Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
Transkript
Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
N Naaş, na’ş : Ceset, ölmüş kimsenin vücudu “…hiç kimse yerinden oynamadı; Grisostomo’nun şiirleri yakılıp naaşı gömülene kadar orada kaldılar; gömme töreni herkese bolca gözyaşı döktürdü. Mezarı kocaman bir taşla örttüler; Ambrosio, buraya bir mezar taşı diktireceğini, üzerine de şu sözleri yazdıracağını söyledi: “Burada, sevdiğine sadık bir aşığın, Biçare, soğuk naaşı yatıyor. Sürüsünü kurtlardan kurtaran, Ama aşk için yitip giden çobanın.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:89) “Şilebin vinci çıkarmıştı naşınızı ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınızı simsiyah başınızı, Kimbilir nasıl yanmıştır canınız? Ayakta durmayın, oturun; ben sizi ölmüş zannediyordum. Hücreme pencereden girdiniz, yüzünüzde yıldızların aydınlığı, hoş gelip safalar getiirdiniz.” (N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa:22) N’aber : ‘Ne haber?’in kısaltılmış ve argo şekli. “Seyirci değil de oyuncu olmam beklenen herhangi bir kalabalık çevresinde, mesela bir doğum günü partisinde, bir süre sonra, tıpkı bir rüyada olacağı gibi kendimi dışardan görmeye, şaka yaparken, “n’aber ağbi” derken, bir başkasının sırtını sıvazlayıp onunla da çok özel, çok samimi ve hakiki bir yakınlık paylaşıyormuş..... gibi yaparken...” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:301) Nab(ı)za göre şerbet vermek : Herkesi idare etmek sanatı; davranışları, ilişkileri çıkarına göre ayarlamak “Rakitin’i çok dindar, imanı kuvvetli bir genç biliyordu. Rakitin, en ufak bir çıkan olunca herkesin nabzına göre şerbet vermesini biliyordu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:277) “Bu masallar arasında Atinalı Solon’un, Lidya Kralı Krezüs’le (Kroisos) karşılaşması vardır. Bu masal Krezüs’e karşı Solon’un kişiliğinde güya Atina ve Atinalıların üstün uygarlığını gösterir. Bu masal Herodot’un birinci kitabında yer aldığına göre, Atinalıların nabzına göre verilen şerbetlerden saymak yerinde olur.” (Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa.36) “ELLIE, yatışmış, yanına oturur. - Bak böylesi daha iyi. Nabza göre şerbet vermesini biliyorsun. Ama çektiğim cehennem azabını anlayamazsın.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:78) “Bu misyoner, kasabanın papazı gibi yerinde ve zamanında ödüllendirme, cezalandırma ve nabza göre şerbet verme sanatından habersizdi; ama, buna karşılık, öylesine rahat konuşuyordu ki, du Saillard bu alanda yaya kalıyordu onun yanında.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:39) “-Uzatma da, sorduklarıma karşılık ver. Nedimeyi tanıyor musun? -Doğrusunu arar mısın babacığım, ben bu beyzadeyi de tanımıyorum. Ben böyle faso-fiso işlerden çakmam. Biz, malum ya, kahveci esnafıyız. Zanaatımız nabza göre şerbet vermek.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:236) “İhsan’ın mahallede ‘Küçüklerin Dostu’ diye adı çıkmıştı. İhsan çocuklarla sahici bir abi gibi meşgul oluyordu. Kalemi, defteri, kitabı olmayan fakir çocuklara yardım eden, analarından babalarından dayak yiyen yaramazların gözyaşlarını silen, oyuncak meraklısı olanlara istedikleri oyuncakları alan, her çocuğa nabza göre şerbet veren İhsan’dı.” (C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Küçüklerin Dostu”, sa:80) “Ona gaddarca davranıyordum, ama gaddar olmama yeteneği, yani sadece onun nabzına göre şerbet vermek ve gerçeği görme yeteneğinden yoksun olduğunu sessizce kabul etmek daha da gaddarca olurdu. Ruth hakkındaki hayali, kendisinin hala bir başkası tarafından dokunulabileceğini, sevilebileceğini hissetmesine olanak veriyordu. Arkasından göz kırpıp alay etmektense onunla mücadeleye girişmek isteyişimin, kendimce ona dokunmak ve onu sevmek olduğunu anlayacağını umut ediyordum.” (I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:98) Nacak : (COLL.) : Odun yarmakta kullanılan, kısa saplı, geniş ağızlı, arkası tokmak, odun baltası “Ne yapalım, oldu olacak, kırıldı nacak, hele şu büyük düğünü de seyredelimki, ötesine Allah kerim! Ya birden kalkar, Topçular’a göçer; yine Nazlı’mızla, tirşe gözlümüzle kah ninniler, kah türküler söyler; kah Karmen’ler, kah Travyata’lar çalar; yahut da yine Reha Beye uyup bu yazı Kağıthane’lerde, Göksu’larda, Çırpıcı’larda heyheyler, hoyhoylarla geçiririz.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:196) nacelle : (FR.,SPOR) <nasel> Balon sepeti; ticari balonların tayfa, motör ve yolcuları taşıyan kısmı Naçizane : Eski Osmanlı kültüründen kalma, yararlı bir fikir bildiriminde sanki değersiz bir şey söylüyormuş gibi aşağıdan alarak söylenen bir kibarlık sözcüğü “Eğer benim naçizane yardımlarımı kabul edebilseydiniz, üzerinde durmamanız gereken bazı sayfaları size gösterebilirdim. Ama elbettee, sizi tanıdığım kadarıyla, demek istediğim insan bir yazarı kitaplarından ne kadar tanıyabilirse, yani yakından ama sınırlı bir biçimde, çabalarınızın tam tersi bir etki yaratacağını sanıyorum, merakınız kamçılanacak.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:165 Nafaka; Nafaka(sını) çıkarmak : Günlük yemek, içmek ile ilgili bakım; Ekmek parası(nı) kazanmak “Papaz’la Minku’ya çok yazık oldu. Genç kadının mutluluğu azalmamıştı. Aleksa Baba, kışın ölmüştü. Minka, iyi yürekli anasıyla Zamfirika’yı evine getirtmiş, Kızıl Japsha’da Ortopan’ınkine benzer bir tezgahkurmuş ve köylülerin çoğu gibi güzel hasırlar ve sepetler örerek günlük nafakasını çıkarmıştı.” (P. Istrati, “Minka Abla”, sa:124) “Gene durdular; ayrılamıyorlardı. Her ikisi de sanki bu geçen olay üzerine birbirlerinden açıklama isteyeceklerdi. Gene işçi başı Hasip Efendi söze başladı: -Ben, elimden geleni yaptım, dedi. Doktor getirdim, ilaçlarını verdim; nafakalarını yolladım.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Sus Payı”, sa:135) “Şimdiden işlerine alışmışlar, işlerinde ileri gitmişler, evlerinin nafakasını çıkaranlar var. Bunlar balıkçı, balıkçı çocukları, denizde büyümüş değiller mi? Deniz onların, onlar denizin yakasını bırakmış ister istemez.” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:176) “-... Evet, ‘Siftah eden etmeyene yollardı müşteriyi...’ diyordun! -Yollardı, hem de cıbıl müşteri değil... O zamanlar, vezir vüzera gelir dolaplara (Dolap: Bedestandaki dükkan) otururdu da, akşama kadar antika hediyelik alırdı. Bir günde altı aylık nafakanı çıkarırdın.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:168) Nafile : Çaresiz, boş yere, faydasız “Seyis ve karısı Tereza Cascajo bunları <seyahatin zorlukları, Kral’dan yardım isteme> konuşurken, şövalyenin yeğeni ve Kahya kadın boş durmuyordu. Birinin efendisi, diğerinin dayısı olan Şövalye’nin üçüncü kez evden ayrılmayı, herkese zarar veren şu kahrolası gezgin şövalyeliğe devam etmeyi düşündüğünü anlamışlardı. Ne pahasına olursa olsun, onu bu düşüncesinden caydırmak istiyorlardı; gelgelelim, bütün çabaları nafileydi; onu bu işten caydırmak, elekle su taşımaya, çölde vaaz vermeye benziyordu.” (M de Cervantes, “Don Quijote”, sa:446) “Otomobil yolculuğunda da, yoldan tam emin olamayan şoförün deneme yanılmaları ve geri dönüşleri; yaklaşmakta olduğumuz, asırlık ağaçların yaprakları altına nafile büzülmeye çalışan şatoya bir tepe, bir kilise ve denizle saklambaç oynatan perspektif oyunları; kaçmak için dört bir yana koşuşan, büyülenmiş bir kentin etrafında otomobilin çizdiği, giderek daralan çemberler ve nihayet bir vadinin dibinde kıpırtısız yatan kentin üzerinde dümdüz, dimdik dalışı vardır.” (M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:418) “Beni tutup yüzdürür en sığ yardımın bile O, senin derin sessiz dibinde ilerlerken; Ben boraya tutulsam tekneciğim nafile, Ama o, sapasağlam, mağrur, dik, pupayelken.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:80, sa:201) nag : (ZOO.,PSYCH.,COLLO.,İNG.) <ne’g> : -isim- Ufak binek atı; -fiil- Kusur bulmak, durmadan azarlamak Nağracı : Bk.: Çiftenağracı Nah kafa : Aptal, sende hiç kafa yok, akılsız herif (Çoğu kez kişi kendi için de söyler ve sağ elinin ikinci ve üçüncü parmaklarını bükerek sağ şakağına vurur) “Şimdi aceleye hiç gerek yok. Dünya yeni bir aşamaya girdi. Aah Alyoşa, yazık ki sen heyecan nedir bilmezsin! Hoş benimki de laf. Sen mi bilmezsin! Nah kafa!” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:159) Nahoş : Pek de hoş olmayan, can sıkıcı “Kurdeleyi söküyor. Kalbinin atışları rahatsız edici. Telaşında nahoş bir yan olduğunu yadsıyamıyor. Sanki çocukluğuna geri dönmüş, arkadaşı Albert’in amcasının kitaplığından aşırdıkları kitaplara daldıkları uzun, terli öğle sonralarına.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:167) “Totaliter propagandacılar, bir takım konulardan söz etmemek yoluyla, kitlelerle yerel politika patronlarının nahoş bulduğu gerçek ya da savların arasına Mr.Churchill’in ‘demir perde’ diye adlandırdığı şeyi çekerek, kamuoyuna en uzdilli karalamalarla ya da en karşı konulmaz mantıksal karşıtezlerle yapabileceklerinden çok daha etkili biçimde kanaat telkin etmişlerdir.” (A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:14-6) “Şu nahoş ve müphem durumu gözünüzde canlandırmaya çalışın. Joaquim Sassa’yla José Anaiço ön tarafta otursalar Pedro Orce ile ne konuşabilirlerdi ki, veya daha da utanç verici olanı, Joana Carda’yla Maria Guavaira ön tarafta otursalar onlar Pedro Orce’yle ne konuşabilirlerdi, ne anlar uyandırırlardı kim bilir ve bu arada yük arabasının içindekiler tırnaklarını yerdi, birbirlerine sorup dururlardı, ne konuşuyorlar acaba.” (J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:297) “Bu belalı işe başvurulacak en iyi yolun zehir olduğuna kesin karar vermişti. Kişisel şiddete benzeyen herhangi bir şey onun için son derecede nahoştu ve ayrıca Leydi Clementina’yı toplumun dikkatini çekebilecek bir şekilde öldürmeyi asla istemiyor du.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:29) “Orlando’ya baktığımız an sanki ağızlarına kadar su dolmuş da onları büyümüş gibi ipiri, ıslak menekşeleri andıran gözleri ve şakakları olan iki çıplak madalyonun arasına sıkışmış mermer bir kubbenin kabartısını andıran bir alnı olduğunu itiraf etmeniz gerekir. Gözleri ve alnı görürüz ve işte böyle döktürürüz. Gözleri ve alnı görürüz ve o an her iyi yaşamöykücünün gözardı etmeyi hedeflediği binlerce nahoş şeyi kabullenmemiz gerekir.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:19) Nah sana : Sözle ya da yumruklarını sıkarak, bazan da özel bir ayıp işaretiyle, ‘Yazıklar olsun sana!’, ‘Al işte!’ bağlamında “General küçümseyen bir tavırla, yumruklarını çilik yaparak (sıkarak, büzerek) İvan Sevseyiç’e doğru uzattı: -Nah sana! Artık senin atla ilgili soyadına gereksinmem yok! Nah sana! (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:104) naiad : (MYTH.) <ney’ed> : Su perisi; Irmaklar ve Çeşmeler Perisi Nakarat : Müzikte, bölümlerin sonundaki tekrarlayan melodiler “Bunlar da el şakırtıları, kahkahalar, ahlar, oflar, hoydalar, haydalar arasında çalınıp söylendi. Bunlardan şu kanto çalınırken, oraya yazlık hava tebdiline <değişimine> gelmiş olan maşlahlı, yeldirmeli kadınlar, gülmeden katılıyorlardı: Maşacıyım maşacı, Ah kokozluk pek acı! Kocam değirmen yapar, Kaynatam da sıpacı! Maşa yapar, satarım Çayırlarda yatarım, Öğer <eğer> alan olursa Bir de göbek atarım! Nakarat Haydi haydi keriz edelim, Ebegümeci ile perhiz edelim!” Nakhadana yöntemi : Fiziksel sevişmede, her iki tarafın, tırnaklarıyla acı-işkence yaratmadan aşırı zevk alması “Codha, yedi ayrı nakhadana yönteminde, yani sevişirken zevki artırmak için tırnaklarını kullanmakta uzmandı. Uzun yolculuğuna çıkmadan önce, onu Üç Derin Çizgi’yle işaretlemiş; sağ elinin işaretparmağı, ortaparmağı ve yüzükparmağını aynı anda kullanarak sırtında, göğsünde ve testislerinde derin çizikler bırakmıştı; böylece Şah, yokluğunda onu hatırlayacaktı.” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:64) Nakit : Para “Üstümde nerdeyse hiç nakit yoktu, ama Bob’un genelde bayıldığı bir parça tavuk maması ve bir şişe su almak için yeterli parayı birleştirdim. Ona musluk suyu verme riskini göze alamazdım.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:148) Nal : Takav. At, eşek gibi yük hayvanlarının ayaklarını korumak kastiyle, çiviyle çakılan, avuç içi büyüklüğünde yarı değirmi demir parçası. Nal bulmak, zenginlik yolunda uğurlu bir başlangıç sayılır: ‘Ah, geriye üç nalla bir at kaldı’! Bir kimseyi kendine bağlamak isteyenler, kullanılmamış bir nalin üstüne kendi adıyla sevdiklerinin adını yazıp o nalı ateşe koyarlar, böylece bir tür büyü yaparlarmış “Anlatırlar ki, Hemedan <İran’ın kuzeybatısında tarihi bir kent> kadısı, bir nalbant çocuğunun sevgisiyle sarhoş olmuş, ‘gönlünün nalını ateşe vermiştir.’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:189-90) Nalçasına tükürdüğüm(ün) katırı : Kızgınlıkla hayvana söylenmiş bir ilenç “Uyku sersemliği, korku, şaşkınlık, sonra Hacı Kalfa’nın hali hep bir araya gelmiş, fena halde sinirleri bozulmuştu. İhtiyar adam - ‘Vay Aman! Vay Aman! Hay nalçasına tükürdüğüm katırı!’ diye söylenerek ayağa kalkıyordu.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:167) Nalet : Allahın belası, uğursuz “ ‘Ahmet!’ dedi, Ahmede. ‘Ocaktaki kül küreğini al.’ ‘Bunu mu?’ dedi Ahmet. Irazca gene parladı: ‘Onu ulan eşşek herifin dölü, onu!.. Evin içinde kaç tane kürek var da ‘Bunu mu?’ diye soruyorsun, nalet!’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:73) Nallamak : (Kurşunla) Adam öldürmek Bk.: Mıhlamak; Nallamaya göndermek (Argo) “BENZER - Seni ben yarattım. Git!.. KOMİSER - (Perişan inerken.) Benimle dalga geçiyorsun! Alay mı ediyorsun sen? Devletüstü olman umurumda bile değil! (Cebinden bir tabanca çıkartır.) O Devletin alnının ortasından vururum ben, bu boktan devletin toplarını patlatır, nallarım onu...” (D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:104) “Yalnızca tesadüfen orada olduğumu onlara nasıl açıklayacaktım. Bu kaçırma olayıyla filan ilgili olmadığımı. Sonra bu işin kodeste bitebileceğini düşündüm. Bana bok atabilirlerdi. Sonra da bütün anti-terör timi zorla bu işi bana kabul ettirir ve Bulgar gizli servisinin beni Papa’yı nallamak için yolladığını bağırtabilirlerdi.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:12) “İtalya’dan ayrıldım. Atina’dan geçtim, yanıma çoğu Giritli olana seçme on yardımcı arkadaş aldım. O binlerce canın nasıl kurtulabileceğini yakından görmek üzere Kafkasya’ya gittim. Güney’de Kürtler yakaladıklları Rum’u nallıyor, Kuzey’den Bolşevikler ateşle ve baltayla iniyorlardı, orta yerde de Batum, Sohum, Tiflis, Kars Rumları vardı ve boyunlarındaki ilmik durmadan daralıyordu; aç , çıplak, hasta bir halde ölümü bekliyorlardı. Yine bir yanda Devlet, diğer yanda da şiddet vardı: İki düşman.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa410-1) “ ‘Şimdi, bütün çevre köylerden Yunanlıları toplama çabasındayım. Kürtler, bir papazla bir öğretmen yakalayıp katırlar gibi nallamışlar. Hepsi, korku içinde, konakladığım eve toplandılar; ilerleyen Kürtlerin, durmadan biraz daha yaklaşan top seslerini duyuyoruz.’….. ‘Yarın Tiflis’e gitmem gerekiyordu, ama şimdi tehlike karşısında gitmeye utanıyorum. Kalacağım. Korkmuyorum diyemem, korkuyorum ama, utanıyorum da. Rembrandt’ın ‘Savaşçı’sı olsa, o bile aynı şeyi yapmaz mıydı? O da kalırdı, öyleyse, ben de kalıyorum. Eğer kürtler içeri girirse, önce beni nallamaları doğaldır, haklarıdır da… İnanıyorum ki, öğrencin için böyle katırca bir son beklemiyordun hocam, değil mi?’ ” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa: 144) “Asker-gardiyan İbrahim, Kamil Bey’den ‘soytarı Ramiz’e’, ‘soytarı’ Ramiz’den Kamil Bey’e, bir zaman baktıktan sonra başını salladı: ‘Yahu! Adam, şu zibidiyi nallamaz mı? İlle ceza kesilecekse? Suçu, toptan şuna yükleseydiler de, yedi göbek paşa oğlunu salaydılar, kıyamet mi kopardı?’ ” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:340) “TRANIO - Ne olacak? bizim efendi gittiği yerden döndü geldi. SIMO - Ya? demek teller sana türkü söyletmek için düzenleniyor; sonra seni nallamaya gönderecekler, oradan da çarmıhı boylayacaksın.” (Terentius, “Hortlak”, sa:51) Nalları (havaya) dikmek : Ölmek;-Arkasıüstü yatarak, bacakları havaya dikerek- Keyif yapmak (Argo) “Evet, babanız oldum olası tuhaf biriydi, bundan kuşkunuz olmasın. Ona sizi ve kızkardeşinizi sorduğum zaman verdiği yanıtı hiç unutmayacağım. ‘Herhalde benden nefret ediyorlardır,’ dedi, ‘ama artık buna üzülmek için çok geç. Tek isteğim, nalları diktikten sonra oralarda olup parayı aldıkları zamanki suratlarını görebilmek.’ ” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:7) “ ‘Ya, demek elmadan pek hoşlanmıyoruz, öyle mi? Peki ya jambonlu sandviç? Kızarmış tavuk buduyla bir kesekağıdı dolusu şekerli çöreği hiç söylemiyorum bile.’ ‘Hepsini çöpe attım. O verdiğiniz yiyecekleri yememi beklemiyordunuz herhalde, değil mi?’ ‘Nedenmiş o, küçük adam? Yemezsen kuruyup ölürsün. Bunu herkes bilir.’ ‘Hiç olmazsa yavaş yavaş ölürüm. Ama zehirli bir şeyi ısırdığımda oracıkta nalları dikerim.’ ” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:11) “FİRS - Keyfim yok. Eskiden balolarımızda generaller, baronlar, amiraller dans ederdi.... Rahmetli efendim, büyükbaba, her hastalığı mühür mumu tozuyla tedavi ederdi. Yirmi yıldır, hatta daha fazla, bu tozdan alıyorum, belki de yaşamamın nedeni bu. YAŞA - Kafa ütüledin artık dede. (Esner.) Tez elden nalları diksen iyi olacak.” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:153) “Bütün yüzü kulaklarının arkasına kadar yanmıştı. Derken, arabadan çıkmaya çalışan diğer üç kişiyi gördüm. Bağırdım onlara: Haydi, bana yardım edin. Bu adam nalları dikiyor, onu bir an evvel hastaneye götürmeliyiz.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:11) “Hele ahırdaki eşek... Bana o yumuşak, kara kadife gözleriyle bakıyordu. ‘Dünya hoş değil mi?’ diyor ve havaya bir neşe çiftesi atıyordu. Sonra gidip nalları havaya dikiyor ve tozlar içinde sevinç çalkanışlarıyle yeryüzüne yaltaklanıyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:83) “Sebebi ise çıkmıştır ensemde, benim çaldığım tulum kadar kocaman bir çıban... Verir bana çok sızı bu cenabet şey... Verirse mevlam sağlıcak, deşecekler yarın sabah cerrahlar o çıbanı muştayla <neşter-cerrahın ameliyat bıçağı>. Ona sebep, belkileyim <belki> de titreteceğim ben kuyruğu, dikeceğim nalları havaya...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:197) “On arkadaşım birden ileri atıldı; hepsi kalmak istiyorlardı. Eski savaşlarda yaralanmış, en gösterişli eski bir sınıf arkadaşımı, sırf umursamazlık ve neşeden ibaret olup tehlikeyle şakalaşmaktan zevk alanını seçtim. -Sen kal, İraklis, dedim. Yunan Tanrısı yardımcın olsun! O gülerek cevap verdi: -Nalları dikersem beni bağışlayın, Tanrı da sizi bağışlasın!’ Elini sıkarak kendisinden ayrıldık. Birkaç hafta sonra toz içinde, üstübaşı yırtık, simsiyah bir halde Batum’da göründü. Önden gidiyordu, arkasında Kars’ın Rumları, öküzleri, atları, takım taklavatları, ortalarında kilisenin gümüş kaplı İncil papazları ve kucaklarında kutsal tasvirlerle ihtiyarlar vardı. Köklerinden kopmuşlar, artık yeniden kök salmak için özgür Yunanistana gidiyorlardı.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:412) “Durumdan her bakımdan faydalanmaya çalışan kurnaz seyyar satıcı, Meryem’in oğlunun söyledikleri hoşuma gidiyor, diye düşünüp duruyordu. Nalları diker dikmez, yoksullar sonsuz yiyip içeceklermiş. Güzel, güzel ya, bu arada bizlere ne olacak!” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:236) “-Ne olmuş yani, dedi Mathieu. Siz de otuz beş yaşına gelince öyle olacaksınız. Boris somurtuk: -Ben, otuz beşime gelene kadar çoktan nalları dikmiş olacağım, dedi.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:191) “... böyle bir kızla bir saat başbaşa kalsam da onu tepeden tırnağa öpebilsem. Benim bu hareketim onun da hoşuna gitse, durmadan gülse, hiç itiraz etmeden o da beni öpse; savaşın en sıkı anlarında, yanı başımda arkadaşların birer birer nalları diktiğini görüpte, sıramın geldiğini düşündükçe en çok canımı sıkan ne olurdu biliyor musun? Bir kadını öpmenin zevkini bir kere daha tatmadan ölüp gideceğimi düşünmek.” (Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:59) NAMAZ : Müslümanlığın en belli ve en önemli, yapılması gereken farzlarından biridir. B e ş v a k i t namaz, Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicretinden 1,5 yıl önce, Miraç gecesinde farz kılınmıştır. Bu sebeple N a m a z, “mü’minin miracı’ sayılmıştır. Namaz, dinimizin direği, ibadetlerin en üstünüdür. Namaz, imanın Göstergesi, kalbin aydınlığı, ruhun gücüdür. Namaz, İslam’ın b e ş ş a r t ‘ndan biridir. “Her namaz, kendi vakti içinde kılınır. Namazı vakti içinde kılmaya e d a, vakti çıktıktan sonra kılmaya ‘k a z a’ denir.Henüz vakti girmeden kılınan namaz sahih olmadığı gibi, vakti çıktıktan sonra da o vakte ait bir namaz da ‘eda’ oarak kılınmaz, ‘kaza’ olur. Güneş doğarken, tepe noktasında iken ve batarken hiçbir namaz kılınmaz. Zira bu üç vakit, ateşe tapanların ibadet vaktidir. Namazların farzları ve vacip’leri ile sünnet’lerinin kaçar r e k a t oldıukları şöylece sergilenebilir: Namaz Vakti SABAH ÖĞLE İKİNDİ AKŞAM YATSI Sünnet (Farz’dan önce) 2 4 4 4 Farz 2 4 4 3 4 Sünnet : (Farz’dan sonra) 2 2 2 Vitir 3 Toplam 4 10 8 5 13 Vakit namazları ile kılınan sünnet namazlar ‘Sünnet-i Müekkede’, peygamberimizin çoğunlukla kıldığı, pek az kılmayıp terkettiği; ‘Sünnet-i Gayri Müekkede’, ara sıra kıldığı, çoğunlukla kılmadığı sünnetlerdir. Namazın farzları : on ikidir. Bunun altısı, namazın dışında (namaz başlamadan önce), diğer altısı da namazın içinde’dir. Namazın farzlarından birinin geciktirilerek yerine getirilmesi hallerinde ‘yanılma secdesi’ ile namaz tamamlanır. Namazın Dışındaki F a r z’lar : 1. Hadesten Taharet : Abdest almak veya gerekiyorsa boy abdesti almak; 2. Necasetten Taharet : a) Bedeni, b) Giysileri, c) Namaz kılınan yeri, maddi pisliklerden temizlemek; 3. Setru’l-avret : Namaz sırasında vücutta örtülmesi gereken yerleri -avret yerleri-, erkellerde en az göbek ile dizler arasını, kadınlarda yüz, el ve ayaklardan başka bütün bedeni örtmek; 4. İstikbal-i Kıble : Namaz’da kıble (Kabe)’ye yönelmek; 5. Vakit : Kılınacak namazının vaktinin gelmiş olmas; 6. Niyet : Allah için samimiyetle namaz kılmayı istemek ve hangi namazın (öğle, ikindi, sünnet, farz gibi) kılınacağını bilmektir. Namazın içindeki F a r z l a r : 1. İftitat Tekbiri : Namaz’a, Allah’ı yücelten bir söz ile başlamak, Misali: ‘Allahu Ekber = Allah en büyüktür’; 2. Kıyam : Namazda ayakta durmak; 3 .Kıraat : Namazda kıyam halinde (ayakta) iken, Kur’anı Kerim’den yeteri kadar ayet ya da sure okumak; 4. Rüku : Namazda eller dizlere ulaşack biçimde eğilmek; 5. Sücud : Burunla beraber alnı, el, diz ve ayakları yere değdirmek suretiyle iki defa başı yere koymak; 6. Son oturuş : Namazın sonunda ‘Ettahıyyatu’ duasını okuyacak kadar oturmak.” (Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:178-181) Namazında niyazında olmak : İslamın beş şartından biri olan namaza ve temel kurallara sadık kalmak “Ali’nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi..... Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş, o çöküş.” (S.F. Abasıyanık, “Semaver”, sa:11) Namerde muhtaç olmamak : Kimseye (özellikle düşmanına) gereksinimi olmamak, el açmamak “Sadrazam hala ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak içinden : ‘Ne biçim adam? Acaba deli mi?’ diyordu. Halbuki... hayır. Bu çelebi gayet akıllı bir insandı. Merde, namerde muhtaç olmayacak kadar bir serveti vardı.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:83) Nameste : Hint mitolojisinde, bugün dahi, “Sizinle olan Tanrı’yı selamlıyorum” demek olan selamlama kelamı “O gün çok erken kalktım. Bu yaz sabahıydı ve ısı yükselmeye başlamıştı. Odamın yanındaki terasa çıktım, gölgemi çimlere düşüren mango ağacını seyrettim. Güneşi selamladım ve yoga egzersizlerine başladım. Bir süre sonra ulağın patikadan yalınayak gelmekte olduğunu gördüm. Bana ulaşınca, ellerini kavuşturdu ve -bir anlamda ‘Sizinle olan Tanrıyı selamlıyorum’ demek olan- Nameste dedi. Sonra bir telgraf uzattı. Hemen açtım ve sabahın göz kamaştırıcı ışığında okudum. Şöyle diyordu: ‘Profesör Jung dün huzur içinde öldü.’ ” (Miguel Serrano, “C.G. Young & Hermann Hesse”, sa:139) Nam-ı diğer : Diğer adıyla, o şöhretli... “Yürüdükçe şangırdayan kılıcı ve döküntü kıyafetiyle şu pasaklı herifte, ayakları çıplak ama, bir asker havası var ve adı Baltasar Mateus, Sete-Sois yani namı-ı diğer Yedi Güneş. Jerez de los Caballeros’ta yaylım ateş anında paramparça olan sol eli bileğinden kesildiğinden, orduda artık bir işe yaramayacaktı, atıldı...” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:32) Namına bir şey kalmamak, olmamak : Aranan, beklenen ya da söz konusu olan şeyden ortada bir eser kalmamak “Hava birdenbire soğumuştu, gök kurum rengiydi, rüzgar namına bir şey yoktu, o durgun toprak ummanı üzerine, biteviye, kasvetli bir gün ışığı dökülüyordu. Her tarafta tohum ekiliyordu.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:6) Namlunun ucunda (görmek, istemek) : Teslim olmuş, esir alınmış olarak “Collet, Sophie Neveu’nün cesareti karşısında küçük dilini yutmuştu. ‘O hala binanın içinde mi?’ Fache, ‘Bu işi hallet,’ diye emretti. ‘Oraya geldiğimde Langdon ile Neveu’yü namlunun ucunda istiyorum.’ ” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:140) Nam salmak : İsimleri çıkmak, şöhretleri yayılmak, meşhur olmak “Yatıyorum işte şu taşın altında ben ki nam salmıştım kadınlar arasında açtığım için bacaklarımı bir tek adama” (Anonim, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:178) “Gayralı bir balyacıya kaçan bir kız arkadaşı iki saat içinde kan kaybından ölmüştü. ‘Ama tabii canım,’ diye kabullendi Rosa, ‘bunda anlaşılmayacak bir şey yok, çünkü Gayralılar katırları bağırtmakla nam salmışlardır.’ ” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:27) Namus kefeni : Teslim etmekle sanki namus ve şerefini yitirmek (özellikle bayrak, sancak için) “Biraz sonra... Şalgo’nun tepesinde, şan, namus kefeni olan meş’um beyaz bayrak dalgalanıyordu. Demir kapılar açılmıştı.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:29) Namus silahşörü olmak : Sözüm ona herkesin namusunu koruma görevini yüklenen kimse “Müsaadenizle Başrahip Peder, her ne kadar bir paskalsam, paskal gibi görünüyorsam da, gene de namus silahşörüyüm ben, içimi dökmek istiyorum. Evet, namus silahşörüyüm!.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:137) Namussuz : Sözünde durmayan; Cinsiyet konusunda biraz geniş olan kimse (Argo) “ ‘Ulan, soyu bozuk! Temelin içine ayakyoluna mı oturulur ulan?’ ‘Ne yapacaktım? Nere gidecektim?’ ‘Vay namussuz vay! Vay dini kırık vay!’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:128) “KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin.....bir çıkından başka bir şeyi olmayan bir kölesin. Göze gireyim diye pezevenklik edecek yaratılışta olan sen, alçaklığı da, namussuzluğu da, hayasızlığı, düzenbazlığı da kişiliğinde toplamış bir fırlamasın, kancık oğlu kancıksın.” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57-8) “Gavur da bunu böyle umdu, besbelli, piyadesini kaldırdı. Şurda din kardeşlerin vuruşurken, senin boş oturman zordur. Böyle sıralarda askerin en yüreksizi canavar kesilir. ‘Ulan, bu namussuz bizi adamdan saymamakta mı?’ dersin.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:167) “ ‘Üç gündür güneş de kızdırmakta. Ekinler bir gecede iki karış büyüdü. Allah afattan esirgerse bu harman köylünün yüzü güler.’ “ ‘Deh dedim namussuz! Hele şuna hele!’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:11) Namussuzum ki : Bir kimseyi temin etmek, inandırmak için namusunu ortaya koymak “LICHT - Az önce buçuğu vurdu. ADAM - On buçuğu mu? LICHT - Affedersiniz, on bir buçuğu. WALTER - Ziyanı yok. ADAM - Sanırım ya saat sapıttı, yahut siz (saatına bakar.). Namussuzum ki... Peki, ne emir buyurursunuz?” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:63) Namusu iki paralık olmak : Şerefine gölge düşmek, onuru zedelenmek, saygısı yitirilmek “Nihayet düşündüm madam, çok düşündüm. Hadi ben de evleneyim, diyordum, ben de evleneyim, ama ya bir meşe odunu çıkmaz da namusum iki paralık olursa ne yapardım? Siz söyleyin, lütfen ne yapardım?” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:60) Namusu kirlenmek, lekelenmek : Cinsel taciz ya da gerçek-gerçekdışı olay veya dedikodularla itham edilmek; itibarını kaybetmek Bk.: Namusu payimal olmak “Buraya alçaklığımdan, kendimi mahvetmek için geldim. Ama o, beş yıl çektiği acıdan sonra duyduğu içten bir tek söz hatırına her şeyi unutabiliyor, göz yaşı döküyor, namusunu lekeleyen adam gelmiş, (çağırısına) onu affederek, sevine sevine gidiyor.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:322) “... Petrus Yakup’a yanaşıp kulağına eğildi. ‘Bilirsin onu Yakup. Marangoz Yusuf’un büyük oğlu. Muska yere yıkar, neredeyse öldürür.’ ‘Hocayı bu denli iştahla arayan o mu?’ diye sordu Yakup bir ara durup. ‘Evet. Ailesinin namusunu kirlettiğini söyler durur.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:267) “... çünkü Daponte’nin hevesli suç ortağı gibi bir sevgi yoksunu, kemik çuvalı kız kurusu da efendisinin serüvenlerinden müthiş keyif alıyordu. Deli gibi nefret ettiği kadının yatağını her sabah kah şu kah bu genç beden tarafından karmakarışık edilmiş, namusu lekelenmiş bulmanın verdiği tatmin duygusu muydu bu yalnızca...” (S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:163) Namusum hakkı için : Sizi şerefimle temin ederim ki “Bir cıgara molası esnasında sarışın amele, yardımcısı Salih’e: -Bana bak ulan, dedi, numaracı! Beni eşek yerine alma. Namusum hakkı için, bir kafam kızarsa, atarım denize seni.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:13) “LICHT - Yaralarınız dün akşamdan mı? ADAM - Hayır bugünden. Yaralar bugün, peruka dün. Bembeyaz pudralı, başımdaydı. Namusum hakkı için, sade eve geldiğim zaman, yanlışlıkla birlikte çıkarmıştım.” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:12) Namusunu iki paralık etmek : Örf, adet dışı davranarak ailenin şerefine gölge düşürmek; Yeterli derecede erkekliğini gösterememek (Argo) “ ‘Vay benim başıma gelenler!... Kızım! Kızım! Sürüm sürüm sürünesin inşallah. Namusumu iki paralık ettin kızım! Kahrol! Kızım! İki gözün önüne aksın kızım!’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:100) “-... ben içeri girdiğim zaman, ne sende pes ettirmiş pelvan (pehlivan) hali vardı ne de kadında, koçu beğenmiş marya gevşekliği... Sakın Kocamustafapaşalılar’ın namusunu iki paralık etmeyesin elin ayağın kesilip? -Eli ayağı kesilene, ‘Yarın ben seni ararım’ derler mi?” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:155) Namusu; Namusunun üzerine yemin etmek : Birisini ikna etmek için söylenen en hassas yeminlerden biri “Servet Bey’ diyordu ki: ‘İster misiniz, onu gidip bulayım? Size namusum üzerine söz veriyorum, on beş gün içinde nerede ise bulurum.’ Servet Bey evvela öfkeli bir baba tavrı takınıyor: ‘Cehenneme gitsin,’ diyor, ‘o benim için artık ölmüştür.’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:130) “YOLCU - Demek öyle? Üstelik de sallanıyorsunuz? Şimdi anlıyorum, neden böyle anlamlı konuşuyorsunuz. Sabah sabah sarhoş olmanız şart mı? CHRISTOPH - Daha doğru dürüst içmeye başlamadım bile, sarhoş olmaktan söz ediyorsunuz. Birkaç şişe iyisinden köy şarabı, birkaç kadeh konyakla bir de saray simidi dışında, namusum üzerine yemin ederim ki, ağzıma bir şey koymadım...” (G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:26) Namusu payimal olmak : Şerefine dokunmak, kirlenmek, söz gelmek “Mustan Çavuş: -Bire Ağa, dedi, ileri gelenler olur demişler ya, ötekiler kim oluyormuş? Namusun niye payimal oluyormuş?” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Alageyik”, sa:184) Nanay : Yok, mafiş (Argo) “-Ne mi olacak? diye (ıslık çalmaya) karşı çıktı. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyor musun yoksa? -Ne anlama geliyormuş? Islık giren evde para durmazmış öyle mi? Beh! Pahomovna, ıslık çalınsa da, çalınmasa da, bizde zaten para nanay ve de olamaz!” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:73) “Çok geçmeden Kızılsaç da tırmanıp Chicao’nun <Çiko> yanına oturdu, yeni bir mısır yaprağı sigarası yaktı.. ‘Allah kahretsin! Çoktan içerde olabilirdik. Şimdi işin yoksa sabaha kadar bekle dur.’ ‘Ne fark eder, ha bugün, ha yarın!’ ‘Elbette, sana göre hava hoş, Joaninha nasıl olsa bekliyor seni. Ya ben? Bende şans nanay.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:10) Nane; Naneler yemek : Uygunsuz, yakışıksız davranışta olan kimse; O tür davranışlarda bulunmak “KOMİSER - Çabucak bir açıklama yapmalıyız. Bu herifin zararlı bir nane olmadığı yolunda.. Onu konuşturduğumuzu anlarlarsa, ya onu nallarlar, ya da bizden birini.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:38) “Böyle bir durumda hiç değilse bavulla paralar Ruth’a kalırdı. Ama işte kırk frank ortadan kaybolmuştu. Bavulların yanına yere oturdu. Öfkesinden kendini kaybetmiş gibiydi. ‘Ulan dolandırıcı!’ dedi. ‘Ulan kahrolası dolandırıcı. Böyle nane yenir mi?’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:308) “HIRSIZ - Ne bileyim, Kaptan? Sen de, ben de az mı naneler yedik gençliğimizde. Dünyanın neresinde olursa olsun, bu yaşta bir kız, benim kızım olabilir.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:93) Nan ekmeğe muhtaç : Bir lokma ekmeğe muhtaç “Oğlan fıkaraymış, çırılçıplak, nan ekmeğe muhtaç. Kızın arkasında yıllar yılı sürünmüş durmuş. Kız da oğlana öyle bir vurgunmuş ki, olmaya gitsin.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:34) Nanemolla : (COLL.) : Vücudu fiziksel olarak pek narin ve kolay incinebilir olmak “Burkhardt’ın bir ikinci şişe şarabı açmasını önlemek istemesi karşısında şöyle sürdürdü konuşmasını: ‘Nasıl olsa bu gece artık uyku girmez gözüme. Üzerimdeki bu sinirli hal nerden kaynaklanıyor, Tanrı bilir! Bırak, biraz daha demlenelim, sen eskiden bu kadar nane molla değildin.’ ” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:67) “Hepinizin kadın olduğu, gözü sulu olduğu belli, - dedi. - Kardeşimin böyle kendisini göstermesinden ben çok memnunum. Siz hepiniz nanemollasınız! Bir şeyden anladığınız yok.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:83-4) “Raversi markizi Valleja şatosunda ateş püskürüyordu. O öyle nane molla bir kadın, düşmanlarına karşı hakaret dolu dedikodular fırlatmakla öc aldığını sanan kadınlardan değildi.” ............ “ ‘Ölen prens kötüydü, kıskançtı filan ama, savaşmış, ordu birliklerine komuta etmişti. Bu da ona bir kişilik kazandırmıştı. Onda bir prens niteliği vardı, ben iyi ya da kötü bir başbakan olabilirdim. Saf bir oğul olan bu namuslu ve gerçekten iyi adamla ben entrikacı bir düzenbaz olmak zorundayım. Bu da Sarayın en nane molla kişisinin rakibi olmam anlamına gelir.’ ” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:293;466) Nanik yapmak : Bir elin beş parmağını açarak ve başparmağı da burnun ucuna koyarak alay etmek “Yapamaz mıyım sanıyorsun Rakitka, cesaretim mi yok? Yaparım; yaparım, hem de şimdi yaparım, kızdırmayın beni! Ötekini de sepetlerim, burnuna nanik yaparım, tırnağımı göremez o!” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:324) “O akşam baş parmaklarımızı burnumuza dayıyarak Don Jaime’nin meyve tezgahlarına nanik yaptık ve ayaklarımızın altındaki dikenli meyve tohumlarına rahat bir tekme savurduk.” (O. Henry, “viski soda”, sa:227) “-Fakat bu arsaları ne yapacaksın, ölürken birlikte götüremezsin ya, sonunda yine ona kalacak... -Hayır hiçbir şey kalmayacak ona. Ben gerekeni yaptım, tüm malımı Kiliseye bıraktım. Na... Kadın kapıya dönerek nanik yaptı.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:53) “Dinlenmiştim, sevinçten uçuyordum, yüzme kesesini patlattım, yardımıma gelen kayıkçıya nanik yaparak kıyıya doğru atıldım.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:70) Nankör : Hain, kadir ve kıymet bilmeyen, inkarcı “VERA - Bugünlük mektup yok, Baba. PETER - Biliyordum. VERA - Ama yarın bir tane olacak, Baba. PETER - Böyle nankör bir oğula lanet olsun!” (O. Wilde, “Vera yahut Nihilistler”, sa:32) Nankörlüğün dikalası : Nankörlüğün, iyilikbilmezliğin en kötüsü “Tanrı esirgesin, hiçbir şeyle suçlamıyorum onları, beni bu sefere sürüklemiş olmaktan başka. Ama herkesten önce Marta’ya minnet duyuyorum. Hayır, minnet uygun sözcük değil. Minnet demekle yetinmek, nankörlüğün dikalası olur benim için. Gözyaşıyla ödenmiş bedel, tuzlu suyla geri verilmez.” (A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” <Baldassare’nin Yolculuğu>, sa:92) N’apalım, N’apar, N’aparız, N’aparsın, N’apcan, N’apsak, N’apsın : Ne yapar? Ne yaparsın? Ne yapacan? Ne yapacaksın?’ın kısaltılmış şekli “ ‘Bu işin tekniğini sonra konuşuruz,’ dedi Usta. ‘Öğrenmesi kolay bir hüner değildir bu, ama beni dinler, söylediklerimi yaparsan sonunda ikimiz de milyoner oluruz.’ ‘Siz zaten milyonersiniz,’ dedim. ‘Beni n’apıcaksınız?’ ‘Ne mi, sefil küçük serseri? Cebimde beş param bile yok benim. Senin gözüne hırsızlar kralı gibi görünmüş olabilirim, ama bunun nedeni senin et beyinli olman.’ ” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:8) “Sokak satıcısının yanına döndü, ‘Bir işadamı da böyle bir alçağa inanır mı yani! Ama n’aparsın!’ dedi. Bir işadamı olarak kendini, alçaktan, ayrı gören öteki, ‘Ne kadar haklısınız!’ dedi.” ..... “Ben de senin gibi koca bir adama tek başıma kalsaydım öyle söylerdim! Kadın başka koca bulamamış, n’apsın? Erkek kıtlığı var, erkek.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:275;331) “Dante, ‘De Vulgari elequantia’ <Halk dilinde belagat-ifade mükemelliği> sında , doğduğum yer olan Alessandria hakkında pek de hoş şeyler söylemez; İtalyan yarımadasındaki lehçeleri kaydederken, halkımın ağzından çıkan ‘hırıltılı’ şeylerin İtalya’ya özgü lehçeler olmadığını ve bunların pek de dil sayılamayacağını söyler. N’apalım, barbarsak barbarız.” (U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:193) “Benim kamara hulyalarım bir anda batık gemi gibi sönüp gitmişti. Öğlenki geziden hatırladım, geminin ortasında koskoca geniş bir alan vardı, alt kattı ve rıhtımdan inekleri, öküzleri vinçlerle aşağı indiriyorlardı. -Hala, biz ineklerle, öküzlerle aynı yerde mi sabahlayacağız? Halam yarı utangaç bir tavırla: -Evet, oğlum; n’apalım, biletimiz üçüncü. ‘Güverte’ demek de bu, gündüz açıkta oturacaksın, akşam da ambarda uyuyacaksın.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:64) “Elinde olsa da onun bütün yaşayışını gözaltında bulundurmayı çok istiyordu. Günün birinde de aklına, sokakta onun peşine adam takmak geldi. Otelin yakınında serseri kılıklı bir herif vardı, sürekli yolculara sokulurdu; ondan istense yapmam demezdi bu işi herhalde… Ama gururu isyan etti: ‘Aman, n’apayım! Varsın aldatsın beni vızgelir! Bu kadar önemli mi bu benim için yani?’ ” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:309) “6. ERKEK - İnsan kimi zaman kendi kendine, yaşamak için ne yapmalı, ne etmeli, diye soruyor. N’apcan, idare etsen, der bizim Gaston. 5. ERKEK - Belki de en iyisi ölmek mi dersiniz? 6. ERKEK - Ağzınızdan yel alsın, uğursuzluk getirir.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:157) “ ‘... N’apalım yani! Ben işime bakarım. Tanrının verdiği kuru ekmek kabuğunu kemiririm.’ ‘Hangi kuru ekmeği?’ Kambur güldü: ‘Anlamıyor musun dangalak? Ruhumu!...’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:177) “HAYDİ YANIK MAL VAR! Haydi yanık mallar var... VAH VAH VAH! VUAH VUAH VUAH! Dediler bazıları. Ah ah ah! N’apsak, n’apsak n’apsak” ..... “Ama olsun! Olsun, yenilmedim ya şu feleğe! N’apalım, canımız içimizde sağ oldukça Bu dünya böyle döndükçe Bu akıl bende oldukça Umut kesilmez!” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:96;106) “Gene o yaşlı kadın, -konuğuna böylesine insanca davranan o kadın- hastanın önünde bana şöyle diyordu: -‘Singo, singo, homte hi mulo.’ (Çok sürmez, çok sürmez... Nasıl olsa ölecek.) N’aparsınız! Bu insanlar öyle sefil bir yaşam sürüyorlar ki birisinin ölecek olmasının onlar için hiçbir korkunç yanı yoktu.” (P. Mérimée, “Carmen”, sa:129) “TERÖRİST 2003 --------------------Soruyorlar, n’apacaksın çıksan hapisten? Dikiş tutturacak mısın, çıktın artık düzenden, Bir anda meşhur oldun, bakalım n’apacaksın şöhretinle, Acaba çıkar mısın tekrar cihad eylemine?” (Martin Mubanga, “Guantamano’dan Şiirler”, sa:74) “Benim bütün bunlardan çıkardığım sonuç, onun bu huzursuzlanmalardan, kollarını kavuşturmuş, ileri geri sallanıp surat asmalarından gizli bir zevk aldığıdır. ‘Ama George bu çok ciddi! N’aparız bilmiyorum! Para nereden bulunacak! Durumun ciddiyetinin farkında değilsin!’ Falan filan.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:11) “YIKILIŞ SURESİ yılan kandırmış, elma yenmiş bir defa geçelim.. ve sabah olmuş ve akşam olmuş onuncu gün aysel terketmiş beni, beşiktaş motoru batmış dazlaklar yine dövmüş şalvarlı türkleri yılan kandırmış, elma yenmiş n’apalım sekiz tane satılmış ilk kitabımdan katedralin duvarına işerken yakalanmış istiklal marşı’nda göğsü kabaran ozan” (Altay Öktem<d.1964>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:639) “HÜR HAMAMLAR DENİZİ <1955> -------------------------------------Kadın kısmı n’apar Güzin onu yapacak Bacağını azıcık yukarı çekti Süleyman yutar mı kaçın kurrası Bu sefer biraz aşağıdan öptü Hadi bakalım” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”,<1957>-50 yaşında-, sa:47) “Bunun üzerine, evinin, yaşanmaz hale geldiğini ve bu işe bir son vermek için ivedilikle önlem almak gerektiğini kavrayan Orlando, yerinde hangi genç adam olsa onun yapacağı şeyi yaptı ve Kral Charles’tan kendisini Olağanüstü Büyükelçi sıfatıyla İstanbul’a göndermesini rica etti. Kral White Hall’da yürüyüşteydi. Kolunda Nell Gwyn vardı. Kadın ona fındıklar atıyordu. Bu cilveli hanım böylesi bir çift bacağın ülkeden ayrılmasının pek yazık olduğunu düşünerek göğüs geçirdi. Ama n’apalım, kader acımasızdı; Orlando denize açılmadan önce kadın, ancak omuzunun üstünden bir öpücük gönderebildi ona.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:83)” nape : (İNG., ANAT.) <ne’yp> : Ense Napoli illeti : Yeni çağlarda Frengi’(sifiliz) nin en çok yakalanıldığı şehir Napoli olması nedeniyle, halk arasında ‘Frengi’ ye verilen isim Bk.: Frengi MEPHISTOPHELES - Kim bilir, dört taraftan esen rüzgarlar, şimdi bunları nereye savurmuştur. Kendisi Napoli’de, oranın yabancısı olarak dolaşıp dururken, güzel bir küçük bayan ona abayı yakarak o kadar sevgi ve sadakat göstermiş ki, adamcağız mutlu bir sona eren ömrünün sonuna kadar, bunun acısını çekti.” <Dipnot: ‘Frengi’ hastalığına yakalanmış. Buna “Napoli İlleti” de derlerdi.> (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:154) nappy : (İNG.,KOLL.;SCOTCH,İÇKİ) <ne’pi> : a) -sıfat- havlı, tüylü; 2) -sıfat,isim- Kuvvetli, sert, sarhoş edici -İskoç birasıNara atmak, Nara basmak, Yangın tulumbacıları naraları; Naracılar: Yüksek sesle haykırmak; Eski İstanbulda yangıntulumbacılarının yangın söndürmeye giderken attıkları nara’lar; O vazife için semt ocağına özgü yetişmiş naracılar “... kışlalarının önündeki askerler birer kırmızı karınca gibi, ötede gümüş bir tel üzerine kurulmuş ve üstünde boyuna dans edilen minnacık bir köprü... Vah zavallı hayvan! Korkudan ödü patlayacak!...Bastığı naradan sarayın bütün camları zangır zangır titriyor.