Yağmurlu günlerden biriydi bu yazın sıcak vaktinde
Transkript
Yağmurlu günlerden biriydi bu yazın sıcak vaktinde
Yağmurlu günlerden biriydi bu yazın sıcak vaktinde. Sorgulanmamıştı belki ama yıllardan beri yazın yağmur görülmemişti bu sıcak memlekette. Yağmur yavaş yavaş çiseliyordu ama belli ki arkasında bir ordu yağmur damlası mızraklarını çekmiş saldırmak için tüm kararlılıklarıyla bekliyordu. Nerden mi belliydi, nerden olacak gösterebileceği tüm düşmanlığıyla yüzlerini karartmış saf ama güçlü bulutlardan. Kimse gelecek yağmuru önemsememişti belki de, yaz vaktidir yağmur iyi gider bu sıcakta diye düşünmüşlerdi hatta; ama o düşünmüştü bunu, bir şeylerin değiştiğini düşünmüştü o çocuk kafasındaki hayal gücüyle. Kim bilir ne hikayeler kurgulamıştı kafasından ve de eğlenmişti bu hikayeleriyle. Ama düşündüğü bir şey vardı ki tek gerçek oydu o hayalleri arasında, bu yağmur olağan değildi bu yaz döneminde ve evet kesinlikle bir şeyler değişiyordu. Peki, ama kimdi bu çocuk? O sadece bir çocuktu yaşıtları gibi sadece sıradan bir çocuk. Adı Salih’ti, kişiliğinin olduğu gibi. Ve sadece 9 yaşındaydı; ama bitirmek de üzereydi, yani neredeyse 10’a basacaktı, kendine göre koca adam olacaktı. Aynen böyle düşünmüştü 10 yaşına gireceğini hayal ederken, evet koca adam olacaktı. Salih çevresince sevilen çok şirin yüzlü, cam gibi parlayan mavi gözlü, hafif sıska, yaşıtlarının boylarındaydı. Saçları ise hafif uzundu, koşarken dalgalandığını hissedecek kadar, ama öyle kız saçı gibi de değil yani hafif uzun, kimsenin onu kıza benzetemeyeceği kadar. Tabi her çocuğun da sevdiği gibi o da oyun oynamayı çok severdi haliyle. Ve arkadaşlarıyla beraberken de çoğunlukla saklambaç oynarlardı. Ne güzel bir çocuk klasiği değil mi? Salih evinin balkonundaydı, yaklaşan yağmuru gördüğünde. Bir kedinin avına sinsice yaklaşması gibi yavaştan atıştırarak başlamıştı yağmur dışarıdaki gafil insanları avlamaya. Salih öylece bekleyip izlemeye karar vermişti. Yapacak bir işi yoktu zaten, aslında oynayacak oyunu yoktu diyelim. Zaten bir çocuk tek başınayken ne oynayabilir ki? Eğer zeki bir çocuksa, Salih gibi, yaşamını bir oyuna çevirebilir. Salih de böyle zeki bir çocuktu ve kendine çevresinde bulunan her şeyden bir oyun çıkarabilirdi. Mesela bir misafirlikte sıkıntıdan patlarcasına otururken, büyüklerin o çok önemli sandıkları dertlerini yapabilecekleri tek şey buymuşçasına birbirlerine anlatıp dertlenmelerini dinlerken o halıya bakmıştı bir defasında ve deseni çok ilgisini çekmişti. Sonra halıya kafasında tasarlayıp birbirleriyle şekil oluşturan desenleri filan bulmaya çalışmıştı ve gerçekten de eğlenmişti bundan ve tüm çocuk saflığıyla gülümseyivermişti. Evet, ona göre böyle bir oyun ona göre büyüklerin birbirlerine bir şeyler anlatıp vakit geçirmesinden daha önemliydi. Yani sonuç olarak; hayatta yaptığın bir şey seni gülümsetmiyorsa onu yapmaya devam ederek yaşamanın ne mantığı var değil mi? Ve yine kendine bir oyun bulmuştu, aslında tam bir oyun değildi ama o, ona vaktini eğlenerek geçirtebilen her şeye oyun diyordu. Yağmur yavaş yavaş hızlanırken yanında şemsiyesi olmayan insanları izliyor ve sayıyor, onların yağmurdan koşarak kaçışını her gördüğünde gülümseyiveriyordu. Bunu onların kötülüğünü istediğinden ya da içinde nefret dolu bir ruh olduğundan değil sadece o anı aklında karıncaların koşuşu gibi hayal ettiğinden gülümseyiveriyordu. Evleri 9 katlı apartmanın 8. katında olduğu için bunu hayal etmede güçlük çekiyor olmasa gerek. Evet, Salih böyle bir çocuktu basit şeylerle eğlenebilen ve her çocuk gibi saf ve temiz. Onu bekleyen her şeyden habersizce ve umarsızca yağmurun seremonisini dinleyerek oyun olarak adlandırdığı şeye devam etti. *** Akşam karanlığı yavaştan çökerken semaya yağmur normal bir hızda devam ediyordu yağmaya. Salih kendini eğlendirmek için yaptığı oyun onu artık eğlendirmez olunca sıkıldı ve içeri salona geçti. Günün hafta içi olmasından dolayı anne ve babası işteydi ve bu yüzden evde yalnızdı. Normalde bu yaşlardaki bir çocuğun evde yalnız bırakılması doğru bir şey olmasa da Salih’in velilerinin yapabileceği pek bir şey yoktu yani. Bakıcı için çok büyüktü ve her ikisi de çalıştığı için böyle olması gerekiyordu ve Salih de alıştığı için durumdan kimse şikayetçi değildi. Sessizlik Salih’ in canını sıkmaya başlamıştı şimdi. Televizyonu açmak istemiyordu; çünkü saat 19.00 civarıydı ve bu saatte -ona göre-can sıkıcı haberlerden başka bir şey olmazdı. Belki birilerini bulabilirim ümidiyle aşağı inmeyi düşündü. Tabi ki anahtarı almayı unutmadan bir umutla asansöre atlayıp aşağı iniverdi. Saklambaç onun en sevdiği oyunlardan biriydi ve saklambacı da en çok bu saatlerde oynamayı severdi, güneşin battığı ve kızıllığı ile ruhunuzu sanki temizleyen bir güç