Book 1.indb - International Burch University
Transkript
Book 1.indb - International Burch University
BİLDİRİ KİTABI II ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİ- BİLDİRİ KİTABI I PUBLISHER: International Burch University EDITOR: Doç.Dr.Mustafa ARSLAN REVIEWED BY: Prof.Dr. Şükrü Haluk AKALIN, Hacettepe Üniversitesi Prof.Dr. Kerima FİLAN, Univerzitet u Sarajevu DTP&DESIGN: Suhejb Djemaili DTP AND PREPRESS: InternatiIonal Burch University, Sarajevo PRINTED BY: Sabah Print CIRCULATION: 300 copies PLACE OF PUBLICATION: Sarajevo COPYRIGHT: International Burch University, 2013 International Burch University Publication No:22 Reproduction of this Publication for Educational or other non-commercial purposes is authorized without prior permission from the copyright holder. Reproduction for resale or other commercial purposes prohibited without prior written permission of the copyright holder. Disclaimer:While every eff ort has been made to ensure the accuracy of the information, contained in this publication, Burch University will not assume liability for writing and any use made of the proceedings, and the presentation of the participating organizations concerning the legal status of any country, territory, or area, or of its authorities, or concerning the delimitation of its frontiers or boundaries. Nacionalna i univerzitetska biblioteka Bosne i Hercegovine, Sarajevo 811.512.161(082) 821.512.161(082) ULUSLARARASI Türk Dili ve Edebiyati Kongresi (2013; Saraybosna) Uluslararasi Türk Dili ve Edebiyati Kongresi : bildiri kitabi / editör Mustafa Arslan. – Sarajevo: International Burch University, 2013. - 576str. : ilustr. ; 29 cm Bibliografija uz sve referate ISBN 978-9958-834-25-7 1. Arslan, Mustafa COBISS.BH-ID 20601094 Bildiri kitabında geçen bildirilerin içeriğinden yazarı sorumludur. ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ BİLDİRİ KİTABI II Editör Mustafa ARSLAN 17-19 Mayıs 2013 Saraybosna http://utek.ibu.edu.ba ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ORGANİZASYON KOMİTESİ Prof.Dr. Hüseyin PADEM Doç.Dr. Melih KARAKUZU Doç.Dr. Mustafa ARSLAN Doç.Dr. Azamat AKBAROV Doç.Dr.İdris KADIOĞLU Yrd.Doç.Dr. Mustafa ÇETİN Yrd.Doç.Dr. Ali Rıza ÖZUYGUN Dr. Mehmet KAHRAMAN Ars.Gör. Feridun AY Ars.Gör. Ayse DİNÇ Ars.Gör. Elçin KARLI Ars.Gör. Hilal OTYAKMAZ Arş.Gör.Orhan SARIKAYA Arş.Gör. Ömer AKSOY Arş.Gör. Zeynep NEGİŞ KONGRE BİLİM KURULU Prof.Dr.Ali Fuat BİLKAN Prof.Dr.Menders COSKUN Prof.Dr.Murat ÖZBAY Prof.Dr.Alim GÜR Prof.Dr.Kerime FİLAN Prof.Dr.Ramazan GÜLENDAM Prof.Dr.Fehim NEMETAK Prof.Dr. Hanifi VURAL Prof.Dr. Turan KARATAS Prof.Dr. Kazım YOLDAS Prof.Dr. Süleyman ÇALDAK Prof.Dr.Necati DEMIR Prof.Dr.Cihan OKUYUCU Prof.Dr.Yaşar AYDEMİR Prof.Dr.Bego OMERCEVİC Prof.Dr.Münevver TEKCAN Prof.Dr. Recep DUYMAZ Prof.Dr.Mesut ŞEN Prof.Dr.Selahittin ÖZÇELİK Prof.Dr.Mahmut KAPLAN Doç.Dr. Hüseyin ÖZCAN Doç.Dr.Alena ÇATOVİC Doç.Dr.Mustafa SARI Doç.Dr. Mustafa ARSLAN Doç.Dr. İsmet BİNER Doç.Dr. Sabina BAKSİÇ Doç.Dr. İlyas ÜSTÜNYER Doç.Dr. Rıdvan CANIM Doç.Dr. Zekeriya BASKAL Doç.Dr.Bekir SİSMAN Doç.Dr.Alpay DOĞANYILDIZ Doç.Dr.Halit DURSUNOĞLU Prof.Dr.Ahmet KIRKKILIÇ Doç.Dr.Müberra GÜRGENDERELİ Prof.Dr.Claus SCHÖNİG Doç.Dr.Yüksel TOPALOĞLU Prof.Dr.Damir KUKİC Doç.Dr.Edina SOLAK Doç. Dr. Sezayi ÇOŞKUN Yrd. Doç.Dr.Cemal SARAÇ Yrd. Doç.Dr.Zülfikar BAYRAKTAR Yrd. Doç.Dr. Mustafa ÇETİN Yrd. Doç.Dr. Ali Rıza ÖZUYGUN Yrd. Doç.Dr. Tacettin SİMSEK Yrd.Doç.Dr.Rıfat GÜRGENDERELİ Prof.Dr. Ahmet GÜNŞEN Prof.Dr.A.İhsan ÖBEK Prof.Dr. Nurettin CEVİZ Yrd.Doç.Dr. Hıfzı TOZ Yrd.Doç.Dr.Latif BEYRELİ 4 BİLDİRİ KİTABI II ÖNSÖZ Değerli Akademisyenler, International Burch University Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü tarafından 1719.05.2013 tarihleri arasında Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna şehrinde düzenlenen Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Kongresi (UTEK’13) bildiri kitabına hoş geldiniz. Kongrenin amacı Türk dili, edebiyatı, tarihi ve kültürü üzerine özellikle balkanlarda yapılan inceleme ve araştırmalara katkı sağlamaktır. Bu bağlamda Türk kültür tarihinin izlerini taşıyan Bosna Hersek’in Saraybosna kentinde kongrenin yapılmış olması manidardır. Saraybosna, Avrupa ve Asya arasında bir köprü vazifesi gören, Doğu ve Batı dillerinin, edebiyatlarının ve kültürlerinin en önemli temas noktalarından biri konumundadır. Türk dili ve kültürü yüzyıllar boyunca Balkan dilleri ve kültürüyle etkileşim içerisindedir. Balkanlar’da Türk dili, edebiyatı ve kültürü, farklı etnik gurupların ortak noktada buluştukları güvenli bir liman olmuştur. Fatih Sultan Mehmet’in Bosna Ahidname’si hem bu hoşgörüyü anlatma adına hem de Balkanlar’da yazılan Türk dili, tarihi ve edebiyatının en eski yazılı metinlerinden biri olma adına önemli bir belgedir. Balkanların, dil bilimciler, edebiyatçılar ve kültür tarihçileri tarafından çok yönlü olarak incelenmesi söz konusudur. Balkanlar üzerine değerli bilim adamlarının, dil, edebiyat, kültür, tarih, sanat alanlarındaki akademik çalışmaları Bosna Hersek’in sosyal, ekonomik, eğitim ve bilim alanında gelişimine önemli katkı sağlayacaktır. Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Kongresi: Muğla Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Univerzitet u Tuzli, Univerzitet u Zenici, Univerzitet u Sarajevu, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Diyarbakır Üniversitesi, Yağmur Dergisi, Anadolu Ajansı, Turkish Ziraat Bank Bosnia, Türk Havayolları ve Bosna Sema Obrazovne Institucije’ye işbirliği ile gerçekleştirilmiştir. UTEK’e Azerbaycan, Ukrayna, Kazakistan, Gürcistan, Kırgızistan, Afganistan, Makedonya, Slovenya, Arnavutluk, Sırbistan, Türkiye, Bosna Hersek, KKTC ve Irak olmak üzere 14 farklı ülkeden araştırmacı katılmıştır. UTEK’i organize eden International Burch University Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’ne, bildirileriyle katkı sağlayan tüm katılımcılara, destek veren üniversitelere ve sponsorlara organizasyon komitesi adına teşekkür ederiz. Organizasyon Komitesi 5 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ 6 BİLDİRİ KİTABI II MOSTARLI ZİYÂÎ VE ŞİİRLERİNDEKİ ORİJİNAL SÖYLEYİŞLER MOSTARLI ZIYAI AND THE ORIGINAL UTTERANCE OF HIS POEMS Müberra GÜRGENDERELİ1 ÖZET ABSTRACT XVI. yüzyılda yaşamış olan Mostarlı Hasan Ziyâî Boşnakların en eski divan şairlerindendir. Divan şairleri yüzyıllar boyunca yeni ve orijinal sözler bulma gayreti göstermişlerdir. Ziyâî’de de bu gayret açıkça görülmektedir. O, şiirlerinin kendisinden önce yazılan şiirlerden daha orijinal olduğunu iddia eder. Kasidelerinde de alışılmış kaside tarzının dışına çıkan şair, süslü ifade ve abartılı övgülerden uzak durmuş, divan şiiri geleneği içinde görülmeyen tasvirler yapmıştır. “Hane-i Vîrâne, Sengistân ve Şitâiyye” kasideleri hem şekil hem de içerik olarak klasik kasidelerden farklıdır. Bu kasideler daha çok realist, sembolik ve mizahi anlayışla yazılmış şiirlerdir. Ziyâî, bazen kendisi bazen de çevresiyle ince ince alay eder. Ziyâî, divan edebiyatında örneğine az rastlanan “Hasb-i Hâl” tarzı bir kaside de yazmıştır. Ziyâi’nin alışılmışın dışına çıkma gayretiyle yazdığı bu şiirler onun klasik edebiyata yeni bir soluk getirme çabasının bir sonucudur. Bildiride Mostarlı Ziyâî hakkında bilgi verilecek ve divan şiirine getirmeye çalıştığı yeni söyleyişler ele alınacaktır. Anahtar Kelimeler: Mostarlı Ziyâî, Divan Şiiri, Orijinal Söyleyişler Mostarlı Ziyai one of Bosniaks most ancient Divan poets of the 16th centuries. Divan poets throughout the centuries have tried to find a new sayings. Ziyai also sought for it. He claimed that the more original poems. His kasides, out of tradition. He’s not been done before in the depictions of traditional poetry does. “Hane-i Virane, Sengistan and Şitaiyye” kasides, in both form and content different from classical kasides. These poems, they are written from the perspective of a realist, symbolic and humorous. Ziyai sometimes mocks himself, sometimes in the surroundings. He wrote a “Hasb-i Hal” poem in the new style. Ziyai wanted to add something new to classic literature. In this study, information will be given about Mostarlı Ziyai and the original utterance of his poems. Key Words: Mostarli Ziyai, Divan Poetry, Original Utterance 1 Doç.Dr., Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü 7 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ 16. yüzyılda yaşamış olan Mostarlı Hasan Ziyâî, Boşnakların en eski divan şairlerinden biridir. Balkanlarda, özellikle de Bosna’da önemli bir şöhrete sahip olmasına rağmen, hayatı hakkındaki bilgiler Bosna’da yapılmış biyografik mahiyetteki birkaç küçük çalışmadan ibaretti. Mevcut tek nüshası, Edirne Selimiye Kütüphanesi elyazmaları bölümünde bulunan ve tarafımızdan tespit edilen divanının2 ve diğer bir eseri olan Şeyh-i Sanân mesnevisinin3 incelenmesiyle, şairin hayatı ve eserleri gün ışığına çıkarılmıştır. Divanı ve Şeyh-i Sanân mesnevisinin yayımlanmasından sonra, bu eserler Bosna’da ve Türkiye’de yapılan pek çok çalışmaya kaynaklık etmiştir. Edirne için önemli bir hazine olan ve ilk bağışlarını Sultan II. Selim’in bizzat yaptığı Selimiye Kütüphanesi, 3384’ü yazma olmak üzere toplam 11501 eserden meydana gelmektedir. Kütüphanede; Türkçe divanlar ve mesnevilerin yanı sıra pek çok dini, tasavvufi ve ahlaki eser bulunmaktadır. Kütüphanedeki Türkçe divanlardan biri olan Mostarlı Ziyâî’nin tek nüsha divanı, Boşnak araştırmacılar tarafından uzun yıllar aranmış, divanın Edirne’de bulunması BosnaHersek’teki Osmanlı edebiyatı araştırmacıları tarafından büyük ilgi görmüştür. Nasıl ki Mostar köprüsü geçmişten günümüze Türkler ve Boşnaklar arasında bir kardeşlik köprüsü oluşturuyorsa, tarihin her döneminde önemli bir kültür merkezi olan Edirne de, kütüphanesinde bulunan Mostarlı Hasan Ziyâî divanı gibi saklı edebiyat hazineleriyle, Edirne’den Bosna-Hersek’e uzanan bir kültür köprüsü oluşturmaktadır. Balkanların en önemli mimari eserlerden biri olan Mostar Köprüsü’nün kitabesindeki tarih beyitleri de Mostarlı Ziyâî tarafından yazılmıştır. Ne yazık ki bugün bu kitabe yerinde yoktur. Ziyâî, dünyada eşi benzeri olmayan bu köprüyü gökkuşağına benzetmiştir: Kavs-i kuzahın aynı bir köprü binâ etti Var mı bu cihân içre mânendi hey Allâhım İbretle bakıp dedi târîhini bir ârif El geçtiği köprüden biz de geçeriz şahım4 2 Müberra Gürgendereli (2002): Hasan Ziyâî Hayatı Eserleri Sanatı ve Divanı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. 3 Müberra Gürgendereli (2007): Mostarlı Ziyâî Şeyh-i San‘ân Mesnevisi, Kitabevi, İstanbul. 4 Gürgendereli (2002:343) 8 Ziyâî, şiirlerinde Balkanlar’da bulunan bazı şehir ve kasaba adlarına da yer vermiştir. Bunlar arasında; Hersek, Karadağ, Edirne, Eski Kiliselik, Akhisar Prusac, Benefşe Limanı gibi yer adları mevcuttur. Bir şiirinde şair; Hersek sancak beyi olduğunu bile hayal etmiştir. Divanındaki bir nottan şairin adının Hasan, dedesinin ve büyük dedelerinin isimlerinin ise sırasıyla; Ali, Mahmud ve Yusuf olduğunu öğrenmekteyiz. Şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla hayatını, yokluk ve sıkıntılarla geçiren Ziyâî, çok eski, harap ve yıkık bir evde oturmaktadır. Bu ev; fare delikleriyle dolu, her taraftan yağmur ve rüzgâr alan, tahtaları gıcırdayan, sobası devamlı tüten yıkık dökük bir yapıdır. Şair bu eve “hâne- i vîrâne” adını vermiştir. Meskenim oldı dirîgâ bir ‘aceb mihnet yeri Hâne-i vîrâneye koydı felek ben çâkeri (Divan/Kaside 11-1) Hayatının bir döneminde kuru iftiraya uğradığını söyleyen ve şiirdeki yeteneğinden çok emin olan Ziyâî, yaşadığı devirde şiirlerinin itibar görmemesinin sebebini, hünerinin takdir edilmediği uzak bir vilayette kalmış olmasına bağlar. Şair payitahta ulaşıp sanatını sergileyememesine üzülmekte ve çektiği maddi sıkıntılar yüzünden bildiklerini de unutmaktan korkmaktadır. Bu da Osmanlı döneminde idareciler tarafından sanatın teşvik edilmesinin sanata ve sanatçıya olan olumlu katkısının bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Hüner kadri bilinmez kaldım alçak bir vilâyette Unutdum bildiğim dahi bu kıllette bu zillette (Divan/Muaşşer 1-2) Ziyâî, Şeyh-i Sanân mesnevisinde, fakirlikten kurtulmak için ailesiyle beraber gurbete çıktığını söyler. Burası deniz kenarında kayalık bir yerdir. Fakat gurbette de sıkıntıları devam edip ailesinin geçimini sağlayamayınca memleketine geri dönmeye karar verir. Bir beytinde ailesinin karnını doyuracak bir dilim ekmeği bile bulamadığından şikayet eder. Ziyâî’nin kaç çocuğu olduğu bilinmemektedir. Sadece “hâne-i vîrâne” adlı kasidesinde; sobanın dumanının tütmesi sebebiyle ağladıklarını söylemesinden şairin birden fazla çocuğu olduğu anlaşılmaktadır. BİLDİRİ KİTABI II Gâh eve girdikçe bakıp gülerim bî-ihtiyâr Hep dütün derdinden ağlar görsem oğlancıkları (Divan/Kaside 11-21) Ziyâ’î bir zaman sonra, şair ve âlimlere değer verip onları koruyan, Balkanlar’ın meşhur Yahyâlı Beyleri sülalesinden gelen ve kendisi de bir Rumeli şairi olan Vusûlî Mehmed Beğ’in himayesine girer. Mehmed Beğ’in de ilgi ve teşvikiyle eserlerini daha rahat yazmaya başlayan şair, ona intisap ettikten sonra sıkıntılarından bir miktar kurtulur. Edebiyat tarihçileri; Mehmed Beğ’in cömertliğiyle tanındığını ve sırtındaki elbisesi de dahil olmak üzere bütün kıymetli giysilerini hediye edecek kadar devrinin edebiyatçılarına değer verdiğini yazar. Hatta Gelibolulu Ali, Mehmed Beğ’in elbiselerini sanatkârlara hediye etmesi sebebiyle ancak terzilerinin yeni elbiseler dikmesinden sonra sokağa çıkabildiğini söyler5. Ziyâ’î divanında, şairin ölümünden bir sene önce yani 1583’te(H.991) vâiz olduğunu gösteren bir tarih beyti de mevcuttur. Ettikte Ziyâîyi takdîr-i Hudâ vâiz Hâtif işitip dedi târîhini va‘ziyye (Divan/Tarih 14) Ziyâî 1584’te, doğduğu kasaba olan Mostar’da veba hastalığından ölmüştür. Kimin yazdığı bilinmeyen “Rahmet-i Hakk’a vâsıl oldum pâk” mısraı ölümüne düşürülmüş olan tarih mısraıdır6. Es e r l e r i 1.Divan: Hasan Ziyâî’nin 1584’te Mostar’da tamamladığı hacimli, mürettep bir divanı mevcuttur. Bugüne kadar tek nüshası bulunabilen eser, Edirne Selimiye Kütüphanesi el yazmaları bölümü 2127 numarada kayıtlıdır. Şair, divanının dibacesinde; gençlik günlerinde aşka meyl edip bu hevesle şiirler yazdığını, ihtiyarlığında da bunların müsveddede kalıp dağılmasını reva görmediğinden kaside, gazel ve diğer şiirlerden bir divan tertip ettiğini söyleyerek divanını yazma sebebini dile 5 Mustafa İsen(1994): Künhü’l-ahbârın Tezkire Kısmı, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Ankara, s.330. 6 Dzemal Cehajic (1976): Prilozı Zs Orıjentalnu Fılologıju, Orıjentalnu Instıtut u Sarejevu, Sarejevo, s.330. getir. Divanda Rumeli şairlerine has rintlik, kalenderilik, Hristiyanlık kültürü, Rumeli’ye ait yer adlarının mevcudiyeti, atasözleri ve deyimlere sıkça yer verme, halkın gelenek ve yaşayışını şiirine aksettirme, Rumeli söyleyişleri, halk söyleyişine yakın samimi ifadeler ve sadelik gibi belirgin özellikler mevcuttur. Bir gazel şairi olan Ziyâî, şiirlerinde sade, akıcı ve samimidir. Zarif ve tabiî bir Türkçe ile söylenmiş gazellerin redifleri çoğunlukla Türkçe kelimelerden meydana gelmiştir. Sanat yapmak iddiasıyla yapmacıklığa düşmemiş, külfetsiz ve anlaşılır bir ifade kullanmıştır. 2.Kıssa-i Şeyh Abdürrezzâk (Şeyh-i San’ân) Mesnevisi: Kıssa-i Şeyh Abdürrezzâk Mesnevisi, İslam ve tasavvuf felsefesi ile ilgili pek çok eserde zikredilen ve Attâr’ın Mantıkuttayrındaki hikayelerden biri olan meşhur Şeyh-i San’ân hikayesini anlatır. Mesnevinin; biri Londra’da, biri Zagreb’de, ikisi İstanbul’da olmak üzere dört nüshası vardır. Mesnevinin sonunda eserin tamamlanışına 1583(H.991)tarihi düşürülmüştür. Şeyh-i San’ân kıssası, yıllardır söylenegelen “Sarı Gelin” türküsünün hikâye kaynağını da teşkil etmektedir. Halk arasında anlatılmakta olan çeşitli varyantları bulunan ve temelini klasik edebiyatımızdan alan “Şeyh Senan, Şeyh Senani” adlarıyla bilinen halk hikayesi, özellikle Doğu Anadolu’da çok meşhurdur. Türküdeki “nenen ölsün” ifadesinin aslının “Senen(Sanan) ölsün” olduğu iddia edilmektedir. Aşık olduğu Hristiyan kızın peşine düşerek dininden vazgeçen ve bu uğurda pek çok aşağılama ve eziyetlere katlanan meşhur Şeyh-i San’ân’ın kıssası, divan şiirinde sık kullanılan bir mazmun olarak yer almasının yanında, dini-tasavvufi nitelik taşıyan bir hikaye olarak mesnevilere de konu olmuştur. Ziyâ’î, mesnevide konu olarak Attâr’ın Mantıku’t-tayrı’ndaki Şeyh Sanân hikayesine sadık kalmakla beraber bazı ayrıntılarda ve hikayenin sonuç bölümünde değişiklikler yapma yoluna gitmiştir. Bu durum esere orijinal bir nitelik kazandırmıştır. Ziyâ’î’nin mesnevisini diğerlerinden ayıran en önemli özellik hikayenin sonuç bölümüdür. 9 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Attâr’ın hikayesinde Hristiyan güzeli, Şeyh’e kavuştuğu an Müslüman olur ve ölür. Ziyâ’î’nin eserinde ise Şeyh’in sevdiği kız hemen ölmez, Şeyh ile beraber Kabe’ye gelir, günlerini dua ve ibadetlerle geçirdikten sonra ölür. Bu farklılık; bir Rumeli şairi olan Ziyâ’î’nin eserinde, Balkanlarda yüzyıllar boyunca iç içe yaşayan Hristiyanlar ve Müslümanların dinlerinin karşılaştırılması olarak görülebilir. Şair bu eserinde Hristiyanlık ile Müslümanlığı mukayese etmiş, İslamiyet’in Hristiyanlığa olan üstünlüğünü vurgulamak istemiştir. Tasavvufî bir nitelik taşıyan hikâyenin anlatmak istediği ana düşünce, aşkın insanın gönlünde olduğu fikridir. Aşk uğruna çekilen eziyetlere ve ayıplamalara alçak gönüllülükle katlanmak ve sabır göstermek gerekir. Aşk yolu, zorluklarla doludur ve gerçek aşka yani ilahi aşka ancak çekilen sıkıntılar neticesinde ulaşmak mümkündür. 3.Kenzü’l-esrâr: Ziyâî, Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrârına nazire olarak yazdığı 1565 beyitlik bu eserinde; ilim, namaz, aşk, kanaat, dünyanın faniliği, takva, haya, edep, yiğitlik, adalet, cimrilik ve günah gibi yirmi farklı konuda hikayeler anlatmış ve bu hikayelerle ilgili çeşitli nasihatlarda bulunmuştur7. 4.Varka vü Gülşâh: Ziyâî’nin bugüne kadar bulunamamış olan bu eseri yazdığını, Kıssa-i Şeyh Abdürrezzâk Mesnevisi’nde yer alan bir beyitten anlıyoruz. Şair Şeyh-i San’ân’ın hikayesini yazma sebebini anlatırken bütün güzel hikayelerin daha önce yazıldığını “Varka vü Gülşâh”ı da kendisinin kaleme aldığını dile getirir. Ziyâî’nin Şiirlerinde Orijinal Söyleyişler Klasik edebiyatımızın çok bilinen bir özelliği de her beyitin başlı başına bir anlam ifade etmesiydi. Eski 7 Fatih Başpınar, Ömer Zülfe (2011): Ziyâî, Kenzü’l-Esrâr, Hacegan Akademi Kitaplığı, İstanbul. 10 şairlerimizi değerlendirenler, bilhassa eski tezkireciler “bakir mazmun, bikr-i mana, muntazam şiir” derken hep beyti kastederlerdi. Nitekim Zâtî’nin sunduğu bir gazeldeki , Geldi ol zühd libâsını kabâ ettirici Zâhidâ hırkaya çek başını mânend-i keşef8 beytini II.Bayezid pek beğenir. Zâtî bu beyitte; şeriatın yasaklarından uzak duran din adamını yani zahidi, bütün ibadetini ve sakındıklarını tehlikeye sokacak kadar güzel olan sevgilinin gelişine karşı uyarır. Ona, tehlike karşısında başını kabuğunun içine sokan kaplumbağa gibi, başını hırkasının içine çekmesini öğütler. Beyitteki yeni ve renkli hayali gören padişah ; “Billahi görün alemde mana tükendi derler, dünya dolu manadır, hüner bu manayı bulmaktır.”diyerek takdirini belirtir. Burada dikkat çekici olan nokta, Zâtî’nin beytindeki mananın yeniliğinin yanında, şiirden anlayan ve kendisi de şair olan padişahın, Zâtî’nin orijinal anlam bulma çabalarını teşvik etmesidir. Eski şiirde hayal kavramı tezkirecilerin şairleri değerlendirme ölçülerinden birisidir. Şairin hayali için aranan hal ve vasıf olarak en başta “hâs, hâssa, bikr” kavramlarına rastlarız. Bu aranan hayalin yeni, kendine özgü, başka hiçbir kimsede görülmeyen, şairin kendi muhayyilesinin malı olması demektir. Latîfî, şair Şarkî’den “Tarzında muhterî ve bikr-i fikre ve hayâl-i hâssa kâdirdir”, Mesîhî’den “Dikkat-i hayâlde bikr-i fikre kudretlidir”, Zâtî’den “Hayâlât u ma’ânîden ne bikr-i fikr ola ki anın tab’-ı pâk-i derrâki ana yetmemiş ola…”, diye bahseder. Âşık Çelebi ise Mecdî’yi “Çok bikr manîye dest urmuştur.” İfadesiyle zikr eder..9 Mine Mengi, divan şiirinin kuralcı yapısına, değişmez şiir geleneğine ve mecazlarına yöneltilen eleştirilere; “divan şairinin kendisinin de zaman zaman özellikle 17. yy’dan itibaren şiirde yenilik arayışı içinde olduğunu görüyoruz. Üzerinde sistematik bir biçimde düşünülmemiş olsa bile şiirde yeni bir söz söylemenin, 8 Mehmet Çavuşoğlu (2003): “Beyit Derken”, Divanlar Arasında, Kitabevi, İstanbul, s.17. 9 Harun Tolasa (2002): Sehi, Latifi ve Aşık Çelebi Tezkirelerine Göre 16.Yüzyılda Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi , Akçağ, Ankara, s361, 365, 367. BİLDİRİ KİTABI II daha önce kullanılmamış anlatım yolu bulmanın üslubun gereği olduğu, divan şiirinin kendi döneminde de fark edilmiştir. ” şeklinde cevap vererek Nef ’î, Nâilî, Nâbî ve Nedim gibi şairlerin “bikr-i mana, taze mazmun, bikr-i fikr” gibi kavramları kendi şiirlerinde kullanışlarını örnek beyitlerle ortaya koyar.10 Şiirde el değmemişlik, bikr-i mana, bikr-i fikr ve tarz-ı cedîd gibi ifadeler yukarıda adını zikrettiğimiz şairlerden çok önce yaşamış olan 16.yy şairi Mostarlı Hasan Ziyai’nin şiirlerinde yer almaktadır. O, yazmış olduğu her beytin daha önce söylenmemiş, safa bahşeden orijinal söz ve hayallerle dolu olduğunu iddia eder. Her beyti Ziyâ’înin olur bikr-i safa-bahş Gûyâ takınır başlayıban nâza benefşe (Divan/Gazel 424-7) Şair Şeyh-i San’ân mesnevisinde de, şeyhin aşık olduğu Hıristiyan sevgilisinin güzelliğini el değmemiş mazmunlarla dolu olan kendi şiirine benzetir. Bikr-i fikrim gibi ol duhter-i ter Bir perî-rû idi makbûl-i beşer (Şeyh-i San’ân Mesnevisi/461) Ziyâi aynı düşünceyi bir başka beytinde; günümüzde, söylenmesinden kaçınılan söz, övgü veya açık saçık nükte anlamlarında kullanılan “yakası açılmadık söz” deyimiyle dile getirir. Ey Ziyâ’î yakası açılmadık sözdür bu kim Başa çıkmaz gül gibi çâk-ı girîbân etmeyen (Divan/Gazel 338-5) Şiirlerindeki yakıcı sözleri kendisinden önce hiçbir şairin söylemediğini dile getiren Ziyâ’î orijinallik iddiasında bulunur. Ashâb-ı şevk içinde bu muhrik edâları Evvel Ziyâ’îyâ hele bir şâ‘ir etmedi (Divan/Gazel 485-5) 10 Mine Mengi (2000): “Divan Şiiri ve Bikr-i Mana”, Divan Şiiri Yazıları, Akçağ, Ankara, s.22 Yeni tarzda şiirler yazdığını da söyleyen Ziyâ’î, bu yeni tarzın eski şairleri ve onların yazmış olduğu bütün şiirleri unutturduğunu ifade eder. Belki de şair, bu beyitle divan şiirinde yeni bir tarz meydana getirme arzusunda olduğunu dile getirmektedir. Eski eş‘ârı hep unutdurdı Ey Ziyâ’î bize bu tarz-ı cedîd (Divan/Gazel 57-5) Aşık Çelebi, Meşâirü’ş-şuarâ’da yine bir Rumeli şairi olan Hayali Beğ’i anlatırken onun hayal gücünü ve yaratıcılığını, çok yükseklerde dolaşan bir avcı kuşa benzetir. Beligî de Aşık Çelebi’ye göre mania ve hayal avlayan bir şehbâzdır11. Ziyâ’î, kendisinden önceki şairlerin şiir ormanında kaçırdıkları manaları usta bir avcı gibi tek tek avladığını söyler. O, eski şairlerin akıl edemediği mazmunlara şiirinde yer verdiği iddiasındadır. Pîşe-i nazm içre çok vahşî kaçırmıştır selef Ben erenler himmetinde eyledim bir bir şikâr (Divan/Gazel 164-4) Dolunayın etrafındaki ışık halkasını yani haleyi, “aya asılmış elek” olarak tasvir eden Ziyâ’î, bulduğu bu ince fikrin alışılmamış bir söyleyiş olduğunun farkındadır ve bu buluşunu,“fikr-idakîk” olarak dile getirir. Elek astı benim fikr-i dakîkim hâleden mâha Gece bahs-i ruhunda görsen anunla neler kıldım (Divan/Gazel 280-4) Ziyâ’î’nin şiiri yeni hayal ve tasavvurlarla doludur. Kar ve kış manzarasını çok renkli hayallerle anlattığı şitâiyye kasidesinde karın yağışını, felek değirmeninin fakirlerin karnını doyurmak için un öğütmesi şeklinde tasvir etmesini kendisi de turfe (yeni, hatta tuhaf ) olarak nitelendirir. Kar yağdıkça düşer hâtıra bu turfe hayâl Âsiyâb-ı felek un attı ne gam yer fukara (Divan/Kaside 2-7) Ziyâ’î’nin yazdığı kasideler de alışılmış kaside tarzının dışındadır. O, kasidelerinde süslü ifade ve müba11 Tolasa (2002:361) 11 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ lağalı övgülerden uzak durur. Yazdığı, “hâne-i virâne” ve “sengistân” kasideleri, hem muhteva hem de şekil olarak farklılık göstermektedir. Bu iki kaside de sadece nesip bölümünden meydana gelmiş şiirler olup, tasvirden ibarettir. Bunlar herhangi birini övmek amacıyla yazılmayıp, şairin ahvalini anlattığı mizahi ve sembolik kasidelerdir. Kaside-i Hâne-i Virâne’de Ziyâ’î, oturmak zorunda olduğu viran evini tasvir ederken hem eviyle hem de kendisiyle alay eder. Bu ev yıkık dökük, 1800 penceresi, 250 kapısı olan, deliklerle dolu, fare, yılan, çıyan, akrep ve örümcek gibi haşaratın cirit attığı bir viranedir. Fareler yer yer deliklerden çıkarmış başını San temaşa edip istihzâ eder ben ahkârı (Divan/Kaside 11-26) Sengistân kasidesinde ise para kazanmak amacıyla gurbette taşlık bir yere yerleşen Mostarlı Ziyâ’î’nin sevemediği bu yerdeki sıkıntılarını, cennete benzettiği memleketine olan hasretini ve gurbette bulunmaktan duyduğu pişmanlığı anlatır. Âdem olan cennetten eder mi nefret Seng-i ta‘n ursa yeridir bana yârân-ı vatan (Divan/Kaside 9-17) Ziyâ’î divanında gördüğümüz “sarı saçlı bir güzelden” bahseden beyit de onun söylenmemişi söyleme arayışlarının bir tezahürüdür. “Divan şairinin dünyasında güzel için sarılık, sarışınlık adeta yasak renktir. Herhalde Nedim tesiriyle olsa gerek 18. yy. şairlerinde sarı saça daha fazla tesadüf ederiz.”12 Oysa Nedim’den çok önce 16. yy’da Mostarlı Ziyâ’î, 15. Yy.’da Tacizade Cafer Çelebi,16. Yy.’da Tarîkî ve Lâmiî birer beyitle sarışın bir güzelden bahseden şairlerdir. Fatih Köksal, bu farklı söyleyişlerin çoğu divan şairinin öğünmeyi itiyat haline getirdiği bikr-i manayı yakalamada önemli kıvılcımlar ve farklı hava teneffüs edebilme gayretleri olduğunu söyler13. Ziyâ’î de bu gayretle güzelin sarı 12 Fatih Köksal (2002): “Eski Şiirimizin Nadide Güzelleri” TÜBAR- Bahar XI, s.165-166 13 Köksal (2002:168) 12 saçlarının beyaz yüzüne düşmesini açık tenli sarı saçlı hıristiyanların İslam ülkesini istila etmesi olarak tasvir eder. Bu tasvirde Ziyâ’î’nin bulunduğu coğrafyanın ve sarışın Rumeli güzellerinin de önemli tesiri olmalıdır. Her kaçan kim yüzine ol saru kâküller düşer Mülket-i İslâma san cünd-i benî asfer düşer (Divan/Gazel 150/1) Yine Ziyâ’î’nin; Koynuma gir esirge kuzucağım Bedenüm baştan ayağa beredir (Divan/Gazel 133-3) beytinde gördüğümüz şuhane, çapkın edanın ve “kuzucağım” ifadesinin sanki Nedim’i müjdeler bir hali vardır. S O NU Ç Verimli ve kabiliyetli bir Balkan şairi olan Mostarlı Ziyâ’î, sade ifadeleri, akıcı, orijinal ve etkileyici şiirleri ile Osmanlı şiir coğrafyasının Balkanlarda yetişen önemli şairlerinde biridir. O, çağdaşlarına göre daha cüretkar davranıp gelenekten ayrılmadan hayal dünyası çerçevesinde yenilik arayışları içine girmiştir. Böylece şiir vadisinde at koşturmada, kendisinden önceki şairlerden ve çağdaşlarından üstün olduğunu ispatlamak gayesiyle yeni söyleyişleri şiirlerinde kullanmıştır. Ancak bu gayret döneminde ilgi görmemiş, hatta belki de tuhaf bulunmuş, ancak 18. yy.’da Nedim ve takipçileri tarafından yenilik arayışları olarak rağbet görmüştür. K AY N A K Ç A CEHAJİC, Dzemal (1976), Prilozı Zs Orıjentalnu Fılologıju, Sarejevo:Orıjentalnu Instıtut u Sarejevu. ÇAVUŞOĞLU Mehmet (2003), “Beyit Derken”, Divanlar Arasında, İstanbul: Kitabevi. GÜRGENDERELİ, Müberra (2002), Hasan Ziyâî Hayatı Eserleri Sanatı ve Divanı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. BİLDİRİ KİTABI II ____________________ (2007), Mostarlı Ziyâî Şeyh-i San‘ân Mesnevisi, İstanbul: Kitabevi. İSEN, Mustafa (1994), Künhü’l-ahbârın Tezkire Kısmı, Ankara: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları. KÖKSAL, Fatih (2002), “Eski Şiirimizin Nadide Güzelleri” Türklük Bilimi Araştırmaları Dergisi. MENGİ, Mine (2000), “Divan Şiiri ve Bikr-i Mana”, Divan Şiiri Yazıları,Ankara: Akçağ. TOLASA Harun (2002), Sehi, Latifi ve Aşık Çelebi Tezkirelerine Göre 16.Yüzyılda Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi , Ankara: Akçağ, ZÜLFE, Ömer; BAŞPINAR, Fatih (2011), Ziyâî, Kenzü’l-Esrâr, İstanbul: Hacegan Akademi Kitaplığı. 13 BİLDİRİ KİTABI II SON DÖNEM ÂŞIK ŞİİRİNDE BOSNA BOSNİA İN THE RESENT EPOCH ASHIKS POETRY Münir CERRAHOĞLU1 ÖZET ABSTRACT 20. yüzyıl siyasî ve tarihî olayları içinde II. Meşrutiyet’ten itibaren büyük bir çoğunluğu Osmanlı coğrafyasından kopan Balkanlar, çeşitli yönleriyle Türk edebiyatında ele alınmıştır. Balkanların Osmanlı’dan kopmasıyla başlayan ayrılık sürecinden günümüze Türk edebiyatının hemen her şubesinde farklı cepheleriyle gündeme gelen Balkanlar, aramızdaki tarihî ve kültürel bağlar nedeniyle Türk toplumunda aydın tabakasından sade vatandaşına kadar yakın ilgi odağı olmuştur. Balkan toplumlarının Osmanlı coğrafyasından kopmalarıyla birlikte bu topraklar üzerinde yaşayan özellikle Müslüman halka karşı yapılan baskı, zulüm ve katliamlar Türk halkını derinden etkilemiştir. Bu zulümlerin son halkasını oluşturan 1992’de yaşanan Bosna zulmü ise başta birçok şair ve yazarımızda olduğu gibi yüzyıllardır içerisinde yetiştikleri toplumun duygu ve düşüncelerine tercüman olmuş âşıklarda da büyük üzüntü oluşturmuş yaşanan bu trajedi, zulüm ve soykırımlar karşısında duydukları kızgınlık, öfke ve tepkilerini şiirleriyle dile getirmişlerdir. Yüzyıllardır içerisinde yetiştikleri toplumun duygu ve düşüncelerini dile getiren âşıkların son dönem temsilcileri Bosna’da yaşanan dramı farklı açılardan şiirlerine taşımıştır. Bu bildiri de, yakın tarihimizde sıcaklığını hala yitirmemiş Bosna trajedisi merkezde olmak üzere son dönem âşık edebiyatının temsilcileri arasında yer alan Ozan Nihat, Âşık Temel Turabî, Âşık Feymanî ve Furkanî’nin Bosna konulu şiir örnekleri üzerinde durulacaktır. Bosna Savaşı’nda yaşanan dramatik olayların Türk halkının belleğinde bıraktığı etkiler bağlamında Bosna olaylarının son dönem âşık edebiyatına yansıması ele alınacaktır. Anahtar Kelimeler: Türk edebiyatı, âşık şiiri, Bosna savaşı Within the political and historical events of the 20th century II. A large majority of the Ottoman constitutional monarchy from the geography Knight of the Balkans, discussed various aspects of Turkish literature. The Balkans from Ottoman Turkish literature to the present separation process that begins nearly every gap. Branch came up with different facades of the Balkans, due to historical and cultural ties between the Turkish Cypriot community alone has been the focus of attention as close as simple citizens layer. Balkan communities with breaking out of the Ottoman geography living on this land, especially along Muslim massacres, persecution and repression against the Turkish community deeply affected. This causes the Bosnia in 1992 who created the last ring is especially a lot of cruelty and writer grown in society for centuries, such as feelings and thoughts that the interpreter has been enamored is also great sadness in the face of this tragedy, oppression and genocide have created when they have expressed resentment, anger, and reactions of the poems. Lovers for centuries, voicing the thoughts and feelings of the society they grew up in the late representatives of the drama in Bosnia moved poems from different angles. This paper, the recent history of end stage as the center temperature of the tragedy of Bosnia is still not lost their love of literature in the area between the representatives of Mr Ozan, Love Basic Turabi, will focus on examples of love poems titled Feymanî and Furkanî’nin Bosnia. Effects of the Turkish people had left the memory of the Bosnian War in the context of the dramatic events in the recent events in Bosnia and fell in love with the reflection of literature will be discussed. Key Words: Turkish literature, ashıks poem, the warn in Bosnia 1 Yrd. Doç. Dr., Çankırı Karatekin Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]. 15 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ İkinci dünya savaşından sonra Avrupa’nın en büyük talihsiz olaylarından ve trajedilerinden biri de zulümlerin ve soykırımlarının yaşandığı Bosna Hersek olaylarıdır. “Üç yıldan fazla süren bu savaş sırasında, Uluslararası Kızıl Haç Örgütü verilerine göre Bosna Hersek’te 312 000 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu kayıpların 200 000 kadarı Boşnak halkına ait olup Bosnalılar dünyanın gözü önünde ve Avrupa’nın göbeğinde sistematik bir soykırıma tabi tutulmuştur. Sadece Srebrenica’da olanlar hakkında elle tutulur delillerin varlığı söz konusu olsa da, çok yakın tarihte gerçekleşen soykırımı aydınlatmaya yetmemektedir.” (wikipedia.org, Bosna Soykırımı) (E.T 29.01.2013) Aradan yirmi yıl gibi bir süre geçmesine rağmen Bosna Hersek’teki Sırp zulmü, katliamların acısı, insanlara karşı vahşeti aratmayan uygulamaları hala unutulmamış, uzun yıllarca da unutulacağa benzememektedir. Avrupalının insanı merkeze alan insan sevgisini öğütleyen hümanizm felsefesinin, demokrasi anlayışlarının bir noktada iflası anlamına gelen bu olaylar, Batılının insan hakları kavramına getirdikleri yorumları ve uygulamaları hakkında bir gösterge kabul edilebilir. Bir tek insanına zarar gelmesi durumunda tüm dünya kamuoyunu ayağa kaldıran sözde insan haklarını savunan bu anlayış, Bosna’daki yüz binlerce masum, savunmasız insanın katledilmesi, kadınlarının kirletilmesi karşısında sessiz kalmayı tercih etmiştir. Uluslararası barış, istikrar ve güvenliği sağlama ve korumada birincil derecede yetkili ve sorumlu uluslararası kuruluş olan Birleşmiş Milletlerin (BM) Sırpların Bosna Hersek’e saldırıları, hak ihlalleri ve zulümleri karşısında sessiz kalması, Müslüman Bosna halkına karşı büyük bir çifte standart göstergesi olarak tarih sayfalarında yerini almıştır. Bosna’da 1990’lı yılların başında meydana gelen iç savaş sırasında işlenen savaş suçlarına ve katliamlara karşı Birleşmiş Milletler sistemi etkili bir tutum benimseyememiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra birkaç önemli sınavdan geçen BM sistemi Bosna‘da büyük 16 bir hayal kırıklığı yaşatmıştır. Uluslararası düzenin önemli aktörleri eski Yugoslavya topraklarındaki soykırım ve diğer suçları uzunca bir süre seyretmekle yetinmişlerdir. Örneğin BM ve AB Bosna’daki soykırım konusunda etkili bir tutum benimseyememiştir. Bunun en temel nedeni olarak büyük güçlerin askeri müdahale seçeneğini dikkate almamış olmasıdır. (http:// bilgestrateji.com), (E.T 29.01.2013) Balkanların ortasında yer alan, kültür ve dinlerin kesişme noktasında bulunan ve dünya tarihi açısından önemli olaylara sahne olan Bosna Hersek, Türk halkının gönlünde her zaman özel bir yeri olmuştur. 1463 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından alınması ile başlayan kültürel ve tarihi birliktelik beş asır sürmüş, böylece her iki ülkenin sosyal ve siyasî hayatlarında karşılıklı sağlam ve kalıcı bağlar kurulmuştur. Türk insanı Bosna’yı hemen her dönemde kendisinden bir parça olarak görmüş, tarihin hemen her döneminde bu gönül bağını koparmamıştır. İki ülke arasında kurulan kültürel ve tarihî köprüler günümüze kadar varlığını korumuş, günümüzde de siyaset, güvenlik alanları, ekonomik alan, kültür ve eğitim alanları başta olmak üzere hemen her sahada ilişki ağları genişletilmiş, iki millet tek yürek haline gelmiştir. Bosna halkı ile Türk insanı arasında tesis edilen birlik, beraberlik ve kardeşlik duyguları iki ülke insanı arasında büyük bir sevgi halesi oluşturmuştur. Osmanlı zamanında atılan sevgi ve hoşgörü tohumları, zamanla yaşayan halkların gönlünde yeşermiş, iki ülke insanı arasında, tarihlerinin en zor dönemlerinde bile dost ve kardeşlik bağını koparmamıştır. Müslüman Bosna halkının yanı sıra bu topraklarda yaşayan farklı din ve mezheplere mensup insanların yakın zamanda yaşanan savaşa rağmen değişik vesilelerle Osmanlı’nın hoşgörü ve adaletini dile getirmesi, Osmanlı’dan övgüyle söz etmesi Türk insanının bu coğrafya ile bağının ne denli sağlam olduğunun bir göstergesidir. II. Meşrutiyet’ten itibaren büyük bir çoğunluğu Osmanlı coğrafyasından kopan Balkanlar, çeşitli yönleriyle Türk edebiyatında ele alınmıştır. Balkanların Osmanlı’dan kopmasıyla başlayan ayrılık süreci, Türk edebiyatının hemen her şubesinde farklı cepheleriyle gündeme gelmiş, Bosna ile aramızdaki tarihî ve kültü- BİLDİRİ KİTABI II rel bağlar nedeniyle Türk toplumunda aydın tabakasından sade vatandaşına kadar yakın ilgi odağı olmuştur. Bu ilginin yansıması her iki ülkenin edebiyatında, müziğinde, güzel sanatlarında kendini göstermiştir. Özellikle 1992’de Bosna Hersek’te yaşanan savaşın dramı son dönem aşık edebiyatında işlenmiş savaşın acı yüzü aşık şiirinde çeşitli yönleriyle ele alınmış ve Bosna son dönem aşıklarının da ilgi odağı olmuştur. Böylece Bosna halkının savaşta yaşadığı dram ve Türk halkının Bosnalı’nın dramı karşısındaki duyguları konu edilmiştir. Bu bildiri de, yakın tarihimizde sıcaklığını hala yitirmemiş Bosna trajedisi merkezde olmak üzere son dönem âşık edebiyatının temsilcileri arasında yer alan Ozan Nihat, Âşık Temel Turabî, Âşık Feymanî, Âşık Celalî ve Furkanî’nin Bosna konulu şiir örneklerinden hareketle son dönem âşık şiirinde Bosna konusu üzerinde durulacaktır. Bosna Savaşı’nda yaşanan dramatik olaylar, Türk halkının belleğinde derin izler bırakmış, gerek savaş sırasında gerekse sonrasında Türk halkı maddi ve manevi olarak Bosnalı kardeşlerinin yanında olmaya çalışmıştır. Bosna halkının yaralarının sarılması için gıda, sağlık ve eğitim başta olmak üzere hemen her konuda destek olmaya çalışan Türk milleti her zaman Bosnalı’nın derdini kendi derdi olarak görmüş, onun derdiyle dertlenmiştir. Âşıklar aşk, tabiat, din ve tasavvuf konularının yanı sıra içinde yaşadıkları dönemin tarihî ve sosyal olaylarını da şiirlerinde dile getirmişlerdir. İki millet tek yürek olan Türk ve Bosna kardeşliği âşık edebiyatında önemli bir tema olarak işlenmiş, âşıkların şiirlerinde iki ülke kardeşliğine dair önemli mesajlar yer almıştır. SON DÖNEM ÂŞIK ŞİİRİNDE BOSNA Âşık bir geleneğin sanatçısı olarak aşk ve sevdaya dair en güzel şiirleri terennüm eden, sözleriyle insanlara iyiyi güzeli öğütleyen, çevresinde olup biten sosyal ve tarihî hadiseleri mısralarında işleyen, haksızlık ve zulümler karşısında sözünü esirgemeden tepkisini dile getiren halk sanatçısıdır. Onlar şiirlerinde halkın umutlarını, isteklerini, duygularını, tarihî olayları şiirlerine taşımış, yaşadıkları döneme dair pek çok olay ve hadiseler hakkında bilgiler vermiştir. Âşık, hem döneminde hem de sonraki dönemlerde sesini geniş kitlelere duyurmuş bir halk sanatçısıdır. “Her edebiyat akımı gibi, âşık şiiri de kendi döneminin zihinsel atmosferinin bir sonucu olarak oluşmuştur. Âşık yaşadığı kültürel ortamla iç içedir, âşık şiiri toplumun ihtiyacına bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Âşık destanları Türk milli edebiyat geleneğinin en eski şiir formlarından biridir. Ozan-baksı geleneğinden âşıklık geleneğine ve aşık şiirine intikal etmiştir” (Çobanoğlu 2000: 333) Yaşanan hadiseleri kendi duygu ve düşünce süzgecinden geçirerek mısralarına taşıyan âşıklar hadiselerin halk üzerinde bıraktığı etkiyi ve kendi üzerindeki tesiri şiirlerine taşırlar. “Sanat ürünleri toplumun yapısıyla iç içedir. Her toplumun kendine özgü acıları, sevinçleri, umutları, özlemleri, iç dünyası vardır. Bunlar sanat ürünlerinde dile getirilir. Âşıkların şiirleri yaşadıkları toplumun ortak dünya görüşüne ve değerler sistemine göre şekillenir. Âşıklar halkın duygularını dile getirerek, geniş kitlelere yayarlar.” (Artun 1996: 296) Âşıkların tarihi bir olayı konu alan destanları buna örnektir. Savaşları konu alan destanlarda en dikkati çeken nokta, savaşların toplum üzerinde bıraktığı olumsuz etkilerdir. “Kaybedilen vatan toprakları geride kalan insanların acıları, halkta derin yaralar açar. Bu tür destanlar bir deyişle savaşların halk üzerindeki psikolojisi ve sosyal etkisinin şiirleşmiş bir anlatımıdır.” (Esen 1991: 53) Sırpların 1992- 1995 yılları arasında Bosna Hersek’te yaptıkları zulümler ve soy kırımları son dönem âşık edebiyatında işlenen önemli tarihî konulardan biridir. Bu bağlamda son dönem âşıklık geleneğinin önemli temsilcileri arasında yer alan Ozan Nihat, Âşık Turabî, Âşık İsmetî, Âşık Feymanî, Âşık Celalî ve Âşık Furkanî şiirlerinde Bosna savaşı ile ilgili gördüklerini, duyduklarını ve gönül dünyasında yaşadıklarını, ayrıca savaşın Türk kamuoyu üzerindeki etkisinden hareketle Türk halkınıın duygularını dile getirmiş, Avrupa’nın ve BM’nin yanlı tutumlarını mısralarında eleştirmiş, böylece Bosna olayları karşısında hüzünlerini ve Sırplara karşı öfkelerini mısralarına taşımışlardır. 17 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Savaş Karşısındaki Üzüntüler, Çaresizlikler Ve Tepkiler Dile Getirilir. Âşıkların en önemli görevlerinde biri de evrensel boyutta insanlığın kederlerini haykırmak, problemleri dile getirmek ve onlara tercüman olmaktır. Yaşanan haksızlıklar ve zulümler karşısında sanatının da gücünü kullanarak haksızlık ve zulümlere insanların dikkatini çekmek, yanlı kararları mısralarında eleştirmektir. Bu bağlamda son dönem âşıkları yaşadıkları dönemin en talihsiz olayları arasında yer alan Bosna Savaşı ve Bosnalının yaşadığı dram karşısında içten ve samimi üzüntülerini, kederlerini ayrıca yaşanan talihsiz olaylarla ilgili bir şey yapamamanın verdiği çaresizliklerini şiirlerine taşımışlardır. Âşık İsmeti ve Ozan Nihat yüreklerindeki bu yangını ve kahırlarını şu mısralarla dile getirir. Âşık İsmeti’yim bu sözün aslı Kılıcım kınında çıkmıyor paslı Sen orda kan ağla, ben burda yaslı Yüreğim yanıyor Bosnalı gardaş (Âşık İsmetî Bosnalı Gardaş, http://www.antoloji.com), (E.T: 05.02.2013) Karabağ karardı, Bosna kapkara Kafkaslarda kanar, bir büyük yara Gardaşlarımızın, göz göre göre Vurulup ölmesi kahreder beni (Uğur 2008: 393) sözleriyle Bosna’da yaşanan katliamlar, göz göre göre şehit edilen Bosnalılar için yaşadıkları çaresizliklerine karşı üzüntüleri dile getirir ve kahırlarını ifade ederler. Savaş İki Millet Arasındaki Mücadeleden Çok Bir Planın Parçasıdır. Görünürde iki millet arasındaki mücadele gibi gösterilmeye çalışılan savaş dönemin âşıklarına göre Batılı güçlerin perde arkasında hazırladıkları sinsi planların, döndürülen dolapların bir neticesidir. Âşık İsmetî Bosnalı Gardaş şiirinde bu oyunlara şu mısralarla dikkat çeker: Sözlerinde durmaz oldu hainler Avrupa bunuyor, Bosnalı gardaş. Perde arkasında, sinsi oyunlar Dolaplar dönüyor, Bosnalı gardaş 18 (Âşık İsmetî, Bosnalı Gardaş, http://www.antoloji. com),( E.T:05.02.2013) sözleriyle sözünde durmayan Avrupalı devletleri eleştirir ve Bosna halkı üzerinde bir takım oyunların oynandığına dikkat çeker. Dönemin âşıklarından Ozan Nihat ve Aşık İsmetî, Batılının dünyaya verdiği barış ve kardeşlik söylemlerinin, insanlık derslerinin boş sözlerden ibaret olduğunu hatta bunların pek çoğunun yalan çıktığını, insanlık için gittikleri her coğrafyayı talan ettiklerini geride ise kan ve gözyaşı bıraktıklarını belirtirler: Ne olursa olsun, Bosna denince Yüreğime yazdım, şunu unutmam Batılı ne demek, her şeyden önce Bosna’da belloldu, bunu unutmam (Uğur 2008: 440) Her ne dedilerse o çıktı yalan Nereye varsalar ettiler talan Kan ile gözyaşı geriye kalan Batının yüzünü Bosna’da gördüm. (Âşık İsmetî, Bosnalı Gardaş, http://www.antoloji. com),( E.T: 05.02.2013) mısralarında Batılının gerçek yüzünün Bosna Savaşı’nda açıkça ortaya çıktığı, dünyaya verdikleri kardeşlik ve barış mesajlarının yalan olduğu, dünyanın hangi ülkesine gittiklerde talan ettikleri ve geride ise kan ve gözyaşı bırakıldığı açıklanır ve Batının samimiyetsizliğine vurgu yapılır. İnsan haklarından söz eder sana Batının yüzünü Bosna ‘da gördüm Hiç biri olmadı barıştan yana Batının yüzünü Bosna’da gördüm. (Âşık İsmetî, Bosnalı Gardaş, http://www.antoloji.com), (E.T:05.02.2013) Medenî denilen Avrupa sustu Elbet susar, çünkü zalimin dostu Ne kadar zehiri var ise kustu Orda sergilenen kini unutmam.(Uğur 2008: 441) İnsan haklarından dem vuran Batının Bosna savaşıyla bir samimiyet imtihanından geçtiği, söz konusu Bosna olunca barış nutuklarının sadece verilen beyanlarda kaldığı, savaşı ve dökülen kanı durdurma adına BİLDİRİ KİTABI II hiçbir girişimde bulunulmadığı, böylece Batının gerçek yüzünü gösterdiği açıklanır. Son dönem âşıklarından Aşık Celalî’ye göre Bosna Savaşı’nın temel nedeninde ırklar arası bir mücadeleden çok Müslüman-Hıristiyan mücadelesi olduğu inancı vardır. Küfür ile nurun mücadelesi Sakın Bosna Hersek unutulmasın Haydı gayret sönmesin nur çırası Yakın Bosna Hersek unutulmasın. (Yenitürk 2000: 174) Âşık Celalî’ye göre Bosna’da verilen mücadele tesadüfî mücadele olmayıp etnik bir mücadeledir aynı zamanda küfür ile nurun bir mücadelesidir. Celalî’nin mısralarında Bosna Hersek’in unutulmaması Bosna halkına destek olunması, böylece söndürülmeye çalışılan İslam çırasının yakılması öğütlenir. Türklerin Adaletli ve Hoşgörülü Yönetimine Rağmen Sırpların Bosna Halkına Zulmü Kabul edilemez. Âşıklar mısralarında sık sık Osmanlı’nın Avrupa topraklarında adalet, sevgi ve hoşgörü getirdiğini bunun karşılığında ise ihanete uğradığı telmih edilir. Buna örnek olarak da Sırpların Bosna halkına uyguladığı vahşet ve şiddete isyan belirtilir. Osmanlı getirdi adil adalet Şimdi Osmanlı’ya karşı ihanet Sırplar uyguluyor vahşet ve şiddet Kalkın Bosna Hersek unutulmasın. (Yenitürk 2000: 174) Âşık Celalî mısralarında Osmanlı’nın adaletine vurgu yaparken Sırpların Bosna halkına zulüm uyguladığını ifade eder. Son dönem âşıkları şiirlerinde savaşın zorlukları ve sıkıntıları karşısında Bosna halkına cesaretli olmalarını öğütler ve kendilerinin verdikleri bu onurlu mücadelede yalnız olmadıklarını hatırlatır. Kardeşlerim zoru engeli aşın Ezilen Bosna’ya yardıma koşun Kısasa kısastır sizde bir kurşun Sakın Bosna Hersek unutulmasın. (Yenitürk 2000: 174) mısralarıyla Türk halkına ise ezilen Bosna’ya bir an önce yardıma koşulması gerektiğini dile getirir ve yardım konusunda kamuoyu oluşmasına katkıda bulunur. Nerde insan haklarının barışı Dinmedi akıyor Bosna gözyaşı İnsanlık âlemi vahşete karşı Çıkın Bosna Hersek unutulmasın. (Yenitürk 2000: 174) İnsan hakları ve barışın Bosna’da geçerli olamadığı acı gerçeğinin dile getirildiği mısralarda ise Bosnalı’nın akan gözyaşının hala dinmediğine işaret edilir, insanlık âleminin vahşete karşı Bosna Hersek’e sahip çıkılması istenir. Bosnalı’nın suçunun sadece Müslüman olmasından kaynaklandığı ve insanlık âlemine yaşanan bu olayların bir kara leke olarak kalacağı ve bu vebalden insanlığın kurtulamayacağı söylenir, verilen mücadelenin kutsallığına işaret edilir. Hançerdir Sırpların haçı Kıyılır insanın içi Müslüman Türk olmak suçu Kan ağlıyor Bosna Hersek.(Uğur 2008: 584) Suçları Müslüman olmaktır herhal İnsanlığa kara leke bu vebal Cihat farzdır gel bu farzdan hisse al Hakk’ın Bosna Hersek unutulmasın. (Yenitürk 2000: 175) Tarih neler söyler ibret alana Bütün dünya düşman İslam olana Dedikleri türlü yalan dolana Gafiller kanıyor Bosnalı gardaş. (Âşık İsmetî, Bosnalı Gardaş, http://www.antoloji.com), (E.T:05.02.2013) Tarihi tekerrürlerin olabileceğinin telmih edildiği mısralarda Türk halkına da bir sesleniş vardır ve Bosna olaylarından ibret alınması gerektiği öğütlenir. Bu gün Bosna ise yarın hepimiz Gaflet uykusundan uyanalım biz Manadan habersiz hey maddeci göz Bakın Bosna Hersek unutulmasın. (Yenitürk 2000: 175) Zalim Sırplar solduruyor gülümü Yaşlı kadın, çocukların ölümü Yapılan işkence gaddar zulümü Yıkın Bosna Hersek unutulmasın. (Yenitürk 2000: 175) Gerçek yolu beyenmeli Sırtın Hakk’a dayanmalı Müslümanlar uyanmalı Kan ağlıyor Bosna Hersek.(Uğur 2008: 584) 19 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Bosnalı’nın maruz kaldığı vahşetin bir gün Türk halkının da başına gelebileceği endişesi dile getirilir, manadan habersiz maddeci gözlere gaflette olunmaması, insan hakları, yeni dünya düzeni gibi bazı söylemlere adlanılmaması gerektiği uyarısında bulunulur. Gün Kardeşlik Günüdür Ve Bosna’ya Yardım Eli Uzatılmalıdır. Âşık şiirinde Türk Bosna kardeşliğine vurgu yapılarak günün kardeşlik günü olduğu söylenir ve zaman kaybetmeden Bosna’ya yardım ve kardeşlik elinin uzatılması gerektiği hatırlatılır. Müslüman tok yatma din kardeşin aç Yarası sızlıyor ol merhem ilaç Vicdanların bam telini hedef seç Dokun Bosna Hersek unutulmasın. (Yenitürk 2000: 175) Âşık Celalî mısralarında “Komşusu aç iken yatan bizden değildir” hadisine vurgu yapar, hemen yanı başımızda sızlayan yaraya merhem olunmasını öğütler. Türk insanının gönlüne Bosna halkı her zaman dostluk ve kardeşlik duygularıyla yer etmiş, yaşadığı en son savaşta yardımına koşmuştur. Dostun dosta sahip çıkmak görevi Kurulsun yuvası yapılsın evi İnşa için her biriniz bir çivi Çakın Bosna Hersek unutulmasın. (Yenitürk 2000: 175) Halkın bu konudaki duygularını dile getiren Celali dostun dosta sahip çıkmasının önemli bir görev olduğunu yuvaların ve evlerin yeniden kurulup inşa edilmesinde her bir Türk vatandaşının görev alması gerektiğini söyler. Savaşın Soğuk korkunç yüzü, yaşanan zulüm ve vahşetler mısralarda ifade edilir. Kendisini bir Bosnalı gibi görüp bir Bosnalı yüreğiyle duygularını dile getiren Turabî mısralarında savaş sırasında Bosna halkının yaşadığı zorluklara, zulümlere tercüman olur, savaşın acımasız ve korkunç yüzünü şu sözlerle dile getirir. Ben Bosnalı mülteciyim kan gölünde yüzüyorum Kızımın gelinliyine vas’yetimi yazıyorum Bir kolum yok bir ayağım sürünerek geziyorum Yirmi beş ay feryat ettim imdadıma gelen yoktur Bu ne biçim insanlıktır gözyaşımı silen yoktur. (Saran vd. 1998: 139) 20 Yirmi beş ay süresince kan gölüne dönen Bosna sokaklarında bir mülteci gibi hayalen gezinen âşık, kan gölüne dönen Bosna sokaklarında adeta kan gölü içinde yüzdüğünü, kızının gelinliğine vasiyetini yazdığını, kolu ve ayağı olmadan sürünerek gezdiğini, feryat ettiğini ancak imdadına gelenin olmadığını söyler. Turabî, gözyaşını silmeyen, yardımına koşmayan insanlığa isyan eder. Umut teselli veren yok ağlanacak hâlim var Genç kıza korkunç tecavüz anneye dehşet zulüm var Bu çemberde Müslüman acımasızca zulüm var Sokaklar cesetle doldu gelip sahip olan yoktur Tabutları siper yaptık gelip cenazeyi kılan yoktur. (Saran vd. 1998: 139) mısralarıyla Bosna sokaklarının cesetlerle dolu olduğunu, acımasızca zulüm ve işkencelerin yapıldığını, genç kızlara ve annelere insanlık dışı davranıldığı anlatır; adeta tabutların siper olarak kullanıldığını, cenazelerin alınmasına bile imkân tanınmadığını açıklar. İçerde dışarda hep ölüm kokar Çocuklar vurulur devletler bakar O dökülen kanlar sel gibi akar Işıklar sönüyor Bosnalı gardaş. (Âşık İsmetî, Bosnalı Gardaş, http://www.antoloji.com), (E.T:05.02.2013) Yankılanıp Saraybosna’dan gelen Acı acı semalara yükselen Duyunca, insanın bağrını delen Feryadı, çığlığı, ünü unutmam.(Uğur 2008: 441) Çoluk çocuk hep perişan Kan ağlıyor Bosna Hersek Seller gibi akıyor kan Kan ağlıyor Bosna Hersek. (Uğur 2008: 583) Ekranda görmüştüm, Sırplı bir tazı Kirletmişti masum, küçücük kızı İçim parçalandı, neydi o sızı Hiçbir zaman ben o anı unutmam. (Uğur 2008: 441) Yankılanıp Saraybosna’dan gelen Acı acı semalara yükselen BİLDİRİ KİTABI II Duyunca, insanın bağrını delen Feryadı, çığlığı, ünü unutmam. (Uğur 2008: 441) Harabeye döndü köyler bucaklar Şehitlerin salı oldu kucaklar Söndürüldü yüz binlerce ocaklar Katledilen bunca canı unutmam. (Uğur 2008: 441) Haçlı ordusunun cengi değişti Sivil halkı vurdu, dengi değişti Masmavi suların rengi değişti Oluk oluk akan kanı unutmam. (Uğur 2008: 441) Âşıkların dizelerinde savaşın korkunç yüzü tüm gerçekliğiyle ifade edilir. Ölüm kokan Bosna’da çocuk, yaşlı demeden insanların vurulması, Bosnalı şehitlerin kanlarının sel gibi akması, aile ocaklarının sönmesi bir bir anlatılır; dünyaya insanlık ve medeniyet dersi vermeye kalkan devletlerin yaşanan vahşet karşısında sessiz kalmasına duyulan öfke dile getirilir. Birleşmiş Milletlerin Yanlı Politikası Eleştirilir. Birleşmiş milletlerin Bosna savaşındaki sessizliği, uygulanan ambargolar bir çifte standart olarak görülür bir haçlı düşüncesiyle Hıristiyanlığın Müslümanlığa karşı mücadelesi olarak yorumlanır. Birleşmiş Milletler, çizgiden saptı İnsan haklarını çiğnedi, tepti Kara dinli kâfir, vicdansız kipti Butros Gali var ya, onu unutmam. (Uğur 2008: 442) Piyon milletler birleşmiş kiliseyi kurmak için Haçlılar sefere çıkmış minareyi kırmak için Katil ordu silahlanmış bebekleri vurmak için Benim gözüm yolda kaldı ambargoyu delen yoktur Öldüyüme gam yemem de benim gibi ölen yoktur. (Saran vd. 1998: 139) BM’nin kuruluş amacına hizmet etmemesi, insan hakları çiğnenmesine rağmen sessizliği, dönemin BM Genel Sekreteri Butros Gali’nin yanlı tutumu, Bosna’ya karşı alınan ambargo kararı eleştirilir. Batılı Milletlerin Yanlı Politikası Eleştirilir. Âşıklara göre Batılı ülkelerin savaş karşısında sessiz kalmalarının diğer bir nedeni de Bosna’da çıkar ilişkilerinin bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Aşıklar ayrıca yüz binlerce Müslüman kaybı karşısında İslam dünyasının sessizliğine de bir anlam veremez. Bosna’da çıkar olsaydı yağmacılar gelirdi Elimize silah verip savunmaya kalırlardı On tane hayvan avlansa ona mâni olurlardı Yüz binlerce Müslüman’ın kaybını bilen yoktur İslâm dünyası uyuyor Turabî de yalan yoktur. (Saran vd. 1998: 139) Furkanî ise Bosna Hersek’in Azerbaycan’ın kan ağlamasına dünyanın dört bucağını kan bürümesini ve bunun karşısında ise dertlenilmesini ve ah çekilmesini ister. Bosna, Hersek, Azerbaycan, Dünyayı bürüdü bir kan. Ah çekerek derdine yan. Tüm Sırbistan kan ağlıyor. (Boyraz 2010: 278) Son dönem âşık şiirinde Bosna’da yaşanan dramı, insanlık ayıbını ve vahşeti dile getiren önemli ozanlardan biri de Ozan Nihat’tır. Bosnalı’nın derdini kendi derdi gören ozan şiirlerinde işlediği konularla Bosna Hersek’te yaşanan insanlık ayıbını dile getirir. Karabağ’ım karaları bağlıyor Bosna Hersek yürekleri dağlıyor Çeçenistan, Kırım, Kerkük ağlıyor İslam âlemini güldür Ya Rabbi.(Uğur 2008: 458- 459) Bosna Hersek başta olmak üzere Karabağ, Çeçenistan, Kırım ve Kerkük gibi zulüm altında inleyen İslam âleminin yüzünün gülmesi, akan kan ve gözyaşının dinmesi temenni edilir. SONUÇ Sonuç olarak Türk milleti ile arasında derin tarihî ve kültürel bağları bulunan Bosna Hersek her zaman Türk halkının yüreğinde ve gündeminde yerini korumuştur. Yaklaşık altı asra yakın süren bu kültürel ve tarihi birliktelik her dönem canlı kalmış, her iki ülke arasında içtimaî ve siyasî hayatlarında karşılıklı sağlam ve kalıcı bağlar kurulmuştur. Türk insanı Bosna’yı hemen her dönemde kendisinden bir parça olarak görmüş, tarihin hemen her döneminde bu gönül bağını koparmamıştır. Bu sevgi bağı temelinde Bosna halkının her zaman Türk sosyo-kültürel 21 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ve siyasî hayatında önemli bir yeri olmuştur. Son dönem aşık edebiyatında Bosna özellikle 1992’de yaşadığı savaş önemli bir konu olarak ele alınmış, savaşta yaşanan trajediler, zulümler ve soykırımları değişik açılarla işlenmiştir. Âşıklar şiirlerinde Bosna’da yaşanan dram karşısındaki kızgınlıklarını, öfkelerini ve savaşla ilgili düşüncelerini şiirlerinde dile getirmişlerdir. Bu bağlamda aşıklar savaş karşısındaki üzüntülerini, çaresizliklerini ve tepkilerini ifade etmişlerdir. Bosna savaşının iki millet arasındaki bir mücadeleden ziyade Batılı güçlerin sinsice hazırladıkları planın bir parçası olarak görmüşlerdir. Türklerin Balkanlardaki adaletli ve hoşgörülü yönetimine rağmen Sırpların Bosna halkına karşı işlediği insanlık suçu karşısında kızgınlıklarını ve öfkelerini ifade etmişler, savaşın soğuk ve korkunç yüzünü, yaşanan zulüm ve vahşeti mısralarında dile getirmişlerdir. Batılı ülkelerin soykırım karşısındaki sessizliklerinin çıkar ilişkisinin bulunmadığından kaynaklandığı açıklamışlar, Birleşmiş Milletlerin yanlı politikasını eleştirmişlerdir. Kardeşliğin önemine vurgu yapan aşıklar Bosna’ya yardım elinin uzatılmasını öğütlemişlerdir. K AY N A K Ç A Artun, Erman. Günümüzde Âşık Geleneği Ve Âşık Feymanî, Adana, Hakan Ofset, 1996 Boyraz, Şeref. Furkanî’nin Şiir Evreni Bağlamında Bir Monoğrafi Denemesi, Akçağ Yayınları, Ankara, 2010 Çakmak, Cenap. Atılgan, Cansu. BM Bosna Soykırımı ve Küresel Adalet. Bilgi Stratejisi. C.4. S. 7. http://bilgestrateji.com (E.T 29.01.2013) Esen, Ahmet Şükrü. Anadolu Destanları. Ankara. Kültür Bakanlığı Yayınları. 1991 Namlı, Abdulkadir. (Âşık İsmetî), Bosnalı Gardaş, http://www.antoloji.com, (E.T:05.02.2013) Saran Şevket, Soysal İsmail. Erzurumlu Âşık Temel Turâbî. Tunalı Matbaası, Karacabey/ Bursa. 1998 Yenitürk, Celal. Gönül Gözü-II, Bakanlar Matbaacılık, Van, 2000: 175 UĞUR, Fidan: Denizlili Âşık Ozan Nihat, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, 2008 wikipedia. org, Bosna Soykırımı (E.T: 05.02.2013) 22 BİLDİRİ KİTABI II “MARTI” ROMANININ TÜRKİYE TÜRKÇESİNE ÇEVRİLMESİNDE ÇEVİRİ SORUNLARI INTERPRETATION PROBLEMS WITHIN THE NOVEL “SEAGULL” INTO TURKEY TURKISH Murat DEMİREKİN 1 ÖZET ABSTRACT Bir kaynak dildeki eser hedef dile aktarılırken bir takım çeviri sorunları ile karşılaşılmaktadır. Bu sorunlardan biri olan çeviride eşdeğerlik kavramı, kaynak bir dildeki anlatımın başka bir dilde aynı derinlikte yeniden canlandırılma gayreti olarak tarif edilebilir. Bu çalışmada bir dildeki çağrışımların bir hedef dile tam olarak ne ölçüde aktarılabileceği tartışılmıştır. Karşılaşılan çeşitli çeviri sorunları ile nihayetinde eşdeğere yakın bir çeviri yapılırken metinlerin özünü ve biçimini değiştirmeden Türkçeye aktarma kaygısı ile yeniden ortaya konulması süreci özetlenmiştir. Ayrıca kaynak dil İngilizceden hedef dil Türkiye Türkçesine yapılan çevirilerde karşılaşılan kuramsal ve pratik sorunların Richard Bach’ın “Martı” isimli romanı üzerinde karşılaştırmalı çözümlemeleri yapılmış ve bu sorunlara çözüm önerileri sunulmuştur. Son olarak, belirlenen çeviride eşdeğerlik sorunları ve farklılıklar sınıflandırılmış buna göre de çözüm stratejileri sıralanmıştır. Çalışma sonunda kaynak dil ile hedef dil arasındaki kelime, şekil ve anlam farklılıklarından ötürü yüzde yüz çevirinin mümkün olamayacağı tespit edilmiştir. Anahtar Sözcükler: Çeviride eşdeğerlik, Richard Bach, Martı, kaynak ve hedef dil Some problems are encountered in translation while transferring a work of art in a source language into a target language. The concept of equivalence, which is stated among the problems of translation, can be described as the effort to enable a revival of the source language expressions with the same depth of senses in the target language. In this study, it is discussed to what extend the expressions in a source language are transferable into a target language with their exact senses. Interpretation problems faced were summarized within the process of translating the source texts without spoiling their senses and forms so as to reach the meanings close to their equivalents in Turkey Turkish. In addition, the theoretical and practical problems encountered during the interpretation from English, the source language, into Turkey Turkish, the target language, a comparative analysis was done in the novel “Seagull” by Richard Bach and some solutions were offered for the problems. Finally, the interpretation problems of equivalence and the varieties identified were classified and the strategies for solutions were offered accordingly. In the end, it was determined that a hundred percent equivalence is impossible due to the differences in words, form and meaning, between the source and target languages. Keywords: Equivalence in interpretation, Richard Bach, Seagull, source and target languages 1 Öğr.Gör.Aksaray Üniversitesi Egitim Fakultesi, [email protected] 23 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ İnsanlar öteden beri duygu ve düşüncelerini sözlü ve yazılı olarak ifade etmeye çalışmıştır. Toplumların hayatında önemli yeri olan birçok yazılı eser ise zaman içerisinde diğer dillere de çevrilmeye başlanmıştır. Türk topluluklarının dili olan Türk dili tarih boyunca yayıldığı çok geniş coğrafyada birçok farklı dille yakın ilişki içinde olmuş; güç yitirmek bir tarafa, daha da güçlenerek varlığını devam ettirmiştir. Bununla birlikte hedef dil boyutu ile Türk dilindeki çeviri sorunları Türk lehçeleri arası aktarma sorunlarının ötesinde, farklı dil ailelerindeki dillerden eserlerin Türkçeye çevrilmesi açısından Türkoloji çevrelerinde pek yer bulamamıştır. Oysaki köklü bir kültür ve edebiyat dili olarak milyonlarca konuşucuya sahip olan Türk dili, bugün konuşma dili, yazı dili, eğitim dili gibi Balkanlardan Uzakdoğu Asya’ya kadar çok kültürlü düzlemlerde canlılığını en etkili bir şekilde devam ettirmektedir. Bu amaçla çalışmamızda Mona Baker’ın (1992) çeviride eşdeğerlik tasnifi dayanak alınarak eserdeki çeviri sorunları bu kapsamda ayrıntılı örneklerle açıklanmaya çalışılmıştır Ayrıca, Türk diline yapılan çevirilerde çeviri sorunlarının daha iyi anlaşılması için karşılaştırma yöntemine başvurarak Richard Bach’ın Türkiye Türkçesine çevrilen Martı romanının iki farklı baskısı üzerinde yapılan incelemeler yapılmıştır. Elde edilen verilere dayanarak Çeviri bilim ve çeviride yaklaşımlar ışığında çeviri etkinliği yaparken nasıl sorunlar oluştuğu izah edilmiş, çeşitli anlam kaymaları üzerinde durulmuştur. 1. Ç E V İ R İ İ L E İ L G İ L İ G E N E L BİLGİLER Çeviri etkinliklerinin geçmişi dillerin tarihi kadar eskiye dayanır. İnsanlar başka dilleri konuşan ve yazan insanlarla anlaşma ihtiyacı duymuşlar çevirmenler ortaya çıkmıştır. Öteden beri çeviri etkinliği ile uğraşan çevirmenler de doğal olarak hep çeviri uygulamalarının içinde diller arasında köprü görevi ile yer almışlar- 24 dır. Her çevirmen kendi bilgi birikiminden izlenimleri yansıtarak satır aralarına yerleştirdiği genel kültür bilgieri ekseninde kaynak metinlere hedef dilde yeniden hayat vermiştir. 1.1. Çevirinin Tanımı Çeviri ile ilgili olarak Türk Dil Kurumu (2005) sözlüğünde şu bilgilerle karşılaşılmaktadır: Çeviri, 1. “Bir dilden başka bir dile aktarma, çevirme, tercüme”; 2. “Bir dilden başka bir dile çevrilmiş yazı veya kitap, tercüme; (İng. translation)” 3. “Bir dilden bir dile yapılan aktarma, bir yapıtın başka bir dile aktarılması; Osm. tercüme bir yapıtın, bir dilden başka bir dile aktarılması” işlemidir (s. 419). En basit tanımıyla çeviri, bir dilde yazılı ve sözlü ifadeleri bir başka dile aktarma eylemidir. Bu tanıma ek olarak pek çok sayıda çeviri tanımı değişik bakış açılarıyla ilgili alan yazınlarında yer almaktadır. Öte yandan çevirinin tanımının yanı sıra yapılan çevirinin niteliği de ayrı önem arz etmektedir. Bundan ötürü, bu tanımla yetinmeyip özellikle çeviri ile yakından ilgilenen dilbilimcilerin ve çeviri bilimcilerin tanımlarına göz atmakta yarar vardır. Türkiye’de çeviri alanının öncülerinden Akşit Göktürk (2011) ise çeviri için şunları söylemektedir: “Çeviri, yalnızca anlamın yabancı bir dilden tanıdık bir dile aktarılması değildir. Her dil belli bir kültürün göstergeler dizgesiyle, belli uzlaşmalar, töreler, davranışlar, değer ölçüleriyle, kısacası somut insan yaşamıyla iç içedir. Bu yönüyle çeviri, başka dillerin tanımladığı başka dünyaların tanıtılmasıdır. İnsanın kendi yaşam çevresi dışındaki olgularla düşleri bilme çabasının bir sonucudur çeviri. Değişik toplulukların, ulusların bilim, sanat, düşünce alanındaki çabalarını birbirleriyle paylaşabilme yoludur. Bu yönüyle de tek tek diller ötesinde bir ortak dildir çeviri, dillerin dilidir.” (s. 16). Çeviri tanımlarını genel olarak değerlendirdiğimizde, genel geçer, üzerinde karar kılınmış, yaygın tek bir tanımın olmadığı anlaşılmaktadır. Bunun temel neden ise diller arası karşılıklı çeviride mutlak birebir BİLDİRİ KİTABI II örtüşmeden söz edilememesidir. Tüm uyuşmazlıklara rağmen kaynak metni hedef okura kendi hayal dünyasındaki unsurları, kaynak kültürdeki aynı algı ve işlevleri hissettirebilecek biçimde yani mümkün olduğunca “eşdeğer” bir etkiyle sunabilmektir. 1.2. Çeviri veya Aktarma Ortak dil ailelerini paylaşan lehçeler arası yapılan araştırmalar sonucunda, diller arası ve lehçeler arası karşılaştırmalarda çeviri ve aktarma kelimeleri arasında bir ayrımın da yapılması ihtiyacı ortaya çıkmıştır. TDK sözlüğüne göre “Aktarma” a. 1. Aktarmak işi. 2. ed. Alıntı. 3. İng. Excerpt, bir yapıtın bir bölümünü ya da tümünü bir başka yapıta değiştirmeden alma demektir. Ünal Zal (2010) lehçeler arası aktarma yaparken zaman zaman hedef metnin kaynak metinden bağımsız olarak kontrol edilip hedef metinde herhangi bir yönden bozukluk olup olmadığından emin olunması gerektiğini belirtir. Çünkü lehçeler arası aktarma hatalarından bir kısmı sadece hedef metne bakılarak bile tespit edilebilmektedir (s. 431). İster lehçeler arası aktarma olsun ister diller arası çeviri olsun “eşdeğerlik” odaklı sorunlar ve bu sorunların niteliği öteden beri tartışma konusu olmuştur. Bu bağlamda eşdeğerliği sağlayabilmek maksadıyla biçim ile içerik, bağımlı ve serbest çeviri, kaynak dil ile hedef dil üslubu, kaynak metin ile hedef metin arasındaki farklılıklar veya benzerliklerin çeviriyi ne ölçüde etkilediği gibi hususlar da zihinleri meşgul etmiştir. Ayrıca bütün bu hususlardan çeşitli metin türleri ile çeviri tekniğinin belirlenmesinde ne şekilde yararlanılabileceği de günümüzde “eşdeğerlik” çalışmalarının yönünü tayin etmektedir. 1.3. Çeviri Sorunları ve Çeviride Eşdeğerlik Herhangi bir kaynak dilden hedef dile çeviri etkinliği gerçekleştirilirken ortaya çıkan sorunlar ve bu sorunlara yönelik muhtemel çözüm önerileri öteden beri tartışılan bir konudur. Aynı şekilde bir çevirinin “biçim veya içerik odaklı” ya da “sadık mı yoksa serbest mi” olacağı konularında çeşitli tartışmalar hep süregelmiştir. Çeviri alanına ilişkin belirginleşen çeşitli sorunlar ve çevirinin disiplinler arası boyutuyla ele alınması zorunluluğundan ötürü bu alanda ortaya çıkan sorunların bir ölçüte bağlanması gereğini beraberinde getirmiştir. Bu kapsamda çeviri kavramının tezahür etmesinden itibaren dilbilimciler ve çeviri bilimciler tarafından en çok tartışılan konulardan birisi de “eşdeğerlik” meselesidir Çeviri bilim alanında en tartışmalı kavramlardan olan “eşdeğerlik” olgusu, çeviri bilimin gelişim süreci içerisinde hem dilbilimciler hem de çeviri bilimciler tarafından birbirinden oldukça farklı kuramlarda çerçeveye oturtulmaya çalışılmıştır. Genel anlamda “eşdeğerlik” kavramından bir dildeki bildirinin hem içerik hem de biçim yönünden mümkün olan en az anlam kaybı ile başka bir dile aktarılması anlaşılmaktadır. Öte yandan “eşdeğerlik” kaynak dil metni ile hedef dil metni arasında sözcük ve sözdizimi yönünden yeterli düzeyde “denklik” kurma ve bununla birlikte kaynak dildeki bir iletiyi anlam, işlev ve üslup bakımından hedef dile en doğal biçimde yansıtma işlemi olarak da ifade edilebilir. Çeviride sorun teşkil eden konulardan bir diğeri de yanlış yorumlamalar sonucunda oluşan çeviri kayıplarıdır. Mehmet Demirezen (1991), “Çeviride Kayıplar Sorunu” isimli Halide Edip Adıvar ve Vahit Turhan’ın birlikte yaptığı çeviri ile sonrasında başka bir çevirmen Orhan Burian’ın çevirisindeki farklılıklara dikkat çektiği makalesinde şöyle der: “Çeviride kayıplar kaçınılmazdır. Zaten kayıpsız çeviri yapmak imkânsızdır. Çevirmen, metinlerde geçen sözcüklerin eski anlamlarına da dikkat etmelidir, artık kullanılmayan yan anlamlar çeviride hasar oluşturur” (s. 120). Demirezen daha sonra aşağıdaki çarpıcı örneği verir: “Hamlet’ten bir örnek alalım. Kraliçe, Hamlet Leartes ile düello yaparken, oğluna şöyle sesleniyor: ‘He’s fat and scant of breath, Here, Hamlet take my napkin, rub thy brows’ Halide Edip Adıvar ve Vahit Turhan, bu dizeleri şöyle çevirmişler: ‘Hamlet şişman, nefesi kesiliyor Buraya gel Hamlet, şu mendili al da terini sil.’ (Adıvar ve Turhan 1943, s. 115). 25 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Buradaki tuzak sözcük “fat”tir. Shakespeare zamanında “fat”sözcüğü “terlemiş, terden sırılsıklam olmuş” anlamına gelirdi, ama bugün bu anlam yitirilmiştir. Sonraları, Orhan Burian (s. 185) bu yanlışı düzeltir: ‘Terledi, hem soluğu tükendi; Bana bak Hamlet, mendilimi al da terini sil’ Her zaman olduğu gibi, çeviride de dikkat başarının yarısıdır. Dikkatsiz çevirmenler, kaynak metni bazı nedenlerle yanlış okuyarak ya da yorumlayarak bireysel anlam kaydırmaları yaparlar (Alıntılayan Demirezen, 1991, s. 121). Türkçenin kendine özgü ses ve imgeleri, nüansları vardır. Bu bakımdan Türkçe bir sözcüğün İngilizcede eşdeğerini bulmak da pek kolay olmasa gerektir. Örneğin Divan şiiri özelliklerini, tasavvuf felsefesini bilmeyen bir çevirmenin “can” sözcüğünü “darling, soul, life, spirit, heart” gibi sözcüklerden hangisine eşdeğer sayacağına karar vermesi çok zor gelebilir. Aynı şekilde Hacı Bektaşî Veli’nin “Gelin canlar bir olalım, iri olalım diri olalım” dizesindeki “can” ile Mehmet Akif ’in geçen “Canı cananı bütün varını alsın da Hüda” dizesindeki “can”ın nasıl çevrileceği de aynı şekilde sorun yaratabilir gibi görünmektedir. Eşdeğerlikle ilgili bahsi geçen çeşitli yaklaşımların tümünde de ortaya çıkan ortak husus, herhangi bir eser aracılığı ile kaynak metindeki okurun zihin dünyasında oluşacak imgelerin aynısının hedef metnin okurunda nasıl oluşturulacağı, dolayısıyla da eşdeğerliğin nasıl sağlanacağı meselesidir. Bu noktada yapılması gereken çeviri sorunlarının çözümlerine yönelik stratejiler sunan tasniflere değinmektir. Bu amaçla çalışmamızda çeviri bilim alanındaki öne çıkan stratejiler ile çalışmamıza konu olan Martı adlı eserdeki çeviri sorunlarını sınıflandırırken esas alınan Mona Baker’in (1992) eşdeğerlik tasnifini detaylı irdelemekte yarar vardır. 2. Ç E V İ R İ D E E Ş D E Ğ E R L İ K S T R AT E J İ L E R İ M O N A B A K E R ’ İ N TA S N İ F İ VE Eşdeğerliğin çok boyutlu sağlanabilmesinin ön şartı aynı zamanda çeviri sorunlarının da çok yönlü ele alına- 26 rak çözüm stratejileri geliştirilmesi ile mümkün olabilir. Ancak eşdeğerlikle ilgili karşılaşılan zorluklara getirilen çözüm stratejilerinden bazen hiçbiri gerçek manada eşdeğerlik olgusuna ulaşmaya imkân tanımayabilir. Eşdeğerlik kavramıyla ilgili yapılan pek çok çalışmada bu kavramın sık sık farklı sıfatlarla incelendiği görülür. Roman Jakobson (1959), eşdeğerlik sözcüğünü “durumsal” sıfatı ile nitelendirirken John C. Catford “metinsel” eşdeğerlik boyutları ile ele almaktadır. Peter Newmark (1988), Basil Hatim ve Ian Mason (1990) gibi çeviri bilimciler de eşdeğerlik kavramını “sözcük, metin, kullanım ve söylem düzeyinde eşdeğerlik” gibi çeşitli tasnifler kullanarak incelemişlerdir. Bununla birlikte, bize göre çeviride eşdeğerlik düzeylerini daha derli toplu bir bütün hâlinde ele alan çeviri bilimci, Mona Baker (1992) olmuştur. “In Other Words (Diğer Bir Deyişle)” adlı kitabında Baker, hiç yabancı dil bilmeyen insanlardan en profesyonel çeviri bilimcilere kadar herkesin yararlanabileceği teorik açıklamalar ve pratik örneklerle çeviri bilim alanındaki pek çok soruna çözüm stratejileri sunmaktadır. Baker eşdeğerlik kavramını çevirinin hemen hemen tüm farklı boyutlarını da kapsayacak biçimde irdelemiştir. Çalışmamızda da esas alınan Baker’in tasnifi, kaynak dil ve hedef dil arası eşdeğerlik sağlamakta karşılaşılan sorunları hem dilbilim bazında hem de iletişimsel amaçlı çeviri yaklaşımları açısından karşılaştırmalı örneklerle inceleyerek diğer tasniflere göre daha bariz bir yol izlemektedir. Baker (1992), çeviride eşdeğerliği beş grup hâlinde sınıflandırmaktadır: “Kelime düzeyinde eşdeğerlik (Equivalence at word level)”, bizatihi kelimelerin eşdeğerliği; “Kelime düzeyi üstü eşdeğerlik (Equivalence above word level)”, kelime ve kelime gruplarının birleşimlerindeki eşdeğerlik; “Dilbilgisel eşdeğerlik (Grammatical equivalence)”, dil bilgisi sınıflandırmalardaki eşdeğerlik; “Metinsel eşdeğerlik (Textual equivalence)”, kelime dizilimleri, uyumlar ve metin bazında eşdeğerlik; “Kullanımsal eşdeğerlik (Pragmatic equivalence)”, yazarlar, okuyucular ve çeşitli kültürel bağlamlar içinde iletişimsel maksatlarla metinlerin ne şekilde kullanıldıklarını inceleyen eşdeğerlik düzeyidir. BİLDİRİ KİTABI II 2.1. Kelime Düzeyinde Eşdeğerlik Sözcük, “dilin tek başına kullanılabilen en küçük birimi” (Baker, 1992, p. 11) olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım doğrultusunda sözcük, dilin anlam taşıyan en küçük birimi olan “bağımlı morfem”den ayrılmaktadır. Bağımlı morfemler, tıpkı sözcükler gibi anlam taşımalarına rağmen bağımlı yapılardır. Başka birimlerle birlikte kullanılmadan “işe yaramayan” dilsel ögelerdir (Suçin, 2007, s. 46). Örneğin “acceptable” (kabul edilebilir)” ifadesi , “accept (kabul etmek)” ve “- able (-e bilmek)” olmak üzere iki ayrı morfemden (biçim birim) oluşur. İlkini kendi başına ifade etmek mümkün iken ikinci morfem tek başına bir anlam ifade etmemektedir Aksan (2000) bu konudaki görüşünü şöyle belirtmiştir: “Dilbilimi açısından, bir kelimenin anlamının öteki kelimelerle meydana gelecek birleşmeler sonucunda anlaşıldığını belirten bir bilgin bir kelimenin bütün bu birleşmelerinin toplamının onun dil içinde sözlük anlamı olarak yer almasını sağlar” (s. 72). 2.2. Kelime Düzeyi Üstü Eşdeğerlik Kelime düzeyi üstü eşdeğerlik sorunlarına eşdizimlerin de yer aldığı kelime öbeklerinin birleşimleri ile deyimsel ifadelerde rastlanmaktadır. Eşdizimlik (collocation) terimine bakıldığı zaman dilbilimciler tarafından farklı tanımlar getirildiği görülmektedir. Bu terimi ilk olarak kullananlardan John Rupert Firth’e göre (1957) eşdizim “kelimeleri bir arada tutan ortaklıktır”. Başka bir deyişle sözcüklerin birbirleri ile olan çağrışım ilişkileridir (p. 31). Örneğin “have” fiili sözlükte “sahip olmak” anlamında yaygın bir şekilde kullanılırken “have breakfast” olarak bir birliktelik oluşturduğunda bu anlamını kaybederek “kahvaltı yapmak” kavramı ile hedef dilde ifadesini bulur. To sit in a chair : Bir sandalyeye oturmak High chair : Bebeğin mama iskemlesi Chair of sociology : Sosyoloji bölüm başkanı Chairman of meeting: Oturum başkanı To chair the meeting: Oturuma başkanlık etmek Temel anlamları dışında kendilerine özgü anlamları olan deyimler, çoğu zaman aynı sözcük ve dil bilgisi yapılarıyla başka dillere eşdeğer karşılıklarıyla çevrilemezler. Örneğin, İngilizcede “It’s raining cats and dogs” ifadesi kelimesi kelimesine Türkçeye çevrildiğinde: “Kediler ve köpekler yağıyor” biçiminde Türkçede anlamsız bir cümle ile karşımıza çıkar. Ancak sözlük anlamı ve İngilizcedeki kalıplar göz önüne alındığında bu deyim “Bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor” şeklinde eşdeğer karşılığı ile hedef dil Türkçeye aktarılabilmektedir (Demirekin, 2012, s. 2238). 2.3. Dilbilgisel Eşdeğerlik Bu eşdeğerlik düzeyi, dillerin dilbilgisel kategorileri arasındaki farklılığa atıfta bulunmaktadır. Baker’a göre (1992) dillere ait dil bilgisi kuralları arasında değişiklikler olduğundan kaynak dilin doğrudan eşdeğerini hedef dilde bulmak güçleşir. Dahası, bu yapısal farklılıktan dolayı, kaynak dildeki bilgi veya mesaj hedef dile geçerken önemli yapısal değişikliklere uğrayabilir (p. 85). Dilbilgisel eşdeğerlik düzeyi, temelde kaynak ve hedef dilin dilbilgisel sınıflandırmaları arasındaki farklılıklar üzerinde durur. Özellikle farklı dil ailelerindeki dillerin dil bilgisi kaideleri çeviri etkinliğine uyarlanırken değişikliklerle yüz yüze gelindiğinden, kaynak dilin tam olarak eşdeğerini hedef dilde bulabilmek de zorlaşmaktadır.. Her ne kadar birçok dilde olduğu gibi her isme ait erillik dişilik tamlayıcıları bulunmasa da İngilizcede şahıs zamirlerinde ayrımlar yapılmıştır. Bu ayrım Türkçe cümlelerde üçüncü tekil şahıslar eril, dişil ve cansızlarda net olarak yapılmamıştır. İngilizceTürkçe -He slept on the sofa -O (erkek) kanepede uyudu -She slept on the sofa -O (kız) kanepede uyudu -It slept on the sofa -O (kedi) kanepede uyudu Yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi “he, she ,it” kişi zamirlerinin Türkçede İngilizcedeki gibi ayrım yapılmış üç 27 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ayrı karşılıkları olmadığından, üçüncü tekil şahısların hepsi birden “O” zamiri verilmekte bu da doğal olarak çeviride karmaşaya neden olmaktadır. 2.4. Metinsel Eşdeğerlik Metinsel eşdeğerlik, kaynak ve hedef dildeki metinlerin bilgi ve tutarlılık açısından eşdeğer olmasını ifade etmektedir. “Metin dokusu” çeviride oldukça önemli bir unsurdur, çünkü çevirmene özgün bir bağlamda hedef kültür okuru için kendi içinde bağıntılı ve ilintili bir metin üretme çabası ile kaynak metnin bariz bir şekilde anlaşılması ve çözümlenmesine yardımcı olur. Metin dokusuna göre bir çeviri işlemi gerçekleştirirken çevirmene üç ana etmenin bilgisi yol gösterecektir: Hedef okur, çevirinin amacı ve metin türü. Metinsel eşdeğerlikte özellikle de özne ve yüklem vurguları (theme and rheme) ön plana çıkar (Baker, 1992, p. 181). Diller arasındaki metin bazında en önemli ayrılıklardan biri de vurgudur. Dillerde cümle içinde anlamına ya da anlatımına önem verilen sözcük, diğerlerinden daha vurgulu söylenir. Mesela Fransızca ve İngilizce gibi cümlede tonlamanın hissedildiği dillerde vurgu Türkçeye oranla daha belirgindir. Türkçede ise vurgu daha esnektir ve vurgulanan ifade genellikle yüklemden hemen önceki ögedir. 2.5. Kullanımsal Eşdeğerlik Baker’ın (1992) tasnifinde eşdeğerlik konusunda önemli kavramlardan biri de kullanımsal eşdeğerliktir (p. 217). Kullanımsal eşdeğerlik, çeviri sürecinde alenen ifade edilenin ötesinde sezdiri stratejilerine işaret eder. Bu yüzden çevirmen kaynak metnin iletisini aktarabilmek için çeviride gizli imgeleri ifade etmek durumundadır. Başka bir ifade ile çevirmenin rolü, yazarın niyetini hedef kültürün okuruna en açık ve anlaşılır bir şekilde içselleştirebilmesini sağlayacak şekilde yeniden kurgulamaktır. Hedef kültürün kullanımsal özelliklerinin göz ardı edildiği eşdeğerlik değerlendirmesi çok da sağlıklı olmayacaktır. Bu açıdan her iki dilin kullanımsal özel- 28 liklerine vâkıf yaratıcı bir çevirmen, kaynak metni ince ince işleyerek kaynak kültürdeki kullanım alışkanlıklarını hedef dilin okurlarına da hissettirmek ile mükelleftir. Kaynak dildeki tipik bir hayvan ismi hedef dilin okuru için pek tipik olmayabilir. Mesela Türk erkeği için çok iri cüsseli zaman zaman olumsuz bir gönderge ile verilen “ayı gibi adam” benzetmesi, İskandinav ülkelerinden İsveç’te “çok güçlü adam” çağrışımı ile olumlu bir göndergeye sahiptir. Çevirmenin görevi ise böyle bir durumda kaynak dildeki “ayı gibi adam” ifadesi yerine hedef dil okuruna o algıyı sezdirebilmek ve çeviri kaybına imkân tanımamak için inisiyatif alıp hedef dil Türkçedeki karşılığı olarak “aslan gibi adam” ifadesini kullanmak olmalıdır. Eşdeğerlik konusu farklı boyutları ele alınırken yukarıda zikredilen beş farklı çeviri stratejilerinin çevirmenin oldukça işine yarayacağı ve ideal ve eşdeğer bir çeviri gerçekleştirme hususunda iyi bir kuramsal arka plan işlevi göreceği söylenebilir. Şimdi bu detaylı açıklamalar sonrasında Martı adlı eser üzerinde Mona Baker’ın (1992) yaptığı tasnife göre çeviride eşdeğerlik sorunlarına bakabiliriz. 3. M A RT I A D L I E S E R D E K İ Ç E V İ R İ S O R U N L A R I Çalışmamızın bu bölümünde Richard Bach’ın Martı adlı eseri, Baker’ın (1992) eşdeğerlik tasnifi esas alınarak karşılaştırmalı analiz yöntemi ile değerlendirmeye çalışılmış, tespit edilen sorunlar beş farklı kategoride eşdeğerlik düzeylerine göre sınıflandırılmıştır.. Bunu yaparken yazar Bach’ın kaleme aldığı eserin İngilizce olan özgün metinleri ile iki farklı Türkçe çevirisi eş zamanlı olarak okunmuş ve bu metinler karşılıklı olarak bire bir değerlendirilmeye tabi tutulmuştur. Yazar Bach Martı Jonathan Livingston adlı eserini 1970 yılında yazmıştır. Kitap on bin sözcükten daha az olmasına rağmen yayımlandığı dönemde kurmaca ve kurmaca dışı kitaplar içinde en çok satanlar arasında yer alır. Eserde Bach, yem bulabilmek için uçmak yerine hızlı ve akrobatik uçuşlar yapmayı seçen bir martının hikâyesini anlatmaktadır. Martı adlı bu BİLDİRİ KİTABI II kitap, Bach’ın en başarılı ve ses getiren eseri olarak nitelendirilmektedir. Martı gibi etkileyici bir eserin eşdeğer ölçüde çevirisini sağlamak oldukça zor bir uğraştır. Bu yüzden bu eser üzerine yapılacak çeviri eleştirisinde edebî metinler hedef dildeki karşılıkları ile birlikte ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Yapılan araştırma sonucunda Martı adlı romanın iki farklı çevirmen tarafından yayımlanmış çevirisi tespit edilmiştir. 1- BACH, Richard (1988). Martı. (Çev. Nuran Akgören). İstanbul: Say Yayınları 2- BACH, Richard (2011). Martı Jonathan Livingston. (Çev. Kader Ay Demireğen). İstanbul: Epsilon Yayıncılık Buna göre Martı adlı eserde temel olarak Mona Baker’ın (1992) yaptığı tasnifler ışığında tespit ettiğimiz eşdeğerlik sorunları ve muhtemel çözüm stratejileri şu şekilde sıralanabilir. 3.1. Kelime Düzeyinde Eşdeğerlik Çevirmenler bir dilden başka bir dile çeviri sırasında bizatihi kelime ve ifadelerin eşdeğerliği düzeyinde pek çok farklılıklarla yüz yüze gelirler. Ancak çevirmenin öncelikle göz önünde bulundurması gereken aşama kelime (lexical) düzeyidir. Baker’in (1992) çeviride eşdeğerlik yaklaşımında da ilk aşamada, kelime düzeyinde eşdeğerlik gelmektedir (pp. 11-12). Buna göre Martı adlı eserde göze çarpan kelime düzeyinde eşdeğerlik sorunları şunlardır: sakin suları hafifçe “yararak” ilerlerken, teknenin sularda yankılanan sesi, martılar için kahvaltı çağrısıydı.” (Çev. Akgören, s. 11). Kelime düzeyinde farklılıklara ilk örnek olarak kitabın ilk cümlesinde geçen “chum” kelimesi gösterilebilir. Kaynak metinden alınmış bu kelimenin geçtiği bu kesiti Kader Ay Demireğen “Sahilden bir mil uzaklıkta, denizi “kucaklarcasına” ilerleyen bir balıkçı teknesi” şeklinde Türkiye Türkçesine çevirmiştir. Öte yandan Nuran Akgören aynı kesiti “Sakin suları hafifçe ‘yararak’ ilerlerken teknenin sularda yankılanan sesi, martılar için kahvaltı çağrısıydı.” şeklinde çevirmeyi uygun görmüştür. Demireğen, “chum” kelimesini denizle teknenin “kucaklaşması” anlamı ile aktararak balıkçı teknesine insana ait bir imge yüklemiş, Akgören ise kelimenin kaynak dildeki düz anlamından ziyade, hedef dildeki yaygın anlatımının özüne yaklaştırmaya çalışmış, “suları ‘yararak’ ilerledi” şeklinde bir yorumla çevirmiştir. Bize göre ise aynı cümle “Sahilden bir mil kadar uzaklıkta, denize ‘kenetlenmişçesine’ ilerleyen bir balıkçı teknesi, martılara kahvaltı çağrısı idi.” şeklinde çevrilerek hem gerçek kaynak hem de hedef dildeki çağrışımlar bir arada aktarılabilir. 3.2. Kelime Üstü Düzeyde Eşdeğerlik Kelime ve kelime öbeklerinin birleşimlerindeki eşdeğerlik düzeyinde, çevirmen kaynak dilin cümlelerini irdelemeye ve çözümlemeye koyulduğu zaman ilk etapta metin ya da söylem gibi daha üst düzeylerle değil, sözcükler, sonrasında da kelime üstü düzeyde eş dizimler, sabit ifadeler ve deyimsel ifadeler ile karşılaşılmaktadır (Baker, 1992, pp. 11-12). 3.1.1. Kelime Düzeyinde Eşdeğerlik Kesiti “A mile from shore a fishing boat ‘chummed’ the water, and the word for Breakfast Flock flashed through the air.” (Bach, p. 11). “Sahilden bir mil uzaklıkta, denizi ‘kucaklarcasına’ ilerleyen bir balıkçı teknesi, martılara kahvaltı zamanının geldiğini haber veriyordu.” (Çev. Demireğen, s. 11). “Kıyıdan bir mil ilerde, küçük bir balıkçı teknesi, 3.3.1. Kelime Üstü Düzeyde Eşdeğerlik Kesiti “Jonathan made a scree of delight, the first sound he had made since he had left Earth. ‘IT WORKS!’” (Bach, p. 36). “Jonathan, bir dağın yamacından yuvarlanan küçük taşların sesini andıran bir sesle haykırdı: ‘BAŞARDIM!’” Bu onun dünyadan ayrılalı beri çıkardığı ilk sesti” (Çev. 29 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Akgören, s. 55). “Jonathan zevkten bir çığlık attı. Bu, dünyayı terk ettiğinden beri çıkardığı ilk sesti: ‘BAŞARDIM!’ ” (Çev. Demireğen, s. 61). Öte yandan Demireğen bu kelime grubunda yapılan göndermenin detayına girmeden düzanlamsal tarzda bir çeviri yapma yoluna giderek söz konusu eş dizim ifadesini “Jonathan zevkten bir çığlık attı” şeklinde çevirmeyi tercih etmiştir. Yine aynı kesitte kaynak metinde özellikle büyük harfle yazılarak vurgulu olduğu belirtilen “IT WORKS!” kelime grubunu her iki çevirmen de Martı Jonathan’ın büyük uğraşlar sonunda başarılı olduğunu ve bu başarıyı da kahramanın yalnızca kendi bireysel çabasına indirgeyerek “BAŞARDIM” şeklinde çevirmişlerdir “IT WORKS” eş dizim yapısındaki kelime grubunda kahraman martının çabası yanında; uçuş denemelerinde uyguladığı yöntemlerin de işe yaradığına dair bir gönderme vardır ve bu her iki çevirmen tarafından bireye yani “martı”nın kendisine indirgenmiştir. Kanatimizce bu eş dizim yapısı Türkçeye şu şekilde çevrilerek hem bireysel başarıya vurgu yapılır hem de eş dizimde kastedilen anlam hedef dile biraz daha bariz aktarılabilir: “OLDU BE İŞTE! Bu onun dünyadan ayrılalı beri ağzından çıkan ilk sesti”. 3.3. Dilbilgisel Eşdeğerlik Hedef dilde kaynak dildekini karşılayacak dilbilgisel ögelerin bulunmaması durumunda çevirmen bazı bilgileri hedef dilde ekleme veya çıkarma yoluna gidebilir; bu da zorunlu olarak mesajın birtakım ayrıntılarının hedef dilde kayba uğramasına neden olabilir. Farklı dil ailelerinde yer alan İngilizce ve Türkçe arasında özellikle çeşitli dil bilgisi yapılarının çevirisinde zorluklar oluşturmaktadır. Buna göre dilbilgisel eşdeğerlikle ilgili Martı adlı eserde karşılaşılan sorunlar şunlardır: 3.3.2. Dilbilgisel Eşdeğerlik Kesiti 30 “Chiang spoke slowly and watched the younger gull ever so carefully ’To fly as fast as thought, to anywhere that is,’ he said, “you must begin by knowing that you have already arrived...” (Bach, p. 34). “Genç martıyı dikkatlice izleyen Chiang yavaş bir ses tonuyla konuşuyordu. ‘Düşündüğün en son hızda herhangi bir yere uçabilmek için daha şimdiden oraya vardığını kabul etmelisin,’dedi” (Çev. Demireğen, s. 60). “Chiang, genç martıyı dikkatle süzdü ve ağır ağır konuştu: Düşündüğün herhangi bir yere yetkin hızla ulaşabilmek için, daha şimdiden oraya ulaştığına inandırmalısın kendini.” (Çev. Akgören, s. 52). Dilbilgisi düzeyinde eşdeğerlikle ilgili başka bir konu da kaynak dil ile hedef dil arasındaki yapısal zaman ögelerinin tam karşılanması durumudur. Özellikle “Present Perfect Tense (Yakın Geçmiş Zaman)” yapısının Türkçede tam karşılığının olmamasından ötürü bazı yapısal ifadeler çevrildiğinde anlamlar da havada kalabilmektedir. Yukarıdaki kesitte geçen “you have already arrived” dil bilgisi yapısı çevrilirken de böyle bir eşdeğerlik sorunu ortaya çıkmıştır. Kaynak metinde eğitmen olan Chiang karakteri, karşısındaki öğrencileri olan martılardan mümkün olan en yüksek hızda uçabilmeleri için bu durumu öncelikle zihinlerinde canlandırmalarını istemektedir. Bunu söylerken kullandığı “you must begin by knowing that ‘you have already arrived.” cümlesini Demireğen, “Düşündüğün en son hızda herhangi bir yere uçabilmek için ‘daha şimdiden oraya vardığını kabul etmelisin’, dedi” şeklinde hedef dil Türkçeye aktarırken “you have already arrived...” yapısını “şimdiden oraya vardığını” anlatımıyla çevirerek düz anlamasal ve kaynak dildeki yapıyı olabildiğince aslına uygun olarak hedef dile yansıtmaya çalışmış görünmektedir. Öte yandan Akgören, “Düşündüğün herhangi bir yere yetkin hızla ulaşabilmek için, daha ‘şimdiden oraya ulaştığına inandırmalısın kendini’.” şeklindeki çevirisinde hem kaynak dildeki yapısal özellikleri başarılı bir şekilde hedef dile aktarırken hem de başta bahsettiğimiz “oraya varmış olduğunu hayal etmeleri” imgesini hedef dildeki okura da yansıtmakta daha başarılı olduğu düşünülmektedir. BİLDİRİ KİTABI II Bununla birlikte bize göre cümle “Chiang genç martıyı yavaş bir ses tonuyla konuşarak dikkatlice gözlemledi ve düşlediğin en yüksek hızda herhangi bir yere uçabilmek için ‘oraya zaten varmış olduğunu hayal etmelisin’, dedi” şeklinde çevrilerek “bulunulan zamana yakın ve etkisi o anda hissedilen” bir zaman olgusu olan ve Türkçede tam karşılığı bulunmayan “Present Perfect Tense” yapısındaki kaynak dildeki bu ifade, eşdeğere yakın yapısal karşılıkları ile aktarılırken, yazarın imlediği anlam daha bariz bir üslupla hedef dildeki okura da hissettirilmiş olur. 3.4. Metinsel Eşdeğerlik Metinsel eşdeğerlik, kaynak ve hedef dildeki metinlerin bilgi ve tutarlılık açısından eşdeğer olmasını ifade etmektedir. Metinlerin kendine özgü bağlamlar ile cümleler arası sözdizimsel birimlerin hedef kültür okurları için de kaynak dildeki aynı bağlaşık ve bağdaşık bir metinsel ögelerle üretilme çabasına yönelik eşdeğerlik düzeyidir. Bu boyutlar da dikkate alındığında Martı romanında dikkati çeken metin düzeyinde eşdeğerlik sorunları şunlardır: 3.4.1. Metinsel Eşdeğerlik Kesiti “They liked the practice, because it was fast and exciting and it fed a hunger for learning that grew with every lesson.” (Bach, p. 46). “Ama bu çalışmaları seviyorlardı, çünkü hız ve heyecan vardı onda; sürekli öğrenme açlığını doyuran bir şeyler vardı.” (Çev. Akgören, s. 70). “Çalışmayı seviyorlardı, çünkü hızlı ve heyecanlıydı, çünkü her derste geliştiklerini hissediyorlar, öğrenme açlıklarını gideriyorlardı.” (Çev. Demireğen, s. 76). İngilizcenin yanı sıra birçok dilde yer alan ve üçüncü tekil kişiler için kullanılan “he, she, it” zamirleri Türkçede “eril, dişil ve insan dışı varlıkların” her üçü için de “O” zamiri ile verilmektedir. Bu durumda çoğu zaman çeviride herhangi bir karmaşanın önüne geçmek için “o erkek, o kadın veya o nesne” şeklinde çevrilme yolu izlenmektedir. Yukarıda verilen “They liked the practice, because it was fast and exciting and it fed a hunger” kesitinde metinler arası bağlantıyı sağlayan “it” zamiri Akgören tarafından “Ama bu çalışmaları seviyorlardı; çünkü hız ve heyecan vardı onda” şeklinde yaptığı çevirisinde her ne kadar metinler arası bağıntıyı sağlayan “it” zamirinin karşılığını “onda” ibaresiyle verilmiş olsa da çokluk durumundaki “bu çalışmaları” sözcük grubunu teklik anlamındaki “onda” şeklinde bir bağıntı ile karşıladığından metinsel eşdeğerliği tam sağlayamamış görünmektedir. Öte yandan Demireğen’in çevirisinde bu bağıntı tamamen havada kalmıştır. Bunun sebebi ise “Çalışmayı seviyorlardı, çünkü hızlı ve heyecanlıydı” cümlesinde iki cümle arasında bağıntıyı sağlayan “it” zamirinin hiç verilmeyerek kısmen anlatım bozukluğuna yol açılmış olmasıdır. Metinsel eşdeğerlik konusu, farklı dilsel birimler ekseninde de ele alınabilir. Özellikle kelimelerin temel anlamlarının yanı sıra çeşitli çağrışımsal anlamlarının da okuma esnasında etkili olacağı düşünüldüğünde, anlam bakımından çeşitliliklerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu açıdan kaynak dildeki okurun zihninde çeşitli yaşanmışlıklar sonucu olup da hedef dildeki okurun bu bağlamda konuya “İngiliz” kalabileceği kullanımsal eşdeğerlik unsurlarını da ele almakta yarar vardır. 3.5. Kullanımsal Eşdeğerlik Kullanımsal eşdeğerlik, çeviri sürecinde sezdiriler ve kaçınma stratejilerine işaret eder. “Sezdiri”, metinde açıkça söylenenle değil, satır aralarında ima edilenle ilgilidir. Bu yüzden çevirmen kaynak metnin iletisini düz anlatımla çevirdiğinde hedef dil okurunun anlamayacağı ögeleri de bir şekilde sezdirerek aktarabilmek durumundadır. Başka bir deyişle çevirmenin rolü, yazarın niyetini başka bir kültürde, hedef kültür okuyucuların açık bir şekilde anlayabilmesini sağlayacak bir anlatım tarzı ile yeniden oluşturmak olmalıdır. Kaynak dilden hedef dile doğru yapılan bir çeviri, aslında yeniden üretimin sonucudur ve tabii olarak, 31 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ her semantik öge diğer kültürde karşılığını bulamayacağından, hedef dilde ifade edilen metinde bazı bilgi kayıpları da söz konusu olabileceği unutulmamalıdır. Bu noktaları göz önüne alarak bir inceleme yaptığımızda Martı adlı eserde ortaya çıkan kullanımsal eşdeğerlik unsurları şu şekildedir: “Ben mi Jon? Ben basit sıradan bir martıyım. Hâlbuki sen. ‘Yüce Martının (İsa Mesih gibi) biricik oğlu, öyle mi?’ dedi ve bakışlarını denize çevirdi Jonathan” SONUÇ 3.5.1 Kullanımsal Eşdeğerlik Kesit “Jon, I’m just a plain seagull, and you’re .. the only Son of the Great Gull, I suppose? Jonathan” (Bach, p. 56). “Ben mi Jon? Ben sıradan bir martıyım. Oysa sen...Yüce martının tek oğlu, öyle mi? diyerek içini çekti Jonathan.” (Çev. Akgören, s. 84). “Jon, ben sadece sıradan bir martıyım, ama sen ...Yüce Martı’nın tek oğlu demek istiyorsun sanırım, dedi Jonathan.” (Çev. Demireğen, s. 91). Özellikle farklı dinlerin mensupları arasında bir çeviri etkinliği gerçekleştirirken dinî motiflerin aktarılabilmesi ayrı önem taşımaktadır. Bu nedenle Hristiyanlıktaki teslis inancının bir yansıması olarak verilen “Son of the Great Gull” Yüce martının oğlu ibaresi İslamiyeti benimseyen pek çok Türk okuru tarafından algılanmayabilir. Özellikle söz konusu roman çocuk yaştaki okurlara da hitap ettiğinden farklı ve yabancı olunan bir dine ait ögelerin çevirisinde kullanımsal eşdeğerlik sağlamak zaman zaman mümkün olmamaktadır. Metinde aslında Hristiyanlık inancında kutsallık atfedilen Tanrı’nın oğlu İsa Mesih’e gönderme yapılan bu kesiti bir Müslüman okurun algılaması mümkün olmayabilir. Böyle bir durumda yalnızca söz konusu dinin öğretilerine aşina bir okur kaynak dildeki okurun hissettiği anlamı yükleyebilecek ve bu ifade hedef dilde kullanımsal eşdeğerliğini bulabilecektir. Burada çevirmene düşen görev Hristiyanlık inancında “ilahlık” atfedilen ve “Tanrı’nın oğlu İsa Mesih” ifadesine gönderme yapılan bu tür dinî motiflerle örülü çevirilerde çeşitli çeviri stratejileri ile bu göndergeyi her tür okura hissettirmektir. Bu hisstettirme de bize göre şu şekilde yapılabilir: 32 Çeviri, öteki dilde yeniden üretim, yeniden yorumlama sürecidir. Bu hedef dilin okurunun zihninde tekrar hayat bulma süreci sırasında, çeviride bilgi kayıpları olabilmektedir. Burada yapılması gereken çeşitli yöntemler vasıtasıyla bu bilgi kaybını ortadan kaldırmak veya en aza indirgemektir. Eşdeğerlik kaynak metin ile hedef metin arasında gerçekleşen karşılıklı bütüncül bir ilişkidir. Görüldüğü üzere metinlerde yer alan kahramanlar her ne kadar kâğıt üzerinde cansız varlıklar gibi algılansa da sonuçta onlar aslında gerçek bir kültür içinde yaşam kesitlerinden kişilerin kurgusal bir dünyaya aktarılan yansımalarıdır. Bu açıdan Martı adlı hem çocuklar için eğlenceli ve ders verici bir “roman” hem de büyükler için bir “kişisel gelişim kitabı” niteliğindeki eserin kaynak dildeki kurgulama ve hayal dünyası, başka bir hedef dile ne kadar iyi yansıtılabilir ise o ölçüde eşdeğere yakın başarılı çeviriler de yapılmış olacaktır. Yaptığımız sınırlı ve deneysel çalışmanın sonucu olan analiz ve tasnifler ışığında şunları söyleyebiliriz: Martı adlı eser Türk diline çevirirken genel hatlarıyla Akgören çevirisinin daha çok hedef dil odaklı, Demireğen çevirisinin ise kaynak dil odaklı olduğu unsurlara yoğunlaştığı söylenebilir. Yapılan her iki çeviride de yüzde yüz eşdeğerlik sağlanamamış olsa da kahramanların hem fiziksel hem ruhsal durumlarını Türk dili okuruna en iyi şekilde yansıtabilme gayretleri ile Demireğen ve Akgören çok önemli birer görev üstlenmişlerdir. Ayrıca sözkonusu çevirmenler kaynak dil okuru ile hedef dil Türkçenin okurlarının hayal dünyalarını bir köprü işlevi üstlenerek başarılı bir şekilde birleştirmişlerdir. Bütün bunlar gerçekleştirilirken kaynak dildeki çeviri kayıplarında gösterilen hassasiyetin, hedef BİLDİRİ KİTABI II dil olarak Türkçeye yapılacak çevirilerde dilde sığ anlatımların oluşmaması için de gösterilmesi ayrı önem arz etmektedir. Bu nedenlerle çeviri çalışmalarının yalnızca üniversitelerin Yabancı Dil Eğitimi veya Çevirmenlik eğitimi sunan bölümlerinde değil, hedef dil konumuyla geçmişten günümüze Türk dilinin incelikleriyle daha yoğun meşgul olmuş, doğal olarak da dildeki kelime, metin ve kullanımsal özelliklere daha aşina olunan Türk Dili Edebiyatı ve Türkçe Eğitimi bölümleri bünyesinde gerçekleştirilmesi, hem çalışmaların daha kapsamlı ele alınmasını hem de dilin sığ ifadelerle anlaşılmaz hâle gelmesini de engelleyecektir. Demirezen, M. (1991). Çeviride kayıplar sorunu. Çağdaş Çeviri Kuramları ve Uygulamaları Seminerinde Sunulan Bildiriler. Ankara, Beytepe: H.Ü, YDYO, MTB. Dizdar, D. (2004). Çeviribilim: konuları, sorunlar, arayışlar. Varlık, 71/1155, s.3-8. Ece, A. (2010). Edebiyat çevirisinin ve çevirmenin izinde. İstanbul: Sel Ercilasun, A. B. (1997). Lehçeler arası aktarma, Türk dünyası üzerine incelemeler Ankara: Akçağ Yayınları. Eruz, F. S. (2003). Çeviriden çeviri bilime. İstanbul: Multilingual. Firth, J. R. (1957). Modes of meaning, papers in linguistics. London: Oxford University Press. Göktürk, A. (1978, Temmuz). Yazınsal çeviride metin-ötesi anlam ilişkileri, Türk Dili Çeviri Sorunları Özel Sayısı, (Cilt: XXXVIII), s. 322. K AY N A K Ç A Aksan, D. (2000). Her yönüyle dil. Ankara: TDK. Bach, R. (2013, January). Jonathan Livingston Seagul.retrieved from http://lib.ru/RBACH/seagulleng.txt. Bach, R. (1988), Martı. (N. Akgören, Çev.). İstanbul: Say. Bach, R. (2011). Martı. (K. A. Demireğen, Çev.). İstanbul: Epsilon. Baker, M. (1992). In other words.A coursebook on translation. Routledge. Balcı, S. (2008). Osmanlı Devleti’nde modernleşme girişimlerine bir örnek: Lisan Mektebi. Tarih Araştırmaları Dergisi (cilt 27) S. 44, s. 077-098. Göktürk, A. (2011). Çeviri: dillerin dili, İstanbul: YKY. Gündüzalp, N. C. (2008). Charles Baudelaire’in şiirlerinin Türkçe çevirileri üzerine inceleme, (Yayımlanmamış doktora tezi). Çukurova Üniversitesi, Adana. Holmes, J. S. (1972). The name and nature of translation Studies. In Holmes, Translated Papers on Literary Translation and Translation Studies, Amsterdam, Rodopi, p.67-80. Holmes, James S. (1987). The Name and Nature of Translation Studies. 3rd International Congress of Applied Linguistics: Abstracts. Kopenhagen. Jacobson, R. (1959). On linguistic aspects of translation. Cambridge Mass: Harvard University Press. Başkan, Ö. (1978, Temmuz). Dilde çeviri işlemi. Türk Dili Dergisi, Çeviri Sorunları Newmark, P. (1988). A Textbook of translation. UK: Prentice Hall International Ltd. Özel Sayısı, (cilt 38), S.322, s.27. Önder, M. (2005) Oyun metni çevirisi ve Harold Pinter’ın Gitgel Dolap adlı oyununun çevirilerinin incelenmesi (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). Ankara Üniversitesi, Ankara. Bengi Öner, I. (1995). Çeviri bilimin bireysel kuramlardan geniş bir bakış açısına doğru. Çeviri ve Çeviri Kuramı üstüne Söylemler (M.Rifat, haz.). İstanbul: DüzlemYayınları. Cary, E. (1996). Çeviri nasıl yapılmalı, (M. Çamdereli, Çev.), İstanbul: İnsan Yayınları. Demir S. ve Demirel Ş. (2009, Nisan-Mayıs-Haziran). Richard Bach’ın “Martı Jonathan Livingston” adlı anlatısının Türkçe çevirilerinin eşdeğerlik bağlamında değerlendirilmesi üzerine bir deneme, Dil Dergisi, S.144, s.35-55 Demirekin, M. (2012a Haziran). Farklı dil ve kültürleri anlamada atasözleri ve deyimlerin rolü, Uluslararası Dil ve İletişim Sempozyumu, İzmir, s.2238 Özgü, M. (1978, Temmuz). Çeviride uzmanlık sorunu. Türk Dili Çeviri Sorunları Özel Sayısı, (Cilt: XXXVIII), s. 322. Shakespeare, W..(1943). Hamlet-Danimarka Prensi. (H.E. Adıvar ve V. Turhan Çev.) İstanbul: İngiliz Edebiyati Semineri Shakespeare Külliyatı No.1. Shakespeare, W. (1946). Hamlet, (O. Burian Çev.), Ankara: MEB. Sinan, A. T. (2001). Türkçenin deyim varlığı. Malatya: Kubbealtı Yayıncılık. Suçin, M. H. (2007). Öteki dilde var olmak. İstanbul: Multilingual Yayınları. 33 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Türk Dil Kurumu. (2005). Türkçe Sözlük. Ankara. Zal, Ü. (2010). Türk lehçeleri arasında aktarma meseleleri ve İki Ağaç şiir kitabı üzerine” , Gazi Türkiyat, S.5, Güz Ankara, s. 431-455. 34 BİLDİRİ KİTABI II FERÎDU‘D-DÎN ATTÂR‘IN İLÂHÎNÂME‘SINDE MECZÛB KAVRAYIŞI MECZUB AND IT‘S RELATION WITH DIVINE POWER AT FERIDU‘D-DÎN ATTÂR Murat ERTEN1 ÖZET ABSTRACT Meczûb kavramının, Türkçede tam bir karşılığını bulmak zordur. Arapçada ise, ‚cezbeye kapılmış‘ anlamını içermekle, bir anlamda, Allâh‘ın çekim kuvvetinin etkisinde olmayı i‘fâde eder. Bu anlamda meczûb, Türk halk kültüründe, ilâhî sırlara mâlik özel bir kişilik olarak kabûl edilegelir. Feridu‘d-Dîn Attâr da, dîne dâir bâzı sırları, meczûbun ağzından dile getirir. Anahtar Kavramlar: Feridu‘d-Dîn Attâr, Meczûb, cezbe, Allâh, sır It is so diffcult to find an adequat provision of concept ‚meczub‘ in Turkish. Also in Arabic it means ‚one who gets into Allah‘s (God‘s) attraction‘ and designates that to be under the influence of Allah. By that mean in Turkish daily culture, meczub, received as a personality that has divine secrets. So Feridu‘dDîn Attâr uses a meczub‘s words to disclose some religious secrets. Key Words: Feridu‘d-Dîn Attâr, Meczûb, cezbe (attraction), Allâh (God), secret 1 Yrd.Doç.Dr. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi, [email protected] 35 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ Tasavvûf; zühd ve takvâda Hz. Peygamber‘e uyan, sahâbe ve onların ardından gelenleri tâkib eden, nefeslerini Allâh‘ı anmakla tüketen, kalp temizliğini her şeyin üstünde tutan ve kalbini gafletten koruyan, zâhir âlemden el etek çekip iç kuvvetlerini ve rûhî melekelerini geliştirmeye yönelen âbîd ve zâhidlerin yoludur (S.Ateş:5). Tasavvûfta esas, zühd içinde bir dünya hayatı sürmek ve sonsuz ve benzersiz bir ödül olan Cennet yaşamını elde etmektir. Zâhid yâhut sâlikin kalbinde, dünyâ nâmına bir şey kalmaz, her nefeste yalnız Allâh‘ı anar, O‘ndan gayrısını gönlünden ve rûhundan siler. Bu anlamda, tasavvûf yoluna sülûk edecek sâlikin temel şiârı; kalbine ve rûhuna yönelmek, onları temizleyip arıtarak Allâh‘ın bilgisine matlûb olmaktır. Söz konusu bu tasavvûf veyâ Allâh yolunda sâlik, irâdî bir yönelimle ve yolun gereklerine uyarak yürüyebilir ki seyr-i sülûkun öngördüğü tasavvûfî yaşam ve eğilimler, bu çalışmanın sınırlarının dışındadır. Çalışmamızın konusunu teşkîl eden, meczûb veyâ mecnûn olarak Allâh‘a yönelme ise, sâlikin arzu ve irâdesi dışında, cezbeye kapılarak gerçekleşir ki bu, Allâh‘tan bir hediye ve lütûftur. Bu hediye, sebebinin yalnız Allâh‘a ma‘lûm olduğu vechile, bir kimsenin Allâh tarafından seçilmesi ve taltîf edilmesidir. TA S AV V Û F TA M E C Z Û B /M E C N Û N K AV R A M L A R I Tasavvûfî bir kavram olarak meczup veyâ daha doğru bir kullanımla meczûb; ‚cezbe‘ kökünden türemiş ve ‚bir daha kendine gelemeyecek şekilde, Allâh‘ın, ânîden kendine çektiği, dost edindiği ve dâimî sûrette huzûrunda bulundurduğu kimseler/velîler (Uludağ, 2003:285)‘ için kullanılan bir tâbirdir. Kullanım biçimleri bakımından benzerlikleri bulunsa da mecnûn ile meczûb arasında kavramsal düzeyde farklar mevcûttur. Mecnûn kelimesinin kökü olan cünûn ise, Arapça‘da temel olarak ‚saklayan, gizleyen‘ anlamına gelir. Bu anlamda sözcüğün çeşitli türevleri vardır. 36 Örneğin cân, tende saklı olan; cânan, cânda saklanan; cinn, insan gözünden saklanan; cennet, saklı bahçe ve cenîn, karında saklı olan anlamlarına gelir. Cinnet, cine tutulan kimse, delilik ve çıldırma anlamlarına gelir. Mecnûn ise, aklını saklayan, gizleyen anlamlarına gelir ki bu duruma cinler sebep olmuştur. c-n-t kökünden gelen tüm bu kelime ve kavramların anlamları bakımından birbirine karışması ve belirginliğini yitirmesi, rastlantısal olmaktan öte kasıtlı görünmektedir (Dols, 2013:446 vd.). Mecnûn, temel i‘tibâriyle kavramı bakımından, Müslümanlığın en açık hâli ile yaşanması hâlidir. Zîrâ İslâm‘da esas ilke, mü‘mînin kendisini tümüyle Allâh‘ın irâdesine teslîm etmesidir. Allâh‘a olan bu tam teslîmiyet, dünyevî akıllılar tarafından delilik olarak anlaşılabilir fakat onlar, esas i‘tibâriyle ne tuhaf ne de yoksul bir yaşam sürmek zorunda kalmaksızın, yalnız çile yâhut riyâzet odaklı bir yaşam sürmüşlerdir. O hâlde onlara çileciler demek de mümkündür. Akıllı deli veyâ mecnûn; deli görünümlü, insanları devâmlı sûrette uyaran, eleştiren fakat deliliği ile akıllılığı arasında her zaman bir belirsizlik bulunan kimse idi (Dols, 2013:475). Allâh aşkı ile kendinden geçen, kendisine ‚Allâh‘ın mecnûnu‘ diyen bu kimseler, mecnûnluklarının farkında görünürler ve bu hâllerinden de memnûndurlar. Meşhûr Leylâ ile Mecnûn hikâyelerinden tanıdığımız Mecnûn da, insânî bir aşktan yola çıkmış, sonunda ise Allâh aşkı ile buluşmuş, yanmış ve bu aşk ile bürünmüş bir mecnûn örneğidir. Kendisine mecnûn denen biri, ‚ben mecnûnum, Allâh‘ın aşkı beni büyüledi, kendimden geçtim, O‘na olan arzum beni tutuşturdu ve toplumdan uzağa sürükledi‘ diyerek durumunu özetlemiştir. Burada bir nokta vurgulanmalıdır ki, mecnûna, akıllı deli; meczûba ise, kutsal deli yâhut tasavvûfî deli denmek sûretiyle bir ayrım yapılmaktadır (Dols, 2013:475). Arapça ve Türkçeye âşinâ olanlar için elbette mecnûn ile meczûb kavramları arasında açık bir fark olduğu ve bu iki kavramı, seçik biçimde kavramakta büyük bir güçlük bulunmadığı görülmektedir. Buna karşın, bu iki dile de yabancı olması ve toparlayıcı, sistemleştirici ve tanımlayıcı bir kültürel geleneğe dâhil bulunması bakımından Dols, zikredilen iki BİLDİRİ KİTABI II kavram arasındaki anlam farkını işâret etmekte ve yeni türden bir adlandırma ile meseleye açıklık getirmektedir. Bizim açımızdan da bu türden bir adlandırma/ anlamlandırma, var olan açık ve seçikliği desteklemek ve daha da netleştirmek açısından doğru ve kullanışlı kabûl edilebilir (Dols, 2013:473 vd.). Ibn Haldûn, meczûbların, bir bakıma delilere benzeseler de velâyet makâmında bulunduklarını ve sıddîkların hâllerine sâhip olduklarını belirtir. Her ne kadar, fıkıhta bu türden bir velîlik/velâyet kabûl edilmese de bu yanlış bir hükümdür ve onlar velîdir. I‘bâdet etmedikleri ve i‘bâdet şartının onlardan düştüğü ileri sürülür ise, şöyle itirâz edecektir: İ‘bâdet, ona göre, velîliğin aslî şartı değildir; velâyet, i‘bâdât û taâte göre elde edilmez, Allâh velîliği dilediğine lutfeder. Kaldı ki meczûblar, şer‘î kurallara tam olarak uymasa da i‘bâdet ederler. Örneğin doğuştan saftırlar, iyilik peşinde koşarlar, dâimâ iyiliği teşvîk ederler. Hiçbir kayıt altında olmadıklarından -aklen hür ve bağımsız, rûhen coşkun ve meczûb olduklarından- arada bir gaybden haber de verirler (İbn Haldûn, 1997:107) . Ortaçağların son dönemlerinde, sûfîliğin İslâm toplumlarında yaygın olduğu devirlerde, aklî dengesi bozuk fakat kutsal/ermiş kabûl edilen insanlara ve bunları öven sûfî edebiyât eserlerine sıklıkla rastlanmaktadır. Zamanla hem Mecnûn meselinin, deliliği öven tasavvûfî yorumlarının hem de eğitimsiz, olgunlaşmamış hatta ‚çirkin‘ evliyâların ortaya çıkması, bunun bir sonucu olarak işâret edilebilir. Bu türden kimselerin, toplum içindeki davranışları uygunsuz hatta tehlikeli olarak adlandırılabilirdi. Fakat gözleri kan çanağına dönmüş bu sıra dışı adamların, samîmî olup olmadıklarını kanıtlamanın bir yolu yoktu. Dolayısıyla aralarında zararsız olanlar, toplumsal ve dînsel herhangi bir baskıya ma‘rûz kalmaksızın, her şeyden muaf olmanın tadını çıkarıyorlardı (Dols, 2013:491-92). Dols, Hucvirî‘den alıntı ile, Mutlak Kudret‘le ilişkisi bakımından vahdet-i vücûdta iki yol benimsemektedir. Ilki cem-i selâmettir ki Allâh‘a olan yolculuğunun ardından gündelik işlerine dönen sûfînin Allâh ile bütünleşmesidir. Cem-i selâmet olarak adlandırılan cezbî hâle kapılan kimseye, meczûb-ı sâlik de denebilir. Ikincisi ise, cem-i teksîrdir ki yolculuğu dolayısıyla muhakeme gücünü, yaşam pusulasını yitiren, kaybolan ve deliye dönen sûfîdir. Bu anlamda da ya dînî vecibelerinden muaf tutulur ya da yükümlü bulunduğu vecibeleri yerine getirdiği için ödüllendirilir. Kendisi de meczûb olarak nâm salmış olan Zünnûn-ı Mısrî, evliyâlara şu nitelemeyi sık sık uygun görmektedir: „Onların bedenleri dünyada lâkin rûhları semâdadır. Onlar, Allâh‘ın krallığında dolaşanlardır! (Dols, 2013:489-90)“ Târihî bâzı mecnûnlardan, başta ve bu nitelemeye ilk mazhâr olan Üveys-i Karnî (bilinen şekli ile Veysel Karânî), Mecnûn14 (asıl ismi ile Kays b. El-Mulevveh, Leylâ’nın aşığı olan şâir), Sa’dûn ve Behlul-i Dânâ sayılabilir. Üveys-i Karnî için mecnûn/deli adı ilk olarak kullanılmıştır ancak onun aynı zamanda, Hz. Peygamber ile çağdaş, O’nun sahâbe ve ahbaplarının bir kısmını tanıyan biri olarak, gelecekten haber verdiği, mü’mînleri uyardığı kaydedilmektedir. Kays b. El-Mulevveh veyâ meşhûr Mecnûn ve Behlul-i Dânâ hakkında pekçok kaynaktan bilgi alınabilir. Burada kısaca da olsa değinmek istediğimiz, kültür ve edebiyât târihimizde ismi sıkça anılmayan Sa’dûn’dur. Basra’da yaşamış ve uzun bir kuraklığın ardından, Allâh’a yakararak şehre yağmur yağdırması ile tanınmıştır. Diğer sofu dervişler yâhut akıllı deliler gibi, kılık ve kıyâfetine dikkat etmez, halkı hatalarından dolayı uyarmayı bir görev bilir, namazını kılar ve gezici vâiz olarak bilinirdi. Zünnûn-ı Mısrî ile ilişkilendirildiği gibi, onun düşüncelerini yaymakla yükümlü olduğu ifâde edilmiştir. Halîfe Hârûnu’rReşîd (ö.809), Me’mûn (ö.218/833) ve Mutevekkîl (ö.247/861) ile görüştüğü, bir süre hapiste kaldığı ve sonunda serbest bırakıldığı da rivâyet edilmektedir. Halk ona mecnûn diyordu fakat o bu hâlinin, kalbiyle bedeninin geri kalanını birleştiren Allâh aşkından kaynaklandığını söylerdi (Dols, 2013:450-51). Tasavvûfta meczûb; ‘cezbe yolu ile bütün rûhsal aşamaları geçmiş, bütün gerçekliklere; hakîkâtin bilgi14 Konumuz i’tibâriyle Leylâ ile Mecnûn üzerine, meraklıları için küçük bir antoloji vermeyi uygun bulduk. Fuzûlî, Leylâ vu Mecnûn; haz. Hüseyin Ayan, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2011; Genceli (Kenceli) Nizâmî, Leylâ ile Mecnûn; Akvaryum Yayınevi, İstanbul, 2012; ‚Madjnun layla‘ md., J.A. Haywood; EI; ;ed. C.E. Bosworth ve diğerleri, v.5, E.J. Brill, Leiden, 1986; s. 1102 vd.; günümüzden bir örnek olarak Sezai Karakoç, Leylâ ile Mecnûn; Şiirler VII, Diriliş Yayınları, İstanbul 2012. 37 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ sine, gerçek, mutlak bilgiye ermiş ‘ kimsedir veyâ bu kimselerin yaşadığı, elde ettiği hâldir (Ana Britannica, 1989:477). Tasavvûf yolcusu (sâlik) cezbeye tutulunca, gözünden, gönlünden; Tanrı/Allâh/Mutlak/Bir ve O‘nun bir ve mutlak bilgisinden gayrı her şey silinir. Bu nedenle tasavvûfta, ‚dünyaya has ne varsa, altın da gümüş de birdir ve hepsi taş ve toprak mesâbesindedir‘ denir. Meczûb bu hâli dolayısıyla, her şeyi bir veyâ Bir görür, her şeyi Allâh görür, her şeyde Allâh‘ı görür; Allâh‘tan, O‘nun remizlerinden, işâret ve âyetlerinden gayrıya gözünü yumar. Bu noktada, kavramın işâret ettiği panteizm ve pananteizm anlayışları, birbirine zıt veyâ muhalif kavrayışlar olarak anlaşılmamalıdır. Aksine cezbin girdabında dönüp duran, bu korkunç sarsıcı etkiden kurtulmak bir yana, onun benzersiz zevkine kapılan meczûbun bu hâlinden; kavramların, anlamanın hatta zamanın ve mekânın anlamını yitirmesi hâli anlaşılmalıdır. Bu öyle bir coşkunluk taşkınlık hâlidir ki, dünyevî/insânî aklın anlaması veyâ kavraması mümkün görünmemektedir. Tasavvûfta amaç, varlığın ve var edilmenin hakîkâtine ulaşmak, bu mânâda Allâh‘a ilişkin, zerre miskâl de olsa bilgi yâhut sezgi elde etmektir. Ancak hedef alınan bu yüce bilgi, kendisini murâd eden veyâ kendisine yönelen kimseye, mutlaka en son aşamada kendisi açmaz; yol boyunca atılan her adımda, alınan her mesâfede sâlik, hakîkâtin kaynağından, mümkün olduğunca pay almaya devâm eder. Öyle ki Allâh yolcusu, tasavvûf yolundaki ilk adımından i‘tibâren, cezbin mutlak etkisi ile her ân tamamlandığını, ferâhladığını ve olgunlaştığını fark eder. Dünyevî/insânî yüklerinden kurtulduğunu, hafifleyip kuvvetlendiğini görür. O hâlde tasavvûfta temel sâiklerden ilki, dünya ve ona âit her ne var ise, hepsinden uzaklaşıp kurtulmaktır. Bu türden bir kurtuluş arzusu, sûfîyâne yaşamın esâsıdır. Sâlik, dünyevî yaşamın yüklerinden kurtuldukça gönlü ferâhlamakta, boşalmakta, gereksiz yüklerinden kurtulmaktadır zîrâ gönlün; dînin uhrevî numûneleri ve îmânın özü ile dolması bakımından bu yüklerden arda kalacak boşluğa ihtiyacı vardır. Dünyanın vehîm, çile ve dertlerinden boşalan rûha, giderek hâkîkât dolacaktır. Topçu‘nun veciz deyişiyle, ‚dünyasından bo- 38 şalmayan kaba, ukbâ dolmuyor (Topçu:7)!