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:55) “Bir gün Mevlana hazretleri arkadaşlarıyla beraber hamama gitmiş ve orada bir halvete girmişti. Orada uzun zaman kalınca, arkadaşların uluları, Çelebi Celaleddin Feridun’u, Mevlana’nın orada kalmasının sebebini anlamak vazifesiyle görevlendirildi. Celaleddin Feridun o halvette ne göreceğim diye halvetin kapısına gelince halvetin ta tepesine kadar Mevlana’nın mübarek vücudu ile dopdolu olduğunu gördü. Bütün vücudunu bir titreme kapladı ve öyle bir nara attı ki, müritlerin hepsi kendilerinden geçtiler.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:389-90) “Attığım naranın yankılanıp bir gümbürtüyle bana döneceğini umuyordum, oysa bir kuşun cansız ötüşü gibi dingin yücelerde hiç iz bırakmadan sönüp gitti. Yerlere geçtim utancımdan, sus pus kalakaldım.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:19) “Paskalya horası, salkım söğütlerin altında alevlenmişti. Yirmi yaşlarında, daha ustura değmemiş yanakları tüylü, esmer, boğa gibi bir delikanlı, kendini horaya vermişti; açık göğsü orman gibi kıvırcık kıllarla simsiyahtı; başını arkaya devirmiş, ayakları kanatlar gibi toprağı dövüyordu; gözlerini ara sıra kızlardan birine çeviriyor, suratının karanlığı içinde gözlerinin vahşi akı parlıyordu….. Barba Anagnosti’nin yanına yaklaştım, yanındaki kanepeye oturdum. Kulağına, ‘Oynayan delikanlı kim?’ dedim. Barba Anagnosti güldü. Hayran hayran bakarak, ‘Canalıcı Başmelek gibidir hınzır!’ dedi. ‘Çoban Sifakas’tır bu….. Yalnız Paskalya’da insan görüp oynamak için iner.’ İçini çekti: ‘Ah, ulan!’ diye mırıldandı, ‘onun gençliği bende olsa! Onun gençliği bende olsa, dinim hakkı için, kasabaları basardım be! Delikanlı başını salladı; azgın koç gibi, meleyerek, biçimsiz bir nara attı: ‘Çal Fanurios!’ diye bağırdı. ‘Çal! Ölümü kahredene kadar çal!.’ Ölüm her an ölüyor, her an hayat gibi yeniden doğuyordu.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:233) “Kel Mıstığın kamçısı beygirlerin yeleleri üzerinde gururla şaklarken afilli bir nara attı dosta düşmana: ‘Deheeee, arslanlarım!..’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:11) “Yangına giderken, sandığın hangi semtin tulumbası olduğunu seyre çıkmış halka veya önü sıra koşan diğer bir sandığa bildirmek için her sandığın narası ve birkaç güzel ve gür sesli naracısı vardı. Naracı’lardan biri kol altında ise nara atmak vazifesi <Heyt!...> <ödevi> öbürüne kalırdı. Heyyyy heyt Derede sırtlan Karada kaplan Düşmanına k.ç attıran Horhorlular... Heyt!... * Heyyyy heyt Ateşi kaçıran Yangında yanan Domatese bıçak salan Edirnekapulular... heyt...” (R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:83) “Masanın altında Winston’ın bacakları titriyordu. Yerinden kıpırdamamıştı, ama kafasının içinde, dışarıdaki kalabalığa karışmış, koşuyor, koşuyor, sağır olabilecek kadar yüksek sesle naralar atıyordu.” (G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:239) “Pieretto öyle br arabası olanın canının istediğini yapabileceğini, durup yıldızlara bakabileceğini söyledi. Kulak kesildim dinledim. ‘Belki bizi görmüştür.’ ‘Bakalım yanıt verecek mi,’ dedi Oreste ve bir nara attı. Bir boğanın böğürmesi gibi hayvansı ve yırtıcı bir uluma tutturdu, sesi yeri göğü sardı, sonra bir sarhoş kahkahasıyla sönüp bitti.” (C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:13) nares : (çoğul) (İNG.,ANAT.,) <ney’ris> : Burun delikleri Narkını kırmak : İtibarını düşürmek “ ‘Eyice kafam kızdı, çağırttım. Gözelce dört tokat sallayacaktım suratına, vaz geçtim. Kabadayılığı var dedim. Öğüt verip saydım. Narkını kırmak istemedim komşu içinde.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:155) Narkissos , Narkisus, Narsisism, Narsisizm : (YUN. MYTH.) : Kendini sevme, beğenme Mitoloji’deki klasik N a r c i s s u s öyküsünün ana hatları şunlardır: İki aşık: ‘Narcissus’ (Erk.) ve ‘Echo’ (ka.), birbirlerini bir daha görmemek üzere yeryüzünün ters yönlerine doğru harekete geçerler; eğer kaderlerinde yazılıysa, birgün karşılaşacaklar ve o zaman hiç ayrılmayacaklardır. Narcissus, ‘Echo, Echo’ diye haykırarak dağ tepe sevgilisini ararken (Tepelerden yankılanan ‘eko’ buradan geliyor!) nihayet bir gün, açlık ve susuzluktan bitab, bir dere kenarına gelir ve susuzluğunu gidermek üzere suya eğilir. Suda kendi aksini gören Narcissus, kendi aksine aşık olur ve onu öpmek üzere eğilir, mamafih suya düşerek boğulur ve ölür. Onun kalıntılarından, N e r g i z çiçeği yükselir. O gün bu gün, ‘Narsizm’, ya da ‘Narsisizm’, gerek psikoloji ve analitik psikiyatride, gerekse edebiyat alanında, ‘kendini beğenmişliğin’ hatta ‘kendine aşık olmanın’ temsilci sözcükleri olarak yaşantımızda yerini almıştır. <Freud, yeni doğan bebeğin, annesiyle olan ilişkisini ‘Birincil Narsisizm’ olarak nitelendirmiş ve bunun “nesne ilişkileri”nin sağlıklı bir başlangıcı olarak kaydetmiştir. Robert Waelder’e göre, bu, bebeğin gelişiminin tüm safhalarında, kişiliğinin ve cinselliğinin gelişiminde çok önemli bir rol oynar. Daha derin bilgi almak isteyenler, benim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri” kitabıma başvurabilir, Assos-Özgür Ya., pp.:411-420> GÜLLER V -----------sevip okşar kendi içinde kendini, kendi yansısıyla, albenili, Bulup çıkarırsın böylece tutkusunu doyuran Narkissos izleğini. (İzlek:Tema,kavram)” (Rainer Maria Rilke<1875-1925>-Eray Canberk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.12.09) Narthex : (DİN) <Narteks>, kiliselerde, aynı mezhepten olmayanların oturduğu dış dehliz -giriş bölümü“Malachi hepsinden daha önce davranmış olabilir. Jorge, bizim narteks’te konuştuklarımızı işitti; kitaplıktan alınmış olan bir kitabın Severinus’ta olduğunu Malachi’ye haber vermek için yazı salonuna gitti; bunun üzerine Malachie buraya geliyor. Severinus’u kapıyı açmaya razı ediyor, onu öldürüyor...’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:414) Nas : Kesin kanıt “ ‘Avrupa uygarlığı. Bu, Avrupalının uydurduğu yüz bin yalandan biridir. Yuf bize ki kendimizi bildiğimiz günden beri bu yalana bir nas gibi inanmışız. Yalan, yalan, yalan...’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:41) Nasıl desem : Nasıl tarif edeyim, nasıl anlatayım “ ‘Hesap yeteneğiniz mükemmel. Bakın, başınıza, nasıl desem, bir kaza geldi. Ama kurtuldunuz, geçmiş olsun. Ama tam olarak iyileşmediniz hemüz. Küçük bir amnezi söz konusu.’ ” (U. Eco, “Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi”, sa:13) Nasıl olsa : Zaten, yapmak zorunda kalacağından; garanti, muhakkak “Yayıncı aramaya kalkışırsa dikkatinin dağılacağını söylermiş Sophie’ye; iş o noktaya gelince zamanını yapıtı üzerinde çalışmaya harcamayı yeğliyormuş. Sophie onun bu kayıtsızlığına sinir oluyormuş, ama bu konuda ne zaman biraz üstüne gitse, Fanshawe omuz silker, aceleye gerek olmadığını, günün birinde nasıl olsa bir yayıncıya gideceğini söylermiş.” (P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:13) “Köpeklerini gezdirmeye çıkmış kara giysili hanımlara raslarsınız. Kemerler altından geçip, duvarlar boyunca yürürler. Yolun aydınlık kısmına dek yürümezler pek, ama Gustave Impétraz heykeline, genç kız bakışları gibi kaçak ve doygun bakışlarla bakmaktan da geri durmazlar. Bu tunç dev’in adını sanını bilmezler elbet, ama giysilerine, kılık kıyafetine bakıp yüksek tabakadan toplumun yüksek katından biri olduğunu anlarlar…..Kara giysili bayanlar, bu heykeli gördükçe kendilerini yüklerinden kurtulmuş duyup, ev işlerine sessiz soluksuz ara vererek, köpeklerini dolaştırmaya çıkarlar. En kutsal, en iyi düşünceleri büyük babalarından almışlar nasıl olsa, bu düşünceleri savunmak sorumluluğunu duymazlar artık; tunçtan bir adam bu düşüncelerin bekçisidir.” (J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:41) Nasır Bağlamak : (Düşünce) İsteklerinde ve düşüncelerinde tutkulu, önyargılı olmaki sıkı sıkı bağlanmak “Mr. Pye’ın hayattaki en büyük zevki herkese evini gezdirmekti. Çevrelerine karşı tamamiyle duygusuz olanlar bile adamın elinden kurtulamıyorlardı. Hatta yaşamak için sadece bir radyo, bir Amerikan bar, bir banyo ve bir yatakla bunun etrafını saran dört duvarın gerektiğini düşünecek kadar nasır bağlamış olanlar bile.” (A. Christie, “cinayet reçetesi”, sa:34) Nasibini almak; Nasiplenmek : Bir olay ya da kazançtan (genellikle, az da olsa yararına) hissesine düşeni almak, sonuca katlanmak (Kaşığında neyse kısmetime çıkmak); Hoşa giden ya da toplumca yapılması gerekli güzel bir şeyden kısa bir zaman için olsa daha yararlanmak, feyiz almak; Dayak ya da mezalimden payına düşeni almak “Cezayir’in havası İtalya kokar..... Buranın görüntüsü Toledo’nun Greco’su ve Barres’i gibidir. Bahsettiğim yerler ise farklı olarak tarihi olmayan şehirlerdir. O halde buralar, kendini bırakmadan, içlenmeden nasibini almamış yerlerdir. Öğle uykusunun geldiği can sıkıntısı vakitlerinde, üzüntü burada önemsizdir, öylesine yaşanır.” (A. Camus, “Yaz”, sa:47) “ ‘Özür dilerim ama, para benim!’ Kien, içinden beklemişti bu yanıtı. Karısı terbiyeden nasibi olmayan, cahil bir insandı ve hep öyle kalacaktı. Yaptığı planlar açısından onuru elverdiği ölçüde geri çekildi. ‘Tersini ileri süren yok. Ama kapıcı buraya gelmeli, birkaç yere göndermemiz gerekiyor.’ ” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:173) “... kendisi de, gençken bu asil işe soyunmuştu; dünyanın her bucağına..... Toledo barlarına ve daha bir yığın yerde ayak sürterek serüven aramış,..... bir yığın alçaklık yapmış, dullarla düşüp kalkmış,..... ve başkalarının parasıyla ömür sürdüğü bu şatoya çekilmişti; burası her tür şövalyeye açıktı, çünkü onları seviyordu, sefer dönüşlerinde kendisinin de bir şeylerden nasiplenmesi yeterdi.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:22) “SEVİNSİN Aldık nasibimizi hüzünden İşte geldik gidiyoruz sevinsin Halbuki ne güzel başlamıştı hikaye Şerbet gibi bir gök üstümüzde ------------Açın kapıları açın Gidin haber verin meleklere Can çekişip durmasın beyhude yere Elbet bir tutam ot biter üstümüzde Mezarına göre ayağını uzatır ölülerimiz.” (B. Rahmi Eyüboğlu<1913-1975>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:324-5) “Mutfak artık bambaşka bir görünüme bürünmüştü. Taburun ve bölüğün levazım başçavuşları, kıdemlerine göre ve Yurayda’nın özenle uygulamaya koyduğu bir sıradüzen içinde çöpleniyorlardı. Subaylardan artan domuz çorbası, herkes birkaç kaşık nasiplensin diye paslı bir leğende kaynar su katılarak çoğaltılmıştı; tabur yazıcıları, bölük telsizcileri ve birkaç erbaş çabuk çabuk kaşık sallıyorlardı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:263-4) “ ‘Eğer bu süre içinde koyunlarını topraklarımdan götürürsen, ne ala! Götürmezsen ellerinde Winchesterler, altı adamımı yollayacağım. Bütün sürünü koyun pirzolası yapsınlar diye... O sıra eğer seni de burada görürsem sen de nasibini alırsın artık.’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:267) “Derken öğretmenin seslenişi ya da kavga ettiğim arkadaşlardan birinin yumruğuyla kendime geliyordum. Kavga dövüşü bırakıp kendimi dışarı atıyor, acayip düşler içinde sağa sola bakınıyordum. Birden görüyordum ki, her şey alabildiğine güzel ve renkliydi, ışık tüm nesneler içinden akıyor, tüm nesneler nefes alıp veriyordu; ırmak öylesine duru yeşil, evlerin damları ve çatıları öyle kırmızı, dağlar öylesine maviydi. Ne var ki çevremi sarıp kuşatan güzellikler beni oyalayamıyor, sessizlik ve hüzün içinde bunların tadına varmaya çalışıyordum. Adeta her şey güzel olduğu ölçüde yabancılaşıyordu bana; ben bu güzelliklerin dışında kalıyor, onlardan nasibimi alamıyordum.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:30) “İşkembe çorbası masanın başından başlayarak dibine doğru servis verilirdi; ve, sizin azığınız size iletilirken tabağınızın içine akan burunlardan ve tükürüklerden, salyalardan nasibini almanız herhalde hoş bir manzara değildi.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:43-4) “Kısa bir süre önce yeni üniformalarıyla cepheye uğurlanan milisler de, öteki askerlerden farksız değildi. Onlar da savaştan nasiplerini almışlar, perişan hale gelmişlerdi. Ancak gözlerinde bir ışık parlıyordu. Çünkü askerlikten kaçtıkları üç yıl içinde neden cephede olmadıklarını açıklamak zorunluluğunu bir çırpıda ortadan kaldırmışlardı.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:425-6) “Sesi fazla yüksek çıkan bir kadın, namaz vaktinde sokakta olan bir erkek, hakkında şikayette bulunan bir satıcı, herhangi bir uygunsuz harekette bulunduğunu düşündükleri sokaktan geçen rastgele biri, kim olduğuna bakılmaksızın bu uzun sopalardan nasibini alıyordu.” (M. Mungan, “Çador”, sa:45) “IAGO -... Zayıf iradeli bazı insanlar vardır ki uykuda gündüz yaptıklarını sayıklarlar; Cassio da bu cinsten: Uykuda ‘Tatlı Desdomona, tedbirli davranalım, sevgimizi gizleyelim,’ dediğini işittim..... ‘Ah tatlı yaratık!’ diye haykırdı. Sonra beni sömürür gibi öptü: Sanki dudaklarında büyüyen puseleri köklerinden çekip koparıyordu. Sonra bacağını baldırımın üzerine attı, içini çekti, öptü ve ‘Seni Mağripliye nasibeden bahta lanet olsun!’ dedi.” (W. Shakespeare, “Othello”, sa:74) Nasip (nasibi) olmamak; Nasipsiz : Fırsat düşmemek, olanak doğmamak, ulaşmamak, erişmemek, elvermemek; O konuda bir yetisi bulunmamak; Talihi yaver gitmemek “Bir daha ihtiyar öğrenciyi görmek nasip olmadan eşyalarımızı hazırladık ve üç Türk arkadaş, bir Danimarkalı kız, bir dağ köyüne doğru yola çıktık. Biz orada iken şehir, hareketsiz ve cansızdı. Sıcak; parça parça, pelte pelte, yer yer birikiyor, kahvelerin terasları üzerinde her şey; bardaklar, sürahiler, aperitifler ve insanlar uyukluyordu.” (S.F. Abasıyanık, “Semaver-İhtiyar Talebe”, sa:99) “Kien, içinden beklemişti bu yanıtı. Karısı terbiyeden nasibi olmayan, cahil bir insandı ve hep öyle kalacaktı. Yaptığı planlar açısından onuru elverdiği ölçüde, geri çekildi.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:173) “Adamcağızın yazgısı böyleymiş demek ki. Generallik rütbesini verdikleri gün ansızın katıldı kaldı. Yüzünün sol yanına, sağ koluna, iki bacağına birden inme inmişti... Bizim gösteriş düşkününe sırmalı general apoleti takmak nasip olmadı, istemeye istemeye emekliye ayrıldı.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:45) “KATHARINA - Yazık, yazık, kır şu cadaloz şu çirkin kaşların kirişini. Velinimetini, kralını, hükümdarını yaralayacak edepsiz bakışları bırak..... Çamurlar içinde, yüzüne bakılmaz, kapkaranlık, güzellikten nasipsiz! O böyle oldukça insan susuzluktan kupkuru kesilmiş bile olsa, ne bir damlasını tatmayı, ne elini sürmeyi kabul eder.” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:127) “Hep Şam yolundadır; çünkü inancın, duygusunun yalnız bir kerelik değişimi nasip olmaz kendisine, tersine sayısız değişimler; çünkü her yeni düşünce ögesi onda yalnız kafaya değil, bağırsaklara kadar bütün bünyeye girer.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:109) Nassın : Nasılsın (Anadolu Şivesi) “Herşeyin bir usul gaydası var. Önce gelip muhtara bir toka: ‘Nassın kardaşım muhtar? Eyi misin? Allah afiyet versin kardaşım. Aferim, aferim, aferim... Seni her zaman böyle görmek isterim muhtarım...’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:204) Nataşa : Özellikle Sovyet emperyalizminin çöküşünden sonra o ülkelerden Türkiye’ye ve civara serbest cinsel ilişki ve ticaret için gelen kadınlara halkın verdiği isim; esasında Slav genç hanımı “Meksikalılar masadan yemek sona ermeden ayrılıyorlar. Bayan D., R. ve ben dostça çene çalıyoruz. Ama R. biraz rahatsız, yatmaya gidiyor. İyi olmama karşın ben de aynısını yapıyorum. Kafam çalışamayacak kadar dağınık. Ama ‘Savaş ve Barış’ı okuyorum. Nataşa’ya nasıl da aşıktım!” (A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:18) “LOMOF - Kıvılcımlar... Sus... Neredeyim ben? ÇUBUKOF - Haydi hemen evleniverin... Allah müstahakınızı versin! Nataşa razı! (Lomof’la kızının elini birleştirir.) Ne derler ona, o, razı... Ne derler ona, haydi hayırlı olsun.” (A. Çehov, “Teklif”, sa:36) nature : (DOĞA,DİN,KOLL.,THEOL.,İNG.) <ney’çır -İng.-; na’tür –Fr.> : -isim- Tabiat, mizaç, hilkatyaratılış, fıtrat, tıynet; alem, dünya, mevcudat; evren; cisim, vücut; nature myth : doğa olaylarından alınmış efsane; nature worship : doğal cisimlere tapınma; against nature : doğaya aykırı; animate nature : canlı şeyler, hayvanlar ve bitkiler; by nature : tabiatıyla, fıtri-doğuştan olarak; copied from nature : Doğa’dan alınma; freak of nature : hilkat-yaratılış ucubesi; good natured : iyi huylu, güler yüzlü; human nature : insan hali; inanimate nature : cansız dünya; in the nature of things : tabiatıyla, durumun icabındangerekçesinden dolayı; second nature : doğal olarak gelen şey; doğa hükmüne geçen şey; pay the debt of nature : ölmek (Yeni Redhouse Lügati? naumachia, naumachy : (YUN.,ROM. MYTH.,KOLL.) <no:mayk’ie; no:mey’ki> : Eski Yunan ve Roma’da, deniz savaşı oyunu; bu oyunlara özgü havuz Naupaktos : (YUN.,TAR.,COGR.) <No’paktos> : Yunanistan’da ‘İnebahtı’ limanı Navarin, Navarino Savaşı : Osmanlı devrinde, 1572’de <Sultan Selim III zamanında>, Osmanlı donanması ile İspanya-Venedik donanmaları arasında olan savaş. Yazar Cervantes savaşa bizzat katıldığı için (Osmanlı forsa’sı olarak) anılarını yazıyor. “Bizi İstanbul’a götürdüler; orada Büyük Sultan Selim, <İnebahtı’da, geçen yıl> yararlılıklarından dolayı ve Malta sancağını da getirdiği için, beni esir eden adamı Kaptan Paşa yaptı. Ertesi yıl, yani 1572’de, üç direkli kaptan gemisiyle, Navarino savaşındaydım; oradada, bizimkilerin Türk donanmasını nasıl elden kaçırdıklarını gözlerimle gördüm; leventler ve yeniçeriler kuşatılacaklarından öyle emindiler ki, çarpışmayı beklemeden kaçabilmek amacıyla kulakları kirişte bekliyorlardı: o kadar korkuyorlardı bizim donanmadan. ............ bizim Amiral’in hatasından ya da ihmalinden dolayı değil, Hıristiyanların işledikleri günahlar yüzünden, Tanrı, bizleri cezalandırmak üzere bie cellat gönderdiği için. Uluç Ali, Navarino civarındaki Modon adasına çekildi, birliklerini karaya çıkardı, limanın girişini tutturdu, Don Juan (İspanyol amiral> çekip gidene kadar orada kaldı..... Neyse, İstanbula döndük yine. Ertesi yıl, yani 1573’de, Senyor Don Juan’ın Tunus’u geri aldığını öğrendik; dünyadaki en gözü pek, en zalim Müslümanlardan biri olan Mulay Hamida’nın girmesini önlemek üzere buraya, Mulay Hamet’i yerleştirmiş. Büyük Sultan (SELİM III> buna hayli üzüldü... uzun zamandır barış teklif eden Venedikli’lerle anlaşma imzaladı.” -Devamı, 1 yıl sonra yapılacak GOLETA Savaşı!(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:308-9) navicert : (ASK.,HUK.,İNG.,DEN.) ‘s e r b e s t g e ç i ş’ vesikası <nevi’seert> : Savaş halinde bulunan bir devletin, bir gemiye verdiği Naylon : Sahte, yalancı, oyunbaz (Ağaç, aşk, ev, fatura, ilişki, macera, şarkı) “İÇİM ACIYOR BAHÇEYE ---------------------------------zaman zaman balık ailelerini güneşe ve tatlıya davet ederdi onun evi şehrin öteki ucunda o naylon evinde kırmızı naylon balıklarıyla eşinin naylondan aşkının sığınağında ve naylon elma ağaçlarının dalları altında naylon şarkılar söylüyor” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:97) “SOKAKLARIN KANUNU Kendin karar ver, bakma kimseye, kimseye sorma Geceye gümüş yakışır Arzular geçiştirilmez kolay lokmalarla Senin aradığın ışıyor gecenin ucunda Sonuna kadar yürü, zaman harcama naylon maceralarla” (M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:14) Nazar değmek : Göze gelmek; Uğursuz ya da kıskanç kişilerin kötü niyetli iltifatlarına mazhar olmak, yani olumsuz olarak etkilenmek inancı “İstanbul sosyetesine nazar değdi. Bu köşede adları çok geçen kişiler bir bir hastalanıp ameliyat oluyor.” -Gazetelerden(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:179) “USTA VE KÖPRÜ <1929> Köprü hazır olduğunda yükseldiğinde kıyılar arası yay gerildiğinde usta dinlenmeye oturdu, ona sevinmek için. Ve düşündü: kuş gibi güzeldir - aman nazar değmesin. Hayır, kuşun uçuşu gibi güzeldir - dedi kendi kendine. Kuşlar yok olur - uçuşları kalır.” (Ante Popovski-Erol Tufan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.07.02) Nazarene : (MUS.,HIRİS.,SOSY.,MYTH.) <Na’zerin> : Nasıra’lı, Hıristiyan; İlk Hıristiyanlık devirlerinde bir ‘Y a h u d i H ı r i s t i y an’ dininin üyesi Nazdar : (ÇEK MYTH.) : Ç e k yurtseverlerin selamı “Şvayk, yolun iki yanına dizilmiş insanlara, kepini sallayarak, ‘Nazdar!’ diye haykırmaktan alamadı kendini. Ama Şvayk’un bu o kasdar büyük bir etki uyandırdı ki, kalabalık tarafından tekrarlandı ve ‘Nazdar’ çığlıkları uzaklara kadar yayıldı, ta istasyonun önünde yankılandı. Çok uzaklardaki insanlar bile birbirlerine ‘Geliyorlar,’ demeye başladılar.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayks”, Cilt:I, sa:321) Nazenin : Nazlı, çıtkırıldım, şımarık, kibarlık budalası “Köy berberi Nikolas Usta, hiç kimsenin Şövalye Febo ile yarışamayacağını; onun karşısına çıkabilecek biri varsa, bunun sadece Amadis de Gaula’nın kardeşi, kendini her türlü koşula uyarlayabilen Don Galaor olabileceği konusunda üsteliyordu: o da nazenindi, ne de kardeşi gibi sulugözdü; üstelik, mesele cesaret oldu mu, kardeşinden hiç de geri kalmıyordu.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:12) “Bir nazenin bana gel gel eyledi Varmasam incinir, varsam incinir Beyaz gerdanından ince belinden Sarmasam incinir, sarsam incinir” (Erzurumlu Emrah-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:601-2) “Ölür müsün, öldürür müsün? Yürürken yolunda bir incecik su birikintisi gördüğü zaman telaş eden, atlamaya karar vermeden evvel üç, dört kere iskarpinlerine ve suya bakan, bir sandalyeye oturacağı zaman pantolonunu parmaklarının ucuyla dizkapaklarından tutup yukarı çeken nazlı ve nazenin kuzenimin ağaca çıkmak istemine gel de gülme.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:41) Nazı geçmek : Hatırı sayılmak, bir kimseye bir dileğini kolayca yaptırabilecek kadar yakın olmak “Geniş geniş gülerek ‘Nasılsın abla?’ diye sordu. ‘İyiyim. Hadi ne söyleyeceksen söyle. Acelem var. Rektör beye evrak götüreceğim.’ ‘Hah, ben de onu söyleyecektim.’ ‘Neyi?’ ‘Senin rektör beye nazın geçer... Benim bir amcaoğlum var, Hüseyin. Hani diyorum, rektör beye söylesen de ona bir hademelik, çaycılık falan ayarlasa.’ ” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:41) Nazır : (AR.) Nazar, nezaret’ten <Bakış, görme hudutları içinde; Gözaltı> Bakan, idare eden (Hükümet kabinesinde –Osmanlı terimi> “Kuzguncuk -------------Aynada bir kartpostal : Bir manzara Nis şehrinden. İskemle, karyola, konsol... Denize nazırdı pencereleri... Güneşte tavana suların ışıltısı vurur, Karanlık şilepler geçerdi geceleri insanı olduğu yerde eli böğründe bırakarak...” (N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa:28) Nazi’ler : İkinci Dünya Savaşını başlatan ve hemen tüm dünyayı kana boğan Hitler ve avenesinin ait olduğu siyasi parti ve onun mensupları “Yürüyorum. Rüzgar bir vapur düdüğünün çığlıklarını taşıyor. Yapayalnızım, ama kentin üzerine yürüyen bir ordu gibiyim. Bu an gemilerin denizde öttürdüğü düdükler anıdır; Avrupa’nın tüm kentlerinde ışıklar yanıyor; Berlin sokaklarında komünistlerle Nazi’ler savaşıyor, işsizler New York sokaklarını arşınlıyor. Kadınlar, aynaların karşısında, odalarında rimeller sürüyorlar. Ve ben burdayım, bu ıssız sokaktayım. Neuköln evlerinin pencerelerinden atılan her kurşun, sedyelerle taşınan yaralıların boğazlarından dökülen her hıçkırık, süslenen kadınların her hareketi, attığım her adımda, yüreğimin her vuruşunda yankısını buluyorum.” (J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:77) Nazlı bebek : Aşırı kibarlık taslayan, çıtkırıldım, naz yapan çabuk kırılan genç hanım “Bereket versin, şatoya dönünce bunu Duval’e açmaktan çekinmedi. Uşak: -Bu nazlı bebekle selamı sabahı kesmek gerek, dedi.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:51) Nazlı nazlı : Aşırı kibarca ve çıtkırıldım bir hava içinde “Tepenin yan tarafında büyük, parkımsı bir açıklık oluştu. Bunun içinde engebeli ve yeşillikli bir çayır görüyordu; orda burda benek benek meşe ağaçlarını görüyordu; dalların arasında sıçrayan ardıçları görebiliyordu. Gölgeden gölgeye nazlı nazlı geçen geyikleri görebiliyor, dahası böceklerin vızıltılarını ve İngiltere’de bir yaz gününün hafif iç çekişleriyle titreşimlerini işitebiliyordu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:103) Ne aç ne de açık (çıplak) olmak : Allaha şükür, ne aç ne de çıplak olmamak; kendine ya da ailesine gerektiği gibi bakmak “-Efendi! Sayende, dedi, hiçbir eksiğim, gediğim yok... Ne açım, ne açığım, halime şükrederim. Ama kürklü mantom yokmuş. Baloya gitmezmişim. Haftada bir defacık sinemaya da gidemiyormuşum. Bunların ziyanı yok!..” (S.F. Abasıoğlu, “Sarnıç”, sa:14) Ne ala, ne ala : Aman ne güzel, ne güzel; Ne mükemmel “Flaxman otuz sterlinden karısına söz etmeyi gerekli görmedi. Elbet o Paris gezisinde hayatının en güzel günlerini geçirdi. Şimdi, döneli üç ay olmasına karşın o günlerden söz ederken ağzının suları akıyordu. O günleri Gordon’a tatlı tatlı anlatmaktan vazgeçmemişti. Hatunun varlığından habersiz olduğu otuz papelle Paris’te on gün. Ne ala, ne ala! Ama ne yazık ki yerin kulağı vardı, Flaxman eve döndüğünde kendisini azar, bağrış çağrış bekliyordu.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:34) Ne ana bıraktı ne avrat : Öylesine sövdü-küfür etti ki, aile içinden dışından hiç birini eksik etmedi (Argo) “...Derken uzatmayalım lafı efendim, sen misin bunu süyleyen <söyleyen>? Beriki birden bağırmasın mı meyhane içinde: ‘İrfan Beyin de, senin de..’ Nasıl söyleyeyim bilmem ki... Ne ana bıraktı ne avrat, ne karı, ne kızan <dişi hayvanlar: kedi, köpek>)...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:278) Ne arar : Hiç arama, bulamazsın; ne gezer, yoktur ki “Ben güller görmüşümdür yarı pembe yarı ak, Onun yanaklarında öyle güller ne arar. Cana can katar nice kokuları koklamak, Sevgilimin soluğu kokmaz o kadar.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:130, sa:301) Ne bahasına olursa olsun : Kaça ve neye malolursa olsun, her halü karda, kanımın son damlasına dek Bk.: Ne pahasına olursa olsun “Fakat bu iblisçe öc her kayıba değerdi. Belki sonradan ömür boyunca pişman olurdum ama o anda ne bahasına olursa olsun bu haltı yemeliydim.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:174) “Elena, kendi kendine: -Şimdi, diye söylendi, beni öldüreceklerini bilsem, bu akşamki mektubu, ne bahasına olursa olsun, ele geçirmemeleri gerek; yoksa bu zavallı Giulio’ya sonsuza kadar eziyet ederler.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:38) “Sarhoşları almaya giden toprak sahibi soylu, Sviyajski’nin yanına sokularak, -Birini getirdim. Suyla ayılttım, dedi. İşe yarar. Sviyajski başını sallayarak, -Çok sarhoş değil mi, düşmez ya? diye sordu. -Düşmez, iyice açıldı. Burada da içirmeseler onu, yeter... Büfeciye, ne bahasına olursa olsun, ona içki vermemesini söyledim.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:423) Ne başı var ne kıçı : Düzensiz, dağınık düzen, ne idüğü belirsiz “Müfreze, dolambaçlı ve tozlu yol üzerinde, dağınık bir yürüyüşle, döne dolaşa yaklaştı. Bekir Çavuş, baktı, baktı: -Bu ne demek? Ne başı var ne kıçı... diye söylendi.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:134) Necef, Necef taşı : Parlak, saydam bir tür kuvarz taş “Geri Dönmek ------------ ---Dört yıl. Yayılıyor sesler dört köşesine odanın bir bas çalıyor hamile karısına adam, yeni evli. Ultrason, bebeğin kalp atışlarına dönüşüyor gitar sesleri. Ansızın bir boşluk oluşuyor aklında. Şarkı söylüyor adam sanki o şarkıda bulmak için uyumlu nefesini sözcükleri necef taşları gibi tarazlayan kadınlarla erkeklerin.” <Tarazlamak: Tel tel kabarmak> (Robert Berold<d.1948>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.12.05) Ne cehenneme giderse gitsin; Ne cehenneme gitmiş : Kızgınlıkla ‘nereye gitmiş’ anlamında “ ‘Eyi ya! Git cevabını ver sen de. ‘Evimin önüne ev yapmaya hakkı yoktur’ de. ‘Çekilsin, ne cehenneme giderse gitsin!’ de.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:166) “Bazen biz konuşurken, aşağıdan, direk bir ses: -Hacı Kalfa, ne cehenneme kayboldun yine? diye haykırıyordu. Bu Hacı Kalfa’nın efendisi, otelin sahibiydi.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:149) “Solda sıra sıra dükkanlar vardı, ama ne sattıkları anlaşılmıyordu, kepenklerini indirmişlerdi... Koca Louis kendi kendine : -Ne cehenneme gitmiş bunlar? diye konuştu.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:41) necessita : (LAT.; ITA.) <ne’k(s)esi’ta> : Gereklilik; zorunda kalmak; Necessitas non habet legem : <Neke’sitas non abet legem> Zorunluluk, yasa tanımaz = Becessity knows no law (İng.) “necessita. Machiavelli’nin kılavuz ilkesi. Machiavelli öncesi eski yaklaşım, ‘ahlak yasası’nı üstün tutardı. Olur da, kimi hallerde ahlak yasası çiğnenirse, bu, talihsizlik olarak görülürdü; fakat sonuçta yöneticiler insandı. Makyavelci yeni yaklaşıma göre ise, ‘ahlak yasası gerekli hallerde ihlal edilebilir’ <bozulabilir>. (J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:19) necromancy : (MYTH.,BÜYÜ.,KOLL.) <nekro’mensi> : Ölülerden haber almak suıretiyle yapılan b ü y ü; ruh çağırarak haber alma; büyücü sihirbaz) Nec tecum possum vivere, nec sine te : (LAT.,BİYO.,PSYCH.) <Nek te’kum possum vivere, nec sine te> : Sen le de sensiz de yaşayamam = I can not live you or without you (MARTIAL, Epigrams, XII,2) Ne çare (ki) : Elden birşey gelmez, bu işin çaresi yok “Aradan biraz zaman geçince, sevgilisine üzücü bazı şeyler anlatmıştı: Geçen yıl, askere gitmemesi için ana-babası para dökmüştü. Ne çare ki, bu yetmiyordu; bir gün kendisini alıp götürebilirlerdi. Askeri hizmete alınmak olasılığı onu ürkütüyordu.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:9) “Hayriye Hanım da az çok bu fikirdeydi. Fakat ihtiyar adam, bu yalvarmalara kulak asmamış, Necla’ya yazdığı mektupta şöyle cevap vermişti: ‘O anlattığın şeyler beni çok müteessir etti. Fakat ne çare ki hiçbir surette sana yardım edecek halde değilim.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:117) “Bu parça da İraz’ın kocası Hüseyin’e düşmüştü. Ne çare. İraz genç kadın, Hükümet yolu, karakol kapısı bilmez. Ne yaparlarsa yanlarına kalır.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:200) “ ‘Anlıyorum bayım. Ne çare ki, size sadece oturma iznimi gösterebileceğim. Çalışma iznim yok. Bunu siz de beklemiyordunuz elbette.’ Denetçi kibar bir edayla, ‘Haklısınız bayım,’ dedi, ‘böyle bir şeyi biz de beklemiyoruz. Fakat bu kadarı da yeter. İşinize devam edebilirsiniz. Hükümet, sergi inşaatı gibi olağanüstü hallerde yönetmelikleri sıkı sıkı uygulamak istemiyor. Rahatsız ettiğimiz için özür dileriz.’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisiniz”, sa:476) “Öyle istediklerine göre, şimdi benim için yabancı, adı sanı bilinmeyen insanlar onlar; birer hiçler! Ama, onlardan ve her şeyden sıyrılmış bulunan ben neyim? Bana bunu araştırmak kalıyor. Ne çare ki, önce benim durumuma bir bakmak gerek; sözü benzerlerimden kendime aktarmak için de gerekli bu.” (J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:11) “FALSTAFF - Oh, içim yağ bağladı. Bana çevirdiğiniz ok, dönüp dolaşıp kendinize saplandı ya. PAGE - Eh, ne çare. Fenton, Tanrı neşeni eksik etmesin. Bükemediğin eli öpmeli.” (W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:143) Ne de : Onu da seçmediler, değil; Ne kadar da; Ne de o “Buluşma İyice yorulmuştu Ta öbür yapraktan gelmişti buralara Ne de yumuşaktı koyu yeşil Üstüne oturduğu semiz otu” (F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak”, sa:16) “AKHİLLEUS’UN ÖLÜMSÜZ ATLARI Ve başladı çarpışma, ulaştı demir sesleri tunç göklere çıplak havanın içinden. --------------------------------------------------Dönmediler, ama geniş Hellespontos’un kıyısında bekleyen gemilere, ne de savaşa girdiler Akhalılar arasında, bir erkeğin ya da bir kadının mezarında duran bir taş gibi öylece kalakaldılar tutarak görkemli arabayı, başları yere eğik.” (Homeros <İlyada’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:95) Ne dediyse kar etmemek : Ne kadar onu fikrini değiştirmeye, ya da iknaya çalıştıysa da kar etmemek, işe yaramamak “Ama José Arkadia Buendia, daha o zamanlar çingenelerin dürüstlüğüne inanmadığı için, katırıyla bir çift keçisini miknatıslı iki külçeyle takas etti. Evin kırık dökük eşyasıyla birkaç parça malı artırabilmek için bu hayvanlara belbağlamış olan karısı Ursula Iguaran, onu caydırmak için ne dediyse kar etmedi.” (G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:7) Nedenler bulmak, uydurmak : Bulunduğu durumdan kurtulmak, ya da avantaj sağlamak için, gerçekçil ya gerçek dışı nedenler (genelde sağlık sorunları) söylemek “Forsa takımı, avluya girdikçe doktor kontrolü için bekletilecekleri parmaklıklı küçük avluya doğru iki sıra halinde sıralanmış olan gardiyanlar arasında itilip kakılıyordu. Hepsi de sağlık durumları için nedenler uydurarak, bozuk gözlerini, aksayan bacaklarını, sakat ellerini göstererek, o güç yolculuktan kurtulmak için son kez çabalıyorlardı.” (V. Hugo, “Bir İdam Mahkumunun Son Günü”, sa:57) Ne denli : Ne dereceye kadar “Asıl sorun, Pilar’ın sadece Pilar olmaması. O Sanchez ailesinin bir üyesi ve şu anda Angela’yla arası biraz şekerrenk olsa da, Maria’yla Teresa ona herzamanki kadar yakınlar. Kızların dördü de hala ana babalarının yasını tutuyor ve Pilar’ın Miles’a bağlılığı ne denli güçlü olursa olsun, yine de ailesi her şeyden önce geliyor.” (P. Auster, “Sunset Park”, sa:42) “Nakarat, öfkeden morarmış Kaptan Charlemont’un gelişiyle yarım kaldı. Fidele’de böyle basit bir şarkıyı nasıl söyleyebilirdik? Delirmiş olmalıydık. Bir İngiliz gemisi bu uygusuzluklara asla sahne olamazdı. Gitarı aldı ve onu duvara doğru fırlattı. Bağırarak, bizim disiplinsizliğimizden ne denli bıktığını ve bizim yerimize kamçının şarkı söyleyeceğini tekrar tekrar söyledi.” (Stefano Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:44) “-Her şeyden önce, dedim, kahkahayla güldüreceğimi bile bile. Droujine, ata ne denli benzediğinin farkında bile değil. Tahmin ettiğim gibi Liyudmilla Llovna bir kahkaha attı. Size şunu da söyleyeyim, Droujine’in bir kuramı var: Kendisi ancak, at yüzlü olanları sever, onları daha soylu bulur.” (N. Berberova, “Kara Acı”, sa:47) “Ne yazık ki avlanacak av yoktur, ilaç için olsun yoktur. Anlarsınız ya, Tarascon hayvanları, ne denli hayvan olurlarsa olsunlar, sonunda gözlerini dört açmaya başlamışlar.” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:12) “Ama ruhun ölümsüzse, duyularını ilgilendirmeyen şeylerle ilgilenmek için bütün bir sonrasızlık olmayacak mı önünde? İçinden geçtiğin şu güzel yerleri hor mu göreceksin, çabucak elinden alacaklar diye güzelliklerine sırt mı çevireceksin? Yolculuğun ne denli hızlıysa, bakışın da öylesine doymaz olsun; kaçışın ne denli hızlıysa, kucaklayışın da öylesine birdenbire olsun!” (A. Gide, “Dünya Nimetleri &Yeni Nimetler”, sa:142) “Bu söylenenler kendisi için önemsiz değildi, çünkü hiçbir zaman iyi geçinemedikleri müdür yardımcısının bu daveti bir barışma girişimi anlamını taşıyor, K.’nın bankadaki durumunun ne denli güçlendiğini, dostluğunun ya da en azından tarafsızlığının bankanın ikinci adamı için ne ölçüde değerli olduğunu gösteriyordu.” (F. Kafka, “Dava”, sa:49) “NE MÜMKÜN REBAPÇIYI DURDURMAK ---------------------------------------------------------Ama ne denli çırpınsak da, hiçbir şeyin olacağı yok. Çünkü kadını Şahmaran seviyor gizlice, beni ise dişi yılan.” (Nikolay Kınçev<1936-2007>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.07.09) “Ergenlik çağım yaklaşıyordu, macera ve romantik düşlerle dolu, o çılgın erkek dünyasının çılgın yaşantısının özlemini duyuyordum. Bu erkek dünyasının alkolle ne denli içiçe olduğunu bilmiyordum o zamanlar.” (J. London, “İntihar”, sa:51) “Bu pazar sabahı, ciğerlerime doldurduğum havayla birlikte tüm bu yıllar boyunca dağımdan ne denli mahrum kaldığımı ve onu ana kucağına kendimi bırakmayı ne kadar özlediğimi anladım.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:53) “Farkına vardığım yeni bir karışıklık dördüncü gün ortaya çıktı; duraksadım; biten ay otuz gün müydü, otuz bir gün müydü? Sonra şubat ayının söz konusu olduğunu ve benim 30 sandığım günün gerçekte 2 mart olduğunu anımsadım. Ne denli saçma görünürse görünsün bu yanılgı zaman kavramını karıştırdı.” (G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:56) “SONELER V Hüzün vericidir düşüncesi, çırpınıp durmak, barışını bulmak yolunda, yüreğini bir av ganimeti gibi önüne atmak için görmüyor musun yoksa sen, insanın en güzel yıllarını çalıp götürenin, ne denli kalıcı ve hırçın etkilerinin sürüp gittiğini?” (Raffaello Sanzio<1483-1520>-Necdet Atabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.07.09) “KIZ (Başı göğsü üzerine düşer.) - Dan diye söylemece yoktu, Aksel! AVUKAT - Dan diye söylemedim ki! KIZ - Söyledin, söyledin! AVUKAT - Eee, söylemedim dedik ya! Kız - Bu ne biçim konuşma! AVUKAT - Bağışla, Agnes! Ama sen pislikten ne denli rahatsız oluyorsan, ben de senin bu düzensizliğinden öyle rahatsız oluyorum” (A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:42) “ASLAN HEYKELLERİ <1957> ------------------------------Bir geyik kendini çiziyor karanlığa sonra kayboluyor Karanlık maranlık ama iyi seçiliyor Yorgan toplanmış bacakların seçiliyor Bir uçtan bir uca bacaklarının aslan heykelleri Onları ne denli sevdiğimin aslan heykelleri Ayık gecemizi dolduruyorlar bir uçtan bir uca” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:44) “Gelgelelim, madam Ştal’ın kişiliği ne denli yüce, hayatı ne denli dokunaklı, konuşması ne denli sevgi dolu, parlak olursa olsun, Kiti onu şaşırtan bazı özellikler fark etmişti onda elinde olmadan. Madam Ştal’in, ona akrabalarını sorarken küçümser bir tavırla gülümsediği Kiti’nin gözünden kaçmamıştı.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:432) “Tanrı’nın dünyasında ne kadar çok yeni ve farklı şeyin kendine yer bulduğunu, aynı göğün altında farklı meyvelerin, farklı kumaş, insan, hayvan ve adetlerin olduğunu görmüştür. Şövalyeler ile bunların köylüleri ve serfleri Doğu illerine vardıklarında kendilerinin Batı’da ne denli dar, ne denli körelmiş bir yaşam sürdüklerini, Sarazen’lerin <Müslüman devletlerin> ise ne denli zengin, doya doya ve zekice yaşadıklarını görünce şaşırıp utanmışlardır.” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:17-8) Nedense : Bilinmez bir sebep, nedenden dolayı “Yedi yaşına kadar kulübede büyütülen ve daha sonraları yaz tatillerini orada geçiren küçük yeğen Adrien, Dimi Dayı’nın bu lanetlemelerine tanık olurdu ama yine de onu sevmekten vaz geçmezdi. Aslında belki mantığa aykırı düşecek ama, nedense herkes severdi Dimi’yi… Durmadan dövdüğü eşi, son meteliğine kadar soyduğu anası ve komşuları… Köylüler, her düğün ve her kutlamaya çağırırlardı onu. Çünkü Dimi hem becerikli bir işçi, hem de eşi bulunmayan bir flüt çalgıcısı idi.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:94-5) NEDENSELLİK - Psişik Determinasyon (Fr.: Causalitée <kozalite>, Ing.: Causality <kozaliti> - (Fr.: Psychique determination <Psişik determinasyon>, <İng.: Psychic determination - Saykik determineyşın> . Psiko-analitik kuramın birinci temel ilkesi (İkincisi: Bilinçdışı = Unconscious’un (Bk!), ‘bilinç’den daha kudretli olarak ruhsal hayatımızın yöneticisi olması) “Psişik Determinasyon : Bu demektir ki, insanın hayatında, hiçbir şey rastgele olmaz; her ruhsal olay, kendienden bir evvelkinin doğal bir izleyicisidir: (Continuity <kontinüiti=süreklilik> ilkesi.) İster normal ister patolojik olsun, günlük hayatımızda her yaptığımız işin ve söylediğimiz sözcüğün bir anlamı, bir geçmişi ve bir de geleceği vardır. Günlük unutkanlıklar, şunu bunu kaybetmeler, ‘kaza’ veya ‘tesadüf’ diye geçiştirilen birçok olaylar, o kişi tarafından çoğu kez bilmeksizin hazırlanmış olaylardır. Freud’un açıkladığı gibi, rüyalarda bile belirli imajlar belirli ruhsal olayların sonucu olarak, rüya görenin ruhsal hayatının yakın ilişkilerini, düzenli bir sıra halinde sergilerler.” (İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. Baskı, sa:76) Neden sonra : Uzun bir zaman sonra; İş işten geçtikten sonra “... Ellerinde lambalar, şamdanlarla bahçelere, deniz kenarlarına dökülmüşler... Tavan arasından sokağa, kayıkhaneden havuzun iki karış suyuna kadar her yeri arayıp taramışlar... Bitişik arsadaki bostan kuyusuna fener sarkıtmışlar... Neden sonra büyükannem, Hüseyin’i hatırlayarak odasına koşmuş ve beni erin boynuna sımsıkı sarılarak uyumuş görmüş.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:17-8) “ ‘Bir sanatçı, düşler, hayaller peşinde koşan bir insan olmak istedim, erdemliliğin de, bir yurt yuvanın da tadını tadayım dedim beri yandan, ama bunun her ikisine birden sahip olamayacağımı, benim köylü değil, arayan ve bulduğunu muhafaza eden biri değil, göçebe biri olduğumu ancak neden sonra kavradım.’ ” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:109) “ ‘Walfischgasse boyunca, hiç konuşmadan yan yana yürümüşlerdi. Neden sonra genç kadın cesaretini toplayarak, fısıldamaya başladı: ‘Sizden beni bağışlamanızı isteyeceğim... yarın sabah erkenden buradan ayrılacağım için gitmeden önce her şeyi halletmek istiyorum... Benim için çok yoruldunuz, büyük çaba sarf ettiniz, bunun için size özellikle teşekkür etmek istiyorum...’ ” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:178) Ne de olsa : Her halü karda, her tür koşullar altında, en azından “ ‘Cep telefonumu çıkardım, ne de olsa bu şehirde hatırı sayılır sayıda arkadaşım vardı, fakat birisini aramak için geç bir saatti. Bunlardan birine girip bir içki ısmarlamayı düşündüm, nasılsa birileri beni tanıyacak ve ona katılmaya davet edecekti.’ ” (P. Coelho, “Zahir”, sa:232) “1942 yılında, on yaşındayken, ilk Ludi Juveniles ödülünü kazandım (genç İtalyan faşistlerin, yani her İtalyan gencinin, zorunlu olarak katıldığı gönüllü bir yarışmaydı bu). ‘Mussolini’nin şanı ve İtalya’nın ebedi varlığı uğruna ölümü göze almalı mıyız?’ konusunu büyük bir retorik ustalıkla işlemiştim. Yanıtım, olumluydu. Ne de olsa akıllı bir çocuktum.” (U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:28) “Kaçabilseydim eğer. Ah! Nasıl da koşardım kırlarda! Hayır, koşmamalıyım. Dikkat çeker, insanları şüphelendirebilir. Tam aksine, ağır adımlarla yürümem gerek. Kafanız dimdik olacak ve şarkı mırıldanacaksınız. Üstünüze kırmızı desenli ya da mavi renkli eskimiş gömlek türünde şeyler giyeceksiniz. Bunlar insanı iyi kamufle eder. Ne de olsa civardaki manavların tümü böyle giyinir.” (V. Hugo, “Bir İdam Mahkümunun Son Günü”, sa:72) Ne derler ona : Bu sözcüklerin kendilerinin bir anlamı olmayıp, ifade ettiği soruyu sormakla hiç ilgisi olmadan, konuşmasına devamda güçlük çeken kişinin, bunları kullanıp vakit kazanmasını ve arayı doldurmasını temin eden bir deyim olmuş oluyor. “LOMOF - Kızınızla evlenmek arzumu... ÇUBUKOF (Sözünü keserek.) - Ah canım... Öyle memnun oldum ki, ne derler ona... Özellikle ne derler ona, (Kucaklayarak öper.) ötedenberi isterdim. (Ağlar.) Ve ben sizi, benim melek çocuğum, her zaman öz evladım gibi sevdim. Cenabıhak her ikinize de uğur, aşk ve ne derler ona, uzun ömür hediye etsin.” (A. Çehov, “Teklif”, sa:12-3) Ne dersen ne : Ne düşünürsen düşün, fikrin ne olursa olsun, bana göre “ ‘Bu, olsa olsa bir kültür ayrılığıdır.’ ‘Hayır, bir ruh, bir seciye (karakter), bir zihniyet, bir yaş farkı... Ne dersen de, onu, bizim kuşağa mal edemezsin.’ Bu ‘bizim kuşak’ sözü Selma Hanım’ın yüreğine bir az su serpti.