Martı - Hazıran 2012 - Robert College
Transkript
Martı - Hazıran 2012 - Robert College
bo s p h o ru s ch r o n i c le The quarterly Robert College Newspaper A supplement of the Bosphorus Chronicle June 2012 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Haziran 2012 ekidir. Martı Yayın Adı Bosphorus Chronicle’ın Martı Eki İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu Özel Amerikan Robert Lisesi Güler Kamer - T.C. Sorumlu Öğretmenler Özgül Akgül Cinkara Sengül Özdemir Editörler Ebrar Bahçivan Ecegül Bayram Tasarım ve Sayfa Düzeni Ebrar Bahçivan Yazarlar Ahmet Utku Akbıyık Ebrar Bahçivan Ecegül Bayram Tülay Çalışkan Pınarnaz Eren Z. Elçin Metin T. Mert Saygın Çağla Ceren Türkoğlu Kapak Resmi Meriç Arda Eren Yönetim Yeri Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme Caddesi No:87 Arnavutköy/İSTANBUL Tel: (0212) 359 22 22 Yayının Türü Yerel, Süreli Yayının Dili Türkçe Ofset Hazırlık ve Basım Yeri Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. 100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 1. Cad. No:131 Bağcılar/İSTANBUL Tel: (0212) 629 05 59-60 Basım Yılı Haziran 2012 E Sözcüklerdense çizgiler daha kolay gelir ya bazen, karalayıp hata yapmak sözcükleri ardı ardına uyum içinde dizmeye çalışmaktan daha kolaydır. İşte bu da o zamanlardan biri bizim için. Kalemi elimizde tutup duygularımızı yansıtabilecek binlerce farklı çizgi çizebilecekken doğru sözcükleri seçmek çok zor geliyor. Kelimeler havada kaybolurken kalemin bıraktığı izler daha kalıcı geliyor. Sanki sözcükler duyulmaz olup ulaşılamadıklarında, iler ek nd İçi 1 k 4 e l i rt D neri 6 e ta M et Gü kar k 10 ı t r as rga Hün ol Y r a 11 Bi ra M Elif Elib r u a s n e 12 L e n in eda şı Pel Alper nur Ü tek v l 13 E a a T zikir ar Ala an Er tin l l 15 a s url tüs Ka in Me lu Mu m 16 ç ğ ğ Ya Kak Z.El çüko u 17 a ik üny rcu Kü Burn en D 19 Bir z Bu Ayça az Er n u l 20 e o To elis narn zer ”D ı k u Ö l M ş 21 P t A sun rıyor i Fıra cimoğ lu ha u l a 23 t ğ ğ i D Mu lim A ap Gib an S imcio el 4 Kez h e l G k c i B Sin y n 2 5 tu K ço a a r i n B m e B 2 Bir inik Begü S et a Ye si: “ M da lik Büşr skin 29 ece i v G n tın z Ma kuru l Ke ağ ı l ’ n A 30 i a run Sonsu lık Çu lya İd Bozd lu n Ju u o 31 D ağm lnız en Fu Deniz ağlıoğ m Y a ı Y 33 a yd lerk lığa Ayn kD 35 Bek aran Başa Su Sa rniku r K r i u a i i y 37 B Ş en Şi erd Biten kâyet Ayça etekka m l k 38 Şi Ren eden elis yan P Bayra lu M 39 m i l ğ ı aşç rna V cegü çüko an Bite v 42 a Şe Kü kS ışk ta E 43 Yiti Şekeri gueri urcu y Çal oğlu r a B l m a a i u e 45 M ask n Tü Sic roğl Elm M oma han nde 6 u R tu hbe rdoğd s 4 7 a e v B i a yat afile rçe Ş eril E in Ed n 4 9 Ha N Bu 4 aç şa n ıB e iş ak apım nesi L nıl Ta ral ğ t e 50 a D Y or K Meyha vat A ıla Gö ren ’da l y ı 51 u l e şi S b a lar E n C Ç a z e t e l n n a l ı i 53 - İs ezg itik Y üzleşm la Söy ınarn alışka k ç n G u Y nY r 55 k P Bir o aranlı Ses ülay Ç hintü lu er T f S y 57 A K er T niz Şa cimoğ ik ft e 59 D i De n Si Gey r d a t e 60 o a h s r u m Rap n Bat tler Fı üksü van 61 de Saa Küç ahçi lu r 3 e m Y Kayıp eynep rar B rkoğ n 6 u ğ ü b e rdu ... Z kep E ren T rda Ş Otu e k A e C r mü t... Ç. Ayrılık e a y l Ha burada kalıp hiç tanımadığımız yabancıları karşılayacaklar. Bu yılla birlikte okuldaki dördüncü yılımız da bitti. Hani geldiğimizde herkese demişlerdi, “Beş senenin nasıl geçtiğini anlayamayacaksınız.” diye. Gülmüştük. Hayatımızdan beş sene! Kalıcılaşmak, burada bir iz bırakabilmek için çabaladığımız beş sene! Bu sene anlayabildik okulda hiçbir şeyin aynı kalmayacağını, daha doğrusu kalamayacağını; yolda gördüğümüz insanlar değişiyor, etrafımız değişiyor, biz değişiyoruz. Bir başka günle bir başkayızdır, bir başka mevsimle bambaşkayızdır artık. Yıllardır yerinde duran taş kolonlar nasıl bizim bir parçamızsa artık, biz de o taş kolonların arasında bizden bir parça olsun isteriz; yeni gelenlere, onlardan önce buralarda birileri olduğunu hatırlatacak bir iz. Martı da bizim izimiz, bizim parçamız. Martının yükselip de yeni hikâyeler anlatabilmesi için hep birileri olmalı bu eski kolonların arasında. Bir şeyin parçası olmak ne kadar zorsa ayrılmak ondan daha zordur. Ba zen, hiç başlamasaydım dedirtecek kadar aldatıcıdır da. Beklenmediktir çoğu zaman, çünkü hep orada olacakmışsın gibi hissedersin. Sonraysa tek yapman gereken beklemektir ayrılığın, hüznün, alışkanlıkların geçmesini. Beklenmedik ve tuhaf bir bekleyiştir bu. Keyifli bir yolculuğun son demleridir, duyulması gereken son sözlerdir. Elveda diyemeyen bir vedadır belki, bu sefer farklı olsun, gülelim dedirten bir vedadır. Bazıları için bir son, bazıları içinse yeni bir başlangıçtır. Bir martının daha son kanat çırpışıdır bunlar, herkese anlatacak hikâyeleri olan bir martının... Her okuyana hikâyesinin ulaşması dileğiyle... Ebrar&Ecegül ditörlerden -Öykü Yarışması Birincisi- Bir Yastıkta B Mert Dilek kafein doğal olarak kahvede, çayda, yerba mate’de, guarana’da ve az miktarda, kakao içinde bulunur. Kafeinin karakteristik, yoğun bir acı tadı vardır. Doğada en az 63 bitkinin tohumlarından ve yapraklarından elde edilebilir. Temel farmakolojik özellikleri, merkezi sinir sisteminde psikotropik etki uyandırması, solunum sistemi uyarıcısı olması, kalp atış hızı artırıcı etkisinin olması ve hafif diüretik etki yapmasıdır. Pro Plus hapları 24 ve 48’lik kutularda satılır. Her hapta 50 mg kafein vardır. Ben Pro Plus’ı sadece iki kere gördüm. İlki bundan dört yıl önce farmakoloji sınıfında, ikincisiyse elimdeki simit ve poğaçaları bıraktığım mutfak tezgahının en ucundaydı. En başta ilgimi çekmedi. Annemin sürekli kullandığı sıradan ilaçlardan birisi olduğunu düşünüp kutunun üstündeki yazıyı bile okumadım. Fakat o devasa kırmızı harflerin üstüne sığınmış, hafif, beyaz bir tüy edasındaki, her şeyin yoluna gireceğini, her şeyin, her yorgun sinirin iyileşeceğini hissettirmesi amacıyla oraya koyulmuş mavi tik işaretini nerede görsem tanırdım. en daha önce hiç öylesini görmemiştim. Ben daha önce hiç o kadar küçük, karanlık, acı çeken bir çift göz görmemiştim. Babamın öldüğü günden tam bir hafta sonraydı. Babamı bir salı günü kaybetmiştik. Cenazesi çarşambaydı. O hafta pazara kadar ablamla beraber annemin evinde kaldık, üçümüz de hiç dışarı çıkmadık. Şimdi düşününce bir tek hayret edebiliyorum. Haydi ben çok dikkat etmem öyle şeylere, cin gibi ablam nasıl anlamadı? Biz nasıl anlamadık koca kadının bizim orada kaldığımız beş gece boyunca bir kere bile gözünü uyumak için kapamadığını, yatak odasının kapısını bir kez bile açmadığını? Pazartesi sabahı elimdeki simit ve poğaçalarla kapıyı çaldığımda, o kapıyı açtığında, o kapıyı öyle açtığında, o gözleri o zaman kapadığında... Hayır, ben daha önce hiç öylesini görmemiştim. İç Yatak Özellikleri: Sleep-in®’in hoş kumaşı ve çarpıcı tasarımı, en zarif yatak odalarında bile kendini gösterecek şekilde hazırlanmıştır. Emsalsiz rahatlatıcı “soft touch” WaveTopper şilte, bu tasarımı tamamlar. Pro Plus kafein hapıdır. Kafein, merkezi sinir sistemine etki ederek beyne giden ve beyinden gelen mesajları hızlandırır ve stimülan etkisi yapar; zihinsel ve bedensel yorgunluğu azaltır. Bir alkaloid olan 1 duyarlılık için kesilmiş materyal O gün, o pazartesi günü, o mavi tikin bana bakışı, farmakoloji sınıfındaki mermer tezgâhın üzerinde, naylon bir poşetin içinde duran mavi tikin bana attığı bakışla aynı değildi. Mutfakta gördüğüm bu mavi, kazanmıştı. R harfine uzanan o ince kolunda zaferin, yıkımın, sadist bir zevkin izleri vardı. “Ben kazandım,” diye bağırıyordu âdeta, “O artık benim!” Bir insanın uyanık kalabileceği en uzun süre 264 saat, yani yaklaşık 11 gün olmuştur. Randa Gardner isimli 17 yaşındaki bir lise öğrencisi 1965 yılında, bir bilim fuarında bu kadar süre uyanık kalarak rekor kırmıştır. Dikkatli gözlem altında yapılan diğer deneylerde insanların 8 ila 10 gün uyumadan durabildikleri ve bu sürede zihin, güdü ve anlayış seviyelerinde gittikçe ilerleyen bir konsantrasyon eksikliği dışında tıbbi, fiziksel ve psikolojik olarak ciddi sorunlarla karşılaşmadıkları gözlemlenmiştir. Şüphesiz bu deneylerden önce deneklerin ne kadar bir süreyle derin uyku hâli yaşadıkları bilinmemektedir. Ancak cephede ateş altında olan askerlerin ve tıbbi müdahale uygulanmış bazı akıl hastalarının da 4 gün süreyle problemsiz olarak rahatlıkla uykusuz kalabildikleri tespit edilmiştir. Annem ömrünün sonuna kadar uyumadan yaşayabileceğini düşünüyordu. Tek istediği bir koli Pro Plus’dı. Sadece bir koli istiyordu, ikinci kolinin gereksiz olacağını düşünmüştü kendince. Amacı, sadece bir kolilik tüketim için yaşamaktı. Sonra zaten onlara ihtiyacı kalmayacaktı. Sonsuza kadar, yanında babam olduğu sürece, istediği kadar uyuyabilecekti. Ablamla tüm evi aradık. Sadece iki kutu Pro Plus çıktı. Neden bilmiyoruz ama yıllardır evde tutarmış, belki bir gün işi düşer diye. İki sokak ötedeki çöp kutusuna tüm hapları döktükten sonra eve geldiğimde ablamı dinledim uzun bir süre, annemin ona ben yokken anlattıklarını... Yalnız uyuyamazmış. Aynı odada birisi olsa da olmazmış. Hayır, bu geçici bir şey değilmiş. Evet, herhangi birisi olsa da olurmuş. Bilmezmiş kendi başına uyumanın nasıl bir şey olduğunu. Korkarmış. Ürkermiş. Yapamazmış. Asla uyuyamazmış yanında başka bir insan olmadan. Hayatında geçen haftaya kadar hiç yalnız yatmak zorunda kalmamış. Hatırlar mıymışız acaba, babam bazen eve gelmeyince birimizi yataklarına alırmış (ama tabii çok küçükmüşüz o Sleep-in® ile tanıştığınızda, çarpıcı tasarımının yanında, yumuşak konforun ve basıncı azaltıcı özelliğin mükemmel bir biçimde birleştirildiğini göreceksiniz. Bu mükemmel birleşim, vücudunuzun doğal pozisyonunda gece boyunca dinlenmesini sağlar. Sadece iki hap içmiş ama beş gecedir uyumuyormuş. Lafları âdeta cımbızla alıyorduk ağzından. Yatak odasına girmek istemediğini söyleyen çığlıkların, haykırışların arasında, ağzını açtığı o nadir saniyelerde bilmemiz gereken ne varsa söylüyordu bize. Ama o çığlıklar... Onu hiç bu kadar acı çekerken görmemiştim. Tabii sonra anladık. Yanında birisini istiyormuş. Onunla uyuyacak, onun yanında kıvrılacak, onun yanında horlayacak, öksürecek, aksıracak birini istiyormuş. Yatak odasının kapısını açtım. Bir anda kalın bir toz tabakası kalktı yerden. İlgilenmedim. Odanın ortasında duran, kendimi bildim bileli orada duran, kendimi bildim bileli ahşap olan, eski olan, gıcırtı çıkaran yatağa koşup üstüne atıverdim kendimi. Ablam annemi kucağında taşıyordu. Yeni doğmuş bir bebek gibi usulca koyuverdi onu yanıma. Üstümüzü örttüm. Ablam perdeleri çekip odadan çıktı. Yanı başımda yatan o acınası insana tüm gücümle sarıldım. Bana iyi geceler dedi. Cevap verdim. Saat sabah dokuzdu. Sonra gözlerini kapadı. 16 saat boyunca uyanmadı. Katmanlar: A. 7 cm Sleep-in® konfor tabakası B. 7 cm Sleep-in® destek tabakası C. 11 cm daha fazla esneklik ve üstün dinamik 2 Yeni ve daha yumuşak formüle edilmiş Sleep-with® malzemesi artık nispeten daha yumuşak, ancak yine de gereken destek hissini vermek için, çift taraflı tasarımı ile her türlü uyku pozisyonuna uyum sağlamaktadır. o zamanlar nasıl hatırlayalım). Bir sonraki uyku saatinde ablamla uyudular. Sonraki gün benimle, sonraki gün ablamla. Sonra teyzemleri çağırdık, onlar da eklendiler sıramıza. Ama bu sadece bir ay sürdü. Aileler, karılar, kocalar, çocuklar, akşam yemekleri, temizlenmesi gereken evler, bakılması gereken hastalar, alınması gereken eksikler, yatılması gereken başka yataklar, beraber yatılması gereken başka insanlar vardı… Babamın öldüğü günden neredeyse üç ay sonra, annemin yanında yatacak tek bir kimse kalmamıştı. Artık pazartesilerden korkar olmuştum. Yeni yatak ve yastıklar bir pazartesi günü geldi. Eski yatağın apartmanın kapısından çıkması beklediğimden daha kolay oldu. Boş yataklar gerçekten de daha büyük gözüküyor, çok kullanılmayan kapılar da daha küçük. Yataklar değiştiğinde annem uyuyordu, ruhu duymadı. Tek başınaydı. Salonda televizyonun önüne yığılıvermişti. Uyuyakalmıştı. Uyumak ve uyuyakalmak arasındaki o tılsımlı farkı keşfetmenin yüzüne vermiş olduğu huzurla aylardır hiç çekmediği kadar derin bir uyku çektiğini düşünüyorduk. Yeni yatağı getirdiler, yatak odasındaki duvarlardan birine dayadılar. Ortaya çıkan tek kişilik yatak büyüklüğündeki boşluğa ne koyacağımız bilemedik ablamla. Neden bilmiyoruz ama ancak bir hafta sonra orayı yeni bir televizyonla doldurmayı akıl edebildik. Altına bir DVD oynatıcı ve son on yılın pembe dizilerinin tüm bölümlerini koyduk. Bu ona yeterdi, yetmeliydi. Sleep-with® yastıkları, ağrı, sızı ve uyuma problemlerinizi sonlandırır. Sleepwith® malzemesinin basınç azaltıcı özelliği ile anatomik tasarımın birleştirilmesi, boyun bölgesinde maksimum konfor sağlar ve boyunomuz kaslarını bir bütün olarak rahatlatır. Anneme haber vermeden bir doktora gittik. Şaşırmadı öykümüze. Bizi dinlerken yüzüne o sırıtık ifadeden yerleşti. “Bu öyküyü kaçıncı kez dinliyorum tahmin bile edemezsiniz.” ile “Siz buna mı sorun diyorsunuz? Ben neler görüyorum her gün…” bakışlarını karıştırmış, bir de yüzüne “Kendinizi çok mu özel bir vaka olarak görüyorsunuz?” gülümsemesini yerleştirmişti. Bana kalsa ilaçlardan bahsetmeyecektim. Ablam bir nefeste anlatıverdi ama. İşte, buna şaşırmıştı. Bize arkasını döndü. Muayenehanenin geniş camlarından dışarı, bizim beş kat altımızda fırıl fırıl dönen, ama bizim ruhumuzun bile duymadığı trafiğe baktı. Sessizce, söylediğine kendi de inanmayarak, içi daralmış, ruhları çekmiş insanların kullanmayı çok sevdiği o ses tonuyla bir şeyler mırıldandı bize. Yeni bir yatak almalıymışız. “Sadece bu yeterli olur mu ki?” diye sordu ablam. “Hayır.” Önceki yatak ortadan kaldırılmalıymış. Hatta yastıkları da değiştirmeliymişiz. Tek kişilik yatak olmalıymış. Tek kişilik yatak olmak zorundaymış. O saniyeden itibaren yanına kimse yatmayacakmış. Hafifçe kavisli kenar, sırt üstü yatanlar için ilave baş ve boyun desteği sağlarken, diğer taraf ise, daha geleneksel bir yastık hissi sağlar ve yana dönük uyuyanlar için idealdir. Annem yeni yatağına bir kez bile dokunmadı. Ömrünün sonuna kadar ancak evin bir köşesinde, ani bir düşüşle aldığı pozisyonda uyku nedir bildi. Hiçbir zaman uyumadı. Hep uyuyakaldı. Göz kapaklarını hiçbir zaman kendi isteğiyle kapalı tutmadı. Hep onlar düştü, hep onlar istedi uyumayı. Liseyi zar zor bitirmiş, üniversite sınavında heyecandan bayılmış, hayatı boyunca tek bir bilimsel makale okumamış, ama ne hayretse Pro Plus’ın ne işe yaradığını bir şekilde, bir yerde öğrenmiş olan annem yerçekiminin ne kadar güçlü olabileceğini işte hayatının o son 24 yılında öğrendi. 