partisi bu sesleri duymadı. Makul ve meşru her eylemin polisin şiddetiyle bastırılması alışkanlığı insanları daralttı ve öfkenin hakim olduğu bir siyasi iklime çekti. Daha önce hiç görmediğimiz yaygınlıkta kendiliğinden birleşen bir muhalefet bloğu yeni bir muhalefet tarzıyla kendini açığa vurdu. Henüz 28 Şubat darbecilerinin yaptıkları hafızalarda çok tazeyken ve yapılan zulümlerin hesabı sorulmamışken, mazlumların sesi olma iddiasıyla iktidara gelen bir partinin benzer bir hoyratlıkla davranması, hukuksuzluğun yeni ellerde devam ettiğinin göstergesidir. Bu nedenle son on altı gündür yaşanan gerilimlerin esas müsebbibi; halkı dikkate almadan şehri dönüştürmeye kalkışanlar ve polis şiddetinin kontrolsüz kullanılmasını emredenlerdir. Biz insanların kendi hayatlarına dair alınan kararlara müdahil olmak için sokaklarda yürüttükleri sivil siyasetin meşruiyetinin tartışılamayacağını ve seçimle işbaşına gelen iktidarların bu sesleri muhatap kabul etmesi gerektiğini düşünüyoruz. Halkın siyasete katılımı sadece dört yılda bir oy vermeye indirgenemez. Hükümet meşru itiraz kanallarını tıkayarak sokaktaki muhalefeti terörize etmekten vazgeçmelidir. Öte yandan geçmişteki zulümlerinin hesabını vermeden, seçimle işbaşına gelmiş bir hükümetin meşruiyetini tartışmaya açan ve bu tür haklı talepleri kullanarak hükümet düşürme rüyaları gören eski Kemalist muktedirlerin tutumlarının adalet talebiyle ilgili olmadığının da farkındayız. Darbe umudu veya korkusuyla yeniden dindar-laik çatışmasının yükseltilmesini kınıyor, karşılıklı kin ve nefreti körükleyerek toplumsal gerilimlere yol açanları sükunete davet ediyoruz. Gezi Parkı eylemlerini fırsat bilerek başörtülü kadınları tacize varan davranışlar sergileyenleri lanetliyor ve bu olayların siyasi tartışmalarda suistimal edilmesini de doğru bulmuyoruz. Gezi Parkı eylemcilerinin taleplerini görmezden gelip, kamuoyu nezdinde onları ”çapulcu” olarak tanımlamak kendini memleketin sahibi gören bir kibri yansıtmaktadır. Oysa çevrenin, araçların ve dükkanların tahrip edilmesi, polisin eylemcilere sert müdahalesiyle ortaya çıktığı; polis müdahalesinin durduğu andan itibaren eylemlerin barışçıl bir yöne kaydığı da bilinmektedir. İktidarda bulunan kim olursa olsun, polis şiddetinin halka karşı kullanılmasını kınıyoruz. Halkın taleplerinin şiddetle bastırılmasını engelleyecek hukuki düzenlemeler acil bir şekilde yapılmalıdır. Bu ülkede henüz Kürtlerle helalleşilmedi, Alevilerle barışılmadı, işçi ve yoksulların hakkı hâlâ gözetilmiyor, iş kazalarıyla ölümler devam ediyor, birileri devlet eliyle zenginleştirilirken toplumun önemli bir kesimi yoksullaştırılıyor. Her şeyin zenginlik ve güç ekseninde değerlendirildiği, siyasal güç ve ekonomik büyümenin kutsallaştırıldığı bir siyaset dili Müslümanların ahlakını yansıtan bir dil değildir. Şehirdeki yaşam alanlarına devletin keyfi müdahaleleri karşısında, öncelikle şehir yoksullarının gözetilmesi gerektiğini söylüyoruz. Aksi takdirde şehrin çeperlerine sürülen yoksullar bir gün haklarını almak için mutlaka geri geleceklerdir. Şehirdeki mekanların ıslahının tek yolu yok etme, küçümseme ve uzaklaştırma değildir. Dönüşüm, iktidarın zoru ile değil, halkın kendi yaşamını iyileştirmek için kendi iradesiyle katılabileceği süreçlerin güçlendirilmesi ile haklı ve kalıcı olacaktır. Biz bütün siyasi aktörlerin eylemlerini sadece adalet-zulüm eksenine bağlı kalarak değerlendireceğimizi ilan ediyor ve bu sözleri, öncelikle Müslümanlığı vazgeçilemez bir aidiyet olarak gören insanlara söylüyoruz. Ve diyoruz ki: kızılbaş - sayfa 22 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ey Müslümanlar! Hayatımız değişiyor. Çocuklarımıza başka bir dünya bırakacağız. Diktiğimiz AVM’ler ve tükettiklerimiz üzerinden kendini değerli bulan bir nesil inşa ediyoruz. Kibirli, bencil, ahlak ve fedakarlık duygusundan yoksun, zalim bir topluluğa dönüşmemek için sadece güç, statü ve paraya önem veren yaşam idealinden sıyrılmalıyız. Mahallemiz parçalanıyor. Artık zenginlerle fakirlerin ayrı camilerde namaz kıldığı bir topluma doğru gidiyoruz. Çocuklarınızın bir yoksula, düşküne dost ve komşu olmasını istemiyor musunuz? AVM’ler ile simgeleşen bu tüketim kültürü hepimizi, yaralarını saramayacağımız günlere sürüklüyor. Başbakan’ın Ağaoğlu’na nazire yaparcasına “ben istiyorum olacak” diyerek istediği kışla/AVM/rezidanslara dur diyen eylemcilere bir teşekkürü çok görmemeli, en azından bu eylemi anlamaya çalışmalıyız. Daha 15 yıl önce Müslümanları karalayan medyanın bütün memleketi nasıl ifsat ettiğini, nasıl iftiralar attığını unutmadık, değil mi? Bugün muhafazakar ve merkez medya aynı haber dilini başkalarına karşı kullanıyor ve toplumun belli bir kesimini terörize ediyorsa dünden bugüne ne değişti? 15 yıl önce polis gücüyle çocuklarımıza ne yapıldığını unuttuk mu? Bugün aynı polis gücü bize benzemeyen insanlara gözlerimiz önünde zulmettiğinde niçin haklı olsun? Adalet her zaman nefrete karşı ayakta tutulması gereken ilahi bir emir değil mi? Müslüman olmasa da komşumuza karşı sorumlu olduğumuzu unuttuk mu? Bize benzemeyen, bizim gibi düşünmeyen başkalarının hakkı da bize emanet değil mi? İktidar ve güç hesaplarıyla ya da nefretle bize zulmetmek isteyenlerin hakkını korumak da bize düşmüyor mu? Eğer şehri ıslah etmek istiyorsak; yok ederek, sürerek, küçümseyerek değil, bize benzemeyen insanların sofrasına oturarak, adalete emin kılarak, onların yaşam kültürlerine saygı duyarak tebliğ sorumluluğu taşıdığımızı unutmayalım. Peygamberlerin herkese güzel sözle gittiğini hatırlayalım. Başkalarının haklarına riayet etmezsek, İslam’ın ahlakımıza hakim olduğunu nasıl düşünebiliriz? Eğer ibadetimize, başörtümüze, mabedimize dokunulacağından korktuğumuz için, adalet ölçüsünden ayrılan yöneticileri her şartta haklı görmeye meylediyorsak bilmeliyiz ki, bir devlet ya da parti dinimizi koruyamaz. Allah’ın takdiriyle, bizi koruyacak olan sadece kendi imanımız ve adalet duygumuzdur. Bir zamanlar mazlum olmak şimdi bizim de zalimleşmemizi ya da zalimin yanında yer almamızı gerektirmiyor! Tam aksine, başkalarının acı, korku ve taleplerine değer vermek herkesten önce bizim sorumluluğumuzdur. Yaşanan acılar hepimize aittir. Bu nedenle olaylar esnasında hayatını kaybeden Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Mustafa Sarı ve beyin ölümü gerçekleşen Ethem Sarısülük’e Allah’tan rahmet diliyor, ismini bilmediğimiz yüzlerce yaralıya geçmiş olsun diyoruz. Gezi Parkı eylemcilerinin dile getirdikleri şu beş talebi meşru görüyor, bu taleplerin eylemcileri temsil eden kişilerle müzakere edilmesini istiyoruz: Gezi Parkı, park olarak kalmalı ve yapılaşmaya kapatılmalı; yaşanan şiddetin sorumluları görevden alınmalı; gösterilerde haksız yere tutuklananlar derhal serbest bırakılmalı; sivil gösterilerde gaz bombası ve benzeri materyal kullanımı yasaklanmalı; Taksim Meydanı ve benzeri mekanlar gösteri ve toplantılar için kullanıma açılmalıdır. Şahidi olduğumuz eylemlilik süreci göstermektedir ki, toplumun haklı taleplerine kulaklarını tıkayan ve çeşitliliğini görmezden gelen siyaset tarzı, sorun üretmeye devam etmektedir. Yine de ve her şeye rağmen, şayet insanların yaşadıkları mekanlar üzerinde karar verme hakları ve siyasi taleplerini ifade etme biçimi tehdit olarak algılanmayıp bu talepler doğru bir biçimde okunabilirse, bu süreç, Türkiye’nin daha adil ve özgür bir ülke olması için bir fırsata çevrilebilir. Fatma Akdokur – Cihan Aktaş – Ümit Aktaş – Hilal Alkan – Nurten Ceceli Alkan – Kamile Batur – Mehmet Bekaroğlu – Ayhan Bilgen - Osman Bostan – Ali Bulaç – Sadi Celil Cengiz – Fatma Çiftçi – Yasemin Çoban – Mehmet Bülent Deniz – Mehmet Efe – Hikmet Eren – Alper Gencer – Ömer Faruk Gergerlioğlu – Cihangir İslam – Gülnur Kara – Gülsüm Kavuncu – Mualla Kavuncu – Hüda Kaya – Kadrican Mendi – Beytullah Emrah Önce – Ali Öner – Ahmet Örs – Yıldız Ramazanoğlu – Reha Ruhavioğlu - Cüneyt Sarıyaşar – Özkan Şahin – Abdülaziz Tantik – Mehtap Toruntay – Sabiha Ünlü – Ahmet Faruk Ünsal – Fatma Bostan Ünsal - Halil İbrahim Yenigün Kaynak: http://www.fikirzamani. com/bir-zamanlar-mazlumolmak-zalimlesmemizi-ya-dazalimin-yaninda-yer-almamizigerektirmiyor/#comment-1745 kızılbaş - sayfa 23 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Redhack, Diyanet'i hackledi Kızıl Hacker grubu RedHack Sivas katliamının 20. yıldönümü nedeniyle Diyanet'i hackledi. Tak s im D ayanı ş m a s ı s özc ü s ü s ür gün e dil di! Taksim Dayanışmasının sözcülüğünü yapan TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Tayfun Kahraman Gaziantep'e sürgün edildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Koruma Bölge Kurulu'nda uzman olarak çalışan Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Tayfun Kahraman geçici olarak bir ay süreyle Gaziantep'te görevlendirildi. Tayfun Kahraman'a, çalıştığı kurumun yönetiminden gelen yazıda, "göreviyle bağdaşmayan etkinliklerde" bulunduğu gerekçesi ile Gaziantep Koruma Kurulu'nda görevlendirildiği belirtildi. Kahraman Twitter mesajıyla bu gelişmeyi doğruladı. Kahraman, Taksim Dayanışması'nın Başbakan Erdoğan'la yaptığı toplantının ardından, Dayanışma adına açıklama yapmıştı. Bu konuşmaya, AKP'nin Gezi Direnişi ile ilgili hazırladığı "Büyük Oyun" isimli propaganda filminde yer verilmişti. http://haber.sol.org.tr Dün Sivas katliamının yıldönümü nedeniyle bir eylem düzenleyeceklerini açıklayan hacker grubu Redhack , gece saatlerinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi internet sitesini hackledi. RedHack eylemin gerekçesini twitter sayfasından “Bu eylem, 5 yıldızlı otellerde iftar yapıp 3 yıldızlı otellerde insan yakanlara cevaptir! Muslumanlari AKP tetikcisi Diyanet temsil edemez!” şeklinde duyurdu. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın veri bankasının giriş şifrelerindeki açığı da yaynlayan Redhack, takipçilerinin veri bankasında oynamalar yapmasının yolunu açtı. RedHack’in verdiği kullanıcı adı ve şifreyle sisteme girenler, Yaz Kuran Kursları listesine “3 kulfü bir elham redhack'e selam”, “Biz insan yakmasını çok iyi biliriz- AKP”, “Direndiyanet”, 'unut MADIMAKlım-da “Diyanet kusura bakma ayakkabıyla girdim” “Ethem Sarısülük ölümsüzdür” gibi başlıklar eklediler. Redhack’in eylemin ardından açtığı #REDHACKHALKINDIR başlığı ise kısa sürede en çok bahsedilenler listesinde birinci sıraya yerleşti. Kaynak: https://www.facebook.com/pho to.php?f bid=10151674756921358&set=gm.48203 6561878342&type=1&theater kızılbaş - sayfa 24 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 GEZİ PARKI DİRENİŞİ İbrahim Seven TC tarihinde bir yenilik hükümete karşı çoğulcu bir direniş bence direnişin en önemli yanı bu. İlk olarak 10 yıl marşı söyliyen kemalistler çevreciler demokrasi istiyen gençler aleviler biz kimsenin askeri değiliz diyen hem kemalistlere hem de irademiz Apodur diyenlere karşı çıkan demokratlar MHPliler ermeniler az da olsa süryaniler az da olsa anti-kapitalist müslümanlar bayrakları ile katılan erkek ve kadın eşcinseller ve hepsinden önemlisi Tunus ve Mısırdan farklı olarak kitle halinde katılan genç kız ve kadınlar bir arada bir biri ile kavga etmeden birbirini sevmese de tahammül gösterdiler. Bu sadece TC için değil islam alemi için bir yeniliktir. Direniş isterse şiddetle kırılsın isterse barışcı bir şekilde sona ersin bu neticeyi değiştirmez. Olaylar sadece TC’yi, ortodoğu, yakın doğu ve tüm islam alemini hatta tüm dünyayı etkiliyecek niteliktedir. İnternet, facebookla sansürü ve polis devletini hiçe sayan kitle eylemlerinin ilki İranda başladı. Liderliğinin yeterince demokrat olmaması ve benzer sonuçlarla yenilen İran halkının bu mücadelesi Tunus ve Mısırda aynı taktikle diktatörleri devirdi. Ancak örgütsüz olan kitlelere karşı örgütlü ve Katar, Suudi mali destekli ve ABD’nin ehveni şer gördüğü müslüman kardeşlerin iktidarını getirdi. Bu süreç bitmemiştir. Kitleler demokrasi ve laiklik için mücadelesini sürdürüyor. Yenilenler haksızdır mantığı gerici bir yaklaşımdır. Bu tip devrimciliği başlatan İran halkını saygı ile anıyorum. Gelelim olayların TC özelinde sebeplerine. Birinci sebep yüzde elli oy aldım, her istediğimi yaparım diyen Erdoğanın dikdatör tavrı daha evvel Menderesin odunu da aday gösteririm seçilir. Ordu karşı ise polisten ordu oluştururum diyen tavrının devamıdır. O zaman sivil muhalefetin güçsüz olduğu yerde ordu ajandalarını da gerçekleştirmek için devirdi. Demirel ve Erbakanın tavrında da paralellik vardı. Ergenekon operasyonu ile başka ergenekoncular tarafından tasfiye edilen generallerin yerine Erdoğana itiraz etmeyecek generaller seçildi. O yüzden generallerin darbe yapması hem iç hem dış güçlerin konumundan dolayı mümkün değildir. Kaldı ki biz Mustafa Keserin askerleriyiz diyen gençler hem askeri hem AKPye karşıdır. İkinci sebep ise Erdoğanın arap aleminde olan olaylar dolayısı ile biraz da ABD ve AB’nin şımartılması ile yeni osmanlıca çizgisinin sünni mihver etrafında liderliğe kalkışması ve her çeşit katil serseri ve islamcı katili Suriye sınırını açarak piyasaya sürmesi ve Suriyeye müdahale için Reyhanlı provokasyonunu mizansenini kullanmaya kalkması. Bu ters tepmiştir. Suriye rejimine sempati duymazsa da TC halklarının çoğu böyle bir macerayı iste-memektedir. Bur çerçevede Suriyede Esad yönetimini alevilerle özdeşleştirerek alevilere düşmanlık yapması ve TC de bir alevi sünni kavgası yaratmaya çalışmak. Erdoğanın partisinin Sivas katliamında rolü bilindiği için bu onlara bir yenilik değildir. Üçüncü sebep Erdoğanın diktatör eğilimi sadece kadrolaşma değil geleneksel burjuvaziyi kuvvetler ayrımını hiçe sayarak kendi emrinde olmayan burjuvaziyi vergi ve başka metodlarla tasfiyeye kalkışma. İlk örneği ATV’nin Çalık grubuna verilmesi sonra Doğan Holdingi korkutarak muhalefeti susturması. Bu çercevede Şahenk grubuna STAR TV ve sairenin devri en son Kara Mehmetlerin ÇUKUROVA GRUBU ve SHOW TV’ye el koyması bunun örnekleridir. Bu arada bu burjuva gruplarının TCnin tabiatı gereği karışık işlerinin olması islamcı iktidarın bunları tasfiye ve susturmasını kolaylaştırdı. Dördüncü sebep TC gibi genç nufüsün çok büyük oranda olduğu bir ülkede Erdoğanın değişimi görmemesi ve bu direnişe katılanları eski partilerin devamı sanması CHPye darbe isteyenlere çat ması vs. Oysa gençler bizim gibi 3 çocuk ister misin diyen Mustafa Keserin askeriyiz burada aşırı uç var mı gibi kendi orjinal sloganları ile ortaya çıkmaları da bunu gösteriyor. Beşinci sebep Erdoğandan daha diktatör olan ve kendi çıkarı için yapmıyacağı bir uzlaşma düşünülmeyecek Öcalanın ilk önce asarım sonra MİT vasıtası ile anlaşarak kitlelerin kürt ve türk kitlelerin psikolojisi hesaplanmadan biz yaptık oldu bitti diyerek kimi saygın ama çoğu iktidar yağcısı 62 kişiyi biz yaptık siz gidin halkı kandırın demesi de bu olaylara sebep oldu. Kürt, türk ve diğer TC insanlarının kanının akmaması önemlidir. Ancak Suriyede ve Ortadoğu da sünni islam ittifakı olarak ilan edilen Öcalan-MİT ittifakının demokrasi ile uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Hele hele Yavuz Sultan Selim ve hıristiyan ve yahudilere düşmanlık temelinde Aponun konuşması cılız da olsa TC de demokratik eğilimin muhalefeti alevi ve hıristiyan halkların soykırımından nasılsa kurtulmuş çocuklarının tepkisine sebep oldu. Altıncı sebep kadın düşmanı gerici islamcı eğilimidir. 3. Çocuk, kürtaj yasağı, kimsenin kızının erkek kucağında oturmamasını istemediğini ve bunun gibi kadınların iradesini hiçe sayısı yaklaşımıdır. Yedinci sebep çevreyi ve insanların yaşadığı bölgeyi hiçe sayıcı kar amacına ve akraba ve taraftarlarına kar temin edici megaloman projelerdir. Bu yüzden tepkinin kıvılcımının buradan başlaması tesadüf değildir. Daha başka sebepler de eklenebilir. Bu olaylardan sonra Erdoğanın eğer daha evvel Suriyeye müdahale planı varsa suya düşmüştür. ABD’nin dünyadaki tüm iletişimin NSA tarafından gözetlemesi skandalını örtmek için Suriyede kimyasal silah yalanını öne sürmesi de kurtaramaz. Arap alemini müslüman kardeş hapishanesine çevirme planı Afganıstanda olduğu gibi burda da büyük ölçüde darbe yemiştir. Gezi Parkı, Tunus, Fas, Suriye ve Mısırda hatta İranda islami gericiliğe karşı çıkan eğilimleri cesaretlendirecektir. Batı kamuoyuna pazarlanan demokrat islam görünümlü müslüman kardeşlerin iktidarına tepki artacaktır. SON OLARAK BU OLAYLAR HAYIRLI BİR İŞTİR. Kaynak: http://www.network54.com/ Fo r u m /59 4 414 /m e s s a ge /137150 4 8 41/ Gezi+Parki+Direnisi+--+Ibrahim+Seven kızılbaş - sayfa 25 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 GEZİ EYLEMLERİ VE DEGERLENDİRME DAVUT KURUN Gezideki Gezi ve Gözlemlerim. İstanbul- Taksimde olayların çatışmaya dönüştüğü gün, 31 Mayısta İstanbul’a indim ve akşama doğru taksime gitmeye çalıştım. Ancak gaz ve çatışmaların yoğunlaşması üzerine gerisin geri dönerek TV den olayları izlemeye çalıştım. İkinci gün tanıdık arkadaşlarla telefonlaştım. Mehmet beni aldı, Ali ile de Bakırköy’de buluştuk, vakıf’a Ahmed’e gidecektik, ancak daha sonra Ahmet de telefon ederek yoğun gazdan dolayı orayı terk etmek zorunda kaldıklarını bildirdi. Günü, arkadaşlarla sohbet ederek geçirdim. Aynı mekânda İP’lilerden oluşan bir gurup Türk bayrakları ile yürüyüş yaptılar. Üçüncü gün, İsmail Beşikçi’nin de katıldığı bir panele katıldım ve akşama doğru Taksim’e gittim. Taksime çıkan bütün caddelere barikatlar kurulmuş, meydanda mahşeri bir kalabalık vardı. Daha sonra basından örgene bildiğim kadarıyla bir milyondan fazla bir kitle vardı. Sol örgütler AKM tarafında flamalarını mümkün olduğunca yükseklere asmıştı, BDP ise meydanın orta yerinde Öcalan’ın posteri altında küçük bir gurup olarak temsil ediliyordu. Meydanda o kadar çok parti ve kuruluşları belirten flama vardı ki, hangi flamaların hangi kuruluşu temsil ettiğini çıkaramıyordum. Sorduğum birkaç kişi de hangi flamanın hangi gruba ait olduğunu bilmiyordu. Türkiye sol hareketini yeterince ve aktüel olarak takip edemediğimi anladım. Ancak açık bir şey vardı ki, o da, karşıt kutuplarda yer alan yüzlerce muhalif kesim taksimde bir arada idi. Proletarya diktatörlüğünü savunan sol örgütler, Kemalist diktatörlüğü savunan, İP ve CHP, Türk ırkçı faşizmin resmi temsilcisi MHP, Futbol takımlarının taraftarları, hep bir arada “demokrasi” istiyorlardı. Ortak nokta AKP diktatörlüğüne karşı ortak duruştu ve hep bir ağızdan hükümet istifa sloganı atılıyordu. Diğer önemli bir gözlemim, kitlenin ezici çoğunluğunun genç olması, 30 yaşın altında olması idi. İnternet gençliği denmesinin nedeni bu olsa gerek. Türkiye’nin siyasal yapılanması içinde bunları, rahat tavırları ve duruşlarıyla nereye koyacağımı bilemiyorum. Bunlar, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyenlere karşı “biz Mustafa Keser’in askerleriyiz” diye bağıranlardır ki kitlenin büyük çoğunluğunu bunlar oluşturuyordu. Bir protestonun ruhunu en iyi, afiş ve duvar yazılarından okunabilir. Bu nedenle taksim ve taksime açılan caddelerdeki Duvar Yazılarına da göz attım. Hiç de alışık olmadığımız, bildik sol örgütlerin yazıları dışındaki, diğer yazılar ve afişler mizah ağırlıklı yazılardı. Bu Protest hareketin Türk siyasi hareketine kazandırdığı yeni bir olgu da bu mizadır. “Çapul TV, Çapul Büfe, Çapul Kütüphane”, ya da “Çapuldar Baylar ve Çapulnaz Bayanlar” şeklindeki anonslar, “alkolün yasaklandığı gün ilk defa alkol içtim” “incik-boncuk satarız, küpe satarız, ama adam satmayız” “kömür koydum sobama, kurtar beni Obama” v.b. aklımda kalanlardır. Duvar yazılarının ağırlığı Recep Tayyip Erdoğan’ı hedef olan yazılardı. Bunun dışında birçok mağaza, vitrinlerine protestocuları destekleyen yazılar asmışlardı. 4. Günde Vakıfta, Beşikçi Hoca ile kısa bir sohbetten sonra, Ahmet ve Mehmet ile Taksime çıktık. Olağanüstü bir durum yoktu. Ancak Beşiktaş’ta çatışmaların olduğu söyleniyordu ve Çarşı gurubuna destek amacıyla geçenler, hareketlenmeye başlamışlardı. Akşamüstü Kadıköy tarafına geçtik. Kadıköy’de büyük bir gerginlik vardı, çatışma bekleniyordu ve tüm otobüs seferleri iptal edilmişti. Ayrıca polisin Beşiktaş ve Dolmabahçe’de biber gazı yanında, yasak olan portakal gazı da kullandığı söyleniyordu. DEGERLENDİRME... Gezi hareketini bir kaç açıdan değerlendirmek gerekir. Tarihsel anlamı, siyasi önemi ve muhtemel sonuçları ve Kürdistan sorunu ile ilintisi bakımından değerlendirmek gerekir. Tarihsel açıdan bakıldığında, son yüz- yıllık gelişmeler içinde, Gezi hareketini nereye koymak gerekir. Türkiye’nin siyasi tarihi diktatörlüklerle darbelerle bugüne kadar süregelmiştir. Kürd hareketlerini bir tarafa bırakırsak, Devlete karşı ciddi bir isyan yoktur. T.C kuruluşu üç cepheden savaşarak kurulmuştur. Türk olmayan Rum, Ermeni, Süryani ve Kürtlere karşı, İstanbul hükümetini destekleyen siyasal İslam’a karşı ve komünist harekete karşı savaşarak kuruldu. Saltanat ve halifeliğin tasfiyesi ile siyasal İslam denetim altına alındı. Komünist hareket ta başından itibaren yasaklanıp sürekli takibat altına alındı. Rum ve Ermeniler ise 1924 e kadar süren soykırımlarla tasfiye edildiler. 1920’lerden bu yana Kürtlerin dışında devlete isyan eden ciddi bir muhalefet olmadı. Sistemin iki kanadı arasındaki darbeler kavgalar son yüz yılık tarihi doldurmuştur. Solun önemli bir kesimi sistemden kopamamış, kopan sol da ciddi bir güç haline gelememiş, 1980 darbesi ve 1990 sosyalist bloğun çöküşü ile birlikte sol –sosyalist güçler, Türk devleti için tehlike olmaktan çıkmıştır. Kendisini geliştiremeyen, yenilemeyen sol bugün Türkiye’de demokrasi mücadelesi içinde etkin bir konumda değildir. T.C kurucuları olan, ittihatçı-Kemalistler, batının gerici faşizan güçlerini taklit ederek, ırkçı sömürgeci tek parti diktatörlüğü kurdular. İkinci dünya savaşı boyunca faşist cephede yerini alan T.C, dünya demokrasi güçlerinin savaşta zaferle çıkması üzerine, hemen saf değiştirerek, ABD önderliğindeki cepheye katılıp NATO ya üye oldu ve çok partili sisteme geçti, ancak iktidar yine Kemalist kadroların elinde kaldı, seçimle gelen hükümetler, Kemalist ordunun çizdiği sınırları aşınca da darbeler ile alaşağı edildiler. Yönetim gücü her zaman militarist Kemalist güçlerin elinde idi. Kürdistan’da ulusal hareketlerin önünü alınamaması, güney Kürdistan’da ulusal hareketin devlet düzeyinde kızılbaş - sayfa 26 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 uluslararası ilişkilerini geliştirip güçlendirilmesi, Kuzeyde T.C nin bütün katliamlarına rağmen gelişmesinin önünün alınamaması üzerine, Kemalistler yedeğinde tuttukları siyasi İslami güçleri yardıma çağırdı Kürt hareketine karşı. İktidar ortağı olan İslamcılar, Kürdistan’ın ulusal güçleri karşısında zayıflayan Kemalistlerin yedeğine girmedi, aksine Kemalistleri yedeğine aldı, itiraz edenleri tutuklayarak cezaevine yolladı. Kemalist militarist güçleri “demokrasi” adına iktidardan uzaklaştıran AKP hükümetine, kitleler destekledi ve demokrasi beklentisi içine girdiler. Ancak AKP nin “ustalık dönemi” dedikleri üçüncü döneminde gerçek niyetleri ve yüzleri açığa çıktı. Kemalist diktatörlük yerini İslami diktatörlüğü bırakmıştı. Kitlelerin özel hayatı, gayrı meşru hukuk, adil olmayan ve bağımlı adalet, basın üzerindeki baskılar, siyasi alanın daraltılması, Kürdistan’daki sömürgeci imha ve inkâr politikaların devamı kitleleri hızla tavır almaya zorlamıştır. Gezi protestosu, Kemalist diktatörlüğün yerini İslami diktatörlüğün almasına kitlelerin itirazıdır. TC de değişen bir şey yok, eskiden Kemalistler kendi İslamcılarını yaratırken, şimdi İslamcılar kendi Kemalistlerini yaratıyor. Uluslararası gelişmeler, Kürdistan’daki gelişmeler, Türk devletini artık eskisi gibi yönetemez duruma sokunca hükümet bazı adımları atmak zorunda kaldı, ancak bunlar henüz ambalaj tedbirler niteliğindedir ve devletin diktatör özü değişmemiştir. İşte kitlelerin itirazı bunadır. Kürdistani hareketlerin öteden beni söyledikleri bir ilke var. TC. nin Kürdistan’daki sömürgeci politikası aynı zamanda Türk halkına da vurulmuş bir zincirdir, ilkesi. Şimdi TC’nin Kürdistan’daki sömürgeci hâkimiyetinin darbelenmesi Türkiye’de halkın zincirlerini kırmasına da vesile olmaktadır. Gezi hareketini bu anlamda Kemalist ve İslamcı diktatörlüğün zincirlerine itiraz hareketi olarak değerlendirmek gerekir. Bu anlamda, 1980 darbesinden sonra, genç kuşakların. AKP diktatörlüğe karşı ilk kitlesel hareketi olarak görmek gerekir. Bu kapitalist sisteme yönelik bir hareket değil, anti-kapitalist değil, sistem içi demokratik taleplerini dile getirme hareketidir. Siyasi anlamı ve muhtemel sonuçları ne olabilir? Her şeyden önce, Türkiye’de toplumsal muhalefetin parlamentodaki siyasi partiler tarafından temsil edilmediğini göstermiştir. Bu durum, partilerin ve parlamentonun siyasal temsil misyonunu da tartışılmasını gündeme getirir. Gezi parkındaki düzenleme ve ağaç kesimi sadece bir bahanedir ve bardağı taşıran son damladır. Daha önce AKP nin ne toplumsal muhalefeti ne de parlamentodaki partileri dikkate almadan, toplumun büyük bir kesimini dışlayacak uygulamaları, eleştirilere sert tepki göstermesi, siyasi İslamlaşmaya karşı alevi ve diğer dini azınlıkların korkuları, Suriye politikasındaki terörist guruplara yaptığı yardımlar, anayasa konusundaki tartışmalar, diktatörlük korkularını pekiştiren başkanlık tartışmaları, son olarak İslami rengi öne çıkaran kanun ve kararnameler, alkol uygulaması, üçün boğaz köprüsüne Yavuz Sultan Selim isminin verilmesi ve Türk başbakanın aşağılayıcı dışlayıcı söylemleri gibi tasarrufları kitleleri tavır takınmaya zorlamıştır. Kendiliğinden bir hareket olmasına rağmen, gerek Türkiye’de gerek dışarıda hareketi kendi rotasına çekmeye çalışan güçler olmuştur, yoksa bu hareketi Erdoğan’ın dile getirdiği gibi bir komplo olarak görmek yanlıştır. AB bu hareketi, Türkiye’yi laik demokratik bir yöne çekmek için değerlendirmek istemiştir. Bu çok doğru ve olağan bir tavırdır. Artık günümüzde hiç bir hareket o ülkenin bir iç meselesi olarak görülemez. Kaldı ki, Erdoğan, Suriye’ye asker ve silah sokarken, askeri müdahale için NATO ülkelerini zorlarken, Avrupa Parlamentosunun kararına karşı “bu ne sizin göreviniz ne de yetkinizdir, haddinizi bilin” şeklinde horozlanması, tam bir çelişki ve tutarsızlıktır. Türkiye hangi hakla Suriye’ye, Kürdistan’a, Irak’a, Filistin’e müdahale ediyorsa, diğer ülkelerde Türkiye’ye aynı hakla müdahale edebilir demektir. Türkiye de demokratik bir hareketin henüz örgütlenmediği bu protesto ile ortaya çıkmıştır. Kitlelerin demokratik istemlerini dile getirdiği yerde, anti demokratik güçlerin, yani MHP, CHP, İP ve proletarya diktörlüğünü savunun güçlerin bayraklarının olması bir çelişkidir. Bu güçler demokrasi güçleri değillerdir. Ancak toplumda demokratik bir dinamizmin olduğu ve bunun örgütlenmesi sorununun olduğu açıktır. Bugünden sonra bu hareket, Türkiye’de gerçek bir domakratik hareket, yani etnik, dini ve kültürel azınlıkların haklarını da yasal güvenceye kavuşturmayı savunan, Kürdistan’ın ayrılma hakkına saygı gösteren, çevre konusunda duyarlı Avrupa’daki yeşiller hareketinin hiç olmazsa temel ilkelerini savunan, demokrasiyi sadece çoğunluğun yönetim hakkı olarak görmeyen, aynı zamanda azınlığın da haklarını garanti altına alan, emeği ve zayıfı, koruyan gerçek laik ilkeleri savunun dünyanın çağdaş değerleri ile bütünleşmiş bir partileşmeye gidebilir mi sorusuna kesin bir cevap vermek mümkün değil. Ama Gezi hareketi