yaydığı saatlerde. Ama ne yazık ki bir an yağmurun yağdığını ve bulutların onun güneşi görmesine izin veremeyecek kadar kara ve yoğun olduğunu unutuvermişti bir anlık oyun heyecanın sevinciyle. Ve bunu apartmanın kapısına geldiğinde anlamıştı. Karşısında yavaş denilebilecek bir hızla yağmayı sürdüren yağmuru ve güneşe hasret kalmış kapkara gökyüzünü görünce bir an sanki içi karanlıkla dolmuş gibi kendini kasvetli hissediverdi. Neyse ki o kadar çok her şeye üzülen bir tip değildi Salih. O etki sadece bir anlık acı gerçeğin tecrübe edilmesinden gelmişti ve geçmişti. Bir an içinde yağmura çıkmak ve yağmurdan kaçarcasına koşmaya çalışmak geldi , bu sayede kendini koşuşturan bir karınca yerine koyabilecekti. Bunu düşünürken gülümseyiverdi, bu sahip olduğu hayal gücü onun en güzel oyuncağı idi. O an kapının önünde yağmuru izleyen birinin olduğunu gördü, daha doğrusu bir çocuğun. Hey, deyiverdi içinden, ben bu çocuğu tanıyorum. Elbette tanıyordu onu, o en yakın arkadaşı Esat idi. “ Hey Esat bu soğukta ve yağmurda ne yapıyorsun dışarıda ?” Salih ile aynı sınıfta okumaktadır Esat. Hafiften sarışın olması ve gözlerinin kapkara olması dışında boy ve kilo gibi yapısal özelliklerden Salih’e bayağı benzemektedir. Düşünce boyutundaysa ikisinin de aklı oyna iyi basmaktadır; fakat Esat Salih gibi çevresindeki olayları veya nesneleri bir oyuna çevirme şeklinde bir yeteneğe sahip değildir. O da en çok saklambaçtan hoşlanmaktadır. Esat yağmuru izlerken yavaşça arkasına döndü ve bir iki saniye Salih’e baktı öylece. Gözlerinde bir duygunun ışıltısı varmış gibiydi. Sanki yağmuru izlemek o an yapabileceği en güzel şeymiş gibi hissettiğini andırıyordu gözleri. Sanki yağmurda farkında olmadan çok özel bir şeyi görmüş ama bunu birine anlatma ateşi ile parıldıyordu gözleri. Ama bunların hiçbirini fark etmemişti Salih, o sadece sorusunu sormuş ve onu bir iki saniyeliğine süzen arkadaşına aynı şekilde reaksiyon vermişti. “Hiç,” sanki bir anda derin bir uykudan uyanmış gibi deyiverdi Esat “öyle yağmuru izliyordum. Belki birileri vardır da bir saklambaç filan oynarız diye aşağı inmiştim.” Birbirimize ne kadar da benziyoruz, diye düşündü Salih. İkimiz de oyun oynamayı severiz. Ve genellikle de Esat ile beraber dolaşıyorum okulda ve diğer yerlerde. Aynı apartmanda oturuyor olmamız, beraber olma imkânımızı arttırdığı için mutluyum bayağı. Salih niye bilmiyordu ve belki de farkında değildi; ama Esat’ı bayağı seviyordu. Taşınacak olsalar sırf bu yüzden ailesine karşı çıkabilirdi. Onlar bir bakıma ruh ikizi gibiydiler. Salih’in de düşünürken fark ettiği gibi hep beraber dolaşıyorlardı. Bazen sokak aralarında kames top ile maç yaparlardı ve genelde ikisi aynı takımda oynarlardı. Aslında buna maç demesek de savaş desek daha doğru olur; çünkü orda futboldan çok kimin kime daha çok vurduğu ön planda oluyordu. Bacağına gelen bir tekmeyle ağlayan çocuklar, hırs yapıp intikam için bilerek atılan bir tekmeden sonra çıkan tartışmalar hatta kimi zaman da kavgalar… Anlayacağınız ortalık tam bir curcuna. Böyle zamanlarda kavga çıktığı zaman Esat her zaman Salih’i korumuştu. Salih’ den daha mı güçlüdür bilinmez; ama Salih’in kavgacı bir kişiliği yoktu. Genelde böyle zamanlarda kenara çekilir ve izlerdi hatta bazen de hayal gücüyle olayı başka bir şekilde düşünüp kendine bir eğlence bile çıkarırdı. Ama kimi zaman o orada öyle beklerken biri ona sataşırdı, işte böyle vakitlerde Esat koşarak gelir ve sataşana vurur, sataşan çocuğun arkadaşı gelir Esat’a vurur, bu arada onları ayırmaya çalışan Salih kim vurduya gider ve orada bir zincirleme yumruklaşma olurdu. Ama velâkin, olayın sonunda hepsi barışmış olur ve Salih ve Esat kolları bir diğerinin omzunda apartmanlarına doğru yola koyulurlardı. Salih apartmanın kara kapısını açarak dışarıya çıkar ve bir süre Esat ile birlikte yağmuru izlerler. Ne şirin bir ikili değil mi? Yağmur saatlerdir aynı hızla yağmaya devam ediyordur bu sıcak yaz gününde. “Yağmur,” diyerek konuşmaya başladı Salih “garip değil mi bu yaz sıcağında Adana’da? Fark ettin mi bilmiyorum ama öğlenden beri yağıyor. Ne zaman durur sence?” “Başladığından beri durmaması benim de dikkatimi çekti; ama bence bu gece durmayacak. Sesini dinleyerek uyumak çok hoşuma gidiyor niyeyse.” “Belki de” dedi Salih “ hiç durmayacak!” . Bunu söylerken yüzüne gizemli bir ifade vermişti ki şu yağmur vaktinde bir şey yapamayan çocuklara bir eğlence olsun diye. “Belki de,” diyerek Salih’in uydurma hikâyesini sürdürdü Esat “ Tüm dünyayı sular altında bırakıp bizi yutuncaya kadar durmayacak. “ Sonra ikisi de gülüştüler bir anda. Hayal güc ü bir çocuk için her şeydi. Salih hayal gücü olmadan kendine oyun üretemezdi. Ve hayal gücü ancak bir çocuk saflığıyla birleşince hoş, güzel ve şirin olabiliyordu; eğer