3 -Öykü Yarışması İkincisi- Elveda Lara Margaret Güneri S oyunma odasındaki aynasının karşısına oturdu. Sandalyenin kadife kaplaması çıplak sırtını yavaşça okşuyor, odanın ışığı yüzündeki tüm kırışıklıkları ortaya çıkarıyordu. “Ne hâle geldim ben?” diye fısıldadı aynadaki yaşlı kadına. Son zamanlarda sıklıkla kendini, bu soruyu sorarken yakalıyordu. Ne hâle geldim ben? Kapının dışında dansçıların gülüşmelerini duyuyordu, muhtemelen bu akşamki gösterinin heyecanındandı. Sahnede olmaktan heyecan duyduğu, sahnede olmanın onu canlı kıldığı zamanları hatırlayarak iç geçirdi. Dansçılardan biri kapıyı çalarak başını içeri uzattı ve performansa kırk beş dakika kaldığını hatırlattı. Dansçının yönüne bile bakmadı, sırf yüzündeki gülümsemeyi görmemek için. Son zamanlarda birçok şeyin yanında gülümsemeler de onu rahatsız etmeye başlamıştı. “Ne hâle geldim ben?” diye tekrarladı kendine. Bir zamanlar Hayal Operası’nın parlayan yıldızı, ünlü opera kritiğinin de dediği gibi on yılın sopranosuydu. Şimdi, ama şimdi hâlâ o sese sahip olduğunu başkalarına ve kendine kanıtlamaya çalışan yaşlı bir kadındı sadece, bu çaba da boşa çıkmaya başlamıştı. Yüzüne kalın bir tabaka pudra uygulamaya çalıştı, yıllarla derinleşen kırışıklıları kapatmak gittikçe zorlaşıyordu. Aynadaki yansımasına baktı, yüzünde yaşama dair bir kanıt aradı, en ufak bir tebessüm bile ona yeterdi ama bulamadı. O Madame Butterfly’dı, o Carmen, o Gilda, o Aida’ydı veya en azından bir zamanlar öyleydi. İlk kez operaya gidişini hatırladı. Altı yaşındaydı; çoğu kişi bunun operanın ortaya attığı ağır ve karmaşık duyguları anlamak için çok erken bir yaş olduğunu savunurdu. Belki haklılardı ama o anladı, o sıradan değildi. Operaya bayıldı, herkesin süslenişini sevdi, annesinin parfümünü, annesinin kendi parfümünden ona da sıkmasını, büyük avizenin kristallerinin bütün fuayeyi gökkuşağı renklerinde aydınlatmasını, kırmızıyla altını, kısacası her şeyi sevdi. İlk izlediği opera Madame Butterfly’dı. Komiktir ki ona ününü kazandıran da yine Cio Cio San yani Madame Butterfly rolüydü. Madame Butterfly, oğlunu babasına teslim edip kendini bıçaklayarak intihar ettiğinde ağlamaya başladı. Daha önce, kolunu kırdığında, bisikletten düşüp dizini yardığında veya köpeği öldüğünde ağlamamıştı. Daha önce hiç böyle hissetmediği için ağladı. Ağladı çünkü başka yapacak hiçbir şey yoktu, çaresizliğini dışarı vurmak için tek yapabileceği şey ağlamaktı. Herkesin ona bakmasına aldırmadı, annesinin ve babasının kızgın bakışlarla onu zorla dışarı çıkarması da onun için bir anlam ifade etmedi. Ağlamayı eve gidene kadar kesemedi. Ancak, o gece, gözleri hâlâ yaşlı, yatağında yatarken neden ağladığını anlayabildi; âşık olmuştu. Yine o gece yatakta sonsuza kadar yalnız olacağını anladı. Kısacası Madame Butterfly, Aida, Carmen veya siz ona nasıl hitap etmeyi tercih ederseniz, çok genç bir yaştan bu dünyada hep yalnız olacağını ve şarkı söylemekten başka hiçbir şeyin dolduramayacağını anladı. Zaten bu farkındalık, şarkı söylemekti onun bugüne gelmesini sağlayan. Kapının çalınması onu gerçek dünyaya 4 geri dönmeye zorladı. Sahne asistanı gösteriye otuz dakika kaldığını hatırlatıyordu. Niye her on beş dakikada bir bunu ona hatırlatmalılardı bilmiyordu, zaten fuayede yükselen gürültü performans saatinin açık bir hatırlatıcısıydı. Şarkı söylemekti onu bu günlere getiren, ancak sahnedeyken hayat yaşanabilir, içindeki boşluk katlanılabilir oluyordu, çünkü sahnedeyken bir başkası oluyordu. Sahnedeyken ansızın melodiye, notalara dönüşüyor, duyguların ta kendisi oluyordu. Şarkı söylerken aşkına kavuşuyor, inancını hissediyor, kaderinin iplerini eline alıyordu. Her şey ansızın değişmişti. Şimdi ona şarkı söyleyemeyeceğini, gırtlak kanseri olduğunu, tekrar sahneye dönse bile hiçbir zaman eskisi gibi olamayacağını söylüyorlardı. Kötü haberi aldığı zaman ağlamadı. Ertesi gün sahne direktörü onu odasına çağırdı, ona oturmasını söyledi, o oturdu. Ona içecek birşey isteyip istemediğini sordu, o hayır, dedi. Ona iyi olup olmadığını sordu, o iyiyim, dedi. Sonra haberi ortaya attı, bu sezon tekrar Madame Butterfly’ı sahneleyeceklerini, eski günleri hatırlamanın güzel olacağını, bunun sahneye veda etmek için iyi bir fırsat olacağını çünkü emekli olacağını söyledi. O zaman da ağlamadı. Soyunma odasına giderken yeni mezzo-sopranoyu gördü, yeni sanatçı ona arkadaşça gülümsedi. O gülümseme aklında, soyunma odasının kapısını geçti, doğruca çıkışa yöneldi. Her zamanki gibi metroya bindi, üç sokak yürüdü, evinin kapısını açtı, yatağa girdi ve aklında yine o gülümsemeyle Madame Butterfly, Carmen, Aida veya siz ona nasıl hitap etmek isterseniz hayatında ikinci kez ağladı. Aynada yine kendine baktı ve başından beri kanser olup olmadığını, bunun hangi hareketine karşılık tanrının bir cezası olduğunu sorguladı. Yunan müzik tanrısı Apolloya lanet etti, yine Bes, Hathor ve Ihy’e Mısır müzik tanrılarına lanet etti. Fısıladayarak kendine bininci belki milyonuncu kez neden bunun, onun başına geldiğini sordu. Neden tanrı veya yukarıda her kim varsa, neden, ona bunu yapmış, hayatındaki yaşamaya değer tek şeyi elinden almıştı. Dayanamadı, aynaya bir yumruk attı. Ayna milyonlarca küçük parçaya ayrıldı, ama yaşlı kadın hâlâ oradaydı. Eline baktı, kanıyordu. Performansa beş dakika kalmıştı. Kimonosunu giydi, pembe leylağı kulağının arkasına taktı, eline yelpazesini aldı ve son kez kendine, “Ne hâle geldim ben?” diye sordu. Sorusuna bir yanıt bulamadı, yanıtı bilmiyordu veya bilmek istemiyordu. Bu, onun son performansıydı, harika olması gere-kiyordu, büyülü olması gerekiyordu; olacaktı da. Çekmeceyi açtı, içindeki silahı kafasına dayadı. Aynanın milyonlarca parçasında kendi yansımasını gördü. Ne hâle geldim ben? Fuayedeki insanlar bir silah sesi duydu. Ardından da hayatlarında duydukları en büyüleyici haykırışı duydular. Bu son bir canzone’du, lirik tatlı bir nota, son bir vedaydı. O an ne olduğunu anlamadılar, ama daha sonra bunu Madame Butterfly’ın, Gilda’nın, Carmen’in veya siz ona nasıl hitap etmeyi tercih ederseniz, hayatının en iyi performansı olarak adlandıracaklardı. Ünlü opera kritiği ona son on yılın sopranosu olarak hitap etmeyi tercih etmişti. Fuayedeki insanlar dayanamadı, bu büyülü nota kalplerinin derinliklerinde sakladıkları duyguları ortaya çıkardı. Ellerinde değildi, hepsi ağladı. Özen Uğurlu 5 -Öykü Yarışması Üçüncüsü- Pelinsu Elif Hünkar M Musalla Taşı utlu değilim. Üstüne üstlük gözümden akan yaşlar genzimde hıçkırıklar hâlinde yankılanıyor. Çığlık atmak istiyorum. Durmaksızın. Küçükken kendi uydurduğum masallarım vardı. Kendi yarattığım masallarda kayboldum. Banyo yaparken şarkı söylemezdim ben, sabun baloncuklarına hikâyemi anlatırdım yalnız. Suyla sabunun tutkulu aşkından doğan baloncuklar. Uçuyorlar. Aynanın buğulu camına konup patlıyorlar. İnsanlar gibi, bir uçup bir ken-dilerine çarpıyorlar. Zor geliyor artık. Nefes alırken burun deliklerimden akciğerlerimdeki kılcal damarlara kadar yanıyor içim. Canım acıyor. Nefes almak bile istemiyorum. Ben bu değilim, değildim, olmamalıydım. Şimdi olmayı hiç düşlemediğimim ben. İçimde karmaşık duygular, adını koyamadığım. Suskunluklarım, haykırışlarım büyüyor gitgide. Gece olsun, karanlık olsun istiyorum. Karanlıkta görülmez ağlayan suretler. Aydınlıkta fark edersin hep insan silüetinin gözlerindeki damla damla yaşları. Belki de bu yüzden korkutuyor gece beni, küçük bir kara delik gibi silip süpürüyor geceyi, gece geçenleri. Neden peki bunca yaşadığımız? Adaletli mi yaşananlar, herkesin yaşamı aynı kıvamda mı? Beyin ne kadar etkili duygularda? Kalp mi kontrol eder beyni, yoksa beyin mi karar verir kalbin ne hissedeceğine? Gökyüzü bomboş mu güneşsiz ve bulutsuz günlerde? Yoksa her nefeste içimize çektiğimiz hava hep orada olduğu için mi kıymetini bilemiyoruz? Nefes değil mi insanı yaşatan? Nefes değil mi bir ömrü başlatan? Peki ya kuşlar, kuşların haberi var mı kanat çırpışlarından, özgür oluşlarından? Yoksa onlar, özgürlüğe tutsak olduklarını mı sanıyorlar? Sonra vapurlar, biliyorlar mı, sirenlerinin ayrılık anlamına geldiğini? Acaba sirenler mi dilemişti bir kez gidip bir daha geri dönmemeyi? Üç nokta biliyor muydu taşıdığı bitememişliği? Ya boşluklar? Boşluklar anlam mıydı anlamsızlık mı? Kelimelerin arasındaki boşluklar yapmaz mıydı bir dizeyi okunaklı? İzlemediğin filmler var, dinlemediğin müzikler, anlamadığın diller, çözemediğin insanlar, yüzleşemediğin gerçekler. Neresinden başlasan bilemiyorsun. Susuyorsun suskun dudakların parmaklığında, susuyorsun yaşanmamış gecelerin yalnızlığında, henüz açmamış güneşin karanlığında. Issızlığa susuyorsun bu gece. Issızlığın şerefine. Mutsuz- 6 uzamış grileşmiş, kırlaşmış, elleri buruşmuş, bakışları pırıldarken pırıltısı azalmış hep. Ben bir misafirim ey sevgili beden, aman sakın sahiplenme beni. Bir varmışım bir yokmuşum gibi, inanma güvenme aman diyeyim varlığıma. İnsanlardan uzak olmak en iyisi, yalnızlık değil bu inan bana sevgili akıl, yalnız olsan sen bile katlanamazsın kendine. Bu bütün insanları bağışlamak gibi. Evet, evet aynen öyle. Bütün insanları koruyorsun kendi verebileceğin zararlardan, yalnızlığın seni de günahlarından koruyor böylece, şarap hariç tabii. Şarap yaşamın başlangıcı. Musluk suyu mu demeliydim ey akıl? Ey kalp sen ne diyorsun bu işe? Peki bir rahip olsaydı ya da bir imam, hani önemli olan niyetti ya, günah mıydı şimdi musluk suyuyla sarhoş şarapçıyı oynamak?” Sokakta yürüyorsun, yalnızca bir iki kez gittiğin bir yer burası, yolu bilmiyorsun bile. Sokak ıssız ve karanlık. Yolda yürüyen insanların hepsi içki kokuyor, sen kaldırıma dikiyorsun gözlerini yanlarından geçerken, sanki sen de onlardan biri değilmişsin gibi. Sonra bir bakmışsın sen hep kaldırımı izliyorsun, gözlerin sözlerinden kaçıyor zihnin. Yolunu kaldırım taşlarının dizilişinden anlamaya çalışıyorsun, dili olmayan hep susan sokaklardan bir yardım ummuyorsun, yalnız kaldırımlar can yoldaşıymış gibi geliyor sana, yalnız kaldırımlar anlarmış gibi halinden. Korkuyorsun ve bir yandan susuyorsun. Kendi sessizliğinin engin dalgalarında boğuluyorsun. Bir şair edasında içinden cümleler kuruyor, dışına bembeyaz düz bir duvar yansıtıyorsun. Caminin yanından geçiyorsun, önünde, kocaman, bir dede gibi... Buram buram ölüm kokuyor. Dibine kadar sokularak yürüyen siyah bereli adam derin bir iç çekişle tükürüyor bitişiğinde. Önce kavga edecekmiş gibi bakıyorsun kemikli, kalemle çizilmiş gibi narin yüzlü adama; bakışları çekiyor seni, bakışlarının sivri kayalarında darmadağın oluyor aklın. Çekiniyorsun. Şimdi ölmüş olmayı diliyorsun. Aklında bir cinayet sahnesi beliriyor. Yere tüküren tekinsiz adamın cebinden çıkardığı pazar malı çakısıyla seni sun yine, istemeden dilin dişlerine çarpıyor, usulca kıpırdıyor dudakların: “Mutsuzum ay ışığı, mutsuzum gelmeyen gündüz, mutsuzum âşıkların baka baka âşık olduğu yakamozlar, mutsuzum ey sayısı milyonları geçmiş yıldızlar, ey gürleyen gökyüzü, ey kızgın yer yüzü. Burdayım işte, burada ve mutsuz, uykusuzum kaç gece. Ey ışıkları yanan pencereler, ey ellerinde pamuk şekerleri umarsızca yürüyen çocuklar, ekmek parası derdindeki simitçi ve ey ağaçların gölgesinde yosun tutmuş kayalar, mutsuzum işte. Selam olsun izlemeye vakit bulamadığım filmler, dinlemeye kulaklarımın el vermediği her şarkı, anlamaya niyetimin olmadığı diller, çözmeye vakit ayırmadığım insanlar, yüzleşmeye cesaret bulamadığım gerçekler, buradayım işte, ölüyorum içten içe, ölüyorum her nefeste. Mutsuzum işte anlayın halimden. Ne bir yalnızlık senfonisi benimkisi ne de bir müzikal, yalnız bir yaşlı ayyaş olabilirim ben. Öyle bir şarapçıyım ki hem, etrafına gazete kağıdı sardığım şarap şişemin içinde musluk suyu, ve ben her gece o musluk suyuyla sarhoş oluyorum.” Üstün başın dağınık, sakalın uzamamış henüz, ellerindeki kırışıklara kıyasla yüzün bayağı bir genç. Şu ana kadar neredeydin bilemiyorsun, sanki yalnızca bu anı yaşamak için yaratılmışsın. Bu geceden sonra yok olacak sabah başka bir bedenle buluşacaksın. Belki gazete kağıdıyla iyice sarıp sarmaladığın musluk suyun getiriyor seni bu hale. Saat kaç bilmiyorsun. Karşında ulu bir saat kulesi, saati durmuş uzun zamandır da çınlamıyor zili, şimdi saat efendi istediği kadar hızlı geçsin ya da yavaşlayıversin. Şimdi varsın, bir andan sonra yok olacaksın biliyorsun. Varsın hızla takip etsin akrebin yelkovanını, varsın bir ömür uzunluğunca gelsin şu bir iki an sana. Yolda kırık bir ayna, baş ve işaret parmaklarının arasında, bir cam kadar ince ve bir vesikalık kadar ufak, yüzünü görüyorsun, o denli yabancı sana: “İnsanları görmemeliyim. Izdırap çekerler bu halimi görseler. Oysa ben hiç hüzünlenmiyorum kendim için, bir var mışım bir yokmuşum gibi aynı. Ama insanlar görüverseler beni, üzülürler adım gibi eminim. Bu beden kiminse şayet, saçları 7 nunun içini yakan keskin kokusu şadırvandan gelen berrak suyun melodisinde unutuluyor. Cami bakıcısı, kanla yıkanmış kaldırıma abdest aldırıyor. Kanının son damlası, cinayetin son kanıtları da ortadan kaybolduğunda esmer adam içeri giriyor, senin yanına. Arap sabunu kokusunun yerini keskin ter kokusu alıyor. Tarladaki ırgatlarınkinden bile tuzlu, ve ten ağlıyormuşçasına damla damla... Oturup soluklanıyor, elini yüzünü yıkamıyor, yalnızca oturuyor. Paytak adımlarıyla yanına yaklaşıyor sonra. Senin fal taşı gibi açık, anlamsız ve donuk bakışlı gözlerini tombul, kirli ve nasırlı elleriyle, upuzun bir yol olan kirpiklerine tutunup gözünün perdelerini kapatıyor. Artık göremiyorsun ama koklayabiliyorsun; toprak ve şadırvan suyuyla beslenmiş, kana doymuş elleri. Ceketini çekiveriyor omuzlarından, ceket paramparça. Soğuktu, çok soğuktu dışarısı, su buharı buza dönüşüyor ve incecik kesiyordu ellerini; ceketindeki kesikler daha az acıtmıştı canını rüzgârın ve zamanın açtıklarından. Uzun, yanlamasına çizgiler, ceketin üzerinde... Bakıcının ceketi yere atmasıyla tek bir pamuk parçası havalanıyor, bembeyaz büyüsü bir ton daha kırmızı... El yordamıyla çabucak buluveriyor kefeni bakıcı, sıkıştığı yerden çekmeye çalışıyor hunharca, kuvvetli kolları güç gösterisinde bulunuyor. Daha da hırslanıyor bir türlü çıkamayan durduğu yerde rengi solmuş kefene. Onu sonunda söküp aldığını anladığında mutlu oluyor bakıcı. Artık öyle umursamıyor ki gerisini büyük bir gürültüyle düşürüveriyor senin yanında, kaldırımda, bulduğu şarap şişesini. Kefeni binbir küfürle fırlatıp usulca toplamaya başlıyor, eline batan kırıntılar canını yakmıyor aksine gıdıklıyor adamı. Saf su duruluğunda şeffaf bir poşetin içine dolduruyor hepsini, seni sarıyor sarmalıyor kefenin içine, tıpkı senin şarap şişesini alıp gazeteye sardığın gibi... Alıyor seni sırtına. Yürüyor, yürüyor, yürüyor... Sen onun ter kokusunu hissediyorsun; damarlarında akıyor olması gereken kan yerine. O yürüdükçe can çekişiyor bedenin, o yürüdükçe daha da ağırlaşıyor ölüm. Sonra sırtından başlayarak koluna, bacaklarına, dizine, kasıklarına kadar lime lime ettiğini, sonra kaldırımla buluşmanızı, bedenini hissetmediğin, o uyuşmuşluk anında adamın sırıtan suratını, olmayan dişlerini, yüzündeki simsiyah iri iri gözlerini, katilini görüyorsun... Yerdeki bayrak rengi kanın kaldırımın soğukluğunda... Nasıl da bu buluşma anını önceden bilirmiş gibi kaldırıma baka baka, hatlarını sindire sindire yürüdüğünü anımsıyorsun. Yüzünde eski bir dosta kavuşmuşsun gibi güneşin renginde bir gülümseme... Sokaklardan değil ama; çamurun, çimentonun, isin üzerine döşedikleri taştan, betondan mermerden kaldırım taşlarından nasıl da medet umduğunu aklına getiriyorsun. Öyle işçiler diziyorlar ki onu, kilim işlermiş gibi, içlerindeki sabır taşı çatlamak için kıvrım kıvrım kıvranırken, ellerinin uyuşmuşçasına hareketiyle can buluyor kaldırımlar. Yoldan tek bir otomobil bile geçmiyor, o an, bir makine parçasını değil ama bir faytonluyu görmeyi çekiyor canın. Bir ses bir nefes istiyorsun kulağında, bir can bir ruh sana umut verecek... Cesedini bulanın yetimhaneden on beşinde kaçmış, bir ayağı topal, pis sakallı, çakmak gözlü, esmer, kısa, tombul cami bakıcısı olduğunu düşünüyorsun. Adam her nasıl olmuşsa şeytanın bir resmi gibi, o kadar esmer ki kötülüğün karanlığında kayboluyor. Yeni uyanmış belli. Ağzını bir aslanı kıskandıracak kadar büyük açıyor, geriniyor bir yandan. Seni görüyor sonra. Cansızsın, soğumuş artık vücudun. Şaşırmıyor yardımcı, düşünmüyor da, kızıyor sana. Yalnız beddua ediyor. Ölüyken bile yalnız bırakmıyor seni havada uçuşan küfürler, bir kaz tüyü kadar hafif... Ölü bedenini alıyor, polise haber verme gereği bile duymadan usulca gusülhaneye taşıyor. Soğuktan buz kesmiş mermerin üzerine yatırıyor, bedenin paramparça olmasına karşın içinde hiç kan kalmamış artık. Ellerine bulaşan birkaç lekeyi kurnanın üzerinde temizliyor. Seni orada öylece bırakıp paspasını ve arap sabununu alıyor. Kulakların duymasa da ruhun duyuyor olan biteni, cami bakıcısı oluk oluk kanını temizliyor yerden. Arap sabu8 Özen Uğurlu birden çakılıyorsun yere, bir uçurumdan düşermiş gibi, etrafın karanlıktı saatte yüz kilometre gibi geliyordu sana süratin ve sonsuzdan yuvarlanıyormuşsun gibiydi düşüşün; aşağıya ve daha da aşağıya. Çarpıyorsun. Taş, kaya, toz... Eğer bir canın olsaydı acırdı, emindin. Oysa yoktu ne nefes alacak kudretin ne son bir damla musluk suyu. Adam kazıyor, dilinde bir türkü: “Tokat’tan mı geliyon da kız sen namuslu musun? Ben seni alacağım da söyle namuslu musun? Yola yolladım seni de yollar yormasın seni, Hızır elinden tutsun da bana yollasın seni...” Sonra sen daha da aşağıya düşüyorsun, karınca yuvalarını görüyorsun sonra daha aşağıya iniyorsun, düşüyorsun, bir bebeğin ana rahmine düşüşü gibi düşüyorsun, sonu vardı biliyorsun, artık bitmişti, biliyorsun. Bir ağırlık hissediyorsun üzerinde ve bir şangırtı, keskin bir cam parçası kefenini yırtıp saplanıyor derine. Alıştığın suyla karışmış şarap kokusu... Toprak geliyordu üstüne dolu dizgin, bir enkaz gibi, bir ölüm gibi geliyordu üzerine kahverengi toprak. Kum kum, tane tane ve iri iriydi. Bir bocalanıyordu bir duralıyordu, üzerine serpiştiriliyordu doğadan örtün. Hâlâ aynı şarkı inlerken dışarıda, sen bedenine artık giremeyen havanın toprakta çıkardığı sesi duyuyordun. Farklı bir dünya... Karıncalar çözüyor yavaşça kefeninin düğümünü, bir tanesi bir cam parçası konduruyor parmağına, bir başkası usulca açıyor gözlerini. Sen görüyorsun tam da o an... Bedenini hissetmediğin, o uyuşmuşluk anında adamın sırıtan suratını, olmayan dişlerini, yüzündeki simsiyah iri iri gözlerini, katilini görüyorsun... 