bir başlangıç olabilir. Gezi eylemine, istisnalar hariç Kürtlerin genel yaklaşımı, “Kürdistan’da ormanlar yakılırken, insanlar katledilirken, bu insanlardan neden bir ses çıkmadı da Taksimde bir ağacın kesilmesine karşı ayağa kalktı, Kürt insanın bir taksim ağacı kadar değeri yok mu?” şeklinde ki eleştirisi doğru, ancak bundan hareketle tavır geliştirmek yanlıştır. Olgu itiraz edilemez bir gerçektir, Kürdistan’daki katliamlara karşı Türk halkı sessiz kalırken, Taksimdeki bir ağaç kesimine karşı ayağa kalmış olması bir gerçektir. Ancak bundan hareketle bu harekete tepki duymak, ilgisiz kalmak yanlıştır. Kıyas yöntemi her zaman insanı doğru hedefe götürmez. Dün yanlış görülen bugün doğru görülebilir veya yanlışını geç idrak etmiş olabilir vs. Olayı şu şekilde ele almak gerekir. Çözüm süreci Kürdistan sorununda bir arayış ve bu temelde aslında Türkiye’yi bir ÇÖZÜLME sürecine sokmuştur Kürt ve Kürdistan gerçekliğinin Türkiye’de tartışılmaya başlanması, dini ve etnik azınlıkların da kendilerini ifade etmesini ve haklarını talep etmesini de gündeme getirmektedir. Bu Türkiye’nin tekçi yapısına, ırkçılığına, devletin kurucu harcı olan Kemalizmlin, ırkçılığın merkeziyetçiliğin darbelenmesi demektir. Eski politik güç dengesinin yeniden yapılanmasını da gündeme getirecek ve demokratikleşmesinin önünü açacaktır. Yani Kemalist Türk devletinin çözülme süreci demektir. Süleyman Demirel’in bir kaç ay önce dile getirdiği gibi. “bu ülkede herkes kendisine, kürdüm, Boşnak’ım, Arnavut’um, Pomak’ım, Çerkez’im, Laz’ım, Ermeni’yim, Rum’um, Arab’- kızılbaş - sayfa 27 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ım derse, kendisine ‘Türk’üm’ diyen kim kalır” sözü ve kaygısı yerinde ve anlaşılır, ama gerçek bu. Kalanda kendisine Türk der. Ancak Türkiye eski Türkiye olmaz. Türkiye’de yeni bir dönem başlıyor. Bu dönemin Kürtler açısında ne kadar yararlı olabileceği Kürtlerin güçlerine ve performansına bağlıdır. Dünya çapında yenidünya, Teknolojinin yarattığı sosyal depremler, orta doğudaki yeni düzenlemeler ve TC’nin eski Kürdistan politikasının iflası ve yeni arayışlar, Türkiye’de yeni saflaşmalara yol açmıştır. Yeni Anayasa tartışmaları, AB’ye uyum tartışmaları, devletin yeniden yapılanması, eski politik güç dengesinin değişmesini, yeni saflaşmaları da gündeme getirmektedir. Taksim eylemleri bu konuda bir turnosal görevi görür ve bir ilk adım olarak kabul edilmesi gerekir. Eski Türkiye çözülecektir. Yeni saflaşmalar, çağdaş-laik demokratik güçler ile siyasal İslami güçler arasında olmaktadır. Başka bir ifade ile Avrupai güçler ile Asyai güçler arasında olmaktadır. Bu cephelerde kendi aralarında demokratik olup olmama konusunda ayrışmaktadırlar. İslami cephe, Şeriatı temel alan birçok cemaatleri ile ılımlı İslam olarak adlandırılan batı ile bütünlüğü – ittifakı savunan reformist İslamcıları temsil eden cephe, yani AKP nin temsil ettiği cephe, diğer taraftan kendi içinde Kemalistleri, Ergenekoncuları, orduyu yani CHP, MHP, ve İP yanında gerçekten demokrat olan ve AB ve batı desteğini alan güçlerin oluşturduğu cephe arasında çatışma yaşanmaktadır. Bu cepheler içinde bulunan ve eskiyi temsil eden güçler artık itibar kayıp etmekte yerini yeni ve dünyaya bölgeye ve Kürdistan’a uyum sağlayabilecek güçler öne çıkmaktadırlar. Türkiye bunun doğum sancısını yaşamaktadır. Taksim eylemi bu sancının bir yansımasıdır. Aynı saflaşma Kürdistan’da da yaşanacaktır. Kürdistan’da, eski sosyalist yurtsever güçler arası tartışma ve ayrışma noktaları önemini çoktan yitirmiş, PKK nin silahlı güçlerin çekilmesi ile tartışma ortamı doğmuş, herkes düşündüğünü söyleme imkânına kavuşmuş, yeni yaşamsal konularda aynı olanlar aynı bayrak etrafında saf tutmaya başlayacaktır. Bu saflaşmanın ana halkası, Kürdistan’ın ve Kürt Milletinin hakları etrafında olacaktır. Türkiye ile ilişkiler bu zeminde ele alınacaktır. Yeni tartışmalar, PKK de dâhil bütün güçleri ve kişileri yeniden tavır belirlemeye, saflaşmaya zorlayacaktır. Önümüzdeki dönemde Türkiye ve Kürdistan’da yeni ayrışma ve bileşme sürecinde atılacak adımlar geleceğin belirleyici köşe taşları olacaktır. BDP Gezi eylemlerine karşı ilgisiz kaldı. Gerekçesi, Gezi eylemleri, çözüm sürecinin önünü tıkadığı, hatta çözüm sürecine karşıt eylemler, hükümeti zayıflatma amacı güden eylemler olarak değerlendirdi. Öyle anlaşılıyor ki, BDP “Çözüm süreci” dediği Kürdistan sorunun çözümünü bütünüyle AKP hükümetinin inisiyatifine bırakmıştır. Hükümetin tatlı yalanlarıyla tatlı rüyalar görmekte, eylemliliklerin onları tatlı rüyalarından uyandıkları için tasvip etmemektedirler. Evvela şu tespiti yapalım. Gezi eylemlerine katılanlar Kürdistan sorunu için bir önerileri yok, bir afiş ve bildirileri yok. Katılımcıların bir kısmını oluşturan bazı milliyetçi ırkçı gurupların tavırları ise bilinir. Bu doğru. Ancak, bu kitlelerden Kürdistan sorunu için iyi şeyler beklentisi içinde olmak yanlıştır. Bunlar şimdiye kadar kendileri için bir şey istemek için eylem yapamamışlarsa, başkaları için hiç yapamazlar. Evvela kendilerinin bir duruşu, bir iradesi olsun ki, başkaları için söz söyleme durumları olsun. Yüzyıldır ittihatçı Kemalistlerin ırkçı söven yalanlarıyla zehirlenen kandırılan bu kitleler, Kürtlerin olmadığını emperyalistlerin icadı bir tuzak olduğuna inananların, bu gün gerçekle yüz yüze gelmiş olması, Kürtlerin gerçekten var olduğunu, devletleri tarafından kandırılmış olduklarını, Kürtlerin de hakları varmış, onlar hak alıyorsa bizde haklarımıza sahip çıkalım noktasındadırlar. Kendilerinin varlığını yeni keşfederken, kendisi olmaya çıkışırken, yeni yeni hakları için kitlesel güçlerinin farkına varırken, Kürtlerin bunlardan büyük beklenti içinde olmaları doğru değil. Türkiye halkı henüz o noktada değil, henüz devlet aygıtı dışında özgür düşüncesini koyacak güçte olmadığını, tarihlerinde devletine karşı geniş kitlesel ayaklanma ve protestolarının olmadığını bilmek gerekir. Gezi eylemleri belki bir başlangıç olabilir buna. Halkına bunu yapan bir devlet, Kürleri neden kandırmasın ki? Tarih bunun örnekleriyle doludur. Tarihi bir tarafa bırakalım, son 50 yıllık tarihimizde de bunun örnekleri çoktur. AKP kaç Kürt açılımı yaptı. Her açılımı daha büyük katliamlarla kapandı. AKP hükümeti hangi sözünü tutmuş ki, Kürdistan sorunu gibi devasa bir dünya sorununu onun insafına bırakıyorlar. Sonra verilmiş bir sözleri bile yok. Öcalan’ın istihbarat örgütü ile yaptığı görüşmelerin hiç bir bağlayıcı yönü yok, bu konuda umutlu olmak hayale kapılmak kelimenin en hafif haliyle ahmaklıktır. Kaldı ki, Türk başbakanı Erdoğan son Akil adamlar toplantısında, verilmiş bir sözlerinin olmadığını, Anadilde eğitimin bile gündemlerinde olmadığını, karakolların yapımının devam edeceğini söylemiştir. Dolayısıyla hükümetten bir beklenti içinde olmak yanlıştır ve Gezi eylemlerini de sanki Kürt meselesini çözmek isteyen hükümeti engeller endişesiyle karşı çıkmak da yanlıştır. Türk devleti zorunlu olmadıkça bir adım atmaz. Dolayısı ile bir kazanım söz konusu olacaksa bu Kürtlerin göstereceği performans ve güçleri ile olacaktır. Bunun ille de savaşla olması şart değil, İmranlı görüşmelerine bağlı kalmak medet ummak değil, ama siyasi üstünlük almak ve kitlesel gösterilerle hükümeti zorlamak gerekir. Gezi eylemleri belki bu anlamda engel değil bilakis bir fırsattır. 30 Haziran 2013 kızılbaş - sayfa 28 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yandaş ve taraflı medya, karşıtlarını yalan yanlış bilgilerle hedef almakla kalmıyor artık iftiralarla sindirmeye çalışıyor. Hedef, bu Dünya’da dikili tek bir ağacı bulunmayan, gelirinin tamamına yakınını infak eden bir aydın ile bir dönem siyasete girip sonrasında kendini tamamen hayıra adayan bir işadamı.. Yandaş medya hazırladığı haberlerde yalan ve manipülasyonu da bir kenara bıraktı artık iftiralara uzandı. Son örnek İlahiyatçı İhsan Eliaçık ve İşadamı Ahmet Kopuz ile yaşandı. Bir haber portalının toplumun ilgiyle takip ettiği ikiliyi tutarsızlık ve bir oyunun aktörleri olarak göstermesi tepki görürken Eliaçık hoca, iddialara “Hile, entrika, yalan, iftira ne arasanız var. Bu kara bir propagandadır. Benim bu Dünya’da dikili tek bir ağacım dahi yok. Sayın Kopuz ile tek bağım da yaptığım program ve paylaştığımız fikriyattır” sözleriyle tepki gösterdi. Türkiye’nin özgün düşünen, toplumu doğmalarla, atadan dededen kalma hurafelerle uyutmaya çalışanlara karşı akıl ve ilim ekseninde düşünceler dile getiren herkesi hedef almaktan çekinmeyen işbirlikçi medya, işi öyle azıttı ki artık yalanı da bir kenara bırakıp iftiraya başladı. Bunun son örneği internet medyasında yaşandı. SANKİ YOLSUZLUK YAPMIŞLAR... Timetürk ismiyle yayın yapan bir site, ülkenin son dönemde adından sıkça bahsedilen, dine getirdiği özgün yorumlarıyla başta gençler olmak üzere toplumun pekçok kesiminde uyanış sağlayan İlahiyatçı-Yazar İhsan Eliaçık ile Karadeniz TV’nin Sahibi Ahmet Kopuz’u hedef aldı. Site, sırf Taksim Gezi Parkı’ndaki direnişe destek verdiği ve hükümete de sert eleştiriler yönelttiği için hem Eliaçık’ı hem de bir- likte program yaptığı işadamı Kopuz’u sanki çok büyük bir yolsuzluğu ortaya çıkarmışcasına afişe etti. ANTİKAPİTALİST MÜSLÜMANLARI VE HOCAYI Tİ’YE ALDILAR! Site, Eliaçık’ın Kopuz ve Kopuz’un arkasında olduğunu iddia ettikleri siyasi ismin yani Abdullatif Şener’in taşeronu olduğunu iddia etmekle kalmadı, Eliaçık ve onun görüşündeki herkesin ‘Mülk Allah’ındır ve paylaşım esastır’ şeklindeki söylemlerini de ‘Antikapitalist Müslümanlar’ın abisi’ sözleriyle ti’ye aldı. KOPUZ’UN SİYASİ HIRSI VARMIŞ... Yalanın ötesine geçilen haberde iftiralar birbiri ardına sıralandı, iktidar yandaşlarının en küçük bir eleştiriye karşı dahi neler yapabilecekleri bu haberle birkez daha ortaya çıktı. Sözkonusu metinde Eliaçık’ın Akdeniz Caddesi’nde iki katlı kültür merkezinin kirası irdelendi, kiranın işadamı Ahmet Kopuz tarafından finanse edildiği, Kopuz’un da tüm bunları siyasi hırsı nedeniyle gerçekleştirdiği iddia edildi. Artık siyaseti istemediğini hemen her platformda dile getiren Kopuz’un işadamı kimliğinin de adeta görmezden gelindiği haberde işyeri sahibi olmak adeta büyük bir suçmuş, yolsuzlukmuş gibi lanse edildi. YALAN, İFTİRA VE HATTA SUÇ BİLE İSNAT ETTİLER… Site, Kopuz hakkındaki ağır iftiralara hiçbir belge göstermeksizin sadece kulaktan dolma, sanal ortamlardaki yerli yersiz bilgilerden yola çıkarak suç isnatları eklemekten de kaçınmadı. Öyle ki, Kopuz’un KRT’yi eski sahibi Zihni Cinan’dan hile ile aldığını, bir zamanlar beraber yol arkadaşlığı yaptığı İlahiyatçı Profesör Yaşar Nuri Öztürk’e de eski eşini kullanarak “Aşk Skandalı” haberleri ile komplo kurduğunu ileri sürdü. YAZIM TARİHİNE GEÇEN ‘İFTİRA HABER’… Sitenin bu haberi, yandaş medyanın kendi rahat ve huzurlarına çomak sokan herkesi, ister ilim adamı, ister din adamı, ister işadamı olsun hedef almakla kalmayıp, iftiralar sıralamaktan da geri kalmayacağının en somut örneği olarak yazım ve medya tarihine geçti. ELİAÇIK: KARA PROPAGANDA.. Öte yandan habere konu asılsız iddialara yanıt gecikmedi. İddiaların odağındaki İhsan Eliaçık, YÜZDEYÜZ HABER’e konuştu ve haberi kara propaganda olarak niteledi. Eliaçık, “Bu tükenişin resmidir aynı zamanda. Bu yapılan kara bir propagandadan ibarettir. Sinsice, kurnazca, hile, entrika, yalan ve iftira ne arasanız var. Gerçekleri çarpıtmak, inançları sarsmak, hedef alınan kişilerin etrafında kızılbaş - sayfa 29 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 güvensizlik yaymak ve onların aleyhine bir kamuoyu oluşturmaktır. Benim KRT ile tek bağım Sayın Ahmet Kopuz ile haftanın her Cuma günü yaptığım programdır. Bu programda da dini değerlendirmelerde bulunuyor, vatandaşların sorularına yanıtlar veriyoruz. Bunun için de tek bir kuruş para almıyorum. Sayın Kopuz bir dönem siyasetle ilgilendi ama ortaya atılan iddialar iftiradan ibarettir. Kaldı ki zaten artık herhangi bir siyasi parti mensubu ya da destekleyicisi de değildir. Bu beni de ilgilendirmez. Yalnız kendisi bizim fikriyatımızı destekleyenlerden biridir” dedi. “BENİM BU DÜNYA’DA DİKİLİ TEK BİR AĞACIM YOK” İşadamı Kopuz’un kendisinin verdiği tefsir derslerine katıldığını ve sözkonusu haberde iddia edildiği gibi sağ siyasi duruşa mensup bir olmadığını da belirten Eliaçık, sözlerini şöyle sürdürdü: “Kendisi sosyal demokrat geleneğe mensup biridir. Biz savunduğumuz ilkeler kapsamında evsizlere, sokak çocuklarına, Afrikalılara, darda olanlara yardımlar yapıyoruz. Sayın Kopuz da bu yardımlara katılan, Allah yolunda infak edenlerden biridir. Sadece Sayın Kopuz değil bu şekilde infak gerçekleştiren 20’ye yakın hayırsever insan var. Benim kişisel olarak para ile ilişkim sözkonusu değildir. Yaşamımı yazmış olduğum kitaplardan elde ettiğim gelirin yüzde 25 ile sürdürüyorum. Geri kalanı ise infak ediyorum. Bu dünyada dikili tek bir ağacım yok. Ne bir evim ne bir arabam. Faturalarımı, tüm zaruri ihtiyaçlarımı bu yüzde 25’lik gelirle karşılıyorum. Biz bir siyasi parti değiliz ortada bir finansör olsun. Faaliyet gösterdiğimiz İnşa Yayınları’na ait ofiste 2 katlı değil 3 katlıdır ve kiradır. Buranın kirası da yine benim kitap gelirlerimle fikriyatımıza, duruşumuza destek veren eş, dost, esnafın katkıları ile ödeniyor. Yapımını da yine onlar sağlamıştı. Kimisi kapısı- nı kimisi boyasını kimisi de eşyasını karşılamıştı.” “GAZETECİ NE YAZDIĞINI BİLMELİDİR…” Yandaş medyanın hedef aldığı herkese hesapsızca saldırmasının elindekileri kaybetme korkusundan kaynaklandığını da kaydeden Eliaçık, “Gazeteci mesleğinin bilincinde olmalı ve yazdığı, söylediği her cümlenin insanlar üzerinde büyük etkiye sahip olacağını bilmelidir. Bilgi kirliliği halkı yanlış yola sürükler. Bugün için iktidar propagandasından başka birşey yapmayan medya halkın gözü olmaktan fazlasıyla uzaklaşmıştır. Gerçeği görmekten aciz, yalan ve iftiralarla karalara bürünmüş durumdadır” ifadelerini kullandı. Kaynak: http://www.yuzdeyuzhaber. com/guncel/ihsan-hocaya-karapropaganda-h6770.html köpekler havladı diye, kervan yoldan kalmaz. -Mevlana Celaleddini Rumi- kızılbaş - sayfa 30 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Aktaran: Sinan Işık Afyon Milli Eğitim Müdürü, yönetimi 'Allah ve Ankara böyle istiyor!' diyerek din dersi öğretmenlerine bıraktı. Milli Eğitim camiası Afyon Milli Eğitim Müdürü'nün verdiği talimatlarla çalkalanıyor. Afyon'un yeni Milli Eğitim Şube Müdürü İbrahim Özkul'dan din öğretmenlerine garip bir çağrı yapıldı. Din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenleri ile buluşan Özkul, "Sizler okul müdürlerinin başdanışmanısınız. Okul müdürü bir adım atacak, size soracak. Müdürler kusura bakmasın. Bundan sonra işler ve işlemler, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenlerinin kontrolünde gerçekleşecek. Bunu Ankara da böyle istiyor. Bunu valilik de böyle istiyor. Milli eğitim müdürü de böyle istiyor. Biz de böyle istiyoruz. Allah da böyle istiyor" dedi. Vali İrfan Balkanloğlu oluru ile görevlendirilen Milli Eğitim Şube Müdürü İbrahim Özkul, Din Bilgisi öğretmenlerine yönelik yaptığı bir toplantıda “Siz okul müdürlerinin üstündesiniz, müdürler sizden onay almadan adım atamayacak” talimatı vermesi Okul Müdürleri arasında deprem etkisi yarattı. Özkul bununla da yetinmeyerek, “Sizi dinlemeyen öğretmen ve okul müdürlerini derhal bizi bildirin. Biz gereğini yaparız” dedi. Din Bilgisi öğretmenlerine yönelik yaptığı toplantıda bu kararları kimlerin istediğini de sıraladı: “Bunu An- kara da böyle istiyor, Valilik de böyle istiyor, Milli Eğitim Müdürü de böyle istiyor, biz de böyle istiyoruz, Allah da böyle istiyor. Ondan dolayı sizin yeriniz bizim başımızın üzeri. İdari yetki olsun ya da olmasın. Okul müdürü bir adım atacak size soracak. Müdürler kusura bakmasın.” Bu toplantının ardından salonda konuşulanlar kulaktan kulağa tüm Eğitim camiasına yayıldı. Kısa süre sonra toplantının ses kaydının basına sızması Milli Eğitim’de şok etkisi yarattı. Okul Müdürleri, “Böyle bir konuşmanın yapıldığını duyuyorduk. Ama elimizde bir kanıt yoktu. Ortaya çıkan ses kaydı ile ne yapılmak istendiği ortaya çıktı. Ellerinde yetki var. Bizim yerimize Okul Müdürü olarak onları atasınlar olsun bitsin” diye tepki gösterdiler. Sarı Abidin AKP DİKTATÖRLÜĞÜNÜN HALK DÜŞMANI POLİSİNİ 'BOYKOT' EDİYORUZ Diktatörlüğün Gestapo Örgütü Halk Düşmanı Polisi BOYKOT Ediyoruz... Otobüste, Vapurda, Trende, Uçakta, Minibüste, Lokantada, Resturantta, Cafede, Tiyatroda, Sinemada, Parkta, Plajda, Maçta, Düğünde, Otelde, Pansiyonda Kısaca Yaşamın ve Hayatın HER YERİ ve ALANINDA; POLİSİN OTURDUĞU-YEDİĞİ-İÇTİĞİ YERE GİRMİYORUZ, GELDİĞİ YERİ TERK EDİYORUZ... kızılbaş - sayfa 31 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hepimiz kardeş değiliz Cahit MERVAN - Gündem - Yazının okunmasını sağlamak için kışkırtıcı bir başlık kullandığımı sanmayın. 'Hepimizin kardeş olmadığına' inanlardanım. Yanlış anlaşılmasın: olamayız demiyorum, şimdi 'kardeş değiliz' diyorum. Çok açık bir soru soralım: Türklerle Kürtler kardeş olabilir mi? Bir adım daha atarak başka bir soru soralım: Türklerle Anadolu ve Mezopotamya'da yaşamış veya onca zülüm ve soykırıma rağmen halen 'yaşamayı' becermiş halklar ve topluluklar arasında kardeşlik olabilir mi? Buna herkesin kendi durduğu yerden 'evet' veya 'hayır' diye cevap vereceği kesin. Bu cevapların her birisinin kendi içinde doğruluk payı da olabilir. 'Ortalama' bir Türk vatandaşına göre zaten hepimiz kardeşiz. Bu tartışmanın bir manası da yoktur. Ancak Kürtler, Lazlar, Ermeniler, Asuri-Süryaniler, Romanlar, Pontus veya Rumlar açısında bu pekte böyle değil. Çünkü herkes Türklerin durduğu yerden topa bakmıyor. Bakmadığı içinde birbirinden çok farklı sonuçlara varıyor. 'Kardeşlik' meselesinde en çok sola yüklenmemizin nedeni, onun topluma istenilen düzeyde bir örnek oluşturmadığındandır. Solun ezilenlerin 'doğal müttefiki' ve 'yol arkadaşı' olduğundandır. Yoksa özel bir 'düşmanlı' ve 'ön yargıdan' kaynaklanmıyor. ve hesaplaşmak gerekiyor. Buna en çokta 'hepimiz kardeşiz' sloganını tekrarlayıp duran Türklerin ihtiyacı var. Yanlış okumadınız 'evet' bütün Türklerin buna ihtiyacı var. Sadece sağcısının değil, solcusunun da. Sadece kendisini laik-seküler olarak görenin değil, Müslüman olanında da. Sadece zengin, burjuva olanın değil, fakirin, emekçinin de buna ihtiyacı var. Velhasıl kadın-erkek bütün bir Türk toplumunun bu tarihsel yüzleşemeye ve hesaplaşmaya ihtiyacı var. Bu 'keskin' önermeden sonra Türk veya Türkiye solunu 'bunun dışında tutamaz mıyız' diyenler çıkacaktır. Kısmen haklılar. Ancak solunda bu konudaki pratiği çok iç açıcı değil. Çünkü solun resmi ideolojiyle olan bağları sanıldığından daha derindir. Kaldı ki bu sadece Kürtlerle alakalı bir durumda değildir. Örneğin Brüksel'de düzenlenen Barış ve Demokrasi Konferansı'nda konuşan Laz Dilini ve Kültürünü Koruma Derneği LAZEBURA'dan Nurten Altunbas-Alpaslan 'kendi ana dilimizde konuştuğumuz zaman solcu arkadaşlarımız 'azınlık milliyetçiği yapmayın diye ' bizi uyarıyorlardı' demesi bu gerçeğin ta kendisidir. Burada zorunlu bir açıklama daha yapmak gerekiyor. Kendisine 'sol' etiketi yapıştırsa da CHP, İP gibi partilerin, Kemalistlerin veya Ergenekon'un tetikçiliğini yapan grupların sol ile solculukla alakaları yoktur. Burada kast ettiğimiz ve 'yüklendiğimiz' daha çok devrimci-demokrat sol kesimlerdir. Bu zorunlu izahattan sonra topun durduğu yerden-Kürt olarak sahaya baktığım zaman bazı tespitler yapmak ihtiyacı hissediyorum: BİR: rahmetli Orhan Kotan'ın dediği gibi 'Kardeşlik' ahlakı bir kavramdır. Siyasi-ekonomik-askeri çıkarlar gündeme geldiği zaman ise ne yazık ki beş pare etmez bir kavrama dönüşüyor. İKİ: Kardeşliğin hayat bulması için ilk önce egemen olanın, somut durumda Türlüğün zorla elde ettiği imtiyazlarından vazgeçmesi gerekiyor. ÜÇ: Kardeşliğin sağlanması için bütün kardeşlerin özgür ve eşit olması gerekiyor. Özgürlük olmadan kardeşliğin olamayacağının bilinmesi gerekiyor. DÖRT: Şimdi 'Hepimiz kardeşiz' yerine, 'hepimize ve herkese özgürlük' temel şiar olmalıdır. Peki doğru cevabı nasıl bulacağız? BEŞ: Örneğin Kürtler isteseler de özgür olmadan kimsenin 'kardeşi' falan olamazlar. Bu eşyanın tabiatına aykırı olur. Köle ile egemenin kardeş olduğu görülmemiştir. Belki de başta Türkler olmak üzere herkes durduğu yerden topa bakacağına bir kez dahi olsa topun durduğu yerden sahaya bakması gerekecek. Bakması gerekecek. Lütfedip baktığını da görmesi gerekiyor. ALTI: Kürtlerle kardeş olmanın yolu Kürt ve Kürdistan'ın 'amasız' ve 'fakatsız' özgürlüğünü istemek ve ona saygı duymaktan geçer. Ötesi boş laf olur ki, ona da artık kimsenin kanacağı yok. Bu sahada tarih boyunca olup bitenleri bilince çıkarmak, ne kadar korkunç ve acımasız olsa da onunla yüzleşmek http://rojevakurdistan.com/index.php/ guendem/10136-hepimiz-karde-deilizcahit-mervan#.UdHJAoQ9azI.facebook Kaynak: kızılbaş - sayfa 32 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Apocu konferansta konuşulmayanlar daha hayatidir: Siyasetçiler ve aydınlar Apocu Harekete eklemlenmişlerdir… Öcalan, Ergenekon’dan sonra bir tarihi devlet aktörü olarak hükümete kayıtsızşartsız teslim olduktan sonra, 21 Mart 2013 Newroz’unda hükümet ideologlarının hazırladığı 2. Lozan Manifestosunu Türkiye’ye açıkladı. Ama manifestonun asıl hedefi Kürtlerdi: Kürtlerin, devlete nasıl entegre edileceği; Kürtlerin millet olarak kendi kaderini tayin etme hakkından nasıl vazgeçeceği; Kürtlerin kendi ülkeleri Kürdistan’da hükümran, egemen ve iktidar olmasının nasıl engelleyeceğini anlatıyordu. Bunun yanında Kürdistan’da Türk Kemalist Devlet’in işgalinin ve sömürgeci egemenliğini devam etmesini sağlanması için gerekçeler hazırlanıyordu. Bu süreç devam ediyor. Hükümet, bu süreçte etkin ve egemen olmak için “akil insanlarla” kendi projesini devam ettirdi ve ettiriyor. Devlet aynı zamanda Öcalan’la kendi projesini hayata geçirmek için de yapılması gerekenler için olanaklar sağlıyor. Öcalan’ın Newroz’daki teslimiyet manifestosundan sonra, manifestoda belirlenenlerin adım-adım hayata geçmesi için Ankara, Diyarbakır, Hewlêr, Brüksel’de dört konferansın yapılması önerildi. Bu konferansların yapılmasının açıklanmasından sonra, Kürt siyasetçileri yine konuyu es geçme gibi bir kayıtsızlık içinde oldular. Konuyu derinlikle inceleme ve tartışma gereği duymadılar. Sadece belirli aydınlar bu konuyu tartıştılar. Öcalan’ın emrinden sonra Ankara ve Diyarbakır’da projelendirilen iki konferans gerçekleştirildi. Her iki konferanstan sonra, katılımcı siyasetçi ve aydınlar, çokça övücü yazılar yazdılar. Özellikle kendilerini Apocu Hareketle meşrulaştırırken, Apocu Harekete eklemlenen siyasi gruplar, girişimler, parti çalışması içinde olanlar; konferansa hiç toz kondurmadıkları gibi, zafer kazanmış komutan edasındalar. Konferans sonrası benimsenen ilkeleri çok önemsemiş görünüyorlar. Apocu Hareketin, onların dediklerini kabul ettiklerini propaganda yaparak, kendilerine başarı ve zafer payesi çıkarmaya çalışıyorlar. Oysa Apocu Hareket ne yaptığını biliyor. Apocu Hareket, “Bağımsız Birleşik nulardır. Bu konular hem konferansın hazırlanmasına ve hem de esas içeriğine ilişkin konulardır. Bunları madde sıralayarak daha anlaşılır kılmaya çalışacağım. İbrahim Güçlü Kürdistan” dediği zaman da, bir devlet projesi olarak, Kürtleri bu sloganla etrafında toplamaya çalışıyordu. Apocu Hareket, zaman içinde aynı stratejiyi farklı taktiklerle uygulamaya devam ettiler. Kürt siyasetçileri ve aydınlarının, bir dönem önce “Türkiye Kürdistan’ında Ortak Akıl Konferansını”, orada alınan kararları, hiç değer taşımayan sonuçları, hayatta yansı bulmayan görüşleri hatırlasınlar. Onun için, bu taktikleri bilmeyen genç siyasetçilere duyurulur! Belirli Kürt aydınları ve siyasetçileri konferans hakkında önemli değerlendirmeler yaptılar. Bu konuda, belirli Kürt gazeteleri muhalefette başı çeken platformlar oldular. Kamuoyu o platformlarda farklı değerlendirmeleri öğrendiler. Ben de konferansla ilgili görüşlerimi başta Rizgarî İnternet Gazetesi olmak üzere birçok internet gazetesinde kamuoyuyla paylaştım. Şimdi de Diyarbakır’daki Apocu Konferansın içeriğini ele alacağım. ***** Bana göre konferansta konuşulanlar değil, konuşulmayanlar daha önemlidir. Bu bağlamda konuşulanlar ve çıkan sonuçlar üzerinde durmak, sorunun gerçek boyutlarını anlatmaktan uzak olur. Ayrıca bu tutum, Apocu Hareketin/Öcalan’ın tayin ettiği çerçevede kalmayı sağlar ve gerçeklerin görülmesini engeller. Konuşulmayan konular, hayati olan ko- 1- Konferansla ilgili karar alma metodu dikte ettiricidir ve konferansa katılanlar ortak kararıyla konferans yapılmamıştır: Konferans, Öcalan tarafından kararlaştırıldı. BDP, Apocu Hareketin bir örgütü olarak Öcalan’ın kararlaştırdığı konferansı gerçekleştirmek zorunda. Ayrıca BDP ile Öcalan da çözüm konusunda bir uzlaşma ve bütünleşme içindeler. Öcalan’ın bu konferansının Diyarbakır’da uygulamaya geçirilmesi hiç de zor olmadı. Anlaşılan Diyarbakır’da da konferans BDP tarafından değil, Apocu Hareketin örgütü olan ve BDP’nin aynısı olan “Demokratik Toplum KongresiDTK” tarafından organize edildi. “DTK” çağrı yaptığı zaman, HAK-PAR ve HÜDA-PAR dışındaki bütün siyasi çevreler evet dediler. Konferansa evet diyen siyasi çevreler ve aydınlar da, kendi iradeleriyle tespit edilmeyen konferansı tartışma gündemine getirmedikleri görülmekte. Yani çerçevesi, gündemi, koşulacakları, sonuçları belli olan bir konferansa katılarak, bağımsız ve otonom bir kimlik değil, Apocu Harekete zorunlu olarak eklemlenme konumları ortaya çıktı. Oysa birçoğu bu konuyu konferans platformunda konuşacaklarını söylüyorlardı. 2- Konferans, MİT’in Öcalan’a dikte ettirdiği bir platform: Konferans kararı, 2. Lozan Manifesto’sunun açıklanmasından sonra, Öcalan tarafından kararlaştırılmış olmasına bir itiraz ve tartışma yok. Öcalan’ın kararlaştırdığı konferansın MİT’ten bağımsız olmadığı da bir gerçektir. Buna rağmen, bu konuda da bir itiraz ve tartışma yok. 3- Katılımcılar, esas olarak Apocu Hareket tarafından tespit edilmiştir: Konferansa çağrılacak siyasi çevreler, aydınlar da DTK tarafından çağrıldılar. Katılımcıların bu konularda hiçbir itirazları olmadığı gibi, sıradan önerilerin dışında, ezber bozan öneriler yapılmadığı da ortaya çıkıyor. kızılbaş - sayfa 33 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 4- “Kuzey Kürdistan’da Birlik ve Çözüm Konferansı” bir dönem önce yapılmış olan “Türkiye’de Kürdistan’ında Birlik ve Ortak Akıl Konferansı’nın bir devamı olsa gerek: “Kuzey Kürdistan’da Birlik ve Çözüm Konferansı”, daha önce yapılan “Türkiye Kürdistan’ında Ortak Akıl ve Birlik Konferansının” bir devam olması gerekirken, bu ortak akıl konferansı hiç yapılmamış gibi hareket edilmiş, o konferansın kararlarının Apocu Hareket tarafından neden uygulamaya geçirilmediği sorgulama konusu da olmamıştır. 5- Konferansın isminin de hükümetten alınmış olması, konferansın Kürdistan’ın Kuzeyindeki Kürtlerin konferansı olmadığını gösteriyor: Konferansın “Çözüm” bölümü hükümetin isteğine uygun olan bir tanımlamayı gösteriyor. Konferans katılımcıları bu ismi sorgulama gereği bile görmemişlerdir. Kürtler ve Kürt milleti açısından, “çözüm” diye bir tanımlama doğru bir tanımlama değildir. Kürtler için gündemde olan; Kürtlerin kendi bağımsızlıkları elde etmeleri, Kürt milletinin Kürdistan’da bağımsız devlet, federal devlet, konfederal devlet şeklinde hükümran, egemen, iktidar olması; Kürt milletinin kendi kaderini kayıtsız şartsız tayin etmesidir. 