ki kötü bir zihniyetin esaretindeyse hayal gücü, belki de dünyayı yıkabilen bir silah oluyordu ya da yıkmasa bile yıkabilen silahlar üreten bir makine. Sizce bir çocuk hızlı yağmayan bir yağmurla karşılaşınca ne yapar? Ne olacak, yağmuru yiyebileceği bir yere geçer; ya öylece başını kaldırıp aptal bir ifadeyle yüzüne düşen yağmur damlalarını izler ya da yağmurun altında bir oraya bir buraya amaçsızca koşturur. Peki, o zaman, bu yağmurda yapacak bir şey bulamayan Salih ve Esat ne yapacak? Tabi ki her çocuğun yapacağı gibi, o iki seçenekten birini hayata geçirecek. Aynen öyle de oldu. Yan yana duran ikisi sanki zorundalarmış gibi bir an birbirlerine bakıverdiler. O an ikisi de aynı şeyi düşünmüştü: Niye bekliyoruz ki? Ve o an ikisi de apartmanın bahçesine koşturur ve deliler gibi koştururlar yağmurun altında apartmanın çevresinde. *** Vakit ilerlemektedir ve akşam karanlığı çökmüştür. Hafiften esmer ve uzun siyah saçlı adam gökyüzüne ve yağan yağmura bakar Salihlerin apartmanın yakınındaki bir sokakta. Yağmur kimseye aldırış etmeden ve pes etmeyeceğini göstermek istermişçesine yağmaya devam ediyordur. Ve adam bakar yağmura bir bilim adamı ifadesiyle incelermişçesine. Hayır dermişçesine başını sallar ve içinden kısık bir sesle : “ Vakit henüz gelmedi” der. “Vakti geldiği zaman neler olacağını ben bile bilmiyorum” der hafiften esmer adam sanki yanındaki birisiyle konuşuyormuşçasına. *** Yağmurun altında koştura koştura vakti akşam yapmışlardı; iki her şeyden habersiz çocuk. Durmaları için bir sebep lazımdı onlara; yoksa bu akşam karanlığında ıslak ıslak koşmaya devam edeceklerdi. Ve beklenen sebep bir anda geliverdi. Yağmur bir anda yavaşlayıp daha hızlandığı bile görülmeden kesilmişti. Oysaki Salih ve Esat’ın hayal ettiği bundan çok farklıydı. Onlar öyle hayal ve eğlencesine de olsa yağmurun hiç yoktan bu gece de devam etmesini istemişlerdi. Yağmurun durmasıyla ortada deliler gibi koşturan çocuklar bir anda durdular ve senkronize bir şekilde önce isyankar ve sorgulayıcı bir bakışla kafalarını kaldırıp gökyüzüne sonrasındaysa üzgün ve yıkılmış bir ifadeyle beraber vakar dolu bir gözle birbirlerine baktılar. Bu bir hayalin ve oyunun sonumuydu yoksa her şey daha yeni mi başlıyordu? “Ya niye durdu ki şimdi bu ?” diye ağlamaklı bir sesle sordu Salih. Yapacak bir şey yoktu şimdilik koşuşturmaca oyunu şimdilik bitmişti. En azından Esat öyle düşünüvermişti; ama Esat zeki bir çocuktu ve yağmurun tekrar başlama ihtimalini unutmamıştı. Hem üstüm ıslanacağı kadar ıslandı, diye düşünüyordu şimdi, eğer yağmur tekrar başlarsa üstüm ıslakken onu tekrar kaçırmak istemem, bu yüzden dışarıda biraz daha takılsak iyi olacak gibi duruyor. Bu ne biçim bir inanmışlıktı bir oyun olarak gördükleri ıslanma için. Bu çocuklar cidden bu işin erbabı gibi görünüyordu. Bir ıslanma fırsatını kaçırmamak için ıslak ıslak, hasta olma pahasına, bu akşam karanlığında dışarıda kalmayı göze alabiliyorlarsa; bu cidden onların bu işe inanmışlığını gösteriyordu. Pes etmek yoktu, yola devam vaktiydi. “Salih,” dedi Esat “ Gel biraz gezelim ıslak ıslak iyi gider.” “Ama,” diye başladı Salih düşünen bir edayla “Çok geçmeden annem ya da babam gelir ve bu saatlerde dışarıda olmamın hiç hoşlarına gideceğini zannetmiyorum.” Esat zeki olmasının yanında kurnaz bir çocuktu da ve ayrıca yağmurun altında ıslanmak en sevdiği şeylerden biri olduğu için bunun peşini bırakmayacaktı. “ Hadi ama kırma beni Salih. Hem şu ilerdeki sokakta belki bir iki kişi daha vardır da saklambaçta oynarız, hem de tam vakti, karanlıkta sinsice saklanmayı sevdiğini bilmediğimi mi sanıyorsun?” Esat iyi bir noktadan yakalamıştı Salih’i. Salih birazcık düşünüyordu şimdi; ama çok kararsız kalmıştı. Saat şu an sekiz, dedi içinden Salih, annem ile babamsa dokuzdan önce gelmezler genelde. Sabahtan beridir canım da saklambaç çekiyordu, zaten bunun için aşağı inmemiş miydim? “Olabilir; ama çok durmayacağız, tamam mı?” “Tabi ya, sen nasıl istersen.” dedi Esat ve istediğine kavuşan biri edasıyla gülümsemişti; ama Salih fark etmedi bunu, onun aklı karanlıklar içindeki saklambaca gitmişti. Apartman bahçesinden ayrıldılar ve genelde birlikte maç filan yaptıkları arkadaşlarını olduğu sokağa doğru yola koyuldular. Daha akşamın erken saatleri olduğundan bakkal ve diğer dükkânlar açık, sokaklarda da daha insanlar vardı, yağmurun durmasından rahatlamış ve bir an önce evlerine varmaya çalışan insanlar. Salih ve Esat sessiz bir şekilde yürüyerek o dedikleri sokağa doğru yol alıyorlardı. İkisi de konuşmuyordu; çünkü ikisinin düşüneceği şeyler vardı. Biri saklambaçta nereye saklanacağını düşünüyordu, diğeriyse yağmurun tekrar başlamasını. Bunlar dokuz yaşındaki çocuklar için çok önemli şeylerdi yani. Gittikleri sokak kendi evlerinin