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:218) Ne dese beğenirsin : Ne dedi, biliyor musun “... Sofu köylü karılardan birinin ineği öldü; ne dese beğenirsin? Kadının tarlası bizim göle, yani Paris’ten gelme bir filozofun, bir dinsizin gölüne bitişikmiş de hayvan ondan ölmüş; haftasına bir de baktım, göldeki balıklar kireçle zehirlenmiş, hepsinin karnı havada. Anlayacağın, başıma her çeşidinden dert açtılar.” (Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:5) Ne devlet : ‘Eğer bu iş olursa’ ne talih, mutluluk “Çevrem kaba insanlarla çevrili; bunların yabanıl güçlerinin kurbanı olmamak için hep yalan söylemem gerektiğinden, böyle bir dahi varlık bulmam benim için ne devlet!” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:12) Nedime : Soyluların, zenginlerin hanımefendilerinin kişisel refakatçısı ve yardımcısı “Kral Arthur’un Yuvarlak Masa Şövalyeleri arasında en yüreklilerinden biri, Sir Geraint idi. Bir gün Kraliçe Guinevere ve nedimelerinden biriyle ormanda gezintiye çıkmışlardı. Karşılarına bir Lady, bir şövalye ve bir cüce çıktı. Kraliçe Guinevere nedimesine, cücenin yanına gidip efendisinin kim olduğunu sormasını istedi. Şövalyenin çok gururlu bir yüzü vardı. Nedime cüceye yaklaşıp efendisinin kim olduğunu sordu. ‘Bilmiyorum,’ diye yanıtladı onu cüce kaba bir tavırla.” (Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:27) Ne diye : Neden, niçin “Homais habire konuşuyor, orada bulunanlara bu kuruluşun gelecekteki önemini anlatıyor, döşemelerin sağlamlığını, duvarların kalınlığını tahmin ediyor: ‘Ah! ne diye yanımda bir metre getirmedim sanki, Binet de kendi işleri için yararlanırdı bundan,’ diye yazıklanıyordu.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:113) Ne ekersen onu biçersin : Bir atasözü haline de gelmiş eski sözcüklerden biri; ‘karma’; ‘Hayatta ne edersen onu bulursun’ kuralı “Budist olmamama rağmen, bilhassa Budist felsefesini seviyorum. Sana, etrafında hayatını şekillendirebileceğin çok iyi bir temel sunuyor. Örneğin karma’ya, yani ne ekersen onu biçersin fikrine kesinlikle inanıyorum. Bob’un <sokak kedisi>, sıkıntılı hayatımın bir noktasında yaptığım iyi bir şey için verilen bir ödül olup olmadığını merak ediyordum.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:221) ne exeat regno : (LAT.HUK.) <ni eksi’et regno> : Memleket dışına çıkmak için İngiliz Hükümeti tarafından verilen karar nefandous : (DİL,DAVR.,İNG.) <ni’fen’dıs> : Ağza alınmaz, kerih, mekruh, çirkin ve bayağı Nefesi kesilmek : Soluğu kesilmek, nafes alamamak Bk.: Nefesi tıkanmak, nefesi tükenmek “Kış geçti, bahar geldi. Fakat Tevfik’e benzer kimse, Emine’nin kapısında dolaşmıyordu. O, daha aksi, daha titiz, belki de biraz hastaydı. İkide birde nefesi kesiliyor, keskin bir sancı saplanmış gibi can evini tutuyordu.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:124) “Teabing’in nefesi kesilmişti. Soğuk zeminde uzanmış yatarken, çıplak elleriyle tuttuğu mermer silindire bakıyor ve içindeki cam şişenin kırılmamış olması için dua ediyordu.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:463) “Kendini kurtarıp göğsüme öyle sert vuruyordu ki nefesim kesiliyor ve geri geri sendeliyorum. ‘Seni orospu çocuğu’ diye bağırıyor. ‘Seni yaşlı kaçık! Defol! Git de bir yerlerde geber!’ Dönüp giderken arkasından ‘Beni ne zaman duruşmaya çıkaracaksınız?’ diye bağırıyorum. Aldırmıyor.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:166) “Bir Pazar günü, öğleden sonra yine Kora ile beraber evde oturmuş, televizyonda Hans Christian Anderson’un ‘The Red Shoes-Kırmızı Pabuçlar’ını seyrediyorduk. Moira Shearer, Victoria Page’i canlandırıyordu. İkimizin de nefesi kesilmişti.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Maui”, sa:85) “... göbeğini hoplata hoplata eritmeye çalışan, akşamdan kalma, nefesi ekşi ekşi içki kokan..... üstelik bir de evli olan bir sürü manasız adam çıkıyordu karşıma. Çoğunun her halinden türedi zengin, sonradan görme oldukları belliydi. Tıkana tıkana, öksüre tıksıra koşmaya çalışıyor, on metrede bir nefesleri kesiliyor, her buldukları duvara bir ellerini dayayarak soluk tazeliyerek, karşılarına çıkan her ağaç dibine okkalı balgamlar atıyorlar.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:81) “Kapıyı kapadı. Daniel onun çevik ayak seslerini dinleyerek: Bu iş bir daha düzelmemecesine koptu, diye düşündü ve birden nefesi kesildi. Ama bir anlık duyguydu bu, çok sürmedi: ‘Bir saniye bile o rahat, ölçülü, kendi kendiyle barışık tavrını bozmadı,’ diye düşündü. ‘Korkmuş, bombok olmuş, ama bu dışarda. İçi gene rahat, gene huzurlu!’ Aynaya dönerek güzel, solgun yüzünü seyretti: ‘Ama eğer Marcelle’le evlenmek zorunda kalsaydı, bu değil beş bine, milyon papele değerdi,’ diye söylendi.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:101) Nefesini kesmek : Öldürmek “Çocuk şişi satın aldı ama ertesi gün avluya çıkmadı. ‘Korkuyor küçük bık,’ dedi Sears. ‘Ben de korkardım onun yerinde olsaydım,’ dedim..... Sears ertesi gün duşta kesti çocuğun nefesini. Kimse bir şey görmedi, su ve sabunla beraber akan rtaze kanın dışında.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:51) Nefesi tıkanmak : Soluğu kesilmek, ölecek ya da bayılacak gibi duyumlamak “BUCAK MÜDÜRÜ - Ne oldu? Söyle! KADIN - Nefesim tıkanıyor. Bana bir papaz bulun! Allah rızası için imdadıma yetişin!” (H. Ibsen, “Brand”, sa:43) Nefesi tükenmek : Konuşmaktan, söylemekten, derdini anlatamamaktan nefessiz kalmak “... O Plutus ki savaşı, barışı, devletleri, danışmaları, mahkemeleri, halk meclislerini, evlilikleri, anlaşmaları, birleşmeleri, yasaları, sanatları, ciddiyi, şakayı...-saymaktan nefesim tükendi- kendi hevesine göre yönlendirir...” (D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:13-4) “FAUST - Beni dinle! -ve rica ederim, nefesimi tükettirme.- Şunu bil ki: Haklı çıkmak isteyen ve yalnız çenesi kuvvetli olan bir kimse, bunda eninde sonunda başarılı olur.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:160) Nefes nefese : Soluk soluğa, derin derine nefes alaraktan Bk.: Soluk soluğa “Şimdi dört amele nefes nefese idiler. Salih’in arkadaşı, sarı yulaf saçlı Abdurrahman, Salih’e dik dik baktı. Deminki duraklamanın nedeni oydu. İşi büsbütün açığa vurmuştu.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:14) “Ben ‘Gölge’yim. Acılar kentinden kaçarım. Sonsuz kederin içinden uçarım. Arno nehri kıyısında nefes nefese sürünüyorum. Via dei Castellani’ye doğru sola dönüyor, kuzeye yöneliyor, Uffizi’nin gölglerinde koşturuyorum. Hala peşimden geliyorlar.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:15) “Nefes nefese kalan Sophie, şimdi onun önünde duruyordu. Langdon floresan ışığında onun güçlü havasının yumuşak hatlarından kaynaklandığını görünce şaşırmıştı. Sadece bakışları sertti ve çok katmanlı Renoir portrelerini çağrıştırıyordu... gizemli fakat belirgin, gizem perdesini kaybetmeyen bir yüreklilik.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:77-8) “Langdon şimdi, korkunun kuvvetli bir dinamik olduğunu anlıyordu. Karanlıkta nefes nefese, el yordamıyla döner kapıya doğru ilerliyordu. Duvardaki düğmeyi buldu ve avucuyla üzerine vurdu. Hiçbir şey olmadı. Tekrar denedi. Kapı kımıldamıyordu.” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:353) “Koşmaya başladım. Kamyon bizi geçti. Peşine takıldık.... İlk önce ben tutundum ve uçarcasına atladım. Sonra Emmanuel’e yardım ettim, çekip oturttum. Nefes nefese kalmıştık.” (A. Camus, “Yabancı”, sa:32) “TRANSİT YOLCU ------------------------Ve yine nefes nefese trenime yetişiyorum. Kendinden kuşkulanan, köklenmiş; İçimde - esip geçen rüzgar uğultusu... Ve ıskalanan hayat.” (Blaga Dimitrova<1922-2003>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.12.02) “Bir sabah nefes nefese ve toz içinde bir süvari geldi. Ona, bir av eğlencesi sırasında, soylu bir senyörün okunu yanlış yere atarak kız kardeşinin oğlunu vurduğunu söyledi. Ok bir gözünden girip ensesinden çıkmıştı. Genç hala nefes alıyordu ve bu senyör Baudolino’dan, bir din adamının yapabileceği her şeyi yapmasını istiyordu.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:532) “Hafif, yumuşak adımlarla, tüm bedeni yeni bir ahenkle hareket ederek yatağa doğru yürüdü. Ona yardım etmek için kollarıma almak istedim, fakat reddetti ve yastığımı öpücüklerle kaplayarak kendi başına uızandı. Bir an için beyaz çarşafımda uzanmış haliyle bronz bir heykeli andırdı. Ürperdi ve nefes nefese ismimi tekrarladı.” (M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:136) “Çıldırmış bir köpek uluması; karanlık, iblisçe. Sonra iniltiler yaklaştı. Boğuk bir ses, kovalanan vahşi bir hayvanın nefes nefese hırıltısı. Karanlıktan iri, boz bir köpek fırladı, kulakları sarkmış, tir tir titreyip ulayarak iki adamın bacaklarına dolandı.” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:46) “KARANLIĞIN ORTASINDA -----------------------------------orada, gece boyunca göğsümde, umutsuzca, nefes nefese soluyan biri ayağa kalkıp seni isteyen birinin soğuk ellerini durmaksızın itiyordu” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:69) “Zilin sesini duyan Gülçin çıldırmışçasına fırladı, kapıya koştu. Nefes nefese içeri giren kocası: ‘Kurtuldu...’ diye bağırdı, ‘çok şükür kurtuldu ama...’ Bir iskemleye yığılmış, alnından sicim gibi akan terleri kurulamaya çalışıyordu.” (O. Hançerlioğlu, “Bordamıza Vuran Deniz”, sa:59) “Gönül, sinemada leblebi yemesini severdi. Bu yüzden, her sinema seferinde, cebinde bir külah leblebi bulunduruyordu. Geciktiği günler, nefes nefese sinemanın giriş yerine dalıp gözleriyle Gönül’ü araştırırken...” (O. Hançerlioğlu, “Yedinci Gün”, sa:126) “Bronz Uykusuz buluşçular, nefes nefese atletler, bin bir şampiyona katılımcılarıgerçekten hep üçüncü olmak ve bronza boyun eğmek kimbilir ne acı.” (Georgi Konstantinov<d.1943>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.10.05) “Bütün bir gün ortalıkta görünmedi. Akşam hava kararırken döndüğünde bitkin, perişan bir haldeydi, nefes nefese kalmıştı. Taksiden zorlukla inip elini göğsüne koyarak bahçe kapısına tutunduğunu gören mahalleli ona yardım etmek için koştu ama o hiçbirini istemedi.” (Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:267) “İster küçük vadimin içinde oldun, isterse herhangi bir yolda olsun, çalıştığım bir sırada, onun hızla gelerek, aniden ortaya çıktığını görüyordum. Ya koşmuş olmasından ya da herhangi bir heyecanın etkisinden nefes nefese kalmış bir halde, birdenbire oturuyordu.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:201) “Soyundum, dökündüm, şiddetle ılık bir duşa ihtiyacım vardı.....Belki gece yatmadan önce uzanırdım küvete. Kendimi duşun ılık suyuna emanet ettim. Ben, duşun altında, saçlarım öyle köpük köpük şampuanlıyken, banyonun kapısı, küçük ve telaşlı yumruklarla vurulmaya başladı. Tuğde nefes nefese sesleniyordu: ‘Nermin abla, Nermin abla, kapıyı aç! Polis! Polis, Nermin abla!’ ” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:69) “JONES - (Artık adamakıllı ileriye çıkmıştır. Karaltısı hayal meyal farkedilebilecek bir yerdedir. Pantalonu o derece yırtılmış ve kopmuştur ki, geriye kalan parçaların edep yerini örten bir bezden farkı kalmamıştır. Kendini boylu boyunca yüzükoyun yere atar. Sıfırı tüketmiş bir halde, nefes nefesedir. Kapalı yer ağır ağır aydınlanır gibidir.) (Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:56) “Soğukta bir süre dolaştı, çünkü ihtiyar kadın ortalıkta görünmüyordu, bu sırada, Amelia’nın hiç kimse için böyle bir şey yapmayacağını düşündü. Eve girdiğinde nefes nefeseydi. Dans eden odanın dibinde Rodrigues’in, bir zamanlar yaptığı gibi Amelia’nın ayaklarının ucuna kıvrıldığını gördü.” (C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:108) “köy sokakları, kuru yağmur dereleri, ve hava ayrılırdı bin parçaya biri bağırsa: Kim var orada? Çıplak tepeler, sönmüş bir volkan, taş ve o denli görkemin Altında nefes nefese bir ses, ve kuraklık, tozun tadı.” (O. Paz, “Kartal Mı Güneş Mi”, sa:21) “Demek ki, malzeme olarak sadece salyangozlarım, solucanlarım, sineklerim olacaktı ve ben ömrümü, kelebeklerin peşinde nefes nefese koşmak, zavallı sinekleri kazığa geçirmek, yakalayabildiğim fareleri veya bulduğum ölü hayvanları kesip biçmekle geçirecektim.” (J.J. Rousseau, “Yalnız Gezenin Düşleri”, sa:133) “Neyse ki bu sıkıntılı uykuda sayıklama fasılaları insaflı denebilecek kadar kısa sürüyordu ve bittiği zaman kan ter içinde, nefes nefese bir süreliğine yatışır, rüyasız bir halsizliğe gömülürdü. Sonra ansızın yeniden uyanır, allak bullak haliyle, odasına gizlice bir yabancının girmiş olduğunu düşünürdü.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:13) “Rahipler elleri boş bir şekilde manastıra dönmeden önce artık tembel adımlarla nefes nefese kilisenin etrafında dolanmaktaymış. Bu arada diğer rahipler hırsızın kurnazca bir hileyle kilisenin içinde saklanmış olabileceği düşüncesiyle koro yerinden rahip odasına kadar her yeri didik didik aramış, öfkeli arama tarama çalışması bouyunca, sandaletli ayaklarını yere vura vura askıda duran her cübbeyi aramışlar, sandıkları yoklamışlar...” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:18) “-Vaktim olmadı. Bu treni kaçıramazdım. Praça Quinze’de indiğimizde canım çıkmıştı zaten. Tramvay bir türlü gelmiyordu. Nefes nefese yetiştim buraya, bu benim oğlan da kurşun gibi ağır.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:115) Ne fronti crede : (LAT.,SOSY.,KOLL.) <No fron’ti kre’de> : Görünüşe aldanmayınız; bir kitap hakkında, yalnızca kapağına bakararak karar vermeyin = Dont’t be deceived by appearances; don’t judge a book by its cover (İNG.) Nefs; Nefsini köreltmek, körletmek, öldürmek : Nefis, bencillik, arzu, id, kişisel menfaat; İnanç uğruna dünya nimetlerinden (seks, yemek vb) feragat etmek “Hıristiyanlık da, <André> Gide gibi, insandan arzusunu engellemesini ister. Ama Gide, bunda fazladan bir zevk bulur. Hıristiyanlık ise, bunu nefsi köreltme olarak görür.” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:43) “Samanaların en yaşlısından ders gören Sidarta nefsini öldürme, meditasyon egzersizleri yapıyordu yeni Samana kurallarına uyarak. Bambu ormanının üstünde bir balıkçıl kuşunun uçtuğunu gören Sidarta kuşu kendi ruhuna aktarıp dağların, ormanların üstünden uçup gidiyor, balıkçıl kuşu oluyor, balık yiyor, balıkçıl kuşlarının açlığını duyuyor, onlar gibi sesler çıkararak konuşuyor, onların ölümüyle ölüyordu.” (H. Hesse, “Sidarta”, sa:21) “Evet böyle işte, benim kuşağımın en önemli, hatta tek buluğ sorunu karıydı. Yani bir türlü ele geçiremediğim karı... Çünkü o zamanlar şimdiki gibi değildi. Bu yüzden, o zamanlar bizim en büyük olayımız, sonradan ortaya çıkacak ve saflığı bozucu anlaşmazlıklara karşı duyulan son derece abtalca korkusuyla bir nefsi körletmekti. Şöyle de söyleyebiliriz. Karıların üstünden sendeliye sendeliye geçtik, savaşa kayıverdik.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:29) “O, hayat sularının sultanı olan böyle bir peygamber bulur da... Onun huzurunda, ey hayat suyunun sultanı ‘ol’ emriyle bizi dirilt diye nasıl olur da can vermez? Sakın nefis köpeğini canlı bırakma. Çünkü o, öteden beri senin can düşmanındır. Bu köpeğin can avlmasına engel olan kemiğin canı cehenneme.” (Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:2, sa:50) “Hükümdar at binerken bir yandan da evrenin değişkenliği, yıldızların boyutları, eşlerinin memeleri ve Tanrı’nın tabiatı gibi meseleleri zihninde ölçüp biçiyordu. Bugün ayrıca, benlik ve onun Üç Şahsı’nı kapsayan dilsel bir muamma hakkında, yani nefsin birinci, ikinci, üçüncü tekil ve çoğul şahısları üzerine düşünüyordu. O, Ekber, kendisinden hiçbir zaman, yalnızken bile, hatta öfkelendiğinde veya rüyalarında bile ‘ben’ diye bahsetmezdi. O her zaman -başka ne olacaktı ya?- ‘biz’ idi.” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:43) “LADY UTTERWORD, öfkeyle kanapeye oturur. - ... Ev sahiplerini koydunsa bul. Saatinde sofraya oturmak yok. Kimse acıkmak nedir bilmez. Çünkü ya ekmek peynirle nefis körletirler yahut da elma kemirirler.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:11) Nefsine hakim olmak : İnsanın, normal beden ve ruh gereksinimlerinin ötesinde, kendini kötülüğe, tamiri zor yalnışlıklara güdecek bir takım içgüdülerini kontrol edebilme yetisi “Nefsime hakim olacağım diye uğraşmıyorum. Nefse hakimiyet, tinsel varlığımdan saçılan sonsuz sayıda ışınların rastgele bir yerinde etkili olmayı istemektir. Ama çevremde böylesi çemberler çizmem gerekiyorsa, o zaman benim için en iyisi bunu bir eylemde bulunmaksızın, şaşkınlıkla devasa düzeni ağzım açık seyrederim sadece ve bu seyrin bana e contrario <Ita.: Bütünlükle karşıt içinde> vereceği güçten faydalanırım, o kadar.” (F. Kafka, “Aforizmalar”, No.:31, sa:25) Neft, Neftyağı : Organik maddelerin ayrışmasından oluşan tutuşur, yanıcı, yakıcı sıvılar; Genel olarak boyacılıkta kullanılan, yakıcı özellikli bir mineral yağ tütü “Kaçıyorlardı, cilalı, ter temiz yüzlü beyler, besili şişman çocuklar, güzel, süslü kadınlar bilmem nerelerine <bilmem neresi : kıçı> neftyağı sürülmüş gibi kaçıyorlardı.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:114) Ne gelen var ne giden : Hiç kimseler yok, beklenen kimse gelmedi “İSMENE Uğrayın arada bir - beni sevindirirsiniz. Günler bir türlü geçmiyor burada. Artık ne gelen var, ne giden, eşyanın, çatıdaki kirişlerin, döşemenin, merdivenlerin, sıvıların, kapkacağın, perdelerin, menteşelerin o bilinen eskimesinden başka...” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:168) Ne gezer : Nerden bulursun, öyle kolay kolay bulunmaz, hiç de umduğun gibi değil, nerde o talih; Yok “Muhtar istemeye istemeye güldü: ‘Bende? Bende para ne gezer ula? Evet var benim param emme, başıma azim belalar geldi. Oğlanı dutup götürdüler...... Bizim gafamız evvelinden işlemiyor, bari elimiz işlesin. Bir guruş veremem şimdi sana. Güzün gel, güzün al...’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:115) “ANYA - Ee, nasıl oldu? Borç taksitlerini ödeyebildin mi? VARYA - Ne gezer. ANYA - Tanrım, Tanrım... VARYA - Çiftlik ağustosta satılığa çıkarılıyor... ANYA - Tanrım...” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:109) “Bana, iyi niyetli gibi göründüler ve gene bekleriz, dediler. Tam ayrılıyordum ki, aklıma bir şey geldi ve geri döndüm: -Sizin ping-pong takımınız ya da antrenörünüz var mı? dedim. -Ne gezer kardeşim, dediler, bizler hep futbolcuyuz.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:181) “DELİ... O sinir gazı skandalını hatırladınız mı? Amerika’da fabrika kuran gaz şirketi, insanlığı üç kez yok edecek kadar gaz imal etti. Hiç olmazsa buna sansür uygulanır diye düşünülür değil mi? Ne gezer! Tam tersi. Telvizyonunu açtığında bir yığın trenler görüyorsun. ‘Nereye gidiyor bunlar? Denize! Trenlerin üzerindeki o variller de ne? Sinir gazı...’ ” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:88-9) “Biz ordugahın bulunduğu tepeye tırmanırken arkamızdan yetişti, ‘Macar karıları ateşli olur diye bilirdim,’ dedi, ‘ne gezer! Avrat soğuk nevanın teki, kardeşim; soğuk neva ne kelime buzdağından farksız.!’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:362) “ ‘He; (dişsiz ağzını eliyle kapayarak.) he, he.. herif kapının ardında, ‘Daha bitmedi mi?’ dermiş. İçerdekiler ‘Hele azıcık daha dur, hele azıcık daha dur!’ diye kıs kıs gülüşürlermiş... ‘Ne gezer, ayol... Herif yıllar yılı kendi eliyle karısını şeyhin köyüne taşıdı durdu. Emme, karı cinsmiş he, ona her yıl sonunda tosun gibi bir oğlan verirdi.’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:45) “ADAM -... Bir de çiftlikten sordursam, belki çiftçi... WALTER - Çiftlikten mi? Burada köyde, başka kimsede yok mu? ADAM - Hayır, ne gezer!” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:21) “Elbiselerimizi kendi askerlerine vermek için almışlardı ve kala kala bize gömleklerimiz kalmıştı; bir dehastanede yatan hastaların yaz ortasında giydikleri bu keten pantolonlar. Bir süre sonra Tom kalktı, oflaya puflaya gelip yanıma çöktü. -Isındın mı? -Ne gezer, soluğum kesildi.” (J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:16) “Bütün gün delice bir neşe içinde, evde boyuna, oradan oraya dolaşıyordu; eğer Giulio’yu görebilirse ona olumsuz bir işaret yapmaya kesinlikle karar vermiş olarak, ikide bir pencerenin önüne gidiyordu. Fakat ne gezer! Zavallı çocuk, genç Senyör de Campireali’nin azarından o kadar incinmişti ki gündüzleri, Albano’da asla ortaya çıkmıyordu; yalnızca, Pazar günleri, tapınım için, görev diye kiliseye gidiyordu.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:36) “Banka mesaisini bilirsin belki, yahut duymuşsundur. Camlı bölgelerde pırıl pırıl masalar; daktilo makineleri, kalın kalın defterler, türlü türlü fişler, hesap makineleri ve sözümona iş iş iş. İş hakikaten o kadar çok mu? Ne gezer! Bazı aylar ve zamanlar istisna edilecek olursa, günde üç-dört saatlik bir mesai normal bir bankanın işlerini başarmaya yeter.” (C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Kötülük Yapayım Derken”, sa:146) Negrito : (SOS.,COĞ.,IRK.SP..) <nig’ri’to> : Güney Afrika ve civar adalarda yaşayan cüce zenci Negroponte : (COĞR.,DEN.) <Negro’pontey> : Yunanistan’da ‘Ağrıboz’ adası Negus : (HABEŞ.,DEV.,İÇKİ) <Ni’gıs> : Nigıs, Habeş Hükümdarı; Şarap ve sıcak su, ve limon suyu ile yapılmış bir içki Ne güne duruyor : Şimdi yapılmayacaksa, ne zaman yapılacak bağlamında “-Suçlandırın Piotr Aleksandroviç, siz de suçlandırın beni! diye bağırdı. Çocuklarımın parasını iç etmekle suçlandırıyorlar. Mahkeme ne güne duruyor öyleyse?” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:103) Ne güzel : Ne şevkle, zevkle, iştahla; ne çok “Böylece bir iki laf ettikten sonra kızlar Akulina Teyze’den ayrılarak kendi yollarına koyuldular. Bir fındık ağacının koyu gölgesi altına çöken Olguşka: -Hadi, biraz oturalım, yorgınluktan ölüyorum, dedi. Ah, şimdi ekmeğimiz olsaydı, ne güzel yerdik!” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:113) Ne hacet : Ne gerek var “Ne mi düşünürsünüz? Bir pencerede pırıl pırıl bir camı, camda bir gün ışığını, bir küçük dere peyzajını, yahut belki de gökte mavi bir yarık vardır, onu! Fazlasına ne hacet!” (K. Hamsun, “Pan”, sa:14) “Servet Bey, kendisinden bir şey rica edilen bir adam tavrını takındı: ‘Ne hacet efendim... Bu mektuplardan bana da geldi,’ dedi; ‘derhal yırtıp attım. Fakat şöyle bir göz gezdirmek dolayısıyla neden bahsettiklerini aşağı yukarı biliyorum.’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:74) Ne halin(iz) varsa gör(ün); Ne hali varsa görsün : Ona ne olursa olsun artık karışmam, o kendi başına artık, benden paso “MARGHERITA -... Bir yere kadar sesimi çıkarmadım, ama şimdi söylüyorum size: Evet efendim, kızı almalıdır, onunla evlenmelidir. LUNARDO - Alsın, evlensin, ne hali varsa görsün! Bıktım, usandım artık.” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:104) “Delikanlı: -Ne halin varsa gör! deyip geri döndü. -Hey, dur hele! Seni kim ıslattı böyle? Fena pataklamışlar ulan...” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:62) “... dokunur, dokunur, Reşit’in yetiştirdiği çocuğa bak derlerse senin yüzün kızarır mı ki, diyordu, ne halin varsa gör demişti sonra, bir yirmibeş kuruşluk hırsızlık benim değil ama senin başını yakabilir bir gün, nasıl olsa ben onun o yaşını göremeyeceğim...” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:92) “Zebedi’nin beyni atmıştı. ‘Bas git buradan Filipus, cehennem ol!’ diye uludu, kan beynine çıkmıştı. ‘Görmüyor musun işimiz var. Biz balıkçıyız, sen de çobansın. Bırak çiftçiler yakınsın dursun, ne halleri varsa görsünler, bize ne?.. Haydi çocuklar iş başına!’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:129) “Bizler kim oluyoruz da, hayatının belirli bir düzeyinde akıl hastanesine kapanmış biri, ‘Ne haliniz varsa görün. Ben bundan böyle hayattan tat almaya başlayacağım, kendi kendime bir pozisyin yaratacağım!’ dediğinde biz bu düşünüş yanlıştır mı diyeceğiz? Burada, eğer birisi, ‘Herkesin canı cehenneme, ben Perth’in Belediye Başkanıyım!’ dese, kimse bunu adamakıllı sorgulamaz bile.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:49) “Lucien’in sinirden gözleri yaşardı. Bergere’i bütün gücüyle itti: ‘Bu benim suçum değil,’ dedi tıslayan bir sesle, ‘bana fazlasıyla içki içirdiniz, içimden kusmak geliyor.’ ‘İyi öyleyse git,’ dedi Bergere, ‘git, ne halin varsa gör.’ ” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:189) “Ekibin de onunla ilgilendiği yoktu zaten. Öyle biri yokmuş gibi davranıyorlardı. Bu kasıntı zengin kızının canı cehennemeydi. Paraya ihtiyacı olmadığı halde bu işi yaptığı için ayrıca kızgındılar. ‘Amaan! Ne hali varsa görsün’ diyorlardı aralarında, ‘kendi bileceği şey, gidip zıbarsın erkenden, tavuk gibi.’ ” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:72) Ne hesap var ne kitap : Hiçbirşeyin kaydı kuydu yok, ne olup bittiğini kimse bilmiyor “SIĞINMACILAR ----------------------Ne hesap var, ne kitap var gönlümde, kahroluyor, ağlıyorum her gece, devletimin gözlerimin önünde dışarıya aktığını gördükçe.” (Evtim Evtimov<d.1933>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.06.09) Ne hikmetse : Gizine aklı erdirilemez nedenlerle, Allah bilir (Hikmeti Huda’dan), bilmem neden “Çünkü garip adamın varlığı ‘her zaman’ özelliklerle, başkalıklarla dolu değildir; hatta tam tersine, bazan o bir bütünün özüdür çağdaşların hepsi, ne hikmetse, sanki geçici bir rüzgarın etkisiyle ondan sıyrılıvermişlerdir.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:IX -önsöz-, yazar) “SONBAHAR YAĞMURU --------------------------------O ölen ki, ömür boyu kısa yazmış adını herkes görüp açık seçik okusun diye. Ama ne hikmetse, birdenbire duvardaki kağıdı kopuyor ve döne döne uçuyor bulutlara.” (Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08) “ANI ----- Ama, her ne hikmetse, bu motor kekeleyerek sürdürdüğü sitemde sanki bana kahrolarak soruyor: ‘Hadi söyle, öteki genç nerede?’ O, öteki dediği, yok artık. Ama işte dışarıda bahar. Göklerde sonsuza dek ok gibi uçuşsa da kuşlar o, onları bir daha görmeyecek.” (Nikola Vaptsarov<1909-1942>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.09.09) Ne idiği (idüğü) belirsiz; bilinmez : Niteliği ve sonu belli olmayan, karanlık iş ya da kimse “-Ulan kahpe, dedi. Karahisarlı: -Kime diyon ulan, dedi o lafı? Abdurrahman bu adamdan çekinirdi. İsterse parasını bile vermez. Bu kimsesiz, ne idüğü belirsiz, lakayt iskelenin köyü içinde Abdurrahman’ı perişan bırakabilirdi. -Anama, dedi. -Neden? -Neden olacak, dedi, beni doğurduğundan.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:14) “ ‘Ama zaten sizler, siz İngilizler, Kıptiler konusunda ne bilirsiniz, onları ne kadar umursarsınız? Ne idiğü belirsiz bir sapkınlık gibi görürsünüz dinlerini, bozulmuş bir dilleri, Arapça’nın, Yunanca’nın etkisiyle, onmaz derecede karmakarışık bir dua kitapları vardır.’ ” (L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü”, sa:44) “Bu misyondan sonra Çavuş Ömer’i bir daha görmedim. Kimse de onun ardından hiçbir şey konuşmadı. Herhalde başka bir Birliğe nakli için ricada bulunmuştu. Öldüğünü hiç sanmam, zira o denli kahraman bir insanın ne idüğü belirsiz beş paralık bir kurşuna heba edilebileceğini ben düşünmüyorum.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:135) “İdam sephası, bir tahta iskele ya da bir makine değildir; tahtadan, demirden ve iplerden ibaret cansız bir mekanizma da değildir. O, ne idüğü bilinmez karanlık niyetleri olan bir canlı varlık gibidir.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:38) “Adam bence çok hızlı sürüyor ve yırtıcılıkla klaksona basıyordu. Kasıtlı bir şekilde yayalara sürünerek geçtiği izlenimine kapılmıştım, yüzündeki ne idüğü belirsiz gülümseme de hoşuma gitmiyordu. Sağ elinde siyah bir eldiven vardı, bu da hoşuma gitmemişti. Marine Drive’a saptığında, sakinleşir gibi oldu ve efendi efendi denize paralel giden arabaların arasına karıştı.” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:15) “Aşağıda, herkesin oturduğu salonda, otel müşterilerinden kiminle olursa olsun konuşmaya başlayacaktır; herhangi bir meyhanede ne idiği belirsiz oyuncularla, kazandığı paranın iki katını öne sürerek kumar oynayacaktır..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:53) “Kışkırtılmış iç güdüm bunda bir çeşit arzulayış kokusu alıyordu; bu ne idüğü belirsiz kişilerin, toplum dışına atılmış insanların aylak aylak dolaşmasında kendimi buluyordum, bir bakıma.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:152) “Başkan, geride kurtarılabilecek ne kalmışsa onun kurtarılması görüşünde. Ona göre, kablonun henüz kullanılmamış kısmı gemilerden indirilmeli ve son çare olarak zararına bile olsa satılmalı ve bu ne idüğü belirsiz plandan, okyanusa kablo döşeme işinden bütünüyle vazgeçilmeli.” (S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:164) Ne işin var : Niye öyle düşünüyorsun, yapıyorsun; Ne arıyorsun oralarda? “Jülyen ikide bir bana: ‘Canım,’ diyordu, ‘ne işin var o karanlık pansiyonda? Akşamları bize gel; burada yemeğini yer sonra da pansiyona dönersin!’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:46) Ne ki : Gerçek şu idi ki, ama “Ne ki, kimsenin konuştuğu yoktu. Çavuş, belli ki, aklından bir şeyler geçiriyordu. Sonunda, dayanamadı, onbaşıya dönüp kafasına takılanı dile getirdi: ‘Bana sorarsan, casusların asılması doğru değil. Görevi uğruna kendini feda eden, yurdu uğruna kellesini koltuğuna alan bir insan daha onurlu bir şekilde idam edilmeli; barut ve kurşunla mesela. Ne dersin onbaşı?’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:275) “İyi ama neye benzetilebilirdi? Ona öyle bir göz attı. Tamam, tostunu dişlerken tam bir tavşana benziyordu. Başka biri belki tutup da bu küt burunlu, mavi gözlü, son derece ciddi ağızlı, yapılı genç adamı şu haliyle öyle ufak, korkak bir yaratığa benzetemezdi. Ne ki işin keyfi de buradaydı.” (W. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:76 Neler neler (bulmak) : Envai çeşit şey (adam, eğlence, kadın, yiyecek-içecek) “Daha neler neler Maydonozlu köfteler.” (Anonim, eski İtanbul tekerlemelerinden) “Morel, Jupien’in yerini almak niyetindeydi, yelekçinin barondan sağladığını zannettiği gelirleri aylığına eklemek gibi belli belirsiz bir isteği vardı. ‘Jigoloları daha iyi tanırım, sizin herhangi bir hataya düşmenize izin vermem. Yakında Balbec fuarı başlayacak, orada neler buluruz neler.’ ” (M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:419-20) Nemalanmak : Faydalanmak; yarar, gelir temin etmek “Güller, dikenler üstünde kapılmıştı ürpertiye: Biri alı al utançtan, öteki apak, kahrından; Üçüncüsü ne al, ne ak: her birinden nemalanmış, Aşırdıklarına bir de senden soluk eklemişti.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:99, sa:239) Ne mal olduğunu anlamak, bilmek, göstermek : Gerçek yüzünü ve kimliğini bilmek “Adam tek eliyle Kien’i Kien’i silkelemeye başladı. Kendisine kimse korkak diyemezdi. Öteki eliyle Therese’yi tuttu. Çekilsindi onun yolundan, hah şöyle. Şimdi ona ne mal olduğunu gösterecekti. Bildiği gibi değildi o! Öyle değil, böyleydi Banknotlar yerlere dağıldı. Therese hıçkırarak ağlıyordu.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:327) “Bu kız, her saf insanı baştan çıkarırdı. Bereket, Pavel bu kadar saf değildi ve görünüşe bakarak aldanmamasına imkan yoktu. Pavel bu Slava’nın ne mal olduğunu biliyordu; bu dudaklar ister konuşup kıpırdansınlar, isterse de sessizce kapalı durdunlar.” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:236) “Genç kız ellerini, arkasındaki yuvarlak masaya dayadı. -Bir arkadaşıma, diye fısıldadı. -Kim o arkadaşın? Yalan söyleyecek gücü kendinde bulamadı. Bir solukta cevap verdi: -Madame Legras. İhtiyar, omuzlarından birini silkti. -Bu kadının ne mal olduğunu biliyor musun?” (J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:138) “ ‘Ben Şikago’nun ne mal olduğunu çok iyi bilirim,’ dedi New York’lu. ‘Beşinci Caddede bizim milyonerlerin şahane villa...’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:40) “Bu sessiz antika oğlanın ne mal olduğu ancak yavaş yavaş öğrenilebilmiş, cimrinin ve bencilin teki diye nitelendirilebileceği, bu kötü huylarda işi mükemmelliğe vardırmasıyla çevresindekilere saygınlık uyandırmaya ya da en azından bir hoşgörü havası yarattığı sonradan anlaşılabilmişti.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:71-2) “KEENEY, gözleri ve sesi ateş püskürerek - Kıpırdamayın! (Adamlar bir araya sıkışmış bir halde, öfkeli ve sıkıntılı bir sessizlik içinde dururlar.) Bu gemide isyan çıkarmanın sakar iş olduğunu anladınız, değil mi?..... Daima aklınızda tutun ki: kimin işi kaytardığını görürsem hemen geberteceğim. Haydi, şimdi çekin arabanızı, çabuk!..... En iyisi, hemen güverteye çık, bay Slocum. Köşeye bucağa gizlenerek oyun etmeye kalkışırlar; meydan verme. Bu andan itibaren gözümüzü dört açmalıyız. Ne mal olduklarını bilirim.’ ” (Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:25) “-Bütün bunları ister istemez kabul ediyorum. Çünkü politikacıların ne mal olduklarını çoktan öğrendim.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:111) “ELLIE, elleri sarkar. - Ne tuhaf! Annem bu işlerden hiç anlamadığı halde ne mal olduğunuzu bilirdi; ta başından beri. Bu adamı hiç gözüm tutmuyor, derdi. Babama değil tabii, bize, çocuklara.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:62) “KLEOPATRA (İsyanla.) - Susun! Charmian, küçük bir Mısırlı şaşkın gibi saçmalama..... Neden böyle küstahça gevezelik etmenize izin veriyorum, biliyor musunuz? CHARMIAN - Her şeyde Sezar’ı örnek alıyorsunuz da ondan. O herkesin istediğini söylemesine göz yumuyor. KLEOPATRA - Hayır. Bir gün kendisine niçin böyle yaptığını sormuştum. Ne dedi biliyor musunuz? ‘Bırak kadınların konuşsun. Onlardan bir şeyler öğrenirsin.’ ‘Canım, onlardan ne öğrenilir sanki?’ diye sordum. ‘Ne mal olduklarını öğrenirsin.’ dedi.” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:115) “ANNA PAVLOVNA - Sence bütün servetini batırıncaya kadar, eve çingene gözdelerini getirinceye kadar beklemeli miydi? SAŞA - Onun gözdesi falan yok. ANNA PAVLOVNA - İşte bütün felaket burada, zaten hepinizi büyüledi, fakat beni asla. Ben ne mal olduğunu bilirim onun. Kendisi de bunun farkında. Lisa’nın yerinde olsaydım daha bir yıl önce onu bırakırdım.” (L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:12-3) Neme gerek; Neme lazım; Nemize gerek : Doğruyu söylemek gerekirse, Bana ne, Ben tedbirimi alayım da “ ‘... Onlar beni ne sanıyorlar?.. Emme ben Öğretmene kabat bulmam. Yabancıdır. Beni tanımaz. Emme o muhtar olacak çatal boynuza ne oluyor? Yollamam yollamam.. Bu yıl yolladım mı, bir daha kurtaramam. Yollayıp oğlanlara fingirdeştiremem. Neme lazıııım? Yarın memeleri de çıkar, aklı bulanır... Yollayamam!..’ ” (F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:12-3) “ŞARKI <4 Haziran 1858> --------Neme lazımmış dünyaya gelmek, sonumun böyleyse gerçekliği. Kim böyle sürükleniyorsa, acımak gerek ona, şu iki öksüzce yüzene: Küçük kayığıma ve bana. Hey nehirim medet bize, karıştırma bizi ulu denize!” (İlia Cavcavadze-Hüseyin Uygur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.02.03) “SERÇE <1904> --------Beni değil, bir tek onu Seviyor o! Neme gerek, Mutluluk sayarım bunu, Coşarım acı çekerek.” (Zinaida Gippius<1869-1945>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.01.03) “MIRILTILAR - Bunlar bizim nemize gerek?... Modası geçmiş bir şaka.... Buna falcılık derler.... Hokkabazlık derler.... Ben bunları çok işittim.... Boş yere de ümitlere kapıldım....” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:15) “BRIGHELLA, kendi kendine. - Evlendik sonra beni hatırlar mı acaba? Allah bilir artık. Ama neme lazım. Ben onu sevdiğimden çırpınıyorum, istiye istiye ona, onun derdine ortak oluyorum.” (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:115) “B.’de iken pek beğendiğim için bir Avrupa mecmuasından kesip sakladığım bir baş modelini aynanın kenarına iliştirdim, bütün kuvvetimi, maharetimi sarf ederek onu taklit ettim. Bu baş, fazla fantezist ve viöjö idi. Fakat neme lazım? Ben bugün, bir aktris gibi bu kibar ‘Kenar dilberleri’ üstünde yapacağım tesire bakarım.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:290) “Çavuş, beylik tabancasını beline takarken, ‘Bir halt karıştırmayasın diye ben de geleceğim!’ dedi. ‘Çok kıyak tabancadır. Yedi mermi atar ve asla teklemez.’ Ama bahçeye çıkmadan, onbaşıyı çağırıp gizlice emir verdi: ‘Sen gene de süngü tak, herif işerken helanın arka tarafında bekle. Neme lazım, bok çukurunun oradan tünel kazıp kaçmaya maçmaya kalkışır.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:272) “Yaşlı adam sandalyesinin arkalığına vücudunu yaslayarak ve V:’nin kendi üzerine dikkatle diktiği bakışlarından gözlerini kaçırarak, sinirli sinirli haykırdı: -Adam sen de... Belki oğludur, belki de değildir. Benim neme gerek, burada kim isterse o efendilik etsin.” (E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:109) “Sonra eklediler: ‘Haberiniz avr mı? Faik Bey geldi... Şimdi, şimdi beraberdik.’ ‘Hakkı Celis ‘Neme lazım’ der gibi omuzlarını silkti.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:177) “Çok doğru bir adamdı. Senede belki yüz ev sattığı halde kendi perili köşkünü hariçten gelip Hanya’dan Konya’dan haberi olmayan enayi bir müşteriyi sokmuyor. ‘Allahtan korkarım, neme lazım!’ diyordu. Köşkünün perili olduğunu hiç saklamazdı.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:16) Ne mene(m) şey : Ne tür, ne biçim, nasıl; netameli, zilli kişilik ya da şey “Gidiyorum, dedi komşuları, doğrusu bir şeylerin döndüğünü anlamıştım, ama böyle bir şey olabileceğini düşünmemiştim, Senden bir ricam olacak, dedi damat, Nedir, Benimle birlikte polise gelmeni isteyeceğim, böylelikle kapı kapı gezip işlediğimiz korkunç suçları anlatma zahmetinden de kurtulmuş olursun, düşünsene bir kez, çocuk katilliği var, baba katilliği var, tanrı aşkına, ne menem katillermişiz biz bu evde yaşayanlar yahu...” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:47) “Özellikle büyükannemden çok tedirgin oluyordum; bana yeterince hayran olmamasını görmek acı veriyordu içime. Louise, benim ne menem şey olduğumu nlamıştı. Kocasında eleştiremediği şarlatanlıktan dolayı beni açıkça suçluyordu; onun gözünde bir şaklaban, bir maskara, bir yalancıydım ben.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:27) Nemesis : (DİN,MYTH.,HUK.) <Neme’zis> : Eski Yunanlıların ‘ceza, intikam’ mabudesi; Müstehak cezayı veren adalet; GREK MYTH:’de, ‘lesser’=’daha az önemli tanrıçalardan biri. Tanrılara ve insanlara rahatlık, sükunet sunar, onların acılarını unutturur ve rahat kılardı. ‘Öç ve Adalet tanrısı’ olmasına karşın, aşırılıklara karşı, bölüştürücü bir tanrıdır. “...... Avusturyalı’yı <XVI. Louis’nin karısı Marie-Antoinette kastedilmektedir> suçlu sandalyesine oturtmaktan çekinen kadife eldivenli Némésis adaletine pek güvenim yok benim. Hayır, hayır, Cumhuriyet’i kurtaracak olan Devrim Mahkemesi değil, İçinde bulunduğumuz bu umutsuz durumda halk adaletinin hızını kesenler suçludur!” (A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:111) “Burada o tuhaf cezalandırma ve sözde işlenen bir suçun kefaretini ödetme eylemi gerçekleştirilirdi: Ben bir araba sopa yerdim, ama babam da, ben bunu nasıl hakettiğimi pek bilmezdik. İntikam tanrıçası Nemesis’e sunulann sessiz kurbanlardı bu cezalandırmalar. Gizemsel bir güce olan bir borcun ödenmesi gibi tanrıçaya sunuluyor, bu arada ne babam beni herhengi bir şekilde paylayıp azarlıyor, ne de ben yediğim dayaktan ötürü bağırıp çağırıyordum. İlerki yıllarda ne zaman ‘kör talih’ten söz açıldığını işitsem, bu gizemsel sahneleri anımsardım hep, bunlar bana ‘kör talih’ kavramını açıklayacak gayet somut örnekler gibi görünürdü.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:15) nemine contradicente (kısalt.): ‘nem. con.’ (LAT.,HUK.) <nemi’ne kontra’dikente> : Hiç muhalif rey olmadan Nemo dat quod non habet : (LAT.,KOLL.) <nemo dat ku’ad non ha’bet> : Hiçbir kimse, kendinin sahip olmadığı bir şeyi veremez = Nobody can give what he does not possess (İNG.) Nemrut suratlı : Asık, sert ve kötülük saçan bir yüz “Rabia, bayağı sevinmiş, yüreklenmişti: -Bir şey mi istiyorsun? -O nemrut suratlı, domuz oğlu domuz, dükkanı sordu. Arabasını köşede bıraktı. Belki lazım olurum diye geldim.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:170) “Efsun bu manzarayı çok tuhaf buldu, ama hemen unuttu. Sonunda hemşirenin sert tutumu ve doktorun kararlı tavrı karşısında iğne olmayı kabul etti. Dört erkek de odadan çıktı. İğneden sonra doktor Efsun’un otele dönebileceğini söyledi. Efsun yine nemrut suratıyla minibüste bir köşeye büzülüp oturdu.” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:73-4) Ne mümkün; Ne mümkünse yapmak : İmkanı yok; Elinden gelen tüm olanakları ve imkanı kullanmak “Dodu Baba bir sarhoş havası tutturdu, şarkının herkesin ezbere bildiğibir yeri hayli açık saçıktı ama Dodu Baba’yı susturmak ne mümkün! Hayli yalvarıp bir şarkı da Sylvie’den istedik, ‘artık sofrada şarkı söylenmiyor’ deyip kabul etmedi.” (G. Nerval, “Sylvie”, sa:61) Ne münasebet : Neye öyle olsun, ne ilgisi var, hiç öyle olmaz “Lise, Alyoşa’yı kurnaz bir bakışla süzerek sinirli bir halle kıkır kıkır gülüyordu. -Neden evlensin Lise, ne münasebet; sen de tadını kaçırıyorsun artık. Sakın o çocuk kuduz olmasın Aleksey Fedoroviç?” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:40) “-Olmaz. İşi bana kıraktılar. Ahmet son derece kesin söylemiş, ‘Kamil gidecek! Kendisi...’ demiş. -Ne münasebet efendim? Biz böyle bir şey konuşmamıştık. -Kamil Bey’in yüzündeki kederi görerek tekrar gülümsedi-: -Hemen somurtmayın. Mesele, vallaha, güven meselesi değil. İşte görüyorsunuz, zaten işin gizlisi kapaklısı kalmamış... Ben de inkar etmiyorum. Fakat biz aramaızda kararlaştırmıştık. Sizi şimdilik bu işlere karıştırmayacaktık.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:211) Nem var (nem) neyim yok; Nem varsa; Nen var neyin yok : Tüm varım yoğum; Nen var, neyin yok! “Corentin: ‘Ne var?’ diye sordu. -‘Çok şey var! Nem var, nem yok hepsini yitirmiş, 113’den çıkıyordum, kemerlerin altında ne göreyim! Georges! Baron kovmuş. Hafiyelik etti diye kuşkulanıyormuş ondan.’ ” (H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:184-5) “Bu oğlanın benim can düşmanım olduğunu hissediyorum. O da beni bir oyun bozan, fesatçı sayıyor. N. büyüdüğü zaman Allah beni onun kötülüğünden korusun. İşte o, nem var, nem yok, hatta anılarımın enkazını bile tahrip edecektir.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:36) “Kutsal bir azim ve öfkeyle tutuşan yaşlı rahip Aziz Antonio’ya dönmüş ve başlamış sövmeye sanki Aziz Antonio görevini ihmal ederken suçüstü yakalanmış bir hizmetçiymiş gibi. ‘Bir de aziz olacaksın, aziz, kendi gümüşünü koru, bırak diğerleri gözünün önünde yürütülsün, hadi bakalım, bunun hesabını vereceksin, ben de senin nen var nen yok toparlamazsam.’ Bu acı sözlerle yaşlı rahip kiliseye girmiş ve kiliseyi boşaltmaya başlamış, sadece gümüşleri çıkartmamış dışarı, örtüleri ve diğer eşyaları da.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:19) “PETRUCHIO - Bn de bu çeyize mukabil, benden sonra yaşayacak olursa, benden dul kaldığı müddetçe bütün topraklarım, malım mülküm, nem varsa, hepsini alır. Şimdi aramızda bir anlaşma yapılır ve iki taraf da bunun birer kopyasını saklar.” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:48) “BAYAN - Sizden söz ettiğini duymuşumdur. Avustralya’ya sepetlendiğinize göre, doğal olarak, değersiz olduğunuz kanısına varmıştım. Ama bunun zararı yok. Çünkü işim çok basit. Vasiyetnamemi düzenletmek istiyorum. Nem varsa hepsini kocama bırakacağım. Bunda da hataya düşmeniz hemen hemen olanaksız sanırım. SAGAMORE - Elimden geleni yaparım. Lütfen oturunuz.” (G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:4-5) “Kadının genç sevgilisi, gizlice kaçayım diye başkasının adiyle bana bir yer ayırtmıştı, gemide. Kimse tanımasın diye bir hırsız gibi geceleyin gizlice girdim. Nem varsa arkamda bırakarak...” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:69) Nen çalmak : Ninni söylemek “Mutlu adamın okuması başkadır.... Gece, koku yüklü esen yel, yıldıza boğulup ipiltiye kesmiş güleryüzü bu vakitte nen çalıyorlardı.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:48) Ne... ne (de) : Ne o, ne bu; Ne öyle ne böyle; Hiçbiri; O kadar çok... “Tanımlamaya Prelüd’ler - XI Mistisism, ama vermeyin bize sözler, melekler, ama vermeyin bize düşlemler kiliseler, ama vermeyin bize amentüler, ne ölü tanrılar asılsın haçların üstünde bir dükkanda, ne de tesbih taneleri, ne de dualar, ne de iman, ne de günah, ne de kefaret: ve ama, izin verin inanmamamıza, izin verin inanmamamıza.” (Conrad Aiken-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.10.02) “Ne bir köylüsün sen, ne kaba saba biri ne domuz çobanısın, ne Thessalialısın, Erysikhailı de değilsin, bir sığırtmaç da, Sardeis’densin sen, onun yüce doruklarından.” (Alova, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:112) “Ultima’nın ne bu adamdan ne de kızlarının kötü güçlerinden korkar gibi bir hali vardı. Duraksamaksızın kapıyı açarak içeri girdi. Ben de onun izini takip ettim. Masalardan birinde dört adam kafa kafaya vermiş, konuşuyorlardı.” (R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:117) “Ne yazık ki, neler olacağını görmek fırsatını ne Tom buluyor, ne de başkası. Bizi son bir sürpriz bekliyor ve bu sürpriz öyle büyük, öyle can yakan, sonuçları itibarıyla öyle kapsamlı ki, hemen öğleden sonra yola koyulmaktan başka seçeneğimiz kalmıyor.” (P.Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:184) “... bunu yaptıktan sonra pijama altının hala bileklerinde toplandığının farkına varır ve yukarı çekmek için ya eğilmesi ya da dört ayak üstüne çökmesi ve elleriyle pijamanın belini tutması gerekir. Ne eğilme ne de dört ayak üstüne çökme bugün özellikle rahatça yapabileceği hareketler değildir.” (P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:26) “Ne var ki artık havalanabildiğim için Yehudi Usta tanrısal niteliklerini yitirmeye başlamıştı gözümde, artık onun etkisinden sıyrıldığımı hissediyordum. Onu bir erkek olarak görüyordum, öteki erkeklerden ne daha iyi ne de daha kötüydü; zamanını Wichita’lı sıska bir eksik etekle oynaşarak geçirmek istiyorsa, kendi bileceği işti bu.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:61) “KUTSAL ENGİZİSYON Çocuğun elini öyle sıkmıştım kii, ne çığlıklarını duydum, ne de kemiklerinin avcumda çıtırdağını... (Sadece sınırsız sevginin bedenime nasıl yayıldığını hissediyordum.)” (Anton Baev<d.1963>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Arlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.04.06) “AÇIK DENİZ Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum; Her lahza bir alev gibi hasretti duyduğum. ----------------Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı. Bir gün dedim ki ‘istemem artık ne yer ne yar’! Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar; Gittim o son diyara ki serhaddididr yerin, Hala dilimdedir tuzu engin denizlerin!” (Y. Kemal Beyatlı<1884-1958>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:76) “... ara güverteyle bardan, gırtlaktan konuşulan Keltçe duyuluyordu, daha gemideyken Avrupa’nın toplum düzeni başka biçimlere giriyordu: Yoksulluk ayıp olmaktan çıkıyor, ne onurluluk ne de ayıp sayılıyordu.” (H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:11) “Schönner’in evinde ne Katharina Bkum’a ait bir iz ne de Endülüslü kadının kimliğini aydınlatmaya yarayacak bir ipucu bulundu. Schönner’in meslektaşlarının ve tanıdıklarının bildikleri tek şey, adamın Salı günü öğleye doğru gazetecilerin buluşma yeri diye bilinen bir meyhaneden ‘yanında sarışın bir karıyla’ çıkıp giitiğiydi.” (H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:13-4) “Cosimo, çok inatçı olduğundan, verdiği kararı değiştirmek istemiyordu: Fransızları dostça karşılamıştı, bunca değişikliğe ve umulandan çok uzaklaşılmasına karşın onlara ihanet etmeyi kabul edemiyordu. Hem, söylemem gerek, yaşlanmaya başlamıştı ve ne bir yanı, ne de öbürünü kendine pek dert etmiyordu.” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:219) “Yüreğim hala küt küt atıyordu, besbelli fenalaşıyordum. O kadar kötü olmuştum ki, ne konuşacak halim vardı, ne de Petrus’tan açıklama istiyecek. Yere oturdum. Petrus alnıma ve enseme su serpti. Birden, o kadının evinden ayrıldığımızda da aynı şeyi yaptığını hatırladım; ama o gün sevinçten ağlamıştım. Oysa bu kez tam tersi bir duygulanım içindeydim.” (P. Coelho, “Hac”, sa:118) “Anne biberonu denedi, o da olmayınca çocuğu çay kaşığıyla doyurmaya çalıştı. Öksürüp tıksırıp ağlayınca sabrı taşıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Ebe, ‘Büyüdükçe kapanır,’ diye güvence vermişti, ama ne dudak kapandı -ya da yeterince kapandı- ne de burun düzeldi.” (J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:11) “Kum sığlıkları, sazlıklar, ormanlar, vahşiler... Uygar bir adam için yiyecek hiçbir şey yok, içme suyu da Thames’ten. Ne Falernia şarabı ne de kıyıya çıkma imkanı.” (J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:36) “‘Acıyın Sarhoşlara’ -----------------------Donmuştur morglarda, baharla baştan çıkıp Şuraya buraya gitmeye kalkan garipler; Walkden’e, Cumberwelle’e ya da Leeds’e gitmek için Ellerinden geleni yapanlar. Ama yağan kar Tam yol kavşağında yakaladı onları. Ne şapkaları vardı, ne paltoları onları koruyacak,” (David Constantine<d.1944>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.01.03) “ETİK BİR ŞİİR -------------------Ne canı gönülden Bağışla gençliğin ateşli saatlerini, Ne de aykırı yaşa, Kandırarak sağgörüyü. (J.V. Cunningham<1911-1985>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.02.04) “AĞAÇSIZ KÖY Ne kavak, ne kaysı, ne iğde, ne çam, Rüzgarlar aman vermemiş, ha dememiş sabah sisi. Ağaçsız kalmış köyümüz. Kuşlar besmelesiz kalmış. Ne kavak, ne kaysı, ne iğde, ne çam. Netsem gönlümü avutamam.” (F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:345) “Bu tatsız yolculuktan sonra kimselere görünmeden, sessizce evine gidecekti. Ama bu dört ayaklı bela başında olduktan sonra, bunu yapmasına olanak yoktu. Kente nasıl girecekti? Ne bir kuruş para, ne bir tek aslan. Hiç bir şey, hiç bir şey!.. Yalnızca bir deve.” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:136) “GARİBAN TÜRKÜSÜ Ben savaşta ölsem bile hiç kimseyi yakmaz kahrım, ne annem var, ne aile, ne de gerçek can dostlarım. Üzgün de değilim oysa, garibanlık budur işte kalbimde tek avuntuysa: ölmek zaferle birlikte.” (Dimço Debelyanov<1887-1916>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.06.07) “Aşk ehline derman sordum alemde Ne Eflatun bilir, ne Lokman yazar Erbab-ı aşk olan kalır matemde Anların ahvalin perişan yazar” (Aşk ehli: Aşıklar; Erbab-ı aşk: Sevgi ustaları; Ahval: Durumlar) (Aşık Dertli-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:668-9) “HİÇBİR ŞEY ---------------Ben hiçbir şeyden pişman olmam, yani siyah köpekler vahşi ormanların derinliklerinde çalıların altına gömdüğüm kemikleri bulursa hiç kaygı duymam. Evime hiçbir yalvacı almıyorum, onun için kemikler ayaklanıp, ete bürünüp yürüyemez. Ne gölgeleri var onların, ne de bakabildiğim bir yüzler.” (Moyra Donaldson-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.06.04) “Ben hasta bir adamım... Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanıyorum, karaciğerimden hastayım. Doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var, ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum. Tıbba, hekimlere saygı duymakla birlikte, şimdiye dek tedavi olmadığım gibi, bundan sonra da böyle bir şey düşünmüyorum.” (F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:13) “Graecen ona dönerek, ‘Senin gibi bir kızın postanede işe girmeye çalışmak yerine aklı başında bir evlilik yapacağını sanırdım,’ dedi. Çapkın bir edayla. Ne var ki bu sözleri kızı ağlattı. Sulu gözlü kadınlardan nefret ederdi. Kız biraz çabayla kendini toparladı neyse. Ne zaman evlilikten söz açılsa aklına Bob gelirdi, onun ölümünden sonra ne güzelliği ne de zaten kuş kadar olan cesareti kalmıştı.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:112) “John benim o ilk sefil fasiküllerimi bastırmama yardımcı olmuştu; şimdi kolleksiyoncular arasında komik paralar eden o fasiküllerden; bugün ne onda ne de bende bunlardan kaldığını sanmıyorum; savaş sırasında stok daha fazla acı çekmeden yağmalanmıştı.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:19) “Adem ile Havva cennetlik dili çok iyi kullanmaktadırlar. Akıllarını karıştırdığından olsa gerek bir şeyi, dizilerin yaratılma kuramını anlamamaktadırlar. Kabataslak sezinliyorlar..... Ayrıca yeni doğru diziler yaratabileceklerini de bilmiyorlar, başkaca adlandıracakları bir şeyleri olmadığı için gereksinim de duymuyorlar. Dopdolu, uyumlu, doyurucu bir dünyada yaşıyorlar ve ne krizlere, ne de başka şeylere gereksinimleri yok.” (U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:295) “Senin güzelliğine sahip, Tanrı’nın izniyle Dünyada yaşayan, kimseyi görmedim, Ne Hıristiyanını, ne Yahudisini, ne de Müslümanını. Kimdir senin aşkına layık insan?” (U. Eco, “Baudolino”, sa:79) “Savaş haberiyle birlikte borsada bir yükselme oldu, ama bir ay sonra borsa olası bir barışa ilişkin haberlerle aynı şekilde yükselmeye devam etti. Ne ilk yükselmede bir ‘sinizm’den, ne de ikinci yükselmede bir erdemden söz edilebilir.” (U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:21) “Çok geçmeden, gerçekten dindar yüreklerin mutluluk içinde yüzecekleri bu dümdüz ve uçsuz bucaksız çöle gireceğim. Tanrısal karanlığın, dilsiz bir suskunluğun ve anlatılmaz bir birliğin içine dalacağım; bu dalışta tüm eşitlikler ve eşitsizlikler yitecek; bu uçurumda ruhum kendini yitirecek; ne eşit olanı bilecek, ne de eşit olmayanı.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:691) “Nitekim Mevlana buyurmuştur. Şiir: ‘Ayak izleri, denizin kenarına kadar gider, sonra denizde kaybolur. Kurak menzillerde ihtiyaten köyler, evler, kervansaraylar vardır. Ucu bucağı olmayan gerçek denizinin dalgalı zamanında konakların ne yeri ve ne de tavanı vardır’ (Mevlevi şerhi V. 204)” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:72-3) “ ‘Büyük kenti bir türlü sevemedim. Her şeye yabancıydım. Burada ne bahçeli evim, ne de hayvanlarım vardı. Taş yığınları arasında yüreğim coşkusunu yitirmişti...’ ” (E. Erentöz, “Adem’in Çocukları”, sa:50) “Gerilere doğru bir ayva ve bir de kiraz ağacı, sanırım bu panoramayı tamamlıyor. Evde bahçeden ne anlayan bir kimse var, ne de çalışacak zamanı olanı. Herhalde doğayla iç içe olacağız burada. Şöyle tekrar bir etrafa bakınca, gerçekten bu zemini taş, çatısı ahşap, gövdesi kerpiç evi beğendiğimi duyumsadım. Taş koridorlarda, yaz sıcağında herhalde yalınayak keyfederiz, belki de Nisa’yla seksek oynarız, bilinmez.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:77) “Dere otların üzerinde başıboş kıvrımlar oluşturuyordu. Yapraksız kavakların arasından geçen akşam buğusu, bunların gövdelerini mora boyayarak belirsizleştiriyordu. Bu morluk, ağaçların dallarına gerilmiş ince bir tülden daha solgun, daha saydamdı. Uzaklarda hayvanlar yürüyordu ama, ne ayak sesleri, ne de böğürtüleri duyuluyordu; kilisenin çanı ise sürekli çalarak, sakin iniltilerini havaya yaymayı sürdürüyordu.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:123) “ ‘Onu öldürtemeyince onurunu beş paralık etmeye çalıştılar. Bir yığın iftira attılar. Kalleşçe vaatlerde bulundular ve Zola Davası’nda konuşmasına engel olma uğraşısına girdiler. Başaramadılar. Haklı, kişisel çıkar gözetmeyen, korkusuz bir insan nasıl konuşursa öyle konuştu.. Sözlerinde ne en ufak bir güçsüzlük belirtisi ne de en ufak bir aşırılık vardı. Orada konuşmanın nasıl bir cesaret gerektirdiğini umursamadan, gündelik yaşamında nasıl konuşuyorsa öyle konuştu. Ne tehdit, ne zulüm onu geriletti.’ ” (A. France, “Bay Bergeret Paris’te”, sa:79) “İnsanlar arasında hikayeme bir kahraman aradım. Ahlakın şüpheli izbelerinde dolaşmaya lüzum kalmadan o, karşıma çıktı: Avnussalah... Ne mübarek isim, ne nefret edilecek isim sahibi. İnsan kendi kültür tarlasının kabullendiği tohumların açılmsına göre huylanır.” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:23) “ÇİÇEK <Günümüz Japon Dörtlükleri - 1992> Ne kadın ne erkek Bir mucize gibi olup Açtığımda olur Dedi çiçek” (Eizo Hanada<d.1929>-İnan Öner; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.05.04) “MASAL Yaprakları gizlice öpen yağmur altında yürüyoruz biz bize ve öylesine. Ne bir ormancı sesi, ne bir yol var yakında, tek rüzgar inliyor kendi kendine.” (Veselin Hançev<1918-1966>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.02.08) “Ne dinlemeyi bilirler ne konuşmayı” (Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:104) “Böyle konuşup oturdu o, kalktı hırsla gücü yaygın Agamemnon, yiğit Atreusoğlu, kapkara bir öfkeyle doluydu yüreği, yanıyordu iki gözü yalım yalım. Dik dik baktı Kalkhas’a, dedi ki; ‘İyi bir söz duymadım senden, yomsuz haberci, hep kara haber verir, gönül eğlersin. Ne tatlı bir sözün var, ne hayırlı bir işin.” (Homeros, “İlyada”, sa:75-6) “Yol geniş bir dönemeç yaparak ağaç kütüklerinin bulunduğu yardan ayrılıyor. Hava öyle durgun ki, çevreye sonsuz bir sessizlik çöktüğü sayılır. Ne bir mırıltı, ne de herhangi bir vızıltı duyuluyor. Bütün böcekler uykuda gibi.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:45) “Mösyö Gillenormand, bu konuda hiçbir şey belli etmemekle birlikte, Marius’ün eve getirildiğinden ya da kendine geldiğinden beri ona bir kez olsun babacığım dememiş olduğunu görüyordu. ‘Mösyö’ demiyordu, doğru, ama konuşmaları evirip çevirerek, ne birini ne de ötekini söylememeyi başarıyordu.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:261) “Mihail, sözünü yarıda kesti, bir başka sigara sardı ve bakışlarını yeniden Adrien’in gözlerine dikip ona ansızın sordu: -Hiç özgürlüğünü yitirdin mi? -Hayır, asla! -Günün birinde onu, bir an, güç bir anda, yitirmeni dilerim..... Özgürlüklerini hiç yitirmemiş kimse, ne ruhunun kaynaklarını ne de zayıflıklarını bilmez. Ah, şu lanet olası yeryüzünde, hiçbir şey düzenli değildir; dengeyi yitirinceye dek, her şeyi duyumsamak iyidir!” (P. Istrati, “Mihail”, sa:176) “Bol bol evlenmekten ve sık sık doğurmaktan başka ömürlerinin tadı, acısı yoktu. Kadınlarında ne oynaklık, ne bir haşarılık. Kaçma, kaçırma gibi olaylara tektük raslanırdı; ahlaksızca olgular da binde bir görülürdü.” (R.H. Karay, “Memeleket Hikayeleri-Yatık Emine”, sa:13) “Beni ne inancın ne de umudun yönlendirdiğini, nasıl söylesem, bir şekilde varlığım hakkında bir bilgi kapmak için iş akışının tekdüzeliğini kesintiye uğratmaktan başka bir şey istemediğimi nasıl itiraf edebilirdim? Gerçekte tüm bunlar, Gide’in söyleyeceği gibi, bir action gratuit, yani masum bir çocuk şakasıydı, ancak diktatörlükler gibi bir espri anlayışı olmayan, yalnızca ve yalnızca polis devletinin dünya görüşünü esas alan ve toplumlarda ciddiye alınan bir şaka.” (Imre Kertesz, “Tasfiye”, sa:46) “Çünkü, içinde yaşadığı zamana öylesine sıkı sıkı sarılır ki, karşılığında dünyayı verseler, onu ne geçmişle, ne de gelecekle değiştirir.” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:10) “SONBAHARIN SESİ --------------------------Başka trende ilerlesem bile rüyalarında olayım Şimdi ekim ve sen bendesin Sana sarıldığım zaman kendime inanmasam da tanrılar bile bana inanıyor Ne sevinçten ağlarım ne de gözyaşı dökerim kederden” (Juice Leskinen<d.1950>-Özge Acıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.01.10) “Bir de şansı yaver gitmiş ve o sıralar İstanbul’u ziyaret edip sadece üç beş kişiyle ilgilenen Brezilyalı bir estetik cerraha yaptırmıştı burun ameliyatını. Adam işinin ehli olmalıydı ki daha sonra ne nefes alışında, ne burun kıkırdağında hiçbir sorun çıkmamış, sargıları alındıktan sonra, birkaç hafta morluğa katlanmaktan başka bir güçlük yaşamamıştı Aysel.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:25) “Ex marine <emekli, terhis olmuş denizci> rahatsız olmuş gibi bir dikişte konyağını içiverdi. Generalisimo bu adamın seksenine merdiven dayamış olduğunu düşündü. Olağanüstü iyi görünüyordu. Düz kesilmiş kısa saçlarıyla dimdik, sırım gibiydi, ne bir dirhem yağ ne de boynundaa sarkmış bir deri vardı.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:209) “Öyle mutluydum ki! Uzun hastalığın sonunda bir kadının beni doyuran sevgisini kazanmıştım. Daha az çaba harcayarak daha çok kazanç elde ediyordum. Mışıl mışıl uyuyordum geceleri. Başarılı kitaplar yazıyordum. Ne keder, ne düş kırıklığı ne de pişmanlık duyuyordum. Gün boyunca mutluydum.” (J. London, “İntihar”, sa:201) “UMUTSUZ AŞKA GAZEL İstemiyor gelmeyi gece ne sen gelesin ne de ben gelebileyim diye. Ama ben gideceğim şakaklarımı parçalasalar da akrepten güneşler.” (F. Garcia Lorca<1898-1936>-Ülkü Tamer, “aşk şiirleri”, sa:93) “İKİNCİ SAHNE - Tsargo’nun öfkesine ve tehditlereine bir yankı gibi yanıt veren savaş gürlemeleri duyulur. Genç adam, savaş giysileri içinde, elinde bir silahla geri gelir. Adriana’nın kapısını çalar; genç kadın yine eskisi gibi tersler onu; ne elindeki silahı ne de yaklaşan düşmanın hareketlerini izleme bahanesiyle çatıya çıkma isteğini umursamaktadır.” (A. Maalouf, “Adriana Mater”, sa:10) “İşin aslı, Adam ülkeden bu kadar çabuk ayrılmak niyetinde hiç değildi. Cenaze törenine katılmaktan kaçınmak için bahane olarak üniversitedeki işlerini öne sürdüğünde, kendini kapana kısılmış gibi hissetmişti. Ama aslında ne ertesi gün ne de sonraki günler uçağa binip gitmesini gerektiren bir durum vardı. Nirengi noktalarını yeni yeni bulmaya başlamıştı ve henüz hiçbir bıkkınlık hissetmiyordu.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:44) “Saldaki ilk gecemden sonra bana da öyle oldu. Şafağın söküşünü kayıtsızlıkla karşıladım. Ne içme suyunu ne de yiyeceği düşünüyordum. Rüzgar ılıklaşıp, deniz kaygan ve yaldızlı oluncaya dek kafamın içi bomboştu. Gözümü kırpmamıştım ama, uyandığımı sandım. Gerinince kemiklerim acıyla kütürdedi. Derim ateş içindeydi. Fakat sabah ışıl ışıl ve tatlıydı…” (G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:44-5) “SAHRA Elleri kalbini durumdan duruma taşımasa Çaresiz, bağlı kollarını taşır. El MÜTENEBBİ I Sonra ansızın yıkıldım. Sordum; kumun üstüne uzanmış gölgen nerede tökezleyecek? Ne vahşet ne bir düşünce ne de bir mekan olan. Bir mekan bile yok. Yürümek için etrafımızda dikenden evler.” (Hasan Necmi<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.09.06) “Onları toplayıp getirmek için ne emek çektiler ve ne ter döktüler. Fakat bu çalışmanın ödülünü de gördüler, çünkü hasat, ümitlerini aşan bir dereceyi bulmuştu.” (G. Orwell, “Hayvan Çiftliği”, sa:31) “Biliyorsunuz, kendi yazgım var, başkasının yazgısında da gözüm yok. Bağımsızlığına düşkün bir insanım, hiç kimseye köle olmayı da istemiyorum. Ne kimseyi seviyorum, ne de kimseden nefret ediyorum; ne şunu aldatmak, ne berikinin ardına düşmek; ne şununla şakalaşmak, ne de bununla eğlenmek istiyorum. Köyümüzdeki çoban kızlarla olan içten sözlerim ve keçilerim yeterince oyalıyor beni. İsteklerim şu dağların ötesine geçmiyor.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:88-9) “Sor Maetto hiç tarlada çalışmamıştı, bir senyördü Sor Matteo, ama ne okuması yazması vardı ne de dünyayı dolaşmıştı. Afrika’ya gidişi dışında Acqui’nin ötesine adım atmamıştı. Kadınlara aşırı düşkündü.” (C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:76) “Şimdi o hileci bakışıyla bakıyordu bana ve bir an, ne tramvayların ses duyuldu, ne sokağın; yalnızca bir tulumba gibi fıslayan çeşmenin suyu. Ne evet ne hayır demeden lokantaya götürdüm onu. Yediğimizin parasını ödemek bana düşüyordu. Gardiyandan son birkaç kuruşumu aldığımı görmüştü. O ise, başına bir şey gelmemesi için, meteliksiz teslim olmuştu.” (C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:10) “KUŞ -----Kafesin bir köşesinde birkaç günden beri gizlenip durdu kuş, tüyleri diken diken. Ne bir şeycikler yedi, ne de şarkı söyledi” (Nadya Popova<d.1952>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.03.08) “GÜZEL BİR SABAH Ne kimseden korkusu vardı Ne de hiçbir şeyden Ama güzel bir sabah Bir şey gördüğünü sandı Ama önemi yok dedi Haklıydı da Hiç kuşku duymadı haklılığından” (Jacques Prévert<1900-1977>-Kenan Sarıalioğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.05.02) “Baron beni görmesin diye tekrar yer değiştirecektim ki, buna ne vakit kaldı ne de gerek. Ne göreyim! Şüphesiz hiç karşılaşmamış oldukları bu avluda, yarı kapalı gözlerini ansızın ardına kadar açmış olan baron, dükkanının kapısındaki eski yelekçiye olağanüstü bir yere dikkatle bakıyor, M. de Charlus’ün karşısında birdenbire olduğu yere çivilenen Jupien ise, bir bitki gibi kök salmışçasına, yaşlanmakta olan baronun göbeğini hayranlıkla seyrediyordu.” (M. Proust, “Sodom ve Gomore”, sa:10) “Oda dördüncü kattaydı. Tek penceresi avluya bakıyordu. Ama oradan çatı kenarına ulaşmaya yarayacak ne bir balkon, ne de bir saçak vardı. Bu da avlu tarafından kaçılamaz demekti. Geriye ancak tek bir yol kalıyordu. Koridordan önce tavan arasında, oradan da çatı yoluyla yandaki eve geçmek.” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:17) “ÖZLEM ---------Ne bir söz, ne düşünce, yalnız bitmeyen bir düş Ve yüreğinde sevgi; büyük, sonsuz, umutlu, Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş Doğada -bir kadınla birlikte gibi mutlu.” (A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:71) “SEN PENCERENİN ÖNÜNDE DURDUĞUNDA Sen pencerenin önünde durduğunda, güçlü kürekkemiklerinden, ne bahçe kapısı görünürdü, ne deniz, ne de balıkçı tekneleri.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-yazıt”, sa:21) “GENÇ OZANA HİÇ YAŞLANMASIN DİYE YAZILAN MEKTUP -------------------------Şemsiyesiz gülerek Ne otopsi masası, ne de beş para etmeyen yazgı dediğimiz şey! Oyun başkadır ama bilinmez hangisi, yoktur Sarsıcı bir güzellik, hemen hiç yoktur İyilik perisi filan, hiç ama hiçbir şey kestirilemez” (Gonzalo Rojas<d.1917>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.05.04) “İşte, yeryüzünde yalnızım; kendimle baş başayım; artık ne kardeşim var, ne benzerim, ne de dostum. İnsanların en seveceni, en cana yakını, bu insanlar arasından söz birliğiyle çıkarıldı.” (J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:11) “Bir dilenci Kabe’nin kapısında Coşmuş, ağlıyordu yana yıkıla! Diyordu ki: ‘Sana layık ey Rabbim Ne bir kulluğum var, ne ibadetim! Kulluğumu kabul et, demiyorum, Günahımı bağışla, sil, diyorum!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:88) “Onun yanı başına ve Madam de la Tour’un yeri üzerine bir kulübe daha yaptım. Böylece iki dost kadın hem bir arada kapı komşu olacaklar, hem de her biri kendi toprağı üzerinde bulunacaktı. Bu iki kulübeyi yapmak için kendi elimle dağlardan odun taşıdım, deniz kıyısından hurma yaprakları getirdim. Şimdi ne çatıları kaldı, ne de kapıları.” (B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:17) “Ertesi gün hiç kimse ölmedi. Bu olay, yaşamın temel kurallarına taban tabana zıt olduğundan, insanların ruhlarında büyük bir huzursuzluğa neden olmuş, her açıdan etkilemişti, zira dünya tarihinin kırk ciltlik külliyatında göstermelik için bile olsa böyle bir duruma rastlanmıyordu; bütün gün geçtiğinde, gündüzüyle gecesiyle, sabahıyla akşamıyla, yirmi dört saat boyunca, ne hastalıktan, ne ölümcül bir kaza sonucunda, ne de sonuna kadar götürülmüş bir intiharın neticesinde hiç bir şekilde hiç kimsenin ölmediği görülüyor, hiç kelimesi durumu özetliyordu.” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:11) “Seçtiği de kimmiş? Sözde usta bir matematikçi, Floransalı Michael Cassio adında biri; her güzel kadınla başını belaya sokacak bir adam. Ne bir kıtaya kumdanda etmiştir, ne de savaş düzenini ihtiyar bir kadından daha fazla bilir.” (W. Shakespeare, “Othello”, sa:3) “Yıldızlardan derlemem vardığım yargıları, Oysa müneccimliği enikonu bilirim; Ama anlatmam iyi ve kötü yazgıları: Ne afet ve kıtlıklar, ne altüst olan mevsim.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:14, sa:69) “Şu şahin başıma bakın da Ra olduğumu anlayın, bir zamanlar Mısır’ın güçlü tanrısı Ra. Huzurumda ne diz çökebilir, ne de secdeye varabilirsiniz. Orada, tıkış tıkış sıralarda kımıldamanız bile zor.” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:19) “Su Şarkısı <Musica de agua’dan> -------------Ne sen, ne de senin Yalnızca adın senin dilinin yazdığı senin sessizliğine su dili işaretlerden de öte” (Jaime Siles<d.1951>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.12.07) “... o vefasız aşığı hala, hem herzamankinden fazla sevmenin verdiği utanma hissi, çektirdiği acı, Matmazel de La Mole’u gamlı, kederli bir sessizliğe düşürmüştü; ağzını bıçaklar açmıyordu. Onu bu halden ne M. de Frilair’in yaltaklanmaları kurtarabiliyodu, ne de Fouqué’nin kaba saba, sert açıkgözlülüğü.” (Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:386) “... karı kocadan birini yalnızca bir yerde karşısına alsa da kulağından tutup güler yüzle şu sıradan soruyu sorsa ona; dese ki, ‘Şimdi onu bunu bırak da, karının ya da kocanın suçu nedir, onu söyle!’ Vallahi karşısındaki ne bir yanıt verebilir, ne de bir neden gösterebilir.” (A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:33) “Ne ağzından tek bir sözcük çıkıyor, ne de yüzünün ifadesi değişiyordu, tek yaptığı, zaman zaman parmaklarının arasında yanmamış bir sigarayı yuvarlamaktı, adamakıllı laubali biriydi anlaşılan.” (P. Süskind, “Üç Buçuk Öykü-Bir Çatışma”, sa:23) “Kuledeki Prenses III Şövalye şarkı söyler: Ah, prenses hayallerine bir an için ara ver de Aşağıya kulenin gri tarafına bakPrenses uzaklara bakıyor, Haykırdığın sözcükleri ne duyuyor ne de önemsiyor.” (Sara Teasdale<1884-1933>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.06.06) “Olguşka ile Gruşka bu sırada üzerinde küçük küçük evler, ormanlar, bahçeler görünen aynalı küreyi seyrediyorlardı. Ne bu küre, ne de öteki şeyler onlar için hiç de şaşırtıcı değildi. Çünkü onlar beylerin görkemli, akıl almaz yaşantısından çok daha fazlasını, olağanüstü şeyler bekliyorlardı.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:115-6) “Kunduracı, karısı ve çocuklarıyla birlikte bir köylünün yanında yalşıyordu. Kendisine ait ne evi ne toprağı vardı; ailesini, kunduracılıkla geçindiriyordu. Ekmek pahalı, yaptığı iş ucuzdu; eline geçeni aynı gün harcıyorlardı.” (L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:17) “Kaynadıktan Sonra Boşalan yaşta ne ekmek ne su ne de parçalanmış yün benden titremeyi kovdu içimde- bu gecenin gecenin fallarında tek başıma kalbimin ve korkumun titreyişinde korkuyla sonsuza kadar titreyeceğim sonsuza kadar cesaretin hükmü altında kırılarak” (Fetva Tukan<d.1914>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.02) “İkisi de güzel, yakışıklı, tatlı yüzlü, kara gözlerinden sevinç ve sevgi okunan iki kızı vardı, bir de oğlu... Oğlan biraz babasına benziyordu ama gene de pek hoş bir çocuktu. Çiftlik sahipleri arasındaki konuşmalarda Anna Martinovna, dingin, ağırbaşlı duruyor, söylenenlere ne ayak diriyor, ne de açgözlülük gösteriyordu.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:103) “ÇİĞNEYEN ÇİZMELER <İlkbahar 1940> --------------------------------Geçtiklerde yerde kalan çorak toprak. Bir daha ne ot yeşerir ne de tohum. Fakat daha önce toprağımızda filizlenmemiş ‘bir şey’ yeşerir Bereketle oralarda şimdi - ey zehirli dikenler! Çizmeler çiğniyor, ağır ve gri. Çizmeler ekinleri ve çiçekleri öldürdüler. -Bak, bu vahşi dikenlikten senin yolun gidecek! Çizme - çizme ‘boş’ değil ki-!” (Halldis Moren Vesaas<1907-1995>-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.12.02) “Bütün gün lambayı temizleyip fitili düzeltmekten, biraz oyalanmak için de küçücük bahçelerini kazmaktan başka hiçbir şey bulamayınca kim bilir canları nasıl sıkılıyordu. ‘Tenis alanı kadar bir kayanın üstünde her gidişte bir ay -hava fırtınalı olursa belki daha da uzun zaman- kapalı kalmak sizin hoşunuza gider mi?’ diye sorardı; ‘Ne mektup almak, ne gazete okumak, ne de insan yüzü görmek.’ ” (V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:5) “Orlando ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Çingenelerden ayrılıp bir kez daha Elçi olmak katlanılmaz geliyordu ona. Ama ne mürekkep ne de kağıt bulunan, ne Talbotlara hürmet edilen ne de odaların çokluğuna saygı gösterilen bir yerde sonsuza kadar kalmak aynı ölçüde dayanılmazdı.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:103) “Grup içinde gergin, içine kapanık ve sessizdi. Diğer grup üyeleri ondan etkileniyordu; konuştuğu zaman diğerlerine karşı anlayışlı ve yardımcıydı. Gruptaki bir adam ona aşık olmuştu ve diğerleri de onun dikkatini çekmek için yarışıyordu. Fakat düzelme hiç gerçekleşmedi.. Ginny korkudan donmuş bir şekilde kalmaya devam etti. Ne duygularını serbestçe ifade edebildi, ne de diğerleriyle etkileşimde bulunabildi.” (I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:16) “2. Kadın... Yarısı düştü, düşünü geri çevirmeden Elleriyle gücümüzü ikram ederken Yapısıydı filizlenen dalların ucuzluğu Dalları bağlamadan saran, Ne onunla genişler, ne de doğar Yarınında sevgiyi paylaştırır…” (El Nabiğ El Zabani-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.09.04) “Pembe bir elbise içinde orada oturuyordu; sakatlığını ne bir örtü ne de bir kürkle gizlemişti. O keyifli ortamda kimsenin de bunu düşünecek hali yoktu. İlona’ya gelince; bence hafiften çakırkeyifti, gözleri pırıl pırıl parlıyordu ve güzel omuzlarını gülerken geri attığı zaman bir rastlantı yaratıp çıplak kollarına dokunmaktan kendimi zor alıkoyuyordum.” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:77) Nene gerek senin (elalemin keçisiyle koyunu) : Sana ne, ne karışırsın sen “Tren daha yakınlarda yeniden öttü. Akılları yatmıştı. Olur olurdu. Başımızdakilerin dubarasına dubara mı yeterdi? Boş yere ağrımaz başlarını ağrıya sokmamaları akıllıca olurdu. Nelerine gerekti elalemin keçisiyle koyunu?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:10) Merhametten maraz gelir, derlerdi, inanmazdım. Nene gerek senin. Akılsızlık bende. Kalsın kaçtığı yerde. Sürüm sürüm sürünsün el içinde. Aldım yılanı, can düşmanımı getirdim köye.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:287) Ne olayım : Tövbe, bir daha yapmam “ANTONIO - Hayır.. Hayır.. Olamaz.. Ben.. Benim arabam o.. Bütün bu hikayede ben de suç ortağı oluyorum, öyle mi? Belki de çetenin başı. Bir teröristtim belki de! Bir daha yabancılara yardım edersem ne olayım!” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:13) Ne oldum budalası, delisi : Layık ve muktedir olmadığı bir konuma, örneğin makam, zenginlik vb. gelip de durumun gerektirdiği zorunluluk ve davranışları olması gerektiği gibi sergileyemeyen kimse “(Joseph Giebenrath) Ara sıra bir tek atar, ama hiç sarhoş olduğu görülmezdi. Asıl uğraş alanının yanı sıra biraz kirli denebilecek işler çevirir, ama resmi makamların izin verdiği sınırların ötesine asla geçmezdi. Kendisinden yoksullara açlıktan nefesi kokanlar, zenginlere is ne oldum delisi diyerek veriştirirdi hep.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:5) “Ülke nihayet huzura kavuşmuştu, gelgelelim sükunet Hükümdar’ın mizacına tersti. Son seferberlikten yeni dönmüş, Surat’taki ne oldum delisine haddini bildirmiş, bununla beraber uzun yürüyüş ve savaş günleri boyunca askeri meseleler kadar felsefi ve dinsel muammalara da kafa patlatmıştı.” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:42) “...yağ bağlamış hottentot (Hotanto’lu) karıları gibi övüne övüne sergilemeyi, şıklığın, rahatlığın gereği sayardı bu ahmak zibidiler – ah, hançerleyebilirdi onları bakışlarıyla, havadar, serin kısa kollu garson gömleği giymiş o ‘ne oldum delisi’ öküzleri!” (Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:70) neologist : (DİL,EDEB.,KOLL.,İNG.) <nio’lo’cist> : Yeni tabirler ya da deyimler kullanan kimse; ilahiyatta veya dini düşünüşte yenilik, bi’dat Ne olsa : Özel bir konumdan dolayı (akrabalık, dostluk, kudret, minnet), tarafsız, nesnel olamama “Nur, Süha’dan çekinmiş. Anlatamamış. Ne olsa annesi. Bana anlatmıştı. Hücreye konulduğunda havasızlıktan sık sık baygınlık geçirmiş. Belki ta o günden istediklerini imzalarmış, ama bu bayılmalar yüzünden konuşamıyormuş.” (A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:37) Ne olur : Tanrı’ya başına neler gelmemesi konusunda niyazda bulunma, temenni ve dua etme Bk.: N’olur “Tanrım! Erkeğe veba ver, cüzzam ver, hayatın bütün felaketlerini üşüştür başına ama ‘yüksek karakter’li bir kadın verme ona, ne olur! Aklımı kaybedecektim az kalsın. Bunlar 1930 yılında olup bitiyordu.” (P. Istrati, “Uşak”, sa:7;9) Ne olur ne olmaz : Her halü kar’da, her tür olasılıkta; ben ihtiyatlı olayım da “-E, Klim, sizin buralar nasıl yerler? Tehlikeli mi? Kötü olaylar oluyor mu? -Tanrıya şükür, olmuyor. Hem kim yapacak kötü şeyleri? -Eh, olay çıkmaması iyi... Ben gene de ne olur ne olmaz, yanıma üç tabanca aldım, diyerek bir yalan kıvırdı. Çok iyi bilirsin, tabanca bu, şakaya gelmez. On haydut çıksa karşına, tümünü haklarsın...” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:134) “Anladın ya? Tabii ben tutup onlara senin... kahramanlık hikayelerini anlatmadım. Sen de general olduğunu falan söyleme: Ne olur ne olmaz, onun gerçekte ne düşündüğü bilinmez çünkü.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:10) “Zaten esmer olan yüzü şimdi daha siyahtı. Karnı öyle açtı ki! ‘Ne olur ne olmaz’ diye dün gece yemeyip sakladığı ekmek parçasını torbadan çıkardı. Şosenin kenarına çöktü.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt: I, sa:144) “ ‘Önce koridora bırakır, uşağı da çağırıp bir işe gönderirim. ‘Uşak koridordan geçerken merdiveni görürse, ne olur ne olmaz sen bir yalan uyduruver.’ Madame de Rénal, Julien’i öpüp: -Peki meleğim, dedi. Sen de, ben burada yokken Elisa içeri giriverirse yatağın altına saklanmaya bak.” (Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:I, sa:301) NEO-PLATONISM : (FEL.) <nio’Pleyto’nizm> : III.y.y. Hıristiyanları arasında, Eflatunun fikirleriyle Doğu’nun mistik düşünüşü birleşiminden ortaya çıkmış Felsefe sistemi; Yeni Eflatun-Platon’culuk Ne pahasına olursa olsun : Neye mal olursa olsun, her halü karda Bk.: Ne bahasına olursa olsun “... öne kocaman siyah karpuzlardan koyacağız. Bunlar kalın kabukludur, hep kırmızı çıkarlar. Ama çabucak kof cevizlere dönerler. Vodina kavunları en yi cinstir. Kokuları dışında değil, içindedir. Bu çitili, üzerleri çentikli kokulu kavunlar yumuşayıverirler, eziliverirler, onları çabuk sürmelidir. Ne pahasına olursa olsun elden çıkarmalıdır.” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Bir Karpuz Sergisi”, sa:34) “Ölüler bile, kimi zaman dirildiklerine göre, yaşayan ben, niye dirilmeyeyim? Ama bunun için birşey yapmak gerekli, kararlar vermek, yerinden kımıldamak, uyum sağlamak, yeni kentler, yeni kişiler, yeni öyküler, daha doğrusu, kendi kendine yeniden bir özel yaşam yaratmak gerek; birşeyleri paylaşmak, başkalarına ayak uydurmak, ne pahasına olursa olsun, başkalarına benzememeye çalışmak, kısaca, her şey yolundaymış gibi davranmak gerek. Ve bunu bir an önce yapmalıyım. Aksi halde, fosil olup çıkacağım.” (N. Berberova, “Kara Acı”, sa:80-81) “... gerçek anlamda iktidar sahibinin asıl amacı hem tuhaf, hem de inanılmaz güç bir amaçtır; o, ‘tek insan’ olmak ister. Kimse ‘onun’ ardına kalmasın diye, herkesten çok hayatta kalmak ister. Ne pahasına olursa olsun ölümün elinden kurtulmak istediğinden, kendisine ölümü getirebilecek kimse, ama hiç kimse kalmamalıdır.” (E. Canetti, “Sözlüklerin Bilinci”, sa:41) “Seyis ve karısı Tereza Cascajo bunları <seyahatin zorlukları, Kral’dan yardım isteme> konuşurken, şövalyenin yeğeni ve Kahya kadın boş durmuyordu. Birinin efendisi, diğerinin dayısı olan Şövalye’nin üçüncü kez evden ayrılmayı, herkese zarar veren şu kahrolası gezgin şövalyeliğe devam etmeyi düşündüğünü anlamışlardı. Ne pahasına olursa olsun, onu bu düşüncesinden caydırmak istiyorlardı; gelgelelim, bütün çabaları nafileydi; onu bu işten caydırmak, elekle su taşımaya, çölde vaaz vermeye benziyordu.” (M de Cervantes, “Don Quijote”, sa:446) “Bu ‘yüreği dinlemek’ öyle kolay bir iş değildi. Bir zamanlar hep yola çıkmaya hazır, tetikte beklerdi ama gel gör ki şimdi ne pahasına olursa olsun vurmak istiyordu.” (P. Coelho, “Simyacı”, sa:133) “Gerçek duygularını ifade edenleri küçümsemeli ve onlarla her zaman eğlenmeliyiz; üyelerinin duygularını göstermesine izin verilmesi bir kabile için tehlikelidir. Ne pahasına olursa olsun ‘Hayır’ demekten kaçınmalıyız, çünkü insanlar daima ‘Evet’ diyenleri tercih ederler ve bu şekilde düşman topraklarında sağ kalabiliriz.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:251) “Surlarımızdan ıssız topraklara bakıyoruz. Bizimkilerden daha keskin gözlerin de bize baktığını tahmin ediyoruz. Ticaret bitti. Başkentten İmparatorluğu korumak için ne gerekiyorsa, ne pahasına olursa olsun yapılacağı haberi geldiğinden beri bir baskın ve silahlı tedbir devrine geri döndük. Kılıçlarımızı parlatmaktan, gözleyip beklemekten başka yapacak şey yok.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:52-3) “PİŞÇİK - Bir valsçik lütfeder miydiniz, güzeller güzeli... (L. Andreyevna onunla gider.) Büyüleyici dilber, ne pahasına olursa olsun bir yüz seksen rublecik koparacağım sizden... Koparacağım... (Dans eder.) Yüz seksen rublecik...” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:154) “-İşte bunun için, bazı tiryakilerin pek beğendiği bu ‘Virginia’lar, ancak bir mum alevinde, dumanın geçebileceği bir küçük yolun muhafazası için konulmuş bu ince sap içlerinden çekildikten sonra yanarlar, dedi. İyi çekmeyen bir ‘Virginia’ mı, kaldır at..... Adam uzaklaşır uzaklaşmaz: -Nasıl bakıyordu bize, gördünüz mü? dedi. Ne pahasına olursa olsun, aldatmak gerekiyordu.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:107) “PLACIDA - Evet, ne pahasına olursa olsun, kocam olacak o mel’un herifi bulmak isterim. D. MARZIO - Yolcu bayan, nasılsınız?” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:98) “Tutulan elini pantolonuna sürdü, parmaklarını oynatmaya çalıştı. Ama açılmıyordu eli. Belki güneşte açılır, diye düşündü. Belki o güçlü, o çiğ turnayı sindirince açılır. Açmam gerekirse ne pahasına olursa olsun açmam onu. Ama şimdilik zorla açmak istemiyorum.” (E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:49) “Otuz Yıl Savaşları’nın akla hayale gelmedik dehşeti insanlara bir ders vermiştir ve yüzyıldan uzun bir süredir Avrupa’nın politikacıları ve generalleri askeri kaynaklarını yıkıcı boyutlarda kullanmaktan ya da (çatışmaların sonunda) düşman tamamen yok edilene dek savaşmaktan bilinçli şekilde kaçınmışlardı. Saldırgandılar, elbette gözlerini kar ve zafer hırsı bürümüştü; ama aynı zamanda tutucuydular, ne pahasına olursa olsun dünyalarını bütün olarak, başarılı bir şirket olarak korumaya kararlıydılar.” (A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:11-2) “Bu onu paniğin doruğuna çıkarıyor, ne var ki, yaşamının söz konusu olduğunu, kendini savunmak, savaşmak için, ne pahasına olursa olsun soğukkanlılığına yeniden kavuşması gerektiğini biliyor.” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:163) “Uzun bir sessizliğin olmasına izin verdim; sonra şöyle dedim: ‘Ne pahasına olursa olsun, lastikleri kestiğini itiraf etmezdin, öyle mi?’ Başıyla hayır dedi. Beni tuhaf bir heyecan sarmıştı: ‘Sırf kendini ele vermemek için tecavüzcü olarak tutuklanmaya hazırdın.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:410) “ ‘Gelecek cumartesi ne bahasına olursa olsun çıkacağım,’ dedi Köle. ‘Kaçmak zorunda kalsam bile.’ ‘İyi,’ dedi Alberto. ‘Ama şimdi, Paulino’ya gidelim. Her şeyden bıktım. Kafayı çekmek istiyorum.’ ‘Sen git,’ dedi Köle. ‘Ben koğuşta kalacağım.’ ‘Korkuyor musun?’ ‘Hayır, ama benimle dalga geçmelerinden hoşlanmıyorum.’ ‘Kimse dalga geçmeyecek seninle. Gidip kafalarını çekeceğiz. Biri sana bulaşırsa, suratını dağıtırsın biter. Hadi kalk, gidiyoruz.’ ” (M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:132) “Onun surların dışındaki küçük, sevgili mezarını bir daha nasıl bulurum ben, eğer -yerini tek bilen ve kuşkusuz pek ömrü de kalmayan- bu Hatice bugün ne pahasına olursa olsun göstermezse bana.” (P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:95) “Bu dokunaklı ve abuk sabuk çığlıkları dinlerken, gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Daha çok, XIX. yüzyıl sonlarında genç bir Osmanlı köylüsünün yerine koymaya çalışıyorum kendimi; birileri, önünde, dünyaya bakan bir pencere açmışlar ve ne pahasına olursa olsun o pencereden çıkmak, zindanından kurtulmak istiyor.” (A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:61) “... ve doksan yaşımın son soluğuna kadar hayatta kalma hayalimin gerçekleşmeyeceği öngörüsüyle, hemen o gece beni kızımla buluştursun diye Rosa Cabarcas’ı aradım. Saat sekizde yeniden aradım onu, bunun mümkün olmadığını bir kez daha tekrarladı. ‘Olmak zorunda, ne pahasına olursa olsun!’ diye bağırdım dehşet içinde.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:107) “Gösterdiğim tepkiye kendim de şaştım: neredeyse dört yıl boyunca unutmuş olduğum konular, benim için bir onur sorununa dönüşmüştü. Onları ne pahasına olursa olsun geri kazanmak için yeniden yazmak gibi zorlu bir çalışmaya girişerek, otuz tanesinin notlarını yeni baştan oluşturmayı başardım.” (G.G. Marquez, “On İki Gezici Öykü”, Önsöz) “Elena, kendi kendine: -Şimdi, diye söylendi, beni öldüreceklerini bilsem, bu akşamki mektubu, ne bahasına olursa olsun, ele geçirmemeleri gerek; yoksa bu zavallı Giulio’ya sonsuza kadar eziyet ederler.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:38) “Oysa, gülleri seyretmeyi ne kadar sevsem de, çepçevre güllerle sarılmaktan, güller arasında boğulup kalmaktan hoşlanmadığımı bilemezdi elbette. Aynı biçimde, o tarhı düzenlemesiyle birlikte, insanlık tarihinin yeni ve son çağının başlamakta olduğunu da bilemezdi. Güllere ne oldu dersen, ne pahasına olursa olsun açmamakta direniyorlardı.” (P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Maitre Mussard’ın Vasiyeti”, sa:52) “Sarhoşları almaya giden toprak sahibi soylu, Sviyajski’nin yanına sokularak, -Birini getirdim. Suyla ayılttım, dedi. İşe yarar. Sviyajski başını sallayarak, -Çok sarhoş değil mi, düşmez ya? diye sordu. -Düşmez, iyice açıldı. Burada da içirmeseler onu, yeter... Büfeciye, ne bahasına olursa olsun, ona içki vermemesini söyledim.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:423) “YARDIMCI KAPTAN -... Anlaşmaları iki yıl içindi. O müddet de bugün bitiyor. Memlekete döndüğümüz zaman başımıza iş çıkarabilirler. KEENEY - Canları cehenneme... Mahkemelerde başıma istedikleri kadar dert açsınlar. Ben işin parasında değilim. Ne pahasına olursa olsun balina yağını elde etmeliyim.” (Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:19) “Ama eğer bütün bunlar mümkünse, en azından gerçekleşmesi için ufacık bir ihtimal de olsa, o halde ne pahasına olursa olsun bir şeyler yapılmalı. Bu tedirgin edici düşüncelere kapılan herhangi bir kimse bu ihmal edilen şeylerin birinden başlamak zorundadır.