6- Konferans, bir birlik konferansı değildir, bir eklemlenme ve entegrasyon yapıdır: “Kuzey Kürdistan’da Birlik ve Çözüm Konferansından” bahsedebilmek için, eşitler arasından bir platformdan, eşitlerin birlikte karar alacakları bir platformdan bahsetmek gerekir. Oysa olan bu değil: Olan şey Apocu Harekete eklemlenme ve tabi olmaktır. Çünkü Konferansın bütün ilkesel, teknik, maddi hazırlıklarını Apocu Hareket yapmıştır. Konferansa katılan siyasi gruplar ve aydınlar da eklemlenmişlerdir. Ayrıca da böyle olması da gerekir. Çünkü konferansa katılan siyasi grupların toplumsal karşılıkları olmadıkları gibi, bir hareket niteliği de taşımıyorlar. Apocu Hareket, tek ideoloji, tek lider, tek parti egemenliğini esas alan demokrasi dışı bir rejimi benimsediği için, kendi dışındaki tüm siyasi hareketleri, grupları ve partileri Kürdistan’da meşru kabul etmemektedir. Aydınlar ise, Apocu Hareketin en çok korktuğu ve düşman gördüğü; bu nedenle katlettiği, itibarsızlaştırdığı ve fonksiyonsuz hale getirdiği bir toplumsal ve tarihi aktördür. Apocu Hareketin bu niteliği konferansta sorgulama konusu bile yapılmamıştır. 7- Konferansın resmi dilinin Türkçe olması da, konferansın Kürtlerin konferansı olmadığını ortaya koyuyor: Bu konuda kamuoyunda yapılmış ciddi itirazlara rastlanmadı. Bu da konferansın, Öcalan’ın entegrasyon konseptine uygun bir hareket tarzını, uygulamasını ortaya koymaktadır. 8- Konferansa katılan aydınların birçoğu ve özellikle de DDKD, PKK’yı geçmişte devletin bir projesi olarak değerlendiriyorlardı; ajan olarak tanımlıyorlardı. Konferansta, bu konuda PKK’yı ve kendilerini de sorgulamadıkları görülüyor: Bu gerçeklik karşısında, ya PKK hakkındaki görüşlerinde ısrarlı olduklarını söyleyerek, tartışmaları o boyutta sürdüreceklerdi. Ya da kendilerinin geçmişte yanlış yaptıklarını, PKK’ya haksızlık yaptıklarını itiraf ederek, özeleştirilerini yapmaları gerekirdi. Oysa bunun da yapılmadığı görülüyor. 9- Konferansta 2. Lozan Manifestosunun sorgulanmadığı görülüyor Bu nedenle sonuç bildirisinde de bir yansıma yok: Öcalan, 21 Mart 2013 tarihinde 2. Lozan Manifestosunu yayınlamıştır. Bu manifesto ile Kürt milletinin kendi kaderini kendi iradesiyle tayin etmesine; Kürtlerin bağımsızlığına, hükümranlığına, egemenliğine, iktidarına karşı açık görüşler ifade etmiştir. “Demokratik Cumhuriyet ve Türk Kemalist Devlet” tezini benimseyerek, üniter devleti savunmuş, Kürt milletinin varlık koşullarına son vermiştir. Kürtlerin Güney ve Güney-Batı parçalarının da “Misak-i Millinin” sınırlarının içine alınmasını önermektedir. Bunun için ortak bir konferans önermiştir. Yeni Osmancılığı savunarak, Türk Kemalist devletinin sömürgeciliğinin devam etmesini; Kürdistan’da sömürge bile olmayan statüsüz sömürge altı yapının devamını savunmuştur. Manifesto’nun Kürt milleti için ifade ettiği tarihi sapmaları, ihanetleri, olumsuzlukları daha da sırlamak olanaklı. Konferansa katılanların, bu konuyu da sorgulamadıkları açıkça görülmekte. Konferansa ana referansı olan, konferansın kaderini tayin eden 2. Lozan Manifestosu konferans tarafından açıkça onaylanmıştır. 10- Konferansta Öcalan’ın Kürtler adına pazarlık yapması, daha açık ifadeyle Kürtleri satması da sorgulanmamıştır. Tersine Öcalan’ın başlattığı teslimiyet süreci açıkça onaylanmıştır: Devlet ya da hükümetle Öcalan arasında bir mü- zakerenin olmadığını konferansa katılanların hepsi kabul etmekte. Çünkü katılımcıların hepsi, özgür olmayan, tutsak bir adamın hücreden çıkarılarak masanın bir tarafına oturtulmasının müzakere olmayacağını, gülünç bir oyun olduğunu çok iyi biliyorlar. Ayrıca yayınladığı 2. Lozan Manifestosunun da bir teslimiyet belgesi olduğunu, içeriğini bir paragraf öncesinde; daha önce yazdığım birçok makalede anlatmaya çalıştım. Buna rağmen, konferans Öcalan’ı yalancı müzakereci olma konumundan çıkarma tartışması yapmıyor. Onun konseptini ve teslimiyetini benimsiyor. 11- PKK’nın bir devlet projesi olduğunu Kürtlerin büyük çoğunluğu ve hükümet bile kabul etmektedir. Kürtler birlik oluşturmak isterken, bu konunun da netleşmesi gerekirdi: Bilindiği gibi devlet, 1974’lerden sonra Kürtleri asimile edemeyeceğini ve Kürt ulusal hareketini engellemeyeceğini anladığı süreçten sonra; Kürtlere ve Kürt ulusal hareketine karşı yeni bir strateji tayin etti. Bu strateji, Kürtler eliyle kurulan bir örgütle ya da örgütlerle, Kürt ulusal hareketini içerden kuşatmak, hareketi hedefinden şaşırtmak, Kürdistan örgütlerini ve ulusal hareketin toplumsal güçlerini yok etmek ve tasfiye etmek; Kürt ulusal hareketini uzun vadede kontrol etmekti. Devlet, bunu Öcalan ve Apocu Hareket eliyle gerçekleştirdi. Konferans böyle bir sorun yokmuş gibi hareket ederek, dipsiz bir kuyuya taş atmıştır. Bu sorunu tartışmamış ve sorgulamamıştır. 12- Devlet, PKK ve Hizbullah’la birlikte gerçekleştirdiği zamana yayılmış Kürt katliamını sorgulanmamıştır: PKK’nın ve daha sonra da Hizbullah’ın oluşumundan sonra, devlet kendi eliyle gerçekleştirdiği Kürt katliamını is-mi geçen örgütlere devretti. Bunun sonucu olarak, yüz bin insanımız öldürüldü, 7-8 milyon insanımız Türk Bölgelerine göç ederek Kürdistan’ın insansılaştırılması sağlandı. Toplumsal iç dinamikler parçalanarak, tarihsel misyonlarından uzaklaştırıldılar. Konferans bu konuyu da sorgulamamış ve konuşmamıştır. 13- PKK’nın Kürt ulusal dinamiklerine ve güçlerine, Kürdistan örgütlerine, PKK içindeki Kürdistanlı ve yurtsever kadrolara yönelik katliamını ve infazlarını da sorgulamamıştır: PKK kurulduğu günden itibaren, 11. Maddede belirttiğim stratejisi çerçevesinde, sadece Kürdistanlı örgütlerden değil, kızılbaş - sayfa 34 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türk sol örgütlerinden de yüzlerce insanı katletmiştir. PKK, sadece iç infazlarının sayısı 15.000 olarak ifade edilmektedir. Kürdistan’ın bütün parçalarından binlerce yurtseveri katletmiştir. Kürdistan’ın Güneyinde öldürdüğü pêşmerge sayısı 3500’dır. PKK’nın tek lider, tek örgüt, tek ideoloji egemenliği ve otoriterizmi sorgulanmadan; PKK’nın işlediği insanlık suçları açığa çıkarılıp yargılanmadan, demokratik ve hukukun üstün olduğu bir toplum ve sistem nasıl yaratılır? Konferansa katılan aydınlar bu temel noktalara karşı çıkmadan, nasıl demokrat olduklarını ileri sürebilirler? Konferans bu konuları da konuşmamış. Katılımcılar bu saydığım gerçekleri görmezlikten gelerek, PKK’nın insanlık suçunu kapatmaya çalışmışlardır. 14- Öcalan, silahlı mücadele döneminin son bulduğunu savunuyor. Silahlı mücadele sonucu on binlerce insan öldürüldü; Kürtler sömürgeci devletlerin askerleri haline getirildi; Kürdistan Federal Bölgenin yıkılması için saldırılar yapıldı. Bunlar da konferansta sorgulanmamış: Oysa PKK’nın silahlı mücadelesinin yanlış olduğu yıllardır yazılıp çiziliyor. Kürtlere verdiği zararın boyutlarını da matematiksel olarak ifade etmek olanaklı değil. Bu konuda konferansta sorgulanmamıştır. 15- Güney-Batı Kürdistan’ın ulusal hareketine destek verilmesi anlaşılır bir şey. Anlaşılır olmayan PYD’nin Suriye rejimi ile işbirliği sonucu Kürtlerin başına açtığı büyük belalar; yaptığı zulüm, öldürme olaylarının sorgulanmamış ve eleştirilmemiş olmasıdıdr. Kürt örgütü olduğu bile tartışmalı olan PYD, Kürtlerin meşru temsilci örgütü olarak tespit edilmiş, savunulmuştur. Amed, 27 Haziran 2013 İbrahim GÜÇLÜ ([email protected]) dr. baran sakine cansız kızılbaş - sayfa 35 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 'Her hükümet Kürt sorununu çözemediği için gitmiştir' Be ş i kç i Va kf ı’nd a ba r ı ş sürec i t a r t ı ş ı ld ı… Özgün Çağlar / Agos Dün Beyoğlu’ndaki İsmail Beşikçi Vakfı’nda barış süreci tartışıldı. Yazar Fehim Işık’ın moderatörlüğünü yaptığı tartışma yaklaşık 2 saat sürdü. Toplantının, dünyanın diğer bölgelerinde Kürt sorununa benzer sorunların nasıl çözüldüğüne dair 8 hafta boyunca İsmail Beşikçi Vakfı’nda yaptıkları panel ve söyleşilerin finali niteliğinde olduğunu söyleyen Işık, geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da katıldığı ‘Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı’ndan da kısaca bahsettikten sonra sözü salondakilere bıraktı. Salondakilere Kürtlerin savaşa niçin başladığını sorarak söze başlayan bir katılımcı, kalıcı barışın ancak bu soruya verilen yanıtta gizli olduğunu söyledi: “Kürtler ulusal hakları alındığı için savaşa başladı. Yalnızca savaşta kaybettiklerimiz değil, ulusal haklarımız da verilirse ancak kalıcı barış sağlanır.” Barış sürecinde Başbakan Erdoğan’ın tavrının gelgitli olduğunu, motor gücün Kürtler olduğunu söyleyen bir diğer katılımcısı ise, Öcalan’ın Kürdistan realitesinin peşinde olmadığını, işin siyasi çözümünde olduğunu belirtti. Salonda söz alanlardan biri de vakfın başkanı İbrahim Gürbüz’dü. Gürbüz, konuşmasına Kürdistan coğrafyasının tarih boyunca maruz kaldığı büyük devletlerin paylaşım savaşları sonucunda bugün 4 parçaya bölünmüş bir halde olduğunu söyleyerek başladı. Kürdistan’da kurulan Türk, Arap ve Fars devletlerinin varlıklarını Kürtleri yok sayarak sürdüklerini ama Kürtlerin buna itiraz ettiğini anla- tan Gündüz, sözlerine bir anekdotla devam etti: “İsmail Beşikçi Hoca, Güney Kürdistan’dayken Barzan bölgesinde Mele Mustafa Barzani’nin evinin olmadığını gördüğünde çok şaşırır. Mesud Barzani’ye neden böyle olduğunu sorduğunda Barzan bölgesinin tam 16 kez işgal edildiği cevabını alır.” “Biz Kürtler savaşı sevmiyoruz ama ‘ya teslimiyet, ya savaş’ diye bize iki şey sunulursa biz savaşı seçeriz” diyen Gündüz, Kürtlerin her zaman onurlu, adil bir barış istediğini söyledi. Uluslararası konjonktürün eskisi gibi olmadığını, dünya üzerinde enerji kaynaklarının yüzde 25-30’unun bulunduğu Kürdistan coğrafyasında bugün artık büyük devletlerin istikrar istediğini ve tarihte de ilk kez büyük oyun kurucu devletlerle Kürtlerin çıkarlarının örtüştüğünü sözlerine ekleyen Gündüz, İsmail Beşikçi’nin sözlerine atfen ‘21. yüzyıl Kürtlerin yüzyılı olacak’ dedi. Moderatör Işık ise Gürbüz’ün sözleri bittikten sonra ‘21. yüzyıl 2099’a kadar sürüyor, umarım o tarihe kalmayız’ diye espri yaptı. ‘TARİH İÇİNDE HAKSIZ ÇIKMAYALIM, ÜZERİMİZE DÜŞENİ YAPALIM’ Barış sürecinde Kürtler arası fikir ayrılıklarının olduğunu ama bunun kendilerini fikren beslediğini söyleyen bir katılımcı sözlerine şöyle devam etti: “Burada sanırım öyle ya da böyle bedel vermemiş bir Kürt yok. Ben olaya PKK tarafından bakıyorum. PKK, tarihinde tam 8 ateşkes yapmış olmasına rağmen hiç karşılık bulamamış olsa da bu barış sürecine destek vermeliyiz. Sonra tarih içinde haksız çıkmayalım, üzerimize düşeni yapalım. Ama barış gelse de devletin yaptıklarını unutmayacağız.” Katılımcının bu sözlerinden sonra söz alan vakıf başkanı İbrahim Gürbüz ise şöyle söyledi: “Bu vakıf sadece İsmail Beşikçi’nin düşüncelerini savunmak için değil, onun bıraktığı değerleri yükseltmek için var. Burada illa Beşikçi’nin fikirlerini savunmak durumunda değil kimse tabi.” PKK’nin biraz daha eleştiriye açık olması gerektiğini düşündüğünü söyleyen bir katılımcı, örgütün yaptığı eylemler sonrası kendisi gibi Türk illerinde Türklerle birlikte çalışan insanların maruz kaldığı olumsuz havayı hiç hesaba katmadığından bahsetti. Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Bunlar çapulcu, eşkıya’ söyleminden örgütle aynı masaya oturma seviyesine geldiği için bile Kürtler olarak bir kazanım elde ettiklerini ifade ettikten sonra sözlerine şöyle devam etti: “99’da Öcalan yakalandıktan sonra bile bitmeyen özgürlük mücadelemiz hep sürecektir.” Kürtlerin ulusal mutluluğunun nihayetinde özgür Kürdistan’a dayandığını söyleyen bir diğer katılımcı da Kürtlerle Türklerin birlikte yaşamak zorunda olmadıkları iddiasını şöyle açıkladı: “Aynı evde yaşayan kardeşler, sürekli kavga ediyorlarsa, ayrılırlarsa daha mutlu olurlar. Ayrıldıktan sonra belki bir süre sonra birbirlerini özlerler bile.” ‘BARIŞ SÜRECİNİN HALKA ÇOK İYİ ANLATILMASI LAZIM’ ‘Ben Kürt sorununda bedel vermiş bir ailenin çocuğuyum’ diyen bir katılımcı verilen bedellerin karşılığının alınmadan barışın gelemeyeceğini söyledikten sonra sözlerine şöyle devam etti: “Kürt halkı olarak barıştan sonra ne yapacağız? Ben bir öğretmen olarak belki bir yerlere geldim, ya dağlarda ölen arkadaşlarım? Bunlar bir kalemde silinecek mi? Barış sürecinin halka çok iyi anlatılması lazım. Hem bizim davamız bitse bile hep ezilenlerin yanında yer almak isterim.” Yaklaşık iki saat süren forumda son sözü moderatör Fehim Işık aldı: “Birçok şeyi içimizde tutarsak, hiçbir şeyi çözemeyiz. Geçmişte biz Kürtlerin kendi aralarında savaşında çok insanlar öldü. Bu durumlardan her şeyi konuşup tartıştığımız bu noktaya gelebilmemiz çok önemli.” Gelecekte Kürdistan diye özgür bir devlet bile kurulsa sorunların bitmeyeceğini, yeni sorunlar ortaya çıkacağını anlatan Işık, Türkiye Cumhuriyeti’nde giden her hükümetin Kürt sorununu çözemediği için gittiğini, AK Parti hükümetinin de bu durumdan bağımsız düşünülemeyeceğini sözlerine ekledi. İBV - İsmail Beşikçi Vakfı Adres: Kuloğlu Mah. İstiklal Cd. Ayhan Işık Sok. No: 21/1 Beyoğlu /İstanbul Telefon:+0212 245 81 43 Fax: +0212 245 71 40 [email protected] kızılbaş - sayfa 36 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 AYKIRI DOĞRULAR Ce va t S i ne t [email protected] Tarihte de Devlete Güven Olmadı Bugün de Olmaz! Tarihte devlete güvenilmeyeceğinin en somut göstergesi Dersim Mebusu (milletvekili) Hasan Hayri Bey Elazığ’da Buğday Meydanında idam edilmeden önce Kürtler için şöyle diyordu: “Ey Kürt Halkı! Bizden Yaklaşık bir aydır devletin ve hükümetin en üst kademesi Başbakan’dan, İçişleri bakanından milletvekillerinden tutun da valisine varana kadar halkı tehdit ediyorlar. Ve bu tehditler neticesinde, dört tane gencimiz hayatını kaybetti, binlerce yaralı var ve daha sayısı tam olarak bilinmeyen onlarca kişi devletin terörü sonucu kör olmuştur. Buna rağmen hükümet, halkı canlı yayınlarda tehdit etmeye devam etmiştir. Bir ülke düşünün ki, Başbakanı, bakanları alenen, televizyonlarda, canlı yayınlarda, halkı tehdit ediyor. “Neden sokağa çıktınız?, Neden bize karşı çıktınız?” diye. Halk da diyor ki, “Sizi biz seçtik, sizin karşınızda da biz varız.” Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, 20 günde kendi vatandaşına o kadar şiddet uyguluyor ve gaz stokları tükeniyor. Böyle dehşet verici boyutta devlet terörü ve şiddeti dünyanın hiçbir ül- kesinde ne görülmüştür, ne de duyulmuştur. Halkın hiçbir haklı talebini dikkate almayan hükümet, bu zulümle nereye kadar gider belli değil. Tarih boyunca İttihat ve Terakki, Osmanlılar aynı şekilde Alevi, Rum, Süryani, Ermeni, Keldani ve Kürtleri, yüz binlerce sivil ve masum insanı kılıçtan geçirirken, aynı ecdadın devamı olan bugünkü Türkiye Cumhuriyeti ve hükümeti aynı bastırmacı şiddet, yok sayma ve her türlü ölümü, işkenceyi, tecavüzü meşrulaştırmanın peşinde. Dünyayı dönmüyor sanan zihniyet, benim ecdadım şunu yaptı, ben de yaparım zihniyetinde olanlar, elbet bunun karşılığını halklara çok ağır biçimde ödeyecekler. Bugünkü gençlik tek tip, tek düşünce, tek fikir ve tek yaşama biçimi ile bu elbisenin içerisine sokulmaya çalışılsa da, bu elbise yeni nesle dar geliyor ve içine sığmıyor. Dünya tarihine de baktığımız zaman gelmiş geçmiş binlerce kral, kraliçe, despot, zalim, hükümdarlar, şahlar, padişahlar gelip geçmiştir. Bu tarihe bir dip not olarak da günümüzün Başbakanını, Hükümeti, bakanları ve milletvekillerini de ekleyebiliriz. Yine tarihin her kademesinde Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler Osmanlı’ya ve Türklere kapılarını açtıktan sonra büyük kardeşlik ve insanlık bağlarıyla bağlandılar ve yüzlerce yıl onlara hizmet ettiler. Özellikle Ermeniler ve Kürtler Osmanlı’da savaşın her kademesinde yer aldılar. Ermeniler sanat, edebiyat, tıp ve askeri nişanesinde Osmanlı’da en üst kademeye kadar bunu yaşadılar. Sonrasında Ermenilerin adını arkadan hançerleyen, vuran, hain Ermeni’ye çıkardılar, onları soykırım ve tehcire tabi tuttular. Anadolu’da tek bir Ermeni kalmadı. Kürtleri ise bölücü ilan ettiler. Kürtler, Kürdistan’ı isteyen ve bu uğurda ölen binlerce gencini feda ederek bugüne kadar geldi. Hem Osmanlı hem de Türkiye Cumhuriyeti, halkların kanı üzerinden devletleşti. Tarihte devlete güvenilmeyeceğinin en somut göstergesi Dersim Mebusu (milletvekili) Hasan Hayri Bey Elazığ’da Buğday Meydanında idam edilmeden önce Kürtler için şöyle diyordu: “Ey Kürt Halkı! Bizden de ibret alın ve bilin ki, dünyadaki en güvensiz söz, Kemalistlerin verdiği şeref sözüdür.” 1925 Şex Said isyanında Raman Aşiretinin lideri Emine Perixani, Şex Said’e destek vererek Diyarbakır, Elazığ ve Siverek üçgeninde Osmanlı ve Cumhuriyete karşı savaştı. İsyan bastırıldıktan sonra, Emine Perixani Suriye’ye kaçarak Xaco Ağa’nın yanına sığındı. Şex Said isyanının bastırılmasından 3 yıl geçtikten sonra Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk Cumhuriyeti genel af ilan eder. Bunu duyan Emine Perixani kendi ülkesi Batman Raman Aşiretine dönmeye karar verir ve bu kararını Xaco Ağayla paylaşmaya gider. Xaco Ağa da İslamiyet’te ölünün üzerine okunan el Fatiha suresini okumaya başlar. Emine Perixani buna çok şaşırarak, “Ben canlı ve yanındayım. Neden bana Fatiha okuyorsun?” diye sorar. Bunun üzerine Xaco Ağa da, “Sen gideceksin, devlet seni zaten asacak. Biz devlete güvenmedik, güvenmiyoruz” der. Xaco Ağa’yı dinlemeyen Emine Perixani döndükten 3 ay sonra idam edilir. Devlete güvenilmeyeceğinin en somut kanıtları Seyid Rıza, Şex Said, Emine Perixani ve niceleridir. Günümüzde de dağlardan inen PKK gerillalarının nasıl ceza aldıkları yine buna örnektir. Barıştan söz ederken bile, bu korkunç cezaları veren bir devlete kim neden güvensin? “Ey Kürt Halkı! bizden de biret vee bilin ki. dünyadaki en güvesiz söz, Kemalistlerin verdiği şeref sözüdür” Dersim Mepusu Hasan Hayri Bey kızılbaş - sayfa 37 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hevpeyvîneke bi mamosteyekî Êzdî re K.Tolan-Mamoste Feremez Xerîbo Keko navê te çiye, tû kengî ji dêbavê xwe ra çêbuyî û ji kîjan Gundî yî? - Navê min Feremez Xerîbo ye û ez di sala 1958 de li gundê Mezgeftê, yê ku di herêma Cerihê yê de girêdayî bajarokê Tirbespiyê-Qamîşlo-Heseké ye, çêbume. Kekê Feremez, terîqata te çi ye? - Ez mirîdim. Kekê Feremez, tû dizanî wateya Çêlkanî, Çêlkî, Qûlika, Çolî, Qelaçê Dasika û Torê çiye? - Çêlkanî, navê serek êlka Êzîdiyan, ya mezin e û ji gelek êlan pêk tê. Weke: Memila, Kelika, Şemika û Dasika. Çêlkî, tê wateya mirovkî ji êla Çêlka. Qulika, navê gundkî ji gundê Dasika yê ku di qelaçê Dasika de ye. Qelaçê Dasika, ew çola ku dikevê qubleti çiyayê Bagokê û êla Dasika lê dima re tê gotin. Tor, navê çiyakî li tirkiya ye û hin ji êlên Êzîdiyên çêlka lê diman. Kekê Feremez, tû dizanî navên eşîrên Toriyan çibun? - Belê, navên heşîrên Torî evin: Nemirdanî, Taqî, Xerabî, Şifqetî, Kefnasî, Dênwanî, Bacinî û Koçanî ne. rakir û wî bazda ser namusa Êzîdiyan, hingê 40 jinên Êzîdî di nav mala wî de hebun. Ewî ev jin bi zorê kiribun Misilman û Êzîdiyan ji ber wilo bazda ne. Kekê Feremez, tû dizanî ferqiyeta di navbêna Hewêrî û Hevêrka de çiye? - Li gor ku min ji Şêx Teto bihîstiye, navê Hevêrka ji gundê Hevêrnê hatiya. Gundê Hevêrnê di kevê herêma Bota. Lê gotina Hewêrî, navê êlka Êzîdiyan ya ku hinek malbatên wê di herêma bota/tirkiya û hin ji wan jî li Îraqê dimînin. Ev nav, di wextê Şêx Mend de hat ser wan . Kekê Feremez tû dizanî ka, êl û eşîrên Hevêrka heta kîjan wextî li ser herêma mîrekên Heskîfê dihatine hesapkirin û kengî ketine nav bandoriya desthilatdariya mîrekên Botan? - Li gor dirokê, mîrîtiya Heskîfê kevne, gelekî berî ya Bota ye û piştî windabuna mîrîtiya Heskîfê, hêja eşîrên Hevêrka li ser mirê Bota hate naskirin . Kekê Feremez tû dizanî, kîjan kesayetên Êzdiyan di nav Şerê Bagokê(kîjan salê debû?) de hebûn? Kekê Feremez, tû dizanî navên eşîrên Çoliyan çibun? - Navên êlê Çoliyan evin : Dasikî, Behnimnî, Kîwexî, Efşî û Mihokî ne. - Li goriya ku min bihîstiye, ew şer di sala 1910z de buye. Navdarên vî şerî Hesenê Haco, rêberên êlên Efşî, Mihoka û Behnimnî bûne. Kekê Feremez, tû dikarî bi çi tespît bikî, ka Êzdiyên li nav herêma desthilatdariya konfederasyona Hevêrka de diman, çima û kengî di nav ṣerê birakujiya ku Mîr Bedirxanê mîrê Cizîra Bota destpêkirî ye de hatine tûnekirin û belakirin? Di vî şerî de yekî Taqî, yê bi navê Silêman-bavê Silêmanê nemayi, Bekê yê ji Şêxê Berhokê û yeki din bi navê Şêxo Mihokî hatine kuştin. - Tê gotin, di wî wextê ku Bedirxan fermanê Êzîdiyan ji ber dînê wan Dîsa tê gotin ku, 5oo nefer ji tirkan jî di vî şerî de hatine kuştin û 14 tivingên wan jî li cem Êzîdiya mabun. Gava ku ji tirkan re hat gotin go, Êzîdî berî mirna xwe teslîm nabin, Êzidilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!. tirkan gotiye bera tivingên me bidin me û emê dev ji wan berdin. Li gor ku min bihîstiye, di dema vî şerî de kewekî sipî li ser latkê sekinîbû û ewî jî li aliyê Êzîdiyan di xwend. Jinên Êzîdiyan jî di vî şerî de rolik mezin leyîstine , wan xwarin çê dikir û av bi kuna ji şervane re anîne. Kekê Feremez, tû çima û ji ber çê hatî Almanya? - Min ji ber îstexbaratê Surî bazda, hatime Elmanya yê. Bê gumen, di wan salên hinga ku tû li welat buyî de, hingê hinek tahdeyî-buyerên ku tû pê êşiyî bi serê te ve jî hatine. Gelo tû dikarî nimûne anjî mîsalekê ji wan zordestiyên ku, ji ber dînhebandina Êzdîtiyê û bikaranîna peyva neqenc li te bune, ji min ra bibêjî? - Dan û standinên misilmanan bi me re ne başbun. Ewan heta xwarine me heram dikir ,dest kuja me ne dixwarin, li bazarê di gotine hev, tişên Êzîdiyan nekirin, şir û mastê wan heramin. Ewan li bazarê, dibistanê û li cihê kar kifirî bi Tawisî Melek dikir. Kekê Feremez, tû dikarî ji kerema xwe ra, niha bahsa çend buyer û zilma ku Dewletê û kevneperestên Kurdên bisilman li Êzdiyên derdora te kirine bikî? Gelik zilim li Êzîdiyan dihate kirin, hekumetê xaka wan ji ji wan standin û dabu wan herebên ku ji bajarê Helebê û Reqayê anîbune cihê Êzîdiyan û nasnama wan ji wan hatibu standin û kiribun ecnebî (yani biyanî). Kekê Feremez, gava tû hatî Almanya, hingê te dixwast çend salan û pêve vegerî welat? - Min diva ku bi kurtirîn wext vegerime welatê xwe . kızılbaş - sayfa 38 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kekê Feremez, gava tû hatî Almanya, te di destpêkê çi zahmetî dîtin û li çi mayî heyîrî? Êzîdiyan. Lê mixabin, ewî heta niha bela ne kirine û merivekî normal nikarê bêyi bîryara meclisê rohanî, tiştkî li ser Êzîdiyan ferzbikê. vê yekê kar bê kirin : 1- li mal 2-qewl, beyt bên wergerandin û bi zimanê wan naveruka wan ya eslî û herdo bi hevra bên xwendin û bên şîrovekirin. Kekê Feremez, li gor dîdina te, tu yê heta çiqasî li vî welatê Almaniya bimînî anjî tû dixwazî rojekê bi temamî vegerî welatê xwe? Kekê Feremez, li gorî te ev perçebûna di nava endamên civata ruhanî, dîndar, rewşenbîr û ciwanên civaka Êzdiyan de çêbuye ji kurê tê û çima ew nikaren bihevûdinê ra tevgereke civaka Êzdîtiyê bidamezirînin? Kekê Feremez, li gor dîtina te, rewşa civaka me ya niha çewa ye û miletê Êzdî çewa dikare ji pirsgirêkên civaka xwe ra baştir xwedî derkeve? - Wextê ku zilm li welatê min nebê, ez divim zutirîn wext vegerime welatê xwe. Ji ber bê serweriya wan e, kes nîna civakê bi rêve bibê û aliyê siyasî rolke mezin bi lizê . - Îro civaka me ji ber ne guhdanê di rewşka tengasî de ye. Lê wextê em serê xwe pê ra bêşînin, em karin gelek xizmetê bikin, bi taybet xwedî kirina nifşê nû, li ser esaskî baş û rast. Kekê Feremez, eva serê çend sala ne, tû qet neçuyî gundê xwe û tû bêriya gundê xwe nakî? Kekê Feremez, tû ji van endam, rêvebirên mal û komelên Êzdiyan yên ku vêga xizmetê dikin raziyî anjî egerên ku tû ne raziyî çine? Kekê Feremez, ka nêrîna te a li ser vegera welat çiye, hêviya ku Êzdî bikaribin vegerine ser axa bav-kalan heye? - Belê ji hindikayî ve, ew xizmetkê ji ol û civakê re dikin. Lê kêmasiyên mezin hene, divê mal û komelên Êzîdiyan di bin konkî Êzîdî de li hev runên. Her yek siyaseta xwe deynê malê û xizmetê ji bona Êzîdiyatiyê bikê. - Ez di xwazim temamê Êzîdiyan vegerin welatê xwe û wilo gelek ji Êzîdiyan jî dixwazin. Wextê zilm û zorî nemînê, wekhevî û demoqratî bi cih bibê. - Min ji ber ziman, kultur û qanunên Alman gelekî zahmetî dîtin û ez bi rewşa Êzîdiyan gelekî mam heyîrî. - Ez ji sala 1996an ve ne çume gundê xwe, helbet min bêriya wî kiriya. Kekê Feremez, mesele tû niha vegerî welatê xwe, tû çi dixwazî li welatê te hebe û tû çi dixwazî bikî? - Ez divêm demoqratî, wekhevî, bê cûdayî û biratî hebê, ez bikaribim xizmetekê di nav civake Êzîdî de bikim . Kekê Feremez, nêrîna te li ser wan Êzdiyên ku bi almanan(xerîban) re dizewin/cîne çiye? - Ez ne bi zewaca Êzîdiyan, ya bi biyaniya re me, ji ber ev yekê wê rê ji windakirina Êzîdiyan re vekê. Kekê Feremez, şîretên ku tû li zilam û jinên di nav malê de lihevûdinê nakin çine? Ez divêm, jin û mêr li hev runin, ew ji hev fihim bikin, bi aqil bi hevre bidin û bistini, ta ew pirsgirêken xwe çareserbikin. Kekê Feremez, li goriya dîtina te, çima heta vêga sed û hedên Êzdiyatiyê ne hatine nivîsandin? Hed û sedên me ji tirsa re ne hatine nivîsandin. Heka ku berî niha hatine nivîsandin jî, ew winda bune. Lê ew niha ne hatine nivîsandin, ji ber kêmasiya meclisê rohanî, yê li ser buyerê bi dilsozî na sekinin. Min ew di sala 1993 de nivîsandin û dan Mîrê Kekê Feremez, bidîtina te, çi cûdetî di nav peyvên Êzdîxan û Kurdistan de he ye? - Navê welatê Êzîdiyan Êzîdxane. Gotina Kurdistan ji wextê silcoqoya (Selçûqiyan k.t) ve hatiya naskirin û gotina Êzîdîxan ji wextê ku Êzîdî hatine naskirin ve tê naskirin. Birayê hêja, ez dîsa dêjim gelek spas ku, te gelek wextê xwe ji bo bersivkirina van pirsan veqetand û te dilê xwe ji min ra vekir. Kemal Tolan- Berhevkar û Xemxwarê Kevneşopên Êzdiyatiyê Kekê Feremez, bidîtina te, çi cûdetî(ferqiyet) di navbêna peyva Kurdî û Kurmancî de he ye? - Li gor ditîna min, Kurd ewin, ê ku eslê xwe winda ne kirine, wek Êzîdiyan. Meriv ji wan Kurdên ku dînê xwe guhertine, gelek ji urf û hedetê xwe winda kirine re dêje kurmanc. Li gor dîtina min, gotina kurmanc wek gotina qurocî ya ne û ji ber wilo, gereke Êzîdî ne bêjin xwe ew kurmancin. Divê Êzîdî bêjine xwe, ew Kurdin, ji ber wan tiştkî xwe winda ne kiriya. Kekê Feremez, bi nêrîna te, nivşê me Êzdiyan yê nû dikare ilm, qewl, beyt û duhayên Êzdiyan bi zimanekî xerîban fêr bive û wan li welatekî xerîb jî xwedî bike? kültür ürünlerinizin - Li gor ditna min erê ! Lê divê ji bona [email protected] tanıtımı için: kızılbaş - sayfa 39 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 http://www.saasure.info ra esto, koğa xo nia cêriya de. Hama çı esto ke her kes teyna aste ra Dêsım vano. (...) Dêsım: Hardo Dewrêş-1 Xal Çelker Taê vanê Dêsım[1] "Tunçeli"yo, taê vanê Dêsım "Der-sım"o, yanê warê Kurdistaniyo, taê ki vanê Dêsım "DerSimon"o, yanê parçê de Hermenistaniyo. Ma ki, se ke khokımanê ma vatêne, vanime, xêyr efendım xêyr! Dêsım xosero, wairê kam u kesiya xuyo. Ne Tunceliyo, ne warê Kurdistanyo, ne ki parçê de Hermenistaniyo. Coğrafya de otonoma, Hardo Dewrêş hardê bav u khalê Kırmanc-Zazaano, ê parebıraanê ma Kırdaşano, ê Hermeniyanê mano. Dêsım, Hardo Dewrêş waxtê wairanê xo "Homa"y be "Ma"e de zaf hira biyo. Ebe zor u cebr sur u koğa Dêsımi têdıma kerda teng. Ewro Sarız ra be