9 -Şiir Yarışması Birincisi- zikir Alperen Elibol ben ne tallitler eskitmiş haham ne mekşuf edilmiş gizim üfürsem eğer düzenbaz sokak kadınlarına müstehcen cehennem nefesi kadardır nefsim pamuktan dövülmüş gürz ensest bir haramzadeden doğma serazat da olsam rah/ne/dar olursa olsun rast olamam 10 -Şiir Yarışması İkincisi- Yağmurlar Kendi nefesinde tıkanır, kendi gözyaşında boğulur mu insan? Ölür bile, ben öldüm. Kaçıp kurtulamadığım karanlık bulutlar vardı peşimde Ve mevsim, her daim kıştı içimde Anladım korkular bir ömür boyu, Ama her defasında korktum başka biçimde Ondandır ki hiç durmayan yağmurlar beni ıslatıp/durdular Üstüm başım hüzün içinde kaldı Saçlarımdan aktı yalnızlık Çıkaramadım sesimdeki pişmanlık lekelerini Elime yüzüme bulaştılar. Yağmurlar, yağmurlar, yağmurlar Usul usul gözlerime doldular Yanaklarımdan her süzüldüğünde damlalar Benden bir şeyler daha çaldılar. Anladım kaçış yok kendinden Bulutlar beni yakaladılar. 11 Alanur Üner -Şiir Yarışması Üçüncüsü- Kaktüs Kaan Ertek Kesik üstüne kesik Damla peşinde damla Bir yolculuk var elbet Sessiz, soğuk parmaklarda Gelemem, dokunamam sana Mavi bir girdap olursun Bakarsın, kaybolurum Seninle, sensizliklerde Diken, diken, diken Avuçlarımda biriken Bırakmazlar tutayım ellerinden Öyle bir yol ki bu Sonu cehennem Ben zaten yanmalarda Ben zaten sahipsiz Fakat yakarlar be seni Kaktüslerin en güzeli 12 DON JUAN’IN GECESİ: “BİRÇOK KEZ DAHA AŞK” DOLU BİR DÜNYA Z. ELçin Metin efsanevi bir kadın avcısıdır. Kadından kadına gitmesi aşk yoksunluğundan ya da gerçek aşkı arama tutkusundan değildir. O, her kadının ona yeni bir şey kazandıracağını umar ve her kadında aşkı bir kez daha yaşar. Bu durumda bazı kadınların Don Juan’a bağlanmaları ve aldanmaları da kaçınılmazlaşır. Don Juan’ın kadınlarından biri “En sonunda sana aşkı Kadıköy, Moda’da, Oyun Atölyesi’nde koltuğunuza oturuyorsunuz. Eric-Emmanuel Schmitt’in yazdığı, Şehsuvar Aktaş’ın dilimize kazandırdığı ve Kemal Aydoğan’ın yönettiği “Don Juan’ın Gecesi” adlı oyunu izlemek üzere buradasınız. Işıklar kararıyor, artık bütün gözler sahnede. Önünüzdeki birkaç saat için, kendi gerçekliğinizden tamamen sıyrılıp sahnedeki dünyanın içinde bulacaksınız kendinizi. Onlar kadar yaşamış, öğrenmiş olacaksınız ve belki de tiyatro türü doğduğu ve devam ettiği için bir kez daha minnet duyacaksınız. Sahne tozlu, birkaç sandalye ve bir tablo haricinde boş denebilir hatta. “Don Juan’ın Gecesi” oyunculuğun ve metnin ön planda olduğu bir oyun. Oyun, oldukça gizemli bir telaşla açılıyor. Düşes, beş kadının katılacağı bir davet veriyor. Karakterleri tanımaya başladığınızda ortak bir yönlerini bulmakta zorlanıyorsunuz; çünkü birbirlerinden çok farklılar. Fakat çok geçmeden anlıyorsunuz: hepsi “Don Juan’ın kadınları” ve onu yargılamak üzere bir aradalar. Don Juan, her kadını baştan çıkarabilen 13 verdim!” diye haykırır. Don Juan, buna gülümseyerek “En sonunda mı?” der, “Hayır, bir kez daha!” Don Juan’a göre neden çok sevmek varken ender sevmek gereksin ki? Oyunda kadın-erkek ilişkileri, aşk, cinsellik, hazzın yüceltilmesi, sadakat, ahlak gibi kavramlar işleniyor ve birçok kez kadın doğası ve “Don Juanlık” hakkında düşünüyorsunuz. Temalar oldukça güncel olduğu için kendi hayatınızla bağdaştıracağınız çok şey buluyorsunuz. Aşk tanımının oyun karakterlerine göre nasıl değiştiğini görüp şaşırıyorsunuz, bir karakterin yaşadığı değişimle birlikte aşk kavramının da değişebileceğine tanık oluyorsunuz. Örneğin, Milan Kundera’nın “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” isimli kitabında aşk, hazzı değil, uykuyu paylaşma isteği olarak görülürken Don Juan’ın “Ben aşkı etekli sanırdım.” cümlesi, oyunun en etkileyici cümlelerinden biri oluveriyor. Sören Kierkegaard’ın “Kahkaha Ben- den Yana” isimli kitabında Don Juan için şunlar söyleniyor: “İdealini gerçekleştirmek için yeterince şevkli olmalı. Kadeh şakırtılarının şenlikli havasında yer alacak kadar zevk sahibi, bir ölümün bırakıp gittiği kesinlikte bırakıp gidecek kadar akıllı olmak, tekrar eğlenmeyi isteyecek kadar da deli. İşte o zaman tanrıların ve kızların sevgilisi olunur.” Don Juan rolündeki Haluk Bilginer’in oyunculuğu o kadar görkemli ve gerçekçi ki Sören Kierkegaard’ın bahsettiği özelliklerin hepsini onda bulabiliyorsunuz. Oyunda, “Don Juanlık” yanında kadın doğası da ilgi çekici bir biçimde işlenmiş. Kadınlar, Don Juan’ın hayatı boyunca çok sayıda kadınla birlikte olduğunu; hatta onları hatırlamadığını içten içe biliyorlar. Yine de ona öyle bir hayranlık duyuyorlar ki onun için özel olmak istiyorlar. Don Juan’a bu umutla yaklaşıyorlar. Her ne kadar onu yargılamak ve cezalandırmak için orada bulunuyor olsalar da ondan etkilenmekten kendilerini alamıyorlar. Haluk Bilginer’in yanı sıra oyundaki kadın rolleri de çok başarılı! Karakterler birbirlerinden çok farklılar ve oyuncular öyle seçilmiş ki her karakter oyuncusuyla bütünleşiyor. Bir rahibenin, bir kontesin, bir yazarın aynı erkekten aynı şekilde etkilenmelerini izlerken hem şaşırıyor hem de gülüyorsunuz. “Don Juan’ın Gecesi”nin sonunda sizi kocaman bir sürpriz bekliyor. Bu sürpriz, sadece oyunun temalarıyla muhteşem bağlantılar kurmakla kalmıyor, sizi de fazlasıyla etkiliyor. Oyunun dünyasından kendi gerçekliğinize dönmek için biraz zamana ihtiyaç duyuyorsunuz. Her zaman olduğu gibi tiyatro sahnesine büyülü bir seremoniyle veda ediyorsunuz. Oyuncular bir anda karakterlerinden sıyrılıyorlar, gülümsüyor ve selam veriyorlar. Alkışlıyorsunuz, siz de gülümsüyor ve tiyatro var olduğu için minnet duyuyorsunuz. Kaynakça: www.oyunatölyesi.com 14 Toz Burcu Küçükoğlu Toz olup gidiyorsun gözlerimin önünde, Ordasın, biliyorum, dokunabiliyorum ellerine. Bir o kadar da yakınsın ama yokluğa, Bir ana bakıyor gülümsemenin kaybolması. Ağlamamak için neden bu kadar çaba? Hayır, karışamaz kimse, etkileyemez seni, Onlar da farksız tozlardan. Kısa bir süreliğine karışıp birbirimize, Ayrılıyoruz sonra ebediyete, Gidiyoruz birbirimizin hayatlarından. Toz olup gidiyorsun şimdi gözlerimin önünde, Dokunmak istiyorum eskisi gibi, Çok geç, gelmiş bile o hep beklediğin Ama erişmek istemediğin an. Benim elimde değil aksine çabalamak, ağlıyorum. Ve sen teselli edemiyorsun beni, Sen de farksızsın artık tozdan. Bana karışan tozlarını da alıp, Ayrılıyorsun ebediyete, Gidiyorsun hayatımdan. *Şiir yarışmasına katılmıştır. 15 Melis Ayça Burniku Mutlusun mutlusun… ya da öyle olmak için çabalıyorsun yapayalnızsın ve bir o kadar da hazırlıksızsın gelecek güne rüzgâr bile korkmuş nefretinden çekilmiş bir kenara, rahat bırakmış yaprakları onlar da suskun yüreğin gibi paramparça olmuşlar; ama yok itirazları. daha yolun başındasın yağmur demek, gökkuşağı demektir karanlık, aydınlığın habercisidir unuttun mu ne derdi annem kışın ardından bahar gelir… gideceksin buralardan bambaşka şehirler kuracaksın kendine kimseler bilmeyecek adını kanatların yanacak güneş ışığında gökyüzü daha bir mavi, elma daha bir kırmızı görünecek gözüne sümbüller daha güzel kokmaya başlayacak belki de 16 Belim Ağrıyor Pınarnaz Eren B elim ağrıyor. Yaş olmuş kim bilir kaç... Tam da “Uzanmışım kumsala güneş yağar içime!” günlerimden birindeyim. Sabahları uykumu almış hissettiğimde hep böyle olur zaten. Aslında uykuyu almışlıktan gelen bir neşe değil bu. Yok yok, en önemlisi neden uykumu almış hissetmem: Rüyamda yeniden canlanan, bilinçaltı mıdır nedir şu hafızamın bodrumunda barınan anılar… Yaş olmuş kaç demekle yaşlanılmıyor, sen, geçmişi özlemeye başlarsan o zaman hayat seni değişmekten bıktıracak kadar “geçmiştir” demek. “İşte, rüyalarında anılarını görüp kendini o anlara hâlâ ulaşabileceğine inandırmaya başladığın zaman yaşlanacaksın.” derdi büyükbabam. Ne yazık ki o daha hatırlanacak anılarını biriktiremeden, zamanı mumyalamadan, ben onu tanıyamadan, Tanrı’ya “Ben kimim?” demeye gitti. Ufak denemeyecek, hatta ikiyüzlü İstanbul’un köşklerini kendine rakip bile görmeyecek kadar büyük bir evimiz vardı adanın ortasında. O zaman nerde bu internet, bilgisayar…(Gerçi şu an bile bizim adaya teknoloji yerleşti denemez! Göçer gibi oldu, ama biz onun barınmasına izin vermedik!) Sabahları babamlar, dedemler -kaç tane baban ya da deden var esprisini yapmayın lütfen! Biz ada halkı olarak aileden farksızdık, severdik de döverdik de- ağları alırlardı ellerine, ben daha gözlerimi açmadan onlar uyku sersemi balıkların açlıklarına dayanamayıp ölümüne yemelerini beklerlerdi. Bu balık tut- ma durumunu pek anlatasım yok açıkçası… Tamam, denize aittim ama ağlar hiç ilgimi çekmedi. Benim uyku sersemi balıklardan daha çok avlayacak “şey”im vardı. Hem ben öyle denizle, karayla ya da havayla da sınırlı değildim. Ben, kendi hayatımı kendim yarattım. Önceleri beğenmediğim gerçekliği, resmederek değiştirmek istedim. Sağ elimin cilvesi olsa gerek aklımdan geçenleri bir türlü kâğıda dökemedim, hayal gücüm hiç tatmin olmadı. Ben de sözcüklerle tanıştım. Güzel konuşan bir çocuk değildim ama biliyordum ki yazarken “Ağızdan söz bir kere çıkar.” diye bir gerçeklik yoktu… Sözcükler sevmediğim bu olguyu bile değiştirmeye yetecek kadar esnek. Kâğıt üzerindeki sözcükler… Sınıfın son okuma yazma “sökeni” olarak anneme yaşattığım hayal kırıklığını hiç unutmadım. Okuma yazma mı beni söktü, ben mi onu, hâlâ karar veremem. Derken sonra ikisiyle de arkadaş olduk. Aslında bu arkadaşlığı yaratan “Yaşadığım hiçbir şeyi unutamamam.” gerçeğiydi. İnsanların sözleri o “bodrum”a kaldırılır, ama hiç tozlanmazdı. Bir insanın yüzüne bakarken depodaki dokümanlar da o kişinin görüntüsünün yanında yanıp sönerdi. Yaşananları unutamıyordum ama değiştirebilirdim. Değişim korkağı olsam da bu konuda cesurdum; yani ben sözcükleri iyi amaçla kullandım. Doğal bir sevgim vardı her “şey”e. Bu sevgim kirlenmesin diye, dans ederken sürekli ayağıma basan hayatımı yeni baştan sözcüklerle yarattım. O yüzden pek 17 de arkadaş canlısı sayılmazdım. İnsanlardan korkmayı okumadan önce öğrendim, sevgisizliği görmeyi… Bunu kabullenemedim bir türlü; ben de değiştirdim. En azından buna çabaladım. Yaşım ilerledikçe umudum, hayallerim, çaresizliğim de şişmanladı. Önce adadan kurtulabilmek için şu “akıl dışı” lise kazanma sınavlarına girdim. Ada bana dar geliyordu; benim hayalimde yarattığım dünya orada yoktu! Ben, zaman geçtikçe, yeryüzünde hayallerin gerçeğe dönüşebildiğini öğrenmiştim; her ne kadar çocukken bunu göz ardı edebilsem de... Hâlbuki hayatı hayal sanmak ne safçaymış! Ellerime ağ değmesin diye kalem ve kitaba gömdüm onları. Sonra bir gün sınav sonuçları geldi. (Aradaki zamanı sormayın, hafızam iyi desem de fazla ayrıntıya yer yok “bodrum”da.) Sınav sonucumun yazdığı kâğıt benim için hayallerin gerçeğin bedenine girebileceğinin bir işaretiydi. Gerçekte ise bu, karşıdan karşıya geçerken elimi tutan anne elinin kesilişiydi… Artık istesem de tutamam ki o eli… İstanbul’a gidip liseye kaydımı yaptırdığımda kesilen anne eli, beni kana susamış hayatın arabaları için kolay bir hedef hâline getirmişti. Annem yokken içimde bir boşluk hissederdim. (Çok basmakalıp oldu ama emin olun, bu sözcük grubunu benden başka hiç kimse daha iyi hissetmemiştir!) Başta annemle ilgili öyküler yazdım, şiirler yazdım, romanlar yazdım. Her türü denedim, ama sözcükler her şeyi değiştiremiyormuş işte! Bunu anladığım an, saflığım havada patladı. Eskiden gerçekleri sözcüklerle değiştirmeye çalışırdım; İstanbul, kendime her gerçeğe karşı başka bir kıyafet dikmeyi öğretti bana. Bu kıyafetlere sığmaya çalışırken dengesiz, orantısız bir “şey” oldum. Adadan geliyorum ya, fazla doğal ve sevecen geldim bu baştan kokan şehre, ama kendimi değiştirmeye çalışmam bir hataydı. Uğruna şiirler yazmışlarmış, peh! Senden bir halt olmaz İstanbul! Kendimi tanımaya çalışırken beni sıkıştıran gerçeklere karşı tek limanım vardı. Belki karşıdan karşıya geçerken elimi tutmuyordu ama en azından yanımda yürüdüğünü hissediyordum öğretmenimin; tüm açıklığıyla gösteriyordum ona sevgimi. Sonraları, sevgim fazla gelmeye başladı ona. O bile sıkıldı sanki benden -ya da ben abartıyorum ama kendimi üzmek istediğimde hep bu düşünceyi tekrarlıyorum.- O da haklı canım! Annesi babası olmayan bir çocuğun elinde patlamış sevgisini ne kadar kabul edebilirsiniz ki? Her şeye rağmen ne tatlı insandı edebiyat öğretmenim. İnsanlar bazen beni ona benzetirlerdi, sevinçle gülümserdim. Güzel bir günün akşamında yatağa yattığımda hemen ona içimdekileri anlatmaya başlardım. O, yanımda olmadığında da benim tek sırdaşımdı. O varken içimdeki boşluk daha az acırdı, bunu fark edince şaşkınlıktan ona anlatacaklarımı unutur, saçmalardım. Biraz fazla sevgi yüklemişim sırtına ama bunu yapmasaydım, zehirlenecektim içimde çürüyen sevgiden ve sevgimi hak eden tek insan oydu. Bu yaşlara kadar hep biraz “bunalımlı” olanlardandım.-Aslında gülmek bana çok yakışır; gülerken yüzüme çektiğim çizgiler, mutluluğun tanımını arayan “kör”lere bile yeter.- Edebiyat öğretmenim beni değiştirdikten sonra içimdeki boşluğu bile kabul edip sevebilecek bir hâle geldim. Her ne kadar bazen sevgim taşınamayacak kadar ağır olsa ve belimi ağrıtsa da… Neden sevmeyi bu kadar çok sevdim biliyor musunuz? Sevgiden başka hiçbir şeyim yoktu da ondan. Annem, yok. Babam, unutuldu. Edebiyat öğretmenim, kendi çocuğunun sevgisini taşıyabiliyor sadece. Hayallerim? Yalana yer yok artık hayatımda. Baktım değiştiremiyorum, sevmeye başladım ben de. En korkunç olanı şu ki en sonunda içimde çürüyen sevgimi edebiyat öğretmenim bile kabul edemedi ve zehirlendim “aşırı doz”dan. Artık sevmemeyi ve sevilmemeyi de seviyorum. Amma çok konuştum yine. Sabahın yarım saati boşa geçti. Bugün ne yapsam ki? Çıkıp insanlarla mı tanışsam? Dur, şu aşağı mahallede oturan dostumu ziyaret edeyim, biraz belim ağrıyor da… 18 Bir Sincap Gibi Fırat Özderen A nımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir. Pablo Neruda Yaşamak zahmetli bir iş midir? Gerçekten nefes almanın dışında yapılması gereken zorunluluklar mı vardır yaşadım diyebilmek için? Her an farklı bir hareket sergilemek için sarf edilen çabaysa eğer hayat; o muhteşem hayatı ve onun güzelliğini hissedebilen o ‘şanslı’ kişilerden olmak istemiyorum. Her bir andan sonra bir öncekinin anı olduğu yaşantınızda alışkanlıklarınızın oluşmasına izin vermemek ve sürekli yenisini okumak, yazmak, izlemek, araştırmak, bulmak ve hızlı bir şekilde kaybetmek ne kadar içinden çıkılması imkânsız bir davranıştır. Ve sürekli bunun hakkında düşünmek ne büyük baskı oluşturur benliğinizde siz fark etmeden. Oysa sabah çiy damlalarının parıldattığı dut ağacının üzerindeki tırtıla bakın. Ne kolay hayattır onunki ve sizin ona, hayır sen yaşamıyorsun, demeniz ne kadar gariptir! Dört duvarın çevrelediği hüzün kokan bir hücre içerisindeki tutuklunun -ki bu tutuklu her gün aynı eylemleri yapmaya mecburdur- yaşamadığını iddia etmek koca bir hayatı görmezden gelmekten başka bir şey değildir. Yaşamak veya yaşayabilmek, her gün aynı kaptan yemek yemeye ve aynı bardaktan su içmeye mecbursanız ağır basar. İşte, o zaman yaşamanın büyük bir mucize olduğunun farkına varırsınız. Ve bir de iç dünyanızla baş başa kaldığınızda yaşarsınız deli dolu. Sadece düşünmek ve orada olduğunuzu hayal etmek tek yapmanız gereken. Pazartesi günü değişiklik amacıyla okula gitmemekten veya ailenizin yapmamanız için öğütlediği tehlikeli bir şeyi yapmaktan çok daha anlamlıdır yaşamak ve nefes alıyorum diyebilmek gözlerinizi kapatıp. Daha sonra sırtınızı yaslayıp buz gibi beton duvara içeri süzülen güneş ışıklarını seyrederken uykuya dalmak… Hayatın hiçbir zorunluluk ve gayret derdine düşmeden yaşanabileceğini fark etmek… Bir sincap gibi mesela yaşamanın dışında başka bir şey beklemeden*. O zaman daha mutlu olacaksın yaşamanın hem nefes almak kadar basit ve hem de vahşi hayat kadar ihtişamlı olduğunu anladığında. *Nâzım Hikmet, Yaşamaya Dair 19 Arda Eren Minik Batuhan Sicimoğlu Ürkek gözleri ve Duyulmayan sesiyle Sordu minik serçe: Yıldızları bana kim anlatacak, Bütün iyiler ölünce? 