09 - Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı
Transkript
09 - Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI T.C. MALİYE BAKANLIĞI SAYI 8 BÜLTEN EYLÜL 2007 Daha Demokratik, Şeffaf, Hesap Verebilir ve Etkin bir AB için: Reform Anlaşması BU SAYIDA: YOLSUZLUK ÜZERİNE:KISA BİR GİRİŞ KÜRESEL PİYASALARDAKİ SON GELİŞMELER VE HEDGE FONLAR AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE’DE OMBUDSMANLIK KURUMU TÜRKİYE’NİN BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GÜVENLİK KONSEYİ GEÇİCİ ÜYELİĞİNE ADAYLIĞI BASEL II: GELİŞİMİ, GETİRDİĞİ FIRSATLAR VE RİSKLER HİNDİSTAN: VARLIK İÇİNDE YOKLUKTA UMUT VAAD EDEN ÜLKE 2 6 8 Haziran 2007 AB Zirvesi’nde AB liderlerinin, anlaşmaların ve AB kurumlarının reform edilmesi yönünde anlaşmaya varmaları, 2005 yılında AB Taslak Anayasası’nın Fransa ve Hollanda tarafından reddedilmesinden bu yana reform süreci açısından en önemli gelişme olarak görülmektedir. Bu reform sürecine ilişkin ayrıntıların Portekiz Dönem Başkanlığı süresince daha da netleşeceği belirtilmektedir. Bu doğrultuda kurulan Hükümetlerarası Konferans reform sürecine yönelik çalışmalarına 23 Temmuz 2007 tarihi ile başlamış ve bu çalışmaların detaylarının Ekim 2007’de kabul edilmesi karalaştırılmıştır. AB kurumlarının ve anlaşmaların reform edilmesi amacıyla oluşturulan Hükümetlerarası Konferans için belirlenen başlıca gündem maddeleri şunlar olmuştur: • • 10 13 16 • • • • AB Konsey’inde kararların çifte çoğunluk kuralı ile alınması, Ortak Karar Alma Usulü’nün (codecision) ve Nitelikli Oy Çokluğu Kuralı’nın daha da yaygınlaştırılması, Dönem Başkanlığı yerine sürekli bir Konsey Başkanlığı’nın oluşturulması, Komisyon içerisindeki Komiser sayısının 27’den 15’e düşürülmesi, Ulusal parlamentoların AB yasama sürecinde daha da güçlendirilmesi, Anlaşmalara, AB’ye üyelikten çıkabilmeyi sağlayacak yeni bir maddenin eklenmesi. Ayrıca, iklim değişikliği, enerji güvenliği, uluslararası suç ve terörizm gibi gündemde olan diğer konulara da atıfta bulunulması hedeflenmektedir. Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, 23 Temmuz 2007’de Hükümetlerarası Konferans’ın açılışında yaptığı konuşmada, amaçlarının hazırlanacak olan bu reform anlaşmasının Haziran 2009’da gerçekleşecek Avrupa Parlamentosu seçimleri ile birlikte yürürlüğe sokulması olduğunu belirtmiştir. Hazırlanacak olan bu Reform Anlaşması ile AB, daha demokratik, hesap verebilir, etkin ve dış ilişkilerinde uyumlu olabilmeyi ve aynı zamanda küreselleşen bir dünyada var olan engelleri ve fırsatları birlikte karşılayabilmeyi amaçlamaktadır. AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN YOLSUZLUK ÜZERİNE: KISA BİR GİRİŞ i LATİF YILMAZ AB Uzman Yardımcısı 1. Yolsuzluk Nedir ve Nasıl Tanımlanmaktadır? Yolsuzluk konusunda genel ve kapsayıcı bir tanım yapmak çok da kolay görünmemektedir. Genel anlamda herhangi bir gücün kanunlara aykırı olarak, kişisel çıkar amaçlı kullanılması şeklinde bir tanım yapılabilir. Ancak böyle bir tanımlama bir takım sorunları da beraberinde getirmektedir. Bu tanımda tam olarak hangi fiillerin yolsuzluk kapsamına gireceği, hangi fiillerin yolsuzluk kapsamında olmayacağı belli değildir. Bunun yerine birçok devlet ve uluslararası kurum yolsuzluğu, yolsuzluk kapsamına giren fiiller üzerinden tanımlamayı seçmektedir. Böyle bir yaklaşım, yolsuzluk suçunun kapsamını göstermesi bakımından daha faydalı görünmektedir. Yolsuzluk genel anlamda iki kategoride ifade edilmektedir: büyük yolsuzluk ve küçük yolsuzluk. Büyük yolsuzluk tanımı, yolsuzluğun kamu yönetiminin en üst seviyelerine, siyasal partilere, hükümetlere, üst düzey bürokratlara ve yargı mensuplarına kadar uzandığı durumu ifade etmektedir. Küçük yolsuzluk ise, adından da anlaşılacağı üzere daha küçük çaptaki yolsuzluklar için kullanılmaktadır. Küçük yolsuzluk olarak adlandırılan durumda, daha küçük miktarlarda sağlanan parasal veya parasal olmayan menfaatler söz konusu olmaktadır. Bir memurun işini yaparken ufak miktarlarda parasal menfaat sağlaması veya alt düzey memuriyetlere yakın akraba veya tanıdıkların atanması bu kapsamda değerlendirilebilecek yolsuzluklar arasındadır. Yolsuzlukla ilgili bir diğer tanım ise aktif ve pasif yolsuzluktur. Parasal veya parasal olmayan bir menfaatin teklif edilmesi veya verilmesi aktif yolsuzluk olarak tanımlanırken, bu menfaatin edinilmesi pasif yolsuzluk olarak tanımlanmaktadır. Yolsuzluk sırasında edinilen menfaatler çok çeşitli olabilir. Sadece parasal bir menfaatin doğrudan elde edilmesi, yolsuzluğun önemli bir boyutu olmakla beraber tek boyutu değildir. Menfaat parasal olabileceği gibi, istihdam, şirket ortaklığı, özel bilgi sağlama, cinsel veya başka faydalar elde etme gibi çok farklı şekilde kendini gösterebilir. Bazı durumlarda menfaati elde eden kişi, doğrudan yolsuzlukla ilişkisi olan biri de olmayabilir. Örneğin, bir kişi akrabasının, arkadaşının veya bir dostunun menfaati için de yolsuzluk olayına karışabilir. Bu, bazen söz konusu farklı kişinin bir işte istihdam edilmesi veya bu kişiye maddi veya manevi bir menfaatin sağlanması şeklinde olabilir. 2. Yolsuzluk Çeşitleri Yolsuzlukla mücadelede, teorik olarak yolsuzluğu tanımlamak kadar önemli olan bir diğer husus ise, ne tür yolsuzluk çeşitlerinin olabileceğini ortaya çıkarmaktır. Kesin ve net olarak ortaya konmuş yolsuzluk çeşitleri, yolsuzlukla mücadelenin daha sağlıklı olması için elzemdir. Şüphesiz konu suç olduğunda, suçun ne şekilde ortaya çıkacağı, tam olarak kestirilemez. Suç işleyen aktörler çeşitli yöntem ve şekillerle suçu işleyebilirler. Bu yöntemler tam olarak ortaya çıkarılmadıkça, suç ve suçluyla mücadele de zor olacaktır. Bu kısımda genel olarak yolsuzluk başlığı altında ele alınan suçlara değinmeye çalışacağız. 2.1 Rüşvet Yolsuzluk çeşitlerinin başında rüşvet gelmektedir. Özellikle rüşvet konusu bugün birçok ülkenin yaşadığı önemli bir sorundur. Gelişmekte olan ülkelerde çok daha önemli boyutlarda olmasına rağmen, gelişmiş ülkelerin de en büyük sorunları arsında yer almaktadır. Rüşvetin yaygınlaşması bir çok sorunu beraberinde getirmektedir. Bu sorunların başında vatandaş ile devlet arasında var olan toplumsal sözleşmenin ihlal edilmesi ve bunun sonucu olarak vatandaş-devlet ilişkilerinin zedelenmesi gelmektedir. Rüşvet suçunda, genel olarak, kamuda üst mevkilerde bulunan kişiler hedef seçilmektedir. Fakat, bu demek değildir ki sadece üst düzey yöneticiler rüşvetle karşı karşıya kalmaktadır. Rüşvet, şüphesiz, kamunun her seviyesinde ortaya çıkabilir ancak kapsam olarak büyük boyutlu rüşvetler genelde üst düzey yöneticileri hedef seçmektedir. Bürokratlar dışında, politikacılar, yasa uygulayıcılar, hakim ve savcılar, vergi memurları ve müfettişler en fazla rüşvete hedef olanlar arasında yer almaktadır. Peki insanlar niçin rüşvet teklif ederler? Rüşvetle ulaşılmak istenen amaç, hedef nedir? 2 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN Şüphe yok ki, hedefler çok çeşitli olabilir. Bazen bir ihale almak, bazen bir kurumda veya şirkette istihdam edilmek, makam mevki sahibi olmak ve bazen de kamunun bir karar almasını, bir düzenleme çıkarmasını sağlamak olabilir. Rüşvet vermedeki temel amaçlardan biri alınacak kararları etkilemek şeklinde ortaya çıkabilir. Bu durumda kişi kararın alınma sürecinde nüfuz sahibi olabilmek için etkili kişilere rüşvet teklif edebilir. Böylece kendisinin veya yakınlarının çıkarına hizmet edecek bir kararın alınmasını sağlayabilir. 2.1.1 Uygun Olmayan Değerde Bir Hediye Verilmesi veya Alınması Gündelik kamusal hayatta en fazla karşılaşılan yolsuzluk çeşitlerinden biri de yüksek değere sahip hediyelerin verilmesi veya alınmasıdır. Aslında burada geçen hediye sözcüğü sadece rüşvet üzerinde bir örtü işlevi görmektedir. Hediye alan ve hediyeyi veren açısından vicdani bir rahatlık yaratsa da, esasen rüşvetten farklı değildir. Tabi söz konusu hediyenin rüşvet ve yolsuzluk kapsamında sayılması hediyenin değerine bağlıdır. Ancak, burada ne kadarlık bir hediyenin rüşvet sayılacağı veya sayılmayacağı tamamen özneldir. Bu öznelliği ortadan kaldırmak amacıyla çoğu devlet hediyenin maddi değeri konusunda bir takım sınırlamalar getirmektedir. Bazı devletler ise, daha da ileriye gidip, kamu personelinin herhangi bir miktarda hediye kabul etmesini tamamen yasaklamıştır. Şunu belirtmek gerekir ki, bu tür sınırlamalar çok da etkin olmayabilir. Değer konusu ancak hediye açık bir şekilde kayıt altına alındığı zaman anlamlı olabilir. Eğer söz konusu hediye gizli tutuluyorsa, ki çoğu zaman da gizli tutulmaktadır, belli bir değer sınırı belirleme pek işe yaramayabilir. 