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:53) “Eldivenlerini çıkardı ve Flush bir anlığına sol elinin parmaklarından birinin üzerinde altın bir halkanın parladığını gördü. Sonra Miss Barrett’in yüzüğü parmağından çıkarıp bir çekmecenin karanlığına gizlediğini gördü. Sonra her zamanki gibi divana uzandı. Flush soluk bile almayarak korkarak hanımının yanında yatıyordu, çünkü ne olmuşsa, olan şey ne pahasına olursa olsun gizlenmesi gereken bir şeydi.” (V. Woolf, “Flush”, sa:87) “Fakat ne tuhaf şey: Romancı olarak Stendhal’ın ne pahasına olursa olsun bizden saklamak istediği sır da budur. Okuyucularından biri, şu hayal ürünü Jülien’e, Lucien’e ve Fabrice’e ruhunu nasıl da çıplak bir şekilde aktarmış olduğunu keşfedecek ve buna gülecek diye ödü kopmaktadır..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:194) “ ‘Dayanmalıyım. Direncimi kaybetmemeliyim!’ Yaşananların etkisiyle gergin bir halde eve dönerken durmadan bu sözcükleri yineliyordum. ‘Ne pahasına olursa olsun, katlanmalıyım. Condor’a söz verdim, arkasında durmalıyım. Sinirlerime yenilmemeli, aklımı karıştırmasına izin vermemeliydim.’ ” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:366) ne plus nitra : (LAT.,SOSY.,PSYCH.) <ni plas altre> : En yüksek mertebe; bundan ötesi olamaz Nepomuk, Aziz Yan : (ÇEK MYTH.) : Reform yanlısı bir Çek din adamı. Bohemya tahtındaki Kral IV. Vaclav’ın buyruğuyla işkence edilerek öldürülmüş ve Vltava ırmağına atılmıştır. Sonradan azizlik mertebesine yükseltilmiş, dinde Reform hareketinin simgesi olmuştur “Bir kitapta okumuştum: Sanığın suçlu olup olmadığını anlamak için kızgın demirler üzerinde yürütürler, eritilmiş kurşun içirirlermiş. İtiraf etmedi mi, ayaklarını cendereye sokarlar, olmazsa ayaklarından tavana asarlarmış. Ya da, Aziz Yan Nepomuk’a yaptıkları gibi, meşaleyle kıçını yakarlarmış. Söylenenlere bakılırsa, Aziz Yan Nepomuk meşaleyle yakıldığında insanın tüylerini diken diken eden çığlıklar atmaya başlamış, sımsıkı bir çuvala sokulup Elişka köprüsü’nden ırmağa atılıncaya kadar da kesmemiş çığlıklarını...” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:44) Nepotizm : Akrabaları kayırma, dayılık, iltimas yapma; Orta ve Yeni Çağlarda, din ve ilim adamlarının kibarlık olsun diye ‘yeğen’ olarak adlandırdıkları gayrımeşru doğmuş çocukları kayırması (Nepotist) “Gizeme inanmazlar. Zihin yoluyla algılanan şeylere güven duymazlar. İdealsiz ve tutkusuz bir kent. Nepotizmin erdem sayıldığı bir dönemde Alessandria doğumlu Papa V. Pius, akrabalarını Roma’dan çıkartır ve başınızın çaresine bakın der.” (U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:202) “Bana bizim Doğu Akdeniz böyledir, değişmez; hizipler, iltimas, rüşvet, edepsiz bir nepotizm her zaman olacak, buna alışmaktan başka bir seçeneğimiz yok deyip duruyorlar. Bütün bunları reddettiğim için de kibirli olmakla hatta hoşgörüsüzlükle suçlanıyorum.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:63) Ner(e)de akşam orda sabah : Yeri yurdu belli olmayan; Akşamcı; Geç gittiği yede sabahlayan kimse, haneberduş “Mümkünse biriyle birlikte yattığım, nerede akşam, orada sabah günler. Sanki yaşamım yeterince belirsiz ve karmaşık değilmiş gibi, ayrılmaz dostlarımla paramız pulumuz varmışçasına...” (G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:10) “Niyazi ağabeyin hiç kimsesi yok... Adresini de saklıyor. Kimden öğrenebiliriz acaba? -Bilmem. -Bilen de yoktur. Birkaç defa sordum. ‘Nerde akşam, orda sabah!’ dedi. Nedense gözümün önüne hep medrese odaları gelir.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:179) “… ama konuşması öyle dokunaklıydı, sarı ve çirkin yüzü kimi zaman öyle açık bir üzünçle doluyordu ki, onu dinlerken acıma, dehşet ve üzüntü duymamak olanaksızdı. Bu, başıboş gezen deli Grişa idi. Nereliydi? Kimin nesiydi? Böyle nerde akşam orda sabah bir ömrü sürmeyi nereden aklına koymuştu?” (L. Tolstoy, “Çocukluk”, sa:37) Neredeyse : Tamamiyle değil ama, yakını; Hemen hemen aynısı “Okyanusu aştıktan sonraki ilk sabah, iki yıl önce Paris’e ilk gelişinde birkaç hafta kaldığı otele gidiyor. Daha iyi bir yer buluncaya kadar kalmayı planlıyor; ancak, iki günlük sakalı olan yarı sarhoş otel müdürü onu önceki gelişinden hatırlıyor ve bütün yıl kalacağını duyunca geceliği iki dolardan aza gelen aylık bir ücret öneriyor. 1967 Paris’inde hiçbir şey pahalı değil ama o zamanın koşullarında bile bu son derece ucuz bir fiyat, neredeyse bedava.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:130) “Koyun etinden ziyade, inek eti konulan çorba, hani neredeyse her akşam mideye indirilen soğanlı yahni, cumartesilerin yemeği olan domuzyağında kızartılmış yumurta, cumaların yemeği olan mercimek ve Pazar günleri fazladan sofrada bulunan bir güvercin yavrusu, gelirinin üç çeyreğini silip süpürüyordu.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:11) “Tekrar uyandığımda, saat neredeyse sekiz buçuk olmuştu; Agnes’i gözümün önüne getirdim. Benim gibi, geniş bir yatağa uzanmış. Yatağın sağ yarısı boş. Kocası kim?” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:15) “Sergio her akşamüstü, içeri girer girmez neden iyileşmediğini soruyordu büyükanneye; iyileşirse Disney’e gideceklerdi. Sağlığına çabucak kavuşması için yalvarıyordu, n’olur, n’olur. Annesi bunun üzerine öylesi bir kahkaha atıyordu ki, neredeyse pencerelerin camlarını yere indirecekti.” (S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:9) Neredeyse ağzına girmek : Birisine gereğinden yakın sokulmak, kişisel sınırı aşmak “Kuzenim, neredeyse kadının ağzına girecek... Ara sıra hiçbir şeyin farkında değil gibi görünerek yanlarından geçerdim. Hemen seslerini kısarlar yahut lakırdıyı değiştirirlerdi.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:38) “Ağılların yanında, ev kayaların içine oyulmuş bir tür mahzene dönüşüyordu, peynirlerini orada yapıyormuş. Peynir ise karanlıkta mayalandırılmıştı, paprikalı kabuğu kırmızımtraktı, süt kesiğinden pek farkı yoktu. Laboratuvarı taşın içine oyulmuş neredeyse buz gibi soğuk bir odaydı.” (A. Tabuchhi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:24) Nereid : (YUN. MYTH.;DEN.,ZOOL.) <ni’ri’id> : Su perisi; uzun deniz kurdu; Nereye koyacağını, oturtacağını bilememek : Aşırı saygıdan ya da şaşkınlıktan ne yapacağını bilememek “ ‘Oraya vardığımda ihtiyar Sterling ve avanesi beni nereye koyacaklarını bilemediler. İş ve eğlence öylesine beraber yürüyordu ki, oyun mu oynuyoruz, iş mi yapıyoruz, kestiremedim.’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:135) nescio : (LAT.,HUK.) <ne’siyo> : (Ben burada gerçeği) bilmiyorum! Ne selam ne sabah : Hiç önem verip de tek bir kelime bile konuşmaksızın “-.... Eskiden siz bakardınız bana bir ahbap gözü ilen <ile>, şinci <şimdi> ise bakarsınız bana yan gözle!... Ne kusur ettim size karşı ki bulaştınız benden kaçmaya? -Ben mecbur muyum seni daima gölgem gibi peşim sıra gezdirmeye, yediği naneye bak hele şunun? -Mademki üyledir <öyledir>, te ben de kaçarım şinci senin yanından temelli... Bir daha da bakmam hiç yüzüne! Şimdiden sonra ne selam, ne sabah... Haydi kalasın kuru başına artık yapayalnız... Sen zati insan darıltmakta, gönül kırmakta çok ustasın...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:172) “Bizlere ne selam ne sabah... Onlar ayrıldıktan sonra hemen merakla başına üşüştüğümüz bakkal, hepimizin isimlerini bildiklerini söyledi. Artık apaçık belli olmuştu ki adamıza önemli biri geliyor. Devletle ilişkili biri, üst düzeyden yani kendi aramızdaki deyişle büyükbaşlardan biri.” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:16) Ne sıfatla : Siz kim oluyorsunuz ki; Hangi hak ve yetkiye dayanarak “Sinirli bir tavırla yanındakilere dönüp hakkımda acı bir alayda bulunduğunu sezdim. Tepem attı. Ayağa kalkıp dedim ki: -Benden izin almadan ta yatak odama kadar ne hakla girdiniz? Ve beni, ne sıfatla sorguya çekiyorsunuz? (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:157) Ne sihirdir ne keramet : Sihirbazın ya da gözbağcının el çabukluğu ile yaptığı güya sihir ya da keramet “Ne sihirdir ne keramet El çabukluğu marifet!” (Anonim) “İşin asıl kötü yanı, bu şeytan işi likörün kendisine ne sihirdir ne keramet, Bégon teyzenin bütün o çirkin şarkılarını anımsatmasıydı.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:83) “Georges Duportin şunu da ekledi: ‘İnsan ne de kolay tuzağa düşüyor. İlkin hiç evlenmemeyi aklına koymuştur. Sonra, ilkyaz gelir, kır gezmesine gidilir; hava sıcaktır; ilkyaz güzel, çayırlar çiçeklenmiştir.....; tanıdıkların evinde bir kıza raslanır... Ne sihirdir ne keramet, iş olup bitiverir. Sonunda evli dönülür.” (G. de Maupassant, “Tombalak-Karım”, sa:100) Nesi (neyi) var nesi yok : Pılısı pırıtısı, tüm varlığı “D. MARZIO -... Dansöz, Kont Leandro denilen o kalantorun koruması altında imiş ve kont da dansözün kazançlarından hamileliğinin ücretini fazlasıyla alıyormuş. Kont kendisi dansöz için sarfedecek yerde zavallının nesi var nesi yoksa sömürüyormuş. O zavallı da, belki de bu yüzden, yapmayacağı şeyleri yapmak zorunda kalıyormuş. Ne dolandırıcı herif!” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:16) “Ardından sessizlik. Anny sessizliği bozmaya da niyetli değil. Ne kadar çıplak bir oda! Bir zamanlar, bütün yolculuklarında Anny, şallarla, atkılarla, başörtüleriyle, Japon maskeleriyle, Epinal resimlerle dolu koca bir bavul taşırdı yanında. Otele iner inmez -isterse tek bir gece kalsın- ilk işi bu bavulu açıp, nesi var nesi yok çıkararak duvarlara, lambalara asmak, değişik ve karmaşık bir düzenle, masalara ya da yere yaymak olurdu.” (J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:183) “-Önce neyi var neyi yoksa hepsinden kurtulması gerek... üzerindekileri çıkartması... azarlıyorlar onu: ‘Hadi bakalım, çabuk ol da, orada nen var nen yok bir görelim’... -Ve o da kuzu kuzu gösteriyor, başka ne yapabilir ki...” (N. Sarraute, “Açınız”, sa:37) “Şimdi de yenilik hazinesi, tükenmek bilmeyen, bu altınla tartılsa pahası ödenmez ufak tefek oğlan, tam işin kurulma evresinde frengiye dönük çiçek hastalığına ve de had safhada kızamığa yakalanmadan edemeyen pis herif! Tam bu sırada? Neden şimdi... O zamana kadar bir gümüş madeni gibi altın sıçan eşek gibi nesi var nesi yoksa söküp alabilirdi.” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:107) “Nikita yakın bir köyden, yaşamını daha çok şunun bunun yanında uşaklık ederek geçirdiği için evsizbarksız sayılan, elli yaşlarında bir köylüydü. Çalışkanlığı, işe yatkınlığı, güçlü kuvvetli oluşu, en çok da uysallığı yüzünden aranan bir işçiydi. Gelgelelim, yılda bir kaç kez zil zurna kafayı çekerek nesi var, nesi yok sattığı için hiçbir yerde dikiş tutturamamıştı.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:12) N’est-ce pas ? : (FR.,KOLL.) <n’es pa ?> : Öyle değil midir? = Is it not so? Neşesi yerine gelmek : Kaybettiği neşeyi yeniden bulmak, yeniden mutlu olmak “Yemekten sonra neşem biraz yerine geldi, sabahkine oranla daha olumlu bir ruh hali içindeyim. Not defterime şunları notediyorum : Tanari Sarayında Guido’nun meşhur bir resmi var; çocuğunu emziren Meryem’i betimliyor, ölçüleri normalden büyük, baş sanki bir ilah elinden çıkmış.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:152) Netameli : Belalı, uğursuz, ters, gizli bir tehlike kaynağı “Petros’un yanındaki havarileri işaret eden Langdon, ‘Ve burada,’ dedi, ‘Bir az netameli gibi, değil mi?’ Sophie gözlerini kısarak baktığında, havarilerin arasından bir el çıktığını gördü. ‘Bu el bir hançer mi tutuyor?’ ” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:277) “Yaşamımı zorlaştıran, onu netameli duruma sokan, hatta çirkin bir soruna dönüştüren ne varsa, sabah vaktinde işte öylesine yükseltir sesini, devcileyin karşıma gelip dikilir.” (H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk”, sa:30) “Yazık değil mi? Kim bilir kaç ‘Rönesans Yaratıcısı’ bu bilgisizlik ve önyargı yüzünden kaybolup gitti. Yıllarca bir sır gibi sakladığı, düşünü kurduğu eserleri veremedi. Gençlere, yaratıcılarad düşen, bu netameli konudaki önyargıları aşmak, fesat eleştirilerden etkilenmemek, bizim köydeki alışkanlıkları yıkmak.” (Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:78) “... bu harekete de kolayca tökezlemek denilebilirdi ve asıl tuhaf olan, adamın kendisinin bir engelin varlığına inanıyor görünmesiydi, çünkü her seferinde, böyle bir anda insanlarda görülen o yarı kızgın, yarı suçlayıcı ifadeyle dönüp o netameli yere bakıyordu.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:95) Netse neylese : Ne yaparsa yapsın, ne ederse etsin, -‘Ne etse, ne eylese’nin kontraksiyonundan derive edilmiş “Osmanlının kötü gözle baktığı bir Bey, netse neylese başını beladan kurtaramazdı.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:8) Neuzübillah : Tanrı korusun (Tanrıdan bir niyaz) “-Ya İshak, ben de merak ettim. Yanında bir delikanlı peyda oldu. Kafir dilber mi dilber..... karınız yalnız değildi yanında yüzleri çıplak, kolları çıplak, göğüsleri çıplak genç genç hanımlar vardı. -Neuzübillah... Neuzübillah... -Canım, dedim, söyle nereye çıktı bu kadınlar? -Ficehenneme zümera.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:360) Ne üstte ne altta bırakmamak, komamak : Her şeyi silip süpürmek, geride hiçbir şey bırakmamak “-Ben de gördüm. Hayvanlarını, yüklerini hep hazır etmişler. Biraz önce kumandan çadırı kurulmak üzere idi, sonra vazgeçip toplamaya başladılar. -Durup ne edecekler ki, onlar da bizim gibi aç kalırlar. -Amma da canavar heriflermiş be... Her şeyi silip süpürdüler. Ne üstte ne altta kodular.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:190) Ne üstte var ne başta : Parasız pulsuz, giyimsiz kuşamsız, pek fakir bir halde “Ansızın kendimi içkiye kaptırıp patronun altmış rublesini bu işe yatırdım. Üç ay hapse attılar beni! Çıktığımda ne yapacağımı şaşırıp kaldım. Nereye gidersin? Ne üstte var, ne başta. On param yok.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:50) “Bizimse ne üstümüzde vardı, ne başımızda, ne de halimizden tavrımızdan bir matah olduğumuz belliydi. Bir söz vardır: Sefalet suç ortaklarını barındırır diye. Bu gerçekten doğruydu.” (O. Henry, “viski soda”, sa:226) Neva : (MUS.) Söz, ses; Çekirdek; Türk musikisinde bir makam (Si b-bir koma’lık-, fa diyez -dört koma’lıkalır, Uşşak’a benzer ama daha tizlerde ve ortalarda seyreder, ‘la’-dugah’da karar kılar. İ.E.) “Sonsöz <Mart 1940, Fontannıy Tom> 2 --------Sonsuz uykuda da korkuyorum, niye: Kamyon gürültüsünü unuturum diye, İğrenç kapının çıkardığı gıcırtıyı, Yaralı hayvan gibi uluyan kocakarıyı. Bırak, hareketsiz, bronz gözkapakları, Gözyaşı gibi akıtsın erimiş karı. Ve hapishane güvercini ötsün yine Ve Neva’da gemiler çıksın seferine. (Anna Ahmatova<1889-1966>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.12.05) Nevale; Nevale düzmek : Yiyecek; Ailesinin yemek içmek gereksinimini gidermek için çarşıya çıkmak “Daha sonra, nevalelerini çıkarıp usulca ve dostça yediler. Ama geceleyecek bir yer bulmak zorunluluğu, onların bu yoksul ve gösterişsiz yemeğini yarım bıraktı; karanlık çökmeden bir şatoya varabilmek için, hemen hayvanlarına atladılar.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:63) “Nal sesleri şakırdamalı, dükkanında alış verişindeki esnafı, evinin nevalesini düzmeye çıkmış aile babasını, şunu bunu ilgilendirmeli, safi dikkat kesilmeliydi.” (O. Kemal, “O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:187) Ne var ki : Gerçek şu ki, ama, gel gelelim “Kendisine bir soru sorulan görüntü şöyle yanıt verdi: -Bilmiyorum. Ne var ki bu vadinin adı yerin dibine geçse iyi olur. Çünkü Polero’nun kendisinden koparak ayrıldığı Apenin dağının tepesinde (İspanya’nın kuzeyinde) bulunan ve pek az yerde bu kadar bol su ile beslenen kaynağından tutun da, gökün denizden alıp buhara çevirdiği şeyi yenilemek ve nehirlerin akarken taşıdıkları bu şeyi bulmak için vardığı noktaya kadar olan mesafe boyunca..... herkes kendisine düşman saydığı erdemden, bir yılandan kaçar gibi kaçmaktadır.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:105-6) “PEYZAJ Son leylek sürüsü de göçtü. Bir tek yolunmuş ağaçlar kaldı burada, açlıktan ürpermiş gri serçelerle. Evet, aç ve griler şehrimin insanları gibi. Belki de... insanlar şehrimin serçeleri gibidir, ne var ki uçamazlar. Oysa önümüz kış.” (Bojana Apostolova<d.1945>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.03.06) “Perdeleri aralayıp dışarı bakıyor ve Siyah’ın sokağın karşı tarafındaki odasında bir masanın başında oturduğunu görüyor. Anlayabildiği kadarıyla, Siyah’ın bir şeyler yazdığı sonucuna varıyor Mavi. Dürbünle bakarak bunu doğruluyor. Ne var ki mercekler yazılanı seçmesine yetecek kadar güçlü değiller.” (P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:10) “… bakımsız kır yollarında virajları kolayca dönmen gibi çeşitli trafik koşullarındaki ustaca manevralarını sık sık övmüştür. Ne var ki, bugün bir terslik olduğunu, dikkatini gerektiği kadar toplayamadığını, zamanlamanın biraz şaştığını seziyor ve birkaç kez dikkatli olman için seni uyarıyor.” (P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:23) “Aesop’un yardımıyla harfleri ve sayıları öğrendim, bir kez başlayınca gerisi o kadar kolay geldi ki, bu işi neden bu kadar büyüttüklerimi merak ettim. Uçmayacaksam, Ustayı kalın kafalı olmadığıma inandırabilirdim hiç değilse; ne var ki bu öğrenme işi o kadar kolaylıkla yürüyordu ki sonunda yengimin tadını almaz oldum.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:51) “KİTER’E BİR YOLCULUK -------------------------------------Deniz durgundu, iç çekiciydi gök yine; Ne var ki her şey bana karı vekanlıydı, Sanki yüreğim kalın bir kefen kaplıydı, Gömülüp gitmişti bu benzeşim içine.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:227 “KOPENHAG KADINLARI -----------------------------------Ne var ki hiçbiri görmedi beni! Kürkü olan, gözyaşını saklamaya çalışarak eldiveniyle indi Farimagsgade’ye gelince. Heidegger okuyan kız, bir çırpıda kapayıp kitabını baktı bana bir alaycı gülümsemeyle sanki kendine özgü bir önemsizliğe bürünen bir Bay Hiçkimse’ydi ayırt ettiği.” (Klavs Bondebjerg<1953-2004>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.05.06) “Yanından ayrıldığımızda, bana eşlik eden arkadaşım onun hakkında ne düşündüğümü sordu. Bence 19. yüzyılın Aristoteles’i diye yanıtladım. Ne var ki, daha bu sözler ağzımdan çıkar çıkmaz, başvurduğum karşılaştırmanın pek de yerinde sayılamayacağını anladım. Her şeyden önce Marks’ı Büyük İskender’in sarayındaki soylulardan biri gibi tasarlamak düpedüz olanaksızdı.” (H. Böll, “Gül ve Dinamit”, sa:40) “... eskiden yurtta bulunduğum sıralarda sık sık yaptığım gibi yorganı başıma çekseydim çok iyi olacaktı. Ne var ki pansiyoncu kadın koridorda bağırmasaydı: ‘Size evden mektup var...’ ” (H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:7) “İlk cinayeti izleyen Çarşamba günü, neşeli kentin batısına düşen bir ormanda yine vurulmuş bulunan Foto Muhabiri Adolf Schönner’in de Blum’un bir kurbanı olması olasılığına bir süre pek olanakdışı gözüyle bakılmadı. Ne var ki daha sonra, olaylar kronolojik bir düzene sokulduğunda bunun olanaksızlığının kesinlikle kanıtlandığı belirtildi.” (H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:12) “Yakında. Belki iki ay içinde. Zamanı kestirmeye çalışıp, artık üzerinden aşamayacağı duvar bundan sonraki iki ayın önünde midir diye anlamak istiyor. İki ay, kasımın sonu bu... Ne var ki zamanı kestirmeyi başaramıyor.” (H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:10) “Kongre Binası’ndaki Rotunda -tıpkı St. Peter Bazilikası gibi- Robert Langdon’ı şaşırtmanın bir yolunu daima bulurdu. Aslında bu salonun, Özgürlük Anıtı’nın rahatça sığabileceği büyüklükte olduğunu biliyordu, ama nedense Rotunda, sanki içeride ruhlar varmış giibi ona daima daha geniş ve daha kutsal gelirdi. Ne var ki bu akşam sadece kargaşa vardı.” (Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:62) “Tabii, gerçek açk pek az rastlanan bir şeydir, aşağı yukarı yüzyılda iki ya da üç kez görülür. Bunların dışında boş gurur ya da can sıkıntısı vardır. Kendi payıma, ben Portekizli rahibe değilimdir. Katı yürekli değil, tam tersine yufka yürekliyimdir, gözyaşlarım kolayca akar. Ne var ki, atılışlarım hep kendime dönüktür, içlenmelerim kendimle ilgilidir.” (A. Camus, “Düşüş”, sa:42) “Yavaş yavaş büyük ve hantal karyolaya da nefret duymaya başlamıştı. Ne var ki karyolanın yerine eski divanı getirip koyamazdı; çünkü divandan öbüründen de beter nefret ediyordu.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:91) “Ne var ki, bir gün geliyor, ‘Yeter!’ diyor. ‘Yeter! Benim için seyahat etmek sıradanlaştı artık.’ ‘Hayır, yetmez, hiçbir zaman yetmeyecek,’ diye diretti J. ‘Doğduğumuz andan ölene kadar hayatımız sürekli bir yolculuktur. Manzara değişir, insanlar değişir, ihtiyaçlar değişir, ama tren hep ileri gider. Hayat bir trendir, tren istasyonu değil. Seninkine yolculuk değil, ülke değiştirmek denir, ki o da bambaşka bir şeydir.” (P. Coelho, “Elif”, sa:22-3) “Ne var ki, gizli bir yanım hala sihirli çemberlere, doğaüstü formüllere, tütsülere, kutsal mürekkebe özlem duyuyordu. Petrus’un ‘atalara saygı’ diye nitelediği tören, benim için eski, unutulmuş derslerle yoğun, sağlıklı bir karşılaşma olmuştu.” (P. Coelho, “Hac”, sa:198) “Öte yandan, Maria’nın cebinde bir çiftlik satın alacak kadar para vardı, önünde gençliği, büyük bir hayat deneyimi uzanıyordu, ruhu ise alabildiğine bağımsızdı. Ne var ki, kader hep onun yerine karar verdiğinden, bir kez daha tehlikeyi göze alabileceğini düşündü.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:234-5) “Ne var ki ilk gördüğünden beri Anna K bu kapanmayan ağzı ve açık kaldığı için hep gözüne ilişen o canlı pembe eti sevmemişti. Çocuk memeyi ememiyor, açlıktan ağlıyordu.” (J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:11) “Graecen ona dönerek, ‘Senin gibi bir kızın postanede işe girmeye çalışmak yerine aklı başında bir evlilik yapacağını sanırdım,’ dedi. Çapkın bir edayla. Ne var ki bu sözleri kızı ağlattı. Sulu gözlü kadınlardan nefret ederdi. Kız biraz çabayla kendini toparladı neyse. Ne zaman evlilikten söz açılsa aklına Bob gelirdi, onun ölümünden sonra ne güzelliği ne de zaten kuş kadar olan cesareti kalmıştı.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:112) “Öğleden sonra Baudolino daha akıcı bir üslupla yeniden anlatmaya başlamıştı ve Niketas da artık onun sözünü kesmemeye karar vermişti. Sadede gelmesi için, bir an önce büyümesini istiyordu. Ne var ki, Baudolino’nun henüz sadede gelmediğini ve bir an önce gelmek için anlattığını anlamamıştı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:51) “Bugün İtalya’da kurtuluş savaşının trajik bir bölünme devri olduğunu ve artık ulusal bir uzlaşmaya gereksinim duyduğumuzu söyleyenler var. O korkunç yılların anılarının bastırılması gerekiyormuş. Ne var ki, bastırma nevroza yol açar. Uzlaşma, iyi niyetle kendi savaşımlarını veren herkese anlayış ve saygı göstermek anlamına geliyorsa, bağışlamak, unutmak anlamına gelmez.” (U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:31) “Öte yandan, İzmir’de bir halkla ilişkiler uzmanı, bunların yalnızca Homeros’a ait olduğunu söylüyor, ne var ki o da ölmüş, bu yüzden de bütün telif haklarını almak bu kente düşüyor.” (U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:41) “Birkaç ay önce, New York’ta gezinirken, uzaktan, çok iyi tanıdığım bir adamın bana doğru geldiğini gördüm. Ne var ki adamın ne adını ne de onunla nerede tanıştığımızı hatırlayabilmiştim. Yabancısı olduğunuz bir kenttee kendi ülkenizde tanıştığınız biriyle, ya da kendi kentinizde yabancı bir ülkede tanışmış olduğunuz biriyle karşılaştığınızda kapıldığınız türden bir duygu içindeydim.” (U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:48) “Bazen de okuduğu şeylerden, bir romanın parçasından, yeni bir oyundan ya da bir gazete haberinden amlatılan sosyete olayından söz ediyordu ona; çünkü Charles da bir insandı nihayet, hep kulak verip kendini dinliyordu, hep karısını onaylamaya hazırdı. Ne var ki, Emma küçük birçok sırrını tazısına da anlatıyordu! Üstelik ocağın odunlarına, saatin sarkacına da sırlarını açacaktı neredeyse.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:70-1) “Kartaca Cumhuriyeti’ne boyun eğdirdikleri için gururlanan askerler, döktükleri kanın parasını harmanilerinin kukuletasına yerleştirip yurtlarına döneceklerini sanıyorlardı. Ne var ki, sarhoşluğun dumanları içinde yeniden gözlerinin önüne gelen yorgunlukları kendilerine çok ağır, bunun ödülü ise pek az görünüyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:16) “Günlerden pazardır. Ne var ki, merkezin pazar günleri kapalı olduğunu unutmuştur Marino... Ama olsun, engel vız gelir Marino’ya.” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:55) “Chopin çalmak için şüphe, beklenmedik gelişmeler, ürperme gereklidir; özellikle zeka istemez (‘Zeka bana acı veriyor’) ama budalalık da olmamalıdır, bu da, kendini beğenmişliğe yer olmadığı anlamına gelir. Bu, virtüöz’den çok şey istemek olur.Bütün övgüleri toplayan ve sanatçının öüne geçen o değil mi? Yaratıcı gururlu olabilir ne var ki, aralarında en büyükleri alçakgönüllü olanlarıdır, virtüöz ise kendini beğenmişin biridir.” (A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:60) “Onun önünde aşklarımdan bahsedemezdim. Gerçi bunlar, yalnız hayatımın ilk dönemlerinde önemli bir yer tutar. Ne var ki, dövüşüp yere serdiğim birçok canavar gibi onlar da, bana kendimi tanıttılar. Çünkü ‘insan önce kendini tanımalıdır, sonra de elimizdeki mirasın bilincine varmalı, onu kendimize yararlı kılmalıyız.’ ” (A. Gide, “Thésée”, sa:5) “Deborah ağzından böyle sözler çıkmasına şaşmıştı. Bunları içtenlikle söylediğinin bilincindeydi ve oldukça önemli olduklarını da biliyordu; ne var ki, neden önemli olduklarını bilmiyordu...... Kimi zaman, içini bir duygunun sardığı olurdu. Bu duygu söze dökülür, ama altında yatan ve dünyayı ikna etmeyi sağlayabilecek mantık suskun kalırdı. Ve bu nedenle, Deborah kendi arzularına olan inancını yitirmişti. Bu yitim, arzularını daha da körü körüne savunmasına yol açmıştı.” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:32-3) “CEVAP VER -----------------Bu dünyada dağlar ve denizler var, Beatrice burda sevdi Dante’yi, Akhalar burda yıktı Troya’yı! Ne var ki bir an unutamaz isen İri gözleri gülen bu kızı, Seni gereksiz kılan bu kızı, Yaşamaya layık değilsin sen!” (Nikolay Gumilöv<1886-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.07.03) “ ‘... Ormanda gizlendikleri delikte elli kilodan fazla kümes ve av hayvanı kemiği, yığınla kiraz çekirdeği, tonla elma koçanı bulundu.’ Ne var ki, izcinin zavallı babasını avutmak mümkün olmadı. ‘Ne halt ettim ben!’ diye gözyaşı döküyordu. ‘Şerefim iki paralık oldu!’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:64) “Bundan önce iki kere daha, McCarthy dönemi diye adlandırılan dönem üstüne yazmayı denemiştim, ne var ki yazdıklarımı pek beğenmemiştim doğrusu..... Ne var ki yeni akım, pek de yeni sayılmazdı,. 1917 Rus Devrimi’yle başlamıştı.” (L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:37) “Söz konusu yazıların nasıl bir hava içerdiğini tasarlamak bizler için pek zor, ne var ki, o zamanlar okumaya karşı dikkati çekecek kadar hevesli büyük kalabalık sözü edilen bu grotesk nesnelere kuşkusuz iyi niyetli bir ciddiyetle kucak açmaktaydı.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:20) “Bazen biliyordum ki, yaşamdaki amacım annemle babama benzemek, onlar gibi aydınlık ve temiz, üstünlük duygularıyla donatılmış biri olmaktı. Ne var ki, o zamana değin uzun bir yol vardı geride bırakılacak, o zamana değin okullarda pineklemek, ders çalışmak, testlerden geçmek ve sınavları vermek gerekiyor, izlenecek yol da hep öbür karanlık dünyanın yanı başından, hatta hemen içinden geçiyordu; üstelik bu dünyaya dalıp dışarı çıkamamak, içinde gömülü kalmak hiç de olmayacak şey değildi.” (H. Hesse, “Demian”, sa:16) “Ama rehberlerimiz öneriyi kesinlikle geri çevirmemiş, bunun üzerine gerek cemiyetimiz, gerek Doğu yolculuğumuz korkunç şekilde lanetlenmişti. Ne var ki, bu anlattıklarım kafile arkadaşlarımızın arasında fısıltıyla sözü edilen şeyler; konuyla ilgili olarak rehberlerimizin ağzından hiçbir şey işitmedik.” (H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:16) “Böylece sayıklayan Goldmund hanidir bilmiyordu nereye gidiyor, nerede bulunuyor, ne söylüyor, yatıyor mu yoksa ayakta mı duruyor. Çalı çırpılara ayağı takılarak ikide bir düşüyor, seğirtip dururken ağaçlara tosluyor, karların dikenlerin ortasına yığılı yığılıveriyordu. Ne var ki, içindeki yaşam içgüdüsü güçlüydü, onu boyuna çekip yeniden ayağa kaldırıyor, rasgele bir kaçışı sürdüren Goldmund’u yeniden önüne katıyordu.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:169) “Sonradan bu ve benzeri hikayeleri tekrar tekrar anlattırıp dinlemiştim kendisinden. Ne var ki, bir akşam keskin nişancılar şenliğinde amansız bir kavgaya tutuşmuş, birbirimizin saçını sakalını yolacak kadar işi ileriye vardırmış, öfkemizden kudurarak birbirimizden ayrılmıştık.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:92) “Aklı başka yerlerde, önündeki haritayı yeniden incelemeye koyuldu. Ne var ki, babası Veraguth harıl harıl konuşup duran dostunun söylediklerini cankulağıyla dinlemekteydi.” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:39) “Ne var ki, Sidarta anlatının sonuna doğru ırmak kıyısındaki ağaçtan, moralindeki o büyük çöküşten, kutsal Om’dan, uyuduğu uykudan ve uyandıktan sonra ırmağa karşı duyduğu sevgiden söz açar açmaz, kayıkçının dikkati bir kat daha arttı, gözlerini yumdu, tamamen kendini vererek dinlemeye başladı.” (H. Hesse, “Sidarta”, sa:123) “Piskopos bu masum ve bağışlanabilir analık gösterisini genellikle sessiz sedasız dinlerdi. Ne var ki, bir defasında, M. de Lö bütün bu miras işlerini, bu ‘umutlar’ı etraflı bir şekilde tekrarladığı sırada piskopos her zamankinden daha dalgın görünüyordu.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:29) “Sonunda, gözleri ışığı daha zayıf algılar; çevresi gitgide daha mı kararıyor; yoksa gözleri mi onu aldatıyor, bilemez. Ne var ki tam da o anda, karanlığın içinde, yasanın kapısından gelen, söndürülemez bir ışık parıltısı fark etmektedir. Bundan sonra fazla yaşamaz.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:72) “Sonradan şakadan anlamadığını söylemeleri olasılığı, K. için önemsiz bir sakıncaydı; ne var ki deneyimlerden öğrenme gibi bir alışkanlığının bulunmamasına karşın- anımsadığı ve aslında tek başlarına ele alındıklarında önemsiz sayılabilecek birkaç olayda, arkadaşlarının yaptıklarının tersine, olası sonuçları kesinlikle düşünmeksizin, bilinçli olarak dikkatsiz davranmış, bundan ötürü de gerçekleşen sonuçlardan cezasını bulmuştu.” (F. Kafka, “Dava”, sa:20) “Ne var ki, özellikle bu güçsüzlüğün adeta halkımızın <Çin> birliğini sağlayan en önemli etkenlerden biri oluşu, deyim yerindeyse doğrudan doğruya üzerinde yaşadığımız zemini oluşturması inadına tuhaf bir durum. Burada yerilip kınanacak bir şeyin varlığını uzun uzadıya kanıtlamaya kalkmak, kendi vicdanımızı silkip sarsmak değil, bundan çok daha kötüsü ayaklarımız altındaki zemini çekip atmak demektir.” (F. Kafka, “Hikayeler:Şarkıcı Josephine ya da Fare Ulusu-Çin Seddinin İnşasında”, sa:143-4) “O günlerde Andronikos’a yanaşmaya başlamış mıydı? Herhalde ilk günlerde, belki de ilk gün, onunla konuşmuştu, ona bir şeyler sormuştu. Ama daha ileri gitmek istememişti. Ne var ki, Andronikos da ona pek yüz vermiyordu galiba.” (B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:60) “KURULTAY’A İLETİ (*) Dağlardan, bağlardan, ormanlardan Bal toplayıp döndü arılarım. Bir araya geldi yeni baştan Başkentimde bugün Başkortlarım Ne var ki hiç teslim olmayalım Yol kesen bencilliğe bir daha, Ve Başkort yurdunda baş koyalım Dostluğa, barışa ve refaha. Dostluğa, barışa ve refaha...” <1 Jaziran 1995, Urfa Tüm Dünya Başkortları 1.Kurultayı) (Mustafa Karim<d.1919>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.04.05) “Ne var ki, Markiz’in son haftalarda bozulan sağlığı olayların akışını değiştirmeye yetti. Genç kadın, bedeninde değişmelerin giderek kendini hissettirmesinden yakınmaya başlamıştı.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:32) “Bu onu paniğin doruğuna çıkarıyor, ne var ki, yaşamının söz konusu olduğunu, kendini savunmak, savaşmak için, ne pahasına olursa olsun soğukkanlılığına yeniden kavuşması gerektiğini biliyor.” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:163) “Ne var ki, çağımızda kapitalizm, edebitat sanatına kötülük ederek iki ayrı edebiyat yatattı. Kitabı metalaştıran piyasa, edebiyatı ‘popüler edebiyat’ ve ‘yüksek edebiyat’ olarak ikiye böldü.” (Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat mutluluktur”, sa:14) “Onları düşünmeden geçirdiği her anın geçmişine ihanet olduğu duygusunu taşıyordu ama daha da önemlisi geçmişe gömülmek, onu bugünün sıkıntılarından kurtaran bir merhem gibiydi. Ne var ki bu da tek başına yetmiyordu artık. Yaşam dengesi bozulmuştu. Daha doğrusu kendisine ne olduğunu tam bilemiyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:266) “...birinin suratına yumruk attım. Evet, ben; yumruk attım. Bu satırları okurken ne kadar şaşıracağını biliyorum, benim gibi biri böyle bir şeyi nasıl yapar? Ne var ki, adam, motor açıldıktan sonra seni, ayağına ağır bir demir parçası bağlayıp denize attıklarını söylüyordu. Hem de bunu pek bir üzüntü duymadan, sanki doğru bir işi bildirir gibi anlatıyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:170) “...silaha başvurmanın artık çok sıra dışı bir durum olduğunu ve Batı’nıon üstünlüğünü koruması için, ekonomik sisteminin ve toplum modelinin kusursuzluğunu ileri sürmesinin yeterli olacağını öngörmek akla yatkın geliyordu. Ne var ki bunun tersi oldu. Batı’nın ekonomik üstünlüğü Asyalı devlerin yükselişiyle aşındı ve silaha başvurmak sıradan bir şey haline geldi.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:40) “Ne var ki, Rukoz, Dağ Emiri’nden bir himaye mektubu edinmişti, bir diğer mektup da Mısır Hidivi’nin imzasını taşıyordu; bir üçüncüsü de Patriğin kendi yazdığı mektuptu. Şeyh bütün bu yüksek kişilerin tümüne birden kafa tutacak çapta değildi.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:63) “Ne var ki, ben artık gelmiyorum buraya. Son yirmi yıl içinde bu eve çok ender uğradım ve tek bir gece bile burada uyumadım. Sonuncusu, bundan yedi sekiz yıl önceydi.” (A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:36-7) “Tam saat beşte çay içme alışkanlığı vardı, tek başına olsa da partiye gider gibi giyinirdi. Ne var ki bir İngiliz romanından alınmışa benzeyen bu alışkanlıklar onun kişiliğine hiç mi hiç uygun düşmüyordu.” (G.G. Marquez, “Şili’de Gizlice”, sa:114) “Kendisini bir kenara çekip yalvardım: ‘Bak, Rivet’ciğim, bunu sırf benim için yapacaksın,’ dedim. Ne var ki, sabrı taşmış gözüküyordu.” (G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:290) “<Gerald> birden sustu. Çünkü oğlu Wade ile bu biçimde konuştuğunu anımsadı. Ama babasına böyle hitap etmemeliydi; bu büyük saygısızlık olurdu. Ne var ki Gerald onun ağzından çıkan sözleri can kulağıyla dinliyordu.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:542) “Ne var ki dışarda kimse yoktu. Ön oda, dükkanın diğer bölümlerinin tersine, şıktı, pahalı görünümlüydü ve vitrindekiler dışında aşağı yukarı iki bin kitabı barındırıyordu. Sağ tarafta çocuk kitaplarının sergilendiği camlı dolap vardı.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:11) “Bu sahneyi Altın Horoz Sokağı’nın ruhu hakkında bir fikir vermek için anlatıyorum. Orada kavgadan başka bir şey olmaz değil; ne var ki bu anlattığım gibi bir olayı yaşamadığımız sabah da yok gibidir. Kavgalar, satıcıların umutsuzca üzgün bağırışları, sokağın parke taşları üzerinde portakal kabuğuyla top oynayan çocukların haykırışları, geceleri yüksek sesle söylenen şarkılar, çöp arabalarının ekşi kokusu, işte bütün bunlar sokağın genel havasını oluşturuyordu.” (G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:19-20) “Ne var ki, onları gerçekten çok rahatsız eden şey, evlerinde oturan, yer işgal eden, haftada topu topu on şiline tıkınan iki yaşlı emekliydi. Haftada on şilinden edinilecek kar elbette pek düşük bir şeydir ama, ben o emeklilerden ötürü zarar ettiklerini de sanmam.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:30) “KAFKASYA’YA GİDİYORMUŞSUN... Kaysın KULIEV’e -----------------------------------------------İmreniyorum. Ne var ki birlikte olmaya Gücüm yok. Bu hastanenin başı, Herhalde yollamayacak beni öç almaya, Ah, göremeyeceğim savaşı” <Askeri Hastane, Aralık 1942> (Kerim Otarov<1912-1974>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.09.04) “ ‘... İstiyorum ki, görüştüğümüzde yalnız olalım ve sen beni asla sevimsiz bulma.’ Bu tür şeyler söylemek, Ginia’ya ona sarılmak kadar mutluluk veriyordu. Ama gelip de kapıyı kapalı bulduğu ilk kez, bunu söylediğine pişman olarak kapıyı çaldı, ne var ki yüreği ağzına gelmişti.’ ” (C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:105) “Ne var ki, uçurumlar, kırlar ve patikalar her zamanki gibi ve dingin bir sabaha uyanacaklardı. Meyve bahçelerine açılan pencereden ben gene sabahı görecektim. Bir yatağın içinde uyuyacaktım, bu kesindi.” (C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:7) “Ne var ki, M. de Charlus Jupien’e her baktığında, bakışına bir sözün eşlik etmesine dikkat ediyor, bu da, bakışlarını, az tanıdığımız veya hiç tanımadığımız bir insana genellikle yönelttiğimiz bakışlardan son derece farklı kılıyordu.” (M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:11) “PENCERE ------------Ne var ki, onların isteğinden daha büyük ya da eşit olarak görünür korku; sonra gülümseyişleri de denizin dibinde, iki kaya arasında uzanmış duran gümüşten bir balık gibidir - ya da havada, kendi uçuşuna asılı, kanatları kımıltısız kül rengi bir kuş gibi.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:76) “İlk zamanlar ondan çok hoşlandım ve seve seve birkaç para bağışladım; bir süre bundan zevk aldım; konuşmasını pek tatlı bulduğum için, onu sürekli konuşturdum. Ancak, bu zevk yavaş yavaş alışkanlık durumunu aldı; sonunda da benim için bir görev oldu. Ne var ki, çocuğun, tanıdığını göstermek için beni adımla çağırmaya başlaması, senli benli konuşmalarını dinlemek zorunda kalmam, beni rahatsız etmeye başladı. Bundan dolayı da, o günden sonra oradan geçmeyerek, dolambaçlı yollara saptım.” (J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:77-8) “.....ne var ki, içinde bulundukları koşullarda en büyük sorun, akar su ve elektrik olmaması, havagazı olmamakla birlikte evlerde ateş yakmanın çok tehlikeli oluşu, dolayısıyla da tuz, yağ ve baharat bulunsa bile eski damak tadı iyi kötü yakın bir yemek pişirmeye olanak bulunmayışı.” (J. Saramago, “Körlük”, sa:232) “ ‘Yok canım, öyle zorla alıkoyma değil tam olarak,’ diye karşılık verdi bakan. ‘Ne var ki, elbette çıkmak kolay değil.’ Başkan, başını üst üste bir kaç kez sallayıp onayladı. ‘Özellikle şimdi,’ dedi Don Gaetano imalı bir dille. ‘Sizi hemen kovacaklar’ mı demek istiyordu, yoksa ‘Michelozzi’yle yaptıklarınızın hesabını vermeden bir yere gitmiyeceksiniz’ mi?’ Gerçek şu ki, imalı konuşuyordu. Ve eğleniyordu.” (L. Sciascia, “Her Türlü”, sa:129) “Ah, sen keşki sen olsan! Ne var ki, canlar canı, Sen değilsin sen, ne de burda yaşayan sensin. Dilerim şu yaklaşan ecele hazırlanmanı; Güzel yüzünü başka birine vermelisin.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:13, sa:67) “Yaşlı Marki, toplum içinde yaptığı ağız yoklamalarına şu sözlerle başlamaktan geri durmuyordu: -Parlak bir ad Küçük Louis’nin katıldığı Haçlı Seferi’nden başlayarak inanılır bir soy kütüğü verebilirim. Gel gelelim, Paris’te bu bakımdan alnı açık yürüyebilecek on üç aile tanıyorum ancak. Ne var ki ben de kendimi sefalete, dilenmeye mahkum görüyorum, çulsuzun biriyim ben.” (Stendhal, “Armance”, sa:18) “Ne var ki, kont kahramanlığının bilincindeydi, cömert ruhluydu, kolayca öfkelenip küplere biniyordu, o zaman da ağzından çıkanı kulağı duymaz oluyordu.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:36) “Genç kadın eleştirmenin ne demek istediğini anlamadı, zaten çok geçmeden de unuttu bu sözleri. Ne var ki iki gün sonra gazetede aynı eleştirmenin bir eleştirisi yer aldı. Bu yazıda adam şöyle diyordu: ‘Genç sanatçı oldukça yetenekli, çalışmaları ilk bakışta çok hoşa gidiyor, ama ne yazık ki derinlikleri yok.’ ” (P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Derinlik Baskısı”, sa:13) “Ne var ki uzak jeolojik çağlarda oluşmuş olan atmosfer değişiklikleri ile şimdi yaşananlar arasında önemli bir ayrım var; şöyle ki, ilki -içeriden- doğa tarafından programlanmış olaylardı; oysa bizim yaşadıklarımız -dışarıdan- ikincil ve özerk bir sistemden, yani insanoğlunun uygarlığından kaynaklanıyor.” (S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:24) “Ne var ki, Cumhuriyetçi Parti, iktidarda uykuya daldı: Kökenindeki o aydınlık görüşü karanlığa boğan bir ılımlılık içine girdi; alışkanlıkların bir tür şekil ve şemaili içinde bakıyor geriye. En karşı-devrimci efsaneler, yöneticilerine varıncaya değin itibar gördü; onların arasında hayli insan, Devrim’de kaypaklığın, zayıflığın, eyyamcılığın ya da ihanetin temsilcilerine hayranlık duymaya koyuldular, heykeller diktiler anılarına onların.” (S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:272-3) “Ne var ki, bugün bu zevk Matryona Filiminovra’nın öğüdünü, evin içindeki huzursuzluğu hatırladıkça azalıyordu. Sonra küçük haberlere şöyle bir göz gezdirdi: Kont Beyst’in Wiesbaden’e geçtiği, bundan böyle aksaç diye bir şeyin olmayacağı bir bayanın küçük kupa arabasını satmak istediği yazıyordu.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:16) “Vasili Andreyiç fiyatı on binden aşağı düşürebilirdi; çünkü koru, onun bulunduğu bucağın sınırları içindeydi ve ilçenin tüccarlarıyla aralarında varılan anlaşmaya göre, bir tüccar bir başkasının bucağında satılan malın fiyatını artıramazdı. Ne var ki, il merkezindeki kereste tüccarları göz dikmişti Goryaçkino köyü korusuna. Vasili Andreyiç onlardan önce davranıp toprak ağasıyla pazarlığı sonuca bağlamalıydı.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:11-2) “Ne var ki, kıskançlık ve nefreti artık tiksindirici bir hale gelmiş bir koca ile aşk ilişkisi onun istediği şey değildi ve başka bir aşkın, teniz ve yeni bir aşkın hayalini kurmaya başlamıştı.” (L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:86) “Kraliçe Blanchefleur, Dük Morgan’ın Rivalen’i haince öldürdüğünü haber aldı. Ne var ki, hiç ağlamadı..... Ölmek istedi, gerçekten ölmek..... (Ve) sevgili efendisine kavuşmak için topu topu üç gün bekleyebildi. ” (“Tristan ve Iseut”, sa:12) “Ne var ki, Leydi Fermor’un talihsiz öyküsü hakkında bir şey bilmeyen ve Bay Podgers’i büyük ilgi ile izleyen Lord Arthur Savile, kendi elinin de okunması için büyük bir merak duydu.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:13) “Mrs Parker, alçak sesle köyün delisinden yakınıyordu. ‘Şu deli yok mu!’ diyordu. Ne var ki Isa, kılı kıpırdamadan kocasını gözlüyordu. Manresa’yı dümen suyuna aldığı belliydi. Akşam alacakaranlığında, yatak odalarında sorsa, her zamanki açıklamayı dinleyebilirdi. Kocanın ihaneti fark etmezdi, kendisininki ederdi tabii.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:98-9) “Ne var ki, anne tarafından dedesi Gundert, Velş bölgesinden İsviçreli bir kadınla evliydi. Basel’deki misyonerlik örgütünde çalışmaları iki aileyi biraraya getirmişti.