20 Aynı Yağmurun Altında D Begüm Kilimcioğlu Her bir damlanın vuruşu beni o güne götürüyordu. O gün de böyle yağmur yağıyordu. Gidip o ıslak bankın üzerine oturdum. Ellerimi bankın üzerinde gezdirirken anılar beynimi işgal etmeye başladı. Ihlamur ağacının kokusu, bankın kahverengisi beni o güne götürmeye yetiyordu. Anılarımla ne kadar savaşsam da bir şekilde burası bana onu, o günü hatırlatıyordu. Yıllar sonra ben yine aynı yerdeydim. Aynı bankta, aynı yağmurun altında, aynı ıhlamur ağacının hoş kokusuyla sarhoştum. Başladığım yerdeydim. Bittiğim yerdeydim. Ama ileri gidebilmek için önce geçmişi bırakmalıydım ardımda. Yüzleşmeliydim geçmişimle. Her parçasıyla. Acısıyla tatlısıyla geçmiş benim geçmişimdi. Ne yaparsam yapayım silinmeyecekti. Tek şahidim, işte, bu yıllara meydan okuyan bank ve yaşlı ıhlamur ağacıydı. Hayatımın en önemli anlarına tanıklık etmiş, hayat denen sahnede benim oyunumun oyuncuları olmuşlardı. Bazen arka planda dekor olarak kalmışlardı, bazen de oyunun ta kendisi olmuşlardı. Mekân hep aynıydı, ben de hep sahnedeydim. ışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken fırladım sokağa. Üstümde ne şapkam, ne de montum vardı. Koşmaya başladım, nereye gittiğimi bilmeden. Ayaklarım beni nereye götürürse oraya gidecektim. Yağmur yağarken ağlamak, küçüklüğümden beri bir kaçış yoluydu benim için. İnsanların ağladığımı fark etmemesi için. Gözyaşlarımla yağmur damlaları karışıyordu birbirlerine; bir bütün oluyor, sanki yıllardır birbirlerini aramış ve yeni bulmuş âşıklar gibi sarılıyorlardı. Tüm gücümle koştum; zamanı, yeri bilmeden. Gözyaşlarımdan etrafımı bulanık görürken düşüncelerim sakin bir deniz kadar berraktı. Ayaklarımın beni götürdüğü yere kadar koştum, ta ki ayaklarım bana ihanet edip beni durmaya ve düşünmeye zorlayana kadar. Düşüncelerim ne kadar berrak olsa da yüzleşmek de bir o kadar zordu. En sonunda durduğumda oradaydım. Yılların eskittiği bank, duvarı döven hırçın dalgalar ve eski dostum ıhlamur ağacı. Sırılsıklam olmuştum, her bir damlanın düşüşüyle biraz daha ağırlaşıyordum. 21 Kazağımın ucuyla gözyaşlarımı sildim, yenilerine yer açmak için. Ne de olsa gözyaşlarım akmaya başlamıştı bir kere. Gençliğimin tüm öfkesi, tüm isyanları, söylenememiş her söz bu yaşlarla birlikte akmalıydı. Yıllarca içimde tuttuğum tüm acıları bırakmanın zamanı gelmişti. Hâlâ gözlerimi her kapadığımda onu görüyorum, kulaklarımda onun gülüşü çınlıyor. Unutmaya çalışıyorum ama yapamıyorum. Her seferinde baştan seviyorum. Ellerimden kayıp gitmişti aşk, kaybetmiştim. Tıpkı yağmur damlalarının bankın üzerinden süzülüşü gibi, aşk da benim ellerimin arasından süzülüp gitmişti. Sıkı tutamamıştım; hâlbuki bilmeliydim ki aşkı kazanmak ne kadar zorsa kaybetmek de bir o kadar kolaydı. Kalktım, yürümeye başladım. Ağaçtan ve banktan uzaklaştıkça anılarımdan da uzaklaşıyordum. Bir kere baksaydım gözlerinin içine; “gitme” deseydim, “kal” deseydim, “seviyorum” deseydim; ama gururum işte... Diyemedim, “gitme, kal” diyemedim. Tekrar koşmaya başladım ama bu sefer unutmak için. Geçmişi silmek için, umutsuz bir çabaydı işte. Dibe batmıştım, çabaladıkça daha çok batıyordum. Son çırpınışlarımdı bunlar. Kurtulmak için son şansımdı. Fısıldadım rüzgâra: “Tanrım, onu kaybetmeme neden izin verdin?” Sesim rüzgârın uğultusuna karıştı. Biz kavuşamasak da seslerimiz kavuşur belki bir gün. Belki rüzgâr beni sana getirir. Belki bir gün sen de rüzgârı dinler, sesimi duyarsın. *Öykü yarışmasına katılmıştır. Arda Eren 22 Sonsuz Mavilik Sen gittin Ne sonsuz olmayı Ne de beni hak ettin. Belki derin denizin boğdu beni sularında Belki sığlığında kaldım nefessiz. Silmeye çalıştım bıraktığın izleri, Yeni dalgalar vurdurdum sahilime sen yokken, Yeni salkımlar astım geceye ışıktan Ama sen gittin. Başka sahillerde iz bırakmaya Başka denizlerde benim gibi boğulmaya gittin. İzlerin kaldı bir tek En güçlü dalgalar gelse bile silinmeyeceğini bildiğim. Sen gittin Nice ilkbaharlar, nice yazlar geçirdi kalbim Tutkuyla yaşadım her mevsimi Coşkuyla izledim yokluğuna rağmen izlerinin silinmeyişini Güneş açmışken yağmur yağdırdım Dünyam karanlıkken gökkuşağını koydum gökyüzüne Ve sana inat, her şeyi boyadım maviye Maskeler takıp pamuktan Yeni suratlar çizdim boya kalemleriyle. Ama sen! O sonsuz mavilik! Sen gittin… Arkana bile dönüp bakmadan, öylece gittin. Sen, ne sonsuz olmayı, Ne de beni hak ettin. *Şiir yarışmasına katılmıştır. 23 Setenay Gel Büşra Yen Yalnızlık Çukuru Bağırıyorum dağlara, göllere, çöllere, Bakınıyorum ne aradığımı bilmeden. Anlayamıyorum beynimdeki karmaşayı, Susturmaya çalışıyorum kalbimden gelen sesleri. Çığlık atmak geliyor içimden, Çekip gitmek ya da sürüklenmek... Kaybolmuş benliğimde yok olmak, Kırılan dallarımı savurmak istiyorum aniden. Yakalayamıyorum içimdeki mutluluğu, Neye dokunsam soluyor, bükülüyor âdeta. Zevki, sefayı ve şevki hatırlayamıyorum, Hayallerim gerçekleşse de alamıyorum tadını. Bulamıyorum arkadaşları ve insanları, Anlıyorum içimdeki boşluğu ve isyanı, Yalnızlığıma yanıyorum ve yakarıyorum, Değiştirmek istiyorum dünyamı bir başkasının elleriyle. *Şiir yarışmasına katılmıştır. 24 Beklerken P Fulya İdil Keskin Koltuğa geri dönmeden televizyonu açıp haberlere bakmaya karar verdi. Televizyonun düğmesine basmasıyla birlikte evin içini maç anlatır gibi Nişantaşı Abdi İpekçi Caddesi’ndeki yılbaşı hazırlıklarını anlatan muhabirin heyecanlı sesi doldurdu. Muhabirin anlattığı caddeye baktı, her yer nasıl da ışıl ışıldı. Pırıltılar onu geçmişe götürdü. Eşiyle ilk defa bir yılbaşını yurt dışında geçiriyorlardı. Paris’e ilk gelişiydi. Havaalanından otele giden yol boyu ağaçlara asılmış küçük lambalara ve süslere bakmış, şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı. Evleri anlıyordu ama sokakların böyle süslenmesi inanılmaz gelmişti ona. Hele harcanan elektriği düşününce annesi aklına geldi, hep açık kalan ışıkları söndürür, bir yandan da “devletin parası boşa gitmesin” derdi. Koca Fransa’nın elektriği ne kadar çoktu ki boşa yanan yüzlerce lamba vardı. Eşi onun şaşkınlığına gülüp “Hristiyanlar için Noel çok önemlidir.” demişti. Otele yerleştikten sonra Champs- erdeyi aralayıp yağan kara baktı, gökyüzünden aşağıya beyaz kristaller düşüyor gibiydi. Çocukluğundan beri ne zaman kar yağsa içini büyük bir mutluluk kaplardı. Belki de bunun sebebi karla ilgili hep güzel anılarının olması, belki de babasıyla ilgili hatırladığı tek güzel anının kardan adam yaptıkları gün olmasıydı. O günü hatırlayıp kendi kendine gülümsedi. Evin önünden geçen caddenin sonuna kadar baktı, kardan adam yapan çocuk var mı diye. Sadece yağan karın farkında olmayan, alışveriş poşetleri ile koşturan kalabalığı gördü. Pencerenin yanındaki koyu yeşil kadife koltuğa tekrar oturdu. Koltuğun yanındaki sehpada duran telefonu açıp sinyal sesini kontrol etti, hat açıktı. “Bugün mutlaka beni arar.” diye mırıldandı. Okunan ezanın sesiyle ilaç saatinin geldiğini fark ederek kalktı, yavaş yavaş yürüdü, masanın üzerindeki bardağa su doldurup ilaçlarını içti. 25 Elysee’de yürüyüşe çıktılar, kar da yağmaya başlayınca şaşkınlığı, yerini neşeye bırakmıştı. Paris’in Noel ağacı gibi süslenmiş o en ünlü alışveriş caddesinde gülerek dolaşmışlardı. Birden muhabirin sesi ile kendine geldi. Caddeden yürüyenlere mikrofonu uzatıyor, bu gece ne yapacaklarını soruyordu. İşten yeni çıkmış ve acelesi olan bir kadın “Evdeyiz işte. Çoluk çocuk ve büyüklerle birlikte masanın etrafında oturup hep beraber yemek yiyeceğiz. Bu da bizim yılbaşı kutlamamız.” dedi. O sırada yanında durduğu kocaman ceviz masaya dalgın dalgın baktı, yardımcısı Melek’in örüp hediye ettiği beyaz dantel masa örtüsünün üstünde olmayan tozları temizledi, annesinden kalan vazonun içindeki çiçekleri düzeltti. Bu masada kaç yıldır yılbaşı yemeği yenmemişti ama o, vazodaki çiçekleri her pazartesi sabahı erkenden değiştirirdi. Annesi “Masada her zaman taze çiçekler olmalı, çiçeklerin kokusu eve hayat verir.” derdi. Yılların alışkanlığı ile her pazartesi apartman görevlisine yeni çiçek aldırırdı. Eğilip çiçekleri koklarken bir başka yılbaşı gecesini daha hatırlayıp kendi kendine gülümsedi. O yılbaşı gecesi tüm aile onlarda toplanacaktı; çocuklar küçük olduğu için dışarıda kutlamayı epeydir bırakmışlardı. Sabahtan beri hazırlık yapılıyordu. Melek’le birlikte çocuklara parmaklarını yedirecek yemekler yapmışlardı, hele tatlılar bir gün önceden hazırlanmıştı. Tabii ki saat gece yarısını vurduğunda yerken bir yandan dilek tutulacak kabak tatlısı da masada yerini almıştı. Bütün aile masanın başında toplanmıştı, on beş kişinin şen sesi birbirine karışıyordu. Oğlu bir ara çatalı kadehlerden birine vurmuş, “Bu güzel masa için annemi alkışlayalım!” diye bağırmıştı. Oğluna sarılıp öpmüştü, o kahkahanın hâlâ kulaklarında çınladığını hissetti. Muhabirin sesi: “Şimdi de Ankara’ya bağlanıyoruz. Oradaki hazırlıkları dinleyelim.” O sırada gözü aynadaki görüntüsüne ilişti. Aynadaki beyaz saçlı, kırışık yüzlü ihtiyara hüzünle baktı. Bu görüntüde yıllardır sadece bir çift mavi göz ve boynundaki iki sıra inci değişmemişti. Sabah tarayıp sımsıkı topuz yaptığı gümüş saç tellerinden bazıları firketeden kurtulmuş, inatçı bukleler halinde kulağının üzerinde sallanıyordu. Mavi gözleri eskisi gibi canlılıkla bakıyordu ama yüzündeki kırışıklıklar yılların yorgunluğunu ve tecrübesini anlatıyordu. Birkaç saç telini çabucak topuza sıkıştırıp incileri düzeltti. Yaşlı kadın eklemlerindeki ağrıdan dolayı ayaklarını sürükleyerek telefonun yanına gitti ve bir kez daha sinyal sesini kontrol etti. Sonra bastonunu eline alarak ağır ağır mutfağa geçti. Emektar yardımcısı Melek’in dün akşam hazırladığı yemekleri masaya koymaya başladı. Melek ile neredeyse bir ömür geçirmişlerdi, ellerinde büyümüştü. Onun geldiği ilk günü hatırlıyordu. Kimsesiz olduğu için bir akrabası tarafından köyden getirilip ev işlerine yardımcı olsun diye ailenin yanına verilmişti. O zamanlar ürkek bir kuş gibiydi. Ona yemek yapmasını kendi öğretmişti, şimdi Melek ünlü aşçılara taş çıkarıyordu. O sırada kapı çaldı, heyecanlandı. Bu yılbaşı akşamı kimseyi beklemiyordu. “Çöpü almak için henüz erken; Cemal Efendi olamaz. Kim gelir bu saatte?” diye düşündü. Kapıyı açtı. Gözleri merak dolu iki yumurcakla karşılaştı. Anneleri arkadan geliyordu, kadın mahcup bir ifadeyle: “Kusura bakmayın, çocuklar evi karıştırdı, yılbaşı için teyzelerine getirdim de. Bir üst kattaki dairenin zili yerine yanlışlıkla sizinkini çaldılar. Mutlu yıllar dilerim.” diyerek kapıdan ayrıldı. Kendi kendine “İnşallah daha görecek yıllarım vardır!” diye mırıldandı. Tekrar mutfağa döndü, Melek ona ne çok şey hazırlamıştı. Kim yiyecek bunları, dediğinde “Hanımefendi, yılbaşında âdettir, hepsinden bir kaşık yersiniz.” demişti. Kabak tatlısını ise özellikle istemişti, gece tam on ikide dilek tutmak için. “Bir çatal yer, dilek tutarım.” diye düşündü. Bu âdetten hiçbir yılbaşı gecesi vazgeçmemişti. Her sene dileği olduğunda kabak tatlısına bağlar, olmazsa da kabağın iyi pişmemesine bağlardı. Oğlu da bayılırdı onun elleriyle yaptığı kabak tatlısına. Birden 26 üniversite eğitimi için oğlu Amerika’ya gitmeden önceki son yılbaşı akşamını hatırladı. Oğlu, o sene arkadaşlarıyla kutlayacaktı, yemeğe kalmadan çıkıyordu. Tam eşikteyken onu yakaladı ve tatlıyı çatalla uzattı. “Gittiğin yerde olmaz oğlum, tatlını ye, dileğini tut. Gece yarısı olsa daha iyiydi ya sen bilirsin...” dedi. Oğlu gülmüştü: “Anne her yılbaşı kabak tatlısı yediriyorsun, dilek de tutuyorum ama hala beklediğim kız çıkmadı karşıma.“ Yine de annesini kırmayıp bir çatal tatlıdan ağzına atmış ve dilek tutmuştu. Sonra da “Hımm, bu tatlıyı dünyada senin gibi yapan kimse yok!” demişti. Nasıl da gururlanmıştı bu sözler üzerine. O geceden sonra oğlu ile uzun zamandır birlikte hiç yılbaşı kutlamadığını hatırladı, birden endişeyle “Bunca yıldır Amerika’da, yılbaşı geceleri kabak tatlısı bulabildi mi acaba?” diye düşündü. Onca yıldır sormayı hiç akıl edememişti. Sonra da “Ben onun yerine bu gece kabak tatlısı yiyip dilek tutayım bari!” diyerek kendini rahatlatmaya çalıştı. Yemeğini yemiş, kabak tatlısı elinde tam salona yönelmişken telefon çalmaya başladı. Yaşlı kadın oğlunun sesini duyacak olmanın heyecanıyla canlanmıştı. Her yılbaşı gecesi mutlaka arardı. Bacakları elverdiğince hızla yürüyerek telefona gitti ve nefes nefese ahizeyi kaldırdı. Bir banka telesekreterinin müşterilerine bıraktığı yeni yıl mesajını duyunca bütün neşesi uçup gitti. Aniden bastıran yorgunlukla yanı başındaki koltuğa çöküverdi. Sunucunun “veee 18” diye bağırmasıyla irkildi, içi geçmişti. Televizyon, Milli Piyango çekilişini göstermeye başlamıştı. Sunucu heyecanla büyük ikramiye çıkan numarayı açıklıyordu. Yukarıdan tombala oynayan çocukların çığlıkları ve arada büyüklerin kahkahaları duyuluyordu. Çocukların bağırışları ona oğlunun sekiz dokuz yaşlarında ilk kez tombala oynadığı yılbaşı gecesini hatırlatmıştı. Ona o yılbaşında tombala oynama sözü vermişti. Akşamı nasıl da heyecanla beklemişti. Yemekten hemen sonra tombala oynamaya başlamışlardı, numaraları tek tek torbadan çekiyor, oğlu bir yandan neşeyle bağırıyordu. “On üç dersen tombala olacak, hadi ama anne on üç, on üç, on üüüç!” Eşi her yıl birçok Milli Piyango bileti alır ve her sene “Bu sefer büyük ikramiye bizim!” derdi, ailenin geri kalanına da umutla çekilişi beklemek düşerdi. Teselli ikramiyesi veya amorti dışında bir şey çıktığı görülmemişti. Genelde eşi sinirle biletleri halının üzerine fırlatırdı, oğlu da yerdeki biletleri alıp uçak yapar, uçururdu. Geçmişi düşünürken uzun süre hiç hareket etmediği için ayakları uyuşmuştu, ayaklarını gevşetmek için kalktı, konsola doğru yürüdü, orada oğlunun resimlerine gözü takıldı. Küçükken deniz kenarında kumdan kale yaparkenki resmine, ardından lise ve mezuniyet resimlerine baktı. Hepsinde nasıl da mutluydu. Sonra eline oğlunun düğün resmini aldı. Oğlu resimde bir yandan karısına sarılmıştı; diğer eliyle annesinin elini sıkıca tutmayı ihmal etmemişti. Yaşlı kadın çerçeveyi sıkıca tutup özlem ve sevgiyle oğlunun yüzünü okşadı. İki yıldır görmemişti onu, kokusunu içine çekememişti. Geçen yaz işlerinin yoğun olmasını bahane edip gelememiş, “Bu yaz mutlaka geleceğim!” diye söz vermişti. Heyecanla yazın gelmesini bekliyordu. O sırada saat çalmaya başladı, gece on iki olmuştu. Yukarıdaki kutlama son hız devam ediyor, müzik sesi geliyordu. Herkes öpüşüp birbirinin yeni yılını kutluyordu. Çocuklar da uyumuştu herhalde ki, sesleri artık duyulmuyordu. Havai fişek gösterisi de başlamıştı, evin duvarına renkli ışıklar yansıyor, patırtılar duyuluyordu. Aklına kabak tatlısı geldi, sehpaya yöneldi. Yavaşça eğilip tabağı eline aldı. Bir çatal tatlıyı ağzına götürüp gözlerini kapattı ve yüksek sesle “Oğlum bu yaz İstanbul’a gelsin, ertelemesin!” dedi. Daha ilk lokmada tatlının şerbetini az buldu “Şekeri az olmuş ama zaten şekerim bu aralar yüksek çıkıyor.” dedi. Bir de oğlu için kabak tatlısı yiyip “En çok ne arzuluyorsa o olur inşallah!” diyerek onun yerine de dilekte bulundu. 27 Tatlıyı sehpaya bırakırken gözü telefona tekrar takıldı. Uykusu gelmişti ama telefon çalar da duymazsam, yataktan kalkıp yetişemezsem diye endişelenerek koltukta oturup beklemeye karar verdi. Arada dalıyor, sokaktan gelen seslerle irkilip gözünü açıyor, sonra telefonu tekrar kontrol ediyordu. Ertesi gün güneş açmış, bir önceki gün yağan kardan eser kalmamıştı. Yollar çöpten geçilmiyordu. Şehir, yılbaşının yorgunluğunu yaşıyordu. Her taraf çok sessizdi, tüm şehir uyuyordu. Evde derin bir sessizlik vardı. Birden telefon çalmaya başladı, ama yaşlı kadın hiç kıpırdamadı, bir eli telefonun üzerinde olmasına rağmen... Zamanında çalmayan telefon şimdi evin derin sessizliğini delercesine ısrarla tekrar tekrar çalıyordu. Ama telefona cevap veren olmadı. *Öykü yarışmasına katılmıştır. Ecegül Bayram 28 Renklerden Karanlığa Ç ocuk... Şu dünyadaki en temiz, en saf kalbi taşıyan varlık. Aklı yetmez denir bazen onun için ama o görülmeyeni hayal eder; küçüktür diye dinlenmez bazen, su içip susması beklenir ama o kendi dünyasının kralıdır, bilinmez... Kimse bilmez bu aklı yetmeyen çocuğun dünyasını, hayal bile edemez onun kendi dünyasında ne denli mutlu olduğunu. O, kendi dünyasında, şu ana kadar gördüğü, duyduğu, edindiği bilgiler doğrultusunda mutlu mesut yaşayıp gitmektedir. Onun dünyasında çimenler en yeşil, gökler en mavidir; pamuk şekerinden ağaçların, çikolatadan nehirlerin, dondurmadan dağların arasında yaşar çocuk... Bir büyüğü mutlu etmek ne kadar zorsa onu mutlu etmek de bir o kadar kolaydır. Bugüne kadar o kaç tane bulutu tavşana benzetip oynatmıştır gökyüzünde oradan buraya, buradan şuraya ve kaç kere bu kısa serüvenin verdiği mutlulukla gülümseyerek bakmıştır gökyüzüne... Bir anlam ifade etmeyebilir büyükler için bir kaya; ama çocuk yatan deveye benzettiği kayasıyla günlerce eğlenebilir. Onu, çocukluğunu elinden alacak, Deniz Bozdağ devesiyle dalga geçecek veya çizdiği fil yutmuş boa yılanını şapkaya benzeteceklerden koruyan, kayadan yapılma tankları, kurtları vardır, bir okul çantası ya da bir efsanesi, Aytmatov’ un Beyaz Gemi romanındaki çocuğun, Maral Ana’sı gibi... Büyüklerdir onların dünyalarını yıkmaya çalışan, ağzına şeker verip susmasını bekleyen, fil yutmuş boa yılanı ile dalga geçen... Onları tekdüze, hayal gücünden yoksun hayatlarına çekmek isteyenler. Kendi dünyalarının da küçük yaşta yok edilmesine mi bağlıdır, bu çocukları rengârenk dünyalardan ayırıp siyah beyaz dünyalarına çekmek istemeleri? Yalnız kalmak mı istemiyorlar hayal gücü olmadan inşa edilmiş kendi kapkara dünyalarında, bilinmez... İnsanoğlunun doğal bir ihtiyacı sanırım kendisi gibi olmayanları kendine benzeterek yalnız kalmama çabası. Ne olursa olsun çocuklar yine çocuk olarak kalmayı başarabilmeliler, dünyalarını fethetmeye çalışan büyüklere direnip onlara da biraz hayal gücü tohumu vermeliler ki onlar da karanlık dünyalarını renklerle süsleyebilsinler. 