Gımgım, Gümüşxana ra be Pazarcık, coğrafyawa ke Dêsımıci tede weşiya xo ramenê menda wertede. Nae ki cırê zêde vinenê, wairê hukmi be zordari wazene ke na siya Hardo Dewrêşi bile werte ra wedarê, wertê xode bare kerê. Çı ke na coğrafya de jü ra zêdêri qomi, jü ra zêdêri zoni, jüra zêdêri itıqati têduşt de, têkaleke de estê. İna ra gore no hal emsalo de xırabıno, çı ke qe kes u çiyê inkar nêkeno, zorbaza ver de çhok ronênano. jü ra zêdêri ke wairi bi caê Mıstê Kori be Apê Khurri beno teng, bıngê inao monist rıjino. Coka rivayeta nanê pa... Xora namê Tunceli hona zaf sawiyo, çıxa biyağkiyo ae dina alem zano, sero nêvındenime. Eke ze vatena Khurrmanca "Der-sım", yanê "Gümüş Kapı" biyêne gereke zonê Xızıri de "Çêvero Sem", ya ki "Çêvero Sêmın" bıvaciyêne. Khokımanê ma ki Dêsım nê Dersim bıvatêne. Çıke zonê Dêsımiyo qaim Kırmancki/Zazaki/ Dımılkiyo. Zazaki de ki "der/deri" nêvacino "çêver" vacino; "gümüş" ze Khurmanci "sım" niyo, "sêm"o. "Sım" Zazaki de nenigê hêywanano. Ma ke hêniyo ça vanê "Der-sım", ya ki "Der Simon"? Ebe na qeyde wazenê ke ni nami Dêsımıca rê nê, xorê mal kerê. Hama bızanê ke Dêsım be Dêsımıci loqmo de bari niyê, sero ağwa dera bışımê ki bese nêkenê bıqılotnê ra. Na bab de ma xorê qesa Dêsımi emsal cênime çıke, - kok u bıngê na qesa xoriyo, - ma khokımanê xo xorê referans cênime. Khokımê ma ki hona na qesa ebe qeydê xuyo xas ra gurênenê, cıra DÊSIM vanê. "Welatê Ma", hardo dewrêş khaleka "Kırmanciye" be "Welatê Kırmanc-Zazay" de nia ki name beno, - na qesa, se ke khalikê Necmettin Büyükkayay[2] reportaj de ano ra zon, hetê hometa mawa Musılmane ra ki nas bena. Bê ni ispata kesê ke kewtê gonia qomê ma, welatê ma Dêsım talan kerdo, dışmenê hardo dewrêşiyê, ê bile na coğrafya otonome hên ze ma hira tarif kenê. Mesela Nazmi Sevgen[3] na mane de bê ferqe wertê Raa Heqi be Musılmanêni kerdene nia vano, "... Koanê Bingoli ra be hata ğerb de Zara (yanê Karlıova[4], Gımgım, Xunıs ra hata Sêwaz), Muzır ra be hata veroc de Samsat (Adıyaman) de meskunê". Nina ra jü ki Yusuf Mazhar Areno[5]. Yusuf Mazhar Aren nustê xo de derheqê Dêsımi de nia nusneno, "... Nezrê mıde Dêsım aste, goşt be tholê Mı Kuruçay de, dewanê Kemaxi de, Refahiye u Zara de, Akçadağ de qılıfê/ tholê Dêsımi guret xo ver, Pulêmuriye be Tercan, Palu be Çabaxçur (Bingol) de beçıke nê be goştê Dêsımi ra." Nustoğo Hermeni Garo Sasuni[6] ki rew ra nat Dêsım de meskun biyena Dêsımıca nia ano ra zon, “(...) Merkezê Qızılbaşa ra en gırsê xo Mamekiye, Xarpêt u Sewazo. Aşirê ke ni caa Zazaki qesey kenê têde pia xo Dımıli name kenê. Varto u Çabaxcur ra bıce, ververê çhemê Ferati ra hata Xarpêt vılabiyaewê, ebe zêdaiye ki koanê Kırmanciye de mekan gureto. Gorê vatena mordemanê ilmi Tomaschek, Heartman, Noldeke u ê bina êwê ke Zazaki qesey kenê demo khan ra nat ni caa de meskun biyê. Kurdu ra zobina jü qomê.” Manê na coğrafyawa hirae de eke ebe sukanê ewroy ra jü be jü ke name kerdene wacım kero, muhitê Dêsımi nia ro: - Mamekiye, Çemişgezek, Xozat, - Mazgerd, Nazımiye, Wacuğe, Pertage, Pulêmuriye. - Diyarbekir, Çermuge, Melkis, Çüngüş, Piran, Gêl, Ergani, Hêni, Hazro, Karaz, Qulp, Lice. - Sêvaz, Kangal, Hafik, Suşehri, Zara, Ulaş, İmranlı, Divriği. - Xarpêt, Maden, Weşın (Arıcak), Palu, Mezra Qasıman (Kovancılar), Sivrice, Guleman (Alacakaya). - Erzıngan, Çayırlı, İliç, Kemah, Tercan. - Çolig, Azaxpert (Adaklı), Dara Hini (Genç), Karlıova (Bingol), Geği, Solxan, Holhol (Yayladere), Çerme (Yedisu). - Meletiye, Pütürge, Arguvan, Arapgir, Doğanyol, Kürecik. - Erzurum, Aşqala, Çat, Tekmane, Çullu (Karayazı), Xunıs. - Gümüşxana, Kelkit, Şiran. - Urfa, Soyrege. - Muş, Gımgım (Varto). - Semsur, Gerger, Samsat. - Meraş, Afşin, Elbistan, Göksun, Nurhak, Pazarcık, Eloğlu - Bitlis, Mutki, Tatvan. kızılbaş - sayfa 40 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 - Siert, Sason. ------------------------[1] Türkçe'ye Dersim olarak geçen kelimenin Zazaca orjinal hali Dêsım'dır. Bu değişimin nedenini sayın Mehmet Yıldırım, Gömemiş Köyü Portalı'nda, "Desim Nasıl Dersim Oldu?" başlığı altında Başbakanlık Osmanlı Arşivi'ne dayanarak şöyle ifade etmektedir. “Der-sim” adındaki “r” harfinin, 1847-48 yıllarında Sancak kurulduğunda katiplerin yanlış okuması ve yazması sonucu (Arapça harflerdeki “vav” ile “dal” harfinin ve "dal" ile "r" harfinin benzemesi sonucu) Desim’e eklendiği görülmektedir. (...) O günden itibaren resmiyette DeRsim kullanılırken, halk arasında DeSim kullanılagelmiştir." "http://www.gomemis.com/portal/haberdetay.asp?ID=284" [2] Necmettin Büyükkaya, Kalemimden Sayfalar, amadekerdoğ Şerwan Büyükkaya, Apec-Tryck & Förlag, Spånga, İsveç, 1992. [3] Nazmi Sevgen, Zazalar ve Kızılbaşlar, Kalan Yayınları, Ankara, 1999. "(Bingöl)lerden daha Garp'taki (Zara) ya, (Munzur)dan Cenup'taki (Samsat)a kadar uzayan sahada otururlar." [4] Bingol namé Karlıovao khano. [5] Yusuf Mazhar Aren, Cumhuriyet Gazetesi, 29 Haziran, 1937. "Bir çekirdek Dersim, bir et Dersim, bir kabuk Dersim, vardır ki, hücre böyle hayatlanmış, Dersimli böyle canlanmıştı. Halbuki herkes yalnız çekirdeğe Dersim diyor. (…) Ben Kuruçay'da, Kemah'ın bazı köylerinde, hattâ Refahiye ve Zara'da, Akçedağ'da Dersim zarfını seçtim ve Kuzucan ve Tercan, Palu ve Çipakçur'da... ilâh, Dersim'in etine değdim." [6] Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15.Yüzyildan Günümüze Ermeni Kürt İliskileri, İstanbul 1992, s.70, 71. [7] Burhan Kocadağ, Doğuda Aşiretler, Kürtler, Aleviler, Ant Yayınları, ZONÊ MA Askirege -Fehim IşıkZarance kuna kemeru, Dada Askirego mal sewiti Zonê hode wanena. Silêmanê mi zerrê dêri Qilancike Ax biko ezo se keri se nêkeri İstanbul'daki nisena gile dare ra, Ê to siya cêncine, mide kar kerdo khaline Zonê xode qistnena. Çi wele be cencia to be khalina xoro keri Bingöl Derneleri Amnon yeno, beno germ, Vano Bao duzumunê mi, bide giredi 27 Temuz zonêHaziran hode cizeno. günü Bêsliyê mi bide hermê xode keri Mor u milawin, Vano “biko, mao Loluna tima dênê pêro saat 19.00'da Teyr u tur, Ma nêdiyêne qol vêreno ra yêno sono Esenyurt Pil u qiz, Kono barimaðê na kemêri Cin u ciamerd, Ê to iso bin nêbi Cumhuriyet Serre na dinade her çi, Xafila Heqo talay biyê, Meydanı'nda bir Zonê hode waneno. Amê reste ondêre çebêri” Serre na dinade Vano araya gelerek “defê verê xo mi çarne her çi, her kes Biko çhêrina toro sêrkiri aralarında zone hode girano. uzman Çhêrina Silêman Agaê xoa ke mi diye Wertê ninera Seke sewqê asme binê Thelpê hêwri ra çavuşların da ça teyna ma vecino bulunduğu zonê hora vozdame! devlet Pençere ra erzeno zerre Ça teyna ma Têpia kona ra binê hêwri” görevlilerinin zone hora rememe! Ma rememe E. kata A.'ya some? Lao elçiye birusne Mezra Koyi Zazaki zonê mao. Saycanê Raybêri tecavüzünü Çê ve Bav u kali qeseykerdo. Saycan Aga vano sonrasında Lawiki vatê, saniki vatê, Dirbetia Silêman Agay melem nêcêna Zonê mayaşanan zof sireno. Ezo waryatê çê Temirê Milêy teber keri Zonê ho ça vindkerime, Dirbêtia Silêman Agay ilac u melem keri hukuksuzluğu Zonê sari ça ser kerime, Nê vano bao çêvêsaye mi ke torê va To çira gos ro minêna wiy protesto ettiler. Zonê ho ça bin kerime! Mi va zimistono piro biya malê na danga Zonê sari ça ser kerime! Asira Loli asire de hersiza Ebe di bêli mala nêbena perisan, wiy Zonê ma ke bi vind, Nê hata Mezra çê Meserê Sadiqi hudut Ma ki beme vind! danê ma Lawiki bene vind, Tenê verê xo kenê hira, wiy Saniki bene vind, Tecelê say ra kote semê ma, bêwayira Rost bena vind, manga Tari maneno! Manga sawi biyê, qorrê vengê xo si uli Beme lal, beme kêr, diwa Beme bê pa u bê per, Mi va bao na manga raverde sêro Kume bine destu, To va biko manga dêsmênia nêverdana ra Gineme vêrrê dêsu, Bao manga qorrê vêngê xo siyo uli diwa Halê mare u waxt To nêzana ke derdê cigere senêno her kes huyino, Cigera to ki nia adir niseno pa - ne ke her! H. Dewran Silo Qiz kızılbaş - sayfa 41 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İkinci baskısı Ozan Yayınlarından çıktı (İsviçre’de Türkiyeli Göçmenler) adlı kitabıma gösterilen ilgi ve alakadan dolayı ikinci baskı kararı aldım. Zira ikinci baskıyı başta kapak tasarımı olmak üzere, yeniden derleyip içinde kurum temsilcileri ve öğretim görevlilerinin de yer aldığı çoğu gazeteci ve yazarlardan oluşan 21 röportaj daha ekledim. Dolayısıyla ikinci baskıdaki röportajların sayısını 71′e çıkarmış oldum. Bu güçlü kadrodan çarpıcı sorularıma ayrıntılı, cesur ve realist cevaplar aldığıma inanıyorum. Her türlü haksızlığa duyarlılık gösteren, barış özgürlük ve toplumsal adaletin yerini bulmasını hedef edinmiş öykülerden oluşan bu kitap, yakın geçmişimizde yaşanan ve hala yaşanmakta olan toplumsal sorunları kurmaca ve gerçekle harmanlayarak okurla buluşturmayı hedef almıştır. “İyilik-kötülük, aşk, hırs, intikam, düşmanlık, yaşamın anlamı-anlamsızlığı; ne için yapıldığı belli olmayan, onca insanın ölmesine neden olan savaşlar...” İnsanlığın doğuşuyla birlikte varolmaya başlayan bu temel sorunlar oldukça cesur, bir o kadar da samimi bir dille aktarılmış ki, anlatılan bizim hikayemizmişçesine durup düşünmemizi, öykülerde yaşanan her duyguyu birebir yaşmamızı sağlıyor. Kitap bittiğinde son sayfayla birlikte gözlerimizi kapatıp “Neden” diye sormamızı, kendimiizle birlikte tüm insanlığı ve içinde yaşadığımız bu kaotik dünyayı sorgulamamızı sağlayacak kısacası bize insan olduğumuzu hatırlatacak öykülerle buluşacaksınız... Fiyatı : 9.00 TL Barkodu: 9786058603967 [email protected] İsviçre’de, çeşitli meslekî alanlarda çalışan eğitimli 71 Türkiyeli ile yani konunun muhataplarının tek tek bilgisine başvurarak, ülkemizden, İsviçre’ye gelen göçmenleri kapsamlı bir şekilde tartıştık. Katılımcıların çok değerli değerlendirmelerini, çözüm önerilerini önemseyerek harfi harfine kitaba aktardım. İsviçre’de yaşayan Türkiyeli göçmenlerin, yaşam biçimlerini ve mevcut sorunlarını, sayısını, politikada ve ticaretteki performanslarını, ruhî şekillenişini istatistik verilerle aktarmaya çalıştım. Böylesi profesyonel bir çalışmanın, İsviçre’de yaşayan Türkiyeliler arasında bir ilk olması ve tek kaynak teşkil etmesinden ötürü, zenginleştirilmiş ve 312 sayfadan oluşan ikinci baskısı Ozan Yayıncılıktan çıktı. Sizleri anlatan bu eseri tek solukta okuyacağınıza inanıyorum. Hüseyin Can [email protected] [email protected] Arka kapak için Necmettin Yalçınkaya, kurgusal devrimci öyküler yazıyor gibi gelebilir pek çoğunuza, ama o içinden geçtiği hayatın hikâyesini yazıyor. Bazen bir darağacı görülür, bazen bir balıkçı kız, bir de bakarsınız Çingene çadırları içinde dolanıyorsunuzdur. 78 Kuşağı devrimcilerinin en güzel yanıdır bu; bir yanları halk, bir yanları isyandır onların. Yalçınkaya, kendince kuşağının hayatına notlar düşüyor. Haydar Karataş - Edebiyatçı Yazar… Yalçınkaya öykülerinde okuyucuyu ülke topraklarında yaşanan olaylar örgüsüyle tanıştırıyor. Hikâyelerinde insanı öylesine bir büyüler ki, insan bu büyünün içinde dönenir durur. Necmettin Yalçınkaya tarafından kaleme alınan bu eserde; Anadolu topraklarından yaşam mücadelesi veren inançlı, direnen insanların hikâyelerini zevkle okuyacaksınız... İsmail GÜNER - Edebiyatçı Necmettin Yalçınkaya, bu ikinci kitabındaki öyküleriyle, bizleri yine ülkemizin kronikleşmiş acı gerçekleriyle yüzleştiriyor. Gençlerin ezilmişliğin itimiyle buldukları isyankâr çıkış yoluyla aşkları arasındaki seçime zorlanışları… Tutsaklığın, mahkeme kapılarının, geride bırakılan ana, eş ve çocuklarda yarattığı travmalar… Politik göçmenlik ve sarsıntıları… Bir cellâdın kendisiyle yüzleşmesi… Yalçınkaya’nın öyküleri, kimimiz için bellek tazeleme, yeni yetişen kuşaklar için ise ülke gerçeklerinin görülmek/ gösterilmek istenmeyen, yok sayılan yüzü. Oysa bugün de aynı acılar sürüp gitmekte… Vildan Sevil kızılbaş - sayfa 42 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ermeni Soykırımına ilişkin Danimarka arşivlerinden görgü tanığı kayıtları Önsöz, İngilizce çeviri ve dipnotlar Matthias Bjørnlund, Mart-2011 Önsöz İzleyen metin Danimarkalı misyoner kuruluşu Kadın Misyoner Çalışanlar (Kvindelige Missions Arbejdere; KMA)2 arşivinde Danimarka dilinde bulunan Uygulama (Tatbik?) Defterindeki elyazması kayıtlardır (notlardır?). Tatbik Defteri hepsi I. Dünya Savaşı ve Ermeni Soykırımı esnasında veya hemen sonra, Danimarkalı KMA’nın Anadolu-Osmanlı İmparatorluğunda Mezre’deki (Mamüret-ül Aziz, Elâzığ) misyoneri Karen Marie Petersen’in yazıya döktüğü, olaylardan sağ kurtulan diğer kimi itirafların kayıtlarını içermektedir; elyazması örneğin imzalı mektuplar ve kartpostallarla bir bütünlüğe kavuşmaktadır. Bu kayıtların çoğu burada yayımlanacaktır. Bu kayıtlardaki olaylar ve sıkıntılarını anlatan Digin Verjine’nin Peterson tarafından tanındığı büyük bir ihtimaldir. Dahası burada tasvir edilen kayıtların göreceli olarak olaylardan kısa bir süre sonra aceleyle – Geçmiş ve şimdiki zamanların ‘düzensiz’ kullanılması, aniden son bulmasını örneğin not etmek gerekir- kaleme alınmış görünmektedir. Belki de kimi sebeplerle, kayıtlar yazma hataları vb. içermektedir, dolayısıyla heceleme ve üslup hataları çeviride sessizce ve dikkatlice düzeltilmiştir. Karen Marie Peterson 1909’dan 1919’a, Danimarkalı KMA’dan çalışma arkadaşı Maria Jacobsen’le Amerikan ABCFM (Amerikan Board Heyeti) misyonerleri olarak Mezre ve Harput’ a (Kharpert) dönüp Danimarkalılardan arta kalan kelimenin tam anlamıyla binlerce sağ kalanın muhafaza ve bakımını üstlenmek üzere geri dönene dek Mezre’deki Danimarka yetimhanesi Emaus’un yöneticisiydi. Petersen ve Jacopsen bölgedeki diğer çoğu İskandinavyalı misyonerler gibi dinlendikten sonra hemen görevlerine geri dönmeyi planlamışlardı, ancak bu Mustafa Kemal (Atatürk) ve ulusalcı hareketinin yükselişi, özellikle de bu hareketin izlediği radikal anti- Digin Versjin misyoner ve anti-Amerikan politikalar sebebiyle imkansızlaştı. Bunun yerine Peterson gelecek yıllarda önde gelen Birleşik Devletler kuruluşu Yakın Doğu Yardım’a (Near Esat Relief, NER) o zamanlarda doğrudan bağlantılı olan KMA’nın Suriye ve Lübnan misyonunda çalışmaya gitti. Diğer birçok çalışma arkadaşı gibi, Karen Marie Petersen nispeten iyi eğitim görmüş (Danca yanısıra) Almanca, Ermenice, Türkçe ve görüldüğü gibi İngilizce konuşmaktaydı. 1881 yılında Danimarka’nın taşra kasabası Nykøbing Sjælland’da doğdu. Erken yılları az bilinmektedir, bir gümrük müfettişinin (‘toldforvalter’) kızı olduğundan orta sınıf bir geçmişi olduğu muhtemeldir. Maria Jacobsen ve diğer çoğu misyoner gibi, savaşın ilerleyen yıllarında sağ kalan bir Ermeni yetim kızı evlat edindi, bu kıza “Hope” [Umut] adını verdi. Digin Versjin kimdi öyleyse? Ermenice ″Digin″ kelimesi ″Bayan″ veya daha geniş şekilde ″evin Hanım efendisi″ o zamanlarda görüldüğü kadarıyla aşağı yukarı ″Lady″ gibi birşey değildir. Digin Versjin aslında Mamouret-ül-Aziz bölgesindeki yerel Ermeni ″elit″in bir üyesiydi. Gördüğüm kaynaklarda diğer Ermeni kadınlarından çoklarına Avrupalı ve Amerikalı misyonerler tarafından ″Digin″ olarak atfedilmediğini, (Ermeniler ve Türklerce bahsi yapılmamakta), öyle ki Digin Versjin olağanın dışında algılanmaktadır. Digin Versjin -aynı zamanda Verjine olarak da anılmakta- ABD’li misyoner Tacy Atkinson’ın Ermeni Soykırımı öncesi ve esnasında yazılmış ve yayımlanmış Harput günlüklerine göre aslen Adana, Kilikya’lıydı. İzleyen günlükteki girizgah 20 Temmuz 1916 tarihlidir, esasında Digin Versjin’in hayatı ve alın yazısına ilişkin kısa bir özettir: Bu sabah Digin Vergene’yi çağırdım. Kocası belli bir servete sahip bir insandı. Yirmibeş yıl önce Amerika’ya gitti ve vatandaş oldu. On yıl önce Liverpool’a gitti ve bu Adana’lı kızla evlendi. Amerikan yurttaşlığını muhafaza etti ancak savaştan hemen önce kendisi eşi ve ço- cuğu buraya geri döndü ve mülk alabilmek için Türk yurttaşlığını tekrar aldı. Daha sonra savaş patladı ve Amerikan korumasına yönelik haklarını kaybetti. Geçtiğimiz Temmuz eşi ve çocuklarıyla ″Sevkiyat″a [sürgün, MB] yollandı. Adamları katliamlarda bulunmak üzere yollanmış güçlü bir Kürdün eline teslim edildi. Arabadan (at arabası veya öküzün çektiği kağnı, MB) alınıp eşinin ve çocuklarının gözü önünde öldürüldü. Bu Kürt adamın eşinin oldukça güzel bir kadın olduğunu gördü. Evine götürdü ve evlenmek istedi, ancak kendi karısı ortalığı velveleye verince, bu kadınla evlenmemeye karar verdi. O da bu adamla evlenmeyi reddetti, ancak bu adamın hakimiyetindeydi ve dışarı çıkmasına izin verlimemekteydi. Kısa bir süre sonra hamile kaldı. Bu adam Vali’yi [Sabit Bey, MB] rencide edince mapushaneye kondu. Daha sonra onun [Verjine’nin] bebeği doğdu, onunla evlenmeyeceğinden, gitmesine izin vermesi için ona yalvardı, ancak adam reddetti ve onu sevdiğini söyledi. Bebeği doğduğunda maphusaneden ona para yolladı, ancak bu hiçbir şekilde ona ulaşmadı. Verjine neredeyse açlıktan kıvranmaktaydı. O anda adamın kardeşi geldi ve ona yiyecek için para verdi. Adam on gün zarfında mapushaneden çıkacağından kaçmak istedi. Güzel bir Hıristiyan kadındı. Kendi İngilizce İncili ve ilahi kitabı vardı. Bedeni her tür utancın acısını çekerken ruhu dokunulmazlığını korumaktaydı.3 Karen Marie Petersen’ın, Tacy Atkinson’ in Digin Versjin gibi bir kadın ve başına gelenlere özel ilgi göstermesi rastlantı değildi. İyi eğitim görmüş, Protestan Ermeni kadına yardım edemiyecek ancak Batılı misyonerlerin dikkat ve sempatisini cezbedecekti, özellikle nispeten küçük Mezre gibi bir taşra kasabasında. Petersen yine de Versjin’in başına gelenleri Atkinson’-dan daha ayrıntılı kaydetti. Bilimsel bakış açısıyla , Petersen’in yazılı kayıtları Amerikalı misyoner çalışma arkadaşınınkiyle tezat taşımamaktadır. Bilakis desteklemekte, derinlik, nüans yanısıra bağ- kızılbaş - sayfa 43 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lam katmaktadır. Bu kanımca, örneğin esaret altındaki bir Ermeni kadının o zaman genel olarak Müslüman Haremi olarak kastedilene; misyoner kayıtlarında ″Diğerleri″ algılaması olarak, akademik dilde Oryantalist inançlara yönelik eleştirilerin sahip olacağı; merkez-çevre dinamiklerinin daha açıkçası yerel bir soykırım faili olan Hadji Raja’nın [Ağa?] Ermenilerin imhasındaki rolü, Osmanlı bölgesel ve merkezi otoriteleri (6 Nolu dipnota bakınız) yararına nasıl olayların içinde yer aldığı ve dışına çekilmesine ilişkin önemli bir erken dönem kaydıdır. Bu Karen Petersen’in kelimeleriyle şöyledir: «Digin Versjin. En güzel kadınlardan biri! Meryemana gibi güzel; sesiz, mütevazi bir kadın, gerçek bir Hıristiyan. Kendisi ve kocası yedi yıl Liverpool’da yaşadılar ve onlar şimdi kocasının Mezre’deki evine geldiler. Evin belirli bir Avrupalı karakteri [vardı], varlıklıydılar ve birçok ziynet eyalarına ve hatta piyanoya sahipti. 7 yaşında küçük bir kız çocuğu vardı. Kocası ve ailesi Katolikti, kendisi genç kız olarak Adana’da4 koleje gitti, Protestandı. 1Temmuz 1915’te bu evin tahrip edildiği, varlıklarının tüm yönlerde saçıldığını izlemek zorunda kaldılar, muhacir oldular. Katolik cemaatiyle beraber Mezre’yi terk eden ilk grup içindeydiler. Onlara, Vali5 tarafından özel koruma sözü verildi. Araba konvoyu ertesi gün Sevang’a yöneldiğinde Kürtler üzerlerine saldırdılar, erkekleri ayırıp doğradılar. Kocası arabaya koştu ve onun yanına oturdu, muhtemelen saklanmayı umarak, ancak Kürtlerin başı Hadji Ağa,6 gelip arabadan çekti hemen onun [karısının] gözü önünde katletti. Daha sonra Digin Versjin’i ve tüm eşyalarını alıp Sevang’a döndü ve ona kendi eşi olmasını talep etti. Diğer kadınlar da, hatta rahibe namzetleri bile yağmalandı, elbiseleri çıkarıldı ve zorla kaçırıldılar. Bu adam daha sonra onu ve küçük kızı kasabadaki bir eve götürdü. Bu konuda duydum, evi buldum ve onunla konuşmaya çalıştım (1 Ağustos’ta [1915]). Kapıyı uzun süre beyhude çalmak durumunda kaldım, en nihayet geldi ve kapıyı kedisi açtı. Giremiyeceğimiz ve ona bizimle sadece birkaç kelime konuşmasına izin verildiği anlaşıldı.Çünkü Kürt adam evdeydi, [o] İstoli’ye seyahatteydi [İsoli] (doğal olarak katliamları idare etmek için.)7 O İstoli’deki evindeydi, [bir] eşi ve çocukları vardı, ve şimdi bu güzel genç kadın onun karısı olarak yaşamak zorundaydı. Adama inancını terk etmeyeceğini söyledi, okuduğu ve teselli için muhafaza ettiği bir İncili vardı. Onun aynı zamanda küçük bir kızı vardı; Kürt adam onu çağırdığında çocuk ″Sana gelmiyeceğim, babamı öldürdün″ demekteydi. Herhangi biri, böylesi duyarlı bir kadının, böyle bir adamın evinde esir olmasını anlayabilir mi? Kış esnasında Kürt karısını ve çocuklarını İsoli’den getirdi ve bu kadınla beraber yaşamak en büyük aşağılamaydı, ki doğal olarak onu [Versjin’i] sevmedi. Versjin tüm ziynetini bu eşin tasarrufunda görmek durumundaydı, ancak bir gün, Kürt eşi ziyneti çıkardı, birşey onun yüreğine dokunmuş olmalıydı ve küçük kıza iki parlayan taşı küpe olarak kullanması için verdi. Mayıs sonunda [1916], küçük bir kız çocuğu doğurdu. O zaman kocası, Valiyi Enver Paşa’ya kötülediğinden hapisteydi. Aylarca burada hapsedilmişti [‘burada’ büyük bir ihtimalle Mezre anlamında, MB], ancak bu süre zarfında onun iki erkek kardeşi Digin Versjin’i gözetleyecekti, dolayısıyla kaçamadı. Ancak ona beslenecek yeterli miktarı da vermedi- daha fazla yiyecek alabilmek için mükün olduğunca fazla elbiselerini sattı, ancak bebek için sütü yoktu ve bu sebeple bebek ağlıyordu. Ona ev işlerini yaparken yardım eden yaşlı bir Ermeni kadın vardı ve ona dokunaklı bir düşkünlükle bağlandı. [Bu kadın] gözyaşları içinde bana geldi ve Digin Versjin’in mutsuz durumuna ilişkin anlattı. Daha sonra [Versjin’i] ziyaret ettim ve ona para ve gıdalı maddeler verdim, ancak onun için zor olduğunu sezinleyebiliyordum, zengindi ve [okunaksız bir kelime] kabul etmek. Zorlu kaderine rağmen Tanrı sevgisine olan inancını kaybeymemiş olmasını görmek harikaydı, ancak İncil okuyor bütün gün boyunca dua ediyordu. Tanrı’nın ona kaçmak için bir fırsat vereceğini umut edyordu, fakat onu saklayabilecek bir dostu yoktu. Tanrı’nın bir yol göstermesi için birlikte okuyup dua ettik. Eylül sonuna dek, onun durumuna ilişkin oldukça endişeliydim. Kürt adam hapisten çıktı ve hükümetle8 olan hasmane ilişkilerden ötürü zor durumdaydı. [Orjinal metindeki not: ″*O bot servisi ve posta servisini kontrol ettiğinden, Hükümte ondan borçu olduğu bir miktar parayı talep ediyordu.″]. İsoli’deki ailesi Digin Versjin’den kurtulması ve yerine kendilerine ihtimam gösterilmesi için ikna etme gayretindeydi. Digin Versjin’in kendisi serbest kalmaktan daha büyük bir arzusu yoktu, ancak onun [Kürt adam] bile serbest kalmak için sebepleri vardı, onun gitmesine izin veremezdi. [Kürt adam] onun başka bir Türkün [sic] eline düşmesini veya belki acı çekmesini istemeyecekti. Belki de bunlar sadece boş sözlerdir veya belki de gerçekten bunu demek istedi, bilmiyorum. Onun [Digin Versjin] sessiz ve ılımlı şekilde onun üzerinde olumlu etkide bulunduğu ve bu gerçek bağlılık ve sevginin onun şeytani ve kaba kalbinde yer bulduğunu hayal edebiliyorum. Çözüm olarak bir teyzesinin olduğu Halep’e seyahat etmeyi önerdi. (Kürt adam) başlangıçta reddetti, ancak daha sonra bunu öyle bir hevesle kabul etti ki dolayısıyla onun (Kürt adamın) bir şey planladığından kuşkuya kapılmaya başladı: yani ona saldırıp yolda öldürmek gibi. Bu şekilde o ilerde (Kürt adama) ona yönelik şeytani fiil veya onun sonradan edindiği parası veya mücevheratı için hesap soramayacaktı. [Kürt adamın] onu ortadan kaldıracağı düşüncesine meylediyorduk ve [Digin Versjin’in] ondan kaçmasının doğru birşey olacağını düşündük. Harput’ta yoksul ve ehemmiyetsiz bir kadın bulma işini hallettik, onu saklayacak ve Digin V.orada yolu bilmediğinden, kılık değiştirecek ve ben ona eşlik edecektim. Onunla nerede buluşacağım planlandı ve gününe karar verildi (9 Eylül [1916] ), ve ben gerginlikle kararlaştırılmış zamanda onu bekledim, fakat gelmedi. En nihayetinde kaçmaya cesaret edemedi, kendisi için korktuğundan değildi, zira hiçbir bedel onun elinden kurtulmak için o kadar yüksek olmayacaktı, ancak kendisini saklamayı arzu eden kişi için korktu. Daha sonra Türke [sic] kendi başına dışarda gezinebileceğini, kendisi hakkında artık endişelenmesine gerek olmadığını söylediği –ancak daha sonra - ″Sakın terk etme veya saklanma konusunu aklından geçirme. Tüm kasabayı yakmak zorunda kalsam da seni bulacağım- ve seni evinde bulacağım kişiye de Allah merhamet etsin- dedi″. Bu tehdit- kızılbaş - sayfa 44 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ten sonra Digin V. onun [Peterson’un] [Kürt adamı] kendisini gönüllü dışarı çıkmasını sağlayıp sağlayamayacağını bekleyip görmeyi terch edecekti. Ancak bu bekleyiş dönemi sinir törpüleyiciydi. Ekim başında bir akşam Kürt adam eve geç gelir döşemede uyumakta olan erkek hizmetkar ona kapıyı açmaz. Yaşlı kadın aşağı iner ve kapıyı açar, ancak beklemekten tepesi atmış adam, yaşlı kadını çekip dışarı atar ve kapıyı kilitler. Kadın komşunun kapısını çalar ve komşusu içeri girmesine izin verir. Digin Versjin kadına birşey olacağından korkarak konun yanındadır, daha sonra kocası kendisinin aşağı kata giderek onu içeri almasını söyler, ancak o dışarda duran birinin kendisini öldüreceğinden korkar. Ertesi gün o kendi yanındadır, çocuk ve bakımsız kalmıştır, Kürt adam yaşlı kadını dışarı attığından pişman olur ve ona geri gelmesini söyler. O korkmaktadır da , ancak en nihayetinde Hanımı hatırına razı olur. Ancak o [Versjin, MB] öylesine şok içindedir ki zayıf bir sesle (konuşmaya) başlar, takip edildiğini düşünmektedir – adamların yaklaşıp onu bağlayıp götürdüklerini görmektedir. Yaşlı kadın bana gelir, gelip yardım etmemi rica eder. Oraya gittim, orada kaldığım müddetçe [Digin V.] sakindi, çok süzgündü ve gözlerinde korkulu bir bakış vardı. Ortamını değiştirmemesi durumunda işlerin kötüye gideceğini anladım ve ona (gerçi kalbim çarparak) onu bir süreliğine beni ziyaret etmeye izin verip vermeyeceği yönünde Kürt adamla konuşmamı teklif ettim. Sonra bir süre onun adamın deri fişekliğini doldurmasını bekledim, Kürt adam İsoli’ye yola çıkmak üzereydi. [Digin V.] evde yanlız kalmayacak, hatta onun iki erkek kardeşi gelip onu yakın takibe alacaklarından kaçamadı. Ertesi gün 6 Ekim’de öğle civarı oraya tekrar gittim. Digin Versjin ne yemiş ne de uyumuş, ancak bütün geceyi ‘birinin gelip onu öldürmeyeceğine emin olma için’ pencere kenarında geçirmişti. Hacı Ağa’ya onunla görüşmek üzere bir mesaj yolladım. O ″eğer onu elbisesiz olmasından ötürü onu affedersem, evet″ şeklinde yanıtladı. Ben bunun herhangi bir önemi olmadığını yanıtladım ve bir Ermeni tercüman kadınla içeri girdim.9 Vahşi ve sinsi bakışlı yaşlı, sakallı bir adam göreceğimi umuyor- dum, ve Türk usulü temenna edecektim (elleri göğüs yönünde ve alna götürüp eğilmek). Gürbüz yapılı genç bir adam, güzel yüz hatlarına sahip, iyi giyimli birini görmek beni hayrete düşürdü; divandan sıçrayıp nazikçe elimi sıktı ve oturmam için müşfikçe rica etti. Sonra ona reddetmiyeceğini umut ettiğim bir ricam olduğunu açıkladım ve dün orada bulunduğumu ve Digin V.’nin içinde bulunduğu koşulların ne kadar kötü olduğunu söyledim. O, adamın da tanıklık ettiği gibi birşeyden korkmuş olmalıydı ve hafızasını oldukça bariz bir şekilde kaybetmişti. Ona çok ihtimam gösterdiğimden ve onu böylesine bir durumda görmek beni üzdüğünden benimle bir süre kalıp kalamıyacağını sormak istedim. Ona ‘hava değişimi’ gerekliydi. Fakat onun durumuna ilişkin kaygılanacak herhangi birşey olduğunu düşünmedi, gerçi onun itemediği bir şey olan bir doktor çağırma niyetindeydi. Benim teklifimi duymak onun çin memnuniyet vericiydi, ancak beni, adetlerinin onlara yasakladığı eşlerinin bir yabancının evini ziyaret etmesini hususunda mecbur tutamayacaktı. Eşinin başka bir eve gittiğini duyduklarında dostlarının ne söyleyeceğini, insanların ne söyleyeceğini düşündü.10 Ne yazık ki bu tamamıyla imkansızdı. Bunu onunla uzunca görüştüm ve sonunda onun istediği kadar dışarda gezinmeye ve beni her gün ziyaret etmeye izni olduğunu, ancak geceleyin eve gelmek zorunda olduğunu söyledi. Buna inanamadığımı, onun şu ana dek kilit altında tutulduğunu bildiğimi, her neyse bunun yeterli olmadığını söyledim; çok hastaydı ve tamamıyla kurtulması gerekiyordu. ″Evet, ama insanlar ne der?