bulunduğu sokağın bir paralelindeydi. Bu yüzden varmaları birkaç dakikalarını bile almadı. Uzaktan iki çocuğu hemen fark etmişlerdi. Tam kim olduklarını çıkaramasalar da iki çocuğun orda olması onları sevindirmişti ve ayaklarına koşmak için bir sebep vermişti. Bu yüzden oraya varmaları çok sürmedi. Oradaki çocuklar iki kardeşti aslında ve üstlerine bakılırsa onlar da yağmur altında koşturmuşlardı. Birinin adı Ahmet idi ve hafif tombiş bir yapısı vardı, hani olur ya kısa boylu ama yüzü ve etleri dolgun, yuvarlak bir beden; işte tam öyle şirin bir tombiş çocuktu Ahmet. Kardeşinin adı ise Nisa idi; Nisa’nın ise klasik bir şekilde ince bir bedeni vardı. Saçları uzun ve siyah, arkadan atkuyruğu yapılmış bir şekildeydi ve bebeği andıran bir yüzü ve gülümseyişi vardı Nisa’nın. Bu dört çocuk okulda aynı sınıfta okuyorlardı. Ahmet diğerlerinden bir yaş büyüktü; ama bir sene geç başladığı için diğerleriyle aynı sınıftaydı. Salih ve Esat ile yakın arkadaşlardı bu kardeşler ikilisi. Ve aynen tahmin edeceğiniz gibi, yakın arkadaşlardı çünkü birçok saklambaç oyununda beraberdiler. “Ne geziyorsunuz bu saatte dışarıda buralarda?” diye boğuk ve biraz da yorgun bir sesle sordu Ahmet. “Biz de aynı soruyu size soracaktık aslında.” diye karşılık verdi Esat. “Burası bizim apartmanın önü sizinkinin değil, siz buraya başka bir yerden geldiğinize göre böyle bir şey soramazsınız.” diye karşılığını verdi Esat’ın Nisa hafiften ince ve narin ve de hoş bir ses tonuyla. Bir an yüzünde sanki üstün gelmenin verdiği bir ifade oluşmuştu sanki. Bu çocuklar hep böyleydi. Saçma bir konu üstünde tartışır ve kim üstün gelecek diye uğraşırlardı. Aman büyükler sanki onlardan farklı mı; vatan millet meselesi derler bir konu açarlar kimsenin üstün gelemeyeceği bir tartışmaya girerlerdi. Hiç değilse bu konuda çocuklar onlardan üstündü, birinin galipliğini utanmadan kabul edebilirlerdi. “ Aslında,” diye giriş yaptı konuşmaya Salih “ canımız sıkıldı yağmur durunca ve düşündük ki bizim güzel arkadaşlarımız vardır burada, onlarla bir saklambaç oynarız demiştik. “Ama mademki bizim bu saatte dışarıda olmamamız lazım imiş ,” yüzünde hınzır bir gülümseme belirerek devam etti Salih, “bizde gideriz o zaman kendi apartmanımızın bahçesine.” Son kelimeleri de vurgulayarak söylemişti. Onları gafil avladıklarını anlayan Nisa ve Ahmet gülümseyiverdi. Saklambaç denildiğinde orada duracaksın işte. Onlara nasıl git diyebilirlerdi ki şimdi? “Biz öyle bir şey demek istemedik aslında,” diye devam etti Nisa “ biz sizi düşünüyorduk. Yani akşam vaktidir, geçtir; hani anne babanız kızmasın diye.” “ Ya tabi tabi öyledir.” diye inanmamış bir ifadeyle karşılık verdi Esat. “Evet, ne bekliyoruz o zaman?” diyerek bu konuşmaya bir son verdi Ahmet “ haydi saklambaca.” Diye bağırarak da tamamladı. Artık oyun vaktiydi, konuşmalar biter ve herkes oyuna odaklanırdı. Tabi öncelikle kimin ebe olacağı mevzusu vardı. Bunu seçmek için de çocukların türlü türlü tekerlemeleri ve el oyunları vardı. Taş, kağıt, makas; yukarı, aşağı ve sayısı bilinmeyen miktarda tekerlemeler. Tabi her zaman bir itiraz olurdu. Ee yani nasıl olmasın; herkes ilk başta nasıl saklanacağını düşünürken bir bakmışsın, bu akşam karanlığında ilk ebe sen olmuşsun. Sonradan ebe olmanın bir sorunu yok; ama ilk ebe olmak en kötü şeydir saklambaçta; çünkü kimin nereye saklandığını, özel ve gizli yerlerini göremeden başlarsın. Ama o an oyundaysan, kimin nereye saklandığını görür ve ebe olduğun zaman o yerler konusunda daha dikkatli olabilirsin. Tabi bir de o anki üzüntü var, düşünsene şuraya saklansam kesin kandırırım diye düşünürken kendini ebe buluyorsun, müthiş bir istekle oyunda olmayı hayal ederken. İşte bu sebeplerden genelde ilk ebe seçiminden sonra bir itiraz olurdu hep. Yok ben bunu kabul etmiyorum, yok sen eksik söyledin, siz anlaştınız ben gördüm birbirinize işaret yapıyordunuz… Gibi bir sürü itiraz yolu vardı, çocuklarda. Aslında onlarda biliyorlardı ne kadar itiraz etseler de bir şeyin değişmeyeceğini; ama yine de öylesine konuşuyorlardı. Düşünsenize ebe siz olmuşsunuz ve itiraz ediyorsunuz ve karşınızda ebelikten kurtuldukları için sizi desteklemeyen bir sürü çocuk var. Sonuç olarak ne kadar itiraz etseler de paşa paşa ebeliğe geçerlerdi. Ve ebe seçim vakti gelmişti her zamanki gibi. Fırtına öncesi sessizlik hâkimdi şimdi ortama. Sanki silahlarını çekip birbirlerinin gözlerine bakan silahşorlar gibi birbirlerini izliyorlardı şimdi. Seçim yukarı mı aşağı mı ile olacaktı ya da diğer adı ile ters mi düz mü ile. Çok basit bir seçim yoluydu, önce herkes elini arkada tutar ve sonra herkes aynı anda ellerini ortada ters ya da düz yaparak buluştururlardı. Herkesinkinden farklı olan ebe olurdu genelde, bazen de o dışarı çıkar diğerleri yapmaya devam