29 Başak Dağlıoğlu Bitemeden Biten Şiir Sabahlardan bir gece Sabahın geceyi bulamadığı gece Bir son yazmak istedi Minik kasımpatı Minik şiirine. Bekledi ki ‘son’ olsun Son nefesini verir gibi olsun Son şarkısını söyler gibi olsun Son saç telini Üçe ayırıp örer gibi olsun Bekledi ki şiiri ‘son’ bulsun Sonu olsun minik kasımpatının Ki Aralık rahata kavuşsun Bir tarafı sondan korktu Bir tarafı ise sonundan Ama bekledi Bekledi ki şiiri ‘son’ bulsun Sonunda Aralığın ilk sabahının gecesinde Sonunu buluşuna bir son yazmak istedi Ama son şarkısını söylerken Verdiği son nefesi Son saç teliyle ördüğü örgüsünü Boğazına sardı Minik kasımpatının Minik şiirine vedası ‘Son’ bulamadı Yine sabahlardan bir gece Sabahın geceyi bulamadığı gece ... *Şiir yarışmasına katılmıştır. 30 Şikâyet D oğruyu söylemek gerekirse benim de normal bir ailem var. Ama asıl problem her gördüklerinden şikâyet edebilecek enerjiyi bulabilmeleri. Yani memnuniyetsizlik gibi değil ama sanki bir alışkanlık gibi artık. En azından eskiden öyleydi. Küçüklüğüm böyle geçmişti, hani belki nerede yetiştiğimi merak edersiniz diye söylüyorum. Her sabah küçük kardeşimin mısır gevreğinden çıkan oyuncaklardan yakınması, babamın gazetedeki yazı boyutlarının küçük olmasına sinirlenmesi ve tabii ki annemin kahvaltı tabakları ile ilgili eleştirileri. Anlayacağınız evde herkes kalkar kalkmaz şikâyet etmeye programlanırdı ve eğer bana ne rol düşüyor diye soracaksanız ben de bunu uzun bir süre öğrenemedim. Belki de bana hiçbir zaman yakınmaya vakit bırakmadıkları içindi; benim ailem de böyle normal bir aileydi. Ben öyle düşünüyordum en azından. Normal bir hayat süreceğimi düşünüyordum. 31 Şiir Su Saydam Normal bir çocukluk, gençlik ve hayata veda ederken yine normal bir şekilde gözlerimi yumacağımı umuyordum. Planlarım o sabaha kadar iyi gidiyordu, ama işte tam da o sabah bir daha başlamamak üzere sonlandılar. Çocukluğumun o kahvaltıları gitmişti artık; her sabah uyanıp sessizliğin içinde kahvaltı etmeye alışmıştım. İçinde oyuncak olmayan mısır gevrekleri, en iyi porselenden kahvaltı tabaklarım ve gazetemi okuyabilmek için gözlüğüm hep yakınlarımdaydı. Dediğim gibi her şey normaldi. Herkes gibi kalkıyor, kahvaltımı ediyor ve işime gidiyordum, benim her adımımla beraber daha da yükselen güneşle birlikte. Geçmişe baktığımda belki de bütün o şikâyetler hayatıma anlam kattı diyordum her sabah, ama seçim yapmam gerekirse şimdiki kahvaltı masam daha iyiydi. Daha sessiz, daha sakin ve daha huzurluydu sanki. O sabah da sessizce kahvaltımı ediyordum. Çatalımın bıçağa her sürtünüşünde yankılanan sesler mutfağa doluyordu. Yağmur damlalarının sesini penceremde duyabiliyordum; geçen gün bıraktığım güneşin yerini almıştı gece. Bana sorarsanız o gün de normal bir gündü, rüzgârın cama doğru savurduğu yağmur damlaları dışında her şey dünkü gibiydi. Ve ben aniden susadım. Susamak ne kadar garip olabilir ki, diye sorabilirsiniz, eğer o gün dün olsaydı ben de size garip olmadığını söyleyebilirdim ama ayağa kalktığım anda yepyeni bir güne başladığımı fark ettim. Belki de yepyeni bir hayata. Eğer buna hayat diyebilirseniz tabii. Yerde yatan bedene sessizce baktım. Su bardağıma uzanmak için ayağa kalktığımda görmüştüm onu. Mutfaktaki halının üzerinde hareketsiz duruyordu. Dokunsam mı bilemedim, yüzü biraz solgundu sanki ve elleri de bir o kadar beyaz. Şimdi her şeyi hatırlama zamanı gelmişti. Yerde soluksuzca, gece mavisi bir elbise içinde uzanan bu kadını tanıdığımdan şüpheliydim. Geceyi hatırlama zamanım, dünü hatırlama zamanım gelmişti ama adım atmaya korkuyordum. Hâlâ susuzdum ama her şeyi unutmuştum. Yürümeyi, konuşmayı, bağırmayı… Gözümü kırpmadan ona bakıyordum, hareket etmesini umuyordum beni bu labirentten çekip çıkarır, bana yol gösterir diye. Ama mutfakta o soluksuzdu, ben de dilsiz kalmıştım aniden. Hani açıklama istersiniz ya çaresizken ben de kapıdan birinin girip yanlış yerde olduğumu söylemesini bekledim. Beni kolumdan tutup yatağıma götürmesini veya yüzüme bir tokat atıp bu kâbustan uyandırmasını diledim. Ben normal biriydim. Herkes gibi yaşayacak, herkes gibi ölecektim. Yüzünü görmüyordum. Yüzüstü mutfağımda yatan bu kadını tanımak için hareket etmem gerekiyordu. Ve benim için o kadar imkânsızdı ki ellerimle ona ulaşmak, uzun bir süre korku içerisinde seyretmeye devam ettim. Bulunduğum yer çok basit miydi yoksa çözmem için fazla mı karmaşıktı bir türlü kestiremiyordum. Telefonu elime aldım. Evet, yapmaya en çok ihtiyaç duyduğum şeyi yapacaktım: “Alo anne, anne orada mısın?” Sesim kendi içimde yankılanmaya başlamıştı. Annemin sözcükleriyse benim yakarışımdan habersiz gibiydi: “Alo, kim var orada? Kimsiniz?” Sayısız kez “Alo” demiştim, sesimi sonuna kadar kullanmaya çalışıyordum. Burada böylece kimseyle konuşmadan duramazdım. Mutfakta uzanan o bedenden başka türlü uzaklaşamazdım, annemin şikâyet eden cümlelerine ihtiyacım vardı. En azında tanıdık bir ses duymalıydım, tanıdık bir ses arıyordum elimde tuttuğum telefonda. Ama kimse cevap vermedi, sayısız yakarışımı kimse duymadı. Artık kendi başımaydım, kendi ayaklarımın üstünde. Camdan dışarıya bakmayı, kapının aralığını dinlemeyi denedim. Bir ipucu aradım etrafımda, birinin kapıyı açıp bana her şeyin bittiğini, artık kâbusumda gözlerimi açabileceğimi söylemesini diledim. ... Yavaşça gidip yanına oturdum, onu inceledim. Zayıf bedenine, kemikli ellerine baktım, dokunmaya korktum. Yerin soğukluğunu içimde hissettim; içimde, bedenimde acımasızca yayıldığını hissettim. Sonra bir merak uyandı içimde, yüzüne bakmak istedim önümde hareketsizce uzanan bu bedenin. Soluksuz ve masum gözüküyordu hâlbuki, hiç korku filmlerindeki gibi değildi, o da daha çok çaresiz gibiydi; benim gibi. Başını yavaşça kendime çevirdim, saçları terlemişti ve elleri ellerimi dondurmuştu âdeta. Çok soğuktu, bir ölü kadar soğuktu. O güne kadar normal öleceğimi düşünmüştüm. Bu sıradan hayatımı sıradan bitireceğime, herkes gibi öleceğime inanmıştım. Ama işte ben ölüydüm, yüzüne bakmamla anlamıştım; yerde uzanan beden benimkiydi! Üzerindeki benim elbisemdi, elleri benim ellerimdi. Artık hiçbir şey normal değildi. Ve işte, belki de şimdi gerçekten şikâyet etme sırası bana gelmişti. *Öykü yarışmasına katılmıştır. 32 Yitik Savaşçı Çamur içinde üstüm başım, Sinekler yapışmış vücuduma, Yaralarımı kurtlar kemiriyor, Leş gibi kokuyor etraf. Bir gümbürtüdür gidiyor. Alev alev… Canımı kusuyorum ağzımdan. Yere saçılmış kollarımı, bacaklarımı topluyorum. Her yanım kırmızı. Hava, su, toprak… Çığlıkları yükseliyor şimdi de. İnsanlığımdan utanıyorum. Un ufak oluyorum. Uzaklardan, denizin sonsuza kavuştuğu yerlerden bir ses geliyor. Bir müzik… Gözlerimi kısıyor, zorla yutkunuyorum. Dikenli çalılara sırtımı verip ağlamak istiyorum Biraz daha kulak veriyorum. Birden sapsarı buğdaylar canlanıyor gözümde. Değirmenlere inat salınıyorlar. İçinde bir nefes koşuşturuyor, Biten güne rağmen umutlu. Kırmızı kiremitten, Dut ağaçlarının kapadığı bir eve geliyorum. 33 Melis Ayça Burniku Arda Eren Yıllardır aynı, Bıraktığım yerde. Bereketli bir kuyu, Denize kavuşacağı günün hayalinde. Meşeden, oymalı bir kapı selamlıyor en son. Adım adım yaklaşıyorum. Kilitli… Zorlamak gelmiyor içimden, Oysa son ziyaretti, diyorum… Arkamı dönüp buğdaylar arasında açtığım yoldan geri dönüyorum. Kızıl, kestane rengi bir toprak. Yanık et kokusu başımı döndürüyor. Düşüyorum. Kemiklerim dört bir yana ayrılıyor yine, Toplamaya hâlim yok diye öylece bekliyorum. Bir demir parçası ilişiyor gözüme, Bir o kadar parlak ve bir o kadar paslı… O evin olmalı Bir daha kalksam takip etsem notaları diye geçiriyorum aklımdan. Birden kulaklarımın olmadığını fark ediyorum. Usul usul, son nefesimi alıyorum… *Şiir yarışmasına katılmıştır. 34 Elma Şekeri Şerna Viyan Petekkaya Y rindir. Dudaklarında henüz taç yapraklarını açmamış utangaç bir gülün pembeliği hissedilir. Üst dudağının hemen solunda, hiç dikkat çekmeyen pek minik bir beni vardır, açık kahverengi. Özellikle yaz güneşinin altında pamuk şeker pembesine döndü mü dudakları bu ben iyice görülmez olur. İçten gülümsemesiyle kibarca kıvrımlanan dudakları bir çift gamze oluşturur yanaklarında. Nedendir bilinmez, sol yanağındaki gamze daha bir belirgindir. Ahududuyla arası çok iyi olacak ki, azıcık heyecanlandığında hemen ahududu reçeli rengini alıverir yanakları. Oval çenesi sonbaharda uçuşan iki ucu yukarı doğru kıvrımlı yaprakları andırır. Bir de tıpkı o yaprakların üzerindeki damarlar gibi kırışıklıklar vardır çenesinde. Gri beyaz karışımı kakülleri, kumsala vuran dalga edasıyla dökülüverir beyaz alnına. İki yandan örgülü saçlarını güçlü omuzlarının üstüne salmıştır. eşil gözleri, mayısın ilk haftasında çınar yapraklarının nehirde parıldayan yansımalarını andırır. Hani güneşin en tepede olduğu öğle vakti daha bir parlaklaşır, daha bir hareketlenir ya bu yansımalar, işte, onun gözleri de her zaman öyle ışıldar. Gözlerini çevreleyen çizgiler bir kum sanatçısının usta elleriyle çizilmiş gibidir. Her bir kırışıklık, ince kum taneleri gibi özenle serpiştirilmiş, yaşının getirdiği zarafet bu kırışıklıklara itinayla işlenmiştir. Uzun, kumral kirpiklerinin birleştiği noktaya doğru ilerledikçe hafifçe çekikleşir gözleri. Belirgin bir çekiklik değildir bu; hani ıslak kile şekil vermek için serçe parmağınızın ucunu azıcık dokunduruverirsiniz ya, işte öyle hafif bir dokunuştur onun gözlerindeki çekiklik de. Fa anahtarının sağa yatmış hâlini andıran kaşlarından başlayarak zarif bir kıvrımla dudaklarına doğru süzülen burnu, minik bir bebeğin parmakları gibi küçük ve na35 Boynunda hiç çıkarmadığı bir kolyesi vardır: şu, açılıp içine fotoğraf konulan kolyelerden… Kimsecikler bilmez kolyenin gizli kapıları ardına ne sakladığını. Kolyenin üstünde rengini kaybetmiş, biraz da silinmiş bir çift pabuç resmi bulunur. Bizim ünlü masal kahramanı Cinderella’nın pabuçlarına benzer bu pabuçlar. Genelde çiçek desenli, ipek elbisesini giyer. Önü düğmeli bu elbise, rahmetli eşinin yadigârıdır. Daha yirmisinde bir genç kızken eşinin ona hediye ettiği bu elbisesini bugüne kadar saklamış, eşinin ölümünden sonra da sık sık giyer olmuştur. Boş durmayı hiç sevmez. Oturacağı zaman da mutlaka bir çift şiş alır eline, örgü örmeye koyulur. İpi büyük bir ustalık ve çabuklukla şişin üzerinden geçiren parmakları da bunca yıldır yitirmediği çevikliğinin bir kanıtıdır. Yani bir tabloda düşünecek olsanız; uzun, örgülü saçları, gülümseyen yüzü, önü düğmeli ipek elbisesi ve elindeki örgüsüyle tam bir elma şekeridir o! Sevgili resim öğretmenim, Bizden çok sevdiğimiz ve bizim için çok önemli olan birinin portresini çizmemizi istemiştiniz, ben de elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Umarım babaannemin portresini beğenirsiniz. Saygılarımla, Babaannesini çok seven öğrenciniz… *Öykü yarışmasına katılmıştır. T. Mert Saygın 36 Arda Eren Marguerita ışıklar kapalı, evde kimse yok. bu bir yalan. gelmesine gerek yok hiçbir zaman. 37 Ecegül Bayram Maske Burcu Küçükoğlu Maskenin altında ne var, bilmiyorum. Rengârenk makyajın altından gülümsüyorsun. Dudaklarında belirgin bir kıvrım, Dişlerinse görünmüyor. Keskinler mi? Acıtır mı ısırdığında? Sımsıkı kenetlendiler mi yoksa sabırla? Nasıl soluyorsun? Burnunda sevimli koca bir kırmızı, Duymuyorum nefes alışların Huzurlu mu hırçın mı? Utanıyor musun, Yanakların da mı kırmızı yoksa? Ya da bembeyaz mı, soğuk? Peki hayret içinde misin gerçekten Yoksa yalancı mı siyahla çizilmiş kaşların? Güçlü müsün eciş bücüş mü Uyumsuz renklerle donattığın kostümünün altında? İçten mi kandırmaca mı fısıltıların? Ve arkadaki müzik dalga geçiyor gibi, Bilmiyorum kahkahaların gerçek mi sahte mi? 38 Ayfer Tunç İstanbul’da Değişen Hayat ve Roman Tülay Çalışkan R ezer. Bu ezmelerden de çarpık insanlar dünyaya gelir. Yazılarımda çarpık aile ilişkilerinin yer almasının kaynağı biraz bu. T.Ç.: Yazılarınızın konularını nereden alıyorsunuz? A.T.: Konuları nereden aldığımı ben de bilmiyorum açıkçası; ama genellikle ilginç bir ruh hâli ya da bir mekân kafamda oluşmaya başlıyor. O, kendine bir hikâye çağırıyor. Mesela Aziz Bey Hadisesi’ni anlatabilirim belki: İstanbul’da yaklaşık 15 yıl önce fasılların yeni yeni moda olduğu dönemde çok hüzünlü bir çalgıcı gördüğümde böyle bir hikâye kurmak aklıma geldi. Onun dışında konularımın somut olarak ortaya çıktığı bir kaynak yok. T.Ç.: İyi bir romanda olması gereken özellikler sizce nelerdir? A.T.: Vladimir Nabokov’un beni çok etkileyen bir sözü var: “Edebiyat iki kürek kemiğimiz arasında hissettiğimiz ürpermedir.” Benim için de bir edebiyat eseri; içimde, dışımda, kürek kemiklerimin arasında, bir yerde alışık olmadığım bir his yaratmalı. obert Kolej tarafından bu yıl 28 Nisan’da yedincisi düzenlenen “Günümüz Türk Romanı” konulu Kültür ve Edebiyat Sempozyumuna birbirinden değerli dört romancı katıldı. Nedim Gürsel, Murathan Mungan, Latife Tekin ve Ayfer Tunç; romana dair düşüncelerini, edebiyatın gelişimini ve değişimini irdelerken katılımcıların sorularını da yanıtladılar. Ayfer Tunç’la Söyleşi Ayfer Tunç sahnede konuşmasını yapmadan önce onunla kısa bir söyleşi yapma fırsatım oldu. İşte, Ayfer Tunç’un yazın hayatına yönelik sizi aydınlatabilecek bazı bilgiler: Tülay Çalışkan: Öykülerinizde ve romanlarınızda sıklıkla karşımıza çıkan sorunlu aile hayatlarının, sevgisizliğin, aldatmanın ve çarpık ilişkilerin nedeni nedir? Ayfer Tunç: Birçok toplumda ailenin doğru kurulduğuna ve doğru işlediğine inanmıyorum. Aile, birçok toplumda iktidar ilişkilerinin doğduğu yer ve iktidar ilişkilerinin olduğu yerlerde biri, diğerini 39 Bunu nasıl yaptığının hiçbir önemi yok; hele edebiyatın günümüzde geldiği noktada daha da serbest bir alandayız. Yazdıklarınızla beni etkileyin de hangi dili, hangi tekniği kullanırsanız kullanın. T.Ç.: En önemlisi, eserin “etkileyici” olması mı? A.T.: İnsan ruhunda kalıcı etki yaratmanın yollarından biri bu. Eğer edebiyat bir şeyi değiştirme arzusuysa insanın ruhunda, etkilemek önemli. Nitelikli bir edebiyat eseri bakışımızda değişiklik yaratmalı, bizi sarsmalı. Benim için önemli olan şu: Bir kitabı okuduktan sonra ben, eski ben olmamalıyım. Zihnimde eskiden olmayan bir şey olmalı. Bu da biraz etkiyle ilgili. Sadece bilgi değil, bilgi zayıf bir şey. T.Ç.: Yazarken kurguya ne kadar zaman ayırıyorsunuz? A.T.: Çok zaman ayırıyorum; ama ben kurguyla anlatıyı birbirinden ayırarak çalışmıyorum. Bir de her kitaba göre değişiyor. Bazen günlerce sadece kurguyu aradığım kitaplar olur. Mesela Suzan Defter böyle bir kitap. Herhâlde bir ay kadar çeşit çeşit metin yazıp atmışımdır. Meselenin ne olduğunu tam olarak kendim de bilmiyordum; çünkü o içeriden, zihinden gelen bir şey. Onu en iyi ortaya koyacak kurguyu uzun bir süre arıyorum bazen. Bazen ise kurgu kendiliğinden oluşuyor. Ayfer Tunç’un Sempozyum Konuşmasından Notlar Bu kısa söyleşiden sonra Ayfer Tunç, sahnede “İstanbul’da Değişen Hayat Bağlamında Günümüz Türk Romanı” üzerine konuşmasını yaptı. “Yazıyorum; çünkü bana bahşedilen tek bir hayatla yetinemiyorum, aynı anda ben ve başkaları olmak için yazıyorum.” diyen Ayfer Tunç’un konuşmasını zevkle izledim. Tanzimat Dönemi Edebiyatı Ayfer Tunç, öncelikle İstanbul’da Tanzimat sırasında yaşanan değişimin bu dönem sonrası edebiyatına yansımasından bahseder. O döneme ait Aşkı Memnu, Kiralık Konak, Araba Sevdası gibi romanlarda değişen hayata dair ipuçları bulmak mümkündür. 