2.1.2 Daha Az Vergi Vermek Amacıyla Rüşvet Rüşvetin en yaygın olarak yaşandığı alanlardan bir diğeri de vergiye konu olan durumlardır. Özellikle vergi memurları ve rüşvet çoğu insanın gündelik hayatında sıklıkla bir arada kullandığı kavramlardır. Vergi vermenin gönüllülükten çok devletin zoruna dayandığı ülkelerde, vergi ve rüşvet kolaylıkla bir araya gelebilmektedir. Vergi vermekten kaçmaya çalışan mükellefler, vergi memurlarına rüşvet vermeyi seçmekte ve bu yolla ya ödeyecekleri vergiyi tamamen ortadan kaldırmaya ya da ödeyecekleri vergiyi önemli ölçüde azaltmaya çalışmaktadırlar. Bu alanda rüşvetin, dolayısıyla yolsuzluğun yaygınlaşması hem kamu finansmanı üzerinde önemli negatif etkiler yaratmakta hem de serbest piyasa ekonomisin temel dayanağı olan rekabetçiliği bozmakta ve haksız rekabet koşulları yaratmaktadır. Yolsuzluğun çok yaygın olduğu ülkelerde, kamu finansmanında ve ekonomik etkinlikte ciddi kayıpların ve zorlukların oluşacağını beklemek abartı olmayacaktır. Yolsuzluğun çok üst seviyelere kadar ulaştığı durumlarda bir borç krizi ülkelerin kaçınılmaz kaderi olacaktır. Bu noktada, ülkemizde yolsuzluk ile bozulan kamu finansmanı arasındaki olası ilişkileri ortaya çıkaran araştırmalar yapılabilir. Bilindiği üzere yolsuzluk Türkiye gündemine özellikle 1980’li yıllarla beraber girmiş ve 1990’lı yıllarda en üst seviyesine ulaşmıştır. Bu yıllar aynı zamanda kamu finansmanında da çok ciddi sorunların yaşandığı yıllardır. Yolsuzluğun artması bir yandan azalan vergi gelirleri sonucu kamu gelirlerini azaltmış, bir yandan da kamu harcamalarını önemli ölçüde arttırmıştır. Dolayısıyla, kamu finansmanı hem gelirler hem de harcamalar yönünden kıskaca alınmış ve tek yol olarak borçlanma öne çıkarılmıştır. Şüphesiz, bu dönem içerisinde kamu borç stokunun artmasında farklı dinamikler rol oynamıştır. Ancak kanaatimizce, yolsuzluğun borç stokuna etkisi azımsanmayacak bir seviyededir. 2.1.3 Sahtekarlık Saikiyle Rüşvet Rüşvetin yoğun olarak ortaya çıkmasında rol oynayan bir diğer neden ise sahtekarlıktır. Kişiler veya gruplar bazı konularda sahte evraklar edinerek haksız kazançlar sağlamak ve birilerini yanıltmak için sahtekarlık yapmak isteyebilirler. Bu durumda söz konusu sahtekarlık ile ilgili gerekli evrak ve belgeleri elde edebilmek için rüşvet teklif edebilirler. Bu bazen sahte bir kimlik kartının, bazen sahte bir diplomanın, bazen ise sahte bir tapunun edinilmesi amacıyla yapılabilir. 3 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN 2.1.4 Yargıda Rüşvet 2.1.6 Haksız Bilgi Edinimi Yargı da, diğer birçok alan gibi rüşvetin sıklıkla görülebileceği alanlardan biridir. Vergi alanında yaşanan yolsuzluğun bir benzeri de yargıda yaşanabilmektedir. Vergi yükünden kaçmak için nasıl rüşvete başvuruluyorsa, aynı şekilde yargıdan kaçmak için rüşvete başvurulabilmektedir. Vergi konusunda ortaya çıkan rüşvetin ağır ekonomik sonuçları olurken, yargıda yaşanan rüşvetin sosyal anlamda çok ağır sonuçları olmaktadır. Ayrıca yargıya yolsuzluğun bulaşması, yolsuzlukla mücadelenin önünde de en büyük engeldir. Yargıda yolsuzluğun ileri derecelere varması, yolsuzlukla mücadeleyi adeta bir kısır döngüye sokmaktadır. Ayrıca, yolsuzluğun yargıya bulaşması ve yayılması toplumları ayakta tutan en önemli değerlerden biri olan adaletin de yozlaşmasını beraberinde getirmektedir. Yolsuzluk ve rüşvet konusunun bir diğer önemli öğesi haksız bilgi edinmedir. Özellikle kamu ve özel sektörün sahip olduğu stratejik nitelikteki bilgilere ulaşmak amacıyla rüşvet bir araç olarak kullanılabilmektedir. Kişilerin veya şirketlerin finansal veya başka konulardaki bilgilerine ulaşabilmek amacıyla rüşvet ortaya çıkabilmektedir. Bu bazen bir ihalenin alınabilmesi veya bazen de haksız rekabet üstünlüğü elde edebilmek için yapılabilmektedir. Toplulukların yanı sıra kişiler de rüşvet aracılığıyla haksız bilgi edinebilirler. Yüksek mevkilere gelmek veya birilerini yerinden edebilmek için gerekli kritik bilgilere ulaşmak amacıyla da rüşvet kullanılabir. 2.1.5 Yolsuzluğun türleri olarak hırsızlık, sahtekarlık ve zimmete para geçirme, görevi gereği para veya benzeri değerlerde eşyaların teslim edildiği kişilerin bulaştıkları suçlar arasında yer alır. Bu suçlardan hırsızlık şüphesiz ki yolsuzluğun kapsamını aşmaktadır. Hırsızlık kişinin kendisine hiçbir şekilde ait olmayacak bir malı veya parayı sahibinin rızası dışında edinmesidir. Ancak kamuda hırsızlık, yolsuzluk kapsamında değerlendirilebilecek ve karşılaşılabilecek suçlardan biridir. Kamunun sahip olduğu malların kişisel kullanım veya satılma amacıyla çalınması nadir de olsa görülebilmektedir. Saydığımız suçlardan en önemlileri zimmete para geçirme ve sahtekarlıktır. Her iki suçun da kamuda görülme olasılığı hırsızlığa nazaran daha fazla olabilmektedir. Zimmete para geçirme adından da anlaşılacağı üzere, kamusal görevi gereği para toplayan kişinin, bu paranın bir kısmını veya tamamını kendi adına almasıdır. Bu suçun tespit edilmesi bazı durumlarda çok zor olabilmektedir. Eğer görevli aldığı paralar karşılığında herhangi bir belge vermemişse, suçun tespiti de zorlaşmaktadır. Sahtekarlık daha da karışık bir suçtur. Sahtekarlığı bazı durumlarda kamu görevlisi yapabileceği gibi, bazı durumlarda da kamudan hizmet alan vatandaş yapabilir. Örneğin devletin belli şartlara bağlı olarak yardım dağıtması durumunda bu şartları sağlamayan bazı kişiler şartları sağlıyormuş gibi gösterecekleri belgeler Özel Sektörde Rüşvet Yolsuzluk ve buna bağlı olarak rüşvet söz konusu olduğunda tartışmalar genel olarak kamu kesimi üzerinde yoğunlaşmakta ve yolsuzluk sadece kamunun yaşadığı bir sorunmuş gibi düşünülmektedir. Halbuki, yolsuzluk kamunun olduğu kadar özel sektörün de gündeminde olan bir sorundur. Özellikle finansal kesimde oldukça yaygın bir şekilde görülebilmektedir. Borsalarda, bankacılık ve sigortacılık sektöründe yolsuzluk önemli bir tehdit olarak ortaya çıkmaktadır. Hisse senetlerinin manipule edilmesi, bankalardan kredi alınırken kolaylık sağlanması ve sigorta şirketlerinden tazminat alınması amacıyla yapılan yolsuzluklar özel sektör yolsuzluğunun en önemli bölümünü oluşturmaktadır. Bu alandaki yolsuzlukta rüşvet en önemli araç durumundadır. Kişiler veya topluluklar rüşvet yoluyla özel sektörde manipülasyonlar yaparak rekabetin bozulmasına yol açabilirler. Ayrıca özel sektörde yaşanan yolsuzlukla kamu sektöründe yaşanan yolsuzluk arasında ciddi bağlantılar bulunmaktadır. Bazen kamu yolsuzluğu özel sektördeki yolsuzluk için bir zemin oluştururken bazen de özel sektördeki yolsuzluk kamu kesimindeki yolsuzluk için zemin oluşturabilmektedir. Başarılı bir yolsuzlukla mücadele stratejisi hem kamudaki hem de özel sektördeki yolsuzluğu hedef almalıdır. 2.2 Hırsızlık, Sahtekarlık ve Zimmete Para Geçirme 4 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN hazırlayarak yardımdan yararlanabilirler veya herhangi bir kamu hizmetinden başkasının adına düzenlenmiş belgeleri kullanarak faydalanabilirler. Sahtekarlık suçu bazen hem kamu görevlisinin hem de vatandaşın beraber hareket etmesiyle işlenebilir. Bu, sahte belge veya evrak hazırlanması olabileceği gibi, sahte olan bir evraka göz yumulması şeklinde de olabilir. Sonuç olarak bu tür suçların da yaygınlaşması beraberinde birçok olumsuzluğu getirecek ve kamu hizmetlerinin etkin ve daha az maliyetli şekilde verilmesini önleyecektir. 2.3 Gasp ve Şantaj Yolsuzluğun görülebileceği diğer bir durum ise, kaba kuvvete dayanan metotların kullanılmasıdır. Gasp ve şantaj bu tür metotların başında gelir. İlkinde zorla ve kaba kuvvetle bir şeyler elde edilmeye çalışılırken, ikincisinde çeşitli tehditler kullanılarak istenen hedefe ulaşılmaya çalışılır. Gasp ve şantajı kamu görevlilileri yapabilecekleri gibi çoğu durumlarda da, kamu görevlisi hem suçu işleyen hem de mağdur olabilir. 2.4 Nepotizm ve Kayırmacılık Adam kayırmacılık özellikle ülkemizde en fazla yaygınlık gösteren yolsuzluk çeşididir. Eskisi kadar yaygın olmasa bile bu yolsuzluk türünün hala var olduğu ve konuşulduğu bilinmektedir. Nepotizm ve kayırmacılık kamu görevlisi atanırken, tercihlerde liyakat yerine yakınlıkların, akrabalıkların veya arkadaşlıkların etkili olması durumudur. Bunu bazen bir politikacı, bazen üst düzey bir bürokrat bazen de daha alt görevlerde çalışan bir memur yapabilir. Bürokraside adam kayırmacılığın yaygınlaşması kadar tehlikeli başka bir yolsuzluk türü yoktur. Çünkü bu tür bir yolsuzluk yukarıda saydığımız diğer yolsuzluk çeşitlerinin de birincil sebebidir. Daha en başta yolsuzluk sürecine bulaşmış bir kamu görevlisinin ileriki aşamalarda yolsuzluğa duyarlı olmasını beklemek çok zordur AB ÇEVRE BAKANLARI ARTAN SU KITLIĞINI VE KURAKLIĞI TARTIŞMAK İÇİN TOPLANIYORLAR AB Dönem Başkanı Portekiz, iklim değişikliğinin bir sonucu olarak artan kuraklık ve su kıtlığı ile mücadeleyi tartışmak amacıyla AB üye ülkelerinin Çevre Bakanlarını bir araya getiriyor. 31 Ağustos ve 1 Eylül 2007’de Lizbon’da toplanacak olan Bakanların, mevcut durumu analiz etmesi ve kuraklık ve su kıtlığı ile mücadelede yeterli düzeyde kurumsal, teknik ve mali araçların oluşturulmasına ilişkin bir Avrupa Stratejisi’ne yönelik adımlar atması beklenilmektedir. Avrupa Komisyonu’nun Haziran 2007’de yayımladığı rapora göre, 2000 ve 2006 yılları arasındaki her yılda AB sınırlarının %15’i ve nüfusun %17’si kuraklık ve su kıtlığından etkilenmiş bulunmaktadır. Rapor son yıllarda kuraklığın Avrupa ekonomisine maliyetinin 6,2 milyon Avro olduğunu belirtmiştir. i Bu yazı hazırlanılırken büyük oranda “The Global Programme Against Corruption, UN Anti-Corruption Toolkit, 3nd Edition, Vienna, September 2004” adlı yayından faydalanılmıştır. < http://www.uneca.org/itca/governance/Documents/corruption_un_anti_corruption_toolkit_sep04.pdf > web adresinden söz konusu yayına ulaşılabilir. 