ederdi bir kişi kalıncaya kadar. En son iki kişi kalınca onların seçimi yapabilmesi için elenmişlerden biri dahil olurdu o iki kişiye ve onlardan biri seçilene kadar ters-düz devam ederdi. Genelde birinci metot çok daha kullanışlıydı. Görüldüğü üzere ikinci şekille yapılan bir seçim bayağı uzun sürebiliyordu. Seçim işlemi başlar ve eller arkaya alınır. Birkaç turun sonunda Ahmet’in eli diğerlerinden farklı olduğu için ebe seçilir. Tabi kabul etmesi bir anda olacak bir şey değildir. “Ya haksızlık ya,” diye mızmızlanır Ahmet “ hep beni ebe seçiyorsunuz. Hem ilk çıkan ebe dememiştiniz, baştan yapmalıyız ama.” Tabi o ne kadar mızmızlanırsa mızmızlansın paşa paşa geçecekti. Ebelikten kurtulmuş üç çocuk neden kabul etsinler ki baştan yapılacak bir seçimi ve ebelik riskini. Ve sonuç olarak usul usul geçmişti ebelik mekânına Ahmet. Ebeleme yeri için önce duvarda yuvarlak bir yer belirlediler. Sonrasındaysa ebenin ne kadar sayması ve ne hızda sayması gerektiği için yağlı börek oyunu ve parmak oyunu yapılırdı ama vakit akşamdı ve çok vakitleri yoktu oyun oynayabilecek. Bu yüzden elliye kadar yavaşa yakın normal bir hızda saymasına karar verdiler. Ve Ahmet yerine geçip arkasını dönüp yummuştu gözlerini. Ve oyun başlamıştı artık. *** Artık saklanma vaktiydi akşam vaktinin karanlıklarına. Ebenin aramasını zorlaştırmak için birbirlerinden uzaklaşmalı ve mümkünse diğerlerinin göremeyeceği bir yere saklanmalıydı hepsi. E nede olsa diğerleri de ebe olacaktı ve kimse gizli mekânlarının tespit edilmesini istemezdi. Bu yüzden Salih diğerlerinin gittiği yöne bakıp buna göre kendine girebileceği bir cadde seçti. Bir an gökyüzüne bakıverdi, akşamın karanlığında yağmur pusuda beklerken saklambaç oynamak… İçinde bir coşku hissediverdi, bu kesinlikle zevkli olacaktı. Kimsenin göremeyeceğini düşündüğü bir sokağa saptı. Etraflarındaki insanlar kendisine bakıyordu bazen; herhalde bu saatte dışarıda olmaması gerektiğini düşünüyorlardı. Onlara aldırış bile etmeden aklından planladığı saklanma noktasına doğru ilerliyordu; garip bir şekilde sokaktaki insanlar azalmaya başlıyordu. Aklındaki yer terk edilmiş çok eski, harabe bir evin bahçesiydi. Gündüz sürekli yanından geçerlerdi ve birkaç kez daha saklambaçta saklanma yeri olarak kullanmıştı orayı. Gerçi biraz uzak, diye düşündü ama yapacak bir şey yoktu artık aklından orada saklandığında yapacağı şeyler hakkında onlarca plan yapmıştı şimdiden; onların boşa gitmesine izin veremezdi. Bulunduğu sokaktan tam aşağı inince sağ tarafta yolun karşısında kalıyordu ebeleme yeri, öncelikle buradan biraz uzak olsa da ebeleme yerini görebiliyordu-çok zorlaması gerekiyordu, bir nokta var oradan apartmanların arasından bakınca ancak gözüküyordu- . Tek yapması gereken bir iki dakika ebenin sabrının taşmasını beklemekti, ebelerdeki genel özellik buydu önce birkaç dakika yerinden insanları bulmaya çalışırlardı sonraysa dayanamazlar ve aramaya çıkarlardı, tabi hız önemli faktördü, bu yüzden Ahmet’in sabrının taşması daha uzun sürecekti pek hızlı koşamadığından. Bu bekleme anından sonra saldırı başlayacaktı taktikler işleyecekti ve galip olan açığa çıkacaktı. Ve eve gelmişti. Camları kırılmış pencereleri, çöplüğe dönmüş bahçesi ve kimi yerleri yıkılmış duvarları ile tam bir harabe idi, tam bir ideal saklanma yeri. İçinde garip bir şeyler hissetti Salih, böyle acıma gibi bir duygu sanki eve acıyordu onun bu yıkık dökük hali içini acıtıvermişti. Şimdiye kadar birçok defa bu evin yakınlarından geçmişti; ama hiç böyle bir şey hissetmemişti. Eve tekrar bir göz attı uzaktan. Karanlıkta ürkütücü duruyordu. İlginç bir şekilde evin yakınındaki sokak lambaları bozulmuştu ve ev tam karanlıklar içinde kalıyordu, biri yakınına gelse bile burada saklanan birini görmesi neredeyse imkânsızdı. Acıma duygusunun yerine ürperti gelmişti. Buraya defalarca gelmişti ama hiç yalnız gelmemişti hele akşam karanlığında hiç gelmemişti. Acaba burayı kullanmasam mı diye içine bir kurt düşmüştü Salih’in, aman dedi sokakta zaten bir sürü insan var ne olacak sanki. Bir an sokağa baktı ve neredeyse bağıracaktı. Az önce yanından bir sürü insanın geçtiği sokakta bir canlı bile kalmamıştı. Bir an ne düşüneceğine karar veremedi, artık burası onun kriterlerinde tehlikeli bir yerdi ve burada duramazdı. Ama nedense eve baktığı ilk andan beri içinde bir dürtü onu eve doğru çekiyordu. Gitmek istiyordu ama aynı zamanda gitmemeyi de. Olduğu yerde kalakalmıştı. Hala bir evin karanlığına dalıyordu gözleri bir de boş sokağı korkuyla inceliyorlardı. Neden bilmiyordu ama ev ona sokaktan daha güvenli geliyordu, içinden bir ses de oraya defalarca girdin niye korkasın ki diyordu. Bomboş sokağın ürkütücülüğüne dayanamayıp karanlık eve doğru yöneldi. Ev küçüktü ama bakımsızlıktan harap olmuş