″ Böylesi büyük bir insan için insanları onun karısı hakkında konuşması ayıplanacak bir durumdur! ″İnsanlar ne isterlerse söylesinler″ dedim. Bu onun hatırı için yapılacak ve ona iyi ihtimam göstereceğime söz verdim. Nihayet bunun hakkında düşüneceğini ve bana yarın cevap vereceğini, ancak evet diyecekse bunun benim hatırım için olacağını söyledi.11 (Bana verilmiş bir onur). Ona teşekkür ettim ve nazikçe veda ettim. Digin V.’ye gittiğimde, aynı zamanda bizim İncil okuyan kadını da orada gördüm ve ″Şimdi, onun [Kürt adam] için zor olan bir adımı atmak üzere hareket ettiğinden, dua etme zamanıdır″ dedim. Hatta yanıtın lehte olacağına zaten ikna olmuştum. Ancak bunun o kadar da çabuk gelmesini beklemiyordum.12 Eve vardıktan kısa bir süre sonra, Digin Versjin Mery ve küçük kızla beraber geldi. [Kürt adam] ″Bugün gidebilir ve 14 gün kalabilirsin. Ben pişman olmadan acele et.″ dedi. Ve mucize aslında şimdi gerçekleşti: Şu ana dek esir tutulan ve kıskançlıkla gözetlenen o, şimdi bizim evdeydi, ona oldukça korkunç gelen etrafındakilerden özgürdü. Rab, gözlerimizin önünde bu mucizeyi gerçekleştirdi. Daha ilk günlerden ‘hava değişimi’nin yararlı olduğu anlaşıldı. Digin V. geceleri uyudu ve yemeye başladı. Ne yazık ki, Kürt adamın ziyaretlerini rededemedim, ancak, odada onunla konuşurken odada kaldım. Onu buraya yolladığına pişman olduğunu, çünkü şimdi büyük bir olasılıkla artık geri gelmeyeceğini söyledi. Karısı hasta yattığından Isoli’ye seyahahat etmek zorundaydı. (6 ay önce bir oğlan doğurmuş ve [Kürt adam] henüz orada olmamıştı. Karısı ve erkek kardeşleri bu onur kırıcı durumdan kızgındılar ve kardeşleri onu öldürmekle tehdit ettiler). Diğer yandan Digin Versjin olmaksızın yaşayamıyordu. Bana bulunduğu yer[ler]de, birisi Mezre’de birisi İsoli’de (!) olmak üzere, karısı olmak zorunda olduğunu izah etti.13 Sarsılmış ve aklı ikiye bölümüştü, bu onun oldukça tezat şeyler söylemesine sebep oluyordu: ‘Kalmak istiyorsan öyleyse kal’ bunun hemen sonrasında ‘Seni öldürmediğime pişmanım, beni tam bir belanın içine düşürdün’ diyor ve köydeki herkesin onun gibi birisinin karısının ondan kaçtığını söylemesinin büyük bir ayıp olduğunu söyleyeceklerini belirtiyordu. Ona İsoli’ye gitmesi, gerçek karısı ve çocuklarıyla kalması gerektiğini, karısının büyük bir ihtimalle ona ihtiyacı olduğunu söyledim. Benimle yüksek sesle konuşurken bir an D. Versjin’e ″Seni Dersim’e [Tunceli] (Bir Kürt aşiretinin sınırı ve oradan da Rusya’ya) götürebilmek için muhtemelen uzaklaşmamı istiyor″ dedi. Nihayet 16 Ekim’de [1916] köye gitti ve daha rahat bir nefes alıyorduk. Burda muhtemelen ailesiyle kavgaya düştü. Beş kardeş mallar konusunda ve kendi paylarına düşen yağmalanmış eşyalar konusunda anlaşmazlığa düştüler, ancak özellikle Digin V.’den14 boşanmadığı [veya ‘başından savmadığı’] için ona kızgındılar. 5 gün geçtikten hemen, kızılbaş - sayfa 45 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kendisine ait eşyaları satmak üzere sonra geri döndü ve Mezre’deki evi dağıttı. Digin Versjin’e de yolladı, onu tamamıyla serbest bıraktı ve istediği mutfak eşyalarını almasına izin verdi. [Digin Versjin] bir çift kazan aldı. Hepimiz için sevinçli bir gündü, şimdi ona bakma sözünden serbest bırakıldığımı ve onu Dersim’e varmasını sağlamanın başarı olacağını hissettim. ″Rab boyunduruğu çözer ve tutukluyu serbest bırakır.″ Çileli zamanlar yine de geri döndü. Daha 14 günden fazla bir süre geçmeden Kürt adam İsoli’den geri döndü ve onu asla serbest bırakmadığını iddia ederek geri istedi. Bu, Kürt adamın sürgünden önce [Temmuz 1915 ‘Tehcir’, MB] Digin V.’nin kocasının büyük miktarda parayı bankaya yatırması ve Kürt adamın bu meblağı almamış olduğunun ortaya çıkmasıyla gerçekleşti. Paranın kendisine ödenmesini istediğinde, resmi çevreler onun Digin V.’yle artık birlikte olmadığından, bunu ona ödemeyi reddettiler. Şimdi onun için [Digin V.’nin] ziyaret amaçlı uzakta bulunduğunu ispatlamak önemliydi.» Erişebildiğim kaynaklara göre; Digin Versjin’in akıbetine ilişkin daha fazlası bilinmemektedir. Onun onbinlerce Ermeni kadını gibi Ermeni Soykırımı esnasında Müslüman evlerince yutulduğu görülmekte.15 __________ 1 Rigsarkivet (Danimarka Ulusal Arşivi), Kvindelige Missions Arbejdere (Kadın Misyoner İşçiler; KMA), Arkivnr. 10.360, Pk. Nr. 15, ”Arminier-Missionen [sic], Diverse skildringer vedr. Arminierne [sic], 1906-1927.” 2 Bu kuruma ilişkin örneğin bak. Matthias Bjørnlund, “İskandinavya ve Ermeni Soykırımı, [Scandinavia and the Armenian Genocide]” Armenian Weekly, 24 April 2008 özel sayı, s. 19-22. 3 Tacy Atkinson, “Alman, Türk ve Şetan Üçlü İttifak Kurdu”: Harput Günlükleri, 1908-1917, [“The German, the Turk and the Devil Made a Triple Alliance”: Harpoot Diaries, 1908-1917], Princeton, NJ: Gomidas Institute 2000, s. 72. 4 Petersen muhtemelen ABCFM Kızlar Okulu/Kolejini demek istiyor. Örneğin bak. Edwin Munsell Bliss, ed., Misyonlar Ansiklopedisi.Tanımlayıcı, Tarihi, Biyografik, İstatistiki, [The Encyclopædia of Missions. Descriptive, Historical, Biographical, Statistical ] New York: Funk & Wagnalls 1891, s. 5; James L. Barton, comp., “Türk Vahşeti”: Osmanlı Türkiyesinde Hıristiyan Toplulukların İmhasına İlişkin Amerikan Misyoner Raporları, 1915-1917, [“Turkish Atrocities”: Statements of American Missionaries on the Destruction of Christian Communities in Ottoman Turkey, 1915-1917] Ann Arbor, Michigan: Gomidas Institute 1998, pp. 159ff. 5 Sürgünün gerçekten bahs edildiği gibi 1 Temmuz’da başladığı tamamıyla net görülmemekte. Birleşik devletler Harput konsolosu Leslie A. Davis’e göre ″Temmuz [1915] ayının ilerleyen bir zamanında Ermenilerin çoğu Mamuret-ül Aziz ve Harput’tan sürgün edilmişti, kırk kişilik bir grup Valinin özel güvencesinde bırakılmıştı. Bunlar tanıdığı veya onlarla ilgileniyor gözükmekteydi. […] Onlar arasında [sic, MB] Ermeni Katolik Başepiskoposu, Monsenyör İsraelyan ve yardımcıları da vardı.″ Bu adresteki rapor: http://www.gomidas.org/gida/index_ and_%20documents/867.4016_index_and_ documents/docs/4016.392.pdf . Gerçi bu Peterson’un kastettiği belki de başka, daha sonraki ‘sürgün kafilesi’ olabilir. 6 Hadji Raja bilinen Deli Hadji’yla aynı kişi olabilir, KMA misyoneri hemşire Maria Jacopsen’in Danimarkalı Misyonerin Günlükleri: Harput, 1907-1919, [Diaries of a Danish Missionary: Harpoot, 1907-1919] Princeton & London: Gomidas Institute Books 2001, pp. 142-43, 18 Nisan 1916 tarihli günlük kaydında şunlar yazmakta: ″Harput’ın şeytani ruhu, Deli Hacı Konstantinopol’den döndü ve birkaç fukara kadın ve çocuğun geride kalmasını görmeye katlanamadı. ‘Burada bir sürü Ermeni var, başka bir katliam gerçekleştirilmeli’ der. Aynı zamanda bak. Amalia Lange, Ermeni Muhacirler Arasında, Kadın Misyoner İşçiler 1920-1925,[Blandt Armeniske Flygtninge. Kvindelige Missions Arbejdere 1920-1925] Copenhagen: KMA 1925, s. 12-13, Mezre’de bilinen Hadji Khaja, Hadji Raja’yla aynı kişi gibi görünmektedir: ″1922 baharında Türkler tarafından sınır dışı edilen birçok misyoner Beyrut’a ulaştı, bunlar arasında Miss [Maria] Jacopsen’in sevgili arkadaşları ve Harput’taki eski çalışma arkadaşları Miss [Isabel/Isabelle] Harley ve Dr. Parmaly [Ruth A. Parmalee] tıbbi misyoner Dr. [Mark] Ward bulunmaktaydı. Onların tekrar buluşması kızkardeşlerimiz için büyük bir sevinçti, ancak onların iç Ermenistan’dan getirdikleri haberler iç karartıcı ve çok kötüydü. Orada beş Kürt aşiret reisi hakimdi, ve onlar arasında en önemlisi, binlerce Ermeniyi katletmede alet olarak kullanılan Mezre’deki Hadji Khaja’ydı. […].″ İtalikler orjinal metinde yer almaktadır. Atatürk’ün 1927’deki ‘Nutuk’unda ‘maceracılar’ (sergüzeştçiler) bahsi dışında hiç kimse 1920’lerde Anadolu’da ‘huzursuzluğu gayretlendirenler’i anmadı. Raymond Kévorkian, Temmuz 1915’de Erzurum’lu sürgünlerin Malatya, Mamuret-ül Aziz bölgesinde büyük ölçekli katliamlarını gerçekleştiren Teşkilat -ı mahsusa lideri ve Reşvan’dan (Rashvand; Rashwand; Reshven) Reşvan Kürt aşiret reisi Hacı Bedri Ağa’dan bahs etmektedir. http://www.massviolence.org/fr/TheExtermination-of-Ottoman-Armeniansby-the-Young-Turk-Regime. Mahrdad R. Izady, Kürtler: Kısa El Kitabı, Washington, Philadelphia, London: Crane Russak/Taylor & Francis International Publishers 1992, s. 83, Rashwand/ Reshven aşireti (aslen?) Güney-Doğu Erzurum’dan gelmektedir. Binlerce Ermeninin Malatya’da katliamından sorumlu olarak tanımlanan ″sevecen, müşfik ve masum yüzlü″ isimsiz bir Kürt aşiret reisinin (Ağa) fotoğrafı için bak. http://dcollections.oberlin.edu/cdm4/item_ viewer.php?CISOROOT=/relief&CISOPT R=88&CISOBOX=1&REC=1 . Abraham D. Krikorian ve Eugene Taylor’un verdiği bu enteresan bilgi, ayrıca yorumları ve genel olarak önerileri için teşekkür ederim. 7 Ermeni erkeklerin Isoli’de kadın ve çocuklardan ayrılması ve Alman Misyoner Klara Pfeiffer’in Mezre’den sürgün edilenlerin Malatya yakınında takip eden katliamlarına ilişkin raporu için bak. http://www.armenocide.de/armenocide/ armgende.nsf/$$AllDocs-en/1916-05-10DE-002?OpenDocument. 8 Misyonerler ‘hükümet’ terimini yerel ve/veya merkezi yönetim anlamında sıklıkla geniş anlamda kullanmaktadırlar. Anılan durumda, Hadji yerel Vali Sabit Beyi sözü edilen gasp politikalarından ayrı gösteriyor göründüğünden, ‘hükümet’ her ikisini de işaret etmektedir. 9 Karen Marie Petersen Ermenice ve Türkçe konuşuyordu, öyleyse buuluşmada Hadji Raja muhtemelen Kürtçe konuştu. 10 Orjinal metinde altı çizili. 11 Orjinal metinde altı çizili. 12 Orjinal metinde altı çizili. 13 Orjinal metinde altı çizili. 14 Muhtemelen, belki de büyük bir ihtimalle orjinal metindeki Danca ”skilt sig fra” deyimi düşünüldüğünde bu ‘boşanma’ değil daha çok ‘başından atmak’ örn. öldürmek anlamındadır. 15 Örneğin bak. Matthias Bjørnlund, ″Ölmekten beter bir kader: Ermeni Soykırımı sırasında cinsel şiddet [A fate worse than dying’: sexual violence during the Armenian genocide″ in Dagmar Herzog, ed., Gaddarlık ve İhtiras: Yirminci Yüzyıl Avrupasında Savaş ve Cinsellik [Brutality and Desire: War and Sexuality in Europe's Twentieth Century, Palgrave Macmillan 2009, pp. 16-58. http://www.palgrave.com/ products/title.aspx?PID=283305 (‘örnek metni indirmek için’). Aynı zamanda www.armenske-folkedrab.dk adresinde. kızılbaş - sayfa 46 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Belçika Ermeni Demokratlar Derneği adına Brüksel Demokrasi ve Barış Konferansı’na tebliğ: Yüzyılın Gerisindeki Ermeni Deneyimiyle Kürt Sorunu ve Çözüm Sürecine Bakış Hovsep Hayreni - Bogos Mouradian Değerli dostlar, Belçika Ermeni Demokratlar Derneği adına bu önemli konferansa katılıp dostane görüşlerimizi paylaşmaktan mutluluk duyuyor, hepinizi en içten duygularımızla selamlıyoruz. Dört ayrı yerde yapılan konferansların Brüksel ayağı özellikle diaspora kesitlerini kapsadığından ve Kürtlerle aynı coğrafya çıkışlı Ermeni, Süryani göçmenlerin Avrupa’da önemli bir ağırlığı bulunduğundan dolayı, sözkonusu kimliklerin temsiline daha ciddi bir kontenjan ayrılması arzu edilirdi. Bunun eksikliği, ülkede son derece küçük azınlıklara indirgenmiş olan bizlerin diaspora kapsamında bile aynı azınlık algısıyla hesaba katıldığını göstermesi bakımından üzücüdür. Konferanslara az da olsa bu kimliklerin dahil edilmesi, sürecin başında Öcalan’ın Ermeni, Rum ve Yahudilere ilişkin yansıtmış olduğu negatif mesajları bir parça dengelemenin aracı olabilir. Ancak yapılan başka açıklamalarla bu etkiler nötralize edilmek istenmesine rağmen, tarihe farklı bakıştan ileri gelen ciddi bir problemin olduğu, vicdani duyarlılığın eksik kaldığı açıktır. Bu nedenle güven sorunu devam ediyor. Kürt sorununda barışçı demokratik bir çözüm hepimizin arzusudur. 30 yıllık savaşın yıkım ve acılarını geride bırakacak bir sonuca ulaşılmasını gönülden temenni ederiz. Ancak başından beri gerek işleyiş tarzı, gerekse politik muhtevasıyla sürecin gidişatı pek ümitli bakmamıza izin vermiyor. Açıkçası girilen yönelimi benimseme durumunda değiliz. Yine de eleştirel görüşlerimizle dostane etkiler yapma açısından, bir düşünce platformu olarak gördüğümüz bu konferansa katılmayı önemsiyoruz. Öncelikle konferansın işlevi meselesine değinerek, sürecin devamında işleyişin değişmesine dönük öneride bulunmak isteriz. Herşeyin MİT-Öcalan gizli görüşme- lerinde döndüğü, anlaşma noktalarını kimsenin bilmediği bir tuhaf prosedür işliyor. Savaşın doğrudan tarafı olan PKK yöneticilerinin beyanları bile “hariçten gazel okuma” gibi tınlıyorsa, “daha geniş çevrelerin sürece katılım araçları” diye düzenlenen bu konferanslar müzakereye ne derece etki yapabilir? Bildiğimiz kadarıyla bunların hükümetçe muhatap alınma durumu yoktur. Diyarbakır’daki konferans, sonuç bildirgesinin 12. maddesinde kendi oluşturacağı bir komiteye “demokratik müzakere sürecinin etkili organı olma misyonu”nu yüklemiş, fakat bunun gerçek bir işlevsellik kazanma şansı gözükmüyor. Çünkü herşeyden önce Konferans kendini devlete muhatap aldırma çabasında değil. İşte 13. madde; “Türkiye halklarını bu konferansta açığa çıkan iradeyi tanımaya, esas almaya ve Türkiye Cumhuriyeti devletini Kürt halkının haklarını tanıması için baskı kurmaya” çağırmakta. Yani doğrudan hükümete seslenmek yerine, ona baskı yapsın diye garip şekilde “Türkiye halklarına” hitap edilmiş. Bunun anlamı Öcalan’ın Kürtler adına tek irade olduğu mevcut durumu zorlamadan müzakereye dolaylı etki yapmak ve sürecin gidişatına “çoğulcu” bir imaj vermek olabilir. En son görüşmede Öcalan “İkinci aşa- manın başladığını” belirterek “devlete önerilerimizi sunduk” diyor. “Umarım dikkate alırlar” diye de ekliyor. Açıkçası durum halen bütünüyle devletin keyfiyetinde. Sunulduğu söylenen önerilerin neler olduğu da belli değil. Eğer barış sürecini izole durumdaki tek bir lider değil de Kürtler adına bir heyet yürütüyor olsaydı, talepleri kollektif olarak belirlenir ve de herkes tarafından bilinirdi. Görüldüğü gibi burada PKK, KCK ve BDP dahil Kürt siyasi yapılarının çözüm için iradelerini konuşturmaları sözkonusu değil. Bu ana akım kendi iradesini Öcalan’ın temsil ettiğini söylese bile Kürtlerin diğer örgütleri ve bağımsız aydın çevreleri dışlanmışlık hisseder. Nerde kaldı sürece katılımı arzu edilen başka etnik ve dinsel grupların görüşleri?.. Bu konuda daha ciddi bir girişim olması için Diyarbakır’dakinden farklı olarak biz buradaki konferansın doğrudan Türk hükümetine çağrı yapmasını ve “Çözüme yönelik müzakerenin her iki taraftan siyasi sorumluluk sahibi heyetler arasında şeffaf şekilde yürütülmesi” talebinde bulunmasını öneriyoruz. Böyle bir istem öncelikle devlet adına halen MİT’in devrede olmasına itiraz ve hükümeti sorumlu davranmaya davet anlamına gelir. Kürt tarafını yada Kuzey Kürdistan halklarını temsil edecek heyetin nasıl seçileceği de ayrı bir kızılbaş - sayfa 47 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sorundur. Bunun için mümkün olduğunca adil bir çoğulculuğun gözetilmesini, hiç bir çevrenin vitrinlik durumda kalmamasını arzu ederiz. Sürece gösterilen ağırlıklı politik yaklaşıma gelince; tarihe bakıştan tutalım sorunun günümüzdeki tanımlanmasına ve çözüm önerilerine kadar esaslı sorunlar içeriyor; özgürlük söylemiyle ciddi çelişki ve handikaplar arzediyor. Bize göre en vahimi tarihteki gerici ittifakların olumlanarak bugüne emsal gösterilmesidir. Fetihlerden soykırımlara kadar Kürtleri kullanıp kendine köle etmiş Türk devlet geleneğinin “akıllı” olmakla övülmesi, “Ortadoğu’da hamle gücü”, “demokratik fetih” gibi söylemlerle yeni Osmanlıcı şahlanışlara gaz verilmesi ve son yüz yıllık feci aldanmaya rağmen o lanetli ortaklığın bir şekilde yenilenmek istenmesidir. Çokça tekrarlanan “Kurtuluş savaşını birlikte verdik” deyişinde kimlere karşı nasıl bir gururlanma olduğunun umursanmaması, kadim Hristiyan halkları yok etme üzerinde vücuda getirilen Türkiye Cumhuriyeti’nin ve ilhakçı “Misak-ı milli”nin meşru gösterilmesi, nihayet Kürt sorununa çözüm isterken bile “Türklerle beraber asli kurucu unsuruyuz” denilen bu devletin “kuruluş felsefesi”ne uygun formül aranmasıdır. Bütün bunlar ve benzeri argümanlar üzerinde çok ciddi düşünülmesini istiyoruz. Bugün Kürt ulusal sorununun yaşandığı coğrafyada yüz yıl önce başat durumdaki Ermeni ulusal sorunu halkımızın imhası yoluyla “hal”ledilmiş oldu. Eğer, iki ulusal sorun 19. yüzyılda eş zamanlı gelişse ve iki halkın benzer taleplerle dayanışma ortamı oluşsaydı, gelişmeler çok faklı olabilirdi. Balkanlarda bir dizi ulus bağımsızlığını kazanırken Osmanlı’nın doğu bölümünde aşağı yukarı aynı toprakları paylaşan Ermeniler ile Kürtlerin de o boyunduruktan kurtulması mümkündü. Ama ancak ve “olmazsa olmaz” denebilecek şekilde birlik sağlanması kaydıyla. Ne yazık ki bunun koşullarını zorlaştıran pek çok nesnel etken mevcuttu. İki komşu halkın tarihsel ilişkileri, mevcut sistem içindeki konumları, sosyal, ekonomik, kültürel farklı gelişmişlik düzeyleri, ulusal uyanış süreçleri, devletle uyuşan ve zıtlaşan yönleri, dinsel aidiyet ve birbirine bakışları, önderlik ve iç örgütlülük durumları gibi yığınla doğal faktör yanında yaşanan siyasi ge- lişmeler ve dış aktörler rol oynuyordu. Bu verili koşulların dezavantajlarını aşacak bilinç ve irade bazı istisnalar hariç her iki halkın öncüleri arasında zayıf kaldığı için ortak kurtuluş çabası gelişemedi. Değişik zamanlarda farklı karakterleriyle kendilerini gösteren Ermeni ve Kürt hareketleri bu durumda devlet tarafından birbirine karşı getirilmeye müsait oldu. Ermeni sorunu daha erken gündemleşip reform talepleriyle devleti zorlayınca Abdülhamit’ten İttihat-Terakki’ye Türk yönetimleri öncelikle ondan kurtulmak üzere Kürtlerin desteğini alacak politikalar izledi. Sonuçta Ermeni halkı yok edilirken Kürtlerin payına da sürgit devam edecek esaret düştü. Bugün bazı Kürt aydınları yüzeysel bakışla tarihteki o başarısızlığın sorumluluğunu tek taraflı olarak Ermenilere mal etmekte. Öyle ki, bazen resmi Türk tarihiyle çakışacak ölçüde dönemin Ermeni ulusal hareketini kötülemeye ve sonunda adeta Ermeni ulusunun yok olmasını bile onun kendi günahlarıyla açıklamaya çalışanlar var. Soykırımda kullanılan Kürtler adına tarihle yüzleşmeye açık olmayanlar bu konuda Türk inkarcılığıyla paralel davranıyor. Bazıları ona bile rahmet okutacak şekilde “asıl Ermenilerin katliam yaptığı”nı ileri sürmekle meşgul. Konu Kürtlük olunca o inkarcılıktan şikayetçi iken burada elele verilebilmesi oldukça hazin bir durum. Osmanlı devletinin Sünni-Müslüman kimliğiyle Şii İran’a karşı ittifak yaptığı Kürt beyleri 300 yıl kadar genişletilmesine hizmet ettikleri devlet sınırları içinde yalnız Kürdistan’a değil Ermenistan’a da otonom şekilde hükmetmişlerdi. Bunun avantajıyla Kürt nüfusu Ermenistan içine yayılmaya başlamış ve Ermeniler tersine dış hatlara dağılır olmuştu. Yine de Yukarı Fırat havzası, Ararat ve Van Gölü çevreleri başta olmak üzere çok yerde Ermeni nüfusu yoğundu. Ama daha gelişkin bir toplum olmasına rağmen, kendi tarihsel yaşam alanında ikinci sınıf kalma ve çifte boyunduruk taşıma durumu Ermeni halkının aleyhine işlemeye devam ediyordu. Kürt beyliklerinin otonom statüsü II. Mahmut’un merkezileşme hareketiyle sarsılınca 19. yüzyıl ilk yarısında yer yer Kürt mirlerinin eski statüyü tahkim yada kopuş eğilimli ayaklanmaları zuhur etti. Katı aşiret yapısının devam ettiği Kürt sosyal gerçekliği içinde henüz ulusal bilinç nüveleri oluşmamış ve bu ilk isyanlar kendi alanında birkaç aşiretten küçük krallık kurmaya yönelen mirlerin feodal karakterli kalkışmalarıydı. Osmanlı devletinin Kürt beyliklerini zayıflatan hareketleri İstanbul’daki Patriklik’ten doğudaki taşra halkına kadar çoğunlukla Ermenilerin pasif desteğini alıyordu. Çünkü o beyliklerin yerel zorbalıkları başta köylü sınıfı olmak üzere bölgedeki Ermeni halkını çok mağdur etmişti. Bu durum Osmanlı merkezi sisteminden bağımsız değilse de, Ermeniler devletin artık herkese eşit olacağını vadettiği kanun-nizam hakimiyetinden yana tavır alıyordu. Ardından Tanzimat ve İslahat’ın sağladığı kısmi haklarla bazı milli kurumlara kavuşan Ermeni halkı, eğitim seferberliği yanında batıdan gelen düşünce akımlarıyla da aydınlanma yaşadı. Bunun sonucu ulusal bilinç gelişirken Osmanlı devleti içinde Ermeni sorunu hissedilir olmaya başladı ve 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının bitiminde uluslararası anlaşma metinlerine girdi. Lâkin Berlin Anlaşması’nın ilgili maddesinde sorunun “doğu vilayetlerindeki Ermeni halkını Kürt ve Çerkes saldırılarından koruma ihtiyacı” şeklinde tanımlanması, esasta merkezi sistemiyle devletin boyunduruğunu gizleyen ve sözkonusu halkları Ermeniler aleyhine körüklemeye hizmet eden bir şeydi. Abdülhamit bunu ustalıkla kullandı. 1895’te Avrupa devletlerinin dayattığı 6 doğu vilayeti kapsamındaki reform planını kabul etmeye mecbur kaldıktan hemen sonra bu vilayetler ve daha geniş çevrelerinde devlet güçleriyle koordineli sivil güruhları ve Hamidiye alaylarını seferber ederek üç ay boyu yayılan vahşi pogrom saldırıları yaşattı, onlarca şehir ve yüzlerce köyde toplam 300 bin Ermeni katledildi. Buna ilaveten güvensiz ortamın dayattığı göçler sonucu sözkonusu alanda Ermeniler daha azalmasına rağmen, hiç bir etnik unsurun salt çoğunluk oluşturmadığı bir gerçeklik içinde göreceli olarak yer yer birinci, yer yer ikinci sırayı tutuyordu. Fakat millet-i hakime denilen Müslümanlar etnik gruplara ayrılmadan toplu bir kategori halinde sayıldıkları için Ermeniler her yerde azınlık, Müslüman blok çoğunluk görünüyordu. Günümüzde halen o dönemin bu özelliğini gözardı eden Türk tarih yazıcıları kızılbaş - sayfa 48 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “Müslüman çoğunluk, Ermeni azınlık” tekerlemesini sürdürürken, bazı Kürt tarih yazıcıları ise “Kürdistan’ın her yerinde azınlık olan Ermenilerin çoğunluk oluşturan Kürtleri tasfiye etmek istedikleri” yönünde haksız ve mesnetsiz yorumlar yapmakta. Bugün artık Ermenilerin hiç noktasına gelmiş olması tarihsel inkarı kolaylaştıran bir durumdur. Öyle ki yalnız soykırım arifesine değil, Ermenilerin büyük ağırlık oluşturduğu yüzyıllar öncesine atıfta bulunurken bile onları hesaba katmama ve eski Pers-Yunan kayıtlarından Osmanlı belgelerine kadar yeri olan Ermenistanı yok sayıp bugünkü gibi boydan boya bütün doğuyu Kürdistan sayma ayıbı işlenebiliyor. Bu durum bir yönüyle soykırımın sonuçlarından istifade etme olayıdır. Kürt aydın ve siyasetçileri sorunun böyle etik bir boyutu olduğunu da görmeli ve soykırım öncesi Osmanlı’nın doğu vilayetlerinden bahsederken Batı Ermenistan-Kuzey Kürdistan bileşkesi olduğu gerçeğine saygılı bir dil tutturmalılar. Bugün Kürt ve Alevi sorunlarında çözüm için reformlar bekleniyor. 100-130 yıl önce de Ermeni reformları konuşuluyordu. Gerçi adı öyle çıkmış, hatta Ermeni özerkliği diye algılanmış, fakat yalnız Ermenilere değil, hiç değilse anadilde eğitim ve kamu hizmetleri yönüyle Kürtlere de hak tanıyan bir muhtevası vardı. Özerk bölgede Türkçenin yanında Ermenice ve Kürtçe de resmi dil hüviyeti kazanacaktı. Bundan başka yerel yönetimlerde Müslümanlar ile Hristiyanların eşit temsili, güvenlik birimleri ve mahkemelerin yine bu temelde yeniden yapılandırılması öngörülüyordu. Ulusal-demokratik talepler Ermeni halkından gelirken, Kürt halkı ümmetçi anlayışla uyuşturulmuş olarak kaldığı için bu reform planının görünür öznesi olamamıştı. Ermeni öncüleri bu eksikliği önemseyip onları özellikle dahil etmeye çalışmalıydı. Böyle bir çaba Kürtlerin reformlara karşı getirilme ihtimalini de önleyebilirdi. Dahası reform konuları kapsayıcı şekilde bütün önemli etnik ve dinsel grupların temsilcileriyle beraber ele alınsa farklı gelişmeler olabilirdi. Ama işin garibi reform planını görüşen uluslararası heyette Ermeni temsilcisi bile bulunmuyordu. Soruna müdahil olan devletlerin kendi çıkarlarına endeksli ve Türk yönetimiyle anlayış içinde kotarmaya çalıştıkları bir konuydu. Yine de bu reformları gündeme getiren esas olgu yada en ya- kıcı sorun, o zamana kadar yüzde yüz Müslümanlardan oluşan yerel idare koşullarında Hristiyan halkların yaşadığı mağduriyetler olduğu için onlar lehine bir parça pozitif ayrımcılık yapılması anormal değildi. Müslüman unsurlar için korkulacak bir tarafı da yoktu. Buna rağmen özellikle Kürtlerin karşı duruşunu sağlamak isteyen Türk yönetimi bunu “Ermenilerin haksız üstünlük çabası” olarak gösteriyor ve çoklarını ayartıyordu. Tarihten bakiye kalan bu yanlış imaj halen Kürtler arasında etkilidir. Bugün de o reform projesine değinirken “Kürt milleti Ermenilere esir olacaktı” diyebilenler var. Oysa her iki ulus için asıl esaret Osmanlı-Türk boyunduruğuydu. Öngörülen muhtevasıyla sağlanacak bir özerkliğin yalnız Ermeniler için değil, Kürtler için de önceki durumdan daha iyi olacağı; feodal beylerinin sahip olduğu avantajları biraz kısıtlamaya karşılık halkının ulusal-kültürel haklardan yararlanarak gelişmesine imkan sağlayacağı açıktı. Ermeniler adına öngörüldüğü için projeye karşı çıkartılan Kürtlerin alternatif bir önerileri bile yoktu. Daha farklı ulusaldemokratik istemleri olsa, kökten karşı çıkmak yerine o projeye müdahil ve ortak olmayı deneyebilirlerdi. Tanzimat sürecinde kısmen gösterdikleri kopuş eğilimini Abdülhamit’le ittifaklarından beri terketmiş ve kaderlerini Osmanlı devletine bağlamışlardı. Bazı Kürt ayaklanmaları yine olmasına rağmen çoğunluğu halifeye bağlılık gösteriyor, özerk statü ve ulusal-demokratik haklar için Kürt talepleri yükselmiyordu. 