5 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN KÜRESEL PİYASALARDAKİ SON GELİŞMELER VE HEDGE FONLAR IŞIL DEĞERLİ AB Uzman Yardımcısı Son yıllarda dünyada pek çok alanda yaşanan hızlı küreselleşme sürecine finansal piyasalar da dâhil olmuştur. Gelişmekte olan ülkelerin kambiyo kontrollerini kaldırıp dışa açılması ve gelişmiş ülke piyasalarıyla bütünleşmeye başlamasıyla dünyadaki finansal ortam da genişlemiştir. Bu gelişmelerle birlikte 'küresel likidite', 'hedge fonlar’ ve 'carry trade' gibi kavramlar günümüzde sıklıkla telaffuz edilir olmuştur. Son günlerde ABD’de patlak veren mortgage kriziyle birlikte küresel piyasalarda hareketli günler yaşanmaya başlamıştır. Bu dalgalanmanın nedenlerini anlayabilmek için öncelikle bahsedilen kavramları açıklayalım. 'Hedge fon' terimi, genellikle kısa vadeli hareket eden ve yüksek kâr amacıyla piyasadan piyasaya dolaşan fonları ifade etmektedir. Bu fonlar yüksek kâr gördüğü yerlere hızla girip, kârlar düşünce hızla çıkmaktadırlar. Pek çok ekonomist, bu fonları küresel ekonomide krize neden olabilen en önemli etmenler arasında göstermektedir. Özünde yatırım fonları gibi çalışmakla birlikte düzenleme ve risk profili açısından ciddi anlamda farklılık gösteren hedge fonlar, yatırımcılara ve fon yöneticilerine sağladığı yüksek getiriler nedeni ile son yıllarda büyük yaygınlık kazanmışlardır. Son yıllarda özellikle türev ürünlerinin kullanımına bağlı olarak giderek yaygınlaşan hedge fonları 2006 yılı itibari ile 1.3 trilyon dolarlık işlem hacmine 1 ulaşmıştır. ‘Carry trade’, faizi düşük ülkelerin para birimleri cinsinden borçlanıp, faizi yüksek para birimleri cinsinden yatırım yapmak anlamına gelmektedir. Gelişen piyasalarda düşmeye başlayan risk primleri, yüksek getiri arayan yatırımcılar için çekici olduğundan, düşük faizli ülkenin para biriminden borçlanıp yüksek olana yatırmak biçiminde özetlenen 'carry trade' işlemleri yayılmıştır. Carry trade'i genellikle hedge fonlar kullanmaktadır. Bugünkü finansal ortamda carry trade işlemleri genellikle yen ile yapılmaktadır. Yatırımcılar, faizi düşük olan yen cinsinden borçlanarak, yüksek getirili para birimlerine ve hisse senetlerine yatırım yapmaktadırlar. Hisse senetlerinin yükseldiği dönemlerde yatırımcıların aldıkları yeni daha yüksek bir hızda bozdurması yene değer kaybettirirken, piyasaların düştüğü dönemlerde ise yatırımcıların yen pozisyonlarını kapaması yenin yükselmesine yol açmaktadır. ‘Küresel likidite’ tanımlanması oldukça zor bir kavram olarak karşımıza çıkmakla birlikte temelde bir parasal büyüklük olarak ifade edilmektedir. Buna genellikle büyük ülkelerin (başta ABD olmak üzere, G5) para arzı büyüklükleri katılmaktadır. Bu parasal büyüklüğe bazıları döviz rezervlerini, bazıları ulusal kredi hacimlerini, bazıları ülke dışındaki ABD Hazine enstrümanlarını bazıları da türev enstrümanları ekleyerek bir küresel likidite 2 tanımı ve ölçümü üretmektedir. Günümüzde, küresel likiditede meydana gelen bir azalma veya durgunluk dünyanın herhangi bir yerinde tüm küresel piyasaları etkileyecek bir mali krizin ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Örneğin, son haftalarda ABD’de ortaya çıkan mortgage sorunu tüm dünyadaki finans piyasalarını etkilemiş ve küresel piyasalarda dalgalanmaya neden olmuştur. Bu kavramları açıkladıktan sonra son günlerde yaşanan küresel dalgalanmanın nedenlerini daha iyi anlayabiliriz. 2007’nin Şubat ayında ABD’de patlak veren mortgage sorunu, konut sektöründeki yavaşlamanın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Gelir düzeyi düşük kesimlere ödeme gücü araştırılmadan verilen yüksek faizli mortgage kredileri sorunun yayılmasında etkili olmuştur. Mortgage kredilerine dayalı menkul kıymetlere yatırım yapan fonlar da sonuçta önemli ölçüde zarar etmişlerdir. Bankaların bu menkul kıymetlerden zarar etmeleri, Temmuz ayında kredi sıkışıklığına yol açmıştır. Genel olarak, karşılaştığımız küresel piyasa dalgalanmasının 3 temel nedeni 3 bulunmaktadır : a) ABD’de faizler düşük iken verilen mortgage (gayrimenkul) kredilerinin geri ödenmesinde zorluk çıkması. b) Hedge fonlarda oluşan riskler. Hedge fonlara yapılan yatırımlar, aslında içinde fazla bir risk bulundurmaz gibi duruyor ve temel olarak piyasalardaki arbitraj olanaklarından faydalanarak yüksek getiriler yaratıyorlarsa da, fonlardan toplu çekimler yapılması halinde kaçınılmaz 6 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN olarak likidite riski doğuyor ve fonlar iflas edebiliyorlar. c) Petrol fiyatlarındaki yükselmenin yavaşlaması. Petrol fiyatlarının yükselmesiyle, petrol üreten ülkelerde büyük fonlar birikmeye başlamış ve bu büyük fonlar, bizim gibi gelişmekte olan ülkelere büyük miktarlarda yatırılmıştır. Yatırımların tamamlanabilmesi için, bu paraların akış hızının artarak sürmesi gerekmektedir. Bu süreç de sadece petrol fiyatlarındaki artışlarla sürdürülebilecektir. Çoğu ekonomiste göre son günlerde yaşadığımız bu krizin arkasındaki asıl neden hedge fonlardır. Hedge fonların yatırımlarını bankalardan aldıkları paralarla gerçekleştiriyor olmaları piyasaları en fazla tedirgin eden unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Sunday Telegraph'da yer alan bir habere göre hedge fonlar, küresel finansal piyasalarda yaşanan çalkantıların gizli sebebidir. Sunday Telegraph, risk çeşitlendirmeye gidip likidite sağlayarak finansal piyasaların istikrarına katkıda bulunmakla yükümlü hedge fonların bu krizin tam merkezinde bulunduğuna dikkat çekmektedir. Bu noktada, krizin asıl sebebi olarak düşünülen hedge fonları daha ayrıntılı incelemekte fayda vardır. Hedge fonlar, genellikle benzer risk kategorisindeki ülke tahvilleri, hisse senetleri, özel sektör tahvilleri, kredi türev enstrümanları gibi enstrümanlarından oluşturulan portföylerin olası getiri farklarından faydalanmak beklentisi ile oluşturulur. Hedge fonlar üç temel yatırım stratejisine dayanmaktadır. Bunlar piyasa trendi, olay tabanlı (event driven) ve arbitraj stratejileridir. Piyasa trendi stratejisi önemli bir makro olayın (Avrupa Para Birliği’nde oluşabilecek olan bir kriz vb.) üzerine geliştirilen bir yatırım stratejisi ile oluşturulmaktadır. Olay tabanlı yatırım stratejisi bir firmaya yönelik olan olumsuz bir olay (firm distress) ya da şirket satın almalarına yönelik olabilir. Arbitraj stratejisi ise birbirlerine risk yönünden benzeyen ama getiri yönünden farklı 4 olan enstrümanlar arasında yapılır. Hedge fonların likidite sağlamak, fiyat belirlenmesi ile enformasyonun doğru ve etkin kullanılmasına katkıda bulunmak ve küresel portföylerde çeşitlilik sağlamak gibi faydalarının var olmasının yanı sıra önemli olumsuzlukları da vardır. Bunlar, finansal istikrarı bozabilir ve gelişmekte olan ülkelerin yerel maliye veya para politikalarının etkinliğinin azalmasına neden olabilirler. Yukarıda anlatılanları kısaca özetlemek gerekirse ABD'de konut balonunun sönmeye başlamasıyla, konut sektöründeki riskli (yüksek getirili) kredilere dolaylı olarak para bağlayan bazı hedge fonlar sarsıntı geçirmişlerdir. Bu sarsıntı devam edince, bu fonlara göre pozisyon almaya çalışan yatırımcılar, riskli kâğıtlardan ve riskli yatırımlardan daha güvenli yatırımlara yönelmiştir. İşte bu hareket de önce ABD, daha sonra da dünya piyasalarında dalgalanmaya neden olmuştur. ABD Merkez Bankası Fed, yaşanan krize son vermek amacıyla iskonto faiz oranlarında bir indirim yaparak piyasalarda geçici bir rahatlama sağlamış olsa da, birçok ekonomist sorunun tam olarak çözülemediği ve zora giren yeni bir fon haberinin küresel piyasalarda yeniden dalgalanmaya neden olabileceği görüşündedir. KAYNAKLAR: 1 http://www.ntvmsnbc.com/news/402188.asp?cp1=1 2 www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=222935&tarih=02/06/2007 3 http://www.milliyet.com.tr/2007/08/21/yazar/toruner.html 4 http://www.ntvmsnbc.com/news/402188.asp?cp1=1 5 http://www.milliyet.com.tr/2007/07/31/yazar/uras.html 7 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE’DE OMBUDSMANLIK KURUMU AYŞENUR ONUR AB Uzman Yardımcısı Demokratik toplumların temel özelliklerinden biri, yurttaşların temel hak ve özgürlüklerinin siyasi iktidarı kullananlara karşı korunması ve güvence altına alınmasıdır. Bu yönde atılan adımlar, Fransız Devriminin bir sonucu olan hukuk devleti anlayışı ile gündeme gelmiştir. Hukuk devleti anlayışının da bir sonucu olarak pek çok demokratik ülke, yurttaşlarını yönetenlere karşı koruyabilmek için hızlı ve etkin bir şekilde işleyecek kurumları oluşturmaya yönelmiştir. İşte bu nedenle oluşturulan kurumlardan biri olan ve tarih olarak 18. yüzyılın başlarına dayandırılabilen Ombudsmanlık kurumunun temel görevi kişi hak ve özgürlüklerini ve yurttaşları yönetime karşı korumak ve kötü yönetimden doğan haksızlıkları önlemektir. 