bahçesi genişti. Kapısına doğru yaklaşıyordu- evin pencere kapı benzeri hiçbir şeyi kalmamıştı aslında- içeri doğru bir göz atmak istiyordu ama tek gördüğü karanlıktı başka bir şey değil. Birden sanki içerden bir ses duyuyormuş gibi geldi sanki bir gıcırtı gibi bir ses. Kapıya çok yakındı ama içeriyi göremiyordu, zifiri karanlıktı evin içi. O an donakalmıştı işte, bağırmak istiyordu ama beyni tepki veremez hale gelmişti. Evet emindi bir gıcırtı sesi geliyordu, yavaş yavaş artıyordu sanki. Hatırladığına göre evin içinde böyle bir ses çıkartabilecek en ufak bir şey yoktu. Artık bağırarak koşması gerektiğini hissediyordu herhalde kendi yaşındaki her çocuk aynı şeyi yapardı. Evin içine biraz dikkatli baktı ki artık gözleri karanlığa alışmaya başlamıştı, sanki içerde bir üç tekerlekli çocuk bisikleti vardı. Evet evet, kesinlikle bir üç tekerlekliydi o. Bisiklet yavaş yavaş ilerliyordu sanki. Bu nasıl olabilir diye düşünemeden çığlığı bastı hiçbir şeye aldırmadan. Adrenalini hat safhadaydı. Tüm bu olanlar onu iyice germişti ve bu da son noktaydı, o evin içinde böyle bir şeyi bir defa bile görmediğine adı gibi emindi. Tam arkasına dönüp son hız kaçacakken çığlıktan korkmuş olsa gerek bir kedi fırladı evin içinden çığlık atarmışçasına miyavlayarak. Ve galiba bisikletin yakınından fırlamıştı. Ve bisiklete çarpıp dışarı düşürmüştü bisikleti kedi. Bir an hafif bir rahatlama hissetti Salih. Galiba bisiklete kedi dokunmuştu ve evin içindeki hafif eğimden dolayı gıcırdaya gıcırdaya ilerlemişti bisiklet ta ki Salih çığlık atıp kedi de bundan korkup bisiklete çarpıncaya kadar. Tam da düşündüğü gibi üç tekerlekli çocuk bisikletiymiş. Ufak şirin ama eski bir bisikletti. Herhalde daha önceden dikkatimizi çekmedi hiç diye bu konuyu kestirip atmayı düşünüyordu kafasından; yoksa hayal gücü onu rahat ettirmezdi. En iyisi buradan uzaklaşmak diye düşündü. Eve sırtını dönüp bahçeden çıktı ve sokak hala bomboştu aşağı doğru uygun noktadan bakıp ebenin orada olmadığına emin olup ebe yerine doğru hızlıca ilerlemeye başladı. Hala çok gergindi ve arkasında bir şey yürüyordu sanki. Bir an korkuyla arkaya hızlıca döndü ve baktı ki kedi onu izliyordu. Bir an kedinin o karanlıkta parlayan gözlerini görünce önce bir nefesi kesildi sonra tam bağıracaktı ama tuttuğu nefesini rahatlarmışçasına bıraktı ve kediye gülümsedi. Bir kedinin şirinliği bu kabusta tam ihtiyacı olduğu şeydi. Onu kucağına aldı ve yumuşacık pamuk beyazı tüylere sahip sırtını elleriyle sıvazladı. Şimdi biraz rahatlamıştı ve artık biraz rahat düşünebilirdi. Neden bu kadar insanla dolu sokak boşalıvermişti, o evde de bir gariplik vardı. Eve gitmek istiyorum ve korkuyorum. Offf ne oluyor ya! Korkudan mı yoksa heyecandan mı bilinmez ama gözleri dolmuştu, annesi ve babasının eve gelmiş olma ihtimali de vardı. Ebe mekanına yakındı şimdi ve nedense Ahmet ortalarda yoktu; artık oyunu düşünecek hali kalmamıştı ve tek istediği bir insan görebilmekti. Kucağındaki o yumuşaklığa rağmen hala çok gergindi ve emindi ki biri gelse arkadan ona dokunsa iki metre havaya zıplardı. Ve bir anda tetikleme geldi, biri arkadan tişörtünü çekiştiriyordu. Bir anda bağırarak havaya zıpladı. “Yeter ama ha! Neler oluyor burada ya?!” Kediyi kucağına aldığından beri arkadan ne bir ses gelmişti ne de bir şey görmüştü. Bu yüzden neler olduğunu anlayamıyordu ve artık ağlayacaktı, evet yeterin yeteri vardı. Bu kadar gerginliği o küçük vücudu kaldıramadı ve bardağın kırılıp suyun etrafa dağılması gibi gözyaşları sel olup aktı gözlerinden. Tam bu anda arkadan yumuşacık iç rahatlatıcı bir çocuk sesi geldi. “Ne olur gitme oraya. Lütfen sana yalvarıyorum !” Bir anda gözyaşları duruvermişti ve korka korka biraz da merakla arkaya döndü. Arkasına döndü ve gördüğü şey onun bir an nefesini kesmişti ve aynı zamanda onu rahatlatmıştı da. Arkasında, o üç tekerli ufak çocuk bisikletinin üstüne binmiş 5-6 yaşlarında ufacık bir kız çocuğu vardı ve tişörtünden onu güçsüz kollarıyla çekiştirmeye çalışıyordu. Olay o kadar karmaşık bir hale gelmişti ki şaşkına dönmüştü. Bu kızın nerden çıktığına mı korksun yoksa o şirin mi şirin küçük kızın kendini çekmeye çalışmasına mı gülsün? Kız da o kadar şirindi ki… Uzun, sarı, kıvırcık saçları ve deniz mavisi gözleri ve zayıf ve küçük vücuduyla o bisikletin üstünde çizgi filmden fırlamış bir karakter gibi duruyordu. “Ya gitme oraya lütfen.” Kendine gelmesi lazımdı şimdi. Arkasına tam döndü ve artık cidden biraz rahat hissediyordu. Sanki çocuk etrafa huzur gibi bir şeyler yayıyordu. “Şirine sen nerden çıkıverdin ya? Ürküttün beni.” “Özür dilerim abicim. ”dedi ve yüzüne üzgün bir ifade verdi. Ay,ben bu kızı yerim dedi içinden Salih. Bu kadar mı şirin konuşulabilirdi ya? Onun üzülmesine dayanamam ben ya. “Yapma öyle