1908’in getirdiği anayasa Ermenileri çok umutlandırdı. Fakat daha sevinç nidaları kesilmeden 1909 Adana kırımı yaşatıldı. Sonraki yıllar, hürriyet, eşitlik, adalet adına erken çiçeklenen umutları dolu vurmuş gibi kırıyordu. Bugünkü PKK hareketinden pek farklı olmayan Taşnak partisi ve daha solda olan Hınçak’lara bağlı Ermeni fedaileri 1908 Anayasası’na güvenerek dağdan inmişlerdi. Osmanlı meclisinde mebusluğa geçen eski fedailer bile vardı. Taşnak’ların Abdülhamit istibdadına karşı Jön-Türklerle kurduğu ittifak, iktidara yerleşen İttihatçı takımının verdiği kötü sinyallere rağmen devam ediyordu. Yılan hikayesine dönmüş Ermeni reformları nihayet 1914 baharında dış baskıya dayanamayan hükümet adına sadrazamın imzasıyla kabul edilmiş göründü. Ama heyhat, üçüncü defa yaratılan umut bir kez daha boşa çıktı ve savaşın tanıdığı fırsatla bu son kez Ermeni halkının topyekün fermanına dönüştü. Sonrasını hepiniz biliyorsunuz. Acı bir gerçek olarak bu finalde Kürtler çoğunlukla devletin yanına çekilebildi ve yoğun şekilde tetikçilik rolüyle suça ortak edildi. Bununla birlikte 1895 kırımlarında olduğu gibi Ermenilere sahip çıkan, koruyan, kurtaran Kürtler de az değildi. Bu süreç asli sorumlusu olan Türk devletinin hesap vermesi yanında, günümüzün Kürt toplumundan da vicdani muhasebe ve özür bekliyor. Önce Ermeniler, sonra Kürtler için bütün acıklı sonuçlarının görülmesi ardından o tarihi geri döndürüp yeniden yaşama imkanı olsaydı eğer, iki toplumun da öncüleri çok farklı davranır, büyük bir hassasiyet ve özveriyle ortak kurtuluş için aralarında konsensüs sağlamaya çalışırlardı sanırız. Ermenistan-Kürdistan ikilemi içinde birbirine karşı gelmenin de alternatifi vardı. Nüfus dengelerine göre hakkaniyetli bir düzenlemeyle ilkin ortak özerklik, sonra imkan bulunabilirse bağımsız federatif birlik gözetilebilirdi. Fakat o dönem yaşayanlar olacakları kestirmekten uzak oldukları ölçüde bu yönlü bir iradeyi geliştirecek bilinç ve dirayetten de yoksun kaldılar. Her iki tarafta sağduyulu, uzakgörüşlü kişilerin zaman zaman aralarında birlik oluşturmaya dönük telkin ve çağrıları olmasına rağmen bunlar günün çelişkileri ile önyargılara çarptı, yaygın bir kanaat ve güçlü pratik girişimlere yol açamadı. Biraz uzun oldu, ama anlayışınıza sığınarak bu acı tecrübeyi kendi kavrayışımızla özetleyip paylaşmak istedik. Bugün de Kürt sorunu yanında bir Alevi sorunu var. Demokratik platformda ortak ve dayanışmacı olabilecek iki kesimi birbirine karşı getirmek isteyen egemen güçlerin çabaları ortada. Bunun için siyasal tarihimizin doğru özümsenmesi çok önemli. Ayrıca Ermeni sorunu bütünüyle geride kalmış değil, bir adalet sorununa dönüşmüş olarak bu ülkenin önünde duruyor. Buna isterseniz tarihin hayaleti de diyebilirsiniz. İttihatçılar Ermeni halkını fiziken yok ederek sorunu hallettiklerini sandılar. Uzun yıllar küllenmiş olarak kaldı, ama sonunda mezarından çıkan bir hortlak gibi Türkiye’nin üstüne çökmeye başladı. Yalnız o değil, Süryani, Pontus, Koçgiri, Dersim ölü ruhlarıyla sökün ediyor. Ortaya çıkan bu uğultu mazlumların ahıdır. Bugün- kızılbaş - sayfa 49 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kü canlı sorunlar bunlardan bağımsız ne düşünülebilir, ne de çözülebilir. Bu ülkenin ihtiyacı ilk peşin büyük bir yüzleşmedir. Diyarbakır konferansının sonuç bildirgesi bugün Kürdistan coğrafyasında yaşayan farklı etnik ve dinsel kimlikleri sayarak bunların “devlet politikaları ve yol açtığı yanlış bilinç” nedeniyle önemli zorluklar yaşadıklarını belirtiyor. “Tüm bu geçmişle yüzleşerek yeni eşit bir yaşam kurmak gerektiği”ni söylüyor. Bu oldukça muğlak, ne demek istediği anlaşılmayan, adeta Türk egemenlerini kızdırmamak için lafı yuvarlayan bir ifadedir. Kastedilen soykırımlar değilse neyle yüzleşilecek? Cümlenin devamında “20. yüzyıl boyunca tekleştirici politikalar nedeniyle kendi topraklarından kopmuş kesimleri geri dönmeye çağırırız” denilmiş. Yine aynı kaçınma. Bu defa suçun adı “tekleştirici politika”! Tamam o da topraklarından koparma işlevi görmüş, ama köklerini kazırcasına yok eden asıl soykırım suçudur. Şeylerin adını olduğu gibi koymaktan kaçınılmamalı. Biz Brüksel konferansının aynı zamanda diaspora kesitlerini birleştiren özelliğine dikkat çekerek, bu konferansın sonuç bildirgesine “Türkiye’nin başta 1915 Ermeni-Süryani soykırımı olmak üzere, yakın tarihindeki bütün insanlık suçlarıyla yüzleşmesi ve mağdur halkların adalet beklentisine yanıt vermesi” için açık net çağrı yazılmasını talep ediyoruz. Geri dönme çağrısının da öylesine, havada hoş bir seda bırakacak hafiflikle yapılması anlamlı değil. Hiç bir politik-hukuki zemin, toplumsalpsikolojik atmosfer yaratmaya çalışmadan öyle “geri gelsinler” çağrısını geçenlerde devletin Kültür Bakanı da yapmıştı. Aradaki farkı görebilmek gerekir. Ülkede en büyük nefret konusu olan Ermeni ve Hristiyan karşıtlığının giderilmesi, ideolojik iklimin değişmesi gerçi zaman gerektirir. Ama zihniyet devrimi diyebileceğimiz bu olayın yaygın toplumsal yüzleşmeden daha etkili bir aracı yoktur. Bu nedenle, ErmeniSüryani ve diğer diasporalardan dönüşleri ciddi olarak özendirebilmenin de ilk adımı 1915 soykırımının açık seçik tanınmasıdır. Vatandaşlık hakkından dedelerinin topraklarında yeniden ev kurmaya akla gelen formüller ancak böyle resmi bir kabul üzerinden gündeme getirilebilir. Neden özellikle 1915 soykırımının tanınması? Çünkü bu, büyüklüğü ve cezasız kalmasıyla sonraki bütün top- lu imha suçlarını da teşvik etmiş bir olaydır. Aynı zamanda modern Türkiye Cumhuriyeti’nin temel harcı!.. Onun hesabını vermedikçe bu ülke hiç bir zaman uygar olamayacaktır. Geçmişte bu konular sol cenahta bile “tarihe mal olmuş haksızlıklar” diye küçümseniyor, yapacak birşeyin olmadığı anlayışı güdülüyordu. Oysa adaleti sağlanmayan yakın dönemin büyük trajedileri yaşamaya devam ediyor ve herkese sorumluluk yüklüyor. Sözü edilen bin yıl önceki haksızlıklar değil, henüz 100’ncü yılına ulaşan, kurbanların torunlarını halen mağdur eden, çok boyutlu toplumsal etkileri süren bir olay. Gelişen Türk kapitalizmi bu tasfiyeler sonucu gasp ve talana dayalı korsan birikim ürünü olmuştur. Bakın Gezi Parkı ve Taksim çevresinde gaspedilmiş Ermeni mezarlığının tarihi ortaya çıktı. Diyarbakır surları dibine vurulan kazma, kefensiz ve toplu gömülmüş yüz yıllık insan kemiklerini açığa çıkartmıştı. Nereyi kazsanız bir Ermeni eserinin izleriyle karşılaşırsınız. Birçok kamu binası, kiliseden çevrilmiş cami, eski villa, Kürdistan’da pek çok ağa konağı, devlet ve özel şahıs çiftlikleri, hatta devletin simgesi olan Cumhurbaşkanlığı köşkü Ermeni kırım ganimetidir. “Soykırım kabul edilirse Ermeniler tazminat ister” diyorlar. İstenecek tabii ki; kimsenin şahsi çıkarına değil, mağdur edilmiş halkın kollektif yararına tahsis edilmek üzere bunu talep etmek adaletin gereğidir. Ama en önemlisi, bugün Roboski için söylendiği gibi, bu büyük suçun da davasını gütmek bizler için namus meselesidir!.. Kürt sorununun gerçek çözümü de buna bağlıdır. Zira 100 yıl uzayan çözümsüzlük, tam da Kürtlerin Ermeni sorununda kanlı çözüme alet edildikten sonra aldatılıp dünyanın en beter kölelik konumuna mahküm edilmesinin ürünüdür. Beşikçi Hoca’nın çok yerinde tanımıyla “sömürge bile olamayan Kürdistan” bu tarihin acısını çekiyor. Diyarbakır konferansından çıkan bir diğer karar “Kürdistan halklarının kendi kaderini tayin hakkının sadece Kürdistan halkının kararına ve onayına bırakılması konferansımızda ortaklaşılan bir ilkedir” şeklinde. Yine çok muğlak ve kafa karışıklığı yansıtan bir ifade. Bir yerde halklar, bir yerde halk... Kapsayıcı olmaya çalışırken bu defa ulus tabirini kullanmaktan imtina eden tuhaf bir durum yansıtılmış. Oysa Kürtlerin ulus niteliğini belirtmek Kürdistan’da yaşayan diğer kimlikleri dışlama anlamına gelmez ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını dosdoğru savunmak gerekir. “Kürdistan’ın bir statüsü olmadan Kürt sorununun nihai olarak çözülemeyeceği” vurgusu, “hiç bir statü gerekmez” anlayışına itiraz olarak olumludur. Bizler bütün samimiyetimizle Kürt halkının yanındayız. Özgürlük mücadelesinde başarılar kazanmasını arzu ediyoruz. Fakat hiç bir statü istemeyen anlayış köleliğin devamına razı gibidir. Bu konudaki farklı önermelerin ve özgün kimliklerin müzakere sürecinde temsil edilmelerini diliyoruz. Bitirirken, dinleyen herkese teşekkür ve saygılarımızla, konferansın sonuç bildirgesine konmasını önemle talep ettiğimiz iki kısa önermeyi tekrar edelim: 1- Çözüme yönelik müzakerenin her iki taraftan siyasi sorumluluk sahibi heyetler arasında şeffaf şekilde yürütülmesi. 2- Türkiyenin, başta 1915 Ermeni-Süryani soykırımı olmak üzere, yakın tarihindeki bütün insanlık suçlarıyla yüzleşmesi ve mağdur halkların adalet beklentisine yanıt vermesi. Brüksel, 29 Haziran 2013 kızılbaş - sayfa 50 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İmza kampanyasının dilekçesi Bu ülkede 1915 'in hesabını soramadığımız için bu gün bütün kadim halklar (Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Kürtler) sistematik bir şekilde katliam yaşıyor. 1915 Soykırımı ile başlayan süreç günümüze değin kültürel ve ekonomik soykırımla devam etmiştir. Muş’ta AKP’li Belediye, Tarihi Ermeni evlerini yıkarak TOKİ’ ye peşkeş çekiliyor. Hepimizin bildiği üzere Sermayenin bir amacı karını maxime etmesi diğer bir amaç da Toplumsal bellekleri yok etmek amaçlıdır. Bu gün anayurtları olan bu bölgede Ermeni halkının bütün izlerini silmek isteyen Kemalizm, Muş’ta AKP Kemalizm ile bunu yapmaya çalışmaktadır. MUŞ BÖLGESİNDE özellikle Halkların kardeşliğini savunan BDP' ye, İHD’ye, HDK' ye ve de Çevre örgütlerine bu anlamda çok iş düşüyor. Bu gün ERMENİ EVLERİ talan edilirse, Kemalist Cumhuriyet gün gelir Kürt halkının da evlerini başına yıkar. Bir kültürü yok etmek, insanlığı yok etmektir. Bu bir tarih katliamıdır. MUŞ’ ta TARİHİ ERMENİ EVLERİNİN KATLİAMINA BİR İMZA İLE DUR DE Halkların kardeşliği/Eşitliği adına bu YIKIMA bir imzayla sende dur de. YSGP Diyor ki… 1934 Yılını Unutmuyoruz. Irkçı ve Ayrımcı Zihniyete Dur Diyoruz… Milli_Olan_Her_Şey_Bizimdir Bundan tam 79 yıl evvel, Türkiye’nin Trakya’sında yaşayan yerleşik halklardan Yahudilere karşı düzenlenen yağma ve boykot kampanyası sonucu, 15.000’den fazla Yahudi vatandaşımız tüm mallarını haraç mezat satarak İstanbul’a göç etmek zorunda bırakıldı. Tekirdağ, Edirne, Keşan, Kırklareli ve Çanakkale kentlerinde Yahudi ahalisi yaşıyordu. Cumhuriyet’in ilanından sonra da buralarda yaşamaya devam ettiler. Türkleştirme ve yerlileştirme projesi burada yaşayan halkı tedirgin ediyordu. Daha 1923 yılında, Rıza Nur, Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada “… Ekalliyetler kalmayacaktır, İstanbul müstesna olmak üzere” diyerek devletin niyetini belli ediyordu. Yahudilerle ilgili olarak da “İstanbul’da 30.000 Yahudi var, Museviler nereye çekilirse oraya giden bir halktır, ama olmasalardı daha da iyi olurdu derim” ifadelerini de ekliyordu. Devletin bu zihniyetinin ortaya çıkışı, kendini gündelik hayatta Yahudilerin İstanbul dışında yaşadıkları bölgelerde sürekli denetim altında tutulmaları ve ülkede yükselen milliyetçi-Türkçü dalganın sürekli el altından bu halk üzerinde de çalışma yapması ile devam etti. 1934 yılına gelindiğinde, dünyada ve Avrupa’da yayılan antisemitizm, Türkiye’de de Cumhuriyet gazetesi aracılığı ile ideolojik bir propagandaya dönüştürüldü. 1934 yılında Nihal Atsız’ın Orhun dergisinde yazdığı ve Yahudilere ihtar veren yazı “… Yahudi denen mahlûku dünyada Yahudi’den başka kimse sevmez” ve yine Cevat Rıfat Atilhan’ın Milli İnkılap dergisinde Yahudi aleyhtarlığı içeren yazıları bardağı taşıran son damlalar oldu. Bölgede yürütülen derin devlet çalışmalarının da etkisi ile, Trak- ya halkı Yahudi tacirlerin mallarına karşı büyük bir boykota başladı, bu boykotu yağma ve linç girişimleri izledi ve 21 Haziran-4 Temmuz tarihleri arasında süren yoğun saldırı ve yağma olayları da basında yer almadı. Bölgede çaresiz kalan Yahudiler ellerinde kalan mallarını haraç mezat satarak İstanbul’a göç ettiler. Zengin olanların ya da İstanbul’da akrabaları olanların işi nispeten kolaydı; yoksul Yahudiler ise Balat’ta bulunan okul ve hastanelere sığınmaktan başka bir çare bulamadılar. Basında ancak 6 Temmuz’da Trakya Yahudilerinin İstanbul’a göç ettikleri ile ilgili bir haber çıktı. Göçün nedeni üzerine uzun süre yazılmadı. Öyle ki, Cumhuriyet gazetesi, Yahudilerin kışkırtıldığını iddia edecek kadar ileri giden yazılar bile yayımladı. Anadolu’nun tüm halklarına hayatı zehir eden, göç ettiren, soykırım uygulayan devlet aklının ve basının devlet aklına hizmet biçiminin yarattığı tehlike günümüzde de devam ediyor. Bu coğrafyada halkları birbirine düşman eden zihniyeti Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak her daim lanetliyoruz. Üniversitelerde kürsü işgal eden öğretim üyesinden, devleti temsil eden en küçük birimdeki idarecisine kadar, dilimize yerleşen tüm ırkçı, gerici söylemleri bir kez daha kınıyoruz. Trakya’dan, evlerinden, yaşadıkları ve gömüldükleri topraklardan zorla sürülen tüm Musevi halkına da, her türlü ayrımcılığa ve ırkçı söylemlere karşı olduğumuzu ve geçmiş acılarını paylaştığımızı bir kez daha söylüyoruz. 25.06.2013 kızılbaş - sayfa 51 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ermeni meselesi Kürt meselesinden de daha zor Kardeş Türküler grubu kurucularından müzisyen Vedat Yıldırım’la söyleşi Farklı kimliklerle kendini ifade etmenin tabu olduğu 90’lı yıllardan beri Türkiye’nin tüm dillerinde şarkılara ses veren Kardeş Türküler’in kurucularından müzisyen Vedat Yıldırım’la Türkiye’nin tabularını, hayata yenik başlayanları, Ermeni olmadan Ermenice söyleyen ilk grup olma serüvenini, Hrant Dink’le dostluklarını ve onu kaybedişimizden 6 yıl sonra geldiğimiz noktayı konuştuk. Kardeş Türküler’i “bir rehabilitasyon projesi” olarak adlandıran Yıldırım Türkiye’de hakim olan ayrımcı dilin mağdur kesimlerin dayanışmasıyla kırılabileceğine inanıyor. Çeşitli yerlerde ifade ettiğin bir cümle var, onunla başlamak isterim. “Türkiye’de hayata 3-0 yenik başlayanlar var. Bu mağdur kesimlere Kardeş Türküler’in şarkıları güven veriyor” demiştin. Türkiye’nin tabu meselelerinin ortasında doğanları da “Hayata 3-0 yenik başlayanlar” arasında sayabilir miyiz ? Son albümümüzde “1-0” adını taşıyan bir şarkı var. Müziği Arto Tunçboyacıyan’a ait. Sözlerini ben yazdım. İşportacı bir çocuğun büyük şehirde hayata tutunma çabası var bu şarkıda. Büyük göç dalgasıyla birlikte birçok insan kendini şehrin ortasında buldu. Çok alışık olmadıkları bir hayat. Bu 1-0 yenik olma hali bazen 3-0 oluyor, artabiliyor. Mesela bir Kürt için kimlik meselesi bir mücadele alanıdır. Bir taraftan da ekonomik problemler yaşanıyor. Ermeniyseniz bu durum 2-0 da olabilir, çünkü orada din ayrımcılığı ve soykırım meselesi devreye giriyor. Ermeni meselesi Kürt meselesinden de daha zor. Kürt meselesiyle ilgili insanları ikna etmek için “Aynı ümmetteniz”, “Yaradandan ötürü severiz” gibi muhafazakar söylemler kullanılıyor mesela. Ermenileri sevmek için bir bahane oldu, gerek Agos çevresi olsun, Aras yayıncılık olsun, çok dostlarımız var oralarda. Mıhitaryan derneği var, konser verdiğimiz. Orada hem İstanbullu Ermeniler var, hem de Diyarbakır gibi başka şehirlerden göç eden Ermeniler, onlar aynı zamanda Kürtçe de biliyorlar. yok bu söyleme göre… Bu söylem Türk-İslam sentezi anlayışını körüklüyor. Bu yüzden o “sıfırlar” artabiliyor. Mesela Çingeneler ya da Aleviler için. Bir dönem üniversitede başörtülü kadınların durumu böyleydi. Ayrımcılık meseleleri Türkiye’de hep problem. Bu meseleleri ne zaman keşfetmeye başladın? Üniversitede Kardeş Türküler projesine başladığımızda bunları çok bilmiyordum açıkçası. Resmi tarih, ki buna tarihin kirletilmesi diyorum, devletin yarattığı söylemler ve kırmızı çizgiler halkın bazı şeyleri bilmesine engel oluyor. Kardeş Türküler farklı dillerin, kültürlerin görünürlüğünü müzikal anlamda açığa çıkarmaya çalışan bir proje. İster istemez Türkiye’deki halklar nedir, kimlerdir, araştırmaya başlıyorsunuz. Boğaziçi Robert Kolej’den devşirme olduğu için nispeten daha rahat bir üniversite. Bizim kütüphanede Ermenice plaklar vardı mesela, belki başka hiçbir üniversitede yoktur. “Nasıl ulaşırız bu müziklere” derken kütüphanede bulduk. Sonra Ermeni toplumuyla ilişkilerimiz arttı. Bir gün üniversitede çalışırken tesadüfen oradan geçen bir arkadaş “Bu bizim dilimiz, siz Ermenice müzik mi yapıyorsunuz ?” dedi. Ermenice bilmiyordunuz değil mi? Nasıl söylüyordunuz? İlk başta taklit ediyorduk. Bir yandan da “Birilerine ulaşalım” arayışları vardı. O Ermeni arkadaşımız yardım etti, sonra buradaki Ermeniler destek Hrant Dink’le o dönemde mi tanıştınız? Mıhitaryan konserinde tanıştık. 1995’ ti sanırım. Rakel orada Kürtçe ve Ermenice bir türkü söylemişti. Bu konserde Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Çerkezce ve Azerice şarkılar okumuştuk. O dönem Ermenistan ve Azerbaycan arasında bir savaş var. Halkların karşı karşıya getirilmek istenmesine müzikal bir karşı çıkıştı. Acaba Azerice şarkı bir sorun yaratır mı diye düşünmüştük, oysa okuduğumuz şarkıyı biliyorlardı. Bunlar zor meseleler. Şimdi Azerbaycan’da Ermenice bir şarkı söylemek çok zor bir şey. Size farklı yerlerde nasıl tepkiler geliyor? Kardeş Türküler öyle bir proje ki… Bir rehabilitasyon projesi. Nasıl bir rehabilitasyon ? Samsun’da bir konsere gitmiştik. 90’ların başında Samsun’da Ermenice türkü okuduk, düşünün. Bizi çağıran zaten sol gruplar, bu yüzden onlardan bir tepki gelmiyor ama polisler var salonda. Kürtçe okuyoruz, “Ne oluyor” falan oluyorlar. Sonra Ortadoğu şarkıları okuyoruz, oyun havası, bir bakıyoruz polisler de oynamaya başlamış. Hakkaniyetli bir müzikal sunum yapmaya çalışıyoruz. Ayrım yapmadan, Türkiye’deki bütün rengi vermeye çalışıyoruz, o yüzden de bir şey diyemiyorlar. Savaş meseleleri başka bir şey. Savaşta çocuğu ölen bir insan ister istemez bir önyargı duyabiliyor. Varsayalım Ermenistan’da yaptığımız konserde oraya gelen bir annenin, babanın savaşta çocuğu ölmüş olsun. İster istemez Azerice okuduğunuzda bir tepkisi olacaktır. ma konserin genelini dinlediğinde o kızılbaş - sayfa 52 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 his yok olur. Çünkü görüyorlar, bu çocukların derdi başka. Mıhitaryan konserinde sanırım henüz ilk albümünüz çıkmamıştı. O dönem Hrant Dink’le paylaşımlarınız nasıldı? Önerilerde bulunur muydu size? Birlikte Ani’ye gitmişliğiniz de var sanırım. Hrant’ın bir büyüsü var ya, metafizik bir durum. Bu insanlar böyledir, Che Guevera öyledir, Deniz Gezmiş, Musa Anter öyledir. Siyasi hayat ile günlük hayat arasında çok iyi ilişki kuran insanlar bunlar. Gündelik hayatta dilleri çok mütevazi, bir gönül sofrası kurarlar. O konserden sonra dostluğumuz çok gelişti. Agos çevresiyle daha çok birlikte olmaya başladık. Ani’ye gidişimiz Kars’taki Kafkas festivali vesileyle oldu. Fikir paylaşımlarımız elbette vardı. Ermenistan’a gitmemiz de onun vasiyetiydi. “Bir gün gideceğiz oraya, Kardeş Türküler ile Sayat Nova birlikte sahneye çıkacak” demişti. Bir de Anadolu Ermeniliğini biliyordu. İlk dönemlerdeki repertuarımızda daha çok Ermenistan’da ya da İstanbul’da söylenen Ermenice şarkılar vardı. Anadolu Ermenilerin şarkıları çok nadirdi. Kürtçe o yıllarda yasaklı da olsa bir şekilde kendine yer buluyordu. Ama belki Ermenice’yi ilk defa Ermeni olmayan bir grup seslendiriyordu. Herhalde öyleydi. Ermeni olmayan ve Ermenice okuyan ilk grup Kardeş Türküler olabilir. Süryanice için de bu böyle. Kardeş Türküler repertuarını geliştirirken “Şöyle güzel bir şarkı bulalım”dan ziyade daha çok kenara itilmiş müzikleri, formları bir kültürel yelpaze içinde sunmaya çalışır. Örneğin Türkiye’de şu an duduk çok moda. O dönem bunları kullanan ilklerdendik herhalde. Bir de şunu sorduk kendimize: “ Çok acı çekmişler, ama hep böyle hüznün, göçün ve katliamın şarkıları mı var? Mutlu anlarının şarkıları nerede?” Haynırına gibi Ermeni halaylarının, Es kişer hampartzum e gibi şarkıların üzerinde çalıştık. Bu müzikleri nostaljik birer öge olarak ele almıyoruz, “Geçmiş ne güzeldi” demenin ötesinde, güncelleştirmeye çalışıyoruz. Diyoruz ki “Devam etmeli bu müzikler”. Sizi dinleyenlerde “Buralarda ne halklar, ne müzikler varmış” gibi bir bilinçlenmeye de yol açıyor mu albümleriniz? “Bilmiyordum, ilk defa sizde duydum” gibi dönüşler alıyor musunuz? Tabii. Bir Ezidi ilahisi okumuştuk mesela son albümde. İnsanlar “Böyle bir şey de varmış” dediler. Diyarbakır Ermenilerinden Onnik Gulciyan’ın “Amen” diye bir ilahisi vardı, onu okuduğunuzda şaşırıyorlar, makamsal bir dini müzik var orada. Kardeş Türküler’in ilk çıktığı zamanları düşündüğünde Türkiye’nin bugününü nasıl görüyorsun? Tabu meseleler konusunda nasıl bir noktadayız? Kürt meselesinde şu an çok farklı bir noktaya gelmiş durumdayız. Cin şişeden zaten çıktı. Herkes farkında, bu işin bir şekilde halledilmesi gerekiyor, çünkü Kürtler vazgeçmiyorlar. TRT Şeş gibi küçük şeylerle kandırılamıyorlar. Alevi, Kürt ve Ermeni meselesinde aynı bağlamda düşünebileceğimiz üç olay var : Hrant Dink cinayeti, Madımak ve Uludere. Aslında üçü birbirine çok benziyor. Halkların vicdanını yarayan çok simge olaylar. Çok sistematik bir durum var ortada. Bu meselelerin temelden çözülmeye çalışıldığını söylemek çok güç. Diyelim ki o zamanın derin devleti yapmış. Şimdi yeni bir iktidar var. En azından Emniyet ayağını halletmesini bekliyorsunuz. Bu meselelerin çözülmesi Türk-İslam sentezi bakışının kırılmasıyla ilgili. Kürt meselesinde bir rahatlama olursa diğer alanları da etkileyecek, rahatlatacak. Bu yüzden bütün hakların bir dayanışma içinde olması gerekiyor. Kim mağdursa onun yanına geçmek lazım, onu yapmaya çalışıyoruz biz de. Hrant Dink’in hayalini gerçekleştirerek 2008’de Ermenistan’da konserler verdiniz. Nasıl oldu, biraz bahsedebilir misin? Hrant’ın vasiyetiydi o. Çok kalabalık bir ekiple gittik. Sayat Nova korosu ile birlikte 100 kişiydik diyebiliriz. Kolay değil bu kadar kişinin bir yere gitmesi. Bir takım destekler bulundu. Erivan’da Opera salonunda verdik konseri. Vanadzor şehrine gittik, orada tam bir halk konseri oldu, çok güzeldi. Konserler doluydu, söyleşiler yaptık, Ermeni kültür sanat mekanlarıyla iletişime geçtk. Bir Ezidi köyüne gittik, oradaki dengbejlerle kayıtlar yaptık, bunları bir takım belgesellere dönüştürdük. Ermenistan’a tekrar girme düşüncesi var mı? Herhalde bir daha böyle bir imkan olmadı. Olmadı, bu tamamen ekonomik bir mesele. Ekip kalabalık. En son Arto Tunçboyacıyan’la bir albüm yaptık biliyorsunuz. Beraber gitme düşüncesi vardı ama ekonomik engellere takıldı. Ermenistan zengin bir ülke değil, uçak biletleri çok pahalı. Sınır da kapalı. Hrant’la fotograf çektirmiştik ya Ani’de, karşı taraf hemen Ermenistan, arada Arpaçay var. “Erivan 30-40 km buradan. Ve ben yarın uçağa bineceğim, Kars’tan İstanbul’a gideceğim, oradan Erivan’a geçeceğim” demişti. Böyle bir olay. Kars bu yüzden, çok güzel bir şehir iken, sınırın kapanmasından dolayı ölmüş bir şehir. Sınırda ya da Ani harabelerinde bir konser verdiğinizi hayal ediyorum da… Aslında öyle bir proje vardı, biliyor musun? Olmadı, yapamadık. Belki de 2015’te yapmak lazım. Tam sınırda yapmak mümkün olmayabilir. Ama düşünsene, sizin sınırın bu tarafında, Ermenistan’dan bir grubun ise öbür tarafında konser verdiğini... Ani’de karşı tarafta çalışan köylülerin bile sesleri duyuluyor çünkü. Duyuluyor tabii. Ne güzel olur. Belki böyle sembolik bir şey yapılabilir. Bu tabii biraz memleketin haline, Türkiye-Ermenistan ilişkilerine, birçok şeye bağlı. Şu anki duruma baktığımızda Cumhurbaşkanlarının gidip gelmelerinden sonra Türkiye işi Karabağ’a kilitledi. Aslında Karabağ ve Kıbrıs meselesi birbirine benziyor. Bizim de böyle bir sorunumuz var, ne olacak? Buraya bağlarsak bu işin sonu yok. Çeçence, Azerice söylediğinizden bahsettik. Çeçenler, ya da Kafkas kökenli gruplar daha milliyetçi bilinir. Tepkileri nasıl çalışmalarınıza? kızılbaş - sayfa 53 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Onların dillerinde söylüyor olmanız mesela Ermenice ya da Kürtçe duyunca irkilmemelerini sağlayabiliyor mu? Tabii. Kimi zaman ters köşeye de yatabiliyorsunuz. Mesela Çeçenistan ya da Filistin meselesi Türkiye’de hep sağ muhafazakar kesimin sahiplendiği alanlara dönüştü. Neler oluyor, bir ilgi duymak lazım. Çeçenistan’da bir zulüm var, bir kimlikleri, kültürleri var. Çeçence bir şarkıyı bize öğretsinler diye yaşadıkları yerlere gittik, tanıştık. Onlar da “Bize hep böyle bakıyorlar” diyorlar. Bu hakkaniyet denilen şeyi, “Gerçekten öyle mi”yi sorgulamayı, önyargıları bir kenara atmayı hiç bırakmadık. Her halkın bir dramı var ve bu dramlar ortak. Sanıyorum Feryal Öney bahsediyordu. Sizi dinleyenler arasında ülkücüler dahi varmış. “Hadi Kürtçe’yi anladım da, niye Ermenice söylüyorsunuz” diyorlarmış. O yüzden Ermeni meselesi Kürt meselesinden çok daha zor. İşte orada “sıfırlar” daha da artıyor. Sahne performanslarınız da farklı temalar içerebiliyor. Sanırım 6-7 Eylül’e gönderme yaptığınız bir dans performansınız olmuştu. Buna benzer çalışmalar yapma düşüncesi var mı? Evet, Tatavla şarkısı için yapmıştık. Tatavla Kurtuluş’un eski adı. Dansmüzik performansıyla, imgesel bir dille yaşananları vermeye çalıştık. Filistin meselesine dair “Yo-yo” diye bir şarkımız var, Gazze-Cizre buluşması diyebiliriz. Orada taş atan çocuklar kahraman oluyor, burada terorist oluyor ya, biraz bu ikiyüzlülüğü kırmayı amaçladık. Buna dair yine dans-müzik sergilememiz olmuştu. Bu sene Çıplak Ayaklar Kumpanyası ile bir dans gösterimiz de oldu. Bu aralar sizi daha fazla televizyonda görmeye başladık. Hatta “Başımıza taş yağacak. Kardeş Türküler’i hiç bu kadar televizyonda görmemiştik” dediğimi hatırlıyorum. Evet, bizim de “Kıyamet bu mu acaba?” dediğimiz oldu.(Gülüşmeler). Bir rahatlama içine girildi. Bir barış hava- sı oluşmaya başladı. Onun çok büyük bir katkısı var. İkinci etken de bizim 20. yılımıza dair etkinlikler. Bir zamanlar Kardeş Türküler’in klibini yayınlayacak televizyon bulunamıyordu. Öyleydi. Vizontele’yle birlikte bu biraz kırılmaya başladı. Ama aslında hep var Türkiye’de. Ulusal kanallar diyoruz ya, “ulusal” onlar hakikaten. “Kürtçe bir şey yayınlanacaksa gitsin TRT Şeş’te yayınlansın” deniliyor. Ortak yaşam alanlarında buluşmalardan korkmak, herkesin küçük cemaatlerinde yaşamasını beklemek… Üst kültür var, bir de altında “yavru kültürler” var. “Size televizyon da verdik, daha ne istiyorsunuz” der gibi. Aslında ayrımcılık bu da. İstanbul’da yaşıyorum, burada yaşayan 9 milyon Kürt’ten bahsediliyor. Cemaatleşerek kendi kültürümü koruyamam ki… Nasıl tepkiler geldi katıldığınız programlara? Genel olarak çok sevindiler bu buluşmaya, halkların bir arada yaşayabileceğini şiar edinen insanlar çok seviniyorlar. Pek olumsuz bir tepki ulaşmadı o zaman. Kardeş Türküler’in Internet sitesi hacklendi. Böyle görünür olduğunuz zaman, bunlar oluyor. Hrant Dink’in durumu da buydu. “Bu ne cüret?” diyenler var. Kardeş Türküler’i bilen biliyor ama televizyonda görününce düşmanlarınız da artıyor. Dediğim gibi, bu bir rehabilitasyon projesi. O ayrımcı dili hep birlikte inşallah kıracağız. Allah izin verirse (Gülüşmeler). Sizin CNN Türk’te katıldığınız programla Türkiye ilk defa yılbaşına Kürtçe, Ermenice ve başka dillerde şarkılarla girdi. Hatta tam saat 12’de Ermenice söylendi sanırım. Nasıl gelişti bu yılbaşı gecesi programı? Bir takım baskılar var, tamam, ama aslında o kırmızı çizgiler bir yerden sonra insanları otosansüre itiyor. Çekiniyorlar. Oysa çok kültürlülüğü isteyen önemli sayıda insan var. Bu yüzden çok mutlu oldular. Sadece Kardeş Türküler’in müziğini değil, “Biz böyle bir memleketiz” tablosunu alkışladılar. Bu tablo belki ilk defa yılbaşında verildi ve insanların çok hoşuna gitti. Ondan sonra diğer kanallardan da davet geldi. O otosansürü kırmış oluyorsunuz. Bu tabii şu anda memleketin “olumlu havası”yla da ilgili. Yarın ne olur bilmiyoruz. Yeni yıla nasıl girersek öyle devam eder derler. Türkiye bu meselelerde olumlu bir şekilde devam eder mi bu şarkılarla yeni yıla girdiğine göre? Ben umutluyum. Bu işin sonu yok. Yeter artık ölümler. Ama barışın yolları taştan. Taş koyanlar olacak. Umutlu olmak lazım. Kaynak: http://www.repairfuture.net/ index.php/tr/ermeni-meselesi-kurtmeselesinden-de-daha-zor kızılbaş - sayfa 54 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir asimilasyon aracı olarak Soyadı Kanunu. İttihat ve Terakki'den devraldıkları yöntem, kadro ve usullerle bir ulus-devlet inşa etmeye çalışan Kemalistler, projelerinin önünde engel olarak gördükleri "Türk-olmayan" unsurları asimile etmek için çeşitli teknik ve taktikler geliştirdiler. Bunların en önemli ve ağırlarından biri, "Soyadı Kanunu" adı verilen uygulamaydı. Kürtler ve Anadolu'nun katliamlardan kurtulabilen Hıristiyan halkları bu şekilde zorla Türkleştirilmeye çalışıldı. İttihat ve Terakki'yle birlikte başlayan ulus-devlet kurma projesi, Mustafa Kemal liderliğindeki Kemalistler tarafından kararlılıkla sürdürüldü. İttihatçı kadrolardan oluşan Kemalistler, dünya savaşı esnasında uyguladıkları politikaları uygulamaya devam ederek, cumhuriyetin içinde "ulusal birliğe" zarar vereceklerini düşündükleri bütün unsurları çeşitli şekillerde tasfiye ettiler. Fiziksel olarak ortadan kaldırmadıklarını ise asimile etmek için ellerinden geleni yaptılar. Soyadı Kanunu, bu çabaların en etkileyicilerinden biridir. 