‘ İslâm tasavvûfunda, mutlak hakîkâtle yâhut Allâh‘ın bilgisi ile ittisâl için, temel iki metod tâkib edilir veyâ bu yol, farklı iki biçimde kat edilebilir (enNedvî, 1998:20). Biri, bir tarîkât ekolüne dâhil olup amelde adım adım ilerleyip yükselmektir ki bu bilişseldir, seyr-i sulûktur. Seyr-i sulûkta kişi, îmânın esâs ilkeleri ve gerekleri doğrultusunda yaşamına biçim verir ve kendisinden önce bu yolu kat ettiği muhakkak bir mürşîdin eğitimine murâbıt olarak yola râm olur. Tecrübeli bir rehber yâhut mürşîdin gösterdiği yolda ilerlemek, elbette daha güvenli ve emîndir. Bu anlamda sâlik tecrübe ile anlamayı, pratik ile teoriyi bir ve aynı zaman içinde görür. Geçtiği her aşamayı kavramak, anlamlandırmak ve sindirmek imkânını bulur. Sonuç olarak yolculuğunun nihâyetinde, kendisi de bir mürşîde dönüşebilir ve yeni sâliklere/tâliblere yol göstermek, onları irşâd etmek imkân ve kudretini hâiz olur. Diğeri herhangi bir tasavvûf ekolüne dâhil olmaksızın ve bu yolun gereklerini yerine getirmeksizin, fakat bir cezbe veyâ vecd-i ilâhî ile hakîkâtin bilgisine ulaşmaktır ki bu ise sezgiseldir, cezbedir. Bir tasavvûf ekolüne intisâb edip bunun yolunda ilerleyen, çile çekip sonunda da cezbe hâlini yaşayan kimseye, sâlik-i meczûb denir. Yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız sâlik tipi budur. Öncelikle cezbeye kapılıp ardından tasavvûf yolunu yürüyen, çile dolduran; başka deyişle yolu, tersinden kat edip olgunlaşan/ olan kimseye ise, meczûb-ı sâlik denir. Öyle ki bu tip cezbede, kişi; tasavvûfî bir târikin hatta belki dînin temel ilkelerini yerine getirip tâkib etmeksizin, önce cezbe hâlini yaşar, ardından yaşadığı hâlin mahiyetini kavramak sûretiyle, bir anlamda çıktığı zirvelerden inip geri dönerek bu yolun gerektirdiği şartlara nisbetle hayatını düzenler (Uludağ, 2003:286; Nicholson, 1993:447; Ana Britannica, 1989:477). Aynı zamanda yaşadığı bu hâli, kendisi gibi olmayanlara anlatmaya, tâlibleri irşâd etmeye girişir. Bu meselede dikkat çekici husûs, sâlikin, yaşadığı tecrübeyi belki öncesinde ona yönelmek bakımından, belki tecrübe ettikten sonra idrâk etmesi ve kavrayıp anlamlandırdıktan sonra, bir çeşit eğitim metodu ile tâliplerine aktarmasıdır. Bu anlamda sâlik; ilâhî tecrübenin zirvesine çıktıktan BİLDİRİ KİTABI II sonra durulmakta ve rûhsal bir dönüşümle, artık bir mürşîd-i kâmil olarak, ilâhî tecrübeye uzak kimselerin arasına dönerek tecrübe, bilgi ve görgü birikimini aktarmaktadır. Antik Yunan filozofu Platon‘un ‚Mağara Benzetmesi‘, tam da bu türden bir hakîkât tecrübesi örneği üzerine kuruludur. Tasavvûf veyâ esâs mânâsı ile Allâh yolcusu (sâlik), bu yolda ilerleyip olgunlaştıkça, dünyaya ve dünyevî, geçici hayatına âit ne varsa terk etmeye, ardında bırakıp hafiflemeye yönelir. Bu terk yükünün ilk parçasını mal ve makâm sevgisi teşkîl eder. Tasavvûf yolunda bu mal ve mevki hırs ve sevgisi, atılıp terk edilecek belki en hafif yük olarak anlaşılır. Sâlik; mal, mülk ve mevki, makâm sevgisinden, âdetâ kirlerinden arınır gibi kurtulup temizlenir. Bu temizlenme, içindeki neş‘e ve hakîkâte ulaşma arzusunu, daha da körükleyecektir (Topçu,5; S.Ateş:326 vd). Dervişin bu yolda karşısına, her adımda gittikçe daha zor terk veyâ inkâr sınavları çıkar. Dünya yaşamının en temel varlıkları olan evlâd û ayâl ile irşâdın terki, terk merhalesinin ikinci ve bir önceki merhaleden daha zor bir aşamasıdır. Evlâd gönül yakısı iken, irşâd akıl yakısıdır ve derviş, bu yakıları yaralarına bastırıp çeker, koparır; böylece şifâ bulur. Topçu‘nun deyişiyle, bütün âlem, tüm ateşleri ve güneşleri ile dervişin yanan kalbinde, birer kar tanesi gibi eriyip yok olacaktır. Bunun şevkindeki lezzet hiçbir şeyde bulunmaz, lezzet; hikmete değiştirilmez. Tasavvûf ise, hikmet değildir, ilâhî hazdır. Bu hazzın yanında felsefe ile birlikte tüm ilimler değersiz birer posa hükmündedir. Tasavvûfî haz/vecd ile bürünen derviş, bu posalara değer vermez (Topçu:6). Ancak dünyasından boşalan, kurtulan sâlik; gönül bahçesinden değil bir gülün, değersiz bir dalın yâhut hakîr bir sapın dahî eksilmesine rızâ göstermez, bu onun için; âdetâ kıyâmetin kopmasıdır (en-Nedvî, 1998:210). Tasavvûf yolunu kat etmenin ikinci yolu ise, cezbedir. Tasavvûfta bir târike intisâb etmeyip cezbe hâlini de yaşamamış olanlara, mücerred sâlik yâhut sâlik-i gayrı meczûb denir. Tarîkât yoluna girmeden ve onun gereklerini yerine getirmeden fakat ânî bir cezbeye mazhâr olan sâliklere ise, mutlak meczûb veyâ meczûb-ı gayri sâlik denir (Uludağ, 2003:286; Nichol- son, 1993:447; Ana Britannica, 1989:477). Cezbin bu son hâli, çalışmamızın konusunu da teşkîl etmektedir. Cezbe ile aynı veyâ çok yakın anlamda kullanılan bir kavram olarak vecd, kulun kalbine kendiliğinden gelen ve sevinç veyâ kedere sebep olan, kulun vasfını değiştirip Allâh‘a yönelten bir hâldir. Nefsinin sıfatlarına yenik düşmüş olan kul, vecd sâyesinde Hakk‘a yönelir. Tasavvûfta vecd veyâ cezbe tesâdüfîdir, başka deyişle irâde dışıdır. Sâlikin i‘bâdet, taât ve evrâdı dolayımında, Allâh‘tan gelen lütûfların arttığını görür ki bu irâdî bir yönelim sonucudur. Bu hâl, mevâciddir. Kul i‘bâdetleri sâyesinde i‘taâtinin, kulluğunun ve îmânın tadını duyar, bu fiîlleri ona mevâcid getirir. Buna karşın vecd, şimşek gibi ânîden ortaya çıkan ve bir ân içinde kaybolan bir yapıdadır. Bu anlamda vecd hâlindeki kulda, beşerî sıfatlar henüz yokluğa ermiş değildir, vecd, ilâhî lutfû bağlamında kulu insâni/geçici tabiâtından alıp kalbinde duyduğu hâllere yöneltir (S.Ateş:485). Vecd hâli dolayısıyla sâlik, farklı ve birbirini tâkib eden üç anlama ulaşır: Ledünnî ilmi kavrar, Hakk‘ı kavrar ve en son Allâh‘ın varlığında eriyip dağılır. Bu aşamalara teker teker yükselmek için kul, kendi varlığından, bilgisinden ve görgüsünden tümüyle kaybolur, vazgeçer. Geçici ve dünyevî varlığından sıyrılan/yok olan insan; insânî olmayan, dâimî bir varlığın zâtında yeni ve ebedî bir varlık hâline yükselir. Ciddi bir arzu ve bu yolda gerçekleştirilecek çaba ile sâlik, ledünnî bilgiyi elde eder. Ardından kendi varlık sıfatlarından, kendine ve sıfatlarına ilişkin bilincinden vazgeçince, onu Hakk‘ın varlığı kaplar. Artık beşerî sıfatlar ortadan kalmıştır. Beşeri sıfatlar silinmedikçe, Hakk‘ın vücûdu görünmez. O mutlak Hakîkât görününce de kulda, beşerlik kalmaz (S.Ateş:486). Bu üç hâli Hz. Pîr Mevlânâ, önce denizi görmeye, ardından yanına varmaya ve son olarak denize dalmağa benzetmektedir. Sâlikin, irâdî olarak yönelmediği ve bu anlamda gereklerini yerine getirmediği bir tarîkât yolundan bağımsız olarak, ânî bir cezbî etkiye marûz kalması sonucunda benzersiz bir lutfa nâil olduğu açıktır. Ancak bu türden bir hâle hazırlıklı olamaması bakımından sâlik, aklî melekelerini büyük oranda yitirir ve ermiş olduğu veyâ hakîkâtin bilgisini hâiz olduğu hâlde, 39 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ irşâd yetkisini hâiz değildir. İşte Ferîdu‘d-Dîn Attâr da İlâhînâme‘de, daha çok bu türden meczûb örneklerini kullanmaktadır. İ L  H Î N  M E ‘ D E G E Ç E N M E C Z Û B -M E C N Û N ÖRNEKLERİ Meczûbluğa ilişkin olarak bir sınıflandırmanın söz konusu olabileceğini ve bu anlamda meczûb türlerini sıralarken, Abdu‘r-Rahman Câmî gerçek meczûblardan ma‘ada ilk olarak, meczûblara özenenler ile meczûbluk taslayanları zikreder (Uludağ, 2003:286). Bu iki gruptan, meczûblara özenen veyâ onlara benzemeye çalışanlar; hakîkî meczûb olmadıkları hâlde samîmî şekîlde meczûb olmağa, onlara benzemeye çalışırlar, bâzen Hakk‘tan gelen ışıklar ve râihâlar sebebiyle kendilerinden geçerler ve bu anlamda meczûbâne davranırlar. Fakat bu ışık ve râihâ kesildiğinde kişi, nefsi ile başbaşa kalır. Cismânî aşkı en yüksek bir seviyeden yaşayan/denetleyen kimselerin böyle olduğu kabûl edilebilir. Yukarıda işâret edildiği üzere, mecnûn olmak, insânî bir âşktan yola çıkmak sûretiyle Allâh âşkına varmayı anlatır fakat yine de âşıkın, bu arzuya irâdî olarak yönelmesi gerekir. Akıllı deli tâbiri, bu durumu anlatmak bakımından oldukça kullanışlıdır. İlâhînâme‘de mecnûn ve meczûb kavramlarını konu edinen toplam yirmi mesel/hikâye bulunmaktadır. Bunların on altı adedi meczûb, dört adedi mecnûn bahsine hasredilmiştir. Söz konusu mecnûn, meşhûr Mecnûn-ı Leylâ‘dır. Bunlar dışında, tasavvûf târihinde meczûb-mecnûn sınıfında sayılan Şiblî, Behlul-i Dânâ gibi tasavvûf büyüklerinin de konu edildiği örnekler de bulunmaktadır. Mecnûn meselleri, esas i‘tibâriyle Leylâ‘nın âşkından kendini unutmuş Mecnûn‘un, âşk derdini hikâye edişi anlatılmaktadır. Meczûb mesellerinde ise, Allâh ile olan ilişki, yalvarıp yakarma ve sıradan insanlara yönelik uyarılar konu edilmektedir. Farklı iki kavram üzerine kurulu bu meseller arasında, köklü farklılıklar bulunduğunu söylemek kolay değildir. Yukarıda 40 i‘fâde edilmeye çalışıldığı gibi mecnûn ile meczûb, esas i‘tibâriyle kavramsal düzeyde ve sathî bir farklılığa sâhiptir. Anlam içerikleri veyâ Mutlak ile olan ilişkileri/temasları bakımından benzerlik arzederler. Yalnız, Mutlak Hakîkât ile temas, mecnûnda, insânî/cismânî bir âşk dolayımında ve mecnûnun bunu arzu etmesi ile başlamış/gerçekleşmiş iken; meczûbun bu teması, Allâh‘ın lütfu, o kimseyi seçip kendi katına yükseltmesi yâhut bilgisinden/sırrından haberdâr etmesi ile gerçekleşmektedir. Ancak vardıkları menzîl-i Mutlak bir ve aynı olduğu ândan i‘tibâren, oraya nasıl ve hangi yoldan vardıklarının önemi silikleşmektedir. Bu anlamda çoğu örnekte, bu iki kavram birbirini destekler bir mahiyete bürünmektedir. Bu örneklerden biri Mısır‘da geçmektedir ve bir meczûbun gönül gözünün aşk vâsıtasıyla açılması anlatılmaktadır. Meczûb der imiş ki, „Sarhoş veyâ ermiş, yârin derdiyle ölürse buna şaşılmaz zîrâ âşıklar ölmez! Asıl şaşılacak olan ölmeyip diri kalmasıdır. O, birgün bile diri kalsa, gözyaşı döker, mum gibi yanar yakılır, erir. Âşığın işi düzene girmez. Bir mum gibi ayrılık acısı ile yanar durur. Âşığın yanışı, mumun yanışından ziyâdedir. Çünkü ışığı, kendi mumundandır/mumluğundandır. Ağlayıp sızlanan âşık, sevgiliyi bulursa, bir gül gibi başı üstünde taşır/yürür (İlâhînâme, Gölpınarlı ter., 1967:b.1819-1826; İlâhînâme, Özbudun ter., 2012:127).“ Bu örnekle işâret edilmekte olan, temel olarak ilâhî âşk olmakla birlikte -ki Allâh‘ın lütfettiği cezbe veyâ vecd ile yaşanan taşkınlık hâlidir- insânî âşkı da kendisine konu edinmektedir. Bu türden bir âşk, çoğu kere bir erkeğin bir kadına duyduğu cismânî/tensel âşkta vücûd bulur fakat asıl olarak insânın/kulun, ilâhı ile olan temâsını ta‘rîf ve i‘fâde eder. Bu anlamda meczûba, yukarıda anlatıldığı üzere, daha çok ve daha doğru olarak mecnûn denir. „Hayvan sevmeyi bilmeyen, insan sevmeyi; insan sevmeyi bilmeyen Allâh‘ı sevmeyi bilemez“ olarak formüle edilen ilke gereği, mecnûn; başlangıçta Leylâ‘ya âşık olur. Bu âşkın derdi ile yoğruldukça kavrulur, olur, olgunlaşır ve ilâhı ile olan temâsını, yine bir âşk formunda deneyler. Allâh‘ı ve O‘nun mutlaklığını, âşk kavramı ile tanır. Bu anlamda meşhûr Mecnûn örneğinde, ‚cin çarp- BİLDİRİ KİTABI II mış, cinlenmiş, içine cin girmiş yâhut cinler tarafından ele geçirilmiş‘ anlamlarını da kendinde barındıran mecnûn kavramı, Arapçada da Türkçede de, eski ve yeni kültürde de benzer bir anlam ile ‚delirmiş, aklını yitirmiş, deli‘ mânâlarında kullanılır. Bu aklını yitirmişlik hâli, kabaca, tutulduğu kara sevdânın eseridir. Görüldüğü kadarıyla Mecnûn‘a atfedilen şiirler de genel mânâda, elem, ümitsizlik ve âşkın derdinden akan gözyaşları ile doludur. Aynı zamanda âşka dâir dert ve ızdırâbın terennümü bakımından, Arap edebiyâtının en güzel eserleri sayılmaktadırlar (A.Ateş, 1993:440; Durmuş, 2003:278). Söz konusu bu insânî/nefsânî/cismânî âşktan, İlâha/Allâh‘a yol bulan için mecnûnluk; cezbeye kapılmak veyâ cezbeyi bulmak demektir. Bu anlamda mecnûn, artık o cismânî âşktan geçip yolun/âşkın/derdin kendisine, Âşkın kendisine râm olur ve ondan gayrıyı gönlüne/rûhuna harâm bilir. Öyle ki, Mecnûn-ı Leylâ‘yı (Leylâ‘nın âşığı olan Mecnûn‘u) âilesi ve dostları, Mekke‘ye Kâbe-i Muazzamâ‘yı ziyârete götürmüşler. O arada da sıkı sıkı tembîhlemişler: „Kâbe‘yi ilk gördüğün ânda ettiğin duâ, her ne olursa olsun kabûl olunur. Dile, yalvar da Allâh seni bu âşk belâsından kurtarsın!“ Varınca, koşmuş Mecnûn, yüzünü gözünü ellerini Kâbe‘nin duvarlarına sürmeye başlamış. Bir yandan da duâ edermiş: „Ya Râbbî lâ teslibnî hubbuhâ ebeden ve yerhamu‘l-Lâhû abden kâle âmînen!/Ya Râbbî! Sevdiğimin bu muhabbetini zinhâr benden eksik etme! Bu duâma âmîn diyen kula da rahmet eyle!“ Fuzûlî, âşk derdi ile bürünmüş Mecnûn‘un derdinden bu hoşnutluğunu şu dizelerle söyler: „Yâ Râb belâ-yı âşk ile kıl âşinâ beni, Bir dem belâ-yı âşkdan etme cüdâ ben! (Fuzûlî, 2011:171)“ Abdu‘r-Rahman Câmî‘nin meczûpları ele aldığı hâli ile ikinci tür meczûb; meczûb olmadığı hâlde meczûbluk taslayanlardır. İslâm târihi ve geleneği, sahte deliler bakımından oldukça zengindir. Kutsal delilik veyâ meczûbluk, bir görüntü ve sosyal etkileri bakımından, yalnız sarhoşlar için değil ayıklar için de ‚kullanışlı‘ olmuştur denebilir. Bu noktada Melâmîlik ve Melâmî yaşam tarzı akla gelebilir. Kendilerini Allâh yoluna adarken, ermişliklerini ifşa etmemek için, dünyevî şöhretlerini fedâ ede- rek dışarıya karşı sergiledikleri davranışlarında erdemlerini ve erdemli eylemlerini gizlemiş olan bu kimseler, doğal olarak deli veyâ delirmiş zannedilebilir. Kaldı ki Melâmî yaşam tarzı, toplum nezdinde görünür değildir, bu türden bir yaşama ve îmân etme biçiminin, gizli/örtük tutulması, bilinçli bir şekîlde yürütülmüştür. Günümüzde bu türden bir dînî yaşam sürmeye çalışan kimselere rastladığımız olur veyâ kendileri, gerek kurumsal olarak gerekse de sanal gerçekliği -Facebook gibi sanal ortamlarda Melâmî adlı profiller- kullanarak bu yaşam tarzını ifşa ederler, fakat söz konusu bu tasavvûf yolunun temel ilkesi, toplumda görünür olmamaktır. Çünkü Melâmîlikte, bir Müslüman için en büyük tehlikelerden biri olan riyâdan kaçınmak, saf bâtınî bir yaşamı benimsemek ve kendilerini hemen tüm yönleri i‘tibâriyle meraklı gözlerden gizlemek esastır. Bu öğretiye göre temel dînî yönelimler, iyi ameller ve dîndârlık dahî, dînin zâhîrini teşkîl etmektedir ve bunlara olan eğilim, sadece gösteriş arzusundandır. Bu anlamda kişi, Allâh‘ın mükâfâtını ve insanların beğenisini arzulamak duygusu ile sürekli mücâdele etmelidir. Sonuç olarak Melâmîler, zorunlu dînî i‘bâdetlere katılmak yerine, namaz ve oruçlarını gizlice i‘fâ etmişlerdir. Bu anlamda diğer tasavvûfî târiklerden farklı bir anlayış olarak kabûl edilen Melâmîlik ve Melâmîler, kutsal/tasavvûfî delilere örnek teşkîl etmezler. Abdu‘r-Rahman Câmî‘nin sözünü ettiği meczûbluk taslamak, Melâmîlikten farklıdır ve basbayağı faydacı ve sahtedir. Ferîdu‘d-Dîn Attâr ise, İlâhînâme‘de bu tür meczûbluğa yer vermez. Onun ele aldığı meczûblar, çoğu yerde çoşkun bir cezbeye/âşka kapılmış, bu bağlamda söz söyleyen, hareket eden kimselerdir. Başka deyişle kutsal delilerdir. Bâzı yerlerde ise, akıllı deli tanımına uygun olarak konuşan, öğütler veren kimselerdir. Yalnız yeri geldiğinden, meczûbluk taslayanlara bir örnek vermeyi uygun bulduk. Meczûb olmadığı hâlde öyleymiş gibi görünen/ davranan bu kimseler, dînin emîr ve yasaklarına uymamak için meczûbluk taslar ve cezbe hâlinde olduklarını iddiâ ederler. Bu tip kimseler, ona göre, açıkça zındıktır. Hz. Pîr Mevlânâ ise, bu kimselere, zındıklık yönünden değil, daha faklı bir açıdan yaklaşır. Meczûb üzerinden sözünü söylemeye farklı bir örnek olarak, 41 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Hz. Mevlânâ‘dan bir tek örnekle iktifâ edeceğiz. Bu hikâyeye göre, evlenecek uygun bir eş aramak üzere, yakın bir bölgeye giden bir adam, kime sorsa uygun bir cevap yâhut tavsiye alamaz. Çâresi tükenmiş iken, elindeki bir sopaya at gibi binmiş, koşturarak yaklaşmakta olan bir maczûba sormaya karar vermiş. Meczûb, „üç tane kadın vardır ki sana uygun olabilir. Fakat bunların ikisi başkasına âittir, yalnız biri senin olur“ demiş. Merak edip soran adam, şu cevâbı almış meczûbtan: „Senden evvel bir başkası ile evlenmiş (dul) bir kadının, ancak yarısı senin olabilir. Eğer bir çocuğu varsa, tümüyle başkasına âittir ve öyle kalır. Yalnız sana kız-oğlan-kız gelen kadın tümüyle senin olur ki araman gereken, böyle bir eştir.“ Bu ilginç sözlerden, merakı iyiden iyi kabaran adam: „Hikmet beyân etmede, güzel ve özlü söz söylemede bu kadar ileri iken, nasıl olur da bir meczûb gibi gezersin? Güneş nasıl olur da böyle gölgeler ardına gizlenir?“ diye sormuş. Meczûb: „Ben aslında, senin de anladığın üzere meczûb değilim fakat bu millet beni, başa geçirip kâdî yapmak istedi. Ben de istemediğimi söyleyip fakat kabûl ettiremeyince, mecbûren meczûbluğa vurdum kendimi. Fakat asıl divânelik, bu asesi (deliliği, toplumda yoldan çıkmışlığı, hayâsızlığı) görüp de evine kapanmamaktır!“ demiş. Bu hikâyede ifâde edilen meczûbluk veyâ meczûbluk taslamak örneğinden farklı olarak, İlâhînâme‘de kullanılan meczûb örnekleri kabaca üç sınıfta ele alınabilir. Bunlar, meczûbun Allâh ile konuştuğu meseller, ilâhî bir gerçeği işâret ettiği veyâ bildirdiği meseller ve dünya meseleleri ile ilgili uyarı ve sözlerini içeren meseller olarak ifâde edilebilir. M E C Z Û B U N A L L  H İ L E KO N U Ş T U Ğ U H İ K ÂY E L E R Meczûbun Allâh ile diyalog yâhut doğrudan iletişim kurduğu mesellerden biri şöyledir: Meczûbun birini bağlamışlar. O da ağzını kıpırdatıp bir şeyler söyleniyormuş. Ne dediğini anlamak için bir adam, kulaklarını yaklaştırıp dinlemiş. Diyor imiş ki; „Bu 42 Senin dîvânen, bir müddettir Seninle aynı evde oturmakta idi. Fakat Sen onunla aynı eve sığmadın. Evde ya o oturmalıydı ya da Sen. Senin hükmüne uydum sonunda ve evden çıktım. Mâdem ki Sen varsın, bu meczûb yoktur artık! (Gölpınarlı ter., 1967:b.33403352; Özburun ter., 2012:224-25)“ Bu örnek üzerinden iletilmek istenen düşünce, tasavvûfta, ‚benlik iddiâsı‘ndan daha beter bir hata ve günâhın olamayacağıdır. Zîrâ tasavvûf yolu, Allâh‘a yönelmiş yoldur; dolayısıyla bu yolda Allâh‘tan başka bir varlık, değer, sevgi vs. tanınmaz. O‘nun karşısında ‚ben‘ veyâ ‚biz‘ demek şirktir. O hâlde insan, gönül evine Allâh girdikten sonra, oradan kendilik/benlik düşüncesini/bilincini bile atmalıdır. Benzer şekîlde bir meczûb, insanlardan, dünya yaşamından hatta kendinden bile bıkmışken, „Ey sırları bilen Allâh‘ım!“ der imiş, „yaratılışın sırrı nedir? Yaratışının sebebi nedir? Bunun sebebini bilmiyoruz. Bu konup göçmeler ne zamana kadar sürecek? Doymadın mı yaratmaya Ya Râbbî? ... Gönlüm dertle dolu, canım acıklanmakta çünkü günüm kararmış, ayım bulut altında. ... Biz körlüğümüzden sırlara arkamızı çevirdik; hırka giyecekken, gafletle zünnâr kuşandık. Gönül, bu sevdâda kalırsa, elimizde ancak bu sürgün kalacak. Yaşamaktan bir fayda görmedikten sonra yaşamamın ne faydası var? Faydasını görsek bile hayrını görmedik bu hayatın!(Gölpınarlı ter., 1967:b.3163-3191; Özburun ter., 2012:213-14)“ Zikredilen bu iki örnekte meczûb, Allâh ile doğrudan ittisâl hâlinde tasvîr edilmektedir. O‘na doğrudan hitâb etmek veyâ O‘nunla doğrudan ilişki kurmak yetisine sâhip bir kimsedir ve bu dolaysız temas sonucu edindiği verileri, kendine göre yollardan, insanlara aktarmaktadır. Başka bir örnek; Başını Kâbe‘nin Kapısına Vuran Bir Meczûb meselidir. Başını sabaha kadar Kâbe‘nin duvarlarına kapısına vuran bir meczûb, „Aç kapılarını bana!“ diye yalvarırmış. „Açmazsan eğer, ben de başımı vura vura ölür giderim Senin yolunda.“ Bunu söylerken murâdı, cânını fedâ ederken, derdinden, içindeki yangından da kurtulmakmış ümîdi. O esnâda hatif gelmiş: „Bu ev uzun zaman putlarla dolu idi. Sonra o putlar kırıldı. Şimdi sen kafanı kırsan ne olur? Içindeki BİLDİRİ KİTABI II putlar kırıldı, seninkini de dışında kırılmış bir put sayarız, olur biter! Bu kapıda (kapı artık Allâh‘ın indidir) bu çeşit başlar eksik olmaz. Fakat unutma ki, bir deniz bir çiğ tanesiyle artmaz!‘‘ Son söz olarak Attâr diyor ki: „Mâdem ki O‘na karşı çalışıp çabalamamızın imkânı yoktur,o hâlde yüzlerce feryâd û fîganla coşmak gerek! (Gölpınarlı ter., 1967:b.2043-2052; Özburun ter., 2012:140-41)“ Meczûbun, Allâh ile konuşmasına ilginç son bir örnek olarak Bir Meczûbun Münâcaâtı meseli örneğini aktaralım: „Adam akıllı aklını yitirmiş bir meczûb, yüzünü göğe çevirip dermiş ki, „Ya Râbbî! Sen sevgiden anlamıyorsun ama ben Seni dâimâ sevmekteyim. Senin, benim gibi birçok sevgilin var fakat benim Senden başka sevgilim yok. Ey dünyaları aydınlatan Sevgili! Nasıl diyeyim sana? Ne olursun, bir kerecik olsun sevgiyi benden öğren!(Gölpınarlı ter., 1967:b.29692976; Özburun ter., 2012:200-01)“ MECZÛBUN İL ÂHÎ BİR GERÇEĞİ BİLDİRDİĞİ H İ K ÂY E L E R Meczûbun, ilâhî bir gerçeği bildirdiği yâhut işâret ettiği hikâyelerden, İlâhînâme‘de geçen örneklerden biri sıtmalı meczûb örneğidir. Sıtmaya tutulmuş bir meczûba bir adam, belki alay etmek maksadıyla, „sıtmaya tutulmuşsun, doğru mu?“ diye sormuş. „Evet, doğru (ama bunu düşünmesi gereken ben değilim)!“ demiş meczûb, „eğer ben bu dertten ölürsem, sıtmanın (bu sefer) kimi tutacağını Allâh bilir!(Gölpınarlı ter., 1967:b.1233-1234; Özburun ter., 2012:96)“ Bu sözü ile meczûb, sıtmanın önünde bir set olarak durduğunu, bunun; üzerinde bir görev olarak bulunduğunu ve belki bu görevin kendisine, Cenâb-ı Mevlâ tarafından yüklendiğini anlatmak istemektedir. Sıtmaya tutulma görevini kendisi yüklenmiş/ kabûl etmiştir, böylece de geriye kalan herkesin, sıtma belâsından halâs olabileceğini işâret etmektedir. Asıl düşünülmesi gereken, o öldüğünde, bu görevin kime tevdî edileceğidir ki bunu ancak Allâh bilir. Ancak görevin sâhibi belirleninceye dek, toplumdaki her bir kimsenin, derîn bir korku hissedeceği âşikârdır. Bu tip mesellere bir örnek de ağlayan meczûb örneğidir. Bir meczûb, yol kenârına oturmuş, gözlerinden inci gibi yaşlar akıtmaktaymış. Biri neden ağladığını sorunca, „Cânım dalgalanıp coşmakta, onun için mum gibi gözyaşlarına gark oldum. Ben yalnızca Allâh‘ı diliyorum, ama o beni hiç istemiyor, bana aldırış bile etmiyor!“ demiş (Gölpınarlı ter., 1967:b.29642968; Özburun ter., 2012:200). İlâhî bir gerçeğe işâret etmek maksadıyla bir meczûb; Duâcı ile Meczûb meselinde; bir âlimin yanındadır. Âlim, duâ etmekte, etrafındaki kalabalık da coşkuyla ‚âmîn‘ demekteymiş. Meczûb sormuş, âmîn ne demektir diye. ‚Hoca Allâh‘tan ne diliyorsa, öyle olsun, öyle olsun anlamında söylüyoruz“ demişler. „Allâh ne dilerse öyle olur, ne eksik ne fazla! O hâlde ne diye uğraşıp duracaksınız? O bir şey diledi mi olur, dilemedi mi, gülünde diken biter ancak!“ demiş (Gölpınarlı ter., 1967:b.2956-2963; Özburun ter., 2012:199-200). Bu türden meczûb hikâyelerine bir son örnek olarak Bir Meczûb ve Cumâ Namazı meseli kaydedilebilir. Yalnız başına namaz kılmaya alışmış bir meczûbu, arkadaşları Cumâ Namazına götürmüşler. Cemaâte katılıp imâm ile birlikte tekbîr getireceği esnâda, meczûb; birden bire öküz misâli böğürmeye başlamış. Arkadaşları üzülmüşler, onu câmiye getirmekten ötürü pişmân olmuşlar. Namazdan sonra kızmış ve sormuşlar. Meczûb, „Tam namaza durduğumuz esnâda, hoca önüme düşüp öküz almaya koyuldu. Bu olay tam, Fâtihâ Sûresi okunurken oldu. Ben de Allâh‘a karşı değil öküze karşı durduğumuz için, tekbîr getirmeyip öküz gibi böğürdüm.“ demiş. Arkadaşları hocanın yanına gidip, özür dilemek üzereyken, hoca, „Arkadaşınız doğru söylüyor. Kaç zamandır köye gidemiyordum, bir öküzüm olmadığını da hatırladım. Bir ân bir öküz alayım diye düşünüp kurarken, böğürme sesini duydum da kendime geldim“ demiş (Gölpınarlı ter., 1967:b.1745-1757; Özburun ter., 2012:122). DÜNYEVÎ MESELELERE İLİŞKİN MECZÛB 43 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ H İ K ÂY E L E R İ Meczûbun dünyevî meselelere ilişkin yâhut dünyada sürdürülüp düzenlenmesi gereken dînsel hayata ilişkin uyarı ve öğütlerine dâir mesellere bir örnek olarak, Bir Meczûbun Kabîr Başındaki Sözleri adlı hikâyesi anılabilir. Coşkun bir meczûb, bir seher vakti, yol üstünde bir büyük zâtın kabrîni görmüş. Kabîr, yalnız bir taştan i‘bâretmiş. Uzun zaman orada durup, orada yatan zâtın rûhu ile görüştükten sonra, „Şu uyuyan adamın hiçbir şeyi yok! Bu dünyadan ona, şu taştan başkasını vermemişler. ... Bu uyuyan adam, hem dünyayı hem âhireti terk etmiş. Çünkü bunların ötesinde, başka bir şey istemekte. İstediği şeyi ise, hiç kimse ele geçiremedi. Neyi var neyi yoksa, bu uğurda verdi; şimdi hiçbir şeyi yok!(Gölpınarlı ter., 1967:b.3316-3339; Özburun ter., 2012:223-24)“ Başka bir örnek olarak ise, Bir Tabut Gören Meczûb hikâyesini anlatalım: „Tabutu eller üstünde giden, toplumca sevilen bir kimseyi görünce, kim olduğunu sormuş meczûb. „O, pehlivân bir gençti!“ demişler. „O zavallı yiğit, güreşte ustalaşmış ama bugün kiminle güreştiğini pek bilememiş! Ona öyle bir yiğit sataşmış, onu yere vurup öyle bir kanlara gark etmiş ki, artık düştüğü yerden kalkması mümkün değil‘‘ demiş (Gölpınarlı ter., 1967:b.3004-3018; Özburun ter., 2012:203).“ Bu anlamda Attâr, kişinin bu dünya yaşamında, ne bir şeye sâhip olabileceğini ne de ebeden burada kalacağını işâret etmektedir. Aklı başında olan kimse, içinde kısa bir müddet kalınacak bu âlemde, uzun müddet kalacakmış gibi yaşamaz. Gönül ehli ise, öte/ ebedî âleme, nihâyet varacağı ve ebeden orada kalacağı âleme hazırlanır çünkü herkes, nihâyet, o âleme âittir. DEĞERLENDİRME Sözlük anlamı ‚çekmek‘ olan cezbe, tasavvûfta; ‚Hakk‘ın, kulunu huzuruna ânîden çekmesi‘ anlamına gelir. Cezbe ile Allâh, Kendisi ile kulu arasındaki perdeyi/mesâfeyi/ulaşılmaz ve anlaşılmaz olmak durumunu kaldırır ve yakîn nûru ile onu, yüce makâmlara 44 erdirir. Bu; Allâh‘ın, dilediği kuluna lütfûdur, hesâba gelmez ve akıl almaz. Sâniyen, bu lütfa mazhâr olmak için kulun sevilmesi gerekir. Cezbe ile çekilmiş ve ulaşılmaz hakîkâte şâhit kılınmış kimse, meczûbtur ve bu lütûf onda, yukarıda işâret edildiği üzere, i‘bâdet/kulluk şevki uyandırıp onu bir mürşîd-i kâmil de edebilir, tersine bu türden bir şevk uyanmaya da bilir. İşte meczûb; aklî melekelerini muhâfaza edemeyip, o yüce Hakîkâtte kendini/benliğini kaybeden; bedenen başka rûhen başka bir âlemde yitik kalandır. Allâh‘tan başka bir şeyi bilmeyen, doğrudan temas ettiği o benzersiz Hakîkâtin etkisinde, vecd ve istiğrak hâlinde dâîm kalır. Kur‘ân-ı Mubîn‘de, Şûra Sûresi (42/13) âyet-i kerîmesi de bu hakîkâte işâretle, ‚‘Allâh, dilediğini kendine çeker!‘‘ demektedir. Bu nokta-ı nazardan bakınca, meczûb, sâlike üstündür denebilir. Zîrâ sâlikin, tasavvûf veyâ Allâh yoluna girmesindeki sâik, O‘na yaklaşmak, Hakîkâtin bilgisine zerre miktâr olsun şâhît olmak arzusudur. Sâlik-i tarîkin elinde, bu yolda geçirilecek bir ömür sonunda, menzîl-i maksûda varmanın bir garantisi de bulunmamaktadır. Buna karşın, meczûb; arzu edip yönelmediği hâlde, daha başını bilmeden bu yolun sonuna vâsıl eylenmiş ve bir anlamda en büyük ödüle, zahmetsiz/çilesiz konuvermiştir. Allâh‘ın kuluna yönelmesi, cezbe; kulun İlâhına yönelmesi ise âşktır. Âşkın kuvveti, sâliki erdeme, kemâle, olmaya ve olgunlaşmaya götürür. Bu büyük bir mertebedir fakat cezbin en hafif mertebesi, kula, Mutlak Hakîkâtin kapılarını açmaktadır. Cezbin kuvveti ne kadar şiddeti olursa, meczûbun benliğinde açacağı yara da o kadar derîn olacaktır. Bu türden bir cezbe, lüft-ı İlâhîye mazhâriyyet, bulunmaz nîmettir fakat tasavvûfta, sülûk görmeyenin cezbi de makbûl kabûl edilmemektedir. Çünkü cezbin, o şiddetli girdabın etkisinden kendisini kurtarıp seyr-i sülûk ve amele yönelmeyen meczûbun, irşâd mehâreti göstermesi pek güçtür. Başka deyişle dervîşin, rûhen yönelip arzu ettiği cezbeyi, seyr-i sülûk ile aklîleştirdiği fakat meczûbun, rûhen en derîn bir şekîlde elde etmiş olsa da, bu tecrübeyi aklen kavrayıp anlamlandıramadığı söylenebilir. O artık cezbi içinde, kendinden ve başka her şeyden bihaber, başkalarına ve kendine faydadan hâlî bir BİLDİRİ KİTABI II şekîlde fakat kurtulmuş/kurtarılmıştır. Peki meczûbun bundan nasîbi nedir denirse, onu ancak Allâh bilir. Metinde işâret edildiği noktalarda dikkati çeken bir husûs, tasavvûf öğretisinde bâzı konuların, felsefe târihinde bilinen bâzı meselelerle olan benzerliğidir. Bunlardan biri, Platon‘un ‚Mağara Benzetmesi‘dir. Platon‘un, güneş ışığı sembolü ile resmettiği varlığın hakîkâti veyâ Mutlak; dolaysız biçimde deneylenmesi karşılığında, bu tecrübeyi arzu eden kimselerden ağır bedeller istemektedir. Hakîkâtin şâhidi yâhut filozof, bu benzersiz tecrübenin ardından; mutlak özgürlük, şevk ve zevk hâlinde bulunduğu gerçeklikler âlemini geride bırakıp, rûhun zindânı olan nesneler dünyasına geri dönmeli ve sıradan insanlara, hakîkâtten/Mutlaktan haber vermelidir. Ancak bunun kolay olmadığı açıktır. Zîrâ rûh, fizik beden içinde, âdeta zindânda gibidir ve bu zindândan nihâyet kurtulduğu ve mutlak özgürlüğe ulaştığı bir durumdan vazgeçip, söz konusu zindânına geri dönmesi elbette çok zor olacaktır. Filozofun görevine ve bu zor kararına, İslâm filozofları İbn Sînâ ve İbn Tufeyl Hayy b. Yekzân; İbn Bacce ise Kitâbu İttisâl el-Akl bi‘l-İnsân ve Kitâbû Tedbîru‘l-Mütevahhîd adlı eserlerinde değinmektedirler. İşte tam da bu anlamda, Allâh‘ın cezbe yolu ile kendisine çektiği, Âşk-ı İlâhî ile bürüdüğü, benliğini elinden alıp, Mutlak Benlik ile temasa getirdiği meczûbun, o büyük zevk ve yücelik makâmından geri dönüp/inip, sâkinleşip/durulup insanlara o Mutlak deneyden haber vermesi kim bilir ne zor olacaktır? Bundan haberdâr olamayan kimselerin, eğitilip bilgilendirilmesi, irşâd edilmesi gerekmektedir; bu bir görevdir fakat bu yüce görevin i‘fâsı aynı zamanda, geçici ve değersiz olduğu tüm açıklığı ile anlaşılmış olan bu dünyaya, bir süre daha katlanmak anlamına da gelecektir. Anlaşılan odur ki meczûb, hakîkâti, seyr-i sülûk dolayımında deneylemiş olmadığından, ne ve nasıl yapması gerektiğine ilişkin önceden bir bilgiye ve eğitsel bir tecrübeye sâhip değildir. Dolayısıyla da geri döndüğünde, benliğini ardında bırakmış, delirmemiş fakat ilâhî cezbin etkisinden de kurtulamamış olarak yaşamını sürdürmektedir. Benzer şekîlde Antik Yunan düşünürü Plotinus için, evrenin yaratılması, sırasıyla küllî aklın, rûhun ve maddenin bir anlamda Tanrı‘dan veyâ onun tâbiri ile Bir‘den ‚taşması‘ sonucu olmuştur. Bu taşma/emanasyon/südûr, en yüce olan Bir‘den başlar ve en zelîl olan cansız maddeye değin devâm eder. Bir‘den ilk taşan küllî akıldır, küllî akıldan ise, rûh veyâ evren rûhu taşar. Evren rûhundan ise, südûr silsilesinin son parçası olan dünya veyâ madde evreni taşar. Dolayısıyla, taşma mertebeleri arasında, Bir‘e en yakın olan küllî akıl iken, en uzak olan maddedir. Temel olarak her varlığın Bir‘den taştığı söylenebilirse de, Bir‘e/Tanrı‘ya olan mesâfe arttıkça, O‘ndan alınan payın azaldığı da i‘fâde edilmelidir. Bu anlamda yaratma, Bir‘in/Tanrı‘nın kendisini anlatma, kendisini evrende ve insanda var etme fiîli ve sürecidir. Evrenin yaratım sürecinde ana durakları teşkîl eden akıl, rûh ve madde; tümüyle insanda var bulunmaktadır. O hâlde insan, kendi iç kuvvetlerini kullanmak sûretiyle Bir‘e veyâ Tanrı‘ya ulaşabilir. Bu anlamda insan, kendi fizik bedeninden veyâ maddesinden hareketle madde evrenini ve fizik doğayı anlayabilir. Böylece bir üst mertebeye yükselir ve rûh sâhibi bir canlı varlık olarak, evren rûhunu kavrayabilir. Bu mertebede elde ettiği kuvvet ile akıl/küllî akıl seviyesine yükselerek kendi bireysel/insânî aklı dolayımında, küllî aklı da kavrayabilir. Bu taşma/südûr yolunun tersten yürünmesine imkân verecek kuvvetler, her insanda mevcût bulunmakla birlikte bu yolculuğu tamamlayabilenler ancak filozoflar ve peygamberlerdir. Ancak küllî akıl seviyesine ulaşmak, yolun/yolculuğun bittiği anlamına gelmemektedir. Çünkü küllî akıl ile Bir/Tanrı arasında, kat edilmesi gereken son bir aşama daha vardır. Ancak insanın, insânî kuvvetleri bakımından bu mesâfeyi kat edecek türden bir yetisi yoktur. O hâlde bu mesâfe nasıl ve ne ile kapanır? İşte Plotinus, Bir‘in/Tanrı‘nın bu son aşamayı, kendisine yaklaşmak arzusunu gösteren insana lütfedip, onu ‚kendine çekeceğini‘ söyler. Başka deyişle insanın Allâh‘a olan yolculuğu, son aşamada cezbe ile tamamlanır, son bulur ve ikmâl olur. Meczûbun kapıldığı cezbe, bu türden bir arzu ve irâdî yolculuğun sonucunda ortaya çıkmaz. Kaldı ki İslâm tasavvûf teorisinin etkilediği KAYNAKLARın başında, Plotinus felsefesinin geldiğini savunan kimi yazarların bulunduğunu hatırda tutarak söylemeliyim ki, bu iddiâ henüz, temellendirilip ispât edilmeye muhtaçtır. Ancak yukarıdaki karşılaştırmadan hareketle, arala- 45 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ rındaki benzerliğin dikkat çekici olduğu da söylenmelidir. Son olarak Yunus Emre‘den bir alıntı ile söyleyelim: ‚‘Cezbe-i âşk olmayınca, neylesin şeyhim beni!‘‘ Bu kısa değerlendirmenin ardından şu sorular sorulabilir: Acaba kimilerine göre, uygunsuz hatta tehlikeli davranışlar sergileyen meczûblara, toplumsal yâhut dînsel baskının yönelmemesinin; eğer zararsız iseler, hem toplum tarafından gözetilip hem de dînî vecibelerden muaf kabûl edilmelerinin temel nedeni nedir? İslâm toplumunun meczûblara bakışının, onları kutsal addetmesinin ontolojik ve epistemolojik temelleri nelerdir? Başka bir bakış açısı ile, meczûbun içinde bulunduğu topluluğun, kendisinin ‚yüzü suyu hürmetine‘ korunup kollandığını; dünyanın, onların bereketine hürmeten döndüğünü; meczûbun, topluma bereket, şifâ ve umut getiren gizli bir evliyâ olduğunu düşünmek mümkün müdür? Allâh ile kulu arasında, aracılık edecek türden totem, ikona, maddî sembol yâhut kişilerin bulunmadığı bir dînde (İslâm‘da), meczûblar, Mutlak‘ın insanlar arasındaki temsîlleri sayılabilirler mi? İslâm toplumlarında meczûbun, yüz yıllara yayılan i‘tibârının sebebi ne olabilir? Bu sorulara verilecek türden; aklî/felsefî, varlığın özüne ilişkin/ontolojik yâhût akıl, deney veyâ gözlem yolu ile ulaşılabilecek/epistemolojik türden delîllerin bulunmadığı açıktır. Meczûbun halk içinde ulu orta gezip bir uyarıcı olarak konuşması, doğruyu olduğu gibi ifâde edip insanları o gerçeğe uyandırmaya çalışması, bir anlamda, Antik Yunan toplumunda Sokrates‘in i‘fâ ettiği görevi de hatırlatır. Kaldı ki sözlerindeki anlam derînliği ve ilâhî hikmet, İslâm toplumlarında meczûba karşı beslenen saygı ve sevginin esas temelini teşkîl etmiş görünmektedir. İslâm kültür târihinde meczûbların, tüm irrasyonelliğine karşın, paradoksal bir biçimde, sözleri ve davranışları bilhassa mânidâr, latîf ve gizemli kabûl edilmiştir. Bu anlamda meczûbluk; ezoterik ve derûnî sûfî öğreti ile mânevî yolculuğa kolaylıkla olanak sağlamıştır denebilir. Ayrıca edebî bir metinde, tasavvûfî düşüncelerini ifâde etmek üzere seçilen meczûb/mecnûn figürü; yazar için, ağza alınmayacak türden, tehlikeli, ezoterik yâhut dîne ters düşen bir takım düşüncelerini rahatça dile getirebilmesi açısından oldukça elverişli görünmektedir. Bu anlamda Dols‘a göre meczûb-mecnûn kavramları; yaşadığı devirde cârî ilâhî/dînî düzeni sık- 46 lıkla ve sert şekîlde eleştiren Ferîdu‘d-Dîn Attâr için, arkasına sığınabileceği sağlam bir kalkan vazîfesi görmüştür (Dols, 2013:492-93). K AY N A K Ç A Ateş, Ahmed, (1993), Mecnûn, İslâm Ansiklopedisi, İslâm Âlemi, Târih, Coğrafya, Etnoğrafya ve Biyografya Lugâtı; c.7, İstanbul, M.E.B., ss.439-440. Ateş, Süleyman, (tarih yok), Tasavvûf; yer yok, Radikal-Yeni Ufuklar Neşriyât. Attâr, Ferîdu‘d-Dîn, (1967), İlâhînâme; (Çev. Abdulbâki Gölpınarlı), İstanbul, M.E.B. Yayınları. Attâr, Ferîdu‘d-Dîn, (2012), İlâhînâme; (Çev. Serkan Özburun), İstanbul, Semerkand Yayınları. en-Nedvî, Abdu‘l-Bâkî, (1998), Kitâp ve Sünnetin Rûhuna Göre Tasavvûf ve Hayat; (Çev. Mustafa Ateş), Ankara, T.Diyânet Vakfı Yayınları. Meczup, (1989), Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi; c.15, İstanbul, Ana Yayıncılık A.Ş. Dols, Michael W., (2013), Mecnûn: Ortaçağ İslâm toplumunda Deli; (Çev. Didem Gamze Dinç), İstanbul, Pinhan Yayıncılık. Durmuş, İsmail, (2003), Mecnûn, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.28, Ankara, 277-278. Fuzûlî, (2011), Leylâ vu Mecnûn; (Haz. Hüseyin Ayan), İstanbul, Dergâh Yayınları. Ibn Haldûn, (1998), Şifâu‘s-Sâil; (Haz. Süleymen Uludağ), İstanbul, Dergâh Yayınları,. Nicholson, R.A., (1993), Meczûp, İslâm Ansiklopedisi, İslâm Âlemi, Târih, Coğrafya, Etnoğrafya ve Biyografya Lugâtı; c.7, İstanbul, M.E.B., ss.447-448. Pellat, Ch., (1986), Madjnun Layla, The Encyclopaedia of Islam; (ed. C.E. Bosworth, E.van Dozel, B.Lewis and Ch.Pellat), vol.5, New Edition, E.J.Brill, Leiden, ss.1102-1107. Topçu, Nureddin; (târih yok), Tasavvûfun Merhaleleri ve Mevlânâönsöz, Şerh-i Mesnevi Tâhiru‘l-Mevlevî, c.1-2, yer yok, ss.5-10. Uludağ, Süleyman, (2003), Meczûb, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.28, Ankara, 285-286. Yılmaz, H. Kâmil, (2003), Cezbe, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.3, Ankara, 504. BİLDİRİ KİTABI II KLASİK TÜRK ŞİİRİNDE KİŞİLERE YAZILAN GAZELLER GHAZALS WRITTEN ABOUT PERSONS IN CLASSICAL TURKISH POEM Murat ÖZTÜRK1 ÖZET ABSTRACT Klasik Türk şiirinde edebi türlerle nazım şekilleri arasında standart bir ilişki yoktur. Bununla beraber bazı konular daha çok belirli nazım şekilleriyle yazılmıştır. Söz gelimi sosyal konular ve mersiyeler daha çok terkib-i bend; aşk hikayeleri, mesnevi; önemli olaylara veya yapılara tarih düşürme kıt’a; hikmet ve felsefe içerikli fikirler ise rubai nazım şekilleriyle yazılmıştır. Gazel nazım şekli ise daha çok sevgili, aşk, işret ve tasavvuf konuları etrafında yazılmıştır. Gazelde konular genellikle soyuttur ve kurgu ise bu soyutluk üzerine inşa edilmiştir. Gazel nazım şeklinde ele alınan konu, düşünce ve hayaller etrafında edebi geleneğe uygun olarak belirli mazmunlar ve tipler işlenmiştir. Divan şiirinde geleneksel içerik ve işlevinin dışında, doğrudan kişilere hitap eden gazeller de yazılmıştır. Başta Rumeli şairleri olmak üzere gerçek kişiler için yazılan bu gazellerin kurgusu da farklıdır. Soyut konu ve kişiler yerine ismiyle anılan ve övülen bazen de yerilen kişiler şairin muhatabıdır. Bu tarz gazeller, farklılıkları nedeniyle üslup, folklor ve tarih açısından da malzeme sunmaktadırlar. Bu bildiride kişi adları anılarak yazılan gazellerin üslup, tür ve içerik açısından incelemesi yapılacak, edebiyat tarihimiz içindeki özel durumu belirlenmeye çalışılacaktır. Ayrıca bu gazellerin genel olarak hangi edebi tür ve zeminde yazıldıkları üzerine değerlendirmeler yapılacaktır. Anahtar kelimeler: gazel, methiye, Rumeli şairleri, nazım şekli. There is not a standard relation between forms of poetry and literary genre in classical Turkish poetry. Nevertheless some topics have been written by a certain versification. For example, social topics and dirges generally had been written with the form of “terkib-i bent”; stories of love with mathnawi, record of date for important events and buildings with kıt’a and philosophical ideas with rubai. Ghazals were written much more related to love, jamborees and sufistic subjects. Subjects in ghazals were generally abstract and fiction was constructed upon abstract concepts. Subjects studied in a ghazal were typical in terms of subject, fiction and ideas. In divan poetry, against the traditional subjects and content, ghazals related to real person were also written. Fiction of ghazals related to a person were differentiated. Instead of fiction, real people were subjects of these kinds of ghazals. These kinds of ghazals were helpful in terms of method, folklore, and history. In this study, ghazals related to a specific person will be analyzed in terms of method, content and sort. Also, the environment of these kinds of ghazals will be clarified, while discussing these typs of ghazals. Key Words: ghazal, laudatory poem, poets of Balkans, poetry form. 1 Yrd. Doç. Dr., Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü, [email protected] 47 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ Gazel kelimesi Arapçada “kadınlarla sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek” anlamına gelmektedir. Asıl konusu aşk ve sevgilidir. Sevgili ile ilgili olarak şarap ve tabiattan da söz edilir (İpekten 1994; 7). Gazelin “nisvan ile âşıkane latifeye ve horataya dinür ve masdar olur zenan ile alüftelik vechiyle konuşmak ma’nâsınadır.” “Güzel avretler sözi ve mehdi hadisü’n-nisâi’l-hisân ma’nâsına ve dahi avretler musâhabetin sevmek…” gibi tarifleri de vardır (Dilçin 1986; 78). Gazelin muhtevası daha çok yukarıdaki tanımlara uygun şekilde aşk, kadın (sevgili), ıstırap, şarap gibi konular etrafında yoğunlaşmıştır. Ne var ki divan şiirinde gazelin bu kadar sınırlı bir içeriğe sahip olduğu iddia edilemez. Zira gerek divanlardaki gazellerin etraflı şekilde incelenmesi gerekse gazel üzerine yapılan çalışmalara göz atıldığında gazelin muhtevasının hayli geniş ve çeşitli olduğu görülmektedir. Aşk, şarap ve sevgili konuları üzerine yazılmış konular dışında tasavvuf, hikmet, şehir tasviri, şehir övgü ve hicivleri, kişi övgü ve yergisi, hikmet de ele alınan konular arasındadır (Turan 2000; 99). Gazel nazım şekli başlangıçta kasidelerin başında daha çok aşktan ve sevgiliden söz eden bölümlere verilen addır ve nesib karşılığında kullanılmıştır. Kasideyi Arap edebiyatından alan İranlılar nesib kısmını zamanla kaside nazım şeklinden ayrı ve müstakil bir nazım şekli olarak işleyip yazmaya başlamışlardır. Gazel nazım şekli bu haliyle Türk edebiyatına geçmiş ve asırlar boyunca edebiyatımızda en çok yazılan nazım şekli olmuştur (İpekten, 1996:442). Neredeyse bütün divanlarda en hacimli kısım gazeliyat bölümüdür. Şairlerin asıl şiir kudreti gazelle ölçülür. Bu sebeple pek çok şairin şiir üzerine değerlendirmelerinde gazel kelimesi şiir yerine kullanılmıştır. Gazelin şairlerce bu denli yaygın tercihine ve tenkitçilerce şiirle eşdeğer görülmesine rağmen bir nazım şekli olarak üzerinde yapılmış kapsayıcı çalışmaların sayısı sınırlıdır. Bu durum gazelle ilgili bilinenlerin tekrarına sebep olmuş, divan şiirinin teşekkülünden son dönemlerine kadar gazel nazım şeklinin muhtevasını, 48 işlevini, geçirdiği değişimleri, üzerine yapılan değerlendirmeleri veya farklı cephelerini işleyen bütünlüklü çalışmaların yapılmasını da gerekli kılmıştır. Gazel nazım şeklinin doğuşu, gelişimi ve genel özelliklerine dair bazı makaleler kaleme alınmıştır (Turan 2007 ;155-196). Gazel nazım şeklinin kapsamlı şekilde ele alındığını tespit ettiğimiz tek çalışma Selami Turan tarafından Gazi Üniversitesi’nde hazırlanan “Erken Dönem Türk Şiirinde Gazel” başlıklı doktora tezidir. Bu çalışmada Turan, kişiler üzerine yazılan gazellere de değinmiş ve bazı örnekler vermiştir (Turan 1994;111-113). Turan’ın çalışmasına konu ettiği divanlar 14 ve 15. asırlarda yaşamış şairlere aittir. Biz bu çalışmamızda Turan’ın verilerini ve örneklerini de dikkate almakla beraber sonraki yüzyıllarda yazılmış bazı divanları taramamız neticesinde kişiler için yazılmış gazelleri tespit ederek konuyu daha geniş bir şekilde ele almayı ve iki çalışmanın verilerini karşılaştırmayı amaçladık. Çalışmamızda 16, 17 ve 18. asırlarda yaşamış on iki şairin toplam 3370 gazeli incelenmiştir. Bu şairlerin bir kısmı Rumeli bir kısmı Anadolu sahasında yetişmiştir. Bu divanlardaki örnekler dışında bazı çalışmalardan tespit edip derlediğimiz gazeller de çalışmaya dahil edilmiştir. Taranan divanlarda kişi adları anılarak yazılan şiir sayısı 106 olarak tespit edilmiştir. Bu gazellerden beşi naattir. Yine bu gazellerden 62’si müzeyyel gazeldir. KİŞİLERE YAZIL AN GAZELLER Divan şiirinde genel olarak âşık-sevgili ve rakip üzerine kurulu bir kurgu vardır. Bu kurgu içindeki sevgili âşığın veya şairin muhatabı, seslendiği kişidir. Aşk, hikmet, sevgili, rintlik gibi konularda yazılan gazellerde genel olarak soyut bir sevgili ve anlatım vardır. Rakip ise muhatabın durumuna göre bir mahiyete sahiptir. Örneğin sevgili üzerine bir soyutluk varsa bu durum rakip için de geçerli olur. Bilhassa aşk ve rintlik üzerine yazılan şiirlerin önemli bir kısmında sevgilinin cinsiyeti veya kimliği de belirsiz olup farklı ve zengin çağrışımlara açıktır. Bu sevgilinin beşeri bir yanı olabileceği gibi dinî veya tasavvufi bir tarafı da olabilir. BİLDİRİ KİTABI II “Bu sevgiliye ait vasıfların büyük bir kısmının peygamber için söylenmiş na’tlerde ve Peygambere yakın din adamları vasfındaki manzumelerde çok rahmanileşmiş şeklinde, hükümdar, vezir ve şeyhülislam kasidelerinde şuhluk çizgisi tamamiyle hür iradeye, kahramanlığa ve hikmete, bilgiye geçmek şartiyle hemen hemen ayniyle bulunur. XVI ve XVII. asırlardaki büyük şairlerimizin bir çok gazellerinde-bilhassa Bakî ve Sabrî’de hakiki muhatabın sevgili ve hükümdar olmasında âdeta tereddüde düşülmesi bazen da aynı gazelin içinde birinden öbürüne şairini sözü hiç kırmadan geçmesi bu ayniyet ihtimalini kuvvetleştirir.” (Tanpınar, 1997; 10). Kişilere yazılan gazellerin bir kısmında da benzer durumu görmek mümkündür. Şairin genellikle bir erkek, bazen rütbece kendisinden daha üst düzeydeki birinin adını redif edinerek yazdığı gazellerde sevgiliye dair ifade edilenler bir kadın için yazıldığı izlenimi veren şiirlerden farklı değildir. Bu durum gazellerin genel olarak soyut bir sevgili imajını taşımasıyla alakalıdır. Kişilere yazılan gazeller içinde başta hiciv içerikli olanlar olmak üzere gazellerin genelinde gördüğümüz bu soyut kimlikli muhatap daha reel ve somut haliyle karşımıza çıkar. Şairin bazen ilk beyitte adını zikrederek veya adını redif olarak ifade ettiği muhatabı gerçek bir kişiliktir. Övgü veya yerginin muhatabı bellidir. Klasik gazel tarzında karşılaşılan ve etrafında rakip/ lerin olduğu ulaşılmaz sevgili yerine çoğunlukla sıcak bir dost, bir mahbup veya alaya alınacak kadar hafifsenmiş bir muhatap (rakip) bulunur. KİŞİLERE YAZILAN GAZELLERDE KİŞİ ADLARININ YER ALIŞI a) Kişi adları gazelin redifi olur. Bu durumda her beyitte genellikle sürekli bir övgü, nadiren yergi, dile getirilir ve ifade kişi adı etrafında döndüğü için gazelde konu bütünlüğü (yek-âhenk) tamamen korunmuş olur. Âh kim derd ile oldum mübtelâsı Hurrem’üñ Düşdi nâgeh göñlüme zülfi hevâsı Hurrem’üñ ‘Îd-i vaslı şevkı içün rûze-i gam çekmişem Tâ nasîb ola diyü bir merhabâsı Hurrem’üñ Sarmaşup her şeb kuçar ol serv-kaddi al ile Néce nâzügdür görüñ gül-gûn kabâsı Hurrem’üñ Ne sorarsın kandadur déyü göñül Âb-ı Hayât Mürdeye yetmez mi la‘l-i cân-fezâsı Hurrem’üñ Olmağ isterseñ cihân içinde ÂHÎ pâdişâh Sa‘y édüp var ol işiginde gedâsı Hurrem’üñ (Ahî, G-61)( Kaçalin, Ahî Divan, www.ekitapkulturturizm. gov.tr erişim: 25/04/2103) Diğer örnekler için Cinânî Divanı: 21-24-39117-107 vd. gazeller. (Okuyucu 1994) b) Gazelde kişi adı ilk beyitte geçer bundan sonra gazel boyunca o kişiye ait özellikler zikredilmiş olur. Bu durum kişiyle şair arasındaki ilişkinin özelliğine göre olumlu veya olumsuz bir içerik taşıyabilir. Yâ resûlullah kamer alnın yüzündür âftâb Kim göre şekl-i cemâlin ola âlî-cenâb Lutf idüp didi Hudâ çün rahmeten lil-âlemîn Na’t-ı pâkinle dolu nâzil olupdur dört kitâb ……….. (Bahtî) (İsen-Bilkan 1997; s. 182) Hâfızâ Bağdâda imdâd etmege er yok mudur Bizden istimdâd edersin sende asker yok mudur Düşmânı mât etmeğe ferzâneyim ben der idin Hasma karşı şimdi at oynatmağa yer yok mudur ………… Murâdî (İsen-Bilkan 1997; 195) c) Önceki beyitlerde hitap edilen ancak ismi zikredilmeyen kişinin adı son beyitte söylenir. Zehî cây-ı ferah-bahş safâ-güster hayât-efzâ Nebâtından yese bir mürg ola ol tûtî-i gûyâ Behiştün kıt’ası dirdüm velî reşk-i behişt olmuş Kudûm-ı pâdişâh ile bu nüzhetgâh-ı bî-hemtâ Suyın kevser diyü nazmında ögmüş ol şeh-i ‘âdil Hoşâ pâkîze-nazm-ı rûh-bahş âb-ı letâfet-zâ İlâhî Hazret-i Sultân Murâd›a `ömr-i sermed vir Musahhar ola ana tâ ebed dünyâ vü mâ-fihâ Diye ihlâs ile yerde beşer gökde melek âmîn 49 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Du’â itdükçe ol şâh-ı cihâna sıdk ile Yahyâ(Ş. Yahya G-15) (Ertem 1995; 32) d) Kişi adı mahlas beytinden sonra müzeyyel beyitlerde söylenir. Bu tip gazellerde çoğu defa asıl gazel kısmı ile müzeyyel beyitlerdeki konu bütünlüğü farklı olur. “Gazelin zeyl kısmı, muhteva bakımından, övülen kişilerin mevkileri ve özellikleri göz önünde bulundurularak düzenlenmiştir. şairler, övdükleri kişilerin, adalet, cömertlik, iyilikseverlik, iyi huylu oluş, üslûbunun mükemmelliği gibi vasıflarını ön plana çıkarmışlardır.” (Turan 2008; 165). ………… Olur mu böyle bir rûz-ı mübârek dahi ey Nef ’î Ki hem nevrûz ola hem lutf-ı şâhenşâh ola rûzı Ol şâhenşâh-ı dâna-dil ki olmuşdur âdaletle Mühim-sâz-ı cihân akl-ı selîm-i dâniş-endûzı Şeh-i Cem-rütbe Sultân Ahmed-i ferhûnde tal’at kim Bahâr-ı bâğ-ı devletdür cemâl-i âlem-efrûzı (Nef ’î G-134/1) (Akkuş 1993; 345) Bazı müzeyyel gazellerde ise şair önce belirli bir derdini dile getirir sonra adını zikrettiği kişiden sıkıntısıyla ilgili medet umduğunu belirtmiş olur (Nef ’î G-28). Müzeyyel gazellerin bir kısmında şair birden fazla kişinin adını zikreder. Bu durumla ilgili karşılaştığımız en çok örnek Şeyh Galib Divanı’ndadır. Şey Galib’in müzeyyel gazellerinde Mevlâna, Şems-i Tebrizî, Hüsameddin Çelebi, Selahaddin Zerkub gibi isimler birlikte anılır. e) Bazı gazellerde ise birkaç kişinin adı birden anılır ve beyitlerde ismi belirtilen kişilerin vasıflarından söz edilir. Bu tür gazeller daha çok şehrengiz özelliği taşır (Turan 1994; 203-422, Nizami g. 72, Sadi g. 258, Mesihi g.338) Kişi adlarının zikredildiği bu gazellerde şairlerin kimlerle dostluk ve arkadaşlık kurdukları, kimleri sevmedikleri ve kimlere hayranlık duyup kimlerden medet umdukları gibi hususlar dikkat çekmektedir. Bu şiirlerdeki bilgiler diğer KAYNAKLARdaki veya nazım şekillerindeki bilgilerle birleştirildiğinde şairin hayatı ve faaliyetleriyle ilgili bilgi hacmi genişlemektedir. Ör- 50 neğin Cinânî Divanı’nda adları çokça anılan isimler şairin münasebetine dair bilgi verir. Aynı şekilde Şeyh Galib’in gazellerinin pek çoğunda müzeyyel gazeli tercih etmesi ve zeyl beyitlerde Mevlevi tarikatına dair şahısları anması onun tarikata olan bağlılığına ve şiirini oluşturan temel dokuya dair bilgi vermektedir. ADLARINA GAZEL YAZILAN KİŞİLERİN MESLEKLERİ VE ÖZELLİKLERİ Dostlar ve arkadaşlar: Kişiler için yazılan gazellerin önemli bir kısmı şairlerin sevdikleri dostları ve arkadaşları için yazılmıştır. Bu gazellerde üslup daha samimi ve daha senli benlidir. Dostlar için yazılan gazellerin önemli bir kısmında görülen ifade özellikleri şiirin mahbup vasfında söylendiği izlenimi verir. Şiirlerde söz konusu edilen ve adı anılan kişilere adeta bir sevgili övgüsü yapılır. Bu durum bu tür gazellerin ve şehrengizlerin genel özelliklerini bilmeyenlerce yanlış yorumlanmaya açıktır. Oysa Divan şiiri geleneği ve kadın şairlerin bile aynı ifade ve övgü dilini kullanmaları ve gelenek çerçevesindeki klasik sevgiliye dair anlatımı tercih etmeleri dikkate alındığında bu şiirlerde sevgili imajının çok daha farklı olacağı görülür. Kadın şairlerden Sırrî Rahile Hanım’ın kızkardeşi İffet Hanım için yazdığı gazelde kardeşin kardeşe özrü dile getirilmiştir. Bu gazelde sanki bir âşığın sevdiğine karşı duyduğu dayanılmaz hasret, güzelliğine ettiği iltifat ve bununla birlikte dilediği insafa dair duygular mevcuttur. Nedir bu hicr oduna cismimi yakmak her ân ‘İffet Olursa bakmazam sensiz cihân hep gülsitân ‘İffet Ba‘îd itmek revâ mı cismi cândan eyleyip vahşet Ne mümkün gizlemek dildir derinde pâs-bân ‘İffet Semâ-yı dilde bir mihr-i münevversin niçe yıllar Dönüp devr etse de bulmaz nazîrin âsumân ‘İffet Ne lâyık lâ’ubâli meşrebe bu nükteler cânâ ‘İmâret mi kalır dilde bir insâf et ‘İffet Sakın tîr-i sühanla dil-figâr etme bu şeydâyı O meydân-ı hakîkatde seninle hem-‘inân ‘İffet ……………. Edeble hâk-i pâyin bûsa geldi Sırrî hem-şîren Kusûrun ‘afv kıl kadrini etme râyegân ‘İffet (Açıl 2005; 204) BİLDİRİ KİTABI II Cemâlî’nin Fatih Sultan Mehmet’in övgüsünü yaptığı gazelinde bir padişaha değil de adeta bir sevgiliye sesleniyormuş havası bu türden övgü ve ifadelerin mahiyetinin anlaşılması bakımından hayli açıklayıcıdır. Cemâlî övgü faslından sonra kasidelerdeki girizgâha benzer şekilde övgüsünü yaptığı kişinin adını vereceğini belirtir: Serverâ âlemde bir sencileyin server mi var Rûyı mehveş buyı dil-keş kâmeti ar’ar mı var …. Senden ayru bir nazar kılmağa ben divâneye Ser-firâz u server ü serdâr u ser-defter mi var ……. Sâkî mey sun ol nigâr aduna kim misli anun Haddi zibâ kaddi ra’nâ sözleri şeker mi var Hazret-i Sultân-ı âdil-dil Muhammed Han gibi Bir Tehemten-ten muzavfer fer Sikender der mi var İşiginde bende çok likin Cemâlî hem-seri ‘Âşık-ı sâdık muvâfık çâker-i kem-ter mi var (Turan 1994; 90) Nev’î tarafından Sultan Üçüncü Mehmet vasfında yazılan murabbada da şair, sultanın cemaline ve boyuna olan hayranlığını dile getirir. Bu şiirde “Sultan Mehemmedün” ifadesi yerine yâr, cânân, sevgili gibi kelimelerden biri konsa muhatap farklı anlaşılabilir ancak öz tamamen aynı kalır. Aşüfteyüz cemâline Sultan Mehemmedün Dil-besteyüz nihâline Sultan Mehemmedün İrmezse el visâline Sultân Mehemmedün Var kani› ol hayâline Sultan Mehemmedün Lutf itmeyüp ol şâh dilâ ben gedâsına Fursat düşüp kârîn olamazsam likâsına İtmezse göz uciyle nazar mübtelasına Kurbân olam hilaline Sultan Mehemmedün (Şentürk 358) Klasik şiir geleneğini bilmeden ve anlamadan bu şiirleri yorumlamaya kalkışmak kuşkusuz sağlıksız sonuçlar alınmasına neden olur. Bir şairin bir sultana bu şekildeki hitabının ve iltifatlarının eşcinsel bir yöneliş olarak düşünülmesi imkânsızdır. Klasik şiirdeki sevgiliye dair Ahmet Atilla Şentürk’ün youmunu konuyu tamamlayıcı mahiyette eklemeyi uygun bulduk. “Şiire konu teşkil eden ve çoğu zaman şairin sohbet arkadaşı, hocası yahut öğrencisi, evlatlarından biri vb. olabilecek erkekler ise bu gazelde olduğu gibi saf ve menfaatsiz bir sevginin muhatapları olacaklarından her zaman isimleri açıkça verilerek övülmüşlerdir. Eğer bunda ayıp olsaydı en azından Kemâl Paşazade ve Şeyhülislam Yahya gibi önde gelen din bilginleri yahut Fatih veya Kanûnî gibi cihân hükümdarları yazdıkları bu şiirleri gizleyip saklama ihtiyacı duyarlardı” (Şentürk 2004; 41) Ahî’nin aşağıdaki gazeli arkadaşlara yazılan gazellere örnektir. Bu şiirde herhangi bir gazelde gördüğümüz sevgiliye ait fiziksel özellikler ve tavırlar ve bu özellikler karşısındaki çaresiz ve edilgen âşıka dair izler görmek mümkündür. Başum çevürüp zülf-i semen-sâsı Memî’nüñ Sihr itdi baña nergis-i şehlâsı Memî’nüñ Misk ile çeküpdür iki ‘unvân-ı melâhat ‘Unvân-ı cemâle kaşı tuğrası Memî’nüñ Bir bend ile aldı dil-i dîvânemi benden Bend itdi baña zülf-i semen-sâsı Memî’nüñ Sünbülleri reyhânın añup sahn-ı çemende Dik geldi çınâra kad-i bâlâsı Memî’nüñ Vasf itmek içün gül yüzini olmaya hergiz ÂHÎ gibi bir bülbül-i şeydâsı Memî’nüñ (Kaçalin; 28, www.ekitapkulturturizm.gov.tr erişim 25/04/2013) Sultanlar: Gazelin, kasidenin bir bölümü olan nesib kısmının zamanla müstakil şiir mahiyeti kazanmasıyla doğduğuna yukarıda işaret edildi. Ancak zamanla övgünün yapıldığı nazım şekillerinin çeşitlilik göstermesiyle ve bu nazım şekillerine gazelin de eklenmesiyle kişiler için yazılan gazeller kasidenin işlevini de yüklenmeye başlamıştır. Pek çok şair gazel nazım şekliyle devrinin padişahına veya diğer devlet adamlarına övgüde bulunmuş, bazen sıkıntılarını dile getirmişlerdir. Bu şairlerden Nef ’î dokuz müzeyyel gazelde 4. Murat’ı bir müzeyyel gazelde de I. Ahmet’i övmüştür (Akkuş 1993). 51 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Oğullar: Başta Osmanlı sultanları olmak üzere bazı şairler çocuklarına devlet yönetimi hakkında öğüt vermek veya hayat tecrübelerini aktarmak üzere gazel nazım şeklinde şiir yazmışlardır. Bu gazellerin hâkim üslubu pendnamedir. Sultanların oğulları için yazdıkları gazellerin sahihliği tartışmalı olup bu şiirler bazı tarih kroniklerinde yer alır. Bu şiirlerin sultanların kendileri tarafından yazılmayıp Osmanlı hanedanının şiire düşkün oldukları tezini kuvvetlendirmek için onların ağızlarından yazıldıkları düşüncesi kabul görmektedir (İsen-Bilkan 1997; 42). Oğullar için yazılan gazellere örnek olarak Keçecizade İzzet Molla Divanı’da şairin oğlu Reşat’a hitap ettiği gazeli örnek verilebilir (Ceylan-Yılmaz 2005; 364) Düşmanlar ve Rakipler: Şairler kimi gazellerinde sevmedikleri, hazzetmedikleri kişilerin adlarını anmış; onların olumsuz gördükleri özelliklerini dile getirmişlerdir. Bu gazellerin bir diğer önemli özelliği ise şairlerin münasebetlerinin oldukları kişilerin adlarının zikredilmesi ve şairin sanatını oluşturmasındaki etkisini göstermesidir. Edebiyat KAYNAKLARında araları hoş olmayan şairler arasında Taşlıcalı Yahya ve Hayalî’nin adı da geçer. Yahya Divanı’nın 428. gazeli Hayâlî’ye hicivdir. Mostarlı Ziyâ’î de 458. gazelde Cevrî hakkında bir gazel nazmederek hicve müracaat etmiştir. Şeyhler ve Tarikat Büyükleri: Kimi şairler müntesibi oldukları tarikatin ulularına gazel nazım şekliyle methiye üslubunda şiir yazmışlardır. İncelediğimiz divanlar arasında en çok Şeyh Galib Divanı’nda tarikat ileri gelenleri için yazılmış gazellere tesadüf ettik. Şeyh Galib, yirmi altı müzeyyel gazelde Mevlânâ, Şems, Hüsameddin Çelebi, Zerkub, Sakıb Dede, Rusuhî Efendi, ve Sultan Veled’i anmıştır (Kalkışım 1994). Peygamber: Naat türü edebiyatımızda en çok ele alınan türlerden biridir. Divanların büyük çoğunluğunda tevhit ve münacatlardan sonra ilk sıralarda yer alan ve mesnevilerin önemli bir kısmında da giriş kısmında şairlerce ele alınan naat türüne ait gazel örneği diğer nazım şekillerine nazaran daha azdır. Bazı şairler Muhammed, yâ Muhammed, ya Resulallah, Ahmed gibi rediflerle Hz. Peygambere karşı hislerini dile getirmişlerdir. 52 Devlet adamları: Şairler padişah dışındaki devlet adamlarını da gazellerde anmışlardır. Bu gazellerin bir kısmı müzeyyel gazeldir. Bu gazellerde de tıpkı padişahlara yazılan gazellerde olduğu gibi şairler hem devlet büyüğünü över hem de meramlarını arz ederler. Nef ’î’nin Hafız Ahmet Paşa’yı anıp övgüsünü yaptığı sonra da yardım istediği gazeli buna örnektir: ……… Hâl pek müşkil eğer etmez ise ey Nef ’î Himmet-i Asâf-ı sahib-dil-i âgâh meded Hâfız-ı genc-i kerem hazret-i Ahmed Paşa Ki eder ehl-i recâya geh ü bîgâh meded Kaldım ayakda perîşân u mükedder ahvâl Dest-gîr ol bana ey Âsâf-ı Cem-gâh meded Böyle dermândelerin derdine dermân et kim Her işinde sana da eyleye Allah meded (Akkuş 1993; 294) Nef ’î Divanı’nda Vezir Ali Paşa (G-78) ve adı anılmayan bir başka vezir için yazılmış iki müzeyyel gazel daha mevcuttur. Nef ’î gibi kaside üstadı bir şairin meramını müzeyyel gazelle dile getirmesi belki de müzeyyel gazellerin hasseten kaside yazılmayı gerektirmeyecek isteklerin dile getirilmesi için tercih edilme sebeplerinden biri olabileceğini düşündürmektedir. Sultan 4. Murat da Hafız Ahmet Paşa’ya sitemli ve mektup tarzında sayılabilecek bir gazel yazmıştır. Bu gazel Hafız Ahmet Paşa’nın mektubuna ve isteğine cevaptır. (İsen-Bilkan 1997; 195) Ü S LU P Ö Z E L L İ K L E R İ : Kişilere yazılan gazellerde daha çok medih (övgü) üslubu dikkat çeker. Bahsi edilen kişinin vasıflarının sıralanışı, bir sevgili özelliğini taşıması gibi hususlar övgüye dayalı anlatımı doğurur. Bu övgü esnasında mübalağa ve tensiku’s-sıfat gibi edebi sanatlara başvuran şairler bir bakıma memduh olarak addedilecek muhataplarının olumlu özelliklerini betimlerler. Methiye üslubunda tasvir ve tavsif de kendisini hissettirir. Şair övdüğü kişinin fiziksel veya ruhsal tasvirini yapar. BİLDİRİ KİTABI II Şairlerin övgüsünü yaptıkları kişiler şayet devlet ileri gelenlerinden biri ise övgüde, kasidelerde görülen üslup öne çıkar. Şair övgüsünü yaptığı kişiyi devlet adamında olması istenen özellikleri itibariyle över. Bu kişiyi divan şiirinde telmih kaynağı olmuş tarihi şahsiyetlerle kıyaslayıp onlardan üstün tutar. Kişilerin söz konusu edildiği bu gazellerde görülen bir diğer üslup özelliği ise hiciv (yergi) ve mizahtır. Hiciv veya hicviye üslubunda dikkati çeken zemmetme çekiştirme veya sövme gibi hususların yanı sıra mizahi anlatım da dikkati çeker. Şairler yerdikleri kişinin eksik yanlarına işaret ederler. Aşkın şarabın içeli olmış durur benüm Meyhâneler bucağı mekânım Memiciğüm(Çeltik 2008; 170-174, Hayretî)) …….. O zâlim kim tahallus eylemişdür kendüye Cevrî Cefâsı hâtır-ı virânede boynumdadır cevri Ne dil kurtuldu derdinden ne mahlas buldu cevrinden Anun kim mahlası Cevrîdürür cevr ü cefâ tavrı (Gürgendereli 2002; 458) Toprak başına sürh-serüñ şehlüğüne yûf Ger hâk- pâyuñ etmeye efser Kayacuğum (Turan 1994; 178) Kimi gazellerde tamamen didaktik bir hava hâkim olup şair pend-name üslubuyla muhatabını aydınlatmaya çalışır. Muhatap şaire göre daha alt makamda olan oğul, mürit veya öğrenciler olabilir. Bu durumda şair daha yukarıdan bir bakışla ve bir hoca veya rehber edasıyla öğüt verir. Nasihatnamelerin üslubunda görülen telkin ve terbiye edici, yol gösterici tavır emir, istek, tenbih ve yasaklama ifadelerini içerir. Kişilere yazılan gazellerde dikkati çeken bir diğer üslup özelliği Rumeli şairlerinin şiirlerinde görülen genel ifade özellikleridir. Bilhassa 16. asırda yetiştirdiği pek çok şairle divan şiirinin tekamülünde esaslı rolü olan Rumeli coğrafyası akıncıların ve tasavvufi coşkuyu ve müstağni hali benimseyen sufi akımların mekanı olmuştur (Macit 2006; 43). Bu coğrafyada yetişen şairlerin şiirinde halk ağzından pek çok ifade hatta zaman zaman argo, teklifsiz ve aldırışsız konuşma cümlecikleri şiir dilinde yer bulmuştur (Çeltik 2008; 148). Kişilere yazılan gazellerde de konuşma dilinin ve laubali tavrın örneklerini görmek mümkündür: Ey Bâğ-ı dilde serv-i revânım Memiciğim Olsun revan yoluna revânum Memiciğüm Söz mi bu yâ dem-i İsâ mı Memi Bâliciğüm Göz mi bu nergis-i şehlâ mı Memi baliciğüm 2008; 170-174, Hayretî) (Çeltik Cânımı la’lün âbına kandur Afocuğum benüm Ben ölicek susuz sana kandur Afocuğum benüm (Çeltik 2008; 170-174, Hayretî) KİŞİLERE YAZIL AN GAZELLERİN TÜRLER AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ Arz-ı hal:: Bu gazellerden bir kısmında ismi zikredilen muhatap padişah, vezir gibi devlet mekanizmasında hiyerarşik olarak üst makamlarda bulunur. Şair, kişisel taleplerini veya sıkıntılarını muhatabına iletir. Bu gazellerin dikkat çekici bir özelliği bilhassa kaside veya mesnevi, kıt’a-i kebire ve terkib-i bent nazım şeklinde yazılan arz-ı hallerin yerini almasıdır. ( Akkuş 1993; 294); (Batislam 2008; 209-219). Naat, Kişilere yazılan gazeller içinde Hz. Peygamber söz konusu edilerek yazılanları naat türüne örnektir. Bu gazellerin redifleri daha çok ya resulullah, ya Muhammed gibi ifadelerdir (İsen-Bilkan 1997; 239). Naat türünde yazılan gazellerde naatlerde görülen şefaat isteği, günah itirafına bağlı olarak acziyet bildirme gibi özellikler dikkat çeker. Hz. Peygambere yazılan gazellerle ilgili dikkati çeken bir durum da sultan ve şehzade şairlerin pek çoğununun gazel nazım şekliyle naat yazmalarıdır. Dünyevi makamına bağlı olarak bazı padişahlar Hz. Peygamberden düşmanların kahredilmesi için medet dilerler. 53 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Örneğin Cem Sultan, Adlî (II. Bayezıd), Muhibbî (Kanûnî), Selimî (Yavuz Sultan Selim), Bahtî (I. Ahmed), Fârisî (II. Osman) Necîb (III: Ahmed), İlhâmî (III. Selim), (İsen-Bilkan). Mevlîd: Bahtî mahlaslı Sultan I. Ahmet gazel nazım şekliyle mevlid yazmıştır. Bu gazelde şair nevrula Hz. Peygamberin doğum gününün aynı zamana rastladığına işaret ederek bu mutlu zamandan dolayı Allah Teala7dan Hz. Muhammet hatırına İslam ordularının zaferi için yardım diler. (İsen-Bilkan 1997; 176) Mersiye: Mersiye türüne örnek olmak üzere kişiler için yazılan gazel sayısı son derece sınırlıdır. Bu türe Hâmî’nin, kızı Hatice için ve Ahmed mahlaslı Sultan I. Ahmet’in, babası III. Mehmet için yazdıkları gazeller örnektir. Ahmed’in gazelinde babası için Allah’tan af ve mağfiret isteği, ahrette de cennet dileği vardır. Hamî’nin gazelinde ise kızı Hatice’nin ölümünden duyulan üzüntüyle beraber kızının bu dünyadan göçüp bir daha gelmeyecek olmasının sızısı vardır (İsen 1994; 488). Bu türle yazılan mersiyelere Cem Sultan’ın oğlu Oğuz için yazdığı mersiyeyi de ilave etmek mümkündür. Zira Cemal Kurnaz’ın tespitine göre Cem Sultan’ın felek redifiyle yazdığı ve “felek kasidesi” olarak bilinen şiiri üç ayrı gazelden oluşur ve ayrıca vasıta beyti eklenmek suretiyle terci-i bende de dönüştürülebilir (Kurnaz 1997; 415-421) Nasihatname: Babaların çocuklarına, şeyhlerin müritlerine sultanların şehzadelere yazdıkları gazeller nasihatname türünün örnekleri arasındadır. Bu gazeller hacim olarak daha geniş yer tutan mesnevi gibi nazım şekillerine göre muhteva bakımından hayli sınırlıdırlar. Ele alınan konular genellikle tektir. Bu gazellerin bir örneği Keçecizade İzzet Molla Divanı’nda mevcuttur. Şairin oğlu Reşat’a seslendiği gazelde konuşma adabı ve sözün önemi üzerine öğütler verilir: Dâ’imâ bir söyleyip iki sükût et kıl edeb Bir zeban virdi sana Nutk-âferînin iki leb ……. Söyleme ol lafzı kim muhtâc ola kâmûsa halk Olsa Kânûnu’l-Edeb her harfi Bâ-Aksa’l-İreb ….. Sengi hârâdan eder ‘İzzet gehî cevher zuhûr Ma’den-i esrâr-ı Monlâdır sözüm bâ-feyz-i Râb 54 Çünki cevherdir biraz ağır da gelse ey Reşâd Kurta-i gûş eyle kim fikrinde kalsın nush-ı eb (CeylanYılmaz 2005; 364) Sıhhatname: Sıhhatname olarak yazılan gazel örneği Necatî Bey Divanı’nda mevcuttur. Bu gazelde Necatî devrin sultanının hastalıktan kurtuluşunu sevinçle karşılamakta ve bu durumu adeta kutlamaktadır (Turan 1994; 273). Nevruziye: Kişiler için yazdığı gazellerinin tamamı müzeyyel gazel olan Nef ’î adını vermediği iki vezirle sultan 4. Murat’a nevruz tebriği olarak gazeller yazmıştır. Nef ’î hüsn-i talil sanatıyla baharın Sultan 4. Murat’ın meclisini süslemek üzere geldiğini belirtir: Nef ’î yaraşır bu gazeli eylese taksîm Bülbül gibi bir mutrıb-ı mu’ciz-dem-i nevrûz Bezm-i şehe bu nazm ile olsan güher-efşân Guyâ ki gülistâna düşer şebnem-i nevrûz Ârâyiş içün bezmini Sultân Muradın Erişdi bahâr oldu yine hemdem-i nevrûz (Akkuş 1993; 302) Nevruziye ile ilgili diğer iki örnek için bkz. (Nef ’î Divanı 121 ve 123. gazeller) Beldenâme: Yaptığımız incelemeler sonucunda beldename türünde yazılmış tek gazel örneğine Nef ’î Divanı’nda rastladık. Nef ’î’nin Edirne şehri vasfında yazdığı gazelin zeyl kısmında Sultan 4. Murat’a övgü vardır. Divanlarda kişilere yazılan gazeller ve gazel numaraları Nef ’î: 4. Murat (müzeyyel gazeller): 15, 31, 45, 46, 78, 96, 107, 118, 125; 1.Ahmet 134/1 (mg); Vezir Ali Paşa: 67 (mg); Hafız Ahmet Paşa: 28 (mg) Hasan Ziyaî: 4. Murat 53; Cevrî 458; naat 50, 232, 331 Sükkerî: Ahmet Paşa 28 (mg) Taşlıcalı Yahya: Hasan Balî 23; Ferruh 47; Ahmed Şah 365, 410; Hayâlî 428; Hasan 405; naat 213 Cinânî: Şeh Mehemmed (Sarrac) 9, 25, 120, 212, 150 (mg); Salih 21; Vâhid 24; Ömer 39; Halim 54, 107; Sunuk 96; Âbid 140, 147; Ali 128; Ahmed BİLDİRİ KİTABI II 133, 134; Musli Şah 220; Solakzade 244; Şâmî 278; İbrahim Kazzaz 288; Sultan 3. Murat 304 (mg) Şeyh Galib (tamamı müzeyyel gazel): MevlânâYusuf Sineçâk 14; Mevlânâ ve Zerkub 46; Mevlânâ 56, 60, 65, 108, 173, 176, 209, 235, 269; Şems-i Tebrizî 161, 175, 205, 236, 250, 307, 310; Sakıb Dede 134, 206; Şarih İsmail Rasûhî 200; Mustafa Reşid 279, 274; 3. Selim 300; Sultan Veled 278; Kays 131; naat 279 Haşmet: Avni Efendi 213 (mg) Ahî: Hasan Bali 6; Latîf 44; Mustafacık 46; Memi 57; Hurrem 61; Ahmed 66 Kanî: Şahin Giray 71; Şeyhülislam Yahya: 4. Murat 15, 43, 74, 139; müzeyyel gazeller: 124, 134, 153, 184, 202, 249, 295, 361; 1. Ahmet 18, 298, 441; II. Osman 352; müzeyyel gazeller 53, 105, 245, 317, 337, 341, 388; Kays 156. Lebib-i Âmidî: Selâmî-Fennî-Hüsâmî 103; Hidiv 46 (mg); Şeyhi Efendi 88 (mg); Vezir 95 (mg); İsmail Paşa 122 (mg). Bursalı Rahmi: -- SONUÇ Kişiler için yazılan gazeller farklı bir özellik ve içerikle gazelin genel tanımının dışında kalmaktadır. Gerek Selami Turan’ın çalışmasında gerekse bizim yaptığımız incelemelerde kişilerin söz konusu edildiği gazellerin divanlardaki gazellerin tamamına oranı yaklaşık % 2 ila 3 düzeyindedir. Bu gazellerin önemli oranını müzeyyel gazeller oluşturmaktadır. Kişiler için yazılan gazellerde hâkim üslup methiyedir. Bu sebeple bu gazeller kimi zaman arz-ı hâl niteliğinde olsalar bile kasidenin işlevini taşımışlardır. Kişilere yazılan gazellerde çok sayıda kişi adının zikredilmesi edebiyat tarihi ve biyografi yazımı için önem arz etmektedir. Şairlerin muhatap aldıkları ve haklarında olumlu ve olumsuz özelliklerini dile getirdikleri isimlerden hareketle şairin ilişki biçimi, hayatı ve yaşadığı döneme ait bazı ayrıntılara ulaşılmaktadır. Müzeyyel gazellerde adları anılan ve genellikle övülen kişiler şairin hayatı ve sanatıyla ilgili bilgiler oluşturulurken kasideler ve kıt’alarda adları geçen kişilerle karşılaştırılabilir ve böylelikle nazım şekillerinin paralel özelliklerinden istifade edilebilir. K AY N A K Ç A AÇIL Berat, (2005) Sırrî Rahile Hanım ve Divanı, Boğaziçi Üniversitesi SBE, Master tezi. İstanbul. AKKUŞ Metin, (1993) Nef ’î Divanı, Ankara, Akçağ Yay. ARSLAN Mehmet - AKSOYAK İ. Hakkı, Haşmet Külliyatı, www.ekitapkulturturizm.gov.tr (erişim 15/05/2013). CEYLAN Ömür – YILMAZ, Ozan; (2005), Hazana Sürgün Bahâr Keçecizade İzzet Molla ve Divân-ı Bahâr-ı Efkâr, İstanbul, Kitapsarayı yay. ÇAVUŞOĞLU Mehmed, (1977), Yahya Bey Dîvan Tenkitli Metin, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yay., ,. ÇELTİK Halil, (2008), Divan Sahibi Rumeli Şairlerinin Şiir dünyası, Ankara, MEB yay. DİLÇİN Cem, (1986), Türk Dili Dergisi, Divan Şiirinde Gazel, yıl 36, c. LII S 415-416-417 Temmuz-Ağustos-Eylül, Ankara, TDK yay,. EROL Erdoğan, (1994), Sükkerî Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanı, Ankara, AKM yay., ERTEM Rekin, (1995), Şeyhülislam Yahya Divanı, Ankara, Akçağ yayınları. GÜRGENDERELİ Müberra, (2002), Hasan Ziyâ’î Hayatı-Eserleri-Sanatı ve Divanı (İnceleme-Metin), Ankara, KB yay, İPEKTEN Haluk, (1994), Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri ve Aruz, İstanbul, Dergah yay. İPEKTEN Haluk, (1996), Gazel, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 13, s. 442-443, İstanbul. İSEN Mustafa, (1994), Acıyı Bal Eylemek Türk Edebiyatında Mersiye, Ankara, Akçağ yay. İSEN Mustafa, (1997), Ötelerden Bir Ses Divan Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Ankara, Akçağ yay. İSEN Mustafa-BİLKAN Ali Fuat, (1997) Sultan Şairler, Ankara, Akçağ yay. KAÇALİN Mustafa S., Ahî Divan, www.ekitapkulturturizm.gov. tr (erişim: 25/04/2103) KADIOĞLU İdris, (2003), Lebîb-i Âmidî, Hayatı, Edebî Kişili- 55 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ği, eserleri ve Divanı’nın Tenkitli Metni, Dicle Ünv., SBE, doktora tezi,. KALKIŞIM Muhsin, (1994), Şeyh Galib Divanı, Ankara, Akçağ yay. KURNAZ Cemal, (1997), Divan Edebiyatı Yazıları, Ankara, Akçağ yay. MACİT Muhsin, (2006), Türk Edebiyatı Tarihi, c. II, Editör: Talat Sait Halman, İstanbul, KTB yay., OKUYUCU Cihan, (1994), Cinânî Hayatı Eserleri Divanının Tenkitli Metni, Ankara, TDK yay. TANPINAR, Ahmet Hamdi, (1997), 19. Asır Türk edebiyatı Tarihi, İstanbul, Çağlayan yay. TURAN Selami, (2007), Aşkın Terennümü: Eski Türk Edebiyatında Gazel, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 5, Sayı 10, s. 155-196. TURAN Selami, (1994), Erken Dönem Türk Şiirinde gazel, Gazi Ünv., SBE, doktora tezi,. YAZAR İlyas, (2010), Kânî Dîvânı Tenkitli Metin ve Tahlil, Libra yay. 56 BİLDİRİ KİTABI II TARİHE TANIKLIK EDEN ROMAN: DRİNA’DA SON GÜN A NOVEL BEARING WITNESS TO HISTORY: DRINA’DA SON GÜN Mustafa AYDEMİR1 ÖZET ABSTRACT Türk romanının değişmez mekânı olan İstanbul’dan sonra, Milli Mücadele ve akabinde Cumhuriyetle birlikte başlayan değişim, Anadolu’yu da edebiyatımızın mekânı haline getirir. Ancak bununla yetinmeyen bazı yazarlar, yurt dışındaki Türklerin yaşadığı mekânları ve olayları da eserlerine taşırlar. Bu özellikteki yazarlardan biri de Faik Baysal’dır. Bu çalışmanın amacı, Drina’da Son Gün adlı romanda, Baysal’ın İkinci Dünya Savaşı yıllarında Yugoslavya Türklerinin yaşadığı insanlık dramını ele alış tarzını tespit etmektir. Ayrıca tarihî gerçeklere bağlı kalarak yazılan bu romandan hareketle, barışın sağlanması hususunda neler yapmak gerektiğini sonraki nesillere aktarmaktır. İnsanın insana yaptığı korkunç işkenceyi ayrıntılı bir şekilde ele alan romanın tarihsel arka plânını irdelemek ve romanda savunulan insanî duygular üzerinde durmak da çalışmanın bir diğer amacıdır. Drina’da Son Gün, sadece Baysal’ın yazarlığı açısından değil, Türk Edebiyatı için de şahıs kadrosu, olayların geçtiği mekânlar, dayandığı tarihsel gerçeklik ve roman boyunca değişik vesilelerle dile getirilen çözüm önerileri bakımından oldukça sıra dışı ve ilginç bir romandır. Yugoslavya göçmeni Rıza Selmanoviç’in (Yenerer) yaşamış olduğu bazı olaylara dayanan romanda, eski Yugoslavya Türklerinin İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşadığı sıkıntılar, giriştikleri varolma mücadelesi ve sonunda Türkiye’ye göç etmeleri anlatılmaktadır. Bu bağlamda çalışmamızda; İkinci Dünya Savaşı Yugoslavya’sında yaşanan insanlık dramına, savaşın mekâna nasıl yansıdığına, romanın tarihî gerçekliğine ve romanda ileri sürülen çözüm önerilerine sırasıyla değinilmiştir. Sonuç kısmında ise, çalışmamızın genel bir değerlendirmesi yapılmıştır. Savaş, savaşın nedenleri ve barış içinde birlikte yaşama şartları tespit edildikten sonra, Baysal’ın savaşa bakışı ile ilgili ulaşılan bilgiler ve çıkan sonuçlar, kendi değerlendirmelerimizle birleştirilmiştir. Anahtar Sözcükler: Faik Baysal, Drina’da Son Gün, İkinci Dünya Savaşı, Yugoslavya Türkleri The change which has begun with War of Independence and soon after Proclamation of the Republic has made Anatolia as a venue of our literary Works subsequent to İstanbul, which is invariable for Turkish Fiction. However, some novelists who hadn’t been contented with this carried the places abroad where Turks were living into their works. Faik Baysal is the one who has the same speciality. The aim of this study is to identify Baysal’s tratment” of Yugoslavian Turks’ humanitarian plight during the World War II in his novel Drina’da Son Gün. Considering the fact that the novel was based on historical facts, another aim of this study is to tell next generations what to do about peace settlement. To probe historical back ground of the novel, which deals with terrible torture of humans in detail and to emphasize on humanistic emotions which are supported in the novel are the other objectives. Drina’da Son Gün is an extra-ordinary and interesting novel not only with regards to Baysal’s authorship but also its characters, places, historical reality and solution proposals mentioned in different occasions throughout the novel. The problems experienced by former Yugoslavian Turks during the World War II, their struggle for existence and at last their immigrate to Turkey are mentioned in the novel, based on some events which Yugoslavian immigrant Reza Selmanoviç (Yenerer) lived, In this context, the humanitarian plight during the Second World War in Yugoslavia, how the war is reflected on the place, the novel’s historical reality and solution proposals brought for ward in the novel are mentioned respectively in the study. In the conclusion part, a general evaluation has been carried out. After detecting war, reasons of the war and circumstances for living togerther in peace, information and outcomes related to Baysal’s perspective on war and our own evaluations have been associated. KeyWords: Faik Baysal, Drina’da Son Gün, World War II, Yugoslavian Turks. 1 Yrd. Doç. Dr., Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected] 57 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ Drina’da Son Gün’de15 İkinci Dünya Savaşı yıllarında Balkanlar’da yaşanan insanlık dramına dikkat çekilir. Romanda, Almanların ve Sırpların baskılarına dayanamayıp eski Yugoslavya’dan anayurtları Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan Türk ailelerinin başından geçenler anlatılır. Bu roman, eski Yugoslavya’da bir dönem meydana gelen olayları aydınlatma yolunda önemli bir adımdır. Yüzyıllardır beraber yaşayan Sırpların, Türklerin16 ve Hırvatların birbirlerine nasıl düşman edildikleri ve birbirlerini nasıl hunharca öldürmek istedikleri ayrıntılı bir şekilde ele alınır (Uyguner, 1972: 11). Romandaki olayların gerçek yaşamla sıkı bir ilişkisi vardır. Yugoslavya’daki iki milyona yakın Türk’ün İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşadıkları, tarihî gerçeklere uygun olarak anlatılır. Savaş yıllarında Alman işgali altında bulunan Yugoslavya’daki başsız durum, bazı çetelerin Türklere karşı giriştikleri kıyım, Türklerin örgütlenmesi ve mücadeleye başlaması romanı oluşturan vaka halkalarıdır. Baysal, Pertevniyal Lisesi’nde öğretmenlik yaptığı sırada roman kahramanı Rıza Selmanoviç’in oğlu ve aynı zamanda kendi öğrencisi Kazım Yenerer’den bu hikâyeyi dinleyerek romanlaştırır. Romanın başında yer alan açıklamada da anlatılanların gerçekliğine şöyle dikkat çekilir: “Bu roman gerçekten yaşanmış olan olayların bir yansısıdır; kahramanlarından bir kısmı aramızda yaşamaktadır. Bir kısmı da Tanrı’nın rahmet ve mağfiretine kavuşmuştur. Adlar değiştirilmemiştir.” Drina’da Son Gün romanı Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildiği sırada (6–8 Aralık 1971), aynı gazetede Selman Paşa’nın torunlarından Rıza Selmanoviç’le (Yenerer) yapılan bir röportaj yayımlanır. Romanın kahramanı, olayın canlı tanığı olarak bilgiler verdiği için, Baysal’ın bu eserine belgesel roman demek mümkündür. 1958’de anavatana dönmüş olan 76 yaşındaki Selmanoviç, verdiği röportajda yaşananlar hakkında şu bilgileri verir: 15 1972’de yazılan bu roman, Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiştir. Romanın birinci basımı, 1972’de Can Yay.; ikinci basımı, 1974(?)’te Nebioğlu Yay.; üçüncü basımı, 2006’da Can Yay.; dördüncü basımı 2007’de tekrar Can Yayınları tarafından yapılır. İncelememizde romanın 3. basımı (2006) kullanılmıştır. 16 Burada Türklerle kastedilenler, Türk Boşnak ve Müslümanlardır. 58 “İkinci Dünya Savaşı sıralarıydı. Sırplar, Yugoslavya topraklarında yaşayan Türklere karşı şiddet hareketlerine girişmişler, kısa sürede iki milyona yakın Türk’ü insanlık dışı işkencelerle öldürüvermişlerdi. ‘Çetnikler’ denilen Sırp çetelerini Mihailoviç yönetiyordu. Bastıkları Türk köylerini tümüyle yakıyor, bir tek canlı bırakmıyorlardı. Türklerin kadın erkek, genç ihtiyar giriştikleri karşı mukavemetler ise büyük güçler karşısında eriyip gidiyordu.” (Ünlü; Özcan, 2003: 402). Yıllarca köşesinde sessiz kalan canlı tarih Selmanoviç, 1942’de Nevesni adliyesinde memur olarak çalıştığını, ailesinin ise Taslıca’da oturduğunu belirttikten sonra, günlerce Sırp çetelerine karşı nasıl direndiklerini şöyle anlatır: “Ancak o sıralarda Sırplar Türklere karşı katliama başlamışlar bu nedenle çeteler kurmuşlardı. Nevesni ise Türklerin yoğun olduğu bir şehirdi. Her an bir Çetnik baskını olabilirdi. Tahminler boşa çıkmamış, Mihailoviç’in yönettiği Çetnik grubu bir gece yarısı şehri kuşatmıştı. 28 gün korkulu saatler geçirdik. Hem çalışıyor, hem örgütleniyorduk. Mustafa Yugo adlı bir Türk tam 28 gün Çetnikleri oyalamayı başardı ve sonunda baskından beklediklerini bulamadan döndüler.” (Ünlü; Özcan, 2003: 402). Bu baskından sonra Selmanoviç, savaşın çirkin ve acımasız yüzünü ve Taslıca’ya ailesini görmeye giderken şahit olduklarını detaylıca anlatır. Haliyle Selmanoviç’in yürek burkan mücadelesi çerçevesinde Yugoslavya Türklerinin 1942’de yaşadığı acımasız savaş, romana taşınmış olur. Baysal, romanını, gerçeklerin ortaya çıkması için yazdığını, bunun için de yazarın ille de oraya gitmesine ve olaylara tanık olmasına gerek olmadığını özellikle belirtir: “Ben bu romanı insanlık canavarı olduklarına inandığım Mihailoviç ve acımasız Çetniklerini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermek, bunların ortadan kaldırılması gerektiğini anlatmak için yazdım. Bosna-Hersek ve Kosova, Batı’nın karınca adımlarıyla üstüne gitmek zorunda kaldığı utanç verici bu olaylar daha birçok Drina’da Son Gün’leri yazdıracakmış gibi görünüyor.” (Andaç, 2001: 198). General Mihailoviç ve Çetniklerin Yugoslavya’da yaptıkları işkence ve zulümleri anlatmak amacıyla yazılan bu romanda yazar, savaşa ve savaşı anlatmaya karşıdır. Fakat insanın insana yaptığı korkunç işkenceyi BİLDİRİ KİTABI II anlatmak için bu romanı kaleme almak zorunda kaldığını ise şöyle ifade eder: “Ben her zaman savaşın hep karşısında oldum. (…) Kitabın sonuna eklenen röportajda da belirtildiği gibi bu korkunç savaşın içinde bulunan gerçek insanlardan yola çıktım. Onlar bizim insanlarımızdı, ben yansız davranmaya özen gösterdim. Tito’nun eliyle cezasını bulan General Mihailoviç ve Çetniklerin yaptıkları canavarlığı anlatmakta zaman zaman zorlandığım bile oldu.” (Andaç, 2001: 197). Baysal, bu romanıyla yurt dışındaki olaylara eğilmiş bulunuyor. Aslında bu romanın yazılmasında çocukluk günlerinde anlatılan Sırp zulmü ile ilgili anıların da etkisi olduğu söylenilebilir. Baysal’ın Balkanlardan göç edip gelen bir ailenin çocuğu olduğu düşünülürse, böyle bir etkinin var olduğunu söylemek mümkündür. Roman, mekân noktasında yazara zengin ayrıntılar sunar. Yukarıda bahsettiğimiz gibi savaşın canlı tanığı Selmanoviç’in anlattıkları, yazarın zihninde derin izler bırakmıştır. Romanda yazarın Drina ve çevresine özel bir ilgisi olduğu açıkça görülür. Bundan dolayı yazımızda yazarın Yugoslavya’daki insan kıyımına ve çözüm önerisine bakışı çözümlenmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda çalışmamızda romanın öne çıkan ayrıntıları; İkinci Dünya Savaşı Yugoslavya’sında yaşanan insanlık dramı, savaşın mekâna nasıl yansıdığı, romanın tarihî gerçekliği ve ileri sürülen çözüm önerileri olmak üzere dört başlıkta toplanmıştır. 1 . İ K İ N C İ D Ü N Y A S AVA Ş I Y U G O S L AV Y A ’ S I N D A YAŞANAN İNSANLIK DRAMI Roman, eşmerkez iki daire içindeki olaylar etrafında şekillenir. Küçük dairedeki olaylar, İkinci Dünya Savaşı yıllarında eski ve köklü bir Türk ailesi olan Selmanoviçler’in çiftliğinde ve konağında; büyük dairede ise aynı tarihlerde çiftliğin dolaylarında ve ötelerinde, ülkenin genelinde Sırp, Hırvat ve Türkler arasındaki iç savaş şeklinde gelişir. Rıza Selmanoviç’in kişiliği ve ailesi çevresinde sunulan romanda, Mihailoviç, Neniç, Goril İpan gibi çetecilerin başkanlığında kurulan Çetniklerin, Tito’nun başkanlığında örgütlenen partizanların, bunların yanında Almanlarla İtalyanların tutum ve davranışları verilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar, Yugoslavya’yı işgal etmiş, Naziler halka türlü türlü işkenceler yapmaya başlamışlardır. Alman askerlerinin halkı taşıyan otobüsleri durdurup yolculara çeşitli eziyetler yaptığı, haksız yere adam öldürdüğü romanın hemen başında şöyle yer almaktadır: “Sonra biri adamı ensesinden tuttu, öteki de pantolon kemerinden sımsıkı yakaladı, zavallıyı kalabalığın arasından bir kedi gibi sürükleyerek çıplak ayak otobüsten aşağı yuvarladılar. Hiç kimse adamcağızdan ne istenildiğini anlayamamıştı. Kimse de bir şey sormaya cesaret edememişti. Çünkü insanların susmaya mahkûm edildikleri, yalnız silahların konuştuğu bir gündü.” (s.13). Alman komutan ile Treska müftüsü Hafız Bedroviç arasında geçen konuşmada da Almanların herhangi bir ayrım yapmadan Yugoslavya’daki bütün insanlara işkence ettiği ve onları yargılamadan haksız yere öldürdüğü anlaşılmaktadır. Almanların bütün bunları “kanun ve hukuk” için yaptığını söyleyen komutana müftü şu cevabı verir: “Kanunlar ve hukuk, yüzyıllardan beri insanlık bunların savaşını veriyor. Yalnız bazıları hâlâ tarihten ders almak istemiyor görünüyorlar. Siz ne derseniz deyiniz, gerçek zaferi birgün insanlık kazanacaktır.” (s. 173). Almanların yaptıkları sadece Türklerle sınırlı kalmaz. Neniç’in sevgilisi olduğu ve ona yardım ettiği gerekçesiyle tutuklanan Sırp kadın Magda Mitza da sorgulanmadan Almanlar tarafından öldürülür. Bu durum Azamoviç’in gözlemleriyle şöyle aktarılır: “Kendisi gibi onun da hiçbir suçu olmadığını biliyordu. Ama suçsuzluk yirminci yüzyıl Yugoslavya’sında bir insanın kendini hayvanca işkencelerden kurtarabilmesi için yeterli değildi. Haklı olmak için güçlü olmak gerekti. Suçluluk ya da suçsuzluk önemli olmayan şeylerdi. Şimdiki dünyamızda hak, kaba kuvvet çağındaki gibi yalnız vurmasını bilenlerindi. Oysa Mitza’nın hakkı var; ama yumruğu yoktu.” (s. 181). Almanların yanı sıra Sırp Çetnikleri de halka zulüm ve işkence yapmaktan geri kalmazlar. Özellikle Türklere karşı acımasız davranan Çetniklerin yaptıkları işkence- 59 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ler romanda şöyle izah edilir: “Çünkü Çetnikler bütün işlerini otomatik silahla görüyorlardı, yürekleri de taş gibi katıydı. Baskını yapıyorlar, arkalarında yalnız mezarlıklar bırakıyorlardı. Canının bağışlanması için bir yalvaran olursa kafasına ilk kurşunu yiyen o oluyordu. Karşı koymaya kalkışacak olursa bu suçunu cezasız bırakmıyorlar, en ilkel ve korkunç işkenceleri gülerek uyguluyorlar, tırnak söküp ya da çok keskin bir bıçağın sipsivri ucuyla kurbanlarının sırt derisini yüzüyorlardı.” (s.39). General Mihailoviç’in Alman saldırısından sonra Hersek’te komuta ettiği sahil muhafaza kıtasının başına geçip Bosna dağlarının Ravna Gora bölgesinde Çetnik örgütünü kurması, romanda önemli bir işleve sahiptir. Çetnikler, Müslümanları özellikle Türkleri öldürmeye yönelmiş Sırp çeteleridir. Yugoslavya’nın bağımsızlığı için dövüştüğünü iddia eden Sırp Çetnikleri, Türklere saldırmakta ve akla hayale gelmedik eziyetler yapmaktadırlar: “Söylediğine göre Osmaniç, iki saat kadar önce tarlasından dönerken, Çetniklerin saldırısına uğramıştı. Yugoslavya’nın bağımsızlığı için dövüştüklerini söyleyen haydutlar parasını, saatini, ceketini, ayağından ayakkabılarını bile almışlar, yetmiyormuş gibi de onu bayıltıncaya kadar dipçikle dövmüşlerdi. Beynine tam bir kurşun sıkıp işini bitirecekleri sırada orada geçmekte olan Alman askerleri hepsini makineli tüfeklerle taramışlardı. Bir tanesi bile kurtulmamıştı, ama Osmaniç’in de kırılmadık kemiği kalmamıştı.” (s.121). Romanın ilerleyen bölümlerinde Çetnikler, artık toplu katliamlara girişmiş, Türklerin yaşadığı köyleri ve kasabaları harabeye çevirmeye başlamışlardır. Bir Türk kasabası olan Nevesni de bundan nasibini alır: “Çetnikler, yemyeşil Nevesni’yi tırpanla biçer gibi biçmişlerdi. Korkunç baskın gece yarısından sonra olmuştu, ortada Nevesni ilçesi diye bir şey kalmamıştı.” (s.229). Çetnikler sadece halka değil, din adamlarına da baskı yaparlar. Sırp Goril İpan, Müftü Bedroviç’i kaçırıp ona işkence ettikten sonra, kutsal inançlarına hakaret eder: “İpan’ın ayı pençesine benzeyen eli birden müftünün suratında patladı. ― Nasıl? Beğendin mi Muhammed’in aklını şimdi. Buna nedense hiç kimse gülmemişti. Müftü tokadın etkisiyle bir iki sallandı, sonra hiçbir şey olmamış gibi dengesini bularak ayakta dimdik durdu. 60 İpan sinirlenmişti. Cebinden bir makas çıkardı, müftünün sakalının bir yanını yeniden başlayan gülüşler arasında koyun kırpar gibi çabuk çabuk kırptı.” (s. 346). Goril İpan, Müftü Bedroviç’e “Hindi Dansı” adını verdiği işkenceyi uygular: Kocaman tepsi ateş gibi kızmıştı. Dört Çetnik müftüyü zorla tepsinin üstüne çıkardı, sonra silahlarının namlularını üzerine çevirdiler. İpan birden uludu ve müftü tepsiden inecek olursa hepsine hemen ateş etmeleri emrini verdi. Zavallı Bedroviç yerinde duramıyordu. Ayağının birini basar basmaz ötekini kaldırıyordu. İnsanlığın yüzkarası İpan’ın kar altında düzenlenen hindi dansı başlamıştı.” (s. 346). Romanda Hıristiyan din adamları olumsuz bir şekilde tanıtılır. Pub Duyiç, papaz olduğu yıllarda küçük bir kıza tecavüz etmekten yargılanmış, sonra da rüşvet yedirerek kurtulmuştur. Yaptığı katliamlarla kısa sürede etrafına dehşet ve korku salan biri haline gelmiştir. Pub Duyiç tipi, Sırpların Türklere yaptıkları kötülükleri ve insan dışı muameleleri göstermek bakımından önemlidir. Savaş-barış çatışmasında savaştan yana tavır takınır. Romanın olumsuz din adamı Papaz Pub Duyiç, Çetniklerin başına geçerek katliamlar yapar. Selmanoviç’in de içinde bulunduğu otobüsün yolunu kesip masum insanları öldürenlerin başında Pub Duyiç bulunmaktadır: “Bunların başında gelen adam uzun boylu biriydi. Bu, gerçekte kara cübbesini sırtından çıkarmayı bile gerekli görmemiş olan Papaz Pub Duyiç’ti. Son günlerde bu papazın adını duymayan kalmamıştı. Çetnikler arasında hiç kimse cinayet işlemek konusunda İsa’nın yeryüzündeki bu temsilcisiyle yarışamazdı. Pub Duyiç’in eline düşmek, bir kere değil, birkaç kere ölmek demekti.” (s. 255). Diğer bir olumsuz din adamı, Papaz Stefanoviç’tir. Almanlar ile Türkleri kesmenin sevap olduğunu vaazlarında söyleyerek halkı onlara karşı kışkırtır. Hatta daha da ileri giderek Türklerin insan olmadıklarını, her Hıristiyan’ın Türkleri öldürmekle görevli olduğunu belirtir: “Almanlar ile Türkleri kesmenin çok sevap olduğunu söylüyor. Geçen Pazar ayininde de Türklerin insan olmadıklarını, her Hıristiyan’ın eline bir fırsat geçti mi, bir Türk’ü hemen öldürmesi gerektiğini söyledi.” (s. 342). BİLDİRİ KİTABI II 2. S AVA Ş I N M E K  N A Y A N S I M A S I Romanda Balkan Türklerine yapılan işkenceler mekânla bağlantılı olarak verilir. Romanın ismini aldığı Drina, romanın temasıyla ve teziyle bütünleşen işlevsel bir mekândır. Romanda Drina’daki katliamlar ve savaşın acımasızlığı anlatılarak realist kurguya uygun davranıldığını söylemek mümkündür. Yapılan betimlemelerle romanın gerçekliği desteklenmiştir. Uçak seslerinin tank seslerine karışması, her tarafta insan cesetlerinin olması, savaşın acımasızlığını göstermek içindir. Mekândan hareketle, Yugoslavya’nın kaçınılmaz bir sona doğru gittiği sezdirilir. Romanda ana mekân olarak karşımıza çıkan Taslıca’nın dışındaki diğer gerçek mekânlar ise, Nevesni, Treska, Belgrat gibi kasabalardır. Bu mekânlar çoğunlukla savaşın olumsuz etkilerini ortaya koymak amacıyla kurgulanmışlardır. Mekânlar ayrıntılı olarak anlatılmaz, genel hatlarıyla aktarılır. Taslıca’nın ve dolayısıyla Yugoslavya’nın içinde bulunduğu durum, Alman karargâhına götürülen Azamoviç’in gözlemleriyle verilir. Bu betimlemelerde savaşın yarattığı olumsuz hava şöyle hissedilir: “Sokağın iki yanındaki dükkânlar ve evler kapkaranlıktı. Yüzlerce pencerenin hiçbirinden dışarı en ufak bir ışık bile sızmıyordu. Savaş, yalnız kentin barış günlerinde ışıl ışıl yanan çarşısını değil, içinde yaşayan binlerce insanın aydınlık dünyasını da karartmıştır.” (s. 92). Belgrat’ın tasvirleri, savaşın yıkıcı etkilerini ortaya koyacak biçimde, merkezi figür konumundaki Selmanoviç’in gözlemleriyle anlatılır. Şehir âdeta harabeye dönmüş gibidir. Savaşın acımasız ve yıkıcı yönünü göstermesi bakımından işlevseldir: “Dağlar gibi yükselen enkaz daha kaldırılmamıştı. Sokaklar ve caddelerin birçoğu trafiğe kapanmıştı. Adım başında nasılsa ayakta kalmış bir duvar parçası, camları kırılmış ya da çerçeve ve kapıları yanmış kapkara bir yapının iskeleti, kömürleşmiş ağaçlar, molozları kaldırmak için didinen askeri birlikler görülüyordu.” (s. 222). Nevesni kasabasında yaşananlar ve savaşın psikolojik baskısı, ruh hâlini iyice karmaşıklaştırdığı için Selmanoviç etrafına bu etkilerle bakar. Bu yüzden ge- zilen ve görülen yerler, kasvetli ve sıkıntılı mekânlar olur: “Yerler vıcık vıcık bir çamurla kaplıydı. Kar durmuş onun yerine kapkara, iplik iplik bir çamur yağıyordu. Çok uzaklardan ara sıra silah sesleri geliyordu. Nevesni’ye baskın olmamış, sanki üzerinden dev bir silindir geçmişti. Çetnikler iki saat gibi çok kısa bir süre içinde kasabayı içindekilerle birlikte dümdüz etmişti. Yağmur suları bazı yerlerde kıpkırmızıydı. Ağır bir kan ve barut kokusu havaya karışmıştı.” (s. 240). Romanda savaş-barış karşıtlığı, Vardar Nehri’nin akış düzeninden hareketle verilir. Vardar Nehri, Yukarı Vardar-Aşağı Vardar şeklinde insanî özellikler atfetmek suretiyle kişiselleştirilir. Romanda Vardar Nehri’nin yukarıda hırçın ve öfkeli bir şekilde aktığı, daha aşağılarda, Treska kentinde ise dingin ve sakin bir görünüm aldığı belirtilmektedir. Bu nedenledir ki Treska kentinde insanlar birlikte, iç içe yaşarlarken, yukarıda Vardar Nehri kenti ikiye bölmüştür. Bu bölünmüşlük kentte yaşayan insanları da etkilemiş, nehrin bir kıyısında Hıristiyanlar bir kıyısında Türkler toplanmıştır. İnsana hayat kaynağı olması gereken Vardar Nehri bile dost olmaktan çıkıp Hıristiyan ve Müslümanalrı birbirinden ayıran düşmanca bir doğal sınır olmuştur: “Treska’da birbirleriyle kaynaşan insanlar, yukarı Vardar’a uyarak ikiye ayrılıyorlar, düşman iki bölge meydana getiriyorlardı. Bir kıyıda Hıristiyanlar, öbür kıyıda Türkler yaşıyordu. Her iki toplum da birbirlerinin bölgesinden geçmeye korkuyorlardı. Çünkü Treska’da dost olan Vardar, yukarıda düşmandı ve insanların arasına girmiş keskin bir bıçaktan ayrıcalığı yoktu. Her iki kesimde buna üzülen bazı aklı başında insanlar vardı; ama Vardar’ı aradan çıkarmaya tarihin bile gücü yetmemişti. (…) Oysa Treska’daki gibi dost geçinseler, türkülerini hep birlikte söyleseler ne güzel olacaktı. Ama yukarı Vardar böyle olmasını istemiyor, çeşitli din ve ırktan insanların kardeş kardeş yaşamalarına izin vermiyordu. Yukarı Vardar’ın sol kıyısının bütün istediği sağ kıyıyı silmekti.” (s.168). Balkan’daki doğal çevre de savaşın acımazlığını ve sertliğini ifade eder. Müftü Bedroviç’i Sırp Çetniklerin elinden kurtarmaya giden Miyasiç’in gözlemleriyle anlatılan mekân, âdeta canlanmış, bir ruha sahip olmuştur: “Bir kartal yuvasını andıran dağın, bir köpek dişi 61 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ gibi sivri ve keskin ucundaki Vatra, ufacık bir nokta gibi kalmıştı. Biraz ötede Balkan daha karanlık, daha yırtıcıydı. Gittikçe kalınlaşan ve hırçınlaşan, aşılması güç bir duvar gibi dikti. Esmerleşen günü görür görmez daha da huysuzlaşan, ovanın ortasında şaşkınlaşıp birdenbire tozu dumana katan yapış yapış bir rüzgâr bu duvarı buzdan elleriyle bazı yerlerde menevişleşen bir karla hiç durmadan sıvıyordu.” (s. 334). Yugoslavya’nın içinde bulunduğu durum, romanın sonlarına doğru Drina Nehri ile anlatılmaya çalışılmıştır. Drina artık eskisi gibi değildir. Şimdi nehirde balıklar yerine insan cesetleri yüzmektedir. Savaşın çirkin yüzünün doğaya nasıl yansıdığı şöyle betimlenir: “Gündüzleri masmavi, yaz gecelerindeki gibi gümüşten, ışıl ışıl değildi artık Drina. Balıklar değil, şimdi insanlar yüzüyordu Drina’nın dibinde. Günahsız, suçsuz, yaşamaya doymamış insanlar Drina’nın dibinde birbirlerine sarılmışlardı. İnsanlar Drina’nın dibinde değil, Drina artık onların içindeydi. Zaten oldum olası birbirlerini severlerdi. Artık bir daha ayrılmamak üzere buluşmuşlardı. En çok balıklar şaşakalmıştı bu işe. Bu yeni balıklara bir türlü alışamamışlar, onların hiçbiriyle çok çalıştıkları halde arkadaşlık kuramamışlardı. Drina’ya gittikçe yeni yeni balıklar geliyordu. Bu gidişle gerçek balıklara da yer kalmayacaktı.” (s. 367). 3. R O M A N I N TA R İ H İ G E R Ç E K L İ Ğ İ Drina’da Son Gün yukarıda da anlatıldığı gibi, yaşanmış birtakım olaylara ve bazı tarihî şahısların hikâyelerine dayanılarak yazılmış bir romandır. Romanın başında eserin gerçekten yaşanmış olaylardan hareketle yazıldığı, kahramanlardan bir kısmının yaşadığı, bir kısmının ise ölmüş olduğu ve şahıs isimlerinin değiştirilmediği özellikle belirtilir. Roman kahramanı Selmanoviç’in anlattıklarının bir kısmı, romanın kurgusu içinde doğrudan veya değiştirilerek kullanıldığı görülmektedir. Bahsi geçen röportajda Rıza Selmanoviç’in (Yenerer) başından geçen; ancak romanda bir karşılığı olmayan olaylar da bulunmaktadır. Ayrıca Baysal da eserin başında, romanın 62 gerçek olaylardan esinlenerek oluşturulduğunu ifade ederken, eserin gerçeğin doğrudan ve birebir anlatımı olmadığını ima etmiş ve böylelikle eserin gerçek olaylar ve durumlarla olan ilişkisinin sınırını belirlemiştir. Tarih KAYNAKLARında da, İkinci Dünya Savaşı’nda Yugoslavya’nın önemli bir bölümünü işgal eden Nazilerin Sırbistan’da bir işgal yönetimi oluşturdukları, Kosova’nın İtalyan işgalindeki Arnavutluk’a; Makedonya’nın Bulgaristan’a; Slovenya’nın bir bölümünün Macaristan’a; Slovenya’nın güney bölümüyle Dalmaçya’nın ise İtalya’ya verildiği ve bağımsız bir Karadağ devletinin kurulmasının öngörüldüğü belirtmektedir (Bora, 1995: 49). Aynı dönemde Sırp milliyetçileri, romanda kendisinden sıkça söz edilen Draja Mihayloviç önderliğinde, Yugoslavya’da Sırp egemenliğini yeniden kurmak ve sadece işgalci Almanları değil, Sırp olmayan bütün milletleri Sırbistan’dan atmak ideali ile yola çıkan Çetnik (çeteci) örgütü de faaliyetlerini sürdürür. Diğer tarafta ise Tito önderliğindeki Partizanlar giderek daha geniş halk kitlelerince benimsenir ve zamanla uluslararası konjonktürün de yardımıyla daha fazla öne çıkmaya başlar ve neticede 1945 yılında Yugoslavya devletinin temelleri atılır. Romanın başkahramanı Rıza Selmanoviç, gerçek bir karakter olarak Yugoslavya’daki Türklerin kurtuluşuna önayak olmuş ve gerçek yaşamdan yola çıkılarak yaratılmış vatansever bir tiptir. Dolayısıyla olaylar da onun bakış açısından sunulur. Sırp eşkıya Neniç ve Mihailoviç’in korktukları düşman, Nazi ya da faşist orduları değil, bütün Türkleri etrafına toplayacak kadar nüfuzlu olan Selmanoviçler denen ailedir. Bu aile, Türklerin sonsuz bir umut ve cesaret kaynağıdır. Aynı zamanda yazarın sözcüsü konumunda olan Selmanoviç, güçlü bir mıknatıs gibi, bütün Türkleri etrafına toplayabilir, onların bir işaretiyle bütün Türkler silaha sarılabilir. Yüksek eğitimini Almanya’da yapmış aydın, kültürlü biri olan Selmanoviç, “insan denen varlığın iç dünyasını gerçekte nelerin yönettiğini çok iyi bilen” lider bir özelliğe sahiptir. Müftü Bedroviç, Demirci İsmailoviç, Uncu Kerimoviç ve Hatipoviç gibi fon karakterler de Türk- BİLDİRİ KİTABI II Divisia’nın17 yöneticileri ve idealist tipler olarak tanıtılır. Hatipoviç, asker kökenli olup görünüşü bakımından güçlü ve heybetli biridir. Zor günlerde ulusuna sahip çıkan ve herkese güven veren bir duruşu vardır. Türk askerini temsil etmesi bakımından işlevseldir: “Hatipoviç’in iki yumruğu da masanın üstündeydi. Bu da eski bir er olarak ona daha heybetli ve olduğundan daha güçlü bir görünüş veriyordu. Bütün yüzünde, başında bulundukları uluslara her şeyin kaybedildiğine inanıldığı zor günlerde bir anda taptaze bir umut aşılayan, onları sarsılmaz bir inançla yeniden birbirine bağlayan geleceğe egemen olmasını bilen önderler gibi şimdiye kadar bütün konuşulanlara içinden güldüğünü gösteren sıcacık bir güven vardı.” (s.309). Romanda düşman karşısında bütün Türklerin ümidi haline gelen Hatipoviç’ten bir kahraman olarak bahsedilir: “Hatipoviç, bütün Yugoslavya’da ün salmış bir kavga adamıydı. Savaş alanlarındaki felsefesine egemen olan tek düşünce yalnız ölmek ve öldürmekti. Onun sözlüğünde kaçmak ya da teslim olmak gibi bir asker için utanç verici olan şeyler yoktu.” (s. 322). Romanda birtakım büyük olayları odak noktası yapan Baysal, olaylarla ilgili tarihî kişileri de başarılı bir şekilde çizmektedir. Bu kişilerden birkaçı, çekinmeden ve hatta zevk duyarak insan öldüren Çetniklerdir.18 Romanda Mihailoviç,19 Neniç, Tito doğrudan doğruya görünmezler. Bu nedenle de onların fizikî özellikleri üzerinde pek durulmaz; fakat onların giriştikleri ya da onların adına yapılan kıyımlar, kişiliklerini ortaya koyar. Romanda Neniç ve Mihailoviç, Yugoslavya’yı düşman işgalinden kurtarmak bahanesiyle dağa çıkıp Türkleri ve masum insanları öldürmekten çekinmeyen katil kimseler olarak tanıtılır. Mihailoviç’in yanı 17 Türk-Divisia, 1940’lı yıllarda Yugoslavya’da kurulmuş bir Türk örgütüdür. Örgüt, Türkleri Almanlara, Sırplara ve Hırvatlara karşı korumak amacıyla Rıza Selmanoviç başkanlığında kurulmuştur. 18 Çetnikler, II. Dünya Savaşı’nda işgalci Mihver kuvvetlerine ve Hırvat işbirlikçilerine karşı direnmek amacıyla ortaya çıkan, ama daha çok Partizanlar olarak bilinen Tito’ya bağlı komünist gerillalarla çarpışan radikal Sırp milliyetçi gerillaları olarak bilinmektedirler. 19 1941’de Almanlara karşı silahlı direnişe geçerek “Homojen Sırbistan” bildirgesi ile “etnik temizliğe” başlayan Mihailoviç, bir tarafta Partizanlara karşı savaşıp diğer tarafta da Müslümanları topluca katleden Çetnik komutandır. Sürgündeki Yugoslav hükümeti tarafından 1942’de savaş bakanlığına getirilir. 1944’te Müttefikler tarafından yapılan askerî yardımın kesilmesinden sonra Ravna Gora’daki karargâhında Tito’nun Partizanlarına esir düşer ve Belgrat’ta idam edilir (1945). sıra, Neniç Puça da korkunç cinayetler işleyip kan dökmekten zevk alan biri olduğu şöyle aktarılır: “Puça ünlü bir Çetnik’ti. Altı aydan beri adı dillerde dolaşıyor, gazetelerde her gün yazılar çıkıyor, korkunç cinayetleri kimseye rahat bir uyku uyutmuyordu. Çok kurnaz, kan dökmekten çok hoşlanan bir adamdı. Üstelik taş gibi de duygusuzdu. Hemen hemen her gece köylere, çiftliklere baskınlar yapıyor, eline kim geçerse kesiyor, ne çocuk ne kadın diyor, öldürdüğü insanların paralarını, altınlarını, küpelerini, bileziklerini çalıp yeniden dağa çıkıyordu.” (s. 63). Çetnik askeri, Selmanoviç’in gözlemleriyle şöyle anlatılır: “Zincirlerini koparıp sirkten kaçmış yırtıcı bir hayvana benziyordu. Kapkara bir sakal ve bıyık yığını, bunların ortasında sarkan kıpkırmızı pat bir burun, ruhunun bütün boşluğu ve inançsızlığını dışarı vuran hareketsiz, kupkuru iki hayvan gözünden meydana gelen yüzünde insana yakışan hiçbir şey yoktu.” (s. 253). Romanda Rıza Selmanoviç’in karısı Şevvala Ana, zor şartlarda bile evini ve ailesini ayakta tutan idealist kadın tipini temsil etmektedir. Yaklaşık kırk yaşlarda genç bir kadın olan Şevvala Ana, romanda fiziksel özellikleri bakımından şöyle tanıtılır: “Şevvala, bütün ev işleri eline baktığı halde şaşılacak ölçüde genç kalmıştı. Yüzü saatlerce çitilediği, kâğıt gibi olsunlar diye özenerek yıkadığı patiska perdeleri gibi bembeyazdı. Su mavisi rengindeki gözlerinin kenarına aradan geçip giden kırk yıl, en ufak bir çizgi bile çizememişti.” (s. 114). Cömertliği ve yardımseverliğiyle nam salmış, oldukça sevilip sayılan biri olarak tanıtılan Şevvala Ana, evlendikten bir yıl sonra Hırvat çeteleri, annesiyle babasını kesmiş, cesetlerini bile görememiştir. Daha genç yaşta acılarla karşılaşması, onu hayata hazırlamıştır. Şevvala Ana, ailesine ve eşine bağlı, evini, konağını her şeyden çok seven bir Türk kadınını temsil eder. Konağı temizlemekten elleri çatlamış olan Şevvala, ezilen ve savaşın acımasızlığı içinde yok olan kadının tipik bir örneğidir: “Ama yaptıkları Şevvala’nın pürtüklü, çatlak, derisi soyulmuş ellerinden kolaylıkla okunabilirdi. Yirmi yıl Şevvala’nın yalnız ellerini berbat etmişti. Çünkü bu eller evin döşeme tahtalarını ova ova bu hale gelmişlerdi. Bu eller yüzünden en kuytu bir köşe bile en ufak bir toz yoktu. Tavanlara varıncaya kadar her köşeye 63 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ sodalı sabunlu bir su kokusu sinmişti.” (s.115). Şevvala Ana, evlerini terk edip Türkiye’ye gitmek zorunda kaldıklarında kadınlara has koruyuculuk hissiyle buna karşı çıkar. Romanın bu bölümünde daha çok işlevsellik kazanır. Evinde kalıp Sırplarla mücadele etmek, hatta Balkanlar’a çıkıp savaşmak ister. Bir tarafta evine ve çocuklarına sahip çıkarken, diğer tarafta da vatanın bağımsızlığı söz konusu olduğunda erkeğinin yanında savaşan Türk kadın tipini temsil eder. Yazar, vermek istediği mesajları onun aracılığıyla okura iletir: “Vermeyeceğim, hiçbir şeyimi vermeyeceğim. Öldürseler bile gitmeyeceğim buradan. Evimi, toprağımı kimse elimden alamaz. Onlar bize babalarımızdan kaldı. Ne hakları var bizi buradan kovmaya? Daha kafamı kızdırmasınlar, vallahi Balkan’a çıkıp kadınlığıma bakmadan erkeklerle omuz omuza dövüşürüm ben de.” (s. 214). Müftü Bedroviç de diğer kahramanlar gibi gerçek yaşamdan seçilmiş biridir. Romanın sonuna eklenen röportajdan da anlaşılacağı gibi Bedroviç, Drina Köprüsü’nde ayaklarına çiviler çakıldıktan sonra öldürülen Mustafa Yugo adında bir öğretmendir. Romanda yazar bunu öğretmen yerine müftü tipiyle göstermeyi uygun bulmuştur. Müftü Bedroviç, Türk-Divisia’nın kurucuları arasında bulunan aydın bir Türk din adamını temsil eder. Romanın akışı içerisinde okuyucuyu olumlu yönde etkileyen bir kişidir. Kan dökülmesine ve savaşa karşı olmasına rağmen Alman işgaline ve Çetnik zulmüne dayanamamış halkının yanında yer almış, onlarla birlikte mücadele etmiş bir kahramandır. Sonunda Goril İpan tarafından kaçırılıp öldürülür. Halkını kurtarma uğruna kendini feda eden Müftü Bedroviç, hem fikrî hem de fizikî olarak mükemmel bir yapıya sahiptir: “Bedroviç’in de yakışıklılıkta ondan aşağı kalır bir yanı yoktu. Beyaz sarığının altındaki kırışıksız alnı, düzgün burnu, tapınaklara özgü kutsal bir huzurla birlikte savaş birçoklarının yeniden özlemini duymaya başladıkları insanlık sevgisini yansıtan toprak rengindeki gözleri, güzellikten yana şansı olmayanların kıskanacakları kadar biçimliydi. Aydın kişiliği de bunlara karışınca müftü, insanı etkileme yönünden komutana göre daha ağır basıyordu.” (s. 170). Her zaman haksızın karşısında, haklının yanında yer alan Peder Yuvan, olumlu bir Hıristiyan din ada- 64 mını temsil etmektedir. İnsanlar arasında hiçbir fark olmadığına, bütün insanların kardeş olduğuna inananlardandır. Ona göre aksini düşünmek “İsa’ya ve havarilerine karşı gelmek” olur. İnsanları öldürmeyi en büyük günahlardan sayar: “Peder Yuvan, gerçekte Fransız asıllı bir Katolik papazıydı. Uzun boyu ve sıska denecek kadar zayıftı. Yalnız Katoliklerin arasında değil, Ortodoksların arasında da sözü geçen bir adamdı. Ortodokslarla Hıristiyanları birbirine yaklaştırmak amacıyla karşı dinden olan bir adamın kızıyla evlenmiş, arka arkaya olan bitenlere karşı hiç sesini çıkarmamış olmasını, tam Türkler eyleme geçtikleri zaman duruma bir çare olmak üzere konuşmak istemesini hiç hoş karşılamadığını kendisine açıkça söyleyen Müftü Bedroviç’e güzel Türkçesiyle şu cevabı vermişti.” (s.216). Peder Yuvan’a göre Hıristiyanları ve Müslümanları birbirine düşman yapan şey, dinleri değildir. Dinleri suçlamak bizi yanlış yerlere götürür. Asıl suçlu olanlar, insanlığın mutluluğu için yeryüzüne inmiş iki büyük dinimizi amacından çevirip kendi çirkin hesapları yolunda kullanan “geri kafalı” din adamlarıdır. Onu mühendislik mesleğinden vazgeçirip Tanrı’ya yönelten şey, içinde duyduğu kutsal insanlık sevgisidir. Romanın sonunda Peder Yuvan Selmanoviçlerin ailesini Türkiye’ye geçirirken, Çetnikler tarafından öldürülür. Romanda Türk askerinin yanı sıra Neniç, Mihailoviç, Heinrich ve Alphonso Karr gibi, karşı gücü temsil eden işgal askerleri de tanıtılır. Bunların ortak özelliği; insanları acımasızca öldürmeleri ve kadın düşkünü olmalarıdır. 4. Ç Ö Z Ü M Ö N E R İ S İ Romanda İkinci Dünya Savaşı’nın sebep olduğu acılar, yıkımlar ve felaketler; Yugoslavya’daki Türklerin zor şartlar altındaki yaşam mücadelelerinden hareketle verilir. Dolayısıyla romanda en çok savaş ve onun karşıtı olan barış kavramları üzerinde durulmaktadır. Balkan Türklerinin İkinci Dünya Savaşı trajedisinden hareketle, tüm insanlığın ortak konuları olan savaş ve barış kavramları üzerinde derinlemesine durularak ro- BİLDİRİ KİTABI II mana evrensel bir boyut kazandırılmaya çalışılmıştır (Kolcu, 2008: 59). Roman boyunca savaş ile ilgili olumsuz duygu ve düşünceler, yazarın sözünü emanet ettiği kahramanlar aracılığı ile okura iletilmiştir. Bir tarafta savaşın bütün acımasızlığı değişik vesilelerle aktarılırken; diğer tarafta, barış içinde yaşamanın yolları ve belki de en önemlisi savaş içinde bile insanî duyguların nasıl sergilenebileceği üzerinde durulmuştur. Savaşların doğmasında eğitim ve bilginin önemine değinen Bertrand Russell, gelişmiş ülkelerdeki okullarda bile işlenen Tarih kitaplarında her ulusun kendini yüceltmeyi amaçladığını, gerçeklere saygı gösterilmediğini belirterek dikkatleri yanlı tarihe çeker. (Russell, 1996: 170-172). Yazar da roman boyunca değişik vesilelerle insanları birbirine düşman kılan tarihe karşı çıkar ve sözünü emanet ettiği roman kişilerine açıklamalar yaptırır. Romanda koyu bir Sırp milliyetçisi Mordaç ile tartışan Azamoviç, onun hayatı boyunca Türklerden iyilik görmesine rağmen bir türlü Türkleri sevememesinin ve onlara düşman olmasının nedenini şu şekilde açıklar: “- Asıl suçlu annenle baban, papazlar ve yalanlarla dolu tarih kitapları. Onun için ben sana kızamıyorum. Bir gün sen de yanıldığını ve aldatıldığını anlayacaksın.” (s. 60). Rıza Selmanoviç, Müberra ile aralarında geçen konuşmada savaşın önemli nedenlerinden biri olarak sevgisizliği görür. Bu yönüyle Azamoviç ile benzer görüşler ileri sürer. Ona göre, çocuklara okutulan tarih kitapları yakılmalı, yeni kuşaklara atalarının yaptığı rezillikleri okutmak yerine, yalnız insan sevgi aşılanmalıdır. Böyle olduğu için güzelim dünya bir mezbahaya çevrilmiş durumdadır. Çocukların bu yanlış eğitilmesinden din adamları ve politikacıların sorumlu olduğu şöyle iddia edilir: “Yani bir çocuk doğar doğmaz onun kafasıyla kalbini bir yığın saçmalıklar ve yalanlarla doldurmaya başlıyoruz. Kalbini değil de yumruklarını kullanması için elimizden geleni yapıyoruz. Bunun en büyük sorumluları da sapık din adamlarıyla, politikacılardır. İnsanları bunların ellerinden kurtarmak gerek. Din ve politika birleştirici olmalı, ayırıcı ve bölücü değil.” (s. 103). Yazarın tarihe olumsuz bakışı, roman kahramanı Selmanoviç vasıtasıyla ifade etmeye devam edilir. Doktor Metroviç’in Türklerin de artık örgütlenmesi gerektiğini ve iyi yürekliliğinin cezasını tarihte çok çektiklerini söylemesinden sonra Selmanoviç tarihe olan kızgınlığını dile getirerek aslolan insanlık ve sevgi olduğunu söyler: “-Bırak şu tarihi Metroviç. Tarih olmasaydı, bugün hiçbirimiz birbirimizi öldürmeyecektik. Elimden gelse dünyadaki bütün tarih kitaplarını gözümü kırpmadan yakardım. (…) Eğer insanlar daha iyi, gerçeklere dayanan bir eğitim sistemiyle eğitilselerdi belki o zaman hukukun da dünyada yeri olmayacaktı. İnsanların eline ders alsınlar diye tutuşturduğumuz tarih kitapları, onları kötülüğe itiyor. Birbirlerini bir türlü sevmeyi öğrenememelerinin en büyük nedenlerinden biri de bu. Benim bildiğim kötülük de iyilik de insanla birlikte doğmaz, insan bunları sonradan öğrenir” (s. 129). Yazar, savaşa rağmen, geleceğe dair güzel hayaller kurmaktan geri kalmaz. Azamoviç, insanların birbirlerine düşman oluşunu savaşa bağlayarak kurtuluşun insan sevgisinde aramak gerektiğini şöyle ifade eder: “Bütün suç savaşındı, savaşı çıkaranlarındı. Cephelerde ölen ya da duvar diplerinde yok yere kurşuna dizilen her insanla birlikte toprağa cansız serilen gerçekte insan sevgisiydi. Çılgınların büsbütün rezil ettiği bu dünyanın yerine bir gün aklın ve insan sevgisinin hakim olduğu yepyeni bir dünyanın kurulacağına inanmaya çalışıyordu.” (s.205). Selmanoviç, savaş anında bile insanî duyguların kaybedilmemesi gerektiğini savunarak Müftü Bedroviç’in kaçırılmasına misilleme olarak Peder Yuvan’ın kaçırılması fikrine şiddetle karşı çıkar. Türk komutan Hatipoviç’in insanlık duygularını bir yana bırakmak gerektiği düşüncesine ise şu değerlendirmede bulunur: “- Ben buna karşıyım. Tarihte kahraman olarak tanıtılan, gerçekte bir canavar olan rezillerin durumuna düşmeyelim biz de. Hakkın zaferi için çalışırken haksızlık yapar, yani insanlığımızı unutursak davamıza gölge düşürmüş oluruz. Savaş bize insanlığımızı unutturmamalı.” (s. 311). Roman kahramanı Selmanoviç’e göre savaşın temelinde yatan bir diğer neden ise, sürekli yapılagelen kısır din tartışmalarıdır. İktisadî ve siyasî nedenlerden 65 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ziyade, savaşların oluşunu dinler arasında bir türlü gerçekleşemeyen diyalogda aramak gerekir: “Tarih denilen cinayetler kitabı, daha çok bu çılgın boğuşmalarla doludur. Şimdi oraya yenileri ve daha kanlı olanları yazılıyor. Başlangıçtan beri iki din elele verip işbirliği etselerdi insanlar bugün bir türlü kavuşamadıkları mutluluğa biraz olsun yaklaşmış olurlardı.” (s. 217). Selmanoviç, diğer roman kahramanlarının aksine, savaşa ve adam öldürmeye karşıdır. Düşmanı bile olsa insanı öldürmek istemez. Bu yüzden romanın akışı içinde çatışmalar ve değişim süreçleri yaşayan ve okuyucuyu yönlendiren bir kişi olan Selmanoviç’in savaşla ilgili düşünceleri şöyle dile getirilir: “Bu savaş denilen şey çok çirkin bir şey Hatipoviç, çok çirkin. Dünyada insanların birbirleriyle dövüşmesi kadar iğrenç bir saçmalık daha yok. İnsanları bu yola sürükleyenleri öldürmeli gerçekte bunlar ortadan kaldırılmadıkça hiçbir zafere gerçek bir zafer diyemeyiz. Ben kendi payıma düşmanımı bile öldürmekten tiksiniyorum. Sakın beni yanlış anlamayın. Bugün dövüşmeye ve öldürmeye katlanmak zorunda olduğumuzu biliyorum. Ama bu gerçek, bunun hayvanca bir iş olduğunu söylememe engel olamaz.” (s. 318). Baysal’ın savaş karşıtı tavrı burada da belirginleşir. Savaşın gereksizliği sadece kişilerden ve yaşadıklarından hareketle ortaya koymaya çalışmayan yazar, yer yer olayı kesip savaşı eleştiren ve insanı ön plâna çıkaran didaktik konuşmalar yapar. Savaş karşıtı tavır şöyle ifade edilir: “Tarihe kanlı, yepyeni bir sayfa daha yazılmıştı. Okul sıralarından, hikâyelerde, romanlarda bir sonraki kuşak bu haksızlığı okuyacak, en kötüsü asıl hedeflerini bilmedikleri halde birbirlerine düşman olmakta devam edeceklerdi. Bütün tarihçiler de bunun adına kahramanlık diyeceklerdi. Ama bu düpedüz bir rezillikti, utanç verici bir cinayetti. Yeni kuşaklara hiç kimsenin evine saldırmaya hakkı olmadığı anlatılmalıydı.” (s. 225). Selmanoviç gibi savaşa ve insanların öldürülmesine karşı olan Peder Yuvan da ister Hıristiyan, ister Müslüman olsun, insanlar arasında ayrıma karşı duruşunu inancının gereği olduğunu açıkça ifade eder: “Bütün dünyadaki insanlar kardeştir. Başka türlü düşünmem İsa’nın ve havarilerinin emirlerine karşı gelmek olur. Her gün kendi kilisemin ufacık, ama Tanrı’nın 66 gördüğüne kesinlikle inandığım kubbesi altında dilimin döndüğü kadar sabah ve akşam ayinlerinde herkese en büyük günahın insanları öldürmek olduğunu anlatmaya çalışıyorum.” (s. 216). Romanın son sayfalarına yaklaşırken benzer düşünceleri yineleyen Peder Yuvan, Elmasa’nın “Gerçek zafer öç almasını bilenlerindir.” sözüne karşılık olarak her iki dinde de kan dökmenin yasak olduğunu belirterek şu tavsiyelerde bulunur: “Öcün insana kazandıracağı zafer geçicidir ve bu yenilen kişinin öç almasına yol açar. İnsanlık bu yalancı zaferlerden gerçek zaferleri ayıramadığı için kana bulandı. Ben zafer deyince bütün insanların din ve ırk ayrılıklarını bir tarafa bırakarak birbirleriyle şu bereketli toprakların üstünde kardeşçe kucaklaşacakları günü anlıyorum.” (s. 361). Benzer görüşleri dile getiren diğer kahramanlar gibi Peder Yuvan da insanların durmadan savaşmalarına sebep olan tarihe, yanlış eğitim ve kültür politikalarına şiddetle karşı çıkar ve geleceğin mutlu dünyasının ana hatlarını şu şekilde çizer: “Çocuklarımızı hep aynı düzeyde eğittiğimiz, onları tarihin çamurlu sayfalarında dolaştırmadığımız gün, onlara dünyanın en uzak köşesinde bulunan, yaşamı süresince hiç göremeyeceği bir insanı bile saymasını ve sevmesini öğrettiğimiz gün sizin o eli kanlı zaferiniz bu güzelim topraklardan pılısını pırtısını toplayıp bir daha gelmemek üzere gidecektir.” (s. 361). Savaşın yaşamlarını genelde çok olumsuz etkileyen bazen ise tamamen ortadan kaldıran olumsuz şartlarına karşılık insanlar gelecekte yaşanabilir bir dünyanın hayalini kurmayı da göz ardı etmezler. Peder Yuvan’ın gelecekteki yaşanabilir bir dünya tasarımı da yukarıda alıntı yapılan diğer kahramanların görüşleriyle paraleldir ve bilhassa insanların eğitimlerinin onların üzerindeki etkisi konusunda yoğunlaşmaktadır: “Yeni kurulacak dünyamızda insanlar bir daha böyle acı günlerle karşılaşmayacaklar. Aynı suçları işlememeleri için çocuklarımıza çektiklerimizi anlatmalı, ama bunu yaparken de çok dikkatli olmalıyız. Onların körpe ruhlarında özellikle kin ve düşmanlık duygularını uyandırmaktan kaçınmalıyız. Her birinin kalbine yalnız ve yalnız insanlık sevgisini yerleştirmeliyiz. (s. 364) BİLDİRİ KİTABI II Roman boyunca kahramanların farklı duygular yaşadıkları görülür. Bir tarafta Türklere karşı gerçekleştirdikleri kanlı eylemlerden dolayı Sırplara düşman olan Selmanoviç, diğer tarafta savaşın bir insanlık ayıbı olduğunu belirtir. Romanda şartlar ne olursa olsun insanî duyguların kaybedilemeyeceği değişik örneklerle verilmeye çalışılmıştır. Selmanoviç, Saima’ya tecavüz eden Çetnik’in ayaklarının masum görüntüsünden yola çıkarak, bütün romana hâkim olan tezi, insanların yanlış yönlendirmeler ve bilgilendirmelerle insanlıklarından çıktıkları, canavarlaştıkları tezini bir kez daha ileri sürer. Saima’ya saldıran Çetnik’in ayakları romanın sonlarına doğru ikinci kez Selmanoviç’in gözlerinin önüne gelir. Böylelikle romanın tezi bir kez daha vurgulanmış olur: “Hırvat ya da Sırp, bunlar bir insanın ayaklarıydı. Benim, senin, onun ayaklarıydı. Bir ana dokuz ay dememiş, karnında taşımıştı onları. Ne zorlukla doğurmuştu onları. (…) Günün birinde bu ayaklar büyüyüverdi, çirkinleşiverdi. Kim aldatmıştı bu ayakları böyle. Onlara bir insanın ayakları olduklarını kim ve nasıl unutturuvermişti iki gün içinde? Kim ne yapmıştı da bir gece yarısı bir hayvanın ayakları gibi Saima’ya saldırtıvermişti onları? Bu ayaklar ölümü hak etmemişti. Onların hiç bir suçu yoktu. Gerçek suçlular, onları binbir yalanla aldatmış olanlardı. Kimin olursa olsun bu ayaklar yine de bir insanın ayaklarıydı. Onlara sevmeyi değil, iğrenmeyi, yürümeyi değil de çiğnetmeyi öğretmişlerdi.” (s. 316). başlayan kargaşa ortamı, Sırp General Mihailoviç ve kurduğu Çetnik örgütü tarafında Türklere karşı sistemli bir katliamın gerçekleştirmesine sebep olmuştur. Hıristiyan din adamlarının savaşı destekleyici olumsuz tavırları da bu katliamların yaygınlaşmasını ve soykırıma dönüşmesini hızlandırmıştır. Roman, yaşanmış birtakım olaylara ve bazı tarihî şahısların hikâyelerine dayanılarak yazılmıştır. Ancak roman, gerçeğin doğrudan ve birebir anlatımı olmadığı için bazı bölümler kurgulanarak aktarılmıştır. Romanda insanların savaşmalarına sebep olan ve yanlış bilgilerle doldurulmuş tarihe, yanlış eğitim sistemlerine ve din kaynaklı ayrılıklara şiddetle karşı çıkılır. Yazara göre, çocukların eline ders alsınlar diye tutuşturduğumuz tarih kitapları, onları kötülüğe itmekte, hiç tanımadığı insanlara düşman etmektedir. Savaşların sona ermesi, kin ve düşmanlıktan uzak, yalnız insan sevgisi ile dolu nesilleri yetiştirmekle mümkün hâle gelebilecektir. K AY N A K Ç A ANDAÇ, Feridun (2001). “Faik Baysal”, Söz Uçar Yazı Kalır, Yüzyılın Son Tanıkları-I, İstanbul: Can Yayınları. BAYSAL, Faik (2006). Drina’da Son Gün, İstanbul: Can Yayınları. BORA, Tanıl (1995). Milliyetçiliğin Provokasyonu, İstanbul: Birikim Yayınları. KOLCU, Abdürrahman ( 2008). “Balkan Türklerinin II. Dünya Savaşında Yaşadığı Trajedi Üzerine Bir Roman: Drina’da Son Gün”, TÜBAR-XXIV/Güz. SONUÇ RUSSELL, Bertrand (1996). Sorgulayan Denemeler, (Çev. Nermin Arık), Ankara: Tübitak Yayınları,. Yugoslavya’daki Müslüman Türklerin 1942’de yaşadığı savaşın çirkin ve acımasız yüzü romanın gerçek kahramanı Rıza Selmanoviç’in yürek burkan mücadelesi çerçevesinde romana taşınmıştır. Romanda sadece Rıza Selmanoviç’in hikâyesi anlatılmaz, onunla birlikte birçok kişinin de hikâyesi romana girer. Yazar, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yugoslavya’daki Türklere uygulanan işkence ve zulmü eleştirel bir tutumla ele almıştır. Almanların ülkeyi işgaliyle TEKİN, Mehmet (1999). Peyami Safa, İstanbul: Ötüken Yayınları. UYGUNER, Muzaffer (1972). “Milli Mücadele Anıları”, Varlık, S. 778, Temmuz 1972. ÜNLÜ, Mahir; ÖZCAN, Ömer (2003). “Faik Baysal”, 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı, 1940-1960, C. 3, İstanbul: İnkılâp Kitabevi. 