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:9) “... milyonlar gelip geçmiştir cebinden ve o birkaç kırıntı olsun alıkoyabilmek için parmağını bile oynatmamıştır. Ne var ki, kendini her zaman ve hep, bütünüyle ve bütün oyunlara, bütün kadınlara, bütün anlara ve bütün maceralara verdiği için, sonunda en iyi şeyi kazanabilmiştir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:56) “Kızıyla birbirlerine benzedikleri için, o da başkalarının kendisine acımasını istemiyordu. Beceriksizce karıştırdığı siyah ceketinin cebinden aldığı mendille terleri siliyormuş gibi yapıp gözyaşlarını kuruladı. Ne var ki kızaran gözlerini görmüştüm. Odada birkaç defa bir ileri bir geri dolaştı. Odada duyulan inilti, attığı her adımda gıcırdayan çürük parkelerden mi, yoksa yıkılmış yaşlı adamın kendisinden mi çıkıyordu, bilemiyorum.” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:119) Ne var ne yok : Elimdeki tüm gücümle, kudretimle “OTHELLO - Ah, kan istiyorum, kan, kan? IAGO - Sabırlı olun diyorum: Belki fikriniz değişir. OTHELLO - Asla Iago..... asla kuvvetten kesilip alçalarak aşka doğru gelmeyecek: Ta büyük ve kudretli, büyük bir intikam, ne var ne yok hepsini birden yutuncaya kadar. Nur içinde parlayan şu gök hakkı için.” (W. Shakespeare, “Othello”, sa:75) Nevhager : Bk.: Ağlayıcı Nev’i şahsına mahsus (münhasır) (has-özgü) : Kendi türünde benzeri olmayan, özgün, kendine has “MEPHISTOPHELES - Nev’i şahsına mahsus deli, sen bu azametinle (büyüklük) yürüyedur!... Kimin aklına gelebilen budalaca veya makul bir şey vardır ki, evvelki kuşaklar tarafından çoktan düşünülmüş olmasın?” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:100) “Noel’in ilk töreninde Papa ve diğer ruhanileri St. Peter’de gördüm. Papa ödevini kah tahtında oturarak, kah tahtından inerek yapıyordu. Bu, nev’i şahsına mahsus bir tiyatro. Yükümlü ve gerektiği gibi, ağırbaşlı. Fakat Diogen’in isyankar ruhu öyle içime işlemiş ki, bütün bu görkem bende bir boşluk hissi bırakıyor.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:227-8) Nevruz : ‘Y e n i g ü n’ demektir <FARS.); Mart ayının 22. günü ki gün ve gece birbirlerine eşit olduğundan ‘bahar’ın başlangıcı sayılır ve tüm Ortadoğu ülkelerinde kutlanır. “Yüce Tanrım, ferraş-döşeyici olan sabah rüzgarına, ‘yeryüzüne zümrüt bir yaygı ser’, demiş; sütnineye benzeyen bahar bulutuna, ‘bitki kızlarını yer beşiğinde emzir!’ diye buyurmuş. Ağaçlara ‘nevruz’ giysisi olsun diye yeşil yapraktan elbiseler giydirmiş.” (Sa’di, “Gülistan”, sa:20) çıkmış, yeni moda, yeni usul; new style : yeni usul; newely, newness : yeniden, yenilik Michel NEY : Elchingen Dükü, Moskova Prensi, (1769-1825); Mareşal; özellikle Fransa’nın Rusya seferinde 1806’da Yena’da, 1807’de de Eylau ve Friedland’de kazanılan zaferlerle ünlenen, Napolyon Bonaparte’un ‘kahramanlar kahramanı’ dediği Borodino Çatışmasının ertesi günü Moskova Pressi ilan edilen mareşal. Napoleon’un 1814’de Elbe adasına sürgüne gönderilmesinden sonra, Bourbon hanedanına sadık kalcağına yemin ettiğinden derece ve ünvanlarnı korudu. Fakat daha sonra Napoleon’un yeniden iktidara gelmesi için ığraş verince, Bourbon’ların hışmına uğradı ve kurşuna dizildi. “Birden büyük bir gürültü işittik., camlar şangırdadı. Babam beni ayaklarının dibine kaydırıverdi; gerilmiş kolları titreyerek havayı dövüyordu; irileşmiş gözleriyle yüzü donmuş, kanı çekilmişti. Konuşmayı denedei ama, dişleri takırdıyordu. Sonunda şöyle mırıldanabildi: ‘Onu kurşuna dizdiler!’ Ne demek istediğini bilmiyor ve bulanık bir korku duyuyordum. O günden sonra, babamın o anda mareşal Ney’den söz ettiğini öğrendim. 7 aralık 1815’te, bizim evin bitişiğindeki bir yerde cezası infaz edilmişti.” (A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:94) Ne yalan söylemeli; Ne yalan söyleyeyim : Doğrusunu istersen, gerçeği söylemek gerekirse “Rutubetlenir a! Etkisi? O da artacak... Doğal bir şey... Eee, sonra bu herif adama neler yapmaz? Ne sitemler etmez? Şimdi bile duruşu değişti. Kıskanç değilim, hamd olsun, ama ne yalan söyleyeyim, gönlüm de şu herifin böyle bir devlete ulaşmasını hiç istemiyor.” (R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:23) “Ne yalan söylemeli, uzun süre, en belirsiz kavramları boşalttığım bir çöplük gibi kullandım Tanrı sözcüğünü. Bu durum da en sonunda, Francis Jammes’ın ak sakallı Ulu Tanrı’sına pek benzemeyen, ama varlığı onunkinden daha belirli olmayan bir şey oluşturdu.” (A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:168) “OTTAVIO - Ne yalan söyleyeyim? Kıskanıyorum sizi. Aşktan yana bahtınız daima açık! LELIO - Eh! Kısmetin yanılmadığı da olur; aşkın gözleri hep kapalı kalacak değil ya!” (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:33) “Tabii Hans bu yeni dünyanın kapısından içeri adımını atmaya dünden hazırdı, bu konuda elinden geleni yapacağına söz verdi. Ne var ki, işin altındaki çapanoğlu yeni çıkacaktı ortaya; müdür bey, ufak ufak öksürerek konuşmasını sürdürdü: ‘Ne yalan söyleyeyim, matematiğe de birkaç saatlik zaman ayırırsan çok sevinirim. Hani matematikte kötü bir öğrenci sayılmazsın, ama bu derste şimdiye kadar pek de fazla başarılı olduğun söylenemez. Manastır okulunda cebir ve geometri okuyacaksın; biraz ders alıp önceden hazırlanman sanırım yerinde olur.’ ” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:56) “Çünkü her an çark takılıyor ve işlememeye başlıyor. Hemen bir devrim gelsin! Tanrı Baba’nın elleri bu kararmış makine yağından daima kirlenmiştir. Ne yalan söyleyeyim, onun yerinde olsam çok daha sade davranırdım: Makineyi her an yeni baştan onarma yoluna gitmez, insan ırkını kem küm etmeksizin yönlendirirdim. Olguları halka halka, teker teker örer; olağanüstü durumlara izin vermezdim.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:433) “Güneşin ilk ışığı, dallar arasından süzülerek, bu sabah sisinin içinden geeçiyor; aşıkların arka tarafını pembe bir yansımayla aydınlatıyor; onların belli belirsiz gölgelerini gümüşi bir aydınlık içine geçiriyordu. Ne yalan söyleyeyim, tablo güzel, çok güzeldi.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:204) “Eğer saçlarına kına koymuşsa artanını parmaklarına ve rastık koymuşsa, fazlasını kaşlarına koymuş ve çekmiştir. Hele bazısı rastığı çatık da çeker ya! Eğer çatık çekmezse orta yerine bir çizgi ile bir de nokta koymak mecburi gibi bir şeydir. Bu noktada o kadar büyük manalar vardır ki onu en büyük alimler anlayamaz..... Vallahi ben anlamış olsaydım söylerdim. Ne yalan söyleyeyim?” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:27) “HENRIETTE, içeri girer. - Çok şükür gitti de rahat bir nefes aldım. Ne yalan söyleyeyim, kalacak diye ödüm kopuyordu; hem senin için, hem bizim için fena olacaktı.” (Ch.Vildrac, “Dünya Gözüyle”, sa:59) Ne yaparsa para etmemek : Elinden geleni yapmasına karşın sonucu değiştirememek “MEPHISTOPHELES - Ve sonuçta bu şekilde bir şey yapmış olmuyorum. Hiçlikle zıtlık oluşturacak ve gerçek birşey olan şu köhne dünyaya zarar vermek için ne yaptımsa para etmedi. Bütün dalgalardan, bütün fırtınalardan, depremlerden ve yangınlardan sonra, denizlerle karalar gene sessizlik içinde duruyor.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:66) Ne yapar yapar; Ne yapıp edip; Ne yapıp yapıp : Her ne bahasına olursa olsun, ellerinden geleni yapma, yaparak “Çocukların kafalarını birtakım gülünç küstahlıklarla doldururlar; halbuki Palemon’lara, kendi mesleketlerinde gereçekten yetenekli olanlara, ne hor, ne yukardan bakarlar! İşin garibi, ne yapıp yapıp, kendi yetileri hakkındaki fikirlerini, talebelerinin avanak ana babalarına da geçirirler.” (D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:91) “Şimdiki antikacılar bakınca talihi daha açık bir adam olmalıydı ki, aradığını bulurmuş. Hem bir gün para edeceğine aklı kestiği bir şey olursa, ne yapar yapar, ele geçirirmiş.” (K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:139) “Sanki biri beni alıp yere savurmuştu. Ama bunu tahmin etmeliydim! Ne yapıp edip beni yakalamıştı. Üstelik elinde kanıt da vardı, dava dosyası. Bunun ne olduğunu bilmiyordum, ama benim bir kadınla beraber olduğumun belgesi olduğuna kalıbımı basardım. İpin ucu kaçmıştı. Daha bir dakika önce, bir hiç uğruna Birmingham’dan çağrıldığım için ben ona kafa tutarken, şimdi durum birden tersine dönmüştü.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:265) “O olaydan bir süre sonra biz üçümüz, kızın (Alice) ailesinin taşınmış olduğu Vale de Cavalos’a gittik, hatta eğer belleğim beni yanıltmıyorsa, Onları evlerinde ziyarete gittik. Derken, bir-iki hafta sonra orada bir şenlik kutlanıyordu, ben de ne yapıp edip Alice’i görmem gerektiğine karar vermiştim. On beş yaşımdaydım, o yaz on altımı doldurmama az kalmıştı.” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:45) “ADAM <1953> Adam şapkasına rasladı sokakta Kimbilir kimin şapkası Adam ne yapıp yapıp hatırladı Bir kadın hatırladı sonuna kadar beyaz Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar Bir kadın kimbilir kimin karısı Adam ne yapıp yapıp hatırladı.” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:13) “Bütün söylentilere karşın, kentin kaldırabileceğinden çok daha fazla sayıda pezevenk kadın vardı burada. Ah ah, daha bir genç olsaydı!.. Ama işte, önünde sonunda buradaydı ve ne yapıp yapıp yolunu bulması gerekiyordu.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:33) Ne yapsa beğenirsiniz : Onun ne yaptığını tahmin edersiniz “Ama o küçük maymun ne yapsa beğenirsiniz, kaşla göz arasında kuşcağızın kafasını koparmasın mı! Yemin billah, böyle bir adilik beklemezdim ondan. Aslında, komutanım, kafasını kopardığı bir serçe falan olsaydı gene sesimi çıkarmazdım, ama o güzelim cins kanaryanın acısı içime oturdu doğrusu. Görecektiniz, nasıl lüpletti hayvancağızı, tüyleri havada uçuştu! Sonra da keyiflenip mırıl mırıl mırıldanmaya başladı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190) Ne yardan geçmek ne serden : İki önemli karar arasında kalmak ve karar verememek Bk.: İki arada bir derede kalmak “KORKTUĞUM ŞEY ------------------------Ne yardan geçilir, ne serden; Korkuyorum bu gecelerden. Bel bağladığım tepelerden Gün doğmayabilir bir daha.” (C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:128) Ne yazık (ki) : Maalesef, tüm iyi niyetlere, hazırlığa karşın, oysa “REQUIEM <1961> Hayır, yabancı gökkubbeler ve Yabancı kanatlar altında değil de, Ben o günler öz halkımla beraberdim, Halkım ne yazık ki, hep olduğu yerde.” (Anna Ahmatova<1889-1966>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.12.05) “Ne yazık ki, neler olacağını görmek fırsatını ne Tom buluyor, ne de başkası. Bizi son bir sürpriz bekliyor ve bu sürpriz öyle büyük, öyle can yakan, sonuçları itibarıyla öyle kapsamlı ki, hemen öğleden sonra yola koyulmaktan başka seçeneğimiz kalmıyor.” (P.Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:184) “Başka seçeneğim olmadığını söylüyorsunuz. Ne yazık ki öyle. Ama odada oturup konuşmak zorunda değiliz. İsterseniz dışarı çıkar parkta otururuz, öyle tercih ederseniz.” (P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:14) “Oldukça garip bir adam. Ticaret amacıyla ikinci kez evlendi. Bununla birlikte, karısını pek iyi mutlu ediyor. Uzun zamandır tanımak istemediği güzel bir kızı vardı; ama ne yazık ki, oğlunun düelloda ölmesi üzerine kızını yanına almak zorunda kaldı. Çünkü, artık çocuğu olmuyordu. Böylece, zavallı kız, birdenbire, Paris’in en zengin mirasçılarından biri oluverdi. Biricik oğlunu yitirmesi, bu adamcağızı zaman zaman depreşen bir üzüntüye boğdu.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:58-9) “... usulca güldü, kızların önünde, sonra iki garsonun önünde eğildi, yeniden doğruldu, cebinden cüzdanını çıkardı ve her birine bahşiş olarak birer banknot verdi. ‘Lütfen,’ dedi sakin bir sesle, ‘Bayan Kroner’e içten teşekkürlerimi iletin ve ne yazık ki önemli olayların beni kahvaltımdan vazgeçmeye zorladığını söyleyin, önemli olaylar, yarından itibaren kahvaltı istemiyorum.’ ” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:259) “ ‘... kendisine her şey yabancı, kalabalık ve gürültülü koca istasyon öğle zamanı onu korkutacaktır. Şunu bir düşün: Yirmi yaşında ve kente öğretmen olmak için geliyor. Ne yazık ki, beni görmeye geldiğin Pazar ziyaretlerin artık düzensizleşti, yazık. Sevgiyle. Baban.’ ” (H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:8) “Peter Solomon genellikle kıymetli bir masonik sırrın varlığıyla ilgili kinayeler yapardı, ama Langdon, kardeşliğe katılmak için onun, kendisini kandırmaya çalıştığını düşünürdü. Ne yazık ki, bu akşam olanlar oyun değildi. Çantasındaki mühürlü paketi koruması konusundaki ciddiyetinin de şaka olmadığı ortaya çıkmıştı.” (Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:148) “Benim Attika’daki rastladığım zeytin ağaçlarının, küçük bir yaprağını, üzülmelerin tek bir tanesine bile rastlayamayacaksınız. Ne yazık ki bir fundayı bile yeşertemedim. Biz de genç olmamıza rağmen bu son yüzyılın çöküntüsüne kapılmışız, arada bir biz de tüm yüzyılların otlarına, artık kendi kendisini görmek için görmeyeceğimiz zeytin ağacının yaprağına ve hürriyetin üzüm taneleri için pişman olacağız.” (A. Camus, “Yaz”, sa:41) “Sonradan, rakamlar çok güvenilir olmasa da, o iç savaş yıllarında yaklaşık 45,000 kişinn öldüğünü, 180.000 kişinin yaralandığını, binlerce kişinin de evsiz barksız kaldığını öğrenecektim. Savaş türlü nedenlerle sürdü, ülke yabancı birlikler tarafından işgal edildi ve cehennem bugün de sürüyor. Şirin, ‘Bu iş çok, ama çok uzun sürecek,’ demişti. Ne yazık ki haklıydı.” (P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:33) “En güzelleri renkli kadınlar, ya da orada çağrıldıkları gibi mulata. Sömürge idaresi, içerlerde madenlerden çıkarılan ve madenciler tarafından kuyumculara satılan altının gayrı resmi ticaretini önlemede başarılı olamadı. Ne yazık ki size o ustaların mükemmel işçiliklerini ortaya koyan bir tek örneği bile gösteremiyorum. Bir tek iğne bile yok bende.’ ” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:90) “ ‘Kuşkusuz. Ne yazık ki bu ev bana ait değil. Artık senin de gitme zamanın geldi.‘ ‘Biraz sonra. Bir gözlemimi daha söyleyeyim. Dün akşam Tanrı yüreklerimizdeki yarıkların içini görebiliyor derken laf olsun diye konuşmamıştım. Tam anlamıyla safdilin biri sayılmam ama bu beni gerçeği söylemekten alıkoymaz.’ ” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:102) “Annesi her hafta yayıncısının eliyle bunun gibilerden mektuplar alır. Bir zamanlar hepsini yanıtlama yoluna gitmiştir: İlginiz için çok teşekkür ederim, ne yazık ki mektubunuzun hak ettiği uzunlukta bir yanıt yazamayacak kadar yoğun bir çalışma temposu içindeyim...” (J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:15) “ ‘Acıyın Sarhoşlara’ Acıyın sarhoşlara şu Nisan sonu karında Geçen hafta şarkılarını, paltolarını satıp içtiler. Güneşe dokundular, eriyen karların üzerinde gezdiler. Parklarda otururken gördük onları, neşeli Bir ateşin başında, ellerinde paçavraya sarılı Elma şarabı şişesi. Ne yazık, kimileri şimdiden Donmuştur morglarda, baharla baştan çıkıp Şuraya buraya gitmeye kalkan garipler...” (David Constantine<d.1944>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09/01/03) “Koca Tarascon kenti her Pazar sabahı silahlanır. Tüfeğini omuzuna, çantasını sırtına alan, kent duvarlarının dışına fırlar. Köpeklerin, yaban gelinciklerinin, boruların, borazanların gümbürtüsünden kulaklar kapanır. Ama görülecek şeydir doğrusu. Ne yazık ki avlanacak yer yoktur, ilaç için olsun yoktur.” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:12) “Başrahibe, ‘Halinize bakın hele! Sizin kadar bedbaht biri görülmemiştir herhalde. Korkutuyorsunuz beni. Babanız beyefendi ya da anneniz hanımefendiyi mi kaybettiniz yoksa?’ diye sordu. İstediğim halde yabıt veremedim, kollarına atıldım. ‘Eh! Tanrı’ya şükür,’ dedi. Ben de, ‘Ne yazık ki, ne annem, ne de babam var benim, nefret edilen ve buraya diri diri gömülmek istenen mutsuz biriyim,’ diye bağırdım.” (D. Diderot, “Rahibe”, sa:23) “İşte İvan İlyiç’in kendi kendine söyledikleri bunlar ya da buna benzer şeylerdi. (İnsan hele biraz çakır keyif bulunduğu anlarda, aklından neler geçirmez ki...)... Ne de iyi olacaktı, şu düşündüğünü yapsaydı! Ama ne yazık ki, o anda normal halde değildi.” (F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:25) “Öte yandan, sağduyulu olmayan herhangi bir iş yaptığı da görülmemişti. Kendi çalışanlarının gözünde kahin gibi bir şeydi - ama ne yazık ki (içlerini çekip omuz silkiyorlardı) hiçbir şeyi umursadığı yoktu. Para kazanmayı umursamamak, işte buna İskenderiye delilik derdi.” (L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:30) “Bir de, aşk macerası olmayan bir öğrenci, arkadaşları tarafından alaya alınırdı. Ne yazık ki, bir öğrenci için ulaşılması en güç şey, kadınlardı. Çok az kız öğrenci vardı ve hala, sevgilisinin üreme organlarının kesilmesine neden olan Güzel Héloise’le ilgili efsaneler ağızdan ağıza dolaşıyordu.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:73) “Amerikalı kurtarıcılarımız hakkındaki ilk izlenimim, kara gömlekli bir sürü soluk benizliden sonra, ‘Evet, çok teşekkür ederim hanımefendi, ben de şampanyadan hoşlanırım’ diyen sarı-yeşil üniformalı bir siyahiydi Ne yazık ki şampanya yoktu, ama ilk çikletimi Yüzbaşı Muddy’den aldım ve gün boyunca çiğnemeye koyuldum.” (U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:30) “Üstadımın ansızın içeriye girip kolumu yakalamasından, damarlarımın atışından gizimi anlamasından korkuyordum; bundan çok büyük bir utanç duyardım... Ne yazık ki, İbni Sina, ilaç olarak iki sevgiliyi evlilik bağıyla birleştirmeyi öneriyordu; o zaman hastalık geçiyordu. Hiç kuşku yok.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:457) “Bunun ötesinde de, yağmur yağdığında, içinde tarif edemediği garip bir korku belirirdi, sanki ardından kötü bir şeyler olcakmış gibi. Ne yazık ki, ailesinin içinde onun bu tedirginliğini anlayacak kimse yoktu.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:89) “Ne yazık ki onun yerine arkadaşlarından biriyle karşılaşmıştı. Adam ona, artık Thhéodore’u görmemesi gerektiğini, askerlik durumunu sağlama bağlamak için Toucques’tan Bayan Lehoussais adında çok zengin ve yaşlı bir kadınla evlendiğini haber vermişti.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:9) “Gün kararmakta. Konuşmamız epey sürmüş. Salonun kapısı vurdu, aralandı. İnce yüzlü, sarı tüy saçlı küçük bir kız çocuğunun başı uzandı. Kaçamak bir gülüşle baktı, sonra babasının akşam yemeği için hazırlığa girişip girişemeyeceğini sordu. Günter Grass: -İşte konuşmamız ne yazık ki kesilecek, diyor. Önceden belirlenmiş saatten çok öteye geçmiştik.” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:133) “İyi bir hikaye. Birçok saf ruhun hoşuna gittiğinden, bunu yalanlamak üzücü. Fakat ne yazık ki doğru bir hikaye değil. Babamın ressam olma kararı arkasında, böyle Dr. Jekyl-Mr.Hyde tarzı bir dönüşüm bulunmuyor” (P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, Önsöz, Emile Gauguin, sa:6) “... Robert’in gözlerini açarak, büyük adamların yaşamında kadınların oynadığı rolden söz ettiğinde anladım. O kadar cahilim ki verdiği örnekleri bile unuttum ne yazık ki!” (A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:13) “Atatürk’ün yaptığı iş, en aşırı dalkavuklarının pehpehlerinden çok ötedir. Ne yazık ki, Amerika’yı keşfettiğinin farkında olmayarak ölen Kristof Kolomb gibi, Atatürk de, Üçüncü Dünya’yı açtığının farkında olmayarak aramızdan ayrıldı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:13) “Nahiye müdürü plandaköyün batısına düşen bina yığınlarını göstererek: ‘Burası neresi?’ diye sordum? ‘Köyümüzün fabrikası,’ diyor, ‘bu civarın en büyük bıçkıhanesidir. Fakat ne yazık ki, geçen yıl çalışmasını durdurdu.’ ” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:38) “Küçük kabadayının tükenmez bir maske hazinesi olan yüzü, şiddetli rüzgarda savrulan bir çamaşırın deliklerinden çok daha oynak ve çok daha değişken şekiller almaktaydı. Ne yazık ki gece karanlığında ve yapayalnız olduğundan, onu kimse göremezdi.” (V. Hugo, “Sefller”, Cilt:IV, sa:542) “YAŞLI ADAM - Evet, evet, seviyoruz birbirimiz. Ne yazık ki, dışarıda da yaşayamazdım..... Geriye dönüşler, insanın kendi dönüşleri. Sürekli eve dönüyorum, kendime dönüyorum. Bu hep böyle oldu, ama hiç değilse bir gidiş-geliş vardı. Şimdiyse, ne yazık ki, bacaklarım kırılıp dökülüyor, kollarım sarkıyor.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:228-9) “Şimdi, sardunyalarla bebekler güneşte gelişiyorlardı. Birincilere kimse bir şey diyemezdi. Tam aksine, onların parlak kırmızı renkleriyle kokularını erkenden ortaya sermeleri, herkesin, hatta her şeya karşı gelmek için bir neden bulanların bile hoşuna gidiyordu. Ne yazık ki durum, bebekler ve onların genç anneleri için farklıydı.” (P. Istrati, “Minka Abla”, sa:123) “Cahil bir çalgıcıya, daha doğrusu davetlilerin gözleri gece gündüz kendi dudaklarına ya da yayına bağlı kalmaktan duyduğu zevk uğruna her türlü hakareti ve dayağı sineye çeken o İbrailli çingene kemancılara benziyordum. O dinleyen gözleri tanıdım ben, severdim o gözleri. Beni bir öykücü yapan da onlardır. Ne yazık ki günün birinde büyü bozuldu.” (P. Istrati, “Uşak”, sa:8) “Bu davet, telefon kulağındayken yapılmış olmasına karşın, müdür yardımcısı açısından biraz yelkenleri suya indirmek oluyordu. Gelgelelim K., kaçınılmaz olarak bu yelkenleri biraz daha indirtip şöyle dedi: ‘Çok teşekkür ederim! Ama pazar günü ne yazık ki vaktim yok, çünkü başka bir sözüm var.’ ” (F. Kafka, “Dava”, sa:49) “Geçmişteki maymun yaşamıma ilişkin bir rapor hazırlayıp akademiye sunmaya çağırmakla bana şeref veriyorsunuz. Ne yazık ki, bu çağrınıza uyamayacağım. Maymun yaşamım nerdeyse beş yıl geride kalmış bulunuyor. Belki takvime göre kısa, ama sözkonusu zamanı dolu dizgin geride bırakan benim için alabildiğine uzun bir süre.” (F. Kafka, “Hikayeler-Akademi İçin Bir Rapor”, sa:105) “ ‘Teşekkür ederim,’ dedi Karl. ‘Topluluğunuzun ilanını gördüm ve ilanda söylendiği gibi size başvurmaya geldim.’ ‘Pek doğru yapmışsınız,’ dedi adam, bir takdir edasıyla. ‘Ne yazık ki herkes sizin gibi davranmıyor.’ ” (F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:306) “Selma Hanım..... bir çocuk gibi sevinç içindeydi: ‘Keşke bir mani çıksa da, bir gece burada kalsak,’ diyordu. Lakin, ne yazık ki manii Çankırı’da arabada çıkardı. İnebolu’da ytapılan pazarlığa göre her durakta bir gece kalmak koşulu varken, arabacı, kırk sekiz saatlik bir iskenceye mahkum etti ve ondan sonra Ankara’ya kadar yolculuğun artık hiçbir tatlı tarafı kalmadı.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:23) “SEÇİM Taş gibi sert mi olalım, diyorsun? Ama damla taşı deliyor. Damla gibi istikrarlı mı olalım? Ama güneş ışını onu içiyor. Güneş gibi yakıcı mı olalım? Bulut gelip onu gölgeliyor. Bulut gibi mi olalım? Bir şeyler, eminim, ona da direnecek. Seçmemiz ise ne yazık ki kaçınılmaz.” (Zdravko Kisyov<d.1937>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.02.04) “Kleist, benliğinin bilincine varmanın acısıyla, ardına gizlendiği her şeyden arınarak çırılçıplak, kanayan, yanan ve yenik düşen bir savaşçı gibidir. ‘Ruhumun Öyküsü’ adlı elyazmasında, ikiye bölünmüşlüğünü ve tutkularını hiç çekinmeden dile getirmiştir. Ancak bu elyazması ne yazık ki kaybolmuştur.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, sa:15) “Adada benim yıllarca en yakın arkadaşım olan Yazar, bütün bunları kimbilir hangi yazı hüneriyle, eğretilemeyle, metnin içine yedirerek verebilirdi size. Ne yazık ki, adanın ve sevgili arkadaşımın başına gelen korkunç olayları sadece benden öğrenmek durumundasınız. Bu yüzden de postmodern, antiroman, yeni roman vs. gibi karmaşık anlatım tekniklerini bilmeyen benim gibi sıradan bir yazıcıya katlanmak zorundasınız.” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:8) “ ‘Bokböceği baklaları’ o çekmece içinde duruyordu işte. Kafamdan uçup gitmişti. Ne yazık ki, çok sonra ortaya çıkacaktı. Bu arada, Clarence’ın gelişi -daha doğrusu gökten zembille inişi- var.” (A. Maalouf, “Béatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl”, sa:19) “ ‘Ne yazık ki genç şövalyemiz o eski püskü zırhlarla dövüşmek zorunda. Zırhı dağılıverecek diye korkuyorum,’ dedi Enid titreyen bir sesle. ‘Korkma kızım,’ dedi annesi, ‘bu kadar kısa sürede sevdiğine göre sevilmeye değer biri o. Onun yüreğindeki sevgi, genç dükün gururunu alt edecektir mutlaka.’ ” (Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:70) “YAZ BUNALTISI Fırtınalı alaca karanlık uzaklarda denize zulmeder. Ve siyah çamlar. Ne yazık! Sürekli gölgeler geri döner. Ah! Arzulara, umutlara, aşklara içimdeki nefret, Benimki gazaba uğramışların cehennem azabına benzer.” (Catulle Mendes-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.03.04) “Geri çekilen ordunun beş mil önündeki bu insan seli; Yankeeler’in püskürtüldüğü ve yurtlarına yuvalarına dönecekleri haberini almayı umut edereek Resaca’da, Calhoun’da, Kingston’da kısa süreler konaklıyorlardı. Ne yazık ki güneşli yolda ters yönde yürümek kısmet olmadı ve gitgide evlerinden uzaklaştılar.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:394) “Bu yüzden, sizlere çocukken fark edilmek için söylediğim şarkılardan, kanıma işleyen müzik ateşinden, kurduğum şarkıcılık düşlerinden, harçlıklarımı biriktirip aldığım ilk müzik aletinden, arkadaşlarımla kurduğumuz ilk müzik topluluğundan, şarkıcı olmak için yana tutuşa geçtiğim tutkunun dikenli yollarından ne yazık ki söz edemeyeceğim.” (M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:22) “Buraya kadar söylediklerimden benim bir yazar olduğumu düşünmüş olmalısınız; hayır, değilim, ama öyle zannedilmek hoşuma gidiyor. Aslında yazıya gönül vermiş olduğumu, boş zamanlarımda, nasıl derler, ‘kendi çapımda’ öyküler, öykücükler, çeşitli denemeler yazdığımı, ne yazık ki, ancak birkaç yakınım biliyor.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:11) “Flaxman otuz sterlinden karısına söz etmeyi gerekli görmedi. Elbet o Paris gezisinde hayatının en güzel günlerini geçirdi. Şimdi, döneli üç ay olmasına karşın o günlerden söz ederken ağzının suları akıyordu. O günleri Gordon’a tatlı tatlı anlatmaktan vazgeçmemişti. Hatunun varlığından habersiz olduğu otuz papelle Paris’te on gün. Ne ala, ne ala! Ama ne yazık ki yerin kulağı vardı, Flaxman eve döndüğünde kendisini azar, bağrış çağrış bekliyordu.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:34) “ ‘Bir bağım yok,’ dedim. ‘Bir çocuğun getireceği yükümlülükten başka yükümlülük de bilmem. Ne yazık ki kızım da yok, oğlum da.’ ‘Benim kızım olabilirsiniz... Yoksa çok mu yaşlanmış olurum?’ ‘Çok yaşlı olan bemim.’ ” (C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:14) “Ne yazık ki, o sırada bilmediğim ve aradan iki yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra öğrendiğim bir şey vardı: Şoförün müşterilerinden biri de M. de Charlus’tü ve şoföre parasını ödemekle yükümlü olup (şoförle anlaşarak kilometre sayısını üçle, beşle çarpmak suretiyle) paranın bir bölümünü cebine indiren Morel, (başkalarının yanında tanımıyormuş gibi yapsa da), kendisiyle sıkı bir dostluk kurmuştu ve uzak yerlere gidip gelmek için onun arabasını kullanıyordu.” (M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:418) “SALKIMSÖĞÜT --------------------Ah ne yazık! Ne yazık ki ona dört nal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak! Nal sesleri sönüyor perde perde, Atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!” (N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:121) “Pandit Kaul da kendi adını sevmiyordu..... ve bir gün artık Pandit Kaul Turpoyni, yani Soğuk Sulu Pandit Kaul olarak çağrılmak istediğini açıkladığı zaman, buna kimse şaşırmadı...... Fakat ne yazık ki, Pandit Civan Soğuksu manasına gelen Pandit Pyarelal Turpoyn da benimsenmeyince, sonunda pes etti ve adı konusunda kaderine razı oldu. Numan, Pandite Cici Dayı diyordu ama, aralarında kan ya da inanç bağı yoktu.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:65) “..... yapılacak en iyi şey kireç kovasını alıp ren son sayılan barakayı işaretlemek, sayılanı bir daha saymayız böylece, işaretlemeli, yani sanki bulaşıcı bir deri hastalığını savuşturmak için kapılara Aziz Lazarus haçı çiviler gibi işaretlemeli, bu çoktan yapılmış zaten. Baltasar’ın babasının evi Mafra’da olmasaydı o da bu adamlar gibi hasırda ya da yerde yatacaktı, ama şimdi yanında eşlik etmesi gereken bir karısı da var, ne yazık ki bu sefillerin çoğu uzaklardan gelmiş, karılarını geride bırakmışlar, insanın odun olmadığını söylerler, velakin şu malum uzuv odun gibi sert olunca işler iyice karışıyor, çünkü Mafra’nın dullarının kimseyi tatmin edecek hali kalmadı.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:237) “Ama bu sefer Yusuf’a yetişemedi. Yusuf çoktan bulunduğu yeri terk etmiş ve koşmaya başlamıştı, başta koşarken sağına soluna dikkat ediyordu, sonra çılgınca bir telaşla koşmaya başladı, deli dana gibi, geçtiği yerlerde dört bir yana çakıllar saçıyordu. Yusuf’un ne yazık ki şahit olamadığı ama askerlerce dile getirilmiş olan felsefi yorumun özgün olup olmadığından şüphe duymaya hakkımız var, hem şeklen hem de içerik açısından, açık ki hissiyatın dokunaklı ve yersiz müdahalesi ile bunu dile getirenin içinde bulunduğu mütevazı koşullar bir çelişkiye vesile olmakta.” (J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:89) “Ne yazık ki, ozamanlar hala laik ve cumhuriyetçi olan o dersler, orada geçirdiğim iki yol içinde, özellikle de ikinci yıl, daha önce kadar, hiç olmadığım kadar büyük bir yalancıya dönüşmemi engelleyememişti. Hiç nedensiz yalan söylüyordum, sağa sola yalanlar atıyordum, her konuda ve bir hiç için yalan söylüyordum.” (J. Saramago, Küçük Anılar”, sa:59)“ “Ne yazık ki gelişen ve öngörüleriyle dikkat çeken bu cumhuriyetçi akıma yeni katılanların sağlıklı bir demokrasinin gereği olan ortak yaşam kurallarını uygulayamadıkları ve terbiyelerini muhafaza edmedikleri anlar da oldu. Hatta bazıları, işi en ağır hakaretlere kadar vardırarak, halkın içmeye ayranı yokken her yere tahtırevanla giden bu semersiz yaratıklara artık gem vurulması gerektiğini bile söylediler.” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:84) “Ama, işte, doğruya usu gösteren bu teknik biçim, onu gene duygudan saklar; çünkü, ne yazık ki, us, iç duygunun nesnesini, benimsemek isteyince bunu önce parçalaması gerekiyor. Bir kimyager gibi, bir filozof da ancak, bağları ayırmakla, sanata kıymakla gönüllü doğanın eserini buluyor.” (F. von Schiller, “İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Bir Dizi Mektuplar”, sa:4) “Genç kadın eleştirmenin ne demek istediğini anlamadı, zaten çok geçmeden de unuttu bu sözleri. Ne var ki iki gün sonra gazetede aynı eleştirmenin bir eleştirisi yer aldı. Bu yazıda adam şöyle diyordu: ‘Genç sanatçı oldukça yetenekli, çalışmaları ilk bakışta çok hoşa gidiyor, ama ne yazık ki derinlikleri yok.’ ” (P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Derinlik Baskısı”, sa:13) “Bir süre sustum, çok önemli bir noktaya varmışım gibi, sonra da gizli bir şey söyler havasıyla, ‘Gerçekte iki tane kadın var,’ dedim. ‘Nihayet!’ diye vurguladı Christine. ‘Şimdi daha ilginç olmaya başlıyor.’ ‘Ne yazık ki hayır,’ dedim. ‘Çünkü onlar da çerçevenin dışındalar, hikayenin parçası değiller.’ ” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:102) “Yetmişdört olaylarından sonra, Portekiz yeniden demokrasisine kavuşunca, ülkesine dönmüş olduğunu biliyordum, ama bir daha hiç karşılaşmamıştık. Yazmayı birakmış, emekliye ayrılmıştı, nasıl yaşadığını bilmiyorum, ama ne yazık ki unutulmuştu.” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:165) “-Düşünme böyle şeyleri.... -Elimde değil. Yalnız senin evinde, çocukların yanında mutlu hissediyorum kendimi. -Ne yazık ki bir zaman gelemeyeceksin bize. -Hayır, geleceğim. Kızıl geçirdim ben, anneme yalvaracağım.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:243) “Dikkatini yeniden dualara verdi; bunu başaramıyordu, çünkü Üç Maria’ların mızrak gibi uzanan parmakları, onu kilisedeki kutsal eşya odasının duvarına sıkıştırarak çaresiz bırakmışlardı. -Ne yazık ki, Peder Santa Helena, siz bu işi fazlasıyla sürüncemede bıraktınız. Çok fazla. Bakın şimdi hayatlarımız nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya. Adamakıllı bir önlem almak zorundasınız.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:158-9) “Oksu burnu kısa, gergin seyrinde hiçbir şey engellemiyordu. Saçlar koyu, kulaklar ufak ve başa iyice yapışıktılar. Ancak, ne yazık ki, bu körpe güzellikler listesi alından ve gözlerden söz etmeden bitirilemezdi. Ne yazık ki insanlar pek ender olarak bunların her üçünden yoksun doğarlar.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:19) “Pointz Konağı, bir yaz sabahının erkenci ışığında büyücek bir yapı gibi görünürdü. Turizm rehberlerinde adı geçen malikanelerden değildi. Gösterişi yoktu. Yine de -ne yazık ki çayırın ta dibine gömülmüş- setteki ağaçlarla örtülmüş, gri çatılı, kanadı iki yana dik açılarla açılan bu beyazımsı ev, yukarıdaki ekin kargalarının yuvalarına doğru kıvrılan dumanıyla, yaşanılası br evdi.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:13) “Bu öneriyi biraz isteksizce kabul etti; başkalarıyla birlikte olma fikrinden hoşlanmıştı, ama grupta bir çocuk haline gelmekten ve mahrem düşüncelerini hiçbir zaman ifade edememektem korkuyordu. Bunlar grup tedavisine katılacak yeni bir hastanın tipik beklentileriydi, gruptaki güven geliştikçe duygularını diğerleriyle paylaşabileceği konusunda ona güvence verdim. Ne yazık ki, göreceğimiz gibi, onun tahminleri çok yerindeydi.” (I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:14) “Ne yazık ki, onlardan <İtalyan kadınları> hiçbiri, bu elli bin erkeğin içerisinden Grenoble’lu Henri Beyle’yi seçmeyi henüz düşünmüyordu.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Stendhal’, sa:141) “Telefonda seslerimizi duymakla mutlu olup olmayacağımızı bilmiyorum. Ne de olsa onlar uzak, belki de rahatsız bir yolu geride bırakacaklar. Haftaya sizi Viyana’dan arayabilirdim, fakat ne yazık ki siz orada olmayacaksıznı. Huzurlu yaşamanızı bir kez daha iyisi ile değiş tokuş edeceksiniz...” (S. Zweig-F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:17) Neye mal olursa olsun : Her ne pahasına olursa olsun, faturası bana neye çıkarsa çıksın Bk.: Neye patlarsa patlasın “Hoşçakal, bu mektubu bitirme zamanı geldi, çünkü daha fazla yazamayacağım. Yarına öyleyse, saat altıda. Şunu özellikle düşün ki, yüreğindekiler dışında bir şey beklemiyorum senden. Bana neye mal olursa olsun kendini olduğun gibi göstermeni istiyorum.” (V. Hugo, “Nişanlıya Mektuplar”, sa:348-9) “Noel arifesinde, gece yedi sularında (24 Aralık, gece yarısına doğru) Aloise Bragadin, senato tarafından verilmiş geniş yetkiyi ve Prens Luigi ile bütün adamlarını, diri veya ölü olarak, neye mal olursa olsun tutuklatmak emrini Venedik’ten getirdi.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:43) “… iyi bir tesadüfle kendine değmeden etrafından gelip geçen kurşun yağmuru altında dörtnala alayına yollanmıştı. Yalnız bir şey istiyordu: neler olup bittiğini anlamak; eğer kendi tarafından yapılmış bir yanlışlık varda, onu, neye mal olursa olsun düzeltmek..” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:443) Neye patlarsa patlasın : Her ne bahasına olursa olsun “Evet, dolandırıcılık! Programa uymadınız. Blake Turizm’in çıkardığı broşürde reklamı yapılan gezi programını uygulamadınız. Öyleyse, ya Blake Turizm bizi aldatıyor, ya siz Blake Turizm’i; ama ben yapacağımı bilirim- bana neye patlarsa patlasın- Ben...” (T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:30-1) Neyim var, neyim yok : Varım yoğum, elimdeki tüm maddi mal varlığım “Sonra yarı Franszıca, yarı Türkçe şöyle devam etti: ‘Mümkün değil, babamdan isteyemem; zaten istesem de vermez. Bazı dostlarımızdan ödünç istemek ise pek ağrıma gidiyor... Asla; neyim var, neyim yok hepsini mezada götürür satarım, daha iyi! Allah belasını versin, borçlandığım kimseler, bari tanıdığım kimseler olsaydı, neyse!..’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:92) Neyin nesi, kimin fesi : Bir şahsın kim olduğunu, nerden geldiğini, ailesini, şeceresini bilmemek “Kederli, cefalı... Fakat midillisinin suratı yanında onunki neş’eli bile sayılırdı. Anlıyorsunuz ya, zamanla midilliler sahiplerinin huyunu suyunu, neyin nesi olduğunu iyice öğrenirler.” (O. Henry, “viski soda”, sa:258) “Leyla, bu adamın yüzünü yarım yamalak görmüştü. Neyin nesi olduğuna dair bilgisi yoktu.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:106) Neyse; Neyse ki, Neyse ne : Her ne ise, durum ne olursa olsun, her nasılsa, en sonunda, eninde sonunda¸ Allahtan, bereket versin ki “Neyse ki bu konuşması korktuğum kadar korkunç olmadı. Kadehine konyağı koyarken zaten yükünü almıştı, o kehribar rengi, yakıcı içkiden biraz içtikten sonra da konuşmayı tutarlı bir çizgide sürdüremeyecek kadar sapıttı.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:49) “Neyse, bugüne dönelim. Sabahları kalktığımda vücudumda izler oluyor, mavi çürükler. Özellikle izlediğim bir battaniye var. Bu battaniye ben uyurken canıma okuyor. Uyanıyor ve bazen battaniye boğazıma sarılmış oluyor, zor nefes alıyorum.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:40) “ ‘Tanrıya şükür.’ diye derin bir soluk aldı Kien. ‘Neyse ki kadın öldü, o lanet olası yemek kitabı da yakınlarda çıkmayacak. Mahkemede, bu konuya da değineceğim. Dünya dinleyecek!’ ” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:308) “... neyse, yarına dek bekleyebilirdi. Saatin dolmasıyla birlikte kapı dışarı edilmek istenmesine içerlemişti biraz. ‘Pekiyi, Doktor Hogarth,’ dedi. ‘Çok teşekkür ederim.’ Hogarth eline aldığı çeki ikiye katlayıp cebine koydu. Kafasını sallayarak piposundan bir-iki nefes çekti.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:83) “Vegetius ve Frontinus’ <Askerlikle ilgili eser vermiş Latin yazarlar>un bile bilmediği bu ilkelerden yola çıkarak, eğitimler başlamıştı. Vadi yepyeni kamış tüfeklerine üfleyen Sciapode’lerle doluydu, Porcelli her ıskalayışlarında küfrediyordu, neyse ki İsa’ya sövüyordu, bu sapkınlar için manevi evlattan başka bir şey olmayan birinin adını boş yere anmak günah değildi.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:429) “... Robert’in gözlerini açarak, büyük adamların yaşamında kadınların oynadığı rolden söz ettiğinde anladım. O kadar cahilim ki verdiği örnekleri bile unuttum ne yazık ki! Neyse ki, aklımda şu kaldı: Gösterişli kısmetin olabilmesi için bundan sonraki bütün yaşamımı ona adamış olmam gerekiyormuş.” (A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:13) “Bir de bu arada beni Yahudi sanmaları tepemi attırıyordu. Neyse Roma’ya vardım. Tam MaXimus Meydanından geçerken, zifiri karanlıkta birinin ‘Hey, sen misin Michob?’ diye bağırdığını duydum.” (O. Henry, “viski soda”, sa:84) “Adrian yüzünü buruşturdu: -Hadi Pamfil neyse ne ama, Kosta… kalleş. Azılı kumarbaz. Yalancı. Sonra da ilk sosyalist hareketine katılmış diye kurumundan geçilmez. ‘Sosyal demokrasinin ya da Erfurt Programı’nın esaslarını bilir misin?’ Kendisi gibi bu esaslardan ya da bu programdan habersiz olanların yanında yerli yersiz hep aynı şeyi sorar. Hayır hoşlanmıyorum o heriften.” (P. Istrati, “uşak”, sa:70-1) “... kim kafa yormaya kalkardı ki bu konuda; neyse ne, günün birinde artık iyice şımarmış olan açlık cambazı, akın akın başka gösterilere gitmeyi tercih eden eğlence düşkünü kalabalığın kendisini artık terk ettiğini gördü.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:84) ‘Knapp haberi alır almaz Kabil’e uçtu. Odaya girerken nasıl ağladığını görmeliydin, itiraf edeyim, ben de biraz ağladım. Neyse ki yan yataktaki yaralı uyuyordu, yoksa tüm o cesur askerlerin arasında düşeceğimiz durumu düşünebiliyor musun?’ ” (Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:152) Şimdi efendim, işin esası şu: Bak şu çiçekli pencere var ya, alt kat, alt kat, ha, orada işte, Hayriye diye bir kadın oturuyor. Yaa pek meraklıdır hasbam çiçeğe. Her şeye meraklı ya, neyse günahı söyleyenlerin boynuna. Tabii, aman anacım, bir kötünün yedi mahalleye zararı dedikleri bu işte.” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9) “Palatinus (Eski Macaristan Krallığında yüksek rütbeli devlet memuru, bir tür lokal vali: Nador) düşünceye dalar, öksürür: -Hm! Panayırlarınızı kaldırmak iyi ama, bundan kaldırana bir yarar olmazsa kaç para eder! Neyse, çok geçmeden Kral I. Leopold’tan bundan böyle Kecskemet’te panayır kurulması için buyruk gelir...” (K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:17) “Bizim firmada Mellors diye bir herif ‘Astrolojinin At Yarışlarına Uygulanması’ diye bir kitap ele geçirmişti. Bu kitapta, bütün davanın, gezegenlerin jokeyin giysisinin renklerine olan etkisi olduğu iddia ediliyordu. Neyse yarışların birinde de Corsairs Bride isimli, tamamen ilgisiz bir kısrak vardı; işte bu kısrağın giysisi yeşil renkteydi ve bu, o andaki yükselen gezegenlerin durumuna çok uyuyordu. Astrolojiyle kafayı yemiş olan Mellors, tüm parasını bu kısrağa yatırdı ve aynısını yapmam için bana da yalvardı.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:9) “Bay Reilly teknisyen gibi bir şeydi; kömür kuyularından birinde ‘yeryüzü’ görevindeydi. Neyse ki, sabahları saat beşte işe gitmesi gerektiği için, o çıktıktan sonra bacaklarımı uzatabiliyor, bir iki saat doğru dürüst bir uyku uyuyabiliyordum.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:22) “Lucien bir şampanya kupası aldı eline ve kupayı daha yeni bırakmıştı ki Guigard ve Weill’le burun buruna geldi. Guigard’a öfkeyle baktı ve gerisin geri döndü. Ama Pierrette onu kolundan yakaladı. Guigard içten bir tavırla ona yaklaştı: ‘Dostum Fleurier, dostum Weill,’ dedi rahatlıkla. ‘İşte tanıştınız.’ Weill elini uzattı ve Lucien kendini çok mutsuz hissetti. Neyse ki birdenbire Desperreau geldi aklına: ‘Fleurier, Yahudiyi suya gönderirdi dosdoğru.’ ” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:222-3) “Neyse, babamı ömrümde görmemiştim, onun için konuyu duyar duymaz kürsüye yaklaşıp yavaşça, ‘Öğretmenim, ben yazmayacağım,’ dedim. Öfkeyle yerinden fırladı ve bağırmaya başladı: ‘Yazacaksın, öbür çocuklar nasıl yazıyorlarda sen de yazacaksın!’ ” (S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:14) “Derken sorgulama başladı. Beni her zamankinden fazla zorladı, çünkü soruları yanıtlarken söylediklerime aklımı vermek yerine, her şeyden önce kitabı fark ettirmeden tutmaya çalışıyordum bütün gücümle. Neyse ki sorgulama bu kez kısa sürdü ve kitabı kazasız belasız odama götürdüm.” (S. Zweig, “Satranç”, sa:53) Nice, Nicedir, Nice nice : Ne kadar, ne çok; Ne kadar zamandır, çoktandır, çok bir zamandanberi “MCMXXI -----------Ve olağanüstü yaklaşıyor, yaklaşıyor Pis, çökmüş evlere doğru... Olağanüstü, kimsenin bilmediği, Ama hepimizin nicedir istediği.” (A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:50) “EVLER Evlerde nice nice cinayetler işlendi, Ruhu bile duymadı insanların. Dört duvar arasında aile sırları, Dört duvar arasında dünyanın kahırları. Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın Gözyaşlarıyla beslendi.” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:20) “Bu kitabı görüyordum yalnız, başka bir şey görmüyordum. Onu da başka türlü görüyordum anlaşılan, başka bir şey gibi görüyordum: kitap olduğunu bilsem, elimi bile sürmezdim. Evet, doğru, içtenlikle söylüyorum: bana göre bir davranış değil böylesi: kağıtlara yazı yazmak nicedir tiksindiriyor beni, hele böyle basılı, böyle tıka basa yazı dolu, böyle bütün umudunu tüketmiş, ipliği pazara çıkmış kağıtlara!” (T. Yücel, “Vatandaş”, sa:7) Nicht wahr ? : (ALM.,KOLL.) <niht war ?