yüzünü, sana yakışmıyor. Özür dilemene de gerek yok. Söyle bana şimdi nerden çıktın, hem o bisikleti nerden buldun?” Şimdi tekrar gülümsüyordu küçük kız. “ Bu benim bisikletim, bir yerden bulmadım ki. Kedimi aldığından beri seni izliyorum. Lütfen oraya gitme, lütfen…” Kucağındaki kedi kıza doğru hopladı ve onun kucağına iyice bir yayıldı ve rahatlamış gibi mırlamaya başladı. Küçük kız da onun başını okşadı, karnını da sıvazladı ve kedi iyice bir rahatlayıp mırlamayı sürdürdü sakince. “Kedime iyi baktığın için teşekkür ederim. Senin iyi biri olduğunu söylüyor.” Salih artık bir şey anlamıyordu. Neler oluyordu bugün ya! Önce o yağmur, sonra sokakta ve evin orda olanlar, sonra da nerden çıktığı belli olmayan bu kız ve kedisi. En iyisi işi akışına bırakmaktı. “Oraya neden gitmememi istiyorsun ki? Orda ne var? Hem ora dediğinden yer de neresi?” Ebe yerinin oradan dönen bir sokak vardı. Küçük kız orayı işaret ediyordu. Buradan sokağın ilk kısmı dışında bir yer gözükmüyordu. “Orda ‘o’ var! ‘O’ bizi sevmiyor, ‘o’ bizi istemiyor! ‘o’ bizi incitecek! ” O’ları vurgulayarak söylemişti ve yüzünde dehşet dolu bir ifade vardı. Korkmaya başlamıştı ve bu korkuyla bisikletle gerilemeye başlamıştı. Ve sanki dokunsan ağlayacakmış gibi vücudu kasılmıştı, sanki dokunsan tüm sahneyi paramparça etmiş gibi dağılacak ve hüngür hüngür ağlayacaktı. Salih kızı hemen omuzlarından tuttu. Onu rahatlatması gerektiğini hissediyordu, neden bilmiyordu ama sanki kız sakinleşmezse çok kötü şeyler olacakmış gibi hissediyordu. Aynı zamanda kız onun rahatlamasına yardımcı olmuştu, şimdi sıra ondaydı. “Bana bak, hadi lütfen bana bak. Sakinleş, unut her şeyi sakinleş, hadi kendine gel. Sadece ikimiz varız, başka kimse yok. Hadi lütfen sakin ol bak gözlerime ben varım başka kimse yok. Kimse seni incitmeyecek. Ha şöyle sil gözyaşlarını kendine gel.” Kız biraz sakinleşmişti; ama artık ne hissettiyse gözleri dolmuştu. Salih bir peçete çıkartıp gözyaşlarını sildi kızın. “Sil gözyaşlarını sana gülümsemek yakışıyor. Şimdi bana sakince, hiç gerilmeden, kendini kasmadan anlatsana olanları.” “Orda, orda…” diyerek o sokağı gösteriyordu kız hıçkırıklarla “O orda, yeni avını arıyor.” Av kelimesi nedense bir an içini ürpertmişti. Nedendir bilinmez ama galiba şu ortamda galiba duymaması gereken kelimelerin başında geliyordu. “O kim? Ne avından bahsediyorsun?” “O mu? O avcı ve avına doğru gidiyor, sinsice ve usul adımlarla ilerliyor. Avın kaçma şansı yok. Bir daha göremeyeceği sevdiklerine asla veda edemeyecek av. Gözyaşlarına mahkûm, karanlıklara arkadaş, acılaraysa yoldaş olacak. Av artık burada olmayacak, onun vakti doldu. ” Bir an öfkelenmişti küçük kız. Bakışları derinleşip garipleşmiş ve kıvılcımlar saçıyordu, tüm bunları da bir çırpıda bağırarak söylemişti ve hızlı hızlı nefes alıyordu şimdi. Sanki bir şeyler onu rahatsız ediyordu. “AV ARTIK YAŞAYAMAYACAK!” diyerek olanca gücüyle boğazını yırtarcasına bağırdı ve bisikletten inip yukarıdaki harabe eve doğru arkasına dönmeden koşarak uzaklaştı. Kediyse bağırışlardan bir an korkup aşağı atlamıştı, şimdiyse kızın arkasından koşarak onu takip ediyordu. Salih donakalmıştı. Küçük bir kızın asla söyleyemeyeceği cümlelerdi bunlar. Ayrıca bu av meselesi onu endişelendirmeye başlamıştı. Ya bu ‘av’ diye nitelendirilen şey arkadaşlarından biriyse? Ya arkadaşları tehlikedeyse? Salih bunları hayal ediyordu ama bir tehlike varsa bunun kendisini de etkileyebileceğinin farkında değildi. Tek düşünebildiği arkadaşlarını zararsız bir halde görüp mutlu mesut, oyun bayağı zevkliydi diyerek eve dönmekti. Kızı unutup koşarak o sokağa doğru koşarak gitmeye başladı. Sokağa yaklaşır yaklaşmaz havada bir değişiklik hissetti. Sokağa yaklaştıkça hava git gide soğuyordu sanki. Bir an içine yayılana ürpertici soğukluk titremesine sebep oldu; ama durmadan yoluna devam etmek zorundaydı. Oraya yetişmesi gerektiğini hissediyordu. Sokağın giriş kısmına gelmişti. Biraz korkarak biraz da merakla sokağı taradı gözleri. Korku tokmak olmuş bir davul misali kalbine güm güm diye vurarak hoplatıyordu. Sokak 100–150 metre civarındaydı ve görünürde gariptir ama nedense yine tek bir insan yoktu. Allah’ım neler oluyor bugün diye korka korka düşündü Salih. Biraz daha dikkatli inceledi ama bu tüyler ürperten soğuk hava dışında hiçbir şey yoktu sokakta ne bir insan ne de bir hayvan. Emin ve yavaş adımlarla sokakta ilerliyordu Salih. Gözleri her yeri tarıyordu ilerlerken. Hava artık o kadar soğuk gelmeye başlamıştı ki üstümde keşke bir mont falan olsaydı diye düşünüverdi Salih yazın ortasında olmalarına rağmen. Bir su damlama sesi duyunca, irkiliverdi Salih. Şıp şıp şıp…Sanki yağmur yağıyordu ve bir yerde mermere çarpıyordu. Biraz dikkatli dinleyince sesin ilerideki bir apartmanın giriş