67 BİLDİRİ KİTABI II YABANCILARA TÜRKÇE ÖĞRETİMİNDE MOTİVASYON AMAÇLI VİDEO KULLANIMI USE OF VIDEO WITH THE PURPOSE OF MOTIVATION IN TURKISH TEACHING TO FOREIGNERS ÖZET Mustafa ÇETİN1 Yabancılara Türkçe öğretimi sahasında motivasyon aracı olarak video kullanımının sınırlı da olsa artış gösteriyor olması teknolojinin dil öğretiminde kullanımının bu sahada da yaygınlık kazandığını göstermesi açısından önemlidir. Dil öğretimi sahasında Amerika Birleşik Devletleri’nde geliştirilen Derin Yaklaşım ( Deep Aproach ) yöntemi videoyu etkili şekilde kullanmakta, yöntemin temel unsuru haline getirmektedir. İkinci dil olarak Türkçe öğretiminin de bu yöntem tarafından desteklendiği ve hatta pilot proje olarak uygulamasının başlatıldığı bilinmektedir. Derin Yaklaşım henüz temel seviyelerde video modülü kullanımını destekleyemezken, serbest kullanımı teşvik eden, motivasyon amaçlı videolar her seviyede kullanılabilir görünmektedir. Bu serbest yaklaşımda öğrenicilerin öncelikle bir video çalışması konusunda motive edilmeleri gerekmektedir. Onlardan beklenen basitleştirilerek anlatıldığında ve beklentinin yüksek olmadığına ikna edildiklerinde başarılı sonuçlara ulaşılabildiği gözlemlenmiştir. Bu çalışmada bir ana unsur olarak değil, yardımcı ders materyali olarak düşünülen video çalışmaları, öğrencileri sosyal çevreleri ile ilgilenmeye, bulundukları yerde kendi varlıklarını hissetmelerine ve ön hazırlıkla ya da ön hazırlıksız olarak konuşmaya teşvik etmektedir. Powerpoint ve benzeri sunumlarda bilgiler kısa not ve resimlerle aktarılırken ve mutlak bir eğitim unsuru beklenirken, basit video çalışmalarında beklenti kişinin kendisine bağlı olmakta, bu da bir noktada verimi artırmaktadır. İstanbul Kültür Üniversitesi ve İstanbul Şehir Üniversitesi’nde Türkçe öğrenen yabancı öğrencilere uygulanan bu deneysel yaklaşım başarılı sonuçlar vermiştir. Bu çalışmada öğrenci videolarından örnekler sunulacak ve bu yeni yaklaşımın daha verimli hale getirilmesi konusu tartışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Yabancılara Türkçe öğretimi, Dil Öğretiminde video, motivasyon amaçlı öğrenci videoları ABSTRACT Showing an increase, even being limited, in the use of video as a motivation tool in the field of Turkish teaching to foreigners is important in terms of showing that use of technology in teaching of language has gained wide currency also in this field. In the field of language teaching, Deep Approach method, which has been developed in United States, use effectually the video and makes it the main factor of method. It’s known that Turkish teaching, as the second language, is supported by this method and even it has been begun to practice as pilot project. Even Deep Approach still can’t support use of video module at basic levels; videos that incite the free use and having the purpose of motivation seem like useable at every level. In this approach, first of all, it’s required to motivate the students about a video study. It has been observed that successful results could be acquired when it’s told by simplifying and they are convinced to expectation is not high. Video studies, which are not seen as a key element but a supplementary textbook, incite students to pay attention to their social environment, to feel their own entities at where they have been and to speak with preliminary or without preliminary. As the information is transferred with short notes and pictures in PowerPoint or similar presentations and an absolute education factor is expected, expectation depends on the person in simple video studies and this situation increase efficiency at one point. This experimental approach that is practiced to foreigner students who learn Turkish in İstanbul Kültür University and İstanbul Şehir University has given successful results. In this study, examples from videos of students will be presented and subject about making more efficient this new approach will be discussed. Key Words: Turkish Teaching to Foreigners, Video in Language Teaching, Students’ Videos with the purpose of Motivation 1 Dr., Altın Koza Üniversitesi, Film Tasarımı Bölümü, [email protected] 69 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ Motivasyon kavramı, öğrenme yanında öğretme olgusu için de temel vasıtalardan biridir. İyi motive olmuş bir öğretici, başarının temel unsurlarından birine sahiptir ve öğrenme ve öğretme arasındaki bağı kurmaya hazır demektir. Sadece öğretici ya da öğrenici de bulunan yüksek motivasyonun başarıyı yakalamaya yetmeyeceği açıktır. Alıcı ve verici konumundaki öğretici ve öğrenici aynı konuya odaklanmış olmalıdır. İyi motive olmuş öğrenicinin öğreticiyi de motive ettiği bir gerçektir. ( Akbaba, 2006 : 343 ) Bir başka deyişle, motivasyonu, etkileyenin de etkilendiği olumlu bir döngü olarak değerlendirmek mümkündür. Kişinin (Öğrenicinin) kendisinden kaynaklanan motive edici unsurlara bir anlamda, kendi ihtiyaçları kaynaklık etmektedir. Bu ihtiyaçlar öğreniciyi, öğreneceği konuya odaklamakta başat rol oynamaktadır. Dışarıdan gelen motive edici unsurlar ise doğal olmamakla beraber eğitimin başarısında etkin rol üstlenmektedir. ( Akbaba, 2006 : 345 ) Öğretici kaynaklı motivasyon bu sınıfta yer almakta, kişiye bağlı motivasyonun genele yayılmasına katkı sağlamaktadır. Motivasyon olgusu ele alınırken üç yaklaşımdan söz edilir: Bunlar Davranışçı Yaklaşım, Bilişsel Yaklaşım ve Sosyal Öğrenme Yaklaşımı’dır. ( Selçuk, 2001 : 211 ) Davranışçı Yaklaşım’da hayat, ayakta kalmak için mücadele etmek şeklinde algılanır. Tehdit olarak algılanan unsurlar ihtiyaçları doğurur ve bu ihtiyaçlar da birer motif olarak, motivasyonun temellerini oluşturur. Bilişsel Yaklaşım, Davranışçı Yaklaşımın dış etkenlere dayandırılan temellerinin aksine iç etkenlere vurgu yapar. Sosyal Öğrenme Yaklaşımı ise, diğer ikisini de kapsayan ve gelişmeye ve geliştirilmeye açık yapısıyla çok daha işlevsel bir yapıya sahiptir. ( Selçuk, 2011: 213 ) Motivasyon kazandırma sürecinde, motivasyon çalışmalarının herkese aynı şekilde uygulanmasının mümkün olmadığı gerçeğinin bilinmesi gerekmektedir. Eğitim, bir topluluğa veriliyor olsa da her bir birey, ayrı ihtiyaçlara, beklentilere, farkı yetenek ve değerlere sahiptir. Herkesin aynı şekilde ve hızda motive olması beklenemez. Bu sadece motivasyon için değil, eğitim süreci için de geçerli olan bir durumdur. Bu çalışmada, yabancı dil ya da ikinci dil olarak Türkçe öğrenen öğrenicilerin Türkçe öğrenirken, öğren- 70 diklerinin kullanmaya da teşvik eden bir motivasyondan söz edilmektedir. Denenebilecek ve uygulanabilecek pek çok yoldan biri de öğrencileri, videoyu, kendilerini ifade aracı olarak kullanmaya teşvik etmektir. Bu noktada videonun tercih edilmesi, yapılan çalışmanın kalıcı olmasını sağlamak ve diğer öğrenciler ile paylaşılabilir bir ürün olmasıyla alakalıdır. Genelde bir amaca yönelik olmadan yapılan ve her geçen gün yaygınlık kazanan video paylaşma davranışının eğitime fayda sağlayan bir unsur olarak kullanımından söz edilmektedir. Görünüşte basit ama hazırlık aşamalarında yaşanan süreç ve sunumla öğrenici, teoriden pratiğe geçişin bir provasını yapmakta, ( Dunmade, 2013: 2 ) güven kazanmakta ve bir şey yapabiliyor olmanın hazzıyla ciddi bir motivasyon kazanmaktadır. Öğrenciden, esasta beklenen öğrenmekte olduğu dili en azından bağımsız kullanıcı düzeyine çıkarmasıdır. Bağımsız kullanıcı olabilmek için ise cesaret verici çalışmalardan biri olarak basit video çalışmalarından söz edilebilir. Bu uygulamayla bir anlamda, öğretici tarafından, Otonom Öğrenmeye temellik eden, “ Nasıl öğretmeliyim ? “ yerine, “ Öğrenci nasıl öğrenir ? “ sorusuna geçilmiş olmaktadır. ( Aydoğdu, 2009 : 69 ). Hem öğreticinin hem de öğrenicinin yüksek motivasyon kazanması sağlanmış olmaktadır. Bilinen yöntemlerin hemen hemen hepsinde görsel ve işitsel unsurlara çeşitli oranlar ve şekillerde başvurulur. Uygulanan yaklaşım, yöntem, program ve ders tekniklerinde öğrenicinin kendisi tarafından oluşturulan görsel işitsel unsurların kullanımına ise çok daha yeni yöntemlerde rastlanmaktadır. Teknolojinin ulaşılabilirliğinin artmasıyla da ilgili olan bu kullanım artışı en belirgin olarak Derin Yaklaşım’da görülmektedir. Bu yaklaşımda teknoloji hem hedef olmakta hem de hedefe ulaşmak için kullanılan bir materyal konumunda bulunmaktadır. http://www.deepapproach. com/home.html ( a. t. 12. 04. 2013 ) DERİN YAKL AŞIM Yabancı dil öğretim yöntemlerinin kendi kurallarına sıkı sıkıya bağlı oldukları görülür. Her biri belli bir birikim ve uygulamanın ürünü olan bu yaklaşım ve yöntemler arasında video ve çokluortam uygulamaları BİLDİRİ KİTABI II hazır materyal anlamında çeşitli şekil ve oranlarda yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. ( Kartal, 2005 : 82-87 ) Yabancı dil ya da ikinci dil olarak dil öğretiminde ( Özellikle İngilizce eğitimi alanında ) Derin Yaklaşım, http://deepapproach.wceruw.org/howto_turkish.html ( a. t. 12. 04. 2013 ) son yıllarda bilinirliği ve kullanılırlığı artan bir yaklaşım olarak dikkat çekmektedir. Videonun yardımcı unsur ya da sadece motivasyon kazandırma amacıyla değil de asli unsur olarak kullanıldığı yaklaşımda, yabancı dil olarak Türkçe öğretimi de resmi proje dilleri arasında yer almaktadır. Modüllere dayandırılan yaklaşımda, http://deepapproach.wceruw.org/modules.html ( a. t. 12. 04. 2013 ) dil öğreniminde öğrenici ve öğretici arasındaki iletişime büyük önem verilmekte, dersler modüller üzerinden yürütülürken, öğrenicinin kendisine sunulanlar arasından ya da istediği bir konuyu seçmesine izin verilmektedir. Motivasyonun önemi ve değeri üzerinde duran yaklaşımın oluşturucusu ve kurucusu, Francois Victor Tochon, Derin Motivasyon ( Deep Motivation ) adlı çalışmasında, Derin Yaklaşım’da motivasyon konusunda esas alınan üç psikolojik temel kurama temas etmektedir. İlki, Öz Etkinlik ( Self - Efficacy ), ikincisi Yüklem teorisi ( Attribution Theory ) ve üçüncüsü ise bir motivasyon teorisi olarak öne çıkan Kendi Yolunu Belirleme Teorisi’dir. ( Self Determination Theory ) http://www.deepapproach.com/topics/deepmotivation.html ( a. t. 02.05. 2013 ) Henüz A1 ve A2 düzeylerinde uygulanamayan Derin Yaklaşım, videonun merkez unsur olarak kullanıldığı tek yaklaşımdır. Eğiticinin ciddi bir eğitimden sonra uygulayabileceği bu yaklaşım öğrenicinin de ciddi ön bilgiye sahip olmasını gerektirmektedir. Yani, öğrencinin öncelikle sisteme motive olması beklenmektedir. Derin Yaklaşım aynı zamanda, dünyada gerçek anlamda gelişiminin her adımını paylaşan ve kurum ve kuruluşlarca finansal anlamda da desteklenen, bir anlamda marka niteliği taşıyan bir ürün görünümündedir. Derin Yaklaşımın, yabancılara Türkçe öğretimi sahasında kullanımı henüz çok yenidir ve ölçülebilecek derecede sık kullanımı olmadığı için olumlu ya da olumsuz eleştiri yapılması mümkün görünmemektedir. Yaklaşı- mın Türkçeye uygunluğu da ayrıca belirli bir uygulama ve yaygınlık düzeyinden sonra değerlendirilebilecektir. Derin Yaklaşım, her ne kadar bir yaklaşım olarak anılsa da esasta bir yöntemdir ve teknikler, modüler uygulamalar ve programlar sunmaktadır. Derin Yaklaşım’ın temel ilkelerini oluşturan belirgin süreçler sekiz maddeyle açıklanmaktadır: (1) Öğrenci tarafından yönlendirilen eğitim programı, (2) Alan içi görev öbekleri düzenleme, (3) İçerik ve beceri temelli alanlar arası çalışmalar, (4) Deneyime dayalı alan üstü çalışmalar, (5) Bütüne dahil etme ve çoklu çalışma, (6) Temel bağlantılar, (7) Sevgi ve kimlik, (8) Eğitim programı dönüşümü. ( Tochon, Karaman, Ökten 2011: 2 ) M O T İ VA S Y O N A RT I R M A A M A Ç L I S E R B E S T V İ D E O ÇALIŞMASI UYGULAMASI VE İŞLEYİŞİ Bu çalışmanın uygulandığı sınıflarda yabancılara Türkçe öğretilirken dilbilgisi destekli“ İletişimci Yöntem ”, “ Karma Yöntem - Seçmeci Yöntem ” kullanılmaktadır. Sınıf içi ve sınıf dışı uygulamaların yer aldığı, görsel ve işitsel materyallerle desteklenen derslerde, çokluortam ögeleri sıkça kullanılmaktadır. Derin Yaklaşım’ın çok özel bir işleyiş gerektiren adımları bu çalışmada izlenmemiş, öğreniciye, bir anlamda mevcut ders uygulamaları yanında bir de bağımsız çalışma yapma imkanı sunulması şeklinde bir yordam benimsenmiştir. Bir öğreticinin, mesleğe girişinde genellikle sorduğu soru, “ Ben nasıl öğretirim ? ” şeklinde olmaktadır. Daha sonraki dönemde ise bu sorunun, “ Daha iyi nasıl öğretirim ? ” şekline dönüştüğü görülmektedir. Öğrenici açısından ise bu soruların “ Nasıl öğrenirim ? ”, sonrasında da “ Daha iyi nasıl öğrenirim ? ” şeklinde olması beklenmektedir. Yukarıda sözü edilen yapı, geleneksel öğretim ve yaygın öğrenim şekillerinin en belirgin özelliğidir. Öğreticinin ve öğrenicinin pek fazla kendisini yenileme ihtiyacı hissetmediği yaygınlıkla kullanılan uygulamalardır. Öğretici, bir şekilde öğretmekle, öğrenici de bir şekilde öğrenmekle yükümlüdür. Her iki taraftan da beklentiler sınırlıdır. 71 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Günümüzde ise, öğreticinin, “ Öğrenci daha iyi nasıl öğrenir ? ” sorusunu sorması ve bu yönde hareket etmesi gerekmektedir. Öğrenici de artık, bilgiye pek çok farklı şekilde ve farklı KAYNAKLARdan ulaşabildiği için, “ Öğretici daha iyi nasıl öğretebilir ? “ ve “ Ben daha iyi nasıl öğrenebilirim ? “ sorularını sorabilmelidir. Dil sınıfları, örgün eğitim sürecine bağlı yürütülsün yahut yürütülmesin, örgün eğitimin kurallar ve işleyiş süreçlerini takip edemezler. Örgün eğitimde, ” Öğreten, öğretilen ve öğrenen ” kavramları söz konusu iken, dil sınıflarında bunlara ek olarak “ Herkesin katılması ve öğrenmesi ” gibi ek bir unsur eklenmesi gerekmektedir. Dil sınıfları, interaktif yapıya sahiptirler, öğrenici sayısı daha sınırlıdır ve sınıfa devamlılık ve derse aktif katılım son derece büyük önem arz etmektedir. Bu çalışmada, İstanbul Kültür Üniversitesi ve İstanbul Şehir Üniversitesi’nde gerçekleştirilen öğrencilerin hazırladığı motivasyon amaçlı serbest videolar esas alınmıştır. Ele alınan serbest video çalışması uygulamalarında, öğreniciye herhangi bir sınır, ölçüt verilmemiş, sadece kendi seslendireceği bir video çalışması yapması ve bunu sınıf ortamında sunması istenmiştir. Bir şekilde ölçütler silsilesi oluşturulmadan bu tarz bir çalışmanın yapılması özellikle amaçlanmış, Türkçeyi ikinci dil ya da yabancı dil olarak öğrenen katılımcının kendisini serbestçe ifade etmesi beklenmiştir. Bu noktada henüz yeni öğrenmeye başladığı bir dil ve bağlı olduğu kültürle tanışma aşamasında olan öğrenicinin bu işi yapamayacağına dair muhtemel endişelerini asgariye indirmek hedeflenmiştir. Öğrenicilerden önceden kaleme aldıkları ya da zihinlerinde oluşturdukları bir senaryo çerçevesinde kısa bir video çekmeleri istenmiş, bunu cep telefonlarının kameraları ile de yapabilecekleri söylenmiştir. Kurgu aşamasında sorun yaşayacaklarını düşünenlere, bunun da bir gereklilik olmadığı söylenmiştir. Her aşamanın bu şekilde serbest bırakılması, motivasyon artırmayı amaçlayan böyle bir çalışmada, kurallar silsilesinin amaçlanan motivasyonu artırmak yerine düşüreceği düşüncesine dayanmaktadır. Derin Yaklaşım uygulamalarının aksine, A1 ve A2 düzeylerindeki öğrenicilere de uygulanmıştır. Sadece A1 düzeyinin giriş aşamasında isteyen öğrencilerin video yerine foto kompozisyon çalışması yapabilecekleri söylenmiştir. Bu öğrencilerden bir konu, dikkatlerini çeken bir davranış veya duruma dair bir fotoğraf çek- 72 meleri ve bu konuyu sesli veya yazılı olarak değerlendirmeleri istenmiştir. Bu çalışmanın temelleri 2010 yılında İstanbul Kültür Üniversitesi’nde atılmıştır. Üniversiteye Erasmus Programı çerçevesinde gelen öğrencilerle ve Erasmus Yoğun Dil Kursu ( EYDK - EILC ) katılımcılarıyla ilk uygulama gerçekleştirilmiştir. Bu çerçevede hazırlanan yayında, ( Çetin, 2010 ) öğrencilerin Türkiye’ye ve İstanbul’a gelişlerinde yardımcı olmak, bu yapılırken de didaktik bir yol izlemeden bir sosyal öğrenme - öğretme hedeflenmiştir. Aynı yayının ağ versiyonu da hazırlanmıştır. http://fsk.iku.edu.tr/ index.html ( a. t. 03. 05. 2012 ) 2013 yılından itibaren bu konudaki çalışmalara İstanbul Şehir Üniversitesi’nde devam edilmiştir. Buradaki uygulamalarda çalışmaların çoğunluğu, video ile desteklenen Powerpoint uygulamaları şeklinde olmuştur. Üniversitede eğitim dilinin İngilizce olmasın bağlı olarak da ilgili çalışmalar dönem içine yayılmış, iki çalışma yapmaları istenmiştir. Öğreniciler, ilk çalışmalarında kendi kültürlerine ilişkin video unsurları da içeren sunumlar yapmışlardır. İkinci çalışmalarında ise Türkiye’den, çevrelerinden yola çıkarak video veya video unsurları içeren sunumlar hazırlamışlardır. Bu süreçte, öğrencilerin kendi kültürlerini Türkçe olarak aktarma düşüncesinin onları çok iyi motive ettiği gözlemlenmiştir. Kendi kültürlerini aktarma isteği, onların karşılaştıkları ya da karşılaşacakları sorunları çözme konusunda önemli ölçüde motive etmekle kalmamış, ikinci çalışmalarında kendileri için aslında yabancı olan kültüre dair yapacakları sunumlara ön hazırlık vazifesi görmüştür. Bir anlamda öğrenciler kendi kendilerini motive etmişlerdir. Çalışmanın hedefleri arasında, öğrencilerin hazırladıkları videoların daha sonra katılan öğrencilere yol gösterici olması da vardır. Çalışmanın işleyişinde yer alan, yol gösterme amacı, bir önceki öğrenci grubunun daha sonraki gruplara kılavuzluk etmesini sağlamaktadır. Dolayısıyla bu çalışmaya katılan öğrenci kendisi cesaret kazanıp motive olduğu gibi daha sonrakilerin motivasyonun da katkıda bulunmuş olmaktadır. Çalışmanın İstanbul Kültür Üniversitesi’nde yürütülen ayağında, ağda yer alan versiyon öğrenciye henüz Türkiye’ye gelmeden ulaştırılmakta, bu sayede Türkiye, İstanbul ve üniversite ve sosyal hayata dair BİLDİRİ KİTABI II bilgiler içeren bir ön bilgilendirme yapılabilmektedir. Bu şekilde oluşturulan olumlu ön yargı, öğrenciye benzer bir çalışma yapması söylendiğinde, projeye katılımına da yardımcı olmaktadır. Çalışmanın daha sonraki aşamalarında öğrencilerden kılavuzluk amacı gütmeyen bireysel çalışmalar da yapmaları istenmiş, kendilerinin, kendi istedikleri gibi ifade etmeleri hedeflenmiştir. Genel anlamda öğrencilerin başlangıçtaki çekincelerine rağmen verimli çalışmalar ortaya çıardıkları gözlemlenmiştir. Öğrencilere süre kısıtlaması, daraltılmış konu çerçeveleri ve kurallar verilmediği için, kendilerinin rahat hissetmişler, bir anlamda da kendi disiplinlerini kendileri oluşturmuşlardır. Bu yolla, öğrencilerin, dil öğrenmenin temel hedeflerinden olan, “ Bağımsız kullanıcı olma ” yolunda henüz temel düzeyde bile olsalar olumlu bir adım attıkları düşünülmektedir. Öğrenci yaptığı video çalışmasında, daha doğru bir iş yapabilmek için sosyal çevresinden yardım alma yolunu tercih edebilmektedir. Bu da bir öğrenme yolu olduğu için, öğrenci, bu konuda da serbest bırakılmıştır. Bunun yanı sıra, büyük çoğunluğun kendi çabasıyla kendiliğinden gelişen bir metni video çalışmasında kullandığı, ya da çektiği video üzerine sonradan basit video programları vasıtasıyla eklediği görülmüştür. Bu tarz bir çalışmada anlaşılır bir şekilde pek çok yanlış yapılmakta, özellikle ekler ve cümle kalıplarında hatalar görülmektedir. Öğrencinin yaptığı hatalarda bir düzeltmeye gidilmemektedir. Bu aşamada derslerde genel çerçevesi ile Seçmeci yöntemin içinde ağırlıklı olarak kullanılan İletişimci Dil Öğretiminin esnek kurallarına uygun hareket edilmektedir. ( Richards, 2006 : 2 ) Öğrencilerin büyük bir kısmının kendi yaptıkları çalışmalardan olumlu yönde etkilendikleri, kendi iradeleri ile de benzer çalışmalar yapıp sosyal çevrelerinde paylaştıkları görülmektedir. SERBEST nünde önemli bir aşama olan kendi başına bir çalışma yapabilme yeteneği kazandırma amaçlanmıştır. Bu tekniğin en önemli özelliği, her öğretim yöntem ve yaklaşımına uyarlanabilir olması, kişiselleştirilebilmesidir. Bir amaca birden çok yolla ulaşılabileceğinin uygulamalı bir örneği olan bu teknik, zorlaştırmayı değil kolaylaştırmayı amaçlayan bir işleyişe sahiptir. Kurallar, zorlayıcı hükümler gibi algılanmaması için, kişinin kendi disiplinine bırakılmıştır. Burada dayanılan unsur ise, öğrenme süreci her ne şekilde yürütülüyor olursa olsun, kişinin öğrenici olarak bağımsız olduğu düşüncesidir. Motivasyon amaçlı serbest video çalışmaları yapılırken şu aşamalardan geçilmektedir: Duyuru, bilgilendirme ve örnekleme, amaç tanımı, temel teknik bilgiler, danışmanlık, kılavuzluk, sunum ve değerlendirme. D U Y U RU AŞAMASI Bu aşamada öğrencilere, bir video çalışması yapacakları yönünde duyuru yapılır. Öğrenciler arasında muhtemel olumlu olumsuz yönde görüşler ortaya çıkması doğaldır. Öğretici tarafından bir başka gün bu konuda örnekler gösterileceği söylenmeli, ilk tepkiler yumuşatılmalıdır. Öğretmen, planlı programlı yürütülen projenin ilk adımını bu noktada atmış olmaktadır. Öğrencilerin konuyla ilgili haberdar edildiklerinde gösterdikleri ilk olumlu yahut olumsuz tepkiler iyi gözlemlenmeli, bir sonraki aşamada bu duruma göre ek teknikler ve tavırlar belirlenmelidir. Öğretmen, bu konuda herkesin olumlu yaklaşmasını beklememelidir. Bu hataya düşülürse bir motivasyon projesini yürüten kişi olarak öğreticinin bizzat kendi motivasyonunu kaybetmesi söz konusu olabilir. VİDEO ÇALIŞMASININ AŞAMALARI Motivasyon amaçlı serbest video çalışmaları, ders sürecine yayılan, önceden programlanmış öğrencinin motivasyonuna yönelik bir ders tekniği olarak görülmelidir. Derin Yaklaşım’ın bazı uygulamalarından faydalanılmış, öğrenciye bağımsız kullanıcı olma yö- BİLGİLENDİRME VE ÖRNEKLEME Bu aşamada, öğrencilere konu hakkında daha ayrıntılı bilgiler verilir ve daha önceki dönemlerde derslere 73 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ katılan öğrencilerin hazırladıkları örnekler sunulur. Bu aşamanın hedefi, öğrenciye bunun yapılabilir bir iş olduğunu göstermek ve cesaretlendirmektir. Daha önceki öğrencilerin hazırladığı örnekler gösterilirken orta derecede iyi olan örnekler seçilmelidir. Teknik anlamda ve içerik yönünden çok iyi olan çalışmalar, örneği gören öğrencileri demotive edebilir. Yine aynı şekilde çok basit örnekler de motivasyon amaçlı bir çalışmada gereği kadar etkili rol oynamayacaktır. AMAÇ TA N I M I Bu aşamada öğrencilerle, çalışmanın temel amacının onları daha iyi motive etmek olduğu, bu ve benzeri çalışmalarla elde edilecek kazanımların neler olduğu bilgisi paylaşılır. Öğrenci ile ne kadar çok açık paylaşımda bulunulursa o kadar iyi sonuçlar alındığı görülmektedir. Her sınıf kendi iç dinamikleri olan yapay bir dünyadır ve güven, saygı, sevgi ve amaç doğrultusunda hareket eden eğitim odaklı bir oluşumdur. Birbirini daha önce tanımayan insanlardan oluşan, davranış ve hareket birliği sonradan kazanılmış, geçici homojen yapıya sahip bir ortamdır. Bu bilgiye bağlı olarak öğretmenin her sınıfta farklı bilgiler paylaşması da söz konusu olabilir. Kendisini sınıf içinde iyi ifade edememiş bir öğretmenin bu şekilde bir motivasyon unsurunu öğrencilerine anlatması, onları ikna etmesi oldukça güç olacaktır. Amacın iyi aktarılmasında öğretmenin sınıf içindeki itibarı da önemli rol oynayacaktır. Öğrencilere, videolarını cep telefonları, basit kameralar ya da video kamera ile çekebilecekleri söylenir. Büyük çoğunluk, bun yapabileceklerini ama kurgu aşamasında zorluklarla karşılaşacaklarını söyleyecektir. Onlara, bu konuda gerekirse yardımcı olunabileceği söylenmeli ve rahatlamaları sağlanmalıdır. Her bilgisayarda bulunan temel işlevlere sahip video programlarını kullanabilecekleri hatırlatılır. Çünkü, bazı öğrencilerin bu programların varlığından haberdar olmamaları söz konusu olabilir. Kurgu, ses ve altyazı ekleme gibi basit işlemler bu aşamada öğrencilere uygulamalı olarak gösterilebilir. Gerekli görülürse bu bir sunum şeklinde de yapılabilir. Bazı öğrencilerin bir video çekmek yerine bir şekilde sunum yapma, sunumunda Powerpoint ve Prezi gibi uygulamaları kullanma yönünde talepleri olabilmektedir. Öğretici, bu ve benzeri talepler karşısında katı bir tavır sergilememelidir. Öğreticinin, bu durumda göstereceği tavır, amaca birden çok yolla ulaşılabileceği yönündeki tezi destekler nitelikte olmalıdır. Öğretici, kararlılığından da taviz vermeden, öğrenciye istediği çalışmayı yapabileceğini, ama bu çalışmalarında da video unsurlarına yer vermesi gerektiğini hatırlatmalıdır. Yine bu aşamada öğrencilerden gelebilecek olan fotoğraf ve ses unsurlarını birleştiren foto video uygulamalarına ve slayt gösterisi çalışmalarına da olumlu yaklaşılmalıdır. Pek çok öğrencinin bu şekilde görüşler öne sürmelerine rağmen, bir süre sonra diğer arkadaşlarından da etkilenerek video çalışmalarına yöneldikleri görülmüştür. DANIŞMANLIK TEMEL TEKNİK BİLGİLER Öğrenciler arasında daha önce böyle bir çalışma yapmamış olanların sayısı muhtemelen yüksektir. Belki sadece video paylaşım sitelerine yükledikleri videolardan kazandıkları tecrübe söz konusu olabilir. Daha önceden benzer çalışmalar yapan öğrenciler varsa onların tecrübeleri de bu aşamada diğer öğrencilerle paylaşılabilir. 74 Bu çerçevede öğrencilere bir defa toplu olarak danışmanlık hizmeti verilir. Ardından da talep eden öğrenciler için belirlenen saatlerde bireysel danışmanlık yapılır. Sosyal ve kültürel anlamda nelere dikkat etmeleri gerektiği bu aşamada öğrencilere söylenir. Hatırlatılması gereken en önemli husus bir kişiyi ele alan çalışma yapıyorlarsa mutlaka izin almaları gerektiğidir. Genel bir çalışma ya da bir yer, eşya vs. hakkında çalışıyorlarsa bir sınırlamanın olmadığı da belirtilmelidir. BİLDİRİ KİTABI II Öğrencilerden gelen süre kısıtlaması hakkındaki sorulara ise kendilerinin karar verebileceği şeklinde cevap verilmelidir. Videolarını teslim edecekleri süre konusunda da çalışmanın niteliğine göre esnek davranılmasında fayda vardır. Öğrencilere çalışmalarını son ana bırakmamaları, zamanı iyi kullanmaları hatırlatılmalıdır. Bu iki anlamda önemlidir: Birincisi, ilgileri sürekli olduğunda daha iyi araştırma yapıp daha iyi sonuç elde edebilmeleridir. İkincisi ise son ana bırakılan ve başarısız olan ya da öğrencinin kendisini başarısız hissettiği çalışmalarda yüksek motivasyon beklentisinin yerini, hayal kırıklığı ve motivasyon kaybının alabilmesidir. Bu sebeple öğretmen, öğrenciler, kendisini arayıp bilgilendirmeseler bile sıkça hangi konuda çalıştıklarını, ne yaptıklarını, ne aşamada olduklarını sormalı, gerekiyorsa da yardımcı olmalıdır. Öğrencilerin sordukları temel sorulardan biri de, bu çalışmadan bir not alıp almayacakları yahut notlarına etki edip etmeyeceği yönünde olmaktadır. Öğretici, bunun motivasyon amaçlı bir çalışma olduğunu tekrar hatırlatmalıdır. Eğer öğretici, öğrenicinin bir not beklentisiyle de motive olduğunu düşünüyorsa, kendi karar vereceği bir not etkisini öğrenicilerle paylaşabilir. Bazı öğrencilerin çalışmalarının içeriğini hazırlarken, Türk arkadaşlarından özellikle metin aşamasında yardım aldıkları gözlemlenmektedir. Buna da izin verilmesinde fayda vardır. Bunun anlamı, öğrencinin yapmak istediklerini ifade edebilmek için daha fazla öğrenme çabası gösteriyor olmasıdır. Bu konuda öğrenciyi kısıtlamamakta fayda vardır. K I L AV U Z L U K Bir önceki aşamada başlangıçta verilen danışmanlık hizmetinin ardından, öğrencinin çalışmaya başladığı süreçte yardıma ihtiyacı olduğunda başvuracağı kılavuzluk süreci başlamaktadır. Öğretici, öğrenicilerle e-posta vasıtasıyla sürekli irtibat halinde olmalıdır. Ayrıca ders günü ve saatlerinde olabileceği gibi gerektiğinde öğrencinin kolayca ulaşabileceği bir ofis saati uygulaması da yapmalıdır. Kılavuzluk süreci, öğreniciden çok öğretici için yorucu bir süreç olabilmektedir. Bu nedenle öğretici, önceki aşamalarda süreçleri iyi idare ederek, kılavuzluk sürecinin yükünü hafifletmeye çalışmalıdır. Kılavuzluk sürecinde öğrencilerin daha önce sordukları soruları tekrar sordukları sıkça rastlanılan bir durumdur. Birden çok kişiden aynı türde sorular geliyorsa danışmanlık sürecine tekrar dönülüp herkese açık genel bir ek bilgilendirme yoluna gidilebilir. SUNUM VE DEĞERLENDİRME Son aşama olan bu bölümde, öğrenciler, sunumlarını sınıf içinde belirlenmiş bir program çerçevesinde arkadaşlarıyla paylaşmakta, onlardan gelen sorulara cevap vermektedir. Sorulabilecek sorulara cevap verebilmek için öğrenci sunumu ile ilgili hazırlığı dışında ayrıca çalışarak kendi iradesiyle de motive olmaktadır. Bu aşamada öğrenci isterse karşılaştığı güçlükleri veya olayları da arkadaşlarıyla paylaşabilmektedir. Sunum sürecinde bazı öğrenciler, diğer videoları seyrettikten sonra daha iyi bir çalışma yapabileceğini düşünmeye başlayabilir ve bir “ Son versiyon ” hazırlamak isteyebilir. Öğretmen buna da izin vermelidir. Çünkü “ Not ” alma endişesi taşımayan bu çalışma şeklinde, bir diğer öğrenciye haksızlık etmek gibi bir durum söz konusu olmamaktadır. Öğretmenin, sunumlar sırasında deneyebileceği birkaç ek motivasyon unsurundan söz edilebilir. Bunlardan ilki, her öğrenciye bir kitap hediye edilmesi şeklinde olabilir. İkinci olarak, sunumların ardından en iyi çalışmayı kendi aralarında seçmeleri istenebilir. SONUÇ Bu çalışma süreci öğretmen için yorucu geçmekle birlikte verimli sonuçlar ortaya çıkmakta, özellikle temel seviyelerde, en basit kalıpları bile kullanmakta güçlük çeken öğrencilerin oldukça başarılı oldukları 75 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ gözlemlenmektedir. Temel amacı motivasyon olan bu çalışma şeklinde, motivasyonun da ötesinde, bilgi ve birikim paylaşımı gibi ek kazanımlar ortaya çıkabilmektedir. Öğrencinin çok kısa bir süre öncesine kadar hiç bir bilgisinin olmadığı bir dilde ve bağlı olduğu kültürde, bir video sunumu yapabiliyor olması son derece önemli bir kazanımdır. Bu çalışmaların kazandırdığı cesaret ve yapılabileceklere dair inanç, öğrencinin öğrenme arzusunu artırmakta, kendisine, öğretmenine, derse ve uygulanan yöntem, yaklaşım, program ve tekniklere güveni artmaktadır. Bir araya gelen bu unsurlar sayesinde de öğrencinin ön yargı ve sorgulamaları sona ermekte yahut azalmakta, daha verimli bir ders ve öğrenme ortamı ortaya çıkmaktadır. Öğrenci, başlangıçta “ Ek bir yük “ olarak gördüğü bu çalışma şeklini, daha sonra değerlendirdiğinde, kişisel gelişimine katkısını fark etmekte, dersin, sadece sınıf içi faaliyetlerden ibaret olmadığını görmektedir. Ders, bir şekilde hayatın içine taşınmakta, çevreye olan ilgi artmakta, dil öğrenmenin temel amaçlarından olan iletişim kurma güdüsü güçlenmektedir. K AY N A K Ç A Akbaba, Sırrı, ( 2006 ) Eğitimde Motivasyon, Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi, sayı 13, s. 343 - 361 Aydoğdu, Cihan, ( 2009 ) Yabancı Dil Öğretiminde Otonom Öğrenme: Neden ve Nasıl ?, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research Volume 2 / 8 Summer. s. 68-74 Çetin, M., (2010), Foreign Student Kit - Yabancı Öğrenci Kiti, İstanbul, İstanbul Kültür Üniversitesi Yay,. Çetin, M., (2010), Foreign Student Kit-Yabancı Öğrenci Kiti, İstanbul Kültür Üniversitesi, İstanbul. ( Ağ versiyonu ) http://fsk.iku.edu.tr/index.html ( a. t. 03. O5. 2013 ) Dunmade, Israel, (2013) Effectiveness of Term Projects in Helping Students to Connect Theory with Practice: an Evaluation of Students’ Perspectives. Education Journal. Vol. 2, No. 1, 2013, pp. 1-6. doi: 10.11648/j.edu.20130201.11. Kartal, Erdoğan, ( 2005 ) Bilişim-İletişim Teknolojileri ve Dil 76 Öğretim Endüstrisi, TOJET October, Volume 4, Issue 4, Article 11. Richards, C. J. ( 2006 ), Comunicative Language Teaching Today, Newyork, Cambridge University Press. Selçuk, Ziya, ( 2001 ) Gelişim ve Öğrenme, 8. Baskı Ankara, Nobel Yay., Tochon, F. V., ( 2010), Deep Motivation, http://www.deepapproach.com/topics/deepmotivation.html ( a. t. 02. 05. 2013 ) Tochon, F. V., A Deep Approach to Language Multimedia and Evulation: For a more Colorful Future. Invited Keynote Speech. Proceeding of the Fourteenth International Conference of Apamall amd Rocmelia ( pp. 73 - 92 ) Kaohsiung, Taiwan: National Kaohsiung Normal University. Tochon, F. V., Karaman, A. C., Ökten, C. E. ( 2011 ) Türkçe’nin Yabancı Dil Olarak Öğrenimi’nde Derin Yaklaşım İçin Öğretimsel Düzenleyiciler, 9. Uluslararası Dünyada Türkçe Öğretimi Sempozyumu, Bişkek, Kırgızistan, 13. 05. 2011. http://dm.education.wisc.edu/fvtochon/present/TochonKaraman-Okten-bildiri-May31-2011findraft-1.pdf ( a. t. 26. 04. 2013 ) BİLDİRİ KİTABI II YABANCI DİL OLARAK TÜRKÇE ÖĞRETİMİNDE E - ÖĞRENİM YOLUYLA KELİME ÖĞRETİMİ TEACHING TURKISH AS A FOREIGN LANGUAGE E - LEARNING THROUGH TEACHING VOCABULARY Mustafa ILGAR1 ÖZET ABSTRACT Tarihi uzun geçmişe dayanan yabancı dil öğretiminde birçok geleneksel yöntem ve teknik kullanılmaktadır. Günümüzde teknolojinin gelişmesiyle beraber geleneksel yöntem ve tekniklerin yanında bilgisayar ve internet de dil öğretimine katkı sağlar hale gelmiştir. Dil öğrenmek isteyen kişiler bilgisayar ve internet sayesinde zaman ve mekân sorunu olmaksızın bireysel olarak dil öğrenimi yapabilmektedirler. Herhangi bir dilin öğrenilmesinde ihtiyaç duyulan gramer kuralları en fazla birkaç yüzü, buna karşılık temel kelimelerin sayısı en az birkaç bini bulmaktadır. Temel olarak yabancı dil öğretimi, dildeki kuralların kelimelere göre daha az olmasından dolayı, büyük ölçüde kelime öğretimi demektir. Bu çalışmada İngiltere’de ve Türkiye’deki e – öğrenme yoluyla kelime öğretim çalışmaları ele alınarak bu iki ülkede uygulanan çalışmaların özellikleri ortaya koyulacaktır. Türkiye’deki kelime öğretim problemleri değerlendirilerek bu konu hakkında neler yapılabileceği ifade edilecektir. Anahtar Kelimeler:e- öğrenme, kelime öğretimi, Yabancılara Türkçe Öğretimi Date of many long-standing traditional methods and techniques used in the teaching of foreign languages . Nowadays, with the development of technology in the traditional language teaching methods and techniques as well as contribute to the computer and the internet has become. Istayen people to learn the language without the problem of time and space thanks to computers and the internet can make language lear n ing as an individual. Learning the rules of grammar of any language is needed more than a few hundred, at least a few to a thousand whereas the number of key words. Basically, foreign language teaching, language rules, because of the fewer than words, teaching is largely word. In this st u dy, the UK and Turkey, e - learning and teaching activities by taking the word through the work features implemented in these two countries will be presented. Evaluated and what can be done about the problems of vocabulary teaching in Turkey, will be referred to this issue. Key Words: e-learning, vocabulary teaching, Teaching Turkish to Foreigners 1 Okt. Saraybosna Yunus Emre Türk Kültür Merkezi, [email protected] 77 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ İletişim, Türkçe Sözlükte (TDK, 2009), “Duygu, düşünce veya bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması, bildirişim, haberleşme” olarak ifade edilmektedir. Günümüzde bilgi ve iletişim teknolojilerinin ilerlemesi iletişimin kolay ve hızlı bir şekilde yapılmasını sağlamaktadır. Dünyanın farklı yerlerindeki insanlar gelişen teknoloji sayesinde iletişim kurabilmektedirler. Teknoloji iletişim için bir araçtır ancak tek başına sağlıklı bir iletişim için yeterli değildir. Sağlıklı bir iletişim için teknolojiyi kullanan bireylerin farklı dilleri bilmesi gereklidir. Dünyanın değişen koşulları insanları dil öğrenmeye yöneltmektedir. Öncelikle iş ve eğitim hayatındaki değişimlere ayak uydurmak için dünyadaki gelişmeleri takip etmek gerekir. Bu da öğrenilmiş yabancı bir dille mümkündür. Farklı bir ülkeye dair sağlıklı bilgi toplanmak istendiğinde o ülkenin dilinin öğrenilmesi gerekir. İnsanlar farklı sebeplerden dolayı ortaya çıkan dil öğrenme gerekliliğini aşmak için farklı yollar denemişlerdir. Bir yabancı dil nasıl öğrenilebilir ve öğretilebilir? Sorusuna yanıt aramışlardır. Bu arayışların sonucunda birçok dil öğretim yöntemi ve tekniği ortaya çıkmıştır. Dil öğretim yöntemlerini şu şekilde sıralayabiliriz: Dil Bilgisi – Çeviri Yöntemi Doğrudan Yöntem Kulak - Dil Alışkanlığı Yöntemi Görsel – İşitsel Yöntemin Bilişsel Yöntem İletişimci Yöntem Seçmeci Yöntem yapma, ikili ve grup çalışmaları sınıfta kullanılabilecek ve öğrenciyi aktif olarak derse katabilecek tekniklerdir. Anlatma Gösteri Soru – Cevap Oyunlaştırma Benzetim b. Bireysel Öğretim Teknikleri: Bu öğretim teknikleri öğrenciyi merkeze almakta ve onların ihtiyaçlarını gözetmektedir. Bireysel Öğretim Tekniklerine bağlı; Bireyselleştirilmiş Öğretim, Programlı Öğretim ve Bilgisayar Destekli Öğretim Teknikleri bulunmaktadır. Bireyselleştirilmiş Öğretim tekniğinde öğrencinin öğretmenle diyaloğu daha sıktır ve bu sayede öğrencinin hataları veya eksikleri daha kolay şekilde giderilebilmektedir. Programlı Öğretim Tekniği ise öğrenciye bağlı bir süreci ifade eder. Öğrenci seviyesi ön plana alınarak program öğrencinin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilir. BİREYSELLEŞTİRİLMİŞ ÖĞRETİM: Bireyselleştirme; öğretimin kişinin ihtiyaçları, öğrenme stili gibi duyuşsal özelliklerinin yanı sıra bilişsel bilgi düzeyine göre biçimlendirilmesidir.(Dağ ve Erkan 2010). Bireyselleştirilmiş Öğretim tekniğinde öğrencinin öğretmenle diyaloğu daha sıktır ve bu sayede öğrencinin hataları veya eksikleri daha kolay şekilde giderilebilmektedir. PROGRAMLI ÖĞRETİM: Yabancı dil öğretiminde kullanılan yöntemlerin yanında dil öğretim teknikler de bu amaç doğrultusunda kullanılmaktadır. Dil öğretim teknikleri iki şekilde gruplanmaktadır(Benhür, 2002: 38). G RU P L A Ö Ğ R E T İ M T E K N İ K L E R İ : a. Bu öğretim teknikleri sınıf içi etkinlik olarak kullanmak mümkündür. Soru- cevap, drama ve rol 78 Programlı öğretim tekniği Skinner’in pekiştirme ilkelerini esas almaktadır. Bu ilkeleri şu şekilde özetleyebiliriz: Hedef kitle için oluşturulan üniteler adım adım ilerlemeyi sağlayacak şekilde düzenlenmelidir. Ünitelerde alıştırmalar veya ünite sonu soruları bulunmaktadır. Bu alıştırma ve sorular öğrencinin bilgi edinmesini sağlayıcı araçlar olarak kabul edilmekte- BİLDİRİ KİTABI II dir. Ünite sorularının cevaplanma aşamasında öğrenci bu sürece aktif olarak katılmaktadır. Programlı öğretim tekniği, öğrenciye bağlı bir süreci ifade eder. Öğrenci seviyesi ön plana alınarak program öğrencinin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilir. Bu ihtiyaçları karşılama noktasında, öğrenme-öğretme süreçlerini bireyselleştirmede en yaygın olarak kullanılan cihaz bilgisayardır. Bilgisayar, programlı öğretim yöntemine göre kullanılan en gelişmiş teknoloji olarak kabul edilmektedir. Bilgisayarla öğretim yapılırken hem öğrenciyle etkileşim sağlanır, hem de çoklu ortam özellikleriyle öğretim zevkli ve ilgi çekici hale getirilir (Samancı, 2004: 75). B İ L G İ S AY A R D E S T E K L İ Ö Ğ R E T İ M : Bilgisayar destekli öğretim teknolojinin gelişimine paralel olarak dil eğitimindeki yerini almıştır. Bilgisayar destekli öğretim, bilgisayarların sistem içine programlanan dersler yoluyla öğrencilere bir konu ya da kavramı öğretmek ya da önceden kazandırılan davranışları pekiştirmek amacıyla kullanılmasıdır(Yalın, 2012: 165). Öğrenciler bilgisayar yoluyla kullanılan programlar sayesinde dil bilgisi kurallarını öğrenebilmekte, dört temel dil becerisini etkileşimli olarak kazanmakta ve hedef dildeki kelime hazinesini artırabilmektedir. Bilgisayar destekli öğretim, öğrencinin bir bilgisayar basında göstereceği türlü tepkileri göz önünde bulundurarak hazırlanmış ders yazılımı ile karşılıklı etkileşimde bulunarak kendi öğrenme hızına göre kullanabileceği öğretim türü olarak tanımlanabilir (Ayçiçek, 2007: 21). Dil eğitiminde bilgisayar destekli materyallerin kullanılmasının ise 1980’lerin başında ortaya çıktığı söylenebilir. İlk bilgisayar destekli dil eğitim programları öğrenenlerin bilgisayar ekranındaki öğeye tepki vermeleri ve metin içinde boşluk doldurma, cümle yarılarını eşleştirme ve çoktan seçmeli aktiviteler yapma şeklindeydi. Bütün bu aktiviteler, öğrenenin nerede hata yaptığını ve bu hataların nasıl düzeltilmesi gerektiği gibi uzun geribildirimler ile sadece doğru cevabı veren kısa geribildirimlerden oluşmaktaydı (Dudeney ve Hockly’den aktaran Aydemir, 2009: 35). Bilgisayar destekli dil öğretimi öğrencilere kendi kendilerine öğrenmeleri için yapılandırılmış ya da yapılandırılmamış interaktif dersler sunmaktadır. Bu derslerin iki önemli özelliği vardır. Birincisi etkileşimli olması, diğeri ise bireyselleştirilmiş öğrenmeye olanak sağlamasıdır(Samur, 2009: 21). Bilgisayar destekli dil öğretimine bağlı olarak karşımıza e-öğrenme çıkmaktadır. Elektronik öğrenme (aynı zamanda çevrimiçi öğrenme) teknolojik aletlerin (özellikle ağ üzerinden olanlar internet gibi) eğitim için kullanılmasıdır. E-öğrenme “dijital teknoloji tarafından güçlendirilmiş pedagoji” olarak tanımlanmaktadır. Bu çevrimdışı teknolojiler olabileceği gibi (CD ya da DVD gibi) çevrimiçi teknolojilerden de yararlanılabilir (Nichols,2008›den Akt: Samur, 2009). E- öğrenme sayesinde dil öğretimi farklı bir boyut kazanmıştır. E- öğrenmede konu ve derslerin görsellerle işlenişi, kelime öğretiminde kullanılabilecek materyallerin çokluğu ve kavramları somut olarak ortaya koyma imkânı ve hataları anında düzeltebilme özelliği bulunmaktadır. Bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi ve yaygın hale gelmesi dolayısıyla bilgisayar destekli eğitim sadece bilgisayar programlarının kullanımı ile sınırlı olmaktan çıkıp bunun yerine internet ve Web tabanlı araçlar kullanılmaya başlanmıştır(Aydemir, 2009: 36). W E B TA B A N L I D İ L Ö Ğ R E T İ M İ Yabancı dile karşı olan eğilim, ticaret, eğitim, iletişim ve hızlı küreselleşmeyle birlikte giderek artmaktadır. Bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanımı hayatın her alanında olduğu gibi eğitim öğretim alanında da kendini göstermektedir. Öğrenme – öğretme sürecinin verimli kullanılmasını amaçlayan bilgisayar, sahip olduğu internet ağı sayesinde çoklu ortam, web tabanlı eğitim sistemleri ve etkileşimli ortamlarla öğretimin bireyselleştirilmesi olanağını sunmaktadır(Taşçı ve Ayhan: 2004). 79 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ İletişime dayalı bilgisayar destekli öğretim, öğrenmenin keşfetme, ifade etme ve geliştirme süreci olduğunu savunmaktadır. Bu amaçla öğretimde formların kullanılması, dil bilgisinin kurallı bir şekilde öğretilmesi, öğrencilerin kendi telaffuzlarını yapmalarının sağlanması ve hedef dilin baskın şekilde kullanımını sağlayan yazılımlar geliştirilmiştir. Bu yazılımların sağladığı yararları şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Büyük bir sınıfta bireyselleştirilme, 2. Çiftler ya da gruplar halinde ortak projelerde çalışma 3. Eğlence amaçlı olarak kullanım 4. Kullanılabilir KAYNAKLARdaki çeşitliliği sağlama 5. Çok sayıdaki dil ile ilgili bilgi üzerinde keşfedici öğrenme 6. Bilgisayar kullanmada beceri geliştirme KELİME ÖĞRETİMİNİN ÖNEMİ Anadil öğretimi “insanın yaşamı boyunca içinde yaşadığı topluma göre biçimlenen, başta beyindeki dil merkezinin olgunlaşmasıyla karşılık olarak, sosyokültürel etkileşimlerle gelişen, değişken bir göstergeler dizgesidir.” şeklinde tanımlamıştır (Çelebi, 2006). Yabancı dil öğretimi, ana dilden farklı yapı, kavram ve dil bilgisi kuralları olan başka bir dilin öğretilmesi sürecidir (Özdemir, 1983). Herhangi bir dilin öğrenilmesinde ihtiyaç duyulan gramer kurallarının en fazla birkaç yüzü ve buna karşılık kelimelerin sayısının en az birkaç bini bulduğu dikkate alınırsa, dil öğretiminde sürenin kısalmasının, kuraldan ziyade öğrenilecek kelimeler arasında seçim yapmak suretiyle gerçekleşebileceği şeklinde bir hüküm verilebilir. Esasen yabancı dil öğretimi, dildeki kuralların kelimelere göre daha az olmasından dolayı büyük ölçüde kelime öğretimi demektir. Bir çocuğun konuşma denemeleri görüldüğünde onun için “konuşuyor” hükmü verilmektedir. O halde konuşma demek evvelinde kelimeleri doğru kullanmak demektir. Bir yabancı dili konuşmak için o dilin kelimelerini doğru kullanmak ve anlamak gerekir. Bir dilin ses ve cümle 80 yapısı çok iyi bilinse bile, eğer kelimeler bilinmiyorsa, o dilde söyleneni anlamak ve dolayısıyla anlaşmak mümkün değildir (Adıgüzel, 2001). E – ÖĞRENME KAZANIMLARI İnsanlar bir dili öğrendikleri zaman aynı anda o dilin bağlı bulunduğu kültürü de öğrenmektedirler. O kültürle yaşayan insanların hayat tarzları ve düşünce dünyaları hakkında bilgi sahibi olabilirler. Dil öğreniminin genel olarak kültürel boyutu ön plana çıkarılmaktadır ancak kültürel boyutun yanında maddi boyutu da bulunmaktadır. Yabancı dil öğretimine maddi açıdan bakacak olursak karşımızda büyük bir pazar görürüz. Bunun için en iyi örnek İngilizcedir. İngiltere’nin İngilizceden elde ettiği gelir yaklaşık 11 Milyar Pound ‘dur. Maddi boyut göz önüne alındığında İngiltere›nin ciddi bir gelir elde ettiği görülmektedir. İngiltere bu geliri dil öğrenme amacıyla İngiltere›ye gidenlerden ve İngilizce öğretmek için hazırladığı bilgisayar yazılım ve programlarıyla elde etmektedir. İngilizce öğretimi için İngiliz üniversitelerinin sitelerinde İngilizce öğretim programları yer almaktadır. Bu programlar içinde de kelime öğretimi önemli bir yer tutmaktadır. Üniversiteler dışındaki dil öğretim programları ise daha kapsamlı ve ayrıntılıdır. Bu öğretim programlarında da kelime öğretimi ile ilgili birçok farklı etkinlikler bulunmaktadır. a. Problem Çalışmanın temel problemini “E-öğrenme yoluyla Türkçe kelime öğretimi nasıl yapılmalıdır?” sorusu oluşturmaktadır. 1. İngiltere’de e- öğrenme yoluyla İngilizce kelime öğretim uygulamaları nasıl yapılmaktadır? British Council British Council 1934 yılında kurulmuş ve 2013 yılı itibariyle 100 ülkede 200’den fazla şubeye sahip olan İngilizce öğretimi yapan en önemli kuruluştur. BİLDİRİ KİTABI II British Council’ın İngilizce öğretiminde uzun geçmişe ve tecrübeye sahip olması dil öğretimi konusunda avantaj sağlamaktadır. Kuruluşun teknolojik imkânları kullanmaya başlaması 1960’lı yıllara dayanmaktadır. 1961 yılında İngiliz Hükümetiyle British Council’ın yaptığı işbirliği neticesinde hükümet, teknolojik konularda British Council’ı destekleme kararı almıştır. 1960’lardan 1990’lı yıllara kadar İngilizcenin Asya ve Afrika’da öğretimi için gerekli eğitim programları teknolojik destekler sayesinde karşılanmıştır. Britisih Council’ın 2000’li yıllardaki amaçlarının arasında küresel İngilizce öğretimi için dijital araçlar yoluyla İngilizce öğrenim içeriği sağlama, bulunulan ülkedeki bakanlık, öğretmen ve öğrencilerle ortak çalışmalarda bulunma ifadesi yer almaktadır. British Council bu amacı gerçekleştirmek için dijital ortamda çalışmalarını sürdürmektedir. British Council çatısı altında 4 adet internet sitesi bulunmaktadır. Bu siteler: a. learnenglish.britsihcouncile.org b. premierskills.britishcouncile.org c. learningenglishteens.britishcouncil.org d. learnenglishkids.britishcouncil.org British Council’ın sahip olduğu sitelerde kelime öğretim uygulamalarında altı aşama bulunmaktadır. 1. Öğretim aşaması: Her oyunda ortalama 10 kelimenin öğretimi yapılmaktadır. Öğretim aşaması üç bölümden meydana gelmektedir. Öğretim aşamasının ilk bölümünde kelimenin karşılığı olan nesne gösterilerek kelimenin telaffuzu üzerinde durulmuştur. Kelime gösterimi ve telaffuz öğretiminin ardından “hatırlatma” adlı bölüme yer verilmiştir. Bu bölümde nesnenin adı yazılarak 4 farklı seçenekten adı yazılan nesnenin bulunması istenmiştir. Son bölümde ise nesnenin fotoğrafı gösterilerek isminin yazılması beklenmektedir. Eşleştirme Öğretim aşamasında birerli olarak yer verilen kelimeler bu aşamada hep birlikte yer almaktadır. Üst kısımda kelimeler alt kısımda nesneler karışık olarak bulunmaktadır. Amaç olarak nesnenin karşılık geldiği kelimenin eşleştirilmesi hedeflenmektedir. Eşini Bulma Oyunu Bir yüzleri boş diğer yüzlerinde nesne veya nesnenin isminin yazılı olduğu kartlar verilmiştir. Öğrenci ikili olarak kartları açarak nesneyi ve nesnenin isminin yazılı olduğu kartı bulmaya çalışmaktadır. Kelime Avı Oyunu Harflerin karışık olarak verildiği tablonun altında yer alan nesne tanımlarını bulmak amaçlanmaktadır. Kelimeleri kısa sürede bulmak kullanıcıya daha fazla puan kazandırmaktadır. Balon Patlatma Oyunu Ekranın sağ alt kısmında nesnenin fotoğrafı ve fotoğrafın yanında kelimenin harf sayısı kadar boşluk yer almaktadır. Üst kısımda her birinde farklı harfin yazılı olduğu balonlar hareket etmektedir. Amaç, fotoğrafta yer alan nesnenin harflerini hedef alarak vurmaktır. Vurulan her doğru harf için alt bölümdeki kelime kısmında harfler açılmaktadır. Adam Asmaca Konu ile ilgili kelimelerin tanımları verilmekte ve nesnelerin tahmin edilmesi istenmektedir. British Council’ın internet sitesinde konularla ilgili oyunların yanı sıra farklı kelime oyunları da bulunmaktadır. Bu oyunlar; spelloween, Word wrangling, wordshake ve pic-your-wits’dir. Spelloween adlı oyunda iki kelime ekran üzerine gelmekte ve doğru olarak yazılan kelimenin seçilmesi istenmektedir. Dört yanlış cevapta oyun sona ermektedir. Word wrangling oyunu başlığı altında sekiz oyun bulunmaktadır. Bu oyunlar arasında kelimelerdeki eksik 81 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ harfleri bulma, anagram bulmaca, iki kelimeden oluşan nesneyi bulma oyunu gibi oyunlar yer almaktadır. Wordshake oyunu, 4x4 büyüklüğünde bir karede yer alan 12 kutuda bulunan farklı harflerden kelimeler türetilmesi amaçlanmaktadır. Doğru olarak yazılan kelimelerin uzunluklarına göre yarışmacıya verilen puan değişmektedir. Bu oyunda yarışmacıya 3 dakika süre verilmektedir. Pic-your-wits oyununda ekranda gittikçe netleşen bir resimdeki nesnenin tahmin edilmesi amaçlanmaktadır. Oyunda 12 kelimenin tahmin edilmesi amaçlanmasına karşın ekranın alt kısmında 16 farklı kelime bulunmaktadır. Bu durumun olması tahmin edilecek son nesneye kadar sonuçların belli olmaması anlamına gelmektedir. Yarışmacıya her nesne tahmini için 20 saniye verilmektedir. Yarışmacı bu süre içerisinde 3 defa tahmin hakkına sahiptir. 3 defa yanlış seçim yapan yarışmacı puan alamadan sonraki resmi tahmin etmeye çalışmaktadır. Geçen sürede netleşen resim için verilen puan her saniye azalmaktadır. K E L İ M E Ö Ğ R E T İ M İ N İ N K Ü LT Ü R E L Y Ö N Ü British Council’ın sahip olduğu bu sitelerde toplam 50 farklı konu başlığı bulunmaktadır. Bu başlıklarda Avrupa Dil Portfolyosunun temel seviye olan A1 seviyesinde gerekli olan kelimelerin öğretimine uygun oyunların yanı sıra yine bu seviyeye uygun şekilde kültürel öğelerin de öğretimi yapılmaktadır. Learningenglishteens.britishcouncil.org sitesinde bulunan “Christmas” oyununda yılbaşında yapılan kutlamalardaki eşyaların, inançlarında yer alan Noel Baba figürü ile ilgili materyallerin ve kelimelerin öğretimi yapılmaktadır. Learnenglish.britsihcouncile.org sitesinde yer alan “Spelloween” adlı telaffuz oyununda kültürel bir öğe olan cadılar bayramına ait görseller ve sesler yer almaktadır. Futbolun beşiği olarak nitelendirilen İngiltere’nin bu özelliği premierskills.britishcouncile. org adresinde bulunan futbol oyunlarıyla yansıtılmıştır. Bu oyunlarda futbolcu formalarından stadyumlara faullerden teknik direktörlük kelimelerine kadar bü- 82 tün kelimelerin öğretimi yapılmaktadır. Bu tür görseller ve oyunlar sayesinde dünyanın dört bir yanında İngiliz kültürünün öğretimi yapılmaktadır. TÜRKİYE’DE E- Ö Ğ R E N M E YO LU Y L A T Ü R KÇ E KELİME ÖĞRETİM UYGULAMALARI NELERDİR? Anadolu Üniversitesi Türkçe Sertifika Programı (TSP) Bir proje olarak yürütülen program Anadolu Üniversitesi’nin birçok fakültesinin katılımı ile gerçekleştirilmektedir. Çeşitli birimlerden gelen malzemeler Bilgisayar Destekli Eğitim birimi tarafından bir araya getirilerek e-öğrenme malzemesine dönüştürülmekte ve İnternet ortamından sunulmaktadır. Programda ele alınacak konu ile ilgili videolara yer verilmekte ve etkinlik kısmında cümle kalıplarına yer verilmektedir. Türkçe Sertifika Programı dil öğretiminde en önemli bileşenlerden olan ses, video, zamanlı danışmanlık gibi öğrenme ortamlarını barındırabilmektedir (Erorta ve Özöğüt, 2008). Ankara TÖMER Ankara Üniversitesi TÖMER, Türk dilini ve Türk kültürünü yaymak ve tüm dünya insanlarının hizmetine sunmak amacıyla www.distance-turkish.com internet sitesini hayata geçirmiştir. Bu internet sitesinden ders almak için öncelikle kayıt yaptırmak gerekmektedir. Kullanıcı istediği kuru belirledikten sonra üyelik işlemlerini tamamlamasının ardından, kullanıcı adı ve şifre alarak derslere başlayabilmektedir. Kullanıcı bulunduğu yerde hem Türkçe öğrenebilmekte hem de öğretmen ve diğer öğrencilerle e-posta ve tartışma odaları vasıtasıyla etkileşim kurabilmektedir. İnternet sitesinde verilen derslerde temel dil beceriyle birlikte dil bilgisi yapıları sunulmaktadır. Konu bitiminde alıştırmalar bulunmaktadır. Bu alıştırmalarda kelime öğretimi ile ilgili ayrı bir çalışma bölümü bulunmamaktadır. BİLDİRİ KİTABI II Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜ TÖMER) Uzaktan Dil Eğitimi Birimi, Türkçenin yabancı dil olarak öğretimiyle ilgili olarak örgün eğitimin yanında genel ağ üzerinden de Türkçe eğitimi vermektedir. Hedef kitle Türkiye›de yükseköğrenim görmek isteyen yabancı öğrenciler, dünyada çeşitli üniversitelerin Türkoloji bölümlerinde okuyan öğrenciler ve öğretim elemanları, ülkemizle ticaret yapan şirket çalışanları, Türk cumhuriyetlerinde yaşayan soydaşlarımız, Avrupa›da doğan 3. kuşak Türklerdir. Bu bilgilerin haricinde üniversitenin ilgili birimine ait internet sitesinde herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. DİL BİLİMİ. NET SİTESİ – ADIM ADIM T Ü R KÇ E Ö Ğ R E N İ YO RU M Sitede altı ünite ve beş farklı bölüm yer almaktadır. Siteye herhangi bir üyelik yapma gerekliliği yoktur. Ünitelerde verilen konuların ve okuma parçalarının sesli örnekleri de mevcuttur. Sitede kelime öğretimi bölümü bulunmamakta ancak kelime oyunları yer almaktadır. Adam asmaca ve eşleştirme oyunları bulunmaktadır. Adam asmaca oyununda seviye gözetilmemiştir. Bu oyunda “palavra” kelimesi ile “silgi” kelimesi art arda olacak şekilde sorulmuştur. Bu durum oyunun kelime öğretiminden ziyade olan bilgiyi ölçmek için uygulandığını göstermektedir. Eşleştirme oyununda taşıtlar ve hayvanların yer aldığı flaş kartlar ve alt kısımda isimler yer almakta ve doğru eşleştirme yapılması istenmektedir. Araştırmanın Modeli E-öğrenme yoluyla kelime öğretimi çalışmalarının yurt içi ve yurt dışı örneklerinin inceleneceği bu çalışmada ilişkisel tarama modeli kullanılmıştır. İlişkisel tarama modeli, iki veya daha çok değişken arasında birlikte değişim varlığını ve/veya derecesini belirlemeyi amaçlayan araştırma modelidir (Karasar, 2009: 81). b. Evren ve Örneklem Araştırma evreni e- öğrenme yoluyla yabancı dil öğretimi yapan Türkiye’deki üniversiteler ile İngiltere’deki Türkoloji bölümü bulunan üniversiteler ve bu alanda faaliyet gösteren özel kurslardır. Evrenin içinde yer alan Türkiye ve İngiltere’deki üniversite ve özel dil kurslarının internet sitelerinde dinleme, konuşma, okuma, yazma temel becerileriyle dil bilgisi ve kelime öğretimi etkinlikleri yer almaktadır. Bütün bu beceri ve etkinlikler çalışmaya alınamayacağı için örneklem seçilmiştir. Bu nedenle çalışmanın örneklemini, Türkiye ve İngiltere’deki üniversite ve özel dil kurslarının internet sitelerindeki kelime öğretim bölümleri bu çalışmanın evrenini oluşturacaktır. Verileri toplamak amacıyla; İngiltere’de, bünyesinde Türkoloji bölümü bulunan üniversitelerin İngilizce öğretim bölümlerindeki kelime çalışmaları ve yine bu üniversitelerin Türkçe öğretim bölümlerindeki kelime çalışmaları bir araya getirilecektir. Aynı çalışma İngilizce öğretim yapan özel dil kurslarının İngilizce kelime öğretimi sitelerinde için de uygulanacaktır. Türkiye’deki çalışmaları elde etmek için yabancılara Türkçe öğretimi yapan üniversite ve TÖMER’lerin sitelerindeki Türkçe kelime öğretimi etkinlikleri bir araya getirilecektir. Toplanan bilgilerin yanı sıra dil öğretimi ile ilgili yapılmış olan tez, makale, kitap vb. çalışmaların uygulama ve etkinlikleri de ele alınacaktır. SONUÇ Türkçe öğretimiyle ilgili internet sitelerine ulaşmak mümkün olsa bile bu sitelerin tam anlamıyla verimli ve donanımlı olduğu söylenemez. İnternet sitelerinde ayrıntılı olarak plandan ve yöntemden bahsedilememektedir. Mevcut sorunları aşmak üzere belirlemeye çalıştığımız çözüm önerileri aşağıda sunulmuştur: İnternette Türkçe öğretimi yapmak için bütün yönleriyle ele alınmış bir yazılım programı geliştirilmelidir. Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür ve Turizm Ba- 83 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ kanlığı ile üniversiteler iş birliği içerisinde olmalıdır. İnternette Türkçe öğretimi konusunda akademik çalışmalar, yüksek lisans ve doktora tezleri yapılmalı, bu alanda akademik eleman yetiştirilmelidir. Disiplinler arası bir çalışma yapılmalı bu sayede internette Türkçe öğretiminde ölçütler belirlenmelidir. Avrupa Dil Portfolyosundaki seviyelere uygun internet sitesi hazırlanmalıdır. Sosyal paylaşım sitelerinin kullanımını göz önüne alarak bu alanda Türkçe öğretimine yönelik çalışmalara yer verilmelidir. İnternette Türkçe öğretimi çalışmaları yaygınlaştırılarak, mevcut çalışmalar güncellenmelidir. Öğrenme içerikleri zenginleştirilmeli ve kültürel unsurlar dâhil edilmelidir. İngilizce dil öğretimi yapan British Council’a ait sitelerin incelendiğinde kelime öğretimi kısmında Avrupa Dilleri Çerçeve Metninde yer alan seviyelere uygunluk göze çarpmaktadır. Ele alınan konulardaki kelimelerin seviyeleri belirtilmiştir. Türkiye’de yapılan çalışmalarda internet sitelerinde kelime öğretim kısmı bulunmamakta yalnızca temel dil becerilerinin öğretimi üzerinde durulmaktadır. Dil öğretiminin aynı zamanda kültür öğretimi olduğu düşüncesiyle hareket edildiğinde İngilizce dil öğretimi yapılırken kültürel öğelerin öğretim ve tanıtımının yapıldığı görülmektedir. Yabancılar için Türkçe öğretimi maksadıyla oluşturulacak internet sitesinde kültürümüze ait değerler ve bu değerlere bağlı kelimelerin öğretimine özen gösterilmelidir. Yayımlanmamış Doktora Tezi, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir. Benhür, M. H. (2002). Türkçenin Yabancılara Öğretiminde Tartışılmayan Ana Kavramlar, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Ankara. Çelebi, Mustafa. (2006). Türkiye’de Anadili Eğitimi ve Yabancı Dil Öğretimi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi S. 21 s.285-307, Kayseri. Erorta, Mutlu M. ve Özöğüt Erorta, Özlem. (2008). “Uzaktan Dil Öğretiminde Yeni Öğrenme Ortamları: Anadolu Üniversitesi Türkçe Sertifika Programları Örneği” I.Uluslararası Eğitim ve Kültür Bağlamında Avrupalı Türkler Kongresi. 22-23 ġubat, Anvers-Belçika. Karasar, N. (2009). Bilimsel Araştırma Yöntemi, Nobel Yayıncılık, 19. Baskı, Ankara. Özdemir, Emin. (1983). “Anadili Öğretimi” Türk Dili, S. 379380, Temmuz-Ağustos, Ankara. Samancı, O. (2004). Öğretim Teknolojileri ve Materyal Geliştirme. Erzurum Samur, Y. (2009). Beyin Temelli E- Öğrenmenin (E-Learning) İlköğretim İngilizce Dersi 7. Sınıf Öğrencilerinin Akademik Başarıları ve Derse Yönelik Tutumları Üzerine Etkisi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Muğla. Taşçı, T., Ayhan, İ.(2004). “Web Tabanlı İngilizce Öğretimi: MEB – SAÜ Pilot Uygulaması”, IV. International Educational Technologies Symposium, Sakarya. Türk Dil Kurumu. (2009). Türkçe sözlük (10. baskı). Ankara: TDK. Yalın, H. İ. (2002). Öğretim Teknolojileri ve Materyal Geliştirme, Nobel Yayıncılık, 24. Baskı, Ankara. İnternet Siteleri learnenglish.britsihcouncile.org K AY N A K Ç A premierskills.britishcouncile.org learningenglishteens.britishcouncil.org Adıgüzel, M. Sani. (2001). Yabancılara Türkçe Öğretimi ve Herbert Jansky’nin “Lehrerbuch der Türkischen Sprache” Adlı Eserinde Türkçe Kelime Kadrosu, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Dergisi, S.1, s. 8- 24. Ayçiçek, E. P. (2007). Sınıf Öğretmenlerinin Fen ve Teknoloji Dersinde Materyal Kullanımının Akademik Başarı, Derse Yönelik Tutum ve Öğrenme Stratejilerine Etkisi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitim Programları ve Öğretimi Bilim Dalı, İzmir. Aydemir, M. (2009). İnternet Ortamında Yabancı Dil Eğitimi, 84 learnenglishkids.britishcouncil.org www.distance-turkish.com http://tsp.anadolu.edu.tr BİLDİRİ KİTABI II NÂİLÎ’NİN “ANDELÎB” REDİFLİ GAZELİNİN ŞERHİ VE TEMATİK AÇIDAN İNCELENMESİ NÂ’İLÎ’S LYRIC POEM “ANDELÎB” COMMENTARY AND THEMATIC EXAMİNATİON OF GHAZAL Ali Rıza ÖZUYGUN1 Mustafa KÖKLÜ2 ÖZET ABSTRACT Bu çalışmanın amacını, 17. yüzyıl divan şairlerinden Nâ’ilî’nin “andelîb” redifli gazelinin tematik açıdan incelenmesi oluşturmaktadır. Divan şiirini anlamak için şiirde kullanılan mazmunlar, temalar hakkında az çok fikir sahibi olmak gerekmektedir. Tabi bunun yanında şairin hayatını, ruh dünyasını bilmek de faydalı olacaktır. Bu yüzden şairin edebi kişiliği ve sanatı hakkında da bilgi verilecektir. Daha sonra gazel, klasik şerh metodu ile şerh edilecek, ardından da aynı temanın şaire özgü yanları üzerinde durulacaktır. Anahtar Kelimeler: Nâ’ilî, Gazel, Andelîb, Şerh, Tema The aim of this study is thematic examination of 17th century divan poet Nâ’ilî’s lyric poem “andelib”. In order to understand divan poetry, one should have a basic understanding of the imagery and themes used in the poem. In addition, being acquainted with the biography and spiritual life of the poet would help understanding the poem. For this reason, information on the literary profile and art of the poet will be provided as well. Following that, the ghazal will be expounded on using classical commentary method and the features of the same theme, peculiar to the poet, will be discussed. Key Words: Nâilî, Ghazel, Andelîb, Commentary, Theme 1 Yard. Doç Dr., International Burch University, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü 2 Yüksek Lisans Öğrencisi, International Burch University, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü 85 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ Nâ’ilî, 17. yüzyıl divan şiirinin ve sebk-i Hindî üslûbunun önemli isimlerinden biridir. Hayatı hakkında bilinenler azdır. İstanbullu olup asıl adı Mustafa’dır. 19. yüzyıl Encümen-i Şuarâ şâirlerinden Manastırlı Sâlih Nâilî ile karıştırılmaması için Tanzimattan sonra Kadim sıfatı ile anılır (İpekten, 2007a). Babası Maden Kalemi kâtiplerinden Pîrî Halîfe’dir. Bu yüzden “Pîrîzâde” olarak da bilinir. Kendisi de hayatta iken maden kâtipliği görevini yapmıştır. Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa tarafından bilinmeyen bir nedenden ötürü Edirne’ye sürgün edilmiştir. Özellikle hayatının son yılları sıkıntı içinde geçen şâir, ölümünden kısa bir süre önce doğup büyüdüğü İstanbul’a dönmüş ve 1666 yılında burada ölmüştür (Mengi 2005: 188). Öğrenim derecesi bilinmemekle birlikte, şiirlerinden iyi bir eğitim aldığı anlaşılan şâirin divanından başka bir eseri yoktur. Genç yaşta anne ve babasını kaybeden şâirin bir kardeşi olduğu onun ölümü üzerine yazdığı mersiyeden anlaşılmaktadır (DVİA, 1996). Ailesini genç yaşta kaybetmesi, yaşadığı maddi ve manevî sıkıntılar, kıymetinin bilinmemesi, dünya nimetlerinden yeteri kadar istifade edememesi onu bir çeşit yalnızlığa ve karamsarlığa itmiş, mensup olduğu Halvetî tarikatında teselli aramıştır. Onun şiirlerinde yaşadığı üzücü olayların tesirlerini ve devrin özelliklerini görmek mümkündür. Yaşadığı devrin gazel ustalarından sayılan Nâilî, şiirde yeni bir çığır açmıştır. Şiirleri hayal bakımından oldukça zengin, süslü ve gösterişlidir. Yabancı kelimeler, uzun tamlamalar, yeni mazmunlar şiirlerinde sıkça görülür. En çok kullandığı edebî sanatlar mübalağa, telmih ve tezat sanatlarıdır. Onun şiirlerinde ince ve derin mâna sözden çok daha önemlidir. Bu yüzden şiirlerinin ilk bakışta anlaşılması zordur. Az sözle çok şey anlatmayı amaçlamıştır. Tasavvuf, şiirlerinde oldukça önemli bir unsurdur. Bu özellikler aslında sebk-i Hindî tarzını benimseyen şâirlerin ortak özellikleridir (İpekten, 2007b). Sebk-i Hindî, 17. yüzyılın önde gelen şâirlerinin benimsediği edebî akımın adıdır. Sebk, edebiyatta kelime anlamı itibariyle “ibârenin tarz ve tertîbi” de- 86 mektir. Hint tarzı ya da Hint üslûbu anlamına da gelir. İran’da ortaya çıkan, daha sonra Hindistan’da yine İranlı şâirler tarafından geliştirilen bu akım, bütün özellikleri ile edebiyatımızda da görülür. Özellikle 17. yüzyılın önde gelen şâirleri bu akımdan etkilenmişlerdir (Mengi 2005: 180). Bu üslûbun belli başlı özelliklerini maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz: 1. Mânâ, incelik ve derinliğiyle öne çıkmıştır. Söz, ikinci planda kalmıştır. 2. Hayal unsuru önem kazanmış bu da şiirin anlaşılmasını güçleştirmiştir. 3. İnsan ruhunun çektiği acılar ve ıstıraplar şiirin konusu olmuştur. 4. Mübalağa ve tezâd sanatı çok kullanılmıştır. 5. Daha önce kullanılmayan yeni mazmunlar ve uzun tamlamalar ortaya çıkmıştır. 6. Şiirde tasavvufa önemli ölçüde yer verilmiştir (İpekten 2007: 62-67). 1. Ş İ İ R İ N G Ü N Ü M Ü Z T Ü R K Ç E S İ N E Ç E V İ R İ S İ ŞERHİ VE Şiirin şerhine ve tematik açıdan incelenmesine geçmeden önce, şiiri bir bütün olarak vermek ve görsel açıdan incelemek faydalı olacaktır:20 - -./-.-./.--./-.Gül hâra düştü sîne-figâr oldu andelîb Bir hâra baktı bir güle zâr oldu andelîb Şehnâme-hânlık eyledi Keyhusrev-i güle Destân-serâ-yı sebz ü bahâr oldu andelîb Feryâda başladı yine her perri hârdan Dîvân-serâ-yı gülde hezâr oldu andelîb Gül gördü pâre pâre ciger gonca gark-ı hûn Memnûn-ı zahm-ı hancer-i hâr oldu andelîb Ey Nâilî vedâ’-ı gül ü bâğ u râğ idüp Mehcûr-ı yâr u dâr u diyâr oldu andelîb Bu şiir aruzun Muzârî bahrinin “mef ’ûlü fâ’ilâtü mefâ’îlü fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Türk şiirinde en çok kullanılan kalıplardan biridir. Konu bütünlüğü ol20 Gazelin metni ve şerhi için www.simgesiir.wordpress.com adresli çalışma esas alınmış ve bazı kişisel tercihlerde ve eklemelerde bulunulmuştur. BİLDİRİ KİTABI II duğu için “yek-âhenk” bir gazeldir. Şiirin redifi “oldu andelîb”dir. Şâir bizi andelîb’in etrafında dolaştırır. Yani şiirin çerçevesini andelîb çizer. Gazel beş beyitten oluşur. Türk edebiyatında gazeller 5-15 beyit arasında değişir. İlk yüzyıllarda 15’e hatta daha yukarılara çıkan beyit sayısı, yüzyıllar geçtikçe, 17. yüzyılda olduğu gibi, 5 beyte kadar düşer. (İpekten 2004: 19-23). 1. beyit: Gül hâra düştü sîne-figâr oldu andelîb Bir hâra baktı bir güle zâr oldu andelîb “Gül dikene düştü, bülbülün göğsü yaralandı. Bülbül bir dikene bir de güle baktı ve sonra ağladı.” Burada Türk ve İran şâirlerinin en çok kullandığı mazmunlardan biri karşımıza çıkmaktadır: Gül ve bülbül. Farsçada genel anlamıyla “çiçek” demek olan gül, çok eski zamanlardan beri kullanılan motiflerden biridir. Güzel kokusu, hoş görüntüsü ve çeşitli vasıflarıyla birlikte “çiçeklerin sultanı” kabul edilen gül, daha çok sevgiliyi sembolize eder. Edebiyatta açılmamış (gonca) ve açılmış şekliyle karşımıza çıkar. Tasavvufta gonca hali vahdetin; açılmış hali ise kesretin simgesi olarak kabul edilir. Gonca sırrını saklayan bir âşık gibi kapalıdır. Bu yüzden el değmemiş, iffetinden kimsenin şüphe etmediği bir mâşuktur. Gül ise, açılmış şekliyle, her şeyi ortada, hafifmeşrep, pazarda satılan, elden ele dolaşan bir metâdır. Gül nazlıdır, vefâsızdır, zâlimdir. Bülbülün feryatlarını duymaz, görmezden gelir (DVİA, 1996). Arapçada “andelîb”; Farsçada “hezâr” demek olan bülbül, sesinin güzelliği ve âşık sıfatıyla Doğu edebiyatlarında en çok karşımıza çıkan kuş türüdür. Gül mevsiminde daha bir canlı öttüğünden gül ile arasında hayâlî bir aşk olduğuna inanılır. Bülbül diğer kuşların aksine gece de öter. Yuvasını sık yapraklı ve dallı ağaçlara yapar. Böyle yerlere yılanlar kolay çıkamazlar (Kurnaz 2009: 102). Birinci mısradaki “gül hâra düştü” cümlesi üzerinde özellikle durmak gerekmektedir. Kış mevsiminde yapraklarını döken gül, baharın gelişiyle birlikte tekrar canlanır, yeşillenir ve çiçek açar. Bu yüzden baharın bir adı da gül mevsimidir. Oysa gül dikenlerini yaz-kış üzerinde saklar. Gülün hâra düşmesi, güzelliğini yitirmesine, kış mevsimine, ayrılığa, dikenlerle baş başa kalmasına işaret etmektedir. Buradaki “düştü” fiili üzerinde de durmak gerekmektedir. “Düşmek” kelimesi güncel Türkçe sözlükte otuz iki farklı anlamda kullanılmıştır (Türkçe Sözlük, 2005). “Bulunduğu, tutunduğu yerden ayrılarak aşağıya düşmek, kötü bir duruma mâruz kalmak, bayağılaşmak, aşırı ilgi veya sevgi göstermek” bu anlamlardan bazılarıdır. Bülbül, o güzeller güzeli gülün dikenler arasındaki halini görünce sînesi figâr olmaktadır. Gülün talihsizliğine, kıymetinin bilinmeyişine ağlamaktadır. Ya da artık dikenlerle düşüp kalkmasına, ele ayağa düşmesine üzülmektedir. Her iki anlamı da çıkarmak mümkündür. “Hâr” diken demektir. Âşık-mâşuk-rakîb zincirinin üçüncü halkasıdır. Yani bülbül, sevdiği gülün, rakîbi dikenlerle düşüp kalktığını görünce sine-figâr olmakta, zâr olmaktadır. Bülbülün divan şiirindeki bir diğer sıfatı da “zâr” yani ağlayıp inleyendir. Ağlamak, inlemek, sinesini dağlamak insana özgü vasıflar olduğu için beyitteki teşhis sanatı açıktır. Ayrıca “l” ve “r” seslerinin aliterasyonu da söz konusudur. 2. beyit: Şehnâme-hânlık eyledi Keyhusrev-i güle Destân-serâ-yı sebz ü bahâr oldu andelîb “Bülbül, gül Keyhusrevin’e Şehnâme okudu. Baharın yeşilliğini, güzelliğini hikâye etti” Keyhusrev, Keykâvus’un torunu, Siyâvuş’un oğlu olan İran hükümdarıdır. Şehnâme de İran şâirlerinden Firdevsî’nin 60 bin beyitlik meşhur mesnevîsinin adıdır. Bülbül, Keyhusrev’in yani hükümdar olan gülün karşısına geçerek ona mesnevî okumakta, baharın yeşilliğinden bahsetmektedir. Tıpkı günümüzdeki mevlidhânlar, gazelhânlar gibi. Beyitte yine karşımıza çıkan teşhis sanatının yanında, bülbüle konuşma özelliği verildiği için intak sanatına da başvurulmuştur. Bülbül, hükümdarın karşısında mesnevî okuyan bir “Şehnâme-hân”dır. Ayrıca gül hükümdara; bülbül de mesnevîhâna benzetildiği için teşbîh sanatı da göze çarpmaktadır. 87 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ 3. beyit: 4. beyit: Feryâda başladı yine her perri hârdan Dîvân-serâ-yı gülde hezâr oldu andelîb “Bülbülün her kanadı dikenler yüzünden feryâda başladı. Bülbül, güle dîvân okurken bin parça oldu.” Bülbülün güle yaklaşmasını önleyen en büyük ve tek engel “hâr” yani dikendir. Diken, divan şiirinde rakîbin karşılığıdır. Ancak bülbül gülün hatırı için dikeni de hoş görmektedir. “Gülü sevdiği için dikenine katlanmaktadır.” Âşık ile mâşuk arasına aşılmaz bir duvar ören dikenin belki de tek faydası güle bugünkü rengini kazandırmasıdır. Efsaneye göre ilk önceleri rengi kırmızı olmayan gül, bülbüle hiç yüz vermez. Bülbülün, etrafında kanat çırpmalarına, ah edip yalvarmalarına aldırış etmez. Bu ayrılığa dayanamayan bülbül, bir gün her şeyi göze alarak gider kendini ateşe atan pervâne gibi dikenlerin arasına dalar. Sevgiliye kavuşmaya kavuşur ama bu da onun sonu olmuştur. Göğsüne batan dikenlerden süzülen kanlar gülün dibine dökülür ve yavaş yavaş gülün damarlarına, yapraklarına doğru yayılır. O günden sonra gül kan rengine bürünür (DVİS, 1996). Bülbülün iki kanadı vardır. Birinci mısradaki “her” kelimesi zâhiren bu iki kanadın dikenler yüzünden feryâd ettiğini bize göstersede sebk-i Hindî üslûbunun tipik özelliği ve şâirin mânâya öncelik vermesi, az sözle çok şey anlatmak istemesi bizi bununla sınırlandırmamakta biraz daha derinlere götürmektedir. Buradaki kanattan kasıt, bülbülün kanadındaki tüylerdir. Yani bülbül acısını sadece sinesinde yaşamamakta, diliyle terennüm etmemektedir. Onun acısına vücudundaki canlı-cansız bütün uzuvlar şâhit olmakta, iştirâk etmektedir. Burada sebk-i Hindî üslûbunun çok kullandığı edebî sanatlardan mübalağa sanatı karşımıza çıkmaktadır. Bir anlamı “bülbül” olan “hezâr” kelimesinin bir diğer anlamı da “bin” demektir. Bülbül, güle dîvân okurken bin parçaya bölünmüştür. Ya da her bir parçası bir bülbül olup gülün önünde dîvân okuyan, bin kişiden oluşan bir topluluğa dönüşmüştür. Görüldüğü gibi şiir aklın sınırlarını zorlamakta, şâir bizi amacına doğru ulaştırmaktadır. Burada da yine teşhis ve intak sanatları karşımıza çıkar. Gül gördü pâre pâre ciger gonca gark-ı hûn Memnûn-ı zahm-ı hancer-i hâr oldu andelîb “Gül, goncanın ciğer gibi parça parça olup kana bağulduğunu gördü. Bülbül diken hançerinin açtığı yaradan memnun oldu.” Yukarıdaki hikâyede zikredildiği gibi bülbül, güle kavuşmak için gülün etrafında dönerken dikenlerin hücumuna maruz kalıyor ve sinesi parçalanıyor. Buna şâhit olan gonca, içi parça parça olmuş bir ciğer gibi kana boğuluyor. Gonca “pâk-dâmen”; gül “şâhid-i bâzâr”dır. Gonca merhametli; gül ise zâlimdir. Tasavvufta gonca vahdeti; gül kesreti temsil eder. Burada goncanın içinin, içi parça parça olmuş, kana boğulmuş ciğere benzetilmesi mânidardır. Zira ciğer vücudun kan dolaşımı için çok önemli bir organdır ve onun işlevini yitirmesi hayatın sonu anlamına gelir. “Ciger pâre pâre olmak” yani “ciğeri parçalanmak” deyimi de bizde “gördüğü bir durum karşısında çok üzülmek, çok acımak” anlamlarına gelir. Şair burada aynı zamanda tezâd sanatına da başvurrmuştur. Gonca, bülbülün göğsüne saplanan dikenlerden dolayı çok üzülür ve pâre pâre olmuş ciğer gibi kana bulanır. Buna karşılık bülbül ise göğsüne batan dikenlerden oldukça memnûndur. Burada da gül-bülbül ilişkisi devam etmekte, teşbîh sanatına başvurulmaktadır. Gülün hançerlerinden yani dikenlerinden göğsü yaralanan bülbül, bu yaralardan memnûn olmaktadır. Çünkü bir kere sevmiştir, bir kere deryâ-yı aşka düşmüştür. Artık elinden bir şey gelmez. Reh-i aşkta başına gelecek olan her şeyi kabullenmiştir. Yaralansada, ölsede onun için farketmez. Yeter ki sevgiliden cüdâ olmasın. 88 5. beyit: Ey Nâilî vedâ’-ı gül ü bâğ u râğ idüp Mehcûr-ı yâr u dâr u diyâr oldu andelîb “Ey Nâ’ilî! Bülbül güle, bağa, bahçeye veda edip sevgiliden, yurdundan ve ülkesinden uzaklaştı.” Bu ezelî ve ebedî rekâbette müsbet bir sonuç alamayan bülbül çâreyi çekip gitmekte bulmuştur. Bu bir BİLDİRİ KİTABI II bakıma da yenilgiye rızanın emâresidir. Bülbül sadece sevgilisinden değil yurdundan, yuvasından da ayrılmaya karar vermiştir. Madem ki bu kadar yakındayken sevgilisine kavuşamıyor öyleyse yakınlığın yakıcılığına daha fazla tahammül etmeye gerek yoktur. O teselliyi bir başka yurtta bir başka yuvada arayacaktır. Ama ne yapsa bu aşk-ı ateşten kurtulamayacaktır. Bülbülün bu seçimi bir bakıma irâdîdir. Bülbül kalıp, gülün dikenleriyle memnûn olmaktansa uzaklara gidip ayrılık aşkıyla ıstırap çekmeyi tercih etmiştir. Zira şâir bunun böyle olmasını istemektedir. Çünkü sebk-i Hindî üslûbunun temelinde insanın çektiği acılar ve ıstıraplar vardır. Şiirin geneline baktığımız zaman da yoğun bir ıstırap duygusuyla karşı karşıya kalırız. Bu son beyitte de yine teşhîs ve intâk sanatları karşımıza çıkar. 2. Ş İ İ R İ N T E M AT İ K A Ç I D A N İ N C E L E N M E S İ Şiirde iki önemli tema vardır: Aşk ve Istırap. Aşk; eski şiirde ve yeni şiirde, doğulu eserlerde ve batılı eserlerde, geçmişte ve günümüzde en çok kullanılan temalardan biridir ve öyle olmaya da devam edecektir. Çünkü insanı en çok etkileyen, onu sıhhatli iken hasta, sultan iken gedâ eden en büyük duygu aşktır. Bir diğer anlamıyla “aşırı sevgi, bağlılık, düşkünlük” demek olan aşk, dîvân şiirinin olmazsa olmaz bir temasıdır. Cinsellikten uzak, tek taraflı olan bu duygu, âşık ve mâşuk ikilemesinde daha çok mâşuğu alakadar eder. Onun bütün benliğini ele geçirir ve irâdeye dâir hiçbir şey bırakmaz. Bu bağlılık mâşuğu ölüme kadar götürür. Mutasavvıflar aşkı mecazî ve İlâhî olmak üzere ikiye ayırırlar. Mecâzî aşk, İlâhî aşka ulaşmak için bir merdiven, bir vasıtadır. Gâye değildir. Mecâzî aşk olmadan da İlâhî aşka ulaşmak mümkündür (Pala 2004: 38-39). Bu şiirde Nâ’ilî, dîvân edebiyatının en önemli teması olan aşkı, yine en çok kullanılan mazmunlardan biri olan gül-bülbül ile sebk-i Hindî üslûbunun bütün özelliklerini kullanarak anlatmaya çalışmıştır. Şiirde görülen bir başka tema da ıstıraptır. Istırap, şiirde aşk kadar belki de ondan daha baskın bir tema olarak karşımıza çıkar. Istırap şiirin her beytine yoğun bir şekilde sirâyet etmiştir. Şâir, bizi âdetâ ıstırapın yamaçlarında dolaştırır. Bunun böyle olması bir bakıma doğaldır. Çünkü ıstırap sebk-i Hindî üslûbunda şâirlerin sıkça kullandıkları bir temadır. Bu şiirde de Nâ’ilî ilk beyitten son beyite kadar bu duyguya temas etmiştir. Sondan bir önceki beyitte bülbüle biraz nefes aldıran, onu hancer-i hâr ile memnûn eden şâir, âdetâ bu memnûniyeti kıskanır gibi son beyitte bülbüle “vedâ-ı yâr u bâğ u diyâr” ettirip bu ıstırapın devam etmesini istemektedir. SONUÇ Nâ’ilî, hiç şüphesiz, yaşadığı devrin gazel üstadlarından birisidir. Sebk-i Hindî üslûbunun da en önemli ve en başarılı temsilcisidir. Şiirlerinde görülen ıstırap, rûhî sancılar, can kuşunun ten kafesinde sıkışması gibi tasavvufî unsurlar mensûbu olduğu edebî akımın getirisi olmakla birlikte şairin yaşantısıyla da doğrudan alakalıdır. Istırapın, bu üslûbun temel özelliği olduğu doğrudur. Ama bununla birlikte devrin siyasî ve sosyal olayları, şairin genç yaşta sevdiklerini kaybetmesi, yaşadığı ekonomik sıkıntılar, arzu ettiği hayata bir türlü kavuşamaması, ömrünü fakr u zarûret içinde geçirmesi gibi sebepler onun bir “ıstırap şairi” olmasına yardımcı olmuştur. Derin ve girift mânâ, aşırı hayalcilik, süslü ve edebî dil, mübalağa ve tezâd sanatları, uzun tamlamalar ve tasavvuf bu üslûbun diğer özellikleridir. Bu sıraladığımız özelliklerin hepsini de şairin “andelîb” redifli gazelinde görmek mümkündür. Şair, sebk-i Hindî üslûbunun hemen bütün özelliklerini bu şiirde başarılı bir şekilde kullanmıştır. K AY N A K Ç A İpekten, H. (2007). Nâilî Hayatı Sanatı Eserleri. Ankara: Akçağ İpekten, H. (2004). Eski Türk Edebiyatı. Nazım Şekilleri ve Aruz. İstanbul: Dergâh 89 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Kocakaplan, İ. (2005). Açıklamalı Edebi Sanatlar. (4. Baskı). İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı Kurnaz, C. (1996). Bülbül. Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. (6, 485-486). İstanbul: Türkiye Diyânet Vakfı Kurnaz, C. (1996). Gül. Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. (14, 219-222). İstanbul: Türkiye Diyânet Vakfı Mengi, Mine. (2005). Eski Türk Edebiyatı Tarihi. (11. Baskı). Ankara: Akçağ Onay, A. T. (1996). Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü. Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı. Haz: Cemal Kurnaz. İstanbul: H Yayınları Pala, İ. (2004). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. İstanbul: Kapı Türkçe Sözlük (2005). Ankara: Türk Dİl Kurumu Yayınları Yeşiloğlu, A. M. (1996). Nâilî. Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. (32, 315). İstanbul: Türkiye Diyânet Vakfı http://simgesiir.wordpress.com/2010/03/07/andelib-naili/ 90 BİLDİRİ KİTABI II SÜRELİ ÇOCUK YAYINLARINDA EDEBİ TÜRLERİN DAĞILIMI LITERAL GENRES IN CHILDREN’S MAGAZINES Mustafa Said KIYMAZ1 Necati KIYMAZ2 Çetin YILDIZ3 ÖZET ABSTRACT Çocuk edebiyatı türlerinin birden fazlasını bünyesinde barındırması açısından diğer türlerden ayrılan çocuk dergileri, güncel olaylara ve çocuğa rol model olabilecek ünlü ve başarılı kişilerle yapılan söyleşi ve röportajlara yer vermesi ile okurlarına eğlenceli şekilde edebiyatı sevdirmektedir. Çalışmada, 2011 yılında yayımlanmış çocuk dergilerinden beş adedinin ilk iki sayıları incelenmiştir. Bu dergiler: TRT Çocuk, Türkiye Çocuk, Diyanet Çocuk, Gonca ve Birdirbir adlı dergilerdir. Çalışmaya konu olan dergi sayılarının tümü temin edilmiştir. Bu dergiler taranarak dergi içeriğindeki türler bir tasnife tabi tutulmuştur. Bu çalışmada 2011 yılında yayın hayatını sürdüren beş dergi, betimsel analiz metoduyla incelenmiştir. Anahtar Kelimeler: Çocuk dergileri, edebi türler Turkish juveline magazines should think with the social events in Turkey. After the declare of the Republic (1923) since 1928 the magazines published with the new alphabet. At the first years of the Republic, the magazines worked to grow up a idealized Republic child. In the magazines, reflection of military coups can be seen. In 1950s comics are appeared in the juveline magazines. It’s caused by close relationship between Turkey and United States of America. In 1970s because of Cyprus War when the nationalizm rised in Turkey, juveline magazines published the stories of old heros and some historical events. In nowadays Daily events and feelings of the public can be seen in the magazines. In this paper five of juveline magazines which published in 2011 in Turkey examined. These magazines are: TRT Çocuk, Diyanet Çocuk, Türkiye Çocuk, Gonca and Birdirbir. Key Words: Children’s magazine, literal genres. 1 2 3 Araştırma Görevlisi, Adıyaman Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü, [email protected] Okutman, Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Türk Dili Bölümü, [email protected] Araştırma Görevlisi, Adıyaman Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected] 91 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ 1. GİRİŞ 1.1 . S Ü R E L İ Ç O C U K Y AY I N L A R I N I N GEÇMİŞİNE KISA BİR BAKIŞ Türkiye’de modern anlamda çocuk edebiyatının gelişimi Tanzimat yılları ile başlamaktadır. Bu dönemde Batı kökenli birçok tür edebiyatımıza girmiş, sanatçılar bu yeni türleri gerek eski konularla gerekse yeni konularla birlikte kullanmışlardır. Tanzimat döneminde yaygınlık kazanan süreli yayınlar, özellikle yeni fikirlerin halka aktarılmasında önemli işlevler yüklenmişlerdir. Dünyada yayımlanan ilk çocuk dergisi olarak kabul edilen “Lilliputian Magazine” adlı dergi John Newbery tarafından 1751 yılında İngiltere’de çıkarılmıştır. Bizde ise ilk çocuk dergisi, aynı adla yayımlanan bir gazetenin eki olarak verilmeye başlanan “Mümeyyiz” adlı dergidir. Sıtkı Bey tarafından çıkarılan bu dergi, didaktik yapısıyla ön plana çıkmaktadır. Yine Mümeyyiz’e yakın yıllarda 1876’da “Arkadaş” adıyla bir dergi çıkaran Mehmed Şemsettin, çıkardığı derginin çocuklara yönelik bakış açısını şu şekilde açıklamıştır: “Size söyleyeceğim şeyleri daima böyle lakırdı eder gibi söyleyeceğim. Ta ki okuduğunuzu kendi kendinize anlayabilesiniz. Yazacağım şeylerse asla can sıkmaz. Sizi hem eğlendirir, hem de size fayda verir. Bu sebebe mebnidir ki gazetemin ismini arkadaş koydum.”(Enginün, 1983: 124). O dönemde çıkan her derginin dili çocuklar için uygun değildir. Dergilerin genelinde yer alan ve devlet büyüklerinin övüldüğü sayfalarda bu dil daha da ağırlaşmaktadır. Çocukları hedef kitle olarak düşünen bu süreli yayınlar devamlılık noktasında sıkıntılar yaşamışlardır. Okay (1999) eski harfli 50 çocuk dergisini incelediği çalışmasında bu konuda bilgiler vermektedir. Örnek olarak Hazine-i Etfal’in tek sayısı mevcuttur. Sadakat altı sayı, Etfal on altı sayı, Arkadaş on üç sayı sayı, Aile üç sayı, Çocuklara Arkadaş on iki sayı, Vasıta-i Terakki dört sayı yayımlanabilmişlerdir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. 1869-1928 yılları arasında yayımlanan eski harfli çocuk dergileri arasında en uzun ömürlü olanı 626 sayısı bulunan Çocuklara Mahsus Gazete adlı dergidir. Bu dergi 1896-1908 yılları arasında yayımlanmıştır. Okay (1999)’a göre bu dergi Osmanlı çocuk dergiciliğinin ulaştığı zirvelerden biridir. Kür (1991)’ün tespitlerine göre bu dergi her sayısının ilk yazısını devrin padişahını övmeye ayırmış, bu konuda diğer dergileri geride bırak- 92 mıştır. Dönemin sansürüne maruz kalmayıp uzun yıllar aralıksız çıkmasında bu durumun etkili olduğu ileri sürülebilir. Bu dönemde yayımlanan bir diğer uzun ömürlü dergi Çocuklara Rehber’dir. 1897-1900 yılları arasında yayımlanan derginin çıkış yeri Selanik’tir. 166 sayısı mevcuttur. Balcı (2008: 187)’ya göre yayımlandığı yıllarda, başkent İstanbul’un dışında da olsa belirli bir kalite seviyesini tutturabilen bu dergi ait olduğu Selanik ve civarı ile bütünleşmiş; çoğu öğretmen olan yazarlarının gayretleriyle okuyucularına rehber olmuştur. Yıllar içerisinde değişim gösteren Türk çocuk dergiciliği sosyal hadiselerden ayrı düşünülemez. 1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra 1928’e kadar eski harflerle yayın hayatına devam eden çocuk dergileri, bu tarihten itibaren yeni harflerle yayımlanmaya başlamışlardır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında çocuk dergileri, devrin öngördüğü çocuk modelinin yetiştirilmesi için araç işlevi görmüşlerdir. 1936 yılında haftalık olarak yayımlanmaya başlayan Yavrutürk dergisi haftalık olarak 1942’ye kadar devam etmiş ve bu zaman dilimindeki dergilerin toplamı 12 cilde ulaşmıştır. Yine aynı adla 1947, 1957 ve 1961 yıllarında da Yavrutürk dergisine rastlanmaktadır. En son 1976-77 yıllarında MEB tarafından İleri Yavrutürk adıyla çıkarılan bir dergi daha kayıtlara geçmiştir. 1945’de Yapı Kredi Bankası tarafından Türk çocuk dergiciliğinin en uzun soluklu ve en çok ses getiren dergilerinden biri yayın hayatına başlamıştır. Doğan Kardeş adlı bu dergi 1978’de kapanmış, 1988’de ise yeniden yayımlanmaya başlamıştır. Günümüzde ise aynı adla bir çizgi roman dergisi olarak yayın hayatına devam etmektedir. Tarihi süreç içerisinde yaşanan sosyal hadiselerin, demokratik düzene yapılan müdahalelerin yansımalarına dergilerde rastlamak mümkündür. Türkiye’nin Amerika ile ilişkilerini sıklaştırdığı 1950’li yıllardan itibaren Amerika’dan ithal çizgi romanlar çocuk dergilerinin sayfalarını doldurmuştur. 1960’lı yıllarda Harbiyelileri öven şiirlere çocuk dergilerinde rastlamak mümkündür. 1970’li yılların sonlarında Kıbrıs sorunu ile yükselen milliyetçilik duyguları da devrin dergilerine etki etmiştir. Günümüzde de yaşanan olaylar ve toplumun hisleri çocuk dergilerinde yansımalar şeklinde yer bulmaktadır. Çocuk edebiyatı türlerinin birden fazlasını bünyesinde barındırması açısından diğer türlerden ayrılan çocuk dergileri, hikâye, masal ve şiir gibi bilinen türlerin yanında BİLDİRİ KİTABI II güncel olaylara ve çocuğa rol model olabilecek ünlü ve başarılı kişilerle yapılan söyleşi ve röportajlara yer vermesi ile okurlarına eğlenceli şekilde edebiyatı sevdirmektedir. Çalışmada, 2011 yılında yayımlanmış çocuk dergilerinden beş adedinin ilk iki sayıları incelemeye tabi tutulacaktır. Bu dergiler: TRT Çocuk, Türkiye Çocuk, Diyanet Çocuk, Gonca ve Birdirbir adlı dergilerdir. ğı yaparak çocukların eğitimlerine katkıda bulunmak, çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmak, sosyal ve kültürel alanlarda çocukların gelişmesini sağlamak, bilgiyi eğlenceye dönüştürerek vermek, çocuklarımızı milli ve manevi değerlerimize uygun şekilde yetiştirmek. 1.3.2. Gonca 1 .2 . E D E B İ T Ü R K AV R A M I Edebiyat sahasında ortaya konan eserlerin ortak yönleri, özellikleri göz önünde bulundurularak yapılan sınıflandırma sonucu ortaya çıkan neviler olarak adlandırılabilen tür kavramı, diğer bir ifadeyle, edebiyat ürünlerinin belli özellikleri dikkate alınarak yapılan tasnifler sonucu ortaya çıkan yazı/metin çeşitleri olarak da düşünülebilir. (Karataş, 2005: 489). Edebi türler, değişmeyen yazı kalıpları değildir. Toplumda zamanla meydana gelen değişmeler edebiyata da yansır. Edebi türler de değişen zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte ve çeşitlilikte değişime uğrar (Aytaş, 2006). Çocuk okurlar, hikâyedeki model bir tipten, gezi yazılarındaki doğal güzelliklerin cazibesinden; hayatın gerçekliğini yansıtan bir anıdan, şiirdeki duygu yoğunluğundan etkilenebilir, bunların birinde kendini bulabilir (Çeçen ve Çiftçi, 2007). Çocuk dergileri, çocukların bu türleri tanıması ve hepsinin zevkine varması için uygun yayınlardır. 1.3 . İ N C E L E M E Y E K O N U O L A N Y AY I N L A R Bu başlık altında araştırmaya konu olan 5 adet çocuk dergisi hakkında kısa bilgiler verilecektir. Yayıma başlangıç tarihleri, ortaya çıkış amaçları, hedef kitlesi gibi konulara değinilecektir. 1.3.1. Türkiye Çocuk 15 Kasım 1981 yılında yayım hayatına haftalık sayılarla başlayan ve Şaban Cibir tarafından yazı işleri müdürlüğü yürütülen dergi, 1999 yılından itibaren aylık olarak çıkmaya başlamış ve yazı işleri müdürlüğü bu tarihten itibaren M. Sırrı Arvas’a geçmiştir (Kırış, 2007:48). Ocak 2011 sayısı derginin çıkardığı 1008. sayıdır. Derginin internet adresinde derginin ortaya çıkış amacı ile ilgili bazı bilgiler verilmektedir. Bu amaçlar şu başlıklar altında toplanabilir: ideal çocuk yayıncılı- Gonca dergisi 2002 Mayıs ayında okurlarıyla buluşmuştur. Yazı işleri müdürlüğünü Eyüp Özdemir yürütmektedir. Ocak 2011’de derginin ulaştığı toplam sayı 105 olmuştur. Derginin çıkarılma amacı ve yayın çizgisiyle ilgili derginin 2008 yılındaki yazı işleri müdürü Murat Kaya’nın yazısından (Kaya 2008) faydalanmak mümkündür: a. Gonca dergisinde yayımlanan yazıların milli ve manevi değerlere uygun bir çizgide olması. b. Yayınlanan yazıların okurların yaş grubuna uygun olması. c. Yazılarda herhangi bir ırk, din, mezhep ayrımı yapılmaması. d. Verilen örneklerin motive edici olması; olumsuz, ümitsizliğe sevk eden örnekler seçilmemesi. e. Türkçenin düzgün kullanımını teşvik etmesi ve bu konuda iyi örnekler vermesi. f. Yayımlanan metinlerin dil zevki kazandıracak yazılar olması. 1.3.3. TRT Çocuk İncelenen diğer dergilere göre TRT Çocuk dergisinin mazisi oldukça yenidir. İlk sayısını Kasım 2010’da çıkaran dergi, TRT Çocuk kanalının yaygınlaşması ve ilgi görmesinin ardından yayın hayatına atılmıştır. Dergi sayfalarında kanalla paralellik gösterecek şekilde kanalın yayın akışı hakkında okurları bilgilendirmeyi amaçlayan bölümler vardır. Kaliteli bir baskıya ve geniş bir hacme sahip olan derginin arkasında TRT gibi köklü bir kurumun olması derginin niteliğini arttıran hususlardandır. Yazı işleri müdürlüğünü Ammar Gündüz yürütmektedir. Ocak 2011 sayısı ile dergi 4. sayısını çıkarmıştır. 1.3.4. Diyanet Çocuk Diyanet Çocuk Dergisi T. C. Başbakanlığına bağlı Diyanet İşleri Başkanlığınca yayımlanan süreli bir yayındır. Dergi aylık olarak çıkmaktadır. Uzun bir geçmişe sahip olan derginin Yazı İşleri Müdürlüğü- 93 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ nü Abdülbaki İşcan yürütmektedir. Dergi hedef kitle olarak 7-14 yaş aralığını belirlemiştir (Demiryürek, 2009:38). Bu dergi 1979’dan günümüze aralıksız olarak yayımlanmaya devam etmektedir. Bu istikrarın arkasında güçlü kurumsal desteğin önemli payı vardır. Ocak 2011 sayısı ile dergi 366 sayıya ulaşmıştır. edebiyatı türleri arasında ilk sıralarda yer alan ve yaygın bir tür olan hikâyeye, Gonca, Diyanet Çocuk ve Birdirbir dergilerinde rastlanmaktadır. TRT Çocuk ve Türkiye Çocuk dergilerinde ise bağımsız olarak hikâye türüne ait metne rastlanmamıştır. Çizgi romanların içindeki metinler hikâye olarak düşünülürse bu dergilerde de hikâye türünden bahsedilebilir. 1.3.5. Birdirbir 94 13 Ocak 2011/6-7 Ocak 2011/1617 Şubat Ocak 2011/6-7 2011/45 Şubat 2011/1617 Şubat 2011/2425 Şubat 2011/53 Ocak 2011/1415 Şubat 2011/1415 Şubat 2011/1617 Ocak 2011/1617 Ayşe Güllüoğlu Nesibe Şahin Esma Su Uludağ Yakup Emre Özdemir Zekiye Çoban Halil Aslantaş Soğuk Bir Kış Günü Babamın Elleri Ahmet’e Ders Oldu Şifre Gonca Gonca Gonca Gonca Gonca Kabak Başı- Kardeş ma Patladı Bayramı Ayşe Öğretmen Dürüst İlker Her Şeyi Çözer Şevval Hatice İpek Betül Koçak Zekiye Çoban Hatice İpek Ocak 2011/6-9 İncelenen dergilerde hikâye türünün diğer türlere göre fazla sayıda yer alması dikkat çekicidir. Çocuk Birdirbir 3.1 . H İ K ÂY E T Ü R Ü N E İ L İ Ş K İ N B U L G U L A R Şubat 2011/6-7 12 Zekiye Çoban 11 Sayı ve Sayfa Aslıhan Atik 10 Yazar Aslıhan Atik 9 Merve’nin Çalar saati 8 Mis Kokulu Börekler 7 Gonca 6 Gonca 5 Metin Adı Hayta İle Hayta İle Cemşit Hasta Sevgi Cemşit-Sen mı Yemek Elleri mi Ben mi? mi? 3. B U LGUL AR 4 Diyanet Çocuk Tarama modelinde betimsel bir yaklaşım benimsenerek gerçekleştirilen bu araştırmada doküman incelemesi yöntemi kullanılmıştır. Tarama modelleri, geçmişte ya da halen var olan bir durumu var olduğu şekliyle betimlemeyi amaçlayan araştırma yaklaşımlarıdır (Karasar 2009: 77). Araştırmaya konu olan olay, birey ya da nesne kendi koşulları içinde ve olduğu gibi tanımlanmaya çalışılır. Çalışmaya konu olan dergi sayılarının tümü temin edilmiştir. Bu dergiler taranarak dergi içeriğindeki türler bir tasnife tabi tutulmuştur. Bu çalışmada 2011 yılında yayın hayatını sürdüren beş dergi, betimsel analiz metoduyla incelenmiştir. 3 Diyanet Çocuk 2. YÖNTEM 2 Diyanet Çocuk Bu çalışmanın amacı 2011 yılında yayımlanan beş adet çocuk dergisinin ilk iki sayılarında yer alan edebi türleri tespit etmek ve bu edebi türlerin niteliklerini araştırmaktır. Ayrıca dergide yer alan bölüm ve yazılarda dil eğitimine katkı sunan metinler değerlendirilecektir. 1 Dergi Adı Diyanet Çocuk 1.4. A M A Ç NU. Birdirbir Birdirbir, künyesinde kendisini eğlenceli din eğitimi ve kültürü dergisi olarak tanımlamaktadır. Ancak gerek derginin içeriği, gerekse hitap ettiği yaş grubu dikkate alındığında, bu dergiyi çocuk dergisi olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Derginin düzenlediği bir yarışmaya katılım şartı olarak 11 ila 15 yaş aralığında olmayı şart koşması, derginin hedef kitlesi hakkında bir ipucu olarak düşünülebilir. Derginin editörlüğünü Hatice Işılak yapmaktadır. Ocak 2011 sayısı ile dergi toplam 50 sayıya ulaşmıştır. BİLDİRİ KİTABI II Ocak 2011/14-15 Şubat ١٥-١٤/٢٠١١ Şubat ٣٣-٣٢/٢٠١١ Ocak 2011/32-33 Ocak 2011/32-33 İmzasız İmzasız Fatma Bayraktar Karahan Fatma Bayraktar Karahan Zeynep’in Günlüğü Zeynep’in Günlüğü Neriman Karatekin 5 Sayı ve Sayfa Bir Çocuğun Günlüğü 4 Yazar Zorbul Zehra’nın Günlüğü-Sitare 3 Metin Adı Bir Çocuğun Günlüğü Gonca Gonca 2 Diyanet Çocuk Ocak 2011/2021 Ocak 2011/22-23 Ocak 2011/36-37 Şubat 2011/36-37 Ocak 2011/3233 Şubat 2011/3233 Orhan Bilir Berna Kayra Suzan Çataloluk Suzan Çataloluk T. Karabey Koca Bıyıklı Sarımsak Bilge Kuş Haydi Besmele Çekelim Güzel Dua Et Mavicik T. Karabey Gonca Ormanın Mutsuz Kralı 6 Alın Teri 5 TRT Çocuk 4 Dergi Adı 1 Sayı ve Sayfa Diyanet Çocuk 3 Yazar Diyanet Çocuk 2 Metin Adı Türkiye Çocuk 1 Dergi Adı Türkiye Çocuk NU. NU. Diyanet Çocuk İnsanlık tarihinde en büyük anlatım geleneğini oluşturan masallar, geçmişte atalarımızın yaşadığı dünyanın hayal fotoğrafları gibidir (Şirin, 2007: 23). Dergilerin incelenen sayılarında masal türüne ait altı örneğe rastlanılmıştır. Gonca ve Diyanet Çocuk dergilerinde yer alan masal örnekleri başında tekerlemesi olan, klasik masala daha yakın duran metinlerdir. TRT Çocuk ve Türkiye Çocuk dergisinde yer alan masallar ise başında tekerleme olmayan metinlerdir. Türkiye Çocuk ve Diyanet Çocuk, bu türe ait metinlerin olduğu sayfaları isimlendirirken bu sayfaların masala ait olduğunu vurgulamışlardır. Türkiye Çocuk “Masal” başlığını kullanırken Diyanet Çocuk dergisi “Masal Bahçesi” ismini tercih etmiştir. Masal örneklerinde konuşan hayvanlara ve bitkilere rastlanılmaktadır. örnekleri yoktur. Çocuk okurlar büyükler için yazılan örneklerden yararlanmaktadırlar. Çocuk dergilerinde yer alan günlük örnekleri bu açıdan önemli bir boşluğu doldurmaktadırlar. İncelenen dergilerde “Zeynep’in Günlüğü”, “Bir Çocuğun Günlüğü”, Zorbul Zehra’nın Günlüğü” gibi başlıklarla yer alan günlükler, çocukların ağzından yazılmakta ve onların hayal âlemlerine uygun konular içermektedirler. Birdirbir 3 .2 . M A S A L T Ü R Ü N E İ L İ Ş K İ N B U L G U L A R 3.4. Röportaj/Söyleşi Türüne İlişkin Bulgular Bir yeri, bir sanat dalını yahut sanatçıyı araştırma, inceleme, gezip görme yoluyla tanıtan; ayrıntılı bilgi veren yahut sorgulayan yazılara röportaj adı verilir (Aktaş ve Gündüz, 2005: 179). Dergi sayfalarında yer alan röportajlar, genellikle çocuklar tarafından sevilen şahıslarla yapılmıştır. Özellikle futbol adamlarıyla yapılan röportajlar dikkat çekicidir. 3.3 . G Ü N L Ü K T Ü R Ü N E İ L İ Ş K İ N B U L G U L A R Günlük, yazarının önemli gördüğü duygu, düşünce ve olayları, yazıldığı tarihi belirterek kaleme aldığı yazı türüdür. Yardımcı ve Tuncer (2000)’e göre Türk edebiyatında çocukların düzeyine uygun günlük 95 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ 3.6. B İ Y O G R A F İ T Ü R Ü N İ L İ Ş K İ N B U L G U L A R 96 Ocak 2011/3233 Ocak 2011/53 Şubat ٥١/٢٠١١ Şubat ٥٣/٢٠١١ İmzasız İmzasız İmzasız Neyzen Tevfik Atatürk Sayı ve Sayfa İmzasız 4 Yazar Barış Manço Ocak 2011/60 Ocak Şubat 2011/51 2011/20-21 3 Tanıtılan Kişi Atatürk Ocak 2011/50 Şubat Şubat 2011/50 2011/8-9 Ocak 2011/1 2 Dergi Adı TRT Çocuk 1 Ocak 2011/24-25 Emrah Necip Fazıl Bilge MerKısakürek divan Yusuf Dursun İbrahim Demirci Mustafa Oğuz Esra Serdaroğlu Vural Kaya İmzasız Ninem Zaman İstanbul Oldum Kış Ağacı 8 Sayı ve Sayfa Dut Kur’an’ın Ağacının Anahtarı Misafirleri Besmele 7 Yazar Büyüyünce Gonca TRT Çocuk 6 Diyanet Birdirbir Çocuk 5 Diyanet Çocuk 4 Diyanet Çocuk 3 Şiir Adı Mani 2 Gonca 1 Dergi Adı Gonca NU. NU. TRT Çocuk Azlığı göze çarpan bir tür de şiirdir. Şiir, dergi sayfalarında az yer bulmasına rağmen, çocuk okurlar kendileri için ayrılan sayfalara şiir göndermekten geri durmamışlardır. TRT Çocuk Ocak 2011/1213 Şubat 2011/2223 3 .5 . Ş İ İ R T Ü R Ü N E İ L İ Ş K İ N B U L G U L A R Özellikle hayale dayalı türlerden gerçekçi türlere geçişin gözlendiği yaşlarda çocuklar, yaptıkları işlerle hatırlanan ve saygı duyulan kişilerin yaşam öykülerini merak ederler. Çocukluktan yetişkinliğe geçişte kendilerine uygun modeller arayan çocuğun bu ihtiyacı nitelikli ve seviyesine uygun biyografilerle doğru bir istikamette karşılanmış olacaktır (Kıymaz, 2012: 421). Biyografi türüne sadece TRT Çocuk dergisinde rastlanmıştır. Atatürk’ün çeşitli yönleriyle tanıtıldığı sabit bir bölüm halinde düşünülen sayfa, “Canım Atam” başlığını taşımaktadır. Bu başlık altında Atatürk’ün hayatından ve çevresindeki insanlardan çeşitli kesitler sunulmaktadır. Ocak sayısında Atatürk’ün okuduğu kitaplar konu edilmiş ve okurlara şöyle seslenilmiştir: Kitap okumayı, okuduğu kitaplara notlar düşmeyi hiç ihmal etmemiştir. Özellikle tarih, dil, coğrafya, askerlik, kültür, edebiyat konularında yüzlerce kitap okumuştur. Okuduğu kitaplardan ve yazarlardan bazılarını sizler için araştırdık (TÇ, 4:53). TRT Çocuk Şubat 2011/30-33 Ocak 2011/1618 Çizer Televizyoncu Futbolcu Ocak 2011/16-18 Bakan Selma Aliye Kavaf Kutlukhan Perker Beyazıt Öztürk Gonca TRT Çocuk Teknik Direktör 5 Sayı ve Sayfa Emre Belözoğlu 4 Meslek Şenol Güneş 3 TRT Çocuk 2 Röportaj Yapılan Türkiye Çocuk 1 Dergi Adı Türkiye Çocuk NU. 3.7. D İ Ğ E R T Ü R L E R E İ L İ Ş K İ N B U L G U L A R Gezi yazıları, mektuplar, fıkralar da dergilerde kendine yer bulmaktadır. İncelemeye konu olan dergilerde bilgi verici yazıların çokluğu göze çarpmaktadır. BİLDİRİ KİTABI II Bunları gruplamak gerekirse; hayvanları tanıtıcı yazılar, bitkileri tanıtıcı yazılar, teknolojik yenilikleri konu alan yazılar, çeşitli konulara ait şaşırtıcı bilgiler veren yazılar, yemek tarifleri, oyuncak vs. yapımını konu alan yazılar gibi gruplar ortaya çıkacaktır. 3.8 . D İ L S E L B E C E R İ L E R E K AT K I S U N A N S AY F A L A R Hikâye türü ile ilgili, çocuk okurları yazmaya teşvik eden bir sayfaya Gonca dergisinde rastlanmaktadır. “Hikâyemi Yazar mısınız?” adlı sayfada her ay bir resim yayımlanmakta ve okuyuculardan resimle ilgili bir hikâye yazmaları istenmektedir. Geçen haftaki resimle ilgili gönderilen hikâyelerde bir tanesi ise hemen yan taraftaki sayfada yazarının adı ile birlikte yayımlanmaktadır. Gönderilen hikâyelerin hangi esaslara göre değerlendirildiğine dair bir bilgi yoktur. Bu uygulamanın okuyucuları yazma konusunda cesaretlendirdiği ve onlara yeteneklerini sunmak için bir fırsat sunduğu çok açıktır. TRT Çocuk dergisinde, dil eğitimi açısından önemli bir sayfa göze çarpmaktadır. Sevimli Sözlü Tarih adını taşıyan bu bölümde her hafta belirli bir söz ya da deyim ele alınmakta, bu sözün/deyimin anlamı açıklandıktan sonra konuyu destekleyen resimler eşliğinde o sözün/deyimin ortaya çıkış hikâyesi anlatılmaktadır. Bu şekilde bir yaklaşım ile kalıcılık arttırılarak, okuyucuların kelime dağarcığı zenginleştirilecektir. Diyanet Çocuk dergisinde “Dilli Düdük” başlığını taşıyan bir bölüm bulunmaktadır. Bu bölümde bir sayfada atasözü diğer sayfada ise deyim açıklanmaktadır. Atasözü ile ilgili bölümde önce atasözünün anlamı verilip, hangi durumlarda kullanıldığı açıklanmakta, ardından da örnek bir hikâye ile konu pekiştirilmektedir. Deyim bölümünde ise uygun bir hikâye ile deyimin kullanıldığı durumlar göz önüne serilmekte ve okuyucuya bu deyimin ne anlama geldiği açıklanmaktadır. Birdirbir dergisinde, o sayının teması ile ilgili kelime, deyim ve atasözleri göz önüne serilmektedir. Örnek olarak ocak sayısında hırsızlığa yakın kavramlar, mini sözlük, hırsızlık çeşitleri, deyimler sözlüğü, yakın anlamlı kelimeler, atalarımız ne demiş gibi başlıklar vardır. Ayrıca aynı konu ile ilgili bir hadise de yer verilmiştir. 4. S O N U Ç Beş adet çocuk dergisinin ikişer sayısının inceleme konusu yapıldığı bu araştırmada, çocuk dergilerinde edebi metinlerin karikatürlere, çizgi romanlara ve salt bilgi veren ansiklopedik metinlere oranla daha az yer tuttuğu görülmektedir. Kolaycı bir anlayışla sayfaları dolduran karikatürler, genç okurlara edebi zevk vermekten uzaktır. Yine bu karikatürlerden hariç olmak üzere, çeşitli çizgi dizi ve çizgi romanlar da karikatürlerden daha nitelikli olmakla birlikte edebi açıdan sağlam metinlere sahip değildirler. Birdirbir dergisinde tematik bir yaklaşım ilk bakışta dikkati çekmektedir. Belirlenen bir konu, derginin tüm bölümlerinde işlenmiş ve bu açıdan bir bütünlük oluşturulmuştur. Edebi metinler aracılığı ile de belirlenen mesajlar verilmiş; bu şekilde metinler birer araç olarak kullanılmıştır. İncelenen ilk sayıdaki tema hırsızlıktır. İkinci sayıdaki tema ise hasta olmak olarak belirlenmiştir. Söz konusu bu yaklaşım, verilmek istenen iletilerin derginin her sayfasında kuvvetli bir şekilde tekrarlanmasının yanında okuyucularda bir bıkkınlık meydana getirebilme riskini de beraberinde getirmektedir. Ayrıca ilk çocuk dergilerinden günümüze uzana çizgide kendine sürekli yer bulan öğretici çaba, okurların metinden edebi zevk almalarını da engelleyebilmektedir. Araştırmaya konu olan dergiler herhangi bir ana derginin eki değildirler. Müstakil olarak yayınlanmaktadırlar. Türkiye Çocuk İhlas Holding bünyesinde çıkarılan bir yayındır. Gonca dergisi Işık Yayıncılık adı altında yayımlanmaktadır. TRT Çocuk ise adından da görüleceği üzere TRT kurumunun bir yayınıdır. Yine Diyanet Çocuk dergisi de Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde yayın hayatına devam etmektedir. Çocuk dergilerinin ortaya çıkışından itibaren temel bir sıkıntı olan devamlılık, bu dergiler için çok ciddi bir sorun olarak görülmemektedir. Bu durumun sebebi olarak bu dergilerin arkasında olan güçlü kurumsal ve maddi destektir. Edebi tür çeşitliliği bakımından ön plana çıkan dergi Gonca dergisidir. Bu dergide rastlanan türler şunlardır: Hikâye, masal, şiir, günlük, röportaj ve fıkra. TRT Çocuk dergisinde rastlanan türler şu şekildedir: Röportaj, masal, gezi yazısı, biyografi ve şiir. Diyanet Çocuk dergisinde yer alan türler ise, mektup, hikâye, günlük, masal, şiir ve fıkradır. Edebi tür açısından di- 97 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ğer dergilere kıyasla fakir kalan iki dergi Birdirbir ve Türkiye Çocuk dergileridir. Birdirbir’de şiir, hikâye ve günlük türüne ait metinlere rastlanmaktadır. Türkiye Çocuk dergisinde ise birbirini tekrar eden mizahi sayfaların çokluğu göze çarpmaktadır. Aynı şekilde reklam sayfaları da çoktur. Bu dergide çizginin metinlere açık bir üstünlüğü vardır. Sonuç olarak Türkçe eğitimin temel alanlarından okuma, yazma, konuşma ve dinleme alanlarına ilişkin kazanımlara dergiler sayesinde ulaşmak mümkündür. Türkçe derslerinde okutulan ders kitaplarındaki metinlerin tekdüzeliği ve güncellikten uzak oluşu, çocuk okurların edebiyatı sevmelerinde istenilen verimi vermekten uzaktır. Türkiye’nin temel sıkıntılarından olan okur sayısının azlığı, küçük yaştaki okurların nitelikli metinlerle erken yaşlarda karşılaşmaları ve bu metinlerden edebi zevk geliştirmeleri yoluyla azaltılabilir. Bu da çocuk dergileri yoluyla gerçekleştirilebilir. Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 4, 103-117 Kıymaz, Mustafa Said (2012) Değer Kazandırma Açısından Biyografiler: İleri Yavrutürk Dergisi Örneği, Türkçenin Eğitimi Öğretimi Üzerine Çalışmalar, Ankara: Pegem Akademi. Kür, İsmet (1991). Türkiye’de Süreli Çocuk Yayınları. Ankara: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi. Okay, Cüneyd (1999). Eski Harfli Çocuk Dergileri. İstanbul: Kitabevi Yayınları. Şirin, Mustafa Ruhi (2007). Masal Atlası. Ankara: Kök Yayıncılık. Yardımcı, Mehmet, Hüseyin Tuncer (2000). Eğitim Fakülteleri İçin Çocuk Edebiyatı. Ürün Yayınları. İncelenen çocuk dergileri Birdirbir: Sayı: 50, Ocak 2011. Birdirbir: Sayı: 51, Şubat 2011. Diyanet Çocuk Dergisi: Sayı: 366, Ocak 2011. Diyanet Çocuk Dergisi: Sayı: 367, Şubat 2011. Gonca: Sayı: 105, Ocak 2011. K AY N A K L A R Gonca: Sayı: 106, Şubat 2011. Türkiye Çocuk: Sayı: 1008, Ocak 2011. Aytaş, Gıyasettin (2006). Edebi Türlerden Yararlanma. Milli Eğitim, 169. Balcı, Ahmet (2008). Çocuklara Rehber Dergisi. Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Çeçen, M. A. ve Çiftçi, Ö. 2007. İlköğretim 6. Sınıf Türkçe Ders Kitaplarında Yer Alan Metinlerin Tür ve Tema Açısından İncelenmesi. Milli Eğitim, 173. Demiryürek, Gökçe (2007). Türkiye Çocuk, Diyanet Çocuk ve Ebe Sobe Çocuk Dergilerinin Yapısal Özellikler Bakımından Değerlendirilmesi. Trabzon: Karadeniz Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Enginün, İnci (1983). “Bir Çocuk Edebiyatçısı: Mehmed Şemsettin”. Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul: Dergah Yayınları. Karasar, Niyazi (2003). Bilimsel Araştırma Yöntemi. Ankara: Nobel Yayıncılık. Karataş (2004). Edebiyat Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Akçağ Yayınları Kaya, Murat (2008). Bir Çocuk Dergisi Olarak Gonca. Türk Halkları Edebiyatı (II) Beynelhalk Uşak Edebiyatı Kongresi, Bildiriler Kitabı 2. Cilt. Kırış, Fatma (2007). Türkiye Çocuk ve Ebe Sobe Dergilerinin Edebiyat ve Eğitim Değerleri Açısından İncelenmesi. Bolu: Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Kıymaz, Mustafa Said (2010). Milli Hafıza Açısından Kahramanlık Hikâyeleri: İleri Yavrutürk Dergisi Örneği. Adıyaman 98 Türkiye Çocuk: Sayı: 1009, Şubat 2011. TRT Çocuk Dergisi: Sayı: 4, Ocak 2011. TRT Çocuk Dergisi: Sayı: 5, Şubat 2011. BİLDİRİ KİTABI II PSIHOANALITIČKA KRITIKA I DVIJE TANPINAROVE PRIPOVIJETKE PSYCHOANALYTICAL CRITICISM AND TWO TANPINAR’S SHORT STORIES Nadira ŽUNIĆ1 S A Ž E TA K ABSTRACT Rad predstavlja čitanje dvije pripovijetke Ahmeta Hamdija Tanpınara, Ljetna kiša i Snovi, u vizuri psihoanalitičke književne kritike. U radu se identificira središnja misao teksta a potom problematizira sa aspekta psihoanalitičke epistemologije. Proces se odvijao na dvije međusobno povezane, ali ipak različite platforme, gdje je prva imala za cilj na vidjelo izvući latentne misli tekstova, služeći se psihoanalitičkim simbolima za dešifriranje njihovih kodova, uz osvrt na osobitosti autorovog društvenog i osjećajnog života. Druga platforma uključivala je drugo i Drugost i to najčešće u vezi sa problematiziranjem identiteta/identiteta, procesima subjektivacije, ili pitanjima sebstva. Odabrane pripovijetke A. H. Tanpınara čitane su uz pretpostavku da su vrijednosti univerzalne, da je ono o čemu se piše neovisno od konteksta, ali i da smisao nije uvjetovan namjerom pisca. Također, ovaj način čitanja predstavlja uvid u drukčija mišljenja o tekstu, gdje se različito gleda na ustaljenje modele koje tekst odražava, identifikujući stvarnost kao odnos bitnog i rubnog unutar nje. Treba podvući da rad nije u funkciji isticanja marginalnog, iako se psihoanalitičkim čitanjem detaljno pregleda rubno, odnosno, ekscentrično, već se fokusira na uočavanje procesa koji nastaju kroz suočavanje centralnih i marginalnih identiteta. Ključne riječi: psihoanalitička književna kritika, Ahmet Hamdi Tanpınar, drugo, sebstvo, identitet This paper presents the readings of two short stories by Ahmet Hamdi Tanpınar, The Summer Rain and Dreams, in the psychoanalytical literary criticism framework. The paper identifies the central idea of the text, and then problematizes from the aspect of psychoanalytical epistemology. The process took place at two interconnected, while different platforms, where one of them had an aim to bring to light latent thoughts in the texts, through employing psychoanalytical symbols to decipher their codes, with an overview of specificities of author’s social and emotional life. The other platform included the other and Otherness, mostly in connection to problematizing identity/identities, the processes of subjectivization, or the questions of the self. The chosen short stories by A. H. Tanpınar were read with the assumption that values are universal, that what is being written is independent of the context, and that the substance is not conditioned by the writer’s intention. Also, this manner of reading presents an insight into various musings about the text, where settled models which the text reflects are differently viewed, identifying reality as a relation between the essential and marginal within it. It should be noted that this paper does not serve the function of accentuating the marginal, even though through psychoanalytical reading the marginal, that is the eccentric, is being examined in detail; this paper is focused on gaining insight in processes which come to exist through facing central and marginal identities. Key Words: psychoanalytical literary criticism, Ahmet Hamdi Tanpınar, other, the self, identity 1 Tuzla Universitesi, Felsefe Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Araştırma Görevlisi 99 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ UVOD versus Značenja koja se proizvode u pripovijetkama kategoriziraju se prema centralnom liku, koji je pozitiv/ primarno teksta. U psihoanalitičkim tumačenjima značenjskih struktura ističe se “nadmoć“ falusnog označitelja kojem subjekt pristupa usvajajući nazore Drugog/Zakona/Norme. U tom slučaju privilegovana je ona struktura koja preuzima označiteljsku funkciju, odnosno, koja kao simbolički Drugi preuzima na sebe sprovođenje Zakona. Ako za polazište uzmemo navedene postavke, uočit ćemo da označitelj na neki način podređuje sve u tekstu, sve se dijeli i kategorizira u odnosu na njega, što dovodi do polarizacije samog teksta i to na Subjekat i drugo čija je funkcija prijenos misli/ istine obrazovane subjektivnosti teksta. Drugo (najprije podrazumijeva ono nefalusno, dakle, žensko) je u novonastalim značenjskim strukturama objekt (želje). Retorika psihoanalitičkog čitanja u konkretnom korpusu nastoji da se, s jedne strane vođena Freudovim teorijama, tijela teksta/pripovjedaka „polože na kauč“ i iz njihovih pripovijedanja sakupe elementi koji će preko tumačenja simbola odvesti od manifestnih do latentnih misli. S druge strane, potrebno je u ta tijela/ od tih tijela umetnuti odraz drugog/Drugog, u odnosu na njihov vlastiti identitet, a pored toga preispitati autorov govor/pismo s obzirom na ono što (ne) kaže. LJETNA KİŠA Da bi na vidjelo izašle istine teksta u Ljetnoj kiši, pripovjedač priču realizira u odnosu na drugog. U pitanju je priča o iskušenju u susretu s različitim, gdje je drugo skoro nepokretni i reprezentativni označitelj identiteta Subjekta u tekstu. On je isto tako obeznačen kako bi osigurao da viđenja i mišljenja favoriziranog Subjekta teksta izađu u prvi plan. Ako krenemo od manifestnog sadržaja pripovijetke, možemo reći da je napisana da bi se opisala: vanbračna veza Fatme i Sabrija, ili generalno, struktura porodice turskog društva četrdesetih godina XX vijeka. 100 Međutim, u tom slučaju bi zanemarili jednu bitnu stvar, koja se sama nameće, mada u tekstu nigdje nije eksplicitno navedena. To mjesto je čvor gdje se preklapaju manifestni i latentni sadržaj teksta, a opisuje utjecaj koji na duševno stanje glavnog lika, sredovječnog (i oženjenog, oca dvoje djece) pisca Sabrija, ostavlja vanbračna afera, te način na koji on preispituje svoj život kroz prizmu doživljaja sa Fatmom, lijepom mladom ženom koja se pojavila niotkud, i kako se na kraju (ne) mijenja. Kriza jednog braka u određenom društvu autoru/pripovjedaču je poslužila samo kao podloga, detalje saznajemo nekad od njega samog, a nekad nam glavni lik, uz pomoć dva “podstanara svoje ličnosti”, Karađoza i Hadživata, i njihovih replika, daje svoje viđenje stvari, dok su opisi susreta dvoje ljudi i njihove vanbračne afere uključeni kako bi se ispitali psihološki i moralni uzroci, odnosno posljedice za to. Osnovica pripovijetke je ustvari, dramatično sazrijevanje i proces spoznaje glavnog junaka koji je još od momenta kad je ugledao Fatmu, osjetio neodoljivu privlačnost i želju da je upozna i razumije. Znači, u analizi bi se trebalo zadržati na psihološkom razvoju i procesu “samospoznaje”. U knjizi Pripovijetke Ahmeta Hamdija Tanpınara, dekonstrukcijski i semiotički pristup, Sevim Kantarcıoğlu Sabrija i njegovo duševno stanje poredi sa iskustvom Prufrocka iz Eliotove pjesme “The Love Song of J. A. Prufrock”: Prufrock je osjećajan i romantičan pjesnik koji se zbog duševne nesređenosti ne osjeća potpunim i koji nije sposoban upoznati ni sebe ni realnost svijeta u kome živi. Ne može napraviti moralno ispravan izbor, a to ga baca u dokonost. Iako na početku monologa Prufrock ozbiljno namjerava da se zaljubi, rezultat na kraju je poraz u potpunosti suprotan njegovoj namjeri. (Kantarcıoğlu, 2004: 100) Sličnu situaciju vidimo i kod Sabrija. On je izdanak jedne kulture temeljene na bipolarnoj (konfliktnoj) slici svijeta, čiji su sistemi vrijednosti, kao reference imali dva, nekada potpuno suprotna i nepomirljiva entiteta, Istok i Zapad, a i on sam je duševno nesređen. Ne može uspostaviti potpunu ravnotežu između svog duhovnog i tjelesnog, a također, ne postoji ni unutrašnji balans elemenata na ta dva odvoje- BİLDİRİ KİTABI II na plana. On ništa ne može spojiti u cjelinu, stran je sam sebi, a stran je i vanjskom svijetu. Sentimentalan je, neodlučan i pasivan. Oženjen je i ima djecu, ali nema nikakvog osjećaja odgovornosti, prema njima. Njegov brak je samo još jedna od svakodnevnih navika, koja ga ne ispunjava, tačnije, obaveza, nametnuta društvenim konvencijama. U momentu kada upoznaje Fatmu, njegova žena i djeca su na odmoru, baš pogodno vrijeme i mjesto, za njega, za jednu uzbudljivu, kratkotrajnu avanturu sa tom lijepom, mladom ženom. U samoj pripovijetki nije evidentno da on Fatmu smatra potencijalnom (kratkotrajnom) zabavom, mada je već na prvim stranicama data naznaka na koji način će sve teći i kako rezultirati: Eto tako, kroz ovu slučajnost je počelo to kratko i čudno prijateljstvo što je proganjalo Sabrija mjesecima i u potpunosti mu poremetilo život. (Tanpınar, 1999:11). Kada se opisuje situacija gdje je Sabri uveo mladu ženu u kuću i kad je ona stavila ploču sa Debussijevom muzikom, navodi da je muzika bila poput djeteta njihove pažnje, što raste među njima crpeći svoju snagu od njih. (Tanpınar, 1999:21). Malo dalje se kaže da je ljetna oluja poput pozadine događaja... bitno je ono što se dešava u njima samima. (Tanpınar, 1999:22). Muškarac na trenutke osjeća krivicu oženjenog čovjeka dok provodi vrijeme sa Fatmom u svojoj kući, i ona već tada dobiva konture bića drugosti, što će do kraja pripovjesti i ostati - stranac koji je ulaskom u kuću oženjenog čovjeka izazvao nesvakidašnju zabunu. Sabri, dok razmišlja šta će reći susjedima, postaje svjestan i prisustva Drugog, jer ipak osjeća pritisak društvenih normi, ali tad je još uvijek mogao prevariti svoj Super ego, posljednji put umiriti svoju savjest, prije nego je u potpunosti isključi, pa je od sebe odbacio (suvišna) razmišljanja, predočavajući cijelu situaciju kao bezazlenu, riječima: Ta ja pet godina živim ovdje. Zar to meni niko ne smije doći?! (Tanpınar, 1999:10). I prepušta se uživanju... Međutim, Fatma neće ostati samo kratkotrajna ljetna kiša i svjetlosna oluja kako ju je Sabri nazvao. Ona će prouzrokovati veliku promjenu kod njega, izazvat će njegovo buđenje iz dugogodišnje letargije. Sati koje su proveli u kući uz Debussijevu muziku sa gramofona oživjeli su Sabrijev duh i učinili da se stopi u jedno sa, ionako živim, Fatminim duhom. Osjećao se kao da se ponovo rodio. Na tom mjestu je upečatljivo i prisustvo impliciranog autora, gdje, na tragu Tanpınarovog ubjeđenja da za pravu ljubav uz duhovno sjedinjenje obavezno mora doći i tjelesno, da bi se kroz njega pronašao lijek i napojila žedna duša, čitatelj već može očekivati nastavak zbližavanja. Nakon što se Fatma nije javljala ni dolazila dva dana Sabri je bio ubijeđen da više nikad neće vidjeti svoju ljetnu kišu. Za to vrijeme u kojem dosta razmišlja i preispituje sebe, on shvata da je samo priviđenje, da živi u nekom zamišljenom svijetu, onako samo površinski. Susret sa Fatmom mu pomaže da shvati da je za njega i ljubav samo strah od gubitka i ništa više. Počinje se gaditi sam sebi. Izgleda da je ova žena došla da (raz)otkrije sve njegove slabosti. (Tanpınar, 1999:14). Ali što je još važnije, počinje poimati stvarnost. U tom svom procesu spoznaje, shvata, i to je drugi bitan momenat, kako je duhovno nesređen, zbunjen i daleko od toga da bude ispunjen nečim. U jednom trenutku sebe poredi sa stablom smokve iz svog dvorišta, istovremeno, namjerno ili ne, u tekst se upisuje glavna karakteristika autora, konkretnog bića, biti na razmeđu: Svaki put bi se iznova čudio kad bi ugledao drvo smokve kako neodlučno raste, malo u susjednom, a malo u njegovom dvorištu i kako je jednim svojim dijelom priljubljeno uz zid, a drugim ga nadvisuje. Upravo kao ja. (Tanpınar, 1999:39). Postaje svjestan da je dotad izbjegavao stvarnost, da nije bio u stanju da živi u sadašnjosti, za momenat. Riječi kojima se u pripovijetki izražava trenutak Sabrijeve spoznaje su: Koliko god to smiješno zvučalo, on godinama nije osjetio onu čudesnu blaženost, koju donosi momenat shvatanja da je zaljubljen. (Tanpınar, 1999:49). Kada je riječ o samom liku Fatme, ona je čitatelju predstavljena kroz filter Sabrijevog poimanja. Njena priča je data u epizodama i teče paralelno sa glavnom pričom, ali u formi konstantnih Fatminih vraćanja u prošlost. To još više potcrtava njenu figuru, tačnije, način na koji je predstavljena - rastresena i nestabilna. I Sabri je nestabilan, ali se njihova psihička stanja dosta razlikuju. Ona je djetinjstvo provela tako što su je stalno poistovjećivali sa tetkom po majci, čije ime i nosi, a koja je umrla prije nego se Fatma rodila. Ustvari 101 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ nju su odgajali da bude što vjernija kopija svoje tetke, morala je nositi njenu odjeću, čak i govoriti i kretati se kao ona. Fatma nikad nije dobila priliku, ni dok je bila dijete, a ni kad je odrasla, da bude ona sama. Njena prošlost joj je bila vezana za vrat, poput kamena što je vuče na dno. Zbog svega ovoga, ni ona ne može živjeti u sadašnjosti, već na momente postaje ono dijete koje u pravom smislu nije mogla ni biti, ili se pak vraća u dane kad je bila mlada djevojka i pokušava biti ono što tad nije. Na ovom mjestu postaje jasno da lik Fatme između ostalog, nosi karakteristike poopćenog drugog. Preuzimanjem tih karakteristika, individua kroz proces subjektivacije prima stavove drugih, koji ga potom konstituiraju kao subjekt. Ti stavovi istina konstituiraju ‘mene‘, koje doista jest pasivno i nekreativno. No osim tog pasivnog ‘mene‘, postoji još i ‘ja‘-stvaralački subjekt. (Mead, 2003:161) Shodno tome, čovjekova želja jest želja Drugog, a Drugi je upravo jamac istine. Lacan kaže, Ako sam rekao da je nesvesno beseda Drugoga sa velikim D, to je zato da bih naznačio onostranost u kojoj se priznanje želje vezuje sa željom za priznavanjem. (Lakan, 1983:184) Nadalje, osoba je društveni proces koji teče s dvije različite faze (ne bi bilo ‘ja‘ da nema ‘mene‘, niti ‘mene‘ da nema ‘ja‘).