1713 yılında İsveç’te kurulan ve 1809 yılında İsveç Anayasası’na girerek anayasal bir kurum niteliğine kavuşan Ombudsmanlık müessesesi kelime olarak yüksek yönetim denetçisi, kamu denetçisi, kamu hakemi, medeni hakların savunucusu ya da Parlamento komiseri gibi tanımlamaları; kurum olarak ise Parlamento tarafından Parlamento’yu temsil etmek üzere i seçilmiş kişileri ifade eder. Yine de “Ombudsman” birçok değişik şekilde tanımlanabilir, çünkü Ombudsmanı uyarlayan her ülke, kurumu kendi sistemine uyarlayarak adapte etmiştir. İlke itibariyle Parlamento tarafından atanan, ancak hükümete olduğu kadar Parlamento’ya karşı da bağımsız bir kamu görevlisi olan Ombudsmanın genelde yasal bir yaptırım yetkisi yoktur. Daha açık bir ifadeyle Ombudsman, yönetimin mağdur ettiği bireylerin yaptıkları şikâyetler üzerine harekete geçen, geniş bir soruşturma ve araştırma yetkisi ile incelediği bu şikâyetleri Parlamento’ya rapor etmekle görevli tarafsız, bağımsız, özerk ve özgür bir kamu görevlisidir. Ombudsmanlık kurumu, Avrupa Birliği müktesebatındaki yerini 7 Şubat 1992’de Maastricht’te imzalanan Avrupa Birliği Anlaşması ile almıştır. Böylece Avrupa Birliği Ombudsmanı, Birliğin işlevsel kurumlarından biri haline gelmiştir. Yine AB Anlaşması’nın önemli kazanımlarından biri olan Avrupa vatandaşlığının sağladığı haklar sayesinde bireylere Avrupa denetçiliği yani Ombudsmanlık kurumuna başvuru hakkı sağlanmıştır. Böylelikle de ortaklık kurumları ile yurttaşlar arasındaki güven ilişkisinin güçlendirilmesi hedeflenmiştir. Hakikaten de 13–14 Ekim 2000’de Fransa’nın Biarritz kentinde gerçekleşen AB zirvesinde kabul edilen ve 7–8 Aralık’taki Nice Zirvesi’nde onaylanan Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın 41. maddesinde de belirtildiği gibi temel bir hak olarak kabul edilen “iyi yönetim hakkı”nın gerçekleştirilmesinde Ombudsmanlık temel kurumlardan biri olarak benimsenmiş ve üye ülkelerden de anayasal veya bölgesel ya da yerel bazda Ombudsmanlık kurumu ii oluşturmaları istenmiştir. İlk defa 1995 yılında seçilen Avrupa Ombudsmanlığını bugün 1 Nisan 2003’te seçilen ve Yunanistan eski ulusal Ombudsmanı olan P. Nikiforos Diamandouros yürütmektedir. AB Ombudsmanı, AB kurumlarındaki kötü yönetime ilişkin olarak yapılan şikâyetleri inceler. Ombudsman, bir kurumun kanuna uygun davranmaması, iyi yönetim ilkelerine saygı göstermemesi veya insan haklarını ihlal etmesi halinde söz konusu olan idari usulsüzlükler, haksızlık, ayrımcılık, yetkiyi kötüye kullanma, cevap vermeme, bilgi vermeyi reddetme ve gereksiz gecikmeler gibi kötü yönetim durumlarını inceler. Ombudsman araştırmalarını şikâyetlere dayanarak yapabileceği gibi kendi inisiyatifi ile de araştırmalar başlayabilir. Ombudsman, toplum kurumlarından kaynaklanan kötü yönetimlerle ve Adalet Divanı’nın verdiği kararlar dışında veya İlk Derece Mahkemesi’nin yetki alanı dışında ortaya çıkan haksızlıklarla ilgilenmektir. Yani, Adalet Divanı ve İlk Derece Mahkemesi yargılama görevlerini yerine getirirken Ombudsman’ın yetkisi dışında kalmaktadır. Bu durum AB mevzuatında yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir sonucudur. Bunun dışında da Ombudsmanın inceleme yapamayacağı bazı hususlar vardır ki bunlar; üye devletlerin ulusal, bölgesel ve yerel makamlarına karşı yapılan şikâyetler, ulusal mahkemelerin ve ulusal Ombudsmanların faaliyetlerine yönelik yapılan şikâyetler ve ticari işletmeler veya özel iii kişiler aleyhindeki şikâyetlerdir. Avrupa Ombudsmanı’na Avrupa Birliği’ne üye devletlerin vatandaşı olan veya olmasa bile o devlette ikamet eden ya da kayıtlı işyeri bulunan gerçek veya tüzel kişiler başvurabilmektedir. Ombudsman, problemi çözmek amacı ile ilgili kurumu şikâyetten haberdar edebilir. Araştırmaları sırasında sorunun tatmin edici şekilde çözümlenememesi halinde, Ombudsman, mümkünse, kötü yönetimi düzeltecek ve 8 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN şikâyette bulunanı tatmin edecek dostane bir çözüm bulmaya çalışacaktır. Uzlaştırma girişiminin başarısız olması halinde, Ombudsman sorunu çözmek üzere tavsiyelerde bulunabilir. Kurumun Ombudsmanın tavsiyelerini kabul etmemesi halinde, Ombudsman Avrupa Parlamentosu’na iv sunulmak üzere özel bir rapor hazırlayabilir. Avrupa Birliği, Ombudsmanı hukuk devleti ve insan hakları açısından zaruri bir kurum olarak görmektedir. Bu nedenle de AB, Ombudsmanı Birlik müktesebatına dahil ederek üye olacak ülkeleri Ombudsmanlığa geçiş açısından mecburi tutmuştur. Bu açıdan AB’ye aday statüsüne sahip olan Türkiye’de de Ombudsmanlık kurumunun kurulması ve örgütlenmesi için çalışmalar başlatılmıştır. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (19962000) kamu denetçisi kurumunun kurulması öngörülmüştür. 55. Hükümet döneminde de İnsan Hakları Koordinasyon Üst Kurulu, Ombudsmanlık kurumu ile ilgili bir düzenleme yapılmasına karar vermiştir. Bu anlayışla çeşitli ülkelerin Ombudsmanlık kurumu mevzuatı derlenmiştir. Sadece teorik bir incelemeyle de yetinmeyip çeşitli ülkelerin Ombudsmanları, Türkiye’ye davet edilmiştir. Kendileriyle yapılan görüşmelerde hem ülkelerindeki Ombudsmanlık kurumunun işleyişi hakkında bilgi alınmış, hem Türkiye için düşünülen Ombudsmanlık kurumu ile ilgili görüş alışverişinde bulunulmuştur. Bu doğrultuda hazırlanan ve 38 maddeden oluşan Kamu Denetçiliği Kurumu Yasa Tasarısı; idarenin insan haklarına saygılı, hukuka ve hakkaniyete uygun, düzenli ve verimli bir şekilde çalışmasını ve kamu hizmetlerinin daha iyi görülmesini sağlamak için önerilerde bulunmak amacıyla TBMM’nin salt çoğunluğu ile bir Kamu Başdenetçisi ve en çok on kamu denetçisi seçilerek atanması öngörülmekte ve Başdenetçilik ve Genel Sekreterlikten oluşan Kamu Denetçiliği Kurumu’nun kurulması v amaçlamaktadır. Kamu Denetçiliği Kurumu’nun oluşturulmasını öngören Kamu Denetçiliği Kurumu Kanunu Tasarısı’nın da yer aldığı 9. Uyum Paketi, Ekim 2006’da TBMM’de onaylanmıştır. Ülke düzeyinde faaliyet göstermesi öngörülen Kamu Başdenetçisi ve Kamu denetçilerinin görevleri, nitelikleri, seçimleri, çalışma ilkeleri, bağımsızlığı, Kuruma yapılacak başvurular ve Kurum personeli ile ilgili konular hakkında düzenlemeleri içeren 28/09/2006 tarihli ve 5548 sayılı Kamu Denetçiliği Kurumu Kanunu, 26318 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak vi yürürlüğe girmiştir. Ancak Anayasa Mahkemesi, kanunun geçici 1. maddesinin Anayasa’ya aykırılığı konusunda güçlü belirtiler bulunduğu ve uygulanması halinde sonradan giderilmesi güç veya olanaksız durum ve zararların doğabileceği gözeterek esas hakkında karar verilinceye kadar yürürlüğün durdurulmasına oy birliği ile karar vermiş ve bu karar 01/11/2006 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Sonuç olarak Ombudsmanlık kurumu, günümüzde artık modern ve demokratik ülkeler açısından diğer denetim mekanizmalarına ek olarak bireylerin haklarının korunması ve iyi yönetişimin gerçekleşmesinde gerekli görülen bir kurum haline gelmiştir. Öyle ki bu kurum, AB hukuku çerçevesinde hakların adli korunmasının alternatifi değil, tamamlayıcısı olarak düşünülmektedir. AB müktesebatına dahil edilen Ombudsmanlık kurumunun AB üyeliği yolunda ilerleyen Türkiye tarafından da oluşturulması hem bir zaruriyet hem de bir ihtiyaçtır. Çünkü er geç bu kurumu ihdas etmesi gereken Türkiye açısından Ombudsmanlık kurumu gerek demokrasinin sağlam temellere oturtulmasında gerekse insan haklarının güvencesinin sağlanmasında ülkenin geleceğinde önemli bir rol oynayacaktır. i Galip DEMİR, Ahi Araştırma ve Eğitim Kurumu Genel Başkanı, (Ombudsman Kurumunun Tarihsel Gelişimi ve Hukuk Devletindeki Yeri) Hukuk Devletinde Ombudsmanın Rolü Semineri, 08-11 Mayıs 2004, Nevşehir. ii Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı için bakınız; http://www.disk.org.tr/print.asp?ContentID=372 - 58k iii Bakınız http://europa.eu/institutions/others/ombudsman/index_en.htm iv Ramazan Şahin, “Ombudsman ya da Kamu Denetçiliği ve Avrupa Birliği”, Türk İdare Dergisi, ss. 75-90, s.82., erişim adresi: http://birimweb.icisleri.gov.tr/tid/dergi/444_75_90.doc v Kamu Denetçiliği Kanunu Tasarısı, “Genel Grekçe”, erişim adresi: http://www.kgm.adalet.gov.tr/kamudenetciligikanunu.htm 103k vi T.C Adalet Bakanlığı 2006 Yılı Bakanlık Faaliyet Raporu, “Hazırlığı Bakanlığımızca yapılıp 2006 yılında yürürlüğe giren Kanunlar”, Nisan 2007, ss.1-179, s.93. 9 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN TÜRKİYE’NİN BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GÜVENLİK KONSEYİ GEÇİCİ ÜYELİĞİNE ADAYLIĞI İBRAHİM BARIŞ ŞAYLAN AB Uzman Yardımcısı küresel düzeyde işbirliğinin gerçekleştirilmesinde en güçlü uluslararası aktörlerden biri olması açısından uluslararası ilişkilerde ayrı bir öneme sahiptir. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliğine Adaylığı Türkiye, Birleşmiş Milletler’in (BM) başlıca organlarından biri olan Güvenlik Konseyi’ne 2009–2010 dönemi için geçici üyelik adaylığını, 21 Temmuz 2003 tarihinde ilan etmiş bulunmaktadır. 1951–1952 ile 1954–1955 dönemlerinde ve en son olarak 1961 yılında Polonya ile paylaştığı bir yıllık yarı dönemde BM Güvenlik Konseyi geçici üyesi olan Türkiye, bu görevi tekrar üstlenebilmek için gerekli çalışmaları, adaylığını ilan ettiği 2003 yılından beri sürdürmektedir. Türkiye’nin adaylığı ile ilgili ayrıntılara geçmeden önce BM Güvenlik Konseyi hakkında bazı açıklamalarda bulunmak konunun daha iyi anlaşılması açısından yararlı olacaktır. Bu bağlamda, ilk olarak BM Güvenlik Konseyi’nin gelişimi, yapısı, işleyişi, üyeleri, görev ve sorumlulukları üzerinde durulacak; daha sonra ise geçici üyelerin seçilmesi çerçevesinde Türkiye’nin adaylığı değerlendirilecektir. II. Dünya Savaşı gibi büyük bir yıkım getiren ve insanoğlunun gelecekle ilgili önemli dersler çıkarmasına yol açan bir savaş ardından kurulan BM, buna benzer yıkımların bir daha yaşanmamasını sağlamak amacıyla uluslararası barış ve güvenliğin tesisini ve korunmasını temel görev olarak benimsemiştir. 