1934 yılında çıkarılan kanun ile herkese zorla bir soyadı verildi. Türk adı dışındaki etnik çağrışım yaptıracak bütün isimlerin soyadı olarak kullanılması yasaklandı. "Medenileşmenin" bir nişanesi olarak gündeme getirilen kanun, Bakanlar Kurulunca hazırlanan "soyadı nizamnamesiyle" uygulamaya sokuldu. Buna göre Kürtoğlu, Arnavutoğlu vb gibi milliyete vurgu yapan isimler soyadı olarak alınamayacak; "yan, of, viç, pulos, zade, mahdumu" gibi takılar kullanılamayacak, soyadları mutlaka Türkçe olacaktı. Bireyin kendi tarihi ve kimliğiyle bağlantısını koparmayı hedefleyen bu uygulamaya, benzer politikaların uygulandığı birçok yerde rastlamak mümkündü. Türklerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde seçkinlerin istedikleri soyadını almalarına izin verilirken, özellikle Kürtlerin yaşadığı bölgelerde nüfus memurluklarına isim listeleri gönderildi. Nüfus memurları, fikirlerini sormaya bile gerek görmeden Kürt ailelere uygun buldukları "Türkçe" isimleri verdiler. Bunlar Kürtlerin ulusal kimliğiyle, kültürüyle, yaşam tarzıyla, geçmişiyle ve gelenekleriyle en küçük bir ilgisi olmayan isimlerdi. Pek çok Kürt, "Türk" gibi abes soyadlarını kullanmak zorunda kaldılar. Birçok aileye aynı soyadı verildiği için, kayıtlarda ciddi karışıklılar yaşandı. Kemalistler bu şekilde Kürtleri Türkleştirdiklerini sandılar, ancak bunun böyle olmadığı çok açık bir şekilde ortaya çıktı. Kürtler tüm baskılara, işkencelere, katliamlara rağmen ayağa kalkarak direndiler, direnmeye devam ediyorlar. Kaynak: http://www.marksist.org Tarih, dil, din ve (biraz) siyasete dair yazılar. Sevan Nişanyan 21 Haziran 1934: Din ve ahlak Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken yakalanmış bir kadın getirdiler. İsa’ya, “Rabbi, bu kadın zina ederken yakalandı” dediler. “Musa, Yasa’da bize böyle kadınların taşlanmasını [recm edilmesini] buyurdu, sen ne dersin?” İsa doğruldu ve “İçinizde kim günahsızsa, ilk taşı o atsın!” dedi. Bunu işittikleri zaman, yaşlılardan başlayarak birer birer dışarı çıkıp İsa’yı yalnız bıraktılar. İsa kadına, “Kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?” diye sordu. Kadın, “Hiçbiri, Efendim” dedi. İsa, “Ben de seni yargılamıyorum” dedi. “Git, ve artık doğru yoldan ayrılma!” (Yuhanna 8:4-11) "Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın yargısı konusunda o ikisine merhamet göstermeyin. Onların azabına, müminlerden bir topluluk da şahit olsun. Zina eden erkek, ancak zina eden veya müşrik kadınla nikâhlanabilir. Zina eden kadın, ancak zina eden veya müşrik olan erkekle nikâhlanabilir. [Aksi] müminlere haram kılınmıştır." (Nur suresi, 2-3) Ahlakın temeli insan sevgisidir; diğerini insan olarak algılayabilme yeteneğidir. Ahlak ile ahlaksızlık arasındaki farkı bundan daha net bir şekilde ifade eden bir başka örnek düşünemiyorum. * Ahlak normları şüphesiz insanlığın tecrübelerinden türer. Zina [doğum kontrol yöntemlerinin yaygınlaştığı döneme dek] tüm toplumlarda ciddi bir suç/günah sayıldıysa elbette [en azından kısmen] haklı bir gerekçesi vardır diyeceğiz. Ahlak normlarının a) bir koda, b) bir lidere, c) bir cemaate endekslenmesidir tehlikeli olan. Bir koda (kutsal kitaba/yasaya) bağlanan ahlak, birilerinin "ahlaksız" olarak tanımlanması sonucunu doğurur. Zulmün en korkuncu ve en beyinsizi, kendini ahlaklı sayanların "ahlaksız" diye damgaladıklarına yönelttiği zulümdür. İnsan yüreğinde zulmü bastıran ve yumuşatan tüm mekanizmalar, o noktada iflas eder. Yanılmaz sayılan bir lidere veya grup aidiyetine bağlanan ahlak, "bizden" olmayanların ahlak nesnesi olamayacağı anlamına gelir. Dolayısıyla onlara yapılacak her türlü zulmü ve alçaklığı meşrulaştırır. "Biz" kardeşiz. O halde "onlar" (kâfirler, barbarlar, Ziyonistler vb.) kahredilmeli. Müslümanlık, kitap-peygamber-cemaat üçlemesini aşamadığı sürece ancak ahlaksızlık ve zulüm doğurur derken bunu kastediyorum. Çağdaş bir ahlak teorisi ancak ateizm üzerine inşa edilebilir derken de bunu kastediyorum. Kaynak: http://nisanyan1.blogspot. de/2013/06/din-ve-ahlak.html kızılbaş - sayfa 55 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Siirt Eruh Belediyesi Ermenilere Ait Kiliseyi Cemaate Sattı Siirt Eruh'un Dih Mahallesi'nde bulunan ve Ermenilere ait tarihi Surp Hovhannes Yuhanna Kilisesi, cemaat tarafından Eruh Belediyesinin işbirliği ile satın alındı. Eruh Belediye Başkanı M. Melih Oktayı, Siirt Valisi ve Eruh Kaymakamı işbirliği ile arsa, değerinin çok altında cemaate satıldı. Lotus Eğitim Dağıtım İnşaat Turizm Yemek Hizm. San ve Tic A.Ş. yani cemaat adına Türkiye’de iş yapan bu şirket, Ermeni halkı için kutsal olan değerleri hiçe sayarak üstüne kendi yurtlarını yaptırıyor. Tapuda da göreceğiniz gibi kilise alanı yeşil alan olarak gözüküyor. Yeşil alan olan bir yerde hukuki olarak, hiçbir suretle, okul, park veya inşaat yapılamaz. Aldığımız duyumlara göre Eruh Belediye Başkanı’na araç ve yüklü miktarda para hediye edildi. Kaldı ki yanımda Batman İnsan Hakları Derneğinden Nazif Akar ile Eruh Belediyesini ziyaret ettiğimizde, Belediye Başkanı birebir yüz yüze olan görüşmemizde, oyunu cemaatten tarafa kullandığını söyledi. Eruh kaymakamının ve Siirt valisinin sıkıştırması sonucu; “Ben de oyumu cemaate verdim, cezaevinden yeni çıkmıştım, kimse beni sahiplenmedi” diye sitem ediyordu. BDP bu gerçeği görmezden gelemez. Umudumuz odur ki BDP ve bölge halkı gereken duyarlılığı gösterip, bu saygısızlığa dur diyecektir. Siirt Eruh'ta Ermenilere ait kiliseye ilişkin yaptığımız incelemede, Ermenilere ait tarihi Surp Hovhannes Yuhanna Kilisesi'nin arazisinde yurt yapmak için hem Belediye Başkanının, hem de encümenlerinin mal varlıkları incelenerek açığa çıkartılmalıdır. Tarihi değeri olan ve Batman Müze Müdürlüğü tarafından da incelenen ve tasdik edilen bu yerin talan edilmesine hiçbirimiz sessiz kalmayacağız. Herkes kendini satabilir, bu bizi ilgilendirmez. Bireysel kararlarıdır ama tarihi değerler ve kutsal mekânlarla ilgili karar almak, bireysel değildir, kimse bunu satamaz. Belediyenin işi tarihi değerleri, kiliseleri ve manastırları satmak olmasa gerek. Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak, en ufak bir şeyde fırtınaları koparırken, söz konusu Ermeni malı olunca lal oluyor. 3 maymun rolünü çok iyi oynayan Selim Sadak’ın bu duyarsızlığın hesabını, halka gelecek seçimde vereceğini umut ediyoruz. Kaynak: http://www.aykiridogrular. com/haber-2422-Siirt-Eruh-BelediyesiErmenilere-Ait-Kiliseyi-Cemaate-Satti. html#.UdTAST45xoM.facebook kızılbaş - sayfa 56 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Cemaat Ermeni kilisesinin üzerine yurt yapıyor İHD Siirt Şubesi, Eruh'ta Ermenilere ait kilise ve mezarlıkların tahrip edilmesine ilişkin yaptığı incelemede, Ermenilere ait tarihi Surp Hovhannes Yuhanna Kilisesi'nin arazisinde bir cemaat tarafından Eruh Belediyesi'nden imar izni alınmadan bir kız yurdunun yapımına başlanıldığını kaydetti. "Bu Ermeni halkının inanç ve yaşam hakkına tecavüzdür. İHD Siirt Şubesi, Eruh'ta Ermenilere ait kilise ve mezarlıkların tahrip edilmesine ilişkin yaptığı incelemede, Ermenilere ait tarihi Surp Hovhannes Yuhanna Kilisesi'nin arazisinde bir cemaat tarafından Eruh Belediyesi'nden imar izni alınmadan bir kız yurdunun yapımına başlanıldığını kaydetti. "Bu Ermeni halkının inanç ve yaşam hakkına tecavüzdür. Mevcut durum içerisinde sorumluluğu olanlar hakkında idari ve adli soruşturmalar başlatılmalıdır" denildi. İHD Siirt Şubesi, Eruh'ta Ermenilere ait kilise ve mezarlıkların tahrip edilmesine ilişkin şube binasında basın toplantısı düzenledi. Eruh'un Dih Mahallesi'nde bulunan ve Ermenilere ait tarihi Surp Hovhannes Yuhanna Kilisesi'nin arazisinde bir cemaat tarafından Eruh Belediyesi'nden imar izni alınmadan bir kız yurdunun yapılacağı öğrenildi. Bunun üzerine İHD konuyla ilgili olarak Eruh'ta incelemelerde bulunarak bir rapor hazırladı. İHD hazırladığı raporu basın toplantısı ile açıkladı. Toplantıya, İHD MYK Üyesi Zana Aksu, İHD Şube Başkanı Vetha Aydın ve şube yöneticileri katıldı. Toplantıda konuşan İHD Şube yöneticilerinden Serdar Batur, Surp Hovhannes Yuhanna Kilisesi'ne ait, üzerinde haç ve Ermenice yazıların bulunduğu tarihi taşların fotoğraflarını göstererek, bu taşların yeni yapılan inşaatta kullanıldığını belirtti. Halen Eruh'ta bulunan ve sonradan Müslüman olan çok sayıda kişinin kilisede mumlar yakarak, Nisan ayı başında ise kadınların kilise alanında bir araya gelerek yemekler yapıp dağıttığını söyleyen Batur, bunlara rağmen bir başka dini inanca ait tarihi ibadethanenin yerine başka bir binayı inşa etmenin tarihi yok etme anlamına geldiğini kaydetti. 'Belediye tarafından imar izni verilmeyen arazide inşaat çalışmaları başlatıldı' Toplantıda daha sonra yapılan inceleme ile ilgili raporu açıklayan İHD MYK üyesi Zana Aksu, insan hakları savunucuları olarak tarihte yaşanılan acı olaylarla yüzleşilmesi gerektiğini sürekli ifade ettiklerini belirterek, 1915 tarihinde başlayan belli bir süre devam ettirilen Ermeni soykırım zihniyetinin Siirt'te canlı tutulmaya çalışıldığını dile getirdi. Aksu, "Bu sene EruhSiirt arasında karayolları yol çalışmaları sırasında bölgedeki Ermeni halkına ait mezarlar tahrip edildi. İş makineleri ile yapılan yol kazısı sırasında yaklaşık 100 mezar ortaya çıktı. Mezardaki kemikler çevreye saçılırken, köylüler kemikleri toplayıp yerine koymuş. Bu mezarlıkla ilgili yetkililer bir şey yapmadığını söyledi" diye konuştu. Aksu, Eruh ilçesinde bulunan Surp Hovhannes Yuhanna Kilisesi'nin bulunduğu araziyle birlikte yıkılmaya çalışıldığını ifade ederek, burasının Ermeni halkı için tarihi bir yer olduğunu söyledi. Aksu, tarih boyunca ayinlerin yapıldığı Nisan ayının ilk haftasında yemeklerin pişirilip yoksulların doyurulduğu bir sosyal yardımlaşma ve koruma kültürüne sahip olan kilisenin 1915 sonrası tahrip edilmekle kalmadığını aynı zamanda Siirt'ten göç eden ve bir zamanlar postanede çalışan birine arazisiyle beraber devredildiğini belirtti. "Kilisenin nasıl tapulandığı Eruh'ta yaşayan Mısılmêniler (sonradan Müslüman olanlar) tarafından bilinmemekle beraber, hala merak konusu olmuştur" diyen Aksu, şöyle devam etti: "Geçmişten bugüne devam eden asimilasyon, imha ve inkar politikasının bir parçası olan anlayış şu günlerde kilisenin arazisinin bir bölümüne İslami eğitimin verileceği bir kız yurdunun inşaatına başlandı. Eruh Belediyesi kilisenin bulunduğu bölgeye imar vermediğini ifade etmesine rağmen, imar verilmeyen bir yere nasıl inşaat yapılır? Bu ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur" dedi. 'Dini değerler kullanılarak olası tepkilerin önüne geçilmeye çalışılıyor' Bölge halkının dini değerleri kullanılarak olası bir tepkinin önüne geçmek amacıyla İslam dininin öğretileceği bir mekan yapılacağı propagandasının yapıldığını dile getiren Aksu, "Yapılması planlanan ve temelleri atılan bu yapının yer seçimi nasıl yapılmıştır? İlçenin bileşenleri ile ne kadar paylaşılmıştır? Yapılması planlanan ve temelleri atılan bu yapının yeri neden özellikle bir kilisenin üzerine yapılmak istenmektedir? Halen bölge halkı tarafından bir ziyaret mekanı olarak kabul edilen bu yerin restore edilmesi gerekirken veya mirasçısına devredilmesi gerekirken yerine farklı bir yapı inşa edilmesinin altındaki amaç nedir? Yapılması planlanan ve temelleri atılan bu yapı kim veya kimler tarafından yapılmaktadır? Heyetimizce yapılan araştırmalarda ve mülakatlarda bu yapının inşaatı için 1 milyon 500 bin TL bağışı veren İzmirli bir iş adamı neden böyle bir bağışta bulunma gereği duymuştur? Bu yer Kültür ve Tabiat varlıklarını koruma kanunu kapsamında neden koruma altına alınmıyor? Veya koruma altında ise neden böyle bir duruma göz yumuluyor? Eğer daha önce bu kanun kapsamında ise ve heyetimizce kanun kapsamından çıkarıldığı netleştirilemeyen ancak çıkarıldığı iddia edilen bu eski yapı kanun kapsamından neden çıkarılmıştır?" sorularını sordu. Burada yapılmak istenilen yapı ile Ermenilere ait izlerin ortadan kaldırılmaya çalışıldığını söyleyen Aksu, "Bir an önce temelleri atılan bu yerdeki çalışmaların durdurulması gerekiyor. Kuran kursu, taziye evi veya yurt olarak yapılması planlanan bu yeni yapı, Eruh ilçemizde farklı bir yerde inşa edilmelidir. Bu yeni yapının eski ve korunması gereken bir yapı üzerine inşa edilmesi art niyet girişimi olarak değerlendiriyoruz. Bu Ermeni halkının inanç ve yaşam hakkına tecavüzdür. Bu ve benzeri eski yapılar bir an önce koruma altına alınarak restore edilerek, turizme açılması gerekiyor. Bölge halklarının bir mozaiği olan bu yapıların korunması gerekiyor. Mevcut durum içerisinde sorumluluğu olanlar hakkında idari ve adli soruşturmalar başlatılmalıdır. Ve Surp Hovhannes Yuhanna Kilisesi'ni mirasçılarına bir an önce teslim edilmesi gerekiyor" şeklinde konuştu. siirttenote.com kızılbaş - sayfa 57 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar - 6 Ali Haydar Kanlı "İnanç"; Bir şeyi güvenle doğru sayma tutumu. Bu anlamda: 1. Yeterince gerekçesi bulunmayan, kesin olmayan bir şeyi doğru sayma; us yoluyla genel geçer bir doğrulama yapmadan, başkasının tanıklığı üzerine kurulmuş kanıtları, hiç bir kuşku duymaksızın onaylama. 2. Öznel olarak yeterli olan, ama nesnel olarak yeterli olmayan gerekçelerden ötürü bir şeyi doğru sayma. // Bu: a. usa uygun, b. duygulara uygun, c. istemeye uygun bir kanı ve onaylama olabilir. 3. Bütün yapıp etmelerimizin temelinde bulunan yaşamadan gelen zorunlulukla dış dünyanın (nesnelerin, başka benlerin, Tanrı'nın) var olduğunu kabul etme; bilimsel, ahlaksal, estetik ve fizikötesi açıklamalarda, önermelerin doğruluğunu onaylama. 4. (Hume'da) Alışkanlık kavramı ile bağlılık içinde temel kavramlardan biri: Bir algı ya da anıya bağlı duygu; Hume'a göre var olma, algılanmış olma ile aynı şey olduğundan var olma algılanmadan edinilen bir inançtır. 5. Kişisel düşünmeye dayanmayan, ortaklaşa düşüncenin yansısı olan onaylama ve inanış. (Sanı olarak inanç.) 6. Yabancı bir yetkenin etkisiyle bir şeyi doğru sayma; bu anlamda inanç, inanılan, özellikle dinsel alanda doğru sayılan şeydir. BSTS / Felsefe Terimleri Sözlüğü 1975 "İnanc" en özlü anlatımıyla; kişinin kendisine bile ispatlayamadığı, kendisini bile inandıramadığı bir takıntıdır A. H. Kanlı İnanc Devletleri (Ümmet-Devlet) tarihleri boyunca insanlığa kan kusturmuşlardır. Salt birbirleriyle savaşlarda da degil, aynı zamanda iç savaşlarda da sayısız kırımlara imza atmışlardır İslamın Dört Halife dönemi buna en açık örnektir. Dört Halifeden sonra da iç çatışmalar doludizgin süregelmiştir Kerbela (Bela Çölü) örneginde ol- dugu gibi. İslam iktidar mücadelesi Arap ikliminde oldugu gibi Osmanlı iklimlerinde de bogazlaşmalarla süregitmiştir. Babaoğul bogazlaşmaları, kardeşlerin iktidar ugruna birbirini bogazlaması islamın dogasında vardır. Ki; gerek İslam ile Hıristiyanlık ve Yahudilik arasında ve gerekse de Hıristiyanlıkla Yahudilik arasında yüzyıllar süren kanlı savaşlar yaşanmış, yaşanmaya devem etmektedir. Çünkü; inanc da ötekileştiren, yok sayan, yok edendir. Her din yeryüzünün tek egemeni olma sevdasındadır. İznik Konsülünde Ortodoks Hıristiyanlıgın temel ilkelerini belirleyen Bizans, tüm diger inançları yasaklar ve tersine davrananları ölümle cezalandırır, yazılı veya sözlü tüm kaynaklarını yok ederdi. Bu dönemde özellikle alevilere yönelik kırımlar tarihe silinmez kara lekeler bırakmıştır. Pir Silvanus´u (Pir Sultan Abdal) öldürmekle kalmayıp kilisenin kayıtlarında lanetler yagdırırlardı. Keza Sergius´a (tahtacı - ağac eri) da lanetler yagdırmaktan geri kalmazdı. Dinlerarası savaşlar sürerken dönemsel ittifaklarla ortak düşman saydıkları Alevilere karşı Selçuklu-Haçlı ortak kuşatmalarıyla çocuk kadın ayırmaksızın yüzbinlerce insan kırımdan gecirilirdi Baba İshak olayında yaşandigi gibi. Örnegin Kanuni Sultan Süleyman, yayınladığı bir genelgeyle (kanun) Osmanlı Toprakları üzerinde yaşayan her ecnebi (gayri müslüm) ailenin bir oglunu Osmanlı hanedanlığına vergi olarak vermesini buyurdu ve aksine davrananların çocuklarına icra yoluyla elkoydu. Ve yaklaşık 600 yıla yayılan Hıristiyan Engizisyonunda başta bilim insanları olmak üzere aykırı düşünen ve yaşayan yüzbinlerce insan asılarak, kesilerek, yakılarak katledildi. Bu süreçte sadece İspanyol Engizisyonun- da 200 yıl boyunca çoğunluğu aydın, bilim insanı olan yılda en az 2000 insan katledilmiştir. Evrenin ve Dünyanın sırlarını ögrenmeye, çözmeye çalışan Bruno, neredeyse tüm Avrupa´da takibe ugrar ve nihayetinde Roma topraklarında Engizisyon kararıyla canlı canlı yakılır. Sonunu önceden gören Bruno günlügüne söyle bir not düşer. "Zaferin elde edilebilir olduğunu düşünerek mertce savaştım. Fakat ruhuma verilen kuvvet, bedenimden esirgenmiş... Yine de bende, gelecek yüzyılların kabul edecekleri bir şey var. Gelecek kuşaklar: `Ölüm korkusu bilmezdi, Karakter gücü bakımından herkesten yüksekti ve gerçek ugruna savaşmayı, tüm yaşama zevklerinden üstün tutardı` diyecekler " (Giordano Bruno). Galileo´nun dili kesilir, Pir Silvanus (Pir Sultan) taslanarak öldürülür, ölüm emrini vereb ve sonra vicdan azabıyla kıvranan Titus, Pir Silvanus´un müridlerini toparlayarak kafirlik ertmekten suçlu bulunarak Sebinkarahisar´da diri diri yakılır. Seyh Bedreddin ve Börklüce, insanca bir paylaşımın umutlarını yeşertmekten suçlu bulunarak daragaçlarına çekilirler. Aynı tarihsel kesitte Fransa´nın Oksidanya bölgesinde Montsegur Kalesinde Haçlı Orduları tarafindan kuşatılan İnsan-i Kamiller (Algibenler 16 mart 1244) tarihte eşine az rastlanır bir vahşilikle diri diri yakılırlar. M.G. Kırıkkanat. Gülün öteki adı. Oksidanyalı son insani kamil (olgun insan) 1321 yılında yakıldı. Avrupa´da bilinen ilk gezgin ozan (Algibenler) Oksidanyali Guilleim de Peitieus oldu 1070-1127) Oksidanyanın gezgin ozanları Kilisenin kasvetli melodisinden başka sesler duyurmaya başladılar. Troubadourlar dilinde ilk defa; -taşlamalar-hicivler (sirvetes) -atışmalar (partimens) -kocaklamalar (gaps) -ağıtlar (planhs) -koşmalar (cansas) -doğa şiirleri (pastorals) -isyan şiirleri (tex-partis ) işitilmeye başlandı. "Kılıçlarından kan damlayan Kuzeyli Baronlar zırhlarını şakırdatarak geldiler ve başpapaz Arnout Amuari´nin huzurunda diz vurup sordular: - Albi sapkınları çoluk çocuk Beziers Katedrali´ne sığınmış. Onları korumak isteyen dini bütün halk, Katoligiyle, Yahudisiyle aralanrına karışmış. Tanrı´nın kullarını şeytana tapanlardan nasıl ayırıcagız Peder? Albiler´in üzerine Haçlı Seferini Roma kızılbaş - sayfa 58 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 adına yöneten başpapaz yanıtladı: -Hepsini öldürün Tanrı kendi kullarını ayırır" (22 Temmuz 1209 Beziers) Avrupalı ozanlar tanrı yerine tıpkı Pir Silvanus geleneginde oldugu gibi insana yöneldiler, günlük yaşamı şiirin içine aldılar. Trobairitz denen kadın ozanlar da gene Oksidanyada ortaya çıktılar. Engizisyonun, son ferdine dek yaktığı bu insan-i kamiller geriye insanlık onuru bırakarak baş egmeksizin hakka yürüdüler. Almanya´nin Köln kentinde 1163 de ilk kez Kilisenin kışkırttığı güruh tarafindan diri diri yakılan İnsan-i Kamillerin anısını Schönau´lu Eckbert aktarıyor (5 Agustos 1163) "5 Agustos günü dört adam ve bir kız çocugu şehrin (Köln) dışına çıkarılarak yakıldılar. Kiz çocuğu eger yanındakilerin ugrayacagı akibetten korksaydı ve kendisine yapılan tavsiyelere uysaydi, halkın sempatisi onu kurtarabilirdi. Fakat o kendisini ateşe attı ve yanarak öldü" Germanya´da tarihe iz düşüren protest müzigin öncüleri Minnesinger´ler 1100-1400 yılları arasında kırımlara ugratılarak yokedildiler. Teolog B.von Worms (965-1025) cadıların şeytanla işbirliğine girdiğini ve Hıristiyanlığa karşı savaşan kafirler olduğunu açıkladı. 1080 yılında Papa Gregor VII yaşanan büyük bir doğa felaketinin ardından yaptığı açıklamada bu olayın tanrının bir cezası olduğunu, ölmüş olan suçsuz kurbanların intikamı sonucu geliştiğini ve sadece bu öf kenin giderek artacağını ifade etmesinden sonra 1115 yıllında otuz kadın aynı günde yakılmıştır. Ünlü İslam şarlatanı İmami Gazali, İbn-i Sina için "O şeytanın oğludur, tanrının almak istedigi canı kurtararak kendisini tanrıya şirk koşar (tanrıya ortak olur)" der. bknz. Ihyayi Ulumiddin. 14. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da cadı sözcüğünün anlamı genişletildi. O sırada Avrupa, nüfusunun dörtte birinin ölümüne neden olan korkunç kara ölümün (Veba) sarsıntısı içindeydi; kutsal kitaplarda (Tevrat-İncil ve Kuran) sözü edilen kıyamet gününün yaklaştığı kanısındaydı. Yoksullar kilise ve soyluların baskısından kurtularak, Hırıstiyanlıkla daha eski gelenekleri kaynaştıracak yeni topluluklar oluşturmaya çalışıyorlardı. Devletlerin ve kiliselerin bu olaylara karşı tepkisi acı- Trobairitz masız oldu. Kendilerine karşı gelen ya da farklı düşüneneleri - kafir- (küfreden)suçlamasıyla yakalıyarak işkence ile öldürdüler. Cadılar tüm kafirlerle birlikte kilisenin baş düşmanları ilan edildiler. Fransız devrimcisi J. Michhelt (1789- 1874) cadıları halkın doktorları olarak niteliyor ve onların feodalizmin bir kurbanı olduğunu belirtiyordu. Etnolog Malinowski cadıların yakılması olayının toplumların kriz dönemlerinin bir sonucu olduğunu belirtiyor. Cihan var olmadan ketm-i ademden Hak ile birlikte yekdas idim ben yaratti bu mülkü cünkü o demde yaptim tasvirini cünkü nakkas idim ben Gah nebi gahi veli göründüm gahi uslu gahi deli göründüm gahi Ahmet gahi Ali göründüm kimse bilmez SIRRIM kallas idim ben Şiri ( Eren-Ozan ) 2 Temmuz 1993 te Sivas´ta Pir Sultan Abdal (Pir Silvanus) Şenliklerine katılan 33 aydın ve sanatçı Madımak Otelinde Devlet tarafindan kışkırtılmış güruh tarafindan yakılarak katledildi. Bende bir kardaşla kavil tutmuşum Erkan kapısına gelip yetmişim Erenlerin ateşiyle pişmişim Neyleyim yanmayı söndüm de geldim Pir Sultan Abdal Yıl 1996 Güney Afrika´da felakete neden oldukları gerekcesiyle CADI ilan edilen 300 kadın yakılır . Sonuc yerine: Yahudilikten Hıristiyanlığa, Budizm ve Müslümanlığa degin tüm dinler tarihi boyunca insanlık kana boğulmuş, insana dair ne varsa yakılıp yıkılmış, yokedilmiştir. Yakılan insanların kokusu genizlerimizi yırtıyorken hala din kardeşliginden sözediliyor olması insana yapılan en büyük saygısızlık olarak algılanmalı, mutlak surette yadsınmalıdır. İnanç körlügünden kurtularak insanı insan yapan üc temel imla (soru, virgül ve nokta) dan şaşılmamlıdır. Soran sorgulayan, duraksaması ve durması gereken yeri bilen insan, insan-i kamil (olgun insan) olunmalıdır. Minnesinger AİHM yetmedi şimdi de AYM’ye gidiyor Turaç TOP / DHA İzmir’de, nüfus cüzdanındaki din hanesine ‘Alevi’ yazılmasını isteyerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) açtığı dava lehine sonuçlanan Sinan Işık’ın (51) mücadelesi sürüyor. Görevlerini yapmadıkları gerekçesiyle yargılanmalarını istediği Başbakan Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’yla ilgili de takipsizlik kararı kesinleşip Yargıtay yolu kapanan Sinan Işık, Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvurma kararı aldı. Bireysel başvuru hakkını kullanacağını dile getiren Işık, “Son merci AYM. Vatandaşların başvuru yapma konusunda sürekli uyarıldığı mahkemeden nasıl sonuç çıkacağını çok merak ediyorum” dedi. AYM’ye 6 ayda 3 bin 893 başvuru ANAYASA Mahkemesi’ne 6 ayda, 3 bin 893 başvuru yapıldı. Başvuruların 418’i başvuru posta yoluyla yapıldığı için kayda girmedi. Anayasa Mahkemesi, 24 Eylül 2012-22 Mart 2013 tarihleri arasında yapılan başvurulara göre hazırlanan istatistikleri internet sitesinden duyurdu. Verilere göre, başvuruların 3 bin 421’i mevzuatta belirtilen yerlere yapıldığı için kayda alındı, 418 başvuru da posta yoluyla yapıldığı için kayda girmedi. Bireysel başvuru bürosunda, 937 dilekçe de inceleme sırası bekliyor. Komisyonlara gönderilen başvuru sayısı 2 bin 388, bölümlere gönderilen başvuru sayısı ise 96 oldu. Genellikle ceza davalarının bireysel başvuru konusu yapıldığı görüldü. Başvuruların 1307’si ceza, 967’si hukuk, 710’u idari yargı davalarıyla ilgili. Yargı yoluna gidilmemiş konularla ilgili de 437 başvuru tespit edildi. Başvurular en çok Yargıtay kararları üzerine yapıldı. kızılbaş - sayfa 59 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Συνέντευξη του Ali Sait Çetinoğlu Filed under: Αριστερά, Αναδημοσίευση, Γενοκτονία στην Ανατολή, Εθνικό Ζήτημα, Εθνικισμός, Ιστοριογραφία, Κεμαλισμός, Μικρά Ασία, Μουσταφά Κεμάλ, Οθωμανική Αυτ., Τουρκία | Sait Tsetinoğlu Sait cetinoglu Sait Tsetinoglu Σήμερα, Παρασκευή 21/6, 20:00 στο φεστιβάλ που διοργανώνει η ΚΟΕ με τον τίτλο “Resistance 2013“ θα χαιρετήσει ο προοδευτικός διανοούμενος και ακαδημαϊκός από Τουρκία Ali Sait Çetinoğlu στο πλαίσιο της κεντρικής ομιλίας των Αλέξη Τσίπρα, προέδρου της Κοινοβουλευτικής Ομάδας του ΣΥΡΙΖΑ-ΕΚΜ και του Hamma Hammami, επικεφαλής του Λαϊκού Μετώπου της Τυνησίας. Η έναρξη του “Resistance 2013″ θα είναι αφιερωμένη στα νέα κινήματα που εμφανίστηκαν στον αραβικό κόσμο, αλλά και στην Τουρκία. Στη συνέχεια παρουσιάζω μια συνέντευξη που πήρα από τον Ali Sait Çetinoğlu με αφορμή την επέτειο της Γενοκτονίας στον Πόντο. Τμήμα αυτής της συνέντευξης φιλοξενήθηκε στα “ανθρώπινα” του Γιώργου Κιούση στην “Ελευθεροτυπία”, ενώ ολόκληρη δημοσιεύτηκε στην εφημερίδα “Εύξεινος Πόντος”. ——————Β.Α. -Πιστεύετε ότι η εθνική εκκαθάριση στον Πόντο, αλλά και στην υπόλοιπη Μικρά Ασία και Ανατολική Θράκη, μπορεί να χαρακτηριστεί Γενοκτονία; S.T.-Oι πρακτικές που εφαρμόστηκαν στις αναφερόμενες περιοχές αρχικά από το Κομιτάτο «Eνωση και Πρόοδος» (Κίνημα Νεότουρκων) διαθέτουν όλα τα αναφερόμενα χαρακτηριστικά της νομοθεσίας του O.H.E. για την διάπραξη της γενοκτονίας. H πρώτη πρόβα της γενοκτονίας έγινε κατά των Aρμενίων το 1909 στην Kιλικία παρ’ όλο που οι Aρμένιοι υποστήριξαν τους Nεότουρκους και δεν μπορούσαν να κατανοήσουν τις σφαγές που εκτελέστηκαν από τους Nεότουρκους. Oι Aρμένιοι πολέμησαν στα Oθωμανικά στρατεύματα με ηρωισμό στους Bαλκανικούς πολέμους υπό την ηγεσία Tούρκων αξιωματικών αποδεικνύοντας την αφοσίωση τους στο κράτος που ήταν υπήκοοι. H δεύτερη πρόβα της γενοκτονίας έγινε στα παράλια του Aιγαίου και την Aνατολική Θράκη που αποτελεί την έναρξη της τραγωδίας των Eλλήνων των περιοχών αυτών. Yπό την οργανωτική καθοδήγηση του Mαχμούτ Tζελάλ (Mπαγκάρ) και Kουστσούμπασι Eσρέφ με την συμμετοχή των νομάρχων, επάρχων και στρατιωτικών διοικητών εκτελέστηκε η επιχείρηση εκδίωξης και θανάτωσης των Eλλήνων. Mε την εμπειρία που απόκτησαν οι αναφερόμενοι ως Δρ. Pεσίτ έπαιξαν ηγετικό ρόλο το 1915 στην Aρμενική Γενοκτονία. Β.