(Lakan, 1983:171) Ukoliko činjenicu da individua sebe ne doživljava direktno nego indirektno, tako što sebi prvo postane objekt, konkretiziramo u liku Fatme, uočit ćemo da se ona ponašala malo luckasto, poput izgubljena i naivna djeteta kad se upoznala, tj. prvi put vidjela sa Sabrijem - upravo iz razloga što su je dotad uvijek smatrali takvom u njenoj vlastitoj porodici. Za ilustraciju mogu poslužiti Fatmine riječi kada se ponašala kao domaća u kući u kojoj se prvi put nalazila, što se može vidjeti kod male djece kada sa roditeljima odu u goste. Iz ormara je izabrala najljepšu haljinu Sabrijeve žene: Čim nađem nešto lijepo obavezno navlačim na sebe. Mada je bilo i ljepših stvari. (Tanpınar, 1999:13). Kada Sabri u njoj vidi lijepu i izazovnu ženu koja možda i nije svjesna pažnje koju privlači, već pri njihovom drugom susretu, ali i zadnjem, ona utjelovljuje njegov nazor i prihvata njegove želje kao svoje. U tom kontekstu zanimljiva je transformacija Fatme od bezazlene djevojčice do samosvjesne zavodnice, žene koja preuzima inicijativu, kao projekcije Sabrijevih želja, tačnije, 102 svega onog čega nema u njegovom životu. Kao i svega što on nije. Nasuprot njegove pasivnosti stoji njeno iniciranje - stavila je ploču, pozvala ga kraj sebe, uzela ga za ruku, priljubila se uz njega, a kad je ploča završila i on je okrenuo prema sebi da nastave u započetom smjeru, ona je rekla ne, istovremeno se afirmirajući kao drugo Sabrija. Kao što je već rečeno, pripovijetka je konstruirana oko elemenata nepotpunosti duha, odvojenosti od stvarnosti i rastresenosti. Važnu ulogu igra i vanbračna veza dvoje ljudi, jer se kroz nju pokazuje da je razlog nepomirenosti sa svijetom i sobom, nemira i patnje glavnog lika Sabrija, upravo činjenica da je oženjen. I s njom [njegovom ženom, Seher, (N.Ž.)] je trebalo biti na isti način [osjećati bliskost (N.Ž.)] mada nju ne bi doživljavao kao stranu i nepoznatu zbog navike koju su donijele duge godine braka. Uz naviku uvijek postoji ta zastrašujuća želja, prisutna u svakom braku, želja za samoćom. Dok sada... [prisutni su sasvim suprotni osjećaji (N.Ž.)]. (Tanpınar, 1999:20). Fatma je također udata, ali se osjeća slobodnom, jer njen muž živi u inostranstvu s drugom ženom. Ona dakle, ne osjeća nikakvu odgovornost spram svog braka, ali u pripovijetki to nigdje nije jasno izrečeno, kao njen stav. Ustvari, ni njihov kontakt na plaži, koji i nije ništa drugo do produkt trenutačne strasti, nemamo predstavljen iz ugla sudionika, već ga implicirani autor/pripovjedač komentira kroz dijalog Karađoza i Hadživata: Toliko toga samo da bi stigli do “ovoga”, ove otuđenosti? Toliko peripetija da bi se desilo nešto tako prosto. (Tanpınar, 1999:53) Može se reći da je ovo ključno mjesto pripovijetke jer se izravno dolazi i do latentne ideje teksta, kao što se i na najbolji način pruža uvid u misli konkretnog autora. Naime, psihoanaliza gleda na seksualni čin u manifestnom sadržaju kao na ispoljavanja straha iz latentnog sadržaja. Ako se tome pridoda način na koji se o njemu govori, dakle, ne izriče se direktno, nego se daje naslutiti, postaje jasno da je strah (od žene, od osjećanja, od zbližavanja, od dijeljenja, od priznavanja, od spoznaje...) zajednički svim nivoima i planovima pripovijetke. Zanimljivo je da su se u tekstu prije ovog ključnog momenta nizali elementi koji također mogu odvesti do autora, Tanpınara, u smislu upotre- BİLDİRİ KİTABI II be odbrambenih mehanizama, upravo u situaciji koja personifikuje njegov strah, najprije prisustvo, a onda i odstustvo žene: To je sad gotovo... Ponovo se vratio svom Evliji Čelebiji. Kako je samo u ovom momentu svog heroja vidio jasno. Krajnje dobar, vrijedan i inteligentan, on bi na samom početku donosio sud o ljudima i prema njemu organizirao život... Uspomena na mladu ženu ga je potajno pratila... Ona je bila prolazna ljetna kiša, oluja svjetlosti. Samo toliko... (Tanpınar, 1999:3334). Psihoanaliza tretira spominjanje neke poznate ličnosti kao simbol figure oca, s kojim se želi poistovjetiti, odnosno zauzeti njegovo mjesto u društvu (Edipov kompleks). U konkretnom slučaju subjekt uviđa da nema kvalitete da bi uradio tako nešto, da on nije poput svog uzora, već da se od samog početka mijenjao i prilagođavao drugom, iako mu je od početka bilo jasno da on(a) predstavlja opasnost po njegov bračni život. Slično samjeravanje sa figurom oca imao je i konkretni autor u svom životu, što navedenom iskazu dodaje još jednu razinu. Nadalje, očito je da se vratio radu (kojeg je godinama pokušavao završiti) jer se mlada žena nije pojavljivala nekoliko dana i jer je mislio da je više nikad neće vidjeti. Iza tog rada se krije (neutažena) seksualna žudnja u sublimaciji koja će na narednih nekoliko stranica prerasti u histeriju, u tolikoj mjeri da na kraju u jednom momentu pomisli da je sve to, susret i sati koje je proveo sa mladom ženom, bio samo san. Čovjek i ne može drukčije nego da san prihvati kao nijemi posmatrač. “Ali ja tada nisam spavao.“- govorio je, prepirući se sam sa sobom. (Tanpınar, 1999:35). Nakon navedenog niza čini se kao da tekst prekida lanac koji objašnjava kako je dovelo do ključnog mjesta unutar njega (fizički kontakt likova), međutim ono što radi je da simbolima implicira jedan od razloga koji je doveo do njega: Nakon što je dugo kroz vrata (!N.Ž.) gledala oronulo dvorište, njegova žena je rekla:“Najprije moramo oživjeti ovu bašču.“ (Tanpınar, 1999:35-36). Bašča simbolizira (njegovu) ženu, u ovom slučaju bašča je oronula, što znači da joj neko nije posvećivao potrebnu pažnju, dok vrata, koja predstavljaju ženski spolni organ, pokazuju u kojem smislu je bašča zapuštena. Dakle, ono što se desilo poslije je logičan slijed svega upisanog. Ako dalje retrospektivom od seksualnog čina pratimo simbole nailazimo na niz koji postaje sve konkretniji u smislu naznake šta će uslijediti. Naime, kada se ponovo pojavila, žena je tražila cigaretu (simbol za muški spolni organ), dok je Sabri primjetio da ona nije pušila prilikom njihovog prvog susreta. Kao da mu je otvarala vrata za neka nova iskustva, dok se u tekst upisuje pitanje: Šta bi uradio kad bi se ponovo rodio?, te se implicira odgovor na to pitanje: Skočio je u more. Ovoga puta je otišao daleko i ne primijetivši. Voda je bila duboka i opuštajuća. Nikad nije osjetio toliku slast. U jednom je valu zagrlio svoju novu prijateljicu nekoliko puta, a potom je ispustio. (Tanpınar, 1999:37). Napomena: plivanje simbolizira san o ponovnom rođenju. I sljedeći simbol koji je upisan među njih nastavlja niz: Kad je doplivao do stepenica mola bio je dobrano zadihan. Žena je već stajala na vrhu njih i smiješila mu se. (Tanpınar, 1999:38). Napomena: stepenice simboliziraju seksualni akt. Žena ponovno traži cigaretu, ovaj put uz komentar: Već dugo vremena nisam imala paklo cigareta. (Tanpınar, 1999:44). Njihova veza nije uspjela prerasti u nešto lijepo i čisto, zaustavila se prosto na zadovoljavanju potreba. A pošto se zadovoljstvo postiže kada se ‘obavi dužnost’ i tako ugodi zahtjevu ja-ideala, tj. kad je subjekt/Fatma postigla da je Drugi/Sabri ‘vidi u obliku u kojem joj se sviđa da je vidi’, svaki dalji kontakt postaje izlišan. Cigareta kao simbol je ponovno upotrijebljena da se daju dodatne informacije o Fatmi, tačnije o njenim navikama: Djevojka upita: Možete li mi dati jednu cigaretu?... Žena je sa uživanjem udahnula prvi dim. Onda je ugasi u pijesku uz riječi: Danas sam previše pušila.... Bilo je očito da uopće nije osjećala da je u krivu. (Tanpınar, 1999:53-54). Persirala ga je poslije seksualnog akta, to je indikator koji nam tekst nudi da će ona, bez obzira na sve, uvijek ostati stranac za njega. Misli ovih rečenica, dakle, njihov latentni sadržaj govore o (seksualnim) navikama žene. Želi da bude s nekim, uživa (kratko) na početku i onda, zasitivši se, prekida odnos bez žaljenja pri tome ne osjećajući da to što radi nije u redu. 103 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Sabri je poslije pokušao krivicu za ono što se desilo među njima prebaciti na Fatmu: Znala je da sam oženjen, sve sam joj ispričao, a opet je to uradila. (Tanpınar, 1999:54).Tekst u istom momentu kritikuje taj njegov pokušaj, odnosno, čini da Sabri shvati da je on, i jedino on, odgovoran što su stvari krenule tim tokom i skončale na taj način: Da, da, ja uopće ne vidim sebe tu, kao da nisam ni u čemu učestvovao. Ali ja sam taj koji zna Seher i koji je voli. (Tanpınar, 1999:54) Inače, kako teče priča saznajemo, opet kroz simbole, šta Sabri misli o svojoj ženi u odnosu na njega samog. Njena osobenost, ono što ona jeste, podsjećala je na naslage jedne jedine svijeće od spermacita što se u trenu istopila. Mnogo puta je ostala tako zalijepljena za posudu u kojoj se istopila. (Tanpınar, 1999:48). Ovdje pažnju privlači zamjena/igra muških i ženskih simbola. Sebe poredi sa ženskim (drvo, posuda), na drugom mjestu u pripovijetki poredi se sa ribom koja je također simbol sa ženskim predznakom, odnosno svoje usne sa ustima ribe, a svoju ženu sa muškim (svijeća). Nameće se ideja da se Sabri identifikovao dvostruko, u odnosu na svoju ženu čiju je osobenost prisvojio (dajući njoj svoju), dok mu Fatma služi da se identifikuje u odnosu na drugo (nejasno, tamno, loše). Dok je bio s Fatmom, Sabri je jedino želio dobar provod i uzbuđenje. Nije ni pomislio da to vuče sa sobom i odgovornost, koju on inače izbjegava. Njemu je jedino cilj da niko ne sazna za ovaj izlet, da to ne bi negativno utjecalo na njegov brak. Tu tekst opet intervenira, potičući Sabrijevu savjest, jer on odjednom smatra Fatmu mentalno bolesnom i plaši se da bi ona, nakon intimnog zbližavanja, mogla tražiti da provede noć kod njega: Sad se plaši da će žena koja mu je do maločas bila toliko draga i za koju je čak mislio da je voli, htjeti prespavati kod njega... to ga je izluđivalo. S jedne strane se stidio, a s druge, pokušavao naći izlaz iz nepovoljne situacije. Ja sam glupak. Ustvari sam ja taj bolesnik. Bolest mi je u glavi. U podvojenosti koju nosim u sebi. (Tanpınar, 1999:57-58) Konačno, na još dva mjesta nam izgleda kao da progovara stvarni autor, sam pisac, kroz simboliku riječi glavnog lika: Razmišljao je o svemu onome što se desilo u ka- 104 bini, toj vlažnoj morskoj pećini, i o svom trenutnom stanju. Nakon svega će ležati ovako na suncu poput dva spržena krila. (Tanpınar, 1999:53) Ako su krila aktivna, dakle sposobna za let, to simbolizira mogućnost spolnog općenja, kako su u konkretnom slučaju krila spržena (daljnje) spolno općenje neće biti moguće, kako u tekstu, tako i u realnosti. Drugi primjer možda čak i jasnije podvlači vezu sa stvarnim piscem: On će [nastaviti (N.Ž)] živjeti naginjući se čas na jednu čas na drugu stranu te čudne klackalice što mu se ispriječila u životu. (Tanpınar, 1999:57) Na nivou teksta, ova rečenica implicira ispunjenje želje glavnog lika, s obzirom da je već priznao svoju podvojenost/neodlučnost, o bilo kojoj vrsti da je riječ, dok je izvan njegovih okvira svojevrstan Tanpınarov potpis/pečat koji ovjerava da se doista radi o autentičnom djelu ovog umjetnika binariz(a)ma. Na kraju, kad se Fatma odluči ići mužu i pokušati spasiti svoj brak, Sabri je poredi sa papirnim zmajem, koji leti kako vjetar puše, dok za sebe uviđa da je jedina njegova aktivnost u životu da sprečava sebe da bilo šta uradi. Kratkotrajna afera mu je pomogla da postane svjestan kakav je ustvari. Njegova trauma je trauma raspadnutog sebstva, a “neprijateljstvo“ prema drugom je strah od mogućnosti da se prepozna u njemu. On je kao Subjekt pokušao očuvati vlastiti identitet tako što je potiskivao nju kao drugost. To nažalost nije bilo dovoljno da se i moralno uzvisi. Jedino što je sasvim prisutno je grižnja savjesti, koja kao da je tu da bi nagovijestila da će Sabri nekad u budućnosti ipak dostići jedinstvo duha. SNOVİ Druga pripovijetka u izvjesnoj mjeri je tematski bliska Ljetnoj kiši a pročitana je psihoanalitički kroz prizmu odnosa muškarac i žena, odnosno, Subjekta i drugog. Ponovo je predstavljen sredovječni oženjeni muškarac, po zanimanju pisac, koji u momentu odvijanja događanja iz pripovijetke prolazi kroz period pada koncentracije, u smislu da ne može završiti rad kojeg je započeo. Za razliku od slučaja glavnog lika iz prethodne pripovijetke, nered koji se dešava u njego- BİLDİRİ KİTABI II vom životu pojavom drugog, u neku ruku potječe od njega samog, može se reći da je on, iako nesvjesno, odgovoran za pometnju koja je nastala. Naime, žena koja mu ulaskom u život remeti ravnotežu je proizvod njegove psihe (mašte). Na ovom mjestu se pojavljuje pitanje o motivima za tako nešto, tačnije šta je to što je Subjekt nagnalo da smišlja (baš takvo) drugo sa kojim bi se mogao samjeriti. Da bi se došlo do odgovora bilo je potrebno propitati svaki odnos u kome se našao Subjekt koji nam tekst nudi, utvrditi da li je riječ o bilo kakvim binarizmima, ili o odnosu Drugog (Oca/ Zakona) spram Subjekta, odnosno stavu koji on sam zauzima spram drugog, kao individue, te Drugog, što podrazumijeva pluralnost okruženja, društva, tj. kulture. Pri analizi je od pomoći bio simbolički poredak pripovijetke jer snažno povlači liniju/granicu između centralnog identiteta, odnosno poretka (zakona) i rubnog, odnosno zazornog, koje, opet, predstavlja izraz slabosti i straha od samog tog sistema. Tako, ako u Snovima analiziramo zazorno (djevojku), doći ćemo i do identiteta kreatora (pisca Džemila). S tim što će ovdje, zbog specifičnosti slučaja, cijela analiza biti sprovedena na području Subjekta, centralnog identiteta. Ako se za inicijalnu poziciju binarizama uzme pozitivno-negativno, daljnja kategorizacija bi mogla biti um-tijelo, sveto-nesveto, čisto-nečisto, svjesnonesvjesno i u konačnici, muškarac-žena. U okviru ovih parametara, bez ulaska u teoretiziranje o tipovima zazornog u okviru simboličkog poretka, a uključujući poruke samog teksta kroz simbole, na površinu su isplivale istine o procesu spoznaje vlastitog identiteta kroz ogledanje u drugom. Pripovijedanje je organizirano tako da se kroz hronološki slijed, odnosno smjenjivanje noći (sanjanje) i dana (razmišljanje o snovima i njihovo analiziranje), omogući sagledavanje cjeline. Na narativnom nivou se ipak ne nude nikakvi rezultati analize koju vrši glavni lik, već se snovi u nizu predstavljaju u manifestnom obliku, kao da pozivaju (psihoanalitičkog) čitatelja da se udubi u njihovo latentno značenje: Ponekad, i to veoma rijetko, u ovim snovima bi viđao neke... poznate stvari. Naprimjer, stablo jorgovana ispred njihove kuće. Džemilu se ovo drvo svidjelo, i njegovoj ženi također, ... jer je poput zlatnog koplja paralo čistu ju- tarnju maglu. (Tanpınar, 1999:110) Napomena: drvomuški polni organ, ali ima cvijeće-simbol za seksualnu nevinost. Ovi simboli ukazuju da snovi na latentnom nivou prate i događaje iz mladosti sanjača/glavnog lika. Prisutno je jako naglašavanje (prvog) seksualnog iskustva pomoću odabira riječi koplje-muški polni organ, para čistu maglu. Jednom je vidio početak malih stepenica. Na malom stolu su u staklenoj tegli plivale crvene ribe. Sve ovo je trajalo samo tren. (Tanpınar, 1999:110) Napomena: naglašavanje veličine (malo) stepenica/seksualni akt, stola/brak, krevet sa asocijacijom spolnog općenja znači seksualnu aktivnost nekog “malog”/mladog, nezrelog, dok ribe (simbol za ženski polni organ) crvene boje u staklenoj posudi (žensko tijelo) govore da je riječ o mladoj ženskoj osobi. Posljednja rečenica pokazuje da je pripovjedač (promatrač) prisustvovao tom aktu samo kratko. Narednog dana je ležao u lijepoj, prelijepoj sobi sa bijelim zavjesama od tila... on je i ležao u krevetu, a istovremeno kroz jedini prozor sobe gledao podno širokog i niskog drveta. Bilo je to čudno drvo. Stajalo je doslovno poput ljudskog bića, poput ušutkanog čovjeka. Džemil je imao osjećaj da ono nekog čeka. Nekoga ko će doći malim putem. (Tanpınar, 1999:110-111) Napomena: soba-žena, prelijepa; iza bijelog vela-udata žena; drvo - ta žena ima muškarca/muža, ali on je ušutkan, nema pravo glasa, iako zna da će ga kod njegove žene neko mlađi zamijeniti. Treće noći, čim je zaspao, našao se pred vratima. Džemil je čekao da se vrata otvore, žarko je to priželjkivao. Znao je, međutim, da se ona neće moći otvoriti. (Tanpınar, 1999:110-111) Napomena: vrata - simbol za ženski polni organ, stojanje pred njima podrazumijeva želju za seksualnim aktom, do kojeg, prema posljednjoj rečenici, neće doći. ...bio je u nekoj nepoznatoj kući. Sobe su bile prostrane, i u njima su se nalazile udobne sofe. I prozori su bili veliki. On je kroz jedan od ovih prozora promatrao more. Bilo je mirno i pusto. Međutim, odjednom se more napunilo čamcima, tegljačima i teretnim brodićima. Jedan je parobrod na silu pokušavao uploviti među njih. Džemil se nalazio i među svim tim brodovima, a istovremeno i u onoj velikoj kući. (Tanpınar, 1999:112) Napomena: more-simbol za ženu, najprije djeluje kao mirna i sama, ali je odjednom okružena muškarcima- brod je simbol za muškarca. I sanjač je među pretendentima 105 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ žene. Nizanje snova se prekida da bi se u priču upleo i jedan vid autoriteta - doktor kojeg glavni lik posjećuje, što u tkivo teksta upisuje nove konotacije, ponajprije, prošlost postaje vremenski topos događaja koji su na Subjekt teksta ostavili dalekosežne posljedice čije efekte osjeća i u prezentu priče. Na ovom mjestu dolazi i do skretanja snova, tačnije, oni se nastavljaju kretati u istom pravcu, ali postaju projektori trenutnog (duševnog) stanja glavnog lika, dakle, umjesto uzroka, kao u dotadašnjim snovima, na vidjelo izlaze posljedice: Treće se večeri našao u potpuno drukčijem okruženju. Igrao se sa nekom malom djevojčicom. Trudio se svim silama samo da je zabavi... Smijeh na njenom licu bio je lijep i dražestan poput igre svjetla na vodi. Bio je krajnje sretan. Odjednom je sva sreća splasnula. Grubim glasom mu reče:“Ja odoh“... Stavila je nekakvu vreću pred Džemila i rekla:“Evo, tvoja je!“ (Tanpınar, 1999:112-113) Napomena: mala djeca u snu simboliziraju polne organe - ovdje se desila zamjena muških i ženskih simbola - a igra sa njima onaniju. Prestanak onanije i upoznavanje sa stvarnom ženom - predstavljenom simbolom vreće - se desio iznenada i na grub način, što je rezultiralo da on prestane biti sretan. Džemil vidi/sanja nepoznatu djevojku u bijelom nakon što je prošao nepoznatim putevima i gleda s prozora kuća koje mu nisu poznate. Kad se probudi razmišlja: “Ja imam dva života. Vezan sam za ovaj drugi koliko i za prvi. Strašno...“ Trebalo je da ispriča ženi. Ipak je bio, u snu doduše, okupiran drugom ženom. (Tanpınar, 1999:116) Ni poslije ovog samoprijekora nije joj rekao iako je ona bila jedino tlo u ovom golemom životu na kome je čvrsto stajao. (Tanpınar, 1999:114) Odlučio je da ne misli više na snove i to mu je donijelo olakšanje. Ali nije uspio sprovesti svoju odluku - snovi su mu i dalje okupirali misli tokom dana - razmišljao je o djevojci i shvatio da je imala tragove od vezivanja na rukama i nogama: Tad je opet primjetio da je cijeli san prožimala neka neobična tragična atmosfera. (Tanpınar, 1999:118) Ali onaj njegov osjećaj? Ono čudno previranje, osjećaj da je počinio grijeh...“Čiji ja to grijeh preuzimam? Čemu ova patnja?“ (Tanpınar, 106 1999:116). Kad se sjetio djevojčice iz sna postavio si je pitanje: “Kakvog sam ja to straha žrtva?“ (Tanpınar, 1999:118) Ova pitanja koje glavni lik sebi postavlja su zglobno mjesto misli teksta, gdje njegovo nesvjesno/podsvjesno pokušava u svijest ubaciti elemente da bi se došlo do odgovora. Ali svijest glavnog lika i ovog puta, kao i u njegovoj mladosti, odnosi pobjedu i usmjerava Džemila na manifestni sadržaj snova/pogrešan put: Kad se, nakon drugog dana spavanja bez prekida i snova, probudio nemajući u sjećanju nijednu sliku za kojom je čeznuo, a koja bi mu okupirala misli, osjetio se tako praznim, da mu se činilo kao da se doslovce smanjio ili osiromašio. Realnost je bila sljedeća: On se, cijeli dan i cijelu noć dok nije legao, nadao da će vidjeti/usniti mladu ženu. Do večeri je besposličario, bio rasijan i nesretan kao da se uistinu rastao od drage. Pitao se: “Zar je više nikada neću uspjeti vidjeti?“ Tajnovitost njegovih snova je u tolikoj mjeri prevazišla njegovu zbilju da se osjećao potpunim strancem u vlastitom životu. (Tanpınar, 1999:119) Sljedeći san: Mlada žena je stajala pred njim oslanjajući se na sto. Na njenom licu se očitavao neopisiv strah. (Tanpınar, 1999:120) Nastavak sna: Osjećam da se nalazim negdje gdje sam već bio. Ali sto nije naš. Sto je prazan. Ovo je neki lagan sto. Žena je stajala. Lice joj je bilo otkriveno, ali ga ja nisam uspio vidjeti. (Tanpınar, 1999:120) Napomena: osjećaj u snu da se već bilo na nekom mjestu simbolizira želju za povratkom u rodnicu, odnosno novim životom. Sto simbolizira krevet, odnosno brak/ seksualnu aktivnost, ovdje se vidi, kao prirodan slijed prethodne simbolike, da nije riječ o sadašnjem braku jer je lagan - a tu je i (druga) žena. Sljedeći san: Gledao je kroz vrata otvorene sobe... potom je naglo potrčao prema prozoru. Ali se prozor zatvorio njemu pred nosom upravo kad je stigao pred njega. Probudio ga je glasan vrisak... (Tanpınar, 1999:120-121) Napomena: otvorena vrata simboliziraju dostupnu/već postojeću ženu, dok otvoren prozor, koji se zatvori u momentu kada je krenuo u njegovom pravcu, predstavljaju alternativu/ drugu ženu - ona ga privuče, ali ostaje nedostupna. I kad nije sanjao o mladoj ženi povezivao je sadržaj snova sa njom i zbog toga je bio siguran da je ova soba pripadala mladoj ženi, i da je ono bio njen vrisak. (Tanpınar, 1999:121) Jedne druge noći je pričao sa mladom ženom u bašči. Džemil je znao da BİLDİRİ KİTABI II je ona kraj njega, ali joj nikako nije mogao pogledati u lice. Mislio je da je ludo voli, želio joj je neke stvari ispričati, cijepalo mu se srce za njom. (Tanpınar, 1999:123) Priča završava u maniru naučno-fantastične priče o nadnaravnim događajima, istovremeno ostavljajući otvorenim veliki broj pitanja o tome šta će dalje biti sa Džemilom i njegovim snovima. Ujedno se ne može oteti dojmu da je priča ispod površine nešto sasvim drugo - ona govori o sredovječnom čovjeku koji je u životu postigao sve što je planirao i da mu je život ušao u određenu kolotečinu. Tu se umiješa mašta istog tog čovjeka, njegove umjetničke strane, koji razmišlja kako da nastavi roman na kome radi. S obzirom na to da se oženio mlad, nije imao priliku da stekne nikakvo iskustvo sa drugim ženama, zbog toga iz podsvijesti prodire razmišljanje o seksualnom činu kojeg je slučajno vidio dok je bio mali i koji mu je prouzrokovao silan strah - rezultat je njegov transfer svega navedenog na poželjnu žensku osobu. Ispostavlja se da je motiv za smišljanje drugog strah. Čak je i taj drugi konkretizacija slabosti i straha. Kao i u prethodnoj pripovijetki uključena je samo jedna perspektiva, koja se, iako kroz glas pripovjedača, koncentriše oko glavnog lika i njegovih predodžbi i tumačenja. Što se tiče drugog, ono/ ona je skoro potpuno pasivno/a, i u maniru nekog lika sa filmskog platna koji igra zadatu ulogu, obraća se samo kad joj se dozvoli. U konačnici iz simbolike upisane u tekst proizilazi da je ovo priča o čovjeku koji je u mladosti, ili čak u djetinjstvu vidio spolni akt u kome je učestvovala veoma mlada ženska osoba, to je na njega ostavilo veoma jak utjecaj i rezultiralo željom da i on doživi slično iskustvo. Zbog toga je došao lijepoj udatoj ženi, koja je pored muža imala još muškaraca u životu. Njen muž je vjerovatno bio dosta stariji i znao je da ga mijenjaju mlađi muškarci, ali nije ni riječima, a ni djelima poduzimao ništa povodom toga. Međutim i pored njegove silne želje, mladić neće uspjeti u svojoj nakani. Tad, u strahu od intimnosti, on se okreće onaniji i sretan je s ovim surogatom, dok mu ne nametnu ženidbu i naruše sreću. U svojoj ženi ipak nalazi utočište, dok nakon dosta godina zajedničkog života prošlost ne zakuca na njegova vrata u vidu snova koji iz njegovog nesvjesnog izvlače traumu zbog dešavanja kojima je svjedočio i koje je zbog šoka potisnuo. Na sebe preuzima krivnju zbog onog čemu je djevojčica/djevojka bila izložena, moguće, ne svojom voljom, iz razloga što tada nije napravio ništa, te to pokušava nadoknaditi pokušajima da spasi djevojku iz svojih snova od njenog zlog usuda. ZAKLJUČAK Fokus rada je bio usmjeren na jedan aspekt imaginarija korištenog da se predstavi svijet kojeg grade Tanpınarove pripovijetke, Ljetna kiša i Snovi. U okviru granica koje postavljaju Freudove i Lacanove doktrine, uz korištenje postavki i drugih književnokritičkih pristupa tekstovima radili smo na isticanju specifičnog(ih) načina na koji one funkcionišu. U toku rada su na vidjelo izašle mnoge zajedničke tačke izdvojenih pripovijetki, ali istovremeno su bili vidljivi i elementi koji su svakoj od njih osiguravali određenu posebnost. Analizirani su odnosi (centralnog) muškarca/ intelektualca sa (rubnom) ženom/drugim. Pokazalo se da imidž staloženog, korektnog, oženjenog muškarca, predanog svom poslu, kojeg Tanpınarov muškarac nastoji održati, nije u skladu s onim što nastaje u situaciji kada u njegov život uđe strana/tajnovita (i možda upravo zbog toga) interesantna žena. Individue su sebe upoznale tek kada su se ogledale u takvom drugom, dakle prvo su sebi postale objekt i tek se onda doživjele kao subjekt. U njihovom slučaju se ispostavilo da ih karakteriše nepotpunost duha, odvojenost od stvarnosti i rastresenost, što se na kraju sve jasno definisalo kao strah od žene, od osjećanja, od zbližavanja, od dijeljenja prostora i upoznavanja samih sebe. Krivac za sve je (naravno) drugo, nekad prepoznato kao negativno, drugi put kao pozitivno, odnosno, drugo koje je savršeno sebstvo. Njena je krivica što je narušila sklad koji je centralni identitet do njenog dolaska imao. Naime, do pometnje u životima muškaraca, odnosno do mjesta gdje oni sami sebi postavljaju pitanje o tome ko su i šta žele/šta žele biti i šta nisu, dolazi upravo u momentu kada se pred njima pojavljuje žena. Činjenica je da oni u svom životu imaju (posjeduju) žene, međutim one nikad nisu bile ono (intrigantno) drugo, (u suprotnosti) sa kojim su gradili poimanje o 107 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ sebi, već prije sastavni dio onoga što su smatrali vlastitim (nesavršenim) identitetom. Pojava Fatme/djevojke koju Džemil sanja dešava se u veoma neobičnim okolnostima i narušava monotoniju njihovih života. One su ono što glavni likovi pripovjedaka nisu, niti trebaju u tom momentu, ali čak i kad nestanu, ostavljaju trag tako dubok, da oni više nisu što su nekada bili. Pročitane psihoanalitički, pripovijetke predstavljaju upis straha od drugog/drugačijeg, nepoznatog. Njihova središnja svijest je formirana na osnovu humanističkih i moralno-etičkih pogleda na život, gdje se tretira odnos muškarac-žena. Kako za Subjekt tekstova imamo muškarce, koji u oba slučaja tumače da drugom treba pomoć, oni onda simboliziraju poredak i predstavljaju ga. Navlače “sjajne oklope“ želeći se pretvoriti, između ostalog, u “vitezove na bijelim konjima“. Drugo (koje, usput rečeno, ne traži od njih pomoć) s kojim se samjeravaju, žena, dakle, je sve ono što narušava taj poredak i predstavlja/donosi haos i neravnotežu. Rezultat njihovih “podviga“ je da oni ostaju sami, ne uspijevaju u svojoj nakani, čak postaju i jadniji nego su bili. L İ T E R AT U R A Frojd, S. (1969) “Iz kulture i umetnosti“ , Novi Sad: Matica srpska Frojd, S. (1969) “Tumačenje snova, I i II“, Novi Sad: Matica srpska Fulgosi, A. (1981) “Psihologija ličnosti, Teorije i istraživanja“, Zagreb: Školska knjiga Kantarcıoğlu, S. (2004) “Yapıbozumcu ve Semiotik Yaklaşımlar Işığında Tanpınar Hikayeleri”, Ankara: Akçağ Lakan, Ž. (1983) “Spisi“, Beograd: Prosveta Mead,G. H. (2003) “Um, osoba, društvo“ Zagreb: Jesenski i Turk “Obuhvatni rečnik psiholoških i psihoanalitičkih pojmova“, preveo:dr.Berislav Stevanović (1972), Beograd: Savremena administracija Tanpınar, A. H. (1999) Hikâyeler, IV. Baskı, İstanbul: Dergâh Yayınları “Türkçe-Sırpça Sözlük”, haz. Slavoljub Đinđić, Mirjana Teodosijević, Darko Tanasković (1997) Ankara : TDK Yayınevi “Türkçe Sözlük”, (2005) Ankara : TDK Yayınevi 108 BİLDİRİ KİTABI II TEKKE VE ZAVİYELERİN BALKANLAR’DAKİ ROLÜ VE ÖNEMİ THE ROLE AND IMPORTANCE OF DERVISH LODGES AND RETREATS IN THE BALKANS Nedim BAKIRCI1 Hüseyin Kürşat TÜRKAN2 ÖZET Ab s tr act Türklerde tarikat ve tarikat kuruculuğu denilince akla gelen ilk kişi, şüphesiz ki Ahmet Yesevi Hazretleri’dir. Ahmet Yesevi, yetiştirdiği müritlerini Anadolu’ya göndermiş ve bu müritler Anadolu’nun manevi mimarları olmuşlardır. Halka arasından Anadolu’ya gelen müritlerin sayısı doksan dokuz bin olarak ifade edilmektedir. Ayrıca bu müritlere Horasan erenleri adı da verilmektedir. Her mürit, Anadolu’nun çeşitli yerlerini mesken tutmuş ve bulundukları yerlerde birer tekke veya dergâh inşa etmiştir. Sadece Anadolu ile sınırlı kalmamış, Balkanlarda da birçok tekke ve zaviye inşa ettirmiştir. Bu mistik kurumların (tekke veya zaviyelerin), bunların kurucuları ve yöneticilerinin (pirlerin, şeyhlerin ve dervişlerin) sadece dinî, sosyal ve kültürel yaşamda değil, aynı zamanda siyasal ve ekonomik hayatın düzenlemesinde, siyasi hudutların genişletilmesinde, elde edilen toprakların işletilmesinde ve buna paralel olarak söz konusu toprakların imar ve iskânında da önemli etkileri olmuştur. Anadolu tarikatları arasında en önemlisi hiç şüphesiz Hacı Bektaş Dergâhı’dır. Anadolu’dan Balkanlar’a, kısmen Mısır’a ve Yakındoğu ülkelerine dek geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Alevi Bektaşi dergâhlarının ana merkezi Hacıbektaş’taki Pir Evi’dir. Balkanlarda en fazla taraftar bulan tarikatlar arasında Bektaşilik, Halvetilik ve Mevlevilik yer alır. Balkanlarda zikredilen bu üç tarikata bağlı birçok tekke ve zaviye vardır. İşte bu çalışmada da bu tekke ve zaviyelerin Balkanlardaki rolü ve önemi üzerinde durulacaktır. Anahtar Kelimeler: Tekke, Zaviye, Tarikat, Ahmet Yesevi, Horasan Erenleri, Balkanlar. Ahmet Yesevi was the founder of the first sect in the history of Turks. Ahmet Yesevi sent his disciples to Anatolia and those disciples became the spiritual architects of Anatolia. The number of the disciples is said to have been ninety nine thousand by the people of Anatolia. Those disciples are also called Khorasan Erens (Saint). Each disciples settled in a different place in Anatolia and they established islamic monestaries and dervish lodges in their places. Just not confined to Anatolia, the Balkans, many dervish lodges were built. Those mystical establishments (islamic monastry and dervish lodge) and their administrators (sheikh and founders) had important roles not only in religious, cultural and social lifes but also in regulating political and economical lifes, in expanding political boundaries, in managing the conquered lands and in the process of their developments. Hadji Bektashi Sect has been undoubtedly the most important sect in Anatolia. Pir Evi (The house of the founder-father) in Hacı bektaş, a small town in the middle of Anatolia has been the main center of Alewi Bektashi Monestries, which spread in all Anatolia, Balkans and partly Egypt and Neareast Countries. The more fans who Balkans sect Bektashi, Halveti and Mevlevi. There are many dervish lodges in the Balkans due to the three sects. Here in this paper will focus on the role and importance of the dervish lodges in Balkans. Key Words: Dervish Lodge, Islamic Monastries, Islamic Sect, Ahmet Yesevi, Khorasan Erens, Balkans. 1 Doç. Dr., Niğde Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi, [email protected], [email protected]. 2 Okutman, Giresun Üniversitesi Türk Dili Bölümü, [email protected]. 109 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ: Toplum hayatında vazgeçilmez olan din, aynı zamanda medeniyet kurmakta da etkin bir rol oynar. Din, bazen toplumun geneline hitap eder, bazen de bireysel anlamda dinden güç kuvvet alanlar olur. İslam dini, tarihi süreç içinde bulunduğu coğrafyanın tümünde etkili olmuştur. Bu etkileşimden dolayı halkın hayatına girmiş ve halka yön vermiştir. İnsanı etkileyen din, toplumların kurduğu müesseseleri de etkilemiştir. Kurulan bu müesseselerin başında tekke ve zaviyeler gelir. Tekke ve zaviyeler özellikle hem Selçuklu ve Osmanlıların kuruluşunda harç vazifesi görmüş hem de medeniyet götürülmek istenen yere büyük katkı sağlamıştır. Selçuklularla birlikte müessesleşmeye başlayan tarikatlar Osmanlılarda bütün İslam coğrafyasına tekke ve zaviyeler vasıtasıyla yayılmıştır. Osmanlı Devletinde tekke faaliyetleri toplumsal alanda önemli mesafeler kat etmiş, içtimai, iktisadi, askerî, siyasi hayatla birlikte ilim ve kültür hayatına da girmiştir. Böylece Türkİslam kültürü oluşmuştur. Tekye (Tekke, galat), dayanma, dayanacak yer, tarikat mensuplarının oturup kalktıkları, ayin icra ettikleri yer demektir. “Zaviye”, “Hanhâh”, “Dergâh” ve “Asitane” isimleri de yaklaşık aynı manalardadır. Zaviye; hücre, küçük oda, tekkelerin biraz küçüğü olup şehirlerin kenarlarında yapılan, tarikat mensuplarının oturup kalktığı, ayin yaptıkları yer manasında kullanılmaktadır. Arşiv vesikalarında, aralarında hemen hemen hiçbir ayrım gözetilmeksizin “Tekye, Zaviye, Hanhâh ve Dergâh “ birbirlerinin yerine kullanılmaktadır (Pakalın 1971: 445-550; Ocak 1978: 247-265). Tasavvuf tarikatlarında tarikat mensuplarının, pirlerin, mürşitlerin, derviş ve muhiplerin içinde barındıkları, hizmet sundukları, ayin icra ettikleri tapım ve tören evlerine tekke (Tekye) veya dergâh denir. Tekkelerin küçüklerine “zaviye” büyüklerine ise “âsitâne» veya “hânkâh (hanekâh)” denir. Selçuklu ve Osmanlı döneminde genellikle yol üzerlerinde kurulan ve vakıf niteliğini taşıyan büyük çiftliklere, bağ, bahçe ve arazilere sahip tekke veya zaviyelerde sadece tarikat mensuplarına değil, gelip geçen yolculara da konaklama ve barınma imkânı ücretsiz olarak sağlanırdı. «Tarikat, Tekye, Zayiye, Hanikâh ve Dergâhlar”ın kuruluş amaçları ile günlük hayattaki fonksiyonları 110 tahlil edildiği zaman İslam’da emredildiği şekilde inanma ve yaşama, İslam ahlâkını benimseme ve öğretme, insana ve diğer varlıklara iyi davranma ve yardım etme, yardıma muhtaç ve düşkünleri destekleme, can ve mal emniyeti, inanç ve fikir özgürlüğü gibi temel insan haklarından mahrum olanlara yardım etme, vatan ve devletin korunmasına, milletin bütünlük ve bekasına destek olma gibi çeşitli fonksiyonları üstlenmeye çalıştıkları görülmektedir. Bu fonksiyonları üstlenmeye çalışan tarikatlar, yürüttükleri hizmetleri Müslümanlara verdikleri gibi “ibadullah” (Allah’ın kulları) denilen çeşitli inanış ve etnik unsurlardan olan insanlara da vermekteydiler. Anadolu’da faaliyet gösteren bu kuruluşların faaliyetleri daha çok Müslüman unsurlara yönelirken, Balkanlar’da ise müslim ve gayr-i müslim unsurlara yönelmekteydi. Bulundukları yerlerde insanları sevme, yardım etme, birlik ve beraberliğe çağırma, haksızlığa karşı koymaları, vatanı ve devleti, temel insan haklarının güvencesi bilerek korumaları, Müslümanlar tarafından desteklendiği gibi, gayr-i müslim unsurlar tarafından da desteklenmekteydi (Özdemir 1993: 259-310). Anadolu’nun ve Anadolu’ya ait uzantıların yani Balkanlar’ın Türk vatanı hâline gelmesinde Türkistan’dan gelen Ahmet Yesevî dervişlerinin önemli bir payı olmuştur. Anadolu’ya gelen Ahmet Yesevî dervişleri, kimseye el açmayan, elinin emeği ile geçinen, toprağa, vatana, devlete ve dine bağlı, prensipli, disiplinli ve örnek insanlardı. Bunlar, iskân amacıyla gittiği yerlerdeki insanlara yaşama ümidi ve mücadele gücü verdiler. Halkın yıkılan maneviyatını yükselttiler. Birlik ve beraberliğin sağlanmasında, dayanışma ve direnme gücünün artmasında müspet rol oynadılar. Öte yandan diğer dinlerin mensuplarına karşı da son derece müsamahalı davrandılar. Horasan’dan gelen dervişlere de Horasan erenleri deniliyordu. Hatta Hacı Bektaş da, Baba İlyas gibi Horasanî olarak anılıyordu. Sonra bir gelenek hâline gelen bu adlandırma, istila önünden kaçan yığınların izlediği yolu anımsattığı gibi, dervişleri zorlayan toplu göçü de anımsatmaktadır. Bu dervişler aynı zamanda Küçük Asya ile Orta Asya arasında bir bağ oluşturan Ahmet Yesevî kültürünü de beraberlerinde getirmişlerdir. Yesevi’nin düşüncesi daha sonraki dönemlerde Türk düşünce tarihinde birçok inançsal-sosyal örgütlenmenin kaynağı olarak tanımlanmıştır. Felsefî BİLDİRİ KİTABI II ve inançsal ilkelerinin prototipi olarak Hoca Ahmed Yesevî ve Yeseviliği gören düşünce hareketleri içerisinde, Alevilik ve Bektaşiliği de saymak mümkündür. Alevilik ve Bektaşilik, kendilerini Yesevî’nin müritleri olarak tanımlayan “Horasan Erenleri” tarafından, Anadolu’da organize olmuştur (Kökel 2007: 117-118). İrfan Görkaş’ın “İslam Felsefesi Açısından Horasan Erenleri” adlı makalesinde de belirttiği gibi Anadolu’ya intikal eden Horasan erenlerinin, vesikalara-menkabelere göre şu dört kategorideki hususiyetleri göze çarpar. 1. Perendelik: Perende “uçan” demektir. Perendelik, zahir ve batın ilminde derinleşme ve neticede bazı olgu ve olaylarda “tasarruf ” sahibi olma demektir. 2. Alp-gazi: Erenlerin “taç, kılıç, tuğ ve alem”leri vardır. Onlar savaşlara giderler. Zaman zaman esir düşerler. 3. Şahin, doğan gibi hayvanların formuna-kıyafetine girer, gazi-alplere yardıma gider, belde halkını İslam ederler. Bir başka deyişle “tay-i mekân”dırlar. İslam’ın tebliğcisi ve öğreticisidirler. 4. Onlar “öğretme” konusunda “görevli”dirler. Görevli olduklarına dair “tac, hırka, sofra ve seccade”den oluşan “emanetler”e sahiptirler (Göktaş 2000: 194). Horasan Erenleri olarak adlandırılan dervişler Anadolu’nun çeşitli yerlerinde birçok tekke ve zaviye kurmuş, bunlardan öne çıkanlar ise çeşitli tarikatlar kurmuşlardır. Bu tarikatlar arasında Bektaşilik (Hacı Bektaş Veli), Bayramilik (Hacı Bayram Veli), Halvetilik (Ömer Halveti / Seyyid Yahya Şirvanî), Mevlevilik (Mevlana Celaleddin Rumi), Ahilik (Ahi EvrenŞeyh Nasîruddîn), Kadirilik (Abdülkadir Geylânî), Nakşibendîlik (Mehmed Bahaeddin Nakşbend), Rıfâîlik (Ahmed Rıfâî) gibi tarikatları sayabiliriz. Bunlar sadece Anadolu’da değil Balkanlarda da önemli görevler üstlenmişlerdir. Özellikle gidilen yerlerin Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında büyük rol oynamışlardır. Osmanlı devletinin kurulmasında ve gelişmesinde, Osmanlı tarihçisi Âşıkpaşazade’nin de ifade ettiği gibi özellikle Anadolu’daki uç beyliklerin, Anadolu ve Horasan erenlerinin, Ahi ve Bektaşi kurumlarının; Gaziyânı Rum (Anadolu Gazileri, Alperenler), Abdalanı Rum (Anadolu Abdalları, Horasan Erenleri), Ahiyanı Rum (Anadolu Ahileri) ve Baciyanı Rum (Ana- dolu bacıları) teşkilatlarının büyük etkisi vardı. Bu dört teşkilatın Anadolu ve Balkanlarda çok önemli faaliyetler gösterdiğini biliyoruz. Türk bilincinin yayılmasında sınır boylarındaki görevi Gaziler ve Alpler, Anadolu içlerinde de bu görev Abdal kisvesi altındaki dervişler üstlenmiştir. Ahilerin düzen sağlamak görevleri kentlerde yürüyor, bu görev köylerde yeni yeni kurulmaya başlayan Alevi ocaklarına veriliyordu. Bacılar ise barışta ve savaşta hep görevliydiler (Birdoğan 1995: 33-34). Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri adlı eserinde Osmanlı Devletinin kuruluşu sırasında doğudan gelen manevi yönü kuvvetli dervişlerin batı taraflarına yerleştiğini ifade etmektedir. Bu dervişlerden bazıları gazilerle birlikte yeni topraklar fethetmekle meşgulken, bazıları ise köylere, boş ve tenha yerler yerleşip ziraat ve hayvancılıkla uğraşmışlardır. Onların boş topraklar üzerinde kurduğu zaviyeler büyük kültür, imar ve din merkezleri hâlini gelmiştir. Hatta ordulardan önce gelip yerleşen dervişler orduların harekâtlarını kolaylaştırmışlardır. Barkan’a göre tekke ve zaviye kuran dervişlere zamanın beyleri imtiyazlı davranmışlardır. Bu konuyu şöyle izah etmektedir: “Bittabi (doğal olarak) Osmanlı İmparatorluğu teşekkül edeceği devirlerde Anadolu’ya doğru yapılmış olduğunu gördüğümüz bu derviş akını ve bu dervişlerin köylerde yerleşerek toprak işleri ve din porpagandası ile meşgul olmaları hareketi ve zamanın beylerinin bu gibi kolonizatör dervişlere bir takım muâfiyetler, haklar ve topraklar bahşetmek suretiyle onların kendi memleketilerine yerleşmelerini temine çalışmaları, Anadolu istilâ ve iskânları kadar eskidir ve bu istilâların mütenasib bir şekilde (orantılı olarak) kuvvet ve ehemmiyet kazanmakta bulunmuştur...” (Barkan 1995: 29). Selçuklular zamanında Anadolu’nun fethi ve vatan haline dönüştürülmesinde olduğu gibi Balkanların fethi ve Türkleşmesinde de tekke ve zâviyelerin önemli rolü olmuştur. Askeri fetihler, adil bir yönetim ekonomik hayatın iyileştirilmesi ve insanların manevi dünyalarının güçlendirilmesi ile bütünleşmiştir (Karpuz 2010: 427-445). Selçuklu yönetiminin takip ettiği bu siyaseti, Anadolu Beyliklerinin “Bey” ve “Ulema”sı da takip etti. Gönül ve madde seferberliği ile Türk-İslam kültürü şehirlere, köylere, yer ve mevki adlarına kadar işlen- 111 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ meye çalışıldı. Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar ulaşılmaya, hizmet için tekye ve zaviyeler kurulmaya çalışıldı. Selçuklu ve Beyliklerin takip ettiği siyaseti Osmanlı Beyliği de aynen takip ettirdi. Anadolu’daki Türk-İslam kültürünün tebliğine hız vermekte, diğer taraftan ise yeni toprakların fethi için Balkanlara geçmekte idi. Bu hizmetleri yürüten Osmanlı Yönetimi “Tekye ve Zaviyeler” konusunda iki yol izledi. Bunlardan birincisi Selçuklu ve Beyliklerden intikal eden “Tekye ve Zaviyeler”in varlığını koruyup haklarını tanımak, ikincisi ise küffardan alınan topraklarda yeni “Tekye ve Zaviyeler” kurmaktı. Osmanlı Devleti’nin bu politikası daha sonraları da devam etti . Osmanlı dönemi Tasavvuf düşüncesinin, Anadolu ve Balkanlar’la yakından ilişkili olduğu bilinmektedir. Dönemin sosyal ve siyasal şartlarına, coğrafyanın iktisadi ve kültürel durumuna göre farklılıklar varsa bile şu çizgi değişmemiştir: Ahmed-i Yesevi’nin mısralarında yer alan pek çok konuyu Yunus Emre tekrarlamış, aynı sada yüzlerce sufinin himmet ve gayretleriyle Edirne, Sofya, Üsküp, Belgrat ve Bosna›da yankı bulmuştur (Kara 2001: 3-7). Balkan topraklarında tasavvuf ekolleri Osmanlı fetihlerinden önce görülmeye başlanmıştır. Balkan coğrafyasının çeşitli bölgelerine yayılan gönüllü Türk dervişleri birçok bölgede tekke, zaviye ve hangâh açmışlardır. Irmak ve su kaynakları kenarında açılan tekkelerin yanına değirmenler açılarak bölgenin yerli kitlelerine ulaşma ve iletişime geçme amacı güdülmüştür. Yerleşimin olmadığı bölgelerde açılan tekkeler ise farklı bölgelerden gelen Müslüman muhacirlere iskân yeri işlevi görmüştür (Barkan 2008: 141-190). Balkanların fütuhatını sadece kılıç ve pazı kuvvetine dayandırarak izah etmek mümkün değildir. Fethin gerçekleşmesinde ve oradaki Osmanlı idaresinin uzun süre devam etmiş olmasının arkasında tasavvuf erbabının oynamış olduğu rolü göz ardı etmek tarihi gerçeklere aykırıdır. İlk devirlerden itibaren İslam›ın özüne inerek, onu en iyi şekilde anlayıp, duygu, düşünce ve davranışlarını tam olarak Allah ve Resulü’nün iradesine tabi kılmayı gaye edinen tasavvuf ve tarikat mensupları, İslam dinini gayri Müslim toplumlara tebliğ edip, yaymayı en önemli vazifelerinden biri olarak kabul etmişlerdir. Bunun içindir ki, kendilerinin hak yolunda seferber eden ve her türlü fedakârlığı göze alan sufi dervişler, pek çok bölgelerde yoğun bir tebliğ 112 faaliyeti sürdürerek, oradaki insanlara İslam›ı tanıtıp sevdirmişler ve Müslüman olmalarına vesile olmuşlardır. Tasavvuf erbabı, bir taraftan sürekli bir tebliğ faaliyetini yürütürken, diğer taraftan da şartlar gerektirdiğinde, dış tehdit ve tecavüzlere karşı İslam› ı savunma noktasında, üzerine düşeni en iyi şekilde yapmışlardır (Türer 2003: 715-740). Balkanlarda ilerlemesine paralel olarak tekye, zaviye ve ha-nikah (hankah) sayıları da arttı. Özellikle Balkanlarda Bektaşi, Mevlevi ve Halveti tarikatına ait tekkeleri sayısı oldukça fazladır. Malkara, Gelibolu ve Dimetoka’da kurulan zaviyeler yanında Yenice Zağra’da Kılıç Baba Zaviyesi, Çirmen’de Musa Baba Zaviyesi, Dimetoka›da Kızıl Sultan (Kızıl Delü) Zaviyesi, Şumnu’daki Hüseyin Dede Zaviyesi, Hoca Ahmet Yesevi’den icazet alıp 370 kadar fukara ile Diyar-ı Rum›a gelen, Hacı Bektaş’tan izin alıp Varna’ya ait olan Kaligra Kalesi ve çevresine yerleşen Sarı Saltuk Baba tekye ve zaviyeleri vb. gibi birçok tekye ve zaviye kuruldu (Barkan 1974: 279-295). Bektaşilik Hacı Bektaş Veli tarafından kurulan bir tarikattır. Bektaşiliğin merkezi Sulucakahöyük (Hacıbektaş) olup oradan Anadolu’nun birçok yerine yayılmış, ardından da Balkanlara kadar geniş bir coğrafyada faaliyet göstermiştir. Balkanlarda kurulan Bektaşi tekkelerinin listesi bir hayli kabarıktır. Bektaşi tekkelerini listesi şöyledir: Yunanistan’da bulunanlar; Ahi Baba Tekkesi: Feres (Ferecik), Ali Baba Türbesi : Kandia/Kreta, Ali Baba Zaviyesi: Tsermen (Çirmen), Alikulu Tekkesi: Aydınlı/ Agia, Aydın Baba Türbesi: Thessaloniki (Selanik) Binbiroklu Ahmet Baba Zav.: Tsermen (Çirmen), Elmalı Baba Zaviyesi: Tsermen (Çirmen), Emine Baba Tekkesi: Vodhorina/Joannina, Eski Baba Zaviyesi: Tsermen (Çirmen), Ferecik Tekkesi: Feres (Ferecik), Gazi Baba Türbesi: İneli, Gaziler Tekkesi: Feres (Ferecik), Hasan Baba Tekkesi: Rethymnon/Kreta, Hasan Şeref Baba Türbesi: Joannina/Epirus, Horasanlı Ali Dede Tekkesi : Iraklion (Kandia)/Kreta, Hüseyin ve Turabi Baba Türb.: Kontsa’da (Joannina’nın kuzeyinde), Hızır Baba Tekkesi : Makri, Kızıl Deli Sultan Tekkesi: Didymotichon (Dimetoka), Katerini’de bir Bektaşi T.: Aikaterini (Katerini), Kasım Baba Tekkesi: Kastoria, Kesrin Dergahı: Thessaloniki (Selanik), Memi Bey Sultan Türbesi ve Bucak Tekkesi: Kozani’de Köşeler ve Sofular köyü arasında Mustafa Gazi Türbesi: Chania/Kreta, Mümin Baba Zaviyesi: Tsermen (Çirmen), Mürsel Baba Zavi- BİLDİRİ KİTABI II yesi: Tsermen (Çirmen), Otman Baba Zaviyesi: Tsermen (Çirmen), Piri ve Erbei Baba Türbe v. T.: Juma/ Kozani, Saltık Baba Türbesi: Korfu, Sancaktar Ali Baba Türbesi: Toplitza/Kastoria, Sancaktar Dergahı: Thessaloniki (Selanik), Şahin Baba Tekkesi: Kupekli/ Thessalien (Teselya’da), Trikkala’da bir Tekke: Trikkala/ Thessalien, Turbali Sultan, Cafer ve Mustafa Baba Türbeleri ve T. : Rini’de (Velestinon ve Farsala arasında), Timur Baba Zaviyesi: Çirmen, Yaran Baba Zaviyesi: Çirmen, Yenişehir Dergahı: Mora. Batı Trakya’daki Evros idare bölümündeki tekkeler; Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli): Didymotichon (Dimetoka), Gazi Ferhat Baba : Didymotichon (Dimetoka), Öksüz Baba: Didymotichon (Dimetoka), Aşağı Tekke: Mikroderio (Küçük Derbent) köyü, Gazi Hasan Baba: Sidiro (Demirören) köyü, Çilingir Baba: Haldini (Ilanlı/Yılanlı), İbrahim Baba: Feres (Ferecik), Işıklar Nefes Baba: Loutros (Ilıca) köyünde, Sancaktar Baba: Makri (Miri) köyünde. 1826’da (II. Mahmud tarafından) kapattırılan Dimetoka’daki diğer Bektaşi tekkeleri; Abdal Cüneyd, Ahi Denek, Çakmak Dede, Develi Dede, Karagöz Bey, Yağmur Baba, Nasuh Bey, Timurhan Şeyh, Hasan Baba, Şahin Baba–Şahin Sufi Sultan, Mürsel Baba, Şeyh Musluhiddin Baba, Timur Baba, Demirhan Baba, Şeyh Dede Baba. 1826’da (II. Mahmut tarafından) kapattırılan Ferez (Ferecik)’deki Bektaşi tekkeleri; Ahi Horasan, Ahi Turan Şah, Cuyi Dede, Veli Dede, Şeyh Siyah Taccüddin, Göbekli Saraç Baba. Rodopi idare bölümündeki Bektaşi tekkeleri; Kara Ahmed, Pospos (Puşpuş): Komotini (Gümülcüne), Ak Baba, Taşlık: Petrota (Taşlık) köyünde, Süpüren Mahmut Dede: Komotini’de (Gümülcüne’de), Üç Gaziler: Hloi köyüne (Hebilköy’üne) 5 km (Bul garistan sınırları dahilinde), Kamber Baba: Anokambi (Yukarı Kamberler) ve Kato kambi (Aşağı Kamberler) köyü arasında Son dönemlere ait iki tekke; Raşiye: Mega Evmiro (Büyük Mursalı), Ahmet oğlu Ahmet Baba: Genisia (Yenice Karasu) köyü; Kavaklı Mah. Genisa bölgesinde ayrıca Hasan Baba, Taybe Sultan, Zübeyde Ana, Öksüz Baba, Mercan Ana, Musellim ve Mahsun Baba’nın mezarları bulunmaktadır. Bulgaristan’daki Bektaşi tekkeleri; Abdullah Dede Tekkesi: Yeni Zagra, Akyazılı Sultan Tekkesi: Varna/ Balçık köyü (Batova), Ali Koca Baba Zaviyesi: Ruscuk, Genç Baba Tekkesi: Miralar köyü yakınlarında, Hakir Ali Baba Zaviyesi: Ruscuk, Haydar Baba: Tutrakan, Hekim Ali Baba Tekkesi: Tutrakan (Denziler köyü), Hasan Demir BabaPehlivan T.: Razgard/İsperih, Kemanlar, Horasani Ali Baba Zaviyesi: Ruscuk, Hüsam Dede Tekkesi: Sofya/Dobeşince, Hüseyin Baba Tekkesi: Duraç köyü yakınlarında, Hüseyin Baba Zaviyesi: Silsitre, Kademli (Kıdemli) Baba Tekkesi: Nova Zagara yakınlarında, Kamber Baba Tekkesi: Ruscuk, Kızane Tekkesi: Tirgoviş (Eskicuma)/Kızane köyü, Kızıldeli Sultan : Kırcali, Koca Doğan Zaviyesi: Silistre, Kurt Baba Tekkesi: Belören (Belveren), Melek Baba Tekkesi: Ruscuk, Musa Baba Zaviyesi: Kozluca, Mustafa Baba Tekkesi: Rusçuk/Silistre, Mustafa Baba Tekkesi: Hasköy/Filibe, Otman Baba Tekkesi: Hasköy, Timur Baba Zaviyesi: Silistre, Ormenyon Çirmen, Yahya Paşa Bali Tekkesi: Razgard yakınlarında. Romanya’daki Bektaşi tekkeleri; Sarı Saltuk Tekkesi: Babadağ, Akyazılı İbrahim Baba: Betova, Kanaat Baba: Keçideresi, Horasanı Ali Baba: Denizler. Bosna Hersek’te bulunan Bektaşi tekkeleri; Blogay’da bir Bektaşi T.: Blagay (Mostar), Gradiška’da bir Bektaşi T.: Gradiška, İzvornik’te bir Bektaşi T.: İzvornik, Konjiç’te bir Bektaşi T.: Konjiç (Konyiç), Saraybosna’da bir Bektaşi T.: Sarajevo (Saraybosna), Tuzla’da bir Bektaşi Tekkesi: Tuzla. Kosova’da bulana Bektaşi tekkeleri; Hacı Adem Vechi Baba T.: Prizren, Pec’de bir Bektaşi Tekkesi: Pec (İpek), Şemseddin Baba Tekkesi: Djakovica (Yakova), Şeyh Hafız Baba Tekkesi: Djakovica (Yakova). Makedonya’daki Bektaşi tekkeleri; Ali Baba Tekkesi: Debar (Debre), Hace Baba Tekkesi: Titov Veles (Köprülü), Hamza Baba Tekkesi: Štip (İştip), Hıdır Baba Tekkesi: Kicevo (Kırcova), Hüseyin Baba Tekkesi: Bitola (Manastır), Kanatlar’da bir Bektaşi T.: Kanatlar, Karaca Ahmet Tekkesi: Skopje (Üsküp) / Kumanovo, Kırcova’da bir Bektaşi T.: Kicevo (Kırcova), Mustafa Baba Tekkesi: Skopje (Üsküp), Sersem Ali Baba (Harabati) T: Tetovo (Kalkandelen), Süleyman Baba Tekkesi: Skopje (Üsküp), İsmail Baba Tekkesi: Usturumca (Gülçiçek 2000: 212-217). Halvetiliğin ilk kurucusu Ömer Halveti olarak bilinir. Ancak Halvetiliğin asıl kurucusu Seyyid Yahya Şirvanî’dir. Halvetilik gerek keyfiyet, gerekse kemiyet olarak Türk insanını ve toplumunu en fazla etkilemiş bir tarikat olarak karşımıza çıkmaktadır. Ay- 113 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ rıca Halvetilik sadece Anadolu’da değil, diğer birçok İslam ülkesinde de yaygın tarikatlar arasına girmiştir. İbrahim Gülşen tarafından Kahire›de kurulan zaviye ile birlikte Mısır›da en yaygın tarikatlar arasındadır. Oradan da, aynı kanalla Sudan, Mağrib ülkelerinden Cezayir, Tunus›ta ve Hicaz bölgesinde yayılmıştır. Bu kanaldan Afrika›nın iç kesimlerinde yayılan Halvetiye kolları, İslam›ın yayılmasında önemli bir rol üslenmişlerdir. Yine bu tarikat Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, Eski- Yugoslavya (bugünkü Bosna-Hersek Cumhuriyeti›nde) ve Uzak-Doğu ülkelerinden Endonezya›da oldukça yaygın olduğu görülmektedir. Osmanlı Döneminde Balkanlarda en çok tekke ve zaviyeye sahip olan Halvetilik’in maalesef ki günümüzde tekke sayısının çok az olduğu bilinmektedir. Osmanlının bu bölgelerden çekilmesiyle tekkelerin çoğu yıkılmış veya terk edilerek harabe haline dönmüştür. Sırbistan’da Halvetiliğin merkezi Ujiçe şehridir. Ujiçe’de Halveti tekkesi ilk olarak Şeyh Mehmet b. Ömer Efendi tarafından kurulmuştur. Sırbistan’ın Leskovac (Leskovça), Szegedvaroş, Sokobanja, Vranje ve Ajdovşçina şehirlerinde de Halveti tekkelerinin mevcut olduğu kayıtlara geçmiştir. Bugün bu tekkelerden hiçbir iz kalmamıştır. Hepsi yıkılmıştır. Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre Belgrat’ta 17 tekke arasında bir Halveti tekkesi de vardır. Bosna Hersek Osmanlı idaresine girdikten sonra XVI. Yüzyılın ilk yarısından itibaren Saraybosna başta olmak üzere birçok şehirde Halveti dergâhları kurulmuştur. Osmanlı döneminde Bosna Hersek’in en önemli yöneticilerinden biri olan Gazi Husrev Bey, Saraybosna’nın merkezinde kurduğu külliyede bir hanikah da inşa etmiştir. Vakfiyede hanikahın başında Halveti tarikatına mensup bir şeyhin olması şart olarak ifade edilmektedir. XVII yüzyılda Saraybosna’da ikinci Halveti tekkesi Şeyh İbrahim Bistrigi tarafından kurulmuştur. Elçi İbrahim Paşa tarafından Travnik şehrinde de bir tekke inşa edilmiş. Tekke’nin ilk şeyhi Şeyh Ahmet’tir. Bosna Hersek’te Halveti tekkelerinin Vişegrad, Byelyina, Rudo ve Donya Tuzla şehirlerinde yayılmasında Saraybosna Yediler Türbesi türbedarı Şeyh Seyfullah (Ebu Leys) Efendi İblisoviç’in (ö.1889) büyük emeği vardır. Konjiç şehrinin merkezinde inşa edilen Mehmet Çavuş külliyesinde, Halveti tarikatına mensup bir tekkenin var olduğu da kayıtlarda yer almıştır. 114 Mostar kasabasına yakın Buna nehri üzerinde Blagay Halveti tekkesi vardır. Bu tekkeyi Ujiçeli Şeyh Huslihuddin’in müritlerinden ve o zaman Mostar Müftüsü olan Ziyauddin Ahmed b. Mustafa (ö.1679) tarafından inşa edilmiştir. Bu tekke Sarı Saltuk’un makamının burada bulunmasından dolayı Alevi Bektaşi tekkesi olarak da kabul edilmektedir. Bir başka Halveti tekkesi de XVI yüzyılın ikinci yarısında Prusac (Akhisar) şehrinde, İstanbul’da tahsilini tamamlayarak Akhisar’a kadı olarak atanan Hasan Kafi (Pruşçak) tarafından inşa edilmiştir. Osmanlı döneminde Saraybosna’da 3 hanikâhın Halveti olduğu ve Bosna-Hersek’te, Vişegrad, Rudo, Bjelina, Donja Tuzla gibi yerlerde 10 Halveti tekkesinin var olduğu görülmektedir. Halveti tekkelerine 1930 yılına kadar rastlamak mümkündü, fakat İkinci Dünya Savaşından sonra, malesef bugün de Halvetiliği icra eden tekke yoktur. Halvetilik, Kosova’da en yaygın tarikatlardan biridir. Prizren şehri Kosova’da Halvetiliğin merkezi olarak kabul edilir. Şehir merkezinde Pir Osman Baba tarafından Saraçhane Halveti tekkesi kurulmuştur. İkinci Halveti tekkesi Şeyh Muhammed tarafından Yakova’da (Gjakova) şehrinde Halveti tekkesi kurulmuştur. Kosova Kameniçesi köylerinden Topanica’da 1754 yılında Gilan’ın Livoça köyünden Şeyh Zeynelabidin bir Halveti tekkesi açmıştır. Preşova şehrinde kurulan Halveti tekkesinden başka Rakovça köyünde de Şeyh Begzad tarafından bir tekke kurulmuştur. İpek şehrinde de 1893 yılında Şeyh Süleyman tarafından bir Halveti tekkesi kurulmuştur. Prizren Saraçhane Halveti tekkesinin kurucusu Pir Osman Baba’nın halifelerinden Şeyh İbrahim, Damyan’da bir Halveti tekkesi kurmuştur. Mitroviça şehrinde bugün de faal olan Halveti tekkesini XIX. yüzyılda Şeyh Muhammed açmıştır. Kosova’nın Rahovça (Rahovec) kasabasında da XVII. yüzyılın sonu XVIII. yüzyılın başlarında Şeyh Eyyub’un oğlu Şeyh Süleyman tarafından bir halveti tekkesi kurulmuştur. Bugün de faal olan tekkede semahane, halvet odaları, kahve ocağı ve diğer bölümler vardır. Deçan kasabasına yakın Nevrokoz köyünde Yakovalı Şeyh Halid tarafından Halveti tekkesi açılmıştır. Prizren’in etrafında Lukinje köyünde Şeyh Bekir tarafından kurulan Halveti tekkesi vardır. Yumnik’teki Halveti tekkesini kuran Şeyh Osman’dır. BİLDİRİ KİTABI II Kosova’da Halvetiliğin Ahmediye kolunun Sinaniye şubesine ait bir tekke Prizren’de XVII. yüzyılın başlarında Horosanlı Kutub Şeyh Musa tarafından inşa edilmiştir. Bu tekke XIX. yüzyılın sonlarına kadar faaliyette bulunmuştur. Makedonya’da Halvetilik, Sinani, Karabaş ve Hayati kolları olarak faaliyet gösterdiği bilinmektedir. Halvetiliğin Sinanilik kolunu incelediğimizde Üsküp’te iki tekke’nin varlığı tespit edilmektedir. Ümmi Sinan veya diğer ismiyle Veliyüddin Vardar Sinani Tekkesi, Vardar nehri kıyısında on altıncı yüzyılın sonlarında İbrahim Ümmi Sinan müritlerinden Abdülhadi el Vardari tarafından kurulmuştur. Üsküp’te ikinci Sinani Tekkesi İplikçi Hasan Efendi tekkesidir. Prizren Saraçhane Halveti Tekkesinden icazetli olan Şeyh Salih Baba on sekizinci yüzyılda Üsküp’te Vardar nehrinin sağ kıyısında Halveti tekkesini kurmuştur. Diğer bir Halveti tekkesi de Zincirli Tekke olarak anılmaktadır. Şeyh Adem Baba tarafından kurdurulmuştur. Köprülü’de Şeyh Mehmet baba tarafından Halveti Derbent Dergâhı kurulmuştur. Makedonya’nın Kumanova şehrinde ve ona yakın Mateyçe köyünde, Eğri Palanka, Kratova Koçana, Ustrumca’nın Bansko köyünde, Üsküp’ün Raşçe köyünde birer Halveti tekkesinin var olduğu çeşitli kayıtlarda yazılmaktadır. Vardar nehrinin kaynağı olan Vrutok köyünde de Şeyh Yusuf tarafından Halveti tekkesi kurulmuştur. Osmanlı idaresinin ilk döneminde Arnavutluk’ta en yaygın tarikat Halvetiliktir. İslam’ı kucaklamasında en etkili Halveti tekkesi 1490 yılında Korça şehrinde Mirahor İlyas Bey tarafından kurulan Halveti tekkesidir. XVI. Yüzyılda Halvetilik Delvina, Vlora (Avlonya), Berat gibi Arnavutluk’un önemli merkezlerinde yayılmıştır. Prizren Saraçhane Halveti tekkesinin kurucusu Pir Osman Babanın oğlu Şeyh Sinan’ın (ö.1808-09), halifesi Şeyh Hasan Arnavutluk’un Has bölgesinde XIX. yüzyılın başında bir Halveti tekkesi kurmuştur. Şeyh Hasan aynı zamanda Luma’da ve Kukes şehrinin Nanga köyünde de birer tekke inşa etmiştir. Arnavutluk’un başkenti Tiran’da Prizren Saraçhane Halveti tekkesi şeyhi Şeyh Osman’ın halifesi Tiranlı Şeyh Ali Pazari tarafından Halveti tekkesi kurulmuştur. Berat şehrinde iki Halveti tekkesinden başka, Korça’nın Bilişti köyünde ve aynı bölgede Progri köyün- de, Pogradec’in Şengyergi köyünde birer Halveti-Hayati tekkesinin var olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Tepedelen’de de dört Halveti tekkesinin var olduğu biliniyor. Tepedelen’in güneyinde bulunan Luzati köyünde Abdülfettah Efendi zaviyesi, Majgorani (Mecid-i Guran) köyünde, Ramiz ve Viragos köylerinde ve XIX. yüzyılın sonlarında Tepedelen bölgesinde Tosk Martalloz, Marica ve Krates köylerinde de birer Halveti tekkesi kurulmuştur (http://balturk.org.tr/ balkanlarda-halvetiyye-ve-halveti-tekkeleri/). Mevlevilik, Mevlana Celaleddin Rumi’nin ölümünden sonra şekillenmeye başlamış ve Konya merkez olmak üzere Anadolu’da, Balkanlarda ve Ortadoğu coğrafyasında yayılma alanı bulmuştur. Böylelikle Mevlevilik Ortaçağ Anadolu’sunda büyük halk kitleleri arasında kabul görmekle birlikte beylikler ve Osmanlılar dönemlerinde siyasi otoriteye etki edebilen bir kurum haline gelmiştir. Bu kurumsallaşmanın sonunda barış zamanlarında Anadolu’nun Türkleşme ve İslamlaşma sürecinde halk üzerinde etkili olan Mevlevilik Birinci Dünya Savaşı’nda kurulan Mevlevi Alayları ile askeri alanda da faaliyet göstermiştir. Mevlevîhâne, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin düşüncelerini esas alan, tarikat prensiplerinin öğretildiği bir kurum olup değişik yapılardan oluşmaktadır. Mevlevî tekkeleri tarikat öğretiminin yanında hat, tezhip, musiki gibi güzel sanatlarla ilgili, yolcuların barınması, fakirlerin doyurulması ve benzeri sosyal amaçlı çalışmalar da yapmışlardır (Karpuz 2010: 428). Arnavutluk’un Elbasan ve İpek şehirlerinde mevlevîhâneler olduğu kaynaklarda geçer. Ancak tekke binalarının ayakta olup olmadığı bilinmemektedir. Veled Çelebi’ye göre Elbasan mevlevîhânesinin banisi Murad Dede, Şeyhi Hafız Dede’dir. İpek Mevlevîhânesi de 1911 yılında faal görünüyor (Karpuz 2010: 430). Bosna-Hersek’te Sarayevo İsa Bey Zâviyesi mevlevîhâne olarak bilinir. Bosna–Hersek’in başkenti, Sarayevo’da Bendbaşı semtinde 1462’de kurulmuş, yıkıla yapıla 1957 yılına kadar gelmiş ve o yıl ortadan kalkmış bir mevlevîhânedir. Mevlevîhâne İsa Bey zaviyesinin yerine geçmiş olmalıdır (Karpuz 2010: 430-431). Bulgaristan’da Filibe Mevlevîhânesi önemli bir mevlevîhânedir. Rumeli’de Bektaşi, Halveti vd. tekkelere göre günümüze gelen nadir mevlevîhânelerden birisi de Bulgaristan’daki Filibe’de bulunmaktadır. Kentin merkezinde Osmanlı dokusunun bulunduğu 115 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Üçtepe mevkiinde 18. yüzyılın başlarında Peçevi Ahmed Dede adına kurulmuştur (Karpuz 2010: 431). Macaristan’da Peçoy Yakovalı Hasan Paşa Mevlevîhânesi bulunmaktadır. Şehrin surlarının dışında Zigetvar Kapısı civarında yer alan mevlevîhânenin, sadece semâhâne olarak kullanılan camisi günümüze gelmiştir (Karpuz 2010: 432). Makedonya’da Üsküp Mevlevîhânesi vardır. Makedonya Cumhuriyeti’nde başkent Üsküp’teki Mevlevîhâne yıkılmış geriye soluk bir resim kalmıştır. Yerini tam olarak bilmiyoruz. Evliya Çelebi’ye göre Sadrazam Melek Ahmet Paşa’nın konağı mevlevîhâne haline getirilmiştir. Veled Çelebi’ye göre türbede yatan Numan Dede Efendi, 1912’deki şeyhi Ferruh Çelebidir. Son Şeyhi ise Hakkı Efendidir (Karpuz 2010: 433). Sırbistan-Kosova’da da mevlevîhâneler bulunmaktadır. Belgrad ve Niş Mevlevîhâneleri kayıtlarda geçmesine rağmen günümüze gelememişlerdir. Kosova İpek Mevlevîhânesi’nin de son durumu bilinmemektedir (Karpuz 2010: 433). Yunanistan’ın başkenti Atina’da bir mevlevîhâne bulunmaktadır. Atina’nın merkezinde Akropolis’in güneyinde Plaka semtinde Roma agorasının içinde yer alır. Fethiye Camisinin yaklaşık 100 m güneyindedir. Yakınındaki Hacı Mehmet Medresesi ve Mustafa Ağa Camisi ile bir üçgen oluştururlar. Kesin yapılış tarihi bilinmemektedir. Yapıdan ilk olarak 17. yüzyılda Evliya Çelebi söz etmektedir (Karpuz 2010: 433). Girit-Hanya Mevlevîhânesi: Girit adası, Hanya şehri ve mevlevîhânesi Türk tarihinin hüzünlü sayfalarından birisini teşkil eder. Adanın diğer şehirleri önceden fethedilmesine rağmen Hanya 1646 tarihinde binbir zorluk çekilerek ve binlerce şehit verilerek alınmıştır. Savaşa tanıklık eden Evliya Çelebi ordumuzun kahramanlığını ayrıntılarıyla anlatır. Mevlevîhâne 1890 yılında açılmış, 1924 yılında kapanmıştır. Selanik Mevlevîhânesi: Yunanistan’ın kuzeyindeki Serez ve Selânik mevlevîhâneleri de yıkılmıştır. Veled Çelebi Serez’in banisi olarak Ramazan Dedeyi, şeyhi olarak Mehmed Ağah Dede’yi kaydetmiştir. Selanik Mevlevîhânesi’ne ait bazı fotoğraflar günümüze gelmiştir. Yenişehir-Larissa Mevlevîhânesi: Yunanistan’ın Teselya bölgesindeki Larissa Yenişehir Mevlevîhânesi Köstem nehri kenarında yer almaktadır. 17. yüzyıl başlarında Ekmekçizade Ahmet Paşa tarafından yaptırılan bir zaviyedir. 116 Öte yandan Yunanistan’daki Rodos, Sakız, Midilli adalarında birer mevlevîhâne olduğu bilinmektedir. Veled Çelebi’ye Sakız Mevlevîhânesi’nin banisi Hızır Dede, Şeyhi İsmail Dede olarak belirtir. Midilli de ise Cemil Dede yatmakta, şeyhi Nafiz Dede’dir. Bunlar gibi Batı Trakya’daki Gümülcine ve Dimetoka mevlevîhânelerinin akıbeti hakkında bilgimiz bulunmamaktadır (Karpuz 2010: 434-436). Balkanlarda bulunan tekke ve zaviyelerin toplum hayatında pek çok etkisi olduğu muhakkaktır. Selçuklularda ve Osmanlılarda tekke ve zaviyeler toplumu nasıl etkilemişse Balkanlarda da aynı şekilde etkilediğini ve topluma yön verdiğini söyleyebiliriz. Özellikle Balkanlarda yer alan tekke ve zaviyelerin en önemli özelliği fethedilen topraklarda yaşayan gayri Müslimlerin Türkleşmesi ve İslamlaşmasını sağlamaktır. Bu anlayış büyük ölçüde başarılmıştır. Buna bağlı olarak bu kuruluşların sosyal huzurun sağlanmasında ve ruhi yapının korunmasında da önemli rol oynamıştır. Fethedilen topraklarda birlik ve beraberliğin oluşmasında tasavvufi düşüncelerin yaşatıldığı tekkeler önemli hizmetler ifa etmişlerdir. Balkanlarda bulunan tekke ve zaviyelerin kurulduğu günden bugüne hayatın pek çok aşamasına katkı sağladığı görülmektedir. Bu katkılar üzerinde durmak istiyoruz. Tekke ve zaviyeler açıldıkları yerlerde ilim ve kültür hayatını derinden etkilemişlerdir. Balkanların fethinde sadece askeri güç yeterli olmamış, manevi ve ilmi desteği de tekke ve zaviyelerin açılmasıyla sağlanmıştır. İnşa edilen tekke ve zaviyelerde yetişen önemli şahsiyetler ortaya koydukları eserleriyle ilim ve kültür hayatına katkı sağlamışlardır. Ayrıca her açıklan tekkede bir kütüphane kurulmuş, bu kütüphanelerden yararlanılarak ilmi çalışmalar yapılmış, eğitim ve kültüre katkı sağlayarak ulema ve devlet adamlarının uğrak yeri olmuştur. XIII. yüzyıldan itibaren hem Anadolu’daki hem de Balkanlardaki tekke şeyh ve müritleri şiiri ve edebiyatı vasıta olarak kullanmış ve böylece tarikatın öğretilerini geniş halk kitlelerine yaymaya çalışmışlardır. Bu tekkelerden birçok ünlü şair yetişmiştir. Hatta Türk milletinin kurtuluşunu ve bağımsızlığını ifade eden İstiklal Marşı gibi devasa bir eser de Ankara’daki Taceddin Dergâhında yazıldığını hatırlatmak isteriz. Tekke ve zaviyelerin bir başka önemi iktisadi hayata yaptığı katkıdır. Tekke ve zaviyeler hem Anadolu’da hem de Balkanlarda iktisadi ve ekonomik yönden BİLDİRİ KİTABI II toplumu yönlendirmiş, sadece dünyalık için yaşanmaması gerektiğini ve israfın haram olduğunu insanlara sunarak iktisadi anlamda tasarruf sağlamıştır. Ayrıca tekkelerin iktisadi hayatta en büyük katkısı Ahilik ve fütüvvet teşkilatlarının kurulmasıyla olmuştur. Fütüvvet teşkilatı gençleri mert, yiğit, cömert, bilgili ve becerikli yetiştirme gayretiyle sanatkâr ve zanaatkârların bir araya gelmesiyle doğmuş dinî iktisadi bir organizasyondur. Bu dinî ve iktisadi organizasyonun adı da Ahiliktir. Ticaret erbabı esnaf ve sanatkârların her zümresi ahilerin açtıkları zaviyelerde her işin erbabı olan kişinin etrafında toplanıyorlardı. Gündüz işleriyle meşgul olan esnaf, akşamları da tekke ve zaviyelerde şeyhlerinin önderliğinde dinî eğitimlerini alıyorlardı. Ahilerin çalışma düzeni, ahlak kuralları fütüvvetnamelerle belirleniyor, bu fütüvvetnamelerde kaynağını Kur’an ve sünnetten alıyordu. Fütüvvetnameler aynı zamanda Ahilik teşkilatının anayasası mahiyetindeydi. Türkistan’dan gelen Selçuklularla devam eden askeri hazırlıkların yapıldığı yer olarak bilinen ribat geleneği (savaşlarda kullanılan atların bağlandığı arkasına sığınılarak belde halkının düşmana karşı kendisini savunması için hazırlandığı yer) XII. yüzyıldan sonra tekke ve zaviyeler tarafından kurumsallaştırılmıştır. Burada önce askerler nefis terbiyesinden geçtikten sonra orduya katılmışlardır. Osmanlı Devletinde tekke ve ordu münasebetleri daha da sistemleştirilmiştir. Tekke ve zaviyeler daha çok köylerde ve ıssız dağ başlarında açılmış, oradaki halka din farkı gözetmeksizin hizmet etmiş ve halkın gönlünü kazanarak bir anlamda silahsız o bölgeleri fethetmişlerdir. Hatta Padişahla beraber Bektaşi dervişlerinin savaşa katıldığı, daha sonra Yeniçeri Ocaklarının kuruluşunda Bektaşi dervişlerinin gayretleri olduğunu söyleyebiliriz. Milli mücadele döneminde de Özbekler tekkesinin karargâh olarak kullanıldığı yakinen bilinmektedir. Balkanlarda kurulan tekkeler de Anadolu’da olduğu gibi fetihlerde büyük görevler üstlenmişlerdir. Anadolu’da Selçuklu ve Osmanlı gibi iki büyük devletin kurulmasında tekke ve zaviyelerin, dolayısıyla da erenlerin büyük rolleri olduğu bir gerçektir. Şeyhler, dervişler, Aplerenler Anadolu’ya büyük ölçüde Moğol istilasıyla yerleşmeye başlamış, yerleştikleri yerleri imar ve inşa etmiş, bağ bahçe açmış, uygun yerlere değirmenler kurmuş ve toplumu hem yönlendirmiş hem de ortamı fethe uygun hâle getirmişlerdir. Tarikat, tekke ve zaviyelerin temel amacı, İslamı dosdoğru yaşamak ve yaşatmak, kâmil insan, kâmil müslüman yetiştirerek, dünya nimetlerinden fedakârlık etmek, insanlara yardım ve ihsanda bulunmak, «ilimle hakikati» «şeriatla tarikatı» birleştirmek gibi temel prensipleri gerçekleştirmek esası üzerine oturtulmuştur. Bu esasları öğrenmek isteyen «müridin», Ayet, Hadis ve Fıkıh ilimleri okuması, hikmetli ve öğretici bilgi veren sohbetlere katılması, beden ve kalbini terbiye edici ibadet ve zikir etmesi, insana ve haklarına saygının manevi alanda getirdiği değeri öğrenmesi, ilim ve ahlâki değerleri öğrenmesi ve öğretmesi, bütün bu değerlerde sürekli bir alışkanlık sağlaması gerekiyordu. Bu prensipleri benimseyen ve yaşayan kişi, belirli bir süre eğitilen kişi olmaktan çıkıp, sürekli olarak öğrenen ve öğreten, iyiliği gösterip, yanlışlardan sakınan ve sakındıran birey durumuna gelecektir (Özdemir 1994: 284-285). Ayrıca bu tekkelerde alınan eğitim insanları medenileştirerek topluma kazandırmıştır. Bu faaliyetler Balkanlardaki tekkelerde de devam etmiş, tekkeler hem orada bulunan Müslim ve gayri Müslimleri eğiterek medenileştirmiş, hem de Balkanların Türk toprağı olmasında inkâr edilmez başarılar sağlamışlardır. Tekkelerin bir başka önemi ise spor merkezleri oluşudur. Zira tekkelerde okçuluk ve güreş oldukça yaygındır. Buna bağlı olarak Okçular Tekkesi ve Güreşçiler Tekkesi adında tekkeler kurulduğu da bilinmektedir. Anadolu ve Balkanlar›ın kolonizasyonunda bu savaşçı dervişler önemli rol oynamışlardır. Bu dervişlerin savaşçılıkları sadece bir yönleridir. Bu kişilerin beraberlerindeki Türkmen boyları nezdinde sosyal, siyasal, dinsel önderlik niteliklerinin yanısıra ata geleneklerinin sözlü taşıyıcıları oldukları da akıldan çıkarılmamalıdır. Sıkı bir medrese eğitiminden geçmemiş bulunan bu dervişler, ata kültü ve geleneklerini yaşatmalarının yanısıra anadillerini de korumakta ve şehirleşmiş kesimler arasında Türkçeye nazaran üstün konumda görülen Arapça ve Farsçanın etkisinden uzakta bulunmaktaydılar. Özellikle Balkanlarda tekkeler, Türk dilinin öğrenilmesinde ve yaygınlaşmasında önemli görevler ifa etmişlerdir. Tekkelerin bir başka özelliği de bulundukları bölgelerde hastane görevi de üstlenmeleridir. Çünkü ruhi anlamda rahatsız olan insanlar bu tekkelerde huzur bulup iyileşmişlerdir. Özellikle Bosna-Hersek’te maddi-manevi anlamda hasta olup hastalığına çare arayanlar için önemli şifa merkezleri Mesudije Tekkesi ve Živčić Tekkesidir. Mesudije Tekkesi, ocaklık geleneğinin işlevselliğini koru- 117 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ duğu bir mekân olmanın yanında, bir bölümünde modern tıp sistemiyle tedavilerin yapıldığı bir ocaktır. Geleneksel tıp ile birlikte modern tıbbın bir arada kullanıldığı bu merkez bir anlamda hekimlik açısından gelenekle modernitenin sentezini yansıtmaktadır (İyiyol 2012: 201). Son olarak tekke ve zaviyeler bulundukları yerlerde musiki, sanat ve mimarinin de merkezi olmuştur. Tekkelerde verilen tasavvuf musikisi hem ruhları hem de gönülleri arındırmıştır. Özellikle Mevlevihanelerde tasavvuf musikisi ve buna bağlı olarak sema tekkelerde özel bir ilgi görmüştür. Tekkelerin inşası ve daha sonrasında yapılan mimari eserler tekkeler sayesinde gelişmiştir. Balkanlarda Türk eserleri tekkeler vasıtasıyla inşa edilmiş, imarethane, cami, mescitlerde kullanılan süslemeler de eserlere ayrı bir estetik kazandırmıştır. Sonuç olarak Balkanlar’da yaygın olan tarikatlar Alevi-Bektaşi, Halveti ve Mevleviliktir. Bu tarikatlara bağlı olarak Balkanlar’ın birçok yerinde tekke ve zaviyeler inşa edilmiştir. Balkanlar’da Bektaşi kültürü Osmanlı öncesine uzanmaktadır. Sarı Saltuk ve Türkmenleri ile ilk defa Anadolu’dan Balkanlar’a geçen heterodoks kitleler burada kendileri gibi davranan, kendileri gibi yasayan topluluklarla karşılaşmışlardır. Bu topluluklar Osmanlı Devleti’nin de Balkanlar’a yerleşmesini kolaylaştıracak olan Kuzey’den gelen Türk boylarıdır. Bilindiği gibi Balkanlar’a Hunlar’dan itibaren birçok Türk boyu gelmiş ve yerleşmişti. Bunlardan bir kısmı Hıristiyanlaşarak kimliğinden koparken bazıları hala eski kültürlerini yaşatıyordu. Sarı Saltuk’la başlayan süreçte Balkanlar’a uzanan derviş ve derviş grupları bir yandan bu toprakları Osmanlı’ya hazırlarken diğer yandan kendilerini izleyen boy ve takipçilerini de iskân ediyorlardı. Balkanlar’da zaviyeler ve tekkeler inşa eden bu dervişler; bulundukları bölge insanı ile sıcak ilişkiler kurmakta mahirdiler. Bu dervişlerin önemli özelliği dışa açık olmaları ve ortak noktalar bulma noktasındaki üstün yetenekleridir. Bu özellikler, Horasan’dan gelen vasıflar olmakla birlikte aslında bu dervişler Balkan kültürüne de pek yabancı sayılmazlardı. Tamamen organize çalışan bu dervişler ilk olarak kendilerinden önce bu topraklara gelenler sayesinde ikinci olarak da Balkan inanışlarına özellikle Bogomil ve Paulicienlere Orta Asya’dan itibaren aşina olmalarından dolayı kısa zamanda en azından belli bölgelerde genel kabul gördüler. 118 Osmanlı ile birlikte yeni kollar ve iskânlarla Balkanlar tamamen bir Türk yurduna dönüşürken bu dervişler fetih veya sulhta önemli yararlıklar gösterdiler. Balkanlar’da bulunan tekkeler toplumsal hayatın her aşamasında etkin rol oynamıştır. Kısaca bu tekkeler ilim, kültür, sanat, edebiyat, musiki, mimari, süsleme, askerî, ziraat, toplumsal dayanışma gibi pek çok alanda hizmetler yapmış ve Bakanların Türkleşmesi ve İslamlaşmasında önemli görevler üstlenmiştir. K AY N A K Ç A BARKAN, Ömer Lütfi, İstila Devri Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler, İstanbul 2008. BARKAN, Ömer Lütfi, Kolonizatör Türk Dervişleri, İstanbul 1995. BARKAN, Ömer Lütfi, “Osmanlı İmparatorluğu›nda bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler”, Vakıflar Dergisi, C.II, İstanbul 1974. BİRDOĞAN, Nejat, Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşkesi Ocaklar Dedeler Soyağaçları, İstanbul 1995. GÖRKAŞ, İrfan, “İslam Felsefesi Açısından Horasan Erenler”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Dergisi, Sayı 15, Ankara 2000. GÜLÇİÇEK, Ali Duran, “Anadolu ve Balkanlar’daki Alevi Bektaşi Dergâhları (Tekke, Zaviye ve Türbeler”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Dergisi, Sayı 16, Ankara 2000. http://balturk.org.tr/balkanlarda-halvetiyye-ve-halveti-tekkeleri/ Tarihi 05.05.2013. Erişim İYİYOL, Fatih, “Bosna-Hersek’te Ocaklar: Živčić-Vukeljıći ve Mesudije Tekkeleri”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Dergisi, Sayı 33, Ankara 2012. KARA, Mustafa, “Balkanlar’da Türk Tasavvuf Edebiyatı’na Genel Bakış”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Cilt 10, Sayı 2, 2001. KARPUZ, Haşim, “Balkanlar’daki Mevlevîhânelerden Günümüze Kalanlar”, Dünyada Mevlana İzleri, Konya 2010. KÖKEL, Coşkun, “Sarı Saltık ve Balkanlarda Alevi Bektaşi Kültürü”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Dergisi, Sayı 43, Ankara 2007. OCAK, Ahmet Yaşar, “Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, C.XII, Ankara 1978. ÖZDEMİR, Rifat, “Osmanlı Devleti›nin Tarikat, Tekye ve Zaviyelere Karşı Siyaseti”, OTAM (Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi), Sayı 5, Ankara 1994. PAKALIN, Mehmet Zeki; Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.3, İstanbul, 1971. TÜRER, Osman, Batı’nın İslam’ı Tanımasında Tasavvufun Rolü, İstanbul 2003. BİLDİRİ KİTABI II BÜYÜK TÜRK ŞAİRİ ANADİLİ SERİMİZİN KURUCUSU Q. BURHANEDDİN INVESTIGATIONS ON KHAZI BURBANEDDIN IN THE TURKISH HISTORY Nezaket İSMAYILOVA1 ÖZET Türk elleri dünyanın en eski ellerinden olaraq, dörd min ile yaxın keçmişlerinde Asiya, Afrika və Avropa qıtalarına yayılmışlar ve oralarda büyük millet ve devletler kurmuşlar. Bu gün kabul edilen fikre göre türklerin ana yurdu Orta Asiyada Altay-Ural dağları arasındakı bozqırlar olub ve etrafa yayılmışlar. Bu gün türkdilli eller Balkanlardan Okeyanus Kebire kadar (yaqutlar), Kuzeyde Buzdenizinden güneyde Tibete kadar geniş bir arazide yaşayırlar. Halkın ekseriyyetini teşkil eden türkler Türkiye, Doğu ve Batı Türküstan, Azerbeycan Türkmenistandan başqa Tatarıstan, Çuvaşıstan, Yakutistan ve Altay dağları Baykal deryaçesi arasındakı Altay, Xakas ve Tuba eyaletlerinden ve halkın daha azını teşkil etmek üzre Yuqoslaviyada (Makedoniya ve Uskubda), Lehistanda, Rumıniyada (Dobruça ve Bessarabiya), Bolqarıstanda (Qerbi Trakiyada), İraqda (Kerkükde), Suriyada, Efqanıstanda, Kıbrısda ve İranın bazı eyaletlerinde toplu halında yaşayırlar. Bazı türk ellerinin en mühümü oğuz türkleridir. Bu gün onlar İran, Türkiye, Azerbeycan, Türkmenistan, İraq ve Balkan türkleri de oğuz türklerinden ibaretdir. Oğuzlar müslüman olandan sonra İran ve Anadoluya mühaciret edib, Selcuqlar ve Osmanlılar qibi büyük bir İslam devleti kurmuşlar. Oğuz elleri çoklu kabilelerinden ibaretdir. Mahmud Qaşqariye göre qıpcaq, yemek, peçeneq ve bulğar lehceleri de oğuz qrupuna dahildir. Soyca oğuzların Salur boyundan çıkmış, Qazı Bürhaneddin Qeyseriyyede anadan olmuşdur. Anadilli şerimizin ilk büyük nümayendesi hesab olunur. M. Quluzade deyir ki, onun şerleri Azerbeycan halkının bedii medeniyyetini öyrenmek cehetden kıymetlidir. O, ana dilinde ilk defa tuyuq yaratmışdır. Q. Bürhaneddin Azerbeycan şifahi ve yazılı edebiyyat enenelerinden türk halklarının poetik uğurlarından behrelenerek kamala çatmışdır. O, Balasaqunlu Yusif, Yunis İmire, Ahmed Yasevi, Ali, Hasanoğlu poeziyalarından ilham almışdır. Onun divanı ana dilinde yazılmış, günümüze kadar qelib çatmış ilk şeir divanıdır. Q. Bürhaneddinin şahsiyyeti, yaradıcılığı Doğu-Batı ve Avrupa alimleri tarafından araşdırılmış, haqqında xeyli kitablar yazılmış ve yazılmaqdadır. Anahtar Kelimeler: Türk dili , Burhaneddin, Dogu, Batı Turkiye 1 Doç.Dr., Nahçivan Devlet Üniversitesi, [email protected] 119 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ABSTRACT Turkish nations are one of the oldest nations in the world and spread Asia, Africa and Europe continents 4 thousands ago, and are founded the vast nations and the states. Today according to the accepted opinion, the hometowns of the Turkish nations are bozqirs in the Central Asia, the Altai, the Ural Mountains. Today the Turkish nations live from Balkans to Okeyanus Kabir (yaqutlar), on the north side from Buzdenizinden to Tibete in the south. The Turks, who constitute the majority of the people in Turkey, Eastern and Western Turkestan, Azerbaijan, Turkmenistan, except Tatarstan, Cuvasıstan, and the Altai Mountains Yakutistan deryacesi between the Altai, Baikal, and Tuba Xakas provinces and less people to form Yugoslavia (Macedonia and Uskubda), Lehistanda, Romania ( Dobruca and Bessarabia), Bulgaria (West Trakiyada), Iraq (Kirkuk), Syria, Afghanistan, and Iran Kibris live in some of the provinces in bulk. Some of the most important of the Turkish nations is Oghuz Turks. Today they are in Iran, Turkey, Azerbaijan, Turkmenistan, Iraq, and the Oghuz Turks from the Balkans consists of Turks. After being Oguzs muslim, addressed to Iran and Anadolu, the Seljuks are founded like the Ottomans. Oguz nation consists of multiple troops. According to Mahmoud Qasqariye gipchag, peceneq and bulgar dialects are included to Oghuz groups. Gazi Burhaneddin who is the member of salut turks was born in Qeyseriyye. He is considered the first great representative of native poet. M. Guluzade says that his poems are valuable in order to learn litrary culture of Azerbaijan nation. He gained success benefiting from the traditions of the Turkish people rich poetics, written and oral Azerbaijan literature. He has inspired the works of Balasaqunlu Joseph, Jonah Imire, Yasevi Ahmed, Ali, Hasanoglu. Her divan is the first divan written in the native language, up to the present. Q. Burhanneddin’ personality was studied by scholars of the East-West and Europe, many books have been written and is being written about. Key Words: Turkish language, Burhaneddin, 120 East, West Turkey GİRİŞ Türk illeri dünyanın en eski illerinden olarak, dört bin yıla yakın keçmişlərində Asya, Afrika ve Avrupa qitelerine yayılmışlar ve oralarda büyük millet ve devletler kurmuşlardır. Bugün kabul edilen görüşe göre Türklerin anayurdu Orta Asya’da Altay-Ural dağları arasındaki bozkırlarda olup ve çevreye yayılmışlardır. Bugün konuşan eller Balkanlardan Okeyanus kebire kadar (Yakutlar), kuzeyde Buzdənizindən Güneydə Tibet’e kadar geniş bir menteqede yaşıyorlar. Halkın çoğunluğunu oluşturan Türkler Türkiye, Batı ve Doğu Türkistan, Azerbaycan Türkmenistan’dan başka Tataristan, Çuvaşistan, Yakutistan ve Altay dağları Baykal dəryaçəsi arasındaki Altay, Xakas ve Tuba eyaletlerinden ve halkın daha azını teşkil etmek üzere Yugoslavya’da (Makedonya ve Uskubda), Lehistan, Romanya’da ( Dobruca ve Bessarabiya), Bulgaristan’da (Batı Trakiyada), Irak’ta (Kerkük’te), Suriye’de, Afganistan’da, Kibrisdə ve İran’ın çeşitli eyaletlerinde toplu yaşıyorlar.(1,s.280) Çeşitli Türk yurtlarının en mühimi oğuz türkleridir. Bugün onlar İran, Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Irak ve Balkan Türkleri de Oğuz Türklerinden oluşmaktadır. Oğuzlar Müslüman olduktan sonra İran ve Anadolu’ya göç edip, Selçuklular ve Osmanlılar gibi büyük bir İslam devleti kurmuşlardır. Oğuz illeri çoklu kabilelerden ibarettir. Mahmud Qaşqariyə göre Kıpçak, yemek, Peçenek veBulgar lehçelere de Oğuz grubuna dahildir. Soyca Selcukların Salur boyundan çıkmış, Kadı Burhaneddin Qeysəriyyədə doğdu. Anadilli serimizin ilk büyük temsilcisi olarak kabul edilir. M. Guluzade diyor ki, onun şiirleri Azerbaycan halkının edebi kültürünü öğrenmek açısından değerlidir. O, ana dilinde ilk kez tuyuq yaratmıştır. Q. Bürahanəddin Azerbaycan sözlü ve yazılı edebiyat geleneklerinden Türk halklarının şiirsel başarılarından etkilenerek kemale ermiştir.(1, s. 283) O, Balasaqunlu Yusuf, Yunus İmirə, BİLDİRİ KİTABI II Ahmed Yasəvi, Ali, Gasanoglu poeziyalarından ilham almıştır. Onun divanı dilinde yazılmış, günümüze kadar ulaşmış ilk şiir dîvânıdır. Q. Burhaneddin’in kimliği, yaratıcılığı Doğu-Batı ve Avrupa akademisyenleri tarafından incelenmiş, hakkında hayli kitaplar yazılmış ve yazılmaktadır. Azerbaycan Edebiyatıen eski dönemlerinden itibaren Türk Edebiyatlarının bir kolu, bir parçası niteliğinde idi. Bu açıdan, en eski Türk edebî abidelerinde diğer Türk boyları ile birlikte Azerbaycan Türklerinin de payı vardır. Eski Türk Edebiyatı araştırmacılarından İ. S. Braginski’nin yazdığı gibi, “VVII. asırlarda meydana gelen Runik ve Uygur abideleri, yalnız bir halkın değil; bütün, Türk dilinde konuşan halkların umumî edebî mirası olarak alınmalıdır”. Eski Türk şiiri hakkında değerli bir inceleme eserinin müellifi olan İ. V. Stebleva ise, bu umumilik ve ortaklığı, dil faktörü ile açıklayarak şöyle yazar: “Çünkü bu asırlarda Merkezi ve Orta Asya’da, Güney Sibirya’da tek ve genel Türk edebî dili hakimdir”. (2, s. 130) Böylece, ilk örnekleri XII. yüzyılda meydana çıkan anadilli Azerbaycan Edebiyatı’nm kökü, asırların derinliklerine gidiyor ve hiç şüphesiz Muharrem Ergin’in haklı olarak “Türk Töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası… Türk dilinin mübarek kaynağı… Türk yazı dilinin ilk, fakat harikulade işlek örneği…” diye adlandırdığı Bengütaş Edebiyatı’na, OrhonYenisey Kitabeleri’ne dayanıyordu. Şüphesiz, bu edebiyatm tarih sahnesine gelişinde, onun millî kültür hadisesi olarak oluşmasında, Mahmut Kaşgari’nin “Divani Lügat itTürk”ü Yusuf Has Hacib Balasağunlu’nun “Kutadgu Biliğ”i, Kul Alinin “Kıssa yiYusuf ’u, “Oğuzname”ler ve Kitabi Dede Korkut destanı, önemli rol oynamıştı. Elbetti ki, bütün bu temel eserlerin, bu kaynakların dışında, Azerbaycan’da, Azerbaycan Türklerinin ana dillerinde bir edebiyatın oluşması imkânsız idi. Millî edebiyatın oluşmasında millî devletin ve siyâsî hayatın da etkili olduğu kabul edilmelidir. XIII. yüzyılda Azerbaycan’da, yalnız kültür açısından değil, siyâsî açıdan da Türkçe edebiyatın doğuşu için müsait bir ortam gelişmekte idi.Bu asırda Azerbaycan bir Türk İmparatorluğu’nun Altm Ordu’nun içinde idi. Biri birini takip eden savaşlara rağmen, Selçuklular ve Atabeylerin hakimiyet dönemlerinde temeli atılan kültür hayatı, bütün boyutlarıyla yaşanıyor ve hatta hızlanıyordu. XIII. XIV. yüzyılda, Azerbaycan Edebiyatı’nm ve medeniyetinin Zülfüqar Şirvani, Hümam Tebrizi, Evhedi Marağayi, Essar Tebrizi, Arif Erdebili gibi üstadlan yetişmişti. Mimarlık, hattatlık, musikî nazariyesi vb. sanat alanları, millî esas üzerinede gelişmekte idi. (5, s. 283) Azerbaycan Edebiyatı tarihinde ana diliyle yazılmış bilmen ilk eserin müellifi Hasanoğlu’dur. “Tezkiretü’şşuara” müellifi Devletşah Semerkandi onun eserlerini Türkçe ve Farsça kaleme aldığını, Rum’da ve Azerbaycan’da tanındığını söylüyor. Bu şair Türkçe şiirlerinde Hasanoğlu mahlasını, Farsça şiirlerinde ise aynı mânada Puri Hasn mahlasını kullanmıştır. Hasanoğlu hakkında Türk Edebiyatı tarihinde ilk defa bilgi veren Prof. Mehmet Fuat Köprülü olmuştur. Şairin biri Türkçe, öbürü Farsça yalnız iki gazeli elde olduğundan, onun edebî kişiliği hakkında geniş söz açmak tabii ki, zordur. 1968′ de Alman şarkiyatçı Barbara Fleming Mısır kütüphanelerinin birindeki elyazmaları arasında Hasanoğlu’nun Türkçe bir başka gazelini daha bularak yayınlamıştır. (3, s. 55) Hasanoğlu’nun doğum ve ölüm tarihî belli değildir. Ancak, iki Türkçe şiirinin dil açısından tahlili, diğer taraftan, XIV. yy. tezkirecisi Semerkandi’nin kendi eserinde onun hakkında bilgi vermesi, şairin en geç, XIV. yüzyılda yaşadığını düşündürmektedir.Hasanoğlu’nun gazeli bu eserin yazıldığı döneme kadar Azerbaycan Türkçesi’nin belli bir gelişme dönemi yaşadığını ve şiir diline çevrildiğini gösteriyor. Gazel, geleneksel konudamuhabbet üzerine yazılmışsa da, şekil açısından yeni ve özgündür; baştan sona kadar, sorular ve onlara verilen cevaplar üzerine kurulmuştur: Apardı könlümü bir hoş qemer yüz, canfeza dilber, Ne dilber? Dilberişahid. Ne şahid? Şahidiserver. Men ölsem sen, bütişengül, sürahi, eyleme qülqül, Ne qülqül? Qülqüli bade. Ne bade? Badeyiehmer. Başımdan getmedi hergiz seninle içdiyim bade, Ne bade? Badeyimesti. Ne mesti? Mestiyisağer. (5, s. 285) Hasanoğlu’nun Barbara Fleming tarafından yayınlanan ikinci gazelinin dili daha açık ve anlaşılırdır. 121 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Ayrıca, birinci gazelden farklı olarak, burada ilahî aşk değil, reel, gerçekçi aşk terennüm olunur, insanî his ve duygular ön plana getirilir.Gerçi Hasanoğlu’nun, edebiyat tarihimize iki şiiri girmiştir. Ama, muhakkak ki; bu iki şiir, millî dil ve millî edebiyatımız için, cilt cilt eserlerden daha önemlidir. Hasanoğlu’nun açtığı yolda giden Şah Kasim Envar (13561434), Gazi Bürhaneddin gibi (13441398) gibi şairler Azerbaycan Türkçesi’ni bir şiir dili olarak daha da geliştirdiler, onun zengin üslûp ve ifade imkânlarını meydana çıkardılar. Aynı zamanda, bu dil vasıtası ile klasik Şark Edebiyatı’na yeni konular ve yeni edebî türler getirdiler. Mesela, Şah Kasim Envar ilk defa olarak Azerbaycan bayatılarınm, geraylı ve koşmalarım havasını, dilini, ifade tarzını, şeklini klasik şiire getirmiştir. Mesela, aşağıdaki şiirinde olduğu gibi:Sabahın olsun mübarek, Çelebi, bizi unutma. Salam ile can verdik, Çelebi, bizi unutma.Azerbaycan Türkünün yazmış olduğu bu mısralarda yalnız halk edebiyatının havası değil, Anadolu’nun bağrından kopmuş başka bir meşhur Türk şairinin,Yunus Emre’nin ve onların her ikisinin hocası sayılan Türkistanlı bilge Hoca Ahmet Yesevi’nin nefesi duyulmaktadır. Gazi Burhaneddin ise, çağdaş edebiyata eski Türk şiirinin çok yaygın türlerinden biri olan tuyuğ’u getirmiş ve onun klasik örneklerini ortaya koymuştur: Hemişe aşiq könlü büryan bolur, Her nefes qerib gözi giryan bolur, Sufilerin dileki mehrab, namaz, Er kişinin arzusu meydan bolur. (1, s. 288). Yalnız şairlikle yetinmeyen, aynı zamanda ülke önderi ve yiğit bir başbuğ olan Gazi Burhanaddin muhabbet lirizminin, dinîahlakî konuların ve sufi görüşlerin dışına çıkamayan AzerbaycanTürk şiirine alplik, erenlik, kahramanlık ve savaş ruhu ve konuları getirmiştir. Böylece o, bir taraftan edebiyatı kendi fikir ve amaçlarının hizmetine verirken, öbür taraftan onu fantazi semalarından yere indirmiş, gerçekliğe ve onun sorunlarına yaklaştırmıştır. Türkçe’nin bir şiir diline çevrilmesinde de Gazi Burhaneddin’in şahsiyeti ve edebî yaratıcılığı merhale niteliğindedir. Onun Türkçesi aradan asırlar geçmesine rağmen, tam anlaşılır, oynak ve çekicidir. Şair, halk dilinin unsurlarından büyük maha- 122 retle faydalanır, halk edebiyatı örneklerinden, özellikle de atalar sözlerinden ve mesellerden gereken şekilde yararlanır. Onun tasvirleri hayatî ve canlıdır. (4, s. 180) Gazi Burhaneddin Azerbaycan Türkçesi’nin bütün zenginliklerini ilk defa ortaya koyan ve bu açıdan millî edebiyatın sonraki gelişme merhalelerini, özellikle de Nesimi, Hatai, Fuzûlî, Vagif gibi ustaların yaratıcılıkların etkiyen üstad bir sanatkârdır. K AY N A K Ç A Kazi Burhaneddin. Divan, tertip. E. Səfərli, B., 1988. Araslı Hamid. XVII-XVIII yüzyıl Azerbaycan Edebiyatı. B., 1956. Mehmet Arif. Azerbaycan halkının edebiyatı. B., 1958. Seferli Elyar. XVII-XVIII yüzyıllar Azerbaycan epik şiiri. B., 1982. Seferli Elyar. Yusifli XelilEski ve ortaçağ Azerbaycan edebiyatı. B., 1982. Köçərli Firudin.Azerbaycan edebiyatı, I cilt. B., 1979. BİLDİRİ KİTABI II BOSNA HERSEK’TEN ORTA ANADOLU’YA UZANAN KÜLTÜR KÖPRÜSÜ KONYA SELÇUKLU BOSNA HERSEK MAHALLESİ ÖRNEĞİ CULTURE BRIDGE LEANING FROM BOSNIA HERZEGOVINA TO CENTRAL ANATOLIA: EXAMPLE OF KONYA SELÇUKLU BOSNIA HERZEGOVINA HOMETOWN Nilgün AYDIN1 ÖZET ABSTRACT Balkanların ‘Türk kültür havzası’nda bir ‘kavşak2’ olarak algılanması; kültürel etkileşimin ve tarihî bağların edebî eserlerde ve folklorda görülmesini açıklayıcı nitelikte olacaktır. Bildiride, Bosna Hersek ile Osmanlı Devleti ve sonrasında Türkiye arasında tarihî sosyo-kültürel bağlar üzerinde durulduktan sonra, bu bağların yansıması olarak Konya’nın Selçuklu ilçesinde yer alan Bosna Hersek Mahallesi’ne neden bu adın verildiğinden başlanarak durum; sosyo-kültürel pek çok açıdan irdelenecek ve bu tutumun tarihî arka plânı yansıtılmaya çalışılarak iki ülke arasındaki bağların bir mahalle üzerinde nasıl yaşatıldığı gösterilecektir. Anahtar Kelimeler: Bosna Hersek, Konya, Türkiye, Bosna Hersek Mahallesi, Kültürel İlişkiler. Regarding Balkans as a ‘junction’ in the basin of Turkish Culture would be qualitative to explain the cultural interaction and historical connections seen in literary works and folklore. In the study, after addressing to the historical and socio-cultural connections between Bosnia-Herzegovina and Ottoman Empire followed by Turkish Republic, by beginning with why Bosnia-Herzegovina district in Selçuklu County of Konya was named after this name as a reflection of these connections, the situation will be analysed from many socio-cultural perspectives and it will be demonstrated how the connections between two countries are cherished on a district’s name by revealing the historical background of this attitude. Key Words: Bosnia-Herzegovina, Turkey, BosniaHerzegovina District, Cultural Relations 1 Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. E-posta: [email protected] . 2 Tahir Alangu folklor açısından Anadolu’nun köprü Balkanların ise bir kavşak olduğunu ileri sürmektedir. bk. Görkem (2006). 123 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ: Tarihî süreç içinde sıklıkla rastlanılan fetih, göç gibi çeşitli olgular sonucunda bazen farklı milletlere mensup topluluklar bir arada yaşamak durumunda kalmıştır. Birlikte yaşama tecrübesi tabiatı gereği kendi şartlarını hazırladığından, sosyal bir olgunun parçası olan insanlar da bu şartlara kayıtsız kalamayarak uyum sağlamış; böylelikle aralarındaki iletişim ortamı sosyo-kültürel açıdan bir alışverişi, etkileşimi meydana getirmiştir. Bu etkileşimde “zihniyet” faktörünün, hâkim olan kültürün, “sömürge” zihniyeti taşıyıp taşımadığının önemli bir ayrım noktası olduğu düşünülmektedir. Çünkü etkileşim sonucunda her ne kadar çeşitli açılardan kültürel anlamda alışveriş olsa da toplum belleğinde yer eden olumlu veya olumsuz izler, algı, bakış açısı ve davranışlar bakımından farklılıkların oluşmasında önemli bir rol oynamaktadır. Bu etkileşim, geleneklerden, inanışlara, edebî eserlere kadar birçok şekilde kendine yer bulurken; duygusal anlamda müspet veya menfi bağların oluşmasında da etkili olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında yaklaşık beş asır Osmanlı himayesinde kalan Bosna Hersek’le Türkiye arasında tarihî, kültürel ilişkiler dışında o dönemde kurulmuş olan iyi ilişkilerin, iki millet arasında duygusal bir bağ oluşturduğu görülmektedir. Türk kültür tarihinin izlerini taşıyan Bosna Hersek’le Türkiye arasındaki ilişkiler, 1909’da resmî anlamda kesilse de sosyo-kültürel anlamda hâlâ güçlü bir şekilde devam etmektedir. Asırlarca birlikte yaşama tecrübesinin getirdiği bu bağların yansımaları Anadolu’da farklı şekillerde görülebilmekle birlikte, bir Orta Anadolu şehri olan Konya’nın ve Selçuklu ilçesinde bulunan Bosna Hersek Mahallesi’nin bu açıdan ayrı bir önem teşkil ettiği düşünülmektedir. Buradan hareketle hazırlanan bildiride, Bosna Hersek Mahallesi örneği irdelenerek bu oluşumun tarihî, kültürel arka planı verilmeye çalışılacaktır. O S M A N L I D E V L E T İ -B O S N A H E R S E K İLİŞKİLERİNE KISA BİR BAKIŞ 1463’te Fatih Sultan Mehmet (1432-1481) döneminde Osmanlı sancağı oluşundan, 1908 yılında Abdülhamit (1842-1918) döneminde hukukî anlamda Osmanlı Devleti’nin elinden çıkışına kadar 124 Osmanlı himayesinde kalan Bosna Hersek’te (Pelidija 2011: 17-32) iki millet arasında tarihî, sosyal ve kültürel zeminde ilişkiler kurulmuştur. Yaklaşık beş asır Osmanlı Devleti’nin himayesinde kalan Bosna Hersek’te bu izlerin görüldüğü çok önemli bir medeniyet mirasına rastlanmaktadır. Mimarî yapılanmanın çokça örneğinin görülebileceği ülkede 100’ün üzerinde medrese bulunduğu da bilinmektedir. Bunun yanı sıra içlerinde Sokullu Mehmet Paşa’nın da yer aldığı dokuz Boşnak, vezir-i azamlık yapmıştır. Ayrıca eserlerini Osmanlı Türkçesi, Arapça ve Farsça olarak kaleme alan, en ünlüleri arasında; Veli Mahmud Paşa, Adnî, Derviş, Yakub Paşa Boşnak, Ziyaî Hasan el-Mostarî, Muahmed Karamusiç, Nihadî, Ali Dede Boşnak, Ahmed Boşnak, Vahdetî, İbrahim Alaybegoviç Peçevî gibi adları sayılabilecek 400 kadar şairin yetiştiği bilinmektedir (Pelidija 2011: 31-32). Bosna Hersek ile olan resmî bağların kopmasından sonra, bu ülke Avusturya Macaristan (19081918), Yugoslavya’ya (1918-1941/1945-1992) bağlanmış; 1941-1945 yılları arasında II. Dünya Savaşı’na dâhil edilmiş, sürekli olarak var olma mücadelesi veren Bosna Hersek, nihayet 6 Nisan 1992 yılında bağımsızlığını ilan etmiştir. “B O S N A H E R S E K S AVA Ş I ” N I N K O N Y A ’ D A UYANDIRDIĞI YANKIL AR, KARDEŞ ŞEHİR A N L A Ş M A L A R I V E KO N Y A B O S N A H E R S E K İLİŞKİLERİ Yıllarca var olma mücadelesi veren, II. Dünya Savaşı sürecinden de maddî ve manevî büyük kayıplar vererek çıkan Bosna Hersek, 1992’de bağımsızlığını ilan ettikten sonra da kendini yine savaşın içinde bulmuştur. Ekonomik ve askerî açıdan zayıflayan ülkenin yardımına koşan Türkiye Cumhuriyeti Devleti yardım elini uzatarak maddî manevî her anlamda destek vermiş, gerek devlet ve gerek sivil toplum örgütleri Bosna’da yaşanan drama kayıtsız kalmamışlardır. Bosna Hersek için kenetlenen Türkiye’de çeşitli yardım kampanyaları düzenlenmiş, özellikle Konya’da çok büyük bir dayanışma örneği sergilenerek, Türkiye’de en çok ses getiren yardımlar bu ilden gönderilmiştir (1993a,b: BİLDİRİ KİTABI II 7)1. Yardım kampanyası Selçuklu Belediyesi tarafından başlatılmış, bu fitil belediye başkanı İsmail Öksüzler’in Gençliğin Sesi Radyosu’nda bir dinleyiciye ödül olarak verdiği cumhuriyet altınını bu kişinin Bosna’ya bağışlaması ile ateşlenmiştir (1993c: 7). Bosna için düzenlenen yardım kampanyalarının gelirleri Bosna’ya götürülerek veya Konya’ya davet edilen komutanlara doğrudan takdim edilmiştir2. Dönemin yazılı basınından bu durum takip edilebilmekte3 ve Konya’daki bu hassasiyetin ilgi çekici olduğu düşünülmektedir. Bu şehrin neden bu denli duyarlılık göstermiş olduğu sorusuna ise Müslümanlığın şekillendirdiği tarihî, kültürel bağlardan ötürü olduğu ötürü cevabı verilebilir. Savaş sırasında Konya ile Bosna Hersek arasında kurulmuş olan ilişkiler devam etmiş ve buna binaen de Selçuklu ve Büyükşehir Belediyeleri tarafından kardeş şehir ve belediye anlaşmaları yapılmıştır4. 4 Kasım 1994 tarihinde her iki tarafın isteğiyle Selçuklu ve Teşanj Belediyeleri arasında kardeşlik ve işbirliğinin, ihtiyaç ve imkânlar dâhilinde tüm konularda Bosna Hersek’teki savaş sırasında ve sonrasında da devam edeceğinin bildirilmiştir. Bunun ardından da 24 Ağustos 2011 tarihinde, Saray Bosna Stari Grad Belediyesi ile ‘Kardeş Şehir’ protokolü imzalanarak tarihî, kültürel bağ ve ilişkilerini geliştirecek konferans, panel, sanat, sağlık, spor, çevre, turizm gibi etkinliklerin yanında yapılacak olan görsel programların sivil toplum kuruluşlarının katkılarıyla destekleneceği mesajı verilmiştir. Yapılan bu anlaşmalardan sonra ilişkiler iyice pekişmiş, her iki taraftan da zaman zaman karşılıklı heyetlerin çeşitli vesilelerle ziyaretleri söz konusu olmuştur5. Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından Saraybosna’da açılmış olan Saraybosna KOMEK (Konya Meslek Edindirme Kursları) bünyesinde Türkçe, ebrû, ahşap boyama gibi çeşitli dallarda eğitim verilmekte ve her yıl karşılıklı olarak iki şehirde sergi açılmaktadır6. Bosna Hersek yönetimi Saraybosna ile kardeş şe1 Bk. Ekler: 1, 2. 2 Bk. Ek 3, 4. 3 Selçuklu’nun Sesi Gazetesi (1993) yanı sıra Karatay, Merhaba Gazetesi gibi yerel pek çok yayın organında bu haberlere, yardım kampanyaları hakkında duyurulara sıklıkla rastlanılmaktadır. 4 http://www.selcuklu.bel.tr/sayfa.aspx?s=298. Ayrıca bk. Ekler: 5. 5 Bk. Ekler: 6 6 http://www.konya.bel.tr/haberayrinti.php?haberID=3719, http://www. konyaninnabzi.com/88410-bosnada-konya-saraybosna-sergisi-acildi.html. Fotoğraflar için bk. Ekler: 7. hir olan Konya’nın süreç içindeki hassasiyeti üzerine teşekkür mahiyetinde buraya Fahri Konsolosluk vermiştir. 2011 yılında açılan Konsolosluk, aktif bir şekilde faaliyet göstermektedir7. Selçuklu Belediyesi, Osmanlı döneminde var olup daha sonra yıkılmış olan Saraybosna’daki Mevlevîhâne’yi eskisine uygun şekilde yeniden inşaa etmiş ve 8 Mayıs 2013 tarihinde Bosna Hersek Cumhurbaşkanı, Türkiye Dış İşleri Bakanı, Saraybosna ve Selçuklu Belediye Başkanlarının katılımıyla bu Mevlevîhâneyi yeniden hizmete açılmasına vesile olmuştur8. ‘B O S N A H E R S E K ’ M A H A L L E S İ N İ N K U R U L U Ş U Konya’nın Selçuklu ilçesinde bulunan bu mahalle 1993 yılında Belediye Meclisi’nde alınan kararla kurulmuş ve mahalleye ‘Bosna Hersek’ adı verilmiştir. Bu adın verilmesi Selçuklu’nun Sesi Gazetesi’nin ilk sayfasından şöyle duyurulmuştur: Belediye Meclisimizden Vahşi Sırp katillerine karşı savaşan Bosnalılara anlamlı jest. İlçe Belediye Meclisi, 3 nolu gecekondu önleme bölgesinde ihdas edilecek olan bir mahalleye Bosna-Hersek adının verilmesini kararlaştırdı. Bosna-Hersek’te Sırplara karşı mücadele veren Mücahitlere 12 miyar liranın üzerinde yardım toplayarak ulaştıran Belediyemiz, Belediye Meclisinde aldığı bir kararla da mücahidlere moral desteği verdi. Belediye Başkanımız İsmail Öksüzler başkanlığında toplanan Belediye Meclisi Başkan Öksüzler’in teklifi üzerine 3 nolu gecekondu önleme bölgesinde bulunan ve iskâna açılan bir mahalleye Bosna Hersek adının verilmesini karara bağladı. Bosna-Hersek’te sürdürülen özgürlük mücadelesinin anısına getirilen teklifin onaylanması sırasında, tüm Meclis üyeleri ayağa kalkarak kararı alkışladılar”(1993d: 1,5)9 Yukarıda görüldüğü üzere Bosna Hersek Mahallesi’nin adı devletin kurumlarından biri olan 7 Fahri Konsolos Ercan USLU ile yapılan görüşmede Uslu, konsolosluğun açılmasının Konya ve Bosna Hersek adına önemine dikkat çekerek; iki taraf için de pek çok anlamda katkısı olduğunu vurgulamaktadır (Uslu2013). Ayrıca bk Ekler: 8. 8 1999 yılında yapılan kazıların ardından projeler hazırlanmış ve yeniden inşaa için hazırlıklar yapılmış. Bu Mevlevîhâne dört ay gibi bir sürede tamamlanmıştır. Ayrıca bk. Ekler: 9. 9 Haber için bk. Ekler: 10. 125 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ belediye tarafından, belediye meclisinde alınan karar doğrultusunda verilmiştir10. Mahallenin kuruluşuna ise Bosna Hersek’in o dönemki Cumhurbaşkanı Aliya İzzet Begoviç gelerek açılışı bizzat yapmıştır11. Mahalle ile ilgili dikkat çeken başka bir özellik de Bosna Hersek adının sadece mahallenin adı olarak kalmamış olmasıdır. Kurulduğu 1993 yılından itibaren hızla gelişen mahallede ulaşımdan asayişe, sağlıktan ticarete, eğitimden ibadete, hayata ve memata dair pek çok mekâna Bosna Hersek ve bu ülkeyle bütünleşmiş adlar verilerek adetâ küçük bir Bosna Hersek inşaa edilmiştir. Ayrıca, bir yerleşim yerinde gerekli olan bu yapılanmalar dışında, özel oluşumlara da bu adın verildiği görülebilmektedir. Resmî kurum ve özel şahıslarca adı verilen bu yerlere örnek olarak; 1.Aliya İzzet Begoviç Caddesi. 2.Aliya İzzet Begoviç Hızlı Tren Altgeçidi 3.Bosna Hersek Ulu Camii 4.Bosna Hersek Mezarlığı 5.Saray Bosna Parkı ve parkın girişinde Mostar Köprüsü 6.Bosna Hersek Anadolu-İmam Hatip Lisesi 7.Bosna Hersek Polis Merkezi 8.Bosna İtfaiye Grubu 9.Özel Saray Bosna Tıp Merkezi 10.Oval Çarşı Bosna 11.Baş Çarşı 12.Bosna İş Merkezi 13.Site Bosna 14.Bosna Çorba 15.Bosna Kafeterya 16.Bosna Kırtasiye 17.Bosna Hersek Tramvay Durağı verilebilir12. killenmekte ve Bosna Hersek öğrenci şehri olarak da betimlenmektedir. Türkiye’nin tüm illerinde bu tarz bir yaklaşımla adlandırılmış yapılar olduğu muhakkaktır fakat burada dikkat çekici olan en önemli özellik bir yaşam alanı oluşturmada gereklilik arz eden tüm oluşumların Bosna Hersek ve onunla alakalı isimlerden oluşması ve hepsinin bir arada olduğu müstakil bir alanın olmasıdır. KO N Y A G E N E L İ N D E B O S N A H E R S E K ’ L E İ L G İ L İ ADL ARA RASTL ANAN DİĞER YAPIL ANMAL AR Bunlardan ilki, Konya merkezde, Kültür Park içinde bulunan Saraybosna ahşap şadırvanıdır. Saraybosna Belediyesi’nin iyi niyet nişanesi olarak gönderdiği bir miktar paraya Konya Büyükşehir Belediyesi katkı yapmış ve Saraybosna’da bulunan ahşap şadırvanın aynısından Kültür Park’ın içine de yaptırılmıştır. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki son sancağı olup Berlin Anlaşması (1878) ile Bosna Hersek’ten ayrılarak Sırbistan Karadağ arasında kalan13 Boşnak nüfusun yoğun olduğu Sancak bölgesinden dolayı Sancak adının verildiği öğrenilen Sancak Mahallesi de Bosna Hersek Mahallesi ile yan yana bulunmakta ve bu ilin en büyük ikinci mahallesi olma hüviyeti taşımaktadır. Bu mahallede Bosna Hersek’in 2. Cumhurbaşkanı Haris Sladjic Parkı bulunmaktadır. Ayrıca Selçuklu Belediyesi’ne bağlı Kılıçaslan Mahallesi’nde Aliya İzzet Begoviç Camii bulunmaktadır. SONUÇ Konya’nın en büyük mahallesi olan Bosna Hersek Mahallesi’nin nüfusu, resmî kayıtlara göre 67.000, resmî olmayan verilere göre 100.000 civarındadır. Selçuk Üniversitesi’ne yakın olmasından dolayı nüfusunun büyük çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu mahalledeki sosyal alanların çoğu bu kesime göre şe10 Bk. Selçuklu’nun Sesi (1993) 11 Bk. Ekler: 11. 12 Fotoğraflar için sırasıyla bk. Ekler: 12. 126 Ortak bir kültürün, İslâm’ın şekillendirdiği bir medeniyetin parçaları olan bu iki milletin beş asırlık birlikte yaşama tecrübesi kopması zor bağların oluşmasına vesile olmuştur. Aradan geçen zaman rağmen, kültürel yapıya addedilen değerin mesafelerin önemi kalmaksızın yaşatılmaya çalışıldığı; Bosna Hersek 13 http://www.bosnakmedya.com/bosnak-kulturu-ve-tarihi/sandzak-bolgesi-etnik-haritasi-etnicka-karta-sandzaka.html BİLDİRİ KİTABI II Mahallesi örneği üzerinden rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Sadece mahalle adının verilmesi ile başlayan bu sürece özel sektörün de dâhil olmasıyla her alanda “Bosna”, “Bosna Hersek” adlarını duymak, hâlâ bu ilişkinin çok canlı bir şekilde yaşadığına delalet etmektedir. K AY N A K L A R : Görkem, İsmail (2006), “Tahir Alangu’nun Balkan Folkloru Çalışmaları”, Türk-Bilig Türkoloji Dergisi, s. 40-55. Pelidija, Enes (2011), Bosna Hersek ve Kısa Tarihi, SaraybosnaKonya. Selçuklu’nun Sesi “Halkımızdan Toplanan 2 Milyarlık Yardım Sırplara Kurşun Olarak Yağıyor; Yardımlarımız Bosna’da” (1993a), Ocak, 1,4. Selçuklu’nun Sesi “Konya Bosna’ya Taştı”(1993b), Mart, s.5, 11. Selçuklu’nun Sesi “Yardım Kampanyasını Başlatan Kıvılcım” (1993c), Mayıs, 4, 5. Selçuklu’nun Sesi “Belediye Meclisimiz Kabul Etti: Selçuklu’ya Bosna Hersek Mahallesi” (1993d), Ağustos, 1,5. Uslu, Ercan, 1963-Konya doğumlu, 06.05.2013 tarihli kayıt. üniversite mezunu, 127 BİLDİRİ KİTABI II BALKANLARDA TÜRKÇE EĞİTİMİ VE ÖĞRETİMİNE GENEL BİR BAKIŞ A GENERAL OVERVIEW OF TURKISH EDUCATIONS IN BALKANS Nuray KAYADİBİ1 ÖZET ABSTRACT Günümüzde Makedonya, Kosova, Bosna-Hersek, Yunanistan, Bulgaristan ve Arnavutluk’ta Türkler yaşamaktadır. Türkler Osmanlı Dönemi’nden bugüne kadar Balkan coğrafyasında varlıklarını sürdürmektedirler. Ülkeden ülkeye değişiklik göstermekle birlikte Türkler azınlık hakları doğrultusunda Türkçe eğitim hakkına sahiptirler. Bu ülkelerin bazılarında üniversitelerde Türkoloji bölümleri bulunmakta ve Türkçe eğitim yükseköğretim düzeyinde de verilmektedir. Yunus Emre Türk Kültür Merkezleri bünyesinde açılan kurslarla yabancılara Türkçe öğretilmektedir. Bu çalışmada Makedonya, Kosova, Bosna-Hersek, Yunanistan, Bulgaristan ve Arnavutluk’ta Türkçe eğitiminin günümüzdeki durumu değerlendirilmiştir. Türkçe eğitimin hangi kademelerde verildiği, dersin zorunlu ya da seçmeli olması, genel olarak Türkçe eğitimi ve öğretiminde karşılaşılan sorunlar tespit edilmiş, değerlendirilmiş ve çözüm önerileri sunulmuştur. Anahtar Sözcükler: Balkanlar, ana dili, Türkçe eğitimi. Today, Turks live in Macedonia, Kosovo, Bosnia-Herzegovina, Greece, Bulgaria and Albania. Turks have lived in Balkans since the Ottoman Empire period. Although it differs from country to country, Turks have the right to education in their mother tongue. In some of these countries, there are departments of Turcology and Turkish education is given in higher education in some Universities of Balkan Countries. Within the structure of Yunus Emre Institute of Turkish Culture, foreigners are taught Turkish. This study analyzes the condition of Turkish education in Macedonia, Kosovo, Bosnia-Herzegovina, Greece, Bulgaria and Albania. It has been explored the stages of Turkish education and whether they are compulsory or selective courses in these schools, determined the problems related to Turkish education and presented solutions for these problems. Key Words: Balkans, mother tongue, Turkish education. 1 Arş. Gör., Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü, [email protected] 129 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ 1.GİRİŞ Eski dönemlerden beri Balkanlar, kavimlerin uğrak yeri olmuştur. Asya’dan gelen Avarlar, Hunlar, Bulgarlar, Macarlar, kuzeyden gelen Slavlar, batıdan gelen Cermenler, Venedikli tacirler, Haçlılar hepsi Balkan topraklarından geçmişler ve izlerini bırakmışlardır. Her topluluk bu topraklarda kendi devletini kurmuş ve düzenini inşa etmiştir. Tarihin katmanları birbirine eklenerek bugün Balkanların çok kültürlü ve etnili yapısı oluşmuştur. Balkanlar’a ismini veren ise Türkler olmuştur (Oruç, 2011: 14). Balkan tarihinde ve coğrafyasında Türkler önemli bir rol üstlenmişlerdir. Balkanlar Türkler açısından; coğrafi, siyasi, ekonomik açıdan olduğu kadar tarihî ve kültürel yapı bakımından da çok önemlidir. “Türkler, MS IV. yüzyılda Batı Hun Türklerinin yerlerinden kopmaları ve Orta Avrupa bozkırlarına gelmeleri sonucunda yeni bir yurt kurarlar. Bu yerleşme aynı zamanda günümüz Avrupa dünyasının biçimlenmesine ve bugünkü coğrafi düzene girmesine etki eder. Hun Türkleri Ural ve Kafkasya Bölgesinde Orta Avrupa, Adriyatik kıyıları ve Balkanlara uzanan geniş bir alanı kontrol ederler.” (Yıldırım, 1998: 22). XI. ve XII. yüzyıllarda Peçenek, Kuman ve Uz Türkleri Balkanlara gelip yerleşirler. Balkanlarda asıl ve kalıcı ilişkiler Osmanlıların bu topraklara ayak basmalarıyla başlamıştır (İsen, 1997: 513). Balkanların Osmanlı Devleti tarafından fethedilmesiyle bölgede yeni ve parlak bir dönem başlamıştır. Yaklaşık beş yüz yıl süren bu hâkimiyet döneminde bölgenin sosyal, ekonomik ve kültürel yapısı büyük bir gelişme göstermiştir. Günümüze kadar ulaşan kültür mirasının büyük bir kısmı Osmanlı Dönemi’nde oluşmuştur. Balkanlara yerleşen Türkler dillerini, dinlerini, kültürlerini yaşatmaya devam etmişler, bu topraklarda yaşayan çeşitli topluluklarla köklü bağlar kurarak bölgedeki Müslüman-Türk varlığını kalıcı hâle getirmişlerdir. XIX. yüzyılda milliyetçilik akımları ve savaşlarla Osmanlı himayesindeki milletler ayrılmaya başlamış ve Balkan toprakları yavaş yavaş Osmanlı Devleti hâkimiyetinden çıkmıştır. Bu topraklarda yaşayan Türkler azınlık durumuna düşmüşlerdir. 130 Balkanlarda Türkçe eğitim, Türklerin bu bölgeye yerleşmesi ile başlamıştır. Bugün de Türkçe eğitim ve öğretim bu topraklarda devam etmektedir. Geçmişten bugüne kadar olan süreçte Türkçe eğitimde iniş çıkışlı bir tablo görülmektedir. Günümüzde Makedonya, Kosova, Bosna-Hersek, Yunanistan, Bulgaristan ve Arnavutluk gibi Balkan ülkelerinde Türkçe eğitim ve öğretim yapılmaktadır. Bazı ülkelerde ilk ve ortaöğretimde Türkçe eğitim verilirken, bazı ülkelerde sadece yükseköğretim düzeyinde Türkçe eğitim yapılmaktadır. Son yıllarda dünya üzerinde Türkçeye karşı yoğun bir ilgi görülmektedir. T.C. Yunus Emre Enstitüsü bünyesinde dünyanın birçok noktasında açılan Yunus Emre Türk Kültür Merkezleri yabancılara Türkçeyi ve Türk kültürünü öğretmektedir. Türkçenin uluslararası düzeydeki etkinliğinin artırılması hususunda çalışmalar yürüten ve bu konuda süregelen eksiklikleri tamamlama amacında olan Yunus Emre Türk Kültür Merkezleri, Avrupa Konseyi Ortak Dil Kriterlerine uygun, evrensel standartlara sahip ders kitabı hazırlama çalışmalarına da devam etmektedir (http://yunusemreenstitusu.org/turkiye). Balkan ülkelerinde de Yunus Emre Türk Kültür Merkezlerinin Türkçe kurslarına ilgi yoğundur. Balkan ülkelerinde yaşayan Türkler, hem Türkçeyi hem de bulundukları ülkenin dilini konuşmaktadırlar. Yani bu bölgede yaşayan soydaşlarımız iki dillidir. İki dilli; “İçinde bulunulan topluluk ya da bizzat konuşan kişi tarafından saptanan, iletişimsel ve bilişsel yeteneğin zorunlu kıldığı sosyokültürel gereklere göre tek dilli ya da iki dilli topluluklar arasında ana dili konuşucuları ölçüsünde kendini her iki dilde de ifade edebilecek durumda olan ve diğer taraftan bu kültürel ve dilsel gruplardan her ikisi ile ya da tümü ile veya en azından bir bölümü ile özdeşleşebilen kişidir.” (MaziSella, 1997: 34). İki dillilik; “Bulunduğu yabancı bir ülkenin toplumunda, hayatın herhangi bir evresinde ana dilden başka ikinci bir dil olan o toplumun dilini kusursuz bilmesi ve kullanması, fakat kendi millî dilini ve kültürünü de yeterince bilmesi ve hayata geçirmesidir.” (Güzel, 2010: 33). İki dillilik ile ilgili birçok tanım vardır, ayrıca iki dilliğin çeşitleri de bulunmaktadır. Azınlıklar da iki dilli olarak tanımlanmaktadır. BİLDİRİ KİTABI II İki dilli ortamlarda ana dili eğitimi ayrı bir önem taşımaktadır. “İki ayrı dilin konuşulduğu ortamlarda yaşayan ya da iki ayrı dil öğrenmek zorunda kalan çocuklar başlangıçta tek dili öğrenen çocuğa göre daha yavaş bir dil gelişimi gösterirler” (Güzel, 2010: 76). Bu çocukların, dil eğitiminde farklı yöntem ve teknikler kullanılarak dil gelişimlerine katkı sağlanabilir. İki dilliliğin hatta çok dilliliğin söz konusu olduğu ülkelerde kültürler arası eğitim modeli uygulanabilir. Kültürler arası eğitim, farklı kültürlerden insanların yaşadığı bölgelerde uygulanan ve farklı grupların eşitliği ilkesine dayanan, dilsel ve kültürel farklılıkları, öğrenme sürecinin bir kaynağı olarak gören, fırsat eşitliğine olanak yaratan, ayrımcılığın ve ırkçılığın her çeşidine karşı olan bir eğitim modelidir (Özdemir, 1988). Balkan ülkelerinde ilköğretim ve ortaöğretim düzeyinde Türkçe eğitim ile ilgili sorunlar yaşanmaktadır. Bunlar; yerel yönetimden, eğitim kadrolarının yetersizliğinden, okul sayısının yetersizliğinden, okullarda okutulacak ders kitaplarının ve eğitim araç gereçlerinin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Bu çalışmada, Makedonya, Kosova, Bosna-Hersek, Yunanistan, Bulgaristan ve Arnavutluk’ta Türkçe eğitiminin günümüzdeki durumu değerlendirilecektir. ARAŞTIRMANIN YÖNTEMİ Bu çalışmada Makedonya, Kosova, Bosna-Hersek, Yunanistan, Bulgaristan ve Arnavutluk’ta Türkçe eğitiminin günümüzdeki durumunu tespit etmek için betimsel tarama modeli kullanılmıştır. Bir grubun belli özelliklerini belirlemek için verilerin toplanmasını amaçlayan çalışmalara tarama (survey) araştırması denir (Büyüköztürk vd., 2009: 16). “Tarama modelleri, geçmişte ya da hâlen var olan durumu var olduğu şekliyle betimlemeyi amaçlayan araştırma yaklaşımlarıdır. Araştırmaya konu olan birey ya da nesne, kendi koşulları içinde ve olduğu gibi tanımlanmaya çalışılır. Onları herhangi bir şekilde değiştirme, etkileme çabası gösterilmez. Bilinmek istenen şey vardır ve oradadır. Önemli olan onu uygun şekilde gözleyip belirleyebilmektir.” (Karasar, 1991: 77). “Betimsel araştırmalar, verilen bir durumu olabildiğince tam ve dikkatli bir şekilde tanımlar. Eğitim alanındaki araştırmada, en yaygın betimsel yöntem tarama çalışmasıdır, çünkü araştırmacılar bireylerin, grupların ya da fiziksel ortamların özelliklerini (yetenekler, tercihler, davranışlar vb.) özetler.” (Büyüköztürk vd., 2009: 21). 2. B A L K A N Ü L K E L E R İ N D E T Ü R KÇ E E Ğ İ T İ M İ V E Ö Ğ R E T İ M İ 2.1. Makedonya’da Türkçe Eğitimi ve Öğretimi Makedonya’daki Türk varlığının başlangıcı, MS 378’de Hunların Makedonya’dan geçerek Edirne yakınlarında Bizans ile savaşmasına kadar uzanmaktadır. Hunların ardından Kuman, Peçenek ve Uz Türkleri bu topraklarda önemli izler bırakmışlardır (Özkan, 2002: 57). Uzlar, 1065’te Tuna’yı geçip Balkanlar’a gelmişler, Tuna’dan sonra Peçeneklerin arkasından Makedonya, Trakya ve Selanik taraflarına inmişler, buraları yağmalamışlardır (Demir, 2011: 10). XIII. yüzyılın sonlarında Makedonya’nın bazı bölgelerine (Üsküp, Manastır, Selanik, Kalkandelen, Gostivar) Anadolu’dan gelen Türkler yerleşmeye başlamışlardır; XIV. yüzyılın sonlarına doğru Makedonya bütünüyle Osmanlı hâkimiyetine girmiş ve bir Türk yurdu hâline gelmiştir (İnbaşı, 2002). 