24 Ekim 1945 yılında, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 51 ülke tarafından kurulan BM, başta Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Vesayet Konseyi, Genel Sekreterlik ve Uluslararası Adalet Divanı olmak üzere birçok organdan oluşmaktadır. 192 üye devlete sahip olan BM, evrensel bir katılımın sağlandığı bir örgüt olması ve ayrıca Güvenlik Konseyi, BM Şartı’nda belirtildiği üzere, BM’nin 15 üyesinden oluşmaktadır. Bu 15 üyenin 5’i, yani ABD, Birleşik Krallık, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransa ve Rusya Federasyonu, daimi üyeleri oluşturmaktadır. Diğer geçici 10 üye ise, BM’nin uluslararası barış ve güvenliğin korunmasına ve örgütün diğer amaçlarına olan katkılarının yanı sıra adil bir coğrafi dağılım dikkate alınarak seçilmektedir. Bu geçici üyeler iki yıllık bir dönem için BM Genel Kurulu tarafından seçilmektedir. Güvenlik Konseyi geçici üyelerinin, 1965 yılında yürürlüğe giren değişiklikler sonucu 6’dan 10’a çıkarılması ile Konsey’e yeni katılacak dört üyeden ikisinin bir yıllık dönem için seçilmesi ve görev süresi biten üyenin bir sonraki dönemde üyeliğe yeniden seçilememesi kararlaştırılmıştır. Ancak seçimlerde oluşan çıkmazlar ya da rotasyonun gerektirdiği bazı şartlar, ardı ardına yeniden seçilme kuralına istisna teşkil edebilmektedir. Şu an, Belçika, Kongo, Gana, Endonezya, İtalya, Panama, Peru, Katar, Slovakya, Güney Afrika geçici üyeler olarak Konsey’de görev almaktadırlar. Güvenlik Konseyi’nin başlıca görev ve sorumlulukları şunlardır: • BM’nin amaçları doğrultusunda uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması; • Uluslararası çatışmalara yol açabilecek anlaşmazlıkların veya durumların soruşturulması; • Bir uyuşmazlığın barışçıl yollarla çözülmesi yönünde tavsiyelerde bulunulması; • Silahlanmayı düzenleyecek bir sistemin kurulmasına yönelik planların hazırlanması; • Barışa yönelik bir tehdidin veya saldırı eyleminin varlığının tespit edilmesi ve gerekli önlemlerin alınması için tavsiyelerde bulunulması; • Saldırı eylemini önlemek amacıyla güç kullanımı dışında diğer önlemlerin ve ekonomik 10 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN yaptırımların uygulanmasına yönelik olarak BM üyelerine çağrıda bulunulması; • Saldırıda bulunanlara karşı askeri harekatın başlatılması; • Yeni üyelerin kabulü ile ilgili tavsiyelerde bulunulması; • Stratejik bölgelerde BM’nin vesayet işlevinin üstlenilmesi; • BM Genel Sekreteri’nin atanması hakkında Genel Kurul’a tavsiyede bulunulması ve Uluslararası Adalet Divanı yargıçlarının Genel Kurul ile birlikte seçilmesi. bulunmaktadır. Konsey’de bu gruplardan, uygulamada Afrika Ülkeleri 3 ve Asya Ülkeleri 2 üye ile olmak koşuluyla toplam 5 üye, Doğu Avrupa Ülkeleri 1 üye, Latin Amerika ve Karayip Ülkeleri 2 üye ve WEOG ülkeleri 2 üye ile temsil edilmektedir. Türkiye hem WEOG hem Asya Grubunun çalışmalarına katılabilmekte; ancak seçimlerde sadece WEOG içerisinden aday olabilmektedir. Seçilebilmek için Genel Kurul’a katılan ve oy kullanan ülkelerin üçte ikisinin olumlu oyunu almak gerekmektedir. Güvenlik Konseyi içerisinde oylamaya ilişkin usullere bakılacak olursa; Konsey’deki her üyenin bir oyu bulunmakta ve usule ilişkin konularda 15 üyenin 9’unun olumlu oy kullanması yeterli olmaktadır. Önemli konularda ise yine 9 olumlu oy yeterli olmakta; ancak bu durumda veto gücüne sahip 5 daimi üyenin hepsinin birden de olumlu oy kullanmış olması gerekmektedir. Güvenlik Konseyi’nde alınan kararlara BM’nin tüm üyeleri uymakla yükümlüdür ve böylece Konsey bağlayıcı karar alabilme yetkisine sahip olabilmektedir. Bu bağlamda, Güvenlik Konseyi’nin uluslararası konulardaki ve BM içerisindeki bu rolü, Güvenlik Konseyi’ne üye olmanın önemini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Doğal olarak bu seçim süreci içerisinde ülkeler arasında rekabet oluşabilmektedir. Bunu göz önünde bulunduran ülkeler, yoğun bir diplomasi trafiği içersinde lobi faaliyetlerinde bulunmaktadır. Tarihi, kültürel, siyasi ve ekonomik açıdan ikili ilişkiler, ülkelerin uluslararası temel konulara yönelik tutumları ve BM kapsamındaki görevlere katılımları, bu faaliyetler içerisinde belirleyici unsurlar olmaktadır. Bunun farkında olan Türkiye de bu süreçte gerekli lobi faaliyetlerinde bulunmakta ve bu doğrultuda oluşturulan Eylem Planı çerçevesinde diplomatik ve özel temsilciler yoluyla yoğun kampanyalar yürütmektedir. Örneğin, yürütülen bu kampanyalar sayesinde 14-16 Haziran 2004 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilen İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) Dışişleri Bakanları 31. Konferansı’nda kabul edilen 1/31-ORG sayılı kararla, Türkiye’nin Güvenlik Konseyi geçici üyelik adaylığına 2009-2010 dönemi için destek sağlanmıştır. Aynı zamanda, bu kampanya sürecinde konuyla ilgili bir de internet sitesi (http://www.turkeyforunsc.org/) kuran Türkiye, hem internet hem de görsel basın aracılığıyla bu süreçte daha çok destek toplamak için gerekli çalışmaları sürdürmektedir. Bundan başka, 9–10 Temmuz 2007 tarihlerinde Türkiye’nin daveti üzerine İstanbul’da gerçekleşen “Küreselleşmenin En az Gelişmiş Ülkeler Yararına İşletilmesi” başlıklı En az Gelişmiş Ülkeler Konferansı süresince, çoğunluğu Afrika ve Asya ülkesi olmak üzere toplam 50 ülkeden oluşan En az Gelişmiş Ülkeler nezdinde de Türkiye’nin adaylığına destek aranmış ve bu doğrultuda çeşitli başarılar elde edilmiştir. Güvenlik Konseyi ile ilgili genel bilgileri verdikten sonra, Güvenlik Konseyi’ne geçici üye seçilmesine ilişkin sürecin ve bu çerçevede Türkiye’nin 2009-2010 dönemi için geçici üyeliğe adaylığının değerlendirilmesi bu noktada yerinde olacaktır. 2009-2010 dönemi için seçimler, 2008 yılında BM Genel Kurulu’nda yapılacaktır. Türkiye adaylığını, 2009-2010 dönemi için içerisinden iki üyenin seçileceği Batı Avrupa ve Diğer Devletler Grubu’ndan (Western Europe and Others Group – WEOG) koymuştur. Aynı grupta yer alan Avusturya ve İzlanda da adaylıklarını açıklamış bulunmaktadırlar. Burada şunu belirtmek yararlı olacaktır; BM içerisinde coğrafi temsilin adil bir şekilde sağlanması açısından coğrafi dağılıma dayalı çeşitli gruplar kurulmuştur. Buna göre, BM içerisinde: i) Afrika Ülkeleri, ii) Asya Ülkeleri, iii) Doğu Avrupa Ülkeleri, iv) Latin Amerika ve Karayip Ülkeleri ve v) Batı Avrupa ve Diğer Ülkeler (Avustralya, Kanada, ABD, İsrail ve Yeni Zelanda dahil) olmak üzere toplam beş coğrafi grup Doğu-Batı, Kuzey-Güney olmak üzere çeşitli kültür ve medeniyetleri ortak bir noktada 11 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN buluşturabilme kapasitesine sahip ve bölgesinde istikrarın sağlanmasında belirleyici bir unsur olan Türkiye, coğrafi açıdan pek çok çatışma ve tehdidin yakınında bulunması açısından hem bölgesel hem de küresel düzeyde barış ve istikrarın tesisinde özel bir öneme sahiptir. BM’nin kurucu üyelerinden biri olmakla birlikte Türkiye, BM şemsiyesi altında yürütülen Binyıl Kalkınma Hedefleri, sürdürülebilir kalkınma ve teröre karşı mücadelede işbirliği gibi başlıca BM faaliyetlerine etkin bir şekilde katılmakta ve bu faaliyetlere her türlü insani, ekonomik ve teknik yardımda bulunmaktadır. Özellikle, Türkiye’nin BM Barış Güçleri’ne ve BM barışı koruma faaliyetlerine verdiği destek önemli boyutlardadır. Türkiye, BM kurulduğundan beri Asya, Afrika, Latin Amerika, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu olmak üzere dünyanın birçok yerine asker, sivil polis ve gözlemci göndermiştir. Nisan 2007 itibariyle, Türkiye 296 sivil polis, 5 askeri gözlemci ve 993 asker olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde barışı koruma faaliyetlerine katılmaktadır. Ayrıca, insani ve teknik yardım açısından da önemli destekler sağlamaktadır. Örneğin, 2005 yılında Türkiye’nin gelişmekte olan ülkelere yaptığı kalkınma yardımlarının miktarı 601 milyon dolara ulaşmıştır. Özellikle son yıllarda, Türkiye Afrika ülkelerine yapılan küresel yardımlarda önemli bir bağışçı ülke olarak ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak, kurulduğundan bu yana “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesini benimseyen Türkiye, coğrafi ve kültürel açıdan mevcut konumu, uluslararası politikada edindiği tecrübeleri ve BM’nin ilke ve hedeflerine olan bağlılığı ile barış ve istikrarın korunmasına büyük katkılarda bulunabilecek bir potansiyele sahiptir. Türkiye’nin, 46 yıldır yer almadığı ve uluslararası barış ve istikrar açısından belirleyici bir role sahip olan Güvenlik Konseyi’nde, 2009-2010 döneminde geçici üye olarak yer alması hem Türkiye’nin uluslararası konumu hem de küresel düzeyde barış ve istikrarın sağlanması açısından büyük öneme sahiptir. Kaynakça: www.disisleri.gov.tr/MFA/ForeignPolicy/InternationalOrganisations/UN/bmgk_en/default.htm http://www.turkeyforunsc.org/ http://www.un.org/Docs/sc/ www.securitycouncilreport.org (Securtiy Council Report: Special Research Report No: 4, 11 August 2006.) http://www.un.org/Docs/sc/scrules.htm The UN Charter, http://www.un.org/aboutun/charter/ 12 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN BASEL II: GELİŞİMİ, GETİRDİĞİ FIRSATLAR VE RİSKLER SELCEN YILDIRIM AB Uzman Yardımcısı 1980’lerden sonra uluslararası ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle küreselleşen dünya ekonomisi, reel sektör için rekabetin önemini gitgide artırmıştır. Pazarda tutunabilmek ve rekabet edebilirliği artırmak, başta Ar-Ge olmak üzere önemli yatırımları gerektirdiğinden sektörün finansman talepleri ve çeşitliliği artmıştır. Özellikle 1990’larda Güney Kore, Endonezya, Arjantin ve ülkemizin de tecrübe ettiği dünyada yaşanan makroekonomik krizlerin finansal piyasaları derinden etkilemesi risk algılamalarında yeni kriterler oluşturmuş ve aracı kuruluşların etkin risk yönetimi yürütmelerini gerektirmiştir. Finansal krizlerin de makroekonomik istikrarı bozucu etkileri ve geçmiş yıllarda batık bankaların GSYİH’ya oranla getirdiği yüksek maliyetler düşünüldüğünde fon talep edenlerle arz edenler arasındaki mekanizmanın sorunsuz işlemesinin kritik öneme sahip olduğu anlaşılmaktadır. Parasal ve finansal istikrarı sağlamak ve merkez bankaları ve bankacılık denetim otoriteleri arasındaki işbirliğini geliştirmek amacıyla 1930’da İsviçre’nin Basel kentinde kurulan BIS (Bank for International Settlements-Uluslararası Takas Bankası) yukarda bahsedilen ekonomik gelişim ve küreselleşmenin finansal istikrarı etkilememesini hedeflemiştir. 