1960’lara kadar olay örgüsüne dayalı roman sanatı yaygınken sonraları Oğuz Atay, Vüs’at O. Bener gibi yazarların başlattığı akımla bu anlayış değişmeye başlar. Tanzimat döneminde İstanbul’da Fransız etkisi barizdir ve Fransızca romanlar çok okunur. Zaman geçtikçe ve hayat değiştikçe bu değişim doğal olarak romanlara da yansır; fakat Ayfer Tunç’a göre, roman da hayata yansır ve hayatı değiştiren romanın kendisi de olabilir. Olay Örgüsü ve Merak Duygusu Şimdi televizyonun yerini eskiden roman dolduruyordu, der Ayfer Tunç. İnsandaki merak duygusunu tetiklemek ve heyecanlı olayı yarıda kesip sonraki bölüme taşımak günümüzde televizyon dizilerinde gördüğümüz bir durumken eskiden tefrika edilen romanların merakla okunması da aslında aynı mantıktı. Olay örgüsünü takip etmek, merak duygusunu tatmin etme isteğinden doğar. Peki, neden başkalarının hayatını takip etmek istiyoruz? Çünkü hayatlarımız yoksul. Şimdilerde sahip olduğumuz küçük bir hayat, zaman geniş yaşanıyor ve yavaş geçiyor, bu tekdüze yaşam da insanların öyküye ilgi duymasını sağlıyor. İnsan, varoluşu gereği hikâyeye ihtiyaç duyar. “Benim için ilk hikâye Adem ve Havva’dır.” der Ayfer Tunç. Aynı şekilde kutsal kitaplar da hikâyeler anlatır. Modern roman, olay örgüsü takip etmez. Merak duygusu uyandıran olay örgüleri herhangi bir çatışma ve drama içermek zorundadır. Ancak, modern romanın böyle bir derdi yoktur; çünkü modern roman dile dayanır. Zaman geçtikçe ve edebiyat modernleştikçe insan olay örgüsünden uzaklaşmıştır. İstanbul Yazarın İstanbul’la ilgili düşünceleri de çok ilginçti. İstanbul ülke içinde ülkedir. Ayfer Tunç’a göre Ankara başkent olmuş; ama aslında olamamıştır. İstanbul, Türkiye’nin birebir yansıdığı bir mikro Türkiye’dir. İstanbul homojen değil; her semtinde farklı bir değişim var; çünkü İstanbul, Türkiye’nin bir yansımasıdır. Anadolu’da tek tip bir yaşam var; İstanbul ise pek çok Anadolu’yu değişik 40 miktarlarda bulundurur. İstanbul, kibirli ve bütün değişimlere karşı çıkabileceğini sanan bir şehirdir; fakat şehirler insan erozyonuna dayanamaz. Şehrin siluetine bakıldığında değişiklik seziliyorsa o şehir kapitalizme doğru gidiyordur. Bu kapitalizme gidiş ve değişim İstanbul’da 1950’lerde başlar. İstanbul’daki bu değişim, edebiyata dolaylı olarak yansımıştır. 1950’lerde toplumcu gerçekçi roman anlayışı ve edebiyatın halka hizmet ettiği Sovyet düşüncesi yaygındır. Medya-Anlatı Ayfer Tunç’a göre Sait Faik ve Sabahattin Ali gibi toplumcu gerçekçi öykücüler kendi zamanlarında çok başarılıydılar; fakat bugün bir Sabahattin Ali çıkamaz; çünkü onun anlattığı her şey zaten haberlerde yer alıyor. Artık haberlerde de hikâye dili kullanılmaya başlandı. Haberler nesnel bir dille ve kısaca sunulmuyor; bunun yerine hikâye dili kullanarak insanî duyguları ipotek altına alıyorlar. Zaman geçtikçe haber bültenleri duygu sömürüsü silsilesi haline geldi. İnsanların duygularına hitap eden, acıklı haberler bir tür hikâye beklentisiyle gereksiz yere uzatılıyor. Ezen-ezilen ilişkisi edebiyatta artık yeterli değil; çünkü medya bunu zaten yeterince anlatıyor. Bu da edebiyatta yeni arayışlara neden oluyor. Edebiyat hangi duygularımızı harekete geçirmeli? Ayfer Tunç’a göre günümüzün en büyük sorunu başkasının acısına karşı duyarsızlığın artması, yani “merhamet yorgunluğu.” Bu duygusal buzlaşmayı engellediğimizde daha duyarlı bireyler olacağız. Merhamet yorgunu olduğumuz gibi değişen dünyaya nasıl ayak uyduracağımızı da bilmiyoruz. Ayfer Tunç’a göre günümüz insanı değişen hayatı neresinden tutacağı konusunda net değil. Bu belirsizlikten de yeni edebiyat akımları doğuyor. Değişim Ayfer Tunç, dil ve değişim ikilisine de değiniyor. Ayfer Tunç, yenilik bir anda hayatımıza girer, dil değişir ve edebiyata yansır, görüşünde. Telefonla aşkların sonlandırıldığı bir devirde yaşıyoruz; bu da değişimin en büyük kanıtlarından biri. Türkiye’de fazla rastlanmasa da romanlarında e-posta örnekleri bulunduran yabancı yazarlar var. Eskiden nasıl mektup türünde eserler veriliyorsa şimdi de değişen zamana ayak uydurup kitaplarda e-postalara yer veriliyor. Dilin ve yaşamın değiştiği ortada; bu da dolayısıyla edebiyata yansıyor. Ayfer Tunç, dildeki her yeni doğuştan yana olduğunu; sadece ırkçı ve yok edici kelimelere karşı olduğunu belirtiyor. Edebiyat ve Eleştiri Ayfer Tunç, eskiden edebiyat eleştirilerinin daha ön planda olduğunu, şimdi nitelikli eleştirilerin yapılmadığını belirtiyor. Bunun için de bir önerisi var: bloglardan edebiyat eleştirileri. Böylece genç nesil de her gün iç içe olduğu internette herhangi bir kitap hakkında yorum ve eleştiri yapabilir. Tanzimat’tan günümüze değişen hayat, şehir ve edebiyat üzerine yaptığı bu zengin konuşma için Martı grubu olarak Ayfer Tunç’a teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ayfer Tunç’un Hayatı ve Eserleri Ayfer Tunç 1964’te Adapazarı’nda doğdu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu Ayfer Tunç, üniversite yıllarında kültür ve edebiyat dergilerine yazılar yazıyordu. 1989 yılında Saklı adlı yapıtıyla birinci olarak Yunus Nadi Öykü Armağanı’nı aldı. Sait Faik’in öykülerinden hareketle yazdığı Havada Bulut adlı senaryosu filme çekildi ve TRT’de gösterildi. Ayfer Tunç’un Saklı, Mağara Arkadaşları, Aziz Bey Hadisesi, Taş-Kâğıt-Makas, Evvelotel, Kırmızı Azap isimli öykü kitapları; Kapak Kızı, Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, Yeşil Peri Gecesi, Suzan Defter isimli romanları; Ömür Diyorlar Buna ve Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek isimli yaşantı kitapları; Harflere Bölünmüş Zaman adlı bir e-kitabı ve İkiyüzlü Cinsellik adlı bir inceleme kitabı bulunmaktadır. 41 Arda Eren Nafile Batuhan Sicimoğlu Güneşin kayboluşunu izledim Gökyüzünde Ve şarkımızı söyledim Bütün gücümle, Tadı damağımda kalmasın diye. Ama biliyorum Nafile. *Şiir yarışmasına katılmıştır. 42 Yatak Burçe Şahbenderoğlu O kisini gösteriyor. Dışarıda rüzgâr bir nebze daha hızlanıyor ve pencereden giren hava bir ses çıkarmaya başlıyor. Yumuşacık olan yeleğime biraz daha sarılıyorum. Annemin hafif limoni ve çiçek gibi olan kokusu hâlâ boğazımı yakıyor. Bu hırkadan neden nefret ettiğimi keskin bir şekilde hatırlatıyor. Yeleği üstümden çıkartıp üşüme pahasına da olsa, masanın üstüne fırlatıyorum. Annemin ölümünden sonra hiçbir zaman gitmeyen göğsümdeki o ağrıyı tekrar hissediyorum. Her şey olup biteli tam tamına üç yıl oldu; ama hâlâ yaşananları unutamıyorum. İçimdeki o sızı, o boşluk bir türlü gitmiyor. Bir süre daha dışarı baktıktan sonra, uyumaya karar veriyorum. Yavaş adımlarla yaşlı bir nine misali odaya gidiyorum. Evin eski bir taş bina olmasından dolayı mı yoksa hâlâ içimin buraya ısınamamasından mı bilmiyorum; ama yatak odasının soğukluğunu, kapısını açtığım anda hissediyorum. Odada ceviz ağacından yapılmış bir dolap, üstüne elbet bir gün okunur diye yığdığım kitaplarım, üniversiteden beri kullandığım birkaç makyaj malzemesi ve annemin çift kişilik yatağı var. Ablam, ağabeyim, babam herkes neden ve turuyorum. Açık kahverengi eski bir koltukta camın kenarında bir aralık gecesi oturuyorum. Camlar çok eski, çerçeveler ahşaptan. İçeriye, benim göğsüme doğru bir soğuk hava sızıyor. O anda kulağımda annemin sesini duyuyorum: “Çabuk üstüne bir şey giy, zaten hastasın da.” Ama kalkıp üstüme en ufak bir şey giymeye tenezzül bile etmiyorum. Hâlâ sonbaharın etkisini atlatamamış ve bir anda kışın şokuyla karşılaşan ağaçlar çıplak bir şekilde sağa sola rüzgârla birlikte savruluyor. Karşı binada sönen ışıklar, yatmaya hazırlanan aileler görüyorum. Evet aileler... İçinde bir anne, bir baba ve çocuklar. O anda sanki aralığın o soğuk rüzgârını içimde hissediyorum. Ani bir hareketle kalkıp annemin bana ördüğü yeleği üstüme geçirip tekrar koltuğuma oturuyorum. Bunları o kadar hızlı yapıyorum ki dışarıdan bir yabancı, yerimi birinin kapmasından korktuğumu sanır. Hâlbuki o koca ahşap evde bir ben, bir de annemin kedisi Yumak. Eğer Yumak’ın da kendi koltuğu olduğu düşünülürse acelem çok sebepsiz ve yersiz. Yumak salonun ortasında gerine gerine yürümeye başlıyor. Aralık ayının verdiği tembellik, Yumak’ın üzerinde de et43 nasıl hâlâ annemin yatağında uyuduğumu daha doğrusu uyuyamadığımı soruyor. Annemin ölümünden bir yıl sonra işe girmeme, onun evine taşınmama çok şaşırmış, bir anlam verememişlerdi. Onlara göre burada yaşamam, hâlâ onun yatağında yatmam bana iyi gelmeyecekti. Belki de haklılardı. Onu, hiçbir zaman unutamamıştım. Bu eve taşındığımdan beri onunla yatıp kalkıyorum. Beni tanıyanlar, iş arkadaşlarım bana yardım etmeye çalışıyor, mutlu olmamı istiyordu. Ama anlamıyorlardı. Anneme o kadar kızıyordum ki… Üç tane çocuğu vardı; ama hiçbiri o öldükten sonra be-nim gibi olmamıştı. Hepsi hayatına devam edebilmişti. Ablam nişanlanmıştı, ağabeyim evlenmişti. Ama ben niye hayatıma devam edemiyordum? Üç yıldır hayatımda kimse yoktu. Yıllar içinde deneyenler olmuştu; ama soğutmuştum hepsini kendimden. Ayaklarımı yere sürte sürte yatağa doğru yürüdüm ve oturdum. Terliklerimi çıkardım. Ayaklarım buz gibiydi, çorap giymemiştim. Annem olsa neler derdi kim bilir? Belki gelip o giydirirdi çorabımı. Komodinin üstünde duran çerçeveyi elime aldım. En sevdiğim fotoğrafımız buydu. Annem ve ben yazlık evimizde bir salıncağın üstünde oturuyorduk, ben ona kiraz yediriyordum. Fotoğrafa bakarak bir süre oturdum. Ani bir şekilde öksürmeye başladım. Terliklerimi bile giymeden, yalınayak; çerçeve elimde mutfağa gittim. Sürahiden bir bardak su alıp içtim. Biraz rahatlamıştım. Her geçen gün öksürük nöbetlerim artıyordu. Oturma odasına doğru, hafifçe öksürerek yürüdüm. Kanepenin üstüne kıvrıldım. Çerçeveyi iyice göğsümün içine çektim. Üstüme hiçbir şey örtmedim. Büyük ihtimalle sabah her yerim tutulacaktı. Ama galiba annemin gelip üstüme bir şey örtmesini bekliyordum. Annemle geçirdiğim mutlu günleri düşünerek uykuya dalmaya çalıştım. Bu eve taşındığımdan beri hep aynı şeyi yapıyordum. Her gün kanepede uyuyor, onu düşünüyordum. Onun yatağını atıp başka yatakta alamıyordum, çünkü ne onu kendi hayatımdan atabiliyordum ne de kendi hayatıma devam edebiliyordum. *Öykü yarışmasına katılmıştır. Arda Eren 44 Bir Gezgin Çalıyor Kapımı Ellerim kararıyor... Cesur yüzlü bir simitçi geçiyor penceremin önünden Başka bir şansı olmadığı için belki başka bir hayatta, bağrıyor o çocuk sesiyle.. Ellerim kararıyor haddini bilmeden işte Belki bir öğretmenin elleri sanarak kendilerini sahipsiz bir okulda Belki de kayıp bir ressamın, adsız bir şehirde... Ellerim kararıyor Bir gezgin kapımı çalıyor aralığın bitmezliğinde Ve bir bardak insanlık dileniyor benden yorgun bakışlarıyla Ellerim kararıyor... Bir piyanistin emektar elleriymiş gibi sanki Ellerim, cahil, zavallı ve uzak ellerim... Tenha bir gazinodaki yıllanmış mikrofonu tutan kadının sanıyorlar Ara sokaklardan birinde kaybolmuş bir çocuğun elleri yahut... Ellerim kararıyor... Simsiyah bedenler taşıyor bir yerlerde bembeyaz tabutlar Ve ellerim... Kararıyor... *Şiir yarışmasına katılmıştır. 45 Beril Erdoğdu Laçin Edis Yitik Yıllar Meyhanesi Ilık bir sıvı akıyordu bileklerimden, Şarap mıydı, kan mıydı? Bilemiyorum… Karanlık bulutların gözyaşları çimenlerde, oluk oluk Haram olmuş gürleyen son kasırgayla bize mutluluk Muhteşem altın rengi yaprakları olur bazen En basiretsiz takvimlerin bile, kalbinde, derinlerde, Ama kara bir deliktir, unutma, daima zaman Nefesiyle söker atar aydınlığın yollarını Buğulu gözlerinle bakma ceylanım, yaşayamam Kirpiklerinde birikmiş ah o gözyaşları Titreyen dudaklarında buhranlı, kırık bir dize Nefsinin koyuluğunda erimiş, kaybolmuşsun Mihraba bakarcasına, kucağında yıldızlar Damlatma avucuma sevdiceğim, kanını Yoksa eşsiz diyarlarda işitirsin ahımı Kırmızı bir gül bırakıp elime, veda etme Şu saniyeler yudumladığım buruk kızıl sıvı Sakın ola ölümünün bereketi olmasın Soğuk cam kırıklarını serpiştirme yüreğime lâl Yıllarım bu ıssız meyhanende yitik kalmasın… *Şiir yarışmasına katılmıştır. 46 Son Yüzleşme H Cevat Anıl Taşan Yurdumu terk etmeden bir gün önce onların vahşetine tanık olmuş ve ne pahasına olursa olsun kötü emellerine alet olmayacağıma karar vermiştim. O vahşet… Aradan neredeyse bir hafta geçmesine rağmen o görüntüleri saniyesi saniyesine hatırlıyorum. O gün keşif gezisine çıkan gruplaydım. Her şey sıradan gidiyordu. Yurdumuzun yakınlarında birkaç canavar görmüş ve onları haklamıştık. Bunda hiçbir sorun yoktu. Onlar canavardı ve onları halkımı korumak için öldürüyordum. Gruptaki diğer adamların amaçlarının da bu olduğunu sanıyordum, ta ki içinde insanları yaşadığı o küçük köye gelene kadar. Tam keşif gezisinin yeterli olduğunu ve artık dönebileceğimizi söylemek üzereyken gruptan savaş naraları yükselmeye başladı. Ben daha onlara durmalarını söyleyemeden koşarak köye saldırmışlardı. Korkmuştum fakat korktuğum şey savaş değildi, insanları kolayca yenebileceğimizi biliyordum. Asıl korktuğum şey masum ve bizim açımızdan tamamen zararsız, barışçıl bir tür olan insanları katletmekti. Maalesef korktuğum oldu. Beş dakika içinde her yer kana bulanmıştı ve yerler insanların cesetleriyle dolmuştu. Ortalıkta kaçışan ve ne olduğunu anlamaya çalışan insanları arasında kadınlar ve çocuklar da vardı. İşte, tam o anda, yurdumu terk etme kararımı verdiren olay oldu: Bir Hertik savaşçısı, ırkının vahşiliğiyle kadınlardan birinin kaburgalarına kılıcını sapladı. Kadının öleceği kesindi, ama o bunu öldürmek için yapmıyordu. Katletmekten zevk alıyordu ve bu nedenle kılıcını cesede defalarca saplamaya devam etti. Sadece bu görüntü bile ırkıma ava karanlık ve soğuktu. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu ve üzerime düşen her damla biraz daha ürpermeme neden oluyordu. Normal bir günde veya başka koşullar altında ıslanmamak için elimden geleni yapardım, fakat o an durumum yağmurdan kaçıp bir sığınak bulmama el vermiyordu. Köşeye sıkışmıştım. Günlerdir kaçtığım insanlar, kendi halkım, peşimi bir türlü bırakmamıştı ve en sonunda beni kıstırmayı başarmışlardı. Peşimde olma nedenlerini anlıyordum fakat beni neden takip ettiklerini anlayamıyordum. Ben Trike Kafosin’dim. Arkamdaki insanları yöneten ailenin soylu kanını taşıyordum. Üstelik gelmiş geçmiş en iyi çift el dövüşçüsüydüm. Yani iki elimi de birbirlerinden bağımsız hareket ettirerek rahatça aynı anda iki silah ustasıyla dövüşüp ikisini de alt edebilirdim. Böylece her dövüşte peşimdeki insanların beşini rahatça öldürebilirdim. Ama beni hâlâ takip ediyorlardı. Neden… Gerçek, bir şimşek gibi aklımda çakıvermişti. Benim onlara zarar veremeyeceğimi anlamış olmalıydılar. Aslında bunu anlamak pek de zor değildi. Evimden, ailemden, yurdumdan kaçmamın tek nedeni ırkımın, Hertiklerin, vahşice yöntemlerine daha fazla göz yummamamdı. Artık onların gözünde bir korkak ve daha da ötesinde bir haindim… Ben bunları düşünürken peşimdeki grup, saklandığım yerin yaklaşık yetmiş metre arkasındaydı. Onlardan hızlı olduğumu biliyordum, ama acıma ve merhametin ırkıma bir anlam ifade etmediğini ve ellerindeki oklarla beni anında öldüreceklerini de biliyordum. 