Α. -Ποιούς θα κατονομάζατε ως υπευθύνους αυτής της πράξης; S.T.-Δεν είναι σωστό να δείξουμε μόνο μια μερίδα ως ενόχων. Eχουμε να κάνουμε με ομαδική υπαιτιότητα. Συγκεκριμένα από την οργάνωση «Eνωση και Πρόοδο» στους Kεμαλιστές, την Oθωμανική διοίκηση μαζί με τις δυνάμεις της Γερμανίας και Aυστροουγγαρίας αλλά και οι δυνάμεις Aντάντ (Aγγλία, HΠA, Γαλλία και Tσαρική και Mπολσεβική Pωσία) έχουν ευθύνες. Έχουμε την εκτέλεση μιας γενοκτονίας ενώπιον των οφθαλμών τους. Oι περιοχές που διαπράχθηκε η Γενοκτονία ήταν ζώνες που είχαν ενσωματωθεί στον Eυρωπαϊκό Kαπιταλισμό όπου η γεωργία δεν ήταν ο κύριος παραγωγικός τομέας αλλά τομέας αγοράς. O ευρωπαϊκός καπιταλισμός παρέμεινε απαθής θεατής επειδή ήθελε να αναπληρώσει το κενό μετά από την Γενοκτονία ενώ οι υπόλοιποι Oθωμανοί ήλπιζαν στον σφερετισμό του μεγάλου πλούτου σε μια νύκτα του πλούτου αυτών των αρχαίων κατοίκων της Aνατολής. Για το λόγο αυτό έχουμε να κάνουμε την υπαιτιότητα στη βάση των χωρών και κρατών. H Γενοκτονία αυτή είναι το σοβαρότερο ζήτημα της σημερινής κοινωνίας των Tούρκων και Kούρδων. Δεν μιλάμε μόνο για το 1915 αλλά για την περίοδο 1913-1923. Mε την έναρξη των εκτοπισμών των Eλλήνων το 1913, την δεύτερη φάση της εθνοκάθαρσης του 1919-20 και την ανταλλαγή του 1923 ο πληθυσμός της Aνατολής μειώθηκε κατά 25%/ Oι άνθρωποι αυτοί δεν ήταν γυμνοί. Oι ιδιωτικές και κοινοτικές περιουσίες τους αρπάχθηκαν. Mε βεβαιότητα μπορούμε να πούμε ότι σε ποσοστό 30-35% του πλούτου της κινητής και ακίνητης περιουσίας στην Tουρκία άλλαξε χέρια δια βίας την δεκαετία 1913-23. Tο ζήτημα αυτό παραμένει ανοικτό. Β.Α. -Ο Τούρκος ιστορικός Χαλίλ Μπερκτάι υποστήριξε σε συνέντευξη ότι είναι λάθος να μιλάμε για πολλές Γενοκτονίες (Αρμενίων, Ποντίων, Ασσυροχαλδαίων) και ότι θα έπρεπε να λέμε ότι έγινε μόνο μια Γενοκτονία, αυτή που οργάνωσαν οι Νεότουρκοι κατά των μειονοτήτων. Τι λέτε γι αυτή την άποψη; S.T.-H άποψη του X. Mπερκτάι είναι σωστή. O τελικός σκοπός αυτών των μειονοτήτων ήταν η εκρίζωση της παρουσίας τους από τα ιστορικά τους εδάφη. Xρησιμοποιήθηκαν διάφορες μέθοδοι και χρονική εξέλιξη ανάλογα με τις περιοχές. Όμως δεν είναι σωστό να χαρακτηρίσουμε όλες τις γενοκτονίες ως μια ενιαία. Στις πράξεις γενοκτονίας έχουμε φάσεις και ο ενιαίος χαρακτηρισμός μπορούσε να οδηγήσει στην επισκίαση ορισμένων. Β.Α. -Υπάρχουν Έλληνες που ισχυρίζονται ότι δεν έγινε Γενοκτονία και ότι τα μόνα εγκλήματα στην Ανατολή τα έκανε ο ελληνικός στρατός κατά τον ελληνοτουρκικό πόλεμο. Πώς θα kızılbaş - sayfa 60 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 σχολιάζατε αυτή την άποψη; S.T.-H ιστορία «διαψεύδει» τους ιστορικούς αυτούς. Aς δούμε την διαδικασία από την αρχή: την περίοδο 190111 στην Mακεδονία δολοφονήθηκαν κατά μυστηριώδη τρόπο οι Xριστιανοί ηγέτες χωριών και πόλεων, και το περίεργο ήταν ότι όλοι αυτοί είχαν δράσει κατά της απολυταρχίας του Σουλτάνου Xαμίτ. Tα αναφέρει αυτά ο τότε πρόξενος των HΠA Xόρτον. Στη συνέχεια αφοπλίστηκαν οι Xριστιανοί και εξοπλίστηκαν οι Mουσουλμάνοι. O E. Eμμανουηλίδης βουλευτής στην Oθωμανική και Eλληνική Bουλή στο σύγγραμά του που έγραφε το 1919 περιγράφει την κατάσταση που επικράτησε στα τέλη του 1919 στην Πόλη με τη παρουσία των παραστρατιωτικών της «Ένωσης και Προόδου». Το πρώτο πλήγμα κατά των Ελλήνων πραγματοποιείται το 1914 με την εκδίωξη άνω των 250.000 από τις εστίες τους από τις περιοχές της Ανατολικής Θράκης και Δυτικής Ανατολής. Τον Απρίλιο του 1915 ξεκινάει η επιχείρηση πορείας προς τον θάνατο για τους Αρμενίους, Ελληνες της Ανατολής και του Πόντου, υπό την ονομασία, εκτοπισμού – Τεχτζίρ. Η λεηλασία από τους Μουσουλμάνους ακολουθούσε αμέσως. Αυτά αναφέρει ο Εμ. Εμανουηλίδης ως απευθείας μάρτυρας. Β.Α. -Υπάρχει προσπάθεια από τους προοδευτικούς Τούρκους να κατανοήσουν τις διαδικασίες συγκρότησης του έθνους-κράτους στην Ανατολή; S.T.-Οι μελέτες των τελευταίων ετών έχουν διαρρήξει σε μεγάλο βαθμό την επίσημη κρατική ιδεολογία και το στήριγμα αυτής, την επίσημη ιστορία. Ωστόσο το μικρό ποσοστό αναγνωστών, ο μικρός αριθμός ερευνητών, η απουσία συνήθειας μελέτης κειμένων αποτελούν εμπόδιο στην διαφώτιση του ευρύ κοινού. Αν προσθέσει κανείς την επιβολή με κάθε μέσο της επίσημης ιδεολογίας εύκολα αντιλαμβάνεται κανείς τις δυσκολίες. Ωστόσο πρέπει να αναφέρω ότι οι διεξαγόμενες μελέτες είναι πηγή αισιοδοξίας. Β.Α. -Πιστεύετε ότι κάποια στιγμή θα αναγνωρίσει το τουρκικό κράτος τη Γενοκτονία; S.T.-Είματε ενώπιον ενός πολύ δύσκολου ζητήματος. Τα αποτελέσματα της Γενοκτονίας σαν αριθμοί είναι τρομακτικά. Τι σημαίνει αυτό; Τουλάχιστον το 30% της σημερινής αξίας της κινητής και ακίνητης περιουσίας της Τουρκίας έχει ως προέλευση την λεηλασία και αυτό σε τι χρηματικό ποσό αντιστοιχεί; Μιλάμε για αξία τρισεκατομμυρίων δολαρίων. Η περιουσία αυτή αρπάχθηκε από κάποιους και την πήραν κάποιοι. Διαπιστώνουμε ότι το φαινόμενο που ονομάζεται Ρεμπουπλικανική Τουρκία έχει ως θεμέλιο αυτή την γιγάντια μεταφορά περιουσίας. Αν εξετάσουμε τη δημιουργία οποιασδήποτε καπιταλιστικής μονάδος στη σημερινή Τουρκία βρίσκουμε ελληνική ή αρμενική περιουσία. Αν εξετάσετε την ηγεσία των Κεμαλιστών βλέπετε ότι όλοι σφετερίστηκαν περιουσίες Ελλήνων και Αρμενίων. Ακόμα και ο ίδιος ο Ατατούρκ δεν αποτελεί εξαίρεση. Σκεφτείτε ότι το Προεδρικό Μέγαρο στο Τσανκαγιά είναι του Αρμενιάν Κασαπιάν που εκτοπίστηκε. Όλα τα θέρετρα του Ατατούρκ είναι αποτελέσματα σφετερισμού από Αρμενίους και Ελληνες. Εάν παράδειγμα η βίλα Καπαγιαννίδη ο οποίος δεν υπαγόταν στην Ανταλλαγή. Αυτά τα δύο παραδείγματα δείχνουν την δυσκολία της αναγνώρισης της Γενοκτονίας. Ο σημερινός πρώτος και το κεφάλαιο είναι πρώτον της Γενοκτονίας πέρα από κάθε όριο φαντασίας. Ο αριθμός των Ελλήνων που εκτοπίστηκαν πριν την έναρξη του Α’ Παγκοσμίου Πολέμου είναι 1,5 εκατομμύρια από τους οποίους οι μισοί έχασαν την ζωή τους. Το μέγεθος της περιουσίας τους που κατασχέθηκε είναι πενταπλάσιο του ετήσιου οθωμανικού κρατικού προϋπολογισμού. Στην Αρμενική περίπτωση αν αγνοήσουμε τις απώλειες πολιτιστικής περιουσίας έχουμε μια τεράστια περιουσία που κατά το εθνικό συμβούλιο των Αρμενίων που υπέβαλε έκθεση στις ειρηνευτικές διαπραγματεύσεις στο Παρίσι το 1919, ανέρχεται σε 1,5 δισεκατομμύρια γαλλικά φράγκα της εποχής. Επιπλέον με νόμους της Ρεπουμπλικανικής Τουρκία κατασχέθηκαν όλες οι καταθέσεις των Αρμενίων στις τράπεζες της Τουρκίας σε ύψος που ουδείς γνωρίζει. Η άρνηση δεν προέρχεται από άρνηση ή φανατισμό. Μιλάμε για την πρακτική σφετερισμού τεράστιου πλούτου που αποτελεί το θεμέλιο της κοινωνικής και οικονομικής υπόστασης ενός σημαντικού μέρους των πλουσίων της Τουρκίας. Η τάξη που εξουσίασε την Τουρκία για πολλές δεκαετίες ήταν αυτή που ανήλθε στην εξουσία διαμέσου σφαγών και λαφυρογωγίας. Η νέα σημερινή εξουσία που είναι οι προύχοντες της Ανατολής που πλούτισε συνέπεια της Γενοκτονίας και η οποία μέχρι την εποχή του Οζάλ έκρυβε στο προσκέφαλο τα προϊόντα αυτής της μεταφοράς πλούτου και η οποία επί της εποχής αυτής ανδρώθηκε να ενεργοποιήσει τον πλούτο αυτό ερχόμενη στην εξουσία. Η αλυσίδα συνεχίζει χωρίς να σπάσουν οι κρίκοι της και αυτό καθιστά πολύ δύσκολη την αναγνώριση της Γενοκτονίας. —————————– (*) Ο Ali Sait Çetinoğlu είναι Τούρκος ακαδημαϊκός. Στα ενδιαφέροντά του περιλαμβάνονται οι Νεότουρκοι, ο Κεμαλισμός, το Ποντιακό Ζήτημα κ.ά. Έχει δημοσιεύσει πολλά άρθρα, με βάση την έρευνα στα Εθνικά Αρχεία της Τουρκίας. Το βιβλίο του «Varlık Vergisi (1942-1944) / Konomik ve Kültürel Jenosid» (Φόρος Περιουσίας (1942-1944) Οικονομική και πολιτιστική γενοκτονία) εκδόθηκε το 2009 στην Κωνσταντινούπολη. Συνέγραψε τη μελέτη «Pontos Sorunu» (To Ποντιακό Ζητημα). Στο διεθνές επιστημονικό συνέδριο «Τρείς Γενοκτoνίες, Μία Στρατηγική», Αθήνα, Σεπτέμβριος 2010, παρουσίασε την εισήγηση «Η ιδέα του ανεξάρτητου Πόντου και η Γενοκτονία των Ελλήνων του Πόντου». Μέρος αυτής της συνέντευξης δημσοιεύτηκε στην «Ελευθεροτυπία» (28-5-2013) από τον Γιώργο Κιούση. Επίσης ο Sait Çetinoğlu συμμετείχε με δύο άρθρα στο βιβλίο που κυκλοφόρησε μαζί με την «Κυριακάτικη Ελευθεροτυπία» υπό τον τίτλο «Η Γενοκτονία στην Ανατολή. Από την Οθωμανική Αυτοκρατορία (1908-1923) στο έθνοςκράτος» σε επιμέλεια του ιστορικού Βλάση Αγτζίδη. Τα κείμενά του είχαν του εξής τίτλους: «Ο Ιμπεριαλισμός, Ο Ελληνοτουρκικός Πόλεμος και ο Μουσταφά Κεμάλ» και «Η ιδέα του ανεξάρτητου Πόντου και η Γενοκτονία των Ελλήνων του Πόντου». Kaynak: http://kars1918.wordpress. com/2013/06/21/resistance-2013-alisait-cetinoglu/ kızılbaş - sayfa 61 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Süryaniler Ahmet Türk'ten arazilerini istedi Mardin'in Nusaybin ilçesine bağlı Eskihisar (Marin) Köyü'nde bulunan ve 30 yıl atıl kaldıktan sonra restore edilerek 2008 yılında yeniden ibadete açılan Mor Avgin Manastırı'na ait olduğu iddia edilen ancak tapuları BDP'li bazı yönetici ve ailelerin üzerinde olan arazileri alabilmek için Süryaniler harekete geçti. İstanbul-İsveç'te bulunan Mor Avgin Derneği yöneticilerinin BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Mardin Milletvekili DTK Genel Başkanı Ahmet Türk'e arazilerin iadesi için başvurduğu, sorunun uzlaşıyla çözülmesi için komisyonlar kurulduğu çözüm bulunamadığı için hukuki yola başvurulduğu belirtildi. DHA'nın haberine göre Süryaniler, sorunun arazileri ellerinde bulunduran BDP'li yönetici ve ailelerin tutumu nedeniyle uzlaşma ile çözülemediğini öne sürerken, BDP Genel Başkanı Demirtaş ise, bu ailelerden BDP'li olanlar olsa bile gayrimüslimlerin hak ve hukukunun yanında olacaklarını söyledi. "İkinci Mesih" olarak da anılan, Hıristiyanlığın yayılmasında en ön sırada yer alan Mor Avgin, M.S. 300'lü yıllarda Mezopotamya'ya gelip Nusaybin ilçesi yakınlarındaki Bagok Dağı eteğinde kurduğu manastırla misyoner, rahip ve din adamı yetiştirerek Hıristiyanlığın Anadolu'ya yayılmasını sağladı. 1970'li yılların sonuna kadar aktif olan Mor Avgin Manastırı, Süryaniler'in büyük bölümü çeşitli nedenlerden dolayı Avrupa ülkelerine göç etmek zorunda kalınca, terk edildi. 2008 yılında restore edilen manastırın tekrar ibadete açılması üzerine Avrupa'da bulunan Süryani cemaati, manastıra ait olduğu ve köylülerin 1970 yılında yapılan kadastro çalışmaları sırasında gerçek dışı beyanlarla üzerlerine tapuladığını iddia ettikleri arazileri tekrar alabilmek için 2009 yılında harekete geçti. Manastıra ait olduğunu iddia ettikleri arazilerin şu andaki sahiplerinin büyük oranda BDP'li olduğunu öne süren İsveç Mor Avgin Derneği yetkilileri, dava açmadan önce arazi sorunun uzlaşı yolu ile çözülebilmesi için ilk olarak BDP yetkilileri nezdinde girişimlere başladı. BDP Komisyonları işe yaramadı Mor Avgin İsveç Derneği, arazileri alabilmek için 2010 yılında BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ile görüştü. Demirtaş'ın girişimiyle Almanya ve İsveç'ten gelen Süryaniler, BDP'li yetkililer ve bölgenin ileri gelenleri Nusaybin'in Beyazsu (Ava Spi) bölgesinde bir araya gelerek sorunu ele aldı. Görüşmeler sonunda konunun takip edilmesi ve çözüm yollarının bulunmasında görev yapmak üzere aralarında BDP'li ve Süryani dernek yöneticilerinde bulunduğu 6 kişilik komisyon kuruldu. Komisyonun 7 ay geçmesine rağmen somut bir çalışma yapmaması üzerine Süryanilerin temsilcileri, BDP Genel merkezindeki yetkililere 7 Mart 2011 tarihinde bu konuyla ilgili yazı yazdıktan sonra bu kez 9 Nisan 2012 tarihinde Ankara'da BDP Genel merkezinde Demokratik Toplum Kongresi Genel Başkanı ve Mardin Bağımsız Milletvekili Ahmet Türk ve BDP milletvekilleri ile görüştü. Burada alınan kararla eski komisyon feshedildi, yerine yine Süryani ve BDP'li yetkililerin bulunduğu ikinci komisyon kuruldu. 'Halklarımızın kardeşliği için yardım edin' Bu komisyondaki isimlerin de manastır arazilerinin iade edilmesi yönünde çalışma yapmaması üzerine İsveç Mor Avgin Derneği yöneticileri, 1 Ekim 2012 tarihinde BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'a yazı gönderdi. Yazıda, bölgedeki halkların kardeşliğinin pekişmesi için arazilerin iade edilmesi gerektiği belirtilerek şöyle denildi: "Mor Avgin Manastırımızın mülk ve mağaralarının tekrar manastırımıza iade edilmesi için şimdiye kadar nezdinizde ve BDP yetkilisi bazı arkadaşlar nezdinde girişimlerde bulunduk. İsveç'e yaptığınız ziyaret esnasında sizinle yaptığımız görüşmede de bu konu ile ilgili talep ve beklentilerimizi dile getirmiştik. Süryaniler'in bölgeden Avrupa ve batı ülkelerine toplu göç etmek zorunda kalması ardından, son 30 yıl içerisinde eskiden beri manastırımıza ait olan bazı tarihi mülk ve mağaralar, civardaki bazı köylülerin eline geçmiş ve bugüne kadar kendileri tarafından işlenerek hasılatları kendilerince toplanmaktadır. Mor Avgin Derneği olarak artık eski çağlardan beri manastırımıza ait olan bu toprakların bir an önce tekrar esas sahibi olan manastırımızın yetkililerince işletilmek ve tapulanmak üzere iade edilmesini istiyoruz. BDP olarak bu gibi konulardaki hassasiyet ve geçmiş çalışmalarınızı da göz önünde bulundurarak, ayrıca çok kültürlü ve tarihi eserleriyle dünyaca tanınmış bölgemize tarihten miras kalan bu eserlerimize de hep birlikte sahip çıkmak, halklarımızın kardeşliğini pekiştirmek ve bölgedeki kültür mirasımıza birlikte sahip çıkmak için bu konuda gerekli yardım ve desteğinizi esirgemeyeceğinizi biliyoruz." 1 aile 200 dönümü iade etti Yazıda, manastıra ait arazileri ellerinde bulunduran Hacı Bahri ailesinin 200 dönümlük araziyi tekrar manastıra iade ettiği belirtilirken, "Bunun söz konusu manastırımıza ait diğer toprak, arazi, mağara ve mülkleri ellerinde bulunan komşu ve hemşerilerimize de örnek teşkil etmesini umuyoruz" denildi. 'BDP'li aileler çözümü engelliyor' Yazıda, sorunun uzlaşı yoluyla çözülmemesine arazileri ellerinde bulunduran BDP'li bazı ailelerin neden olduğu, oluşturulan komisyonların somut sonuç elde edemeyince 9 Nisan 2012 tarihinde İsveç Mor Avgin Derneği yönetim kurulu üyelerinin Ahmet Türk ve beraberindeki heyetle Ankara'da dava ile görüştüğü hatırlatıldı. Yazıda, şöyle devam edildi: "Bu görüşmede alınan karara göre Haziran 2012'de derneğimiz tarafından Nusaybin'e iki arkadaş gönderildi. Bölgedeki BDP yetkilileri ile merkezden alınan karara göre soruna çözüm yolları aranacak ve bir neticeye varılacaktı. Ama görüşmelerimizde alınan kararlar doğrultusunda tekrar bir komisyon oluşturuldu. Şu ana kadar olumlu bir çözümün olmamasının başlıca sebebi; manastırımız Mor Avgin'e ait toprakları bugün işletenlerin bölgede yaşayan bazı BDP üyesi kızılbaş - sayfa 62 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ve yetkilisi olan şahısların ve akrabalarının ellerinde bulunmasından kaynaklanmaktadır. Bu durum davanın çözümünü daha da zor bir hale getirmektedir." 'Hukuki süreci başlatıyoruz' Mor Avgin Manastırı Derneği olarak, hukuk yollarına başvurması ve davanın hukuksal takibini yapması için Diyarbakır'dan Avukat Serhat Karaşin'in görevlendirildiği anlatılan yazıda şöyle denildi: "Uygun bir tarihte ve yerde, hem davamızın haklılığını daha detaylı bir şekilde sizlere aktarabilmek, hemde bundan sonra bu konuda atacağımız adımlar konusunda görüş ve tavsiyelerinizi dinlemek üzere Mor Avgin Derneği temsilcileri ve avukatımız ile bir görüşmeye değerli zamanınızın bir kısmını ayırabilirseniz seviniriz." BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'a gönderilen yazıdan sonra Mardin Süryani Kadim Deyrulzafaran Manastırı ve Kiliseleri Vakfı adına İliye Kırılmaz Mor Avgin Kilisesi'ne ait arazilerin şu anda kimin adına tapulu olduğunun tespit edilmesi için avukat Serhat Karaşin aracılığıyla Nusaybin Sulh Hukuk Mahkemesine 6 ay önce dilekçeyle başvuruda bulundu. Kırılmaz dilekçesinde sıkıntılı dönemler geçiren Süryani toplumunun bir süre manastırı terk etmek zorunda kaldığı, kalanların, toprak ve Manastıra sahip çıkamadığı, kendileri için kutsallık taşıyan arazilerin gerçeğe aykırı beyanlarla köylüler tarafından adlarına tescil edildiği, açılaçak zilyetlik ve tescil işlemlerine ilişkin davalara delil teşkil etmesi için şu anki maliklerinin ve zilyetlik durumlarının kayıtlarının çıkarılması istendi. 'BDP, köylüleri ikna etmeli' İsveç Mor Avgin Derneği'nin avukatı Serhat Karaşin, köy halkının da bu arazilerin manastıra ait olduğunu bildiğini, 1970 yılındaki idari ve mülki amirlerin beyanı ve çeşitli belgelerde de bu arazilerin manastıra ait olduğunun mevcut olduğunu, sorunun uzlaşıyla çözülmesi şu ana kadar köylülerle yaptıkları görüşmelerden somut bir sonuca ulaşamadıklarını söyledi. Karaşin, arazi sorununu gidermek için irade ortaya koyma yönünde tavır gösteren BDP'nin köylüleri ikna etmesi gerektiğini dile getirdi. BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, gayrimüslimlerin Türkiye genelinde ve bölgede mal varlıklarıyla ilgili çok ciddi haksızlıklar bulunduğunu söyledi. Demirtaş şunları söyledi: "Kadastro işlemleri yapılırken, o insanlar burada olmadığı, zorunlu olarak sürgüne, göçe tabii tutuldukları için kadastro esnasında oradaki ahali çoğu yerde söz konusu araziyi kendi üstlerine yazdırmışlar. Hukuk gereği o dönemde itiraz olmayınca, itiraz süresi de geçince haksız bir şekilde gayrimüslimlerin malları bölgedeki bazı ailelerin eline geçmiş. Bazı yerlerde korucu aileleri fiilen el koymuş bu arazilere. Gayrimüslim yurttaşlar kilise arazileriyle ilgili davalar açıyor. Mahkemeler bu konuda doğrusu tarihi gerçekleri esas almak yerine bu kadastro yapılırken, yapılmış hileli tutanakları esas alıyor. Haksız yere el konulmuş, şu veya bu gerekçeyle haksızlığa uğramış bütün gayrimüslim yurttaşların, kiliseye ait araziler konusunda hakkının iade edilmesini istiyoruz. Her halükarda orada söz konusu aile BDP'li de olsa gayrimüslim ailelerin hak ve hukuku neyse biz onun yerine getirilmesi için hep yanlarında olduk. Bunun için mahkeme kararı gerekiyor. Mahkeme maalesef aleyhe kararlar veriyor. Karar Yargıtay'a gitse oradan dönüyor." Manastır'ın halen suyu yok 1700 Yıllık Mor Avgin Manastırı, restore edilerek yol yapılıp tekrar faaliyete sokulurken suyunun olmaması, manastırdaki papaz ve görevlileri zor durumda bırakıyor. Manastır sakinleri su ihtiyaçlarını ise çevredeki komşu köylerden sağlıyor. Mor Avgin Manastır'ına ait olduğu söylenen arazilerin tekrar geri alınabilmesi için 10 yıldır mücadele eden Mardin Kırklar Kilisesi Papazı Gabriel Akyüz, Manastır'ın Trabzon'daki Sümela Manastırı'nın benzeri olduğunu söyledi. Akyüz, "Manastır 1980'den sonra adeta terk edildi. 2 yıl öncesine kadar da bu böyleydi. 2 yıl önce biz manastıra rahip atadık. Devlet manastırın yolunu yaptı. Ancak, henüz su verilmiş değil. Manastıra bir an önce su da verilmesini bekliyoruz" dedi. Manastırın mülkiyetinin Mardin Süryani Kadım Deyrülzafaran Manastırı ve Kiliseleri vakfına ait olduğunu belirten Gabriel Akyüz, şöyle dedi: "Manastırın tapusu vakıftadır. Bu tapu 1951'de Asliye Hukuk Mahkemesi kararıyla alınmıştır. Tapuda manastır sınırları '3 dağ silsilesi ile çevrilidir" diye geçiyor. Güney cephesi ise dere kadar olarak belirlenmiş. Biz dereyi ele alıyoruz. Dere ise ovaya kadar uzanıyor. Manastır 1970 ile 2-3 yıl önce yapılan kadastro çalışmaları sırasında 2 kez mağdur oldu. Manastır ve arazilerinin tapuları olmasına rağmen kadastro arazileri çok küçültmüştür. Kadastro çalışmalarında manastırın arazisi 37 dönümle sınırlandırılmıştır. Köylüler aralarında orayı zapt etti. Köylüler iki partili olduğu için kendi aralarında anlaşmayıp onlar birbirine düşerken biz de arazileri almaya müdahil olduk. 1970 yılında yerel mahkeme yani kaymakamlığın oluşturduğu komisyon bu arazilerin manastıra ait olduğunu kabul etti ve arazileri manastıra verdi. Arazilerin Manastıra ait olduğuna dair elimizde iki karar var. Bu kararlarla birlikte dava açtık şimdi sonucunu bekliyoruz." Köylüler: Manastıra ait arazi yok Mor Avgin Manastırı yakınlarında bulu nan Eskihisar köyü sakinlerinden Haşo Dinç ise, Manastır'ın da daha önce kendilerine ait olduğunu Süryaniler'in talep etmesi üzerine onlara verdiklerini belirterek, "Papazları geldi bizden kiliseyi istedi. Biz de kiliseyi onlara devrettik. Biz vermesek herkes bizi haksız ederdi. Kilise; Müslümanlar'ın değil Hıristiyanlar' ındır diye. Kiliseye ait araziler falan yok. Bir kaç dönüm var onuda Girmeli beldesinde birileri sürüyor" dedi. Kaynak: http://www.aksam.com.tr/si yaset/suryaniler-manastir-arazilerinibdpden-geri-istiyor/haber-218557 Bundan tam 22 yıl önce yapılan ses kaydında köydek i canlı tanık , olayları bizzat gören yaşlı bir Kürt kadının söyledikleri büyük ve çok önemli bir belge niteliğindedir: “Ben şu anda yüz yaşındayım, olaylar başladığında yedi yaşındaydım. Köyün ağasıydık . Bir gün arkadaşlarımla kuzuları otlatmaya götürmüştük . Kalıbağ denen yerde cesetler doluydu. Yerlerde sank i yatıyorlardı. Boyunlarına bak ıp kolye, kulaklarından küpe, kollarından bilezik , bileklik ve boncuk topluyorduk . Bazılarının gözleri açık tı. Kendi ellerimizle gözlerini kapatıyorduk . Üzerlerinden basmadan geçmeye çalışıyorduk . Çoğu kadın ve çocuk tu. Aldığımız tak ıları biz kullanıyorduk . Bunları söylemem gerek iyor çünkü yaşlandım. Ölürsem vicdanım rahat etmez.” 1915 ve Sür yaniler -MUZAFFER İR İS* Kaynak: Radikal Gazetesi kızılbaş - sayfa 63 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 TAPUSUNU SÜRYANİLERE İADE ETTİ Dedesinden kalan arazinin 1915 olaylarında “ele geçirildiği”ni öğrenen bir vatandaş, “Atalarımdan bana miras kalan bu utancın verdiği vicdani baskıyı üzerimden atamadım” diyerek araziyi Süryanilere iade etti. “Berzan Boti” ismini kullanan Eruhlu vatandaş Behzat Bilek, 13 Mayıs 2009 tarihinde İsveç Parlamentosu’nda düzenlenen basın toplantısında gerçek kimliğini açıklayıp, ardından da arazinin tapularını Süryanilere verdi. Behzat Bilek adlı vatandaş, geçen aylarda İsveç’te bulunan “Seyfo Center” isimli 1915’te Süryanilerin yaşadıklarını araştırmak üzere kurulmuş bir kuruma başvurdu. Siirt’teki köyünde bulunan arazisi ve evini gerçek sahipleri olduğunu söylediği Süryanilere iade etmek istediğini ifade etti. Ardından da arazinin tapularını, bir mektupla birlikte Seyfo Center Başkanı Sabri Atman’a gönderdi. Süryanice olan “seyfo” sözcüğü “kılıç” anlamına geliyor. Süryaniler 1915’i, “kılıçtan geçirme” anlamında kullandıkları bu sözlükle tanımlıyorlar. Berzan Boti, gönderdiği mektupta kendi köyünde yaşananlardan dolayı Süryanilerden özür diledi. “Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Hıristiyan azınlıklara karşı gerçekleştirilen 1915 soykırımının yaşandığı yerlerden biri de kendi köyümüz (...) dür” ifadelerini kullanan Boti şöyle devam etti: “Bu soykırım yıllarında köyümüzde katledilen Süryanilerin topraklarına el konmuş, bir kısmı da zorla Müslümanlaştırılmıştır. Bu kararı almadan önce yıllarca düşündüm. Karşılaştığım birçok Süryani ve Ermeni’den bireysel olarak ‘özür’ diledim. Fakat bir türlü atalarımdan bana miras kalan bu utancın verdiği vicdani baskıyı üzerimden atamadım” dedi. Berzan Boti, “Dedemden kalan toprakların Süryanilere ait olduğunu öğrendiğimde bunları geri vermek istedim. Benim ki insani bir tavır, özür dilemek istedim” diye konuştu. Seyfo Center Başkanı Sabri Atman ise araziyi çocukların yararı için kullanmayı planladıklarını ifade etti. Berzan Boti (Behzat Bilek), bugün (13 Mayıs 2009) İsveç Parlamentosu’nda yapılan basın toplantısının ardından arazinin tapularını Seyfo Center Başkanı Sabri Atman’a teslim etti. Berzan Boti, burada gerçek kimliğini de açıkladı. İsveç Hıristiyan Demokrat Partisi’nden Annelie Enochsson’un ev sahipliği yaptığı basın toplantısında katılımcı olarak milletvekilleri, uluslararası hukuk uzmanları ve tarihçiler de birer konuşma yaptı. Kaynak: http://www.suryaniler.com/haberler.asp?id=566 http://www.seyfocenter.com kızılbaş - sayfa 64 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Soykırım yaşayan Anadolu halklarından ve inançlarından özrümdür Soykırımın yüzüncü yıldönümüne iki sene kala bu alandaki etkinlikler de gün be gün artmaktadır. Devleti özüre götürecek bu etkinlikler ve ufak kıvılcımlardır. Hiç şüphesiz bu kıvılcımlardan bir taneside sevgili arkadaşımız Zeynep Tozduman'a aittir. Yazısını aşağıya alıyoruz: • Sizlerden, soykırımdan günümüze değin, sessiz kaldığımız her gün için özür dilerim. • Anayurtlarınızdan, Deirzor çöllerine tehcir adı altında sürdürüldüğünüz için özür dilerim. • 1,5 milyon insan Anadolu coğrafyasında hunharca katledilirken, dedelerimizin katillerle işbirliği yaptığı için özür dilerim. • Kızlarınızın umutlarının, çeyiz sandığına gömüldüğü için özür dilerim. • Mezarsız ve kefensiz ölüleriniz için özür dilerim. • Kelime darağacınıza “dönme” sözcüğünü soktuğumuz için özür dilerim • Kızlarınızın, kadınlarınızın namusları kirletildiği, zorla Kürtleştirilip, Türkleştirildiği, Alevileştirildiği ve Müslümanlaştırıldığı için özür dilerim. • Yaşamak için sizleri nar taneleri gibi Diaspora’ya ve ABD’ye göç ettirmek zorunda bıraktığımız için özür dilerim. • Sürgünde anavatan hasretiyle, yüreklerinizi dağladığımız için özür dilerim. • Çocuklarınıza, en temel insan hakkı olan, kendi anadilinizde isim-soy isim ve eğitim verdiremediğimiz için özür dilerim. • Evlerinize, bağ, bahçelerinize, arazilerinize, ticarethanelerinize el koyup sermayeyi millileştirip; bu ülkeye ırkçılık hastalığını inşa ettirdiğimiz için özür dilerim. • Ekonomik, kültürel, siyasal soykırım yaşayan yerli halkları yok sayarak, görmemezlikten geldiğimiz için özür dilerim. • İnanç ve kutsal mabetlerinizi (Manastır, Kilise, Sinagog, Cem evi v.b. gibi) zorla kamulaştırıp, camiye, ahıra, müzeye, Kültür merkezine v.b. gibi, çevirdiğimiz için özür dilerim. • Soykırımdan sağ kalanlarınızın ana dilinde rüya görmesini engellediğimiz için özür dilerim. • Yüzyıldır bu ülkede her sabah sizlere “Ne Mutlu Türküm” diye ırkçılık yaptığımız için özür dilerim. • Varlığınızı, cellâtlarımıza zorla armağan ettirdiğimiz için özür dilerim. • Anadolu halklar bahçesini, halklar mezarlığına çevirdiğimiz için özür dilerim. • Bir “Sarı Gelin” türküsündeki hüznün, soykırımın hüznü olduğunu çok geç anladığımız için Özür dilerim. • Biz Türklerden çok evvel ‘’bu topraklarda yaşayan’’, ülkenin en yerli halklarını ve inançlarını yok ederek, ülkeyi tek tipçiliğe kurban ettiğimiz için özür dilerim. • Bu ülkeyi insanlık cenneti değil, katliamlar cennetine çevirdiğimiz için özür dilerim. • Başta ülke genelinde ve yaşadığım şehir Symrna (İzmir)’de olmak üzere Agop’ları, Kuryakos’ları, Samuel’leri, Ani’leri, Maria’ları, Sarkis’leri, isimleriyle birlikte, insanlığımızı da tarihe gömdüğümüz için özür dilerim. • Bin dört yüz yıldır nefret ve insanlık suçu işlediğimiz için özür dilerim. • Faşizmin bir gün gelip de, bizi de bu ülkede vurmak isteyeceğini bilemediğimiz için özür dilerim. • Ret – inkâr ve asimilasyon politikalarına yüzyıldır dur diyemediğimiz için özür dilerim. • Özellikle, son yüzyıldır Ermenilere, Süryanilere, Pontus Rumlara, Yezidilere, Alevilere yapılan soykırımlarda insan olamadığımız için özür dilerim. • Soykırım yapıldığında sizlere ve insanlığımıza sahip çıkamadığımız için, 24 Nisan soykırım kurbanlarını anma gününde, bir kez daha saygıyla eğilip özür dilerim. ZEYNEP TOZDUMAN http://www.seyfocenter.com/index. php?sid=10&aID=527
Benzer belgeler
2013-12 Kizilbas 33
Sayfa 31 - Hepimiz kardeş değiliz ................................. Cahit MERVAN
2013-11 Kizilbas 32
kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. b...