1988’de yayımladığı Basel-I (Sermaye Yeterliliği Uzlaşısı) farklı ülkelerde uygulanan sermaye yeterliliği hesaplama yöntemlerini birbirleriyle uyumlu hale getirerek bu konuda uluslararası platformda geçerli olacak asgari bir sektör i standardı haline gelmiştir . Basel I, Bankaların krizlere karşı dayanıklılığını artırmak üzere banka sermayelerinin riskli aktiflerinin %8’den az olamayacağını ifade eden sermaye yeterlilik rasyosunu getirmiştir. Ülkemizde de 1989 yılından itibaren temel alınan bu sermaye yeterliliği ölçüm yöntemi, uluslararası ekonomik ilişkilerdeki gelişmeler, piyasaların genişlemesi, teknoloji alanındaki gelişmeler, rekabet koşullarındaki değişiklikler ve dolayısıyla risk türlerinin artmasıyla beraber yetersiz kalmıştır. Sermayenin sadece kredi riskiyle ilişkilendirilmesi, OECD ülkesi kriterinin olması, portföy içinde riskin dağıtılmış olmasına dikkat edilmemesi, risklerin zaman/vade boyutunun yetersiz değerlendirilmesi, sadece 5 farklı risk ağırlığı vererek risk duyarlılığının eksik kalması BaselI’in eksiklikleri arasında sayılmaktadır. Basel Komitesi bütün bu eksiklikleri ele alarak Yeni Basel Sermaye Yeterliliği Uzlaşısına ilişkin ilk istişari metnini 1999 yılında, ikincisini 2001’de, üçüncüsünü ise 2003’te yayımlamıştır. Bu metinler 2004’te revize edilerek nihai olarak ii Basel-II ortaya konmuştur . Basel II’nin göze çarpan en büyük farkı kredi risklerinin ve piyasa risklerinin yanında operasyonel risklerin de bankaların finansal yapılarında dikkate alınmasıdır. AB’de 2007’de, ülkemizde ise 2008’de uygulamaya geçecek olan Basel II üç yapısal bloktan oluşmaktadır: 1) Asgari sermaye yükümlülüğü 2) Denetim otoritesinin gözden geçirilmesi 3) Piyasa disiplini. Birinci yapısal blokta Basel I’deki asgari %8’lik sermaye oranı ve piyasa riski hesaplaması (standart yaklaşım ve maruz değer yaklaşımı-VaR) aynı kalırken kredi riski hesaplamasında operasyonel risk dahil edilerek değişiklikler yapılmıştır. Kredi riski hesaplamasında Standart Yaklaşım (Standardised Approach-SA), Basitleştirilmiş Standart Yaklaşım (Simplified Standardised Approach-SSA), Temel İçsel Derecelendirme Yaklaşımı (Foundation Internal Ratings BasedIRB), İleri Düzey İçsel Derecelendirme Yaklaşımı (Advanced IRB) kullanılırken, operasyonel risk ise Temel Gösterge Yaklaşımı (Basic Indicator Approach-BIA), Standart Yaklaşım (SA), Alternatif Standart Yaklaşım (ASA) veya İleri Ölçüm Yaklaşımları (Advanced Measurement Approach-AMA) ile iii hesaplanacaktır . 13 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN Standart Yöntem ile ayrılması gereken sermaye = Risk tutarı * Risk Ağırlığı * %8 (Risk Ağırlıklı Aktifler) iv Risk Ağırlıkları Varlıklar Şirketlere Verilen Krediler AAA AA%20 A+ A%50 BBB+ BB%100 BB-‘nin Altı %150 Derecesiz %100 İçsel Derecelendirme Yöntemi ile hesaplama: EAD * Fn (PD; LGD; M; R )* %8 EAD(Exposure at Default): Temerrüt halinde risk PD(Pobability of Deafult): Temerrüt olasılığı LGD(Loss Given Default): Temerrüt halinde kayıp M(Maturity):Vade R: Korelasyon İkinci yapısal blokta bankanın risk yönetimi yaklaşımını denetim otoritesi incelemektedir. Bankaların sermaye durumları genel risk profilleriyle ve stratejileriyle uyumlu olmalıdır. Üçüncü yapısal blok ise kamuya açıklanması gereken bilgilerle şeffaflığı sağlamayı hedeflemektedir. Açıklanan standartların uluslararası standartlarla uyumlu olması gerekmektedir. Bütün bu yükümlülüklerle nihai amaç olan piyasa disiplini sağlanmaya çalışılmıştır. Basel II’ye geçiş özellikle gelişmekte olan ülkeler için önemli maliyetler getirse de özel sektöre risk yönetimi kültürünü ve piyasa disiplinini kazandıracaktır. Yasal sermaye seviyesinin yerini ekonomik sermaye kavramı almaya başlayacaktır ki bu da bankanın faaliyetlerinden kaynaklanabilecek beklenmeyen kayıplara karşı tampon görevini görmekte daha etkin olacaktır. Çünkü yasal sermaye seviyesi düzenleyici otorite tarafından belirlenirken ekonomik sermaye farklı tipteki riskleri hesaba katar ve banka sahip olduğu toplam risklerle sermayesi arasındaki bağı kurmaya çalışır. Bu durum aynı zamanda bankaya katma değer katan iş alanlarının belirlenmesine de yardımcı olur. Bunun yanında küresel finans sisteminin oluşturduğu yeni standarda uymamanın getireceği maliyetler çok daha fazla olacaktır. Bankaların risk yönetiminin etkinliğinin artmasıyla beraber bankaların müşteri konumundaki şirketlerin kurumsal yönetişim yapılarında iyileşme olacaktır. Çünkü gereken sermaye firmalara verilen kredilerin ya standart yöntemle derecelendirme kuruluşlarının vereceği ya da içsel derecelendirmeyle alacakları rating ile değişen risk ağırlıklarıyla belirlenmesi sonucu oluşacaktır. Rating(derece) kredi müşterisinin kredibilitesini sayısal olarak değerlendirmesidir. Kredi müşterisinin borcunu ödeme kapasitesini belirler, müşterileri risklerine göre sınıflandırır ve müşterilerin gelecekte temerrüde düşme olasılığını (probabilty of default-PD) tahmin etmek için kullanılır. Kredi müşterisiyle ilgili finansal raporlar, vergi raporları, banka-kurum geçmiş ticari bilgileri gibi kantitatif verilerin yanında müşteri toplantıları, müşteri anketleri ve pazar araştırma raporları gibi kalitatif raporlar kredi müşterisinin riskini ve dolayısıyla derecesini tespit edecektir. Bu kredi risk dereceleri ise firmaların talep ettikleri kredilerin türünü, limitini ve fiyatını etkileyecektir. Böylece şirket yönetimi ve finansal açıdan sağlam ve şeffaf olan işletmeler daha üst limitlerde ve daha maliyeti düşük kredi edinebileceklerdir. Banka tarafında ise düşük dereceye sahip bir firma için banka daha çok risk alacağı için karşılık olarak daha çok sermaye tutacak ve dolayısıyla kaynaklarını getirisi olan birtakım yatırımlardan mahrum bırakacaktır. Bu durum da firmalara kullandırılacak kredilerin v maliyetlerini artıracaktır. Basel II’nin Türkiye’yi ilgilendirdiği diğer bir konu ise KOBİ’lere yönelik yaklaşımıdır. Türkiye’deki işletmelerin %99,5’inin, istihdamın %64’ünün ve katma değerin %36’sının KOBİ’lere ait olduğunu hatırlanırsa bu geçiş sürecinde KOBİ’lerin eksikliklerini analiz ederek uluslararası rekabete hazır olmaları ülkemiz açısından büyük önem arz etmektedir. Basel II’ye göre KOBİ tanımı satış cirosu 50 14 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN milyon Euro’yu aşmayan firmalar olarak belirlenmiştir. Bir bankadaki toplam kredisi 1 milyon Euro’nun altında kalanlar “perakende portföy” içinde, üstünde kalanlar ise “kurumsal portföy” içinde sınıflandırılmıştır. Dışardan rating notu olmayan bir firma standart yönteme göre perakende portföyde %75 risk ağırlığı ile değerlendirilecektir. Kurumsal portföyde değerlendirilen ve dışsal derecelendirme notuna sahip olmayan bir firma %100 risk ağırlığına tabi olacak, risk ağırlığı ülke risk ağırlığından daha iyi olamayacaktır. Eğer firmanın rating notu varsa ülke risk ağırlığından daha iyi bir dereceye sahip olabilecektir. Bununla beraber Basel II’ye uyumla birlikte firmaların dışsal derecelendirmeye tabi tutulmaları ve şeffaflaşmaları neticesinde AB’ye üyelik sürecinde yabancı sermayenin girişi ile birlikte ülkemizin yurtdışı borçlanma maliyeti de düşecek ve ülke notumuz (B+) iyileşerek ülkemizin risk ağırlığı %100’ün altına (%50, %75 seviyelerine) inebilecektir. Bu durumda da kurumsal portföyde yer alan firmalara uygulanacak risk ağırlığı bu seviyelere indiğinde, bankaların daha az sermaye tutmaları neticesinde kredi faiz oranlarında ciddi düşüşler olabilecek ve bu da kredi kullanan firmalara büyük avantajlar vi sağlayabilecektir. notlar ekonominin devresel hareketleriyle aynı yönde hareket edecektir. Ekonominin daraldığı ve büyüdüğü böyle dönemlerde temerrüt olasılıkları ve dolayısıyla risk düzeyleri de değişecek ve buna bağlı hesaplanan sermayeler arasında da ciddi farklar oluşacaktır. Özellikle kriz dönemlerinde bankaların aynı yönde verdikleri kararlar sistemik riski ortaya koymakta ve sektörün istikrarını bozucu dışsal bir unsur haline gelip vii krizi derinleştirmektedir. Risk yönetimi finansal istikrarı sağlamak açısından büyük öneme sahiptir. Bu