> : Öyle dğil mi? = Not so? (İNG.) NIETZSCHE, Friedrich : (1844-1900); Ünlü Alman düşünürü; A y d ı n l a n m a’nın silahı olan a k l ı, en keskin bir şekilde kullanmış, T a n r ı’n ı n ö l d ü ğ ü n ü iddia etmiştir. “Böylece, h ü m a n i z m’in de anlamı kalmadığını, T a n r ı’nın yokluğunda, insanın metafiziksel bakımdan i l k v e t e m e l o l m a iddiasının bir temeli bulunmadığını, insanı tanrılaştıran, O’na, ‘hayvan varoluşu’ aşma imkanı veren başarıların temelinde, g e r ç e ğ i n değil de ‘yalnış’ ve ‘yanılsama’nın bulunduğunu göstermeye çalışmıştır. Ek olarak, YUNAN S a n a t ve Felsefesi’ne ilişkin araştırmasında, S a n a t’ ın, uyum ve düzenle birleştirilen Apollon’a dayanmadığını, Dionysos’un kaotik ve yıkıcı gücünün bir ifadesi olduğunu.... b i r l i k l i ve g e r ç e k l i k inancının koca bir yalan olduğunu; Batı Metafiziği’nin, hiç olmazsa Socrates olarak ‘gerçeği çarpıttığını’, a k l ı n da, d u y u l a r ı n t a n ı k l ı ğ ı n ı ç a r p ı t m a k için kullanıldığını söyleyen filozof, görünüşlerin fenomenal dünyası dışında hiçbir şeyin olmadığını savunmuştur. Nietzsche, XIX. y.y.’ı ‘güç ve güvenlik çağı’ olarak diyenlere karşı, ‘modern insanın benimsediği geleneksel dayanaklarının çöktüğünü, ve m o d e r n i n s a n ı gerçek bir h i ç ç i l i ğ i n b e k l e d i ğ i n i söyler. HIRİSTİYANLIK da, dayanağını yitirmiştir. ‘İ n s a n Ö z ü, iyi ve yetkin bir varlık değil, bir kaplanın Sırtına atlamaya can atan, tamahkar, merhametsiz, tatminsiz ve kötücül’dür...... İnsanoğlu, ‘gerçeği görmekten ve dünyanın amaçsız, anlamsız olduğunu teşhis etmekten’ kaçındığı için, y ü z e y d e k a l m a y ı, rahatlık veren düşüncelere sığınmayı, ortalama değerlerle yaşamayı yeğler. İ l e r l e m e dediğimiz şey de, tam bir y a n ı l s a m a’dan ibarettir. KİERKEGAARD da kendini aldatmaktadır: zira, ‘mağaranın dışında’ başka bir dünya yoktur. Nietzsche’ye göre, ancak ü s t ü n i n s a n olarak, bu acımasız gerçekleri kabul eden, ‘mağaranın içindeki karanlığa karşın tırmanmayı seçen’, kendi tutkuları, güçlü yanları ve zayıflıkları üzerinde eğemenlik kurabilen, başkalarının ya da kendi tutku ve güçlüklerinin kölesi olmaktan kurtulmuş (az sayıdaki) insanlar yaşayabilir. Eskilerden bu niteliği olanlar Büyük İskender, Sezar, Napolyon, Leonardo da Vinci ve Michelangelo idiler.... Dolayısıyla, ü s t ü n i n s a n, sanatsal üstünlüğü insandır. Bu bir g ü ç’tür. Bütün ‘varlık’ın temelinde, daha güçlü olmaya yönelmiş bir istek, bir irade vardır. M u t l u l u k haz’da değil, G ü ç’tedir’. Özetle, Nietzsche, insanlığa, k ö l e ahlakından, e f e n d i ahlakına geçecek amaçlar ve yeni değerler bulma şansı önermiştir.” (Ahmet Cevizli, “Felsefe Sözlüğü”, sa:681-4) Nigar, Nigarhane : (FARS.): Resim; resim gibi güzel, sevgili; Resim ve heykellerin konduğu yer; Puthane “Bu gülistan onun beğenisiyle, (Sadi’nin Gülistan’ı atadığı Şehzade: Sa’d bin Muzafferüddin Ebubekir) Döner bir Erteng’e, nigarhane’ye... Umarım, okurken canı sıkılmaz Çünkü Gülistan’da sıkılmak olmaz Hele de önsözü olduktan sonra Sa’d ibni Zengi’nin oğlu adına...” (Sa’di, “Gülistan”, sa:31) Nihale : (FARS) Yemek sofrasında, sahanların altına konan altlık “Poyraz zorla doğruldu, ayağa kalktı yalpalayarak eve yürüdü. Eve çıktılar, Zehra çorba tenceresi elinde tüterek masaya geldi, tencereyi bambu nihalenin üstüne koydu. Balık çorbasının kokusundan burunlarının delikleri genişledi. Ağaefendi bu kokuyu iyi bilirdi, Poyrazsa böyle bir çorbayı ilk defa içecekti.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:470) NİHİLİSM : (FELS.,KOLL.) <Nihilizm>; Hiççi felsefesi: Dünyadaki tüm sosyal ve siyasal değerleri yadsıma ve kişiye hiç bir baskıda bulunmama; intihar; hiçlik, yokluk; XIX. y.y. Rusya’sında tüm teşkilli nizamın hiç bir faidesi olmadığını iddia eden ifrata kaçmış İhtilalci partinin doktrini “19. Yüzyılın Rus aydınlarının en büyük takıntısı Tanrı kavramlarıydı. Soğuk iklimin bu ateşli insanları, Ortodoks’luğu tek kurtuluş yolu olarak görenlerden Tanrının varlığını sorgulayanlara kadar, bin bir çeşit düşünceyle sarsılıyordu. Nihilizm ise aydınlar arasında en yaygın akımdı. Romanlarda olduğu gibi, gerçek hayatta da birçok aydın bu meseleyi kendi canını ortaya koyarak çözmeye çalışıyor, intiharı deniyordu.” (Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa: 549 “Sosyalizm, feminizm, anarşizm, yoga, uzakdoğu felsefesi, taocu seks, ikebana kursları, parapsikoloji, sağlıklı beslenme, çevre duyarlığı, yeşil politika gibi çok çeşitli şeylere bulaştıktan sonra, şimdi evimde nihilist nihilist oturuyor..... Hepimizin, bütün gençliğimiz boyunca büyüklerimizden hemen her Allahın günü duyduğu bu yavan sözü söyleyebilmek için, niye bu kadar zaman kaybettiğimi, bu sıradan gerçeğe ulaşmak için, niye bu kadar gezip dolaştığımı sormayın bana. Bilmiyorum.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:12) Nikahına almak : Nikahlanmak, nikah kıymak, evlenmek “GRETCHEN - Adam onu mutlak olarak nikahına alır. LIETSCHEN - Delilik etmiş olur! Becerikli bir delikanlı, başka yerlerde de yeterli nefes alabilecek hava bulabilir. Zaten gitti bile. GRETCHEN - İşte bu güzel bir hareket değil!” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:189-) Nikah kıymak : Resmen nikahlanmak, evlenmek “Ama Fedor Pavloviç şu bayan Agrafena Aleksandrovna ile evlenseydi, kadın nikah kıyılır kıyılmaz paranın tümünü kendi üstüne yaptıracaktı. O zaman sizler de zırnık alamazdınız. Kıl kalmış böyle olmasına…” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt: IV, sa:185) Nikahlanmak, nikah(lı) olmak : Evlenmek “Biraz düşündü, kararsız, fakat ciddi bir sesle dedi ki: -Darılma ama, azıcık da Vehbi Efendi’ye varırsın diye korkuyordum. Mübarek adam, bana öteki gibi değil. Bir türlü yüz göz olamıyorum. -Seni yüzsüz Amca seni. Ben Vehbi Dede’nin pabucu olamam. Hem her sevdiğim adama varmaya kalksam, sana da nikah olurdum.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:317) Nikahta keramet vardır : Nikahtan tılsımlı bir şeyler, örneğin mutluluk beklemek “BRIGIDA - Sinyora, şurası kesin ki bugüne kadar büyük bir sevgi yüzünden bıkkınlık duyma tehlikesi karşısında değilsiniz. Tanrı’ya dua edin. Nikahta keramet var derler. Belki ilerde kocanıza daha çok bağlanırsınız.” (C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:33) “Aleksey, babasının onu evlendirmek arzusunu yanıtlar. -Siz bilirsiniz ama, Liza Muromskaya hiç hoşuma gitmiyor benim. -Zamanla gider. Nikahta keramet vardır.” (A. Pushkin, “Erzurum Yolculuğu ve Biyelkin’in Öyküleri”, sa:174) Nikaia Konseyi - İznik Amentüsü -İznik Ekümenik Konseyi : M.S. 325 yılında İznik’te topladığı Kilise Meclisi (HIRİST. MYTH.): İmparator Constantine’in, “Langdon, ‘Aslında, ‘ dedi, ‘Hıristiyanlıkta Yahudilerin Şabatı olan cumartesi günü kutsaldır ama, (Constantine, onu, paganların <putperest, kafir, dinsiz> güneş kutlaması günüyle çakışması için değiştirmişti.’ Sırıtarak duraksadı. ‘Günümüzdeki kilise cemaatının çoğu, pagan güneş tanrısının övüldüğü gün olduğunu bilmeden : Sunday=Güneş günü <Pazar> ayinlerine giderler.’ ..... Dinlerin harmanlandığı bu dönemde, Constantine’in yeni Hıristiyan geleneğini sağlamlaştırması gerekiyordu. Bu toplantıda, Hıristiyanlık pek çok açıdan ele alınıp oylama yapıldı. Paskalya tarihi, piskoposların rolleri, kutsal tören yönetimi ve elbette İsa’nın Tanrısallığı.... Mesih’in Tanrı’nın Oğlu olduğu da bu Konseyde teklif edilip, oylanıp kabul edilmişti.’ ” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:260) Nikolayeviç, Nikolay : (RUS MYTH.): Rus generali <1856-1929>, I. Dünya Savaşı’nın başlarında Çar II. Nikolay tarafından Rus Ordularının başkomutanlığına getirilmiştir. Başlangıçta bası başarılar elde ettikten sonra, Alman komutanı Erich Ludendroff karşısında yenilgiye uğramış ve 1915’te görevden alınmıştır “Sonra, çavuşun kulağına eğildi, fısıldayarak anlatmaya başladı: ‘Biz Çekler ve Rusların aynı soydan geldiğimizi; Nikolay Nikolayeviç’in önümüzdeki hafta Prjerov’da olacağını, Avusturya’nın asla dayanamayacağınızı söylediniz. Adama dediniz ki: Bir daha sorguya çekildiğinde, her şeyi inkar et, saçma sapan hikayeler uydur. Kazaklar gelip seni kurtarana kadar vakit kazan. Pek yakında işler tersine dönecekmiş; savaş, yakında Yan Hus zamanındaki savaşlara dönecekmiş; köylüler ellerinde yabalar <ağaçtan yapılmış, çatal biçiminde, harman savurmakta kullanılan bir el aleti> ve oraklarla Viyana’ya gireceklermiş; İmparator Hazretleri’nin de bir ayağı çukurdaymış...’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:278) nil debet : (LAT.,PARA,DAVR.) <nil de’bet> = Onun hiç borcu yok = He owes nothing; nil desperandum : <nil des’pe’ranum> : Hiçbir zaman ümidini kaybetme = Never despair (İNG.) nil dictum quod non dictum prius : (LAT.,KOLL.) <nil dik’tum ku’od non dik’tum pri’us> : Daha evvel söylenmemiş hiç yeni bir şey yok = Nothing has ben said that hasn’t been said before (İNG.) nil nici cruce : <(Lat.,KOLL.) <nil ni’ki kru’ke> : Istırap çekilmemiş zafer olmaz = No victory without suffering (İNG.) nil sub sole novum : (LAT.,KOLL.) <nil sub sole no’vum> : (Bu dünyada yaratılmış...) yeni hiçbir şey yok! (Hz. Süleyman) = There is nothing new under the sun (VULGATE, Ecclesiastes, I, 10) (İNG.) Nimet, Nimet beni çarpsın ki : İyilik, bağış, şans, lütuf; -pek özel olarak-: Öpülüp te başa-alına konulan ekmek: <kutlu> ekmek beni çarpsın ki “EY İNCİ DOLU ÜLKE ---------------------------yaşamak bir nimettir, evet hızlı kemankeş Şeyh Ebu Palyaço ve dümbelekzadelerden tanburi, şarkı mırıldanıcısı Şeyh’in yurdunda baldır, bacak, göğüs yıldızlarından ağır topların ve sanat dergilerinin arka sayfalarının şehrinde ‘aman bana ne, boş ver!’ felsefesi müelliflerinin beşiği zeka olimpiyatları tahtırevanı, aman!’ ” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:58) “Emine, Gülizar’la Nazlı’ya: -Siz de işte şimden <şimdiden> sonra -sofradan bir lokma ekmek alarak onu öpüp başına koyduktan sonra- <Müslümanların saygı gösterdiği ve kabullendiği yemin, yani, o anda öpülen ekmek-nimet, Kuranı Kerim kadar değerli sayılır>: benim dünya ve ahret kardeşlerimsiniz. Size bundan böyle kötü gözle bakarsam, şu nimet beni marsık çarpar gibi çarpsın!” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:235) “Sineye giren her soluk hayatı uzatır ve sineden çıkan her soluk cana can katar. Demek ki her solukta iki niyet var; demek ki her nimet için de bir şükür gerekir.” (Sa’di, “Gülistan”, sa:19) “Paul Louis Corurier gibi, (Stendhal) yarımadanın sahaf dükkanlarında ve kitaplıklarda dolaşmakla geçirirdi. Bu yolla, Civitavecchia’ya konsolos olarak gider gitmez, kendisine pek pahalıya mal olan, fakat beklemediği bir nimet ele geçirmişti.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri, Cilt:1, sa:17) “Az mı gördük, ikbalde tantanayla yaşarken Nimetlerin bedeli yüzünden kimler bitti; Yalın zevki bırakıp debdebeye koşarken Zavallı eyyamcılar okka altına gitti.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:125, sa:291) N’importe ! : (FR.,KOLL.) <N’em’port!> : Hiç bir şey farketmez, onu unut! = It makes no difference, forget it! (İNG.) Ninni söylemek, yapmak : Büyüklerin genellikle küçük bebeklerini ya da çocuklarını bir makamla, sesli olarak uyutmaları; Uyumak “VLADİMİR : (Daha alçak sesle) Uyusun da büyüsün ninni Uyusun da büyüsün ninni Uyusun da büyüsün ninni Uyusun da büyüsün ---(ESTRAGON uyur, VLADİMİR ceketini çıkarır, ESTRAGON’un omuzlarını örter, sonra ısınmak için kollarını sallayarak bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başlar.) (Samuel Beckett, “Godot’yu Beklerken”, sa:101) “Şvayk, papazın başının altına koyduğu kaputunu düzelterek, ‘Hadi, sen uyumana bak,’ dedi sevecenlikle. Kimbilir şimdi rüyanda nasıl tıkınıyorsundur!’ O sırada asteğmen, gırtlağını temizleyip bir ninni tuturdu: Dandini dandini dastana, Danalar girmiş bostana... <Kov bostancı danayı, ......... yesin mamayı!..> Not.: Benim, 1930’larda, Manisa-Alaşehirde, Sırp göçmenlerden duyduğum ek parça! Demkek ki orijin orada imiş... Ninni şöyle başlardı: Dandini dandini danalı bebek, Elleri ayakları kınalı bebek, Yayan yürümez paytonlu bebek, Hu, hu, hu, hu, hu, hu..” (Dr. İ:E.) (Y. Haşek, “Aslan Yürekli Şvayk”, Cilt:I, sa:327) “Lubéron esnedi; uzun bir sessizlikten sonra: -Burada oturup beklemenin hiçbir yararı yok, dedi. Uykuya arkadaşlar, uykuya! Gidip ninni yapalım.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:122) nip : (İÇKİ,DAVR.) <nip> : -isim, fiil- Azıcık içki, azıcık içki içmek Nirengi (noktası) : Herhangi bir yerde, o yeri belirleyen en göze çarpıcı, tanımlayıcı şey “İşin aslı, Adam ülkeden bu kadar çabuk ayrılmak niyetinde hiç değildi. Cenaze törenine katılmaktan kaçınmak için bahane olarak üniversitedeki işlerini öne sürdüğünde, kendini kapana kısılmış gibi hissetmişti. Ama aslında ne ertesi gün ne de sonraki günler uçağa binip gitmesini gerektiren bir durum vardı. Nirengi noktalarını yeni yeni bulmaya başlamıştı ve henüz hiçbir bıkkınlık hissetmiyordu.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:44) “Hayır, sevgi besbelli sağlam bir nirengidir, Boraları gözler de sallanmaz, göğüs gerer, Gemilere yön veren yıldızların dengidir, Değeri bilinmeden başı ta göğe erer.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:116, sa:273) “... adım adım, hiç geri dönmeksizin, benliğimi saran o korkudan, insana ne yana döneceğini şaşırtan o dehşet duygusundan kaçmaya çabaladım, geri geri kumsala kadar gittim, orada hiç değilse bir nirengi noktası olarak sen vardın, benimkinin yanında serili kendi havlunun üstüne uzanmış yatan sen, her zamanki nirengi noktam benim.” (A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:27) Nirvana; Nirvanaya erişmek, ulaşmak : (SANSK. MYTH.): Ululuğa, Tanrıya kavuşmak; Sanskrit inancına göre bu ya da öbür dünyada ‘sevgiliyle-Tanrıyla’ buluşmak: kişinin kendisi ya da yer. (Freud’un inancına göre, ileri derecede deprese olan melankolik, -ikilemli duyguları bulunduğu- ölmüş sevgilisine kavuşmak için intihar eder ve birlikte Nirvana’da buluşurlar) “BUDİZM’de her türlü t u t k u’dan arınmış ve d o ğ u ş ç a r k ı n ı n d ı ş ı n a ç ı k m ı ş olan kişinin eriştiği mertebe; m u t l a k d i n g i n l i k h a l i. Bu konumda, acı ve bilgisizlik kalkmış, b i l g e l i k durumuna varılmıştır.” (Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:684) “Nirvana, tüm canlı varlıkların ‘hayatlarının sonunda erişebilecekleri en yüce kaynak gibi nitelenip ne ölüm gibi bir ‘sonlanma’ ne de ‘yokluk -hiçbir şey-’ olmayan mertebe, yer’dir.Bu, ‘varoluş’un ve ‘varolanın’ ötesinde bir kavramdır. Başka bir deyişle, ‘Gerçek’in en üst, tümüyle ihtirassız, ışın dolu (blissful), mutluluk ya da acı çekmekten ari, ruh’un kendi içine abzorbe edildiği-emildiği bir tinsel durumdur.” (İsmail Ersevim, “İndigo Çocuklar”, sa:217) “Sidarta: ‘Altmış yaş yaşadı, öyleyken Nirvana’ya ulaşamadı. Yetmişine, seksenine gelecek, sen de, ben de, biz de onun kadar yaşlanacağız, egzersiz yapacak, oruç tutacak ve murakabeye dalacağız. Ama Nirvana’ya ulaşamayacağız asla, o da ulaşamayacak, biz de. Ah, dostum Govinda, öyle sanıyorum ki, ne kadar Samana varsa hiçbiri ama hiçbiri Nirvana’ya ulaşamayacak.’ ” ..... “ ‘Beni iyi dinle dostum, iyi dinle! Benim gibi, senin gibi bir günahkar, günahkardır; ama bir gün yine Brahman olacak, Nirvana’ya ulaşacaktır, bir gün yine Buda olacaktır.’ ” (H. Hesse, “Sidarta”, sa:25;166) Nisap, Nisap Miktarı : (AR.,DİN) : Müslüman diininin koyduğu bir zenginlik ölçüsü. Bk.: Zekat Nisei : (ANTH.,SOSY.,JAP.) <Ni’sey> : Amerikada doğmuş Amerikan tebaalı bir Japon nisi : (LAT.,HUK.) <ni’si> : Olmadığı takdirde, yoksa; decree nisi : durdurulmasını gerekterecek bir neden olmadığı takdirde, belirli bir tarihte kat’iyet kazanacak b o ş a n m a ilamı Nişan : İki insan arasında ilerde evlenmeye yönelik takılan yüzük, verilen söz; Vücutta ya doğumdam ta da sonradan oluşmuş özel bir iz, belirti; Hedef alma; Deniz ortasında balıkların toplandığı mahal, ‘taş’ “Zaten deniz kadar bilinmez bir şey var mı? Kim bilir oltaların yetişmediği, ağların serpilmediği denizlerde ne tatlı, güzel balıklar; ne haşin, yırtıcı, hayal edilmez canavarlar vardı. -Gördüm, Trifon. Bir kıştı. Toriğe çıkmıştık. Bulunduğumuz nişanda pamukbalığı dedikleri bir canavar olduğunu işitmiştik. Bu balığın yavrusu yirmi, yirmi beş kilo ağırlığında olurmuş diye duyardık.” (S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hristopulos Gemisi”, sa:16, dipnot) Nişancı : (OSM. MYTH.) : Usta atıcı -avcı ya da insan koruması-; Osmanlı devrinde, Padişahın ‘Divan’ının üyesi olup, ferman, berat ve anlaşmalara tuğra basan görevli “ ‘Nişancı, attığını vuran kişi demek değilmiş, Bu nişancı, denizlerdeki balık yuvalarına işaret koyup balıkların kaynaştığı yerleri bulan usta kişi demekmiş.’ ‘Nasıl bilirmiş denizin içindeki balıkların nerede olduğunu?! ‘Kerteriz.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 4-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:8) Nişan(ı) atmak, bozmak : Evlenmek niyetiyle sözleşmiş, ant içmiş, yüzük-nişan takmış bir çiftin kontratını bozmak “VEIT - Efendimiz, ben henüz bir şey diyemeyeceğim..... Buraya, oğlumun suçsuzluğuna inanmış olarak geldim. Dava bitince nişanı bozmak, oğlumun geçen güz, nişanda kıza taktığı gümüş köstekle madalyayı geri almak isitiyordum.” “(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:62-3) “Yüreğinde, korkunç olduğunu bildiği halde, bir sevinç uyanmasını engelleyemiyordu. ‘Peki, İsabel sana yazıp da nişanı attığını bildirirse ne yaparsın?’ dedi yavaş bir sesle.” (S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:96) “MANGAN - Kimsenin elinde oyuncak olmaya niyetim yok. Hem, ben babanız gibi sersem kazın biri değilim. ELLIE, sakin bir gülümseyişle. - Siz babamın tırnağı bile olamazsınız. Gönül indirip sizi kullanmaya razı olmuşum. Öpün de başınıza koyun. İsterseniz bozun nişanı. Ama bozarsanız, bir daha Hesione’un evine adımınızı attırmam.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:64) Nitekim : Gerçekten, beklenildiği gibi “ ‘Bugün hiçbir şey vurmadık!’ dedi; avda ilahi söylemiş olmasını mazur göstermek, kendisini bağışlatmak için gülümsedi. Fakat o anda bile güzeldi gülüşü, için için ağlıyor gibiydi, bu tehlikeli saatte gülebiliyormuş gibi görünmesine karşın dudakları titriyordu nitekim.” (K. Hamsun, “Pan”, sa:182-3) “Küçük serseri bu sakin mahallede tam bir saatten beri bir şişenin içindeki sineğin yaptığı patırtıyı yapıyordu. Banliyöden getirilen manganın çavuşu, kulak kabartmış dinlemekteydi. Temkinli bir adamdı. Bekliyordu. Ama el arabasının gürültüyle sürülmesi, bu bekleyişin kısa kesilmesiyle sonuçlanacaktı. Nitekim çavuş, bir keşif denemesinde bulunmaya karar verdi.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:543-4) “Nitekim Alice ilk 45’liklerinden birini bu eski sevgilisine adamıştır: ‘Her başarılı kadının ardında şaşkın bir adam vardır’ adlı bu ironik şarkıda kendiyle dalga geçer. Alice, bunca yıl niye zaman yitirmiş olduğunu soranlara, ‘Hep şu Allahın belası kilise korosu yüzünden,’ diye yanıtlamıştır.” (M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:22) Niyaz : Dua, yakarış, yalvarma (Genellikle Tanrı’ya) “Tanrıya yürekten niyaz ve yakarışlar, bir kimseye gösterilen candan yakınlık uzun mesafeleri kolaylıkla geride bırakıp hayli uzaklarda etkisini gösterebileceğindnen, Hans da kendi kasabalarındaki tanıdıklarının aklından geçenleri hissetmekte gecikmemişti.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:22) “Bir derviş niyaz ederken, ‘Tanrım!’, diyordu. ‘Kötüleri esirge! İyileri zaten esirgemişsin, çünkü onları iyi yaratmışsın!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa260) Niyet düşürmek : Kasten söylemek, bile bile yapmak “KUREYŞA - Belki de kendi kasıklarım döl tutmadığındandır. Ha, ne dersin? Bunu mu demek istersin Hazer Bey? Oğulsuzluğum mu çarparsın yüzüme? HAZER BEY - Nereden çıkarıyorsun bunları? Neler kuruyorsun? Neler söylüyorsun Kureyşa? Ağzından çıkan sözlere el misin? Seni incitecek bir söze niyet düşürür mü dilim?” (M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:56) Niyet etmek, tutmak : Bir iş için plan yapmak, zihinde tasarlamak; Çok özel olarak Ramazan’da oruç tutmak için her gün yeniden niyetlenmek; çoğu kez ‘oruçluyum’ yerine ‘niyetliyim’ demek yeğlenir, bunun daha doğru olduğuna inanılır; Özelikle Osmanlı devrinde, fal baktırmadan evvel, herkesten ‘önce niyet tutun!’ –yani zihminize olması arzuladığınız bir istek ya da arzuyu, kimseye söylemeden bilincinize yerleştirmeniz gerekir. Ondan sonra falcı, eğer bir Roman ise genellikle bakla’yı, eğer komşunuz ise sade kahve telini fal malzemesi olarak seçerdi. “Rakım güldü; bu manastır kaçkını eski gavura <Hıristiyan> içini dökmekten lezzet <haz> alıyordu. -Gece Rabia ile beraber sahur yiyoruz, niyet ediyoruz. Ertesi gün o camiye gidinceye kadar bir şey yemiyoruz. Yiyecek aramıyoruz ama bu kafir tütün yok mu?” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:109) Niyeti bozuk : Evlenmeye ya da tavlamaya karar vermiş; Önceden kararını verdiği, tasarladığı şeyden vazgeçmek “-Sanki ben bunu düşünmüyor muyum? Fakat benim gibi sıska, çalı süpürgesi kılıklı kızı kim alır? -Tevfik evlenirse sen görürsün! -İşte o olamaz. Penbe Teyze’nin niyeti bozuk, fakat babama göz atarsa, gözünü oyacağımı dobra dobra söyledim. Artık Tevfik’e yanık yanık bakmıyor.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:140) Nizamis : (YUN. MYTH.): Türk askeri; ‘Mübadele’ (1924) ile Türkiye’ye göç eden Girit’li Müslümanlar da, Türkiye Cumhuriyeti askeri için aynı deyimi kullanırlardı. Olası, ‘Nizam-ı Cedid”in kısaltılmış şeklidir Çevirenin notu- “Doğduğumdan beri, görünen ve görünmeyen bu korkunç atmosfer <Girit’in Türkiye’yle kavgası> içinde soluk alıp veriyordum: Mücadele! Hıristiyanlarla Müslümanların birbirlerine ters ters, yan yana baktıklarını ve kızgın bir halde bıyık burduklarını, nizamis’lerin sokaklarda tüfeklerle gelip gittiğini ve Hıristiyanların bu sırada homurdanarak kapılarını kapadığını görüyor, ihtiyarların toplu halde ölümlerden, kahramanlık ve savaşlardan, özgürlükten ve Yunanistan’dan söz ettiklerini dinleyerek derin ve sağır bir hayat sürüyor, bütün bunların manasını anlamak ve güçlenip mücadeleye katılmak için büyümeyi bekliyordum.” (Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:61) nitwit : (ZEKA,DAVR.KOLL.) <nit’vit> : Ahmak, aptal, kuşbeyinli kimse nix : (MYTH.,DİL,KOLL.) <niks> : 1) Ufak s u p e r i s i, dişi: nixie; 2) H,çbir şey, hiç, yok no : (Belirt.-isim; çoğul : noes; (KOLL.) <no!> : Hayır, yok, değil, hiç, hiç bir, negatif-olumsuz yanıt : Hayır!!! ; oy, karar; olumsuz oy verenler; no-ball : kriket oyununda, atıcının gayri nizami attığı top; no better than : -dan daha iyi değil; no end of talk : sonu gelmez laf; no go : (slang=argo) olmayacak iş; sökmez iş; no man’s land : iki cephe arasında sahipsiz arazi parçası; çok tehlikeli mıntıka; no mean city : hiç de fena şehir değil, çok güzel şehir; no mistake : doğrudur; no sooner said than done: söz ağzından çıkar çıkmaz yayılır; no whit : hiç, kat’iyyen: no wonder : garip değil, pek tabii; a no less fatal dose : aynı derecede tehlikeli-öldürücü bir doz; by no means : hiç, kat’iyyen; he comes here no longer : o artık buraya gelmiyor; he did it in no time : çok çabuk yaptı; he is no more : öldü, yok oldu!; I want no more of it : <tartışma sırasında> sözü uzatma, bu kadarı yetişir; in no time : hemen, derhal; in no wise : hiç bir suretle; it’s no joke : şaka değil!, kolay iş değil; the noes have it : işin aleyhinde-karşıt olanlar kazandı (Yeni Redhouse Lügati) nobeless : (FR.,SOSY.) <nob’les> : Asılzadeler, zadegan sınıfı, asiller; nobeless oblige : Yüksek mevkiin kuralları ve süregelen örf, böyle yapmaya mecbur ediyor, zorluyor Nobilitas sola est atquae unıca virtus : (LAT.,KOLL.) <nobili’tas sola est at’kue yu’nika vir’tus> : Erdem bir ve yalnız, asalet demektir = Virtue is the one and only nobility (İNG.) Nobran, Nobranca : Kaba, gönül kırıcı, görgüsüz; O tarzda yapılan anlaşma “ ‘Evet!’ derken gülümsemekten kendimi alamadım. ‘Demek zahmetiniz boşuna değilmiş!’ N.’nin babası: ‘Fakat çok üzgünüm ki ben şakadan hiç hoşlanmam,’ diyerek lafımı nobranca kesiyor.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:18) “Yas tutmaya kalkışma ecel beni aldı mı, Nobran ve mendebur çan bildirdi mi bir kere Bu iğrenç yeryüzünden kaçıp sığındığımı Bana koynunu açan en iğrenç böceklere.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:71, sa:183) “İKİ ŞEHİR <1964> Bir trenim ben, bunca yıl telaşla gidip gelen Evet şehri ile Hayır şehri arasında. Sinirlerim farksızdır gergin bir telden Hayır şehri ile Evet şehri arasında! Her şey ölüdür, korkuyla kapılır Hayır şehrinde O, kapılarına kadar hüzün bulaşmış bir makam odasıdır. Sabahları orada parkeyi cilalarlar - Safra ile. Sofalar orada yalan, duvarlar orada nobran.” (Yevgeniy Yevtuşenko<d.1933>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.10.04) noddle, noddy : (SOSY.,PSYCH.,KOLLO.) <nodl, no’di> : Boş kafa, ahmak, budala, sersem Nodullamak : Anımsatmak, uyarmak; Hayvanları (At, eşek) üvendire ile dürterek yürümeye zorlamak “Bektaş Emmi: ‘Sıpa milletinin de huyu işte bu,’ diye düşündü, ‘körpeyken oyuncu olur sıpa kısmı, lakin kocayıp yükün altına girdi mi nodullamadan iki adım atmaz.’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:11) Noel : (HIRİST. MYTH.): Hıristiyanların Hz.İsa’nın doğumunu kutladıkları Yeni Yıl Yortusu “ ‘Sevgili, Sana çabucak yazmam gerekiyor. Eğer gelebilirsen Cumartesi günü gel. Noel’e az kaldı, telaşa hiç gerek yok. Son hafta birkaç kötü gün geçirmiştim, sana karşı davranışlarım umarım can sıkıcı değildi... Sakın kendi kendine serzenişte filan bulunma... Fri Maria.’ ” (S. Zweig-F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:28) Noel yemeği : (HIRİST. MYTH.): Hıristiyanların Yılbaşı öncesi (25 Aralık) kutlanan yortularında hazırlanan özel yemek. Dünyanın sayılı devletlerinden olan Amerika Birleşik Devletlerinde, yılda çok önemli iki ‘yemek’ vardır: Noel yortusu ve Şükran Günü (Thanksgiving) (Avrupalı en eski göçmenlerin 1628 yılında, Mass. Eyaletinin Atlas Okyanusu kıyısındaki Nentucket kasabasına gelişlerinin yıldönüm kutlaması - her Kasım (November) ayının 3. Perşembesi. Ahali orada, 17. y.y.’ın kıyafetleri-giysileriyle törenlerini yaparlar ve meşhur fırında kızarmış ‘Turkey-hindi’ yemeğini sunarlar. Hayrettir, buna, duygusal olarak öteki Noel yemeğinden daha fazla önem verilir. -Sanırım bunda Amerikan Milliyetçiliğinin sembolize edilmesinin rolü var. Resmen Laik, ama çoğunlukta Protestan olan U.S.A. ahalisi, özellikle yabancıları, bilhassa Müslümanları bu yemekte baş misafir yaparlar. Dolayısıyla, orada bulunduğum 33 yıl zarfında, en yakın dostlarımla bu şahane yemeğin başdavetlisi oldum; benim özellikle Türkiye’den (TURKEY) gelmiş olmam da özel bir şaka konusuydu tabii. <Dr.İ.E.> “… dokuz yıl önce usulca Husvedt klanına girdim <Sayın COETZEE’nin eşi Bn. Siri’nin Norveç asıllı ailesinin ait olduğu klan> ve Norveç Noeli’nin karmaşık kurallarını keşfettim. Siri de, üç kız kardeşi de, aklı başında, özgür düşünen, laik kafalı insanlardır; böyle olduğu halde yine onlar kadar laik zihniyetli ebeveynleriyle birlikte altısı da bu geleneği sürdürmenin önemine sarsılmaz bir inançla bağlı olduklarını gösterdiler. Tabii Noel ağacı ve armağanlar vardır, ama geleneğin temeli hiçbir zaman değişmeyen Noel yemeği’dir. Menü’deki her kap yemek her yıl bir öncekinin aynıdır; yemek ahududu soslu sütlaçla biter, sütlaç kaselerinden birinde de ‘sihirli’ badem olur: Kasesinde badem çıkan talihliye ödül verilir, o ödül de biraz daha yiyecek demektir: koca bir çikolata tableti.’ ….. ‘Yıllar geçtikçe, klan büyüdü. Kardeşler evlendi, hepsinin çocuğu oldu ve ailenin nüfusu (Siri’nin babası ölmeden önce) doruk noktasına vardığında, Noel yemeğinde sofraya on dokuz kişi oturuyordu. Yeni kuşak da geleneği büyükleri kadar coşkuyla benimsediler.’ <Paul, 18 Aralık 2009>” (P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada-Mektuplar 2008-2011”, sa:132) Nokta koymak, noktalamak : Kat’iyetle bitirmek, sonlandırmak “Uçsuz bucaksız denilen bir dünyada, ‘insanların dünyası’ diye adlandırılan bir dünyada, kendilerine yaşayacak bir toprak parçası bulmak için denize açılan on yedi Türkmenin yolculuğu, fırtınalı bir denizin dalgalarında noktalandı.” (A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:24) “Bütün bunlara karşın, bu romanı kaleme alanın, yapıtını o arkası gelmek bilmez maceralara devam edeceğim diyerek noktalamış olmasını esrimeyle karışık bir saygı duygusuyla kabulleniyordu; bu işe kendisi sıvanmayı sıvanmayı bir, iki kez denedi.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:12) “Buraya büyük paralar kazanma, hayatı öğrenme, kendini tanıma, bir koca bulma ve ailesini getirtip yaşadığı yeri gösterme planlarıyla gelmişti. Cebinde kuruşu kuruşuna bir hayali gerçekleştirmeye yetecek kadar parayla dönüyordu..... mutluydu, artık noktayı koyma vaktinin geldiğini biliyordu.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:207) “Bakın neler oluyor! Mahkeme Başkanı da dosyayı inceledikten sonra Halk Temsilcilerinin görüşünü paylaşır: -Ben de Halk Temsilcileri gibi düşünüyorum. Sanıkların tümü aklanmalı ve bu dava burada noktalanmalı.” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:79) “Sonra, sözü noktalamak ister gibi Bayan Kinsolving yeniden anlatmaya koyuldu: -‘Onun her yerde bu olaydan söz ettiğini düşündükçe ne yapacağımı bilemiyorum. Sözde en güzel dairemizde sırtında tuğla taşıyan bir hayalet görmüş, ihtiyar bir adammış bu...” (O. Henry, “viski soda”, sa:67) “Bir yazının sürekli olarak kendini yazdırdığı bir süreçtir bu artık. Seneler geçer, geride kalan onca sözcüğe karşın nerede olduğunuzu bir türlü kestiremezsiniz. Ama sonuç ne olursa olsun, yaşadıklarınızın tümü bir özleme tutsaklıktır, bunu çok iyi bilirsiniz.‘Parantez kapanır’, bir nokta konur. Hayat, o insanlar için, olanca hızı ve umarsamazlığıyla devam etmektedir.” (M. Levi, “Bir Şehire Gidememek”, sa:95) “Bir yıl içinde, 32,000 ruhani çevre açılır Katolik kültü için. Bonaparte, bu yeniden dirilişe bir nokta koyacak ve, bunun için de, Papalıkla antlaşmalara girişecektir. Anayasal Kilise için tehlike çanlarıdır bu. Grégoire bu durumda şunu yapar: Papa’nın da isteği üzerine, Blois Piskoposluığu görevinden ayrılır. Ne var ki, Napoléon’un ve İmparatorluğun amansız düşmanı kesilecektir.” (S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:190) Noktası noktasına : Harfi harfine, aynen, olduğu gibi, eksisksiz, tıpatıp “-Alaya başladınız Aleksey Fedoroviç. -Yok canım, şaka söylüyorum, darılma. Aklımda bambaşka şeyler var. Yalnız, müsaadenle, bütün bunları sana böyle noktası noktasına kimin anlattığını sorabilir miyim?” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:123) “Paris’ten tiksindiği için gelip sığındığı bu taşra yaşamı ortasında, Carville kasabasının dedikodularını dinlemekten başka bir eğlencesi yoktu düşesin; bunları, oda hizmetçileri ve kasabada sevgilisi olan Mademoiselle Pierrette, noktası noktasına bildirirdi ona.” (Stendhal, “Lamiel” Cilt:I, sa:26) Noktürn : -Nocturne- (MUS.) : Herhangi kat’i bir şekil-form taşımaksızın, rüyavi, duygusal niteliği olan müzik parçası; <Nocturns>: Kilisede gece vakti düzenlenen servis “Chopin’de çoğu zaman dar anlamda sesler yoktur; şarkı değildir yazdığı, o piyano için besteler,ve sık sık (özellikle kimi noktürn’lerde, örneğin VII. VIII. IX. noktürnler-) bir parçanın içinde, sanki belirsiz bir düo içinmiş gibi, ikinci bir sesi sezindirdiği olur ama bu ses hemen kesilir ve bütün içinde erir.” (A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:33) N’olacak; N’oldu; N’oluyor; N’olur : ‘Ne oldu’,‘Ne olur’un konuşma dilinde kısaltılmış şekli “UYUMAKTA KENT *** Hatırında mı, hatırında mı o avlu sessiz, o sessiz ev, ortasında bembeyaz vişnelerin? Ah, uzak kaygılarım ve anılarım gereksiz n’olur hapishanemde arta arda dirilmeyin, ben ki kilit altındayım bir hücrede güneşsiz” (Dimço Debelyanov<1887-1916>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.06.07) “-Çok kalma emi, vallahi dört gözle yolunuzu bekliyeceğiz. -İnşallah... İşlerimi yoluna koyayım da... Eylül sonuna kalmaz, dönerim. -Enişte, enişte, n’olur, mektup yazmamazlık etme.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:68) “-Evet, ben artık işten eve, evden işe. Giyimimden utanıyorum. Dedim ya, senin çalışman drahoma için, Filistin için, üstün başın benden iyi. Bana kızma n’olur, e mi?” (Füruzan, “Kuşatma”, sa:100) “Tanrım! Tanrım, Angele şu anda içeri girmese bari, işte yeniden hıçkırıklara boğukuyorum… Tümüyle sinirsel, sanırım; hep sayıp gösterme işinde böyle olurum ben. Üstelik, şu anda titriyorum da! N’olur! Başım için, kapatalım bu pencereyi. Bu sabah havası titretti beni. Yaşam, başkalarının yaşamı!” (A. Gide, “Batak”, sa:98) “Her yanı tutulmuştu, ağrılar içindeydi, yaraları, gövdesinin zedelenmiş yerleri gecenin soğuğuyla sızlıyordu. İnşallah yine dövüşmek zorunda kalmasam, diye düşündü. N’olur, dövüşmek zorunda kalmasam yine.” (E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:94) “Şu Samuel, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun da desteklediği bütün yoğun direnişlere karşın, yine de trenin Münih’te kaldığı yarım saatten yararlanarak bir otomobil gezisi yapmaya kandırdı bizi. Kendisi bir araba alıp gelmeye gittiğinde, kız, gar binasının holünde kolumdan tutarak: ‘N’olur bu araba gezisini önleyin!’ dedi.” (F. Kafka, “Hikayeler-İlk Uzun Tren Yolculuğu”, sa:211) “Köroğlu’m der ki nolacak Takdir yerini bulacak Mavilim kaldı kalacak İlle mavili mavili” (Köroğlu-Prof.Dr. K. Mehmet Fuat, “Türk Sazşairlerine Ait Metinler ve Tetkikler (IV)”, sa:56) “Daha sonra da ara ara gelip kadına yalvarmaya başlıyorlardı. ‘Büyük Hanım, bırak n’olursun bu inadı! Biz de evladın sayılırız senin. Hadi kalk, bizim eve gidelim.’ Yaşlı kadın inatçı bir ifadeyle hayır diyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:9) “PEREGRİNA III -----------------N’olur? Bir gün eşiğim üzerinde Oturur görürsem onu, evvelki gibi, Alaca karanlığında sabahın, yanında bohçasıı, Ve vefalı gözleriyle bana bakarak: Yine geldim! dediğinde, Dolaşarak koca dünyayı.” “Eduard Mörike<1804-1875>-Ertuğrul Pamuk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.07.03) “BİRİNCİ PERDE, BİRİNCİ SAHNE GLUMOV - Anne! Haydi şu mektupları yazıver, n’olursun. MADAM G: - Evde ağza konacak bir lokma yemek yok. GLUMOV - Sen benim dediklerimi yap hele, görürsün bak, nasıl tıka basa doyarız.” (A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:19) “KAFKASYA’YA GİDİYORMUŞSUN... <Kaysın KULIEV’e> -----------------------------------------------Tan yeri ağarınca karanlıktan çık, n’olur? Şair son ricam olsun buna sebep. O güzelim dağlara benim için selam dur, Ana yurdumun toprağını öp!” <Askeri Hastane, Aralık 1942> (Kerim Otarov<1912-1974>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.09.04) “SALI Salı günü öleceğim, bir yazın bitiminde ------Önce ayakkabılarınızı çıkarın sessiz sessiz ve yumuşacık giriverin avlusuna anamın. Bir gitar eşliğinde benden, bir şiir okuyun, kızımı da alnından öpmeyi unutmayın n’olur sakın gitmeyin, biraz daha oturun, yapayalnız bırakmayın onları sakın!” (Vanya Petkova<d.1944>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.08.07) “KUŞ -----Bana konuk gelecekmişsin. Düşsel kulelerin kiracısı ben, ne mutluyum, bir bilsen. Ama, n’olursun, gelirken dikkatli ol ve özellikle de - gideceğin zaman, çünkü ben düşsel kulelerin yıkılış gürültüsünden daha korkunç bir şey asla görmedim, inan.” (Nadya Popova<d.1952>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.03.08) “Sergio her akşamüstü, içeri girer girmez neden iyileşmediğini soruyordu büyükanneye; iyileşirse Disney’e gideceklerdi. Sağlığına çabucak kavuşması için yalvarıyordu, n’olur, n’olur. Annesi bunun üzerine öylesi bir kahkaha atıyordu ki, neredeyse pencerelerin camlarını yere indirecekti.” (S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:9) “Karnına üç kurşun sıktım. Aptalca bir görünüşle yere yıkıldı, dizlerinin üstüne ve başı sol omzuna düştü. -Hıyar oğlu hıyar, dedim, hıyar! Kirişi kırdım. Öksürdüğünü duydum. Biri: ‘N’oluyor, kavga mı var?’ diye sordu, sonra hemen arkasından: ‘Katil! Katil! diye bağırdılar.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Herostratos”, sa:94-5) “ ‘N’oldu sana? Hasta mısın ki?’ ‘Yo...’ ‘Neye öyle durup batırsın?’ ‘Hiç.’ ‘Deyiver, deyiver.’ ‘Bir şey yok vallaha.’ ‘Benzin solmuş.’ ‘Gece uykum kaçtı da.’ ” (Ö. Seyfeddin, “Yalnız Efe-Hoca’nın Ölümü”, sa:45) “PETRUCHIO - E deneriz görürsünüz. Rüzgarlar durmak nedir bilmeden estikleri halde, dağlar nasıl bana mı demiyorsa, ben de öyleyim. (Hortensio kafası yarılmış olduğu halde girer.) BABTISTA - Aman azizim, n’oldunuz, neniz var? Neden betiniz benziniz bu kadar solmuş? HORTENSIO - Eğer benzim uçmuşsa diyebilirim ki korkudandır.” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:49) “EDGAR - Kendini kaybetti; efendimiz, efendimiz... KENT - Parçalan yüreğim, n’olur parçalan! EDGAR - Gözlerinizi açsanıza efendim!” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:158) “Aşk bir yavrudur; n’olur bunu öyle söylesen, Büyümesi süren şey, kıvama erdi desen?” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:115, sa:271) “Dostlara Mektup Acıyın dostlarım bana azıcık, N’olur, yatıyorum çukur içinde! Üstümde ne bir ot, ne de fundalık... Kader attı beni böyle sürgüne, Nasıl buyurduysa Tanrımız öyle.” (François Villon <1431-1463>-Hüseyin Demirhan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.06.05) nolens volens : (LAT.,KOLL.,DAVR.) <no’lens vo’lens> : İster istemez = Willy-nilly; Whether willing or unwilling (İNG.) noli me tangere : (LAT. MYTH.) : Esasında Hz.İsa’ya atfedilen ve İncil’den alınan bir söz: ‘Bana dokunmayınız!’ Prensip olarak da, bir dinsel inanışın dokunulmasını yasakladığı şeyler için kullanılır. (VULGATE, John. XX, 7) “Bu iki gemç insanın sözlerini, hareketlerini not edeyim diye onları gözlemekk ne yapıma uyar, ne yüzüm tutar. Noli me tangere. Bu, güzel aşklara yakışan bir sözdür. Ben görevimin ne olduğunu biliyorum: kendisine göz kulak olduğum bu kalbin gizine saygı göstermek. Birbirlerini ne çok seviyor bu çocuklar!” (A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:178-9) nolimus aut velimus : (LAT.) <noli’mus ov’t ve’limus> : ‘tertemiz olmak, ikisi de bir!’ ‘Boğazına kadar çamura batmak’, ya da nolle prosequi, nol-pros : (LAT.,HUK.) <noli prosi’kui> : Ademi takip = takipsizlik kararı, beraat nolo contendere : (LAT:,HUK.) <nolo kon’ten’dere> : Suç iddia edilmesine itiraz etmiyorum (Sanığın suçunu üstüne almadan cezayi kabul etmesi halinde kullanılan tabir = I do not wish to contest the suit (İNG.) nomad : -isim, sıfat- (SOSY.,KOLLO.,İNG.) <no’med> : Göçebe; nomadic : göçebeye ait; nomadize : göçebe gibi oradan oraya gezmek, göçmek nom de plume : (FR.,EDEB.,KOLL.) <no(m) dö plüm> : Kalem <müstear> isim = Pen name (İNG.) nominalism : (SOSY.,FEL.) <nomi’nalizm> : Genel kavramların gerçekte var olmayıp yalnız birer isimden ibaret olduğuna dair doktrin, felsefe nonage : (ING.,SOSY.,KOLL.) <non’eyc> : a) Rüşte ermemiş olma, çocukluk, sabavet; b) nonagenarian : doksan yaşına gelmiş adam nonce : (ZAMAN,KOLL.,İNG.) <non’s> : Simdiki vakit, bir kere; for the nonce : şimdilik; nonce word : yalnız bir olay vesilesiyle icat edilmiş non compos mentis : (LAT.,HUK.) <non kom’pos men’tis> : Mümeyyiz değil; aklına malik değil non culpabilis ! : (LAT.,HUK.) <non kul’pabilis !> : Suçlu değil ! : Not guilty ! (İNG.) nonego : (METAF.,PSYCH.) <non’igo> : Benlik dışındaki dünya, objektif evren nones : (ROMA MYTH.,DİN) <non’z> : Eski Roma tarihinde bazı ayları5’ine, bazı ayların 7’sine verilen isim; Katolik’lerin ikinci ibadeti non est inventus : (LAT.,HUK.) <non est inven’tus> : Bulunamadı, icat edilmedi (Yeni Redhouse Lügati) non multa sed multum : (LAT.,MİKT.,KOLL.) <non multa sed multum> : Miktar değil, kalite (önemlidir) = Not quantity but quality (İNG.) non ogli fiore fa buon odore : (LAT.,BİTK.,KOLL.) <non og’li fi’yore fa bu’on odo’re> = Her çiçek güzeltatlı kokmaz = Not every flower has a sweet odor (İNG.) Nonoş : Sevgili, can-ciğer sarması dost; Eşcinsel, kadınsı (Argo) “MAMA -... ‘Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!’ Sözler öylesine net anlaşılıyor ki doğanın bir gücü olsa gerek. Biraz da nonoşluğundan geliyor canım. ELIZABETH - Yaa, demek o biçim ha?” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:36) “GUINNESS DADI - Genç bir kızın önünde yakışık alır mı böyle sözler söylemek? Haydi nonoşum, güzel güzül çayını iç. Kulak verme ona. (Bir fincana çay koyar.)” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:9) Non pluribus impar : (LAT:,KOLL.) <non plu’ribus im’par> : ‘Öbürlerinden farklı değil!’ (Fransa’da, 1879 başkaldırısı ve 1815 Waterloo mağlubiyetinden sonra çok daha tutarlı, dengeli ve hukuka hürmet eden bir sosyal durum gerçekleşiğinin ifadesi!) “Austerlitz artık yaşlanmıştı. Mihrapla <Din işleri idaresi> ile taht <hükümetin idaresi>, tantanalu bir şekilde el ve gönül birliği kurdular. On dokuzuncu yüzyılda toplumun esenliği bakımından gerekli en söz götürmez şekillerden biri Fransa’da ve kıta üzerinde kuruldu. Avrupa beyaz kokard takındı. Trestaillon <Sosyal huzura karşın, ‘serbest din’ direnen, şehirlerde geceleri patlamalarla halkı galeyana getirmeye çalışan silahlı bir güruh!> ün kazandı. Non pluribus impar şiarı ‘Quai d’Orsay’ kışlasının cephesinde güneş ışıklarını temsil eden taşların üzerinde yeniden ortaya çıktı..” (V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman, Cilt:II, sa:90) nonplus : -isim,fiil- (DAVR.,KOLL.) <non’plas> : şaşkınlık, hayret göstermek non possumus : (LAT.,PAPAL karar!) <non possu’mus> : Yapamayız! Başvurunuz reddedilmiştir! = We cannot (PAPAL form denying a request) (İNG.) non sequitur : (LAT.,MATH.) <non sekvi’uır> : Bundan bir sonuç çıkmaz; mantığa sığmayan sonuç non sum qualis eram : (LAT., PSYCH.) <non sum kua’lis e’ram> : Ben, (eskiden) olduğum adam gibi değilim artık = I am not the man I used to be (HORACE, Odesi IV, 3) (İNG.) no-par : (SOS.,KOLL..) <no-par> : Göreceli-itibari değeri olmayan nosce te ipsum : (LAT.,PSYCH.,KOLL.) <nos’ke te ipsum> : Kendini bil! = Know thyself (CONFICIOUS: ‘Her şeyden önce kendini bil!’ M:Ö: 5.000) (İNG.) nose : -isim,fiil- (ANAT.,KOLL.,İNG.) <no’z> : Burun, koklama hissi; burun gibi çıkıntılı yer; Burnunu sürmek, burnundan konuşmak ya da şarkı söylemek; Burnunun doğrusuna gitmek; nose-bag : atın yem torbası; noseband : at başlığının burun kayışı; nosebleed : burun kanaması: nose dive : (HAVAC.) Burun aşağı dalması; nose-gay : çiçek demeti; nose out : özellikle koklayarak bulmak; Yarışta çok az bir farkla birinci gelmek; nosepiece : zırh başlığının burun siperi; Mikroskopta objektifin takıldığı yer; At takımında burun kayışı; as plain as te nose on your face : besbelli, aşikar; bite one’s nose off : birine ters cevap vermek; count noses : bir yerde hazır bulunamayanları saymak; follow one’s nose : dosdoğru gitmek; Keep one’s nose to the grindstone; birini insafsızcasına çalıştırmak; lead by the nose : burnundan çekip götürmek; Körükörüne izletmek; look down one’s nose at : hakir, aşağı görmek; pay through the nose : Pek pahalıya mal olmak; poke one’s nose in : vazifesi olmayan işe burnunu sokmak; put one’s nose out of joint : Birinin ayağını kaydırmak, gözden düşürmek, işini bozmak; turn up one’s nose at : Birini hakir görmek, under one’s nose : burnunun dibinde; noselesss : burunsuz (Yeni Redhouse Lügati) Nostalji : Yurt, ebeveyn, eş, sevgili, yavru, ‘geçmiş güzel zamanlar’ özlemi <Yurtsama, evseme, çağsama> “... her defasında da yaşlılar gibi düşünmeyi öğrenememiş doksan yaşında bir adamım ağzından yazıyordum. Aydın kesim, her zamanki gibi pısırıklık etmiş, kendi arasında bölünmüştü, hatta en akla gelmedik yazıbilimciler bile el yazımı rasgele analiz ederken anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Kamuoyunu bölen, polemiği kızıştıran, nostaljiyi moda haline getiren de onlar oldu.