1912-1913 Balkan Savaşları sonucunda bu topraklar Osmanlı hâkimiyetinden çıkmıştır; göçler sebebiyle Türk nüfusu her geçen gün azalmış ve Türkler azınlık durumuna gelmişlerdir. Makedonya’daki Türkçe eğitimin 5. yüzyıl başlarından beri var olduğu ifade edilmektedir (Hamzaoğlu, 2006). Makedonya’daki eğitimin dününe kronolojik olarak bakıldığında, en önemli yazılı kaynağın Evliya Çelebi’nin “Seyahatnamesi” olduğu görülür. Evliya Çelebi; Makedonya’daki medreseleri, mektepleri, kütüphaneleri anlatmaktadır. Makedonya’nın İştip şehrinde, Demirtaş Paşa tarafından yapıldığını tahmin ettiği 2 medrese ve 2 Darülkurra’dan (İlahiyat) bahsetmektedir. (Ayverdi, 2000: 252). Makedonya Osmanlı hâkimiyetinden çıktıktan sonra Sırbistan ve Yugoslavya Krallığı döneminde Türk- 131 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ler resmî olarak eşit vatandaşlar olmalarına rağmen ikincil bir statüye düşmüşlerdir. 1912 ile 1945 yılları arasında ana dilinde eğitim yasaklanmış ve Türkçe resmi dil olarak kullanılamamıştır. 1948’den sonra Yugoslavya döneminde etnik topluluklara ana dilde eğitim hakkı verilmiştir. Makedonya Türkleri bu dönemde kendi dillerinde eğitim hakkında kavuşmuşlardır. Bu yıllarda Türkçe öğretmen kadrosu yetişmiş, kitaplar basılmış ve dergiler yayımlanabilmiştir. (Baki vd, 2009: 7). Yükseköğretim alanında da Türkçe eğitimde olumlu gelişmeler yaşanmıştır. 1963-1964 öğretim yılında Üsküp Pedagoji Akademisi, 1976-1977 öğretim yılında da Üsküp Filoloji Fakültesinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü açılmıştır (Ago, 1996: 7-10). Azınlık hakları çerçevesinde günümüzde Makedonya Türkleri Türkçe eğitim görme; kendilerini geliştirmek ve ifade edebilmek için kültürel, sanatsal, akademik kurum ve dernek kurma/açma hakkına sahiptirler (Makedonya Cumhuriyeti Anayasası, 1991, Madde 48). Ana dilde eğitim, anayasa ile teminat altına alınmasına rağmen, Türklerin tüm Makedonya’da ana dilde eğitim hakkına sahip oldukları söylenemez. Doğu Makedonya ve özellikle Debre’de Türkçe eğitimde sorunlar yaşanmış, 1993 yılında Makedon yönetimince Torbeşlerin (zaman içinde dil özelliklerini yitirmiş Türkler olarak kabul edilenler) Türk olmadıkları gerekçesiyle Türkçe eğitimine izin verilmemiştir (Nuredin, 2001). Günümüzde Makedonya’da Türk öğrenciler ilköğretimde Türkçe eğitim görmektedir. Hem Türkçe dersi zorunlu derstir hem de öğrenciler diğer bütün dersleri Türkçe görmektedirler. Bazı Türk aileler çeşitli baskılardan veya karma evliliklerden dolayı çocuklarını Arnavutça ya da Makedonca eğitim veren sınıflara göndermektedirler. Ortaöğretimde ise Türkçe eğitim veren okul sayısı azdır. Bazı şehirlerde Türkçe eğitim verilen liseler bulunmadığı için öğrenciler farklı şehirlerdeki liselere gitmekte ya da Makedonca eğitim veren bir liseye devam etmektedirler. Farklı şehirlerde liseye devam eden öğrenciler için Türk dernekleri öğrenci yurtları açmışlardır. Bu şekilde de Türkçe eğitime destek sağlanmaya çalışılmaktadır. Makedonya Türkleri Doğu ve Batı Makedonya Türkleri şeklinde ikiye ayrılmıştır. Çünkü doğu ile batı 132 birçok yönden farklıdır. Batı Makedonya Türkleri; ekonomik, sosyal, kültürel, eğitim vs. bakımdan daha çok imkâna sahiptirler. Doğu Makedonya Türklerine ise bilinçli olarak bazı hizmetler çeşitli bahanelerle götürülmemektedir. Böylece Türklerin kendi kimlikleri unutturulmaya çalışılmaktadır. Doğu Makedonya’da Türk öğrenciler Türkçe dersini seçmeli ders olarak alabilmektedirler, diğer bütün dersler ise Makedoncadır. Doğu Makedonya’nın Radoviş ve Valondola şehirlerinde Türkler yalnızca ilköğretim 5. sınıfa kadar Türkçe eğitim görebilmektedirler. Makedonya’da yükseköğretimde eğitim dili Makedoncadır. Üsküp Kiril Metodi Üniversitesi Filoloji Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, İştip Gotse Delçev Üniversitesi Filoloji Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ve Üsküp Pedagoji Fakültesinde Türkçe eğitim verilmektedir. 1963-1964 yıllarında açılan Sınıf Öğretmeni yanında Matematik-Fizik, Kimya-Biyoloji ve Tarih-Coğrafya dersleri için de öğretmen yetiştiren Pedagoji Fakültesinde dersler Türkçe verilmekteyken siyasi gelişmelerin etkisiyle 1987 yılında derslerin Türkçe verilmesini sonlandırma kararı alınmıştır (Abbas, 1999: 98). Bugün, Makedonya Cumhuriyeti’nde genel öğretim veren temel eğitim okullarında ve liselerde Türkçe ana dili eğitimi ders kitapları, Makedonya Eğitim ve Spor Bakanlığı tarafından saptanan amaçları gerçekleştirecek bir içerikle hazırlanmakta ve Makedonca yazılan ders kitapları Türkçeye tercüme edilmektedir. Bu kitaplar metin seçimleri ve işlenişleri açısından amacı gerçekleştirmeye yönelik değildir. Özellikle tarih ders kitaplarında Türk tarihi doğru bir şekilde verilmemektedir. Türkçe okuma ve ders kitaplarının uygun olmaması öğretim kalitesini düşürmekte, Türkçenin öğretim dili olarak gelişmesine zarar vermektedir. Yardımcı kitap, öğretim materyali açısından da sıkıntılar bulunmaktadır. Bütün materyaller, teknolojik malzemeler Makedonca olduğu için öğretmenler bu kaynakları kullanamamaktadır. Türkçe eğitim yapılan Türk okullarının en büyük sorunlarından biri de Türk öğretmen yetersizliğidir. Türk öğretmen bulunmadığı için bazı okullarda Türk öğrencilerin derslerine Türkçe bilmeyen Makedon ya da Arnavut öğretmenler girmektedir. BİLDİRİ KİTABI II Türkçe eğitim gören öğrencilerin bilgisayarlar programları Makedonca ve Arnavutçadır. Türkçenin bilgisayar programlarında yer almaması sıkıntı yaratmaktadır, bu yönde çalışmalar yapılmalıdır. Üsküp Yunus Emre Türk Kültür Merkezi Türkçe kursları ile yoğun ilgi görmektedir. Her kesimden yabancının katıldığı kurslarda Türk dili, Türk kültürü öğretilmektedir. Merkez aynı zamanda Makedonya’daki Türkçe ve sınıf öğretmenlerine yönelik seminerler düzenlemektedir. Çeşitli organizasyonlar düzenleyerek Makedonya’da Türk kültürünü tanıtmakta, Türkler arasındaki birlik beraberlik ruhunu da canlandırmaktadır. 2.2. Bosna-Hersek’te Türkçe Eğitimi ve Öğretimi Osmanlılara kadar Roma, Bizans ve yerli hanedanların hâkimiyetinde kalan bölgeye ilk Türk akınları 1386 yılında başlar. 1392 yılında Üsküp‘ün fethiyle birlikte artan Osmanlı nüfuzu Bosna Kralı II. Tvrtko’nun Osmanlı hâkimiyetini kabul etmesiyle sonuçlanmıştır (1428-1429). 1463 yılında ise Fatih Sultan Mehmet’in idaresindeki ordu Bosna’yı fethetmiştir. Fetihten sonra sancak hâline getirilen bölgenin merkezi Saraybosna olmuştur. Sancak merkezi daha sonra Banaluka’ya taşınmış, Bosna 1908 yılında tamamen Osmanlı hâkimiyetinden çıkmıştır. (Gönel, 2011). “Her Osmanlı eyaletinde olduğu gibi Bosna Hersek’te de İslami eğitim ve kültürün fideliklerini mektepler ve dinî kurumlar oluşturmuştur. Camilerin yanında bulunan mektep ve medreseler, Bosna Müslümanlarının temel öğretim müesseseleriydi. Saraybosna’da en eski medrese XVI. yy. başlarında kurulmuştur. Gazi Hüsrev Bey tarafından yaptırılan bu medrese kütüphanesiyle birlikte hâlâ ayaktadır. İlk Rüşdiye ve Mekteb-i Hukukun açılması ise Topal Osman Paşa’nın valiliği dönemindedir. Resmi kayıtlara göre Osmanlı idaresinin sonlarına doğru burada 917 mektep, 43 medrese, 28 Rüşdiye vardı. Ayrıca Saraybosna’da bir askerî okul, öğretmen yetiştirme koleji ve bir de ticaret mektebi bulunuyordu.” (Hadzi, 2007: 11). Bosna’da 1920’lere kadar Türkçe eğitim öğretim ve yayın faaliyetleri devam etmiştir. Uzun süren Türk hâkimiyeti döneminde Boşnakların Türk kültürüne yaptıkları katkılar azımsanmayacak derecededir (Gölen, 2010: 183). Bosna Hersek, 1992 yılında bağımsızlığını ilan etmesine rağmen ülkedeki Sırplar tarafından tanınmamış ve bu durum, 1995 yılına kadar sürecek bir savaşa yol açmıştır. Fakat savaş sonunda imzalanan Dayton Barış Antlaşması ile bağımsızlık, resmen ilan edilmiştir (Gökdağ, 2012b: 20). XV. asırdan itibaren Bosnalı Müslümanlar Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler, edebî ve ilmî eserler yazmağa başlamış ve Türk-İslam edebiyatına iki yüzden fazla şair ve yazar vermişlerdir. Türk-İslam kültürünü çok iyi öğrenen Bosna Müslümanları, kendi dillerinde de yazdıkları şiir ve eserlerde bu kültürün unsurlarını rahatlıkla benimseyerek kullanmışlar ve geniş halk kitlelerine de bunu benimsetmişlerdir. Bosna Müslümanları arasında Türk tesiri, başta din olmak üzere müzik ve halk oyunlarında, günlük hayatın her sahasında bugün de görülebilir (Morina, 2010). Bosna Hersek Federasyonu, federal birimlerden yani kantonlardan oluşmaktadır. “Bosna Hersek’in resmî dilleri Boşnakça, Hırvatça ve Sırpçadır. Resmi alfabesi Latin ve Kiril alfabeleridir. Diğer diller iletişim ve eğitim aracı olarak kullanılabilir.” (Bosna Hersek Federasyonu Anayasası, Madde 65). Bosna Hersek’te Yunus Emre Enstitüsünün iki şubesi bulunmaktadır: Saraybosna ve Foynitsa Yunus Emre Türk Kültür Merkezleri. Yunus Emre Enstitüsü ile Bosna Millî Eğitim Bakanlığının iş birliği doğrultusunda proje kapsamında ilköğretim ve ortaöğretimde Türkçe seçmeli ders olarak müfredata girmiştir. Saraybosna Yunus Emre Türk Kültür Merkezi Türkçe öğretmeni, kitap, bilgisayar, projektör gibi katkılar sağlamaktadır. Yunus Emre Enstitüsü tarafından Bosna müfredatına ve kültürüne uygun olarak hazırlanan “Haydi Türkçe Öğrenelim” serisi ile öğretim yapılmaktadır. Hersek-Neretva, Zenitsa-Doboy, Bosna-Podrinye ve Tuzla kantonlarında üç bin civarında Türkçe öğrenen öğrenci bulunmaktadır (http://yunusemreenstitusu.org/bosnia). Saraybosna ve Foynitsa Türk Kültür Merkezlerinde yetişkinlere de Türkçe öğretilmektedir ve yoğun bir ilgi söz konusudur. 133 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Yükseköğretimde Türkçe eğitim dört üniversitenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümlerinde yapılmaktadır. Sarajevo Üniversitesi Felsefe Fakültesinde Türkoloji Kürsüsü, Tuzla Üniversitesi Felsefe Fakültesinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Zenica Üniversitesi Eğitim Fakültesinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Uluslararası Burç Üniversitesi Eğitim Fakültesinde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü bulunmaktadır. Bu bölümlerden mezun olanlar Bosna’da Türkçe ve Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği yapmaktadırlar. 2012 yılında da Mostar Cemal Biyediç Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü açılmıştır. 2.3. Bulgaristan’da Türkçe Eğitimi ve Öğretimi Bulgaristan’da Türk varlığı 5. yüzyılda Hunlar ile başlamıştır. 1385 yılında Osmanlı hâkimiyetine giren Bulgaristan, Osmanlı Rus Savaşı ardından Rus desteği ile özerk prenslik hâline gelmiş, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra da 5 Ekim 1908’de bağımsızlığını kazanmıştır (Özkan, 2002: 40). “Bulgaristan’da bulunan azınlık gruplarının başlıcaları Türkler, Çingeneler, Ulahlar, Ermeniler, Karakaçanlar, Yunanlılar ve Yahudilerdir. Ülkede bulunan Makedonlar ise azınlık olarak kabul edilmemektedir. Nüfusun % 10’unu oluşturan Türk azınlık, yoğun olarak Sofya, Şumnu, Kırcaali, Filibe, Dobruca bölgelerinde yaşamaktadır. Türklerin azınlık hakları, imzalanan antlaşmalarda garanti altına alınmasına rağmen, bu haklara genellikle uyulmamıştır. Hatta buradaki Türkler, asimilasyon politikalarının bir neticesi olarak büyük işkenceler bile görmüşlerdir. Türk okulları, 1975’te Bulgar okulları içinde eritilmiş ve 1970’li yılların başında Türkçe eğitim yapılması yasaklanmıştır.” (Gökdağ, 2012a: 76). “Bulgaristan’da Türkçe eğitim Osmanlı Döneminde başlamıştır. Tanzimat döneminde İstanbul’da açılmaya başlayan rüşdiyeler kısa zamanda Filipe, Rusçuk, Varna, Berkofça gibi şehirlerde de faaliyete başlamıştır. 1878’de Bulgar prensliğinin kuruluşunun ardından kabul edilen ilk Bulgar anayasasında Türklerin Türkçe eğitim ve öğretim hakkı korunmuştur. 1894- 134 1895 yılında yapılan tespite göre bu dönemde, 1284’ü ilkokul, 16’sı rüşdiye olmak üzere toplam 1600 okulda Türkçe eğitim verilmiştir. Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan ettiği 1908 yılına kadar ders kitapları Osmanlı Devleti tarafından gönderilmiş ve Bulgarca hariç bütün dersler Türkçe okutulmuştur.” (Özkan, 2002: 47). Balkan Savaşları’ndan sonra Türkler baskı sonucu göç etmeye başlamış, Türk nüfus azalmış ve Türk okulları yavaş yavaş kapanmıştır. Bazı dönemlerde çeşitli uygulamalarla Türkler ana dilde eğitim yapabilmişlerdir. Bulgaristan’da azınlıkların kendi dillerini kullanması ve öğrenmesi 1991’de kabul olunan Bulgaristan Cumhuriyeti Anayasası’nın 36. maddesinin 2. fıkrasınca garanti altına alınmıştır: “Ana dili Bulgarca olmayan vatandaşlar, Bulgar dilinin zorunlu öğrenimi ile birlikte kendi dillerini öğrenme ve kullanma hakkına sahiptirler” (İbryam, 2007: 93). Eğitim ve Bilim Bakanlığı 1992 yılında Türk dili eğitimine başlayınca Türk dilinin serbest seçenekli ders olarak okunması için numune eğitim programları hazırlamıştır. Zorunlu seçmeli ders olarak liselerde okunması için de programlar 1999’da hazırlanmıştır. Okul kitaplarına duyulan ihtiyaçları karşılamak için 1991 yılında acilen ilkokul için alfabe, rüştiye kısmı için ise okuma kitabı hazırlanmış, 1992/93 ders yılında ise Türkiye Cumhuriyeti Bulgaristan Büyükelçiliği yardımı ile 1. sınıftan 8. sınıfa kadar dil bilgisi ve edebiyat kitapları (okuma kitapları) hazırlanmıştır; hâlen o kitaplar kullanılmaktadır. (Chakar, 2001). “Bulgar Bakanlar Kurulunun 09.09.1994 tarihli aldığı kararlara göre, ana dili Bulgarca olmayan öğrenciler, kendi ana dilini I. – VIII. sınıfları arası öğretim planı kapsamında belediye okullarında ‘serbest seçmeli’ ders olarak öğrenebilirler. Buna göre ana dili eğitimi haftada 4 saat olmak üzere program kapsamında yapılır. Her öğrenci, ana dilini okumaya başlarken istek beyanatı sunar. Ders yılı başında, her öğrenci okul müdürüne velisi tarafından imzalanmış bir dilekçe verir. Başka okula geçiş yaparken öğrenci, ana dili eğitimi için yeniden başvuruda bulunur. Hâlen Bulgar millî eğitim programında ana dil olarak Türkçe dersi hem ‘zorunlu seçmeli’ hem de ‘serbest seçmeli’ ders grupları içinde öğrencinin tercihine sunulmaktadır.” (Adalı, 2011). BİLDİRİ KİTABI II 2012 yılında basılan ‘Türkçe Yardımcı Ders Kitabı 4’ ve ‘Türkçe Çalışma Defteri 4’ kitapları 2013 yılında dağıtılmıştır. 20 yıl sonra ilk kez Türkçe ders kitabı basımı yapılmıştır. Ders kitabı sıkıntısı Türkçe eğitimini olumsuz yönde etkilemektedir. Türkçe derslerini verecek öğretmen yetersizliği de diğer önemli bir sorundur. Hatta öğretmen yetersizliğinden dolayı bazı okullarda Türkçe dersi verilememektedir. Türk nüfusun az olduğu Bulgar şehirlerinde aileler Bulgarcayı daha iyi konuşmakta ve evde de çoğunlukla Bulgarcayı kullanmaktadır. Türk nüfusun yoğun olduğu kırsal kesimlerde ise Türkçe Bulgarcaya göre daha iyi konuşulmakta ve ev ortamında Türkçe tercih edilmektedir. İlköğretimde ve ortaöğretimde Bulgar hükümetinin baskılarına rağmen Türkçe eğitim verilmeye devam edilmektedir. Türkçe derslerinin zorunlu olması ana dili gelişimi açısından çok önemlidir, bu konuda ilgililerin çözüm bulmaları gerekmektedir. Yükseköğretimde Türkçe eğitime bakıldığında; Bulgar Bilimler Akademisinde Balkanistika Enstitüsü; Filibe Üniversitesinde Kırcaali İlk ve Ortaokul Öğretmen Enstitüsü, Türkçe Elemanı Yetiştirme Sınıfları; Shoumen Üniversitesinde “Bishop K. Preslavsky” Yabancı Diller Fakültesi Türk Filolojisi Bölümü; Sofya “Kliment Ohridski” Üniversitesinde Türkoloji Bölümü; Sofya Üniversitesi Klasik ve Modern Filolojiler Fakültesi Doğu Dilleri ve Kültürleri Merkezinde Türkoloji ve Altayistik Kürsüsü; Şumnu Yüksek Pedagoji Enstitüsünde Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı bulunmaktadır. 2 .4 . K O S O VA ’ D A T Ü R K Ç E EĞİTİM VE ÖĞRETİMİ “Günümüz Kosova Türkleri, çok eski zamanlarda Balkanlara gelen ataları Hunların, Avarların, Oğuzların, Kumanların, Peçeneklerin bir parçası olarak bu topraklara yerleşmiş ve yurt edinmişlerdir. 1389 Kosova Meydan zaferiyle Kosova, Osmanlı hâkimiyetine girerek Üsküp sancağına bağlanmıştır. Balkan Savaşlarının sonucunda Kosova, Osmanlı toprağından ayrılarak, 30 Ağustos 1913 yılında Londra Anlaşmasıyla Sırbistan’a bırakılmıştır. Kosova, Sırbistan hâkimiyetine girdikten sonra, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı-Yugoslavya Krallığı, Arnavutluk Krallığı, İtalyan hâkimiyeti, Alman işgali, Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti, Sırbistan Cumhuriyeti, UNMİK (Birleşmiş Milletler Kosova Misyonu) idareleri altında bulunmuştur.” (Bozkurt, 2010: 67-68). 2008 yılında bağımsızlığını kazanan Kosova’da Türkler yüzyıllardır yaşamaktadırlar ve yaşadıkları süre içerisinde de Türkçe eğitimini bazı dönemlerde kesintiye uğramakla birlikte günümüze kadar devam ettirmişlerdir. “Osmanlı Döneminde; 1455 yılında Osmanlı’nın Kosova’yı fethetmesi ile bu bölgede Türkçe eğitim başlar ve 1912 yılında Osmanlı bu topraklardan geri çekilene kadar devam eder. Yugoslavya Krallığı döneminde (1912-1951) resmî olarak Türkçe eğitim yapılamamıştır. Sosyalist Yugoslavya döneminde (1951-1999) Türkçe eğitim yeniden başlar ve 1999 yılında NATO’nun Kosova’ya müdahalesine ve BM Geçici Yönetim Organlarının kuruluşuna kadar sürer. BM Geçici Yönetim Organlarının dönemi 17 Şubat 2008 tarihine kadar devam eder, bu dönemde de Türkçe eğitim yapılmıştır.” (Safçı ve Koro, 2008: 16). Bugün de Kosova’da Türkler ana dili ile eğitim görebilmektedirler. Kosova Cumhuriyeti resmî dilleri Arnavutça ve Sırpçadır. Türkçe, Boşnakça ve Romca belediyeler seviyesinde resmî statüye sahiptir. (Kosova Cumhuriyeti Anayasası, Madde 5). Kosova Cumhuriyeti Anayasasında “Topluluk ve Topluluk Mensuplarının Hakları” başlığında “Yasalarla belirlendiği ölçüde kendi dillerinde ilk ve ortaöğretim seviyesinde öğrenim görme.” (Madde 59) ifadesi ile Türklere ana dilde eğitim hakkı teminatı verilmiştir. Yerel dil olarak kabul edilen Türkçe, sadece Prizren Belediyesinde resmî dil statüsüne sahiptir. Kosova’da etnik gruplar kendi eğitim kurumlarını oluşturma; dillerini, yazılarını ve alfabelerini özgürce kullanabilme hakkına sahiptir. Türkler bugün Prizren Mamuşa, Priştine, Gilan, Dohırçan, Mitroviça ve Vıçıtırn gibi yerleşim merkezlerinde toplam 11 ilköğretim okulunda ve 6 lisede eğitim görmektedirler. (Gökdağ, 2012b: 23-24). Kosova Türkleri Priştine Filoloji Fakültesinin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde; 2003/2004 öğretim yılından başlayarak da Prizren Eğitim Fakültesinin Sınıf Öğretmenliği Bölümünde Türkçe eğitim 135 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ görmektedirler. Bu fakültede Türkçe eğitimin gereksinimlerine göre 2009/2010 eğitim öğretim yılında da Matematik/Enformatik Bölümü, 2010/2011 öğretim yılında ise Anaokulu Öğretmenliği Bölümü açılmıştır. (Koro, 2011: 127). Ayrıca 2012 yılında da Prizren’de Türkçe eğitim veren Hukuk Fakültesi açılmıştır. Türk öğrenciler için ilköğretim ve ortaöğretimde Türkçe dersi zorunludur. Arnavutça ortam dili olarak verilmektedir, zorunlu yabancı dil ise İngilizcedir. Ama sınıf açma konusunda bazı bölgelerde öğrenci sıkıntısı yaşanmaktadır. Ders kitabı sorunu, eğitim kadrosu yetersizliği ve fiziksel imkânlar bakımından sıkıntılar vardır. Kosova Arnavut nüfusun yoğun olduğu bir ülkedir, bu sebepten Arnavutlar içerisinde asimile olma gibi bir durum söz konusudur. Bu noktada ana dili eğitiminin önemi daha çok hissedilmektedir. Priştine, Prizren ve İpek’te Yunus Emre Türk Kültür Merkezleri bulunmakta ve Türkçe kursları yabancılar tarafından yoğun ilgi görmektedir. Merkezler çeşitli etkinliklerle Türk dilini ve kültürünü canlı tutmaya ve diğer milletlere tanıtmaya çalışmaktadırlar. Merkezler okullarda Türkçe eğitimine yönelik seminer çalışmaları ile de ana dili eğitimine katkı sağlamaktadır. 2. 5. Y U N A N İ S TA N ’ D A T Ü R KÇ E E Ğ İ T İ M İ V E Ö Ğ R E T İ M İ “Osmanlı Döneminde 1370’lerde Yunanistan’a giren Türkler ilk olarak Vardar ve Yenitsa’ya yerleşmişler ve diğer bölgelere buradan geçmişlerdir. Yunanistan bağımsızlığını ilan ettiği 1829 yılına kadar 460 yıl boyunca Türk hâkimiyeti altında kalmıştır.” (Özkan, 2002: 51). Yunanistan, 1829 yılında bağımsızlığını kazanan ilk Balkan ülkesidir. Ülkenin tek resmî dili, Yunancadır. Burada bulunan başlıca azınlık grupları Türkler, Pomaklar, Arnavutlar, Makedonlar ve Ulahlardır. Daha önce hep beraber ortak bir devletin vatandaşı iken Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte kurucu unsur dışındaki diğer topluluklar azınlık, dilleri ise birer azınlık dili konumunu almıştır. (Gökdağ, 2012b:12). Lozan Antlaşması ile Yunanistan Türkçeyi bir azınlık dili olarak ve eğitimde azınlık ana dili olarak kabul etmektedir. Azınlık ile ilgili yasal düzenlemelerle de Türkçe eğitim teminat altına alınmıştır. Günümüzde Gümülcine, İskeçe ve Şahin bölgelerinde Türkçe 136 eğitim veren okullar bulunmaktadır. Yunanistan’da ilkokul, ortaokul ve lise düzeyinde azınlık okullarında Türkçe dersi verilmektedir. Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilişkiler çok iyi olmadığından dolayı Türkçe eğitimi konusunda Yunan yönetiminin olumsuz bir bakışı vardır. Yunanistan’da temel eğitim dokuz yıldır. Türkler Türk öğretmen bulunmadığı için çocuklarını çoğunlukla Yunanca eğitim veren bir okula göndermektedir. Çocuk Yunanca bilmediği için de sıkıntılar yaşanmaktadır. Ders kitapları önceleri Yunanistan tarafından basılırken son yıllarda talepler üzerine Türkiye’de basılıp gönderilmeye başlanmıştır. “İlkokullarda uygulanan eğitim programına göre derslerin bir kısmı Yunanca bir kısmı Türkçe okutulmaktadır. Türkçe dil dersi, Din bilgisi, Matematik, Tabiat Bilgisi, Teknik derslerinin eğitim dili Türkçedir. Bu arada resmî eğitim programına göre Müzik dersi ½ saat Türkçe ve ½ saat Yunanca olarak öngörülmektedir, aynı durum Beden Eğitimi dersi için de geçerlidir.” (Achmet, 2005: 122). Azınlık okullarında öğretmen kadrosu konusunda da sıkıntılar yaşanmaktadır. “Azınlık okullarında eğitim programının Yunanca derslerini veren Yunanlı öğretmenler Yunanistan’da değişik üniversitelerde bulunan eğitim fakültelerinden mezun olduktan sonra ülke çapında gerçekleştirilen sınavlardan geçerek Batı Trakya’daki azınlık okullarına diğer devlet okullarına atanmada geçerli kurallar doğrultusunda atanmaktadırlar. Ancak azınlık okullarında görev yapacak Yunan öğretmenler, Yunancanın yabancı dil olarak öğretimi konusunda ve azınlıklar eğitimi konusunda özel bir eğitim sürecinden geçirilmemektedir. Yunanistan’da azınlık öğrencilerinin devam ettiği azınlık ilkokulları için öğretmen yetiştiren tek yükseköğretim kurumu Selanik Özel Pedagoji Akademisi’dir.” (Achmet, 2005: 126-127). Yükseköğretim düzeyinde Türkçe eğitim şu kurumlarda bulunmaktadır: Girit Akdeniz Araştırma Enstitüsü, Türkoloji Bölümü, Güneydoğu Avrupa Ülkeleri İnceleme Enstitüsü, Selanik Özel Pedagoji Akademisi. 2.6. A R N AV U T L U K ’ TA T Ü R K Ç E EĞİTİMİ VE ÖĞRETİMİ “Arnavut halkı, MÖ 2000 yıllarında Balkan Yarımadasına yerleşen İlliryalıların torunlarıdır. 1468 BİLDİRİ KİTABI II yılında Osmanlı idaresine geçen Arnavutluk, 1912’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Ülkenin dili, bir Hint‐Avrupa dili olan ve 5‐6 milyon kişi tarafından konuşulan Arnavutçadır.” (Gökdağ, 2012b: 13). Yaklaşık beş yüzyıl boyunca Osmanlı hâkimiyetinde kalan Arnavutluk, Türk kültür ve medeniyeti etkisinde şekillenmiştir. Arnavutluk Anayasası’nın 18. ve 20. maddelerinde herkesin eşit olduğu; ırk, din, cinsiyet ayrımcılığına gidilemeyeceği; herkesin etnik yapısına bağlı olarak kendini ifade özgürlüğüne sahip olduğu belirtilmektedir (Arnavutluk Anayasası, 1998). Arnavutluk’ta ilköğretim ve ortaöğretimde Türkçe eğitim verilmemektedir. Arnavutluk’ta azınlık hakları koruma altına alınmıştır, fakat azınlıklar ana dilde eğitim yapamamaktadır. Yükseköğretimde; Tiran Üniversitesi Yabancı Diller Fakültesi Türk Dili Bölümünde ve Beder Sosyal Bilimler Üniversitesi Türkoloji Bölümünde Türkçe eğitim verilmektedir. Tiran ve İşkodra Yunus Emre Türk Merkezleri bünyesinde yabancılara Türkçe kursları verilmektedir. Dillerinde pek çok Türkçe kaynaklı kelimenin bulunduğu Arnavutların da Türkçeye ilgisinin yoğun olduğu belirtilmektedir. 3.S O N U Ç Balkan ülkelerinde yüzyıllar boyunca Türkçe konuşulmuş ve Türkçe eğitim yapılmıştır. Günümüzde de bu durum azınlık hakları çerçevesinde devam etmektedir. Arnavutluk haricindeki diğer Balkan ülkelerinde ilköğretim ve ortaöğretimde Türkçe zorunlu ya da seçmeli ders olarak öğrencilere verilmektedir. Yükseköğretimde söz konusu ülkelerin hepsinde Türkoloji ya da Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü bulunmaktadır. Uzun yıllar Osmanlı hâkimiyetinde kalan, Türk kültürüne ve Türk diline aşina olan bu ülkelerde Türkçe eğitim konusunda ortak sıkıntılar bulunmaktadır. Çok dilli, çok kültürlü ortamlarda azınlık olarak yaşayan Balkan Türklerinin Türk kimlik ve kültürlerini koruyabilmeleri için Türkçe ana dili eğitimi ve öğretimi konusunda bilinçlendirilmesi ve kendilerine anayasal olarak verilen ana dilinde eğitim haklarına sahip çıkmaları gerekmektedir. Balkan ülkelerinde özellikle ana dili Türkçe olan iki dilli hatta çok dilli öğrenciler Türkçe eğitim konusunda birçok sorunla karşı karşıya kalmaktadır. Veliler çocuklarının yaşadıkları ülkede iletişim konusunda sıkıntı yaşamalarını istemedikleri için, bulundukları ülkenin dili ile eğitim yapılan okullara göndermektedirler. Bu durumda Türkçe Balkan ülkelerinde unutulmaya yüz tutacaktır. Balkan ülkelerinde Türkçe eğitimde, bulunulan ülkenin programları tercüme yapılarak kullanıldığı için verimli eğitim yapılamamaktadır. Programlar Türkiye ve yaşanılan ülkelerdeki uzmanlar tarafından ana dili eğitimine ve eğitim ilke ve yöntemlerine uygun olarak hazırlanmalıdır. Ders kitapları yaşanılan ülkenin ders kitaplarından tercüme edilmektedir. Tercüme sırasında da sıkıntılar yaşanmaktadır. Ders kitapları Türkiye ve yaşanılan ülkelerdeki uzmanların ortak çalışması ile hazırlanmalıdır. Öğretmen kadrosu ile ilgili sıkıntılara yönelik olarak Türkiye ile iş birliği yapılmalı; değişim programları ile Türkiye’den öğretmenler gönderilmeli ya da fakültelerin öğretmen yetiştiren bölümlerinde kontenjanlar arttırılmalıdır. Öğretmenlerin daha verimli olabilmesi için hizmet içi eğitime tabi tutulması gerekmektedir. Ders araç-gereçleri, teknolojik öğretim materyalleri Türkçe olarak hazırlanmalı; ortak projelerle Türkiye’nin de bu araç gereçleri temin etmede destek sağlaması gerekmektedir. Yunanistan ve Bulgaristan’da Yunus Emre Türk Kültür Merkezi açma çalışmaları için girişimde bulunulmalı, Türk dili bu ülkelerde de öğretilmeli ve Türk nüfus Türkçe eğitimi konusunda desteklenmelidir. K AY N A K L A R Abbas, Z. B., (1999). Makedonya’da Türklerin Eğitimi, Balkan Ülkelerinde Türkçe Eğitimi ve Yayın Hayatı., Bilgi Şöleni (2024 Nisan 1998.). Ankara: TDK. Achmet, İ.K. (2005). Yunanistan’da (Batı Trakya’da) İkidilli Eğitim Veren Azınlık Okullarında Türkçe ve Yunanca Öğrenim Gören Öğrencilerin Okuduğunu Anlama ve Yazılı Anlatım Becerilerinin Değerlendirilmesi.Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türkçenin Eğitimi ve Öğretimi Ana Bilim Dalı. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Ankara. 137 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Adalı, M. (2011). Bulgaristan’da Türkçenin Anadil Olarak Öğretiminde Yaşanılan Sorunlar ve İki Dillilik. http://www.yalquzaq.com/?p Ago, A. (1996). Makedonya’da Türk Halkının Anadil Üzerine EğitimÖğretim ve Sorunlar, Sesler, Sayı 302, Üsküp 1996, s.7-10. Arnavutluk Anayasası (1998). http://unpan1.un.org/intradoc/ groups/public/documents/untc/unpan013810.pdf Artun E. (?). Türk Halk Kültürünün Balkanlardaki Rolü. Çukurova Üniversitesi Türkoloji Araştırmaları. http://turkoloji. cu.edu.tr/HALKBILIM/8.php Ayverdi, İ. H. (2000). Avrupa’da Osmanlı Mimari Eserleri. III.Cilt, s. 252. Baki, S., B. Muça, G. Bayraktar, O. Emin. (2009). Makedonya’da İlkokul ve Lise Türkçe Eğitimindeki Sorunlar ve Çözüm Önerileri. MATÜSİTEB, Üsküp. Bozkurt, G. S. (2010). Tito Sonrası Dönemde Eski Yugoslavya Bölgesindeki Türkler ve Müslümanlar. Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi / Journal of Turkish World Studies, X/2 (Kış 2010), s.51-95. Büyüköztürk, Ş.; Çakmak Kılıç, E.; Akgün, Özcan E.; Karadeniz, Ş.; Demirel, F. (2009). Bilimsel Araştırma Yöntemleri. Ankara: PegemA Yayıncılık. Chakar, S. (2001). Bulgaristan’da Türk Dilinin Anadil veya Yabancı Dil Olarak Öğretilmesi. Avrupa’da Yabancı Dil Olarak Türkçe Öğretimi Sempozyumu, 25-26 Ekim 2001. http:// www.turkceogretimi.com/anadil-olarak-turkce-ogretimi/ bulgaristan-da-turk-dilinin-anadil-veya-yabanci-dil-olarakogretilmesi Demir, N. (2011). “Saltık-Nâme ve Selçuk-Nâme Işığında Gagauz Türkleri”. Zeitschrift für die Welt der Türken / Journal of World of Turks, Vol. 3, No. 2 (2011). Güzel, A. (2010). İki Dilli Türk Çocuklarına Türkçe Öğretimi (Almanya Örneği). Öncü Kitap: Ankara. Gökdağ, B. A. (2012a). Balkan Ülkelerinin Anayasalarında Dil Kullanımı ile İlgili Düzenlemeler. Turkish Studies, Volume 7/4, Fall, 2012. İbryam, S. (2007). AB’ye Uyum Sürecinde Bulgaristan’da Değişen Azınlık Hakları Anlayışı ve Yükselişe Geçen Milliyetçiğin Tezahürü: Ataka. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İnbaşı, Mehmet. (2002). “Makedonya’da Osmanlı Hâkimiyeti: Değişen ve Değişmeyen Kimlik”. Makedonya Sorunu Dünden Bugüne. (Drl. Murat Hatipoğlu) Ankara: ASAM Yayınları. s. 27-44. İsen, M. (1997). Ötelerden Bir Ses, Ankara. Karasar, N. (1991). Bilimsel Araştırma Yöntemi. Ankara: Sanem Matbaacılık. Koro, B. (2011). Kosova Türkçe Eğitiminde Gelişmeler. Kosova Türk Öğretmenler Derneği Yayınları, Prizren- Kosova. Kosova Cumhuriyeti Anayasası. (2008). http://www.kushtetutakosoves.info/repository/docs/Kosova.Cumhuriyeti.Anayasasi.pdf Makedonya Cumhuriyeti Anayasası, (Constitution Of The Republic Of Macedonia) http://www.sobranie.mk (E. T.: 07.10.2012) Mazi-Sella, E., (1997). Diglossia kai Oligotero Omiloumenes Glosses. (İkidillilik ve Az Konuşulan Diller),To Meionotiko Fainomeno sten Hellada (Yunanistan’da Azınlık Olgusu) s.349-413, Atina: Kritiki Yayını. Morina, İ. (2010). Türkçenin Balkan Dillerindeki Rolü ve Gücü. III. Uluslararası Dünya Dili Türkçe Sempozyumu, 16-18 Aralık, İzmir. http://www.turkcede.org/yabancilara-turkceogretimi/522-turkcenin-balkan-dillerindeki-rolu-ve-gucu. html (E.T. 02.05.2013) Nuredin, A. (2001) Torbeşler (Türkbaşlar). Balkan Strateji. OcakŞubat 2001. Oruç, Z. (2011). Balkanlarda Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk Çerçevesinde Balkan Türklerinin Kimlik ve Yönetim Sorunları (Kosova Ve Makedonya Örneği). Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi. Gökdağ, B. A. (2012b). Balkanlar: Etnik Karmaşanın Dilsel Boyutları. Karadeniz Araştırmaları, Kış 2012, Sayı 32, ss.1‐27. Özdemir, Ç. M., (1988). Federal Almanya’daki Türk İşçi Çocuklarının Eğitim Sorunları Açısından İki Dillilik ve İki Kültürlülük ile İlgili Eğitim Modelleri, Yayımlanmamış Uzmanlık Tezi, Gazi Üniversitesi, Ankara. Gölen, Z. (2010). Tanzimat Döneminde Bosna Hersek. Ankara: TTK Yayınları. Özkan, Nevzat. (2002). Türk Dilinin Yurtları. Ankara: Akçağ Yayınları. Gönel, H. (2011). Bosna Hersek’te Türkçe. 1st International Conference on Foreign Language Teaching and Applied Linguistics, May 5-7 2011, Sarajevo. Safçı, N., Koro, B. (2008). Kosova’da Türkçe Eğitimde Öğretmen Kadrosu. Kosova Türk Öğretmenler Derneği Yayınları. Prizren- Kosova. Hadzi, H. (2007). 19. yy. da Osmanlı Devletinin Bosna Eyaletindeki Bilim Adamları ve Eserleri. Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Kayseri. Yıldırım, D. (1998). Türk Dünyasına Toplu Bakış. Türk Bitiği, Ankara. Hamzaoğlu, Y. (2006). Doğu Makedonya’da Türkçe Eğitim Sorunu. Köprü, Sayı 10, Üsküp. http://yunusemreenstitusu.org/turkiye Hayber, A. (1999). Makedonya’da Türkçe Öğretimi. Balkan Ülkelerinde Türkçe Eğitimi ve Yayın Hayatı, Bilgi Şöleni (20-24 Nisan 1998.) TDK, Ankara, 1999, s.302. 138 ___ (2012). Balkan Türklerinin Tarihi. http://www.balkanlilar. org/balkan-turklerinin-tarihi/ http://yunusemreenstitusu.org/bosnia BİLDİRİ KİTABI II KIBRIS RUM KESİMİ TARİH DERS KİTAPLARINDA “TÜRK” VE “TÜRKİYE” İMAJI THE IMAGE OF “TURK” AND “TURKIYE” IN HISTORY COURSE BOOKS IN SOUTHERN GREEK CYPRUS Nuri KÖSTÜKLÜ1 ÖZET Bilindiği üzere günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli dış politika meselelerinden biri de “Kıbrıs Meselesi”dir. 1877- 1878 Osmanlı- Rus Savaşı’nın siyasî sonuçlarından olarak, Kıbrıs’ın idaresinin İngilizlere geçmesiyle birlikte, Türkler açısından günümüze kadar sürecek bir “Kıbrıs Meselesi” de başlamış bulunuyordu. Balkan Savaşları ve arkasından I. Dünya Savaşı’nın getirdiği şartlar Kıbrıs Türkleri’nin problemlerini gittikçe artırdı. 1958 Zürih ve 1959 Londra Antlaşmaları çerçevesinde kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti de barış ve huzur ortamını getiremediği gibi, Ada Türkleri’ne yönelik baskı ve sindirme harekâtı, dozunu artırarak devam etti. Ada’nın Yunanistan’a ilhakı anlamına gelen “Enosis”i gerçekleştirme harekâtı, garantör ülke olarak Türkiye tarafından 1974 Kıbrıs Barış Harekâtıyla önlendi. Bu tarihten itibaren Kıbrıs Türkleri barış ve huzur ortamına kavuşmaya başladı. Bu barış ve huzur ortamında Ada’daki Türkler, siyasî erklerini de ispat ederek KKTC adıyla kendi devletlerini kurarak medenî dünyada insanca ve hür olarak yaşama ve tanınma mücadelesi içine girdiler. Ancak, “Enosis” idealini hiçbir zaman zihinlerinden silemeyen Kıbrıs Rumları, Adanın tümünü temsil ettiği iddi- asıyla, kalıcı bir barışın tesisine katkı sağlamaktan uzak durmaktadır. Bugün Kıbrıs Türkleri hür ve eşit şartlarda Adada var olmanın mücadelesi içindedirler. Her iki toplum arasında eşitlik ve dostluk duygularının gelişmesi şüphesiz eğitim sisteminde “öteki” kavramına bakışla yakından alâkalıdır. Bu açıdan ders kitaplarında ve özellikle “tarih ders kitapları”nda her iki toplumun birbirine bakışı, gelecekte kurulması düşünülen kalıcı barışın tesisi açısından önem arzetmektedir. Bu düşüncelerden hareketle, bu bildiride, Kıbrıs Rum Kesimi tarih ders kitaplarında “Türk” ve “Türkiye” imajı, tespit edilmiştir. Sözkonusu tarih ders kitaplarında halen okutulmakta olan Lise kitapları esas alınırken, yeri geldiğinde ilköğretim kitapları da dikkate alınmıştır. Kıbrıs Rum Kesimi eğitimi, Yunanistan eğitim sisteminin bir parçası olduğundan, Kıbrıs Rum Kesimi ders kitaplarında ortaya konan “Türk” imajı, bir bakıma Yunanistan ders kitaplarındaki “Türk” kavramı hakkında da önemli ipuçları verecektir. Dolayısıyla Ada Rumlarındaki “Türk” ve “Türkiye” imajı tespit edilirken, Balkan barışı açısından fevkalâde önem arz eden “Yunanistan’ın Türk dünyasına bakışı” da kısmen anlaşılmış olacaktır. Anahtar Kelimeler: Kıbrıs Meselesi, Rum Ders Kitapları, Türk ve Türkiye İmajı, Enosis. 1 Prof. Dr., Konya N.E. Üniversitesi, A.Keleşoğlu Eğitim Fakültesi, [email protected] 139 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ABSTRACT I- GİRİŞ As it is known, one of the foreign affair priorities of Turkish Republic is the problem of cuprus. A “Cyprus problem” that started with British protectorate as a political result of 1877-1878 Ottoman-Rusia War has continued up to now. The conditions caused by Balkan Wars and World War I. just afterwards increased the problems of Cupriot Turks day by day. The Republic of Cyprus, founded in the frame of 1958 Zurih and 1959 London treaties brought no peace atmosphere, and the withchunt conducted against the Turks in Cyprus went on increasing day by day. The activities of implementing “Enosis,” which means to incorporate the Cyprus into Greece, was warded off by Turkey as a guarantor state through Cyprus Peace Operation. The Cypriot Turks hence started to gain atmosphere of peace. Proving their political power by founding their own state, the Turks on the Island started a new struggle of experiencing a humanly independent life and being recognised; however, with the claim that they reprsented the whole island, the Cypriot Greeks have never been able to wipe out the ideal of “Enosis” and hence are still far from contribution to enacting permanent peace. The Cypriot Turks are campaignig for leading an independent and equal life. Developing the sence of equality and friendship between the two societies is closeley related with viewing the concept of “the other” in the system of education. Therefore, the views of two societies about each other recorded in the the course books, especially the history books are important with regard to the intended permanent peace. With regard this thought, the image of “Turk” and “Turkiye” in the history books of Cypriot Greeks will be determined in this paper. Virtually the course books for high school are intended in this paper, but the books prepared for the primary schools will also be handled when occasion arises. As the education in the Greek Cyprus is a part of education in Greece, the image of “Turk” introduced in Greek Cyprus will give us important clues about the image of “Turk” introduced in the course books in Greece. Therefore, the view of Greeks about Turkish world, which has an importance with regard to the peace in Balkan peninsula, will partly be understood through determining the image of “Turk” and “Turkiye” in the minds of Greeks on the Island. Key Words: “Cyprus Problem.” “Greek Coursebooks,” “the Image of Turk and Turkiye,” “Enosis” Bilindiği üzere günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli dış politika meselelerinden biri de “Kıbrıs Meselesi”dir. 1877- 1878 Osmanlı- Rus Savaşı’nın siyasî sonuçlarından olarak, Kıbrıs’ın idaresinin İngilizlere geçmesiyle birlikte, Türkler açısından günümüze kadar sürecek bir “Kıbrıs Meselesi” de başlamış bulunuyordu. Balkan Savaşları ve arkasından I. Dünya Savaşı’nın getirdiği şartlar Kıbrıs Türkleri’nin problemlerini gittikçe artırdı. 1958 Zürih ve 1959 Londra Antlaşmaları çerçevesinde kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti de barış ve huzur ortamını getiremediği gibi, Ada Türkleri’ne yönelik baskı ve sindirme harekatı, dozunu artırarak devam etti. Ada’nın Yunanistan’a ilhakı anlamına gelen “Enosis”i gerçekleştirme darbesinin sonuçları, garantör ülke olarak Türkiye tarafından 1974 Kıbrıs Barış Harekâtıyla önlendi. Bu tarihten itibaren Kıbrıs Türkleri barış ve huzur ortamına kavuşmaya başladı. Bu barış ve huzur ortamında Ada’daki Türkler, siyasî erklerini de ispat ederek KKTC adıyla kendi devletlerini kurarak medenî dünyada insanca ve hür olarak yaşama ve tanınma mücadelesi içine girdiler. Ancak, “Enosis” idealini hiçbir zaman zihinlerinden silemeyen Kıbrıs Rumları, Adanın tümünü temsil ettiği iddiasıyla, kalıcı bir barışın tesisine katkı sağlamaktan uzak durmaktadır. Bugün Kıbrıs Türkleri hür ve eşit şartlarda Adada var olmanın mücadelesi içindedirler. Her iki toplum arasında eşitlik ve dostluk duygularının gelişmesi şüphesiz eğitim sisteminde “öteki” kavramına bakışla yakından alâkalıdır. Bu açıdan ders kitaplarında ve özellikle “tarih ders kitapları”nda her iki toplumun birbirine bakışı, gelecekte kurulması düşünülen kalıcı barışın tesisi açısından önem arz etmektedir. Bu düşüncelerden hareketle, bu araştırmada, Kıbrıs Rum Kesimi tarih ders kitaplarında “Türk” ve “Türkiye” imajı, tespit edilecektir. Sözkonusu tarih ders kitaplarından halen okutulmakta olan Lise kitapları esas alınırken, yeri geldiğinde ilköğretim kitapları da dikkate alınacaktır. Kıbrıs Rum Kesimi eğitimi, Yunanistan eğitim sisteminin bir parçası olduğundan, Kıbrıs Rum Kesimi ders kitaplarında ortaya konan “Türk” imajı, bir bakıma Yunanistan ders kitaplarındaki “Türk” kavramı hakkında da bazı önemli ipuçları verecektir. Dolayısıyla Ada Rumlarındaki “Türk” ve 140 BİLDİRİ KİTABI II “Türkiye” imajı tespit edilirken, Balkan barışı açısından fevkalâde önem arzeden “Yunanistan’ın Türk dünyasına bakışı” da kısmen anlaşılmış olacaktır. II- RU M TA R İ H D E R S K İ TA P L A R I N D A “TÜRK” VE “TÜRKİYE” İMAJI Kıbrıs Rum Kesimi tarafından kullanılan tarih ders kitaplarının genel çerçevesi ve temel ilkeleri, Yunanistan tarihindeki baskın modelden türetilmiştir (Papadakis,2008). Bizim burada esas itibarıyla ele aldığımız lise tarih ders kitapları ve gerektiğinde müracaat ettiğimiz ilköğretim ders kitaplarında tarihe yaklaşımda, kronolojik olarak Yunanistan’la aynı modelin uygulandığını söyleyebiliriz. Halen, Rum Kesimi ortaöğretiminde yaygınca okutulan tarih ders kitapları; Neolitik Dönem’den Roma Dönemine Kıbrıs Tarihi, Bizans Dönemi Kıbrıs Tarihi, Βizans Kaynaklarıyla Kıbrıs’ın Öğretilmesi, Kıbrıs Tarihi Ortaçağ – Modern Dönem 1192 – 1974, isimlerini taşımaktadır14. Türk hakimiyet dönemi ve Türklerle ilgili konu ve değerlendirmelerin bulunduğu “Kıbrıs Tarihi, Ortaçağ – Modern Dönem 1192 – 1974” adlı tarih ders kitabı (Kıbrıs Tarihi,2011)15, -diğer bazı tarih kitaplarına da göz atmakla birlikte- bizim araştırmamızda mercek altına aldığımız temel kitap durumundadır. Sözkonusu tarih kitabında, “Venedik Egemenliği- Tarihsel Olaylar ve Dış Politika” başlığını taşıyan s.63’ten itibaren yaklaşık 260 sayfada Türk hakimiyetini ve Türkleri ilgilendiren konular bulunmaktadır. Türk hakimiyetinden itibaren Kıbrıs Rum tarihi ele alınırken, önce kronolojik olarak olaylar genel hatla14 Bu kitapların tam künyesi şöyledir; 1-Αγγελικη Παντελιδου (Angelıki Pandelıdou)– Καλλιοπη Πρωτοπαπα (Kalıopı Protopapa), Ιστορια Της Κυπρου Απο Τη Νεολιθικη Μεχρι Και Τη Ρωμαικη Εποχη (Neolitik Dönem’den Roma Dönemine Kıbrıs Tarihi), yeni baskı, Lefkoşa,2011 2-Χρηστος Αργυρου (Chrıstos Argırou), Διδασκοντας τη Βυζαντινη Κυπρο μεσα απο τις πηγες, (Βizans Kaynaklarıyla Kıbrıs’ın Öğretilmesi), Ι.Baskı, Lefkoşa 2011. 3-Αγγελικη Παντελιδου (Angelıki Pandelıdou)– Κωνσταντια Χατζηκωστη (Konstantıa Hadzıkostı) , Ιστορια της Κυπρου Βυζαντινη Περιοδος (Bizans Dönemi Kıbrıs Tarihi), yeni baskı, Lefkoşa, 2011 4- Αγγελικη Παντελιδου (Angelıki Pandelıdou)– Κωνσταντια Χατζηκωστη (Konstantıa Hadzıkostı), Ιστορια της Κυπρου Μεσαιωνικη – Νεοτερη (1192 - 1974) (Kıbrıs Tarihi, Ortaçağ – Modern dönem 1192 - 1974), yeni baskı, Lefkoşa, 2011; İsteğimiz üzerine bu kitapları temin edip tarafıma gönderen Sayın Harid Fedai Bey’e çok teşekkür ediyorum. 15 Bu kitabın Yunanca’dan tercümesinde bize katkı sağlayan, öğrencim Mustafa Kıran’a teşekkür ediyorum. Dış kapak için bkz., Resim:1 rıyla verilmiş ve daha sonra değişik sayfalarda Türk hakimiyeti farklı konu ve alanlarda irdelenmiştir. Sözkonusu kitaptaki kronolojik akışı şu 5 Ana dönem mantığında toplamak mümkündür; 1-Kıbrıs’ın Türk hakimiyetine geçişi, 2- 17. ve 18. yy. olayları-Ayaklanmalar, 3- 19.yy. gelişmeleri (Yunan İsyanı- Tanzimat Dönemi ve İngiliz hakimiyetine geçiş), 4- Kıbrıs Cumhuriyeti dönemi, 5- 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ve sonrası. Burada ancak bir bildirinin sınırları çerçevesinde bahsedilen kronolojik gelişmelerde Türk kavramına nasıl bakıldığını ele almakla yetineceğiz. Bir bildiri sınırları dışına taşan böyle kapsamlı bir konu ileride tarafımızdan daha ayrıntılı olarak analiz edilecektir. Şimdi, kronolojik akış içinde verilen konulara ve değerlendirmelere bakmak istiyoruz. 1-Kıbrıs’ın Türk Hakimiyetine Geçişi, Fetih öncesinde Osmanlı’nın durumu şu cümlelerle ele alınmaktadır; “16.yy. ilk yarısında Sultan Selim (1520- 1566) döneminde Osmanlı İmparatorluğu zorla elde edilen kazançlar nedeniyle görkemli hale geldi. İmparatorluğun sınırları Tuna’ya kadar genişlemiş, I. Selim döneminde (1512- 1520) Afrika’nın kapısı açılmış ve buralar fethedilerek halk yağma edilmiştir” (Kıbrıs Tarihi, 2011:105). Osmanlı Devleti’nce Kıbrıs’ın fethi bilinen ansiklopedik bilgiler çerçevesinde verilirken; “1570 yılında Türk hücumunun başlamasıyla Adalar ve Yunanistan’ın gerek nüfusu ve gerekse mesafe sebebiyle kayıtsız kaldığı”ndan “Venedik’in de Mısır ve Mora sorunlarıyla uğraştığından… neticede onur kırıcı bir antlaşma imzalayarak” (Kıbrıs Tarihi, 2011:64). Kıbrıs’ın Türkler’in eline geçtiği ifade edilmektedir. Bütün bu ifade ve yaklaşımlardan Kıbrıs’ın daha ilk fethi sırasındaki Türkler hakkında “zorba”, “yağmacı” şeklinde bir niteleme yapıldığı görülüyor. Bilindiği üzere 9 Eylül 1570’de Lefkoşa ve 11 aylık bir kuşatmadan sonra da 1 Ağustos 1571 tarihinde Mağusa Osmanlı hakimiyetine geçmiş oldu(OİK, 2000:12 vd). Bu gelişmeler ders kitaplarına şöyle yansımıştır; “9 Eylül 1570 yılında şehir (Lefkoşa) elden düşmüş, Türk egemenliğine girmiştir. Türk bayrağı duvarlara çekilmiş ve cami inşa edilmiştir… şehirde yağma ve katliam başladı” (Kıbrıs Tarihi, 2011:67,69). “Mağusa 141 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ savunmasında 1 Ağustos 1571’de tüm gıda ve cephaneler tükendi. Bitkin savunmacılar beyaz bayrak yükseltip teslim olmayı teklif ettiler. Teslim şartlarına göre Mağusa teslim oldu. Türkler teslim şartlarına uygun davranacakları hakkındaki yeminlerine rağmen, korkunç işkenceler, katliam, yağma ve vahşet uyguladılar... İşgal sırasında Lefkoşa ve Mağusa’dan her hafta yağma ve bolluk içinde doldurulan gemilerle Sultan’a hediyeler gönderildi… Yunanlı denilen Mary Senato’ya göre teslim olan tutuklu esirler o dönem yaygın olan sistemle bir gemiye doldurulmuş ve barutla patlatılmıştır” (Kıbrıs Tarihi, 2011:72,69). Lise ders kitabında bu ifadeler yer alırken ilkokul düzeyindeki bir ders kitabında “Türkler’in Lefkoşa’yı Fethi” başlıklı bölümde şöyle denilmektedir; “Türkler’in bir gün Kıbrıs’ı ele geçirmeye çalışacağı apaçıktı. Sultan’ın devleti öyle genişliyordu ki, minik Kıbrıs vahşi bir aslanın pençesinde güçsüz bir fare gibiydi” (Polydorou, 1991: 69). Bu ifadelerden de açıkça anlaşılacağı üzere, Rumlara göre, Osmanlı ile Türk aynı kavramdır. Türk bayrağı ve cami, Türk fethinin veya Türklerin ilk akla gelen simgelerindendir. Tabii bunların ötesinde Türkler, “yağmacı”, “katliam yapan”, “işkenceci”, “sözünde durmayan”, “vahşi” bir millet olarak sunulmaktadır. Türklere yönelik böyle bir yaklaşımın ve ifadelerin konuyla ilgili hemen bütün tarih ders kitaplarında sıkça geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Pek çok tarih kitabında, bir “Helen (Ellinas)”ı kazığa oturtmuş bir “Türk”ü yansıtan resim örneğinde (YAP,2005:105,Resim:2), Türkler, “kana susamış”, “düşmanca” ve “barbar” bir halk olarak gösterilmektedir. Enteresandır, bazı Avrupa ülkelerinin tarih ders kitaplarında da karikatür ve minyatür şeklinde benzer canlandırmaları görebiliyoruz. Mesela incelediğimiz ilkokul seviyesindeki bir İngiliz tarih ders kitabında “Osmanlı cezalandırmasını gösteren bir minyatür” olarak “kazığa oturtulmuş ve kancaya geçirilmiş insan” figürleri yer almaktadır (Köstüklü, 2006:136,139, Resim:3). Buraya kadar verdiğimiz Rum tarih ders kitaplarındaki örnekler, Kıbrıs’ta Türk idaresinin inşa dönemi olarak da görebileceğimiz 16.yy. son çeyreğinde, Kıbrıs’ta Türk idaresi veya Türk kavramının nasıl algılandığı hususunda bize bir fikir vermektedir. Şimdi 17. ve 18. yüzyıldaki gelişmelerin ders kitaplarına nasıl yansıdığına bakmak istiyoruz. 142 2- 17. ve 18. yy. da Kıbrısta Türk İdaresine Bakış Ders kitaplarında 17. ve 18.yüzyılın; isyanlarla, zorunlu İslamlaştırma, kötü yönetim, tabii afetler ve ağır vergilerle geçtiği hususunun sıkça vurgulandığını görüyoruz. Birkaç örnek vermek gerekirse; Lise tarih ders kitabında şöyle denilmektedir; “17.yüzyılın ilk on yılında Başpiskopos Kristodulas zamanında önemli isyanlar oldu. Victor Zempetou liderli bu isyan ve Savoy Dukes isyanı bastırılmış ve böylece Türkler daha sert adımlar atmışlar, birçok Kıbrıslı zorunlu İslama geçmek durumunda kalmıştır…bir başka isyancı Vogiatzioglou ve çok sayıdaki destekçisi tutuklandı ve öldürüldü” (Kıbrıs Tarihi, 2011:108). Buradaki ifadelerde, kamu nizamını, asayişi bozma anlamına gelen “isyan”a karşı, mevcut otorite Osmanlı idaresinin aldığı tedbirler “sert adımlar” olarak neredeyse kınanıyor ve Türklerin Kıbrıslıları zorla İslamlaştırdığı vurgusu yapılıyor. Zorla İslamlaştırma (Exislamismoi) konusu hemen bütün ders kitaplarında yer alan bir vurgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta bazı Tarih ders kitaplarında Kıbrıslı Türklerin ve Anadolu’dan Kıbrıs’a sürgün edilen Türklerin bile aslen “Helen” kökenli olduklarının ayrıntılı biçimde ele alındığını görüyoruz (Papadakis,2008: 10). 18.yy. için yapılan bir başka değerlendirmede; “18.yüzyılda Kıbrıslılarda tam bir gerileyiş ve yoksulluk ortaya çıktı. Doğal afetler, deprem, kuraklık, çekirgeler ve salgın hastalıklar ile kötü yönetim, keyfi hareketler, ağır vergilendirme ve ilgi eksikliği nedenleri, adaları gelişme ve servet kaynakları açısından kötü duruma düşürdü” (Kıbrıs Tarihi, 2011:108) denilmektedir. Bu ifadelerin neredeyse aynısının, esas aldığımız Lise tarih ders kitabının değişik sayfalarında ve başka tarih kitaplarında da sıkça tekrarlandığını görüyoruz. Tabii ki burada, Türkler “kötü idareci” olarak değişik kavramlarla nitelendirilirken, aynı cümlede afetlerle birlikte zikredilmesi, sanki tabii afetlerin de sorumlusu Türk idaresi imiş gibi gizli bir ithamı da beraberinde getirmiş bulunmaktadır. Ayrıca Kıbrıs’ın “adalar” kelimesiyle diğer adalarla birlikte anılması, Yunanistan’a aidiyet bir başka ifade ile “enosis” düşüncesinin vurgulanması anlamını taşımaktadır. Aslında bu düşünce pek çok tarih ders kitabında aleni olarak da ifade edilmektedir. Mesela; kapağında bir dizi antik sütunun resmedildiği ve Kıbrıslı Rumların Kıbrıs tarihi konusunda ilkokul düzeyindeki başlıca ders kita- BİLDİRİ KİTABI II bı olarak kullandığı Istoria tis Kyprou (Lefkoşa, 1991) adlı kitabın kapağında ve metnin değişik yerlerinde “Kıbrıs şimdi ve her zaman sadece Yunandır ve Yunan olmuştur” mesajı verilmektedir (Papadakis, 2008:6). Ders kitaplarına yansıyan 18.yy. önemli isyanlarından birisi de Kıbrıs Muhassılı Silahtar Çil Osman’a karşı 1764’te baş gösteren ayaklanmadır. Çil Osman’ın bazı yanlış davranışları arkasında Osmanlı idaresine ağır ithamların yer aldığı cümlelerin sonunda, isyanın bastırılması şöyle değerlendirilmektedir; “Türk askeri nerede bir ayaklanma varsa bastırmak için sakinlerini öldürdü. Arazi baskı ve cinayetlerle yönetildi. Kıbrıs bu dönem mağara adamı şeklinde hırsız ve katil olarak karakterize edilebilir” (Kıbrıs Tarihi, 2011: 111). Bu ifadelerde açıkça görüleceği üzere, kamu nizamını sağlamakla mükellef mevcut otorite yani Osmanlı Devleti’nin ayaklanmayı bastırması kınanarak, Türkler, “mağara adamı” yani “barbar” , “hırsız” ve “katil” olarak nitelendirilmektedir. 17. ve 18. yüzyılda Kıbrıs’ta bu gelişmeler olurken, 19.yy. Kıbrıs’ta Osmanlı yönetimi açısından daha zor ve çalkantıların yaşandığı bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. 3- 19. Yüzyılda Kıbrıs’taki Gelişmeler Bilindiği üzere, 1821 Yunan isyanı, Mısır Meselesi, Tanzimat ve Islahat Fermanları ve 93 Harbi, 19.yy.’da Osmanlı Devleti’nin yaşadığı önemli olaylar arasındadır. Bu olaylardan, Yunan isyanı, Tanzimat’ın getirdikleri ve 93 Harbinin siyasi sonuçları, Kıbrıs tarihi veya Kıbrıs’ta Türk idaresi açısından önemli sonuçları da beraberinde getirmiştir. Bu durum, Rum tarih ders kitaplarına da önemli ölçüde yansımıştır. Özellikle Yunan isyanı sırasında Kıbrıs’taki Rumlar’ın bunu fırsat bilerek mevcut otoriteye karşı ayaklanmaları ders kitaplarına şöyle yansımıştır; “ isyanın temel nedeni ağalardır. Türkler Lefkoşa’da çoğunluk oldular…tüm adada nüfusları arttı… ağır vergiler Lefkoşa’daki protestoları artırdı…o zaman kalabalık Türkler şehri (Lefkoşa) talan edip yaktılar…şehirdeki isyancılar alınırken istismar ve yağmalamalara karşı başpiskopos rüşvet vaat ederek kurtarmış… o zamanki idareci ve başpiskopos Kıbrıs milli şehidi kabul edilmiştir…önemli bir sonuç olarak Türklerin Kıbrıs’taki ayaklanmaları bastırmada çok ölümlerin olması nedeniyle görüşmeler yapılmıştır… Yunanistan’da devrimin patlak vermesi başarılı başpiskopos Cyprian, Chrysanthos dönemiyle çatıştı ve sürgün edildiler. Kıbrıs’ta devrime hazırlanmak ve bilgi edinmek için uzmanlar getirilerek şirketler kuruldu ama Kıbrıs devriminde aktif olamadılar… bu sıralarda Kıbrıs valisi olan Küçük Mehmet, devrime (isyana) ait deliller buldu. Sultan, isyanı bastırmak için Küçük Mehmet’e maddi teşvik ve yardım gönderdi. Küçük Mehmet başpiskopos ve piskoposlar üzerine özel katliamlarla devrimi etkisizleştirdi…9 Temmuz 1821’de büyük katliam başladı. Önce Başpiskopos ve piskopos Paphos’da Chrysanthos, Kition’da Meletios ve Girne’de Lawrance idan edilir. 9 Temmuz’da başlayan olaylardaki kahraman Kıbrıs Başpiskoposuna şair Vasilis Michaelides (Dokuz Temmuz 1821) adlı şiirini ithaf etti… 9 Temmuz’daki idam kemikleri 1930’da Yunanlar (Rumlar) tarafından Lefkoşa’daki Faneromenis Kilisesine yerleştirildi….1821 yılında kan vergisi ödenmiş, Kıbrıs’ı yükseltme yarışı başlamış, hatta isyancılara maddi ve manevi destek için teklifler gelmiştir ” (Kıbrıs Tarihi, 2011:112113,115-121). Bu ve benzeri ifadeleri değerlendirdiğimizde; daha önceki isyanlarda da gördüğümüz üzere, aynı yaklaşım tarzı sergilenerek, mevcut otorite Osmanlı Devleti’nin isyanı bastırması kınanıyor, isyanda başı çektikleri ve rol aldıkları için idam edilen bazı din adamları ve özellikle başpiskopos “Kıbrıs milli şehidi” ilan ediliyor. Bir yasal hak ve görev olarak isyanı bastıran Türkler, talan eden, yakan, yıkan, rüşvet alan olarak vasıflandırılıyor veya suçlanıyor. Halbu ki, 1821 Yunan isyanı sırasında Sultan II. Mahmud defalarca gönderdiği fermanlarda; Osmanlı Devleti’nin durumundan ve şimdiye kadar gayr-i Müslimlere karşı âdil ve hoşgörülü davranışından bahisle, diğer Rumlar’ın isyancılara katılmamasını, isyancılarla işbirliği yapanların cezalandırılacağını, isyana teşebbüs etmeyen kendi halinde işiyle-gücüyle meşgul olan Rumların ise her türlü saldırıdan korunacağını bildiriyordu (Köstüklü,1993:27-38). İsyan’ın bastırılması “büyük katliam” olarak vurgulanarak Türklere “kâtil” nitelemesinin yapılması dikkat çekiyor. Tabi burada önemli bir husus da cezalandırılan suçluların kemiklerinin 1930’da Rumlar tarafından güney Lefkoşa’daki Faneromenis Kilisesi’ne yerleştirilmesi ve her yıl 25 Mart’ta İsyanın yıldönümü kutlamalarının yapılması Türklere yönelik 143 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ kin duygularının yeni nesillere taşınması bakımından ayrı bir anlam taşımaktadır. Her yıl yapılan bu kutlamalardan bir örnek vermek gerekirse; Rum Meclis Başkanı Yannakis Omiru 25 Mart 2012’de yıldönümü sebebiyle yaptığı konuşmada, “25 Mart’ın Kıbrıs Hellenizmi için de ebedi bir ilham kaynağı olduğunu… Kıbrıs Hellenizmi için mücadeleye devam edeceklerini” (Kıbrıs Postası,2012) ısrarla vurgulamıştır. Başta Rum Yönetimi Başkanı, Meclis Başkanı ve diğer üst düzey yetkililerin katıldığı törenlerde ortaya konan tutum ve iradenin mevcut ders kitaplarında da yer alması Adadaki her iki toplumun eşit ve barış içinde birlikte yaşama arzusunu ve zeminini baltalamaktadır. Ders kitaplarına yansıyan 19. yy. önemli olayları arasında Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla gelen reformlar ve Rumların bu reformlar çerçevesinde Türklere bakışı konuları gelmektedir. Bu reformlar Lise tarih kitabında; “Sultan Avrupalılar arasında, Hristiyanların idaresinin demokratik ilkelere dayandığı izlenimini vermek için yanıltıcı reformlar yapmak zorunda kaldı” (Kıbrıs Tarihi,2011:129) ifadeleriyle değerlendirilirken, Türkler’in samimi olmadığı ve yanıltan ve aldatan bir karaktere sahip olduğu vurgusu yapılmaktadır. Tabii bu ifadeler Tanzimat’ın getirdiği bazı alanlardaki hürriyet ortamını ve hakları suistimal ederek Osmanlı yönetimine karşı oluşacak Rum isyanlarının sözde haklı zeminini oluşturmaya yönelik görünmektedir. Nitekim ileriki sayfalarda; “önceki reformlar uygulanmadığı gibi, birçok güç sahibi uygulamayı önledi ve hatta Türkleri kışkırttı” (Kıbrıs Tarihi,2011:130) ifadeleriyle problem yaratanların Türkler olduğu vurgulanmaktadır. Tanzimat döneminden başlayıp 93 Harbine giden süreçte, Kıbrıs’ta mevcut yasal otorite Osmanlı Devleti aleyhine Rum faaliyetleri devam etti. Bu dönemdeki olaylar ders kitabına şöyle yansıtılmıştır; “son elli yılda en fazla dramatik olaylar Türk egemenliğinde oldu. Üç kez olan ayaklanma ve toplumsal protestolar münasebetiyle Osmanlı yetkilileri baskıcı ve ağır vergilendirme yoluna gitti. İlk ayaklanma lideri Nicholas Theseus’ın ve Larnaka’nın direnci kırıldı. Buna paralel olarak bölgede Hristiyan ve Müslüman çiftçiler arttı. Türk imam gönderildi. Bu da isyana sebep olmuş adaya sevk edilen Türk askerleri bu isyanı bastırmıştır” (Kıbrıs Tarihi,2011:122). Bu ifadelerde de görüleceği üzere, Türkler baskıcı ve ağır vergiler alan bir toplum olarak sunuluyor. 144 Bilindiği üzere, 1877-78 Osmanlı- Rus Savaşı, nam-ı diğer 93 Harbi sonrasında oluşan siyasi durumla Osmanlı Devleti 12 Temmuz 1878 İstanbul Antlaşması ile İngilizlerin Kıbrıs’a çıkmasına müsaade etti ve bu tarihten itibaren tapusu Osmanlı’da kalmak kaydıyla Kıbrıs’ın yönetimi İngilizler’e geçmiş oldu. Kıbrıs’ta Osmanlı idaresinin son bulması, Rum ders kitaplarında “Kıbrıs Helenizmi Türk işgalinden kurtuldu” (Kıbrıs Tarihi,2011:146) şeklinde değerlendirilmiştir. Rumlar’ın böyle bir değerlendirmeyi, İngiliz yönetimine geçişten sonra kısa sürede Enosisi gerçekleştirebilecekleri ümidiyle yaptıklarını anlıyoruz. Nitekim 1865’te Kıbrıs Başpiskoposu seçilen Sophronius’un, İngilizlerin ilk Kıbrıs Genel Valisi Sir Garnet Wolseley’i ziyareti sırasında söylediği sözler ders kitaplarına alınmıştır; Başpiskopos şöyle demektedir; “ ‘Biz hükümet değişikliğini kabul ediyoruz, biz İngiltere’nin Kıbrıs’a yardımcı olacağına inanıyoruz, çünkü İyon adaları olarak fiziken anne (anavatan) Yunanistan’a bağlıyız’. Başpiskopos Sophronius Lefkoşa’da bir resepsiyonda yaptığı konuşmada da halkın çoğunluğunun Kıbrıs’ta özgürlük ve adalet beklentisi içinde olduğunu dile getirdi” (Kıbrıs Tarihi,2011:147). Bütün bu ifadeler, Türkler’e Enosis’i engelleyen işgalciler olarak bakıldığını göstermektedir. 1878’de Türk idaresi sona erip, İngiliz yönetiminin kurulmasıyla birlikte Kıbrıs’ta Türkler için zor günler başladı. Bu zorluklar içinde, 1960’ta bir ümit olabilir düşüncesiyle Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Ancak 1960 sonrası gelişmeler de Türkler açısından çeşitli sıkıntı ve problemleri beraberinde getirdi. Ne gariptir ki, Kıbrıs Rum ders kitaplarında bu dönem farklı bir şekilde yansıtılmıştır. 4- Kıbrıs Cumhuriyeti Dönemi’nde Türkler’e Bakış Ders kitaplarını konu edinen ve bir Rum tarafından yapılan bir araştırmada, Rumlar’ın 1960’lı yılları ders kitaplarına nasıl yansıttıkları ve bu dönemde Türklere ve Türkiye’ye nasıl baktıkları hususu şöyle dile getirilmektedir; 1960’lı yıllarda, etnik gruplar arası şiddetin yaşandığı dönem kısaca ve sadece Kıbrıslı Rumlar’ın bakış açısından aktarılmaktadır. Kıbrıslı Türkler olayları kışkırtan “isyancı Türkler” olarak anılmakta ve çatışma- BİLDİRİ KİTABI II lardan sorumlu tutulmaktadır. Bu dönem “Türklerin” (Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin) “Helenlere” saldırılarda bulunduğu bir dönem olarak sunulmakta, Kıbrıslı Türklerin yaşadığı ızdıraplar o dönemde Kıbrıslı Rumların acılarından çok daha fazla olmasına rağmen “Helen” ızdırabının daha şiddetli olduğu, Türk savaş uçaklarının “uygar nüfus (yani Kıbrıslı Rumlar) arasında felaket ve ölüm” yaydığı bir dönem olarak gösterilmektedir. ..İlkokul ders kitaplarında 1960- 1974 yılları şöyle aktarılmaktadır: “Cumhuriyetin kurulduğu 1960 yılından 1974’e kadar Kıbrıs bütün sektörlerde görülmemiş düzeyde kalkındı. Nüfusun tamamı çalışıyordu ve halkın yaşamı gitgide daha da iyileşti”. Bu ifade 1960’lı yılların büyük bölümünde yoksulluk ve korku içinde, tecrit edilmiş bir hayat süren, beşte biri yerinden edilmiş Kıbrıslı Türklerin hayat şartlarını görmezden gelmektedir. Aynı dönemdeki Kıbrıslı Türk yönetiminin bölünmeci bir politika izlediği ifade edilirken, Kıbrıslı Rumların Yunanistanla birleşme konusundaki ısrarcılığı ve bunun sonucunda 1967 yılında parlamentoda oybirliğiyle birleşme kararı alındığı konusuna tek bir kitapta ve çok kısaca değinilmektedir (Papadakis, 2008:9-10). Bu satırların yazarı Papadakis’in haklı değerlendirmeleri karşısında bize herhangi bir söz düşmemektedir. Şimdi, 1974 Kıbrıs Harekâtı ve sonraki gelişmelerin ders kitaplarında nasıl değerlendirildiğine bakmak istiyoruz; 5- 1974 Kıbrıs Harekatı ve Sonrası Araştırmamızın ağırlığını oluşturan Lise tarih ders kitabının 294. sayfasında Darbe ve İşgal başlığı altında, Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve sonrasında Kıbrıs’taki gelişmeler özetle şöyle ele alınmaktadır; “Başbakan Bülent Ecevit’in Kıbrıs’ta, İngilizTürk beraberliğinde olası bir müdahale için üçüncü garantör güç olarak İngiltere’yi ikna çalışmaları yaptıktan sonra, işgalcilerin başbakanı, Atilla ordularını Kıbrıslı Türklerin garanti ve korunması için Kıbrıs’a sevketti ve 20 Temmuz 1974 Cumartesi şafakla Türk işgali Girne kıyılarında başladı…Türk kuvvetleri iki aşamada Kıbrıs’a taşındı. İlk aşama 22 Temmuza kadar sürdü. Türkler işgalin bu ilk aşamasında tamamen savunmasız ve darbe nedeniyle dağınık Kıbrıs’ta Girne’yi fethetti…Girne- Lefkoşa yolu kontrol altına alınacak- tı. Atina, Kıbrıs’a karşı işlenen suç ve aynı zamanda cunta ihaneti ağırlığı altında çöktü… Sampson darbe hükümeti ve Yunanistan’daki cuntanın çöküşü ile birlikte Kıbrıs yüzünden Türk- Yunan savaşı olasılığı karşısında BM’nin aktif olmasında Amerikan faktörü etkili oldu… Türkler sürekli ateşkes ihlali yaptı. Cenevre Konferansı bittikten sonra 14 Ağustos 1974’te Kıbrıs’a karşı yeni bir saldırı başlattı ve Kıbrıs topraklarının % 36.4’ünün silah zoruyla ele geçirilmesi, yayılmacı amaçlarını tamamlayan Türkiye’nin gerçek niyetini ortaya çıkardı. …İşgalin bir sonucu olarak binlerce Kıbrıslı Rum, kendi ülkelerinde mülteci oldular. Ada topraklarının s%36.4’ünün işgali, Kıbrıs ekonomisi için en ciddi darbe oldu…Yine belirtmek gerekir ki, askerî, ekonomik, idarî ve siyasi işgal için Türkiye’nin güçlü varlığı (modern ekipmanlar ile yaklaşık 40 bin asker) 1974’ten buyana Kıbrıs’ta mevcut olageldi. Adanın demografik karakterini değiştirmeyi hedefleyen askerlerin İşgal altındaki Kıbrıs’tan derhal çekilmesi istendi. …Sahte Kıbrıs Türk Devleti, tek taraflı irade beyanı, bölücülük ve yasadışı olarak BM tarafından kınandı (15 Kasım 1983)…” (Kıbrıs Tarihi,2011:294-303). Özetle verdiğimiz bu ifadelerde; Enosis’i gerçekleştirmek için yapılan darbenin sonuçlarını önlemek, Kıbrıs Türklerinin can güvenliği ve geleceğini korumak için tamamen uluslar arası antlaşmalardan doğan yasal bir hakkı kullanan ve bununla da yükümlü olan Türkiye, ağır ifadelerle kınanmakta ve suçlanmaktadır. Yukarıdaki metinde yer alan suçlayıcı ifadeler ders kitabının ilgili sayfalarında sıkça tekrarlanmaktadır. Görüleceği üzere, mazlum Ada Türkleri ve garantör devlet Türkiye; işgalci, yayılmacı, zorba, Kıbrısa karşı suç işleyen bir millet ve devlet olarak görülüyor. Türk ordusu, Atilla orduları, işgalci, ateşkes ihlali yapan, hukuku hiçe sayan bir kuvvet olarak nitelenmektedir. Öteyandan, Kıbrıs Türkleri ve KKTC; sahte, tek taraflı ilan edilen, bölücü ve yasadışı olarak ilan edilmiş bulunmaktadır. III- SONUÇ Buraya kadar 5 ana dönem olarak ele aldığımız ve Kıbrıs tarihi açısından önemli görülen kronolojik olay- 145 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ larda, “Türk” ve “Türkiye” kavramının, Rum tarih ders kitaplarına ne şekilde yansıdığına bakmaya çalıştık. Metinlerde de açıkça görüldüğü üzere, “Türk” kavramına karşı olumsuz yaklaşımlar, en ağır ve hakaret içeren kelime ve kavramlarla dile getirilerek, Kıbrıs adasının Rumlarla birlikte eşit haklara sahip sakinleri olarak insanca yaşamak isteyen Kıbrıslı Türkler ve Türkiye dozu en yüksek seviyede kelime ve kavramlarla tezyif ve tahkir edilmektedir. Böyle bir anlayış ve eğitim sürecine muhatap olan Kıbrıs Rumlarının ve özellikle okul öğrencilerinin Türklere ve Türkiye’ye bakışı da tabii olarak bu çerçevede oluşacaktır. Halbu ki, Tarih öğretimini konu alan 2001 yılı Avrupa Konseyi Önerisinde “öteki’ni dışlamayan, düşmanlığı körüklemeyen, uzlaşmacı, ideolojik yönlendirmelere alet edilmeyen” bir tarih eğitim programı tavsiye edilip Rum kesimi de bu öneriyi onaylamış bulunmaktadır. Ancak, yukarıdan beri ortaya konduğu üzere, mevcut Rum tarih ders kitaplarında söz konusu ilkelere uyulmadığı hatta tam tersi bir yaklaşım olduğu görülmektedir. Rum Kesimi tarih ders kitaplarındaki bu tablo, Adada Türk- Rum her iki toplumun insanca, barış ve huzur içinde birlikte yaşama zemini ve arzusunun oluşmasında tarih ders kitaplarının rolünün bir kez daha hatırlanması gerçeğini ortaya çıkarmış bulunmaktadır. upload/Cyprus/Publications/ReportHistory%20Education%20Trk_WEB.pdf; erişim tarihi: 02. 01. 2013) Polydorou, A. (1991), Istoria tis Kyprou (Kıbrıs Tarihi), Lefkoşa, s.69. YAP(2005) (Ypiresia Anaptyxis Programmaton), Istoria tis Kyprou, Gymnasio (Kıbrıs Tarihi-Lise) Lefkoşa, s. 105; Resim 1: Kıbrıs Tarihi, Ortaçağ – Modern Dönem 1192 - 1974, yeni baskı, Lefkoşa,2011. BİBLİYOGRAFYA John Child- Paul Shister- David Taylor, Understanding History I, London 1991, p.124 Kıbrıs Postası, (2012), “Osmanlı’ya İsyan Kutlamaları”, Kıbrıs Postası, 26 Mart 2012; http://www.kibrispostasi.com/print. php?news=76153 (erişim tarihi: 11. 02. 2013) Resim 2: Istoria tis Kyprou, Gymnasio, (Lefkoşa, 2005), s. 105. Kıbrıs Tarihi (2011), (Angelıki Pandelıdou)– (Konstantıa Hadzıkostı), – (1192 - 1974) (Kıbrıs Tarihi, Ortaçağ – Modern dönem 1192 1974), yeni baskı, Lefkoşa Köstüklü,N.(2006), Sosyal Bilimler ve Tarih Öğretimi, Konya, s.136, 139 Köstüklü, N., (1993), 1820- 1836 Yıllarında Hamid Sancağı ve Türkiye, Selçuk Üniv. Eğitim Fak. Yay., Konya , s.27- 38. OİK: (2000);Osmanlı İdaresinde Kıbrıs, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yay., Ankara, s.12 vd. - Papadakis, Y., (2008), “Bölünmüş Kıbrısta Tarih Eğitimi” , PRIO Raporu 2/2008, Oslo 2008, (http://www.prio.no/Global/ 146 Resim 3: Understanding History I, (London, 1991), p.124 BİLDİRİ KİTABI II AHİRET KÜLTÜRÜ (Ü N Y E M E Z A R L I K L A R I V E M E Z A RTA Ş L A R I Ü Z E R İ N E B İ R İ N C E L E M E ) AFTERLİFE CULTURE (A R E V İ E W O N T H E C E M E T E R İ E S A N D G R AV E S T O N E S ÜNYE) Nuri YAZICI1 ÖZET ABSTRACT Mezarlıklar, bir toplumun inancının olduğu kadar duygularının da yansıdığı mekânlardır. Geleneksel olanın dışında mezarların inşasında, süslemelerinde, kitâbelerinde söylenememiş sözler, dile getirilememiş duygular yansımıştır. İnsanlar, mahallelerindeki veya şehir merkezlerindeki mezarlıklar sayesinde ecdadıyla birlikte olmaya devam etmiş, bir bakıma hatıralarıyla iç içe yaşamıştır. Tanımlanan bu yaşam biçiminin aynı inanca mensup olan bütün toplumlarda aynı olduğu söylenemez; nitekim, Müslüman olmakla beraber kimi toplumlarda mezar geleneği ve buna bağlı olarak gelişen edebiyat, sanat ve süsleme geleneği birbirlerinden çok farklıdır.. Bu çalışmada ise, Ünye ilçesindeki Elmalık ve Türbe mezarlıkları incelenmiştir. Mezartaşlarının mevtayı tanımlayıcı özellikleri, süslemeleri ve edebî metin özellikleri üzerinde durulmuştur. Böylece toplumun hayatı ve ahireti algılayış biçimi ortaya konmaya çalışılmıştır. Ortak inanç İslâmiyet olmakla beraber farklı milletlerin ahireti algılamada farklılıkları ve ortak yanları da böyle bir çalışma ile görülebilecek ve âdeta bir gönül haritası ortaya çıkacaktır. Anahtar kelimeler: Ahiret, ölüm, mezarlık, kültür, mezartaşı Cemeteries are places where the beliefs and feelings of a society are reflected. Unexpressed emotions, and unsaid words are used in the construction, decoration, and inscriptions of the graves except the traditional ones. People continued to coexist with their ancestors through the graves in their neighborhoods or city centers, in a way they lived together with their memories. This defined life style is not the same even for members of the same religious communities; for example among various Muslim communities, the grave traditions and the related art, literature, and decoration are very different from each other. In this work, the Elmalık and Türbe cemeteries in district of Ünye have been investigated. The focus has been on the characteristics of tombstones defining the deceased, decorations and literary writings. It was attempted to describe the community life and their perception of afterlife. This work will present the differences in the understanding of afterlife of different nations having the same religion of Islam, and will reveal a map of feelings. Key words: Afterlife, death, cemetery, culture, tombstone 1 Yrd.Doç.Dr., Bahçeşehir Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, [email protected] 147 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ Mezarlıklar, bir toplumun hayat anlayışının edebî ve sanatsal olarak yansıdığı mekânlardan biridir. Bir parayı yazı ve tura bölümleri nasıl tamamlarsa, bu mekânlarda da hayatın dünya ve ahiret yüzüyle tanımlandığını ve tamamlandığını görürüz. Mezartaşları ise, bu anlayışın sonsuza kadar dile getirilişidir; mezartaşlarında söylenememiş sözler, dile getirilememiş duygular ve sevgiler, pişmanlıklar, ümitler ve toplumun iç dünyası taşa kazınmıştır. Mezartaşlarında hem hayat hem de hayatın sona erişi dile getirilmiştir. Mezarlıklar ve mezartaşları bir memleketin tapusu niteliğinde olduğundan siyaseten de önem taşırlar. Bu mekânlar, memleketimize ağaç ve çiçek örtüsüyle bir güzellik katarken, mezartaşlarının diliyle de öğüt ve nasihat veren manevî doyum mekânlarıdır. Özellikle İslâmî devirlerde mezarlıklar, yerleşim yerinin merkezinde bulunan camilerin etrafında yer aldığından âdeta toplumla ve hayatla içiçe olmuşlardır. Mezartaşları ise kitâbeleriyle, süslemeleriyle tarihin, sanatın ve estetiğin konusu olmakla beraber dile getirdikleri duygular bakımından da bir yaşam felsefesinin, bir ahiret kültürünün belgeleri olmuşlardır. Özellikle bu işleviyle mezartaşı kitâbeleri insanlara geçiciliği, fâniliği hatırlatmakla beraber hayatı bilinçli olarak yaşamanın, öldükten sonra bile ölümsüzlüğün ipuçlarını vermişlerdir. Bu çalışma, Türkiye’nin bir bölgesinden yapılmıştır; bu tür çalışmaların diğer Türk ve Müslüman ülkelerde de, hatta dönemlere ve konulara göre yapılması hâlinde bir toplumun hayatı ve ahireti algılama şekli ortaya çıkacaktır. Bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye mezar taşlarındaki yazılar incelendikçe ilginç duygular ve bu duyguların dile getiriliş biçimleri ortaya çıkacaktır. Ortak inanç İslâmiyet olmakla beraber farklı Müslüman milletlerin ahireti algılamada farklılıkları ve ortak yanları görülebilecek, âdeta bir gönül haritası ortaya çıkacaktır. Bu çalışma, işte bu düşüncelerle Ünye ilçesi, Çakırtepe (Elmalık) ve Türbe (Tepe) mezarlıklarında yapılmıştır: Daha önceki dönemlere ait olan Çamlık- Feneraltı mezarlığı ise, evvelce Ünye’de gelişmiş olan ve çamur malzeme kullanan atölyelerin ihtiyaçlarının da karşılandığı bir alandı. Yer yer çamur yalakları ve çukurlarla dolu 148 idi. 1945-1953 yılları arasında Ünye’de Belediye Reisliği yapmış olan Hüsrev Yürür’ün ifadesine göre (http:// www.unyeses.net/haber15.html), “Çamlık- Feneraltı Mezarlığı” denilen bu alanda mezarlık 1800’lü yılların sonlarından itibaren oluşmaya başlamış ve 1930’lu yıllara kadar sürmüştü; “Çamlık Mezarlığı” denilen alana adını veren çamların dikimi ise, Hüsrev Bey’in belediye reisliği sırasında olmuştu. Yine onun ifadesine göre, Orman Bakanlığı’ndaki bir Ünye’li, memleketine kalıcı ve memleketini tanıtıcı bir eser bırakmak istemiş olmalıydı; çünkü Trabzon’dan Samsun’a kadar olan alanda böyle bir çamlık yoktu. Gerçekten de, böyle olmuş ve Ünye o tarihlerden bu yana hâlen “Çamlık”ıyla anılır olmuştur. Samsun Gelemen Çiftliği’nden getirilen çamlar buraya dikilmişler ve biraz da zorlu bir bakımla büyütülmüşlerdir. Çamlık-Feneraltı Mezarlığı’ndaki mezarların çoğu bugün kaybolmuş durumdadır. Bu mezarlardan bir kısmı ferdî mezarlık olmakla beraber, bazıları da üzeri açık sandukalı mezarlar hâlindedir. Burada 2007 ve 2008 yıllarında lisans tezi seviyesinde bir çalışma yapılmış ve kalabilen mezarlıklar ve mezartaşları incelenmiş ve kitâbeleri kayıt altına alınmıştır. Bilinen en erken tarihli mezartaşı ise, bir erkek baştaşı olup H.1183 yılına tarihlendirilmektedir.(Kırık, 2008: 21) H AC I O S M A N AĞ A C A M İ Î YANINDA S E R G İ L E N E N M E Z A RTA Ş L A R I Ünye’de, eski merkez Büyük Cami Mezarlığı ve Orta Mahalle’deki Hacı Osman Ağa Camiî çevresindeki mezarlıklar ise kaybolan mezarlıklarımızdır; yol genişletme çalışmaları sırasında Hacı Osman Ağa BİLDİRİ KİTABI II Camiî bulunduğu yerden daha yukarıya alınınca hem doğusunda kalan mezarlık kaybolmuş, hem de caminin şadırvanı ile minaresi yeniden inşa edilen camiden uzak düşmüştür. Bu mezarlıkta bulunan mezartaşları bir süre ortalıktan kaybolduktan sonra bir depoda bulunarak bu sefer caminin avlusunda hepsi bir arada olarak sergilenmektedir. Bu mezartaşları hakkındaki bir çalışma da yayımlanmıştır (Bay, http://www.historystudies.net/makaleler/1724886276_6-Abdullah%20 Bay.pdf; Kırık, 2008: 49-148) bu çalışmalarda da mezartaşları sanat tarihi açısından incelenmiş ve kitâbeleri kayıt altına alınmıştır. Ayrıca, bugüne pek az mezar ve mezartaşı intikal eden Ünye-Akkuş yolu üzerinde bulunan ve en eski olarak H.1333 tarihli mezartaşı ihtiva eden Harmandüzü Mezarlığı’nı (Kırık,2008:153-157) ve 1820 tarihinde yapılan Çömlekci Camiî haziresini (Kırık, 2008: 149-152) de saymak lâzımdır. Ü N Y E Ç A K I RT E P E /E L M A L I K M E Z A R L I Ğ I KUZEY G İ R İ Ş İ V E G İ R İ Ş T E Z İ Y A R E T Ç İ L E R İ K A R Ş I L AY A N ŞİİR. 1940’lı yıllara gelindiğinde ise, beliren ihtiyaç üzerine “Elmalık” denilen yerde bir mezarlık alanı ihdas edilmiştir: “Çakırtepe” veya “Elmalık” diye adlandırılan bu mezarlık alanı zaman zaman etrafındaki fındıklık alanların istimlâkıyla genişletilmiştir. Bu mezarlığın kuzey girişinde Ünye’li Âşık Ummanî’ye ait bir şiir bulunmaktadır. Bu şiir, “Dur Yolcu” hitabıyla başlamakta olup şöyle devam etmektedir Bâzen senin gibi gezer tozardım, Bâzen neşelenir, bâzen kızardım, Bâzen istemeden insan üzerdim Vâde sona erdi öldük be yolcu. Haykırsan da cevap gelmez sesine Ağlayıp sızlasan kimin nesine Ameli hesabı bir cümlesine Verdiler elime, aldık be dostum. Böbürlenme aslâ, günahtan sakın Ölüm ensenizden daha yakın İbret arar isen bizlere bakın Kürkçü dükkânına geldik be dostum. Sen de dersin al ki, gaflete dalma Günaha bezenip buraya gelme Doğruyu söyledim, kusura kalma Ne ektikse burda bulduk be yolcu. Mezartaşları süslemeler bakımından incelendiğinde, genellikle “lâle” motifinin kullanıldığı görülmüştür. Kimi mezartaşlarında lâleler çift ve çoğu zaman simetrik olarak, dalların iki yanında birerden iki, ikişerden dört veya üçerden altı yapraklı olarak resmedilmişlerdir. Kimi lâleler renkli, kimileri de mezartaşına kazınmış olarak dik veya yatık şekilde resmedilmişlerdir; yalnız bir mezarda, ayaktaşında dik şekilde ve yapraksız ve renksiz olarak bir lâle motifi görülmüştür; gelinlik kızların mezartaşlarında lâle motifinin ters olarak işlendiği bilinmekteyse de (Bay, http://www.historystudies.net/ makaleler/17248862 76_6-Abdullah%20Bay.pdf), bu mezarlıklarda, gelinlik çağında öldüğü hâlde mezartaşında ters lâle motifine rastlanmamıştır. Lâle motifiyle birlikte veya yalnız olarak altı köşeli bir çiçek veya rozet motifinin kullanıldığı da görülmektedir; bir örnekte, çiçek motifleri “Hu el-bâki” yazısının iki tarafında yer alırken, başka bir örnekte iki lâle motifinin arasında yer almıştır. Bu motifin, kırmızı zemin üzerinde beyaz olarak resmedildiği gibi, beyaz zemin üzerinde yaprakların kırmızı olarak resmedildiği görülmektedir. Mezarlardaki baştaşı süslemelerinde “ayyıldız” motifinin de kullanıldığı görülmektedir: bu örneklerden birinde ayyıldız motifi, baştaşında yukarıya bakacak şekilde kazınmak suretiyle resmedilmiş, diğerinde de “Hu el-bâki” yazısının iki yanında yer almıştır; bu baştaşında yer alan Bakara Suresi’nin 154. âyetinden 149 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ yani “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Bilakis, onlar diridirler. Lâkin, siz anlayamazsınız.” âyetinden, mevtanın bir şehit olduğu anlaşılmaktadır. Salih Ersidar’a (1968- 1994) ait mezartaşı kitâbesinde ise, “Kaptan” diye mesleğiyle tanımlanmış olmakla beraber bir de “çapa” motifi bulunmaktadır.: Osmanlı mezartaşları süsleme geleneğinde, mevtayı tanıtmak için meslekleri yansıtan motiflerin kullanıldığı bilinmektedir: Kişinin genç yaşta ölmüş olduğunu belirten çiçek, hacı olduğunu belirten hurma ağacı, idam edildiğini anlatan boyun kısmındaki kement, mesleklerini yansıtan tulumba, çapa, kemankeş olduğuna işaret eden ok-yay ve okur-yazarlığına delâlet eden kalem-divit gibi simgelerle kişinin kimliği ile ilgili daha özel bilgiler verilmiştir. (http://www.mumsema.com/konu-disibasliklar/44751-osmanli-mezar-tasi-kitabeleri.html). M E Z A RTA Ş I SÜSLEMELERİNDEN ÖRNEKLER Mezartaşları, üzerlerinde bulunan dinî ve edebî metinler açısından incelendiğinde ise, neredeyse istisnasız Arap alfabesiyle “Hu el-bâki” ifadesinin yazıldığı görülmektedir; “Bâki olan Allahtır” anlamındaki bu ifade inancın dinsel bir tezahürüdür. Ancak bazı mezarlarda bu ifade görülmeksizin, mevtayı tanımlayıcı olarak baba adı, kendi adı, kocasının adı bazı örneklerde de karısının adı kullanılmıştır; bazı mezartaşı kitâbelerinde ise, babanın veya kocanın veya mevtanın mesleği ve memleketi belirtilmiş olmakla beraber, kimi mezarlarda da, çok yaygın olmamakla beraber “Ünye eşrafından.....” ifadeleri görülmüştür. Bu tanımlayıcı ifadelerin altında genellikle “Ruhuna fatiha” dileği ile doğum ve ölüm tarihleri yazılmıştır. Nadir de olsa, bazı mevtaların oğlunun mesleğiyle, meselâ “Orman Bölge Şefi M.Sait Savaş’ın annesi Rahime Savaş” şeklinde tanımlandığı, bazı mevtaların da bayan eşinin adıyla, “Ahmet oğlu-Tülây eşi- PTT memuru- Namık Görgülü- Ruhuna Fatiha- d:1947ö:27.2.1984” şeklinde tanımlandığı görülmüştür. Bazen de mevtanın, mezartaşlarında soyadının haricinde “Avni Çavuş”, “Arap Hasan”, “Hanımcık Mustafa”, 150 “Cıgındi Mehmet Efendi” gibi lâkap ve şöhretiyle tanımlandığı da görülmüştür. Kimi mezartaşlarında da baba adı, memleketi, aile lâkap ve şöhreti bir arada kullanılmıştır. M E V TAY I M E S L E Ğ İ Y L E TA N I M L AY A N M E Z A RTA Ş I ÖRNEKLERİ Hüseyin oğlu Mustafa Sağlam (1945-6.8.1983) kitâbesinde görüldüğü gibi, bazı mezartaşlarında da, mevta baba adıyla tanımlanırken “Arabistan’da trafik kazası” yazılarak vefat sebebi belirtilmiştir. Nitekim, mezartaşı kitâbeleri hakkında yapılan araştırmalarda, “Kaza kurbanları için yazılmış mezartaşı kitâbeleri” başlığıyla bir tasnif görülmektedir. (Vahap Balman, 2003, s:106-114). Bu başlık altında verilen örneklerde trafik kazası, tren kazası, deniz kazaları gibi olayların sonunda hayatını kaybeden insanların mezartaşı kitâbeleri verilmiştir ve bu tür metnin yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Eğer ölüm sebebi tedavisi mümkün olmayan bir hastalık ise bunlar da, Hatice Güner’in baştaşı metninde “1944 ağladı- Sene 1992 ağlattı- Dert verdi derman arattı- Şifasın vermedi Hüda- Can cananını terketti- Rabbine kavuştu.” sözleriyle ve Nesrin Yıldız’a ait mezar baştaşında yazılı olan, “Zehroldu bize hayat- sen gideli Nesrin- ebediyen nurlar içinde- olsun kabrin- yirminci baharında- çaresiz bir hastalığın- pençesinde güller gibi- solarak hayata doyamıyan- Muhsin ve Pakize kızı- Nesrin Yıldız, D.T. 1943 Ö.T.1963” dizeleriyle dile getirilmiştir. Aynı duygular ve çaresizlik Orhan Dinç (1935-1993) kitâbesinde de, ikinci kişinin ağzından “Çok koşturdum yorulmadım- Seni kur- BİLDİRİ KİTABI II taramadım- Seni seviyor özlüyoruz- Okunan yâ sin’ler senin için- rahat uyu” denilerek dile getirilmiştir. Müfit Gökçe’ye (1942-1943) ait baştaşında da, “Sevgimizle- seni koruyamadık- dualarımızla- huzur içinde- yat” sözleriyle yine aynı duygular ve elem dile getirilmiştir. Başka bir mezartaşında da, mevtanın tanımlaması yapıldıktan sonra sosyal bir role işaret edildiği görülmektedir; bu örnek mezartaşında, “..... ve bu kabristanlık- için tek arazisini- bağışlayan- Mehmet Arif Öztürk- Ruhun şad olsun- d.t 1884- ö.t 1962” denilmek suretiyle mevtanın, bu mezarlık alanı kapsayan arazinin, en azından bir kısmını bağışlayan olduğu anlaşılmaktadır. Mezar kitabelerinde sevgi, hasret belirten, dua dileyen, öğüt veren gibi edebî metinlere gelince, bu metinlerin kimi hayattaki aile fertleri ağzından kimileri de mevtanın ağzından yazıldığı görülmüştür: “Emir Hüda’dan- ecel vermedi- aman kader böyle imişAbdullah- Okumuşun- ruhuna fatiha- d: 15.12.19?1ö:1974” kitâbesinde de Allah’ın iradesine teslimiyeti dile getiren ifadeler görülmektedir. Allah’a teslimiyeti ve kaçınılmaz sonu hatırlatıp dua isteyen diğer metinlere ise; “Bakıp geçme ey Muhammed ümmeti- Müminin mümine fatihadır minneti” diyen Ertuğrul Ersidar (26.6.1940- 29.12.1996) kitâbesi, “Sakın ağlamayın bana- Bir demet çiçek elinde- Okuyun bir fatiha- Mezarımın başında” diyen E.Serhat Çevik (21.8.1961- 5. 3. 1990) kitâbesi, “Dünyada kalanlar- Bu seyahatimden elemli- Yıllarca mavi ufka- Bakarlar gözleri nemli- Dert veren uzun yılların vefasız eli- Şu kara toprağa düşürdü beni- Ey zahir, bu kabri kasvetle geçme- Oku bir fatiha” diyen Melek Ereren (1888-1967) kitâbesi örnek metinlerdir. Baştaşları yenilenen mezarlarda ise, baştaşını yaptıran kişinin izi görülmektedir; anlaşılan o ki, mezar zamanla kaybolmaya yüz tutmuş veya bir sebeple mezartaşı kırılmış, yok olmuş veya ahşap malzemeden olan belirleyici unsur zaman içinde kaybolmuş ve oğul veya yeğen yeni bir mezartaşı yaptırmıştır: “Sevgili Babamız......” veya “Sevgili Amcamız......” tanımıyla başlayan bu kitâbelerin sevgi, saygı ve özlem belirten ifadelerle devam ettiği görülmüştür. “ES ER ” İ N M E Z A RTA Ş I Bir kitâbe ise, mevtanın çok yakını veya onu çok seven birinin dizeleriyle mevtanın ağzından söylenmiştir; düzenli bir yazı, itinalı bir mezar mimarisi görülmektedir. Belki de bilinçli olarak, doğum ve ölüm tarihleri yazılı olmayan bu kitâbede bir yaşama sevinci, hayata doyamamışlık dile getirilmektedir: “Her nefesteBir çağlayandı yaşamak- Bir damla gibi- Düşsem de toprağa- Sokulur sevgi meltemi yüreğime- Kayan yıldızları görürseniz- Yakalayın ne olur !- ESER’dir diye.” Bazı mezar kitâbeleri de daha sonradan aile fertleri tarafından yazılmış olup o kişiye olan sevgiyi, saygıyı, acıyı, elemi, özlemi dile getirmiştir; bir baba ve kızının toprağa verildiği aile kabristanlığında, baba kızından on yıl sonra vefat etmiş ve 2002’de toprağa verilmiştir ve mezartaşında adı, soyadı, doğum ve ölüm tarihleri bulunmaktadır. Fakat kızının mezartaşında ise, babanın yazdırdığı anlaşılan kitâbede evlât sevgisinin ve onu kaybetmenin acısının çok güçlü bir şekilde dile getirildiği görülmektedir. Düz, dikdötgen şeklindeki bu mezartaşında şu kitâbe bulunmaktadır: “ Mermer seni delik delik delerim, Meleğim- Taşı atar toprağını elerim Meleğim- Sen koyun olsan ben de kuzu Meleğim- Ölene dek peşinde melerim meleğim- Karşıda kuş oturur Meleğim- Kuş kuşa yem götürür Meleğim- Şen gönlüme baykuş oturur Meleğim- Yorgun Meleğim, yaralı Meleğim- Hatırlı gönüllü Meleğim- Ağaçlar kalem olsa Meleğim- Denizin suyu mürekkep olsa Meleğim- Yazma ile bitmez destanlarım Meleğim- Telli duvaklı MeleğimBunu okuyan ağlasın Meleğim- Ramazan kızı- Melek Veyisoğlu- 1964- 1992”. 151 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ÖMER KIZI N E S L İ H A N B O Z K U RT ’ U N M E Z A RTA Ş I K İ T B E S İ M E L E K V EY İ S O Ğ LU ’ N U N M E Z A RTA Ş I Yine aynı aile kabristanlığında, ailenin oğlu olduğu anlaşılan ve yalnızca ölüm tarihi bulunan mezartaşında da; “Beş karış yukarı- mezarımın taşı- kan ağliyor yü- reğimin başı dur- maz akar gözü- mün yaşı” denilmek suretiyle yine evlât sevgisi ve onu kaybetmenin acısı dile getirilmiştir. Babalar için yazılmış mezartaşı kitâbeleri de oldukça yaygın görülmektedir; incelenen mezarlıklarda bu tür örneklere de rastlanmıştır: Osman Fethi Özkan’a ait aile kabristanlığındaki baştaşında, oğul tarafından yazılmış olup babaya olan büyük sevgi ve özlemi dile getiren şu kitâbeye tesadüf etmekteyiz: “ Sevgili babacığım- bakışların meçhul, düşlerin bilinmezöyle bir iz bıraktın ki, asla silinmez- sana nankörlük eden kati sevilmez- sen bir abide ve destansın- mekânın cennet, ruhun şad olsun”. Yine babaya af ve mağfiret dileyen ve yine oğul tarafından duayı belirten Ahmet İhtiyaroğlu’na (1904-1969) ait kitâbede de, “Beyaz gömlekten aba- Koyduk seni bu kaba- Allah seni affetsinNur içinde yat baba” dizleri görülmektedir. Ömer kızı Neslihan Bozkurt’un (17.06.198103.09.2002) ağzından yazılan kitâbesinde de, ölüm karşısında çaresizlik ve onu kabullenemeyiş dile getirilmektedir: “Tüm duygularım tükendimi yoksa- Çok mu yoğun, adlandıramıyorum- Çünkü hayatımda hiç ölümü beklememiştim şu ana kadar ölüm bana- gelmez sanırdım onu tanıyana kadar- Ama azrail dadandı gitmek bilmiyorBöylesi bir korkulu bekleyişim hiç – olmamıştı ağlamak ne güzelmiş meğer- yasak olunca anladım ağlamak- gözlerimin dolması bile yasak bana.- korkuyorum çok korkuyorum dua bile- edemiyorum artık- Uyanmak istiyorum.” 21 yaşında vefat eden Neslihan’ın ağzından, herhalde bir yakını ailesi, annesi, babası hayata doyamadan vefat eden bir insanın acılarını hissederek yazmış olmalılar. 152 Fadik Pınarbaşı’nın mezar baştaşında ise, dertlerini içine gömmüş yorgun, mutsuz bir hayatın izlerini görmek mümkündür; başlıksız, doğum ve ölüm tarihleri yazılmış olmayan, mevtanın sadece adını, soyadını belirten ve bir fatiha bekleyen bu kitâbede, “gülmedim dünyada- derdim içimde- sevenlerim- başucumda- r. el fatiha” denilmektedir. Harap bir kabristanlıkta yer alan Arif Özsöz’e (1932-1962) ait mezartaşında da, “Lâle sünbül gibi soldum hele- Zarı zarı ağlar bülbüller bile- Hasret oldum- Namurat gittim yola- Ruhum saz- Meskenim cennet ola” dizeleriyle çileli ve mutsuz duygular dile getirilmiştir. Gelin olamadan, ki buna halk arasında “mürüvvetini görmek” denir, vefat eden Ömer kızı Fahriye Kök’ün (1955-1991) ağzından yazılan şu kitâbede de hayatta yaşanamamış mutlulukların hasreti ile ölüm dile getirmiştir: “Ömür boyu çile çektim- Durmadan şu dünyadan- Nimetini dermeden- Al duvakla muradımaErmeden genç yaşımda- Fani olduk dostlarım”. “Eczacılık fakültesi’ni bitirdiği yıl Hakk’ın rahmetine gargolmuştur” yazılı Ayşe Atabek’e (1949-1973) ait kitâbede de, genç yaşta vefatın ve yarım kalmış hayatların elemi görülmektedir. Bir başka kitâbede de, yine genç yaşta vefat eden Zerrin Coşkunalp’in (1950- 1970) baştaşında, “Bir annenin bir babanın- bir tek kuzusuydum20 olmuştu yaşım- kesildi dünyadan aşım- doğdu ecel güneşim- bitti hayat savaşım” denilmek suretiyle yine hayata doyamamışlığın hüznü dile getirilmiştir. Ahiret uyarısına ve hayatın anlamına dair inancı dile getiren ve öğüt veren bir kitâbede ise, “Yâni ibadette gençlik- kuvvetini sarfetmenin- neticesi dar-ı saadetteebedi bir gençliktir- Kabrin arkası için çalışınız, hakiki saadet- ve lezzet ondadır.” denmektedir. Aynı içerikte ve Halil oğlu Osman Köse’ye (1972- 1982) ait baştaşı kitâbesinde de, “Dünyada dost istersen Hz. Allah yeterMurşidi kâmil istersen Hz.Kur’an yeter- Delil istersen Hz. BİLDİRİ KİTABI II Muhammet yeter- Meşgul olmak istersen ibadet yeter- İbret almak istersen ölüm yeter- Zengin olmak istersen kanaat yeter- Bunlar da yetmez dersen nârı cehennem- yeter. Erbabına danış akıl dinlemek- fırsattır. Havai nefsine uyma sakın sab- rın sonu selamettir. Niye aldandın be hey- şaşkın bu can sana emenettir.- Kaderde ne ise o olur, etme merak- Uyma nefsine, Hakk’ın emrine bırak- Altından ağacın olsa, zümrütten yaprak- Akıbet, gözünü doyurur bir avuç toprak.” denilmektedir. “Z I R H ” A İ L E S İ N E A İ T K A B R İ S TA N L I K V E AY A K TA Ş I Çevresinin sonradan düzenlendiği anlaşılan “Zırh” ailesine ait kabristanlıkta ise, mezarın baş ve ayaktaşları, kabristanlığı çevreleyen duvara oturtulmuş vaziyettedir; mermerden ve özenle hazırladığı anlaşılan bu mezartaşları süsleme ve yazı sanatı bakımından farklılık göstermektedir. Kitâbelerde, “ Ah, minel mevt- Dar-ı dünyada civan iken gezerdim bir zaman- Nagehan erdi ecel, etti yerim bağ cenan- Fani dünyadan muradım almadan terkeyledim- Valideynim eylesinler bir zaman, ah figanZırhzâde Mehmet Hâmi Efendi’nin mahdumu Yahya Bey’in- Ruhuna fatiha- 1334, 14 Şaban” yazılıdır. Aynı aile mezarlığının ikinci ve üçüncü kitâbelerinde ise, başlıkta mevtayı tanıtmadan önce, Arap alfabesiyle kelime-i tevhid, yani “Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resûl Allah” yazılı olduğu görülmektedir. İkinci kitâbede kelime-i tevhidden sonra, yeni Türk alfabesiyle “Rize eşrafındanHacı Hamid Zırh bin Hacı Osman- Ruhuna fatiha- D:1282Ö: 1334” denilerek mevta tanıtılmıştır. Üçüncü kitâbe yine aynı başlıkla, Arap harfleriyle kelime-i tevhid yazılı olup devamında yeni Türk alfabesiyle “Rize eşrafından- Hacı Osman- Refikası- Cemile Hatun-Ruhuna fatiha- D: 1294Ö:1334” yazılıdır. Mezarlık kültüründe ayaktaşları genellikle sade, süslemesiz ve yazısız olduğu hâlde bu aile kabristanlığındaki ayaktaşının, ayyıldız ve çeşitli bitkisel motifler ve rozet işlemelerle ince bir sanatla süslendiği göstermektedir. Çakırtepe (Elmalık) Mezarlığı’nda mimarisi, süslemeleri ve mezartaşı metinleriyle dikkati çeken bir aile kabristanlığı da “Vidinli Aile Kabristanlığı”dır: Bu aile kabristanlığında mezarlar, doğal olarak ayrı ayrı olduğu halde mezar kitâbeleri bir bütünlük arz etmektedir. Mürüvvet Vidinli’ye ait bu mezar kitâbesinde, kitâbenin başına mevtanın adı büyük harflerle iki satır halinde yazılmıştır. Altta ise, Rumî tarihle doğum tarihi “1335” olarak, ölüm tarihi de Milâdî tarihle “1997” olarak yazılmıştır. Kendisi annesinin, babasının ve kocasının adıyla “Hüseyin ve Münire kızı, Necati Vidinli eşi” olarak tanımlanmış ve “ İyi insan- Hayırlı eş- Güzel ana” sıfatlarıyla anılmış ve “ Ruhuna fatiha” dileğinde bulunulmuştur. Bu kitâbeye yapışık şekilde monte edilen baştaşı parçasında da, “Bakara suresi Ayet. 201” olduğu belirtilen âyet, yeni Türk alfabesiyle şöyle yer almıştır: “ Onlardan kimi de, “Rabbimiz, bize dünyada da güzellikler ver, ahirette de güzellikler ver. Bizi ateş azabından koru.” der.” yazısı bulunmaktadır. Mürüvvet Vidinli’ye ait bu mezarın hemen yanıbaşında Mehmet Necati Vidinli’nin mezarı bulunmaktadır: Mezarın baştaşı, çeşitli çizgisel motiflerle süslenmiş mermerden olup, yine geometrik bir şekildedir: Ortada, Arap alfabesiyle Bakara Sûresi 177. Âyet, onun solunda da Türkçe meâli vardır: “Rahim olan Tanrı adıyla başlarım. İyilik benliğinizi ne batıya, ne doğuya çevirmekle bulunur. İyilik Allah’a, ahiret gününe, Allah’ın kitabına, meleklere, Peygambere inanmakla doğar. Allah’ı severek hısımlara, öksüzlere, fakirlere, yolculara, esirlere yardımlarla kazanılır. Namaz kılmak, zekât vermek, sözünde durmak, sıkıntı günlerinde yoksullara, hastalara el uzatmak, şiddete sabırla karşı durmak, iyilik etmek. İşte onlar sadık ve hayırlı olanlardır”. Kitâbenin sağ yanındaki parçada ise, üç satır halinde mevtanın adı yazılıdır. Altta ise, tek satır halinde “ Ruhuna fatiha”, onun da altında doğum ve ölüm tarihleri, “1904-1972” yazılmıştır. VİDİNLİ A İ L E M E Z A R L I Ğ I N D A K İ K İ T B E L E R “Çakırtepe (Elmalık) Mezarlığı”nda, bunlardan başka bazı mezar kitâbelerinde sadece mevtanın adı ve çevresinin ona hitâbı yazılmıştır; “İfakat Abla” örneğinde olduğu gibi, sanki başkaca tanımlamaya gerek görülmemiştir. Bazı mezar kitâbeleri ise, “Sarp kayalıklarda 153 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ geçen yollar merhaba” örneğindeki gibi bir özdeyiş biçiminde olup sanki ahiret yollarını tarif etmek istemiş gibidir; yahut ta yeni bir âleme selâm ile girmektedir. Bir başka mezartaşında ise sadece “Garip” ifadesi görülmektedir; kabristanlığın bir köşesindeki bu mezarda başka bir tanımlayıcı ifadeye veya kitâbeye rastlanılmamıştır. Mezartaşındaki “Garip” ifadesine bakılırsa, herhangi bir sebeple sahipsiz bir mevta olduğu düşünülebilir. Şehrin uzun süre ana mezarlığı durumunda bulunmuş olan “Türbe Mezarlığı”nın ise, adını bu mezarlıkta bulunan “Halka Baba”nın mezarından aldığı öne sürülmüştür (Bay, http://www.historystudies.net/makaleler/1724886276_6Abdullah%20Bay.pdf). Bu mezarlıkta, Ünyeliler’den medrese hocası Taslızâdeler ve Hazinedarzâde Süleyman Paşa’nın torunlarından Hazinedarzâdeler’in mezarlıkları bulunmaktadır. (Bay, http://www.his torystudies.net/ makaleler/1724886276_6-Abdullah%20Bay.pdf). Türbe (veya Tepe) Mezarlığı’ndaki mezar taşları süslemelerinde de benzer motiflerin kullanıldığı görülmektedir: Kimi baştaşlarında altı köşeli bir gül motifi görülürken tek veya çift lâle motifine ve ay-yıldız motiflerine rastlanmaktadır. Yine bazı mezartaşları geometrik çizgilerle süslenirken, bazıları da yaprak motifleriyle bezenmiştir. Bu kabristanlıktaki mezar baştaşlarının bazılarının ön ve arka yüzlerinin kullanıldığı görülmüştür; önyüzde mevta tanıtılırken arka yüzde bir kitâbe mevcuttur. Mezar baştaşlarındaki kitâbe metinlerine gelince, aşağı-yukarı aynı tasnifi görmek mümkündür; ancak dizelerde kısmen farklılıklar vardır. “İfakat Abla” “Sarp kayalıklardan geçen yollar merhaba” “Garip” 154 Bu mezarlıkta da, kaçınılamaz akıbete teslimiyeti ifade eden, “feleğin- çaresiz- derdind- en 22 yaş- ında eyledim vef- at.” yazılı, özensiz ve bozuk bir imlâ ile yazılmış, tanımsız bir baştaşı kitâbesine tesadüf edilmektedir. Ayrıca yine bu anlamda, Orhan Tekirdağ’a (29.8.1945) ait baştaşında; “18 yaşımda soldu- ömrümün baharı- bir tek oğul idim- ailemin evladı” kitâbesi, Hacer Göregen’e (Suyabatmaz) (19 Mart 1998) ait baştaşında, “tek dayanağımız sendin onu da- hüda aldı. elimizde tek çareruhuna fatiha okumak kaldı.” kitâbesi, Mehmet Baysal’a (1918-1938) ait baştaşında “lale sümbül zambaklar gibi soldum hele- zari zari ağlar bana bülbüller bile- pek gençtim na murat gittim bu yola- ruhum şad meskenim cennet ola.” kitâbesi görülmektedir. Dua bekleyen kitâbeleri ise, “Bugün bana yarın sana- Bir fatiha oku bana- İhtiyacım vardır buna” (Hacer Öztürk, 1927-1993), “Mezarıma güller dikinBülbüller konsun- Bir fatiha okuyun- Ruhum şad olsun” (Aslan İnce, 1924-2005), “Bana bugün ise- Yarın da sana- Fatiha okumadan- Geçme bana” (Tuna aile kabristanlığında Nazime, 1906- 1938), “İstemem üstümeNe gül ne ağaç- Dün hayatta idim- Sılaya muhtaç- Bugün topraktayım- Duaya muhtaç” (Murat Alkan 19461998) şeklinde bir araya getirmek mümkündür. Nasihat, öğüt içeren, “ Bazı hayatlar vardır- Ölümden de beter- Eğer aradığını bulduysan- O sana yeter- Eğer aradığını bulamadıysan- Sonun beter- Ey nefis bu kadarNasihat da sana yeter” (Celâl İnce, 1954- 2002), ayrıca “Dünya geçicidir kanma- Ahirette görüşmeyiz sanma- Mizan terazi kurulunca- Ben yine affederim- Ama Allah affetsin.” (Zekeriya Koldagüç, 1910- 1994) gibi örnekler görmek mümkündür. Ailesinin veya yakınlarının sevgi ve özlem duygularını dile getiren “sen hep kalbimizdesin- nur içinde yat” (Mehmet Alkan 1901-1952) şeklindeki kitâbelere de tesadüf edilmiştir. Türbe Mezarlığı’nda uzun süre bakımsız kalmış fakat bir özelliği de olduğu anlaşılan, etrafı taş duvarla çevrili bir mezarlık ta vardır. Baştaşındaki yazılardan mevtanın “Şeyh Abdülkadir Ellinci Baba” olduğu anlaşılmaktadır; doğum tarihi yazılmamış olmakla beraber ölüm tarihi olarak “1948” yazılmıştır. BİLDİRİ KİTABI II Ş E Y H A B D Ü L K A D İ R E L L İ N C İ B A B A’ N I N MEZARI V E M E Z A RTA Ş I Sonuç olarak, mezartaşları geçmişin tanıklarıdır; o bakımdan sadece bir mezar yeri olmanın ötesinde bazen siyaseten de önem kazanmışlardır. Bu çalışmada ise, mezartaşları mimari, sanat tarihi, süslemecilik açısından değil, fakat ihtiva ettiği metinler açısından incelenmiş ve metinler duygu ve inanç dünyasının dili olarak değerlendirilmiştir. Ünye mezarlıklarında da görüldüğü gibi yakın dönem mezartaşlarında Osmanlı döneminde olduğu kadar meslekî, edebî, sanatsal ve süslemecilik bakımından zenginlik yoktur. Fakat dinsel ve edebî metinler bakımından benzerlik görülmektedir. Osmanlı dönemine ait mezartaşlarında tanımlayıcı olarak meslek ve “Paşa”, “Hafız”, “Ağa” “Şeyh”, “Molla” gibi slfatların kullanıldığı görülür. Fakat, yakın dönemde lâkap ve şöhretiyle tanımlanan mevtalar varsa da bu gibi sıfatların kullanıldığı görülmemektedir. Ayrıca terzi, öğretmen gibi meslek tanımlamaları görülürken Osmanlı dönemi mezartaşlarında görülen mesleklerden olarak “Sarraç”, “Kâtip”, “Kâhya” gibi adlara tesadüf edilmemektedir. Ancak, memleketin eşrafından gibi tanımlamaların yapıldığı da görülmüştür. Osmanlı döneminden kalan mezartaşları kitâbeleri daha süslü ve sanatkârane yazılmıştır. Yeni mezarlıklarda ise, böyle olmadığı gibi satırlar, imlâ, harfler bir kaç mezar hariç özensizdir; süsleme unsurları olarak, Osmanlı dönemindeki mezartaşlarının daha özenli ve zengin olduğu söylenebilir. Mezarlıklarımız geleneksel olarak bilindiği gibi çam, servi, ve çok eski mezarlıklarda görüldüğü üzere çınar ağaçlarıyla donanmış vaziyettedir. Bu ağaçlar o bölgede, doğal ortamı yeşil ve temiz tuttuğu gibi hayvan popülasyonunu da etkilemiştir. Eskiden şehir iç- lerinde, mahallelerimizde gördüğümüz kuş cinsleri ve kafes kuşları için doğal bir ortam oluşmuştur; onları görmek ve kuş seslerini dinlemek için park ve bahçeleri değil de, mezarlıkları ziyaret etmek durumunda kalınması hazindir. Ayrıca, mezarlıkların ve mezar yerlerinin bir plânlamaya göre tanzim edilmesi gereği ortaya çıkmaktadır; bir ziyarette bulunurken diğer kabir çiğnenmemeli, ona saygı gösterilmelidir. O nedenle mezarlar ve kabristanlıklar arasında dar da olsa küçük koridorlar yapılmalı ve bakımlarına özen gösterilmelidir. Hatta bu iş, mahallî yönetimden beklenir. Yılda en az bir defa, dinî bayramlar öncesinde genel bir temizlik ve bakım yapılabilmelidir. K AY N A K Ç A : Kırık, Harun- Kırık, Şeydanur, Ordu-Ünye’de Türk devri mezarlıklar ve mezar taşları, T.C. Selçuk Üniversitesi, FenEdebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü, Basılmamış lisans tezi, Konya 2008 Balman, Vahap, Mezar Sesleri, Balman Yayıncılık, Ankara 2003 Bay, Abdullah, Ünye yöresi Osmanlı mezar kitâbeleri üzerine değerlendirmeler, http://www.historystudies.net/makaleler/1724886276_6Abdullah%20Bay.pdf http://www.unyeses.net/haber15.html 155 BİLDİRİ KİTABI II XV. - XVI. YÜZYILDA PİRLEPE’DE İSKAN VE NÜFUS SETTLEMENT AND POPULATION IN PRILEP IN XV.-XVI. CENTURY Nurullah KARTA1 ÖZET ABSTRACT Antik dönemlere kadar gidebilen tarihi ile Pirlepe, bugün Makedonya’ya bağlı bir şehir olup eski Osmanlı kasabalarından biridir. Vukaşin tarafından prenslik olarak ilan edilen kasaba Vukaşin’den sonra oğlu Marko’nun Osmanlı hakimiyetini tanımasıyla beraber 1382 tarihinde Osmanlı egemenliğine dahil olmuştur. Babuna dağının eteğinde Vardar’a tabi olan karasuya dökülen bir küçük çayın kenarında kurulmuş bir kale konumunda olan Pirlepe Osmanlı idari yapısı içerisinde Rumeli Eyaleti’nin Paşa livası sağ kol kasabaları arasında yer almaktadır. II. Mehmet’in saltanatı döneminden itibaren kasaba ciddi bir şekilde gelişme göstermiştir. Başlangıçta bir Balkan devleti olarak doğan Osmanlı İmparatorluğu Türklerin Balkanlar’a gönüllü göçünü sürekli teşvik etmiştir. Nüfus iskanının yanı sıra askeri ve mali şartlar da bu politikayı zorunlu kılmıştır. Bu bölgelere Anadolu’dan gelen dervişler, gaziler ve diğer unsurlar memleket açma ve fütuhat yapıp, civar köylere veya tamamen boş ve tenha yerlere yerleşerek ziraat ve hayvancılıkla meşgul olmuşlardır. Ayrıca, şehirde dini hayır kurumları inşa etmişlerdir. Pirlepe Kasabası özellikle 1478 yılarından sonra fiziki ve nüfus yapısı değişerek tipik Osmanlı şehri haline dönüşmüştür. İnceleme konumuzun temel kaynakları Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Devlet Arşivlerinde bulunan 15. Ve l6. Yüzyıla ait tahrir defterleri olacaktır. Bu çalışmada, Osmanlı yönetiminde yaklaşık beş asır kalan Pirlepe’nin iktisadi ve sosyal özellikleri, merkez mahalleleri, kır iskan yerleşim bölgelerindeki Müslüman - gayrimüslim nüfus tespit edilecektir. Anahtar kelimeler : Pirlepe, Tahrir defterleri, mahalle, Balkanlar, nüfus Prilep whose history leads to ancient times is a city in Macedonia today and one of the old Ottoman towns. The town was announced as princedom by Vukaşin and then it participated the sovereignty of Ottoman in 1382 with the recognition of the Ottoman domination of Vukaşin’s son , Marko. Prilep which is in a fortress located on the edge of a small stream flowing into karasu depending on Vardar at the foot of Babuna Mountain, took part in Pasha brigade right hand towns of Rumeli Province. The town developed seriously beginning from the time of the reign of Mehmet II. The Ottoman Empire, originally born as a Balkan Empire, constantly encouraged voluntary migration of Turks to the Balkans. Military and financial circumstances as well as placement of the population necessitated this policy. Dervishs, veterans and other factors coming from Anatolia to this regions were engaged in raising farm animals and and agriculture by settling in the surrounding villages or completely empty and secluded places in addition to serving on the country and the conquest. In addition, they built religious and charitable organizations in the city. The town of Prilep turned into a typical Ottoman city by changing the physical and demographic structure especially after 1478. Main sources of the research point are tahrir books belonging to 16. Century in Republic of Turkey Prime Ministry State Archives. In the core of the study, Prilep’s center neighborhoods from economic and social aspects, Muslim - non-Muslim population, conventional construction, manufacturing units, professional groups, the crops grown and collected taxes in rural residential areas will be determined. Key words: Prilep, Tahrir books, the neighborhood, the Balkans, the population 1 Yrd.Doç.Dr., Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Tarih Öğretmenliği Bölümü, [email protected] 157 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ XV. ve XVI. Yüzyıllarda Pirlepe’nin iskân ve nüfus durumunu ortaya koyabilmek bakımından en önemli ve başvurulması gereken kaynaklar bilindiği üzere arşiv belgeleridir. Bunların başında da “tapu-tahrir” defterleri gelmektedir. Bu defterlerin incelenmesi ile söz konusu dönem ayrıntılı bir şekilde ortaya konulabilmektedir. Tahrir defteri hangi aralıklarla kim tarafından ilk kez yazılmaya başlandığı bilinmemekle beraber, Orhan Bey zamanında Çandarlı Kara Hayrettin Paşa’nın yaya asker yazımı ile başladığı ileri sürülmektedir (Karta, 2005 :1). Tahrir uygulaması I. Murat döneminden itibaren sitemli bir şekilde yazılmaya başlanmış ve Fatih Sultan Mehmet, II. Bayezid, Kanuni Sultan Süleyman zamanında devam etmiştir. (İnalcık 1954: XIX-XX). Tahrir yapılması gerektiğinde kanunları iyi bilen güvenilir “emin” denilen il yazıcısı, muharrir unvanına sahip kimseler tayin edilirdi. Vergi mükellefleri ve vergiden muaf olanlar kayıt altına alınır bu bilgilerin doğruluğu tespit edilip, padişahın onayından sonra mufassal defter adını alırdı. Özet bilgiler ihtiva eden köy isimleri ve yıllık hasılatın miktarını belirten defterlere de ”defter-i icmal’’ veya ”defter-i mücmel’’ denilmekteydi. Bu defterler ilk yazımdan sonra 10-30-40 senelik fasılalarla yenilenmekteydi (Barkan, 1941:29-59). İlk yazılan defter “köhne’’ sonraki “atik’’ ve yenisi de ”cedid’’ olarak adlandırılmaktaydı. İnceleme konumuz Pirlepe kazasının iskan ve nüfus durumunu tespit etmek amacıyla Başbakanlık, Osmanlı Arşivinde bulunan dört numaralı 881/1476 M., 16 numaralı 886 H/1481 M.,149 numaralı 935 H/1528 ve 232 numaralı 951 H/1544 M. defterler esas alınmıştır. Pirlepe’nin kesin olarak Osmanlı’ya dahil olmasından sonra fetih politikası gereği olarak tahrirleri yapılmıştır. Mevcut elimizdeki tahrir defterlerine göre Pirlepe’ye ait ilk tahrir defteri 4 numaralı ve 1476 tarihli olup Fatih Sultan Mehmet döneminin sonlarına doğru yazıldığı anlaşılmaktadır. Bu defterin başı tam sonu eksiktir. Defter Pirlepe kazasının yanı sıra Manastır, Kırçova, Köprülü, Üsküp, Kalkan-delen kazalarını da ihtiva etmektedir. 16 numaralı 1481 tarihli defter ise II. Bayezid tahta çıktığı sırada yazıldığı anlaşılmaktadır. Bu defterde tamdır. 149 158 numaralı, 1528 tarihli defterde Kanun-i Sultan Süleyman döneminde yazılmıştır. Bu defterde tamdır ve yine aynı padişah döneminde Başbakanlık, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’nın 370 numaralı 1530 tarihli Muhasebe-i Vilayet-i Rum-ili Defter içerisinde Pirlepe’nin icmal olarak ifade ettiğimiz kaydı bulunmaktadır. Çalışmamıza kaynaklık teşkil eden bir diğer mufassal tahrir defter ise, 232 numaralı 1544 tarihli olup ve tamdır. Ayrıca belirttiğimiz bu defterlerin hepsinde yukarıda sözünü ettiğimiz kazaların da kayıtları mevcuttur. Bu defterler zaman aralıklarına göre karşılaştırıldığında Müslüman nüfusa göre gayrimüslim nüfus yoğunluk göstermektedir. XIV.yüzyılın ilk yarısında Hıristiyan unsurlardan bir kısmının islamı seçtiği görülse de daha çok Osmanlıların XV.yüzyıldan itibaren balkanlara yerleşmesiyle ihtidâlar gerçekleşmiş ve XVI-XVII.yüzyıllarda da devam etmiştir (Köprülü, 1994:82-83). Bu defterlerin karşılaştırılmasında mahallerin inkişâfı, nüfus gelişimi ve hareketliliği, Müslim ve gayrimüslim nüfusun ortaya çıkışı, meslek grupları, üretime ilişkin yapı ortaya konulmaktadır. Ancak, biz çalışmamızı sınırlı tutarak nüfus durumunun tespiti üzerinde duracağız. P İ R L E P E ’ N İ N TA R İ H İ V E O S M A N L I L A R TA R A F I N D A N F E T H İ İlk çağlarda Glikas, Grigoras, Albonopolis adıyla anılan, Makedonyalıların bugün Desova diye söyledikleri Pirlepe Palegonya ovasının kuzey kenarında Manastır-Üsküp demiryolu üzerinde olup, (İnciciyanAndreasyan, 1974: 54) Babuna dağının eteğinde Vardar ‘a tabi Karasuya dökülen küçük bir çayın kenarında yer almaktadır (Sâmi, 1996: 1500). Geçmişi antik dönemlere kadar uzanan Pirlepe Ortaçağda Bizans ve Bulgar krallığı hakimiyetinde bir Slav prensliği iken Çar Samuel’in 1014’de Basileios’a yenilmesinden sonra Pirlepe ve Batı Makedonya’nın büyük bir bölümü Bulgarlar’ın eline geçmiştir (Ostrogorsky,1995:380). I. Uruş (1258) zamanında Sır- BİLDİRİ KİTABI II bistan Balkan devleti olmuş Bulgarlarla Bizanslıların aleyhine gelişmişti. Osmanlıların Bizans İmparatoru Kantaküzen’e yardım etmek üzere Rumeli’ye ilk geçişlerinde Uroş’un oğlu İstefan Duşan (1331-1355) Sırp kralı olarak bulunmaktaydı. Bu dönemde sırp hududu, kuzeyden Tuna ve Sava’dan, Güneyde İstrumca ve Pirlepe’ye, Batıda Bosna’dan Rila dağı’na kadar uzanmaktaydı (Uzunçarşılı,1994:195). Duşan’ın ölümünden sonra devlet parçalanmaya yüz tutmuş Duşan’ın hakim olduğu sahalarda küçük prenslikler ortaya çıkınca Osmanlı akınları da kolaylaşmıştır (Uzunçarşılı,1994:198). Bu akınlara karşı koymak üzere 1366’da Vukaşin Pirlepe’de prensliğini ilan etmiş ise de 1371 Çirmen Savaşı’nda Osmanlılara yenilince Kral Vukaşin öldürüldü. Yerine oğlu Marko Kıraliyaviç merkezi Pirlepe olmak üzere krallığını ilan etti. Bu tarihlerde Makedonya bölgesi Osmanlı akınlarına açık hale gelince I. Murat Balkanlardaki uç bölgeleri sağ, orta ve sol kanatlara bölerek üç koldan fetih hareketini başlatmış oldu (İnalcık, 1955:103-129). Bu kanatların orta kol komutanı Kara Timurtaş Paşa Vardar ovasından Balkan dağlarının Kuzey ve Batı yönüne doğru ilerleyerek İştip, Manastır ve arkasından 1382 tarihinde Pirlepe fethedildi (Uzunçarşılı, 1994:175). Fetihten sonra Osmanlı hakimiyetini tanıması ve savaşlarda Osmanlıların yanında yer alması ve vergiye tâbi olması kaydıyla Pirlepe’nin yönetimi Marko’ya bırakılmış ve 1395 tarihinde ölümüyle bölgenin idaresi tamamen Osmanlılara geçmiştir (Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, C.X:152). PİRLEPE’DE İSKAN Kosova zaferinden sonra (1387) bölgede Osmanlı Devleti yerli halkın güvenin kazanmak üzere fethettiği bu topraklarda “İstimalet’’ hoşgörü esasına dayalı politika uygulamaya başlamıştır (İnalcık,1993:934). 1352’de Rumeli’nin fethiyle başlayan Osmanlı iskan faaliyeti Yörüklerin bu bölgeye geçmesiyle hız kazanmıştır (Halaçoğlu,1979:637-678). Bölgeye nakledilen zümrelerin kendilerine has teşkilatlanması sağ- lanmıştır (Gökbilgin,1957:19-20). Rumeli’ye aralıklarla geçen ve muhtelif bölgelerde iskân edilen Yörükler XV.yüzyılın ortalarından itibaren askeri ve mali görevlerde rol almışlardır ve aynı zamanda mükemmel bir yapı oluşmuştur (Gökbilgin, 1957:20). Pirlepe’nin XV. Ve XVI. Yüzyıllarda nüfus durumu ilk tahrir defteri 881 H/1476 M. tarihli olup bu defterin tetkikinde arazi timârlara ayrılmış “Kadim-i Sipahidir, şimdiki halde muafdır, raiyyet değildir.’’şeklinde kaydedilmiştir (BOA, TD.4:1). Fatih Sultan Mehmet devrinin sonlarında yazılmış olan bir diğer defterde sayıları oldukça kalabalık olan Hıristiyan sipahiler 20 civarında köyün timârına tasarruf etmektedirler. Bu timârlar genellikle 5 veya 6 kişi den oluşan akraba gruplar olup her yıl sefere gitmektedirler. Ekseriyetle kendi baştinaları, mülkleri, bağ ve bahçelerinin vergileri kendine bırakılmak üzere kendi istekleri doğrultusunda ihdas edilmiştir (İnalcık, 1995:151). Osmanlı imparatorluğunda devletin gelirlerini artırmak için basit ve pratik usullerle reayayı verimli çalıştırmak üzere harap olmuş aynı zamanda boş yerleri şenlendirmek, askeri sevkiyatı ve erzak tedarikini kolaylaştırma bakımından yollar boyunca köyler ve kasabalar kurarak nakliyat ve seyahati teşkilatlandırmak ve nihayet yabancı bir memlekette diğer düşman unsurlar arasına yerleştirecek Türk ve Müslüman muhacirler ile siyasi ve askeri emniyeti sağlama gayesi ile devletin Rumeli’ye konar-göçer toplulukların yerleştirilmesi esastı (Barkan, 1953:58). Bir diğer husus sulh yoluyla ele geçirilen yerlerdeki halk belli oranda vergi vermek üzere yerlerinde bırakılıyordu. Özellikle, Balkanlarda mezhep değiştirmek için baskıdan kurtulmak amacıyla Ortodoks kilisesine karşı duruşları karşısında islamiyeti kolaylıkla seçtikleri de bilinmektedir (Doğru, 2002:166). Bu hadiseler karşısında Osmanlı devletinin hiçbir müdahalesi olmadığı gibi, her zaman din serbestliğe, ruhani sınıfların imtiyazlarına, cemaatlerin örf ve adetlerine de saygı göstermiştir (İlgürel, 1992:13-20). Devlet Rumeli’nin iskanı konusunda çok dikkatli davranmış ve iskan faaliyetlerine özen gösterdiği gibi Rumeli bölgesini miri arazi haline getirmiştir (İnbaşı, 2002:167). 159 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ PİRLEPE’NİN MAHALLELERİ V E N Ü F U S D U RU M U Pirlepe’nin mahallelerine geçmeden önce Osmanlı da mahallelerin oluşumu fonksiyonu ve işlevi hakkında kısa bir bilgi vermek istiyoruz. Osmanlıda mahalleler genelde cami ve mescit etrafında şekillenmiş, beledi ve adli teşkilatında ilk basamağı sayılmaktadır (Ergenç, 1994:69-78). Mahallelerin cami ve mescit etrafında teşekkül etmesinin yanı sıra zaviye, imaret gibi müesseselerin etrafında da oluşurdu. Yeni kurulacak bir şehir veya imara açılacak bölgede önce cami, medrese, imaret, içtimai müesseseler ve bu müesseselerde çalışacak görevlilerin ikametgâhları ile su, kanalizasyon vb. beledi işleri yapılır ve mahalle bu oluşumlar etrafında gelişirdi (Selçuk,2002:178). Mahallelerde görevli imamlar ise etkin bir durumda olup, halkın dini hayatında ve mahallenin yönetiminde söz sahibiydiler (Ergin, 1936:27). Topluma din adamlarının rehberlik etmesi uygulaması gayrimüslim topluluk içinde uygulanmakta idi. Bunlar etnik-dini “milleti hamse’’denen 5 gruba ayrılmıştı. Rum-Ortodokslar, Slav-Ortodokslar, Ermeniler, Katolik-Ermeniler, Yahudiler ve Katolik-Latinler şeklinde gayrimüslim cemaatlerin her birinin özerkliği vardı ve her cemaatin yetkili temsilcisi bulunmaktaydı (Cerasi, 1999:73). Borcunu ödemede sıkıntı yaşayan ahaliyi desteklemek için para vakıfları tesis edilmiş, eğitim ve dini müesseseler içinde vakıflar oluşturulmuştur (Özsoy,1998:59-62). Bir diğer hususta mahallelerde yiğitbaşı ve kethüda gibi görevliler imama yardımcı olurlardı. Avarız vergilerinin toplanmasında ve asayişin sağlanmasında da önemli bir işlevi yerine getirmekteydi (Ergenç,1981:1271). Bu açıklamalar ışığında Pirlepe’de tipik bir Osmanlı kasabası olarak Müslim ve gayrimüslim haneler ayrı ayrı defterlere kaydedilmiştir. 1476 tarihli (BOA TD.4:1-10) deftere göre; Hacı Ubeyd mahallesi ile mahalle-i kethüda olmak üzere iki Müslüman ve Faliçar, Havlu, Çipuyanko, Kopol, İştinar/İştar, İrenka/İrmenka, Kalp, Kaliçar, Duropar, Rayko-Soğla, Papa-Millahippol(?), Kassaban, Çullahan, Grinçar, Çekman(?), Hayyatan, Malko, Poşiban-Dozan adla- 160 rıyla 19 gayrimüslim mahalleden oluşmaktaydı. 1481 (BOA TD.16:574-585) tarihli defterde diğer defterde mevcut olanlara ilave olarak Ali Bey adıyla yeni bir Müslüman mahalle kurularak bu dönemde mahalle sayısı 3 olarak kaydedilmiştir. Bu mahallede delici, kuyumcu, iğneci, çizmeci ve terzi gibi meslekler görülmektedir. İlave olarak gayrimüslim mahallelerde Yani-Kalko, Zono, Hatip, Çigar, Koloçciğaz(?)i Radoslav-Filibe, Çehre/Çehron ismiyle yeni 7 mahalle kurulmuş ise de nüfus hareketlerinden dolayı, muhtemelen bazı mahalleler kayıttan düşürülmüş veya birleştirilmiş olabilir. Dolayısıyla mahalle sayısında değişme olmamıştır. 1528 (BOA, TD.149:517-528) bir önceki defterde yer alan Müslüman mahallelere ilave olarak Cami, Turalı Bey, Tokatlı Hoca, Hatip, Yaraklu Bey, Teke Bey, Hacı Bey nam-ı değer Kaba Sakal adıyla yeni 7 mahalle eklenmiştir. Böylece mahalle sayısı 10’a çıkmıştır. Aynı tarihte gayrimüslim mahallelere yeni mahalle olarak Kuzuçar(?), Bajok(?), Karasu, Nikola-Boğdan, Miho-Yano, Duşkol/Duşniko, Tergovişte, Kale-pale,İsveti-Todor, Kırnikopol, Çarovik, Leşnise/ Leştanişe, Berdurum; Yayko-Todor,Dabejno, NikolaDanko, Bijade, Radol, Oylanişaniçe(?), Pakou-Mihal, Yankor/Nikofor, Domkou olmak üzere 22 yeni mahalle ile birlikte toplam mahalle sayısı 35’e çıkmıştır. 1544 (BOA TD.232:536-547) tarihinde Müslüman mahallelere Mezid Bey Mescidi İsmail Hoca, Mescid-i Müezzin Hüsam, Hayyatan ve Mescid-i Müezzin Ali adıyla 4 yeni mahalle kurulmuştur. Ancak, yukarıda da bahsettiğimiz gibi mahalle sayısında değişme olmamıştır 10 olarak görülmektedir. Aynı tarihte gayrimüslim mahallelere yeni mahalle olarak NikolaYano, Çerobek, Saruhan, Dahil-i Koskar ve Ozgar(?) adıyla 5 mahalle eklenmesiyle mahalle sayısı 41’e ulaşmıştır. Aşağıda tablo-I-II’de Müslüman ve gayrimüslim mahallelerin nüfus dağılımı yer almaktadır. 1476-1544 tarihleri arasında Müslüman mahalle sayısı on civarında iken gayrimüslim mahalle sayısı 41’e çıkmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere Müslüman mahallelere göre gayrimüslim mahalleler 4 kat daha fazladır. Hem Müslüman mahallelerde hem de gayrimüslim mahallelerde değişken bir yapı görülmektedir zamanla bazı mahallelerin adları değişikliğe uğradığı gibi nüfus BİLDİRİ KİTABI II hareketlerine bağlı olarak bazı mahalleler boşalmış ve yerine yenileri kurulmuştur. Daha önce de belirttiğimiz üzere ihtidâ süreci 1476-1544 tarihleri arasında kasaba merkezinde yok denecek kadar azdır. Örneğin Hacı Ubeyd mahallesi Pirlepe’nin ilk Müslüman mahallesi olup, adını da kurucusundan almıştır (BOA TD. 4:1; BOA TD.16:576; BOA TD.149:519). Kasaban mahallesi Gayrimüslim mahalle olup kasaplık mesleğinden adını almıştır (BOA TD.4:7; BOA TD.16:584). Hem müslüman hem de gayrimüslim adıyla yer alan hayyatan mahallesi terzilerin, post dikicilerin ve dericilerin yer aldığı mahalledir (BOA TD.4:9 ; BOA TD.16:578 ; BOA TD.149:522; BOA TD.232:537). Tokatlı Bey mahallesi Anadolu’da bulunan Tokat adıyla anılan şehrin isminden gelmektedir. Bir diğer mahalle Yaraklu Bey mahallesi silah yapan kişinin mesleğinden neşet ettiği görülmektedir. TA B L O - I Dini görevli adıyla anılan iki mahalle Müezzin Hüsam ve İsmail Hoca adını taşımaktadır. Gayrimüslim mahallelerde de aynı şekilde isim yer ve meslek ve cemaat adlarıyla anılan mahalleler mevcuttur (Bkz.BOA, TD.4; BOA, TD 16 ; BOA,TD.149; BOA,TD 232’nin mühtelif sahifeleri ). bunun dışında Pirlepe kazasının etrafında üzüm bağlarıyla çevrili olması ve bağcılık gibi işletmelerin mevcudiyeti de söz konusudur. XV. ve XVI. Yüzyıllarda Pirlepe’nin Müslüman nüfus 1478’de 20 hane, 1481’de 125 hane, 19 mücerred, 6 imam-müezzin ve 6 akıncıdan, 1528’de 167 hane 35 mücerred, 13 imam-müezzin, 5 akıncı, 8 sipahi ve 11 muhtelif mesleklerden ve 1544’de ise 86 hane, 16 mücerred, 18 imam-müezzin, 44 akıncı, 23 sipahi ve 20 kadar meslek gruplarından oluşmaktaydı. M Ü S LÜ M A N M A H A L L E L E R Hane, Mücerred, İmam-Müezzin, Akıncı, Sipahi ve Diğer Mesleklerin Dağılımı Mahalleler Cami Hacı Bey nam-ı değer Kabasakal Hacı Ubeyd Hatip Hayyatan Mahalle-i Ali Bey Mahalle-i Kethüda Mescid-i Müezzin Ali Mescid-i Müezzin Hüsam Mezid Bey Mescid-i İsmail Hoca Teke Bey Tokatlı Hoca Turalı Bey Yaraklu Bey TOPLAM TD.4 (1476) H M 10 10 20 İ,M D TD.26 (1481) H M 34 58 33 125 İ,M 8 11 19 D 5 4 2 6 TD.149 (1528) H M 39 4 22 5 1 17 5 İ,M D 4 1 5 2 7 TD.232 (1544) H M 9 2 9 3 İ,M D 2 10 1 12 12 4 1 2 2 10 8 3 2 2 3 1 2 2 2 2 12 9 3 9 3 2 18 11 87 9 5 19 38 13 13 24 167 11 5 1 3 4 6 9 12 10 5 10 5 35 3 13 1 24 6 86 16 H (hane), M (Mücerred), İ,M (İmam-Müezzin), D (Akıncı, Sipahi ve meslekler) 17. yüzyılın ortalarında Pirlepe’yi ziyaret eden Evliya Çelebi Seyâhatnâmesinde; Pirlepe 150 akçelik büyük bir kaya üzerinde altıgen şeklinde kalesi olup, güzel bir kasabadır. Kalesinde üç ev bir dizdarın bulunduğunu, kasaba merkezinde ayân ve eşrâfın çokluğundan söz ederek, kazanın 10 mahallesi olduğunu ve medrese, tekke bir de han’ın mevcudiyetinden bahsetmektedir. Ayrıca, bir hamamın iki yüz kadar da dükkanın varlığını dile getirerek halkın Sırp ve Bulgar- ca konuştuğunu yazmaktadır (Çelebi,1970:113-114). Bu duruma göre bizim tespitlerimizle Çelebi’nin belirttiği nüfus arasında pek fazla bir değişiklik olmadığı anlaşılmaktadır. Gayrimüslim nüfusun 1476’da 430 hane, 1481’de 340 hane, 41 bive (dul kadın), 1528 ‘de 254 hane, 23 mücered ve 16 bive ve 1544’de 197 hane bir mücerred, 16 bive’den oluşmaktaydı. 