kapısının oradan geldiğini fark etti. Bu sırada kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başlamıştı, gerginliği artık hat safhaya ulaşmıştı. Oraya doğru bu şekilde ilerlemeye başladı; fakat oraya o kadar odaklanmıştı ki artık çevresini hiç incelemiyor ne var ne yok diye bakmıyordu. Apartmanın girişi yer seviyesinin biraz altında olduğu için merdivenle iniliyordu dolayısıyla girişi buradan göremiyordu. Yaklaştıkça suyun damlama sesini daha iyi duyuyordu ve suyun her damlaması sanki kalbinin daha hızlı atmasına sebep oluyordu. Artık iyice korkuyordu. Keşkeli cümleler ağzından düşmüyordu apartmana doğru hızlı adımlarla ilerlerken. Av-avcı meselesinin ne olduğunu bilmiyordu ama aklına kötü şeyler getirmek istemiyordu. O kadar gergindi ki kendini saçma şeylerle kandırmaya çalışıyordu. Herhalde, diyordu içinden, arkadaşlarımdan biri küçük kızı kandırdı ki eğlence olsun falan diyorlardır; belki de bir yerden bana bakıp gülüyorlardır. Ama bu ne o evin orada olanlara ne o kıza ve konuşmasına ne de bu buz gibi havaya bir açıklama getiriyordu. İçten içe biliyordu ki bugün olan hiçbir şey normal değildi ama yapabileceği hiçbir şeyi olmayınca çaresizce hayatının kendi karşısına çıkardıklarına razı olup devam etmeye çalışıyordu. Apartmanın girişine gelmişti ve bir dönüp baktı; baktığı gibi çığlıklar atarak bağırmaya başladı. Nisa kapının önünde yerde uzanmış yatıyordu bir ölü misali. Yukarıdan da üstüne ve mermere su damlıyordu. Kendini sakinleştirmeye çalışıyordu Salih; ama artık darma durman olmuştu. Nefes almakta güçlük çekiyordu, gözyaşlarıysa gözünü ağrıtırcasına boşalıyorlardı. Vücudunu hareket ettiremiyordu. Nisa ölmüş olamazdı. Buna inanmak istemiyordu. Av-avcı gerçek av-avcı mıydı? Beyni düşünemiyordu, tek istediği ağlamaktı. Yere diz çöktü ve bağıra bağıra ağlamaya başladı. Ağlarken kendini o kadar kasıyordu ki dişleri ağzının içini paramparça etmişti. Vücudunu hareket ettirmek zorundaydı, kontrol etmeliydi kendini. Belki de diye düşünüyordu şimdi, bayılmış olamaz mıydı ki? Evet evet başını bir yere çarpmış bayılmış olmalı, hem bir ölü böyle mi gözükür ki? Hem kim niye öldürsün ki bu yaştaki bir kızı, daha çocukluğunun başındaki? Böyle diyerek kendine güç veriyordu. Kendi bilmiyordu ama Nisa tam da ölü bir vücut gibi yere serilmişti. Biraz hareket etme yeteneği bulunca Salih Nisa’ya doğru yavaşça ilerlemeye başladı. Korkaraktan yavaşça bileğini tutup nabzına bakacaktı; ama elini değdirir değdirmez gerçeği anladı ve bir anda elini geri çekmek zorunda kaldı. Nisa’nın vücudu buz gibiydi ve bu da ölümün işaretiydi. Neden? Neden diye sessizce soruyordu boşluğa. Cesedin yanına diz çöktü ve usul usul ağlamaya başladı. Neler oluyordu? Bir oyunun sonu böyle mi olacaktı? Keşke bunların hepsi bir rüya olsaydı, keşke o yağmur yağmasaydı. Biri bana yardım etsin lütfen, lütfen, lütfen… Demeye çalışıyor ama sesi çıkamadan silinip gidiyordu ve sesini çıkartamıyordu. Sessiz bir şekilde dakikalarca orada ağladı ki neden sonra arkadan uzaktan bir yerlerden çok güçlü; ama düşük aralıklarla gelen ayak sesleri duydu. Usulcasına arkasına döndü ve baktı. Sis misali beyaz bir duman yayılıyordu etrafa ve git gide tüm sokağı kaplamaya başlamıştı. Boş gözlerle izliyordu Salih, kendini kaybetmişti. Bilincini yitirmiş gibiydi, düşünemiyor, algılayamıyor ve karar veremiyordu. Galiba artık ne olacağını pek önemsemiyordu, zaten tüm bu olanlar boyunca tek yaptığı kendine sunulan hayatı izlemek olmuştu. Birileri gelip arkadaşını öldürmüştü ama o ise güçsüzce bakmış ve sadece ağlayabilmişti. Galiba avcı onun da canını almaya geliyordu. Acaba ölüm acıtıyor mu diye bir an düşünmeden edemedi. Ayak sesleri sisin ardından geliyordu ve giderek Salih’e doğru yaklaşıyordu. Sis Salih ve Nisa’nın bedeninin olduğu yere kadar geldi ve Salih bir anda tüm vücudunu kaplayan bir ağrı hissetti. Bu çok kötüydü, ne olduğunu bilmiyordu ama acıyla yerde kıvranıyordu. Keşke veda edebilseydim aileme, arkadaşlarıma ve tüm sevdiklerime diye düşünerekten ironik bir şekilde kızın dedikleri gelmişti aklına “av artık yaşayamayacak”. Ölüm ona gelmişti şimdi ve acıyla ayrılıyordu bu dünyadan, hem bedenindeki acı ve hem de bir daha kimseyi göremeyecek olmanın acısı. Gidiyordu uzaklara, bilinmeyen diyarlara… Avcı olduğunu düşündüğü kalıplı bir adam belirdi sislerin ardından ve Salih’in son duyduğu kalın bir sesle gelen şu sözler oldu: “Senin burada olmaman lazımdı…” ************************************************************
Benzer belgeler
Harabe eve girmelerinin üstünden iki gün geçmişti ve henüz
Akşam karanlığı yavaştan çökerken semaya yağmur normal bir hızda devam ediyordu yağmaya.
Salih kendini eğlendirmek için yaptığı oyun onu artık eğlendirmez olunca sıkıldı ve içeri salona geçti.
Günü...