yüzden bankacılık sektörünün risk ölçümüne göre fiyatlama yapması zorunlu bir durumdur. Yabancı fonlara en çok ihtiyacı olan KOBİ’lerin değişen bankacılığın yeni kurallarına uyması kaçınılmazdır. Bundan ötürü firmalar kayıt düzenlerini gözden geçirerek düzenli bir yapıya kavuşturmalı ve şeffaflık sağlamalıdır. Derecelendirme sistemi KOBİ’lere tanıtılmalıdır. KOBİ’ler risklerini belirlemenin yanında bunları etkin yönetebilmeli ve toplam risklerini düşürmeye yönelik planlar oluşturmalıdırlar. Bankalara ve resmi otoritelere getireceği maliyetler ise bu uzlaşının gerektirdiği bilgi teknolojilerine ilişkin donanım alımları, ilgili personelin istihdamı ve eğitilmesi gibi alanları içermektedir. Bütün bu yukarda anlatılanların dışında Basel II bazı olumsuzluklar taşımaktadır. Sermaye gereği hesaplanırken kredi riski hesaplamasında borçluların risk ağırlıkları sahip oldukları kredi notuna bağlıdır ve bu Standart yaklaşımda derecelendirme kuruluşlarının üstlendiği rol bazı soru işaretleri oluşturmaktadır. Borçlunun notunun bu kuruluşlar arasında tutarlı olması güvenilirlik açısından önem taşımaktadır. Potansiyel talebi kendilerine çekmek için iyi not vererek güvenilirliği sarsmaları, artan talebi karşılayabilecek sayıda derecelendirme firmasının olup olmaması, talep edilmeksizin not verilmesi standart yaklaşımda ortaya çıkabilecek problemlerdir. Ayrıca standart yaklaşımda örneğin, B-‘nin altında derecelendirilmiş bir firmanın risk ağırlığı %150 iken derecelendirilmemiş bir firmaya %100 ağırlık verilmesi riskli olan firmaların not viii almaktan kaçınmalarına sebep olmaktadır. Basel II, gelişmiş ülkelerdeki oyuncular için kolay olabilecek bir geçiş süreci olurken gelişmekte olan ülkelerdeki finans ve reel sektörünün gerçekleştirmesi gereken bir dizi yenilik söz konusudur. Küresel ekonominin oluşturduğu bu yeni norm gelişmekte olan ülkelerin borçlanmaları üzerinde bazı olumsuzluklara sahip olsa da sistemin dışında kalmak yeni maliyetleri beraberinde getirecektir. Şirketlerde kurumsal yönetişimin artması kayıt dışılığı azaltan bir mekanizma olarak sonuçlanması beklenmektedir. AB’ye uyum çerçevesinde de ele alırsak Basel II’ye uyum AB finans sektörüne yakınsamayı kolaylaştıracaktır. i http://www.bis.org/about/index.htm www.bddk.org.tr/turkce/Basel-II/125010_Soruda_Basel-II.pdf iii www.bddk.org.tr/turkce/Basel-II/1272calismaraporu_2005_3.pdf iv www.vergiportali.com/doc/21122006BASELII.pdf v www.bddk.org.tr/turkce/Basel-II/1272calismaraporu_2005_3.pdf vi www.ebso.org.tr/tr/Konferans_KOBI_Kitapcigi.pdf vii BDDK ARD Çalışma Raporları No. 2005/3 viii ibid. ii 15 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN HİNDİSTAN: VARLIK İÇİNDE YOKLUKTA UMUT VAAD EDEN ÜLKE DUYGU YÜCESOY AB Uzman Yardımcısı Son yıllarda Asya’da, yüksek miktarda yabancı yatırım çeken ve artan ihracatı ile dünya ticaret dengelerini sarsan Çin’den başka, sahip olduğu ucuz emek ve geniş nüfusla doğunun ışığı olmaya aday bir ülke daha dikkat çekiyor: Hindistan. Farklı renklerin, dinlerin, felsefelerin en iyi buluşma noktalarından biri olan Hindistan, sadece zengin kültürüyle değil son yıllarda ekonomide kaydettiği gelişmelerle de dünyanın ilgi odağı olmaya devam ediyor. Bu yazıda, Hindistan’ın siyasi ve ekonomik tarihindeki önemli noktalara, ekonomisinde son yıllarda yaşanan gelişmelere ve HindistanAvrupa Birliği ilişkilerine değinilecektir. Siyasi ve Ekonomik Geçmiş Hindistan bayrağının ortasında bulunan ve devlet tarafından onaylanmış Dharma Çakra’yı simgeleyen mavi tekerlek, İngiliz kolonisi altındaki tekstil ithalatlarını protesto etmek ve küçük ölçekli tarım ve sanayi toplumunun asaletini vurgulamak için Gandhi tarafından kullanmıştır. 15 Ağustos 1947’de bağımsızlığın kazanılmasıyla birlikte ülke bu sembolün felsefesi ile yönetilmeye devam etmiştir. Sonrasında ise Hindistan’ın hedefi, Gandhi dönemi ekonomisinin ötesine geçmek ve yaşam standartlarını arttırmak olmuştur. 26 Ocak 1950’de anayasanın kabulüyle kurulan anayasal demokrasiyle Hint başarısının sürekliliğinin temellerinin atıldığı i varsayılmaktadır. Hindistan’da bağımsızlığı takip eden 30 yıl içerisinde gözle görülür bir ekonomik ilerleme kaydedilememiş; esas büyüme, 1991 ödemeler dengesi krizinden sonra liberal ekonomiye yakınlığıyla bilinen Bharatiya Janata Partisi tarafından hayata geçirilen ve özellikle 1997 Asya Krizi’yle sekteye uğrayan ekonomik reform hamlelerinin devam ettirilmesiyle gerçekleştirilmiştir. Reform öncesinde özel sektör müdahaleleri, dış ticaret ve doğrudan yabancı yatırım üzerinde yoğun bir şekilde kendini hissettiren devlet kontrolü, reformlarla azaltılarak pazarların yavaş yavaş yabancı ve özel sektörlere açılması sağlanmıştır. Şimdiki Başbakan Manmohan Singh liderliğinde de ciddi bir reform zinciri başlatılmıştır. Reformlar devletin ve bürokrasinin saygınlığını tesis etmeye, devleti ekonomiden çekmeye, özel sektörü geliştirmeye, devleti güvenlik, sağlık ve eğitim gibi en önemli kamusal hizmetleri vermeye ve halka karşı hesap verebilir hale getirmeye çalışmaktadır. Procter and Gamble’ın (P&G) Hindistan'daki şirketinin eski CEO'su Gurcharan Das, Foreign Affairs Dergisi'nin Temmuz-Ağustos 2006 sayısındaki “The India Model” adlı yazısında, 1980- 2002 döneminde yılda yüzde 6, 20022005 döneminde ise yılda yüzde 7,5 oranında büyüyen Hindistan ekonomisinin dünyanın en iyi performansa sahip ülkeleri arasında ii bulunduğunu belirtmiştir. Gerçekten de, satın alma gücü paritesi ile Hindistan günümüzde dünyanın üçüncü büyük ekonomisi konumundadır. Yine Das’a göre, son 20 yıl içinde Hindistan’daki orta sınıf dört misli büyümüş (250 milyon kişi) ve her yıl ülke nüfusunun yüzde 1'i fakirlik sınırının üstüne çıkmıştır. Aynı zamanda, nüfus artışı da yılda yüzde 2,2’den yüzde 1,7’ye düşmüştür. Hindistan ekonomideki bu büyümeyi emek yoğun ucuz imalat ürünlerinin ihracatına dayalı klasik Asya modeli yerine kendi iç pazarına, yatırımdan çok tüketime, sanayiden çok hizmetlere, düşük yetenek gerektiren imalattan çok yüksek teknolojiye dayandırmıştır. Tüketimin itici gücünü kullanan bu model sonucunda eşitsizlik Hindistan'da diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla çok daha az seviyede artmıştır. Büyüme, şimdilik, hizmetler ve iç tüketim iticiliğinde gerçekleştirilmektedir. Tüketim, 2006 itibariyle gayrisafi yurt içi hasılanın yüzde 64'üdür. 16 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN iii Ekonomik Göstergeler Hindistan Merkezî İstatistik Teşkilâtı tarafından açıklanan geçici rakamlara göre, 2006- 2007 mali yılında (Nisan 2006-Mart 2007) ekonomik büyüme %9,4 olarak gerçekleşmiştir. Yüksek büyümenin yarattığı yüksek enflasyonla mücadele amacıyla uygulanan sıkı para politikaları nedeniyle 2007- 2008 mali yılında büyüme oranının geçen yılın üstüne çıkamayacağı belirtilmiştir. Ekonomik büyüme 2005- 2006 mali yılında %9, 2004- 2005 mali yılında %7,5, 2003- 2004 mali yılında ise %8,5 olarak açıklanmıştır. 2006- 2007 mali yılında doğrudan yabancı sermaye girişi geçen yıla göre 2,8 kat artarak 15,7 milyar ABD Doları’na ulaşmıştır. Yabancı yatırımlarda ilk sıraları hizmetler (%38), elektrikli ekipmanlar üretimi (bilgisayar yazılımı ve elektronik dahil) (%22), inşaat, telekomünikasyon ve gayrimenkul sektörleri almıştır. Bu dönemde Hindistan’a doğrudan yatırım yapan ülkelerin başında Mauritius (6,4 milyar ABD Doları), İngiltere, ABD, Hollanda, Japonya ve Singapur yer almış; bu beş ülkenin yatırımları toplam yabancı sermaye yatırımlarının %83’ünü oluşturmuştur. yazılım ve donanım ile kıymetli taşlardır. 2006 yılı itibariyle ihracattaki ve ithalattaki başlıca ülkeler ve ülkelerin oranları aşağıda gösterildiği gibidir: İHRACAT 4,40% Birleşik Devletler 7,90% 17,40% Birleşik Arap Emirlikleri Çin Birleşik Krallık 8,50% İTHALAT 4,50% 8,50% Çin Birleşik Devletler Almanya 4,50% Singapur 5,90% Son yıllarda artan enflasyon oranı nedeniyle Hindistan Merkez Bankası (Reserve Bank of India) ve hükümet tarafından alınan tedbirlerle Mayıs sonu itibariyle yıllık enflasyon oranı %5,3 olarak gerçekleşmiştir. 2006- 2007 mali yılında mali açığın ve bütçe açığının GSYİH’ye oranları ise sırasıyla %3,5 ve %2 olarak gerçekleşmiştir. Dış ticaret verilerine bakıldığında ihracatın 2007- 2008 mali yılında da artacağı düşünülebilir; fakat enflasyon oranını düşürmek amacıyla uygulanmaya başlanan sıkı para politikaları, artan yabancı sermaye girişi ve ABD Dolarının değer kaybetmesi nedeniyle Hindistan Rupi’sinin son zamanlarda %10 değer kazanması, bir sonraki yıl için 160 milyar Dolar olarak öngörülen ihracat hedefinin gerçekleşmesini zorlaştırmıştır. Nisan 2006- Mart 2007 döneminde ihracat yıllık %23,9 artışla 124,6 milyar ABD Doları’na; ithalat ise yıllık %26,9 artışla 181,4 milyar ABD Doları’na ulaşmıştır. Böylece önceki yılda 46 milyar ABD Doları olan dış ticaret açığı 56,8 milyar ABD Doları’na yükselmiştir. İhracatta daha da geliştirilmesi öngörülen alanlar turizm, tarımsal sanayi, teknolojik Hindistan ile özdeşleşmiş sorunlar ise halen devam etmektedir. Bu sorunların en önemlilerinden biri, bilişim teknolojilerinde öncü ülkelerden biri olsa da kişi başına düşen milli gelirin düşük olması (Dış Ticaret Müsteşarlığı 2006 verilerine göre 800$) ve son 20 yılda önemli gelişmeler kaydedilmiş olsa da fakirliğin hala yüksek seviyelerde seyretmesinden dolayı 17 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN son teknolojik gelişmelerin hane halkı tarafından kullanılmamasıdır. 