1476-1544 tarihleri arasında gayrimüslim nüfusda bir azalma olduğu görülmektedir. 161 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ TA B L O -I I G AY R İ M Ü S L İ M M A H A L L E L E R N Ü F U S D A Ğ I L I M I TD.4 TD.16 TD.232 TD.149 (1528) Mahalleler (1476) H Bajok Berdrorum Bijade Çarok/Çerobik Çehre/Çehron Çekman Çerobeg Çigar Çipuyanko Çullahan Dabejno Dahili-Kozkar Domkov Doropar Drante Duşkov/Duşnikov Faliçar Grinçar Hatip Havlo Hayyatan İrenka/İrmenka İsfeti-Todor İştinar/İştar Kale-pale Kalp Kara-su Kassaban Kırnikopol Kopol Kranlite/Koloççıgaz Krençar/Kuzuçar Leşnise-Leştanişe Malko Miho-Yano Miho-Yano Nikola-Boğdan Nikola-Danko Nikola-Yano Oylanişaniç(?) Ozgar Paliçar/Kaliçar Papa-Millahipo Pokov-Mihal Poşiban-Dozan Radol Radoslav-Filibe Rayko Soğlo Saruhan Tergovişte Yani Kalko Yankor/Nikofor Yayko-Todor Zono TOPLAM (1581) M B D H (1544) M B 14 11 1 9 36 1 2 D H 14 21 10 16 28 M B 16 2 1 12 10 1 1 1 16 25 5 4 2 12 2 1 3 2 D H 12 29 11 11 15 M 7 7 1 B D 1 1 9 37 16 14 17 23 15 1 1 26 13 20 5 6 2 1 47 5 28 5 20 2 5 22 23 2 14 9 9 12 9 24 1 1 14 1 7 4 2 13 7 13 20 9 19 11 11 20 9 5 1 3 3 2 7 3 7 13 8 9 13 11 1 7 11 12 1 1 1 1 1 1 1 2 25 4 4 16 9 12 70 47 6 2 3 1 3 10 14 10 2 8 13 15 9 1 1 1 6 8 19 14 12 10 1 8 1 15 25 407 16 30 2 15 4 34 341 6 41 11 18 10 3 11 38 6 8 1 4 1 2 473 54 1 1 2 29 1 7 8 20 14 12 12 8 22 5 16 1 473 4 1 1 1 16 H (Hane), M (Mücerred), B (Bive), D (Diğer) Pirlepe merkezinde 68 yılık bir dönem içerisinde Müslüman ve gayrimüslim nüfusun tahmini olarak ortaya koymak mümkündür. Hane sayısını genel olarak kabul edilen 5 kat ( Göyünç, 1979 : 331-348) sayısı ile çarparak çıkan sonuca mücered, akıncı, imam-müezzin, bive vs. eklendiğinde ortalama tahmini bir rakam elde edilmektedir. Bu duruma göre; 1476 tarihinde 162 Müslüman nüfus 100, gayrimüslim nüfus 2035 toplamı 2150, 1481 tarihinde Müslüman nüfus 669, gayrimüslim nüfus 1746 toplamı 2415, 1528 tarihinde Müslüman nüfus 907, gayrimüslim nüfus 2448 toplamı 3355 ve 1544 tarihinde Müslüman nüfus 551, BİLDİRİ KİTABI II gayrimüslim nüfus ise 2385 toplamı 2936 dır. Buradan kaza merkezinin Müslüman nüfusun gayrimüslim nüfusa oranı şu şekilde oluşmaktadır. 1476 % 4.91, 1481 % 38.3, 1528 % 37 ve 1544’de % 23.1 idi. Müslüman nüfusun gayrimüslim nüfusa göre daha az olması, Osmanlı Devleti’nin gayrimüslim topluluklar üzerinde inanç serbestisinin bir göstergesi olduğunu göstermektedir. PİRLEPE KIRSALI VE NÜFUS DAĞILIMI XV. ve XVI. Yüzyıllarda kaza nüfusu yoğun olarak köylerde yaşayanlardan oluşmaktadır. Genelde köy sınırları içerisinde baştinalar ve çiftlikler olduğu ve çiftçilik- hayvancılık yapmaya elverişli yerlerdi. Pirlepe kazasına tabi köyler genel olarak timar kaydedilmişlerdir. 1476 tarihinde (BOA TD.4: 11-14; 349-363; 855-859) sayfalar arasında kaydı bulunan 39 köy 1189 hane, 19 mücerred 90 bive olmak üzere toplam 1298 nefer idi. 1481 tarihinde (BOA TD.16: 585-688) 107 köy ve 3 mezradan oluşmaktadır. Bu tarihte 2457 hane 14 mücerred ve 344 bive olmak üzere toplam 3815 nefer idi. 1528 tarihinde (BOA TD.149: 529-670) 147 köy 7766 hane, 958 mücerred 1303 bive toplam 10027 nefer idi. 1544 tarihinde (BOA TD.232: 548-696) 167 köy bir mezra’a, 2 manastır 6513 hane, 932 mücerred, 139 bive olmak üzere toplam 7584 nefer yaşamaktaydı. Bu duruma göre 1476-1544 tarihleri arasında nüfus hareketliliği bakımından 1528 tarihine kadar bir atış gözlenmektedir. Ancak, 1544 tarihinde nüfusta bir azalma olduğu tespit edilmiştir. Bu azalmanın savaş, salgın hastalıklar gibi nedenler ve göç sonucu olduğu ihtimalini akla getirmektedir. Söz konusu nüfus içerisinde az da olsa Müslümanlara rastlanılmaktadır. Bu bölgede yaşayan Müslümanların Anadolu’dan yapılan göçlerle mi yoksa ihtidâlar sonucu mu belirgin değildir. Bazı köylerde tespit edilen bir veya birden fazla neferlerin Müslüman oldukları ve baba adlarının Abdullah olması bunların sonradan Müslüman odlukları izlenimini vermektedir. Müslüman olarak kayıtlı köyler şunlardır. Adil Obası adıyla kayıtlı köyün 1481 tarihinde (BOA TD.16: 590-591) bir imam, 4 gulâm, 2 nim çift 15 bennak, 12 mücerred ve 10 çift olmak üzere toplam 44 nefer idi. 1528 tarihinde (BOA TD.149: 566) 29 hane, bir saraç ve 1544 tarihinde ise (BOA TD.232: 568) bu köyde 26 hane, 5 mücerred, 3 bazdar, 11 bennak, 3 nim çift olup, 26 hanenin 13’ü çiftlik sahibi kimselerden oluşmaktaydı. Debroşeva köyünde 1528 tarihinde (BOA TD.149: 573-575) 5 mahalleye ayrılmış toplam 230 nefer bulunmaktaydı. Ömer Fakih köyünde 1528 tarihinde (BOA TD.149: 592) 14 hane, 3 yamak, bir eşkünci Müslüman olup “öşürlerini sipahiye verirler” şeklinde kaydedilmiştir. Yine, 1544 tarihli defterde (BOA TD.232: 634) 11 hane, 7 bennak, bir nim çift, 3 yamak çift Müslüman olarak yer almaktaydı. Kıriva-Derme köyünde 1528 tarihinde (BOA TD.149: 607) 16 hane nüfusun 5 hanesi Müslüman, ikisi de mücerred Müslüman kaydedilmiştir. Bu köy 1544 tarihinde (BOA TD.232: 641) sadece 5 hane Müslüman kaydı bulunmaktadır. Kullular köyü 1528 tarihinde (BOA TD.149: 616) 63 hane 14 mücerred, bir kasap, bir imam; 1544 tarihinde (BOA TD.232: 687-688) 80 hane, 13 bive, 20 yamaktan oluşmakta olup, gayrimüslim olarak kaydedilmiştir. Ostro-hiye köyü 1528 tarihinde (BOA TD.149: 633) 7 hane, 4 yamak, 2 Sipahizade toplam 13 neferdir. YundObası 1528 tarihinde (BOA TD.149: 654) 2 akıncı, 2 yamak, 2 topçu, 6 hane ve 2 mücerrede olmak üzere toplam 14 neferdir. Kullular köyü 1528 tarihinde (BOA TD.149: 660) 62 hane, 20 mücerred, bir imam, 19 eşkünci-yamak olmak üzere toplam 102 neferdir. Paşali-Obası 1528 tarihinde (BOA TD.149: 663) 18 hane, 6 mücerred ve bir imam olmak üzere 25 neferdi. Moğol köyü 1528 tarihinde (BOA TD.149: 668) 18 hane, 3 mücerred, bir Müslüman-yörük ve 38 hane, 5 mücerred, bir bive gayrimüslim olmak üzere toplam 65 neferdi. Zagorani köyünde 1528 tarihinde (BOA TD.149: 669) “Timar-ı Sarı Yusufzade kale-i mustafızan an Pirlepe” şeklinde kaydedilmiştir. Buna göre 50 hane, 6 mücerred ve 2 de bive bulunmaktadır. 1544 tarihinde (BOA TD.232: 548-552) Bonce, Nova-silani, Rojdani, İsvet-i Dimitri köyleri padişah hassı olarak kaydedilmiştir. Aynı tarihte Diragni, Kalani, İstarone, İrdonya, Leşnice, Gradeşnice, Poştane, Stovka, Bojovik, 163 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Kokori, Peştani, Vitolişte, Belcişte, Çirniçani, Galişte, Melice, Manostrice, Liştice, Jabajani küçük, Drenofça, Adil Obası, Çomogova, Gudyakavo, Virbeçkov, Çirmişte, Budemirci, Jihova, Kuroşne ve Dede Bali Obası Mehmet paşa hassı olarak 28 köy kaydı yer almaktadır. Vitolişte köyünde 1544 tarihinde (BOA TD.232: 562) bir hane Müslüman kaydedilmiştir. Dede Bali Obası 1544 tarihinde (BOA TD.232: 573) 46 hane, 12 mücerred, 14 çiftlik, 6 bennak, 7 yamak, 7 kale topçusu, toplam 78 Müslüman kaydı bulunmaktadır. Raçoçe(?) köyü 1644 tarihinde (BOA TD.232: 578) 47 hane, 5 mücerred bunun 3 hanesi Müslüman olarak kaydedilmiştir. Tırnofça köyü 1544 tarihinde (BOA TD.232: 584) 25 hane, 4 mücerred bunların bir hanesi Müslümandır. Rusiç-i Büzürk köyünde 1544 tarihinde (BOA TD.232: 586) 4 mahalle bulunmaktadır. Görne-janibofça köyünde 1544 tarihinde (BOA TD.232: 589) 33 hane, 5 mücerred bunun 3 hanesi Müslüman olarak kaydedilmiştir. Debroşova köyünde 1544 tarihinde (BOA TD.232: 612) 6 mahalle, 148 hane, 30 mücerred, 9 bive ve bir çift Müslüman kaydı bulunmaktadır. “Pirsaviçe der kurb-ı Pirlepe” reis ve keşiş oturmakta olup, ellerinde beratları var vergiden muaftırlar. Ayrıca İsvet-i Leştani de bir manastır bulunmaktadır. Müslim ve gayrimüslim köyler aşağıda tablo-III’de toplu olarak gösterilmiştir. Müslüman ve gayrimüslim köylerin toplam nüfus içerisinde 1481 tarihinde 44 kişi, 1528 tarihinde 326 kişi, 1544 tarihinde ise 448 kişi Müslüman kaydı yer almaktadır. Pirlepe kırsalında toplam 1476’da 1298, 1481’de 3815,1528’de 10.027 ve 1544’de 7584 kişi bulunmaktaydı. Bu nüfusun köylere göre dağılımında Müslüman nüfusun oldukça az olması yanı sıra dini gurupların birlikte yaşama tecrübesi dikkat çekicidir. Bu konuya Sırp tarihçilerde yer vererek dini gurupların bir arada yaşama tecrübesinin yüksek olduğu görüşünü paylaşmaktadırlar (Zirojeviç, 1994:21152123) 164 Adil /Ali Obası Budemirci Dolgaveçe Adil Obası (?)Buforin Dolnani Amuraniçe (?)Çanogova Dolna-zitofça Arosya Çanolişte/Çirnilişte (?)Dolyakave Avlarlar Çayırlu Dolyani Ayvanoviçe Çipikova Donani Bakırnova Çirçani/Çirniçani Donot Balcişte/Belcişte Çirkileşte Drenofça/Dırnofça Bale-polye/Polo-polye Çirmişte Dubyaçani Barol Çirpeniçe Duyanı/Dobyani Belo-bişniye (?)Çirşek Erekler Belo-çirkova Çomiva Galiçani Belotin Çomiva Galişte Bergove Çomogova Gazegaştani Berova Dal-beylü Godivle (?)Bertok Dalgaveçe Gostorajde Bilisyani Dalgaveçe Görne/Janibofça Billüler Dalpaçe Gradaşniçe (?) Bilvoçarova Daltahani Gudyakova Birdimole(?)/Birgirsan Debreşte Haldançi Birine Dede bali Obası Hallat/Mallat Birnuvar (?)Değriçe İğdonya (?)Birotiş Desniçe İsfeti-Dimitri Birsenik Desova/Dırsova İslipçe Boçaş Dırmeşte İslovye Bofçayano Dırnofça İstan-Todor/İsfeti Todor Bojik/Bijovik Dilvova İstaridol Bonce/Bunce Dimanoviçe İstarone Borilova/Brayilova Dirgani İstarovisna Bozovce Dobçani İstofça Buçin Dobroşova İstovye Budaklar Dobyaçani İstravine/İstarovine BİLDİRİ KİTABI II TA B L O -III M Ü S L Ü M A N V E G AY R İ M Ü S L İ M K ÖY L E R İştaviçe İvanofça İvramofça İvraniçe Jabiljan-i küçük Jihova Jitokça/Jijdova Kalani Kalçani/Kaldoçani Kale-i Kocacık/Yuyutani Kalesne Karaköpek Kayasık Kebe-Hızır Kıradşice Kırdşuyani Kıriva-derne Kır-kru Kirvinet(?) Klepaç Kokori Kopogaştani/Krivogaştani Kornoyani Kostanova/Kostranova Kostince Koşine Koşniva Kriliç Krnova Kroşne Krovişe Kullular Kumarçani Kuroşo-yani Kuryaviye Laşeşte(?)/Leşaviçe Leşniçe Liştice Litzani/Lezani Lokvani Turçko Turdimarcı (?) Turyani Vebliçani Veselçani/Veselcani Vesiçani Vidyani Vilgoviçe Virbeçkov Virbofça Virbyani Viriste Viynoleste/Vitolişte Volkova/Vilkova Yakranova Yuntmiri Yuntmol Yunt-Obası Zabatorani küçük Zabayani Zabirçani Zagorani Zagoriçe(?) Zaplorani-trik Zavorçani Zimopol Zirzi Loznani Lumaniçe Malarusic Manoyal Margarit Marol Melice Mezra’-i Harasyani(?) Minyal Mira-morani Mogal Moğolani Monastriçe Monolişte(?)/Mozopeşte Morahorani Mormorani Mozocişte/Mozovişte Neşbal/Noşbal Nevrekova Nobolçani Norova Nova-Milani küçük Nova-silani Novidor/Novidovra Novi-dovra Novi-Dragoslav(?) Noviyani/Novlani Novlani Obrişani Oslotik Ostro-hiye Ömer-Fakih Pakal Palaniş(?) Palo-çarkova Parisar Paşeli-Obası Paşyanova Pesterice Peştalova Peştane Peştani Peter-Timova Pirezin Pirlice Platvar Pletvar Podmol Pohorin Presil Prisar Prlipeç Raberçani Rabotova Radobor Rahoçe/Rahoniç Rilova Rojdani Rosiçe Rusiçi-küçük Rusiçiyi-Büzürk Rusiyi-küçük Sabyani Sekirce Seliç/Selçe Senekos/Stokos Sirdirek/Siroderek Soryagova Stovka Şenlalove Tatar-Abloyan(?) Tırnışko Tırnofça Tırnofça Tırnonca Tırnova Tırovik Topalçani Trap TrebaraniyiBüzürkTri-kirst SONUÇ Osmanlı Devletinin 1382 tarihinde fethinden hemen sonra Rumeli eyaletinin paşa sancağına bağlı sağ kol kasabalar arasına dahil olan Pirlepe Türklerin Balkanlar’a gönüllü göçü sürekli teşvik etmesi yanı sıra askeri ve mali şartlardan dolayı bu politikayı zorunlu kılmıştır. Osmanlı iskan politikası gereği Anadolu’dan gelen dervişler, gaziler ve diğer unsurlar kasaba merkezi ve bazı köylere yerleşmişlerdir. Pirlepe kazası özellikle, 1476 tarihinden sonra fiziki ve nüfus yapısı değişerek tipik Osmanlı şehri haline dönüşmüştür. 1476-1544 tarihleri arasında Pirlepe’de 10 müslüman mahalle ve 41 gayrimüslim mahalle tespit edilmiş olup, Müslüman nüfusun gayrimüslim nüfusa oranı 1476’da %4.91; 1481’de %38.3; 1528’de %37 ve 1544’de %23.1 olmuştur. Ayrıca, Pirlepe kırsalında nüfus dağılımı yoğunluklu olarak gayrimüslimlerden oluşmaktadır. Kırsalda 1476-1544 tarihleri arası esas alındığında 1476 tarihinde 1298, 1481 tarihinde 3815, 1528 tarihinde 10.027 ve 1544 tarihinde de 7584 kişi yaşamaktaydı. Bunların arasında oldukça az sayıda Müslümanda bulunmaktaydı. Pirlepe Balkanlarda diğer kasabalara göre nüfus bakımından orta büyüklükte kasabalar arasında sayılabilir K AY N A K Ç A Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) Tahrir Defterler (TD) 4; 16; 149; 232 Ayverdi, E.Hakkı, (1958), Osmanlı Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri ve Şehrin İskanı, Nüfus, Ankara. Barkan, Ömer Lütfi, (1941), “Türkiye’de İmparatorluk Devirlerinin Nüfus ve Arazi Tahrirleri(I) ve Hakana Mahsus İstatistik Defterleri, İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi Mecmuası, II/I s.20-59. Barkan, Ömer Lütfi, (1953) “Tarihi Demografi” Araştırmaları ve Osmanlı Tarihi, Türkiyat Mecmuası X, (1953), s.1-26. Cerasi, Maurice M., (1999) Osmanlı Kenti, (Çev.Aslı Atöv), Y.K.Y., İstanbul. Doğru, Halime, (2002), “Osmanlı Devleti’nin Rumeli’de Fetih ve 165 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ İskan Siyaseti, Türkler, C.9, s.165-176. Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C.X Emecen, Feridun, (1989) XVI. Asırda Manisa Kazası, Ankara, TTK Basımevi. Ergenç, Özer, (1981), “Osmanlı Şehirlerindeki Yönetim Kurumlarının Niteliği Üzerine Bazı Düşünceler”, Ankara, VIII. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler c.2, s.1270 Ergenç, Özer, (1984), “Osmanlı Şehrindeki Mahallenin İşlev ve Nitelikleri Üzerine”, Osmanlı Araştırmaları IV, İstanbul s.69-78. Ergin, Osman, (1936), Türkiyede Şehirciliğin Tarihi İnkişafı, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü Neşriyatı no.3. Evliya Çelebi,( 1970) Seyâhatnâmesi, (Türkç.Zuhuri Danışman) İsatanbul, Kardeş Matbaası. Gökbilgin, M.T, (1957), Yörükler, Tatarlar ve Evlâdı Fatihan, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. Göyünç, Nejat, (1979), “Hane Deyimi Hakkında”, İ.Ü. Tarih Dergisi İsmail Hakkı Uzunçarşılı Armağanı, S.32, (İstanbul 1979), s.331-348. Halaçoğlu, Yusuf, (1979), “Ekonomik ve Demografik Bakımdan Balkanlarda Bazı Osmanlı Şehirleri” Belleten LIII, 207-208, s.637-678. İlgürel, Müçteba, (1992), “XIV. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Siyasi Durumu”, I.Kosova Zaferi’nin 600. Yıldönümü Sempozyumu, Ankara, s.13-20. İnalcık, Halil, (1995), Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, Ankara, TTK. İnalcık, Halil, (1954), “Stefan Duşan’dan Osmanlı İmparatorluğu’na”, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, Ankara, s.137-184. İnalcık, Halil, (1955), “Ottoman Methods Of Conquest”, Studia İslamica, S.II, Paris, s.103-129. İnciciyan, P.L.-H.D. Andreasyon, (1974), Osmanlı Rumelisi Tarih ve Coğrafyası, İstanbul, Edebiyat Fakültesi Basımevi. İnbaşı, Mehmet, (2002), “Balkanlar’da Osmanlı Hakimiyeti ve İskân Siyaseti”, Türkler, C.9, s.154-164. Karta, Nurullah, (2005), XVI. Yüzyılda Filibe Kazası, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum, Basılmamış Doktora Tezi. Köprülü, Fuat, (1994), Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara, TTK. Ostrogorsky, Georg, (1995), Bizans Devleti Tarihi, (çev.Fikret Işıltan), Ankara, TTK. 166 Özsoy, Osman, (1998), “Osmanlı Toplumunda Mahalleler Arası Münasebetler”, Türk Dünyası Tarihi ve Kültür Dergisi 144, Aralık 1989, s.59-62. Sami, Şemsettin, (1996), Kâmûsu’l- A’lâm C.2, Ankara, Kaşkar Neşriyat. Selçuk, Havva, (2002), “Rumeli’ye Yapılan İskanlar Neticesinde Kurulan Yeni Yerleşim Yerleri (1432-1481), Türkler, C.9, s.177-186. Uzunçarşılı, İ.Hakkı, (1994), Osmanlı Tarihi, C.I, Ankara, TTK. Zirojevic, Olga, (1994), “Prizren Şehri İslamiyet ve Hristiyanlığın Beraber Yaşamanın Bir Örneği”, XVI. Türk Tarih Kongresi, C.V, Ankara, TTK, s.2115-2123. 370 Numaralı Muhasebe-i Vilâyet-i Rûm-ili Defteri, (937/1530) I, 2001, Ankara, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayın No.55. BİLDİRİ KİTABI II ABDÜLHÂK HAMİT’TE PİERRE CORNEİLLE ETKİSİ VE “HORACE” IN WORKS OF ABDÜLHÂK HAMİT PİERRE CORNEİLLE EFFECT AND “HORACE” Ömrüm IŞIKAY1 ÖZET ABSTRACT Abdülhâk Hamit, Türk edebiyatının önemli simalarından biridir. Hayatının birçoğunu Avrupa’da geçirmiştir. O, Londra sefiri olmak gibi önemli mevkilerin sahibidir. Avrupa’ya ve Avrupa sanatına âşık olmuştur. Abdülhâk Hamit, Nesteren adlı eserini Pierre Corneille’in Le Cid’ine nazire olarak yazmıştır. Nâmık Kemâl kendisine bir mektup göndererek, Abdülhâk Hamit’in bu eserini eleştirmiştir. Yine de Avrupa kültürünü ve etkisini çok fazla taşıdığı için bu eserler, Abdülhâk Hamit’i daha önemli bir yere de taşımıştır. Pierre Corneille’in yazdığı Horace, Abdülhâk Hamit’in eserlerine etki eden önemli bir diğer eseri. Günümüzde bu eserin Latin harflerine aktarılmış hâli mevcut değildir. Mehmet Ali Tevfik tarafından bu eser özet şeklinde Osmanlı Türkçesine aktarılmıştır. Bu çalışmamızda, ‘Horace’ hakkında bilgi vererek Abdülhâk Hamit’in eserlerine nasıl yansıdığını göstereceğiz. Bu çalışmanın Avrupa edebiyatının Türk edebiyatı üzerindeki etkiyi göstermesi bakımından önemli olduğunu düşünmekteyiz. Anahtar kelimeler: Horace, Abdülhâk Hamit, Pierre Corneille Abdülhâk Hamid, one of the important personalities in Turkish literature. His life had spent in Europe. It’s like being ambassador in London was important positions in the owner. He has been in love to Europe and European art. Abdülhâk Hamid, his work Nesteren wrote modelled to Le Cid of Pierre Corneille. Nâmık Kemâl sent a letter to him and criticized for him to this work of Abdülhâk Hamit. Nevertheless, in these works are the European culture and impact. They has carried to Abdülhâk Hamit the more important ground. Pierre Corneille wrote Horace is another important piece for acting works of Abdülhâk Hamit. Today, this work is transferred to the state of the Latin alphabet is not available. İt has transferred to Ottoman Turkish by Mehmet Ali Tevfik. In this study, ‘Horace’ will show the reflection of providing information about the works of Abdülhâk Hamit. This study is important in terms of the impact on European literature suggest that Turkish literature. Key Words: Horace, Abdülhâk Hamit, Pierre Corneille 1 Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, MYÖ, [email protected] 167 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ 19. yüzyıl Türk edebiyatının Batılı tesirlerle kendi yolunu bulma aşaması, 17. yüzyıl öncesine dayanmaktadır. Dönemler içersinde oluşan kültürel, sosyo - ekonomik gelişmeler edebiyat sahasını da etkilediğini hatırlatmak gereklidir. Dönem edebiyatçılarında siyasî kimlik de bulunmaktadır. Bu kimliğin mevcut olmasındaki asıl sebep, onların görevleri ve içindeki bulundukları durumu gözden geçirmeleriyle de alâkalıdır. Abdülhâk Hamit, Tanzimat fermanının ilânı sonrasında edebiyatın ve siyasetin iç içe olduğu kritik bir dönemde yetişmiş ve eserlerini vermiştir. Batıdan alınan yeni edebî türler ilk dönemlerde, özellikle 1860’lı yıllarda acemîlik safhası ile karşımıza çıkarlar. Kısa bir acemîlik safhası atlatan bu türler, genellikle Batı etkisinde ve taklidinde gelişir ve yenileşirler. Her edebî nevi kendi çehresini geliştirme çabasındadır. Edebî hissiyâta sahip olan olmayan birçok kişi matbaa ile de kendini gösterme çabasına girer. Hikâye, edebiyatımızda menakkıbname, kıssa gibi isimlerle daha önce de varlığı bilinmektedir. 19. yüzyıl dâhilinde edebiyatımız, gelişim aşamasını birçok yönden ilerleyen Batı’yı örnek almıştır. Özellikle roman yeni bir tür olarak edebiyatımıza girmiş hatta bu türe alışana kadar bir köy hikâyesi de diyebileceğimiz Karabibik, roman adlandırmasıyla edebî sahaya çıkmıştır. Bu demektir ki her edebî tür yapı bakımından ortaya çıkmış olmamakla beraber bunda yazarının ona verdiği yeni bir adlandırma olması da söz konusudur. Şiir ise edebiyatımızın hatta dilin en önemli vuzuh bulduğu türdür. Çünkü o sözlü edebî dönemde de varlığını sürdürmektedir. Her dönem, yeni bir bakış açısı ve yeni bir anlayışla kendisini göstererek okuyucusuna varlığını kabul ettirmektedir. Şiir, hikâye, roman gibi türlerin yanı sıra aslında pek yabancı olmadığımız başka bir tür olan “tiyatro” ile karşılaşmaktayız. Ortaoyunu, Karagöz ile Hacivat, Meddah bu türün önceki dönemdeki versiyonlarıdır. “Türk edebiyatının Batılılaşma dönemi ürünleri arasında tiyatro da yeni bir tür olarak gelir. Edebiyat tarihideki, yeri açısından bu türün yeniliği, tiyatronun edebî eser ve sahne oyunu olmak üzere iki ayrı sanat 168 dalı hâlinde düşünüldüğü zaman doğrudur.” (Okay, 2007: 73-74) Özdemir ise, “Edebiyattaki türlerin değişebilirlik gösterdiğine en iyi örnek, ağlatı (tragedya) türünün, Fransız edebiyatındaki durumudur. Ağlatı türünün öteki edebiyat türlerine göre bir gelişmişliği, bir zenginliği vardı bu türün. Corneille, Racine gibi adların elinde doruk noktasına ulaşmıştır.” (Özdemir, 1980, 30) şeklinde bilgi vermektedir. “Tanzimat tiyatro eserlerinin çoğunu yazılmamış, oynanmış oyunlarla, yazılmış, fakat oynanamamış eserler olmak üzere iki ayrı repertuarda düşünmek daha isabetli olur” (Okay, 2007: 76) Abdülhâk Hamit’in birçok eseri özellikle de konumuz olan Eşber, bu durumdadır. “Tanzimat romanın genelinde eserin içinde konuşan anlatıcı-yazarların varlığı gibi, özellikle trajedilerin diyalog ve tiratlarında da kahramanlara tabiliğin dışına taşan edebî nutuklar, yazarını temsil ettiği açıkça belli veciz sözler söyletmeye gayret gösterildiği dikkati çeker. Böylece Tanzimat trajedisi kahramanları da dil ve davranışları bakımından özentili, sun’i ve teatral olmaktan kurtulamazlar.” (Okay, 2007: 77) Özellikle Eşber’deki Rukzan’ın ölmeden önceki uzun nutku (Enginün, 2000; 68-74) bu duruma örnek teşkil etmektedir. Mevzu bahsimiz Abdülhâk Hamit Tarhan’da Pierre Corneille’in etkisidir. Bu sebeple, Pierre Corneille’in hayatından kısaca bahsetmek gereklidir. PİERRE CORNEİLLE VE “HORACE” HAKKINDA Mehmet Ali Tevfik’in Osmanlıcaya aktardığı Horace adlı eserin, “Corneille ve Horace” başlıklı önsözden Pierre Corneille hakkındaki bilgiler, hem orijinaline sadık kalmak hem de bilgi kirliliğini önlemek amacıyla aynen alınmıştır: “Fransız tiyatrosunun babası ünvanını kazanan şair ‘Pierre Corneille’ bundan üç yüz yirmi bir sene evvel (2 Haziran 1303) Fransa’nın meşhur şehirlerinden ‘Russan’(?)da doğdu. Pederi orta hâlli bir adamdır. Corneille, ilk önce papaz mektebinde okuduktan sonra hukuk tahsil etti. Ve aynı şehirde dava vekâletine başladı. Bu zatın tiyatroya intisabını, Fransızlar ve dehasının hayranı olan bütün medeniyet âlemi bir tesadüfe BİLDİRİ KİTABI II medyundurlar. Kendisi bizzat şahidi olduğu bir vakıayı tasvire heves etti, bu hadise üzerine bir komedi yazdı. Bu eserin Paris’te kazandığı rağbet kendisinin daha birkaç Komedi vücûda getirmesine sebep oldu. Kayde şayandır ki cihanın en büyük trajedi muharrirlerinden biri yazı yazmağa, “Mazhake”[gülünçlük]lerle başlamıştır.” (Mehmet Ali Tevfik, 1927; 3-4) John Matzke, Horace’ın Newyork’taki basımı için hazırladığı önsözde, Corneille’in ikinci büyük eseri, Le Cid’den sonra, olduğunu ve Le Cid’in etkisinden yaklaşık üç yıl sonra 1640 yıllarında ilk gösteriminin gerçekleştiğini belirtmektedir. “Corneille’in ilk trajedisi, “Medée” namı altında yirmi dokuz yaşında neşrettiği oyundur. Bir sene sonra yazdığı “Cid” trajedisi şaire parlak bir muvaffakıyet temin etmiştir. Bundan sonra sırasıyla Horace, Cinna, Polyeucte meydana gelmiştir. Bu dört oyun şairin şaheserleridir. Ve bunların Fransız edebiyatında müstesna mevkisi vardır. Ahmet Mithat Efendi, Corneille’in “Le Cid” adlı eserini Tercümân-ı Hakikat’te Sid’in Hülâsa’sı adı altında yayımlamıştır. Yazar önsözde “Enafis Âsârın Hülâsaları” şeklinde bir başlık atarak, Corneille’i ve eserini tanıtmıştır. (Ahmet Mithat; 1301; 1) Bu da Corneille’in ve eserlerinin önemini bir kez daha bize hatırlatmaktadır. “Özellikle Romantizm etkisi altına kalan sanatçı [Nâmık Kemâl], en çok Victor Hugo, Alfred de Musset, Dumas Fils, Corneille, Schakespeare gibi sanatçılardan etkilenir.” (Şahin, 2008: 701) Burada Nâmık Kemâl’den bahsetmemizin asıl sebebi, Abdülhâk Hamit’in Nâmık Kemâl’i yeni edebiyatının kurucusu olarak görmesinden ileri gelmektedir. Nâmık Kemâl, Abdülhâk Hamit’e edebî yönden eleştiren, öneriler sunar. Tarhan’ın, Millî şaire kulak vermesi ve onun yolundan gitmesi, onun dediklerini yapması bize bu konudan bahsetme sebebini doğurmuştur. Nâmık Kemâl’in Corneille’den etkilenmesi, Abdülhâk Hamit’in Paris’te olan tiyatronun kurucusu sayılan Corneille’i okuması çok normaldir. “Nesteren adlı eserini ne Nâmık Kemâl ne de Recaizâde beğenir. Nâmık Kemâl eserin ne başlangıcını ne de sonunu beğendiği gibi Hâmid’e denemesi- ni tavsiye ettiği hece vezninin de tiyatroya uymadığını görerek meyus olur. Hâmid, bu eserinde yeni bir şiir tarzını denemek istiyordu. Kendisinin mühecca veya mukaffâ dediği duraksız hece veznini burada kullanmış sonuç başarılı olmamıştır. Fakat başladığı işlerde ısrarla devam eden Hâmid, sahne için ritmik bir dil aramaktan ömrü boyunca vazgeçmez ve sonunda Cünûn-ı Aşk’taki söyleyişe ulaşır. Nesteren’i beğenmemesi Recâzâde ile aralarında tatsız bir münakaşayı başlattığı gibi, Hâmid açısından biraz daha ciddi bir sıkıntıya da sebep olur. Bu eseri yüzünden Hâmid, Paris’teki görevinden alınır. İstanbul’da görevden neden alındığını öğrenmeye çalışır. İki yıl mazul olarak kaldığı için edebiyat ile uğraşmaya ağırlık verir.” (Enginün, 1986; 23) Nâmık Kemâl, Corneille’in Le Cid adlı eserine nazire şeklinde yazılan Nesteren’i beğenmemiş ve “Corneille’in Cid’İ; Avrupa Ahlâkına mahsustur.” diyerek itirazını belirtmektedir. Tansel mektuptan hareketle şunları da belirtmektedir: “Nesteren’in birçok yerinde o kadar güzel parçalar var ki; insan okurken mest oluyor”. (Tansel, C.II: 375-376) Bu cümleler bize, Abdülhâk Hamit’in dünyası hakkında bizlere bilgi vermektedir. Nâmık Kemâl ile Hamit arasında gidip gelen mektuplardan şunları görmekteyiz: “Batı edebiyatı, özellikle de Fransız edebiyatına yönelik tenkit ve görüşlerine yer verir. Abdülhâk Hamid, Nâmık Kemâl’den Dumalar hakkında bilgi ister. Buna istinaden Nâmık Kemâl hem Dumaslar hakkında hem de Fransız edebiyatı hakkında görüşlerini bildirir. Hâmid’e “Dumaslar hakkında suâlini tekrar etmişsin! Dumas Père, zamanında en ziyâde meşhur olmuş hatta muâsırlarının cümlesine tercih olunmuştur. Mazhar-ı kabûl olmasına sebep de yazdığı şeylerin, hem tatlı hem de parlak olmasıyla beraber, milletinin çocuklarına varıncaya kadar hem mânâsına, hem zevkini anlayacak bir yolda bulunmasıdır. Hani bizim sehl-i mümteni dediğimiz yolda yazardı.” (Tansel, C.I: 434) (Şahin, 2008: 702) Nâmık Kemâl mektuplarında Corneille’den de bahseder ve onun Fransız edebiyatının önde gelen sanatçılarından olduğunu savunur. Veysel Şahin, Nâmık Kemâl’in durumunu şöyle izâh etmektedir: “Batı edebiyatının önde gelen şair ve yazarlarına değinir ve onların eserlerindeki ulviyeti, fikri güzelliği dile getiri. 169 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Bu bakımdan Nâmık Kemâl’i kendi edebî zevkini ve edebî görüşünü de yansıtmış olur.” (Şahin, 2008: 702) Jean Chapelain, akademi çevresinde, Le Cid hakkında konuşmuş, onun karakter tahlillerini yapmış hatta bu konu üzerinde bir tartışma içine bile girmiştir. Onun düşüncesi, Neoklasisizmin değerini ve şekillerinin bu eserde yer almağı yönündedir. “In his Summary of a Poetics of the Drama, Chapelain digest some of the principles embodied in the detailed discussion of the The Cid and provides a more succinct outline to the forms and values of neoclassicism.” (Chapelain, 2010: 354) “Nâmık Kemâl, Batı insanıyla edebî zevkin müşterek olmadığını ve bundan ötürü tamamen ortak bir duyuş tarzının olamayacağını işaret eder. Tercüme ve uyarlamalara da dikkat etmemiz gerektiğini belirten yazar, yine bu hususta Abdülhâk Hamid’in “Nesteren” adlı dramatik eseri hakkında tenkitlerde bulunur. Abdülhâk Hamid Paris’te iken basılan eser, Midilli’de bulunan Nâmık Kemâl’e gönderilir. Bu eser Fransız önde gelen sanatçısı Corneille’nin Le Cid’ adlı eserine nazire olarak yazılmıştır. Nâmık Kemâl, nazire olarak yazılan bu eseri beğenmez. Ona göre ‘Nesteren’in konusu bizim edebiyatımıza, bizim kültürümüze uygun değildir.” (Şahin, 2008: 703-704) şeklinde Nesteren’in neden kabul görmediği hatırlatmak gerekmektedir. “Nâmık Kemâl, Abdülhâk Hamid gibi bazı yazarlarımız da 17. -18. yüzyıl Fransız yazarlardan etkilenerek romantik dramlar yazarlar. Abdülhâk Hamit, başta Racine ve Corneille’i örnek alırken, Shakespeare ve Schiller’den de etkilenerek klasik trajedilerden farklı oyunlar da yazar.” (Buttanrı, 2010: 53) batı tesirini en yoğun taşıyan sanatçılardan biridir Abdülhâk Hamit, Corneille’in tiyatrosu ise onun eserlerinde yeniden can bulmuş gibidir. Bu sebeple Corneille hakkında birkaç bilginin daha verilmesi kanaatindeyiz. Corneille, yetmiş sekiz sene yaşadı. Bu uzun ömrüm kırk beş senesi edebiyata hasredilmiştir. Bu müddet zarfında şair yukarıda isimlerini zikrettiğimiz eserlerden başka birçok trajediler ile bir komedi yazdı. Fakat bunların hiçbiri dört şaheser derecesinde muvaffakıyete mazhar olamadı. Corneille’in eserleri arasında bundan başka uzun bir dinî manzume ile bir- 170 çok nebabı (lirik) şiirler arasında vardır.” (Mehmet Ali Tevfik, 1927; 3-4) “Ruh için bir büyüklük mektebi” olduğunu söyleniyor. Corneille eserlerinde ulviyet ve kutsiyetini her şeyin üstünde tutar ve kahramanlığı derin ve kalbi bir meftuniyetle tasvir eder”. Dönemin önemli sanatçılarından Volter’in Corneille’in eserlerinin bir nev’i insanî bir ruha yükselttiğini, Mehmet Ali Tevfik şeklinde eserde belirtmiştir. (Mehmet Ali Tevfik, 1927; 3-4) A B D Ü L H  K H A M İ T TA R H A N VE “E Ş B E R ” HAKKINDA Abdülhâk Hamit, 1852 yılında doğmuş; 1937 yılında da ölmüştür. Dikkat edilirse, Tanzimat, I. Meşrutiyeti, II. Meşrutiyet, Cumhuriyet dönemlerini görerek bütün siyasî hayatın gözlemcisi konumundadır. Ama unutmamamız gereken bir şey vardır o da: Abdülhâk Hamit’in siyasî kimlikle kendisini göstermemesidir. O bir sanat adamıdır. Hissî duyuşlara sahip olan yazar, daha çok zevke ve edebiyata düşkündür. Asıl edebî nevi, onun için şiirdir. “Divâneliklerim’de yer alan on yedi şiirden sadece birinin adı Türkçedir. Eğlence yerlerinden, mezarlığa kadar bütün Paris, bu kitaba güzel kadınları, sanatkârları, manzarasıyla akseder.”(Enginün, 1986: 20). Ama tiyatro eserleri sayı bakımından üstündür. Abdülhâk Hamit, hem babasının hem de kendi şahsî eğitimin vesilesiyle önemli mevkilerde bulunmuştur. İşte belki de bu devlet daireleri yani kalemlerde görev yaparken edebî yönü olan kişilerle dostluk kurması onun bazı eserlerinde bunun en büyük tesirinin olduğunu da göstermektedir. Buna “Tagannum’ adlı manzumeyi Murat Bey’in teşvikiyle yazdığını hatıratında anlatır ve Murat Bey’in bu eserini istibdada karşı bir haykırış olarak yorumladığını belirtir.”(Enginün, 1986; 20) Paris, Londra, İstanbul, Rize gibi birçok şehirde önemli görevlere gelen Hamit, gittiği yerlerde birçok eser okumuştur. Gittiği yerleri manzarasını beğenmiş bunları hem şiirlerine hem de piyeslerine konu etmiştir. onun Tanzimat dönemi tabiat şairi olarak ele alınmasını sağlamıştır. Buna örnek BİLDİRİ KİTABI II olarak, Londra’daki günlerinde ‘HydePark’tan Geçerken’ şiiri gösterebilir. Tabi bu şiirin “hürriyet” narasını da içinde barındığı bilinmektedir. Maksadımız bu olmadığı için bu kısmı atlayacağız. Bunların çoğu ataşelik olmakla beraber valilik görevleri de bulunmaktadır. Bulunduğu elçilik görevleri, yaşadığı tecrübeler ve okuyup etkilendiği konular eserlerine sessizce yansımıştır. Bu sessizce yansımak şöyledir. Hem sansürün hem de dış sanatkârların yeterince tanınmaması bizim bu tabiri kullanmamızda bir sakınca göstermemiştir. Bu konuda Mehmet Rauf ’un yabancı bir eseri Türkçeye kendi adı ile aktarmasını örnek verebiliriz.1 Yine bu bilgiler ışığında, Tarhan akacak nehrini tam bulamamış gibidir. Bazı araştırmacıların Abdülhâk Hamit’in neden romana yönelmediği sorusu belki de yazarın uzun uğraşlar gerektirecek mevzulara girişmek istememesinin hem fıtraten uygun olmadığı hem de vaktin kendisi için değerli olduğu şeklinde açıklanabilir. Bu bizim fikrimizdir. Elbette bu herkes tarafından kabul edilmeyebilir. Orhan Okay’ın Abdülhâk Hamit hakkındaki düşünceleri şöyledir: “Dönemin eser sayısı bakımından en verimli yazarı Abdülhâk Hamit’tir. Basılmamış iki tiyatrosuyla beraber büyük bir kısmı II. Meşrutiyet’ten sonra yayımlanan 25 oyununun hemen tamamı trajedi türüne girer. Bazıları tamamen manzum, bazıları mensur, bir kısmı da nazım-nesir karışımıdır. İlk yayılmadığı üç piyesi kendi döneminin hissî dramlarının, özellikleri ortaya çıkmaya başlar. Ancak bunlarda da Fransız klasik trajedileri ile Shakspeare, romantizmi arasında birtakım etkilerin varlığı bilinmektedir. Bu etkilerden bazılarını, önsözlerinde kendisi de ifade etmiştir. Oyun metni ve tiyatro tekniği açısından tenkitlere uğramış olan, çoğu sahneye aktarılması mümkün olmayan, epey ağır ve külfetli bir dilin kullanıldığı bu eserler, belirttiğimiz kusurlarının dışında, tiyatro edebiyatımıza epey zenginlik de kazandırmıştır.” (Okay, 2007: 75) Daha çok doğa ve aşk konulu eserler üreten sanatkâr Nâmık Kemâl’in, sen hiç hürriyeti savunmuyor, bu yönde eser icra etmiyorsun ihtarına karşın bu tarz eserler vermeye başlamıştır da denilebilir. Yine Nâmık Kemâl’den ziyade Recaizâde Ekrem’in keşfi olan Hamit, bir mektubunda yazdığı eserlerin Ekrem tarafından okunmadığını dile getirmektedir. Edebiyat tarihimizde hemen hemen her konuda icraatı bulunan Nâmık Kemâl’in intikatta önemli örnekler vermiştir. Hamit’i tenkit ederek onu yönlendiren yine Nâmık Kemâl’dir. Bu iki sanatçı birbirleriyle çok iletişim içindedir. Ama Hamit yine de kendisini ortaya çıkaran kişinin Ekrem olduğunun söyler. Hamit’in hece vezni ile şiir yazmasını salık veren de Nâmık Kemâl’dir. Abdülhâk Hamit’in tiyatro eserlerini kendi içinde gruplara ayırmak mümkündür. Araştırmacıların yaptığı bu gruplamaları aşağıda gösteriyoruz: Konusunu günlük hayattan alan eserleri 1.Allegorik eseri 2.Yabancı ülkeleri konu alan oyunlar. Bunalara masalımsı oyunları da katmak yerinde olur. 3.Konusunu tarihten alan eserleri. Bunarlı da kendi içinde gruplandırmak gerekir. Zira onun esas kaynağı tarihtir. A)Uzak tarih(Eski Tarih); B) İslâm tarihi; C) Türk Tarihi2 Batının edebiyatımızdaki etkisi ve bunları benimseyenleri Kara, “Victor Hugo’nun ve Lamertine’nin Tanzimat sanatçıları üzerindeki tesiri büyüktür. Nâmık Kemâl, Ahmet Mithat Efendi, Abdülhâk Hamit Tarhan, Recaizâde Mahmut Ekrem bu akımı benimseyen Türk edebiyatçılarıdır.” (Kara: 2010, 83) şeklinde belirtmiştir. 1 Bkz: Hâlid Ziyâ Uşaklıgil, Kırk Yıl, Özgür yayınevi, İstanbul, 2008 2 Bkz. Enginün, 1986: 61; Akıncı, 2000: ESERLERİN YAZILMA ŞEKLİ VE YAZARLAR HAKKINDA Abdülhâk Hamit, birçok yazardan etkilenmiş, beğendiği eserlerin konularını alarak kendi hazırladığı esere tatbik etmiştir. Beğendiği eserlerden biri de Corneille’in “Horace” adlı eseridir. Bu sebeple Eşber’in konusu da Horace’a benzemektedir. Akıncı, “Hamit, Horace’ı okudu, izledi ama Eşber’in bütününde Horace etkisi, birçoklarının sandığı gibi öyle büyük değildi.” 171 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Abdülhâk Hamit, hem Eşber’in önsözünde yer alan “Eşber’in en ruhlu yeri ve canlı parçası bu perdedir; o da Horace’dan mün’akisdir.”(Hamit, 2000: 26) şeklindeki ifadesinden hem mektuplarından hem de hatıralarından anlıyoruz ki Hamit, bu eseri sahnede izlememiştir. Paris’te iken ise Fransız Tiyatro’sunun kurucusu olan 17. yüzyıl tiyatro yazarı Pierre Corneille’i okumuş ve etkilenmiştir ki özellikle Eşber’in Önsözünde okuyucusuna bildirmektedir: “Keşmir Hükümdârı ile refikâ-i hükûmeti olan hemşiresinin taht-ı inhisara aldıkları bu perde-i hamasate sonradan ilâve-i muzahrafat edilmesi buna mübtenidir. Eşber’in en ruhlu yeri ve canlı parçası bu perdedir; o da Horace’dan mün’akistir; Nesteren, Le Cid’den muktebes olduğu gibi. […] “Büyük bir simâ-yı tarihî olan İskender’in karşısındaki Şahs-ı Eşber ise bir mahlûk-ı hayâlidir. Son perdede oynayan bu hayâl Eşber’den ziyade Horace’ın ve benden ziyade Corneille’indir.” (Hamit, 2000: 26-27) Ama dikkat almamız gereken bir nokta var. O da, konuları benzemekle beraber kendi açıklamasında “Bu iki in’ikas ile iktibasın arasında menbaılarına meâlen ne kadar yakın ve uzakta bulunduğunu yahut bu iki gölgenin sahiplerine mevzu itibariyle ne dereceye kadar mümasil olduğunu kariîn-i kirâm tayin buyursun. Ben o büyük Fransız şairine benzemek iddiasında”(Hamit, 2000: 26) olmadığını söyledikten sonra “Horace” ve “Le Cid”i sahnede görmediğini ama onları sadece okuduğunu tekrar belirtir (Hamit, 2000: 26). “Eski İstanbul’un Fransız Sahnesi” adlı makalede Metin And, “Horace” adlı eserin o dönemde İstanbul’da sahnelendiğinden bahsetmektedir. (And, 1971; 96) O hâlde Gündüz Akıncı’nın ‘izledi’ ifadesi net bir sonuç vermemektedir. Yine de Akıncı’nın bir uyarısını dikkate almak gerekmektedir. O da, Hamit’in ‘hatıralarını ve sözlerini birbirine karıştırdığı’dır (Akıncı, 1954: 15). Abdülhâk Hamit üzerinde çalışan bazı araştırmacıların, Hamit’in bazı konuları sonradan ‘itiraf etti’ şeklinde ele aldıklarını görürüz. Bunda sanatçının aslında bazı şeyleri bilerek sakladığı anlamı da çıkmaktadır. Tabi bu tarz söylemler, sanatçıya bir nebze daha yaklaşmamız için tarafımızdan sunulmaktadır. “Eşber’i neden yazdığı hakkında Hâmid şu açıklamayı yapmıştır: <Bunu ancak kendim bilirim. Çünkü şimdiye kadar kimseye söylemedim. Şimdi itiraf etmek istiyorum ki bu bir fıtat meselesidir ve benim fıtratım- 172 da müstebit ve mütegallibelere karşı daimî bir kindarlık vardır. Bütün cihangirleri zalimler ve zorbalardan addettiğim için İskender’e de o nazarla bakmış ve onun, cihangir azametiyle eğlenmek istemiştim. Bu benim hayat felsefemdir. Binaenaleyh, Hindistan’ın uzak bir köşesinde hilkatten ondan büyük bir insan halkettim ve ona Eşber adını verdim. O Eşber’i İskender’in karşısına koydum ve ‘Galip sayılır bu yolda mağlup’ dedim.> (Enginün, 1986; 75) piyesin ortaya çıkmasının altında ciddi bir trajedi yatmaktadır. Abdülhâk Hamit’e göre, her kazanan aslında bir o kadar da mağluptur. “Fransız edebiyatında çeşitli dönemlerde yazarlar, antik klasik söylenceleri, yaşadıkları dönemin şartlarına uyarlayarak yeni yorumlar getirmişlerdir. On yedinci yüzyılda klasik yazarlar, Antikite yazarlarının ele aldığı mitolojik söylenceleri, eserlerinde çağlarına göre uyarlayarak yeniden ele almışlardır. Örneğin Corneille, Horace adlı trajedisini Latin tarihçi Tite Live’den, Cinna adlı eserini Seneque’den öykünerek kaleme almıştır.” (Boyacıoğlu, 2012, 25). Antik söylencelerin tiyatro yapıtlarında ele alınıp sergilenmeleri bilinen bir olduğunu da makalenin özetinde belirtmektedir. EŞBER- HORACE HORACE 1.İhtiyar Horace 2.Horace( Curriatus): İhtiyar Horace’ın oğlu 3.Camille: Horace’ın Kız kardeşi, Curriace’ın nişanlısı 4.Güryas [Curriace]: Albe’nin savaşçısı, Camille’in nişanlısı 5.Sabine: Curriace’ın kız kardeşi, Horace’ın karısı 6.Valère: Romalı Şovalye, Camile’e âşık olan. 7.Julie: Sabine ve Camille’in arkadaşı Eşber 1.Aristo: Hâkim-i meşhur 2.Eşber: Keşmir Meliki 3.Sumru: Eşber’in hemşiresi ve refika-ı hükûmeti 4.İskender: Hükümdâr-ı meşhûr 5.Rukzan: Dârâ’nın kızı, İskender’in namzedi 6.Batlamyus 7.Melyagros 8.Ve diğerleri (askerler ) … BİLDİRİ KİTABI II Yukarıda verilen kişilerin ilk beşinin eşleşmesi, nerede ise birebirdir. Akıncı Othello’nun kişileri ile karşılaştırmıştır. Akıncı, Horace ile birebir karşılaştırmayı eserinde yapmamıştır. Kişilerin piyesteki rolleri de aynıdır. “Eşber ve Horace’ın konuları karşılaştırılırsa aralarında birçok ayrılıklar görülür. En büyük benzerlik, Horace’ın Curiace’ı seven Camille’i öldürmesi gibi, Eşber’in de İskender’i seven kız kardeşi Sumru’yu öldürmesidir. Her iki eserde de yurt sevgisi ve kahramanlık ağır basar.” (Bezirci, 1991: 104) şeklindeki ifadelere hem Bezirci’de hem de Akıncı’da rastlanmaktadır. Yine Bezirci, bu benzetimi ahlâki yönden taklidi uygun görmez: “Yazık ki Hamit Eşber’de olduğu gibi öteki eserlerinde de Corneille’in ya da öbür Batılı şairlerin oyunlarının çoğunlukla konularından ve kişilerin ahlâksal, düşünsel niteliklerinden esinlenip yararlanır. Onların şiir, müzik, dil ve estetik yanıyla pek ilgilenmez”(Bezirci, 1991: 104). Şunu da belirtmek gerekir ki; Akıncı, dil ve nazım şekil yönleri ile Eşber’i incelemiş, Othello ve birkaç eserle mukayese etmiş ama Horace ile karşılaştırmamıştır. Gıyasettin Aytaş, “Tanzimatta Tiyatro Edebiyatı Tarihi” adlı eserinde Akıncı’nın konu özet karşılaştırmasından yola çıkarak: “Gündüz Akıncı, Eşber’in Corneille’in Horace adlı piyesine benzediği ve bu konu hakkında her iki eserin ele aldığı konuları karşılaştırarak, ortaya koymuştur.” şeklinde bir açıklama yapmıştır. Hâlbûki Akıncı “Hamit’in demesine bakmamalı, o Eşber’de Corneille’i değil, daha çok Racine’i, onu Alexandre Le Grand’ini izlemiştir.” (Akıncı, 1954, 126) demektedir. Horace’ın konusunu oluşturan, savaş sadece iki tarafın seçtiği üçer kişi arasında geçmektedir. Savaşı bu şekilde yapmalarının asıl sebebi ise savaşın zarar ve ziyanlarıdır. Bu tutum aynı zamanda savaş karşıtlığının da bir göstergesidir. Eşber’de ise savaş, kalabalıklar yani ordular arasında yapılmaktadır ama yine savaş karşıtı düşünceler, eserin sonunda savaşı yapan o büyük hükümdarın, İskender’in, ağzından dökülmektedir. Pişmanlığını ifade etmektedir. Her iki yazar da savaşın kötülüğünü vurgulamayı da unutmamıştır. (Enginün, 2000; 123-125) Corneille eserinde yurt sevgisini, vatanperverliği en yüksek kahramanlık, en büyük fazilet olarak tasvir etmiş, masum bir kızın nişanlısına olan hissî, tabii ve meşru bir duygu iken o kızın Roma yani vatan adına kendi biraderi tarafından feci bir surette öldürülmesini Fransız şairi haklı göstermiş ve bunu eserinde haklı bir şekilde okuyucuya göstermekle de muvaffak olmuştur. Horace’da savaşanlar alın yazılarında iki taraftan birinin öleceğini ancak bu şekilde yenileceğini bilmektedir. Buna rağmen şerefli bir ölümü göze alırlar ve savaşa katılırlar. Onlardaki yurt sevgisi bu kısımda kendisini göstermektedir. Eşber’de ise, Keşmir hükümdârı yani Eşber ordusunun sayıca az olduğunu bildiği hâlde ordusunun başına geçmek ister ve Sumru ile geçen konuşmasında; Sumru, İskender’le savaşmasını engellemek için kardeşine yalvarır.(s.75) Ama Eşber; “Kim varsa vatanda pîr ü bernâ Hep gitmeği eyliyor temennâ Âlem buluyor sezâ-yı takriz; Bir sensin eden bu fikre ta’rîz.” (s.76) şeklinde kız kardeşinin bu yalvarmalarına anlam verememektedir. Bu konuşma öncesinde geçen: “S: Ya râb, bu ne kâr-zâr-ı düşvâr? E: Düşvâr ise de azîmetim var.” İfadesi onu gözü pekliğini de göstermektedir. “Horace”ın ikinci perdesinde, Güryas [Curriace] ve Horace [Curriatus] arasında geçen konuşmada Horace, kendisinin önüne gelip geçeni öldüreceğini eğer mağlup olursa da karşıdakinin yani Güryas’ın kendisini öldürmesini, öldürmez ise Horace kendi kendini öldüreceğini söyler. Çünkü o bu mağlubiyetin acısına dayanamayacaktır: “Fakat bu mübareze bana bir tabut vaat ediyorsa da Roma’nın bizi intihab etmesinin şerefi kalbimi haklı bir gururla dolduruyor ve taşıyor. […] Fakat şu teveccühden memnun ve münbasit olan ruhum, Roma’nın intizarına muvaffak bir iş görecek yahut hayatı terk edecektir. Ölmek veya muzaffer olmak isteyen kimse nadiren mağlup olur. İnsana ‘zafer veyahut ölmek!’ dedirten necip, yüksek yeis, Kolay kolay mahvolmaz. Herhâlde ben son nefesimi verip de katiyen mağlup olmadıkça Roma boyunduruk altına girmeyecek.” (Mehmet Ali Tevfik, 1927; 12-13) bu bölümün eserin orijinalinde geçtiği kısım: “Loin de trembler pour Albe, il vous faut plaindre Rome, Voyant ceux qu’elle oublie, et les trois qu’elle nomme. 173 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ C’est un aveuglement pour elle bien fatal, D’avoir tant á choisir, et de choisir si mal. Mille de ses enfants beaucoup plus dignes d’elle Puvaient bien mieux que nous soutenir sa querelle; Mais quoieue ce combat me promette un cercueil, La gloire de ce choix m’enfle d’un juste orgueil; Mon esprit en conçoit une mâle assurance; J’ose espérer beaucoup de mon peu de vaillance; Et du sort envieux quls que soient les projets, Je ne me comptpoint pour un de vos sujets. Rome a trop cru de moi; mais mon âme ravie Remlira son attente, ou quittera la vie. Qui veut mourir, ou vaincre, est vaincu rarement: Ce noble désespoir périt malaisément. Rome, quoi qu’il en soit, ne sera point sujette, Que mes dernies soupirs n’assurent ma défaite.” (Matzke, 1904; 38) şeklinde karşımıza çıkmaktadır. İki akrabanın karşı karşıya kaldığı savaşta önemli olan vatandır. Yazarın sunduğu ikilem, ne kadar Curriatus yani Horace’da belli olmasa da Curriace yani Güryas’ta üst seviyede gözlenmektedir. Zaten Özdemir, ““Klasik edebiyatın ilkelerini tiyatroya uygulayan büyük adlardan biriyse Pierre Corneille’dir. Ağlatı türünün babası sayılır. Bir bakıma ağlatılarında aşk, onur, tutku, istenç (irade gibi) insanın temel kişiliğini belirleyen kavramlar önemli bir yer tutar. Tutkuların tanımlanmasında kişilerini sürekli bir ikilem içinde tutar. […] Robert Pignarre’den alıntılamasına göre yazar, Corneille’in Horace’ı hakkında ‘Trajediyi yüceler katına çıkaran odur; yeryüzünün yüceleri, yüce ruhlar, yüce olaylar, yüce üslûp” (Özdemir, 1980; 181) şeklinde açıklamaları bizim düşüncelerimizi desteklemektedir. Piyeslerin bölümlerine bakıldığında, Eşber- Sumru (Fasl-ı Sâlis) = Horace-Camille (Beşinci sahne [son perde]); İskender- Sumru (ikinci perde, Birinci meslis) = Camille- Curriace (İkinci Perde); Sumru- Rukzan (Fasl-ı evvel) = Camille- Sabine (Birinci perde); şeklinde konuşma düzenleri mevcuttur. Eşber’deki Filozof Aristo, bazı yönleriyle Horace’a benzemektedir. Horace, savaşmak için oğullarını gön- 174 dermekten büyük bir gurur duyar. Hatta oğlunun savaş sırasında kaçmasını akıl sır erdiremez ve çok üzülür. Sonradan gelen haberle oğlu Curriace’ın aslında kaçmadığını bir savaş stratejisini ayarladığını görür. Horace oğlunu savaş konusunda desteklemesi ve Aristo’nun da İskender’in sevgilisinin o şehirde olmasına rağmen, şehre saldırmasını salık vermesi bakımından benzer özelliklere sahiptirler. Aristo ise, İskender’i ve olayları yönlendirmektedir. O da savaşın gerekliliklerinin yerine getirilmesi taraftarıdır. Hamit, eserinde esir düşen Eşber’i vatanını savunması bakımından yani kahramanlıklarından ötürü, serbest bırakır. Ama Eşber, yenilgiye ve esarete dayanamaz, kendi kılıcı ile kendisini öldürür. Mağlup olmanın ve esir düşmenin onurunda açtığı eziklik, onu şerefli bir ölümü tercih etme şeklinde yönlendirilmiştir.(Enginün, 2000, 122) Burada Hamit’in ortaya çıkarmak istediği başka birkaç tem dikkati çeker. O da ‘onur’, ‘gurur’ ve ‘Esaret’e hayır’ mesajlarıdır. Yukarıda aldığımız konuşmada “Rome, quoi qu’il en soit, ne sera point sujette,/ Que mes dernies soupirs n’assurent ma défaite” (Matzke, 1904, 126) şeklindeki ifade de Roma’nın hiçbir zaman esareti kabul etmeyeceki, ölümüm ancak Roma için bir yenilgi olabilir, demektedir. “Horace”da, bu sözlerle ortaya çıkmakta ve daha çok belirginleşmektedir. Sahne V’te, Horace ile Kameyl arasında geçen konuşma şöyledir: “Böyle şerefli bir galibiyetten sonra Roma gözyaşı istemez, mübareze meydanında helâk olan iki kardeşimizin intikamı da fazlasıyla alındığı için [Üç Güryas’ın ölümüne telmih] onlar da gözyaşına muhtaç değildir. Zaiyatımızın intikamı alındı mı, biz sanki hiçbir şey kaybetmemiş oluruz.” “Mademki kardeşlerim (mübareze meydanında ölen iki Horace, dökülen kan ile memnun imişler, ben de onlar için artık müteessir olmam ve tarafınızdan intikamı alınan ölümlerini unuturumç fakat nişanlımın intikamını kim alıp da onun ziya’ını bana bir dakika unutturacak? [Hemşiresinin sözlerine pek ziyade kızan Horace[Curriatus]: “Menfur kadın, ne söylüyorsun?” diye bağırır, cevap olarak Kameyl nişanlısını tahattürle “Ey benim Sevgili Curriace’ım” diye feryad eder.] BİLDİRİ KİTABI II Horace ile hemşiresi arasında başlayan muhavere, insanî hisler taşıyan bir kalp ile vazifeden, vatan mefkûresinden başka bir şey tanımayan bir müfekkire arasında şiddetli bir mübareze, bir düellodur, bu da kan ile neticelenir. Roma’nın hayır ve selâmeti için öldürdüğü Güryas’ın, hemşiresi tarafından muhabbetle yâd olunmasına tahammül edemeyen, Camille’i kendisine tevciye ettiği ağır sözlerden menfâl olan “Horace” büyük bir gazap içindedir. “Camille”, hislerinin te’siri altında Roma’ya inkisara, bedduaya başlayınca bu gazap ziyâdeleşiri. Kılıcı ile hemşiresini yaralar. Camille, sahnenin arkasından boğuk boğuk feryad ederken Horace şu sözleri söyler: “Roma’nın düşmanlarından biri için gözyaşı dökmeye cür’et eden kimse, işte böyle ansızın cezasını bulur.” ( Mehmet Ali Tevfik, 1927; 22-23) şeklinde diyalogun içeriğini görebilmekteyiz. Eşber’de ise, Sumru kardeşini savaştan vazgeçirmek isterken, her türlü taşı Eşber’in önüne koyar ama yine de Eşber’i düşüncesinden vazgeçiremez. Sumru’nun İskender için “Yârim” ifadesini kullanması Eşber’in sinirlenmesine sebep olmuştur. Sanıldığı gibi, İskender’i sevmesi Eşber’in Sumru’yu öldürmesinde asıl sebebiyet değildir. Asıl sebebiyet: “Sulh olsa demek düğün musammem Vay vay!... buna ben tahammül etmem!... Benden olacak o tâbi’iyyet; Adâya mı şart-ı nâiliyyet? Ondan dolayı demek b utasnî’ Halka, vatana bu ta’n u teşnî?. Ondna dolayı demek bu hicrân; İskender’e doğru azm-i seyrân?”(s.85-86) şeklinde İskender’i sevmesini ve üzülmesini Sumru’yu onun gözünde bir vatan haini olarak görmesine neden olur. Corneille, Horace’ı 34 yaşındayken kaleme almıştır. Romalıların tarihine atıfta bulunan bu eserin konusu, “Tite Live”dan alınmıştır. (Mehmet Ali Tevfik, 1927; 3-4) Tabi tarihî bir vakıa olduğu gibi alınmaktan ziyâde sanatçının yani Corneille’in elinde aşk ve onurun ilginç çekişmesini hatta savaşını anlatan bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Eşber’de de tema aynı şekilde aşk ile onur arasındaki çekişme ile daha çekici hâle gelmiştir. Horace’ın tiyatrosu adlı makalesinde Dain3, “Eski roma dönemleri telmih edilerek, geçmiş çevreye karşı oyun dizayn edilmiştir. Corneille’in şiddetle aydınlatılmış karakterleri Romalıların karanlık görüntüsüdür. Bütün bu olaylar Arena’da yapılan savaş yerine karşılıklı dövüşün olması, kehâneti himâye altına alınmasıdır. Eleştirmenler, bunu yansıtan ve arka plânın fonksiyonun kabile olarak belirten oyunun aksiyonunun, analojik çerçevede korunması sağlanır. Horace’ta olan olaylar, Eski Roma’da olan olayların benzemesi bu eleştiriyi haklı konuma getirmektedir. Ve bununla birlikte artan eleştirilerin yeni tecrübelerin ortaya çıkmasını sağlar. Yeniden özetlemeyle, oyunun bir çeşidi olarak Romanın efsanevi fonksiyonu, bakış açısı oyunda bir kez daha sentezlenmektedir. “Horace, siyasî temel üzerine kurulu bir oyun olarak kendi doğrularına sahiptir. Bir hükümet ya da devletin temeli değil bundan eminiz. Fakat bir savaşın temel savını anlatmaktadır. Albe’nin fethi, Roma’nın dünya üzerindeki yayılımının bir parçasıdır. Aynı durum, yayılmacı bir politika izleyen İskender’in Keşmir’i de elde etmek istemesinde vardır.” Dain, 1972; 183). Eşber’de de siyasî mevzular, vatan olgusunda birleşerek haklı bir konuma kavuşmuştur.. “Romalıları telmih eden oyunun sürecinde oyunun ışığı, Horace’ın kız kardeşini, erkek kardeşlerini ve Albe’yi yok ettiği zaman Horace, bir ülkenin kurtarıcısının akraba katili olduğu gerçeği rolünü [ya da gerçeğini] ortaya tekrar çıkarmaktadır. Camille, elbette, bu dramatik oyunun özetinde, kurban rolünü oynamaktadır.” bilgilerini okuyuculara sunmaktadır. (Dain, 1972; 183) Eşber’de ise kurban, Rukzan gibi görünse de aslın da Sumru’dur. Çünkü aşk üzerine ölen değil, vatan uğruna ölen kişi kurban olarak sunulmaktadır. Bu seçim aynı zamanda trajedinin daha güçlü bir sesinin oluşmasını sağlar. Corneille, eserinde “tarihsel telmihinin analojik temeline vurgu yapar. Diğer esaslar [ise, bu sebepten ötürü] belirsizleşmektedir.” (Dain, 1972; 184) Aynı durum Abdülhâk Hamit’tin eserinde de mevcuttur. Savaşanların alın yazılarında “ölmenin” var olduğunu bildikleri hâlde şerefli bir ölümü hak etmek için, 3 Bu makalenin çevirisi tarafımızdan yapılmaya çalışılmıştır. 175 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ [seçime ve savaşa] karşı çıkmamışlardır (Dain, 1972; 184). Bu hâl eserde “yurt sevgisi” olarak yansımaktadır. Eşber’de de benzer durum söz konusudur. Az sayıda olan ordusuna rağmen hem Eşber hem Eşber’in askerleri şereflice, yani savaşarak, ölmeyi göze almışlardır. SONUÇ Abdülhâk Hamit Tarhan, Türk edebiyatının; Pierre Corneille ise Fransız edebiyatının yapı taşlarındandır. İkisi de şairliğinin etkisini tiyatro eserlerinde yani piyeslerinde göstermiştir. Nâmık Kemâl gibi hem siyasî hem de edebî yönü olan edebiyatçıların tanıttığı bir kişilik olan Corneille, hâlâ okunmakta ve eserleri örnek alınmaktadır. Yukarıdaki çalışmada her iki eserin benzer taraflarının sadece konuyla sınırlanmadığını bize göstermektedir. Bu sebeple Corneille’in “Horace” adlı eserinin Fransızcadan Türkçeye tam bir metninin aktarılması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu aktarımının olması dâhilinde karşılaştırmamız daha kolay ve daha net olacaktır. Aynı zamanda Fransız edebiyatının önde gelen isminin, Türk Tiyatro edebiyatındaki yansımalarının daha iyi fark edileceğini düşünmekteyiz. Bunun olmaması, tarafımızdan edebiyatımızda bir eksiklik olarak görülmektedir. Batı’nın değerlerinin eserlerimizdeki etkilerini yakından izleyebilmemiz için bu çalışmanın istenilen yönde yapılan araştırmalarda için bir ön ayak olacağını umut etmekteyiz. Oyun Yazarlığı- Seçmeler, Evrensel Basım, İstanbul. 6.Boyacıoğlu, Fuat (2012); “Albert Camus’nun Söylence-Romanı (Roman-Mythe) Veba: Esinlendiği Kaynaklar ve Çağrıştırdığı Simgeler”, Omü Eğitim Fakültesi Dergisi, S.31(2), s.21-33. 7.Buttanrı, Müzeyyen; “Cumhuriyet Devri Türk Tiyatrosunda Batı Etkisi”, Turkish Studies İnternational Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 5/2 Spring, s.50-91 8.Chapelain, Jean (2010); “Summary of Poetics of The Drama”, Translated by Barrett H. Clark, Dram And Theater In The Late Seventeenth Century, s. 354. 9.Dain, A. Trafton (1972), “On Corneille’s Horace”, İnterpretation, A Journal Of Political Philosophy, Volume 2/3, Newyork, Spring. s.183-193. 10.Enginün, İnci (1986); Abdülhâk Hâmid Tarhan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, Kasım. 11.Enginün, İnci (2000); Abdülhâk Hamit Tarhan Tiyatroları Eşber- Sardanapal, Dergâh yayınları, İstanbul, Ekim. 12.John, E. Matzke (1904); Horace, US- Newyork. 13.Kara, Ömer Tuğrul (2010); “Toplumsal Olayların Etkisiyle Gelişen üç Büyük Akımın Türk ve Dünya Edebiyatında İzleri”, The Black Journal of Social Sciences/ Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi, S.2. s.73-96 14.Kennedy, X.J.; Gioia, Dana; Literature, An İntroduction To Fiction, Poetry And Drama, Harper Collins College Publisher, Sixth Edition, Newyork, 1859 15.Mehmet Ali Tevfik(1927); Horace, İstanbul Matbaası, İstanbul. 16.Okay, M. Orhan (2007); “Yenileşme Dönemi Tanzimatçılar Yenileşmenin Öncüleri”, Haz: Talât Sait Halman ve diğerleri, Türk Edebiyatı Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları, C. 3, s.73 K AY N A K Ç A 17.Özdemir, Emin (1980); Türk ve Dünya Edebiyatı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Ankara, S.457. 1.Ahmet Mithat Efendi (1309), Sid’in Hülâsası, İstanbul Matbaası, İstanbul, s. 31. 18.Parlatır, İsmail (1990); “Nesteren Üzerine Hamit-Ekrem Yazışması ve Hamit’in Bir Mektubu”, Türkoloji Dergisi, C. 8, S. 1, s.123-141. 2.Akıncı, Gündüz (1954); Abdülhâk Hamit Tarhan Hayatı, Eserleri ve Sanatı, Türk tarih Kurumu Basımevi, Ankara. 3.And Metin (1971); “Eski İstanbul’un Fransız Sahnesi”, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, S.2, s.77-102 4.Aytaş, Gıyasettin (2002), Tanzimatta Tiyatro Edebiyatı Tarihi, Akçağ yayınları, Ankara. 5.Bezirci, Asım (1991), Abdülhâk Hamit Yaşamı- Çağı- Şairliği- 176 19.Şahin, Veysel (2008); “Nâmık Kemâl’in Mektuplarında Dil ve Edebiyat üzerine Tenkitler”, Turkish Studies İnternational periodical For The Languages, literature and History of Turkish or Turkic, Volume 3/4 Summer, s. 687-715. 20.Tansel, Fevziye Abdullah (1973); Nâmık Kemâl’in Mektupları, Türk Tarih Kurumu yayınları, Ankara, C.II, s.375-376. 21.Uşaklıgil, Hâlid Ziyâ (2008) Kırk Yıl, Özgür yayınevi, İstanbul. BİLDİRİ KİTABI II BOSNA HERSEKLİLER NEDEN TÜRKÇE ÖĞRENİYOR WHY DO THE BOSNIA HERZEGOVINIAN PEOPLE LEARN TURKISH? Önder ÇANGAL1 ÖZET ABSTRACT Yunus Emre Vakfına bağlı olarak kurulan Yunus Emre Türk Kültür Merkezlerinin yaygınlaşmasıyla yabancılara Türkçe öğretimi yeni bir boyut kazanmış; bu bağlamda Türkçenin yabancı dil olarak öğretimi alanında öğretmen yetiştirme, müfredat hazırlama, materyal geliştirme ve ölçme-değerlendirme çalışmalarının akademik boyutlarda değerlendirilmesi bir zorunluluk hâlini almıştır. Bu çalışma ile Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen Bosna Hersekli yetişkinlerin dil ihtiyaçlarını belirlemeye yönelik bir analiz yapılması amaçlanmaktadır. Çalışma kapsamında Saraybosna Yunus Emre Türk Kültür merkezinde Türkçe öğrenen öğrencilerin dil ihtiyaçlarını belirlemek üzere, öz geçmiş bilgileri ve dil öğrenme deneyimlerine ilişkin çoktan seçmeli ve açık uçlu soruların bir arada bulunduğu bir anket tasarlanmıştır. Anket, merkezde farklı düzeylerde öğrenim gören 180 öğrenciye uygulanacaktır. Anketten elde edilecek veriler aracılığıyla temel olarak “Saraybosna Yunus Emre Türk Kültür Merkezinde Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen öğrenciler hangi kurs bileşenlerini önemli ihtiyaçlar olarak belirtmektedirler?” sorusuna cevap aranacaktır. Çalışmadan elde edilecek veriler, diğer dünya dilleri etrafında gelişen literatürü zenginleştirecek; farklı diller söz konusu olduğunda öğrenci ihtiyaçlarının nasıl şekillendiğine ilişkin karşılaştırmalar yapma imkânı sunacaktır. İhtiyaçların dinamik yapısı dikkate alındığında değişip gelişen sosyoekonomik ve teknolojik yenilikler karşısında, yakın geçmişte yapılan ihtiyaç analizi çalışmalarında belirtilmeyen hususları keşfetme fırsatı verecektir. Öncelikli ihtiyaçların belirlenmesi; dil öğretiminin bu alanlarda düzenlenmesi çalışmalarına önayak olacak; bugüne kadar yabancılara Türkçe öğretimi alanında gündeme gelmemiş olan özel amaçlı Türkçe öğretimi konusunda veri sağlayacaktır. Söz konusu veriler, “İş Türkçesi, Turizm Türkçesi, Diplomasi Türkçesi” gibi özel dil öğretimi alanlarının tanımlanmasını sağlayacaktır. Anahtar sözcükler: Yabancılara Türkçe Öğretimi, Dil İhtiyaç Analizi, Bosna Hersek, Yunus Emre Türk Kültür Merkezi. Teaching Turkish to the foreigners has gained a new dimension together with Yunus Emre Turkish Cultural Centres that were founded by depending on Yunus Emre Foundation. Therefore; it is a must that teacher training, curriculum design, material development and assessment – evaluation be academically analysed in teaching Turkish as a foreign language. The aim of this study is to do an analysis in order to determine the language needs of the Bosnia Herzegovinian adults that learn Turkish as a foreign language. In the study, a questionnaire form consisting of multiple – choice and open – ended questions was designed to determine the language needs of the students that learn Turkish in Sarajevo Yunus Emre Turkish Cultural Centre. The questions in the questionnaire form required the background information and the language learning experiences of the students. The questionnaire form will be applied to 180 students that study in different levels in this centre. Thanks to the data that will be achieved from the questionnaire form, the following question will be tried to be answered: “Which course components do the students that learn Turkish as a foreign language define as important needs in the Sarajevo Yunus Emre Turkish Cultural Centre?” The data that will be achieved from the study will enhance the literature improving around the other world languages and give chance to make comparisons related to how the student needs emerge when the students deal with different languages. With regards to the dynamical structure of the needs, the data will give chance to reveal the unspecified elements in the needs analysis studies that has been recently conducted in the presence of the socio economic and technological innovations. Determining the underlying needs will initiate the efforts to organize the language teaching in these fields and provide information about ‘Teaching Turkish for Special Purposes’ that has been never brought to agenda in relation to teaching Turkish to the foreigners. The data in question will make it possible that the special language teaching areas such as “Business Turkish”, “Tourism Turkish” and “Diplomacy Turkish” will be identified. Key Words: Teaching Turkish to the foreigners, the Language Needs Analysis, Bosnia Herzegovina, Yunus Emre Turkish Cultural Centre. 1 Okutman, Yunus Emre Enstitüsü. El-mek: [email protected] 177 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ Kültürler arası iletişim ve etkileşim arttıkça yabancı dil öğrenme, kendini giderek daha kuvvetli bir ihtiyaç hâlinde hissettirmeye başlamıştır. Mevcut bilgilerimizle bir dilin yabancı dil olarak öğretiminin hangi coğrafyada, hangi topluluklarda ve ne zaman başladığını tespit etmek mümkün değildir. Demircan, bununla ilgili olarak yabancı dil öğretiminin “eski çağlarda, yazının bulunmadığı dönemlerde, o dilin konuşulduğu toplumda yaşanarak ya da o dili konuşan öğreticiler aracılığıyla gerçekleştirildiği” görüşünü iletmektedir (2005: 141). Yabancılara Türkçe öğretimi işini modern anlamda gerçekleştiren ilk kurum Ankara Üniversitesi TÖMER (1984) dil öğretim merkezidir. Türkçe ve Yabancı Dil Araştırma ve Uygulama Merkezi TÖMER, Ankara Üniversitesi Rektörlüğüne bağlı olarak yabancılara Türkçe öğretmek amacıyla British Council, Goethe Institut, Cervantes ve Alliance Française gibi dünyanın önde gelen dil ve kültür merkezleri örnek alınarak kurulmuştur (Ayaz ve Akkaya, 2009: 214). Daha sonra Ege TÖMER, Gazi TÖMER, Bolu İzzet Baysal TÖMER, Hacettepe TÖMER ve Gaziantep TÖMER gibi kurumlar kurulmuştur. 2007 yılında çıkartılan Yunus Emre Vakfı Kanunuyla adı geçen dil öğretim merkezlerinin yanı sıra Türkiye sınırları dışındaki yabancılara da Türkçe öğretebilmek amacıyla dünyanın çeşitli ülkelerinde Yunus Emre Enstitüsüne bağlı olarak Yunus Emre Türk Kültür Merkezleri açılmıştır. Bu merkezlerden ilki olan Saraybosna Yunus Emre Türk Kültür Merkezi (YETKM), 17 Ekim 2009 tarihinde, Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna’da (Sarajevo) açılmıştır. Merkez; iki ayrı binada beş dersliği, konferans salonu, iki kütüphanesi ve sergi salonuyla bütün Bosna Hersek vatandaşlarına hizmet etmekte, her dönem 200’den fazla öğrenci merkezde Türkçe öğrenmektedir. Bosna Hersek’teki ikinci merkez olan Foynitsa YETKM, 9 Ekim 2011 tarihinde Bosna Hersek’in Foynitsa (Fojnica) şehrinde İstanbul Ümraniye Belediyesinin katkılarıyla yaptırılan binada hizmete açılmıştır. Merkezde her dönem 60’dan fazla öğrenci Türkçe öğrenmektedir. Her iki merkezde ana 178 dilleri Türkçe olan, Türkçe veya Türk Dili ve Edebiyatı Bölümlerinden mezun ve Yunus Emre Enstitüsü tarafından verilen yabancılara Türkçe öğretimi sertifikasını almış dokuz öğretmen görev yapmaktadır. Türkçe öğretimi; okuma, yazma, konuşma ve dinleme becerilerinin geliştirilmesine yönelik olarak düzenlenmekte, bu becerilerle birlikte öğrencilerin dil bilgisi kurallarını sezmeleri amaçlanmaktadır. Öğrenciler, kursa kabul edilmeden önce seviye belirleme sınavına girmekte ve sınav sonucuna göre kendisi için uygun olan kura kayıt yaptırmaktadır. Merkezde her bir kur 12 hafta ve 72 ders saati olarak planlanmaktadır. Yabancılara Türkçe öğretimi İngilizce, Almanca ve Fransızcanın yabancılara öğretilmesi alanlarına nispeten yeni bir alandır. Alanla ilgili olarak son yıllarda önemli gelişmeler olmakta, akademik çalışmaların sayısı hızla artmaktadır. Bu çalışma ile Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen Bosna Hersekli yetişkinlerin dil ihtiyaçlarını belirlemeye yönelik bir analiz yapılması amaçlanmaktadır. Öğrenciyi merkeze alan öğretim yaklaşımlarında bu analizin yapılması bir zorunluluktur. Dil öğrenme isteği kişinin ihtiyaçlarından doğmakta ve süreç içerisinde ihtiyaçlarda değişiklikler gerçekleşebilmektedir. Dil öğreticisinin, dili öğrenmek isteyenlerin ihtiyaçlarını bilmesi öğretimin gerçekleşmesini kolaylaştıracak ve dil ediniminin kalıcı olmasını sağlayacaktır. Bu çalışmada, Balkanlarda Türkçe öğrenmeye ilişkin artan talep dikkate alınarak Bosna Hersek’te Yunus Emre Türk Kültür Merkezleri bünyesinde farklı düzeylerde öğrenim gören öğrencilerden hareket edilmiştir. Bu bakımdan bu bildirinin, özelde Bosna Hersek genelde ise Balkanlarda Türkçe öğrenmek isteyen kişilerin Türkçe öğrenmeye neden ihtiyaç duyduklarını göstereceği düşünülmektedir. 1. K AV R A M S A L ÇERÇEVE Günümüzde özellikle İngilizcenin yabancı dil olarak öğretimi alanında öğretim programlarına yönelik çok sayıda ihtiyaç analizi çalışması mevcuttur. Yine İngilizcenin yabancı dil olarak öğretiminde yak- BİLDİRİ KİTABI II laşımlar ve müfredat geliştirme alanlarında da pek çok çalışma yapılmıştır. Yalden’in (1987) “Principles of Course Design for Language Teaching” ve Richards’ın (2005), “Curriculum Development in Language Teaching” isimli kitapları ile Berwick’in (1989), “Needs assessment in language programming: from theory to practice”, Burnaby’nin (1997) “Second Language Teaching Approaches for Adults”, Songhori’nin (2008) “Introduction to Needs Analysis” ve Kaewpet’in (2009) “A Framework for Investigating Learner Needs: Needs Analysis Extended to Curriculum Development” isimli makaleleri bu çalışmalardandır. Dil öğretiminde ihtiyaç analizlerine ilişkin İngilizce dışında çalışmalar da mevcuttur. Chaudron ve diğerleri (2002) “A task-based needs analysis of a Korean as a foreign language program” isimli makalede, seksen üç öğrencinin katılımıyla gerçekleştirdikleri görev tabanlı Kore dili öğretimi çalışmasının sonuçlarına yer vermişlerdir. Iwai ve diğerleri (1999) Hawaii Manoa Üniversitesi’ndeki iki yıllık Japonca programı kapsamında öğrenim gören öğrencilerin ihtiyaçlarını ortaya koyabilmek amacıyla “Japanese language needs analysis” isimli makale çalışmasını gerçekleştirmişlerdir. Selvi (2010), kurumlarda eğitim konuları ve öncelikler belirlenirken ihtiyaç analizinden yararlanmanın sağlayacağı faydaları ortaya koyması ve kurumların bu sayede insan kaynaklarını daha verimli hâle getirerek hizmet kalitesini artırması amacıyla “Eğitimde İhtiyaç Analizi: Kültür ve Turizm Bakanlığı Örneği” isimli uzmanlık tezini hazırlamıştır. Çalışmada, hizmet içi eğitimde ihtiyaç analizinin önemine değinen Selvi; eğitimde ihtiyaç analizi modelleri, ihtiyaç analizinde kullanılan yöntemler, hizmet içi eğitim-ihtiyaç analizi ilişkisine yer verdikten sonra eğitimde ihtiyaç analizi uygulamasıyla çalışmasına son vermiştir. Türkçe ile ilgili olarak Balçıkanlı’nın (2010), Florida Üniversitesinde Çekçe, Yunanca, Macarca ve Lehçe gibi daha az yaygın olan dillerin öğretildiği Avrupa Çalışmaları Merkezinde Türkçe öğrenen öğrencilerin ihtiyaçları hakkında bilgi toplamak amacıyla “A study on needs analysis of learners of Turkish language” isimli makalesi bir ilk niteliğindedir. Ancak bu çalışma yalnızca dokuz katılımcının görüşlerine dayalı olarak ha- zırlandığı için konuyla ilgili derinlemesine bilgi içermemektedir. Konuyla ilgili nispeten kapsamlı bir çalışma Çalışkan ve Bayraktar’ın (2012) “Yabancılara Türkçe Öğretimi Konusunda Bir İhtiyaç Analizi: Kahire Yunus Emre Türk Kültür Merkezi Örneği” başlıklı araştırmasıdır. Bu araştırmada, sosyolingüistik nitelikli 11 sorudan hareket edilerek adı geçen kültür merkezi bünyesinde farklı kurlarda öğrenim gören 146 öğrencinin dil ihtiyaçları hakkında bilgi toplanmıştır. Bu çalışma Mısır’da üniversitelerin Türkoloji bölümlerinde öğrenim gören öğrencilerin üniversitede gördükleri Türkçe derslerinin yetersizliğini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir. Çalışma, ticaret ve diplomasi ile turizm alanlarında Türkçe öğrenme ihtiyacının kuvvetli bir şekilde kendini hissettirdiğini, teknolojik gelişmeler doğrultusunda dil öğretiminde sosyal medyadan yararlanma ihtiyacının da katılımcılar tarafından sıklıkla ifade edildiğini göstermesi bakımından önemli veriler sunmaktadır. 2. Y Ö N T E M a. Araştırmanın Amacı Bu araştırmanın temel amacı Saraybosna Yunus Emre Türk Kültür Merkezi bünyesinde verilen Türkçe kurslarına ilişkin dil ihtiyaçlarını belirlemektir. Bu amaçla çalışmada aşağıdaki temel soruya yanıt aranacaktır. Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen öğrenciler hangi kurs bileşenlerini en önemli ihtiyaçlar olarak belirtmektedirler? b. Verilerin Toplanması: Çalışmada veri toplamak amacıyla Iwai vd.nin (1998) “Japanese language needs analysis” isimli çalışmasında kullandıkları anketten Türkçeye uyarlanıp geliştirilen ve iki bölümden oluşan “Türkçeyi Öğrenmedeki İhtiyaçlara Yönelik Anket” kullanılmıştır. Anketin kapsam geçerliliğini sağlamak üzere 17 kişi ile pilot uygulama yapılmış, alınan dönütler doğrultusunda uzman görüşü de alınarak ankete son şekli verilmiştir. 179 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ c. Katılımcılar Ankete, Avrupa Konseyi Ortak Dil Kriterlerine (CEFR) uygun olarak Saraybosna Yunus Emre Türk Kültür Merkezinde oluşturulan4 A1, A2 ve B1 kurlarında öğrenim gören 180 kursiyer katılmıştır. Araştırmaya katılan 180 kişiye ait katılımcı bilgileri aşağıdaki tabloda yer almaktadır: 45 67 30 18 Lise:6 Üniversite:٣ Yüksek Lisans:1 Doktora: 1 11 Lise: 33 Üniversite: ٩٧ Yüksek Lisans: 33 Doktora: 6 Diğer: 11 180 Üniversite: ٧ Yüksek Lisans: 2 Boşnakça:11 Boşnakça: 176 Sırpça: 2 Hırvatça: 1 Almanca: 1 9 Lise: 9 Üniversite: ٢١ Yüksek Lisans: 7 Doktora: 2 Diğer: 6 Lise: 10 Üniversite: ٣٧ Yüksek Lisans: 13 Doktora: 2 Diğer: 5 Lise: 5 Üniversite: ١٦ Yüksek Lisans: 8 Doktora: 1 Lise:3 Üniversite:١٣ Yüksek Lisans:2 Boşnakça:45 Boşnakça: 64 Sırpça: 2 Almanca: 1 Boşnakça: 29 Hırvatça: 1 Boşnakça:18 Kadın: 9 Erkek: 2 Kadın: 145 Erkek: 35 Boşnakça:9 Kadın: 35 Erkek: 10 Kadın: 56 Erkek: 11 Kadın: 23 Erkek: 7 Kadın: 15 Erkek: 3 30,63 27,21 Kadın: 7 Erkek: 2 26,33 26,35 29,75 24,75 Öğ re n c i Sayısı B1.4 30,66 Eğitim Durumu TOPLAM B1.2 A2.2 A2.1 A1.2 A1.1 Tablo 1: Katılımcı Profili Y a ş Kur O r t a - Cinsiyet Ana dili laması Saraybosna YETKM’de Türkçe öğrenen öğrencilerin 45’i A1.1, 67’si A1.2, 30’u A2.1, 18’i A2.2, 9’u B1.2 ve 11’i B1.4 kuru öğrencileridir. Kursta B1.1, B1.3, 4 “Yeni Hitit Dil Öğretim Seti” esas alınıp Avrupa Konseyi Ortak Dil Kriterlerine (CEFR) uygun olarak hazırlanan ve Yunus Emre Türk Kültür Merkezlerinde kullanılan Türkçe kurslarındaki kur düzeni Ek.1’de verilmiştir. 180 B2.1, B2.2, C1.1 ve C1.2 öğrencisi yoktur. Katılımcıların kur seviyeleri incelendiğinde ilerleyen kurlarda öğrenci sayılarının azaldığı görülmektedir. A2 ve üzeri kurlara yükselen kursiyerler öğrendikleri Türkçeyi yeterli bulmakta ve sonraki kurlara devam etmemektedir. A2 seviyesindeki bir bireyin kendini ifade edebilecek ve gündelik sorunlarını çözebilecek Türkçe bilgisine ulaşması, katılımcıların çoğu için yeterli gelmektedir. Katılımcıların 176’sının ana dili Boşnakça, 2’sinin Sırpça, 1’inin Hırvatça ve 1’inin Almancadır. Çalışmaya katılan 180 kişiden 145’i kadın, 35’i erkektir. Bosna Hersek’te kadınların Türkçeye olan ilgilerinin erkeklere oranla 4 kat daha fazla olduğu görülmektedir. Türkçe öğrenen 180 kişinin yaş ortalaması 27’dir. Katılımcıların 33’ü lise, 97’si üniversite, 33’ü yüksek lisans ve 6’sı doktora mezunudur. Üniversite, yüksek lisans ve doktora mezunlarının oranının %75 olması Bosna Hersek’te Türkçe öğrenmek isteyen kursiyerlerin çoğunlukla yüksek öğretimlerine devam eden veya yüksek öğretimlerini tamamlamış olan kişiler olduğunu göstermektedir. Diğer seçeneğini işaretleyen 11 kişi ise meslek okullarından mezun olan kişilerdir. Saraybosna YETKM’de Türkçe öğrenen ve ankete katılan kursiyerlerin meslek dağılımı şöyledir: Katılımcılardan 94’ü öğrenci, 12’si iktisatçı, 9’u hukukçu, 9’u profesör, 8’i doktor, 5’i otelcilik ve turizm danışmanı, 5’i ev hanımı, 3’ü tercüman ve 3’ü yöneticidir. Ankete katılanlar arasında ayrıca 2’şer finans danışmanı, gazeteci, grafik mühendisi, iletişim teknisyeni, makine mühendisi, mimar ve 1’er araştırma görevlisi, asistan, bilgisayar teknisyeni, biyokimya mühendisi, doğu bilimci, eczacı, elektrik elektronik mühendisi, emekli, esnaf, etnomüzikolog, ilahiyatçı, muhabir, postacı, sağlık memuru, siyaset bilimci, subay, tekstil kalıpçısı, veteriner ve ziraat mühendisi bulunmaktadır. Katılımcıların Saraybosna YETKM’de Türkçe öğrenme süreleri aşağıdaki gibidir: Katılımcılardan 68 kişi 0-4 aylık, 51 kişi 4-8 aylık süreçten beri Saraybosna YETKM’de Türkçe öğrenmektedir. Bu kişiler A1 seviyesinde Türkçe kursuna devam etmektedir. İlerleyen zaman diliminde katılımcıların sayısı düşmüştür. 8-12 ay arası 19 kişi, 1-2 yıl arası 35 kişi, 3 yıl ve daha fazla zamandan beri Türkçe BİLDİRİ KİTABI II öğrenenler 7 kişidir. Katılımcıların kurlara göre dağılımlarını incelerken de belirttiğimiz gibi ilerleyen kurlarda ve sürelerde öğrencilerin kursa devam etme oranı azalmaktadır. Ayrıca kursların süresi uzayınca genellikle öğrenciler kurslara ara vermekte, daha sonra ise tekrar kaldıkları yerden devam etmek istemektedirler. Bu gibi durumlarda Türkçe kursuna ara veren öğrenciler öğrendiklerini unutabilmekte ve bazı kurlarda tekrar öğrenim görmeleri gerekmektedir. Katılımcılar arasında Saraybosna YETKM’e kayıt olmadan önce -merkez dışında- farklı kurum veya çevrelerde Türkçe öğrenen kursiyerler bulunmaktadır. Saraybosna YETKM dışında Türkçe öğrenen kursiyerlerin dağılımı şu şekildedir: Ankete katılan kursiyerlerden 117’si Saraybosna YETKM’de kursa başlamadan önce merkez dışında bir kurumda veya çevrede Türkçe öğrenmemiştir. Bu durum Bosna Hersek’te Türkçe bilen kişi sayısının artış göstermesinde Saraybosna YETKM’in etkinliğini ortaya koymaktadır. 23 kişi Türkçeyi aileden, arkadaşlarından, televizyondan ve dizilerden öğrenmiş, sonra kursa kayıt olmuştur. Ankete katılanlardan 19’u üniversitede/halk eğitim merkezinde, 11’i ortaöğretimde/ ilköğretimde, 11’i Bosna Hersek’te farklı dil kurslarında ve 3’ü Türkiye’deki kurslarda Türkçe öğrenmiştir. 3 kişi ise diğer seçeneğini işaretlemiştir. Ankete katılan kursiyerler, genellikle Türkiye’yi ve İstanbul’u daha önce ziyaret etmiş ve olumlu izlenimler edinmiş kişilerdir. Bu durum onları Türkçe öğrenmeye teşvik etmektedir. Kursiyerlerin Türkiye’yi ziyaret edip etmediklerine ve ziyaret edenlerin Türkiye’de ne kadar süreyle kaldıklarına ilişkin dağılımlar aşağıdaki gibidir: Çalışmaya katılan 180 kişiden 139’u daha önce Türkiye’yi ziyaret etmiş, 41’i ziyaret etmemiştir. Türkiye’yi ziyaret eden 139 kişiden 132’si Türkiye’de 1 seneden az, 4’ü 1-2 yıl arası, 3’ü 3-4 yıl arası kalmıştır. Bosna Hersekliler genellikle iş, eğitim, akraba ziyareti veya turist olarak Türkiye’ye gitmektedir. Katılımcıların Türkiye’ye gitme sebeplerine ilişkin dağılım şöyledir: Katılımcılardan 112’si turistik amaçla, 22’si akraba ziyareti için, 12’si iş için, 11’i eğitim veya öğrenci değişim programıyla Türkiye’yi ziyaret etmiştir. “Diğer” seçeneğini işaretleyen 14 kişi okul gezisi veya Yunus Emre Enstitüsü’nün düzenlediği “Yunus Emre Türkçe Yaz Okulu” etkinliği kapsamında Türkiye’ye gitmiştir. Bosna Hersek’te Türkçe öğrenen kursiyerler, Türkiye’de Türkçe öğrenen yabancılar gibi sınıf dışında Türkçe pratik yapma imkânına sahip değildir. Kursiyerlerin sınıf dışında Türkçeyi ne zaman kullanabildiklerine ilişkin dağılım şöyledir: Kursiyerlerden 116’sı Türkçe bilen insanlarla konuşmak, 20’si Türkçe bilen insanlarla e-posta, mektup, kart vb. yazışmak için Türkçe öğrenmektedir. Türkçe öğrenen 48 kişi Türkçeyi günlük hayatında nadiren kullanacağını; 14 kişi hiç kullanmayacağını düşünmektedir. 9 kişi ise iş hayatında kullanacağını düşündüğü için Türkçe öğrenmektedir. Daha önce Türkiye’yi ziyaret etmiş olsun veya olmasın kursiyerlerin tamamı Türkiye’yi ziyaret etmek istemektedir. Kursiyerlerin Türkiye’yi ziyaret etmek isteyip istemediklerine ilişkin dağılım şu şekildedir: Katılımcıların 53’ü iş için, 21’i akraba ziyareti için, 98’i yabancı öğrenci olarak veya öğrenci değişim programıyla, 133’ü ise turist olarak Türkiye’ye gitmek istemektedir. d. Süreç Bosna Hersek, yönetim açısından Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti olmak üzere iki küçük devlete ayrılmaktadır. Ülkenin resmi dilleri Boşnakça, Sırpça ve Hırvatçadır. Kullanılan üç dil, yapısı ve kelime hazinesi bakımından benzerlikler göstermektedir. Farklı olarak Sırpça, Kiril ve Latin alfabesi ile yazılırken; Hırvatça ve Boşnakça resmi olarak Latin alfabesi ile yazılmaktadır. Uygulama anketi katılımcıların yönergeleri daha iyi anlamaları ve doğru cevap verebilmeleri için Latin alfabesiyle düzenlenmiştir. Anket formu, Saraybosna Yunus Emre Türk Kültür Merkezinde görevli, ana dili Boşnakça olan ve ileri derecede Türkçe bilen Türkoloji ve Projeler Sorumlusu Dženana Bračković tarafından Boşnakçaya çevrilmiştir. Uygulama 2013 yılı Şubat ayı içerisinde Türk dili okutmanları Ahmet Hattatioğlu, Mustafa Yıldız, Yunus Cünedioğlu, Beyza Koç, Elif Selin Çalık, Ecem Çelik, Mustafa Ilgar, Murat Durmaz ve Önder Çan- 181 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ gal tarafından gerçekleştirilmiştir. Anket verileri ana dili Boşnakça, Sırpça ve Hırvatça olan ve iyi derecede Türkçe bilen Yunus Emre Türk Kültür Merkezi görevlileri tarafından ana dillerden Türkçeye çevrilmiş, daha sonra bilgisayar ortamına aktarılmıştır. Verilerin sayısal olarak ifadesinde aritmetik ortalama ve yüzdeler esas alınmış, gruplara ait sonuçların karşılaştırılmasında varyans analizi yapılmıştır. 3. BULGUL AR VE DEĞERLENDİRME Saraybosna YETKM’de uygulanmak üzere hazırlanan “Türkçeyi Öğrenmedeki İhtiyaçlara Yönelik Anket”in ikinci kısmında, Saraybosna Yunus Emre Türk Kültür Merkezinde Türkçe öğrenen kursiyerlerin Türkçe öğrenme ihtiyaçlarını sorgulayan 28 yönerge yer almaktadır. Bildirinin bu bölümünde anketin ikinci kısmında yer alan 28 yönergeden 12’si ele alınacaktır. 1.Yönerge: Türkiye’de yüksek öğretim kurumlarında eğitim almak istediğim için Türkçe öğreniyorum. Yukarıdaki tabloda Türkiye’de yüksek öğretim kurumlarında eğitim almak istedikleri için Türkçe öğrenen kursiyerlerin olup olmadığı sorgulanmıştır. Ankete katılan kursiyerlerin %44’ü Türkiye’de yüksek öğretim görmek için Türkçe öğrendiğini belirtmiştir. Türkiye’deki üniversitelere başvuran Bosna Hersekliler hazırlık sınıfında Türkçe öğrenmek yerine Bosna Hersek’te Türkçe öğrenip sınavla hazırlık sınıfını geçmek istemektedir. Kursiyerlerin %27’si Türkçe öğrenmeleri için böyle bir ihtiyaçları olduğunu düşünmemekte, %19’u kararsız kalmaktadır. Türkiye son yıllarda yüksek öğretim kurumlarıyla ve yurt dışından gelip eğitim almak isteyen öğrencilere verdiği desteklerle ön plana çıkmaya başlamıştır. Özellikle devlet üniversitelerine gelen öğrenciler arasından başarılı olanlara karşılıksız olarak burs sağlanması Türkiye’deki yüksek öğretim kurumlarında eğitim almak isteyen öğrenci adaylarını harekete geçirmekte, Türkiye’yi hayat şartları daha pahalı olan Amerika ve Avrupa ülkeleri karşısında çekici hale getirmektedir. 2.Yönerge: Alanımla ilişkili akademik/teknik Türkçeyi anlayabilmek için Türkçe öğreniyorum. 182 Tablo 11’de kursiyerlerin kendi alanlarıyla ilgili olarak akademik veya teknik Türkçeyi anlamayı hedefleyip hedeflemedikleri ölçülmüştür. Ankete katılanların %78’i Türkçenin kendilerine akademik veya mesleki anlamda bir şeyler katacağını düşünmekte ve Türkçe öğrenmektedir. Kursiyerlerin 33’nün yüksek lisans, 6’sının doktora yaptığı dikkate alındığında akademik anlamda Türkçe öğrenmek istemelerinin nedeni daha iyi anlaşılabilmektedir. Ankete katılanların %10’u bu durumu ihtiyaç olarak görmemekte, %12’si kararsız kalmaktadır. 3.Yönerge: Türkçenin bana yeni iş imkânları sunacağını düşündüğüm için Türkçe öğreniyorum. Bosna Hersek’te üniversite eğitimini tamamlamış kişilerin çoğu uzmanlık alanında iş bulamamakta farklı alanlara yönelmektedir. Ankete katılan kursiyerlerin %92’si Türkçe öğrenerek yeni iş imkânlarına kavuşacaklarını düşünmektedir. Bosna Hersek’te çok sayıda Türk kurum ve kuruluşu ile özel firma mevcuttur. Bu kurumlarda çalışabilmek için işe başvuracak adayların Türkçe bilmesi gerekmektedir. Bosna Hersek’e gelen Türk turistler için hizmet veren turizm firmaları da rehberlik hizmetleri için Türkçe bilen Bosna Herseklileri işe almakta, işe giren rehberler Türkiye’ye giden Bosna Herseklilere veya Bosna Hersek’e gelen Türklere rehberlik yapmaktadır. 4.Yönerge: Türkiye’de alanımla ilgili bir meslekte çalışabilmek için Türkçe öğreniyorum. Tablo 13’de görüldüğü üzere ankete katılan kursiyerlerin %69’u kurs sonunda öğrenecekleri Türkçe ile Türkiye’de kendi uzmanlık alanlarıyla ilgili bir meslekte çalışmak istemektedir. Kursa katılan 180 kursiyerden 94’ü öğrencidir. Fakülteden mezun olup meslek hayatlarına başlayacak olan öğrencilerin Türkçe sayesinde iş sahalarını genişletmeyi düşündükleri görülmektedir. Öğrencilerin yanı sıra meslek sahibi olan kursiyerlerden de Türkiye’de çalışmak isteyenler olduğu görülmektedir. Ankete katılanların %12’si Türkiye’ye gitmek ve orada çalışmak istememekte, %16’sı kararsız kalmaktadır. 5.Yönerge: Gerektiğinde Türk ziyaretçilere Bosna Hersek’te rehberlik edebilmek için Türkçe öğreniyorum. (örneğin; ilgi çekici yerlerden bahsetme, yer yön tarif etme, uyarılarda bulunma) BİLDİRİ KİTABI II Bosna Hersek turistik bir ülkedir. Özellikle farklı kültürlerden motifler sunan başkent Saraybosna ve Mostar şehri her yıl binlerce turisti ağırlamaktadır. Bosna Hersek’e Türkiye’den de çok sayıda turist gelmektedir. Yukarıdaki tabloya göre ankete katılan kursiyerlerin %53’ü Bosna Hersek’e gelen Türk ziyaretçilere rehberlik edebilmek için Türkçe öğrenmektedir. Burada rehberlik hem mesleki anlamda hem de gelen akrabalara ya da misafirlere yardım etme anlamında düşünülmektedir. Bosna Hersek’teki işsizlik sorunu göz önüne alındığında rehberliğin önemli bir iş imkânı olduğu görülmektedir. Kursiyerlerin %29’u rehberlik etmeyi düşünmemekte, %17’si kararsız kalmaktadır. 6.Yönerge: Türkçenin dünya dili olacağını düşündüğüm için Türkçe öğreniyorum. Tablo 15’de görüldüğü üzere ankete katılan kursiyerlerin %61’i Türkçenin ilerleyen yıllarda dünya dili olacağını düşünmekte ve bu yüzden Türkçe öğrenmek istediğini belirtmektedir. Kursiyerlerin %16’sı Türkçenin dünya dili olacağını düşünmemekte, %23’ü ise bu durum karşısında kararsız kalmaktadır. 7.Yönerge: Türk dizilerini anlayabilmek için Türkçe öğreniyorum. Tablo 16’da bölgede insanların hayatlarına yön veren ve Türkçe öğrenmelerine yardım eden Türk dizilerini anlamanın, Bosna Herseklilerin Türkçe öğrenmek istemelerinde bir ihtiyaç olarak görülüp görülmediği sorgulanmaktadır. Ankete katılan kursiyerlerin %35’i Türk dizilerini anlayabilmek için Türkçe öğrendiğini belirtmekte, %44’ü ise bu duruma katılmamakta, %21’i ise kararsız kalmaktadır. Türk dizileri diğer Balkan ülkelerinde olduğu gibi Bosna Hersek’te de geniş izleyici kitlelerine sahiptir. Diziler Bosna Hersek kanallarında Boşnakça alt yazılı olarak Türkçe yayınlanmaktadır. Ülkede sadece dizileri izleyerek Türkçe öğrenen Bosna Hersekliler vardır. Öyle ki dizilerden kulak dil alışkanlığıyla Türkçe öğrenen bu insanların telaffuzu bazen şaşırtıcı düzeyde iyi olabilmektedir. 8.Yönerge: Türkiye’ye tatile gitmek istediğim için Türkçe öğreniyorum. Türkiye her yıl milyonlarca turiste ev sahipliği yapmaktadır. Bosna Hersekliler de tatil için Türkiye’yi sık sık tercih etmekte, özellikle İstanbul’u ziyaret etmektedir. Bosna Herseklilerin Türkiye’yi tercih etmesinde Türkiye’de akrabalarının olması da etkili olmaktadır. Kursiyerlerin %83 ü Türkiye’ye tatile gittiklerinde kullanabilmek için Türkçe öğrenmek istediklerini belirtmekte, %8’i bunu ihtiyaç olarak görmemekte, %8’i ise kararsız kalmaktadır. 9.Yönerge: Bir Türk ile evlenmek istediğim için Türkçe öğreniyorum. Bosna Hersek ve Türkiye arasındaki yakın ilişkiler iki ülke insanlarının birbirlerine karşı duydukları yakınlık ve gösterdikleri öz veriden kaynaklanmaktadır. Savaş yıllarında Türkiye’ye göç eden Müslüman Bosna Hersekliler ile Türkler arasında gerçekleştirilen evlilikler akrabalık bağlarının kurulmasını sağlamıştır. Tablo 18’de bu bakış açısının Bosna Herseklilerin Türkçe öğrenmesine etkisi olup olmadığı sorgulanmıştır. Ankete katılan kursiyerlerin %19’u bir Türk’le evlenmek istediği için Türkçe öğrendiğini belirtmiştir. %22’si bu konuda kararsızdır. Ankete katılan kursiyerlerin %59’u ise bir Türk ile evlenmeyi Türkçe öğrenmek için ihtiyaç olarak görmemektedir. 10.Yönerge: Türk kültürünü ve tarihini tanıyabilmek için Türkçe öğreniyorum. Yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere kursiyerlerin %92’si Türk kültürünü ve tarihini tanıyabilmek için Türkçe öğrenmektedir. Ankete katılanların yalnızca %5’i Türk kültürünü ve tarihini öğrenmeyi ihtiyaç olarak görmemekte, %3’lük bir kısım ise konuyla ilgili olarak kararsız kalmaktadır. 11.Yönerge: İlerleyen yıllarda Türkiye’de yaşamak istediğim için Türkçe öğreniyorum. Ankete katılan kursiyerlerin %77’si daha önce çeşitli nedenlerle Türkiye’ye gitmiş ve ülkeyi tanıma fırsatı bulmuştur. Bu durum kursiyerlerin ilerleyen yıllarda Türkiye’de yaşamak istemelerine olumlu etki yapmaktadır. Nitekim kursiyerlerin %51’i ilerleyen yıllarda Türkiye’de yaşamak istediği için Türkçe öğrenmek istemekte, %28’i Türkiye’de yaşamak konusunda kararsız kalmaktadır. Kursiyerlerin %21’inin Türkçe öğrenme amacı ise Türkiye’de yaşamak değildir. 12.Yönerge: Kişisel gelişimimi artırmak için Türkçe öğreniyorum. 183 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Tablo 21’de görüldüğü üzere ankete katılan kursiyerlerin %99’u kendisini geliştirebilmek amacıyla Türkçe öğrenmek istemektedir. Yalnızca 1 kişi Türkçe öğrenmenin kişisel gelişimine katkı sağlayacağını düşünmemektedir. 4. S O N U Ç VE ÖNERİLER Saraybosna YETKM’de Türkçe öğrenmek isteyen Bosna Herseklilerden liseye devam edenler üniversite eğitimleri, fakülteye devam edenler ise yüksek lisans ve doktora eğitimleri için Türkiye’ye gitmek istemektedir. Türkiye’nin eğitim almak isteyen diğer ülke vatandaşlarına vermiş olduğu destekler ve Türkiye’deki hayat pahalılığının diğer Avrupa ülkelerine ve Amerika’ya nazaran daha ucuz olması Türkiye’de eğitimi çekici hale getirmektedir. Bu durum Türkiye’de yüksek öğretim görmek isteyen Bosna Hersekliler için Türkçe öğrenme ihtiyacı doğurmaktadır. Uygulanan mevcut kur sisteminde öğrenci ara vermez ve sınavlarda başarılı olursa 288 saat (48 hafta) sonunda A2 seviyesi tamamlanmaktadır. Önceden planlama yapan ve Türkçe öğrenmeye erken başlayan kursiyerler için bu süre sorun teşkil etmemektedir. Fakat Türkiye’de eğitim alma kararını geç veren öğrencilerin yeterli seviyede Türkçe öğrenmesi mümkün olmamaktadır. Türkiye’de akademik eğitim almak isteyen öğrenciler için temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri seviyede üçer veya dörder aylık dil öğretim paketleri hazırlanması önerilebilir. Temel gereksinimlere yönelik Türkçe öğrencilere verildikten sonra ilerleyen dönemlerde kişilerin alan ihtiyaçlarına cevap verebilecek “akademik Türkçe” çalışmaları yürütülebilir, kurslar bu doğrultuda düzenlenebilir. İnsanların eğitim ihtiyaçları giderildikten sonra iş bulma durumu bir ihtiyaç olarak kendini göstermektedir. Bosna Hersek’te işsizlik oranı Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı verilerine göre %43’tür. IMF ise kayıt dışı istihdamın da fazla olması sebebiyle bu oranı %27,60 olarak açıklamaktadır. Ülkede fakülteden mezun olan insanlar genellikle uzmanlık alanlarına uygun iş bulamamakta, farklı alanlara yönelmek 184 zorunda kalmaktadır. İş bulanlar ise cüzi rakamlar karşılığında az ücret çok mesai şeklinde çalışmaktadır. Bu durum insanları arayışa yöneltmektedir. İş bulmakta sıkıntı yaşayan Bosna Hersekliler Türkiye’de uzmanlık alanlarına uygun bir iş bulacaklarını düşünmekte ve Türkçe öğrenmektedir. Her yıl Türkiye’den Bosna Hersek’e çok sayıda Türk turist gelmektedir. Turizm acenteleri gelen turistlere rehberlik yapmaları için hem Türkçeyi hem de bölgeyi iyi bilen çalışanlara ihtiyaç duymaktadır. Yine Bosna Hersek’te hizmet veren Türk kurum ve kuruluşları da Türkçe bilen çalışanları işe almak istemektedir. Bu durum Bosna Hersekliler için istihdam anlamına gelmektedir. Kursa devam eden kursiyerlerin yarısının öğrenci olması, hayata atılma aşamasında olan bu insanların gerek Türkiye’de gerekse Bosna Hersek’te iş bulabilmek için Türkçe öğrenmeyi seçtiklerini göstermektedir. Dillerin gelişmişliği ülkenin siyasî, ekonomik ve askerî anlamda güçlü olmasıyla doğru orantılıdır. Güçlü devletler belirledikleri dil politikalarıyla birlikte dillerini de güçlendirmektedir. Bugün dünyanın önde gelen ülkelerinden olan İngiltere, Almanya ve Fransa dillerini diğer ülkelere öğretmektedir. Güçlü ülkelerin dillerini bilen insanlar yeni iş imkânlarına ve daha iyi hayat şartlarına sahip olmada avantajlı konuma geçmektedir. Türkiye’nin hızla gelişmekte olduğunu düşünen insanlar ilerlemeyle doğru orantılı olarak Türkçenin de dünya dili olacağını düşünmekte ve Türkçe öğrenmek istemektedir. Bu anlamda gerekli çalışmaların yapılarak Türkçenin yabancı dil olarak öğretilmesi hususunun devlet politikası olarak kabul edilmesi ve ona uygun olarak düzenlenmesi gerekmektedir. Yunus Emre Türk Kültür Merkezleri bu anlamda geç kalınmış; fakat kısa sürede hızla büyüyen Yunus Emre Enstitüsünün birer koludur ve Türkçe öğretiminin yurt dışında devlet desteğiyle sistemli bir şekilde gerçekleştirilmesi amacıyla kurulmuştur. Bosna Hersekliler Türkiye’ye karşı kökleri geçmişe dayanan bir yakınlık duymakta, bu yakınlık kendisini farklı şekillerde göstermektedir. Bölgede gösterilen Türk dizilerine duyulan ilgi bunlardan bir tanesidir. Diziler Bosna Hersek kanallarında Boşnakça alt yazılı BİLDİRİ KİTABI II olarak Türkçe yayınlanmaktadır. Dizileri takip eden insanlar Türk insanını ve onların yaşantılarını merak etmekte, Türkçe öğrenmeye başlamaktadır. Ülkede sadece dizileri izleyerek Türkçe öğrenen Bosna Hersekliler vardır. Öyle ki dizilerden kulak dil alışkanlığıyla Türkçe öğrenen bu insanların telaffuzu bazen şaşırtıcı düzeyde iyi olabilmektedir. Bu kişiler öğrendikleri Türkçeyi Türkiye’ye gerçekleştirecekleri turistik gezilerde kullanabilmeyi hedeflemektedir. Ayrıca anket sonuçlarına göre bu kişilerin yanı sıra Türkiye’ye düzenli olarak tatile gittikleri için Türkçe öğrenen %83’lük bir kesim mevcuttur. Tatil için her yıl Türkiye’yi seçen bu insanlar için günlük işlerini gerçekleştirebilecekleri ve ihtiyaçlarını giderebilecekleri derecede Türkçe bilmeleri yeterli olmaktadır. Buna uygun olarak dil öğretim paketi hazırlanması öğrencilerin işlerini kolaylaştıracak ve hedefe uygun olarak dil öğretiminin gerçekleşmesi sağlanmış olacaktır. İki ülke arasındaki yakınlığı ortaya koyan bir diğer unsur geçmişten günümüze kız alıp kız verme şeklinde kurulan akrabalık bağlarıdır. Günümüzde Türkiye’de yaşayıp evlenme çağına gelen ve Bosna Hersek’le herhangi bir şekilde bağı olan erkekler özellikle Bosna Hersek’teki İslamiyet’i benimsemiş olan Boşnak nüfus içerisinden bayanlarla evlenmek istemektedir. Bunun nedeni bölge insanının Slav toplumlarında olduğu gibi sarışın, renkli gözlü, uzun boylu olması ve dini yönden aynı değerleri taşımasıdır. Boşnak aileler de genellikle kızlarını Bosna Hersek’e göre gelişmiş bir ülke olan Türkiye’ye gelin etmeye sıcak bakmaktadır. Ankete katılan kursiyerlerin %19’unun bir Türk’le evlenmek istediği için Türkçe öğrendiğini belirtmesi bu durumun Türkçe öğrenmede ihtiyaç halini aldığını göstermektedir. Ankete katılan kursiyerlerin %92’si Türk kültürünü ve tarihini tanıyabilmek için Türkçe öğrendiklerini ifade etmektedir. Kültürel ve tarihî bağlar sebebiyle Türkçeye yönelen bu insanlar için Türkçe kurslarının dışında kalan kültürel etkinliklerin artırılması ve düzenli olarak gerçekleştirilmesi yerinde olacak, bölge insanının Türkçeye olan ilgisinin daha da artması sağlanacaktır. Kursiyerlerin %77’si daha önce Türkiye’yi zi- yaret etmiş ve farklı şehirleri gezme imkânı bulmuştur. Türkiye’ye giden bu insanlar Türkiye’den ve İstanbul’dan oldukça etkilenmiştir. Bu etkilenme kursiyerlerin %51’inin ilerleyen yıllarda Türkiye’de yaşamak istemelerine neden olacak kadar güçlüdür. İlerleyen yıllarda Türkiye’de yaşamak isteyen bu insanlar şimdiden Türkçe öğrenmektedir. Ayrıca Türkçe öğrenmeyi seçen kursiyerlerin %99’u öğrenecekleri yeni dilin kendilerini geliştireceğini düşünmekte ve kişisel gelişimlerini artırmak adına Türkçe öğrenmek istemektedir. K AY N A K L A R Ayaz H. ve Akkaya, A. (2009). Yabancılara Türkçe Öğretiminde Karşılaşılan Sorunlar Üzerine Bazı Düşünceler., E. Uzun, E. Gökmen ve C. Kurt. (Editörler). Yabancı Dil Olarak Türkçe Öğretiminde Yeni Çalışmalar-8. Dünyada Türkçe Öğretimi Sempozyumu Bildirileri. Ankara 2010. Ankara Üniversitesi Basımevi, ss. 214-218. Balçıkanlı, C. (2010). A study on needs analysis of learners of Turkish language. Sino-US English Teaching, 7 (1). Berwick, R. (1989). Needs assessment in language programming: from theory to practice. In: Johnson, R. K. (Ed). The second language curriculum (pp.48-62). Cambridge: Cambridge University Press. Burnaby, B. (1997). Second language teaching approaches for adults. In: G. R. Tucker and D. Corson. (Ed.). Encyclopedia of Language and Education, Volume 4: Second Language Education, (pp.95-104). Netherlands: Kluwer Academic. Chaudron, C., Doughty, C. J., Kim, Y., Kong, D.-K, Lee, J., Lee, Y.-G, Long, M. H., Rivers, R. & Urano, K. (2002). A taskbased needs analysis of a Korean as a foreign language program. Paper presented at the National Council of Organizations of Less Commonly Taught Languages 5th National Conference, Washington, D. C., April. Çalışkan, N. ve Bayraktar, S. (2012). Yabancılara Türkçe Öğretimi Konusunda Bir İhtiyaç Analizi: Kahire Yunus Emre Türk Kültür Merkezi Örneği. VII. Uluslar arası Türk Dil Kurultayı, 24-28 Eylül. Ankara. Demircan, Ö. (2005). Yabancı-Dil Öğretim Yöntemleri. İstanbul: Der. Hengirmen, M. (1993). Türkçenin yabancı dil olarak öğretimi. Ankara Üniversitesi TÖMER Dil Dergisi, (10), 5-19. 185 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Iwai, T., Kondo, K., Limm, S. J. D., Ray, E. G., Shimizu, H., and Brown, J. D. (1999). Japanese language needs analysis. http://www.nflrc.hawaii.edu/Networks/NW13/NW13.pdf adresinden 12 Eylül 2012’de alınmıştır. Selvi, E. Z. (2010). Eğitimde İhtiyaç Analizi: Kültür ve Turizm Bakanlığı Örneği. Uzmanlık Tezi, Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü, Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı. International Monetary Fund (2011). Bosnia and Herzegovina. http://www.imf.org/external/index.htm adresinden 16 Nisan 2013’de alınmıştır. Songhori, M. H. (2008). Introduction to Needs Analysis. English for Specific Purposes World, 7 (4), 1-25. http://www.espworld.info/Articles_20/issue_20.htm adresinden 13 Eylül 2012’de alınmıştır. Kaewpet, C. (2009). A Framework for Investigating Learner Needs: Needs Analysis Extended to Curriculum Development. Electronic Journal of Foreign Language Teaching 6 (2). http://e-flt.nus.edu.sg/v6n22009/kaewpet.htm adresinden 10 Eylül 2012’de alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı (2013), Genel Ekonomik Durum. Web: http://www.ibp.gov.tr/pg/section-pg-ulke. cfm?id=Bosna%20Hersek adresinden 21 Mart 2013’de alınmıştır. Richards, J. C. (2005). Curriculum Development in Language Teaching. (4th printing). Cambridge: Cambridge University. Yalden, J. (1987). Principles of course design for language teaching. Cambridge: Cambridge University Press. 186 BİLDİRİ KİTABI II DİRENİŞ VE DİRİLİŞ’İN ŞİİRE DÜŞEN AKS’İ: ARİF AY’IN ŞİİRİNDE KUDÜS VE BOSNA ECHO OF RESISTANCE AND RESURRECTION FALLEN IN THE POETRY: JERUSALEM AND BOSNIA IN ARIF AY’S POEM Özden APAYDIN1 ÖZET ABSTRACT Son dönem Türk şiirinin önemli isimlerinden biri olan Arif Ay, şiirinin temelini umut ve direniş kavramlarını merkeze oturtarak oluşturmuştur. Şüphesiz diriliş, ancak direniş ve umudun olduğu yerde gerçekleşir. Bu nedenle Arif Ay’ın şiirlerinde direniş, beraberinde diriliş’i getiren zor ama onurlu bir süreçtir. Şairin şiirlerinde, zulmün olduğu yerde insan olmanın gereği olarak bir “karşı koyuş’ vardır. Bu nedenle Kudüs ve Bosna, bu kavramların birer simgesi olarak şairin eserlerinde sıkça görülmektedir. Çünkü her ikisi de İslam medeniyetinin yaşatıldığı yerlerdir. Ayrıca, şiirlerde şehir-insan-tarih üçlemesinin birbirini tamamlayan unsurlar olduğu ve geleceği de bu üç unsurun birbiriyle olan ilişkisinin şekillendireceği üzerinde durulmaktadır. Bu noktada direniş ve diriliş kavramları büyük önem taşımaktadır. Her iki eserdeki şehir-insan-tarih bütünleşmesini sağlayan ve geleceğini çizen de bu kavramlardır. Bu çalışma, Arif Ay’ın 2011’de yayımlanan Şiirimin Şehirleri adlı kitabındaki “Bosna, Âh Bosna” ve “Kudüs Konuşuyor” şiirlerini inceleme amacını taşımaktadır. Şiirlerde Kudüs direniş’in; Bosna ise hem direniş hem de diriliş’in simgesi olarak, bu kavramlar ışığında ele alınacaktır. Anahtar Kelimeler: Direniş, Diriliş, Bosna, Kudüs, Arif Ay. Arif Ay, one of the most important poets of recent epoch Turkish poetry, builds the base of his poetry by placing the concepts of hope and resistance on the centre of his poetry. Doubtless, resurrection exists where there are resistance and hope. Hence, resistance in Arif Ay’s poems is a hard but an honourable process bringing along resurrection. In his poems, where there is persecution, there is an ‘opposition’ as a result of being a human being. Hence, such as Jerusalem and Bosnia appear often as symbols of these concepts in the poet’s works because both cities are the places where Islamic civilizations took place. Furthermore, in the poems, the trio of city-human being-history are the elements complementing each other and it is told that the future will be formed by the relationship of these elements. At this point, the concepts of resistance and resurrection are of great importance. These are concepts in both works that provides the integrity of city-human being-history and drawing the future. This study aims to analyse “Bosnia, Ah Bosnia” and “Jerusalem İs Talking” poems published in Arif Ay’s book named “Poems of my Cities” in 2011. As in the poems, Jerusalem is a symbol of resistance; Bosnia is the symbols of resistance and resurrection, the cities will be dealt with in the light of these concepts. Key Words: Resistance, Resurrection, Bosnia, Jerusalem, Arif Ay. 1 Okt. Başkent Üniversitesi, Dil Araştırma ve Uygulama Merkezi, Türk Dili Bölümü, [email protected] 187 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde ‘direniş’ sözcüğünün anlamı olarak ‘direnme’ verilmiştir. Direnme(k) ise herhangi bir düşüncede, bir istekte veya bir durumda ayak diremek, inat etmek, ısrar etmek, taannüt etmek anlamına gelir. Direnişçi, direnme işini yapan kimsedir. Direnmek söz konusu olduğunda, direnişçinin karşısında bir tavrın olduğu muhakkaktır. Yani direnmek, esasında karşı tavrın olduğu durumlarda ortaya çıkan ve güç kazanan bir eylemdir. Koşulların her açıdan kişiye/gruplara/kitlelere uygunluğu söz konusu olduğunda herhangi bir direniş gerçekleşmemektedir. Ayrıca direniş bir farkındalık, bilinç ve idrak’in olduğu yerde varlığını gösterebilmektedir. ‘Diriliş’ ise Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde ‘dirilme işi, canlanma’ olarak geçer. İkinci bir anlam olarak ‘yeni bir atılımla güçlenme’ ifadesi verilmiştir. Üçüncü anlamı ise ‘dinî inanışlara göre ölümden sonra dirilme’ şeklinde açıklanmıştır. Diriliş, direnişten doğan ve onunla tamamlanan bir süreçtir. Her direnişin sonunda bir diriliş gerçekleşmesi mümkün değilken, her dirilişin öncesinde mutlaka bir direniş vardır. Tarih içinde bazı kişiler, milletler hatta şehir veya ülkeler zaman zaman bu iki sözcüğün simgesi durumuna gelmişlerdir. Çalışmanın konusu Arif Ay’ın şiirlerinde bu iki kavram için iki simge olan Bosna ve Kudüs’tür. Bosna ve Kudüs, İslam medeniyetinin izlerini taşıyan ve yıllar içerisinde birçok olaya sahne olmuş önemli yerlerdir. Bosna, Yugoslavya’nın çöküşü ile Bosna-Hersek adıyla 1992’de bağımsızlığını ilan etmiş ancak çok geçmeden başlayan savaş ile karşı karşıya kalmıştır. Üç yıldan fazla süren bu savaşta yüz binlerce Boşnak can vermiş, milyonlarca Boşnak ise yaralanmıştır. Bu süre boyunca Boşnaklar büyük bir direniş gösterek tüm dünyayı şaşırtmış ve ‘var olma’ mücadelesini sonuna kadar devam ettirmişlerdir. İlk olarak “Nisan 1992’de Srebrenitsa’nın hemen dışında bulunan Bratunac köyünde, 350 Bosnalı Müslüman, Sırp paramiliter ve özel polis güçleri tarafından ölümcül işkenceye tabi tutularak katledilmiştir.” (Alili, 2011:7). Böylece tarihe geçecek büyük bir kıyım baş- 188 lamıştır. Boşnaklar için önemli bir isim olan Aliya İzzebegoviç, savaşın çıkışını şu sözlerle açıklar: “Bosna-Hersek’e yönelik ilk saldırı 1 Nisan’da Sırbistan’dan gelen paramiliter birimlerin Bijeljina’ya hücumu ile başladı. Oysa çoğu insan Bosna’daki savaşın, Sırbistan ve Karadağ’dan gelen ve biçimsel olarak Titograd ve Uzice’deki JNA kolordularının parçası olan yedekler ve gönüllü birliklerin –önceden herhangi bir uyarıda bulunmaksızın- bir savaş kışkırtıcılığı, bir yağmacılık mantığı içinde Bosna’yı işgal ettikleri zaman başladığını düşünür.” (İzzetbegoviç, 2003:130). Yalnızca bir lider değil, aynı zamanda savaşın tanıklarından biri olarak İzzetbegoviç’in bu sözlerinden de anlaşıldığı üzere Bosna Savaşı sistemli bir biçimde, planlı olarak başlatılmıştır. Savaşın bitişi ise 14 Aralık 1995 tarihinde Paris’te imzalanan Dayton Antlaşması ile sağlanmıştır. “Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’in “adil olmasa da olabileceğinin en iyisi” dediği bu anlaşma türünün tek örneğidir. Anlaşmanın bir bölümü Bosna-Hersek Devleti’nin anayasal yapısını ortaya koyarken, Bosna Hersek adı verilen yeni bir devlet altında son derece karmaşık ve çok katmanlı bürokratik bir yapı öngördü. Anlaşma sonunda Bosna Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti adında iki oluşum yaratıldı. Etnik temellere dayalı oluşumların üzerinde ise zayıf bir otoriteye sahip merkezi bir hükümet ve entitisiteleri yansıtan ortak kurumlar oluşturuldu. Birbirleriyle savaşmış üç etnik toplumun yeniden bir arada yaşamasını ve Bosna Hersek’in tüm kurumlarıyla işlemesini amaçlayan Dayton Barış Antlaşması’nın sivil yönlerinin uygulanmasına ilişkin sorumluluk, Yüksek Temsilciliğe verilmişti.” (Alili, 2011:95-96). Bu antlaşma sonrasında Bosna halkı psikoloik, sosyolojik, ekonomik ve politik birçok açıdan yeniden dirilmenin çabası içine girmiştir. Bu dirilme ise şüphesiz savaş dönemindeki direnişlerinin sonucu olmuştur. Saraybosna’nın savunmasında aktif olarak görev alan ve savunmanın ilk hattında Donrinye’de Boşnakların Kültür Cemiyeti “Preporod’u kuran Necad İbrişimoviç’le yapılan bir söyleşide Bosna halkının savaş esnasında nasıl bir direniş ruhu sergilediği anlatılmaktadır: “Kaçılabilirdi ya da kalınabilirdi, ve ben kaldım. Ne savaşın ne olduğunu ne de bu kadar süreceğini biliyor- BİLDİRİ KİTABI II dum. Savaş beni Dobrinye’de yakaladı, hatta birkaç defa UMPROFOR halkı havaalanı pisti üzerinden kaçmaları için bıraktı, muhtemelen bu şekilde savunmayı zayıflatacaklarını umuyorlardı, ancak başaramadılar. Benim en çok sevdiklerim ve cesaret ve kararlılıklarıyla saldırganın Saraybosna’ya girmesini engeleyenler her zaman kalıyorlardı. Direnişin en zor olan ilk sekiz ayında en çok Boşnak kültür ve direniş ruhu hissediliyordu.” (Tezkire, 2006:33). İbrişimoviç ayrıca bu direnişin kaynağı olarak İslamiyet’i göstermekte ve inançlarının kendilerine nasıl bir güç verdiğini anlatırken şunları söylemektedir: “Sırplar, dünyayı gezdiler ve Müslümanları yedi günde öldüreceklerini ve çiğneyip geçeceklerini anlattılar ve büyük güçler de bunu tasvip ettiler. Ancak bu olmadı ve biz bugün de buradayız. Allah bize bunu muhafaza etmemiz için yardım etti, çünkü biz tek başımıza çok zor başarırdık.” (Tezkire, 2006:33). Bosna halkının uğradığı saldırının karşısında sergilediği büyük direniş, yok edilmek istenen bir milletin yeniden doğuşunu göstererek dünya tarihine geçmiştir. Bosna halkı için önemli bir isim olan Aliya İzzetbegoviç, dünyanın bu karşı koyuşla ilgili tepkilerini 9 Aralık 1993’te Saraybosna’da komuta merkezindeki Ahlak Yönetimi Semineri’nde yaptığı konuşmada dile getirmiştir: “Dünyayı iki kez dehşete düşürdük. Bununla ne kastediyorum? Açıklamaya çalışayım. İlk şaşkınlığa dayanıklılığımız ve direnişimiz neden oldu. Yirmi günde bozguna uğrayacağımız düşünülüyordu. İki ya da üç haftalık bir harekatın planlandığını gösteren belgeler bunu ispatlıyor. Eğer yanılmıyorsam, bu, başarılı direnişimizin yirminci haftası. Söz konusu olan yalnızca direnişimiz değil. Günden güne daha güçlü bir hale geldik.” (Begoviç, 2005:12). Aliya İzzetbegoviç de İbrişimoviç gibi bu direnişin dayanak noktasının inançları olduğunu düşünmekte ve müslüman olmalarının verdiği kuvvet ve umutla bu mücadeleyi sürdürdüklerini söylemektedir. Konuşmasının devamında direnişleri boyunca onları ayakta tutanın da bu güç olduğunu belirten İzzetbegoviç, öbür taraftan insanların kendi özgürlükleri ve kurtuluşları için de bilinçli bir şekilde savaştıklarını söyler: “Allah’a şükürler olsun. Elbette ki sadece O’na güvenmekle yetinmemeliyiz. Güçlü bir düşmanımız var. Her iki tarafın da temayüllerini göz önünde bulundu- racak olursak, bizim tedrici olarak güçlenmemize karşın düşmanımızın zayıf düştüğünü görebiliriz. Tüm zorluklara rağmen ordumuzun bu devamlı yükselişi, dünya tarafından merakla izleniyor. Yabancılar bana, sık sık direnmeyi nasıl başardığımızı soruyorlar. Kimi zaman onların da ordumuzla tanışmak, onun hakkında bilgi edinmek ve bu direnişin gizemini anlamaya çalışmak için, bugün benim geldiğim gibi, size gelmeyi arzuladıklarını hissediyorum. Nedir bu gizem? Her şeyden önce; insanlar, haklı bir amaç için, özgürlükleri için ve her şeyden daha fazla kendi kurtuluşları için savaştıklarının bilincindedirler. Görüyorsunuz işte; bu sıradan bir savaş değil. Bize yapmak istedikleri sıradan bir işgal değildi. Bu, bir ülkeyi ve bir halkı, bir daha asla var olmamak üzere ortadan kaldırma teşebbüsü idi. (Begoviç, 2005:2). Bu ortadan kaldırma çabası Boşnaklar üzerinde işe yaramamıştır. Büyük bir katliama uğrayan Bosna halkı, tüm bunlara rağmen savaşa son noktayı yine kendi mücadelesi ile koymuş ve yok olmadığını tüm dünyaya adeta haykırmıştır. Yalnızca Boşnaklar değil, Filistinli müslümanlar da yıllardır var olma mücadelesi vermekte ve tıpkı Boşnaklar gibi hayatta kalmak için direnmektedirler. Kudüs işte bu direnişin Ortadoğu’daki simgesi durumuna gelmiştir. İslamiyet, Hristiyanlık ve Musevilik için kutsal sayılması bu şehri oldukça önemli kılmaktadır. Günümüzde ikiye ayrılmış durumda olan şehir, tarih içinde defalarca kuşatılmış ve yıllarca da İsrail-Arap mücadelesine sahne olmuştur. Ortadoğu tarihçilerinden Bernand Lewis, Ortadoğu adlı ünlü eserinde bu mücadeleyi şöyle açıklar: “İsrail-Arap savaşlarının kökenleri, İsrail devletinin kuruluşundan daha öncesine, Arap liderliğinin orada bir Musevi vatanı oluşturulma çabasını engellemeye çalıştığı döneme kadar uzanır. Bu mücadele, henüz o günlerde Filistin adıyla tanınmayan topraklar Osmanlı imparatorluğu’na aitken başlamıştır. Bu mücadele, Filistin’de Museviler için milli bir vatan oluşturulması ilkesinin de yer aldığı İngiliz mandasının uygulanmaya başlamasından sonra ivme kazanmıştır.” (Lewis, 2011:452-453). Lewis, İsrail Devleti’nin kuruluşu ile ilgili de önemli tespitlerde bulunur ve bu kuruluşun öyküsünü şu sözlerle özetler: 189 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ “1945 yılında savaş bittiğinde, Avrupa’nın Almanya işgali altındaki bölgelerdeki Museviler’in çoğunluğu öldürülmüştü; sağ kalan birkaç yüz bini de genellikle kamplarda yaşıyorlardı. Batı Avrupa’dan gelmiş olanlar ülkelerine dönerek pek bir zorlukla karşılaşmadan tekrar entegre oldular. Oysa, iç karışıklıklar, yabancı istilalarına uğrayan Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinden gelenler çok daha büyük sorunlar yaşadılar; geri dönmek istediklerinde çoğu kez eski komşularının şiddeti ve düşmanlığıyla karşılaştılar. Dolayısıyla bunlardan pek çoğu Vaad Edilmiş Topraklar’a gitmenin tehlikelerini, onları kabul etmeyen vatandaşları arasında yeni bir baskı ve zulüm süreci yaşamaya tercih ettiler.” (Lewis, 2011:453). Bu tehlikeyi göze alıp Vaat Edilmiş Topraklar’a giden Museviler, buraya yerleşmiş ve böylece 14 Mayıs 1948’de kuruluşu ilan edilecek olan İsrail Devleti’nin temelleri atılmıştır. 1948 yılının öncesinde Kudüs’ün kaderini belirleyen olay ise İngiltere’nin Hindistan’dan çekilme kararı almasıdır. Bu olayı Lewis şöyle aktarır: “Hindistan’da İngiliz yönetiminin son bulmasının ardından İngilizler’in Ortadoğu’da kalmalarının asıl amacı da ortadan kalkmıştı. Savaş sonrasında fakir ve güçsüz durumdaki İngiltere’de ülke içinde ve dışında halk desteği almayan başarısız bir politikayı sürdürmek artık anlamlı değildi. İngiltere hükümeti, ortadan kalkmış olan Milletler Cemiyeti’nden aldığı mandayı Birleşmiş Milletler’e iade edeceğini 2 Nisan 1947 tarihinde ilan etti ve 15 Mayıs 1948 Cumartesi günü mandaya son verilmesi ve geri çekilme kararı alındı.” (Lewis, 2011:454). Bu kararın ardından, İngilizler Filistin’de bir yıl kaldılar ve “bu sürede yalnızca geçici bir hükümette görev aldılar. Artık eski manda bölgesinin geleceğinden Birleşmiş Milletler sorumluydu. Yoğun ve uzun görüşmelerin ardından 29 Kasım 1947 tarihinde Genel Kurul tarafından Filistin’in üçe bölünmesi kararı verildi. Bu üç bölüm: bir Musevi devleti, bir Arap devleti ve Kudüs şehrinin uluslararası gözetimde olacağı ayrı bir birim (corpus separatum). Bu karar, Genel Kurul tarafından gerekli üçte iki çoğunlukla alındı ancak uygulanması ya da zor kullanılması konusunda bir hüküm bulunmuyordu.” (Lewis, 2011:454). Bundan sonrası, İsrail-Arap mücadelesinin çok sık yaşandığı bir dönem olarak devam etmiştir. Yeni kurulmasına rağmen giderek güçlenen 190 İsrail Devleti bölgede söz sahibi olmuştur ve Araplarla 1948 yılından 1982’ye kadar birçok savaş yaşamışlardır. Lewis, bu savaşlardan en dramatik olanının 1967 Savaşı olduğunu söyler: “İsrail silahlı kuvvetleri altı günde Mısır, Ürdün ve Suriye ordularıyla bir Irak birliğini art arda yenilgiye uğratmışlardı. İsrail savaşın sonunda Ürdün ırmağının batısındaki manda Filistin’iyle birlikte güneyde Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, kuzeyde de Suriye’den Golan Tepeleri’ni ele geçirmişti”. (Lewis, 2011:457). Bu savaştan üç yıl önce, 1964 yılında kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü, “1967’de İsrail karşısındaki Arap muhalefetinin simgesini gerileyen askeri kuvvet yerine, ilerleyen gerillaya dönüştürünce de giderek uluslararası boyuta erişmiştir. 