47 karşı inanılmaz bir nefret beslememe yetecek olmasına rağmen o sırada gözüme çarpan şey bardağı taşıran son damla oldu. Küçük bir kız çocuğu savaşçıya ve hemen yanındaki cesede bakıyordu. Gözlerindeki ifadeyi ilk başta nefret sansam da bir saniyelik bir bakış bunun nefret olmadığını anlamama yetti. Kızın ağzından sadece bir sözcük döküldü ve bu onun dökülen gözyaşlarından bile büyük bir darbe indirdi bana. Kendimi kaybetmeden önce duyduğum son kelimeydi o sözcük: Anne! O andan sonrasında hatırladığım tek şey ise o kızın sözcüklerini duyduğum anda çoğunun kurtulmasıydı. Kendime geldiğimde kendi grubumdaki herkesin öldüğünü fark ettim. Yaşayan tek kişi bendim. Aslında bu olası bir şeydi. Savaşlardan kimsenin dönemediği veya sadece en iyi savaşçının döndüğü görülmüş bir şeydi ve ben de söz konusu olan kişiydim. Zaman kaybetmeden köyden uzaklaştım ve yurduma döndüm. Geri geldiğimde tam beklediğim gibi kimse benden şüphelenmedi, hatta hepsi beni takdir etti ama benim tek düşündüğüm şey o kızdı. Tek gördüğüm onun gözleri, tek duyduğum ağzından dökülen o tek sözcüktü; Anne! Hertiklilerin sesleri artık iyice yaklaşmıştı, tahminime göre kırk metre yakınımdalardı. Ölüme bu kadar yakınken zaman ne kadar da yavaş geçiyordu. Ölmeme sadece dakikalar vardı, ama ben yaptığım yolculuğu, düşüncelerimin değişim sürecini, beni ben yaptığını söyleyebileceğim sürecin tamamını yeniden gözden geçiriyordum. O sırada aklım yeniden kaçış macerama takıldı. Aslında bu ölümü hak etmiştim. Şehirden kaçtığım gün beraberimde pek çok şey götürmüş, şehri yağmalamış, azılı suçluları katletmiş ve şehre verebildiğim kadar zarar vermiştim. O günden sonra ırkın sınırlarına girmemiş ve böylece beni takip etseler de kendi ırkımın beni bulamamasını sağlamıştım, ama beni çok daha güçlü ve daha merhametsiz bir düşman yakalamıştı: yalnızlık! İşte, bu düşman belki de sonumu getirecekti. İçinde bulunduğum durumun sorumlusuydu bu düşman. Kaçışımın beşinci günü hiç değilse ırkımın insanlarını görmek, seslerini duymak için hayatım pahasına şehre geri döndüm ve güvenli bir mesafeden arkamda bıraktıklarımı, yurdumu izlemeye koyuldum. İşler umduğum gibi gitmedi; işte, şu an buradayım. Bir ağacın arkasına saklanmış hayatımın sona ermesini bekliyorum. Bu ufak maceramdan öğrendiğim bir şey vardı ve o da asla savaşmadan pes etmemen gerektiğiydi çünkü bu gibi durumlarda tek amaç hayatta kalmaktı ve bunun için her şey yapılabilirdi. Bu düşünce saniyeler içinde zihnimi sardı ve kalbim bütün vücuduma adrenalin pompaladı. Bir anda yerimde duramaz oldum ve kılıcımı kınından çıkarır çıkarmaz koşmaya başladım, fakat koşuş yönüm normalde gitmem gereken yönün aksi yönündeydi. Geçirdiğim zorlu haftadan sonra artık sorunlarımdan kaçmanın bana yalnızca daha çok sorun getirdiğini fark etmiştim, üstelik kaçmaktan bıkmıştım. İşte, bu yüzden sorunlarımla yüzleşecek ve gerekirse ölecektim. Koşarken bir yandan bağırıyor, üzerime gelen okları bana ulaşamadan ikiye ayırıyordum. Peşimdeki gruba ulaştığımda önüme çıkan ilk iki kişi yerde yatıyordu. Sonraki beş dakika içinde ayakta kalan tek kişi bendim. Yanlış olan bir şey vardı. Bugüne kadar hiçbir savaşta üşümemiştim. Hareketlerim beni hep sıcak tutmuştu bugüne kadar, ama şu anda üşüyordum, hem de daha önce hiç olmadığı kadar üşüyordum. En sonunda dizlerimin üzerine çöktüm. Ayakta kalmaya dayanamıyordum. Sonra yerdeki kanı fark ettim. Kan sıcaktı ve yayılıyordu. Bu, az önce öldürdüğüm hiç kimseye ait olamazdı. Yaralıydım. Her yerim kesikler içindeydi ve üzerime saplı onlarca ok vardı ama acı hissetmiyordum. Hissettiğim tek şey üzerimden kalkan yaşamın yüküydü. Sonunda başarmıştım. Düşünmeme, acı çekmeme, göz yummama gerek kalmayacaktı daha fazla. Artık özgürdüm. *Öykü yarışmasına katılmıştır. 48 Karanlıkla Söyleşi Dün gece söyleşim vardı karanlıkla, Renkleri neden sevmediğini sordum ona: Ben içlerinden biri değilim, dedi bana. Dün gece söyleşim vardı karanlıkla, Kendisini neden sevmediğimi sordu bana: Sen mutsuzluğun işaretisin, dedim ona. Dün gece söyleşim vardı karanlıkla, Hep mum ışığındadır romantizm, Neden demezler karanlıkta? Ben yetmem aşk için, Filizlenir o dedi mum ışığında. Dün gece söyleşim vardı karanlıkla, Sevdiğime kavuşup kavuşmadığımı sordu bana. Ben kimseyi göremedim ki karanlıkta. Dün gece söyleşim vardı karanlıkla, Neden körlerin sığınağı olduğunu sordum ona: Benden başka tanıdıkları mı var, dedi bana. Dün gece söyleşim vardı karanlıkla, Tek kelime bile etmedi. Nedenini sorduğumda fısıltıyla: Şşş...! Herkes uyuyor, dedi. *Şiir yarışmasına katılmıştır. 49 Sıla Göral Ses Pınarnaz Eren T Kolundaki sınav kâğıtlarından en üsttekini ayırmaya çalışan, ancak bunu ıslak parmağı olmadan başaramayan uzun parmaklı, gözlüklü, sevecen bir öğretmen gibi… Sanki o garip ses ve ben, kutudan çıkmış, birbirine yapışık, ayrılmayan iki bomboş sayfacıklarmışız gibi… Derken yalnızlık onu ucundan tutup benden tamamen ayırıyor. Dolabına yapıştıracağı çıkartmanın ucunu tırtıklayıp sonunda amacına ulaşan bir tembel teneke sanki… Şaşkınlığımı atlattıktan sonra fark ediyorum: Ne kadar da çok benziyor bu garip ses ya da sesin sahibi bana. Ayaklarını yere bastıktan sonra koltuğa yerleşiyor kısa adımlarının ardından. Beyaz, çiçek desenli koltuğumda hiç de yabancı gözükmüyor gözüme. Sesi artık çınlamıyor, daha harmonik, daha güzel… Havada eriyor âdeta. Başta onu dinlemek istemiyorum. Sonra yanına ilişiyorum. Ben, daha yabancı gözüküyorum kendi koltuğumun üzerinde. Ona kulak versem anlatacakları canımı acıtır mı? ek başıma kalamıyorum. İkinci bir kişi beliriyor birden. Hem bildik biri hem yabancı.* Sesi yorgun kulaklarımda çınlıyor ama sessizlikten başka hiçbir şey duyamıyorum. Küçücük burnumdan girip inatçı kafatasımı “yuva” edinmiş dişi, hırslı bir sivrisinek gibi vızıldıyor da vızıldıyor. Onu dinlemek istemiyorum. Kulaklarımı nasırlı avuçlarımla bastırıyorum ama hâlâ duyabildiğim tek şey, sessizlik ve kulaklarımda onun vızıltısı... “Peki! Tamam, şimdi seni dinleyeceğim. Çık artık şu kafamdan!” diyerek beş odalı evimin geniş salonunda aynanın karşısında haykırıyorum. Kaşlarım çatık, yüzüm ülkesi için öleceğini bilen bir asker kadar duygusuz; ülkesinin elinden alınacağını bilen bir tüfek kadar sessiz ama patlamaya hazır… Bağırışlarımı kocakarı duymasa da adım deliye çıkmasa bari… Bir an sorgulamaya başlıyorum. Kafamdaki vızıltı bir sineğin çılgın şarkısı mı? Vızıltı gerçekten vızıltı mı acaba? Kafamda sinek ne arasın, firavun muyum ben? O an, görünmezliğin parmağı salyalı ağzına gidiyor. Hafif ıslanmış bir parmak… Bu yumuşak işaret parmağı başıma uzanıyor. *Oktay Akbal, Yalnızlık Bana Yasak 50 Ebrar Bahçivan Defter Tülay Çalışkan S “Kimse yok mu?” diye usulca seslendi. Kendi sesini tanıyamadı ve öksürerek boğazını temizledi. Karanlık koridordan içeri yürüdü. Oturma odasının açık kapısını görünce oraya girmeye karar verdi. Odanın duvarları krem rengiydi ya da beyaz duvarlar yılların etkisiyle ve rutubetten sararmıştı. İçeride fazla mobilya yoktu: ceviz ağacından bir masa, iki sandalye, bir kitaplık bir kanepe… Her şey yüzyıllar öncesinden kalma gibi gözüküyordu; ama bir yandan da tanıdık bir kokusu vardı buranın. Odayı incelerken bir anda kapı çarparak kapandı. Kapıyı kapatanın rüzgâr olduğunu umarak oturma odasının penceresine baktı. Hareket eden perdeyi görünce rahatladı. Siyah kumaş kaplı eski bir defter gördü adece pembe kaldırım taşlarına basarak yürüdü. Pembe taşların yetmediği yerlerden atladı; bunu yaparken az kalsın dengesini kaybedip düşüyordu. Pembe taşların tükendiği yer harabe olmuş bir evin girişine denk geliyordu. Çaresiz, eve doğru yürüdü. Çürümüş tahta kapıyı usulca itekledi. Eski evin yabani otlarla kaplanmış bahçesine tereddütle adım attı. Bahçede korkutucu bir ot kokusu vardı; insanın genzini yakan cinstendi. Sıvaları dökülmüş, birkaç camı kırık eve ilerledi. Evin kapısının açık olduğunu fark etti; girip girmeme konusunda şüpheleri olsa da girmeye karar verdi. Gıcırdayan giriş kapısını sonuna kadar açtı; ama henüz adımını atmadı eşikten. 51 kanepenin üstünde. Merakla aldı defteri eline, inceledi biraz. Sonra heyecanla ilk sayfayı açtı. Özenli bir el yazısıyla iyice düşünülmüş olduğu belli cümleler akıp gidiyordu birkaç sayfa boyunca. Sayfaları çevirdikçe yazı bozuluyordu; sanki yazanın bir acelesi varmış da tüm söylemek istediklerini bir an önce yazıp kurtulmak istiyormuş gibi, sanki onu kovalayan biri varmış da son sözlerini hızla deftere geçiriyormuş gibi… Harfler gittikçe daha sertleşiyor, kalemin kâğıt üstünde daha şiddetli dolaştığı belli oluyordu. Kalemi daha da bastırıyor, söyleyeceklerini haykırmak istiyordu sanki yazan kişi. Birkaç sayfada yırtıklar ve fazla bastırılan kalemin oluşturduğu delikler vardı. Yaklaşık on sayfa sonra sözcükler birbirine karışıyor, yazı iyice okunmaz oluyordu. Harfler sağa eğilmiş, kalem izi iyice kalınlaşmıştı. Bir leke gördü sayfanın birinde. Kahve lekesine benziyordu. Koklamak için başını deftere eğdi, gözlerini kapadı ve defterin kokusunu içine çekti. Küf kokuyordu oysa defter; kahve kokusuna ait bir iz yoktu. Gözlerini açmadan defteri yazan kişiyle ilgili hayaller kurmaya başladı. Bir uğultu duydu sonra, bunun defterden geldiğini düşündü bir an. Dikkat kesilince bir kahkaha duydu. Korkuyla kanepeden kalkarak oturma odasının kapısına ilerledi. Kapının kolunu usulca çevirdi; ama kapı açılmıyordu. Kolu zorluyor, açmaya uğraşıyordu; ama sanki biri arka tarafta ona engel oluyordu. Kahkahalar gelmeye devam ediyordu. Korkusu iyice artmış; bu lanetli eve geldiğine pişman olmuştu. Kahkahaları duymamak için çığlık atmaya başladı. Bu arada kapıyı yumrukluyordu. Defterin hâlâ elinde olduğunu fark etti bir anda. Hemen yere fırlattı defteri. Kahkaha sesi bir anda kesildi. Soluk soluğa kalmış; korkudan bembeyaz kesilmişti. Yere fırlattığı deftere kilitlendi gözleri. Rastgele bir sayfa açılmıştı defterde. Sayfada yine o okunmayan kalın harfler görünüyordu. Sayfanın altına doğru harfler küçülüyor, kalın bir çizgiye dönüşüyorlardı. Kapının koluna dokundu; ama kolu çevirmeye korktu. Dışarıda ken- disini neyin beklediğini düşünmek istemiyordu. Odadan çıkacak cesareti toplayana kadar burada kalmaya karar verdi. Yerdeki deftere doğru birkaç adım attı. Deftere dokunmadan sayfadaki yazıları okumaya çalıştı. “Gittikçe dayanılmaz oluyor günlerim. Bazen nefes alamıyorum.” Ondan sonraki birkaç cümleyi okuyamadı. Sadece “doktorum” kelimesini gördü. Sayfanın aşağısında seçebildiği sözcüklerden anlam çıkarmaya çalışıyordu: “…… beni çağırıyordu …. reddettim. Gücünü ruhumda hissettim …. Korkuyorum…. Yeni bir din … yazdığım kitap … kitabıma tapacaklar….” Bunları yazanın deli olduğunu düşündü. Belki yaşlılıktan aklını kaybeden bir yazardı. İnsanların, yazdığı kitaba tapacağını kim düşünürdü ki? Olağanüstü güçlerle iletişim kuran ve kutsal bir kitap yazmaya çalışan bir deli… İlk sayfalardaki düzenli yazıyı hatırladı. En başından başlayarak okursa defteri, belki ne olup bittiğini anlardı; ama deftere dokunmaktan korkuyordu. En iyisi defteri olduğu gibi bırakmak ve buradan çıkıp gitmekti. Kapının kolunu bu sefer kendinden daha emin çevirdi. Kapı gıcırdayarak açıldı. Her an biriyle karşı karşıya gelmeye hazırlanarak nefesini tutmuş hızla çıkışa yürüyordu. Koridor geldiği zamankinden daha karanlıktı; hiçbir şey göremiyordu. Eve girdiğinde giriş kapısını açık bırakmıştı; ama şimdi kapı kapalıydı. Sırtındaki soğuk ter onu ürpertiyordu; bir an önce buradan çıkmak istiyordu artık. Defter falan umurunda değildi. Evin kapısını açarken yine bir kahkaha duydu ve koşmaya başladı. Bahçe kapısını çarparak sokağa çıktı. Bir an duraklayarak eve baktı. Çıktığı oturma odasının camında bir karaltı sezdi. Telaştan sadece pembe taşlara basmayı unutmuştu. Gri bir kaldırım taşının üstünde olduğunu gördü, içinden lanet okuyarak gözlerini tekrar cama dikti. Geri geri yürüyerek evden uzaklaştı; gözlerini camdan ayıramıyordu. Kahkahalar kulaklarında yankılanırken camdaki karaltının kendisine bakıp güldüğünü hissetti. 52 Rapsodi Ne oldu şimdi? Yaşadık mı biz? Yoksa yaşar gibi mi yaptık? Hayat bizi hafife almasın diye Biz onu hafife aldık. Harcadık zamanımızı; Karşılığını alamayız diye emeğimizi sakındık. Derin düşünürsek anlaşılmayacağımızdan korktuk; Sığ olmayı seçtik, sığ olduk. Dün, bugün ve yarın verildi bize. Dünü reddettik, yarından korktuk; Pişmanlık ve korku içinde bugünümüzden olduk. Bizi karşılıksız sevenlere sırtımızı döndük; Kıymet bilmezlerin peşinden koştuk. Aşktan çok âşık olmaya âşıktık biz... Masum duygularımızı rüzgârla savurduk. Biz kendi ellerimizle Kalbimizi onu kıracak insanlara sunduk. 53 Deniz Şahintürk Arda Eren Düzenden korktuk, Çarklardan, sınıflardan, rütbelerden korktuk. Reddetmek istedik; Çarkların arasında ezilmekten korktuk. Kaçmaya, bu düzenden çıkmaya çalıştık. Kurtaramadık kendimizi, kalıpların kölesi olduk. Anılar sığınağımızdı bizim... Ama biz onlardan kaçtık. Hatırlamak en büyük kabiliyetiydi insanın; Biz ise hep Unutmak için uğraştık. Hadi gel içelim bu akşam. Sarhoş olalım, bu farkındalıktan kurtulalım. Doğruyu ararken yapılan yanlışları, Harcanan ömrümüzü arkada bırakalım. Sadece gece ve biz olalım. Ve eğer şansımız olursa Yarın temiz bir sayfada Yeniden başlayalım. *Şiir yarışmasına katılmıştır. 54 Oturduğum Yerden T ahta bir sandalye üzerinde oturuyorum. Yalnızım. Burası anneannemin evi. Ya da anneannemin eviydi... Biraz önce yatağının yanındaki aletten gelen sesler yükselince evde panik yaşandı. Annem telefonla konuştu; sonra iki adam içeri girdi, onu ince bir yatağa yatırdılar ve dışarı taşıdılar. Annem, babam, ablam, dayım, yengem onların arkasından gitti. Giderken sadece beni ve birkaç aydır onun yanında kalan çekik gözlü kadını evde bıraktılar. Kadın bir süre bana bir şeyler anlatmaya çalıştı, vazgeçti, çantasını omzuna aldı, siyah bavulunu sürükleyerek evden çıktı. Demin evden çıkanlar nereye gitti bilmiyorum; ama onu bir daha hiç görmeyeceğimi biliyor gibiyim. Bir süredir, hasta olduğundan, ihtiyacı olan ilaçlardan ve hangi doktora gitmek gerektiğinden bahsediliyordu. Acaba aldığı onca ilaç mı ona bunu yaptı? Okulda öğretmenimizin “Her canlı doğar, büyür ve ölür.” diye anlattığı, bu mu? Bir keresinde ablama insanların kaç yıl yaşadığını sordum. Genelde 70–75 yıl yaşarlar, dedi. Onun yaşını bilmiyorum. İnsan yaşı gelince mi ölür, yapacağı şeyler bitince mi? Yoksa ikinci torunu yedi yaşına gelince mi? Peki, o yokken ne olacak? O artık yoksa onunla beraber yaptığımız hiçbir şeyi yapamayacak mıyız? Hayatımızdan bir anda Batuhan Sicimoğlu çıktı mı? Nereye gitti? ... Onun bu eve ne zaman taşındığını hatırlamıyorum. Her yerde onun kokusu var. İşte orda, kocaman dolabını açıyor. Haydi, gel yemek yiyelim diye beni mutfağa çağırıyor. Şimdi bütün bu eşyalar kimin olacak? Evinde kim oturacak? Annem ve babam dışarı çıkmak istediklerinde beni ve ablamı ona bırakırdı. Böyle bir akşamda, benim için ilk kez anneanne çorbası yaptı. Çorbayı içtim ve tadını çok sevdim. Çorbayı tekrar yapmanı istersem ne demem gerekiyor, diye sordum; anneanne çorbası de, ben anlarım, dedi. Şimdi anneanne çorbasını benim için kim yapacak? Onun kadar güzel yapabilecek mi? Onun gibi çiçekli tabağa koyacak mı? Yine ablamla beraber onun evindeydik. Ablam televizyon izlerken o ablamın saçlarını taradı, arkasında topladı, yakındaki çekmeceden çıkardığı kurdeleyle bağladı. O günden sonra ablam ne zaman saçını toplamak istese o kurdeleyle topladı. Şimdi ablam kurdeleyi kullanmaya devam edecek mi? Yoksa artık o yok diye kurdeleyi ve onu unutacak mı? O akşam geç saatte annem ve babam geldi; haydi eve gidiyoruz, dediler. Ablam hemen getirdiği eşyaları topladı montunu giydi. Ben kalmak istedim. Üçü gittiğinde 55 onunla beraber oturma odasında oturduk, uzun uzun kendi çocukluğunu, annesini babasını, İstanbul’a nasıl geldiklerini anlattı. Uykum gelince beraber onun kocaman yatağına yattık. Bana sarıldı, uyuduk. Rüyamda ne gördüm hatırlamıyorum, ama gördüğüm en güzel rüyaydı. ... O yastıkları yan yana dizer, her gün iki elma yer, ekmeği incecik keser, kuşlar içsin diye pencerenin önüne su koyar, böcekleri öldürmez, kovalardı. Annem de bunları yapacak mı? Annem de onun olduğu gibi anneanne olabilecek mi? Kocasını hiç tanımadım. Kocasına ‘dede’ demem gerekirdi, ama babamın babasına ‘dede’ diyorum. Birkaç kez bana kocasını anlattı. Hep derdi; ona, anneme, dayıma çok iyi davranırmış. Mutlu bir ailelermiş. Birbirlerini çok sevmişler. Biliyo- rum, beni de çok sevdi. Bana her sarıldığında, beni her öptüğünde hissettim, beni ayrı sevdi. Ben de onu çok sevdim. Sevmek bu demek herhalde. Ondan ayrılmayı hiç istemedim. Hep yanında olmayı, ona bakmayı, onu dinlemeyi, onunla beraber olmayı istedim. O şimdi yok, ama ona duyduğum sevgi hep benim içimde olacak. Gözlerimin içine baktığı anı hiç unutmayacağım. ... Onu en son ince yatağın üzerinde gördüm. Kafası yana kaymıştı, ağzı çok az açıktı. Ama ben onu bu şekilde hatırlamayacağım! Onu rüyalarımda benimle konuşurken, gülerken göreceğim. Ne kadar güzel gülerdi... ... Evinin kapısından anahtar sesi geliyor. Çok ağlamışım. *Öykü yarışmasına katılmıştır. Arda Eren 56 Kayıp Saatler Fırat Geyik Y kızıl kızıl parlıyordu alnını geren, damarlarını belirginleştiren bir örgüyle toplanmıştı. Adamın gözü takıldı bu küçüğe sanki bir şeyler anımsaması gerekiyordu. Gördüklerine ve yaşadıklarına anlam veremeyip yanında bulunan pencereden dışarıya baktı. Yağmur damlaları pencerenin camını ıslatmaya başlamıştı. Dışarıda günün bittiğini gösteren bir ufuk çizgisi oluşmuştu. Sanki gökyüzü ikiye bölünmüştü, yarı kırmızı yarı mavi. Buradan artık havanın kararmak üzere olduğunu anladı. İyi de günün geri kalan saatlerinde ne yapmıştı, buraya nasıl gelmişti ya da aslında hep burada mıydı? Hatırlayamıyordu bir türlü. Geniş bir bahçe durmaktaydı evin önünde. Bahçede farklı boylarda birkaç ağaç ve solmaya yüz tutmuş çiçekler vardı. Bahçede her renk mevcuttu: sarı, kırmızı, yeşil... Demek ki bir geçiş mevsimindeydiler, sonbahar gibi. Bunların yanı sıra bir de küçük kırmızı bir salıncak ile çok da uzun olmayan sarı bir kaydırak vardı. Bahçede duran bu küçük parkı görünce içgüdüsel olarak iki küçük çocuğa çevirdi başını. Hâlâ kutudaki görüntülere ine karmakarışık rüyaların ardından uyandı bir anda. Bu aralar çok sık olmaya başlamıştı bu. Şöyle bir bakındı etrafına, süzercesine. Uykudan yeni kalkmışlığın verdiği