2006 yılı itibariyle sabit hat kullanıcılarının 50 milyonu bile bulmaması ve 970 milyondan fazla insanın telefon bağlantısı kurma olanağına bile sahip olmaması bu durumu en çarpıcı şekilde gözler iv önünde sermektedir. Bir yandan ise Hindistan özellikle Amerika’daki telekomünikasyon malzemesi üreticilerine ucuz bilgi teknolojisi açısından önemli fırsatlar sunmaktadır. Hindistan’ın diğer önemli sorunları ise tıp alanında da gelecek vaat etmesine rağmen sağlık hizmetindeki yetersizlikler; elektrik dağıtım ve ulaşım altyapısındaki aksaklıklar, ilköğretimde kalite eksikliği ve gittikçe artan kamu açığıdır. Hindistan- Avrupa Birliği İlişkileri Hindistan- AB ilişkileri ticarete dayandırılarak ele alındığında, 1990 yılında 4,4 milyar € olan ticaretin 2006 yılında 46 milyar €’nun üstüne v çıktığı görülmektedir. 2006 yılında AB’nin Hindistan’dan yaptığı ithalat 22,4 milyar € ile temel olarak tekstil, tarım ürünleri ve kimyasalları kapsarken; Hindistan’a yapılan ihracat 24 milyar € ile daha çok makine ve kimya ürünlerini kapsamıştır. 2006 yılında Hindistan- AB ticaretinde %16’lık kadar artış sağlanmıştır. AB, Hindistan’ın önemli ticaret partnerleri arasında yer almakta (ithalat ve ihracatta toplam %20’lik payla) ve doğrudan yabancı yatırımda önemli bir kaynak teşkil etmektedir. Buna karşın Hindistan, AB’nin toplam ticareti içinde sadece %1,8’lik bir paya sahiptir ve AB, dünya çapında yaptığı yatırımların sadece %1,3’ünü Hindistan’a ayırmaktadır. Bu nedenle, Hindistan- AB ilişkileri her geçen gün daha da önem kazanmaktadır. Bu amaçla, ikili ilişkileri geliştirmek, ekonomik işbirliği yapmak ve ticaretin ve yatırımın önündeki engelleri en aza indirmek amacıyla 7 Eylül 2005 tarihinde Delhi’de düzenlenen Zirve’de, Hindistan ve AB ortak bir eylem planı benimsemiş ve bu çerçevede bir Yüksek Seviye Ticaret Grubu (High Level Trade Group) kurmayı kararlaştırmışlardır. Bunu takiben, Konsey, 23 Nisan 2007 tarihinde Hindistan ile Serbest Ticaret Anlaşması’na (STA) ilişkin bir müzakere direktifini kabul etmiştir ve bu STA’ ya ilişkin müzakereler 28- 29 Haziran 2007 tarihlerinde başlatılmıştır. Bu sene Brüksel ve Delhi’de de müzakerelerin devam ettirilmesi planlanmaktadır. STA’nın sadece mal ve hizmet ticaretini değil yatırımı, tarife dışı engelleri; fikri ve sınai mülkiyet hakları, rekabet ve şeffaflık gibi kural ve düzenlemeleri de kapsaması beklenmektedir. Hindistan, gelişmekte olan ülke statüsü ile AB’ye yaptığı ihracatta AB Genelleştirilmiş Preferanslar Sistemi altındaki indirilmiş tarifelerden en geniş şekilde yararlanan ülkedir. Yalnız, Hindistan’da halen var olan tarife seviyeleri AB endüstrisi için problem oluşturmaktadır. Hindistan, niceliksel kısıtlamalar, ithalat lisansı ve geniş yelpazede yer alan ürünler için sertifikalandırma gibi tarife dışı engeller de uygulamaktadır. Bu yüzden bu tarifelerin kaldırılması veya indirilmesi müzakerelerin temel amaçlarından biridir. Hindistan ve AB arasında imzalanmış ikili anlaşmaların en önemlileri şu şekilde sıralanmaktadır: • 1993’te imzalanıp 1994’te yürürlüğe giren İşbirliği Anlaşması (Co-operation Agreement) • Bilim ve Teknoloji Anlaşması (2001Science and Technology Agreement) • Gümrük İşbirliği Anlaşması (2004Customs Co-operation Agreement) Bunlar dışında şu an Deniz Ticaret Anlaşması da Hindistan ve AB arasında müzakere edilmektedir. Resmi müzakereler 2003 yılı Kasım ayında düzenlenen 4. Zirve’de başlatılmıştır. 18 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN HİNDİSTAN’A DAİR DİĞER BİLGİLER • 28 eyalet ve 7 bölgeden oluşan federal bir cumhuriyettir. Hindistan’da 1650 civarında dil konuşulmaktadır; bunların sadece 15 tanesi resmi dildir. • Dünya Bankası Hindistan’ı “düşük gelirli ülke” olarak sınıflandırmaktadır. Hindistan, Dünya Ekonomik Forumu’nca hazırlanan “2006- 2007 Global Competitiveness Report”’ta da 50 ülke arasında 4,4’lük bir skorla 43. sırada yer almaktadır. • Kast sistemi hala yoğun bir şekilde devam etmektedir. Uluslararası staj değişim programlarında en çok tercih edilen Asya ülkesi Hindistan’dır. Flaman Bayrağı Belçika’da Siyasi Kriz * Valon Bayrağı Belçika’da 10 Haziran 2007’de gerçekleştirilen seçimler sonucu hükümeti kurmakla görevlendirilen Flaman kesimden Hristiyan Demokrat Parti Lideri Yves Leterme koalisyon oluşturmaya yönelik olarak diğer partilerle yaptığı görüşmelerden bir sonuç alamadı. Koalisyon arayışlarında Valon ile Flaman partiler arasındaki uzlaşmazlığın, Flamanların kurumsal reform önerilerinden kaynaklandığı belirtilmektedir. Bölgesel yönetimleri yeni yetkilerle güçlendirmeyi amaçlayan söz konusu ekonomik, sosyal ve adli reform önerilerinin Valon-Flaman arasında var olan bölünmeyi daha da ilerleteceği düşünülmekteydi. Ayrıca ulusal gelir ve giderlerin paylaşımında sorunlar yaşandığı belirtilmektedir. Şu an Kral II. Albert’in bu siyasi krizi çözmesi için bir aracı görevlendirmesi beklenmektedir. Belçika, kuzeyde ekonomik bakımdan güçlü olan ve Hollandaca konuşan Flamanlar, güneyde Fransızca konuşan Valonlar ile bu iki bölge arasında köprü görevindeki başkent Brüksel olmak 3 ana bölgeden oluşan bir federal devlettir. Yıllardır Flamanlar özerkliklerini arttırmak için çabalamakta; ancak Valonlar buna karşı çıkmaktaydı. * http://www.euractiv.com i The Harris School. (2006). Economic Reform in India. University of Chicago Das, G. (2006, July/ August). The India model. Foreign Affairs. (http://www.foreignaffairs.org/20060701faessay85401/gurcharan-das/the-india-model.html) iii http://www.musavirlikler.gov.tr/upload/IND/May%C4%B1s-2007.doc iv 2004 yılına ait verilerdir. v http://ec.europa.eu/external_relations/india/intro/index.htm ii 19 AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI BÜLTEN AB’DEN HABERLER … AVRUPA İŞ DÜNYASI TÜRKİYE’NİN AB’YE KATILIMINI DESTEKLİYOR * Avrupa Reform Merkezi, Avrupalı işadamlarının, politikacıların ve seçmenlerin aksine Türkiye’nin üyeliğinin getireceği faydalara inandıklarını rapor etti. AB katılım sürecinin ülke ekonomisini daha iyi konuma getireceği beklentisiyle beraber hızlı büyüyen Türk ekonomisine milyarlarca dolar yatırım yapan AB’li yatırımcıların Türkiye’deki doğrudan yabancı yatırımın %60’ını oluşturduğunu belirten çalışma yatırımcı güveninin gitgide artmakta olduğunu kaydetti. Türkiye’nin üyelik yolunun kolay ve engelsiz olmamasına rağmen AB’nin Türkiye’ye ihracatının yıllık 58 milyar dolar ile üçe katlamasını, Türkiye’nin AB’ye ihracatının ise yıllık 48 milyar dolar ile dörde katlamasını “açık bir ekonomik fayda” olarak değerlendirdi. Rapor, Türkiye’nin yabancı yatırımlar açısından cazip olmasını hızlı büyüyen iç pazarına, Avrupa, Asya ve Orta-doğu arasındaki stratejik konumuna ve kırsal kesimden göçlerin ücretleri düşük tutması sonucu oluşan ucuz işgücüne bağladı. Çalışma aynı zamanda, müzakere sürecinin başarılı olunmasında AB iş çevresinin katkıda bulunacağı bazı yolların altını çizdi. Doğrudan yabancı yatırımlar sayesinde Türkiye’nin tarımdan yüksek kalitede üretim ve hizmetler ekonomisine dönüşeceğini, şirketlerin ekonomide yapısal ve düzenleyici değişiklikler yapılması yönünde lobi çalışması yapmaları gerektiğini ve AB’de Türkiye hakkındaki tartışmalarda Türkiye lehinde bir ses oluşturmalarının faydalı olacağını belirtti. * http://www.euractiv.com * AB ENERJİ PİYASASININ DAHA SIKI KONTROLÜNE YÖNELİK YENİ YASA TASARISI Avrupa Birliği, enerji sektöründe daha fazla rekabeti sağlamak amacıyla yeni bir yasayla büyük enerji tedarikçilerini üretim ve dağıtım şirketleri olarak ayırmayı planlıyor. Avrupa Komisyonu, Avrupa’nın büyük enerji şirketlerini dağıtım kanallarının kontrolünden vazgeçirmeye yönelik taslak tüzük paketini yayınladı. Taslağa göre üretimi dağıtımdan ayırmak için iki model sunuluyor. İlk model şirketlerin dağıtım şebekelerini satmalarını ya da bunları ayrı bir şirket olarak ayırmalarını öngörürken ikinci modelde şirketler şebeke sahipliğini devam ettirebiliyorlar ancak dağıtımın tüm kontrolünü elinde bulunduran bağımsız bir sistem operatörünü tayin etmeleri gerekiyor. Bunun haricinde piyasaya yeni giren oyuncular ve müşteriler için şeffaflığı ve doğru fiyatlamayı sağlamak için Komisyon, elektrik ve gaz sağlayıcılarının fiyatlarını, müşterilerinin isimlerini, miktarlarını ve sözleşme sürelerini ulusal enerji düzenleyici kurumlarına bildirmelerini mecbur kılabilecek. Yasa tasarısı 19 Eylül 2007’de Komisyona sunulmadan önce kesin onaylanacak gibi görünürken yasalaşmadan önce AB Konseyinin üye ülkelerinin çoğunluğu tarafından da onay alması gerekiyor. * http://www.euractiv.com 20 T.C. MALİYE BAKANLIĞI AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI İlkadım Caddesi No:2 Kat:6 06450 Dikmen/ANKARA Telefon: (312) 415 23 38 Faks: (312) 417 11 72 e-posta: [email protected] http://www.maliye-abdid.gov.tr/ © 2007 T.C. Maliye Bakanlığı Tüm hakları saklıdır.
Benzer belgeler
türkiye`nin yolsuzlukla mücadelesine hong kong
Hazırlanacak olan bu Reform Anlaşması ile AB, daha demokratik, hesap
verebilir, etkin ve dış ilişkilerinde uyumlu olabilmeyi ve aynı zamanda
küreselleşen bir dünyada var olan engelleri ve fırsatlar...