25 yıl süresince, Filistin Kurtuluş Örgütü liderliği, farklı görüşlerin gerilla savaşı, direniş ve terörizm olarak adlandırdığı bir mücadele sürdürmüştür.” (Lewis, 2011: 458). Filistin Kurtuluş Örgütü’nün 1967 yılından itibaren gösterdiği mücadele, 1980’lere gelindiğinde farklı bir yapıya bürünerek önemli zaferler kazanılmasını sağlayan bir boyut kazanmıştır. “O güne kadar öncelikli amaçları propagandaydı ve eylemleri diğer ülkelerdeki İsrailli ve başka hedeflere yönelikti; 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında da mücadele işgal edilmiş topraklara taşınarak, “İntifada” adı verilen yeni bir isyan ve direniş dönemi başlatıldı. İntifada yabancı ülkelerdeki tarafsız hedefler yerine, ülke içindeki işgalde kullanılan personel ve araçlarını hedef almıştı; birincil amacı da artık dikkati çekmek değil, işgalin gücünü ve cesaretini kırmaktı. Nihayet 1993’te İsrail hükümeti ve Filistin Kurtuluş Örgütü görüşmelere başlama ve birbirlerini tanıma kararı aldılar. Görüşmelerin sonucunda da İsrail polis ve askerlerin Gazze Şeridi ve Batı Şeria’daki otoritelerinin Filistinlilere devredilmesi yönünde geçici anlaşmalar yapıldı. (Lewis,2011:458-459). Bütün bu mücadelenin tam ortasında yer alan Kudüs, daha önce de bahsettiğimiz gibi günümüzde ikiye ayrılmış bir durumdadır. Batı Kudüs ve Doğu Kudüs olarak ayrılan şehrin Batısı daha çok Musevilere, Doğusu ise Filistinlilere aittir. Bernard Lewis, 1948’de kurulan ve günümüze dek Filistinlileri hedef alan İsrail Devleti için ayrıca şu tespitte bulunmakta- BİLDİRİ KİTABI II dır: “Kimileri, İsrail’in kurulması ve gelişmesini, Batı emperyalizminin Arap ve İslam ülkelerine karşı saldırgan eylemlerinin devamı olarak görüyorlardı. Bu açıdan bakıldığında İsrail, Batı etkisi, nüfuzu ve hakimiyeti için bir köprübaşı olmak için çok uygundu. Siyonizm, emperyalizmin ve İsrail de Batı gücünün bir aracıydı.” (Lewis, 2011:468). Fakat, tıpkı Bosna halkı gibi direnen ve var olma mücadelesini bugüne dek sürdüren Filistinliler, savaşla iç içe yaşamayı da öğrenmişlerdir. Bu durum ise direnişe yeni bir anlam yüklemektedir. Savaşı kanıksamak değil, ‘yaşamaya devam ederken direnmek’ Filistinlilerin mücadelesinin bir başka boyutudur. Filistinli ünlü araştırmacı Edward Said, ‘yavaş ölüm’ diye adlandırdığı bir yöntem ile yok edilmek istenen Filistinlilerin, her koşulda direnmeye devam ettiklerini söyler: “Ben daha yeni, “Yavaş Ölüm: Ayrıntılı Cezalandırma” başlıklı bir makale kaleme aldım. Sanırım bu, Şaron’un planı. Filistinlileri aç bırakarak, dövdürerek diz çöktürmek istiyor, fakat amacına da bir türlü ulaşamıyor. Filistinliler topraklarında kalıyor, bir yere gitmiyorlar. Çaressizlik ve umutsuzluk her tarafa yayılmış durumda olsa bile, eldeki işaretler –bütün sömürge savaşlarında gözlendiği üzere- direncin ve karşı koyma arzusunun arttığı yönünde.” (Said, 2009:151). Filistin halkı için hayatta kalma mücadelesi direnişin en önemli kolu olarak görülmekle birlikte, bir başka kolu da kendilerine yapılan saldırıların bilinmesi ve kabul edilmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu durumun neden bu kadar önemli olduğunu Edward Said şöyle açıklar: “Çünkü biz tarihimizin önemli bir kısmında kapalı bir toplum olarak bırakıldık. Biz görünmez insanlarız, görünmez bir halkız. İsrail’in anlatısının gücü ve etkisi, neredeyse tümüyle, bir çöle gelen ve bu çöldeki insanlara karşı, onları kasabalarda ve şehirlerde yerleşik hayat sürüp kendi toplumsal varlıkları olan bir yerli halk değil, sürülüp kovulması gereken göçebeler olarak görerek davranmış öncülerinin kahraman konumuna oturtulmasından geliyor. ‘Göçebe’ figürünün uydurulup yerleştirilmesi son derece karmaşık bir sürecin takip edilmesini gerektirmişti, fakat Siyonistler bizimle bir halk olarak baş etmeye çalışırlarken bu figürden kesinlikle kendi lehlerine faydalandılar.” (Said, 2009:26-27). Farklı coğrafyalarda yaşayan, farklı kültürlere sahip olan iki halkı, Filistinliler ile Boşnakları, ortak bir zeminde buluşturan nokta her ikisinin de müslüman bir toplum olarak uğradıkları saldırılar ve bu saldırılara karşı gösterdikleri büyük direniştir. Boşnaklar, bu direnişin devamında bir diriliş yaşamıştır ancak Filistinliler mücadelesine hala devam etmektedirler. Arif Ay şiirlerinde bu yönleriyle yer alan Bosna ve Kudüs, şairin dinî duyarlılığıyla işlenerek müslümanlar için ortak bir acı alanını temsil etmekte/etmelidirler. B O S N A ’ N I N D İ R E N İ Ş ’ İ V E D İ R İ L İ Ş ’ İ : “B O S N A ÂH BOSNA!” Boşnakların var olma mücadelesi olarak gösterdikleri direniş, son yirmi yılın en önemli olaylarından biridir. Bu olay, her ne kadar Bosna Savaşı olarak bilinse de aslında bir hayatta kalma çabasıdır. Tezkire Dergisi’nin Saraybosna Özel sayısında konuşan Dr. Bahadır İslam, verilen mücadeleye özellikle ‘direniş’ denmesinin ve savaş sözcüğünün özellikle kullanılmamasının sebebi sorulunca şunları söyler: “Uluslararası hukuk terminolojisine ne denli uyar bilmiyorum fakat bu fecaatin, bu dört yıllık trajedinin en azından ilk iki yılı sivil zihniyetli kişilerce asla savaş olarak kabul edilmiyor. Edilmemeli de. Zira Bosna-Hersek halkı, Boşnak müslümanlar referandumla bağımsızlıklarını ilan ettiklerinin haftasında Avrupa’nın 4. Büyük askeri gücü tarafından saldırıya uğradı. Ordusu ve silahı olmayan, tamamen sivillerden müteşekkil bir devletti ve uluslararası hukuktan başka hiçbir şeye güvenceleri yoktu. Bu bağımsızlığı ya o anda ilan edecekler, ya da ebediyyen bağımsızlıktan vazgeçeceklerdi. Birinci yolu seçerek tarihe etnik temizlik olarak geçen o alçakça saldırıya maruz kaldılar.” (İslam, 2006:218). Bu etnik temizliğe tüm imkansızlıklara rağmen karşı koymayı başaran Boşnaklar için bir diriliş gerçekleştirmenin hiç de kolay olmadığını Bahadır İslam şu sözlerle anlatmaktadır: “Karşı koyma bölük pörçük ve imkansızlıklar içinde başladı. Daha sonra İslâm ülkelerinden büyük zorluklarla gelen yardımlarlarla güçlenebildi. Mücadelenin ancak üçüncü yılına doğru düzenli ordu kurulabildi. Zira saldı- 191 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ rının hemen başında uluslararası irade güya adaleti sağlamak adına her iki tarafa da silah ambargosu koymuştu. “Direniş” her şeye rağmen karşı koymanın adı. Savaş ise güçler açısından dengesiz dahi olsa birbirine benzeyen yapılar arasında oluşur. Bir de direniş, müdafaayı, haklı olmayı da içinde barındıran bir kavram. Çeçenistan, Irak ve Filistin’de olduğu gibi.” (İslam, 2006:218). Son zamanlarda İslam dünyası için acı ve hüznün simgesi haline gelen Irak, Çeçenistan, Bosna ve Filistin içinde Bosna’nın ayrı bir yer tuttuğunu dile getiren Aliya İzzetbegoviç, Boşnaklara yapılan saldırının tüm İslam dünyasını biraraya getirdiğini söyler ve; “İslam Dünyası hiçbir zaman, hatta Filistin sorununda bile, Bosna meselesinde olduğu kadar birlik içerisinde olmamıştı.” der (İzzetbegoviç, 2005:73). Şüphesiz Boşnaklar, saldırının her boyutunu oldukça ağır bir biçimde görmüşlerdir ancak inançları, onları diriliş’e götüren en önemli etkendir. Aliya İzzetbegoviç, 30 Kasım 1994 tarihinde de dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Clinton’a yazdığı mektupta Boşnakların her zaman direneceğini belirtmektedir: “Halkımızın var olup olmama meselesi söz konusu olduğundan, ben size, pes etmeyeceğimize ve sonuç ne olursa olsun mücadeleye devam etmekten başka seçeneğimiz olmadığına dair bilgilendirmek zorundayım.” (İzzetbegoviç, 2005:188). Bosna’nın yaşadığı zulmün geç de olsa dünyaya yansımış olması, özellikle müslüman toplumlarda büyük bir tepkiyle karşılanmış ve ülkeye –çoğunun ulaşmadığı- çeşitli yardımlar gönderilmiştir. Kadın, erkek, çocuk ayrımı olmaksızın yapılan kıyım, siyasi ve toplumsal alanlarda geniş yankı bulurken edebiyata da yansımıştır. Arif Ay, hem dünya görüşü hem de edebî çizgisinden umulacak bir şekilde, bu saldırıyı 1993 yılında Kayıtlar Dergisi’nin 27. sayısında ‘Bosna Âh Bosna’ adlı şiirini yayımlayarak dile getirmiştir. Aynı şiir, 1994’te Kaf Dağı Dergisi’nde Almanca çevirisi ile basılmış ve şairin Hece Yayınları’ndan çıkan Güne Doğan Koşu Toplu Şiirler (2010) kitabında da yer almıştır. Şiir, son olarak 2011 yılında yayımlanan Şiirimin Şehirleri adlı eserde görülmektedir. Bosna Âh Bosna şiiri “sabah gergin bir ipti/koptu ve yıkıldı hayat” dizeleriyle başlar. Yugoslavya dağıldıktan sonra bölge bir karışıklık içinde kalmış, huzursuz 192 ve istikrarsız bir ortam oluşmuş ve özellikle Sırp tarafından gelen tahrikler toplumda büyük bir gerginlik yaratmıştır. Bütün bu olumsuzluklar içinde gergin bekleyiş devam ederken Bosna’nın bağımsızlığını ilan etmesi, saldırı için bir bahane oluşturmuş ve sonuç itibariyle savaş çıkmıştır. Dolayısıyla şiirde yer aldığı gibi gerilen ip kopmuştur. Şiirin başladığı yer de işte tam burasıdır. Bir şair için büyük önemi bulunan kalem, kağıt, kitap bile böyle bir durumda hiçbir anlam ifade etmemektedir. Çünkü artık insan hayatı söz konusudur ve ölümler bir dağ oluşturacak kadar fazladır: “ne kalem ne kağıt ne kitap ölümün dağındayım şimdi” Şiirin devamında bu savaşın masum insanlara yönelik saldırılar olduğu vurgulanır. ‘Anne, çocuk, süt, ak, dua’ gibi saflığı ve yüceliği simgeleyen sözcükler dikkat çekmektedir: “annenin çocuğunu arayan sütü gibi birden Bosna ak bir ipliğe döner acının kozasıdır bu kar dağlardan önce dualara iner” Koza ise değişimin, yeniden dirilişin simgesidir. Aynı zamanda korunmak için de bir alandır. Halkın sığınakları, onların yeniden dirilmek için bekledikleri bir kozadır. Beyazlığı nedeniyle masumiyete, saflığa gönderme yapılan kar da, kozalarında bekleyenleri setr eden, kapatan ve gizleyendir. Öbür taraftan kar, dağlara inmeden önce, gökyüzünü aşacak yüceliğe erişmiş olan dualara inmektedir. Dua varsa umut da vardır ve hiçbir duanın geri çevrilmediği bilgisine sahip olunduğuna göre, Bosna’nın kurtuluşu da yakındır. Şair, hem Bosna hem de Filistin direnişine aynı şiirde gönderme yapar çünkü ikisi de Müslüman direnişidir ve her iki halk da acımasızca yok edilmeye çalışılmaktadırlar. “Bosna Filistinli çocukların taşlarıdır sözcüklerim” Filistinli çocukların tanklara, buldozerlere, modern silahlara karşılık verebileceği tek gücü taşlardır. Zulme karşı durmak, ancak taş atmakla mümkündür. BİLDİRİ KİTABI II Bu bir tavırdır. Baş kaldırışın, zalime itaat etmemenin, hatta insanlık onurunu korumanın simgesidir. Şairin silahı ise sözcükleridir. Bosna ve Filistin halkının uğradığı zulme karşı silahını, yani şiirlerindeki sözcükleri bir taş gibi fırlatır. Fakat nasıl Filistinlilerin taş atmaktan başka ellerinden bir şey gelmiyorsa, şair de şiir yazmaktan başka bir şey yapamadığından şikayetçidir ve belki de bu çaresizliğin verdiği üzüntü ile yaşananların Bosna’nın karayazısı değil, bu zulme dur diyemeyen insanlığın kirli kalpleri olduğunu düşünmektedir: “göğünde uçan bir kuş bile değilim kanatlarımda ısıtmak için seni ey yirminci yüzyılın Endülüs’ü alnındaki karayazı değil kaplerimizin kiri pasıdır bin vakit çeşmelere koşsak yeridir” Bosna halkı var olma mücadelesi verir, yaşamayı başarabilmek bile artık başlı başına bir direniştir. Çünkü tablo o kadar vahimdir ki insan kanı gökyüzünü bile kaplar ve kutsal mekanlar da bu saldırılardan nasibini alır. Öyle ki Boşnaklara manevi destek olan minareler bile bombalarla paramparça olur. Bütün bunlar Boşnak âhını iyiden iyiye büyütür ve acı dolu âhlar göğü bile çığlığa dönüştürerek kahırdan kararmış bir yağmur olarak bu zulmü seyretmekle yetinen dünyanın üzerine yağar. Bosna halkının âhı, insanlığa bu seyrin hesabını soracaktır: “ey can denizi bulut bulut yükseliyor kanın başsız insanlardır minarelerin âhın ne kadar ağır ki çığlığa dönüşen göğünden kahrın kara bir yağmur gibi yağıyor üstüne dünyanın” Şiirin neredeyse tamamında dinî mekânlar, isimler geçer ve Kur’an’a yer verilir. Boşnakların özellikle müslüman bir halk olarak zulüm gördüğünün altı çizilir. Müslümanlar öldürüldükçe, işkence gördükçe Kur’an sayfaları dağılır gibidir ve bu zulmü seyredenler, bunu önlemek için herhangi bir şey yapmayan diğer müslümanlar ise uykudadır. Bu uyku, elbette gaflet uykusudur: “Bosna ey atalar ve şehitler yurdu yıkık camilerinde güvercinler gibi ıpıssız kalplerimizle korkulukları andıran gövdelerimizle Kur’an sayfaları gibi insanların savrulup dururken uykulara dalıyoruz biz” Boşnakların olduğu her yer bu saldırının bizzat şahididir. Bu nedenle Mostar ırmağı ‘yorgun atlar gibi’ akar çünkü savaş ve acı yorgunudur artık. Akışın ağırlığı ırmağın tanık olduklarına dayanamamasından kaynaklanmaktadır. Bir başka tanık ise yüzyıllarca burada hüküm sürmüş olan Osmanlı’nın inşa ettiği yapılardır. Şair, Osmanlı köprülerinden baka baka: “ben sussam da Sarayova söyler şarkısını” der. Ona göre herkes bu zulme karşı sessiz kalsa da Sarayova yaşamaya devam edecektir. Hatta köprülerden bakarken Boşnak şarkıları duyulacaktır. Bosna, şair için bir Osmanlı mirasıdır. Bu nedenle ülkeye Osmanlı’nın yaptığı köprüler üzerinden bakar. Ülkenin hemen her yerinde imparatorluk zamanının izleri oldukça açık bir şekilde görülmekte ve Osmanlı kültürü de Boşnaklar tarafından özellikle yaşatılmaya çalışılmaktadır. Bu durumun Bosna’yı görmüş, gezmiş biri olarak şairi daha da etkilediği düşünülebilir. Çünkü Osmanlı yüzyıllarca buralarda Müslümanlar için ortak bir kültür oluşturmuş; camiler, sebiller, köprüler, medreseler ve daha birçok yapı ile burada bir Osmanlı ve İslam medeniyeti meydana getirmiştir. Bu da ülkenin tarihinde oldukça önemlidir çünkü tarih ve kültür, mekâna ruh veren en önemli unsurdur. İnsan da bu ruhtan beslenen bir varlık olduğuna göre şair, kendini ait hissettiği bir medeniyetin, ortak din ve kültürün birleştirdiği Boşnakların acısını kendi acısı bilmekte ve uğradıkları zulüm nedeniyle öfkelenmektedir. Çünkü bu saldırı sadece onlara değil, tüm Müslümanlara yöneliktir. “ey Bosna en büyük seçimdir ölüm yeniden dirilmek için bir daha” dizelerinde ise öldükten sonra dirilmeye gönder- 193 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ me yapmanın yanı sıra mitolojik bir unsur olarak küllerinden yeniden doğacak bir Bosna da kastedilmektedir. Bugünkü Boşnaklar da öldü sanılırken yeniden doğan bir millettir. Şair, bu dirilişin umudunu henüz savaş bitmeden kaleme aldığı şiirinde dile getirmiştir. KUDÜS’ÜN DİLİNDEN DİRENİŞ: KUDÜS KO N U Ş U Y O R ! Arif Ay, Filistin meselesine oldukça duyarlı bir şairdir. Özellikle Mavi Marmara olayı vuku bulduğunda şair, çıkardığı Edep Dergisi’nde özel bir bölüm ayırarak bu konuyu ele almıştır. “31 Mayıs 2010 sabahının erken saatleri, Akdeniz açık sularında (İsrail kıyılarından yaklaşık 72 deniz mili uzaklıkta) toplam 9 Türk’ün (1’i aynı zamnada ABD vatandaşı) ölümüyle sonuçlanacak bir saldırı gerçekleşmiştir.” (Karadaş, 2010:41). Hemen her şiirinde İslam topraklarının hüznünü, acısını dile getiren ve bu meseledeki hassasiyetini açık bir biçimde ortaya koyan Arif Ay’ın bu saldırıya karşı tepkisiz kalması elbette beklenemezdi. Bu nedenle derginin beşinci sayısına Mavi Marmara olayına ikişkin yazı ve şiirlerin olduğu iki ek sayfa koymuş ve sayfa başında “Gazze halkının, Filistin halkının özgürlüğü uğruna Mavi Marmara Gemisi’nde vahşi İsrail askerlerinin kurşunlarıyla can veren şehitlerin aziz hatıralarına saygıyla…” (Ay, 2010:3) diyerek bu sayıyı onlara ithaf etmiştir. Ayrıca “Gazze Aydınlığına”, “Ruhunu Kaybeden Dünya” ve “Batı Barbarlığı ve İsrail Vahşeti Üzerine Notlar” başlıklı üç yazı yazarak öfkesini dile getirmiştir. Özellikle “Batı Barbarlığı ve İsrail Vahşeti Üzerine Notlar” adlı yazısında İsrail’e seslenerek ondan hesap sormaktadır: “Ey yahudi! Sen millet değilsin; çünkü millet gibi davranmıyorsun. Sen devlet değilsin; çünkü devlet gibi davranmıyorsun. Yaptığına bir bak! Bebekleri öldürüyorsun, kadınları, masum insanları öldürüyorsun. buldozerlerle Filistinlilerin bağlarını, bahçelerini, zeytinliklerini talan ediyorsun, utanç duvarı örüyorsun. Taşa atan çocukların üzerine tanklar sürüyorsun. Sen terörist değil de nesin!” (Ay, 2010:6). 194 Daha önce Güne Doğan Koşu Toplu Şiirler (Ay, 2006:493) kitabında da görülen Filistin adlı şiiri de bu sayıda yayımlayan şair; “Yenişehir’de bir akşam vakti Kudüs’e en son tren ne zaman kalktı hücrelerimde İsrail buldozerleri ölüp ölüp dirilmekteyim” dizeleri ile İsrail’le özdeşleşen buldozerleri, Filistin halkının acısını ve Kudüs sokaklarında dolaşıp müslümanlara eziyet edenlerin zulmünü yüreğinde hissettiğinden bahsetmektedir. Ortadoğu sürekli kaynayan bir kazandır fakat şair Filistin direnişinin verdiği umutla, bir gün müslümanların çektiği tüm acıların dineceğini umut etmektedir. Şair yalnızca Mavi Marmara olayıyla değil, Ortadoğu’nun tüm sorunlarıyla her zaman yakından ilgilendiğini birçok söyleşisinde dile getirmiştir. Bunlardan biri de Ayâne Dergisi’ndeki söyleşidir. Bu söyleşide şunları söyler: “Benim öğretim yalnızca Misak-ı Milli sınırlarıyla sınırlandırılamaz. Bu öğretimin diyalektiğine de aykırıdır zaten. Şiirlerimde Ortadoğu ile ilgili birçok imge var. Ortadoğu’nun trajedisi yeryüzü trajedisinin bir uzantısıdır. Ben yaşanılanı yazıyorum ve bu yaşanılandan geleceğe köprüler atıyorum.” (Çelik-Karaçalı, 1988:19). Arif Ay köprülerini, geleceğe şiirle atar. Bunun temelinde de “direnmek” yatmaktadır. İnsan acıya, zulme, haksızlığa direnmelidir. Çünkü ancak bu şekilde bir gelecek inşa edebilir. Bir söyleşisinde insanı yaradılışından dolayı şerefli görmekte ve bu şekilde yaşaması için direnmesi gerektiğini söylemektedir: “İnsan eşref-i mahlukâttır. Bunun gereği olarak şerefli, onurlu, haysiyetli bir yaşam sürmek durumundadır. Bunu engelleyecek her şeye karşı direnmek insanlığımızın bir gereğidir. Buna duruş diyoruz. “İdeolojik” sözcüğünü bu duruşu daha belirgin kılmak için kullanıyoruz. Yoksa ideoloji tek başına belirleyici değil. Öyle ideolojiler var ki insana zulmün bir aracı.” (Usta, 2011:14). Şairin Siyonizm’i de, zulüm etmenin bir aracı olan ideolojilerden gördüğü muhakkaktır. O halde Filistin halkı, direnerek yalnızca hayatta kalmayı başarmamış, onurunu da kurtarmış olmaktadır. Çünkü onurunu kurtarmak, “kendi olma”yı koruyabilmektir. BİLDİRİ KİTABI II Bu durumun önemi, şairin Yedi İklim Dergisi’ndeki söyleşisinde daha net anlaşılmaktadır: Bizim uygarlığımız, İslam uygarlığı yeryüzünün bir dengesiydi. Tabii, bizim durumumuz daha trajik. Bize dayatılan sosyal düzen gayri insani bir düzendir. Biz, uygarlığımızdan kopartılmakla, aynı zamanda o uygarlık çemberi içindeki uluslardan da kopartıldık. Kendimize yabancılaştığımız gibi onlara da yabancılaştık. Bunları biliyoruz. Ne yapacağız öyleyse? Direneceğiz. Kendi kendimiz oluncaya değin direneceğiz. İşte sanatçının, yazarın tavır adamlılığı burada ortaya çıkıyor. Ben, kendi değerler dünyasına, hayat tarzına sahip bir yazar gibi rahat değilim. Fildişi kulem yok. Tüm kulelerim ve kalelerim yıkılmıştır. Her şeyi yeniden sorgulamamız gerekiyor. (Yedi İklim, 1993:78). Arif Ay, Gece Yazıları adlı deneme kitabında da şairin kendisinin sürekli bir direnme halinde olması gerektiğinin altını çizer: “Öncü yazar, direnen yazardır. Ödünsüzdür o. Direnme gücünü öğretisinden alır. O, yaza yaza bir yapı oluşturur. Bu yapının temeli, yazarın bağlı olduğu uygarlıktır. Değerler toplamıdır uygarlık. Bağlı olduğu uygarlığı özümsemeyen yazar, ne toplumunu, ne de çağını kavrayamaz. Gide gide kopar insanlıktan; onu savunacağı yerde, ona karşı bir konuma düşer. Çağdaş insan, aldatılmışlığının ürkekliği, çekingenliği içindedir günümüzde. Boğucu bir sıkışıklığı yaşıyor. Bu durum, yazarın sorumluluk alanını daha da genişletiyor. Artık o, salt toplumunun bilinci oluyor. Bir de yazar, yalnız düşünce adamı değil, aynı zamanda bir eylemcidir çağımızda. Yazı, bir buluşmadır insanla; yarını kurmak için. (Ay, 1998:21). Arif Ay, kendini bir öncü yazar/şair olarak gördüğünden olmalı “bütün İslâm coğrafyasını, bu coğrafyanın acılarını yüreğinde hisseder. Bilindiği üzere 19. asırdan itibaren siyasileşen İslâmcılık akımı, bütün Müslümanların bir siyasi ve askeri birlik oluşturması şeklinde özetlenebilecek Pan-islâmizm akımını doğurmuştur. Arif Ay’ın üstadı Nuri Pakdil de şiir ve tiyatrolarında İslâm coğrafyasına panoramik bakışlarını doğrultur. Arif Ay da üstadını takip eder. Çünkü o, bütün Müslümanların gönül birliği içinde yaşamasını ister. Onların ezilmelerine, hor görülmelerine karşı çıkar, direnir, başkaldırır. Kırağılı Bir Gece’de Kudüs’ü Düşlüyorum şiiri adeta bir haykırıştır. Çünkü Kudüs, Müslümanlar için kutsal bir kenttir. Bu şekilde Kudüs halkının ıstıraplarına tercüman olur.” (Zorkul, 2012:1304). Müslümanların ezilmesi şairi çok öfkelendirmektedir. Bu nedenle Arif Ay, zulmedenleri sert bir biçimde eleştirir. Çünkü Müslümanların varlığına tahammül edemeyen bir gücün varlığı, coğrafya farkı olmaksızın çeşitli saldırılar yoluyla kendini göstermektedir. Bu saldırılar ise daha çok savunmasız ve güçsüz bir halka yapılmakta ve silahın, işkencenin olmadığı yerlerde de müslümanlar ‘kendi olmak’tan koparılmaya çalışılmaktadır. Bunu yapanlar zulümdedir ve zulme karşı duruş, bir başkaldırı ve direniş’tir. Bir diğer şekilde bu direniş de gerek şiddet yoluyla gerekse modernleşme adı altında müslüman dünyasını etkileyen Batı’ya karşı da sergilenmektedir. İslam dünyasının acılarını, baş kaldırışını işleyen Arif Ay, bunu yaparak aynı zamanda bir tarih oluşturmaktadır. Acının kayda şiirle geçmesini sağlayan şair, bir söyleşisinde tarihin şiirlerinde çok önemli bir yeri olduğunu dile getirmiştir: “Benim için tarih bir insanlık laboratuarıdır. Her şey orada olup bitmiştir. Sınanmıştır. İyilikler, kötülükler, güzellikler, çirkinlikler… Şimdiki zaman bir salınandır. Çünkü bir ucu geçmişte, öteki ucu geleceğe uzanmaktadır. Dolayısıyla bugüne dair bir şey söyleyeceksek, geçmişe ve geleceğe bakarak söyleyebiliriz ancak. Geçmiş tecrübedir, gelecekse öngörü. Şairin toplumun önünde olması, onun öngörü hassasının iyi çalışmasından dolayıdır. Tarih, insanlığa tutulan bir aynadır aynı zamanda. Bu ayna zaman zaman puslu, zaman zaman çarpık gösterse de yine de şairin ona bakması gerekir.” (Şimşek, 2008:26). Şair bu aynaya bakar ve gördüğü, yaşadığı zulümleri kaydeder. Bu nedenle de konuşmanın devamında şunları söyler: “Benim isyanım, zulme ve haksızlığadır. Yaşadığımız modern çağ tam bir ilkellikler arenası. Eski firavunlardan daha zalim firavunların yaşadığı bir çağdayız. Gövdemizde değil, ruhumuzda ve beynimizde şaklıyor kırbaç. Öyle soyut ki, onun kırbaç olduğunu bile bilemiyoruz. Şiirimle bu duruma baş kaldırıyorum.” (Şimşek, 2008:6). Bu baş kaldırıyı yaparken çıkış noktası İslam 195 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ dünyasının yaşadığı acılar olan şair, diriliş umudunu da hiçbir zaman yitirmez. Bu nedenledir ki Arif Ay şiirlerinde isyan ve umut iç içedir. İncelememizin konusu olan “Kudüs Konuşuyor” (Ay, 2011:43-48) adlı şiirinde de bu özelliği görmekteyiz. Şiirde ilk önce şehrin üç din açısından da kutsal olduğunun vurgusu yapılır ve bunu simgeleyen ifadeler kullanılır. böylelikle Kudüs’ün isyanının alt yapısı ortaya konmuş olur: “Ben Kudüs bana çok kapıdan girilir bir de aşk kapısından o kapı kalp kapısı o kapı gök kapısı” Kudüs’e girilen üç kapı, üç dini simgelemektedir. Önemli bir nokta da Mescid-i Aksâ’nın “ilk ve son durak” olarak tabir edilmesidir. Şair, inancı gereği ilahi dinlerin hepsinin temelini İslam’a dayandırmaktadır. İlk durak da, son durak da İslâm’dır. Bu nedenle şiirde geçen birçok peygamber de İslâm’ı simgelemektedir. Musa, İsa, Davut, Yahya peygamberlerden bahsedilir ancak Hz. Muhammed’in ismi zikredilmez. Son Peygamberi, Aşk sözcüğü ile özdeşleştirip Kutlu Seyyah diyerek ayrı bir önemle anar: “bende yükseldi Burak bende yükseldi Aşk göklerin Kutlu Seyyah’ı” Şiirdeki bütün mısra başları küçük harfle yazılmışken kutsal olan isimler büyük harfle başlatılır. Kutlu Seyyah sözcüğü de bunlardan birtanesidir. Bir diğeri ise Aşk sözcüğüdür. Şair için Aşk, İslâm’dır. Son Peygamber ise Aşk’ın en yoğun yaşandığı isimdir. Bu nedenle şiirde Kudüs için söylenmiş bir hadise de yer verilir ve bu şekilde Kudüs’ün müslümanlar için neden bu kadar önemli olduğu anlatılmış olur: “Ey Kudüs! Allah’ın seçtiği toprak ve onun kullarının vatanı! Senin duvarlarından dünya oldu. Ey Kudüs! Sana doğru inen çiğ taneleri bütün hastalıklara şifa getiriyor. Çünkü geldiği yer, Cennet’in bahçeleri.” Bu nedenle İslâm, Kudüs’te çarpan bir kalptir. Eğer vurulursa, İslam da yara alır: “Ben Kudüs gerçeğin en uzun masalı ben olağanüstülükler şehri 196 anayurdu mahşerin benim mahşerim sizin mahşeriniz ey İstanbul ey Kahire ey Tahran ey Şam ey Bağdat” Acıların yaşandığı şehirler birer mahşer yerleridir. Müslümanlara yapılan zulüm bu şekilde simgeleştirilir ve Kudüs o kadar hassas bir noktadadır ki ondaki bir yaranın tüm İslam âlemini etkileyeceğinin/etkilemesi gerektiğinin altı çizilir. Şiirimin Şehirleri kitabında yer alan İslam’a başkentlik yapmış şehirlerin hepsi bu şiirde toplanır ve onlara seslenerek Kudüs’ün acısının, onların acısı olduğu bir kez daha hatırlatılır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi şiirde İslam, insanlığın kalbidir. Fakat Kudüs’te müslümanlara yapılan eziyet, bu kalbi vurmuştur. Kudüs tek başına direnmektedir. Direnmenin olduğu yerde ise umut vardır. Şehir, “Ümitvâr olunuz” emrinden hareketle yeniden dirilmek için bu zulme başkaldırır. Başkaldırının gücünü aldığı yer yine İslam’dır. Kudüs’ün elinde Hz. Musâ’nın asası vardır ve şehir, İslam’ın ateşini yeniden yakmak istemektedir: “elimde Asâ kışkırtıyorum suyu can bulsun diye sönmeye yüz tutmuş ateşi ruhumun” Şehir, tarih boyunca birçok acıya sahne olmuştur. Şair, bu acılardan bahsederek Kudüs’ün “kanla dolu mahzenler”i olduğunu söyler. Ali, Osman, Ebu Iyad, Hüseyin, İsâ, Yahya gibi isimler verilir ve bu mahzenlerin böyle mübarek insanların kanıyla dolduğunu söyler. Günümüzde de bu durumun değişmediğini dile getiren şair, birçok eserinde olduğu gibi emperyalizme öfkelenir. Ancak burada daha önceki isyanlarından farklı bir öfke daha vardır. Zulme karşı durmayan, müslüman da olsa zulümdedir. Siyonizm, müslümanlara bombalar saçmaktadır ancak diğer müslüman ülkeler bu duruma tepkisiz kalarak zulme ortak olmaktadırlar. Şair, özellikle Ortadoğu ülkelerinin Filistinlilere sahip çıkmamasına ve Arap krallarının büyük bir lüks içinde duygusuzca yaşamasına öfkelenmektedir. Şiirde adeta okurun önüne bir tablo çizilir. Bu resmin bir BİLDİRİ KİTABI II tarafında müslümanlar katledilmekte, öbür tarafında ise diğer müslümanlar bu duruma tepkisizce konfor ve lüks içinde yaşamaktadırlar: “görmüyor musunuz beni diyor parçalanmış bebeğini bağrına basan anne kanlı dolarlar üstüne taht kuran meleği kovan şeytanı doyuran sofralar kuran emirler, şeyhler, krallar başınıza yıkılsın saraylarınız batsın nasırlanmış yüreğinize kuleleriniz” Şair ümmet bilincinin kaybolduğu, Batı medeniyeti örnek alarak artık ‘bireysellik’e yönelmiş olan Müslümanlık anlayışını eleştirmektedir. Bu durumda kral, şeyh ya da emirlerin müslümanlara zulmeden ‘vahşi’lerden hiçbir farkı kalmamaktadır: “mutluluk ne zamandan beri şahsi hesabım seninle ey göğümden bombalar yağdıran vahşi” Bosna Âh Bosna şiirinde olduğu gibi Kudüs Konuşuyor’da da Endülüs’e gönderme yapan şair, son söz olarak Kudüs’ün “her gün Kartaca/her gün Endülüs” olduğunu söyler. Yedi yüz yılı aşan bir süre Müslümanların elinde olmasına rağmen İspanya’daki İslam medeniyeti izlerinin büyük oranda silinmesine gönderme yapan Arif Ay, bu açıdan Bosna ve Kudüs’ün birer Endülüs olduğunun altını çizer. lerinin karşılığını almışlardır. Filistinli müslümanlar ise yıllardır kendilerine yapılan zulme karşı koymayı sürdürmektedirler. Arif Ay, genel itibariyle şiirlerinde İslam dünyasının acılarını, hüzünlerini, değerlerini işlemektedir. Ona göre, inanan bir insan ve hatta bir şair olarak zulme karşı koyma en önemli özelliktir. Bu nedenle dünyanın herhangi bir yerinde biri zulme uğramışsa bu dile getirilmelidir. Bu zulme uğrayan müslüman bir halksa, yok edilmeye çalışılıyorsa duyarlılık bir kat daha artar. Bu duruma tepkisiz kalmak mümkün değildir. Bosna Âh Bosna ve Kudüs Konuşuyor adlı şiirler aslında bu tepkinin ürünleridir. Şair, iki şiirde de direnmek gerektiğinin altını sık sık çizer. Çünkü ancak bu şekilde hak edilen diriliş gerçekleşecektir. Müslüman topraklarında yine müslüman kalarak, İslam medeniyetine ait tüm unsurları koruyarak kurulacak gelecek, ancak direnişle mümkün olacaktır. Bu direnişin kaynağı da elbette yine İslam olmalıdır. Diriliş için gereken güç ve umut yalnızca bu şekilde elde edilebilir. K AY N A K L A R 1.Alili, Teoman, (2011), Yugoslavya Dersleri, İstanbul, Kaynak Yayınları. 2.Ay, Arif, (2000), Ateş Ve Caz, A Yayınevi, Ekim, s. 28-32. 3.Ay, Arif, (1998), Gece Yazıları, İstanbul, İz Yayıncılık. SONUÇ Arif Ay’ın, 2011 yılında yayımlanan kitabı Şiirimin Şehirleri’nde yer alan “Bosna Âh Bosna” ve “Kudüs Konuşuyor” adlı şiirleri, Müslüman iki halkın gördüğü zulmü ve onların bu zulme karşı gösterdikleri direnişi konu edinen eserlerdir. 1992 yılında saldırıya uğrayan ve yok edilecekleri sanılırken direnişleri sayesinde yeniden hayat bulan Boşnaklar ve yıllardır benzer bir mücadele içinde olan Filistinli Müslümanlar, İslam dünyası için ortak acıların da simgesidirler. Boşnaklar dört yıla yakın devam eden bir mücadelenin ardından yeniden dirilmiş, umuttan beslenen direniş- 4.Ay, Arif, (2006), Güne Doğan Koşu, Ankara, Hece Yayınları, s. 423-426. 5.Ay, Arif, (1994), Kaf Dağı, Yıl:3, S. 28, Büchersendung, s. 9495. 6.Ay, Arif, (1993), Kayıtlar, Sayı: 27, Yıl: 3, Ankara, s. 7-8. 7.Ay, Arif, Şiirimin Şehirleri, (2011), Okur Kitaplığı Yayınları, İstanbul, s. 87-91. 8.Ay, Arif, Şiirimin Şehirleri, (2011), Okur Kitaplığı Yayınları, İstanbul, s. 43-48. 9.Ay, Arif-Karaçalı, Ali- Çelik, Kâmil, (1988), “Şiir Ve Sanat Üzerine Yuvarlak Masa Sohbeti”, Ayâne Dergisi, S.1, Ankara, s.16-23. 10.Ay, Arif, (2010), Edep Dergisi, Yıl:1, Sayı:5, Ankara. 11.“Arif Ay İle Bir Konuşma”, (1993), Yedi İklim Dergisi Arif Ay Özel Sayısı, C. 5, S. 41, İstanbul, s. 59-63. 197 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ 12.İslam, Bahadır, (2006), “Batı’nın Kirli Bilinçaltı Bosna’da Açığa Çıktı”, Tezkire Dergisi Saraybosna Sevgilim Özel Sayısı, Sayı: 42 (Şubat Mart Nisan), Ankara, s. 217-220. 13.İzzetbegoviç, Aliya, (2005), Konuşmalar, (Tercüme: Fatmanur Altın-Rıfat Ahmetoğlu), İstanbul, Klasik Yayınları. 14.İzzetbegoviç, Aliya, (2003), Tarihe Tanıklığım, (Tercüme: Alev Erkilet, Ahmet Demirhan, Hanife Öz), İstanbul, Klasik Yayınları. 15.Karadaş, Cemalettin, (2010), Uluslararası Deniz Hukukunda Açık Denizlerin Serbestliği İlkesi: Mavi Marmara Olayı, Ankara, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu Yayınları. 16.Lewis, Bernand, (2011), The Middle East, Ortadoğu, İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, (Çev: Selen Y. Kölay) Ankara, Arkadaş Yayınları. 17.Said, Edward, (2009), Kültür ve Direniş, David Barsamian’la Konuşmalar, (Türkçesi: Osman Akınhay), İstanbul, Agora Kitaplığı. 18.Şimşek, Selami, (2008), “Arif Ay İle Söyleşi”, Ay Vakti Dergisi Sayı: 97, Yıl: 9, Ekim s. 4-7. 19.Tanoviç, Bedia, (2006), “Necad İbrişimoviç İle Söyleşi”, (Türkçesi: Hatice Oruç), Tezkire Dergisi Saraybosna Sevgilim Özel Sayısı, Sayı: 42 (Şubat Mart Nisan), Ankara, s. 29-36. 20.Usta, Ahmet, (2011), “Arif Ay Kimdir”, Yolcu Dergisi Sayı: 62, Yıl: 11, Ocak-Şubat Samsun, s. 14-15. 21.ZORKUL, Tahir, (2012), “Gelenek Ve Arif Ay’ın Şiiri”, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 7/2 Spring, p.1301-1319, Ankara/Turkey, s. 1304-1319. 2 2 . h t t p : / / w w w. t d k . g o v. t r / i n d e x . p h p ? o p t i o n = c o m _ g t s & a r a m a = g t s & g u i d = T D K . GTS.518a5c1a394775.80868152 (Erişim Tarihi: 11/04/2013 saat: 14.16). 2 3 . h t t p : / / w w w. t d k . g o v. t r / i n d e x . p h p ? o p t i o n = c o m _ g t s & a r a m a = g t s & g u i d = T D K . GTS.518a5c1058f323.12226386 (Erişim Tarihi: 11/04/2013 saat: 14.25). 198 BİLDİRİ KİTABI II “ESKİ TÜRK EDEBİYATINDA MAZMUNLAR VE İZAHI” ADLI ESERDE KLASİK TÜRK ŞİİRİ VE ŞAİRLERİYLE İLGİLİ DEĞERLENDİRMELER EVALUATIONS ABOUT CLASSICAL TURKISH POETRY AND POETS AT WORKS OF “MEANINGS AND EXPLANATIONS IN OLD TURKISH LITERATURE” Özlem DÜZLÜ 1 ÖZET ABSTRACT Edebiyat alanındaki çalışmalarını halk edebiyatı sahasında yoğunlaştıran Ahmet Talât Onay, klasik Türk edebiyatıyla ilgili eserlere de imza atmıştır. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi “Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı” adlı ansiklopedik edebiyat lügatidir. Değeri her geçen gün artmakta olan bu eserin asıl hususiyeti klasik edebiyatımızın bazı mazmunları ile anlaşılması güç meseleleri hakkında açıklayıcı bilgiler vermesidir. Bu suretle klasik şiirimize yansımış eski âdetler, inanışlar, yaşam tarzından izler; zamanın ilim ve fenniyle alakalı bilgiler; bu şiirde yer alan kıssa, isim, terim ve kavramlar eserin muhteviyatına dâhil olmuştur. Yazar bu meselelerle ilgili izahatlarda bulunurken bazen de kendi görüşlerine yer vermiştir. Yazarın bu görüşleri arasında klasik edebiyatımızın Tanzimat’tan sonra çok tartışılan birtakım meseleleri de yer almaktadır. Ayrıca yazarın hakkında görüş bildirdiği bazı şairler bulunmaktadır. Bu çalışmada yazarın bu görüşleri klasik Türk edebiyatı hakkında yapılan tartışmalar bağlamında ele alınacak, hakkında çokça konuşulmuş klasik Türk şiiri ve şairlerine bir de Ahmet Talât Onay’ın penceresinden bakılacaktır. Anahtar Kelimeler: Ahmet Talat Onay, Klasik Şiir, Şair Ahmet Talât Onay, who has focused his studies on the field of folk literature in the field of literature, has studied on the works of classical Turkish literature. One of these, and perhaps most importantly is the encyclopedic glossary literature called “ Meanings and Explanations in Old Turkish Literature”. The main characteristic of this work whose value is increasing every day is that it gives descriptive information about some of the issues that are difficult to understand in our classical literature. By this way, the old customs that are reflected in our classical poetry, beliefs, lifestyle tracks, knowledge about science; the parable, names, terms and concepts in this poem have been included in the content of the work. While the author gave some information about these issues, sometimes he included his own views. A number of issues that are debated after the reforms in our classical literature are included in one of the author’s views. There are also some poets who gave their opinions about the author. In this study, the views of the author will be discussed in the context of the debate about the classical Turkish literature and the classical Turkish poetry and poets that are discussed previously will be examined in the point of view of Ahmet Talât Onay. Key Words: Ahmet Talat Onay, Classic Poem, Poet 1 Sakarya Üniversitesi Türk Dili Okutmanı, [email protected] 199 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ “Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı”2 adlı eser, edebiyat çalışmalarını halk edebiyatı alanında yoğunlaştırmış Ahmet Talât Onay’ın (ö.1956) klasik Türk edebiyatı sahasında kaleme aldığı ansiklopedik edebiyat lügatidir. Eser, içine doğduğu medeniyetten kopuş neticesinde ve buna binaen oluşmuş bir ortamda, her geçen gün muhataplarıyla arasındaki mesafesi artan bir edebiyatı üstadı Veled Çelebi İzbudak’ın tavsiyesiyle gençlere tanıtmak amacıyla kaleme alınmıştır. Üstadının tavsiyelerine duyduğu güvenle çalışmaya başlayan Onay; lügat ve lügat şerhleri, tarihler, biyografik eserler, klasikler, divanlar ve dinî-tasavvufî nitelikteki pek çok kaynaktan; Veled Çelebi, Tahir Olgun, Fuat Köprülü gibi âlimlerin birikimlerinden istifade ederek 1000’e yakın madde oluşturmuştur. Böylece klasik şiirimizin mısralarına karışmış eski âdetler, inanışlar, yaşam tarzından izler; bu şiirde yer alan kıssa, isim, terim ve kavramlar; zamanın ilim ve fenniyle alakalı bilgiler tespit edilip açıklanmıştır. Bununla birlikte açıklanan hususlara örnek oluşturmak üzere seçilen beyitlerle klasik şiirin estetiği yansıtılmış, bu beyitlerin kısa tahlilleri yapılarak klasik şairlerimizin hayal dünyalarının anlaşılmasına da katkı sağlanmıştır. Ayrıca yeri geldikçe anlatılan fıkra ve anekdotlarla esere samimi bir üslûp kazandırılmıştır. Eserde bazı maddelerin açıklamasında konuyla alakalı olarak yazarın kendi görüşlerine de tesadüf edilir. Yazarın görüş bildirdiği konular arasında klasik şiirimizin Tanzimat’tan sonra çokça tartışılmış birtakım meseleleri de yer almaktadır. Yazar ayrıca bazı şairlerimiz hakkında da değerlendirmelerde bulunmuştur.3 Bilindiği üzere klasik Türk edebiyatına ilk tepki “Lisân-ı Osmânînin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir” adlı makalesiyle Namık Kemal’den gelir. Bu makale “yeninin eski edebiyata karşı 2 Bildiri metninin bundan sonraki kısmında eser için, Prof. Dr. Ömür CEYLAN’a ait, ETEM şeklindeki kısaltma kullanılmıştır. 3 Eser hakkında tanıtıcı bilgi için ayrıca bkz. Ahmet Talat ONAY, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı (Haz. Cemal KURNAZ), Akçağ Yay., Ankara 2000, Cemal KURNAZ’ın önsözü ve s.39-41; Cemal KURNAZ, Ahmet Talat Onay, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1990, s.67-70; Ömür CEYLAN, Bağ Bozumu – Şi’r-i Kadîmin Rüzgârıyla Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı-, Kesit Yay., İstanbul 2011, s.245-251. 200 ilk edebî beyannamesi olma değerini taşımaktadır” (Akün, 2006:373). Namık Kemal’in bu metinle klasik edebiyatımıza yönelttiği sert eleştiriler zamanla başka taraftarlar da bulur. Bu taraftarlardan biri olan Ziya Paşa’nın tavır değiştirerek “Harâbât”ı yayımlamasının ardından da yeni bir edebiyat getirmek isteyen grupla klasik edebiyatı devam ettirmek isteyenler arasında bir tartışma ortamı oluşur (Kahraman, 1996:13). Tartışmanın tarafları vezninden diline, kaynağından muhtevasına kadar klasik edebiyatın bütün yönlerini tartışmaya başlarlar. Tartışmaların yoğunlaştığı hususlar şunlardır: “ Divan edebiyatının hayal dünyası dar ve gerçekle ilgisizdir. Konular beşerî duygu ve düşünceleri yansıtmaz. Sosyal hayattan kopuktur. Kuralcı ve mazmuncudur; başlangıcından bitimine kadar hep aynı şeyler tekrarlanmıştır. Samimi değildir, caize edebiyatıdır. Toplum ahlâkını bozucu niteliktedir. Dil ve işlenilen konular bakımından millî değildir. Dinî ve dar bir edebiyattır”(Macit, 2006:20). Biz bu çalışmada Ahmet Talât Onay’ın söz konusu eserinde yer alan ve klasik Türk edebiyatının tartışma konuları kapsamında değerlendirilebilecek görüşlerini, bugüne kadar klasik Türk edebiyatı tartışmaları üzerine yapılmış çalışmalarda da yer alan bazı başlıklar altında inceleyeceğiz. Dil, Gayrimillîlik ve Taklitçilik, Meycilik-Mahbupçuluk, Câize Edebiyatı, Mazmunculuk, Kelime Oyunculuğu ve Şairler Hakkında Değerlendirmeler başlıkları altında önce tartışmaların genel çerçevesini çizecek, sonra Ahmet Talat Onay’ın görüşlerine yer vereceğiz. DİL Klasik Türk edebiyatıyla ilgili tartışmaların başlangıç noktasını dil meseleleri oluşturur. “Tanzimat sonrasında edebiyat öncelikle ve özellikle dil problemi olarak ele alınmıştır. Eski edebiyata şuurlu ilk tenkitleri yönelten Namık Kemal’in hareket noktası da, dil meselesi olmuştur”(Erbay, 1997:266). Dil ile ilgili tartışmalarda taraflardan biri Arapça ve Farsçadan alınan kelime, terkip hatta kurallar sebebiyle tartışmayı klasik edebiyatın dilinin Türkçe olma- BİLDİRİ KİTABI II dığı noktasına vardırırken diğer taraf da bu dilin gayet zengin, işlenmiş ve üstün bir dil olduğunu savunur. Örneğin Recaizade Ekrem, o dönemin şartları gereği olsa da, klasik şairlerimizi, eserlerini ifrata varacak derecede süse boğarak kendilerinden başka kimsenin anlayamayacağı bir hâle getirdiklerini söyleyerek eleştirir. Klasik edebiyatı bu hâliyle de havas için oluşturulmuş bir edebiyat olarak görür (Erbay, 1997:279). Ömer Seyfettin ise Türklerin biraz okumuş olanlarının ellerine kalem alınca Arapça ve Farsça lügat paralamaya; Arapça, Farsça terkipler yapmaya kalktıklarını ve “bir marifet yapıyoruz” zannettiklerini, altı asırdan bu yana edebiyat ve ilim adına Türkçe bir satır bile yazılmadığını iddia eder (Özdemir, 2010:290). Diğer tarafta Osmanlıcanın muazzam bir dil olduğu kanaatinde olanlar, hatta klasik edebiyatın anlaşılamama sebebinin sadeleştirme çabaları olduğunu söyleyerek bu faaliyetlerin karşısında yer alanlar bulunmaktadır. Ziya Paşa Harâbât mukaddimesinde Türk dilinin Farsçayla karşılaşmadan önce mükemmel bir dil halinde varlığını devam ettirdiğini, Farsçadan aldığı unsurlar ile daha da olgunlaştığını ifade eder (Erbay, 1997:277). Ziya Paşa’dan sonra da Türk dilinin Arapça ve Farsçadan aldığı kelimelerle gelişip zengin bir dil haline geldiğini söyleyerek tartışmaya bu taraftan katılan pek çok isim olmuştur. Dil tartışmalarının “milli edebiyat” tartışmalarıyla birlikte yürütüldüğü 1930-1940 yılları arasında klasik edebiyata milli edebiyat gözüyle bakmayıp, onun dilini yabancı görenler yanında bu edebiyatın dilinin Türkçe olduğunu, her şeye rağmen Türkçe kuralların geçerli olduğunu, Arapça ve Farsça kelimelerin onun varlığında eridiğini ileri sürenler de olmuştur (Kahraman, 1996:178). Aynı zamanda bu dönem Türkçenin sadeleştirilmesi ile ilgili en yoğun çalışmaların olduğu bir dönemdir. Türkçenin sadeleştirilmesi hususunda daha verimli sonuçlar elde edebilmek için kurulan Türk Dil Kurumu, dil tartışmalarında belirleyici ve yönlendirici bir etki yapmıştır (Kahraman, 1996:175). Ahmet Talât Onay’ın, on yıllık bir çalışmanın ardından 1941’de tamamladığı, ETEM’de dil ile ilgili görüşlerine “Gözlük” maddesinde rastlıyoruz. Yazar bu maddede örnek olarak verdiği beyitlerden birinde “gözlük” yerine “ayneyk” kelimesinin kullanılmasından hareketle beytin sahibi Sâmî’nin şahsında klasik edebiyatın dilini eleştirir.4 Sâmî’nin “gözlük” kelimesinin Arapçası olan “ayneyk”i daha asil görmesini gaflet olarak değerlendiren Onay, bunun gibi yanlış görüşler nedeniyle Türkçe kelimelerin yerini yabancı kelimelerin aldığını söyler. Ona göre Arapça ve Farsça kelimelerin çok fazla kullanılması klasik edebiyatın dilini anlaşılmaz hale getirmiştir. Yazarın bu konudaki “Dikkat edilirse şiirlerimiz ibtidâlarında temiz Türkçe ile yazılırken sonraları Arapça, Farsça kelimeleri fazla almak yüzünden anlaşılması güç lisanla yazılmaya başlanmıştır. Lisanın bu tabii çığırından çıkması Türkçenin zararına ve inkişaf edememesine sebep olmuştur (Onay, 2000:220)” şeklindeki ifadelerinden yabancı kelimelerin aşırı olmamak kaydıyla kullanılabileceği gibi bir anlam çıkartmak da mümkündür. Ancak ifadelerinde devrin hâkim görüşü ve kendi siyasi duruşu baskındır. En net şekilde klasik Türk şiiri ve şairlerini eleştirdiği konulardan biri dil olmuştur. Onay, Darülfünun’daki öğrencilik yıllarında hocalarının etkisiyle Türkçülük fikrini benimsemiş ve hayatının sonuna kadar bu fikrin savunucusu olmuştur. Hatta yazarda Türklük şuurunun uyanması da Türkçe üzerinden gerçekleşmiştir. Yazar “Nasıl Türkçü Oldum-3” adlı makalesinde bu hatırasından ve hocalarının Türkçe konusundaki hassasiyetlerinden bahseder.5 Böyle bir terbiyeden geçmiş biri olarak klasik Türk şiirinin dili hakkında olumsuz bir tavır takınması çok normaldir. Fakat eserinin başına dil meselesinde gelinen durumu tersinden eleştiren Tahir Olgun’un takrizini, belki de vefa duygusuyla, koymaktan da çekinmemiştir. 6 4 Ayneyk takıp dîde-i gam-dîdene Sâmî Dik dik niçin ol meh-veşe dört gözle bakarsın (Sâmî) 5 Bkz. Kurnaz, Cemal, Ahmet Talat Onay, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1990, s.192-194. 6 Bu parlak hizmeti yüzünden onun Artık anlaşacak dedeyle torun Sarmıştı acâyip bir hâl ki yurdu Yeniler eskiyi anlamıyordu Çünkü anlatacak yoktu vâsıta Mâziden kopmuştu sanki râbıta Torunu yabancı büyükbabaya Konuşmak kalmıştı pandomimaya Eskiden yeniye bir söz gelince Sanıyordu onu başka bir dilce Muhterem üstâda Hak ecrin vere Geçmişi tanıttı şimdikilere… (Onay, 2000:49-50) 201 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ G AY R İ M İ L L Î L İ K VE TA K L İ T Ç İ L İ K Edebiyatımızda millîlik tartışmaları konu, dil ve şiirdeki ölçü meselelerini kapsamaktadır. Millî edebiyat kavramını ise “Türk edebiyatına Genç Kalemler dergisi kazandır(mıştır)” (Kahraman, 1996:114) . Edebiyat-ı Cedide ve Fecr-i Âtî’nin tutumlarıyla edebiyatın dil ve ölçüde aruz ve terkip yanlısı oluşu, konu bakımından da Fransız edebiyatına benzemesi sonucunda bu kavram; konuşulan dili, hece ölçüsünü ve Türklerin kendilerine ait bir dünyayı kullanan edebiyat anlamında gündeme gelmiştir (Kahraman, 1996:114). Bu anlamda klasik Türk edebiyatının da millî olup olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Klasik Türk edebiyatını millî bir edebiyat olarak değerlendirenler, eseri meydana getiren sanatçının mensubu olduğu toplumu esas alırlar. O kişi hangi toplumun mensubuysa eseri o toplumun millî edebiyatına aittir. Bu görüşe “sanat ve edebiyat sınırları içinde olma” hususunu da ekleyen Hüseyin Cahit konuyu doğrudan klasik Türk edebiyatı bağlamında değerlendirmese de millî edebiyatın sınırlarını çizer ve bu sınırların içine klasik Türk edebiyatı da girer: “Millî edebiyat demek mutlaka köylüden, avamdan vatandan, Türklük idealinden, eski Türklerden harpten ve hürriyetten bahseden edebiyat demek değildir. Bir eserin sanat ve edebiyat hudutlarından içeri girmiş olması kâfidir. Benim milletimden ve vatanımdan olan her Türkün edebî eseri, benim için millî edebiyattır” (Kahraman, 1996:123-124). Klasik Türk edebiyatının millî olamayacağı düşüncesi yabancı edebiyatların etkisiyle açıklanır. Agâh Sırrı Levend’e göre dili yabancı dillerin tesiriyle orijinalliğini kaybetmiş veznini, şeklini, hatta fikirlerini, telakkilerini ve imajlarını yabancı edebiyatlardan alan bir edebiyata millî edebiyat denilemez (Kahraman, 1996:120). Bu açıdan bakıldığında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın klasik şiirimizdeki Fars etkisiyle ilgili sözleri de millîlik açısından değerlendirilebilir. Çünkü ona göre klasik şiirimizde belli bir vakayı anlatan şiirler dışında bize ait bir şey yoktur. Tanpınar’ın konuyla ilgili görüşleri şu şekildedir: “Eski şiir Fars edebiyatından yalnız kelime zevkini ve hayal sistemini almaz, onun 202 yarı tarihi ve çok İslamlaşmış mitolojisini, imparatorluğun şartları ve tarihi ile biraz daha genişleyen coğrafyasını da alır… İstanbul ve İstanbul sayfiyelerinin dışında bize ait şeylerden adeta sakınan bu edebiyatta Arabistan coğrafyası imparatorluğun bir parçası olmaktan ziyade kültür veya din ile ilgili olarak mevcuttur… Mitoloji ise doğrudan doğruya ‘Şehname’ den, büyük masallardan ve Arap kültüründen alınmıştır (Tanpınar, 1997:4-5). Ahmet Talât Onay, ETEM’de klasik Türk şiirindeki Fars etkisine tam da bu noktadan itiraz eder. “Acem Kahramanları” maddesinde şairlerimizin Türk erlerini İranlı kahramanlara benzetmesini eleştirir ve bu konuda uzun uzun mütalaalarda bulunur. Ona göre Türklerin kahramanlık açısından bir benzetilen unsura ihtiyacı yoktur. Zira bu özellik Türklerde fazlasıyla mevcuttur. Buna rağmen Türk erleri kimi hunhar, kimi ayyaş İran hükümdar ve kumandanlarına benzetilmiş, hatta bu durum beğenilen bir özellik olarak şiirlerde yer almış, kimse bu duruma itirazda bulunmamıştır. Yazar Acem kahramanlarını, övülen kişiyi onlardan daha üstün göstermek için zikreden şairleri de unutmaz. Fakat bu şairlerin eserlerinde bile Acem kahramanlarının üstünlüğü konusundaki yaygın kanaatin ağırlıklı olduğunu belirtir. Oysa “Türk erlerini Acem kahramanlarına benzetmekle memduha en büyük hakaretler yapıldığının kimse farkına varmamıştır.” (Onay, 2000: 62) Onay “farkına varmamak” ifadesiyle eleştirinin dozunu biraz hafifletmiş görünse de maddenin sonunda açtığı “Mütalaa” bölümünde eleştirilerine bıraktığı yerden devam eder. Şairlerimizin örnekleri kendi tarihinden seçmemiş olması bizi kendi “Şehnâme”mizden mahrum bırakır: “Şairlerimiz Acemlerin merhum ve mübalağalı şahıslarını müşebbehünbih yapacaklarına, Türk kahramanlarını, Türk büyüklerini ele alsalardı hîn-i hâcette okunacak, iftihar duyacak hamâsî şiirlerimiz ve bir Şehnâmemiz olurdu” (Onay,2000:66). Onay’a göre bizim dünyaya sığmayan kahramanlarımız yanında şarap mucidi Cem, yaban eşeği avcısı Behrâm gibi İranlı şahsiyetlerin yüceltilmesi acınacak bir faciadır. Yazar konuyla ilgili görüşlerini Şeyyad Hamza ile örneklendirir. Şeyyad Hamza’nın bir şiirinde Salsal, Zâl, Âd, Şeddâd, Keyhüsrev, Behrâm, Kubâd, Kisrâ, BİLDİRİ KİTABI II Fağfûr, Kayser, Cemşîd, Nerîmân, Sührâb, Cem, Sam isimlerinin geçtiğini, bunları tanımak için Şehnâmeyi okumak, İran mitolojisi ve tarihini bilmek gerektiğini belirtir ve devam eder: “Şeyyad Hamza’nın yaşadığı devirde Anadolu’da parlak bir Türk hükümeti doğarken İran sönüklüğünü, uyuşukluğunu muhafaza ve günden güne sükût ediyordu” (Onay, 2000:66). Onay ayrıca bu durumun kahramanlarla da sınırlı kalmadığını, şairlerimizin de kahramanlarımızla aynı kaderi paylaştığını ifade etmektedir (Onay, 2000:66). Ahmet Talât Onay’ın mütalaa bölümünde sarf ettiği bir cümle dikkat çekicidir. O “Acem kahramanlarının isim ve menkıbelerine Anadolu Türklerinin ilk eserlerinden başlayarak zamanımıza kadar gelen bütün eserlerde tesadüf olunur” (Kahraman, 1996:66) diyerek dönem eleştirisi yapmaktan ziyade Türk edebiyatına yönelik genel bir eleştiri yapmış olur. Fakat o bir yanlışın karşısındadır. Bu yanlış da uzun uzun açıkladığı ve çok sayıda beyitle örneklendirdiği üzere klasik edebiyatta ziyadesiyle mevcuttur. Sonuçta millîlik tartışmasının sınırları içerisine dâhil edilebilecek bu görüşleriyle, bu hususta klasik Türk edebiyatına karşı olumsuz bir tavır takınmış olur. M E Y C İ L İ K -M A H B U B Ç U L U K Klasik Türk edebiyatıyla ilgili tartışmalarda “mey”, “mahbub” ile birlikte çok sık kullanılmış olması açısından tenkit konusu olmuştur (Özdemir, 2010:327). Bu kanaat Ahmet Talât Onay’ın eserinde de mevcuttur. Nitekim Onay, “Şarab” maddesinde, “Divanlarımızın her sahifesi şarap mazmunu ile doludur. Bütün şairlerimiz; Bir şâire müntehâ-yı maksad Bir şîşe şarâb u bir semen-had (Ziya Paşa) diye sayıklamışlardır” (Onay, 2000:415) diyerek durumdan şikâyetçi görünür. Tartışmalarda “mey” ile “mahbub” sık kullanılmaları yanında ahlâka yaptıkları olumsuz etkiyle de gündeme gelmiştir. Ali Suavi divanların ahlâkı bozduğundan bahsederken divanların kötü ahlâk, işret ve aşk gibi şehvetler ve nefsanî lezzetlerle dolu olduğunu söyler. “En fenası şurası değil mi ki, birtakım bekrî ve mahbûb, dost ve zampara heriflerin çapkınlık lakırdılarını, güya ilim ve zerafet ve marifetmiş itikadıyla okudum” (Erbay, 1997:400) derken sevgilinin cinsiyeti meselesine de işaret etmiş olur. Sevgilinin cinsiyeti meselesi öncelikle ve özellikle Nedim üzerinden tartışılır. Halit Fahri ve Kâzım Nâmî, Nedim’in şiirlerinde “homosexuelle” duygulara yer verdiği düşüncesindedirler. Halit Fahri “Nedim’deki ‘homosexualite’ bile başlı başına feci bir piyes mevzuu teşkil edebilirdi: Mesela Fransız temaşa muharriri H. Lenomand’ın ‘L’homme et ses Fantomes piyesinde olduğu gibi… Okursanız anlarsınız, o ne ruh faciasıdır, o ne sefalettir.” (Kahraman, 1996:272) diyerek bu konudaki düşüncelerini ortaya koymuştur. Mahbupçulukla ilgili olarak gelinen noktada farklı görüşler bulunmaktadır. Ali Nihat Tarlan, bu konuyu kadının hayata girmemesiyle açıklar (Tarlan, 1981:119). Ömer Faruk Akün de eski cemiyette erkeğin kadına karşı duygularında aleniyete müsaade etmeyen ahlâk anlayışından bahseder (Akün, 421). Fakat Akün’ün üzerinde durduğu iki husus Türk gulâmları etrafında teşekkül eden aşk geleneği ile tasavvufun aşk ve güzellik anlayışıdır. Akün Arap ordularında istihdam edilen, fizik güzellikleri ve dürüst karakterleriyle dikkat çeken Türk gençlerinin askerlik dışında içki ve eğlence meclislerinin de elemanı olduklarını belirtir (Akün, 416,419). Fakat Akün’e göre sevgilinin erkek hüviyetinde görülmesinin asıl sebebi Allah’ın insanda ve güzel insan çehresinde aksettirdiği kendi güzelliğine karşı duyulabilecek en saf ve en gerçek aşk olan platonik aşk anlayışıdır. Tasavvuftaki, Eflatun’un Phaidros’una da çıkan ve araya cismani zevk ve duyguların karışmadığı, bu saf ve gerçek aşk ise kadın varlığına değil genç erkek çocuğa yönelik olduğunda mümkündür (Akün, 419). Cihan Okuyucu ise “Divan Edebiyatı Estetiği” adlı kitabının ilgili bölümünde bütün bu görüşlere yer verdikten sonra konunun toplumsal gerçekle ilgi derecesini sorgular. Kınalızade’nin “Ahlâk-ı Alâî”sinden aktardığı bölümlerin ardından dönem şairlerinin toplumun ahlâk standartlarının biraz dışında olduğu şeklinde bir düşüncenin zuhurundan bahseder. Yine Riyazî tezkire- 203 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ sinde başta İshak ve Âşık Çelebi olmak üzere bazı şairler hakkında da bu tip rivayetlerin varlığından söz eder. Bu tür konuların mahallileşme akımına bağlı olarak özellikle mesnevilerde yaygınlık kazanmasının XVII. asırdan sonra cemiyet hayatındaki dejenerasyonla ilgili olabileceğini söyler (Okuyucu, 2006:221-222). Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu meseleye ETEM’de “Kadın” başlığı altında değinildiği görülür. Onay eski şairlerimizde kadınla ilgili mazmunların azlığından söz eder: “Eğer allık, düzgün, sürme, vesme, rastık, kına, yaşmak gibi kadına ait sözler olmasa bunları kadınlar için söylenmiş olarak kabul etmek çok zordur.” (Onay, 2000: 270) Onay sevgilinin cinsiyetinin erkek olmasıyla ilgili ne bir tasavvufî anlayıştan ne de kadının cemiyet hayatındaki yerinden bahseder. Onay, eski şairlerimizde kadından kaçınma meselesinin çokluğuna değinir. Yazar, durumu ”içtimâî dalâlet” olarak nitelendirerek, gerçekliği yönünde görüş bildirmiş olur. Aşağıdaki beyitleri de bu ”içtimâî dalâlet”e örnek olarak verir: Bakmazam rûy-i nigâre gül-i âl olsa dahi Zene meyl eylemezem kaht-ı ricâl olsa dahi (Neylî) Zene etmezem nazarı duhter-i rezden gayrı Hâsılı merd olanın himmeti merdâne gerek (Lâedrî) Onay bu örneklerle klasik şiirimizde “homosexualite”nin varlığını kabul eder; fakat “içtimâî dalâlet” nitelemesiyle klasik şiiri bir yansıma alanı olarak görür. “Teserrî” maddesinde bu konuya tekrar dönen yazar, toplumda bekârlığı sultanlık olarak nitelendiren boşboğazların kadından uzak durmayı ve nefreti tavsiye ve ifade eden şiirleri delil olarak gösterdiklerinden bahseder. Onay bu ifadeleriyle bu sefer de edebiyatın toplum üzerindeki etkisine işaret etmiş olur. Sonuçta hangi yönden bakılırsa bakılsın bu durum Onay’a göre dalâlet/sapkınlıktır. “Bu şiirler arasında hicap duyulmaksızın okunabilen pek azdır” (Onay, 2000:439) ifadesiyle de konuyla ilgili rahatsızlığını ortaya koymuş olur. Onay’ın söz konusu maddede şairleri eleştirdiği asıl husus teserrî uygulamasıdır. Teserrîyi erkeklerin kul, köle; kadınların câriye, halâyık olarak alınıp satılmaları şeklinde tanımlayan yazar, Nâbî ve Sünbülzâde Vehbî’nin şiirlerinden örnekler vererek oğlunu cariye 204 alıp değiştirmeye teşvik eden şairlerin zihniyetini eleştirir. Üstelik bu tavsiyeyi yapan şairlerin ulema zümresinin ileri gelenlerinden olduğunu söyleyerek durumun vahametini ortaya koyar. C A İ Z E E D E B İ Y AT I Klasik Türk edebiyatının en fazla eleştirilen tarafı, şairlere sağladığı gelir ve imkânlar sebebiyle methiyenin yaygın formu olarak kasideler olmuştur. Kasidelerin methetme yoluyla caize almak için aracı olarak kullanıldığı, bunun da bir çeşit “dalkavukluk” olduğu yönünde suçlamalar yapılmıştır. Kasideler övüleni üzerinde olmayan özelliklerle anlatarak bir menfaat aracı haline gelmiştir (Kahraman, 1996:317). Şairlerimiz bu hususta bir taraftan “meddahlık”, “dilencilik”, “samimiyetsizlik” gibi nitelemelerle suçlanırken diğer taraftan “telif ücreti” ve “sanat kaygısı” gibi gerekçelerle haklı bulunmuşlardır (Erbay, 1997:389; Özdemir, 2010:456,458; Kahraman, 1996:317,318). Ahmet Talât Onay’ın ETEM’de açtığı maddelerden biri “Câize”dir. Yazar, bu maddede kasidelerin caize elde etmek için yazılışından bahseder. Onay’ın bu maddede söyledikleri suçlama veya savunma maksatlı değildir. Daha çok bir durum tespiti söz konusudur. Konunun ulaştığı boyutlar Onay’ın tespitleriyle ifade edilir. Buna göre şairler caize elde edebilmek için her fırsatı değerlendirir ve bir kaside yazarlar. Hatta bu kasidelerin önceden isimsiz olarak hazırlandığı, gerektiğinde isim ilave edilerek sunulduğu söylenir. Kimi zaman da şairler kasidelerin bazı yerlerini değiştirerek gözlerine kestirdikleri kişiye sunarlar (Onay, 2000:133-134). Ahmet Talât Onay, ayrıca “Diş Kirası” maddesini açıklarken bu tabirin diyiş kirası, yani caizeye karşılık gelecek şekilde kullanılmış olabileceğini söyledikten sonra klasik şairlerimizin kasidelerine karşılık aldıkları caize gibi halk şairlerimizin de muamma hallederken ortamda hazır bulunanlardan ileri gelenleri methederek bahşiş topladıklarını söyler (Onay, 2000:172). Bu ifadelerden yazarın halk şairlerimizin topladıkları bahşişi klasik şairlerimizin aldıkları caizenin bir başka BİLDİRİ KİTABI II alandaki karşılığı olarak gördüğü anlaşılır. M A Z M U N C U LU K Klasik Türk edebiyatında “mazmunculukla” ilgili ileri sürülen görüşler arasında bu edebiyatın bir “mazmunlar edebiyatı” oluşu ve bu mazmunların anlaşılmazlığı meselesi de bulunur. Ahmet Talât Onay’ın “Divanlarımızdaki gül-bülbül, şem’pervâne, Leylâ-Mecnûn, Ferhâd-Şîrîn, serv-fâhte, kumru-çenâr mazmunlarını hâvî satırlar çıkarılsa geriye pek az bir şey kalır” (Onay, 2000:130) şeklindeki ifadesi, daha önce değindiğimiz şarap mazmunlarının çokluğu meselesiyle birlikte düşünüldüğünde, klasik edebiyatın belli başlı mazmunlar etrafında döndüğü yönündeki düşünceyi teyit eder niteliktedir. Bununla birlikte ETEM’de mazmun konusunda dikkatimizi çeken asıl husus Ahmet Talât Onay’ın mazmunların anlaşılmazlığı hususundaki şikâyetidir. Yazar, eserin önsözünde; Çeke mazmûnunu fehm etmede bir nükte-şinâs Ne kadar dikkat ederse o kadar renc-i elîm (Nef ’î) beytini divanları okurken yaşadığı sıkıntının bir ifadesi olarak zikretmiştir. Bir divanı bile sonuna kadar anlayarak okumanın zorluğunda bahseden Onay, mazmunların etraflıca halledilmedikçe deli saçmasından farkı olmadığını söyleyerek bunları izah etmek için çektiği sıkıntıyı dile getirmiştir. K E L İ M E OY U N C U L U Ğ U Klasik edebiyata yöneltilen “kelime oyunculuğu” suçlamasının ardında edebî sanatların eleştirisi veya fazlalığı gibi bir düşünce bulunmaktadır. Bu konudaki suçlamalara göre klasik şiirimiz bir şey anlatamamıştır. Klasik şairlerimiz yalnızca kelime oyunları yapmışlar ve çoğu zaman manayı feda etmişlerdir. Bu suçlamalara karşı çıkanlar ise kelime oyunlarıyla sözün güzelleştirildiğini savunmuşlardır (Kahraman, 1996:291-296). Ahmet Talât Onay, “Laf Oyuncakları” başlığı altında “Eski şairlerimiz taze mazmun bulamadıkları zaman lâf oyuncakları yaparlar, bunları sanat eserleri sayarlar ve hünerlerinden dolayı gurur duyarlarmış” (Onay, 2000:310) der. Onay’ın bu ifadesinden edebî sanatlar yoluyla oluşturulan laf oyuncaklarını, şairlerin orijinal bir mazmun bulamadıklarında sığındıkları bir liman gibi gördüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca bu ifadesiyle klasik şairlerimizin aksine bunları sanat eseri olarak görmediğini sezdirse de bu konudaki fikrini, Nabi’nin kelime oyuncaklarıyla oluşturulmuş şiirlerine “saçma” diyerek açıkça ifade etmiş olur (Onay, 2000:343). ŞAİRLER HAKKINDA DEĞERLENDİRMELER: Ahmet Talât Onay, ETEM’de ele aldığı maddeleri açıklarken çok sayıda şairden örnek beyitlere yer vermiştir. Verdiği örnek beyitler vesilesiyle de kimi zaman söz konusu şairlerle ilgili fıkra ve anekdotlara yer vermiş kimi zaman da açıkladığı konuyla alakalı olarak şairler hakkında değerlendirmelerde bulunmuştur. Ahmet Talât Onay’ın ETEM’de hakkında görüş bildirdiği şairlerden biri Nedim’dir. Onay’ın, Nedîm hakkında söylediklerinde kendi Türkçü duruşunun etkisi görülür. Tanzimat’tan sonra yapılan değerlendirmelerde Nedîm, şiirlerinde yerli unsurlara yer verdiği ve taklitçilikten kaçındığı söylenerek “millî şair”, “medenî bir Türk” gibi nitelemelerle anılmıştır (Özdemir, 2010:584). Fakat Onay romantik olarak da adlandırabileceğimiz bir tavırla Nedîm’in Türkçü olduğunu söylemiştir. “Acem Kahramanları” maddesinde şairlerimizi, Türk erlerini Acem kahramanlarına benzettikleri için eleştiren Onay, Nedim’i bu kahramanlar karşısında Ali Paşa ve Damad İbrahim Paşa’yı yücelten şiirlerinden hareketle, mutaassıp bir Türkçü olduğu gerekçesiyle över. Nedim’in hece veznini klasik edebiyata soktuğunu ve Moğol ve Kara Tatarları eleştiren şiirlerinin bulunduğunu söyleyerek bu görüşünü kuvvetlendirir: “Nedim, bütün çapkınlıklarına rağmen –kim ne derse desin mutaassıp bir Türkçüdür. Parmak hesabıyla şiiri divan edebiyatına sokmuş; kendinden sonra hece vezniyle şiir yazan Âkif Paşa ve emsali divan şairlerine o rehber olmuştur. Ali Şir 205 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Nevâî’ye nazire söylediği halde Moğol ve Kara Tatarları da iğnelemekten çekinmemiştir” (Onay, 2000:66) Ahmet Talât Onay’ın ETEM’de Türklük duygusuyla öne çıkarttığı isimlerden biri de Fuzûlî’dir. Yazar yine “Acem Kahramanları” maddesinde Anadolu Türklerinin ilk eserlerinden itibaren kendi zamanını da dâhil ederek bütün Türk eserlerinde Acem kahramanlarının isim ve menkıbelerine rastlandığını söyler. Fakat bu duruma bir istisna olarak Fuzûlî’yi gösterir ve onu “koca Türk” nitelemesiyle yüceltir. Onay, Fuzûlî’nin bu tutumundan Acemlere ait asılsız rivayetleri önemsemediği veya Acemlerden nefret ettiği gibi bir sonucun çıkarılabileceğini söyler. Fuzûlî’nin Şah İsmail adına yazdığı “Beng ü Bâde” mesnevisinde hükümdar hakkındaki övgülerinin ise zorunluluktan kaynaklandığını belirtir: “(Acem Kahramanlarının isim ve menkıbelerine)Yalnız Fuzûlî’de tesadüf edilememesi bu koca Türkün Acem hurâfâtına ehemmiyet vermediğini, yahut onlardan müteneffir olduğunu gösterir. Beng ü Bâdesinin Şâh İsmail nâmına yazılması, bu hükümdâr hakkında medhe müteallik birkaç beyit söylemesi mütâlaayı cerhedemez. Çünkü metbû’u hakkında bu kadarcık olsun medhte bulunması zarûrî idi” (Onay, 2000:66). Yapılan değerlendirmelerde pek çok ismin en büyük şairimiz olduğu hususunda birleştiği Fuzûlî, şiirlerindeki ıstırap, elem ve Leyla ve Mecnun mesnevisindeki başarısı dolayısıyla da sıkça söz konusu edilmiştir. Onay da eserinde birer cümleyle de olsa bu meselelere değinmiş, “Âh” maddesinde “Şairlerimiz arasında en müessir âh çeken Fuzûlî’dir” (Onay, 2000:76) derken “Mecnûn-Leylâ” maddesinde “Bizde Fuzûlî’nin eseri Arap ve Acem’dekilerden de üstündür” (Onay, 2000:322) diyerek konuyla ilgili kanaatini ortaya koymuştur. Onay’ın ETEM’de hakkında en fazla görüş bildirdiği şair Nâbî’dir. Eserinde Nâbî’yle ilgili bir madde de açan Onay, şair hakkında zaman zaman hakaretamiz sözler de sarf eder. 7 Yazar açtığı maddede Nâbî’nin yaşadığı dönemdeki şöhretini çağdaşı şairlerin Nâbî’yi öven beyitleri vasıtasıyla ifade eder. “Nâbî gibi söyler” sözünü de onun şöhretine delil olarak gösterir. Nâbî’nin hikemiyyât vadisinin en büyük temsilcisi olduğunu ifade ettikten sonra “Bir zamanlar şiirlerine 7 Bkz. Ahmet Talat Onay, age, s.128, 315. 206 nazireler söylemek moda olmuş, hatta kelime oyuncaklarından mürekkep saçmaları bile bir iltifat ve tanzire şayan görülmüştür” (Onay, 2000:343) diyerek şiirlerine olan ilginin derecesine dikkat çeker. Nâbî “Teserrî” maddesi açıklanırken şiirlerinin içeriği dolayısıyla da değerlendirilir. Onay, daha önce de değindiğimiz, bu maddede kadınları bayağı bir mal veya bir meta yerine koyarak oğlunu cariye alıp değiştirmeye teşvik eden şairlerin zihniyetini eleştirir ve bu uygulamayı ahlâkî açıdan sorgular. Onay’ın açıklamalarına örnek olarak verdiği beyitler Nâbî ve Sünbülzâde Vehbî’ye aittir.8 Bu itibarla Onay’ın sözlerinin doğrudan muhatabı bu iki şairdir. Onların bu uygulamayı teşvik eden söylemleri toplum üzerinde olumsuz etki yapmaktadır. Ahmet Talât Onay’ın hakkında değerlendirme yaptığı bir diğer şair de Nâili’dir. Yazar, “Şehnâme” maddesinde şairlerimizin Şehnâme’yi ve kahramanlarını küçümsemelerine Nâilî’nin bir beytini örnek olarak verdikten sonra Nâilî’nin şiirleriyle Firdevs-i Tûsî’nin eserini karşılaştırır. Her iki şairin de kendi edebiyatları açısından önemine işaret eden Onay, iki şairin eserleri arsındaki farkı şu şekilde ifade eder: “Firdevsî-i Tûsî’nin eseri kendi vadisinde ve İran edebiyatında bir varlıktır. Nâilî’nin şiirleri ise Türk edebiyatı için iftihar vesikasıdır. Firdevsî muhayyel kahramanlarının şecâat ve hamasetinden bahs etmiştir. Nâilî ise hayrete şayan gazeller terennüm eylemiştir. Bu itibarla eserlerinin Şehnâme mertebesinde tantanalı veyahut Şehnâme’nin Nâilî’nin gazelleri derecesinde fikrî ve hissî olmaması pek tabiîdir” (Onay, 2000:422). Onay ayrıca “Yunus” maddesinde şiirleri millete hitap ettiği için millet tarafından beğenilen Yunus Emre’yi klasik şairlerimizin çekemediklerini söyleyerek şairler hakkında genel bir değerlendirmede bulunur. Yazar bu sözleriyle aynı zamanda klasik Türk şiirinin halktan uzak olduğu şeklindeki görüşe de işaret etmiş olur: “Millete hitap ettiği için milletçe beğenilen ve sevilen Yûnus’u divan şairlerimiz çekememişlerdir. İzzet Mollâ da bu çekememezliğe işaret ediyor. Fakat şiirleri8 İzdivâcında taharrî ile (eyle) Sakın evlenme teserrî ile (Nâbî) Ukalâ anda taharrî eyler Ekseri meyl-i teserrî eyler (Sünbülzâde Vehbî) BİLDİRİ KİTABI II nin –Yûnus’un şiirleri gibi- pîrlerin himmetiyle söylendiğini bildirerek Yûnus’a hürmet etmiş ve kudsiyet vermiş oluyor” (Onay, 2000:465). kanlığı Yay. MACİT, Muhsin (2006), “Divan Edebiyatı Tartışmaları ve Gelenekten Yararlanma Sorunu”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Temmuz-Ağustos 2006, S.77-78, s.20-32. ONAY, A. Talât (2000), Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı (Haz. Cemal KURNAZ) , Ankara, Akçağ Yayınları. SONUÇ Klasik Türk şiiri Namık Kemal’den itibaren uzunca bir zaman pek çok yönüyle tartışılmış ve sert eleştirilere maruz kalmıştır. Ahmet Talât Onay’ın ETEM’de klasik Türk şiiri ve şairleriyle ilgili yer verdiği görüşleri de Tanzimat’tan sonra klasik şiirin çok tartışılan dili, millî olup olmadığı, mey ve mahbup edebiyatı oluşu, caize meselesi, mazmunculuk ve kelime oyunculuğu konularıyla ilgilidir. Onay’ın bu görüşlerinin çoğu da klasik Türk şiirine yöneltilen eleştirilerle paralellik göstermektedir. Fakat Onay, bu eseri klasik edebiyatımızı gençlere tanıtmak için, dolayısıyla bu edebiyatın unutulmaması için yazmıştır. Bu itibarla eserin yazılış amacı ile Onay’ın görüşleri arasında bir çelişkiden söz edilebilir. Biz bu çelişkinin, Tanzimat’la birlikte içerisinde bulunduğu medeniyet dairesini değiştiren ve bunun neticesinde yeni değerlerle şekillendirilmeye çalışılan bir toplumda dönem aydınının yaşadığı ikilemle açıklanabileceği kanaatindeyiz. Ayrıca Onay’ın görüşlerinde, bazı maddelerde de değindiğimiz gibi, siyasi duruşunun etkisi göz ardı edilmemelidir. OKUYUCU, Cihan (2006), Divan Edebiyatı Estetiği, İstanbul, L&M Yayınları. ÖZDEMİR, Mehmet (2010), II. Meşrutiyetten Cumhuriyete Divan Edebiyatı Tartışmaları, İstanbul, Timaş Yayınları. TANPINAR, A. Hamdi (1997), 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Çağlayan Yayınları. TARLAN, A. Nihat (1981), Edebiyat Meseleleri, İstanbul, Ötüken Yayınları. K AY N A K Ç A AKÜN, Ö. Faruk (1994), “Divan Edebiyatı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), c. 9., İstanbul, TDV Yayınları, s.389-427. AKÜN, Ö. Faruk (2006), “Nâmık Kemal”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), c. 32., İstanbul, TDV Yayınları, s.361-378. ERBAY, Erdoğan (1997), Eskiler ve Yeniler, Erzurum, Akademik Araştırmalar. KAHRAMAN, Mehmet (1996), Divan Edebiyatı Üzerine Tartışmalar, İstanbul, Beyan Yayınları. KURNAZ, Cemal (1990), Ahmet Talât Onay, Ankara, Kültür Ba- 207 BİLDİRİ KİTABI II KARS İLİ AĞIZLARINDA KULLANILAN BAĞLAMA EDATLARI CONNECTİNG PROPOSİTİONS ON KARS DİALECTS Özlem ŞUATAMAN1 ÖZET ABSTRACT Bağlama edatları; sözcükleri, sözcük öbeklerini veya cümleleri, anlam kimi zaman da biçim bakımından birbirine bağlayan dil unsurlarıdır. Bağlama edatları, cümle oluşumunda önemli bir fonksiyona sahiptir. Bu nedenledir ki ölçünlü dildeki bağlama edatları kadar konuşma dilindeki edatlar da değerlendirmeye tabi olunmalıdır. Anadolu, Azerbaycan ve İran toprakları arasında bulunan, tarih boyunca bu üç bölgede kurulan devletler arasında el değiştiren, Yerli, Terekeme, Azeri, Türkmen etnik gruplarına ve dolayısıyla da zengin bir dil malzemesine sahip Kars ağızları; tarihî, coğrafî ve sosyo-kültürel şartları dolayısıyla beş bin yılı aşkın bir sürede Rusça, Farsça, Arapça, Ermenice başta olmakla üzere birçok dille etkileşimde bulunmuştur. Bu etkileşim sonucu; bu dillerden ses bilgisi, şekil bilgisi, söz varlığı ve söz dizimine ait çok sayıda dil unsurları almıştır. Kars ağzı; söz konusu dil unsurlarının bir kısmını biçim ve anlam değişimlerine uğratırken bazı noktalarda ise tutucu davranmış ve arkaik unsurları bünyesinde saklamaya devam etmiş, hatta zaman içerisinde kendine özgü kullanımlar da göstermiştir. Çalışmada; Kars İline bağlı ilçe ve köylerden derlenen materyallerden, bölge üzerine yazılmış makale, bildiri ve kitaplardan tespit edilen metinlerden hareketle Kars ağzındaki bağlama edatları ele alınarak, standart Türkiye Türkçesi ile olan ses, şekil ve anlam farklılıkları örneklerle incelenecektir. Anahtar Kelimeler: Kars Ağzı, Standart dil, edatlar, bağlama edatları Connecting prepositions (conjunction prepositions) are elements of language that connect words, word phrases or sentences to each other in terms of meaning and sometimes in terms of form. Connecting prepositions have an important function in the formation of sentences. Hence, colloquial connecting prepositions have to be considered as the connecting prepositions of literary language. Being located in the territory between Anatolia, Azebaijan an Iran, Kars dialect has been affected by these three states throughout the history. As a consequence; Kars dialect has a wide range of material for language and etnic groups such as Yerli, Terekeme, Azeri and Türkmen. Kars dialects, because of territory’s historical, geographical and sociocultural conditions in a period of five thousand years, have been interacted with many languages such as Russian, Persian, Arabic and Armenian. As a result of this interaction, it has a large number of language elements like phonology, morphology, syntax and vocabulary. As transforming some of the mentioned language elements through form and meaning, Kars dialect has also behaved conservatively in some points and continued to hide some archaic elements, even it has formed its own usages after a while. In this study; discrepancy and analogy on sound, shape and meaning of connecting prepositions of Kars dialect will be analyzed and compared with Turkish lyrics through examples. Materials collected from the Kars province, the articles written on towns and villages of the region, and the texts found in papers and books will be used. Key Words: Kars Dialect, Literary Language, Prepositions (conjunctions), Connecting Propositions. 1 1 Okt.; Kıklareli Üniversitesi, [email protected] 209 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ Dil, yaşayan ve gelişen bir yapıya sahip olmasının yanı sıra eskiyi devam ettirme ve koruma bakımından muhafazakâr bir özelliğe sahiptir. Dile ait unsurlar, dilin tarihi gelişim süreci içinde yapı ve anlam bakımından değişikliğe uğrayabileceği gibi bazı sebeplerden dolayı kullanımdan da düşebilir. Yazı dilinde, tarihî dönemlerde kullanılan pek çok kelime ve eklerin izleri silinmişken ağızlar; kuşaktan kuşağa birçok eski şekli taşımış, günümüze kadar ulaştırmıştır (Yavuzarslan, 1993: 309). Bu durum göz önüne alınırsa ağızlar, bir dilin gelişmişliğini ve zenginliğini göstermek bakımından eş zamanlı ve art zamanlı dil incelemeleri için eşsiz malzemeler sunar. (Demir, 2009: 186). Bu malzemelerden biri de söz varlığında önemli bir yere sahip olan bağlama edatlarıdır. Bağlama edatları, cümleleri veya cümle içinde kelimeleri ve kelime gruplarını ya mana bakımından yahut şekil itibariyle birbirine bağlayan sözlerdir (Hacıeminoğlu, 1984: 112). Dil unsurları içerisinde büyük önem taşıyan bağlama edatları, Türkiye Türkçesi dilbilgisi kitaplarında, sözlüklerde ve makalelerde değişik tasniflerle2, farklı adlandırmalarla3 ya edat başlığı altında ya da edatlardan bağımsız olarak değerlendirilmiş ve konu hakkında pek çok Türkolog farklı görüşler ileri sürmüştür. Necmettin Hacıeminoğlu, edatları detaylı bir şekilde incelediği Türk Dilinde Edatlar isimli eserinde Türkçede bağlama edatlarının teşekkülünün Karahanlı devresinden itibaren kendini belli ettiğini ifade etmekte; bazı gramercilerin Türkçedeki bağlama edatlarını yabancı dillerin etkisine bağlamasına karşın bağlama edatlarının teşekkülünü sadece yabancı dillerin tesiri ile izah etmenin doğru olmadığını, dikkat edilirse Batı Türkçesindeki edatların büyük bir kısmının Türkçenin kendi bünyesinden çıktığı görüşünü savunmaktadır. (Hacıeminoğlu, 1984: 112). Banguoğlu ise 2 Ayrıntılı bilgi için bk. Akın, 2004; Yavuz, 2011: 59-107. 3 Ergin, bağlama edatları (Ergin, 2000: 352); Hacıeminoğlu, bağlama edatları (Hacıeminoğlu, 1984: 112); Eckmann, bağlama Edatları (Eckmann, 2005: 135); Banguoğlu, Türkçenin Gramerinde bağlam (Banguoğlu, 2007: 390); Korkmaz, bağlaç (Korkmaz, 2003: 1091); Mansuroğlu, bağlama edatları (Mansuroğlu, 1955: 59) terimini kullanmıştır. 210 “bağlam” başlığı altında Eski Türkçeden beri dilimizde bağlam işleyişinde kelimelerin var olduğu; ancak sayıca az olduğu, bu kelime sınıfının organik olarak zarf-fillerden doğmuş olduğu yönünde görüş bildirmiştir. (Banguoğlu, 2007:394-395). Muharrem Ergin ise bağlama edatlarının Türkçede sonradan ve yabancı dillerin etkisiyle ortaya çıktığı görüşündedir (Ergin, 2000: 352). Edatların bu durumuna temas edenlerden biri de Korkmaz’dır: Eski Türkçe döneminde bağlama edatlarının bulunmadığı, bunların sonradan yabancı dillerin etkisiyle ortaya çıktığı ve bağlaçların Karahanlı devresinde itibaren kendisini belli ettiği (Hacıeminoğlu, 1984: 112) görüşüne karşı çıkarak; bu yargıların doğru olmadığını, Eski Türkçe döneminde kelimeleri, kelime gruplarını ve cümleleri birbirine bağlayan bağlama görevinde bir çok kelime, edat, -A, -I/ -U ve -p’li zarffiillerin bulunduğunu ve Köktürk metinlerinde azu “ve, veya”, artukı “daha fazlası, aşırısı”, biriki “ve”, ulayu “ve”, yime “ve, da, yine”; Uygur metinlerinde “azu, amtı “şimdi, o halde”, amtı yana “ve şimdi”, amtı yme, ançu, ançulayu “öyle, şimdi, yine”, anta basa “bunun üzerine” birök “şimdi, fakat, ise”, incip “ancak”, inçe katlı “yani” gibi bağlaçların bolca kullanıldığını ifade etmektedir. (Korkmaz, 2003: 1091-1092). Mansuroğlu ise yabancı dillerle kültür alış verişine girdiği zamanlarda, yani Uygur devresinden itibaren birinci derecede dinî metinlerde aslına uygunluk isteği ile sözü sözüne tercüme sonunda Türkçeye bağlama edatlarının girdiğini, Türkçede bağlama edatlarının ortaya çıkışında yabancı kültürlerin ve yabancı dinlerin etkisi olduğunu belirtir (Mansuroğlu, 1955: 59). Tekin’in “Eski Türkçe” isimli yazısında bağlama edatları ile verdiği bilgi de Mansuroğlu’nun görüşüyle benzer niteliktedir: “Bağlayıcılar, tarım bölgesinde Türklerin ilk karşılaştıkları Hint-Avrupa milletlerinden çeşitli İranlı kavimlerin (Soğd) ve Toharların dillerindeki yardımcı cümle bağlayıcıları, Türkler tarafından kısmen taklit edilmiş ve Türkçe öteden beri mevcut olan ḳaçan, ḳanyu, kim, ne gibi kelimelere, yabancı dillerdeki yabancı cümle bağlayıcılarını karşılamak üzere yepyeni manalar verilmiştir. Dilde şekil ve fonksiyon bakımından karşılığı bulunma- BİLDİRİ KİTABI II yanlar için de birden fazla kelimelerin birleşmesiyle yeni kelimeler yaratılmıştır: neçük, neçükin (ne+çe+ök+in), neteg, birük (bir+ök) vb. Görülüyor ki yabancı cümle fikri yabancı bir dilden alınıyor; fakat, bunu ifade eden bağlayıcı unsur dilin kendi imkanlarından yaratılıyor.” (Tekin, 1992: 112). Bu bilgilerden hareketle denilebilinir ki her dil gibi Türkçenin de bağlaca ihtiyacı olmuş, Türkçe bu ihtiyacını kendi yapı ve işleyiş özelliklerinden yararlanarak karşılamıştır (Korkmaz, 2003: 1093). Bugün geniş bir kullanım alanına sahip bağlama edatları, birlikte kullanıldıkları dil birlikleri arasında anlam ilgisi kurarak ifadenin daha iyi anlaşılmasını sağlarlar. Bu bakımdan Türkçe cümle kuruluşunda bağlama edatlarının yeri ve vazifesi ihmal edilemeyecek kadar mühimdir (Hacıeminoğlu, 1984: 112). Bağlama edatları anlam ve görev bakımından: 1.Cümle başı edatları 2.Asıl Bağlama Edatları 3. Denkleştirme edatları olarak gruplandırılabilir. ayrıca, a) Herhangi iki cümleyi bağlayanlar b) Şart cümlelerini bağlayanlar c) Cümle başı edatları olarak da sınıflandırılabilir (Hacıeminoğlu, 1984:113-114). Bu çalışmada, çeşitli eserler taranarak Kars ağzında kullanılan bağlama edatları üzerinde durulmuştur. Necmettin Hacıeminoğlu’nun “Türk Dilinde Edatlar” çalışmasındaki “bağlama edatları” için belirlediği tasnif esas alınmış, metinlerde geçen bağlama edatları yapısı, kullanışı ve işlevleri bakımından alfabetik sırayla, tanıklarıyla ve alındıkları eserler gösterilerek verilmiştir. Türkçe veya yabancı asıllı olan bağlaçların birbirleriyle ortaklaşan işlevleri bulunduğu gibi, birbirlerinden çok farklı açıklama, amaç bildirme, anlam güçlendirme, benzerlik gösterme, duraksama, ekleme, olasılık, istek, istisna, merak ve olumsuzluk bildirme, onaylama, farz etme, özetleme, sebep, sıralama ve sonuç bildirme, tahminde bulunma, üsteleme, zıtlık bildirme gibi birçok işlevi de bulunmaktadır. (Korkmaz, 2003: 1124). Bu bağlamda Kars ağzında kullanılan bağlama edatları, sırasıyla “şart ifadesi taşıyanlar, açıklama, sebep, tahmin / ihtimal, zıtlık, üsteleme, sonuç ve sıralama ve karşılaştır- ma bildirme niteliğinde olanlar şekline tasniflenmiştir: • Şart ifadesi taşıyanlar: eger / eğer / ger / eğer ki / eyer / eyerki; tekki /te ki; yeter ki. • Açıklama bildirenler: ancaḫ / ancağ; artıḫ / artuḫ; bir de / bi de; bunnan bele / innen bele; çünkü; deme; demeĥ / demek ki / demeĥki; dẹyesen; elbet ki; hanı / haní / heni; halbuki, halbusa / halbuse; hele; hebet / helbet / herbet; hẹç olmasa / heş olmazsa / hiç olmasa / hiş olmasa; hiç degil / heş değilse; ḫuleseyi; ki / ku / kin; meğer / megerse / meğerse / megem/ megemse / meyem / meyerse; mesela / mesele / meselen / mesen; ne͜ise / neyse; ẹlese / ẹleyse/ eylese / ėyleyse; o ki/ o kü; tabı / tabi / tebi; velākin; yalnız / yalanız; yanı / yani; zata / zatan/ zaten / zäten / zati. • Sebep bildirenler: baḫalım, madem / madem ki, /medem/ medemeki. • Tahmin / ihtimal bildirenler: beke / beke de / beki / belke / belkem / belki / belkim /belkede / belke de; gereĥ; olmıya / olmiya; olmıya olmıya. • Zıtlık bildirenler: ama / eme / ema; amma / emme; faġat; hama / heme; yoḫsa. • Üsteleme bildirenler: hetde; illa / ille / illah / illah ki; mohakkak / muaġġaġ / muahğaḫ/ muakġaḫ; öyle. • Sonuç bildirenler: aḫırı / aḫırí; derken; indi. • Sıralama ve karşılaştırma bildirenler: ve; veya; yaḫal; yahut; veyaḫut. B A Ğ L A M A E D AT L A R I N I N K A R S A Ğ I Z L A R I N D A K İ YAPI VE İŞLEVLERİ • Şart ifadesi taşıyanlar eger/ eğer/ ger/ eğer ki (eğer+ki); eyer /eyerki (Far. eger) “eğer, şayet” İslami Türk edebiyatının ilk metinlerinden itibaren bağlama edatı olarak kullanılmaktadır (Hacıeminoğlu, 1984:142). Şart anlamını güçlendirmek için şart cümlelerinin başına getirilir (Oruç, 1994: 219). Ağızlarda kullanımı oldukça yaygın olan bir edattır. Eğer ki şekli ağızlarda yaygın bir kullanıma sahip değildir (Köse, 2006: 211 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ 15-16). Eski Anadolu Türkçesi, Türkmen Türkçesi ve Azeri Türkçesinde “eger” şeklinde kullanılmıştır. “Eyer” şekli ise Gagavuz Türkçesinde karşımıza çıkmaktadır. Eme padişa͜ınan sülüh kesdiler ki eger ben beş daġġa ābitlerden geri ġalırsam boynum ġıldan incedir [KİA: 196/21-22]. Uçun ġuşun dlinnen bilecäḫ. Eger ėle oḫudursan dünyalığın verír [KYA: 126/ 733/734]. sene üş vesiyet ġoyacA??m.” Deyir. “Eğer bu üş dene sözümü yaparsan [KİA: 190/89-90]. benim bir düşmanım var. Eğer onu öldürrem, çıḫaramsa barabar gideriz [AKD: 104]. Bir sene bana arḫadaş olacan. Eger ki o gelmedise seni baḫalım bişeyle gönderriĥ [AKD: 31]. Bezdadır cenezemi / Ger tabuda gelmamiş /ġaldırma cenezemi [KİA: 222/17-18-19]. Eyer aşığisen maşuġun tanı / Eyer arif sense sözümü ġanı [AKD: 227]. padşahın ġızı çoḫ hıddetdendi dẹdiki çütçü eyerki men seni sabaḫ denıze atıf balıḫlara yedirmesem [AKD: 192]. tekki / te ki “yeter ki” Letif Şahı görende özünü atdı üsdüne; aman dẹdi, te ki benim öğluma nesib olsun bu işder. [AKD: 62]. ne emrẹdirsen elle, tekki sen bir gül dẹdi [AKD: 166]. yeter ki (yet-er+ Far. ki) “ancak; tek, yalnız” Cümleleri bir şarta bağlayarak, cümlelere açıklık kazandıran bağlama edatıdır (Oruç, 1994: 648). Canını sıḫma, ẹle ġoḫummuz olsun, yẹter ki he dẹsin, ẹle gelnimiz olsun, senin canın sağ olsun [AKD: 106]. • Açıklama bildirenler: Başında veya içinde bulundukları cümle veya cümlelere açıklama işlevi ile bağlayan edatlardır (Korkmaz, 2003: 1124). ancaḫ /ancağ (ança+oḳ) “ancak, ama, fakat, lakin; nihayet, yalnız, sadece, belki” Bağlama edatı fonksiyonunda başına geldiği cümleyi bir önceki cümleye bağlar ve karşıtlık, tezat, sınırlama, şart ve sonuç bildirir. “ancağ” şeklindeki kullanımıyla, Azeri Türkçesindeki ancag kullanımına yakınlık gösterir (Oruç, 1994: 34). 212 Sen buradan bize bir küçüğ͜ aḫurum var. Ancaḫ içine sığırım [KİA: 162/41-42]. Ey Pirehmet ancaḫ seni göyde ariyırdım yerde iras geldim [AKD: 94]. Ben iḫdiyar adam, ben zate davarc͜ıı ancaḫ götürürim [KİA: 188/14]. Yavruları bağırdı ki aman ana salma, ancaḫ ki bizi ġutalan o adamdır [AKD: 47]. Dediler ki yoḫ, bizim ancağ oturacağımız daş budur [AKD: 73]. artıḫ /artuḫ (< artuḳ < art-u-ḳ) “artık, bundan sonra, neticede” Cümle başı edatı olarak netice ve açıklama bildirir (Oruç, 1994: 41). Kars ağzında ses değişikliğine uğramıştır. Sultanında dileği yẹrine yẹtdi. Bu ġadar artıḫ [AKD: 92]. Bacağım ġırıldığının farḳındayım. O arada artıḫ birez aḫlım başımnan geşmiş [KİA:165/19]. Ġoymer ki ġız gonuşa. Artıḫ ġızın elini áyağıní açar [KYA: 154/1658]. Mehemmet biz ġaş seneden beri çıḫdın melmeketden, artıḫ gel dẹyir biz vetanımıza döneĥ yẹter bu ġeder ġurbetliĥ [AKD: 131]. Mehgemede ayannan söylemezler sudda. Artuḫ ġaḫduḫ [KİA: 229/145-146]. barı (Far. bari) “bari, hiç olmazsa” Yetinme, temenni ifade eder (Hacıeminoğlu, 1984: 123). Ağızlarda çok fazla kullanım alanı bulamamış barı edatı (Köse, 2006: 11) Kars ağzında kullanılmakta ve bölge, bu şekildeki kullanımıyla Azeri Türkçesiyle benzerlik göstermektedir. Bu sefer ağaca silkeleyereĥ barı dedi biridi düşsün yeyim [AKD: 187]. bir de / bi de “bir de, bundan başka, bir daha” Cümle başı edatıdır. Bazen açıklama bazen de hayret ve tereddüt ifade eder (Hacıeminoğlu, 1984: 130). Yani o zaman ġafile. Bir de baḫir ki bi ġafile gelir [KİA: 161/21-22]. Bir zengin adam var͜ ıdi. Bir de bir gızi var͜ ıdi [DİAT: 147]. herhangisi olar olsun çürümez bir, bir de şẹhid olannar çürümez [AKD: 157]. BİLDİRİ KİTABI II o yanı bu yanı baḫar, bi de başını içerí çekdíğí kimin millet dağılėr [KYA: 156/ 1739-1740]. Getirdi, ateş yaḫdı, oturdu başında. ġarannıḫ düşdü. Bi de baḫdı, bi dene ses gelir, o men soğuḫdan öldüm, o men soğuḫdan öldüm. [AKD: 42]. bunnan bele /inen bele “bundan sonra” ḫanımı bunnara emrẹyledi dẹdi bunan bele siz gedebilersiniz [AKD: 167]. Bu yerrerin duz eĥmeği çöreği / Haram mana inen bẹle sevdiğim [AKD: 91]. çünkü (Far. çûn+ki) “çünkü, zira; bundan dolayı, bu sebepten” Başında bulunduğu cümleyi bir önceki veya sonraki cümleye sebep, açıklama ve netice yoluyla bağlar. Azeri Türkçesi ve Türkmen Türkçesinde “çünki”; Türkiye Türkçesinde “çünki, çünkü şeklinde kullanılmıştır (Oruç, 1994: 144). Anadolu ve Rumeli ağızlarında kullanımı görülen (Köse, 2006: 12) çünkü edatının Kars ağzında az da olsa ses değişikliğine uğradığı görülmektedir. Biz dörderli geziriĥ. Ayahlarımızın altı çünkü yara [KİA: 206/37]. Celâlı vezirde öldürmeye çalışırdı çünkü sahat azalırdı. [AKD: 251]. sora Kötekten almişlar. Çünkü Rus zamanı ki erāziye ki bölüm yapílirmiş [KİA: 175/13-14]. ġoynunu alsaḫ ẹy alacaḫ çünkü o ne sırrı olardısa Nazdı’ya söyliyerdi [AKD: 229]. deme (de-me) “meğer, meğerse” Azeri Türkçesinde sıklıkla kullanılan sen deme edatının deme > de-me şekli (Efendioğlu, 2006: 198) Kars ağzında karşımıza çıkmaktadır. Kiççiĥ oğlu beĥledi. Deme ne yapırmış bu mezerriye bir tene dẹv alışıp. [AKD: 44]. baltaynan iras geleni buduydular. Deme bu namıssızların birinin başına gẹme deymiş az yaralanmış [AKD: 212]. demeĥ / demeĥ ki / demek ki / (ET. de-+mek) “demek, demek ki, öyleyse, o halde, yani” Başında bulunduğu cümleyi bir önceki cümleye veya unsura bağlar. Açıklama, sebep bildirir. “ki” edatı ile açıklama özelliği kuvvetlendirilmiştir (Oruç, 1994: 187). Ağızlarda kullanımı pek yaygın olmamasına rağmen (Köse, 2006: 14) Kars ağzında ses değişikli- ği ile kullanıldığı görmekteyiz. baḫdı, yasdığın altında bişey yoḫ. Demeĥ, bu ġızıl ġuşdur [AKD: 35]. o adama vẹrginen meydannan çekilsin, ġaḫıram herp yapacam dẹmeĥ o zamannarda usul öyle imiş. [AKD: 75]. mana bir yemeĥ gelirdi hafdada bugün iki yemeĥ gelmiş demeĥki ẹrzağ artmış [AKD: 46]. Onnardan da demeĥ ki Ġaronun hiç oğlu olmamış [KİA: 194/272-273]. Dẹdi ayvaḫ dẹdi ẹy bulmuşdum dẹmeĥki ẹyde itirmişem [AKD: 152]. burada iki sandalya olmaḫda dẹmekki bu adamın ayleside burdadı [AKD: 259]. Ardahana biri gelmiş. Biri dėmek ki Ġağızmana gelmiş [KİA: 195/307-308]. Vay topal dẹdi sen dẹmekki ġaçıp ġurtulacan menim elimnen, Topalı da içerde gebertdi [AKD: 94]. dẹyesen / diyesen (diye-sin) “diyesin, sanki, ihtimal, gerek ki” Cümle başı edatı olarak bağlama fonksiyonuna sahiptir. İhtimale dayalı açıklama ifade eder. “diyesen” şekli ile Kerkük Türkçesiyle benzeşen ağız, “galiba, muhtemelen” anlamlarında kullanılan “déyesen” şeklindeki kullanımıyla da Azeri Türkçesine yaklaşır (Oruç, 1994: 204-205). Çoban ġardaş Allayısmarradıḫ diyesen men gẹri gẹdrem [AKD: 203]. Emrah’ın sesi geldi dẹdi diyesen ġularıma hele ġaḫ dẹdi göreĥ Emrah dẹyesen gelifdi [AKD:239]. elbet ki (Ar. elbet Far. ki) “tabii ki, elbette, muhakkak, şüphesiz” Cümle başı edatı olarak kullanılır. Sen öldürdün bunu dẹdi. Elbet ki men öldürdüm dedi. [AKD: 39]. ẹlese / ẹleyse / eylese / ėyleyse “öyleyse” Açıklama, sonuç bildirir. Anadolu ve Rumeli ağızlarında kullanım alanı geniş olmayan bir edattır (Köse, 2006: 33). Bölge ağzında elese, eleyse, eylese, eyleyse şeklinde kullanımları da mevcuttur. Burada gavġa yapacaḫ. Diyir ki “peki ėlese, evel sen ġaḫ, üzerime şey yap ki ḫayınnığ͜ olmasın.” [KİA: 180/22-23]. Men pantolumu gẹyinmişdim dẹdi hanı dẹdi be pantolun dẹdi ẹlese tüşüftü [AKD: 140]. 213 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Telli ḫanım’ı getirem. Ėy diyir ėleyse onu getiremezsen burada bir Ėl begi isminde birisi var onun bir Ġaşğar dolu isminde atı var onu getírírsen [KYA: 116/401-402-403]. Dẹyirki valla ẹleyse gẹdeĥ başġa bir melmekette orda yöymiye fazladı [AKD: 129]. Ben bunu ne yapım?” diyir. “Eylese sen şimdi geri çekil. Ben bunun” diyir “işini yürüdim.” [KİA: 163/83-84]. pādişah dir ki “ėyleyse yarın gideceğisiz herez bir ġapıdan çıḫın [KİA: 170/13-14]. hanı / haní / heni (< ḳanı < kanyu) “hani, bilirsin ya, doğruyu söylemek gerekirse, yani” Cümle başı edatı olarak kullanılır. Açıklama bildirir. Bazen de hatırlatma işlevi üstlenir (Hacıeminoğlu, 1984: 155). Bunnar da hanı Arabisdannan, Arab͜ elinnen gelmişler [KİA: 170]. vezirnen de padişah balġonnan baḫırdılar. Heni balġon dediğimiz ikinci ġatdan [AKD: 54]. Şah İsmayil’i sesliyecäḫ utanėr. Haní gendísíní methetmíş ya vurucú, ġırıcí [KYA: 132/942-943]. halbuki: (Ar. ḥâl+Tr. bu+ Far. ki <hâl bu+dur ki) “oysa, oysa ki” Osmanlıca ve Türkiye Türkçesi’nde bağlama edatı olarak kullanılır. Birbirine zıt iki cümleyi birbirine bağlar (Hacıeminoğlu, 1984: 154). Tezat, netice ve izah bildirir (Oruç, 1994: 303). Diğer ağızlarda olduğu gibi (Köse, 2006: 20) halbuki şeklindedir. ele͜ bülir ki gız ǵene oradadır. Halbuki gız ǵàşdi [DİAT: 149]. vezir dẹdiki buranın anaḫttarı mende yoḫdu. Halbuki gendindedi [AKD: 165]. bene dedi ki “bala” dedi, “san” dedi, “ey bağ biçer misin?” Halbuki töbe ne bağ görmüşüm, ne de bosdan [KİA: 227/32-33]. hele bir ġarşıma çıḫsın. baḫaḫ kim kimin gözünü portladėr. Halbuki Köroğlu ġarşısında [KYA: 105/35-36]. halbusa (hâl bu[dur] ise > hâl bu ise > hâlbusa) Hâlbuki edatının şart kipiyle çekimlenmesiyle oluşan halbusa şekli (Efendioğlu, 2006: 197) bölge ağzında karşımıza çıkmaktadır. ne ġuvetin varımış men senın ġuvvatın sınıyiram. 214 Halbusa ne ġuvvat boynunu vuracaḫ, hama elinnen gelmir. [AKD: 136-137]. bu adamın üsdüne ġaş düşdü bile ölmedi, halbuse adam bunarı duymuş diye başġa yere taşımış yatağını, götürmüş [KYA: 160/ 1860-1861]. hele (Far. hele) “özellikle, şimdilik, hiç olmazsa” Bağlama ve kuvvetlendirme edatı olarak netice, açıklama, temenni, dilek bildirir (Oruç, 1994: 328). Diğer bütün ağızlarda olduğu gibi hele şeklinde kullanıldığını görmekteyiz. Yaygın bir kullanıma sahiptir. Oğlum dẹdi, hele gel burıya, Mihriban Sultanın baḫçesi ne tarafdadı? [AKD: 67]. orda bir ġaraltı var hele gidin baḫın o nedir [KYA: 109/173-174]. ben adam sarrafıyım. Hele gendimi soracam, baḫalım ben nası adamım? [KİA: 179/40-41]. beş altı ay burdayam, hele bu yoldan gẹdim görüm, bu yol hara gẹdir? [AKD: 77]. Aham bögün vereceğíḫ, aham sabah vėreceḫ, hele şimdiye ğadar bi ġuruş vermemişıġ [KİA:173/2-3]. hebet / helbet / herbet (Ar.) “elbet, muhakkak” Dẹdi oğul Allah kerimdi hebet bir terefe çıḫarsınız [AKD: 145]. Dẹdi valla bu ẹle yaḫcı baş darağı olarki bunu atım ġaşıḫlığa, bir gün helbet giderem daraḫ ġayranın yanına [AKD: 155]. Bununda helbet damı bizimkine benzermiş. [AKD: 167]. ̶ Helbet efendim tanurum, Cafer͜ Usdayı da tanurum [KİA: 226/22]. Bununda helbet damı bizimkine benzermiş. [AKD: 167]. ġusuru olmıyanı burya ġapatmazlar herbet bi ġusurun var [AKD: 165]. ġusuru olmıyanı burya ġapatmazlar herbet bi ġusurun var [AKD: 165]. hẹç olmasa / heş olmazsa / hiç olmasa / hiş olmasa/ (Far. hiç+ Tr. ol-ma- sa) “hiç değilse, bari” Dẹyir hele götürim bir terefe ġoyar hẹç olmasa günde bir dafa bunun üzüne sẹyrelliyerem [AKD: 195]. Dedi ola çocuğu sesleyin ġaşsın ġaşsın, Köroğlu gėler. Hėç olmasa onu öldürmesin [KYA: 111/255/256]. BİLDİRİ KİTABI II bene heş olmazsa iki tene altın vereydin [KİA: 179]. Ordan para alim de seğen verim. Hiç olmasa buradan boş gitme” [KİA: 165/10-11]. Gel dedi ġardaş, hiş olmasa paranı al gẹt. [AKD: 69]. heş değilse / hiç degil “bari, hiç olmazsa” Bir şeyin asgari ölçüde mevcut olduğunu ifade eder (Hacıeminoğlu, 1984: 158). Ne gẹcemiz ne var, ne günüzümüz var, irahat durabilmiriĥ, bizi çoḫ avlıyıllar. Heş değilse bize bir gün tayin etginen [AKD: 29]. Saman vere. Hiç degil paraynan verse [KİA: 224/16-17]. ḫuleseyi (Ar. hulasa) “netice itibariyle, kısacası” Bir önceki cümledeki ifadeyi kısaca belirtmek için kullanılır. Sınırlama bildirir (Oruç, 1994: 358). Bunnarı artıḫ emeyẹtdıler bẹsdedıler sütnen müdnen, ḫuleseyi diriltdiler bunnarı böyütdüler [AKD: 127]. Orda bunnara neġġeder ḫızmet şẹy ẹdirse irce ẹdirse yoḫ dẹyir imkân yoḫdu men dẹyir gẹtmem, ḫuleseyi gẹdir tekrar melmeketıne ordan dönür [AKD: 128]. ki /ku /kin (Far. ki) “ki” Sonuna geldiği cümleyi veya unsuru kendisinden sonra gelen cümle veya unsura sebep-sonuç, açıklama ve kuvvetlendirme yoluyla bağlar (Oruç, 1994: 424-425). Kullanımı şekli bölge ağzında fazla değişmemekle birlikte, edatın “ku” şekli de mevcuttur. Ḫaber gönderdi Cihanşah’a ki onu da nişannıyacam, söylesin [AKD: 27]. Heç deyebilejem mi ki? Vallah da deyebilmirim, billah da. [KİA: 325/14]. Ne gördü ki ne dẹye babasına. [AKD: 27]. İş o zaman o zaman olduku pedşahın oğlu on yaşına girdi [AKD: 155]. Eli yoḫku bölüĥ bölüĥ böldüre [AKD: 376]. Bu oğlu dėyir kin “ana men ölmiyecem, ḥásdeyem [KİA: 319/1-2]. meğer (Far. meger) / megerse /meğerse / megem / megemse / meyem / meyerse (meger+ise) “demek ki, öyleyse, oysa, oysa ki. Başında bulunduğu cümleyi bir önceki cümleye netice ve izah yoluyla bağlar (Oruç, 1994: 461). Kars ağzında meyerse, megerse, meğerse; megem, meyem şeklinde kullanımları da mevcuttur. sora bunu sesliyeceĥ ki başını kessin. Meğer pâdişa͜ın bir bacısı vardı [KİA: 196/33-34]. Elinde bi ġazte dürülü. Meğerse Şeronun yirmi lirıya aldığ͜ al ġazaḫ. [KİA: 186/25-26]. bazen de ėle deriye yuḫarı ġaçarmış. Megerse gidip namazını Hacda ġılıb gelėr [KYA:136/1086-1087]. Bu da meyerse Milli piyanḳo dayresinin müdüri [KİA: 165/22-23]. Sallı göllerde iki Ermeni a͜ o ġarşıdan yoḳuşa atları ġovaladılar. Megem şenniğin özünü ġıracaḫlar [KİA: 176/30-31-32]. Bir dünye güzeli ġız. Megem síhír yapmış ġız síhír yapmış gendine [KYA: 129/839]. yoḫardan girdim, aşaḫdan çıḫdım. Megem aşlama aşlamış͜ erif [KİA: 227/34-35]. Haan bir deli aşıḫ geldi. Megemse orası da Hasan Paşa’nın aylesinin baḫçası, cariyerleriynen bäräbär gėtmiş orda ėylenėr [KYA: 146/1386-1387]. ġızın ismini sorur, ismin ne dẹyir Güllüzar. Meyem Yẹmen pedşahının ġızıymış [AKD: 132]. mesela / mesele / meselen /mesen (Ar. meŝelen) “söz gelimi, misal olarak” Genellikle cümle başında bulunur. Açıklama fonksiyonundadır (Oruç, 1994: 470). Ağızlarda kullanımı fazla değildir (Köse, 2006: 31). Bölge ağzı “meselen” kullanımıyla Azeri Türkçesiyle benzerlik göstermektedir. Ġomşuyu da sesdiyecik, annaşır, ġız saabıynan oğlan saabı. Mesela ġonşumuz elli evdi. Otuzunu sen çağır, yirmisini de men [AKD: 109]. Sen benim bir meselá etmeĥcinin oğlu olduğumu nėrden anladın? [KİA: 179/59-60]. Heremiz bir yola gidelim. Mesele bir sene sôra falan günde birincí senenin birinci günüde burada gene birleşib evimize gidelim [KYA: 152/1594-1595]. aynı hẹkâyiyi başdadı. Mesele men size hẹkâyiyi nasıl annatdımsa oda annatdı [AKD: 156]. Pitdiĥden sora, artıĥ bu da demin dedim ya butcıya ait bişeydi. Meselen bir de baḫarsan ki kirvanın iki tene çocuḫ dütacaḫ. İkisine de gumaş elbise yaptırdı, parduso aldı, ayaġġabı aldı [AKD: 113]. Ağır gelirdi, ḫızlı gelmirdi. Mesen bu ġonuşduğumuz ġaderde ancaḫ yarım metro ġader gelirdi, ḫızlı gelmirdi [KİA: 173/8-9]. ne͜ise / neyse / (ne+ise) “velakin” Ağızlarda kullanımı çok yaygın değildir (Köse, 2006: 31). Bölge 215 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ağzında nese, ne͜ise şeklinde kullanımları da mevcuttur. Bize erzaḫ vėrdiler orda ne͜ise indığ͜ Esgişe͜ere [KİA: 187/5]. Ağanın görüşüne giderler. Neyse bunnar ġapının ağzına gidėrler evin [KYA: 123/648-649]. bu ikiyi üç ne͜inen ėdek?” diyir Neyse iḫdiyarın köyüne geliller [KİA: 188/18-19]. gẹtdim ormana, çoḫ dolandırdım, vurammedim, döndüm geldim. Neyse aḫşam oldu [AKD:42]. o ki /o kü (o+ Far. ki) “öyle ki, hani, yani, madem, mademki” Bu adam o ki bizi aradı, evine davat͜ etdi; biz gidėk davátine.” [KİA: 189/42-43]. “Çifci baba” diyir, “o ki biz Yemene gidirdiĥ [KİA: 162/41]. Gẹri dönende Mehemmet dẹdiki ẹy canım menım oki itiyim ġayıboldu [AKD: 154]. Yanı o adamın dẹdiği okü iyirmi tene eslan isderem [AKD: 171]. Baḫırsan o kü, hẹş bi şey dẹmirsen duzunnan çoḫ eyi pişib [AKD: 111]. Sen demen (sen de-me+n) “meğer, meğerse; demek ki” Azeri Türkçesinde sıkça kullanılan sen deme edatının Kars ili Terekeme ağızlarında sen demen < sen de-me+n, sen demeyinen < sen de-me+(y)+i+n+en, demeem < de-me+em şekillerine de rastlamaktayız (Efendioğlu, 2006: 198): Anı’ya Gars’ın behçileri, sen demen ot sateirmiş [KİA: 337/32]. Bizim adam da sen demeyinen bunu gider, mezerden çaardir; elbisesini de alirmiş ha [KİA:337/22-23]. Demeem altımış bir para köy behri olara verdi [KİA: 339/97-98]. tabı / tabi / tebi (Ar.) “elbette, muhakkak” Da bununda hal vaḫdı o ġedder deyildi. Tabı bu birez ġazandıḫdan sonra her yẹrde getdi mesele bir ev yafdı [AKD: 139]. Bunnan annadım ki sen bir etmeĥcinin oğlusun.” Padişah getirir. Tabi bu çocuğa epey para vėrir [KİA: 179/65-66]. heznenin ġapısı açılıp ḫezne gẹdip. Tebi pedşeha ḫeber verdiler [AKD: 140]. 216 Aḫşam terefiydi ogünü, tebi cenk vuruldu, borular vuruldu [AKD: 172]. velākin (Far.) “lakin, ama, ancak, fakat” Gönül der hiç zaddan geriye ġalma, / Veĺākin yiyemez töpüĥsüz elma [KİA: 174/33-34]. İstedim ki olēm bendinnèn ḫalas / velākin bir yana yol çaramadım [DİAT: 169]. yalnız / yalanız (ET. yalıŋuz) “ama, fakat, lakin; sadece” Türkiye Türkçesinde çok kullanılan cümle başı edatıdır (Hacıeminoğlu, 1984: 211). Sınırlama, olumsuzluk, tezat bildirir (Oruç, 1994: 624). Bölge ağzında yalanız” şeklinde kullanımı da mevcuttur. Böle ġamyon, tiren yoḫ. Adamı ulaşdıramamışlar. Yalnız ben gendim bir şeye şā͜itim [KİA:205/1920]. menım sende gözüm yoḫdu. Yalnız dẹdi menım burya bir işim tüşüp menim bu işimi siz yapacaŋız [AKD: 151]. Yemeĥ yemiye başlıyanda baḫdı ki bir ġıllı el bunnan barabar girir emme ceset görünmir. Yalanız peygamberinen barabar bir ġıllı el gidir gelir, girir [KİA: 208/39-40-41]. her zaman ġızdar ormanda odun kesırdılar, yalnız babaları bunnara bir parola vẹrirdi [AKD:126]. yanı / yani (Ar. ya’nî) “kısacası, açıkçası, daha doğrusu” İzah cümlesini hüküm cümlesine bağlar (Hacıeminoğlu, 1984: 212). Taḫıllar birez pas͜ olurmuş. Dedelerimiz dėmişler. Paslı dėmek yanı taḫıllarda pas vururmuş [KİA: 194/276-277]. bu öküzleri mana saḫlamıya vẹrmişdiler yanı parayla saḫliyirdim [AKD: 152]. Şah dẹdi ġızıfdı mağıl türkü seyle ginen yanı düzgün türkü söyle yanı Şaha toḫunacaḫ türkü söyleme [AKD: 235-236]. eti de gemiĥili ġoydu, yanı gemiĥli demeĥ, şindi gemiĥ deyiriĥ [AKD: 53]. Esgiden bezirǵannar olurmuş. Yani o zaman ġafile [KİA: 161/21]. Nerelisen? Yani nereli dememiz haralısan? [AKD: 58]. O zamanda onnar orada temel töĥmüşler yani onnar orya sayib olmuşlar [AKD: 198]. Bu adam çoḫ faḳırımış. Yani köylerde toplamayla BİLDİRİ KİTABI II idare ėdermiş [KİA: 188/1-2]. Ama Avcı Ehmet, dẹvin ġırḫ ġafası varıdı. ġırḫ başı varıdı yani [AKD: 40]. zata / zatan / zaten / zäten / zati / (Ar. zâten) “aslına bakarsan, daha doğrusu, doğrusu, aslında, nitekim” Bağlama edatı olarak başında bulunduğu cümleyi önceki cümleye veya unsura izah yoluyla bağlar (Oruç, 1994: 664). Birçok bölge ağzında kullanılan (Köse, 2006: 43) edatın Kars ağzında zata, zati, zatan şeklinde kullanımları da bulunmaktadır. Dedi insanoğlu zata çiy süd emıf dedi [AKD: 153]. Ẹh bu adamlar, bunun arḫadaşları zatan ġumarda işi yoḫudu [AKD: 161]. diyem mi demiyem mi. diyir. Zäten bėle işler babıya diyilmez [KYA: 126/758]. Ne dillerse oḫu yap, zaten adamın bi şeysi yoḫ. [AKD: 102]. Ġarnını da başına geçirir. Kel͜ oğlan olir. Zaten çobanın͜ elbiseleri, cındır [KİA: 182/85-86]. ġızım ben zati köyleri döşiririm. İdāramız yoḫ, bişeyimiz yoḫ [KİA: 189/34-35]. • Sebep bildirenler: İki cümleden birini ötekine sebep gösterme ilişkisi ile bağlayan edatlardır (Korkmaz, 2003:1131). baḫalım: “Bakalım, bekleyelim, acaba” Cümle başı edatıdır ve genellikle soru cümleleriyle birlikte kullanılır (Oruç, 1994: 56). başġa bir ġiyefetnen şeerin halkına çıḫalım. Baḫalım bizim emirlerimizi bu şeerin halkı dutuyor mu? [AKD: 102]. Dẹmiş ben bu atı buna bir baḫdırım, baḫalım bu atımın ġayb olup olmadıını bu adam biler [AKD: 100]. mādem / madem ki / medem /medemeki (Ar. mâ-dâm) “öyle ise, o halde”. Eski Anadolu, Osmanlıca ve Türkiye Türkçesi devrelerinde kullanılmıştır (Hacıeminoğlu, 1984: 177). Başına geldiği cümleyi sonraki cümleye sebep-sonuç ilişkisi ile bağlar (Oruç, 1994: 455). Ağızlarda çok fazla kullanılmayan edatın (Köse, 2006: 29) ses değişikliği ile medem, mâdem, medemeki şekillerinde de kullanıldığı görülmektedir. Şefe annatdım. Dedi. “mādem ėle oldusa bu senin yanığan gider gelir [KİA: 166/34-35]. ġızdara ḫeber elerdi, madem ki ġızdara ḫeber ẹtmemiş ġızın gendisi gidif [AKD: 97]. bugün toya gẹdirem. Madem ki sen geldin men gẹdim dẹdi. Bağman gẹtdi toya [AKD: 49]. Şahismayıl ordan ġaḫır dẹyirki peki, medem böyleyse dẹyir mende ġabul ẹtdım [AKD: 134]. Padşah alir baḫir dẹyirki medemeki o çütçü maŋa bir hediye gönderdi, sen havaḫ gẹdeceĥsin o terefe. [AKD: 189-190]. • Tahmin / ihtimal bildirenler: beke / beke de / beki / belke / belkem / belki / belkim /belkede / belke de: (Ar. bel+ Far. ki+ T. de) “Belki, bir ihtimal, muhtemelen” Çağatay, Kıpçak ve Batı Türkçesinde cümle başı edatı olarak kullanılmıştır (Hacıeminoğlu, 1984: 124). İhtimal ve mukayese dışında benzetme ifadesi de taşır. Ağız “belke” kullanımı ile Azeri Türkçesiyle benzerlik gösterir (Oruç, 1994: 75-76). Ağızlarda çok sık kullanılmasa da (Köse, 2006: 12) Kars ağzında ses değişikliklerine uğrayarak kullanılmaktadır. Arḫadaşdar döner geler, bu teĥ ġalar, beke getmeye, tehrar geri [AKD: 64]. Onun yanına git. Bėkė bunun bi yardımı olur [KİA: 166/43]. Heresin önünde beke iki yüz tene kitap var [AKD: 101]. Letif Şah dınıyır, baḫım beke de bu adam paraynan satır [AKD: 85]. Peki gedeĥ, dedi, beki çıḫa ġuş [AKD: 34]. Dẹdi Cihanşah’ın yaşı uşaḫdı, belke de ġardaşdarnın düğünü bitsin, onnan sora bir tenesini deCihanşah alabilir [AKD: 27]. Gėt onu al. Belki orıya gėdecēk [KİA: 176/3]. Kefin yẹtizmeşmiş gerib ölene / Belki yarın çẹvresine saralar [DİAT: 170]. Belki mevlam ġura bizim binayı / İtirmişem elâ gözdü sonayı [AKD: 218]. sarayımı devletımı, varımı, tacımı, ölkemi belkim on dafa bu ġızıllar satar, alr [AKD: 190]. Ben gidecem belkim bu ġavalnan hayvannarı yanıma çağırırım [KYA: 161/1896-1897]. Evim ıraḫdı şeherden belkede duymamışam dẹdi [AKD: 142]. 217 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ġardaşımın gẹtdiği yolnan gẹdim, belke ġardaşımı bulam [AKD: 41]. Yığıldı. Belkė bir on͜ on beş pae köyün şenniği Sipġorun tepeye yığıldı [KİA: 198/15-16]. Deyir ki “yėmèyin, belkem bunar zeher͜ atalar içine [KİA: 320/9]. gereĥ (ET. kerek, kergek) “gerek, gerekirse; belki” Cümle başı edatıdır. Başına geldiği cümlenin şart ifadesini kuvvetlendirir, gereklilik bazen de ihtimal bildirir (Oruç, 1994: 269). Valla tek uşaḫ sünnet olmaz. Niye? Gereĥ yanında bir tene de ḫoruz kesesen. [AKD: 112]. Sen gereĥ bu işleri yapmıyasın [KİA: 196/9]. Men bu adamı nerden götürüm? Meni gereĥ dẹdi, besdiyesen [AKD: 32]. olmıya/ olmiya “sakın öyle olmasın, yoksa” İhtimal ve açıklama bildirir. Azeri Türkçesinde “olmaya” şeklinde kullanılmıştır. Dẹyende, padişah dẹdi, olmıya sen öldürdün bunu dẹdi. [AKD: 39]. bu bir elini atdı baḫdı insan barmağı acebe dẹdi olmıya adam yẹye [AKD: 175]. tikan vuracaḫlar daş atacaḫlar olmiya dedi gözünü acasan men nerde aş desem sen orda açacaḫsan [AKD: 151]. olmiya olmiya “sakın sakın” bu dünyedede mana etmeĥ vẹrmiller. Eme olmiya olmiya dẹdi sende o dünyada anağa aylene tafşır tafşırki baḫ bu işi yapbasınnar [AKD: 152]. Merden Ḫatın’a dẹyillerki biz getdiĥden sora olmiya olmiya bizim ġomşumuz bir dẹv vardır bu dẹvnen ġonşuluḫ elliyesin [AKD: 194]. • Zıtlık bildirenler: cümlelerden birinin gösterdiği yargıyı ötekine karşı çıkarma, karşıtlama işlevi ile bağlayan edatlardır (Korkmaz, 2003:1132). ama / eme / ema (Ar. amma) “ama, fakat, lakin” Bağlama edatı olarak başına geldiği cümleyi önceki cümleye bağlar. Karşıtlık, tezatlık ve sonuç bildirir (Oruç, 1994: 23). Anadolu ve Rumeli ağızlarında olduğu gibi (Köse, 2006 :8) bölge ağzında sık olarak karşımıza çıkmaktadır. eme/ ema şekillerine rastlanılmakla birlikte ama şeklindeki kullanımı daha yaygındır. Şeere geldi, ama indi ġardaşının nerde olduğunu bilmir [AKD: 41]. Sandıḫlı cepesinin Tınastepiye girdik. Ama üş gün- 218 nen aj ġaldıḫ [KİA: 168/49-50]. Geçip çıḫıp gidir. “Eme” diyir, “biz de orda iki sene ġalacāḫ [KİA: 190/98-99]. İki hesret birbirine ġavışdı eme ne hasret ölüm asreti [AKD: 86]. Aḫrebe bizden memnun oldu. Eme biz aḫrebeden birez memnun değilik [AKD: 107]. Ġız dėyir ki “baba, vėrdin mi?” “Verdim” diyir “eme ġızım, bişey söyledi, ben annıyamadım.” [KİA: 189/61-62]. bu şehrin pedşahısan, mende senin vezirinem. Ema bu sırrından meni yẹtiĥ ẹdeceĥsen. [AKD: 147]. amma / emme (Ar. amma) “ama, fakat, lakin; bununla beraber” onnarın yemeğini pişirir amma esgeriydi da [KİA: 320/4-5]. Ben ǵelemem misefirlerim var ǵelemem. Amma, gız bu misefirleri tanıdi [DİAT: 150]. her işimiz ġolay emme bir işimiz zor [AKD: 171]. Çoḳ teşekkür eylerim emme tamı yarım͜ ėtmişsin [KİA: 189/59-60]. Efendim vallah, ayıb͜ olur͜ emme ben tam altı yeddi aydır memleketimden çıḫdım [KİA: 192/165166]. Bunun ẹle mala devlete ẹhdiyacı yoḫdu dövletide vardı hamısıda vardı emme dẹyir bu hedyelerın altınnan çıḫmağ çün bunu vẹreceḫsen [AKD: 191]. faġat / feğet (Ar. fakat) “ancak, lakin ama” Cümle başı edatıdır. Batı Türkçesinin Osmanlıca ve Türkiye Türkçesi devrelerinde kullanılmıştır (Hacıeminoğlu, 1984: 147). Başına geldiği cümleyi önceki cümleye tezat yoluyla bağlar. Tezat dışında sebep, sonuç, açıklama da ifade eder (Oruç, 1994: 249). Ağızlarda kullanımı yaygın olan edat (Köse, 2006: 17), Kars ağzında ses değişikliğine uğramıştır. Benim de ġederim böyledi. Faġat her insanoğlu barıya gelemez [AKD: 31]. Burası Rumumuş, burada Rumlar durilermiş. Faġat etrafi Türk köyüyimiş [KİA: 175/9-10]. Bunu selece eve ǵetirdiler. Feğet Köse͜ Ahmet gurnaz idi, asǵerlerin herbirini bir eve misafir vẹrdi [DİAT: 161]. hama / heme (Ar.) “ama, fakat” bir tenesi vardır yardım ẹlliyen hama bu kimdi, nası tapacıyiḫ bunu [AKD: 194]. BİLDİRİ KİTABI II bize bir hedye göndermiş ne olduğunu bilmeriĥ hama göndermiş [AKD: 190]. Ses gelir hama hẹş bişe yoḫ [AKD: 205]. birez para birrendireĥ, onnan sonra seni evlendireĥ. Heme bu çocuḫda mesele okulda çoḫ ey oḫuyurmuş [AKD: 150]. yoḫsa (yok+ise) “aksi surette, aksi takdirde; yani, acaba” Başına geldiği cümleyi önceki cümleye tezat ve şart anlamıyla bağlar (Oruç, 1994: 654). Hiç degil paraynan verse. Yoḫsa ġayıramaduḫ [KİA: 224/16-17]. bunu heralde tam annatamadım mí yoḫsa tėz mi bÍtirdim [KYA: 108/164]. baḫaḫ bunnar yalannan gelir bizden para alır, yoḫsa ẹle dorğu mu alır? [AKD: 92]. Daş cevherat daşi mi, elmas daşi mi, yoḫsa yaḳut daşi mi kimse bilmir [KİA: 178/8-9]. padışahlığa ġabul ėdersez yapalım yoḫ yoḫsa gidelím[KYA: 1179]. • Üsteleme bildirenler hetde (Ar.ḥaṭṭâ) “üstelik, hem de” Başında bulunduğu cümleyi önceki cümleye veya unsura açıklama ve kuvvetlendirme yoluyla bağlar (Oruç, 1994: 314). Anadolu ve Rumeli ağızlarında sadece Kırşehir ve yöresi ağızlarında hattâ şeklinde kullanılan (Köse, 2006: 22) edat, Kars ağzında hetde şeklinde kullanılmaktadır. Ėrmeniler geldi, onun üçünü de kesdi. Hetde biz ġaşdıḫ geldiĥ [KİA: 322/8]. illa / ille / illah / illah ki (Ar. illâ) “ ama, ancak, fakat, lakin; hele, özellikle” Asıl şekliyle beraber Türkçede ses değişikliklerine uğrayarak bağlama ve kuvvetlendirme fonksiyonlarında kullanılmıştır (Oruç, 1994: 386). Ağızlarda kullanımı yok denecek kadar az (Köse, 2006: 25) olmasına rağmen Kars ağzında geniş bir kullanıma sahiptir. benim ġarım bennen durmur, bennen boşanmağ isdir, illa oḫumağ isdir. [AKD: 100]. Burda o adammı yoḫdu gẹt başġasına yoḫ ille men gẹdecem [AKD: 252]. Beş günde ġırsan beş sene ġapanursun. İlĺah altınan yediye devret [KİA: 228/104-105]. Gelin bir ip götreĥ meni o ġuyya salliyacaḫsınız illah o dẹvi men öldürecem [AKD: 44]. Bana aşığ oldu zamanında, İllah beni almağ istedi, peşime çoḫ taḫıldı [AKD: 105]. avın pẹşine dolandım, yoruldum. İllah ki gereĥ gidem, o avı bulam, vuram gelim. [AKD:42]. mohakkak / muaġġaġ / muahğaḫ/ muakġaḫ (Ar. muḥaḳḳaḳ) “şüphesiz, mutlaka, kesinlikle” kuvvetlendirme edatı olarak başında bulunduğu cümledeki ifadeyi pekiştirir. bunun ġırḫ çıvallıḫ ne yükü var? Mokakkak dẹyir altını falanı fazladı [AKD: 137]. içersine zift töĥdürdü mükembel. Dẹdi bu muahğaḫ burya girerken yapşar ġalar. [AKD:140]. Dẹdi noldusa men o çocuğa baḫdım muakġaḫ bunda bir tilisim varıdı [AKD: 145]. Ama sen burada otu. Muaġġaġ mènim͜ erim arda ossa dolanıf fırranıv͜ ahşama burıya͜ elejeĥ [KİA: 343/130-131-132]. öyle (o ile) “öyle, o derece, o kadar” Cümle başı ve kuvvetlendirme edatı olarak kullanılır (Hacıeminoğlu, 1984: 188). Getiriller, on͜ iki deve yükü öyle ġıymetli ġumaşlardan yüĥ dutiller [KİA: 162/34-35]. • Sonuç bildirenler: İki cümleyi birbirine sonuç bildirme, sonuca götürme ilişkisi ile bağlayan edatlardır (Korkmaz, 2003: 1127). aḫırı / aḫırí (Ar. âḫir+ı) “nihayet, sonunda, artık” ahir kelimesinin iyelik eki ile genişlemiş şeklidir (Oruç, 1994: 18). Eşġıyalıḫ meşġıyalığ͜ ordan çoğ͜ işler yapiller. Aḫırı geliller [KİA: 194/263-264]. Ağzında ġalmamış díşí / Aḫırí bėledir felegin işi [KYA: 121/590-591]. dėrken (de-r i-ken) “derken, nihayet, müteakiben” Cümle başı edatıdır. Bağlama fonksiyonundadır. Netice bildirir (Oruç, 1994: 192). Tamam dẹmiş bu sandığımda dursun onuda alım yiyim. Derken Memet bir altına elmayı satıp tekral çarşıya getsin [AKD: 188]. Ġa diyir ġuyruḫ vėrir; ġı deyir şurup vėrir. Dėrken yuḫarıya çıḫır [KİA: 182/79-80]. Burada ġalirim. Derken sobet ederken bir gün beş gün derken oğlan buraya dadandí [KYA:137/ 11151116]. indi (ET. amtı, ämtı) “artık, bundan sonra” İki cümleyi sebep-sonuç ilişkisi ile birbirine bağlar. 219 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Azeri Türkçesinde de bu şekilde kullanılmaktadır (Oruç, 1994: 389). sen ki benim elbisemi gizdetdin, indi benim babamın nikah olacam sana. [AKD: 29]. Ezel fırsat mendeidi hemeşe / İndi fırsat zulümkâra düşüfdü [AKD: 82]. Babası dẹdi oğul indiki gẹdecen, gẹt buların peşinen yẹriş [AKD: 92]. ẹle danışacam ki herkesin ḫoşuna gide. İndi men oğlumu evlendirmeğ isdirem [AKD: 105]. işe yarıyırdım, saabım saḫlıyırdı, baḫırdı, indi iḫdiyarradıḫ, zayıf tüşdüm [AKD: 117]. • Sıralama ve karşılaştırma bildirenler: ve (Ar. ve) “ve” Orta Türkçe döneminden itibaren Türk dilinin bütün sahalarında görülmeye başlamıştır (Hacıeminoğlu, 1984: 201). Aynı türden kelime, kelime grupları veya cümleleri sıralama yoluyla birbirine bağlar (Oruç, 1994: 586-587). Yazı dilinde yaygın olarak kullanılmasına karşın ağızlarda çok fazla tercih edilmemiştir (Köse, 2006: 36). Şeheri dedi ve halkı dedi pütün dedi sana teslim elliyif [AKD: 147]. Nasreddin ḫoca ġedip ġuyudan su çekerken ayın ışığı bir havada ayın ışığını ġuyuda görmüş ve ayı çıḫarım derken ġuyuya ġovayı sallamış [AKD: 220]. veya (Ar. ve+ Far. yâ) “yahut” Birbirine denk olan, birbirinin yerini tutabilecek olan iki unsuru karşılaştırma yoluyla birbirine bağlar. Bağlandıkları iki unsurun, iki kelime, kelime grubu veya cümlenin arasında yer alırlar (Ergin, 2000: 353). çizilen çizin ortasına birer veya ikişer aşıḫ bıraḫdıḫdan sonra yine iki taraftan atmağa başdarlar [AKD: 223]. birer veya ikişer aşıḫ avucuna dolduraraḫ yẹre atarlar [AKD: 224]. yaḫal “veya, yahut” Mert yaḫal nāmerd͜ eline geşmesin [KİA: 161/3]. yahut (Far. yâ+ḫôḍ) “veya, ya da” Aynı göreve sahip kelime veya cümleleri birbirine bağlar. Türkçenin Harezm, Çağatay, Kıpçak ve Batı Türkçesi sahasında kullanılmıştır (Hacıeminoğlu, 1984: 210). Eger ben ergisem, bir bi şey soyğuna gelmişsem, yahut vurğuna gelmişsem ġanim ġatlim ükümete helal ol- 220 sun [KİA: 228/87-88]. veyaḫut (Ar. ve+ Far. yâḫôḍ) “veya, ya da; yahut” ikişer veyaḫut birer aşıḫ ġuraraḫ birnide tek yanı tepesi üsde bıraḫıllar [AKD: 223]. SONUÇ Dillerin asıl zenginliği, kelime sayısının fazlalığından ziyade, ifade imkânlarının genişliği ve işlenmişliği ile ilgilidir. Edatlar, dile bu ifade gücünü ve zenginliğini katarlar (Efendioğlu, 2006: 205). Bu bağlamda, Kars ağzında çeşitlilik ve kullanım bakımından az sayılamayacak kadar bağlama edatının kullanıldığı tespit edilmiştir. Tespit edilen bağlama edatları ve bunlarla ilgili vardığımız sonuçlar aşağıdaki gibidir: 1. Kars ağzı ile ilgili çalışmalarda yapılan taramalar sonucu 57 tane bağlama edatı tespit edilmiştir. Tespit edilen edatları kökenlerine göre incelendiğimiz zaman 57 tane bağlama edatının 22 tanesi Türkçe, 16 tanesi Arapça, 10 tanesi Farsça, 3 tanesi Arapça-Farsça 1 tanesi Arapça-Türkçe, 2 tanesi Farsça-Türkçe, 2 tanesi Türkçe-Farsça, 1 tanesi Arapça-Türkçe-Farsça kelimelerin birlikte kullanılmasıyla oluşmuştur. 2. Kars ağzında kullanılan bağlama edatları bazen kelimelerin kalıplaşması belki, madem ki, çünkü; bazen yabancı dillerden alıntılama faġat, zaten, meger, velakin, eger; bazen de cümleden kalıplaşma Hâl bu[dur] ki > hâl bu ki > hâlbu ki > hâlbuki; Sen deme < Sen de-me “sen söyleme” yoluyla oluşturulmuştur. 3. Bağlama edatları; oluşma biçimleri, biçim bilgisel yapıları ve cümle içinde yüklendikleri sıralama, açıklama, sonuç bildirme, üsteleme, sebep ve zıtlık gösterme gibi çok yönlü işlevleri ile Türkçenin anlatım gücüne derinlemesine incelikler katmaktadırlar (Korkmaz, 2005: 125). Yukarıda özet olarak belirtmeye çalıştığımız bağlama edatlarında, bir bağlama edatı birden fazla görevde kullanılabilmekle birlikte, bölgede kullanılan bağlam edatlarının en çok kullanıldıkları işlev açıklamadır. 4. Bağlama edatlarının bir kısmı Türkiye Türkçesi ile paralellik gösterirken “ama, belki, demek ki, eğer, halbuki, hele, hiç olmazsa, madem ki, meğer, tabi, öyle yeter ki” bir kısmı Azeri Türkçesi ile denklik göstermektedir “barı, bekle, deme, deyesen, eger, indi, meselen, BİLDİRİ KİTABI II olmıya (olmaya), sen demen, yohsa Bir kısım bağlama edatları ise “bunnan bele / innen bele, tekki, yahal” bölgeye özgü yerel kullanımlardır. K I S A LT M A L A R AKD:Arpaçay Köylerinden Derlemeler DİAT:Doğu İllerimiz Ağızlarından Toplamalar KİA:Kars İli Ağızları KYA: Kağızman Yerli Ağzı K AY N A K Ç A Akın, L. (2004). Türkiye Türkçesinde Bağlaçlar. Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. Aktaş, T. (1994). Metin Oluşumunda Bağlaçların Yeri. Türk Dili, S.505 Ocak, s.53-64. Alkaya, E. (2005). Karay Türkçesinde Edatlar. Karadeniz Araştırmaları, S.8, s. 66-98. Arat, R. R. (1988). Kutadgu Bilig II (Çeviri). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Banguoğlu, T. (1990). Türkçenin Grameri, Ankara: TDK Yayınları. Bayatlı, H.K. (1996). Irak Türkmen Türkçesi. Ankara: TDK Yayınları. Bayraktar, S. Irak Türkçesinde Bağlama Edatları. Irak Coğrafyasında Türk Varlığı ve Kültürü Sempozyumu (18-19 Mayıs 2012), Bilecik. Bozkurt, Fuat (1995). Türkiye Türkçesi. İstanbul: Cem Yayınevi. Caferoğlu, A. (1993). Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü. İstanbul: Enderun Kitabevi. Caferoğlu, A. (1995). Doğu İllerimiz Ağızlarından Toplamalar. Ankara: TDK Yayınları. Çiftçi, M. (2007). Tanzimat Dönemi ve Günümüz Romanlarında Cümle Bağlayıcı Bağlaçların İşlevleri ve Kullanım Sıklıkları. Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, C:XCIII, Şubat 2007, S.662, s.147-161. Demir, N. (2009). Ağız Dokümantasyonu Niçin Gereklidir?. Türkiye Türkçesi Ağız Araştırmaları Çalıştayı Bildirileri 25-30 Mart 2008 Şanlıurfa, Ankara: TDK Yayınları. s. 183-191. Demir, N., Yılmaz E. (2003). Türk Dili El Kitabı. Ankara: Grafiker Yayınları. Demiray, K. (1968). Edatlar Üzerine. Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, C:XVIII, Nisan 1968, S.199, s.13-15. Derleme Sözlüğü (2009). Ankara: TDK Yayınları. Eckman, J. (2005). Çağatayca El Kitabı, (Çev.: Günay Karaağaç). Ankara: Akcağ Yayınları. Ediskun, Haydar (1996). Türk Dilbilgisi. İstanbul: Remzi Kitabevi. Efendioğlu, S. (2006). Cümle Menşeli Edatlar. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2006, S. 31, s.193-207. Ercilasun, A. B. (2002). Kars İli Ağızları -Ses Bilgisi-. Ankara: TDK Yayınları. Ergin, M. (2001). Türk Dil Bilgisi. İstanbul: Bayrak Basım / Yayım / Tanıtım. Ergin, M. (2010). Orhun Abideleri. İstanbul: Boğaziçi Yayınları. Gabain, A.V. (2003). Eski Türkçenin Grameri (Çev. Mehmet Akalın). Ankara: TDK Yayınları. Gemalmaz, E. (1995). Erzurum İli Ağızları (İnceleme, Metinler, Sözlük ve Dizin) I. Cilt, Ankara: TDK Yayınları. Gencan, T. N. (2001). Dilbilgisi. Ankara: Ayraç Yayınevi. Günşen, A. (2010). Rumeli Ağızlarının Söz Dizimi Üzerine-I (Makedonya ve Kosova Türk Ağızları Örneği). Turkish Studies, 5/1 Winter, s. 462-494. Hacıeminoğlu, N. (1984). Türk Dilinde Edatlar. İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. İpek, B. (2012). Türkiye Türkçesinde Edatlar Üzerine Bir Bibliyografya Denemesi. Turkish Studies, 7/4, Fall, 2012, s. 2019-2028. Kara, F. (2009). Edat ve Zarf Üzerine Bazı Düşünceler. Turkish Studies, 4/3 Spring, s.1281-1300. Karahan, L. (2004). Türkçede Söz Dizimi. Ankara: Akçağ Yayınları. Kâşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it Türk (Dizin), (Çev.: Besim Atalay, 2006). Ankara: TDK Yayınları. Kavaklıçeşme, H. (2010). Kars ve Iğdır Azerileri Ağzı (Dil İncelemesiMetin-Dizin), Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum. Korkmaz, Z. (2003). Türkiye Türkçesi Grameri (Şekil Bilgisi). Ankara: TDK Yayınları. Korkmaz, Z. (2003). Gramer Terimleri Sözlüğü. Ankara: TDK Yayınları. Korkmaz, Z. (2005). Bağlaçlar ve Türkiye Türkçesindeki Oluşumları. Türk Dili, S.638, s.118-125. Köse, F. (2007). Anadolu ve Rumeli Ağızlarında Edatlar. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edirne. Li Song-Yong (2004). Türk Dillerinde Sontakılar. İstanbul: Türk Dilleri Araştırmaları Dizisi. Mansuroğlu, M. (1955). Türkçede Cümle Çeşitleri ve Bağlayıcıları. TDAYB, s.59-71. Olcay S., Ercilasun A. B., Aslan E., (1998). Arpaçay Köylerinden Derlemeler, Ankara: TDK Yayınları. Orucov, Ə., Abdullayev, B., Rəhimzadə, N. (2006). Azərbaycan Dilinin İzahlı Lüğəti. C: I-II-III-IV, Bakı: Şǝrq-Qǝrb. Oruç, B. (1994). Oğuz Grubunda Edatlar. Basılmamış Doktora Tezi. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. Özkan, M. (2009). Türk dilinin Gelişme Alanları ve Eski Anadolu Türkçesi. İstanbul: Filiz Kitabevi. Sebi, M. (2010). Kağızman Yerli Ağzı (İnceleme, Metinler, Sözlük). Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. Kafkas Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kars. Sev, İ. G. (2012). Bağlama Edatlarıyla Bağlanan Cümleler Bağlama Grubu Oluşturabilir Mi?. AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Güz 2012, Cilt:12, S.:2, s.107-122. Tekin, Ş. (1992). Eski Türkçe. Ankara: Türk Dünyası El Kitabı, II. Cilt, Dil-Kültür-Sanat, TKAE Yayınları, s.69-119. Tiken, K. (2004). Eski Türkiye Türkçesinde Edatlar, Bağlaçlar, Ünlemler ve Zarf Fiiller, Ankara: TDK Yayınları. Timurtaş, F.K. (1994). Eski Türkiye Türkçesi (XV. Yüzyıl Gramer-Metin-Sözlük), İstanbul: Enderun Kitabevi. Tokatlı, S. (2006). Anadolu Ağızlarında ki Bağlama Edatı ile Kurulan Yardımcı Cümleler. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.: 21, (2006/2), s. 453-465. Yavuz, S. (2011). Türkiye Türkçesi Ağızlarında Bağlaçlar. Diyalektolog Ağız Araştırmaları Dergisi, S.3, s.59-107. Yavuzarslan, P. (1993). Anadolu Ağızlarında *ha (*ka) Zamirinin Türevleri. Türkoloji XI-1 1993, s.309-320. 