sersemlik hâlâ üzerindeydi. Bir an hâlâ rüya görüp görmediğini yoklarcasına gözlerini iyice bir büyüttü. Şaşkınlıkla duraksadıktan sonra bu eylemini tekrarladı. Ancak etrafındaki simalar hâlâ yabancıydı ona. Yeni yüzlerdi bunlar, daha önce hiç görmediği yüzler. Peki ya burası neresiydi? Kimdi bütün bu insanlar? Karşısında orta yaşlarında olduğunu tahmin ettiği bir adam oturuyordu. Adamın favorilerinde göze çarpacak kadar beyaz vardı, kafasının ortası hafif seyrelmiş, mahzun bir şekilde karşısına oturmuş yanağındaki gamzeyi belirginleştiren merhamet dolu bir gülümseyişle ona bakıyordu, sanki yıllardır onu tanıyormuş gibi. Hemen onun yanında da sekiz dokuz yaşlarında biri kız diğeri erkek iki küçük çocuk oturmuş, hareketli görüntülerin olduğu küçük bir ekrana bakıyorlardı. Görüntüler anlamsız gelince bakışlarını küçük kıza çevirdi. Kızın saçları ışığın altında 57 bakıyorlardı, sonra bir anda aslında o siyah kutunun televizyon olduğu aklına geldi. Tabii ya, nasıl aklına gelmemişti! Kızdı kendi kendine, nasıl unuturum diye. Heyecanla etrafına bakındı, bir an etrafındakilerin de kim olduklarını hatırlayacakmış gibi geldi; ama hâlâ onlar hakkında tek bir kıvılcım bile yoktu. Bir kadının odaya elinde tepsiyle girmesiyle daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Orta yaşlarında, hafif kilolu, güler yüzlü bir kadındı. Onun da saçlarında ara ara beyazlar vardı. Kadın tepsiyi önüne koydu. Tepsinin içinde, üzerinde sıcak dumanların tüttüğü bir kâse çorba, bir tabağın yarısına konulmuş pilav ve diğer yarısında da iki büyükçe köfte vardı. Tepsiyi ve içindeki yemekleri görünce bir an çok acıkmış olduğunu fark etti, sanki uzun süredir hiçbir şey girmemişti midesine. Ama kimdi bu kadın? Ve niye tanımadığı birisi ona yemek ikram etmişti? Bu sorular da diğer sorular gibi kafasının bir köşesine doğru yol alırken çoktan sıcak ve lezzetli çorbayı kaşıklamaya başlamıştı bile. Pilavla köftelerini de yedikten sonra etrafa daha sakin bakmaya başlamıştı. Tam kendisine bu lezzetli yemeği getiren kadına teşekkür edecekti ki gözlerini odada gezdirdiğinde kadının orada olmadığını fark etti. Ardından yine cevapsız sorularla boğuşmaya başladı. Nasıl gelmişti o buraya? Kimdi? Niye burada oturuyordu? Ya da burada oturan adamla iki küçük çocuk kimdi? Neden onun dışında herkes sanki her şey çok normalmiş gibi hiçbir şeye aldırmadan oturuyorlardı? Odanın ahşap kapısı açıldı tekrar, içeri yine aynı kadın girdi. Teşekkür etmek için tekrar fırsatı yakalamıştı, hem bu yardımsever kadın aklındaki sorulara da yardım ederdi. Kadın bu sefer tepsisinde bir bardak su ile peçeteye sarılmış bir şey getirdi. Suyu onun önüne koydu ve hemen çizgili cam bardağın yanına da peçeteyi açtı. Peçetenin içinden bir pembe biri iki küçük hap çıktı. Daha sonrasında kadın: “Baba ilaçlarını getirdim, geç kalmadan iç!” dedi. Adam bir an için duraksadı. Cüsseli birinden sıkı bir yumruk yemiş gibi afalladı. Nereden babası oluyordu bu kadının? Kendine olan kızgınlığını ve etraftaki çözülmeyi bekleyen olayın verdiği heyecanı kontrol edemeyerek haykırdı: “Nereden baban oluyorum ben senin? Ne içirmeye çalışıyorsun bana? Kimsiniz siz, beni neden buraya getirdiniz?” Çocuklar, korkulu şaşkın bakışlarla yaşlı adama çevirdiler yüzlerini. Saçı örgülü kızın damarları daha da belirginleşmeye başladı, yüzü kızardı ve nihayetinde göz pınarlarına yaşlar birikti. Diğer çocuk, kıza nazaran daha rahattı; ama o da yüzündeki korkuyu gizleyemiyordu. Karşısında oturan orta yaşlı adam aynı şefkâtle “Baba sakin ol! Benim, oğlun, evindesin, güvendesin!” diye atıldı. “Oğlum mu?” diye tepki verdi adam. “Benim Kemal, bu küçükler de torunların.” Şimdi her şey daha da netleşmişti onun için. Yavaş yavaş sakinleşmeye ve hatırlamaya başladı, galiba ilaçlar etkisini gösteriyordu. Bir yapbozun parçaları gibi havadaki sorular da yerine oturdu kafasında. Beş dakika sonra oda yine sessizdi ve televizyon yine odak noktasıydı. Yanında oturan adam yerinden kalkıp: “Hadi baba, seni odana götüreyim, geç oldu!” dedi. Yerinden kalktı ve odasına doğru yürüdü. Yaşlı adam odasına hayal kırıklığı ve yeni soru işaretleri ile girdi. Son zamanlarda çok unutkan olmaya başlamıştı. Sebebi neydi bu unutkanlığın, bilmiyordu, anlayamıyordu… Babasını odasına götürdükten sonra Kemal yine koltuğundaydı. Çocuklar artık yatmaya hazırlanıyorlardı. Eşi: “Çocuklar için endişelenmeye başlıyorum.” dedi. Adamdan bir ses çıkmadı. “Güzel bir huzurevi herkes için daha iyi olacaktır.” diye devam etti. Kemal bu sefer: “Ben yarın birkaç yere telefon edip araştıracağım.” diyerek yanıt verdi. Öte yandan yaşlı adam mis kokan yastık ve yorganın altında çoktan uykuya dalmak üzereydi. Her şey bir anda aklının içinde yanan bir ampul gibi aydınlanmıştı, ancak olanlara bir türlü anlam veremiyordu. Hatırlayamadığı tek şey vardı, o da bir alzheimer hastası olduğuydu. *Öykü yarışmasına katılmıştır. 58 Arda Eren ... Zeynep Küçüksümer Bir yıldız kaydı, bir dilek Ve bir hayat Yıldız tozlarının arasında asılı Sorular ve cevaplar birbirini kovaladı Kimse eşini bulamadı Ağzımda kalan tat Bir çocuğun ters giyilmiş ayakkabılarıydı *Şiir yarışmasına katılmıştır. 59 Ebrar Bahçivan mürekkep Kalbin, deniz kadar tuzlu ve yakıcı damlalarla dolu olduğu bir anda; Buz mavisi gözlerden alışılmamış bir şekilde geldi mısralarıma gözyaşları. Bekleyen damlalarla kristalleşmişti kalp. Parlaklığı aldatıcı, soğuk ve bir o kadar narindi ilk bakışta; Erişilemeyecek kadar kırılgandı. Dokunsam tuzla buz olacağından korktum. İzin verdim ıslatmasına mısralarımı, İzin verdim mürekkebi dağıtmasına. Usulca geldi minik, yuvarlak bir damla, Sönmek üzere olan mumun alevinde, ilk ve son defa. Yeni bir başlık attı son kristal kum rengi parşömene ansızın Ve cılız mumun aleviyle aydınlanmış cilalı odada Bir sonraki mısraya geçtim mürekkep dünyada… 60 Hayalet Eller Arasında G üneş ışıkları gözlerine vuruyordu. Günün ilk ışıkları olmalıydılar, gözlerini yakacak kadar keskin değildiler çünkü. Kim bilir, belki de güneş batıyordu, günün sonunun habercisiydi bu ışıklar. Emin olduğu tek şey, o anın öğlen olmadığıydı. Saati bilmiyordu, hangi aydalar onu da bilmiyordu. Yaz olabilirdi ya da kış. Dışarı çıktığı mı vardı ki, nasıl bilebilirdi? Zaman kavramıyla arası hiç iyi değildi, pek önemsediği de söylenemezdi doğrusu. Kendisini üzen şeyleri önemsememeyi felsefe edinmişti, ama görünüşe göre pek de başarılı değildi. Ne zaman doğduğunu düşündü. Annesi ona sonbaharda doğduğunu söylemişti, annesinin durumu da kendisinden pek farklı değildi, bu yüzden güvenemiyordu ona bir türlü. Kendisi hakkında da pek bir bilgisi yoktu. Adı yoktu, onu biliyordu. Adının olmadığı 61 Çağla Ceren Türkoğlu gerçeği ne zaman aklına gelse annesine sinirlenecek olurdu, ama annesinin ona ad verme hakkı olmadığını hatırlayışıyla sakinleşirdi. Sahibinin göreviydi bu, ama nedense sahibi ona bir ad verme gereği duymamıştı. “Evet!” dedi, uzun süredir düşündüğü bir sorunu çözüme kavuşturmuşçasına. “İnsanların benimle konuşmama nedenleri bu, bana seslenecekleri bir adımın olmaması.” Daha önce hiçbir insanla iletişim kurmamıştı. Aslında insanları görmüyor değildi, görüyordu görmesine ama hiçbiri de durup onunla konuşmaya tenezzül etmemişti. Bazıları vardı, önüne geçiyor, kendisini izliyorlardı sadece. Kimi önüne geçip kitap okuyor, kimi ona dokunmaya çalışıyordu; fakat ne yazık ki çoğu onu fark etmiyordu bile, onun varlığından haberdar bile değillerdi. Oysaki o, etrafında olup biten her şeyi biliyor, neredeyse herkesi tanıyordu. Arada sırada, güneşin çoktan battığı çevresinde herhangi bir sesin, hatta ses verebilecek herhangi bir kaynağın olmadığı zamanlar, uzun uzun düşünürdü. Düşünmeyi çok sevdiğinden değil, yapacak başka bir şeyi olmadığından... Geçirdiği günü düşünürdü, sonra bir önceki günü, sonra daha da geçmişlere inerdi, iki üç ay öncesine; buraya ilk taşındığı zamanlara. Düşünmeyi sevmezdi, çünkü o anlarda birçok gerçeğin farkına varırdı ve bu gerçekler pek de iç açıcı değillerdi. Mesela göz kapaklarını yapıştırılmış gibi hissettiği bir akşam, her geçen gün değerinin azaldığını fark etmişti. Oraya ilk taşındığında kendisine ilgi gösteren kişi sayısı şimdikinin yedi katıydı. Buraya taşındığından beri insanlar hakkında iki temel kural öğrenmişti: Herkesin işinin başından aşkın olduğu ve gereksiz şeylere ayıracak vakitleri olmadığı; onlar için yeni şeylerin değerli olduğu ve bu şeylerin, alışıldıkça değerini kaybedip gereksizleştiği. Burada yaşadığı iki ay içinde, bu iki kurala uyan, başta kendisi olmak üzere o kadar çok örnek görmüştü ki… Kendisini, yüzebilen bir hayalet gibi hissediyordu artık. Belki bazıları vardı hâlâ kendisine ilgi gösteren, yanında durup bir çay içen -hiçbiri de sormamıştı o da çay ister mi diye, alınırdı ama anlatamazdı ki derdini- kitap okuyan ama bu sayı eskisiyle kıyaslanamayacak kadar azdı. Kendisine ilgi gösteren birkaç kişi olmasa açlıktan ölmüştü çoktan. Sabah akşam karnını doyururlardı, bazen akşamları unuttukları olurdu; ama önemli değildi, onların da evde bekleyenleri, doyuracak karınları vardı. Bu kişiler, herkesin yemeğe gittiği veya mesaiye kaldığı saatlerde, nadiren yanına gelirlerdi. O zamanlar o kadar çok konuşmak isterdi ki onlarla, ama sesini duyuramazdı. Bazen daha yakınlarına gitmek isterdi sesini duyurmak için. Ama alnının tam ortasında bir acıyla sarsılırdı. Sanki biri onun konuşmasına karşıydı da onu daha ileri gitmekten alıkoyuyord. İlginçtir ki onu geri iten hiçbir el, hiçbir duvar göremezdi. Sırf bu yüzden son zamanlarda kendisinin bir hayalet olduğu düşüncesinin yanına bir de çevresinin 62 hayaletlerle kaplandığı düşüncesi eklenmişti. Bu hayat çok paranoyaklaştırmıştı onu. Canı sıkılıp ne zaman bir kaçış yolu arasa ya da birine sesini duyurmaya çalışsa bu hayaletler büyük ve kuvvetli ellerini uzatıp daha ileri gitmesini engelliyorlardı onun. Canını acıtmalarına gerek yoktu, sadece dur deseler yeterdi; ne de olsa cesaretsiz ve kurallara uyan biriydi. Yukarı baktı. Kafasının hizasında bir tablo asılı duruyordu. O tablodaki gibi kendisinin de sorgulamaya cesareti yoktu. Tablodaki resim nasıl bilmiyorsa kendisi de bilmiyordu kim olduğunu, neden kaçamadığını, sesini duyuramadığını, nasıl göründüğünü. ... Korktuğu, çevresini saran hayalet ellerdi. Cesaret edemiyordu onlara karşı gelmeye. Daha önce karşı gelmeye kalktığı olmuştu, ama tüm bu girişimleri kafasında büyük bir acıyla sonlanmıştı. Hayalet eller gitse yapacağı ilk iş bir ayna bulmak olurdu, acaba saçları sarı mıydı, yoksa siyah mı? Belki de keldi. Kendisini saran şu eller olmasa insanlara sesini duyurabilir, onlarla konuşabilirdi; bir de kendisine isim bulduktan sonra birçok arkadaşı olurdu... Ya da hiçbir zaman gecenin olmadığı bir yere giderdi. Her gün farklı yemekler denerdi, okuma yazma öğrenir, kendisini kitapların dünyasına adardı, hatta şiir yazmaya bile başlayabilirdi. Önünde birçok seçenek olduğunu bile bile sırf bu hayalet eller yüzünden hiçbir şey yapamaması, ona hayalet ellere direnince hissettiği acıdan daha büyük bir acı veriyordu. Pembe loş ışıklar odayı sarmıştı. “Demek ki güneş batıyormuş.” diye iç geçirdi. Karanlıktan korkardı ve uyurken kendini güvende hissetmezdi, bu yüzden geceleri uyumazdı. Uyumak için en iyi saat, gökyüzünün pamuk şeker gibi olduğu zamanlardı. Birkaç saat kestirebilirdi o zamanlarda. Hayalet ellerin tam ortasına uzanıp süzgeçlerini başının altına koydu ve uyudu. Ayrılık Arda Şen A YRILIŞ Bakakalırım giden geminin ardından; Atamam kendimi denize, dünya bir damla yaş gibi geliyorlar; hayatınızdan gidiyorlar. Nereden geldiğine hiç anlam veremiyorsunuz, neden gittiğine dair de bir fikriniz yok. Hayatınızdaki yerlerinin nasıl bu kadar sağlam olduğuna şaşırıyorsunuz. Dahası, onlardan çevrenizdekilere doya doya bahsedemeden, onların sizi bahis konusu bile etmediğini anlıyorsunuz. Annenize anlatamıyorsunuz; arkadaşlarınız size kızıyor. Hayatınızdan öylece çıkmış oluyorlar; bir bilgisayar oyunundan tek tuşla bir karakteri siler gibi. Hayat devam ediyor, hiçbir yeri, hiçbir şeyi bozmuyorlar; yaşamınızın işleyişini bozmak için tek bir haklı sebebiniz yok! Sabah kalkmak, okulunuza, işinize gitmek zorundasınız yine. Onların olmaması dışında ters giden bir şey yok gibi ama var gibi de... Hiçbir ses çıkarmadan, kolayca, çorap söküğü gibi yok olmuş oluyorlar hayatınızdan. Büyük bir acı değilmiş gibi geliyor bu. Dedim ya, düzen bozmuyorlar ama yan etkileri, keyfinizi kaçırmaları. Bütün neşenizi kaçırarak ışığı kapatıp, kapıyı çekip çıkıyorlar. Çocuğunu sadece uyurken öpebilen bir baba gibi bile olamadan, hüngür hüngür ağlatmadan, uzun vadede ince gözyaşları bırakarak gitmiş oluyorlar işte. güzel; Serde erkeklik var, ağlayamam. Orhan Veli Bazı insanlar sağ gözünüzden gelen ince bir damla gözyaşı gibi çıkıyorlar hayatınızdan. Aniden, fark ettirmeden; öyle büyük bir gürültü koparmadan. Hayatın düzenini bozmadan, burnunuzu kırmızılaştırmadan, gözlerinizi şişirmeden; etliye sütlüye karışmadan hayatınızı terk ediyorlar; ağlarken konuşmaya devam etmek gibi, sesin hiç titrememesi gibi; o gözyaşı damlası dışında herhangi bir terslik belirtisi göstermeden ... Çok zarif denebilecek biçimde! Herkesin eğlendiği, kalabalık bir partiden, hiç kimse fark etmeden çantalarını alıp çıkar gibi çıkıyorlar hayatınızdan; öyle, hiç kimsenin dikkatini çekmeden, sadece sizin görebileceğiniz bir biçimde. Öylece kaçıyorlar, kimselere bundan bahsetme hakkını vermeden size. Sesinizi çıkaramıyorsunuz. Ölümlerden, terk edilmelerden, aldatılmalardan, kaybedişlerden sonra verilen kendinizi dağıtma hakkına sahip olmadan; sessizce kalıyorsunuz. Eğlence devam ediyor; keyfiniz kaçıyor oysa, ortada kalıyorsunuz. Gülerken aniden gözünüzden gelen 63 “Sevgili Dostum, Bu koridorlardaysan gülümseyeceksin. Hatta en zor sınavlardan çıktığında pis pis sırıtacaksın. Bingham Ruhu’nu oradaki futbolunla yaşatacaksın. Arada bir platoya çıkacaksın. Başkalarına “Bizim okul denizi görüyor.” diye hava atıyorsan hakkını vereceksin. Seveceksin mesela. Sevdiklerini çok seveceksin. Kantini mekân belleyeceksin. Sınıflar dar gelecek sana, çıkıp muhabbet edecek birilerini bulman gerekecek. Gould’a giderken Tulû Abla’ya bir selam çakacaksın. Kantinde, dükkânın önünü kapatmadan Mualla Abla’yla en güzel sohbetleri yapacaksın. ISS’den Turan Abi’ye hâlini hatrını soracaksın. Kütüphanede uyuyakalacaksın mesela. Bilgisayarda oyun oynarken yakalandığında “Senin canın sağolsun Kenan Abi!” diyeceksin. Forumda avazın çıktığı kadar bağırarak marşlar söyleyeceksin. Çektiğin filmleri MMR’daki Ece Abla’ya gösterirken “Bu kare şu filmde bile yok!” diyeceksin. Teneffüste yanında geçen dostlarının ensesine vuracaksın, ayağına çelme takacaksın. Laf yiyeceksin o ünlü koridorlardaki o ünlü trafiği kilitlediğin için. Sakalını kesmediğinden, gömleğinin düzeninden sitem yemeden mezun olma bu okuldan! Arnavutköy durağında dakikalarca gelmeyen otobüsü beklerken taksinin ne kadar tutacağı hesabını yapacaksın. Biraz haylaz olacaksın, en masumundan. Yazacaksın dergilerinde, çizeceksin sanat stüdyolarında, performansını sergileyeceksin tiyatrolarında, topluma hizmet projelerine katılacak, sırtına alıp bir çocuğu kral ilan edeceksin. Elindeki fırçayla birilerinin yüzünü boyayacaksın. “Neden aldım ki şu dersi!” diyeceksin, “Ömrümü yedin Robert!” diyeceksin; yıllar sonra buraları ne kadar özleyeceğinden bihaber. Bir selam daha çakacaksın Tulû Abla’ya, Gould’taki ihtişamlı sandalyelere oturup geçen her yılı düşünmeden hemen önce. “Şu sunumu nasıl yetiştireceğim?” diye karnına ağrılar girecek. Rehberlik servisinden her zaman şeker yürüteceksin -en güzeli kırmızı olanlar.Âşık olacaksın. Okulun güzeline, duvarındaki bir resmine; bir şiirine, bir müziğine, bir taşına, dostluklarına, kardeşliklerine, sana yaşattığı her şeye... Giderken arkana bakıp da Ms. Halıcıoğlu’ ndan saklayabildiğin sakalını hafifçe kaşıyarak “vay be” demek istiyorsan bu koridorlarda yürürken gülümseyeceksin, sonra selam çakacaksın etrafına... Yanındakinin ensesine vurmayı da ihmal etmeden. Kal sağlıcakla. Kendine iyi bakmak bir yana biz hep birbirimize iyi bakalım! Ahmet Utku Akbıyık
Benzer belgeler
2012
Yayının Adı: Bosphorus Chronicle “ODA 2012” ekidir.
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu: Özel Amerikan Robert Lisesi / Güler KAMER - T.C.
Sorumlu Müdür ve Uyruğu: Güler KAMER - T.C.
Yayının Türü: Yerel - Süre...
Martı Ocak 2015 - Robert College
A supplement of the Bosphorus Chronicle June 2012 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Haziran 2012 ekidir.