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:67) “İstiklal Caddesi’nde aynı yolu geri dönerken, Çiçek Pasajı’nın içine bir göz atalım diyorum. Günün bu saatı tenha olur.. İnsan bakmanın tadını çıkarır. ‘Hadi biraz da biz nostalji yapalım!’ diyorum Tuğde’ye. O ise bana ‘Nostalji ne demek?’ diye sormuyor bile. Günün her çeşit modasına vakıf bir kız işte!” ..... “Gündelikte, bize geçmişi en kolay hatırlatan şeylerden biri şarkılar değil midir? Neden, nicedir, doya doya ‘Akşam oldu hüzünlendim ben yine’ şarkısını sahici bir içtenlikle söyleyemez olduk. Ya da ‘Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç’i... Her konuda repertuarı sığ olan kaba, kıyıcı ve yağmacı bir kalabalığın, ‘eski’ diye bilebildiği birkaç şarkıdan biri olarak, nostalji modasının gündelik tezgahında içi boşaltılmış birer tüketim nesnesi oldular nicedir.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:272;273) notus : nous : (DOĞA,KOLL.,İNG.) <no’tus> : L o d o s rüzgarı (nadiren) (YUN.FEL.,DİN,FR.) <nu> : Akıl, aklıevvel, aklıkül; zeka, feraset; en yüksek akıl timsali olan Tanrı nous verrons : (FR.,KOLL.) <nu ver’on> : Göreceğiz ! = We shall see ! (İNG.) Nouveau riche : (FR.,SOSY.,PSYCH.) <nuvo riş> : Yeni zengin = One who has recently become rich (İNG.) Novella : Kısa roman yazı türü “Novella olarak da adlandırılan, mücevher gibi kısa romanlara bayılırım. Osmanlı deyimiyle ‘efradını cami, ağyarını mani’ <asolanı anlatan, gereksiz ögeleri de ayıklayan> romanları okumaktan zevk alırım. Bu formatta başyapıtlar yazılmıştır. Hemen aklıma gelen birkaçını saymak gerekirse Ernest HEMINGWAY’in ‘İhtiyar Adam ve Deniz’, John STEINBACK’ın ‘Fareler ve İnsanlar’, Gabriel Garcia MARQUEZ!in ‘Kırmızı Pazartesi’, Yaşar KEMAL’in ‘Yılanı Öldürseler’, KAFKA’nın ‘Dönüşüm’, DOSTOYEVSKY’nin ‘Yeraltından Notlar’ kitaplarını sıralayabilirim.Ve elbette ÇEHOV’un uzun hikayelerini.” (Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:183) Novena : Roman Katolik dininde ‘Dokuz gün süren özel dua ya da ayin’. “Bu arada Dona Maria Ana, Portekizli Başnedimesi Onhao markizi ile sohbet etmekte. Gün boyunca yaptıkları dindarca işlerden konuşmayı bitirdiler bile. Lekesiz Gebelik’in çıplak ayaklı Karmelitleri’nin manastırına yaptıkları ziyaret, yarın San Roch Kilisesi’nde başlayacak olan Aziz Francis Xavier novenası, daha neler neler...” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:8) novice : (HIRİS.,KOLL.) <no’vis> : Papaz adayı; rahip ya da rahibe adayı; kiliseye yeni bağlanmış, başlangıçtaki din adamı noyade : (TARİH,FR.) <nua’yad> : Fransız Devrimi sırasında bir çok kişiyi birden (suyla) boğarak öldürme Nöbet : Defa, kez “Halis muhabbet; kavgasız, gürültüsüz olmaz, derler. Biz de Hüseyin’le günde en aşağı beş nöbet kavga ederdik.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:13) Nöroz (Nevroz) : (PSYCH. MYTH.) : İnsanda, gerçek ile ilişki kopukluğu ve ciddi bir düşünce bozukluğu olmaksızın, bir seri ruhsal-sinirsel rahatsızlıklar serisi, örneğin fobi’ler, obsesyon’lar vb. “Bugün İtalya’da kurtuluş savaşının trajik bir bölünme devri olduğunu ve artık ulusal bir uzlaşmaya gereksinim duyduğumuzu söyleyenler var. O korkunç yılların anılarının bastırılması gerekiyormuş. Ne var ki, bastırma nevroza yol açar. Uzlaşma, iyi niyetle kendi savaşımlarını veren herkese anlayış ve saygı göstermek anlamına geliyorsa, bağışlamak, unutmak anlamına gelmez.” (U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:31) nuda veritas : (LAT.,KOLL.) <nu’da veri’tas> : Çıplak gerçek = The naked truth (İNG.) nudge : (İNG.,DAVR.,KOLL.) <nac> : Dirsek ile dürtmek; (FİG.) Birinin dikkatini çekmek nudis oculis : (LAT.,KOLL) <nu’dis oku’lis> : Çıplak gözle = With the naked eye (İNG.) nudis verbis : (LAT.,KOLL.) <nu’dis ver’bis> : Sade, anlaşılır sözcüklerle = In plain words (İNG.) Nuh (dedi mi) deyip peygamber dememek : Fikirlerinde çok ısrarcı olmak, söylediklerinde direnmek, inatçılık etmek “GÜLTEN - Felsefeden mezunum... EMEL - Felsefeden mi?.. GÜLTEN - Evet. EMEL - Kusura bakmayınız ama hepsi ukala olurlar. Bir tanıdığım felsefeci vardı, Nuh derdi peygamber demezdi.” (S. Engin, “Suçlu”, sa:48) “Riquet insanlara ait yemek odasında ağzına lokma koymazdı. Müşfik ve duygusal Bay Bergeret’nın ısrarı boşunaydı. Çabaları boşa giden Bergeret, görkemli ve iyiliksever bir edayla Riquet’yi ikna etmeye çalışıyordu: -Lazare, Lazar ben iyi niyetli, hamiyetperver bir zengin değil miyim? Neden sana verdiğim yiyecekleri kabul etmiyorsun? Riquet Nuh diyor Peygamber demiyordu. Şu anda soylu bir ortamdaydı ve bu onu ürkütüyordu. Efendiye ait ete saygı göstermesi gerektiğini çok iyi biliyordu ve kimse onu bundan vazgeçiremezdi.” (A. France, Bay Bergeret Paris’te”, sa:6-7) “Oysa biz ne adamlar görmüştük, ailelerinden gelen her şeyi koğuşa dağıtırlardı. Ama bu alçak herif, Nuh diyor Peygamber demiyordu. On dört gün kalacaktı içerde; karavanayla gelen lahanaları, çürük patatesleri yiyerek midesini bozamazdı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119) “Baltayla çamlığa kimse giremezdi. Balta sesini duymayan kalmazdı. Bir evde yaşlı eski bir hızarcı vardı, testeresini sarmış sarmalamış birlikte getirmişti. Komşular ona başvurdular, çamları testeresiyle kesmeye razı olmadı. Komşular onun üstüne çullandılar, yaşlı hizarcı Nuh diyor da Peygamber demiyordu.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:425) “ ‘Gitme Çukurovaya,’ diye ona yalvardı Ümmet. ‘Bu sefer Çukurovadaan sağ çıkamazsın. Çukurova kırk bin hayın göz koymuş seni bekliyor’ Uzun uzun tartıştılar, Sarı Ümmet Memedi yolundan çeviremedi. Nuh diyor da Peygamber demiyordu.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:467) “Hiçbir mahkum bu durumda (günah çıkartılmasını reddi nedeniyle) ölüme gönderilemeyeceğinden infaz ertelendi. Ve Piachi hücresine geri götürüldü. Üç gün boyunca onu ikna etmeye çalıştılar. Ama boşuna! Nuh diyor, peygamber demiyordu.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Yetim”, sa:120) “Büyükannem de ona bir şamar aşketmiş ve dedemin gözden düşüşünün bir belirtisi olarak o gece yalnız başına yatıp uyumuş. Verdiği bu ailevi cezanın onu yola getirdiğini umarak ertesi gün kocasını yanına çağırtmış ama, bakmış ki dedem Nuh diyor peygamber demiyor. Yaşamımda ilk kez, kocasıyla mantık çerçevesinde içinde konuşmaya ve ona açıklamalarda bulunmaya tenezzül etmiş.” (A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:117-8) “Doktor diz çökerek, boş yere bu çok nemli odanın köylü gibi güçlü bir adamı bile hasta edeceğini, kendisininse yüksek sosyete kadınları gibi çıtkırıldım bir bünyesi olduğunu düşünmesini ondan istediyse de, Lamiel Nuh deyip peygamber demedi.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:91) Nuh(-u) nebiden kalma : Çok eskilerden kalma “Basamakların sağlamlığını yoklarcasına bastonuyla vurarak, ağır ağır çıkıyordu merdivenden. Generalin arkasından da, başında geniş kenarları yukarı kalkık, Nuh Nebi’den kalma şapkası, sinek kaydı tıraşlı, emekli profesör Pavel İvanoviç Knopka bastonunu basamaklara vura vura geliyordu.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:43) “ŞAMRAYEV -... Ya komik Çadin, Pavel Semyoniç Çadin, onun nerede olduğunu biliyor musunuz? Rasplyuyev rolünde onun gibisi yoktu. Sadovski’den bile üstündü, inanın hanımefendi. Kendisi acaba nerede şimdi? ARKADİNA - Durmadan birtakım Nuh nebiden kalma şeyleri sorup duruyorsunuz. Nereden bileyim canım! (Oturur.)” (A. Çehov, “Martı”, sa:35) “Başka zamanlarda öylesine karanlık olan ve şimdi gittikçe keyiflenen yürüyüşçülerin saptıkları liman sokaklarında da, dökülen bir ışık yağmurunu andıran hafif bir parıltı titreşiyordu. Güneş, bu öne doğru eğilmiş çatıların arasından parlak yüzünü tam olarak gösteremiyordu; çünkü çatılar, hiç durmadan gevezelik eden iki ninenin Nuh nebiden kalma bone’leri gibi, siyah ve çarpık çurpuk vaziyette, birbirlerine iyice sokulmuştu.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:27) nula es retencio : (İSP.,KOLL.) <nu’la es re’ten’siyo> : Hiçbir yer Cehenneme benzemez; Cehenneme bir düşüldü mü, bir daha çıkılamaz “ ‘Sen buraya Arafat mı diyorsun? Cehennem demelisin, cehennem! Hatta daha da kötüsü, dünyanın en berbat yeri bu!’ ‘Cehennemi karıştırmayın; işittiğime göre, nula es retencio imiş.’ ‘Tek kelime anlamıyorum söylediklerinden; ne demek o?’ ‘Retencio, insan bir kez cehenneme düştü mü, bir daha çıkamaz demek...’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:178) nul bien sans peine : (FR.,KOLL.) <nul biyen san peyn> : İyi bir şey, zahmetsiz kazanılmaz = No gain, without pain (İNG.) nulla nuovo, buona nuova : (LAT.,KOLL.) <nul’a nuo’va, buo’na nuo’va> : Haber yok, işte bu iyi! = No news is good news! (Genellikle savaş ya da mahkeme gibi sonucu şüpheli durumlarda) (İNG.) nulli secundus : (LAT.,KOLL.) <nu’li sekun’dus> : İkinci olmayacak derecede ileri! (Satış işlerinde: rekor!) = Second to none! (İNG.) Numara(cı); Numara çevirmek, yapmak : Olmayan şeyi olur göstermek, aldatmak, yalan söylemek; Gösteri yapmak; İşin can alıcı, püf noktası, sırrı “Belki de haksızım. Ben ona sinirlendiğim için öyle sanıyorum. Yoksa sigaraya alışan çocuğun saf, temiz, fena niyetsiz haliyle piposunu içiyor belki. Belki de suratındaki ekşilik numara değildir de, cıgaraya alışan çocuğun tükürmesi gibi bir beze işlevidir. İddia etmem, belki de...” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Plaj İnsanları”, sa:84) “Ali bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. Fakat arkadaşlarından üstün görünmek istemeden . Onun için dürüst, gösterişsiz işleyecek. Yoksa işinin fiyakasını da öğrenmiştir. Onun ustası İstanbul’da bir tek elektrikçi idi. Bir Alman’dı. Ali’yi çok severdi, işinin dalaveresini, numarasını da öğretmişti.” (S.F. Abasıyanık, “Semaver”, sa:10) “Bir cıgara molası esnasında sarışın amele, yardımcısı Salih’e: -Bana bak ulan, dedi, numaracı! Beni eşek yerine alma. Namusum hakkı için, bir kafam kızarsa, atarım denize seni.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:13) “Tuhaf birşeyler oluyor diyordum kendi kendime. Bu adam babam olduğunu söylüyor, ama bu doğru söylüyor demek değil. Bir numara yapıyor olabilir.” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:45) “Su üzerinde ilk yürüdüğümde on iki yaşındaydım. Bu numarayı bir gecede öğrendiğimi iddia etmeyeceğim, siyah elbiseli bir adam öğretti her şeyi. Yehudi Usta beni bulduğunda, Saint Louis sokaklarında dilencilik yapan dokuz yaşında bir öksüzdüm...” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu” <Vertigo>, sa:7) “... ama umarım, Robert, kızını ya da oğlunu bu Kretz denen adamla bir dakika bile yalnız bırakmazsın; ukalalıktan cinsiyetini bile unutmuş. Batma numarası yapıyorlar Robert, ama iyi yapamıyorlar, bir tek largo (müzikteki en ağır tempo) eksik, derken üçüncü sınıf bir mezara giriverirsin...’ ” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:254) “Başkan ‘ın bir çeşit ucuz kampanya numarası yapmayı denediğini umut eden Rachel, ‘Belki de masum bir ricadır,’ dedi. ‘Belki de bazı hassas bilgilerin indirgenmesine ihtiyacı vardır..’ ” (D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:29) “ ‘Bu ambigramı çok ilginç buluyorsun, öyle değil mi?’ diye sordu. Langdon başını salladı. ‘Büyüleyici.’ ‘Bu odadaki en ilginç şsyin o olduğunu mu söylüyorsun?’ Langdon bunu düşünüyormuş gibi numara yaparak, başını kaşıdı. ‘Şey, ilgimi daha çok çeken bir şey var.’ ” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:574) “-Övünüyor musun bununla? Karısını dövüyor şimdi değnekle, zavallı kadını... -Damla hastalığı olduğu için yürüyemediğini söylemişti bana. -Numara yapmış... Sen de hemen koltuk değneğini verdin.. Değnek kadının sırtında parçalandı, sen de çatallı bir dala dayanarak yürüyorsun şimdi...” (I. Calvino, “İkiye Bölünen Vikont”, sa:105) “Yumruklara dökülemeyen yaşlılık öfkesi, şaşkınlık verici taşkın bir kabalıkla ortaya seriliyor: ‘Pislik Boynuzlu - Aşağılık salak - Numaracı - Pezevenk.’ ” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:103) “ ‘Senin gibi bir adama yakışır mı! Git kendini ipe çek daha iyi. Dolandırıcılık pis bir numaradır.Yalan mı?’ Kör dilencinin gözleri dolu dolu oldu, aslında, çocuk değil, savaşta, üç yıl cephede savaşmış bir yetişkindi.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:267) “Çantaların kendileri de bir servet oluşturduklarını bilirler sanki, süslenip püslenerek iki dirhem bir çekirdek çarşıdan gelip bakışlarına kendilerini buyur ederler. Ansızın ritmik devinimlerde bulunmaya kalksalar, tüm çantalar ilgili devinimlere katılsa da bir cümbüş havası içinde raksedip önlerinden gelip geçenleri baştan çıkarmak için bütün numaralarını ortaya dökseler, hiç de şaşırtıcı bir şey sayılmazdı bı.” (E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:18) “Boğazına sarılıp yumrukluyorum, onu Esther’in önünde rezil ediyorum; ya da iyice dayak yiyip onun için nasıl da kavga ettiğimi, acı çektiğimi Esther’in görmesini sağlıyorum. Saldırgan görüntüler ya da numaradan aldırmazlık veya toplumsal bir skandal düşledim, ama ‘Bu delikanlıyı yemeğe davet etmek istiyorum’ sözcükleri asla aklımdan geçmedi.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:83) “ ‘Şu anda aşağıda bir adam var,’ diyor Fyodor Mihayloviç ısrarla. ‘Nerede?’ ‘Siz onu görmediniz ama emin olun o sizi görmüştür. Dilenci numarası yapıyor.’ ” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:105) “Yorgun numarası yapıyor ve akşam yemeğinden sonra odasına çekiliyor; gündelik yaşamını sürdüren Lucy’nin çıkardığı sesler belli belirsiz ulaşıyor kulağına: açılıp kapatılan çekmeceler, radyo, telefon konuşmasının mırıltıları...” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:102) “Bu kez, uzun bir süre sessiz ve düşünceli ve ciddi bir şekilde Methuen’e baktı ve ‘Birisi Belgrad’dan Selanik’e yürümeye kalksa bu ne kadar sürer?’ dedi..... ‘Belgrad’dan Selanik’e mi?’ dedi Methuen. ‘Nasıl yürüdüğüne bağlı. Ben şahsen yürümem ve eğer benim için planladığın buysa...’ Dombey, homurdandı ve ‘Bekle,’ dedi, ‘sevgili dostum, bana acele ettirme, bir dakika bekle.’ ‘Ben senin numaralarını biliyorum,’ dedi Methuen seertçe, ‘genellikle çok da umursamıyorum. Ama gerçekten Dombey, bu son iş çok yorucuydu. Mutlaka tatile ihtiyacım var.’ ” (L. Durrell, “Sırbistan Üzzerinde Beyaz Kartallar”, sa:11-2) “Casus için bu, gökten zembille inmiş gibi bir şeydi, asıl niyetinin açığa çıkmamış olmasının ötesinde, gözetlemesi gereken kişiyi, koluna girip izlemeye devam edebilirdi. Baudolino Trotti’nin söylediği çalılığa ulaştı. Numara yapmak zorunda kalmadı, çünkü sınır taşını bulmak için gerçekten her tarafı yoklamsı gerekiyordu.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:194) “Kilerci esinlenmiş ve aydınlanmış gibiydi; artık suskunluk ve numara yapma duvarı yıkılmış, geçmişi yalnızca sözcüklerle değil, görüntülerle de canlanmıştı sanki; bir zamanlar onu coşturan duyguları yeniden yaşıyordu.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:536) “Bonga televizyonunda ilk gösteriler yayınlandığı zaman, yapımcılar gösteriyi düzenleyenlerin akrabalarını stüdyoya getirir ve yanıp sönen bir ışık sayesinde (evlerinde televizyon seyredenler bu ışığı göremezler) ne zaman alkışlamaları gerektiğimi onlara işaret ederlermiş. Seyircilerin bu numarayı fark etmesi uzun sürmemiş.” (U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:53) “Sorulan klasik soru şudur: Hamlet’in içsel-ruhsal problemleri çok evveldenberi mi mevcuttu ve bu vahim olay dolayısıyla daha da derinleşmişti; yoksa, olay sonucu, dolaysız olarak etkilenerek bu hale düşmüştü. T.S. Eliot, zarif bir şekilde şöyle demişti: ‘Hamlet’in zihinsel hastalığı bir akıl hastalığından daha az, ama hasta numarası yapmaktan daha derindi.” (İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:128) “SANIK - Evet, on iki tutuklama... Ama dikkatinizi çekerim komiser bey, hiçbirinden mahkumiyetim yok... Sicilim temiz! KOMİSER - Şey, nasıl oldu da her seferinde bir numarayla paçayı kurtardın bilemem... Ama bu kez sicilini ben bozacağım haberin olsun!” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:7) “ELIZABETH - Birkaç gün sonra bu cümleye bizim Willam Shakespeare’in tekstlerinden birinde rastlarsınız..... Ne saklıyorsunuz o dosyada? Siz mi okursunuz bana, yoksa içindeki ahlaksızlıkları kendi başıma okuyayım diye her zamanki gibi burada unutma numarası mı yaparsınız?” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:46) “Karşısına getirilen Şvayk’a, ‘Demek, helaya gitmek istiyorsun?’ dedi dostça. Ama hemen ardından gözlerini Şvayk’a dikti: ‘Sakın bir numara çeviriyor olmayasın?’ ‘Yok, çavuşum,’ diye karşılık verdi Şvayk. ‘Büyük abdesimi yapacağım, o kadar.’ Çavuş, beylik tabancasını beline takarken, ‘Bir halt karıştırmayasın diye ben de geleceğim!’ dedi. ‘Çok kıyak tabancadır. Yedi mermi atar ve asla teklemez.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:272) “Vahşi yüzlü Kızılsakal, şimdi onlara hitap ediyordu; bir yandan da aşağı ovadaki bütün köye meydan okuyor gibi parmağını sallıyordu. ‘İşte orada! Orada saklı, çıplak ayaklı, paçavralar içinde; marangozluk numarası yapıyor, sanki o değil. Paçasını kurtarmaya çalışıyor, ama yağma mı var, bizden kaçabilir mi?’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:13) “Allah vere de candarmalar komutanlarına durumu açık etmişlerdi. Şarapçıdan şarap içebilmek için bu numarayı yapmış, herife de bal gibi yutturmuşlardı ama, ne olursa olsun, işin içinde gerçek payı vardı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:19) “Annem bana şuradan buradan havadis kırıntıları verir, ben de doktorun numarasına ayak uydurarak, burada bulunmanın ne iyi bir şey olduğunu söylerdim; ama, daha sonraları ona, beni buradan alması için yalvarmaya başladım.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:23) “Justiniana, ‘Dona Lucrecia’dan söz ettiğimi bal gibi biliyorsun, seni küçük şeytan, salak numarası yapma bana,’ dedi. ‘Kadının başına ne çoraplar ördün. Hiç üzülmüyor musun?’ ” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:130) “Hala oturmakta olan Kaptan Delano, adamın yeniden ö ürkütücü bunalıma kapılmak üzere olduğunu görüp burada artık istenmediğini düşünerek, içine doğduğu gibi esinti çıkacağına dair gözle görülür bir işaret olup olmadığına bakma numarasıyla oradan ayrıldı.” (H. Melville, “Benito Cereno”, sa:86) “Kısa bir sürede suçluluk duygularının da yardımıyla hırslı bir ‘idealist’ olmuştum. Bu idealizmle, yalan söyleyen, tembellik ya da iki yüzlülük eden, numara yapan yetişkinleri, hocaları, büyükleri hiç duraksamadan mahkum ediverirdim.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:287) “Onları aldatmak mümkün değildir, bileklere hiç aldırış etmez onlar. Bana bakar ve bilirler. Aslında onlardan biri olduğumu bilirler, sadece bir numara yapmak istediğimi bilirler.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:67) “Max Ophuls, Jean Bugatti’yle oldukça samimiydi, ondan uçak kullanmayı öğrenmiş, savaş öncesi dönemin masum gökyüzünde gözü pek numaralar yapmışlardı. Yanı sıra, ışıl ışıl yaz akşamları boyunca, bir zamanlar kutsal olan bu toprakların her karışını altın başlı aygırlar üzerinde dolaşmışlardı.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:191) “Bergere biraz kalktı ve bir elini Lucien’in böğrünün altına geçirdi, öteki el artık okşamıyordu, sıkıyordu. ‘Küçük güzel kalçaların var,’ dedi birden Bergere..... ‘Ah küçük blöfçü,’ dedi öfkeyle, ‘Rimbaud numaraları yapıyor ve ben de bir saatten fazladır onu baştan çıkarayım diye akıntıya kürek çekiyorum.’ ” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:189) “Ayakkabılarımın giydirilmesine, burnuma ilaç damlatılmasına, yıkanmama ve ovuşturularak kurulanmama, giydirilme ve soyunmama, süslenmeme ve okşanmama uslu boyun eğiyordum; uslu numarası yapmak kadar hiçbir şey hoşuma gitmiyordu. Hiç ağlamıyordum, pek az gülüyordum, gürültü patırdı yapmıyordum...” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:21) “Mrs. HUSHABYE, telaşla ayağa kalkarak. - Aman, canikom, gözünü seveyim. Cesurluğundan şüphe ettiğini çakarsa yandık..... Tüyler ürpertici bir numarası vardır. Üçüncü kattaki pencerelerin birinden girer öbüründen çıkar. Sinirlerinin sağlamlığını deniyor aklı sıra.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:32) “KITTEL - Harika bir buluş! Benzersiz bir numara! Aferin, beyler! Getto’ya ekmek getirmenize izin verdim..... Yumuşak yüzlülüğümün sonucu ortada. (Sessizlik.) Size bütün topluluğu görmek istediğimi söylemiştim. Yahudi mizahı ve nükteleriyle dolu, eğlenceli bir numara hazırlamışsınız.” (J. Sokol, “Getto”, sa:109) “Derken cambaz gerçekten dengesini kaybetti ama bir eliyle ipi yakaladı ve olduğu yerde asılı kaldı. Seyircilerden bir korku çığlığı yükseldi ve sonra sevinçle alkışlamaya naşladılar. Arkadaşları ipi germek için bir bocurgatı çeviriyorlardı, cambaz ağzını burnunu oynatarak bin türlü numarayla aşağı atladı.” (A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:21) “Kız güldü ve ‘Bende de aynı his uyandı, bu sabah taksiyle beraber Panaji’den geldiğim beye fena halde benziyorsunuz,’ dedi. Ben de güldüm. ‘Öyleyse, numara yapmanın anlamı yok, o adam benim.’ ” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:95) “Toycu Mahmut birden yılıştı: -Ulan dümbük Vahap Onbaşı! Bizi dünyaya bozum etti. Şart olsun Osman Abi... -Uzatma, sökül! Bunlar yeni numaralar mı oğlum?” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:59) “Petersburg’a gitmeye, karısını görmeye karar vermişti Aleksey Aleksandroviç. Anna’nın hastalığı numaraysa hiç bir şey söylemeden dönecekti. Anna’yı ölüm döşeğinde bulur, ölmeden önce onu görmek istediğini görürse affedecekti onu, geç kalırsa ona karşı son ödevini yerine getirecekti.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:779) “ ‘Hiçbir şey düşündüğüm yok. Söyledim ya sana.’ ‘Bugün içeri girebilseydik… Ben…’ Kızılsaç sustu. ‘Sarı Margarida garanti bekliyordur seni.’ ‘Ulan ne dümenci herifsin; yine numara yapıyorsun.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Yağmur”, sa:10) “ ‘Ne tutarsız kızmış! Yol vermelisiniz ona.’ ‘Bunu göze alamam, Bay Gray. Bu kız şapkalar icat ediyor benim için. Lady Hilstone’un bahçe partisinde taktığım şapka aklınızda mı? Değil ama çok şeker olduğunuz için anımsamış numarası yapıyorsunuz.” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:221) “TOM : ....Ah, unuttum! Bir büyük sahne gösterisi vardı. Bu seferki göstericinin adı Sihirbaz Malvolio. Muhteşem numaralar yaptı..... en muhteşemi tabut numarasıdı. Onu tabutun içine mıhladık, ama o çivileri sökmeden tabuttan çıkıverdi.” (T. Williams, “Serçe Hayvan Koleksiyonu”, sa:31-2) Numarayı vermek : Değerlendirme yapmak, hemen ne mal olduğunu belirtmek “Bunlar küstah bir şekilde yaklaşır ve iki metelik karşılığında bir parça isterlerdi. Kir Nicolas görür görmez haydutu tanır ve numarayı verirdi. Ancak, tepsinin yere devrilmesinden korktuğundan pek ses çıkarmaz ve adama istediği dilimi uzatırdı.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:135) nummulus : (LAT.): Küçük Roma sikkeleri; ‘Numuler egzema: Vücutta, küçük küçük daireler şeklinde başgösteren, tedaviyle genellikle kaybolan, ama gene geri gelen egzema. Kan hücrelerindeki geçici rahatsızlıklardan oluşuyor sanılıyor. Tedavisi kabil değildir. “ ‘Çin kültüründe böyle lekelerin önceki hayatında savaşta yanmış askerlerde çıktığına inanırız.’ ‘Gülümsedim. Yao da gülümseyerek karşılık verdi. Söylediklerinin anlamının farkında olup olmadığını bilmiyordum. Yeraltındaki o sabahtan kalma asla silinmeyecek izlerdi bunlar. On dokuzuncu yüzyılın ortasında bir Fransız yazar olarak gördüğümde, kalem tutan elimde de aynı cins egzema olduğunu fark etmiştim. Bu egzema türü adını, küçük Roma sikkelerine (nummulus) benzeyen yaralardan alır.” (P. Coelho, “Elif”, sa:179) numskull : (İNG.,PSYCH.,SOSY.) <nam’skal> : ahmak, mankafa, budala nunc aut nunquam : (LAT.,KOLLL.) <nunk avt nun’kuam> : Şimdi ya da hiç! = Now or never (İNG.) nuncio : (HIRİST.,DİN,İTA.) <nun’kiyo> : Papalık elçisi nunnery : (HIRİST.,DİN) <na’neri> : Rahibe manastırı nuptial : (SOSY.,KOLL.) <nap’şıl> : Evlenmeye ya da düğün törenine dair Nur; Nurlu : (Manevi) Işık, Tanrı’nın niteliklerinden biri, Tanrı’nın kendisi; Işık dolu, gönül ferahlatan “Bu Nur karşısında insan o hale geliyor ki, başka bir şeye bakmak için başını çevirmeye razı olması artık mümkün değildir; çünkü isteğin, dileğin hedefi olan her nimet orada toplanmıştır, orada kusursuz olan onun dışında kusurludur.” (Allahın dışında kalan nimetler ise ister istemez noksandır, yetersizdir.) -Dante, Cennet’te Tanrı’yla yüzleştikten sonra-” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:III, ‘Cennet’, sa:247) “ ‘Bütün velilerin ruhları, göklerin ruhani sakinleri ve yüce Arşın nurlu varlıkları onun cemaline aşık olmuşlardır..... Tanrı’nın kerim ve yüce olan Arşı mani olmasa benim boyumun yüksekliği boşluk aleminin sınırlarını bile geçecek ve öyle bir yere erişecek ki, mekanlar o yerin heybetinden lamekan (mekansız) olacaklardı’ dedi. Şiir: Bu savaş meydanındaki mücadelemiz, Yer kavramına yol olmayan bir yere kadar gider Orada Tanrı ayının parıltısından başka bir şey görünmez. Bu yer bütün üzüntülerden ve etkilerden uzaktır Bütün nurların aslı ve gerçeğidir, Bu nur görünürde ve manada ne kadar nur varsa Onların aslıdır.” “Mevlana hazretleri, Mesnevi’de (c. I, s. 213/3462-3) şöyle buyurmuşlar: Peygamber: ‘Benim ümmetimin içinde, benim cevher ve himmetimden yaratılmış insanlar vardır.’ ‘Onlar o nurla beni görürler. Ben de onları o nurla görürüm.’ ” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:41; Cilt:II, sa:377) (güzelliğine) “Saatler, ben saydıkça geçiyor da peşpeşe. Nurlu gün, bakıyorum, çirkin geceye göçmüş; Görüyorum soluyor, yaşlanıyor menekşe. Kapkara büklümleri kaplıyor apak gümüş.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:12, sa:65) Nur gölünde yatsın : Bir ölünün ardından ‘nur içinde yatması’ için edilen dua Bk.: Nur içinde yatsın “‘Onu ilk gören benim,’ dedi keşiş kasılarak. ‘Ama yarı mecnun filan değil o, düpedüz deli! Güya bir düş görmüş de Başrahip -nur gölünde yatsın- onu açıklar diye, Nasıra’dan kalkmış, buraya kadar gelmiş.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:163) Nur içinde yatsın : Bir ölünün ışıklar-nur içinde yatması dileği “En büyüğümüz, Nureddin abim bize katılmazdı pek. Yengemin yanından ayrılmak istemezdik. Masallar anlatıırdı. Nur içinde yatsınlar, iki yengem de kendi çocuklarından ayırmadılar bizi. Kızlara ne alınırsa bana da alınırdı.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:127) “... siz kadınlar derken susmayacaktım ya, budalalık ettim, bütün ömrümce ettiğim gibi zaten, bu denli budala olmasaydım, ne babasına varırdım, Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın adamcağız, işte beni o sevdi, ona da varmadım, varamadım, o hain kaza aldı onu elimden...” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:75) “-Ne diyeyim efendim? Artık daha fazla dayanamadım..... Neden gidip de köşe başında konuşmuyorsunuz? Bana ne karşılık verdiler beğenirsiniz? Nur içinde yatsın rahmetli anama sövdüler, bu yetmiyormuş gibi beni de cehennemin dibine...” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:110) Nur nimet : Işıklar içinde, rahat ve huzur dolu “Gündüzleyin üçüncü mevki gene nur-nimet. Gecesi, işte gecesi çekilmiyor. Perişanlık...” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:47) Nur topu gibi (bebek) : Yeni doğmuş, güzel, sağlıklı bebek için kullanılan bir sözcük “Catherine elini uzattı: ‘Selam, sevgilim,’ dedi. Sesi pek zayıf ve yorgundu. ‘Selam, bitanem.’ ‘Nasıl bir şey şu bebek?’ ‘Hişşşt... Konuşmayın,’ dedi hemşire. ‘Bir oğlan. Boylu boslu, tombul, esmer...’ ‘İyi mi?’ ‘Evet,’ dedim, ‘Nurtopu gibi.’ ” (E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:297) “Yazın ırgatlık, kışın zenginlerin evinde hizmetçilik etti. Gününü gün etti. Çocuğu nur topu gibiydi. Dilinde, bir ağıt, bir ninni, acı bir türlü gibi: ‘Benim öksüz büyümez mi?’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:200) Nuru aynım : (COLL.,AR.) : Nur: lşık, Ayn: göz; gözümün ışığı, nuru; Bir saygı ve samimiyet sözcüğü; Cebel-ün nur: Nur dağı: Mekke’deki Harra dağı “Sonra, yanında oturan ve o akşam ilk defa gördüğüm çok yakışıklı ve şık bir genci göstererek, -Bey yabancı değil, o da bizden... Yani o da bizimkileri çok sevenlerden Feridun Bey! Lakin, darılmayın ama, siz bizden değilsiniz nuru aynım!... Sizinkiler başka. –Bahçenin etrafından bizi seyretmekte olan harmancı <gezegen> şoparlaru <oğlanları> göstererek- Sizinkiler, işte nah, karşıdan bizi seyrediyorlar.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:222) Nussbaum : (ALM..) Fındık ağacı “Ferdinand huzursuz olmuştu. Kim bu yabancı diye sordu kendi kendine..... Şimdi, yakın mesafedeki daha gevşek sis tabakasının arasından onu tanımıştı: Postacıydı bu. Her sabah sekiz çan vuruşuyla harekete geçerek buraya tırmanırdı; beyazlamış kızıl denizci sakalıyla kaba hatlı yüzünü ve mavi gözlüğünü görüyordu. Adı Nussbaum’du <Fındık ağacı>; sert el kol hareketleri ve ciddi bir tavırla mektup tomarlarını vermeden önce çantasını, büyük, siyah deri çantasını sağ tarafına atışındaki ağırbaşlılıktan ötürü Ferdinand ona ‘Fındıkkıran’ derdi. Adamın binbir zorluka, adım adım, çantasını sol taraftan omzuna atıp ufak adımlarla vakur bir biçimde yürümek için çaba sarf ederek gelişini izlerken elinde olmaksızın gülümsedi.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri-Mecburiyet”, sa:144) Nuşirevan-ı Adil : (PERS MYTH.) : Sasani sülalesinin (M.S. 224-651) en meşhur hükümdarı. Sülale adını, hanedanın’ın kuruucusu I. Ardeşir’ atalarından SASAN’dan alır. Onun zamanında İran çok zengin ve rahatmış. Nuşirevan-ı Adil, yani, ‘Adaletli Nuşirevan’ diye bilinir. Söylenceye göre, sarayın kubbesine bir altın çan astırmış, çana da, ucu sarayın dışında bulunan bir zincir bağlatmış. Zincir çekildiğinde çan çalar, Nuşirevan da bir şikayetçi geldiğini anlarmış. Sasaniler devrine Zerdüşt dini devletçe benimsendi ve yayıldı. Metal işçiliği ve değerli taş oymacılığı yüksek düzeyde genelleşti. Sasanilerin döneminde, ilk defa, hem Doğu ve hem de Batı kaynaklı yapıtlar, Sasanilerin dili olan Pehlevi diline çevrildi. “Nerde şimdi Karun? Battı, yok oldu! Olsa hazinesi altın doluydu... Ama Nuşirevan ölmedi asla: Hala yaşamakta güzel adıyla!” (Sa’di, “Gülistan”, sa:64) Nutku tutulmak : Heyecan ya da şaşkınlıktan sesi sedası kesilmek, ne diyeceğini bilememek “Kendimi yataktan dışarı attım ve çapaklanmış gözlerle tuvalete doğru ilerledim. Kapı yarı açıktı ve içerden tıngırtıya benzer, hafif bir ses geliyordu. Tuhaf, diye içimden geçirdim. Birinin tuvaleti kullanmak için gizlice eve girdiğini görseydim şaşırmayacaktım, ama kapıyı yavaşça itip açınca, tam manasıyla nutkumun tutulduğu bir sahne ile karşılaştım: Bob <kedi> klozete çömeliyordu.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:202) “Titanyum tüp gürültülü bir şekilde tıkırdadı ve Langdon elini sanki yanmış gibi geri çekti. Lanet olsun. Kendi kendine açılıp ölümcül bir gaz yayacakmış gibi duran tübe baktı. Tüp üç saniye sonra tekrar tıkladı, belli ki kilidini açıyordu. Nutku tutulan Langdon, Sierra’ya baktı.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:69) “Pilot adeta heyecandan patlayacakmış gibi, ‘Bunu söylememem gerektiğini biliyorum,’ diye ağzından kaçırıverdi. ‘Ama siz kesinlikle Michael Tolland’sınız. Ve söylemem lazım, şey, gece boyunca televizyonda sizi sizi seyretmek! Göktaşı! Kesinlikle inanılmazdı! Hayrete düşmüş olmalısınız!’ Tolland sabırla başını salladı. ‘Nutkum tutulmuştu.’ ” (D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:375) “San Pietro’nun çanları çalmaya başlamıştı. Camerlengo cep saatine göz attı. ‘Gitmeliyim.’ Bir an duraksadı ve başını kaldırıp Langdon’a baktı. ‘’İsviçreli Muhafızlar’dan biri sizi arşivde karşılayacak. Size güveniyorum Bay Langdon. Şimdi gidin.’ Langdon’ın nutku tutulmuştu.” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:191) “Langdon şaşkınlığından nutku tutulmuş bir halde oturuyordu. Jacques Sauniere mi? Büyük Üstat mı? Doğru çıktığı takdirde büyük yankılar uyandıracağı halde, Langdon son derece mantıklı olduğunu hissediyordu.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:231) “Yumuşak bir sesle, ‘Utanç kişinin omuzuna bastıırdı mı,’ diye tekrarladı. Bu bana mahrem derinliklerden gibi geliyor. Sarsıntıyla, nutkum tutulmuş olarak otura kaldım. Peki, seni utançtan ne esirgeyecek, Senor C, dedi. Cevap vermeyince: Seni kimin kurtarmasını bekliyorsun?” (J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:100) “LUCIA -... Suskunluğunla uluslararası bir sanayiciye bir işçinin yüzünün yapılmasına izin verdiğin için, verilecek ceza ne olacak peki? Senin için ölüm cezası vereceklerinden emin olabilirsin. (Elinde bir torbayla Rosa içeri girer.) ROSA - İşte geldim... (Antonio’yu görür. Nutku tutulur, öylece kalır.) (D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:60) “Kapıyı açan halayık, nutku tutulmuş Matmazel Elaine’e bakarken, evin hanımı, kocasını uyandırmamaya çalışarak yataktan kalktı, ikinci katın sofaya bakan sahanlığında beliirdi. Yerleri süpüren beyaz ipek geceliği, belinden aşağı sarkan tarçın rengi dalgalı saçlarıyla, yataktan değil, efsanelerden çıkıp gelmişe benziyordu.” (Serap Gökalp, “Mübadele Öyküleri”, <Kanunla Çalınan>, sa:110) “Yine keman sesi duyuluyordu, ama pencere kapalı olduğundan belli belirsiz bir sesti bu. Eve girdim. B0eni görünce hayretinden neredeyse nutku tutulan bir bahçıvan kadın, çatıya çıkan merdiveni gösterdi. Kapıya vurdum, cevap veren olmadı.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:30) “Ali: ‘Söyle.’ ‘Hatçeyle karşı karşıya oturduk. İkimizin de nutku tutulmuştu. Bir laf bile edemedik.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:360) “Bey durdu. Nutku tutulmuştu. Yüzü kıpkırmızı kesildi. Karşısında Duran büzülmüş titriyordu.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:133) “ ‘Bu konuda birtakım duyguların var mı?’ ‘Bazen. Ama bazen de sınırlamaların iyi olduğunu düşünüyorum. Onlar olmasa büsbütün çığrımdan çıkabilirim.’ Sorum Marvin’in üstünde şok etkisi yapmıştı. ‘Phyllis’e hiç bir zaman ihanet etmedim ben! Hiçbir zaman da etmeyeceğim!’ ‘Peki, ‘çığrından çıkmak’la neyi kastediyorsun?’ Marvin’in nutku tutulmuş gibiydi..... ‘Neyi kastettiğimi bilmiyorum ama zaman zaman, cinsel itkisi <dürtü> benimki gibi olan bir kadınla, seksi benim kadar isteyen ve ondan benim kadar zevk alan bir kadınla evli olmanın nasıl bir şey olacağını merak etmişimdir.’ ” (I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:279) Nutuk atmak, çekmek, söylemek : Ders verir gibi, yüksekten konuşmak; çalışamayıp da konuşmayı prensip edinmiş olmak “Kamp ateşi yakan askerlerin ortasında, şair-subay, tepesinde iki köşeli şapka, yüzü bir sürü perçemle çevrili, ormana karşı nutuk çekiyordu: ‘Ey orman! Ey gece! İşte elinizdeyim! Bu yiğit askerlerin bileklerine dolanacak yumuşacık bir saç teli demek Fransa’nın yazgısını durdurabilecek? Ey Valmy! Ne kadar uzaktasın!’ ” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:212) “Masada oturan diğer adamların ona diş bilediğini hissettim. Onların bardaklarına dikmemişti gözünü ama sesi iyice duyuluyordu. Alkole karşı çektiği nutuk giderek daha şiddetli, daha yüksek sesli bir hal alıyordu.” (E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:199) “Öğretmen ve okul görevlileri duygusuz bir disiplin mi uygulamaya çalışıyorlar? Onların öğrencilere bağırıp durmamamalarını, ya da okul kurallarına uyma konusunda aşırı nutuk çekmemelerini sağlayın.” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:109-10) “İyi! Cesur şövalyemiz, bu güzel nutku attıktan sonra, sevgilisi olacak kadını bulmuş gibi sevindi. Söylentilere bakılırsa, bir zamanlar, kız ayrımında bile değilken ya da hiç oralı olmazken sevdalandığı, genç ve güzel bir köylü kızını eş olarak seçti.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:15) “Mitya yeniden oturduğu yerden fırladı, besbelli bir nutuk daha çekecekti ama öyle olmadı. Sadece, -Hadi içelim Pan’lar! dedi; hepsi güldü.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:93) “Spendius ise, tersine, daha pervasız, daha şen bir hal alıyordu. Çardaktan meyhanelerde, askerler arasında nutuk çekerken görülüyordu. Eski zırhları onarıyordu. Hançerleri havaya atıp tutarak hünerler, marifetler gösteriyor; hastalar için kırlardan otlar, kökler topluyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:47) “Bu söylevin başlangıç kısmı Hamilcar’ın hoşuna gitmiş olmalı ki kaynayan çaydanlığın fokurtusuna benzer bir gırtlak mırıltısıyla o da katıldı bana. Ama sesim biraz fazla çıkmaya başlayınca Hamilcar kulaklarını indirip alnının zebra derisi gibi çizgili tüylerini kırıştırarak, bu şekilde nutuk atmanın hiç de yakışık almadığını ihtar eder gibi beni uyardı.” (A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:8) “Seneler önce, 75. Alay’dan bizim alaya Blüher adında bir binbaşı gelmişti. Bizi her ay kışlanın önüne toplar, ast-üst konusunda nutuk çekerdi. Erik rakısından başka bir şey koymazdı ağzına. ‘Bana bakın,’ derdi. ‘dünyada en kusursuz insan subaydır; bir subay sizin topunuzdan bin kere daha kafalıdır. Bir subayın ne kadar mükemmel olduğunu havsalanız alamaz.’ ” (Y. Haşek; “Aslan Subay Şvayk”, Cilt:1, sa:421) “III (Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?) ---------------------------------------Yaşam karmaşık tutkularla gelir, Loş meclislerde nutuk bile atarsın. İstediğin hedef önündedir, Ama kader bir enselerse seni. Görürsün büyük, küçük, fakir mi zengin mi? Fırtınalarda ruh misali, Yığınlarla debelen dur. Her şey gelir geçer, kah bayramlarda güler, Kah matemde solarsın. Bir ileri bir geri çabala. (Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03) “Çok çalıştık bu vatan için, Kimimiz öldük, Kimimiz nutuk söyledik!” (O. Veli Kanık) “Yanında Nefise, İdris, birkaç partili, haftalardır dolaşıp nutukların daniskasını çektiği köylerden toz içinde yorgun geldi çiftliğe. Seçimler dolayısıyla satın aldıkları spor araba da tozlara bulanmıştı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:242) “ ‘... Böyle toprağımıza göz dikmiş, toprağımızın harimi ismetine girmiş at kılığındaki beygirlere ve de at suretine girmiş eşeklere veryansın edeceksin.’ ‘Biliyorum efendim.’ ‘Evet, evet, sen her şeyi herkesten iyi bilirsin Muallim Bey, ben de tutmuş sana on altı Türk Devletiyle kızıl kandan bayrağımızı anlatıyorum. Yani demem o ki öyle bir nutuk çekeceksin ki, .....” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:91) “Bazıları bir Amerikan okulunda hocalık etmenin huzursuzluğuyla, öğrenciler arasında kendisini Amerikalılara ihbar eden ‘casuslar’ olduğunu ima eden, bazıları Türk milliyetçisi sıkı nutuklar atan Türk hocaların, Amerikalılara kıyasla daha heyecansız, yorgun, yaşlı ve bezgin olduklarını, bizleri de, kendilerini de, hayatı da artık fazla sevmediklerini hissederdik.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:291) “Celal’in katledilmesi gerektiğini dokuz yaşındaki öğrencilerine ısrarla anlatmıştı; orta yaşlı, aile babası görünümlü erkek kişi bir sarhoştu. Beyoğlu meyhanelerinin birinde ülkemizdeki bütün mikropların temizlenmesi gerektiği üzerine uzun bir nutuk atmış, yan masada oturan ve gazetenin vereceği ödüle aklı takılmış başka bir vatandaş da..... Beyoğlu Komiserliği’ne ihbar etmişti onu.” (O. Pamuk “Kara Kitap”, sa:427) “FRANTZ (Gözleri boşlukta.) - Demek üç senedir... BABA - Evet, üç senedir. Derhal senin adına bir ölüm belgesi hazırlattım. Ertesi yıl da Werner’i buraya çağırdım. Böylesi daha güvenliydi. FTANTZ (Babayı dinlemeden.) - Üç yıl! Yengeçlere nutuklar atıyor, yalanlar uyduruyordum. Sözde, gerçekleri gizliyordum. Oysa üç yıldan beri her şey apaçık ortadaymış. (Ansızın.) Gerçeği öğrendiğiniz o günden beri beni görmek istediniz değil mi?” (J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:344) “KLEOPATRA (Öfkeyle.) - Sezar, merhametin bu kadarı saçma. POTHINUS (Sezar’a.) - Benimle özel konuşmaz mısınız? Hayatınız buna bağlı olabilir. (Sezar azametle kalkar.) RUFIO (Yavaşça, Pothinus’a.) - Eşek! Şimdi gene bize nutuk çekecek.” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:128) “-Bayanlar, baylar! İsim günüm dolayısiyle, bu akşam düzenlediğimiz ziyafete katılmakla beni çok sevindirdiniz. Şimdi kadehlerimizi dolduralım! dedi. Arkasından da uzun bir nutuk çekti.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:117) “Önceki gün paket gönderirken havale kağıdını mürekkepli kalemle değil de kopya kalemiyle yazmama kızmıştı, bugün ise iyi paketlenmemiş kutuları kabul etmek zorunda olmadığını, sorumluluğu kendisinin taşıdığını söyleyerek bana nutuk çekiyor. Başlarım onun sorumluluğuna.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:160) Nüfus patlaması : Nüfusun gereğinden çok daha yüksek oranda artması “İstanbul’un eski merkezi, tarihi yarımada, on dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren belirgin bir şekilde yoksulluğun, çürümenin, yenilginin, nüfus patlamasının, teker teker kaybedilen savaşların ve Batılaşma etkisindeki modern Osmanlı bürokrasisinin büyük binalarıyla hırpalanır, ezilirken; aynı bürokrasi, zenginler ve paşalar, yazları uzaklaşıp kaçtıkları Boğaz kıyılarında yaptırdıkları yalılar çevresinde, dış dünyaya kapalı bir kültür oluşturdular.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:58-9) Nüfuz etmek, etmemek : İçine geçmek, işlemek, eğemenliği altına almak; Etki edememek, söz geçirememek “Bakışlarını bana dönük yüzlerden, gözleri göz çukurlarının karanlığında kaybolmuş bu nüfuz edilemez, duygusuz yüzlerden ayıramıyordum. Bu insanları avucumun içine almak, dikkatlerinin dağılmasına ve benden kopmalarına engel olmak, bir saniyeliğine bile olsa bu bakışların benden uzaklaşmasına engel olmak, benim için sanki hayat memat meselesiydi, sanki kaderim söz konusuydu.” (J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:60-61) Nyemkova, Bojena : (ÇEK MYTH.) : Çek edebiyatının en saygın yazarlarından biri olan Bojena Nyemkova, Çek ve Slovak masallarının derlenmesine büyük katkısı bulunmuştu “Şvayk, bir piskopos tarafından kutsanmış bir yağ bulmak için yollara düştü. Ama bu iş, Bojena Nyemkova’nın masallarında hayat iksirini aramaktan çok daha zordu. Şvayk, ilkin ıtriyatçılara uğramayı akıl etti. Her zaman ciddiyetiyle içeri girip, ‘Piskopos tarafından kutsanmış yağdan istiyorum,’ der demez, içeridekiler ya kahkahayı basıyor ya da korkudan tezgahın arkasına saklanıyorlardı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:165) nymph : (MYTH:,EDEB.,KOLL.) <nimf> : Dağ,orman ya da su perisi; Genç ve güzel kız; nymphean : peri gibi; nymphomania <nimfo’mania> : Kadınlarda yücelmiş, sonu olmayan cinsel istek -Tüm Hakları Saklıdır-
Benzer belgeler
Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
(Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04)
“İşte tam bu aralık usulca çadırdan çıkıp da sessizce ekin demetlerinin üstüne yaslanmış olan kadının
...