221 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ 222 BİLDİRİ KİTABI II TANZİMAT ROMANINDA KADIN VE EĞİTİM WOMAN AND EDUCATION IN TANZIMAT NOVELS Özlem POLAT ATAN1 ÖZET Tanzimat dönemi romanlarında yazarlar, eğitim kavramını sistemli bir biçimde ele almışlar; roman kurgularını da bu sistem dahilinde geliştirmişlerdir. Ele aldıkları konuların farklılığı, kahramanların çeşitliliği, hatta üsluplarındaki keskin ayrılıklar; romanların ortak paydalarda buluşan eğitim sistematiğini etkilememiştir. Romanların genelinde kahramanların öğretim süreci aktif bir eylem olarak detaylandırılmazken; erkeğin kadını eğitme süreci ayrıntılı olarak aktarılmıştır. Erkek kahramanlar; kadınların eğitiminin her aşamasına hakimdirler ve onların, kendi kontrolleri dışında gerçekleşmesi muhtemel eğitim alma sürecini engellerler. Kadın kahramanların okuma yazma öğrenmeleri, dil bilmeleri, müzik aleti çalıp şarkı ve şiir bilgisine vakıf olmaları; kendilerine fayda sağlamaktan çok babalarına, eşlerine, kendilerini himaye eden erkeklere layık olmalarına; onları mutlu etmelerine yöneliktir. Bu bağlamda Tanzimat romanlarında kadın ve erkek kahramanların ilişkilerinin başlangıç, gelişme ya da bitiş aşamalarının etkin bir öğrenme/öğretme eylemi üzerinden aktarıldığı gözlenmektedir. Şemseddin Sami’nin “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” adlı romanında, Talat ve Fitnat’ı buluşturan yegane amaç, okuma yazma öğretme/öğrenme eylemidir. Ahmet Mithat’ın “Felatun Bey ve Rakım Efendi” romanın kahramanı Rakım, dostluk kuracağı İngiliz aileyle kızlarına ders verme gayesiyle tanışır; cariyesi Canan’la bilakis ilgilenmesinin esas nedeni ise ona gerekli tahsil ve terbiyeyi vermek isteyişindendir. Namık Kemal’in “Cezmi” adlı romanın kahramanı Cezmi, kendisine eş olması uygun görülen Ayşe’yi eğitme görevini üstlenmiştir. Samipaşazade Sezai’nin “Sergüzeşt” romanında ise ana karakter Dilber, esaret günlerinin tek mutlu anlarını okulda geçirdiğini vurgulamış, aralarındaki sınıf farkını gözetemeyip evin oğlu Celal’e umutsuzca aşık olduğunda ise yaşamını okuduğu “Pol ve Virjini” romanına uyarlayarak sonlandırmıştır. Benzer bir şekilde Nabizade Nazım’ın romana da ismini veren kahramanı Zehra; kendisini terkeden kocasından intikam alma yöntemlerini, defalarca okuduğu “Monte Kristo Kontu”ndan ilham alarak kendi yaşamına uyarlamıştır. Bu çalışmada, seçilen Tanzimat romanlarının kadın kahramanlar üzerinden toplumbilimsel yaklaşımla yapılacak içerik çözümlemeleriyle, eğitim temasının gerçek yaşamdan romana yansıyan sistematiği ortaya konulacak; öncelikli amaçları halkı eğitmek olan Tanzimat yazarlarının kadın eğitimine bakış açıları, dönemin kadın gerçekliğine de ayna tutacaktır. Anahtar Kelimeler: Tanzimat, Kadın, Eğitim 1 Dr., Boğaziçi Üniversitesi 223 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ABSTRACT In the novels of the Tanzimat period, the writers handle the education concept in a systematic method and improved the novel’s fiction accordingly. Education systematic was not affected by the the common denominator of the different subjects or various heroes they handle or even the sharp differences of their styles where all meet.The heroes’ eduction process was not detailed as an active action whereas the education of women by men is conveyed in a detail manner throughout the novels. The men heroes are dominant in every step of the women’s education and prevent the process of potential education without their control. The women’s being literated knowing foreign languages, playing a musical instrument, knowing songs and poems is not only because of self benefit ,but to be worthy and to make their ruling fathers or husbands happy. Hence, in the Tanzimat period novels it is being observed that, relation of the women and men heroes beginning,development and conclusion process are conveyed with an effective learning and teaching action. In Şemseddin Sami’s “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” novel, the one and the only purpose that connects Talat and Fitnat is the action of teaching / learning. In Ahmet Mithat’s “Felatun 224 Bey ve Rakım Efendi” novel, the hero named Rakım, meeting with the English family with the purpose to tutor their daugter, the main reason of dealing with Canan who is his odalisque is to teach and educate her. Namık Kemal’s “Cezmi” novel’s hero Cezmi, take on to educate Ayşe whom was to chosen be his wife. In Samipaşazade Sezai’s “Sergüzeşt” novel, main character Dilber, emphasized that the only happy moments of the enthrallment were the school times, and desperately fell in love with the house’s son Celal disregarding the cast system and end her life adopting to the novel “ Pol ve Virjini”. Nabizade Nazım’s hero Zehra whom also gave her name to the novel was inspired by the novel “Monte Kristo Kontu” and adopted the novel into to her life to take revenge of her husband who has left her. This study will reflect the Tanzimat period woman’s reality and aspect of education, with the novelists whose primary aim is to educate the people, via the chosen novel’s women heroes with content analysis that reflects systematics of the real life to the novel. Key Words: Tanzimat, Woman, Education. BİLDİRİ KİTABI II TANZİMAT ROMANINDA KADIN VE EĞİTİM Tanzimat dönemi romanlarında yazarlar, eğitim kavramını sistemli bir biçimde ele almışlar; roman kurgularını da bu sistem dahilinde geliştirmişlerdir. Ele aldıkları konuların farklılığı, kahramanların çeşitliliği, hatta üsluplarındaki keskin ayrılıklar; romanların ortak paydalarda buluşan eğitim sistematiğini etkilememiştir. Romanların genelinde kahramanların öğretim süreci aktif bir eylem olarak detaylandırılmazken; erkeğin kadını eğitme süreci ayrıntılı olarak aktarılmıştır. Erkek kahramanlar; kadınların eğitiminin her aşamasına hakimdirler ve onların kendi kontrolleri dışında dışında gerçekleşmesi muhtemel eğitim alma sürecini engellerler. Kadın kahramanların okuma yazma öğrenmeleri, dil bilmeleri, müzik aleti çalıp şarkı ve şiir bilgisine vakıf olmaları; kendilerine fayda sağlamaktan çok babalarına, eşlerine, kendilerini himaye eden erkeklere layık olmalarına, onları mutlu etmelerine yöneliktir. Bu bağlamda, Tanzimat romanlarında kadın ve erkek kahramanların ilişkilerinin başlangıç, gelişme ya da bitiş aşamalarının etkin bir öğrenme/ öğretme eylemi üzerinden aktarıldığı gözlenmektedir. Bu çalışmada, seçilen Tanzimat romanlarının kadın kahramanlar üzerinden yapılacak içerik çözümlemeleriyle eğitim temasının gerçek yaşamdan romana yansıyan sistematiği ortaya konulacak; öncelikli amaçları halkı eğitmek olan Tanzimat yazarlarının kadın eğitimine bakış açıları, dönemin kadın gerçekliğine de ayna tutacaktır. 3 Kasım 1839’da Reşit Paşa tarafından Gülhane’de okunan “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” ile başlayan Tanzimat döneminden bugüne uzanan eğitim tarihimiz incelendiğinde, eğitime dair terimlerin kavramsal açıdan netleşmediği; teori ve pratiğe yönelik kullanımlarda birlikte yer alabildikleri, hatta birbirlerinin yerini alabildikleri de görülür. Tarihi belgelerde, eğitim üzerine yazılmış kaynaklarda ve edebi metinlerde yeralan başlıca eğitim terimleri “talim, tedris, tedrisat, terbiye, ilim, maarif, öğretim ve eğitim”dir. Eğitim terimlerindeki anlam çeşitli- liğini vurgulaması ve sözlük anlamlarının birbirleriyle ne derece tutarlı olduklarını ortaya koyması açısından bu terimlerin Ferit Devellioğlu, Türk Dil Kurumu ve Yahya Akyüz tarafından hazırlanan sözlüklerdeki anlam karşılıklarına bakabiliriz. Ferit Devellioğlu, “Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat”inde yukarıda belirtilen eğitim terimlerinin anlamlarına şu şekilde yer vermiştir: Ta’lim: 1. öğrenme,öğretme, öğretim, öğretilme. 2. okuma, ders verme, verilme. 3. meşk ile yetiştirme. 4. askerlik idmanı. 5. egzersiz. Tedris: 1. ders verme, verilme, okutma. Tedrisat: 1. tedrisler (öğretim) Terbiye: 1. besleyip büyütme, beslenip büyütülme. 2. eğitim. 3. görgü. 4. alıştırma. İlm: 1. bilme, biliş; bir şeyin doğrusunu bilme. 2. okuyarak öğrenilen bilgi, nazari bilgi. Maarif: 1. ma’rifetler, bilimler. 2. bilgi, kültür. (Eğitim ve öğretim terimleri sözlükte yer almamıştır.) Türk Dil Kurumu tarafından 1983 yılında hazırlanan “Türkçe Sözlük”te başlıca eğitim terimleri şu şekilde açıklanmıştır: Talim: 1. Öğretim. 2. Yetiştirme. 3. Alıştırma. 4. Uygulamalı olarak yapılan askerlik öğrenimi. Tedris: 1. Ders verme, öğretme, öğretim. Tedrisat: 1. Öğretim. Terbiye: 1. Eğitim. 2. Görgü. İlim: 1. Bilim. ~ini almak bir işin özelliklerini, işleyişini en ince ayrıntılarına dek iyice öğrenmek. Maarif: 1. Bilgi ve kültür 2. Öğretim ve eğitim sistemi. Öğretim: 1. Belli bir amaca göre gereken bilgiyi verme işi, tedris, tedrisat, talim. 2. Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme gereçleri sağlama ve kılavuzlık etme işi. Eğitim: 1. Belli bir konuda, bir bilgi ya da bilim dalında yetiştirme ve geliştirme, eğitme işi. 2. Yeni kuşakların toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine yardım etme, terbiye. Yahya Akyüz’ün “Türk Eğitim Tarihi” adlı kita- 225 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ bının sonunda yer alan ve yazarın ilk kez yapıldığını vurguladığı “Türk Eğitim Tarihi Terimleri Sözlüğü”ne bakıldığında, eğitime dair yukarıda açıklanan terimlerin anlam ayrılıkları belirginleşir: Talim: 1. Öğretim (eğitimden farklı olarak ) 2. Öğretme 3. Öğrenme. 4. Askeri eğitimin bir kısmı. 5. Kur’an’ı usulüne göre okumayı öğreten kurallar. Tedris: 1. Öğretim, ders okutma. Tedrisat: 1. Tedrisin çoğulu, öğretimler. 2.Öğretim Terbiye: 1. Eğitim (Öğretimden farklı olarak) 2. Yola getirme, hakkından gelme, cezalandırma. İlm, ilim: 1. Bilim, bilgi. Maarif: 1. Bilgiler, bilimler. 2. Eğitim, öğretim. 3. Eğitim Bakanlığı. (Eğitim ve öğretim kavramları sözlükte yer almamıştır. ) Sözlük anlamlarından yola çıkıldığında eğitim terimleri, üç sözlükte buluşulan ortak paydaya göre birbirleriyle şu şekilde eşleştirilebilir ve kullanım pratiğinde -sözlük anlamlarına göre- eş anlamlı kullanılabilirler: Terbiye-eğitim Talim-öğretim Tedris-ders okuma, okutma Tedrisat-öğretim Maarif-eğitim, öğretim (Eğitim kavramının yetiştirip geliştirme; öğretim kavramının bilgi verme ve yol gösterme kavramlarını içerdiğinden) İlim-bilim (nazari bilgi edinme işi olarak kabul edilip özellikle fen dersleriyle ilgili kullanılmıştır. İlm-i beşer: antropoloji) Eğitim terimlerinin sözlük anlamlarındaki açıklamalar ilk bakışta, kavramsal açıdan ortak bir paydada buluşulduğu izlenimini verebilir. Ancak terimlerin anlamlarını birebir karşılaştırmalı olarak ele aldığımızda, birbirlerinin anlamlarını içerip “eğitim” terimi başlığı altında toplanabileceklerini görürüz. Öncelikle her üç sözlük de “terbiye” teriminin, “eğitim” terimine karşılık olarak kullanılabileceğini belirtmişlerdir. Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı sözlükte “eğitim” terimine karşılık verilen birinci anlamda “yetiştirme ve geliştirme” eylemi, eğitimi öğre- 226 timden ayıran unsur olarak göze çarpar. Dolayısıyla “öğretim” teriminin kapsamına giren “bilgiyi verme” işlevi, eğitim teriminden soyutlanır. Ancak Türk Dil Kurumu’nun “eğitim” terimine karşılık gelen ikinci anlamında eğitimin, yeni kuşaklara bilgi, beceri ve anlayış elde kazandırılmasındaki etkin rolü vurgulanmıştır. “Terbiye” terimiyle birebir eşleştirilen bu anlam, “öğretim” teriminin “bilgi verme” işlevini de kapsamaktadır. Yahya Akyüz, “Tanzimat Döneminde Eğitim Biliminde ve Öğretim Yöntemlerinde Gelişmeler” adlı bildirisinde “İlm-i Terbiye-i Etfal” adıyla yayınlanan makaleyi, eğitimi bir bilim olarak gören ilk kapsamlı yayın olarak değerlendirir. “İlm-i Terbiye-i Etfal” adlı makale “terbiye” (eğitim) ve “talim” (öğretim) terimlerine açıklık getirmek amacıyla yazılmıştır. Mayıs 1870 tarihli Takvim-i Vekayi’de “Ulum ve Fünun” başlığı altında yayınlanan makalenin yazarı belli değildir. Yazar “terbiye”nin “talim ve tedris”i kapsayan daha geniş bir kavram olduğunu savunur. Makalede “talim”in (öğretim) amacının öğretmenin tecrübe ve öğretim yoluyla kazandığı bilgileri öğrencilere aktarmak olduğu belirtilir; “terbiye” ise öğretimin amacına ortak olmakla birlikte çocukların sahip oldukları bedeni, duygusal ve zihni yetileri de geliştirmeyi amaçlar. (Akyüz, 1994:502) Kazım Nami, “Terbiyevi Yazılar” adlı kitabında “... tekamüli terbiye ile daha doğrusu terbiye ilminin her gün bulunduğu yeni hakikatlerle mütemadi uğraşan, öğrendiklerini tecrübelerile tefahhus eden terbiye mütehassıslarının...” azlığından bahseder ve “...müderrislerimiz, okuttukları ilimlerde mütehassıstırlar, fakat pek azı tedris, usul, program meselelerine müdahale edebilecek salahiyettede bulunuyorlar.” (Nami, 1931:77) diyerek Avrupa’dan terbiye mütehasssısı getirilmesini önerir. Bu öneri, terbiyenin öğretimi destekleyen ve okutulan ilimleri kapsayan yanını göstermesi açısından önemlidir. İsmail Hakkı Baltacıoğlu “Terbiye” adlı kitabında okulların vazifesini şu sözlerle tanımlamıştır: “...mektepler mesela ilim tesis etmezler, fakat ilmin şuurunu verirler.” (Baltacıoğlu, 1942:16). Şuur kazandırma işlevi ise, aynı yazının ilerleyen bölümlerinde anlatılan BİLDİRİ KİTABI II “mekteplerin içtimai tabiatı” ile özdeşleştirilir. İsmail Hakkı, “İçtimai Mektep” adlı kitabında terbiyenin okul öğretimini de kapsayan bir süreç olduğunu vurgular. Baltacıoğlu’na göre “Terbiyenin gayesi gerçek ve içtimai bir hayattır.” (Baltacıoğlu, 1942:19) Bu hayat içinde okul hayatı, öğretimi de kapsayan boyutuyla sistemli bir şekilde yer alır. Tanzimat romanlarında sistemli bir şekilde uygulanan “kahramanların eğitilme sürecinin” ilk aşaması, roman içerisinde gerçek yaşamdan kopmadan varolabilen kahraman\kahramanlar yaratmakla başlar. Tanzimat yazarları öncelikli amaçlarının “halkı eğitmek” olduğunu hiçbir zaman unutmazlar. Tavırları, duyguları, düşünceleri, hatta sesleriyle yaşadıklarını hissetiren kahramanlar; yazarları tarafından eğitilmeyi de gerçek yaşamın doğal bir süreci olarak algılarlar. Yazar, erkek kahramanlarını okuyucuyla tanıştırırken, kahramanının bu yönünü öncelikli olarak vurgulayarak önce aile içinde aldığı eğitimden, sonra okuduğu okullardan bahseder. Okuyucu, böylelikle kahramanın kendisi ile aynı yaşamı paylaştığını görerek kahramanı kendisi ile bütünleştirme imkanı bulur. Ahmet Mithat’ın “Felatun Bey ile Rakım Efendi” adlı romanında Rakım Efendi; önce Taş Mektep’e, ardından Valide Rüşdiye Mektebi’ne gitmiş; on altısında Hariciye Kalemi’ne girmeye hak kazanmıştır. Rakım Efendi’nin en belirgin özelliği, durup dinlenmeden çalışmasıdır. Sabahlarını Süleymaniye Medresesi’nde, öğleden sonralarını Fransızca çalışarak yahut yabancılara Türkçe dersleri vererek geçirir. Herkesin rahat bir gün geçirdiği Cuma günleri ise, Rakım Efendi için kütüphanede saatlerce kitap karıştırmak anlamına gelir. Gece gündüz çalışarak Arapça, mantık, ilm-i hadis ve tefsir, fıkh, coğrafya, tarih, hukuk, özellikle de Fransızca derslerinde en ileri seviyelere ulaşır. Kadın kahramanların tahsil ve terbiye geçmişleri romanın başında fazlaca detaylandırılmaz. Şemseddin Sami’nin “Taaşuk-ı Talat ve Fitnat” adlı romanında olduğu gibi kısa okul geçmişlerinden: Saliha Hanım”… Beş yaşına bastığım gibi, babam mektebe götürdü. Dört sene okuduktan sonra benden iyi bilenler bazısı çıktılar, gittiler, bazısını geçtim, hasılı mektepteki kızların derste birincisi oldum…” (Şemseddin Sami, 1289:20-21) veya Namık Kemal’in “İntibah” romanında aktarıldığı üzere, aileden aldıkları terbiyenin mahiyetinden bahsedilir: (Romanın kahramanı Mehpeyker tanıtılırken) “...ahlak ve terbiyece bütün bütün Ali Bey’in hilafına olarak gayet namussuz, alçak bir ailede perveriş bulmuş ve zaman-ı rüşte baliğ olur olmaz rezailin envaında mürebbilerine üstad olmuştu. Biraz okuyup yazmakla uğraştığı…” bilinmektedir. (Namık Kemal, 1291:35) Yazarlar, kahramanlarının aile içerisinde aldıkları eğitimi anlatırken anne ya da babanın yol gösterici olduğunu vurgulamışlardır. Kahramanlar, eğitim süreçleri esnasında ebeveynlerden birinin ya da her ikisinin de ölmesiyle yol göstericiden; daha da önemlisi ailelerinden almaları gereken eğitimden mahrum kalırlar. Tanzimat romanlarında “erkek kahramanlar” için ortaya konulan bu çıkarım; şüphesiz kadın kahramanlar için de geçerlidir: Şemseddin Sami’nin “Taaşuk-ı Talat ve Fitnat” romanında anne Saliha Hanım, Namık Kemal’in “Cezmi” romanında Ayşe, Nabizade Nazım’ın “Zehra” adlı eserinde Zehra; babalarının kanatları altında kendilerine uygun görülen eş adayları tarafından terbiye sürecine tabi tutulurlar. Cariyeler, esirler ve evlatlıklar; Ahmet Mithat’ın “Felatun Bey ile Rakım Efendi” romanındaki cariye Canan gibi şanslılarsa kendilerini himaye eden efendilerinin eğitim sürecine tabi tutulur, şans onlardan yana değilse Namık Kemal’in “İntibah” adlı eserindeki Mehpeyker, “Zehra” romanındaki Ürani gibi düşük ahlaklı yakınlarının, akrabalarının kurbanı olurlar. Bu saptamanın en dikkat çekici örneklerinden biri ise Ahmet Mithat’ın “Felatun Bey ile Rakım Efendi” romanının, kanımca geride kalmış bir kahramanı, Felatun Bey’in kardeşi Mihriban Hanım’dır. Aynı adlı romanın başlarında kendisi de tipik bir mirasyedi, Ahmet Mithat’ın tabiriyle “...kemal derece alaturkalıktan yine kemal derece alafrangalığa birdenbire sıçramış bir adam...” (Ahmet Mithat, 1292:4) olarak tanıtılan Mustafa Meraki Bey, batılılaşmayı bilinçsizce algılayıp hem kendine hem çocuklarına zarar veren bir baba figürü çizer. Hatta Ahmet Mithat, babanın evlatlarının eğitimine olan olumsuz yansımasını “böyle bir adamın hem de öksüz kalan evladı nasıl bir terbiye altında 227 büyüyeceğini her kim düşünse bulabilir.” (Ahmet Mithat, 1292:4) sözleriyle dile getirir. Meraki Efendi, oğlu Felatun gibi kızı Mihriban Hanım’ı da terbiye edememiş, tahsilini tamamlatamamıştır. Mihriban Hanım; babasının ölümünden sonra yalnız kalmış, konu komşu tavsiyesiyle vardığı bir yüzbaşıyla mutlu bir yuva kurmuştur. Kocası ilk başta kızcağızı fazlaca hoppa bulup sevmediyse de “...terbiye kabul etmeğe istidadını görünce bu biçare kızı terketmek terbiyesine himmet eylemek kadar merdlik olmadığını hükümle...” (Ahmet Mithat, 1292:102) Mihriban Hanım’ı terbiye edip huylarını düzeltmeyi amaç edinmiştir. Yazar, Mihriban Hanım’ın durumundan yola çıkarak bir genelleme yapar: “Hoppa karılar ekseriya akil kocalarının verdikleri terbiyeyi kabul ederek akıllarını başlarına alabilirler. Derd şunda ki hoppa kocalar akil karılarının vesayasını ağleb-i kabul etmeyerek ta hanımlarını berbad edinceye kadar vardırırlar.” (Ahmet Mithat, 1292:102-103). Ahmet Mithat, terbiye konusundaki bu veciz düşüncesinde kadınların yanındadır. Kadınların terbiyeyi kabullenmedeki başarıları -ki bu terbiye kocanın uygun gördüğü şekilde olmalıdır- erkeklere nazaran hayli yüksektir. Tanzimat yazarlarının aile eğitiminden sonra gelen okul hayatında, “gerçek kahramanlar” yaratıp halka somut yaşamlar gösterme çabasında olduklarının en belirgin kanıtı, içinde bulundukları dönemi yadsımamalarıdır. İncelenen romanlarda da Tanzimat devri eğitim sistemi ile Tanzimat yazarlarının romanlarında vermeye çalıştıkları eğitim sistematiği sebep ve sonuçlarıyla büyük izdüşümler göstermiştir. Tanzimat döneminde orta öğretimden başlanan yeniden yapılanma süreci ve bunun sonucunda rüşdiye okullarının hızla artan öğrenci potansiyeli, Tanzimat romanlarında yansımalarını erkek kahramanların eğitilme sürecinde bulur. Kadın kahramanlar da Tanzimat dönemi eğitim sisteminin -erkekler kadar geniş olanaklara sahip olmasalar da- gelişmeye yönelik eğitim anlayışından faydalanırlar. Gelenek ve göreneklerin izin verdiği yaşa dek okula devam etme hakları bulunan kadın kahramanlar için okulun işlevi, okuma yazmayı öğretme süreci ile sınırlıdır. Bu süreç; kadın kahramanlar, ebeveynleri ve kadın kahramanların muhatapları (eşleri, oğulları, sahipleri, arkadaşları) açılarından farklı boyutlarıyla ortaya konulabilir. Romanlarda ebeveynler, kız çocuklarını belli bir yaşa kadar okula göndermekte bir sakınca görmezler, hatta okul eğitiminin sosyaleşmeye ivme kazandıran yönünü de benimserler; ancak gelenek ve göreneklerle sınırlanan bu iyimser tavır, kadın kahramanların belli bir yaştan sonra okuldan alınmasını engelleyememekte, ebeveynler bu tavrın yaşadıkları dönemin gerçekliği olduğunu kızlarına ve dolayısıyla okurlara açıklamaktadırlar. Şemseddin Sami’nin “Taaşuk-ı Talat ve Fitnat” adlı romanında, Talat’ın annesi Saliha Hanım’ın ağzından bu süreç şu şekilde aktarılmıştır: Saliha Hanım, Talat’ın babası Rıfat Bey’le yaşadıkları büyük aşkın hikayesini dadıya, “… Beş yaşına bastığım gibi, babam mektebe götürdü. Dört sene okuduktan sonra benden iyi bilenler bazısı çıktılar, gittiler, bazısını geçtim, hasılı mektepteki kızların derste birincisi oldum. Babam, anam böyle okuyup yazdığım gördükleri gibi beni o kadar severler ki tarif olunmaz. Az zamanda ben meslekteki kızların ikinci hocası oldum.” (Şemseddin Sami, 1289:20-21) sözleriyle anlatmaya başlar. Bu vesileyle Saliha Hanım’ın anne ve babasının eğitim anlayışlarının da dönemlerine göre çok ileride olduğu vurgulanır. Özellikle bir kız çocuğunun okuyup yazmasının, okul başarısının, anne ve baba gözünde sevgiyle ölçülüp değerlendirilmesi, ailenin eğitime gösterdiği özenin bir ifadesidir. Saliha Hanım, eşi Rıfat Bey’i dadıya, dolayısıyla okuyuculara, “Mektepteki oğlanlardan ise en iyi bilen ve hepsinden büyük Rıfat Bey idi…Rıfat Bey’le bir derste idik, beraber okurduk…Sabah bize gelir idi, beni de alırdı, beraber mektebe giderdik de başka çocuklar gelinceye kadar biz iki üç defa dersimizi okur idik, sonra tenhada tatlı tatlı konuşmaya başlar idik.” (Şemseddin Sami, 1289:23) sözleriyle tanıtır. Hemen ardından gelen Saliha Hanım’ın pederiyle konuşma bölümüyse, Saliha Hanım’ın yetiştiği aile ortamını ve bu ailenin eğitime verdiği önemi açıkça ortaya koyar: “Bir Cuma günü Rıfat Bey bana gelmişti. Peder de evde bulundu. Rıfat Bey gitti, pederimin elini öptü. Peder ne okuduğunu, ne yazdığını sordu; anladı. Onun güzel hareketini güzel söylemesini pek çok beğendi, tahsin BİLDİRİ KİTABI II eyledi.” (Şemseddin Sami, 1289:24). Görüldüğü gibi Rıfat Bey, yaşanılan döneme göre bir hayli “medeni” sayılabilecek bir tavırla, pederinin evde olduğu bir vakit, teklifsizce Saliha Hanım’ın evine gitmiştir. Bu noktada önemli olan pederinin davranışıdır ki peder, öncelikli olarak Rıfat Bey’in okuyup yazmasını merak etmiş; başka bir deyişle, eve teklifsizce kızının arkadaşı olarak gelen delikanlıyı eğitimine göre değerlendirmeyi uygun bulmuştur. Bu ziyaretin ardından, anne ve baba konuşmalarında Rıfat Bey’i yere göğe koyamamışlardır. Ancak Rıfat Bey’in aileye göre bahtsız bir yönü vardır ve bu yön yazara, özellikle annenin ileri görüşlü tavrını ortaya koyması aşamasında yardımcı olmuştur. Rıfat Bey’in babası sarhoş ve müsrif bir insandır. Bundan yola çıkarak anne ve baba, Rıfat Bey’in güzel terbiyesinin annesi Kamile Hanım’ın eseri olduğunda birleşirler. Anne ve baba arasında geçen bu konuşmada, Saliha Hanım’ın annesi evlilik hakkındaki görüşlerini sıralar. Bu görüşler, “Taaşuk-ı Talat ve Fitnat” romanının vurguladığı önemli temalardan birini, eğitimde ailenin rolünü örneklemesi bakımından önemlidir. Çünkü anne, okuyucu olarak yabancısı olmadığımız düşünceleri yine tanıdık kelimelerle dile getirir ki annenin ifade ettiği düşünceler, Saliha Hanım’ın dadıyla konuşurken açıkladığı düşüncelerin adeta bir tekrarıdır: “...Ah biçare biz karılar! Bizi hiç insan sırasına koymazlar! Babalarımız istedikleri adamlara bizi hediye verircesine verirler.” (Şemseddin Sami, 1289:26). Annenin düşüncelerini açıklamasından sonra anne, baba ve Saliha Hanım arasında geçen konuşma ise günümüzde bile zor rastlayabileceğimiz bir rahatlık içinde gerçekleşir. Bu konuşmada, babanın “bir kız çocuğu olarak” Saliha Hanım’ın okul yaşamına bakış açısı; anne ve baba arasındaki modern karı-koca ilişkisi; annenin, kız-erkek arkadaşlığına dair fikirleri açıkça ifade edilmektedir: “Baba- Kızım şu çocuğun ismi nedir? Saliha Hanım- Rıfat Bey... Baba- Derste nasıl? O senden iyi okur değil mi? Saliha Hanım- Yok, bir dersteyiz. Beraber okuyoruz. Bizden iyi bilen yok. Hem de çok usludur. Hiçbir vakit biz ikimiz hocayı kızdırmayız. Birbirimizle de çok sevişiriz. Dersi birlikte okuruz. Baba- Sevişirsiniz? Sen onu seviyorsun demek olur. Saliha Hanım- Evet, çok severim, babam. Baba- Öyle mi? Maşallah. Hiçbir kız çocuğu severim diyebilir mi? Yoksa şimdiden koca mı istiyorsun? Hakkın var a. Çünkü sen de ananı dinliyorsun ki. Öyle diyor. Kız bu güzel çocuk beğenmeli. Almalı. İşte ananın efkarı bu. Sen de öyle yapıyorsun değil mi? Ben babamın sözünü işittiğim gibi belime dek pancar gibi kesildim. Ter içinde kaldım. Ne diyeceğimi bilemem. Anam beni bu halde gördüğü gibi pederime: -A... Bırak şimdi Allah aşkına. Kızımı utandırdın. Niçin sevmeyecek? Beraber mektebe giderler. Beraber okurlar da sevmesin mi? O vakit hasetçi bir kız fena bir kız olacak, diyerek benim yanıma geldi ve beni okşayıp öperek: Yok kızım yok. Sen utanma, baban seni kızdırmak için söyler. Sen mektepteki şeriklerini sevmelisin. Kız olsun, oğlan olsun hiçbir zararı yoktur, dedi.” (Şemseddin Sami, 1289:28). Konuşmalardan da anlaşılacağı gibi anne ve baba için okul, okuyup yazmanın yanı sıra sosyal yaşamın da bir parçasıdır. Bir kız çocuğu olarak Saliha Hanım, bu ortamda hem iyi bir eğitim alacak hem de sağlıklı arkadaşlık ilişkileri kuracaktır ki bu aile için çok doğaldır. Bu konuşmaların hemen ertesi günü, Rıfat Bey ve Saliha Hanım okulda aşklarını birbirlerine itiraf ederler. Saliha Hanım’ın bu itiraf esnasında ettiği sözler, dönemin gelenek-görenek ve inançlarının hatırlatılması; bunların böylesine ileri görüşlü aileler için bile kabullenilmiş, değiştirilemez gerçekler olduğunu vurgulaması açısından önemlidir: “...Ben seni seviyorum. Bilmem sen beni sever misin, sevmez misin? Hatta dün pederime de seni sevdiğimi söyledim de benimle güldüler. O ne ise fakat bir şey hatırıma geldi. Yarın, öbür gün beni mektepten alacaklar. Yaşmak, ferace bilmem ne giydirecekler. O vakit nasıl görüşeceğiz, nasıl yapacağız?” (Şemseddin Sami, 1289:35). Rıfat Bey ile Saliha Hanım, o gün birbirleriyle aşklarının süreceğine ve hiç ayrılmayacaklarına dair bir akit imzalarlar. Bir sene sonra korktukları olay gerçekleşir. Saliha Hanım okuldan alınır; ferace ve yaşmaklara bürünür. Ağlaya- 229 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ rak babasına söylediği “Mektepten nasıl çekileceğim? Nasıl yapacağım? Ben cahil kalacağım.” (Şemseddin Sami, 1289:38) sözlerine babasının verdiği cevap, bir anlamda babanın çaresizliği dile getirişidir: “Ona merak etme kızım. Ağlama kuzum. Bu adettir kız on, on bir yaşını geçtiği gibi yaşmaksız, feracesiz sokağa çıkamaz. Biz adetin haricinde nasıl hareket edebiliriz? Herkes sonra bizimle gülecek. Ama derslerini merak edeceksin. Senin derse sevdan olduğu vakitte kendi kendine de o bildiğini ilerletebilirsin. Ben de sana bazı defa ders verebilirim. Ne yapalım? İşte hala kızlar için mahsus mekteplerimiz, kadın hocalarımız yok ki. Erkek mektebine on beş yaşında bir kız nasıl gidebilir?” (Şemseddin Sami, 1289:38). Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi Saliha Hanım’ın babası, kızının cahil kalmasına razı değildir; ama gelenekler karşı konulmaz yaptırımlarıyla adet dışı davranmalarını engellemiştir. Aynı romanda diğer bir eebeveyn, Fitnat’ın üvey babası Hacıbaba, anasız babasız kalan Fitnat’ı kendi kızı gibi benimsemiş ve Fitnat’ın eğitimiyle bizzat kendisi ilgilenmiştir: “Hacıbaba bu kızın terbiyesine pekçok dikkat edip beş yaşına bastığı gibi mektebe göndermeye başladı ve hiçbir vakit yalnız göndermeyip daima bir adam terfik eder idi. Sekiz yaşına varıncaya dek mektebe devam ettirdi. Sonra mektepten çekip eve kapadı.” (Şemseddin Sami, 1289:81). Şerife Kadın, Ragibe Hanım’ın (kadın kılığına girmiş Talat Bey’in) gelip Fitnat’a ders göstermesini Hacıbaba’ya danıştığında; şimdiye dek katı ve yobaz olarak tanıdığımız Hacıbaba’nın başka bir yönü karşımıza çıkar. Hacıbaba, “İşte şimdi beni memnun ettin. Gördün mü? Gelmesin yahud kızım onun evine gitmesin dedim mi? Ben ne yaptığımı bilirim. Herkesin kadrini anlarım.” (Şemseddin Sami, 1289:108) sözleriyle hem Ragibe’nin Fitnat’la görüşmesini onaylar; hem de okuma yazma öğrenme ortamının kendi istediği şartlarda gerçekleşmesinden duyduğu mutluluğu dile getirir. Burada önce Saliha Hanım’ın babası, sonra Hacıbaba tiplemeleriyle sembolleştirilen; “kızlarını belli bir yaşta okuldan alarak eve kapatan babaların” aslında okuma yazmaya, eğitilmeye karşı bir tavırları olmadığı vurgulanır. Bu davranışların sebebi dönemin ahlak anlayışı, gelenek ve göreneklerin özellikle erkek ebeveyn 230 üzerindeki baskısıdır. Bu noktada, kadın kahramanların okul yaşantısına ve okula gitme; “okuma yazma öğrenme” eylemine bakış açıları da dikkate değerdir. Kahramanlar okuma yazmaya sevdalıdır; okul yaşantısı kız çocuklar için sosyalleşmenin ilk ve biricik basamağı, hayatlarının özgürleştirici yegane unsurudur. “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat”ta kahramanlardan Şerife Kadın ile Fitnat Hanım arasında geçen diyalog okuyucu olarak bizleri şaşırtır. Fitnat, şimdiye dek bilmediğimiz bir yönünü, “okuma yazmaya olan sevdasını” heyecanla ve büyük bir hevesle ortaya koyar. Fitnat’ın, Ragibe’nin okuma yazma becerisini kendisine anlatan Şerife Kadın’a söylediği ilk sözler: “Ah... İnsan okumak yazmak bildiği gibi, herşeyi kolay öğrenir. Ah!... Ben böyle kör kaldım!...” (Şemseddin Sami, 1289:107) olur. Sekiz yaşında okuldan alınarak evde oturmaya zorlanan ve o günden beri neredeyse hiç dışarı çıkmayan bir genç kızın bu bilince erişmesi zor gibi görünse de ilerleyen konuşmalarda, okuma-yazmanın Fitnat için “dışarıyla” iletişimde anahtar bir konumda olduğunu, dünyasını farklılaştırmada bir çıkış yolu olarak gözüktüğünü anlayabiliriz. Fitnat Hanım biraz okumakta ancak okuduğunu anlamamaktadır; Şerife Kadın’ın kendisine Ragıbe Hanım’dan ders alması, kendisinin de Ragıbe Hanım’a nakış göstermesi önerisini büyük bir istekle kabul eder: “... Pekçok sevdam vardır yazı öğrenmeye. “Ah!...Ben okumak yazmak öğreneceğim... Sonra kitaplar, gazeteler alıp okuyacağım... İstediğim şeyi yazabileceğim... Ragibe Hanım ile görüşeceğiz, gah konuşacağız gah beraber gergef işleyeceğiz...Gah bana ders verecek...Oh...Şükür ya Rabbim! Yine ders okumaya başlayacağım!... Ah, ders ne kadar tatlıdır? Ne vakit ufak idim de mektebe giderdim, ders okur idim...Ne güzel idi o vakitler!...Hele yine derse başlayacağız...sayenizde adam olacağım. Okumak, yazmak öğreneceğim.” (Şemseddin Sami, 1289:109, 122)). Samipaşazade Sezai’nin “Sergüzeşt” adlı romanının kahramanı, küçük esir Dilber ise evdeki işleri gördükten sonra evin kızı Atiye Hanım’la birlikte mektebe gider; ancak eve dönüşlerinde bir esir olduğunu unutmayarak çantaları taşıma görevini üstlenir. Dilber BİLDİRİ KİTABI II ile Atiye Hanım’ın muhabbeti son derece sınırlıdır. Evin hanımı ikisini oyun oynarken gördüğü zamanlar “bu halayık parçasına” hemen haddini bildirmekte, bundan etkilenen Atiye Hanım da Dilber’i yanından kovmaktadır. Tüm bunlara karşı Dilber, büyüklere mahsus bir olgunlukla yaşamaya çalışmakta; ayakta durmak için çaba sarfetmektedir. Okula gitmesi ona yaşam sevinci veren yegane eylemdir. “Zira orada (okulda) diğer çocuklarla muhtaç olduğu hürriyet ve muhabbetle mükaleme eder, kimse bu küçük mahlukun haysiyet-i insaniyesini ‘Pis halayık’ diye pamal-i tahkir etmez ve bulunduğu hal-i yeis ve ıztırabında derslerine fevkalade gayret ettiğinden hocasından ara sıra Aferin! alır...” (Samipaşazade Sezai, 1345:17-18). Yazarın sözlerinden anlaşıldığı gibi okul, Dilber için farklı anlamlar içermektedir. Herşeyden önce Dilber; okulda sınıf farkı olmaksızın, esirliğini hissetmeksizin hürriyetini yaşamaktadır. Ayrıca okul; onurunun ayaklar altına alınmadığı, evdeki yaşamında görmediği sevginin cömertçe paylaşıldığı bir ortamdır ki Dilber derslerindeki başarı karşılığında aldığı övgü dolu sözlerle insan olduğunu hatırlamaktadır. Kendi gayretiyle Türkçe’yi de öğrenen Dilber; arkadaş edinecek, yazıp anlayacak kadar yeni tanıştığı lisanı kısa zamanda iyi bir seviyeye ulaştırmıştır. Tanzimat romanlarında kadın erkek ilişkisinin etkin bir öğrenme-öğretme eylemi içerisinde verilmesi hayli dikkat çekicidir. Tanzimat romanlarının genelinde okul yaşantısı aktif bir eylem olarak detaylandırılmazken, erkeğin kadını eğitme süreci ayrıntılı olarak aktarılmıştır. Erkek kahramanlar, kadın eğitiminin her aşamasına hakim olarak kendi kontrolleri dışında gerçekleşecek bir eğitim alma sürecini engellerler. Bu husus, Tanzimat romanlarındaki eğitim sistematiğinin, içinde yaşanılan dönemin bir parçası olduğunun açık bir kanıtıdır. Gerek gerçek yaşamda gerekse yazarların kurguladığı romanlarda erkekler, kadınların aldığı eğitimi kontrol etme hakkına sahiptirler. Çünkü bu eğitim doğrudan “kendilerine uygun olan kadını yetiştirmeyi” amaçlar. Kadın kahramanların okuma yazma öğrenmeleri, Fransızca bilmeleri ya da bir müzik aleti çalıp şarkı ve şiir bilgisine vakıf olmaları kendilerine fayda sağlamaktan çok, eşlerini mutlu etmeye yöne- liktir. Romanlarda okul yaşamı sonlandırılan, sosyal statüleri yahut şartlar gereği okula gitme eylemini gerçekleştiremeyen kadın kahramanlar, roman içerisinde eğitimlerine devam ederler. Babaları, kocaları yahut haklarını sahiplenen erkek kahramanlar tarafından devam ettirilen bu süreç içerisinde kadın kahramanlar, gerçek yaşamdaki “edilgin” pozisyonlarına uygun bir rolü benimserler ve erkekler tarafından kendilerine uygun görülen eğitilme sürecini kabullenmekle yetinirler. Şemseddin Sami’nin “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” adlı romanında, Talat ve Fitnat’ı buluşturan yegane amaç okuma yazma öğretme/öğrenme eylemidir. Ahmet Mithat’ın “Felatun Bey ile Rakım Efendi” romanın kahramanı Rakım, dostluk kuracağı İngiliz aileyle kızlarına ders verme gayesiyle tanışır; cariyesi Canan’la bilakis ilgilenmesinin esas nedeni ise ona gerekli tahsil ve terbiyeyi vermek isteyişindendir. Namık Kemal’in “Cezmi” adlı romanın kahramanı Cezmi, kendisine eş olması uygun görülen Ayşe’yi eğitme görevini üstlenmiştir. Samipaşazade Sezai’nin “Sergüzeşt” romanında ise ana karakter Dilber, esaret günlerinin tek mutlu anlarını okulda geçirdiğini vurgulamış, aralarındaki sınıf farkını gözetemeyip evin oğlu Celal’e umutsuzca aşık olduğunda ise yaşamını, okuduğu “Pol ve Virjini” romanına uyarlayarak sonlandırmıştır. Benzer bir şekilde Nabizade Nazım’ın romana da ismini veren kahramanı Zehra; önce babasının tuttuğu hocalar, sonra bizzat babası tarafından eşi Suphi’yi mutlu etme gayesiyle eğitilmiş; kendisini terkeden kocasından intikam alma yöntemlerini, defalarca okuduğu “Monte Kristo Kontu”ndan ilham alarak kendi yaşamına uyarlamıştır. Tanzimat romanlarında erkeğin kadını “terbiye etme” (eğitme), kadının “terbiye edilme” (eğitilme) süreci; kadın-erkek ilişkisinin dinamiğini sağlayan yegane olgudur. Çift yönlü bu etkileşim sürecinde; erkek kahramanlar terbiye etme, kadın kahramanlar da terbiye edilme aşamalarını koşulsuz kabullenirler. Örneğin Ahmet Mithat’ın “Felatun Bey ile Rakım Efendi” romanında, kadın kahramanları terbiye etme görevi öncelikle Rakım Efendi’ye verilmiştir. 231 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Rakım Efendi bir yandan cariyesi Canan’ı, bir yandan üst düzey ingiliz ailenin Can ve Margrıt isimli kızlarını eğitir. Bu süreç bir hayli karmaşıktır; Canan, Batılılaşma sürecine uygun olarak Fransızca ve piyano derslerinde ileri giderken; Can ve Margrıt alaturka adetlerı öğrenme, Osmanlıca okuyup yazma alanlarında üstün başarı göstermişlerdir. Ahmet Mithat, Canan’la İngiliz kızları da roman içerisinde tahsil ve terbiye edinimlerine bakarak adeta bir yarışa sokmuştur. Ancak Rakım Efendi kazananı en başından ilan etmekten çekinmez ve “Canan’ın İngiliz kızlarını geçeceği daha ilk haftasında bellidir.”(Ahmet Mithat,1292:22) sözleriyle yarışın galibini açıklar. Rakım Efendi, yoğun işlerinin arasında Canan’ın eğitimine mutlaka zaman ayırır. Bir gece eve erken geldiğinde ise, Canan’ın hala komşuda olduğunu öğrenince sarfettiği “Dünyanın hali acaiptir. Sonra kıza verdiğimiz terbiyeyi kabul ettiremez isek yazık etmiş oluruz.” (Ahmet Mithat,1292:27) sözleri, Rakım Efendi’nin eğitim anlayışındaki bir noktayı daha açığa çıkarır: Rakım Efendi; alaturka adetleri ve yaşam tarzını da bilinçle uygulayan bir şahsiyettir. Gerek Canan’ın eğitim sürecinde gerekse benimsedikleri yaşam tarzında bu özellik hep ön planda olacaktır. Canan geç de olsa eve geldiğinde ise, bu geç kalışın piyano merakından ileri geldiği anlaşılarak Canan’a en kısa sürede bir piyano alınmasına ve hoca tutulmasına karar verilir. Canan ise tüm gününü dersleriyle uğraşarak, piyano çalarak ve dikiş dikerek geçirmekte, dadı ev işlerini Canan’a yaptırmaya kıyamamaktadır. Derslerine büyük önem veren Canan ile İngiliz kızlar arasındaki yarış da gün geçtikçe alevlenmekte; İngiliz kızlar büyük bir hırsla Türkçe’yi, kıra’at ve kitabeti anlamaya çalışmaktadırlar. Romanın sonunda, İngiliz kızları artık Osmanlı eş’arını ezberden okuyup anlayacak duruma gelmiş; Türkçe öğrendikten sonra Fransız eş’arını terkettiklerini söyleyecek kadar Rakım’ın derslerinden etkilenmişlerdir. Ayrıca kızlar artık balo ve tiyatro gibi eğlencelerden tamamiyle çekilmiş; Türkçe, Acemce kitaplarla meşgul olup şiiirler okuyarak günlerini geçirmeyi yeğlemişlerdir. Rakım da derslerde bilhassa Divan-ı Hafız’dan beyitler okumakta, bunların uzun uzun açıklamalarını yapıp kızları edebiyata her geçen gün biraz daha aşık etmektedir. Bu arada Canan 232 da boş durmamış; Rakım’dan okuyup yazma, düzgün konuşma ve Fransızca’yı; piyano hocası Yozefino’dansa notaları öğrenmiş; gittikleri mesire yerinde bir ağaç gölgesinde bile Fransızca şarkıların güftelerini ezberleyip, anlamaya çalışarak zamanını geçirerek herkesin takdirine mazhar olmuştur. Namık Kemal’in “Cezmi” adlı eserinin kahramanı Cezmi, hayatını kuratardığı Pertev’in kardeşi Ayşe’ye okuma yazma öğretir. Cezmi, Ayşe’nin yaşadığı Şahmani’den ayrılmak zorunda kalınca arkasından en çok üzülen de Cezmi’nin kendisi için “... hem hocası, hem eğlencesi, hem hamisi, hem velinimeti...” (Namık Kemal, 1305, 112) olduğunu itiraf eden Ayşe’dir. Nabizade Nazım’ın “Zehra” adlı romanının, aynı isimli kadın kahramanı için ise “terbiye” süreci farklı biçimde işlemektedir. Romanın Zehra’yı anlatan ilk cümlesinde vurgulandığı üzere, “Zehra çocukluğundan beri gayet kıskanç idi.” (Nabizade Nazım, 1969:15). On altı, on yedi yaşları arasında kendisinden iki yaş küçük kardeşini kıskançlıktan öldürmeye teşebbüs edecek kadar cüretli bir genç kız olan Zehra, bu yönüyle babasına büyük üzüntü vermektedir. Şevket Efendi “... bu tabiatta olanlar -bahusus kadın iseler- ileride gayet feci vukuata sebep olacaklarını...” (Nabizade Nazım, 1969:15) bilmekte ve kızının bu vahşi tabiatının düzelmesi için çareler aramaktadır.Önceleri zamandan medet uman Şevket Efendi, bir süre sonra başka bir yolu dener ve “Talim ve hüsn-i terbiyeden imdat umarak çocuğa birkaç akıllı hoca...” (Nabizade Nazım, 1969:15) tutar. Burada dikkati çeken, Şevket Efendi’nin öncelikli amacının kızına iyi bir eğitim ve güzel ahlak sağlamak olmamasıdır. Asıl amaç, özellikle bir kadın olarak Zehra’nın gelecekte kıskançlık özelliğinden dolayı yaratabileceği olayların sonuçlarından başkalarını korumaktır. Tutulan hocaların Zehra’ya olan faydası da bu yönde değerlendirilir ve onun kıskanç tabiatını düzeltemedikleri için faydalı olamadıklarına karar verilir. Vahşi tabiatı bir türlü törpülenemeyen Zehra, babası için çok büyük bir üzüntü kaynağı olmaya devam etmekte, Şevket Efendi bu en mahrem sırrını yalnızca çok güvendiği Suphi ile paylaşıp ona dert yanmaktadır. Neticede Zehra’nın babası Suphi’yi “Kızımı sana teklif etsem.” (Nabizade Nazım, 1969:29) sözleriyle Zehra ile izdivaca davet eder BİLDİRİ KİTABI II ve olumlu cevap alır. Şevket Efendi’yi diğer Tanzimat romanlarındaki “baba” modelinden ayıran en önemli özelliği, Zehra gibi bir evlada sahip olmasıdır. Zehra’nın tabiatındaki vahşilik, babasına kendisini bir erkeğe teklif edecek noktaya getirmiş; bunu bir çıkar yol olarak algılamasına neden olmuştur. Anlaşıldığı gibi kıskanç tabiatı, ahlakındaki bir eksiklik, hatta bir çirkinlik olarak kabul edilen Zehra; babasının gözünde önce hocalarının, şimdi de eşinin yardımıyla terbiye edilme imkanı bulmuştur. Şevket Efendi düğün arifesinde “...musikiden ve hele kanundan pek hoşlanmakta olan damadını memnun etmek için kızına kanun ve fazla olarak piyano meşk ettirmekte...” (Nabizade Nazım, 1969:37) böylece baba olarak üzerine düşen görevleri yaptığına inanmaktadır. Elbetteki tüm bu hazırlıklar Zehra’nın eşini mutlu etmesine yöneliktir. Zehra, Şevket Efendi’nin de yönlendirmesiyle “Suphi’yi mutlu etmek için” kendini geliştirmeye çalışmaktadır. Samipaşazade Sezai’nin “Sergüzeşt” adlı romanında da eğitim teması, roman içerisinde öncelikli olarak ele alınmış; kahramanlar sahip oldukları konum ve çevre itibariyle “terbiye etme” ya da “terbiye edilme” pozisyonlarını üstlenmişlerdir. Samipaşazade Sezai, bilinçli bir yaklaşımla roman boyunca bir tek karakterini, “esir Dilber’i”, “terbiye edilme” sürecinin tüm aşamalarıyla karşı karşıya getirmiştir. Bir mal olarak satıldığı ilk gün sahibi tarafından “terbiye edilme” sürecine sokulan Dilber, esaretin insani varlığı yok sayan boyutunun en acı yönlerini bu süreç içerisinde yaşamıştır. Esir olarak ilk satıldığı ev olan Mustafa Efendi’nin evinde Dilber; bir esirin nasıl davranması, ne yapması gerektiğini öğrenir. Bu ev onun “esir olarak terbiye edilme” sürecinin başladığı yerdir. İnsani tüm vasıflarının yok sayıldığı, “sahibini memnun etmek için yaşamak” olarak ifade edebileceğimiz bir öngörünün kayıtsız şartsız kabul edildiği bu yaşam tarzı, zorunlu bir eğitim sürecine tabidir. Burada diğer bir önemli husus, Dilber’e bu eğitim sürecinde “öğretmenlik” yapma görevini gösteren karakterdir. Önceden kendisinin de Dilber’e benzer bir eğitim sürecine tabi tutulduğunu anladığımız evin kalfası Teravet, başarıyla tamamladığı bu süreci bir başkasına öğretirken kendi konumundan bir anda sıyrılır. Dilber’e en katı emirleri veren, küçük yaştaki bir çocuğu ölümüne çalıştıran Teravet, insani vasıfların yok sayıldığı, öğretmeyi amaçlayan sistemin aslında savunucusu değil, kurbanıdır; çünkü bu sistem sonucunda kendi insani yönü de törpülenmiştir. Dilber, bu ilk esareti öğrenme sürecinde yalnızca bir mekanda, okulda mutlu olduğunu hisseder. Okulda kendisini bir esir değil bir insan gibi hissetmekte, okulun esas işlevi olan öğretim verme, yalnızca Türkçe okuma yazmayı öğrenme kazanımıyla sınırlandırılmaktadır. Samipaşazade Sezai, Dilber’in bir esir olarak terbiye edilme sürecinde bu hususun diğer boyutunu, evin hanımlarının aldıkları terbiyeyi de romana dahil etmiştir. Evin hanımı “bir annenin sahip olması gereken medeni terbiyeyi” almadığından halayıklara karşı kötü davranmakta, evi yeterince iyi idare edememektedir. Evin kızı Atiye ise, aldığı “noksan terbiyenin” etkisiyle ispiyonculuk yapıp yalan söyler ve Dilber’in haksız yere cezalandırılmasına neden olur. Burada esir ile hanımlar arasındaki farklı statüyü vurgulayan bir söylemle karşılaşırız. Dilber bir esir olarak terbiye edilme sürecindedir ve bu süreç sonunda kendisinin bir insan, bir birey olduğunun unutturulması hedeflenmektedir. Evin hanımları ise “terbiye edilme” değil, “terbiye alma” süreci geçirmişlerdir -ya da geçirmektedirler- ve bu sürecin sonucunda kendi kazanımları değil, sahip oldukları esirlerin/ halayıkların kaybettikleri gözlemlenmektedir. Dilber’in satıldığı Edirnekapı’daki ikinci evde, esaretin gerektirdiği eğitim süreçlerinin farklı bir boyutuyla karşılaşırız. Dilber ve evdeki diğer esir kızlar; sahiplerini memnun etmek amacıyla dikiş, okumayazma, ud çalma gibi uğraşları öğrenmeye ve geliştirmeye zorlanırlar. Kendi ana dillerinde konuşma, ağlama, gülme gibi insani gerekliliklerin sınırlandırıldığı bu yaşamda; eğitimle kazanılan niteliklerin sahiplerini mutlu edeceği amacıyla serbest bırakılması, esaretin acı yönünü bir kez daha ortaya koyar. Esircinin evinden Dilber’i hayli yüksek bir meblaya satın alan Asaf Paşa ve ailesinin sürdürdüğü batılı tarzdaki yaşam içerisinde Dilber, kendine uygun görülen konumu -hiç yadsımadan- hemen benimser. Bir esir olarak terbiye edilme sürecini tamamlamış olan Dilber, sahiplerinin isteğine uygun eğitim sürecini ise sürdürmektedir. 233 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Evin hanımı tarafından Fransızca ders alması uygun görülen ve evdeki mürebbiyeden ders almaya başlayan Dilber, insani yönünü kaybetmediğini Fransızca kitaplar okuyarak kurduğu hayallerinde ortaya koyar. Evin oğlu Celal Bey’le yaşadıkları aşkın mutsuz bir şekilde noktalanması ve Dilber’in hızla evden uzaklaştırmasının ardında yatan gerçek, Dilber’in bu yönünün sahipleri tarafından da farkedilmesidir. Samipaşazade Sezai, hanım ile esir arasındaki terbiye boyutunda ortaya koyduğu ayrımı Asaf Paşa’nın evinde de vurgular. Evin hanımı aldığı medeni terbiyenin tesiriyle Dilber’e iyi davransa da mensup olduğu ailenin etkisiyle halayıkları hakir görür. Sahiplerin, terbiye alma sürecinin sonuçları yine kendilerine değil esirlerine yansımış; hanımlık ile esirlik arasındaki fark bir kez daha ortaya konmuştur. Ayrıca Asaf Paşa’nın eşi, evin hanımı Zehra Hanım, “iyi terbiye görmeyi” zengin üst sınıfa; “noksan terbiye görmeyi” de fakir alt sınıfa yakıştırarak terbiye ile maddi imkanlar arasında bir ilişki kurmuş; bu yönüyle terbiyeyi algılayış şeklini belirtmiştir. Esir Dilber ile evin küçük beyi Celal Bey arasındaki aşk, bizzat anne Zehra Hanım tarafından, “Birisi cemiyetin en ali tabakasında, diğeri en süfli cihetinde terbiye görmüş iki kişide hüsn-ı imtizaç kabil midir? Servetin kemal-i itina ile terbiye ettiği asilzadelerden bir erkeğe, bir kıza, fakrın kayıtsızlıkla büyüttüğü bir adam nasıl layık olabilir?” (Samipaşazade Sezai, 1345:61) sözleriyle yadırganmıştır. Bu noktada yazar, Zehra Hanım karakterine başka bir katman da yaratmış ve Zehra Hanım bu yönüyle romanın sonuna dek etkin bir karakter olarak romanda varolacağının işaretlerini vermiştir: Celal Bey’in annesi, kendisi gibi düşünenleri -çoğunluğu- temsil etmektedir. Bu çoğunluk, esaretin ve sınıf farkının insanlar arasında derin uçurumlar yarattığına inanır ve tüm bunları çoğunluk olduğunu bilmenin verdiği cesaretle savunur. Onlar için cemiyetin en aşağı tabakasında terbiye görmüş biriyle, cemiyetin en üst tabakasında terbiye görmüş birinin anlaşması mümkün. değildir. “Terbiye” kavramı bu noktada; en üst tabaka için anlam genişliğini işaret ederken, en alt tabakada en dar anlamıyla algılanır. Aynı cümle içinde aynı olgunun, sınıf olgusunun eylemi olan terbiye, “alt” ve “üst” sınıflar için böylesine 234 değişken anlamlar içerir. Ayrıca anne, eğer böyle bir evlilik gerçekleşirse bir tarafın kıymet ve itibarını daima kaybedeceğini, diğer tarafın ise onurunun daima kırılacağını düşünerek mutsuz olacaklarını düşünür ki farklı sınıflarda terbiye görmüş kişilerin birlikteliği, annenin bu saptamasına göre, bir itibar ve haysiyet çatışmasından başka bir şey olmayacaktır. Asaf Paşa ise, oğlu Celal ile Dilber arasındaki aşka karşı çıkış nedenini karısınınkine benzer bir üslupla ortaya koyar. İyi bir eğitime tabi tuttukları oğullarını, bir cariyenin hizmetten kirlenmiş ellerine teslim etmek istemeyen babanın “tahsil ve terbiye” unsurlarını bir cariye ile özdeşleştirmediği apaçık ortadadır. Dilber’in esarete uygun eğitim süreci ise, “bir birey” olduğu yadsınarak gerçekleştirildiğinden hiçbir önem taşımamaktadır. Dilber romanın sonlarına doğru bir kez daha “terbiye edilme” sürecinin sorgulandığı olayların içinde bulur kendisini. Büyük bir evde cariye olarak tekrar karşımıza çıkan ve ud çalıp efendisini eğlendirmek onuruyla ödüllendirilen Dilber, efendisinin birlikte olma teklifini reddederek ilk kez “bir insan” olarak başkaldırıda bulunur. Efendinin teklifini getiren kadın ise efendisine Dilber’in verdiği cevabı iletirken, bu hareketin cezasız kalması durumunda kızları terbiye etmekteki sorumlu görevinden ayrılacağını söyler. Babalar, kocalar, sahipler, hanımlar, himaye edenler tarafından verilen sürecin sonunda alınan terbiyenin mahiyeti ve derecesi; kadın kahramanların anne, eş, cariye, esir olarak statülerini yükseltmekte; cariye ve esirlerin terbiyesi daha somut olarak ortaya konulduğu üzere, miktar olarak değerlerini arttırmaktadır. “Taaşuk-ı Talat ve Fitnat’ta Şerife Kadın, Fitnat’ı Ali Bey’e “...Sana dürdane gibi bir kız bulmuşum. Gayetle güzel. Gayetle ırzlı, namuslu. Herşey elinden gelir. Nakışın pek alasını bilir. Hatta okumak yazmak bile öğrenmiş.” (Şemseddin Sami, 1289:155-156) sözleriyle över. “Felatun Bey ile Rakım Efendi” romanında ise piyano hocası Yozefino, Rakım Efendi’ye Canan için bin beş yüz altın verecek bir müşteri çıktığını söyler. Canan’ın bu derece kıymet görmesinin sebebi ise sekiz ay içinde Türkçe’yi, Fransızca’yı, çalgıyı, okuma yaz- BİLDİRİ KİTABI II mayı en ileri şekilde öğrenmiş olmasıdır. Hatta Canan’ı almaya hevesli zat, bunları bilhassa el altından imtihan ettirmiş ve Canan’ı fevkalade başarılı bulmuştur. Namık Kemal’in “İntibah” adlı romanında, cariye Dilaşub hakkında en iyi bilgiyi evin beyi Ali Bey’in annesinden alırız. Annenin, Dilaşub’a fazla ilgi göstermeyen Ali Bey’i ikna etmek için söylediği sözler dikkate değerdir: “Yalnız güzel değil oğlum. Terbiyesi simasına faik, oldukça okumak yazmak biliyor, güzel sesi var, güzel piyano çalıyor. İğne işlerinin hepsinde Avrupa kızları kadar marifetli...”(Namık Kemal, 1291:111) Nabizade Nazım, “Zehra” adlı romanında evin cariyesi Sırrıcemal’in tarafını tutmaktan kaçınmaz; çünkü Sırrıcemal, “Hüsn ü cemal ve terbiyece Zehra’dan aşağı olmadığı ve belki ahlakan ona faik bulunduğu halde bile yine kendisini hanımının bendesi ve beyinin kemter bir hizmetçisi sayacak derecede ulüvv-i ahlak ve hissiyat sebebi idi.” (Nabizade Nazım, 1969:53) Romanda yeri geldiğinde yine Sırrıcemal’i “...kavaid-i nezaket ve terbiye danışmendi...”(Nabizade Nazım, 1969:66) olarak tanımlar. Sırrıcemal, Suphi ile nikah kıyıp hanımlığa terfi ettiğinde ise, Sırrıcemal’i rahat bırakmayan kabuslar da yeni konumuna uygun şekilde olacaktır. Nitekim Sırrıcemal, eşi Suphi’den eve gelemeyeceğine dair telgrafı aldığında salondaki salıncaklı sandalyesinde romanını mütalaa etmekle meşguldür. Bu hali, günlerini nasıl geçirdiği hakkında da bizleri bilgilendirir. Artık bir hanım olan Sırrıcemal, romanda daha önce evin hanımı olan Zehra’ya ait olan bir uğraşı, kitap okumayı kendisine adet edinmiştir. Bu noktada Sırrıcemal, telgrafı inandırıcı bulmayarak şüphe yüklü hayallere dalar: “Zehra işte şurda, yatak odasının yanıbaşındaki salonda, Sırrıcemal’in akşam oturduğu salıncaklı sandalyeye oturmuş kitap okuyor; Suphi’de arkasından omuzlarına abanmış, başını gerdanına sokmuş dinliyor.” (Nabizade Nazım, 1969:120). Sırrıcemal, bu hayalinde Zehra ile kendisini özdeşleştirmiş, kitap okuma eylemini ona yüklemiş, Suphi ile Zehra’yı birleştirici unsur olarak karşılıklı okuma-dinleme eylemini uygun görmüştür. Tanzimat yazarları, romanlar içerisinde kadın kahramanlarına “kitap okuma ve okuduğu kitaptan ilham alma” yöntemini, bir çıkış yolu olarak da sun- muşlardır. Bu noktada kahramanlar, özellikle, okudukları Fransızca romanlarla kendilerini ifade etme, yaşamlarına bir yön verme sürecine girişirler. Romanlar içerisinde bu süreç, kahramanların Fansızca bilgilerini geliştirip hayal güçlerini okuyucuyla paylaştıkları bölümlere dönüşür ve kahramanları bir sonuca ulaştırmaz. Erkek ve kadın kahramanların Fransızca bilmeleri eğitilme süreçlerinin ortak bir yönü olarak gözükse de romanların çoğunda erkeklerin Fransızca öğrenme süreçlerinden bahsedilmez. Oysa kadınların Fransızca öğrenme sürecinde, yanlarında mutlaka kendilerine yol gösterecek bir karakter bulunur. Kadın kahramanların eğitim sürecindeki bu ayrıntı, onların eğitimlerinin her aşamasında kontol edilip başıboş bırakılmadıklarının kanıtıdır. Nitekim Nabizade Nazım’ın Zehra’sı, eşi Suphi kendisini aldatıp evi terkettiğinde “Romanlarına başvurdu. Monte Kristo’yu belki bir üçüncü defa olarak okumaya başladı. Kontun düşmanlarından ne yolda intikam aldığını tetkik ve taharriye koyuldu.” (Nabizade Nazım, 1969:103). Önce Zehra ve Suphi için birbirlerine olan duygularını tetkik etmelerini kolaylaştırıcı unsur olan kitaplar, şimdi Zehra için intikam yöntemlerini gösteren birer kaynak durumundadırlar. Bu noktada Nabizade Nazım için kitap; gerçek yaşamla birebir benzerlik gösteren, kahramanların ve olayların somut/canlı izlenimlerini güçlendiren öge olarak ön plana çıkar. Samipaşazade Sezai’nin küçük esiri Dilber ise, kendine okuduğu kitaplardan ilham alarak acıklı bir son çizmiştir: Dilber romanın sonunda hurma ağaçlarının arasından yürüyerek Nil’e varır ve kendini nehrin serin sularına bırakır. Gittikçe suların arasında gözden kaybolan Dilber’in ölmüş bedeni, bir süre sonra akıntıyla sürüklenmeye başlar. Samipaşazade Sezai romanını bir soru ve bu soruya verdiği dramatik bir cevap ile bitirir: “Acaba Nil’in bu müthiş, bu mülik girdap ve seylabeleri, bu zavallı Dilber’i, bu bedbaht esiri nereye götürüyor?... Hürriyetine!”(Samipaşazade Sezai, 1345:125). Dilber, ölümü seçmiştir; ancak yazarın verdiği cevap bu seçimin bilinçli bir seçim olduğunu kanıtlar. Dilber, hiçbir yerde hürriyetini kazanamayacağını, “esirlikten” “insanlığa” geçemeyeceğini 235 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ idrak ettiğinden ölümü seçmiştir. Bu son ile Dilber’in olayları değerlendirişindeki gerçekçi yön vurgulanır. Romanın baş kahramanı Dilber, olaylara duygularını hiçbir zaman karıştırmamış, başına gelenleri yaşamın gerçekliği olarak kabullenmiştir. Dilber’in yaşamdan kopma kararı; üzerinde düşünülmüş, seçilmiş, bilinçli bir karardır. Okuyucu olarak Dilber’in sonunun bizlere romanın başlarındaki bir bölümü anımsatması, hatta tıpatıp benzerliklerle karşımıza yeniden çıkması; vurguladığım hususa örnektir. Bir yaz günü, Asaf Paşa’nın konağında elindeki “Pol ve Virjini” adlı Fransızca kitabı okuyan Dilber, kitabın bitiminde hissettiklerini okuyucuyla paylaşmıştır: “Oh, bu küçük Virjini ne mutlu!... Pol’ün gitgide reside-i sema olarak atebe-i uluhiyete yüz süren emvac-ı heyecan engiz-i umman içinde mahv ve nabedid olduğunu okuduğu zaman Virjini’ nın halini önüne getirdiği gözlerinden kitabın üzerine bir iki damla yaş düşmüştü.” (Samipaşazade Sezai, 1345:51). “Pol ve Virjini”deki kadın kahramanın sonu, Dilber’in sonuyla neredeyse aynıdır. Samipaşazade Sezai, alışılmadık bir yöntemle kahramanına kendi hazırladığı sonu, başka bir edebi metinle birleştirmiştir. Tanzimat romanlarında kahramanların içlerinde bulundukları durumu kitapların kahramanlarıyla, konularıyla özdeşleştirmeleri sıkça rastlanan bir olaydır. Ancak kahramanın kendi sonunu önceden bir kitapta okuyup gözyaşı dökmesi ve bu sonun gerçekçi temeller üzerine oturtulup romanın sonuna uygun düşmesi, romanda içiçe geçmiş kurgu - gerçek zincirinin halkalarını belirginleştirir. Tanzimat romancıları, dönemden ayrı olarak kendi kurguladıkları “ideal Osmanlı kadını” karakterini romanlarına dahil ederler. Ait olduğu kültürü ve manevi değerlerini kaybetmeden Batı medeniyetini algılamaya çalışan ideal kahramanlar, roman içerisinde yazarları tarafından destek görürler. Tanzimat yazarları, idealleştirdikleri kahramanlarının ait oldukları kültürü gelenek ve göreneklerle, nakış, dikiş, ev işlerine hakimiyetle ve elbetteki eşlerine, efendilerine, babalarına koşulsuz sadakat ve itaatle; algılamaya çalıştıkları Batı medeniyetini, bir anlamda terakkiyi ise okula gitme eylemi, okuma yazma öğrenme, Fransızca bilgisi, çalgı eğitimi, giyim kuşam ile sınırlandırmışlardır. Bu 236 ideal sentezi “Taaşuk-ı Talat ve Fitnat”ın kahramanı Şerife Kadın, şu sözlerle özetler: “İşte bak maşallat Fitnat Hanım pek güzel nakış işliyor. Siz de (Ragibe) onun sayesinde pek güzel öğreneceksiniz. O da sizden yazı öğrenecek. İşte kızlarım siz birbirinize lazımsınız.” (Şemseddin Sami, 1289: 121). Bu çalışmada incelenen Tanzimat romanlarında kadın kahramanlar, birbirleriyle büyük benzerlikler gösteren eğitim süreçlerine tabi tutulmuşlardır. Kadın kahramanlar, roman içerisinde kendilerini himaye etme görevini üstlenen erkekler tarafından eğitilirler. Bu eğitim sürecinde anne, hanım, cariye konumlarında olmaları sistemi değiştirmez. Anneler babaların, hanımlar kocalarının, cariyeler efendilerinin istediği şekilde yetiştirilirler. Kahramanlar sıkışıp kaldıkları bu çerçeve içerisinde aldıkları eğitimi bir yaşam pratiğine dönüştüremezler. Başlarına gelen kötü olaylara; hatta umutsuz gözüküp onları, çoğunlukla, ölüme sürükleyen dertlerine roman içerisinde tabi tutuldukları eğitim sürecinden yararlanarak sonuç üretemezler. Roman içerisinde, erkeğin kadını kendi isteğine uygun eğitmesi dışında etkin bir eylem olarak gösterilmeyen eğitim süreci, doğal olarak işlevsellikten çok uzaktır. Tanzimat romanlarındaki kadın kahramanların da aldıkları eğitimi içselleştirip işlevsel hale dönüştüremedikleri söylenebilir. Eğitimi bir yaşam pratiğine dönüştürmede; “eğitim almış” ile “eğitim almamış” kahramanlar arasında sonları itibariyle bir ayrım görülmez. Neticede kadın kahramanlar, aldıkları eğitimi bizzat kullanarak kendilerine mutlu sonlar hazırlayamazlar. Alt yapıları itibarıyle Tanzimat romanlarındaki eğitilme sürecine hazır olmayan kadın kahramanlar, doğal olarak aldıkları eğitimi kullanmada da başarılı olamamışlardır. KAY NA KÇA Ahmet Mithat. (1292). Felatun Bey ile Rakım Efendi, İstanbul: Kırk Anbar Matbaası. Akyüz, K. (1997). Türk Eğitim Tarihi, 6. Basım. İstanbul: İstanbul Kültür Üniversitesi Yayınları. BİLDİRİ KİTABI II ______, Kenan. (1994). “Tanzimat Döneminde Eğitim Biliminde ve Öğretim Parla, J. (1993). Babalar ve Oğullar, 2. Basım. İstanbul: İletişim Yayınları. Yöntemlerinde Gelişmeler”, Tanzimatın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. Sakaoğlu, N. (1993). Osmanlı Eğitim Tarihi, 2. Basım. İstanbul: İletişim Antel, S. Celal. (1939). Maarifimiz ve Meseleleri, İstanbul: Kenan Basımevi. Yayınları. Atuf, N. (1930). Türkiye Maarif Tarihi Hakkında Bir Deneme, İstanbul: Muallim Samipaşazade Sezai. (1345). Sergüzeşt, 2. Basım. İstanbul: Orhaniye Matbaası. Ahmet Halit Kitabhanesi. Şemseddin Sami. (1289). Taaşuk-ı Talat ve Fitnat, İstanbul: Elcaib Matbaası. Baltacıoğlu, İ. Hakkı. (1932). Terbiye, İstanbul: Semih Lütfü Suhulet Kitabhanesi. Tanpınar, A. Hamdi. (1976). 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 4. Basım. İstanbul: ________, İ. Hakkı. (1942). İçtimai Mektep, 2. Baskı. Ankara: Maarif Matbaası. Çağlayan Kitabevi. Bilim, C. Yalçın. (1998). Türkiye’de Çağdaş Eğitim Tarihi, Eskişehir: Anadolu Tekeli, İ. (1985). “Tanzimattan Cumhuriyete Eğitim Sistemindeki Değişmeler” Üniversitesi Yayınları. Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, 2. Cilt. İstanbul: İletişim Yayınları. Develioğlu, F. (1990). Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara: Aydın Türk Dil Kurumu. (1983). Türkçe Sözlük 1-2, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. Kitabevi. Unat, F. Reşit. (1964). Türk Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış, Ergin, O. (1977). Türkiye Maarif Tarihi, Cilt 1-2. İstanbul: Eser Matbaası. Ankara: Milli Eğitim Basımevi. Gökalp, Z. (1973). Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri I, Hazırlayan Rıza Kardaş. İstanbul: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı 1000 Temel Eser Yayınları. İhsanoğlu, E. (1992). “Tanzimat Öncesi ve Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayışı”. 150. Yılında Tanzimat, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Kafadar, O. (1997). Türk Eğitim Düşüncesinde Batılılaşma, Ankara: Vadi Yayınları. Kodaman, B. ve Saydam, A. (1992). “Tanzimat Devri Eğitim Sistemi”. 150. Yılında Tanzimat, İstanbul: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Namık Kemal. (1305). Cezmi, İstanbul. [y.y.] Namık Kemal. (1291). İntibah, İstanbul. [y.y] Moran, Berna. (1990). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I, 3. Basım. İstanbul: İletişim Yayınları. Nabizade Nazım. (1312). Zehra, Hazırlayan: Mustafa Nihat Özön (1969). İstanbul: Remzi Kitabevi. Nami, K. (1931). Terbiyevi Yazılar, İstanbul: Kanaat Kütüphanesi. 237 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ 238 BİLDİRİ KİTABI II SEZAİ KARAKOÇ ŞİİRİNDE “AŞKIN OKUNMAZ KIYILARI” “ASKIN OKUNMAZ KIYILARI” IN SEZAI KARAKOC’S POEMS Orhan SARIKAYA1 ÖZET ABSTRACT Osmanlı Türk mesnevisinin poetikasını oluşturmaya yönelik deneme niteliği taşıyan Victoria Rowe Holbrook’un “Aşkın Okunmaz Kıyıları” adlı eseri, Şeyh Galib’in “Hüsn ü Aşk” mesnevisi üzerinden Cumhuriyet Türkiye’siyle birlikte görmezlikten gelinen, yok sayılan bir duyarlılığın da izlerini sürer. Çağdaşı şairlerin kadını ısrarla meta durumuna düşürüp cinsel bir obje niteliği içerisinde algılatma çabalarına karşılık Karakoç da, “Mona Rosa” şiirinden itibaren çok uzaklardan bize aşina gelen ancak dillendiremediğimiz, eski mesnevilerden kalma bir aşk anlayışı ve tasavvurunu şiirlerinde anlatmaya başlar. Nitekim Karakoç, klasik edebiyatımızın çok meşhur mesnevilerinden birisi olan Leyla İle Mecnun’u çağdaş bir yorumla yeniden yazmıştır. Biz bu çalışmamızda, Karakoç’un aşk anlayışı ve kadını ele alış biçimini şiirlerindeki örneklerle belirlerken; şairin düzyazılarındaki örnek metinler aracılığıyla ilgili konu üzerinden İkinci Yeni şairlerine yönelttiği tenkitlerini de dikkatlere sunacağız. Anahtar kelimeler: Sezai Karakoç, İkinci Yeni, aşk, cinsellik, kadın. “Aşkın Okunmaz Kıyıları” by Victoria Rowe Holbrook is trying to emphasize important social concepts that are ignored in modern times by referring Şeyh Galib’s “Hüsn ü Aşk” .The poets shared the same time period with Sezai Karakoc constantly considered woman as a sexual object in their arts. In spite of this Sezai Karakoc focused supreme love (very familiar concept through history and cultural experience)starting from his poem “Mona Rosa”. In addition to this Sezai Karakoc rewrote “Leyla ile Mecnun”(very popular and important poem in Turkish Literature) with his modern approach. In this study we will explain Sezai Karakoc’s approach to woman in his poems and his critics for second new poets through mentioned fact by using his proses. Key Words: Sezai Karakoc, Second New Poem, Love, Sexuality, Woman. 1 İstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı, [email protected] 239 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ Karakoç’ta, şairin bağlı bulunduğu toplumdan kopması, toplumun duyarlılıklarına, ruhuna ve değerlerine “yabancılaşma”sı kabul edilebilir bir durum değildir. Hatta o, diğer İkinci yeni şairlerini tenkit ettiği noktaların başına, onların “topluma yabancılaşma”larını koyar ve özellikle onların “cinsellik” bağlamında uyumsuzluklarını eleştirir: “Şiir dünyamız, uzunca bir zamandan beri kitlelerin ruhundan kopuktur. Halk ruhu ile alış-veriş devresini bütünleyemeden, tüm devinimini kendine kurduğu sınırlar içinde yapmaktadır. Çelişkiler ve uyumsuzluk, kimi şairleri, kapalı olmak için söz dizimlerini kırmaya götürür. (örnek: E. Ayhan) Turgut Uyar ve daha birçok şairin, yaşamı açılımsız bırakacak bir biçimde bungun bir cinselliğe sığındığı görülür. (Eroğlu, 1981: 32) Karakoç, birlikte anıldığı İkinci Yeni şairlerinden en ciddi farklılığa düştüğü noktalardan birisi belki de en önemlisi “kadın”ı algılayış, yorumlayış; bu bağlamda da “aşk”a ve “cinsellik”e yaklaşımıdır. Şairin diğer İkinci Yeni şairleriyle arasındaki bu temel farklılığı Turan Karataş, şu tespitleriyle ortaya koyar: “Çağdaşi olan şairler ‘bir dünya nimeti (yasak yemiş) olarak kadının çevresinde adeta bir pervane gibi dönüp dururken; toplumda sıkıştıkça kadına sığınırken, kadını ‘putperest bedevinin hurmadan putu” gibi şiirine sokarken, Sezai Karakoç’un kadını algılayış ve yorumlayışı farklıdır. Kadın onun şiirinde ideal ve muhayyel bir varlıktır ya da öyle olmalıdır. Özlediği kadın tipi de Meryem’dir.” (Karataş, 1998: 311) Ebubekir Eroğlu ise Karakoç’un “kadın”ı ele alış biçimini şairin gerçeklik anlayışıyla açıklar. Diğer İkinci Yeni şairleri her şeyi salt maddede ararken Karakoç, asıl gerçekliğin ruhsal gerçeklik olduğunu savunmuş ve bu gerçekliğin tanınmasına çalışmıştır: “Sezai Karakoç, [Mona Rosa şiirinde] kendi içinden kaynaklanarak çıkan ve çevresindeki hacmi doldurarak büyüyen bir şiiri geliştirmiştir. Aşk şiirinde, cinselliğin dışına çıkıldıkça gerçekten kaçıldığı sanılan bir dönemde, o, ruhsal gerçekliğin tanınmasına eğilmiş görünmektedir. Her şeyi salt maddede arayan ve her şeyi maddeyle somutlayıp anlatan, maddi olanın asıl olduğu, gerçek olduğu inancını taşıyan diğer İkinci Yeni şairlerinin aksine Karakoç, “ruhsal gerçekliği”n de olduğunu şi- 240 irleriyle ortaya koyar.” (Eroğlu, 1981: 15) Karakoç, Ömer Erdem’in de vurguladığı biçimiyle “ Mona Rosa”dan “Köpük”e, “Leyla ve Mecnun”dan “Kar” şiirine kadar birçok şiirinde “aşk’ı aşkınlık yoluna koymuş ve onu kültür, medeniyet, inanç ve insanlık ideali gibi alt edilmesi çok çetin bir hesaplaşmanın aday” ı (Erdem, 2010: 316) hâline getirmiştir. Şair, aşka bu bakışını “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” adlı şiirinin aşağıya aldığımız mısralarında çok açık bir biçimde ifade etmiştir: “Bütün şiirlerde söylediğim sensin Suna dedimse sensin, Leyla dedimse sensin Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome’nin Belkıs’ın Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini Ey gönüllerin en yumuşağı en derini Sevgili En sevgili Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim” “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine”, Gün Doğmadan, s.432. Hz. Peygambere derin bir muhabbet ve hasretin izlerini taşıyan bu mısralar, modern zamanlarda yazılmış en güzel “naat”lardan birisi olarak da okunabilir. “Bütün şiirlerde söylediğim sensin” demesine rağmen şair, temsilî isimler aracılığıyla da “Leyla, Solomes” fikrine kuvvet kazandırmak istemiştir. Aşk ve aşkınlık bağlamından bu mısraları yorumladığımızda ise şair, “İslam’ın kristalizasyonuna örnek insan olarak Hz. Peygamberi” (Andı, 2012: sy.) almış; öte dünya (sonsuzluk) haberini O’nun verişini, O’nun kalbinin merhametini ve dünyada güzellik adına ne varsa kaynağının O olduğunu, bu mısralara taşımıştır. Karakoç, “Ateş Dansı III” şiirinde modernitenin ve devrin şairlerinin kadına bakışlarını ve onu yorumlayışlarını tenkit eder: BİLDİRİ KİTABI II “Şimdi sizi gözlüyorum gözlüyorum (...) Ne girdaptır göze görünmeyen o yorum Geleceğe kapanık, geçmişi inkâr eden O kadını sarkıttığınız ateşten uçurum Ama gün gelir dans dönüşür duaya Ateş uzun bir samanyolu olur” “Ateş Dansı III”, Gün Doğmadan, s.608. Şair, bir alışkanlıkla ve vurdumduymazlıkla kadının nasıl bir hâle (girdaba)düştüğünü vurguladıktan sonra, kadının hem madur hem de mazur durumda kalışını “kadını sarkıttığınız ateşten uçurum” mısrasıyla vermiştir. Touraıne, Karakoç’u rahatsız eden modern kültürün cinselliğe yaklaşımını şu ifadelerle anlatır: “Modern kültür her şeyden önce yüceltmeyi bozucudur; cinselliği tamamıyla cinsiyete ve gereksinimlerin hemen ve doğrudan tatmini arayışına götürür. Marcuse’nin dediği gibi, her mesafe koyma, Brecht’in ifadesiyle, her “çift-boyutluluk” ortadan kalkmaya yönelir. Bu da sanayi toplumunda ölüm içgüdüsünü utkuya ulaştırır ve sanatı öldürür. “haz ilkesi gerçeklik ilkesini yutar, cinsellik toplumsal olarak yapıcı biçimler altında özgürleştirilir (daha doğrusu libarelleştirilir). Bu kavram, yüceltmeyi bozmanın baskıcı biçimleri odluğu anlamına gelir.” Buna çevrenin yıkımı, aşk duygusuyla uyum içinde olan romantik doğa ilkesinin ortadan kalkması da eklenir.” (Touraıne, 2002: 184) Karakoç, ülkesi işgal altında kalmış küçük bir kız çocuğunun şahsında hiç de çocukça olmayan bir şuur ve dikkatle özünü, kimliğini yitirmeye yani “yabancılaşma”ya karşı direnişi “Ötesini Söylemeyeceğim” adlı şiirinin aşağıya aldığımız mısralarında ortaya koymuştur. “Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir Hâlbuki ben Bay Fransız sizin gömleğinizi Hatta Matmazel Nikol’un o kırmızı ipekli gömleğini Hani etekleri şöyle kıvrım kıvrımdır ya Bile giymek istemem istemeyeceğim” “Ötesini Söylemeyeceğim”, Gün Doğmadan, s.47. Bu mısralarda Batılı emperyalist güçlerin hem toprak hem de kültürel anlamda doğulu ülkeler üzerinde giriştikleri yayılmacı ve yabancılaştırıcı mücadelelerinin karşısında Karakoç, direnen (küçük kız çocuğu), dönüşen, yabancılaşan (kardeşi Ali) ile iki tipi simgelemiştir. Matmazel Nikol’un elbiselerinin en ince ayrıntılarını veren küçük kız çocuğu, “batı medeniyetinin görüntüdeki göz kamaştırıcı güzelliği ve cazibesi” karşısında kendi öz kimliğini korumanın ne kadar zor olduğunu da hissettirmektedir. Karakoç’ta yabancılaşmaya ve özünden kopup başkalaşıma girmeye direnen ideal tipe bir diğer örnek “Köşe” şiirinde geçen “Leyla”dır. “Karakoç”ta kadın, yeniden idealleştirilmiştir. Yataklarda “Kasıkları öpülen” sabahlara kadar uyutulmayan, kucaklarda gezen dişinin yerini yeni bir “Leyla” almıştır” (Kabaklı, 2006: 210) “Leyla’yı götürüp Londra’nın ortasına bıraksam Bir bülbül gibi yaşamasını değiştirmez çocuktur (...) Leyla diyorsam şu bizim gerçek Leyla O gitti bize ağlamak kaldı kala kala” “Köşe 4”, Gün Doğmadan, s.56. Leyla’nın şiirin ilk mısrasında çocuk vurgusuyla anılması, safiyetini ve masumiyetini yitirmeyişine işaret ederken; klasik şiirimizde sıklıkla kullanılan motiflerden olan “bülbül”de geleneksel yaşantımıza bir göndermedir. Adının “Leyla” olmasının bizim olduğu anlamına gelmediğini şair, “şu bizim gerçek Leyla” vurgusuyla şiirde hissettirmiş; “Leyla”nın şahsında özünü yitimeden, değişime direnenlerin kalmayışını da, “O gitti bize ağlamak kaldı kala kala” mısrasıyla ortaya koymuştur. Karakoç, yabancılaşmayı bireyden aileye, aileden cemiyete uzanan çizgide çok çeşitli ölçeklerde ele alır. “Taha’nın Kitabı” adlı şiirinde Karakoç, “yuvayı diş kuş yapar” atasözünün paralelinde, evde başlayan yabancılaşmanın temeline annenin fiziksel olarak olmayışını ya da annelik kavramının ifade ettiği anlam dünyasından uzaklaşışını koyar: “Ve anne düştü ilkin (...) Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere Anne gitti ve sular buruştu testilerde Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir Bir vakitler anne açarken kapıyı Şimdi kimse yok kapayacak kapıyı” “Taha’nın Kitabı”, Gün Doğmadan, s.318. 241 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Annenin evde olmayışı eşyanın tabiatına uygun, fıtrî hareket tarzını dahi etkilemiştir: “Sular buruştu testilerde”. Şiirin son mısrasında annenin dışarıdan eve giren şeyleri denetleyen olmasının yanında, dışarıdan eve girmesi muhtemel zararlı unsurlara karşı koruyuculuğu da vurgulanmıştır. Yabancılaşmanın “anne” üzerinden işlenişi şairin “Samanyolunda Veba” şiirinde de karşımıza çıkmaktadır: “ Önceden bilen ölüş şartlarını çocuklarının Elleriyle değen koklayan hazırlayan adeta Sebebine ermeden erişmeden/ korkan ilerdeki korkularla Noldu zarif latif anneler noldular.” “Samanyolunda Veba”, Gün Doğmadan, s.99. “Şair, en kutsal meleke olan “anneliği”n bozuluşunu, şiirin başında bize verirken, “yabancılaşma”nın yani “veba”nın ruhun ana arterine kadar bulaştığını anlatmaktadır. Bunun en kolay hissettirmenin yolu ise, annelik içgüdüsüyle çocuğunun başına gelecekleri, öncesinden “hiss-i kablelvuku”ile anlayan annelerin, şimdi o irtibatı kaybetmiş olduklarını vurgulamaktır.” (Eroğlu, 1981: 46) Diclehan da şairin şiirlerinden örnekler vererek kadını yüce bir konuma yerleştirdiğini savunur: “Kadını yücelten, ona ulvi bir yer ayıran Karakoç, aşkın, sevginin alabildiğine yozlaştırıldığı ve bazı duygulara bir basamak olarak kullanıldığı bir dönemde kadının yüceliğinden, safiyetinden ve güzel duyguların köreltilmemişliğinden bahsetmektedir” (1980: 46). Şair, Alınyazısı Saati kitabında bir özlem ve hasretle idealindeki annleri arar: Ve o kadınlar nereye gittiler Anne olan sevgili olan o kadınlar Çocuklarının üzerine titreyen Kirpiklerinde hep aynı Sevgi ve merhamet ışığı O kadınlar gökyüzüne mi çekildiler “Alınyazısı Saati”, Gün Doğmadan: 649. Karakoç, başlangıçta aşk ve kadın bağlamında bireysel bir yalnızlığı dillendirmesine karşın, temada daha sonra neticesini verecek toplumsal eleştiri de ilk 242 belirtilerini göstermektedir. Şairin “Şehrazat” isimli şiiri, temanın bu gelişimine tipik bir örnektir: “Sen merhamet sen rüzgar sen tiril tiril kadın Sen bir mahşer içinde en aziz yalnızlığı yaşadın” “Şehrazat”, Gün Doğmadan, s.36. Şair, “Şehrazat” ismi özelinde idealleştirdiği kadının kalabalıklar içerisindeki yalnızlığını mahşer benzetmesiyle verir. Geleneksel şiirimizde de sıklıkla kullanılan “mahşer” motifi, kalabalık bir insan topluluğuna işaret etmesinin yanın da herkesin kendi derdine düştüğü bir mekânı ve zamanı da vurgular, bu yönüyle “mahşer”, moderniteyle birlikte bireyselleşmenin hızla arttığı günümüz toplumunun sosyo-psikolojisini de yansıtmaktadır. Şehrazat herhangi bir kadın olmadığı gibi şairin bireysel aşkını itiraf ettiği birisi de değildir; merhameti, tiril tiril rikkati ve incelik özellikleri; sevgili, can ve yar sıfatlarıyla idealize edilen kadındır. Bu mısralarda “Şehrazat”ın kalabalıklar içerisinde yaşadığı yalnızlık, fiziksel bir yalnızlık değil; duyarlılığını yitirmiş insanların hâlinden ve dilinden anlayamayacağı, anlamadığı içinde garip bırakacağı birisinin yaşadığı yalnızlıktır. Daha büyük fotoğrafta “kadın”ı anlamayan ve onu maddesiyle, dişiliğiyle algılayan, böylelikle de ona, en büyük yalnızlığı yaşatan medeniyete bir tepkidir bu mısralar. Bir başka şiirinde Karakoç, kent merkezinde modernitenin kadına bu bakışını şu mısralarla dile getirir: “Denizin kentini yaktım Bir kent kadın kabuklarından” “Denizin Kentini Yaktım”, Gün Doğmadan, s.457. “Bir kent ki, her şeyiyle alabildiğine “dişi”leştirilmiştir. Modern hayatın bütün maddi zevklerine kucak açar hâle getirilmiştir. Bir kent ki, orada kadınlar bile, hatta özellikle ve öncelikle onlar, kadınlıklarından, (anne, eş, sevgili) o hürmet duyulması gereken niteliklerinden tecrit edilmiş, yalnızca “dış”ları, yani tenleri, yani “kabuk”ları ile bir değer ifade eder hâle getirilmişlerdir.” (Andı, 2010: 152) “Kendini bir ‘diriliş eri’ sayan şairin, ideal aşkı bu çağda da diriltip yaşatma gayreti.” (Karataş, 1998: 279) Karakoç’a klasik edebiyatımızın çok meşhur mesnevilerinden birisi olan Leyla İle Mecnun’u çağdaş bir yorumla yeniden yazdırmıştır. Erdem Bayazıt ise BİLDİRİ KİTABI II şairin aşk anlayışını “Ondaki aşk evrensel bir düzeyde, madde ötesi bir bölgede, ölümsüz değerlerin geçerli olduğu bir dünyada soluk alır, filizlenir, yeşerir.” (Bayazıt, 1972: sy.)sözleriyle özetler. Hasan Akay’ın “Piyano Eşliğinde Bir Gösteri!” başlıklı yazısında İkinci Yeni şairlerinin kadını ele alış ve onu yorumlayışlarını özetlediği satırlar Sezai Karakoç’un birlikte anıldığı şairler topluluğu ile arasındaki uçurumu ortaya koymaktadır: “(...) kadın, onların elinde “kadına ters” bir varlığa, (n)erotik bir nesneye indirgenmiş, yatağa kilitlenmiş, adeta hayat yatağa dönüştürülmüştür. (...) Şehvetlerin peşinde koşmak dışında anlamlı pek bir şey yapmayan, gerçek yaşantılarını ya da mecazi/simgesel aşk hallerini anlatmak yerine tamamen düş ve hayal ürünü bir cinselliği görselleştir(miştir).”(Akay, 2009: 219-220) Sonuç olarak Karakoç’ta “kadın” diğer İkinci Yeni şairlerinin aksine cinsel bir obje olmanın ötesinde, el değmemişliği ve masumiyeti simgeler ve yüceltilen bir konumla sevgili ve anne kimliğiyle karşımıza çıkar. “Karakoç’a göre diriliş Meryem gibi temiz ve masum kadınların vesilesiyle olacaktır.” (Dönmez, 2006: 189) BİBLİYOGRAFYA Akay, Hasan, (2009), Şiire Yeniden Bakmak, İstanbul, Akademik Kitaplar. Andı, M.Fatih, (2012), “Modern Türk Şiiri ve Peygamber”, (Çevrimiçi), http://www.sonpeygamber.info 29 Haziran 2012. Bayazıt, Erdem, (1972) “Sezai Karakoç’un Şiirine Giriş”, Deneme, S.13. Diclehan, Şakir. (1980). Sanat ve Düşünce Dünyasında Sezai Karakoç, İstanbul, Piran Yayınları. Dönmez, Ali Osman, (2006), “Ötesini Söylemeyeceğim Şiirinden Hareketle Sezai Karakoç Şiirinde Kadın”, Kahramanmaraş’ta Sezai Karakoç’la Kırk Saat, (Sempozyum Sunumları kitabı içinde), Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş. Erdem, Ömer, (2010), “Aşktan Aşkınlığa”, Sezai Karakoç’ta İdeal İnsan Yorumu, Sezai Karakoç, Haz. Mehmet Çelik, Yakup Çelik, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Eroğlu, Ebubekir, (1981), Sezai Karakoç’un Şiiri, İstanbul, Bürde Yayınları. Kabakli, Ahmet (2006). Türk Edebiyatı IV, İstanbul, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları. Karataş, Turan (1998), “Hayat ve İnsan”, Doğu’nun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç, İstanbul, Kaknüs Yayınları. Touraıne, Alaın, (2002), Modernliğin Eleştirisi, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları. 243 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ 244 BİLDİRİ KİTABI II İKİNCİ YENİ ŞİİRİNİN ÜSLUBUNA BİR GEREKÇE OLARAK “İNSAN” HUMAN IN SECOND NEW POEM AS A EXPLANATION TO ITS WORDING Orhan SARIKAYA1 ÖZET ABSTRACT Kimi eleştirmenler İkinci Yeni şiir hareketinin üslubunu “muğlaklıktan kapalılığa, absürd ve saçmadan anlamsızlığa” kadar bir yığın sözle tenkit ederken; edebi metne yaklaşım biçimi açısından en temel unsurlardan birisi olan: “ şairler kendilerini yazarlar, yaşadıkları devirde devraldıkları malzemeden” kaidesini ıskalamışlar veya görmek istememişlerdir. İşte biz bu çalışmamızda deformasyon, sapmalar ve yoğun metinler arası göndermelerle okuyucudan çok ciddi bir gayret ve kültürel birikim isteyen İkinci Yeni şiir hareketinin üslubuna bir gerekçe olarak yaşadıkları devrin netice verdiği “insan”ı ön plana çıkaracağız. Bunu yaparken öncelikle İkinci Yeni’nin etkin olduğu 1950-60 yılları arasında Türk toplumunun sosyolojik durumunu özetleyeceğiz, sonrasında şairlerin gerek düzyazılarından gerekse şiirlerinden örneklerle savımızı destekleme yoluna gideceğiz. Anahtar kelimeler: İkinci Yeni, modernizm, birey, kentleşme, kapitalistleşme. While the wording of the second new poem movement is criticised with words like shallow, complicated and unnecessary, the main fact of approach to literary work “ The poet is effected by his time and life.” is ignored. In this study we will emphasize “human” effected by poets time and life experience as a theme in wording of second new poem movement requires cultural experiences by refering example works. While we are doing this we will explain the sociologic state of Turkey in 1950-1960(the period that the mentioned fact is very popular) and support the study with example works of poets’. Key words: New Second Poem, Modernism, İndividual, Urbanization, Capitalization. 1 İstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı, [email protected] 245 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ Ahmet Hamdi Tanpınar, klasik edebiyatımızın insana bakışındaki köklü değişimi, ideal olandan reel olana geçişi, bir anektodla anlatır (Tanpınar, 1982: 92): Ona göre Keçecizade İzzet Molla’nın Keşan’a “sürgün”ü esnasında atlı arabanın aynasından kendisine “ben” merkezli bakışı ve bunu bir haber değeri olarak anlatışı; “edebiyatımızda insan psikolojisine kesin, net ve realist bir tavırla yaklaşımın ilk belirtileridir”. (Korkmaz, 2000: 92) Edebiyatımızda bir tekamül olarak ortaya çıkan bu yaklaşım şekli, Tanzimat dönemi edebiyatının sosyal muhtevaları arasında yeniden kaybolmuştur. Servet-i Fünun’da insan, santimental görünümler eşliğinde negatif değerlerle yüklü bir şekilde ele alınmış; Milli mücadele ve onu takip eden yıllarda sosyal ve siyasi zorunlukllar neticesiyle “insan” bir kere daha idealizme kurban edilmiştir. Garip hareketinde insan, maişet ve günü kurtarma derdinde sıradan ve basite indirgenmiş şekliyle ele alınmış; sosyal gerçeçiler ise insana toplumsal bir birim olarak bakmışlardır. İkinci Yeni şiiriyledir ki “ben” dediğimiz birey, modern insan, salt gerçekçi bir tutumla ve bütün görünümleriyle Türk şiirinde kendisine yer bulmuştur. 1 . İ K İ N C İ Y E N İ Ş İ İ R İ N İ N O RTAY A Ç I K T I Ğ I SOSYAL ZEMİN İkinci Yeni, eleştirmenler ve araştırmacılar tarafından ele alınırken genellikle “sözcüklerin çarpıtılmasından, yeni söz dizimlerinin belirmesinden, imgelerin özerkleşmesinden, alışılmamışa ve paradoksa düşkünlükten, anlam gezinmeleri ve dalgalanmalarından”, yani bir üslup değişmesinden, bir teknik farklılaşmadan bahsedilmiş; hatta sosyolojik kökenli bir soru olan “İkinci Yeni’yi neyin getirdiği” sorusu bir önceki teknik tanımlamayı da bastırmıştır. Ancak “akımın yeni bir insan anlayışı ve önerisi” (Koçak, 2011: 12) getirdiği üzerinde yeterince durulmamıştır. Oysaki: “İkinci Yeni’yi tanımlama çabası aynı zamanda modern hayatın içindeki insanı tanımlama çabasıdır. İkinci Yeni, 246 klasik şiir anlayışlarının dışında, Türk şiirinin kaçınılamaz uğraklarından biri olmasının ötesinde, bir yanıyla modern hayatın içinde olsa da, diğer yanıyla ona karşı bir duruş geliştirme çabasındaki insanın şiiridir.” (Altıyaprak, 2008: 3) Modern yaşam koşulları 1950’lerden itibaren kentleşme ve kapitalistleşme gibi olgularla birlikte özellikle büyük şehirlerimizde kendisini göstermeye başlamıştır. Köyden kente, cemaatten bireye doğru büyük bir değişim süreci içerisine girilmesiyle birlikte, modern yaşam koşullarının bireyde meydana getirdiği kültürel ikilemlerin ve değerler arası çatışmaların çıkması, kentteki çarpık ve yapay ilişkiler, tekdüze yaşam biçimi, doğadan kopukluk gibi yıpratıcı etkiler ortaya çıkarmıştır. Sosyolojik anlamdaki bu köklü değişim, ilk olarak organik duyarlılığı çok yüksek olan şiirde kendisine yer bulmuştur. Bu dönemde modern şiir dili bakımından, büyük bir gelişim ve değişime öncülük eden İkinci Yeni şiiri, kent yaşamı ve modernitenin sancılarıyla yeni yeni karşılaşmaya başlayan modern insanın da görünümlerini kendisine mesele edinmiştir. Ancak İkinci Yeni neredeyse gündeme geldiği her ortamda bu tematik tutumundan çok, şiir dili ve biçiminde meydana getirdiği, deformasyon ve sapmalar, özerkleştirilen imgeler, yeni söz dizimleri, anlamı örten sayıklar bir dil gibi radikal değişiklikler noktasında konu edilmiş; son tahlilde zamanın biçimi olan şiirin arka planında bir dönemin ve düşünme sistematiğinin ögelerini barındırdığı gerçeği çoğu zaman hesap edilmemiştir. Bu gerçek hesap edildiğinde 20. yüzyıl modernitesinin ifadesini sanatsal alanda bulduğu ve modern sanatın aynı zamanda modern dönemin eleştirisini de yüklendiği görülecektir. Bu yönüyle İkinci Yeni şairleri modern sanatın imkanlarını şiirlerine taşırken, modern yaşam koşullarına karşı direnme gücü ortaya koymaya çalışan bireyin şiirini de yazmışlardır. Şiirlerini yazarken yukarıda vurguladığımız avantgarde tutumları eleştirmenler tarafından “züppelik”le nitelendirilmelerine yol açmış, bu tutumlarının altında toplumda oluşturulan izole durumu aşma çabaları; kapitalist düzene tepki olarak etik bir duyarlılıkla kendi içine kapanan şiirlerinin gerçeği görmezlikten gelinmiştir. BİLDİRİ KİTABI II 2 . B İ R G Ü N A H Ç I K A RT M A Ç A B A S I Y A A N L A Ş I L - A - M AY A N I N İ Z A H I DA İkinci Yeni şairleri gerek yazılarında gerekse vermiş oldukları röportajlarda şiir dili ve üslubunda meydana getirdikleri radikal değişikliklerin izahına girişimişler; eleştirmenler tarafından tenkide tabii tutuldukları noktaların gerekçelerini ortaya koymuşlardır. Özellikle Turgut Uyar, Edip Cansever, poetik düşüncelerini ortaya koydukları yazılar ve söyleşiler de; şiirlerinde modern yaşam koşulları karşısındaki insanın trajedisini temel aldıklarını açıkça ifade etmişlerdir. Bir söyleşide Tomris Uyar’ın “İkinci Yeni ile ilk olarak insanın, o insan “küçük” de olsa –ne demekse o- bir birey kimliğiyle trajedisi işlenmeye başlıyor.” sözüne, Edip Cansever: “Önemli olan “küçük” olsun “büyük” olsun, insanın trajedisine geçmek, birey olarak ve toplum içindeki konumuna göre trajiğini yakalamak.” (Uyar, 2009: 546) sözleriyle karşılık vermiştir. Turgut Uyar, İkinci Yeni’nin amacının, çağın karmaşasını dile getirmek olduğunu, şiirden vazgeçilmek pahasına en iyi anlatmak nasıl mümkünse onu denediklerini, “mısra döktürmeye” vakitlerinin olmadığını söyler. Yani [İkinci Yeni] “biçimi içeriğe değil, içeriği biçime akıtmak istiyor, üstelik (…)bireyin varoluş biçimlerini sorgulama sürecinde” biçimsel kaygıları da bir tarafa bırakmayı göze alabiliyordu.” (Gümüş, 2010: 80) Aynı paralelde Cansever’in görüşleri de bu iddiayı güçlendirmektedir. “Öyle sanıyorum ki, bizim kuşağımız bunu –iyi vitrin şiiri yazmayı- aramadı, şiirde bireyin dramını ele alarak geliştirmek, çeşitlendirmek istedi.” (Uyar, 2009: 546) Çağın karmaşası karşısında gittikçe eriyen bir insan vardır. Bu insanın mutlu olabilmesi sadece ekonomik ve toplumsal koşullar “determinisme” bağlı değildir. Toplumbirey çatışması güncelliğini korumakta ise de, meseleye bir “statistique” meselesi diye bakılmamakta, yaşantının büyük ölçüde şiire karışmasından ötürü, hem tek insan, bir “bütün” olarak değer bulmaktadır. (Uyar, 2009: 546) Kim olursa olsun bireyin birey olarak, bir bütün olarak ele alınmasına ve değer verilmesine Turgut Uyar, ciddiyetle yaklaşmıştır. “Vaiz Sokak” adlı yazısında bu ciddiyete delil olabilecek şu sözleri sarfetmiştir:“Abacı Aralığı’nın bir altı Aktar Kerim Sokağı (şimdi yok). İnsanın inanacağı gelmiyor! Bu dünyada Kerim adlı bir aktar yaşasın ve iyiliğinden midir, kötülüğünden midir, bir sokak onun olsun..” (Uyar, 2009: 546) Cansever, İkinci Yeni’yle ilgili bir soruşturmaya verdiği yanıtta, İkinci Yeni’yi şu şekilde tanımlamıştır: “Dıştan bakılan, yalınlaştırılmış, hatta basite indirgenmiş ‘küçük insan’dan ‘insan’a, insanın karmaşık yapısına, onun aynı zamanda toplumun bir birimi olmasına karşın bireyliğine de ağırlık verme girişimidir benim genel anlayışım”. (Cansever, 2008:256) Turgut Uyar’ın “Çıkmazın Güzelliği” başlıklı yazısı, şiirin ve insanın kaderini birbirine bağlamasının yanında, çağın bu olumsuz görüntüsünün aslında şiire ve insana bir fırsat olduğunu da vurgulamaktadır:“Evet şiir çıkmazda. Çünkü insan çıkmazda. Ama bütün sorun bir çıkmazın bilincine varmakta. Şiirin çıkmazda olmadığını düşünenlerden yana değiliz. Çünkü bu çıkmaz; bilince, bilgiye, uygunluğa, çağdaş şiire ve insana yeni bir imkândır.” (Uyar, 2009: 546) Cemal Süreya ve Edip Cansever’de benzer yaklaşımı farklı cümlelerle kurarlar, “ Bugün şiir (…) günümüz insanının, uygarlığın bugünkü sıkışık biçimlerinde, çıkmaz sokaklarında, labirentlerinde ilerlerken gösterdiği davranışlara uygun düş” (Süreya, 2000: 282) [mektedir]. Cansever, dönemin şiirinde asıl belirleyicinin içerik olduğunu vurgulayarak, biçimin daha sonra kendiliğinden ortaya çıktığını söyler. “(…)toplumu anlamadan, çevreyi anlamadan tutalım, insanın bireyliğini anlamasına kadar bir değişiklikti. Bunun şiiri yazılıyorsa, bunun elbette bir biçimi de oluyor kendiliğinden.” (Cansever, 1989: 118) Ece Ayhan, insanı birey olarak ele almanın, araştırmanın, şiirin ana unsuru yapmanın –tarihle işaret ederek- İkinci Yeni’yle başladığını, bunun sebebini ise İkinci Yeni’nin merkeze uzaklığıyla açıklar. “ _ Kadavranın içi bile tıp öğrencileri için 1841-42’lere kadar açılmamıştır. İnsanın içinin açılması ise ancak (ve bence) 1955-56’dan sonra biraz şiir eliyle olmuştur, oldu gibi geliyor bana. Yani ‘uç’ta olmakla başlıyor!” (Süreya, 2008: 141) Ayhan, Enis Batur’la yaptığı bir söyleşide de İkinci Yeni’nin yapmış olduğu işin zorluğunu “ temelde biz, “insan”la kapıştık, 1954-55 senelerinde “insan”la kapıştık” (Batur, 2001: 292) sözleriyle vurgular. Cemal Süreya’ya göre, “1940”larda önce “insan” bir okul teriminden ibarettir şiirde. “ İnsanın içi 1940’larda aralanmış, 1950’li yıllarda açılıvermiştir.” (Süreya, 2008: 141) 247 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Sezai Karakoç, “Galile Denizi” adını taşıyan yazısında, İkinci Yeni için şunları söyler: “Bu akım, insanın insanlar arasındaki yeriyle birlik, kâinattaki yerini de arayan şairler geçidi. Arayan fakat bulma niyeti olmayan.” (Karakoç, 1997: 31) Karakoç, İnsanın hem varoluşsal kaygılarını hem de toplumla birey arasındaki dengeye –dengesizliğe- işaret etmesinin yanında, İkinci Yeni’nin çalışmanın başında söylediğimiz paradoksunun da altını çizmektedir. İkinci Yeni şairlerinin şiirlerindeki kişilere baktığımızda, direk olarak birbirlerine benzememelerine rağmen, günün şartlarının getirdiği trajiği yaşayan, toplumun bireyleşme sürecine geçmiş kişileri çıkar karşımıza. Turgut Uyar’ın “Akçaburgazlı Yekta”, Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup”, ya da “Ben Ruhi Bey Nasılım”, Cemal Süreya’nın “Onlar İçin Minübüs Şarkısı” bu duruma örnek olarak gösterilebilir. (Uyar, 2009: 546) larına neden olmuş; ahlakın, dinin, toplumun ve geleneğin referanslarını, hazır sunularını reddetmelerine yol açmıştır. Şiirin kendi halis formunu bulma amacıyla bu hareketin şairleri –Sezai Karakoç hariç tutulmak kaydıyla- toplumdan, toplumun değerlerinden, inançlarından, geleneklerinden ve tarihinden uzaklaşarak bağımsızlaşmayı tercih etmişlerdir. Netice olarak, İkinci Yeni şairlerinin biçim ve üslup açısından ortaya çıkan tercihleri keyfi bir durum değil; aksine değişen yaşam şartlarının sonuç verdiği bir durumu işaret etmektedir.“Artık kişi kendini açıklamak istediği zaman, eski ve o denli yalın açıklama biçimlerinin yeterli olmadığını kavrar. Yeni anlatım biçimleri aradığı gibi, var olan anlatım biçimlerini de kendi içlerinde geliştirmeye yönelir. Şiir ile kendini açıklar ama artık yeni kendini, eski şiirin biçimiyle anlatamaz, açıklayamaz olur.” (Erdost, 1997: 76) BİBLİYOGRAFYA SONUÇ Altıyaprak, Yakup, (2008), İkinci Yeni Ve Türk Şiirinde Modernizm, Ankara, Ebabil Yayınları. Ortak bir bildiri etrafında toplanmış, belli kuralları olan bir topluluk olmadıklarına göre bu şairlerin, benzer duyarlılıkları göstermeleri ve benzer temaları benzer şekilde işlemelerini “organik bir bünye duyarlılığı gösteren şiire” bağlayabiliriz. Şiiri bu noktada harekete geçiren ise, “toplumsal bilimler, baskısını gitgide arttıran teknoloji, değişen ahlak ve yaşama birimleri” (Uyar, 2009: 546) olarak sıralanabilir. Daha net bir ifadeyle söylersek, ‘dilin yenilenmesi ile yaşamın yenilenmesi arasındaki ilişki’ den ya da tam tersi bir ilişkiden yola çıkıldığında, İkinci Yeni şairlerini birbirlerine bağlayan şeyin ‘aynı semantik doğrultu’ ile ‘toplumsal formasyondaki genel değişim süreci, (Oktay, 1995: 29) olduğu ortaya çıkacaktır. İkinci Yeni şairleri, daha çok da, iç güdüleriyle yaşanan kentleşme ve kapitalistleşmenin getirdiği içe dönük çöküntüyle, bireyde meydana gelen “huzursuzluk, yalnızlık, yabancılaşma, aşırı uyum ve uyumsuzluk” gibi bir takım deformasyonlara tepki içindedirler. İkinci Yeni şairleri bu tepkilerini şiir dili ve biçiminde herkesten ayrı açtıkları bağımsızlık alanlarıyla ortaya koymuşlardır. Kendi deneyimlerini esas aldıkları bu yaklaşımları, bütün verileri, kalıpları kırıp parçalama- 248 Batur, Enis, (2001), Smokinli Berduş: Şiir Yazıları, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları. Cansever, Edip, (1989), Gül Dönüyor Avucumda, İstanbul, Adam Yayınları. Cansever, Edip, (2008), Şiiri Şiirle Ölçmek, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları. Erdost, Muzaffer İlhan, (1997), İkinci Yeni Yazıları, Ankara, Onur Yayınları. Gümüş, Semih, (2010), Modernizm Ve Postmodernizm Edebiyatın Dünü Ve Yarını, İstanbul, Can Yayınları. Karakoç, Sezai, (1997), Edebiyat Yazıları Iı: Dişimizin Zarı, İstanbul, Diriliş Yayınları. Koçak, Orhan, (2011), Bahisleri Yükseltmek: Turgut Uyar Şiirinde Kendini Yaratma Deneyimi, İstanbul, Metis Yayınları. Korkmaz, Ramazan, “Keçecizade İzzet Molla: Hayatı, Sanatı, Edebi Kişiliği”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2000, 93-117. Oktay, Ahmet, (1995), İnsan Yazar Ve Kitap, Ankara, Ark Yayınevi, , S.29. Süreya, Cemal, (2000), Toplu Yazılar 1: Şapkam Dolu Çiçekle Ve Şiir Üzerine Yazılar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları. Süreya, Cemal, (2008), Güvercin Curnatası: Konuşmalar, Soruşturma Yanıtları, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları. Tanpınar, Ahmet Hamdi, (1982), 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Dergah Yayınları. Uyar, Turgut, (2009), Korkulu Ustalık, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları. BİLDİRİ KİTABI II ÇOCUK EDEBİYATI TÜRÜ OLARAK NİNNİLER VE BALKANLAR ÇOCUK EDEBİYATINDA NİNNİ ÖRNEKLERİ LUBLABIES AS A GENRE OF CHILDREN’S LITERATURE AND SAMPLES IN THE BALKANS’ CHILDREN’S LITERATURE Raşit KOÇ1 M. Said KIYMAZ2 lerine ilham vererek onların ninni benzeri özgün şiirler ÖZET yazmalarına vesile olmuştur. Türk edebiyatında, yazılı Çocuk edebiyatı kavramı, kapsamı ve tür özellik- ilk ninni örneğini Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk adlı mesleri konusunda değişik görüşler ve tartışmalar eskiden nevisinde görmekteyiz. Bundan başka Tanzimat döneminden itibaren beri devam etmektedir. Kimilerine göre çocuk edebiyatı kavramı yanlış bir kullanımdır. Çocuk yazar olma- pek çok şairimizin ninni şeklinde veya ninni adlı şiirdığı gibi çocuk edebiyatı da olamaz. Kimilerine göre ler yazmışlardır. Çocuk edebiyatı alanında eserler veçocukluk kadar gerçektir çocuk edebiyatı. Edebi ola- ren isimlerden Mustafa Ruhi Şirin, Ali Akbaş, Rıfkı rak ortaya çıktığından beri klasik eserlerden ve sözlü Kaymaz, Bestami Yazgan gibi şairlerin özgün ninni edebiyattan yararlanan çocuk edebiyatının gelişmesin- örnekleri oldukça önemlidir. Bunların dışında diğer de halk edebiyatı türlerinin önemli katkıları olmuştur. Türk topluluklarında da çocuk edebiyatıyla uğraşan Avrupa’da ve ülkemizde ilk örneklerini halk ma- isimlerin ninni tarzı şiirleri de Türk dünyası çocuk sallarının yeniden kaleme alınmasıyla veren çocuk edebiyatında önemli yer tutmaktadır. Bu çalışmada Türkiye dışında vatan özlemiyle yaedebiyatının gelişmesinde masal dışındaki türlerinden de yararlanmıştır. Bunların başında ninni gelmektedir. şayan ve milli değerlerini ve benliklerini sözlü ve yazılı Çocuğun dünyaya geldiği andan itibaren duymaya edebiyatlarını sürdürerek yaşatmayı başaran Balkan başladığı ninniler, ana dili öğreniminde ve dinleme Türklerinin edebiyatından seçtiğimiz ninni örnekleri alışkanlığının kazandırılmasında etkilidir. Çocuk de- çocuk edebiyatı açısından değerlendirilecektir. Anahtar kelimeler: Balkanlar, çocuk edebiyatı, yince ilk akla gelen türlerden olan ninni, anonim halk edebiyatı türü olmanın yanı sıra çocuk edebiyatı içeri- ninni. sinde de önemli bir yere sahiptir Çocuklar için iyi temennilerin, duaların ve beklentilerin dile getirildiği ninniler, çocuk edebiyatı şair- 1 Yrd.Doç.Dr., Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Türkçe Eğitimi Bölümü, [email protected] 2 Araş. Gör., Adıyaman Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü, [email protected] 249 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ABSTRACT Over the years there have been several debates on Children’s Literature regarding its’ extent and genre. According to some researchers, the concept of Childrens literature is a trivial occupation. As there is no child writer, there is no Children Literature. Some of the writers state that children literature is as real as childhood. The genre of folk literature have important role on the development of Child Literature by which utilized classics and oral literature since it was coined as literary. In the Child literature which produced its first samples through revised folk tales in our country and europa, it was also benefited from the genres apart from tales. One of them is lullabies. Lublabies that children begin to hear as of their birth are really effective on learning their mother tongues and getting into habit of listening. Lublabies that one of the genres recalled firstly in mind when talking about children, have an important position in the children literature as well as being a genre of anonymous folk literature. Lublabies which express best wishes, invocations and expectations for children, by inspiring poets of literature, made them write original poems similar to lublabies. In the Turkish literature, we see the first form of written lublaby in the work of Şeyh Galip’s “Hüsnü Aşk”. Moreover, lots of our poets have written some poems in the form of lublaby or named lublaby since administrative reforms in 1839. Some of the writers deal with the work of child literature, such as Mustafa Ruhi Şirin, Ali Akbaş, Rıfkı Kaymaz, Bestami Yazgan are famous for their some original lublabies. Apart from this, the original lublabies of these writers mentioned above, have also an important place in the other Turkish community’s literature. In this study, we will try to assess the Balkan Turks’ ,who live abroad missing their own country and accomplished to follow their national values and self-esteem in an oral and written way in the literaure, chosen lublaby samples in terms of child literature. Key Words: The Balkans, child literature, lublabies. 250 GİRİŞ Ninni: Çocuk edebiyatı olarak ninni, süt çağındaki çocukları uyutmak üzere anneler tarafından ezgi ile söylenen manzumeler olarak tanımlanmaktadır. (Şimşek, 2002: 35) İlk söyleyeni belli olmayan ninniler anonim edebiyat ürünlerindendir. Şükrü Elçin, ninniyi söyle tanımlamaktadır: Ninniler, annelerin süt emen çocuklarını uyutmak için ezgi ile söyledikleri manzum veya mensur sözlerdir. Batı Türkçesinde bu kelimeye bağlı olarak “nenni çalmak: ninni söylemek” ve “uyku getirmek” deyimleri doğmuştur. Ninniye Kaşgarlı Mahmud “balu-balu”, Azeri Türkleri “laylay”, Kerküklüler “leyley”, Türkmenler “hû-di: Allah de”, Özbekler “elle”, Kazanlılar ise “bişik cırı: beşik türküsü” adını vermektedirler. (Elçin, 1986: 271) Cem Dilçin ise ninniyi anonim halk şiiri nazım biçimleri arasında türküler içinde değerlendirmektedir. Dilçin’e göre ninni, annenin çocuğunu kucağında, salıncakta ya da beşikte uyutmak için kendine özgü bir besteyle söylediği basit sözlü türkülerdir. (Dilçin, 2000: 290) Ninnileri genellikle anneler çocuklarına söylemekle birlikte ihtiyaç durumunda büyükanne, hala, teyze, abla gibi aile büyükleri de söyleyebilir. Ninnilerin konusunu çocuk oluşturur. Çocuğun güzel ahlaklı olması, söz dinlemesi, okuyup büyük adam olması gibi dileklerde bulunulur. Bu dileklerin gerçekleşmesi için Allah’a niyaz edilir. Bazen de Hızır, Eyüp Sultan gibi din büyüklerinden çocuğa himmette bulunması istenir. Örnek: Hu, hu, hu Allah Sen uykular ver Allah Oğlum büyüsün inşallah Herkes desin maşallah, e, e! (Tekirdağ) Ninni derim beşiğe Hızır gelsin işine Ulu devlet başına Uyusun yavrum ninni (Kastamonu) BİLDİRİ KİTABI II Kırşehir’de Hacı Bektaş Yoldan geçen yolcu kardeş Bağrına bağlamış bir taş Himmet et oğlum uyusun, ninni (Kırşehir) Çalkan Karadeniz çalkan Gemilerde olur yelken İstanbul’da Eyüp Sultan Himmet etsin kızım uyusun (Samsun) Anonim edebiyat ürünü ninnilerin dışında edebiyatımızda ninni tarzında yazılmış şiirler de mevcuttur. Değişik şairler tarafından yazılan bu tür şiirlerin birçoğu başlığı “ninni” başlığını taşırken bazıları da değişik başlıklarda fakat ninni tarzın da yazılmışlardır. Türk edebiyatında ninni yazan şairler arasında, Mehmet Emin Yurdakul, Tevfik Fikret, Ali Ulvi Elöve, Arif Nihat Asya, Hasan Âli Yücel, Necip Fazıl Kısakürek, Ali Akbaş, Rıfkı Kaymaz, Mustafa Ruhi şirin gibi isimleri sayabiliriz. (Şimşek, 2002: 38) Necip Fazıl Kısakürek’in “Ninni” şiiri ve Ali Akbaş’ın “Nineme Ninni” şiirleri bu alanda yazılmış güzel örneklerdendir. Ninni Melekler dolanır bu kuytu yerde, Ey gün kadar güzel çocuğum, uyu! Bir gün hasretiyle için titrer de, Dalgalandırmadan o durgun suyu… Uyu da gündüzler su gibi dinsin, Menekşe gözüne kirpikler insin; Yarın, şafak vakti, içine sinsin, Güneşle uyanan kuşların huyu. Uyu yavrum, akşam seni üzüyor, Artık gözlerini uyku süzüyor; Uykunun gölünde başın yüzüyor, Ararsın, bu derin, tatlı uykuyu. Necip Fazıl KISAKÜREK (Çile, 329) Nineme Ninni Dolunayı saran bulut, Başında yaşmak ninemin. Bebelere tek dileğim, Yaşını aşmak ninemin. Ninem güzel suç aynada, Ninem gibi yok dünyada, Yüzünün rengi ayvada, Kokusu leylak ninemin. Seferberliğin Suna’sı, Solmuş saçının kınası, Ninem üç şehit anası, Alnı kardan ak ninemin. Kim dayanır o dayanmış, Bağrına taş basıp yanmış, Gene Yemen’i mi anmış, Gözleri ıslak ninemin. Ocakta kaynak ıhlamur, Elleri mayalı hamur, Bir deli poyraz savurur, Dökülen yaprak ninemin. Seccâdesi çiçek çiçek, Ninem cici, ninem gökçek, Göçmen kuşlarla göçecek, Mekânı Uçmak ninemin. Masal anlat bana masal, Hey dili şeker, dili bal, Su alıyor artık sandal, Yolu “Emr-i Hak” ninemin. Ali AKBAŞ (Kuş Sofrası, 17) Ninniler sadece çocukları uyutmak, onlara nasihat vermek ve onlar hakkında iyi dileklerde bulunmak için söylenmez. Ninniyi söyleyen bazen bütün gamını, kederini, kaderini ninniye döker ve ninni adeta söyleyenin (annenin) terceme-i hali olur. 251 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Sözleri Vecdi Bingöl’e ait bestesini Kadri Şençalar’ın yaptığı Dügâh bir şarkı olan “Ninni” bunun güzel bir örneğidir. Ninni Yine o menekşe gözler aralı, Oya kirpiklerde yaşlar sıralı, Uyu ey gönlümün nazlı maralı! Susun ey garip kuşlar, ötmeyin susun, Yetimler yetimi yavrum uyusun. Uyu yavrum ninni diyeyim sana, Şu mahzun gönlümü salma hicrana, Sen kaldın gidenden hatıra bana! Susun ey garip kuşlar, ötmeyin susun, Yetimler yetimi yavrum uyusun. Vecdi BİNGÖL (Çocuk Edebiyatı, s. 37) Türk edebiyatında ninni türünde yazan şairlerden başka Balkanlarda yaşayan Türk topluluklarının da kültürlerini ve edebiyatlarını yaşatmak için verdikleri edebi ürünler arasında çocuk edebiyatı ürünlerini yer alır. Türkiye’de olduğu gibi Balkanlarda da çocuk edebiyatı alanında eser veren şairlerin yazdıkları ninni türü şiirleri görmek mümkündür. Uzun süre memleket özlemi çeken, bağımsızlık mücadelesi veren insanların kültürlerini ve dillerini yaşatmak için başvurdukları kaynaklardan biri olan sözlü anlatım ve sözlü anlatımın yazıya aktarılmasıyla oluşan yazılı edebiyat ürünlerinden olan şiirler ve bunlar içerisinde halk şiiri halkın her türlü hissiyatına tercüman olmayı başarmıştır. Yaşayan kültür değerlerini gelecek nesillere aktarmak için söylenen ve kaleme alınan eserlerden birisi de ninniler olduğuna göre Balkan coğrafyasında yaşayan Türk halkları da bu türü yeni nesillere aktarmak ve çocuklarına belli konularda hassasiyet kazandırmak amacıyla ninnilerden faydalanmışlardır. Balkanlarda çocuk edebiyatı denildiğinde ilk akla gelen tür çocuk şiiridir. Çocuklar için yazılan şiirlerin dilinin yalın olması, söz sanatlarından ve soyutlamalardan uzak durması gerekir. Balkanlarda yakın zamana kadar Türkçenin okullarda derinlemesine okutulma- 252 ması sebebiyle kullanılan dil de daha sade bir Türkçedir. Bu yönüyle Balkanlarda eser veren edebiyatçıların çoğunun dili sade bir Türkçedir. Burada dikkat çeken bir noktada sanat ve edebiyatla ilgilenenlerin, çocuk edebiyatı alanında şiirler yazanların çoğunluğunun öğretmen olmasıdır. Mustafa İsen’ göre, bütün dünyası çocuklar olan bu meslek grubunun yazdıklarının merkezine çocuğu koyması gayet doğaldır. Çocuğun dil gelişimine ve eğitiminde önemli yer teşkil eden şiirler çocuklar için hazırlanan dergilerde yayınlanmıştır. Eski Yugoslavya’da yayınlanan Kuş, Piyoner, Sevinç, Tomurcuk, Bulgaristan’da yayınlanan Eylülcü Çocuk, Filiz gibi dergiler bunların önde gelenleridir. (İsen, 2001: 48-49) Balkanlarda ve özellikle eski Yugoslavya’da Türk edebiyatı söz konusu edilince ilk akla gelen tür şiir ve çocuk şiiridir. Hızlı bir şekilde gelişen çocuk şiiri Türkiye’deki örnekleriyle boy ölçüşecek niteliktedir. Bunun sebebi de ülkede şiir alanında öne çıkan şairlerin ilk şiirlerini yukarıda adlarını verdiğimiz dergiler gibi çocuk dergilerinde yayınlamalarıdır. (İsen, 1997: 573-574) Bu bölümde Balkanlarda yaşayan Türk topluluklarından şairlerin yazmış oldukları ninni örneklerine yer verilecektir. Bu şiirlerden ilki 1928-1988 yılları arasında yaşamış eski Yugoslavya’da yetişen Türk şair ve yazarlarından Necati Zekeriya’ya aittir. Mustafa İsen’ göre Necati Zekeriya Yugoslavya çocuk edebiyatı deyince hemen hatırlanacak ve çalışmalarının tümünü bu alana tahsis etmiş bir isimdir. (İsen, 1997: 563) Şair bu şiirde ninnilerin içeriğinden ve ninnilerin kimlere ait olduğundan bahsetmektedir. Şiirin başlığı “Ninniler Kimin Malı” içerikle örtüşmektedir ve şiirde; “Ninniler malıdır tüm çocukların/ Ninniler söylenir tüm çocuklara./ Ninniler malıdır tüm ananların.” dizeleriyle ninnilerin bütün çocukların ve bütün annelerin malı olduğu anlatılmaktadır. Ninniler Kimin Malıdır Ninniler malıdır tüm çocukların Ninniler söylenir tüm çocuklara. Ninniler yoğrulur sıcak çöllerde Ninniler yıkanır soğuk göllerde Ninniler dinlenir serin yerlerde BİLDİRİ KİTABI II Ninniler malıdır tüm ülkelerin Ninniler söylenir tüm çocuklara. Ninniler ayva kokar nar kokar Ninniler incir kokar muz kokar Ninniler portakal kokar. Ninniler malıdır tüm ulusların Ninniler söylenir tüm çocuklara. Ninniler içine çeker renkleri Ninniler içine toplar dilleri Ninniler içine alır bizleri. Ninniler ninniler cömert ninniler Ninniler düş verir tüm çocuklara Ninniler ninniler sıcak ninniler Ninniler malıdır tüm ananların. NECATİ ZEKERİYA (Balkanlarda Türk Çocuk Şiiri Antolojisi, s. 94) Necati Zekeriya’nın bir başka şiiri de “Nasıl Doğar Ninniler” başlığını taşımaktadır. Söyleyiş olarak normal bir çocuk şiirinden farklı olmayan bu şiirin son bölümünde yer alan dizeleri ninni söyleyişinin izlerini taşımaktadır. Fakat şiirin genelinde masalımsı bir söyleyiş hâkimdir. Çocukların el ele vererek kuracakları barış ve huzur içinde yaşanacak bir dünya özlemi anlatılan şiirde “zenci dostumun yeşil yurdundan” dizesiyle bu kardeşliğin bütün insanlığı kuşatacağı anlatılmak istenmektedir. Nasıl Doğar Ninniler Güneşin sol eli oynar ufukta Güneşin sağ eli yanar asfaltta Alırım bir parça altın güneşten Yırtarım bir bulut mavi göklerden Yaparım bir yol gümüş göllerden. Ki versin el ele bütün çocuklar Burada yepyeni bir dünya kurusunlar. Mektup alırım uzak diyardan Zenci dostumun yeşil yurdundan Neylersin bir güneş düşer bayırdan Güneşi dağ yer karanlık boğar. Ninni yavrum saçını ben öreyim Ninni yavrum yüzünü ben göreyim Ninni yavrum gözüne düş vereyim. (Balkanlar’da Türk Çocuk Edebiyatı Antolojisi, s.173) Örnek olarak aldığımız bir başka ninni örneği 1870-1928 yılları arasında yaşamış Prizren doğumlu Hacı Ömer Lütfi’ye aittir. Medrese tahsili görmüş olan şairin “Ninni” başlıklı şiiri klasik Türk edebiyatının özelliklerini taşımaktadır. Dil ve anlatım olarak lirik bir üslubun hâkim olduğu şiirde uykunun önemi “Uyumazsan büyümezsin meleğim” mısraıyla anlatılmaktadır. Bir babanın ağzından söylenen bu ninnide çocuğun annesinin hayatta olmadığı anlaşılmaktadır. Genelde annelerin söylediği ninnilerde çocuğun babasız olduğu durumlarda görülen bu söyleyiş tarzı bu ninnide yerini babanın ağzından “Uyu da anneni gör rü’yada / Uyu ey mihr-i yetimânım uyu” mısralarına bırakmıştır. Ninni Uyu ey tıfl-ı melekşânım uyu Uyu ey necm-i dırahşânım uyu Uyu ey gonce-i handânım uyu Uyu ey tuffe-i Yezdânım uyu. Uyu ki hâline hayrân olayım Sevinin (?) şevkiyle handân olayım Handene dîdene kurbân olayım Uyu ey mefhar-ı vicdânım uyu Hani hurşîd-i münevver gitti Gece âfâk-ı siyah fâm indi Kesilip savt-ı şemâtât bitti Bilemem gönlünü kim incitti Uyu ey bâdi-i ahzânım uyu Uyu da anneni gör rü’yâda Ne var anlatsın o bu dünyâda Orada ruhu sana âmâde Gayri gel hâtime ver feryâde Uyu ey murg-ı gülistânım uyu 253 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ İstirâhat demi geldi çattı Pister-i râhate âlem yattı Ay bile ebr içine can attı Seni cinler mi acep aldattı Uyu ey reşk-i sürûşânım uyu Uyumazsan büyümezsin meleğim A benim sevgili nâzik çiçeğim Güzelim, mah-i cebînim, gözbebeğim Gitmesin beyhûde ninnim, emeğim Uyu ey neyyir-i nâzanım uyu Hani o melce-i şefkat mâder Hani o kân-i muhabbet mâder Hani o mihr-i mürüvvet mâder Hani mahv oldu nihâyet mâder Uyu ey mihr-i yetimânım uyu Reng-i alına bu dehrin kanma Cerfi-i (?) mihre sakın aldanma Sen bu âlemi bâkî sanma Uyu artık yar yaltaklanma Uyu ey server-i ahlâfım uyu Hacı Ömer Lütfi (Balkanlarda Türk Çocuk Şiiri Antolojisi, s. 143) Hacı Ömer Lütfi’nin bir başka şiiri de “Şükriye’min Ninnisi” başlığını taşımaktadır. Bu şiirin dili önceki örnekteki şiirinden daha sadedir. Kıtaların sonundaki akslarla ahenkli bir anlatım tercih edilmiştir. Yedili hece vezniyle yazılan ve 19 dörtlükten oluşan bu şiirde şair, kızı Şükriye’ye duygularını bir baba şefkatiyle şöyle dile getirmektedir: Şükriye’min Ninnisi Ninni kızımı ninni Ninni gözümü ninni Ninni kuzumu ninni Kuzumu ninni ninni. … Ninni Şükriyeciğim Ninni güzel çiçeğim Ninni küçük meleğim Küçük meleğim ninni. 254 Ninni hoş nilimsin Ninni gonca gülümsün Ninni sen bülbülümsün Sen bülbülümsün ninni. Ninni gönlümün sürürü Sen meleksin ya huri Ninni gözümün nuru Gözümün miri ninni … Ay parçasıdır yüzün Pek nazlı bakar gözün. Ninni tatlıdır sözün Tatlıdır sözün ninni Güzel Allah yaratmış Koynuna bir nur atmış, Ninni can parem yatmış Yatmış can parem ninni. … Bağışlasın Yaradan Saklasın her beladan, Ninni uyu sefadan Uyu sefadan ninni. Hakka emanet seni Şen eden sensin beni Ninni gönlüm gülşeni Gönlüm gülşeni ninni. (Balkanlar’da Çağdaş Türk Çocuk Edebiyatı Antolojisi, s. 23-25) Ninnilerde sıklıkla başvurulan benzetmeler ve temler vardır. Güneş, ay, yıldızlar, kuşlar, melekler sıklıkla kullanılan unsurlardır. Ninni söylenen bebek, çocuk göz bebeğidir, nur topudur, ciğer paresidir. Yalın bir dille yazılmış bir başka ninni örneği de Emel Emin’e ait ninnidir. Bir anne duygusallığı ve şefkati ile söylenen ninni de babanın aile için yaptıkları da unutulmamıştır. BİLDİRİ KİTABI II Ninni Dal uykuya minik yavrum Hava artık karardı. Güneş baba yorgun argın Ufuk ardına daldı. Gökte yıldız benek benek Işıl ışıl yanıyor. Yum gözünü minik bebek, Kuşlar çoktan uyuyor. Baban hala iş başında Bizim için çalışıyor. Eve dönüp yatağına, Yavrumu sevsem diyor. Uyu yavrum uyu büyü, Gözbebeğimim nuru. Uyu günlerimin gülü Hayatımın arzusu. İşlesin büyüyünce elin, Bol olsun hep ürünün. Eserler yazsın kalemim, Sevinçle geçsin ömrün. Ninni yavrum ninni ninni Uyu canımın içi. Melekler korusun seni Uyu yaşamımın sevinci. Emel EMİN (Balkanlarda Türk Çocuk Şiiri Antolojisi, s. 94) Başlığında ninni ifadesi olan fakat klasik ninni söyleyişinden farklı olan iki şiir de 1944 Prizren doğumlu, Kosova Türk edebiyatının üretken yazarlarından ve şairlerinden olan Hasan Mercan’a aittir. Kosovalı yazarlar içinde en çok eser kaleme alan Mercan’ın şiir, hikâye, deneme, tiyatro türünde pek çok eseri vardır. Çalışmamızda faydalandığımız kaynaklardan birisi olan “Balkanlar’da Çağdaş Türk Çocuk Edebiyatı Antolojisi” adlı eseri de Balkanlar çocuk edebiyatı açısından önemli eserlerdendir. Şairin buraya aldığımız ilk şiiri “Adile Kıza Ninniler” başlığını taşımaktadır. Ninniden ziyade tekerleme tarzı bir söyleyişin hâkim olduğu şiir, okunması ve ezberlenmesi kolay bir şiir olması nedeniyle özellikle çocukların kolay öğrenebileceği tekerleme gibi dillerinden düşürmeyeceği bir şiirdir. Adile Kıza Ninniler Al kızım, Allı kızım, Kaçır beni! Düş kızım, Düşle kızım, Aşır beni! Gel kızım, Yel kızım, Uçur beni!3 Hasan MERCAN Hasan Mercan’a ait ikinci şiir ise “Ali Oğlana Ninni” adlı şiirdir. Bu şiir de alışılagelmiş ninni söyleyişinden farklıdır. Daha çok muhatabına öğüt ve hayat karşısında nasıl davranacağını öğütleyen didaktik bir edayla söylenen şiirde; Ali’nin nezdinde çocuklara dünyayı ve dünyayı güzelleştiren unsurları sevmek ve geleceğe güvenle bakmak tavsiye ediliyor. Ali Oğlana Ninni - Hep üstüne, üstüne git oyuncakların İnsancıl bir anlamı olmalı elbet oyunlarının! Gül ki güneş inmiş olsun tabanlarına, Şavk olsun diye kullan onu yarınlarına! Ola ki yel kıskanır karışırsa saçlarına, Sen onu da var annenmiş gibi basıver bağrına! Sevesin gelir ise mevsimleri, ilkyaza tapıver, Geleceğin sevgilisine gülüşten çelenk yapıver! Bak ki ayrılık kokusu kokmasın burnuna Demek, bir er olarak sanlasın ocağına... Hasan MERCAN Anonim Türk edebiyatının bir türü olan ninniler sadece çocukları uyutmaya, onlarla ilgili iyi dileklerde 3 http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-17998/h/hasanmercan.pdf 255 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ bulunmaya aracılık etmekle kalmaz. Bazen de kullanılması yasaklanan, okullarda öğretilmesi engellenen bir dilin, unutturulmaya çalışılan bir kültürün ses bayrağı olur nesillerden nesillere bir meşale gibi devredilir. Başlığı ve içeriği bildirimize konu olan “ninni” türüyle doğrudan ilgili olmamakla beraber, Raif Kırkıl’ın “Türkçem” başlıklı şiirini ninnilerin, masalların, türkülerin velhasıl kültür taşıyıcı olan ürünlerin dilimiz için ne denli önemli olduğunu anlatması açısından buraya alıyoruz. Türkçem Annemin söylediği ninniler Sinmiştir beşiğimin renklerine Canlanır yeniden her sallanışta Babamın söylediği türküler Ahenkleşir vatan özlemiyle Canlanır sazımın tellerinde Bülbül ötüşünden güzel Yankısı gelirken dört yandan Capcanlı duygular coşar Raif KIRKIL (Balkanlarda Türk Çocuk Şiiri Antolojisi, s. 260) yümekteler. Çocuk edebiyatı alanında eser veren pek çok şairin yazdığı “ninni” tarzı şiirler çocukların dil gelişimine, zihin gelişimine hizmet etmekle birlikte kültür taşıyıcısı olarak da görev yapmaktadırlar. Türkiye’de yaşayan edebiyatçılarımızın dışında yurtdışında yaşayan Türk topluluklarının içerisinden yetişen şairler ve yazarlar hem dillerini, hem edebiyatlarını hem de kültürlerini yaşatabilmek ve varlıklarını sürdürebilmek için edebiyat ürünlerinden faydalanmışlarıdır. Balkanlar’da yaşayan soydaşlarımız da dillerini ve kültürlerini yaşatabilmek için halk edebiyatı ürünleri başta olmak üzere sözlü ve yazılı edebiyatlarını yaşatmak için her koşulda mücadele etmişler ve benliklerini muhafaza etmişlerdir. Bildirimize konu olan Balkanlar Türk edebiyatında Hacı Ömer Lütfi, Necati Zekeriya, Hasan Mercan, Emel Emin gibi şairler ninni örnekleriyle dilimizin ve kültürümüzün o topraklarda yaşamasına önemli katkılar sağlamışlardır. K AY N A K L A R Akbaş, Ali, (1996), Kuş Sofrası, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları. SONUÇ Dilçin, Cem, (2000), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları. Anonim halk edebiyatının bir türü olan ninniler, yüzyıllardır annelerin, ninelerin çocukları uyutmak için kendisine has bir ezgiyle söyledikleri bir türdür. Ninniler sözlü gelenek içerisinde günümüze kadar ulaşmıştır ve modern çocuk edebiyatında da bir tür olarak yer almıştır. Türk edebiyatında, Ali Ulvi Elöve, Arif Nihat Asya, Hasan Âli Yücel, Necip Fazıl Kısakürek, Ali Akbaş, Mustafa Ruhi Şirin gibi şairlerimiz çocuklara bazen de Ali Akbaş da olduğu gibi, aya, nineye ninniler yazmışlardır. Günümüzde bebekler, çocuklar annelerinden hem eski sözlü edebiyatın ürünü olan ninnileri dinleyerek hem de günümüz çocuk edebiyatı şairlerinin yazdıkları ninni tarzı şiirleri ve şarkıları dinleyerek bü- Elçin, Şükrü, (1986) Halk Edebiyatına Giriş, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları. 256 İsen, Mustafa vd., (2001), Balkanlarda Türk Çocuk Şiiri Antolojisi, Ankara, Grafiker Yayınları. İsen, Mustafa, (1997), Ötelerden Bir Ses, Ankara, Akçağ Yayınları. Kısakürek, Necip Fazıl, (1990), Çile, Ankara, Büyük Doğu Yayınları. Mercan, Hasan, (2002), Balkanlar’da Çağdaş Türk Çocuk Edebiyatı Antolojisi, Ankara, Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Yayınları. Şimşek, Tacettin, (2002), Çocuk Edebiyatı, İstanbul, Suna Yayınları. http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-17998/h/hasanmercan. pdf BİLDİRİ KİTABI II OSMANLI TÜRKÇESİ DÖNEMİNDE YAZILAN SÖZLÜKLERDEKİ SÖZ VARLIĞI VERBAL RICHNESS IN DICTIONARIES WRITTEN DURING OTTAMAN TURKISH ERA Raşit KOÇ1 ÖZET Türk dilinin bilinen en eski sözlüğü Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügati’t-Türk adlı eseridir. Bu eser, yazıldığı dönem itibariyle Türkçenin bütün lehçelerine yer veren ansiklopedik bir sözlüktür. Geçen yüzyıllar içerisinde hâkimiyet ve yayılma alanı genişleyen Türk boyları birbirlerinden uzaklaşarak birden fazla yazı dili kullanır hâle gelmiştir. Bu yazı dilleri arasında Eski Türkçeye göre en farklı olanı Osmanlı Türkçesidir. Yalın Türkçeden uzaklaşan bu yazı dili zamanla tamamen Arapça ve Farsçanın etkisi altına girmiştir. Bu etki sadece kelimelerle sınırlı kalmayıp Arapça ve Farsça dil bilgisi kuralları da tamamıyla dilimizi etkilemiştir. Tanzimat dönemiyle başlayan dilde sadeleşme düşüncesiyle beraber Türkçenin gramerinin ve sözlüğünün yazılması tartışmaları da hız kazanmış ve böylece Arapça ve Farsçadan ayrı bir Türkçenin varlığı adeta yeniden hatırlanmıştır. Dönemin aydınlarının başlattığı girişimler neticesinde Türkçe Sarf ve Nahiv (dil bilgisi) kitapları ve sözlükleri hazırlanmaya başlanmıştır. İlk hazırlanan gramer kitaplarında, dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimelerinin çokluğundan ötürü daha çok Arapça ve Farsça dil bilgisi kurallarına yer verilmiştir. Zamanla Türkçe dil bilgisi kuralları da bu dil bilgisi kitaplarında yer almıştır. Benzer durum zamanın sözlüklerinde de görülmektedir. Sözlüklerin isimleri ve sözlüklerde yer alan kelimelerin çoğunluğu Arapça ve Farsçadır. Dilimizin adı Türk dili olmasına rağmen sözlüklerin çoğunun isminin “Lûgat-i Osmanî” olması bu durumun yansımasıdır. Az da olsa daha şuurlu davranan gramer kitabı ve sözlük yazarları olmuştur. Bunların başında Şemseddin Sami gelmektedir. Şemseddin Sami hazırladığı sözlüğün ismini zamanındaki pek çok yazarın aksine “Kâmûs-ı Türkî” koymuştur. Bu çalışmada Tanzimat’tan sonra hazırlanmış olan Kâmûs-ı Türkî, Lûgat-ı Nâcî, Lehçe-i Osmanî, Lûgat-ı Remzi, Kâmûs-ı Osmanî, Mükemmel Osmanlı Lûgatı, Lûgat-ı Ebüzziya sözlükleri incelenerek bu sözlüklerdeki söz varlıkları hakkında bilgi verilecektir. Anahtar kelimeler: Türk dili, dil bilgisi, sözlük, söz varlığı. 1 Yrd.Doç.Dr.,Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Türkçe Eğitimi Bölümü, [email protected] 257 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ ABSTRACT The oldest dictionary in the Turkish language is Divan-ı Lügati’t Türk which is written by Kaşgarlı Mahmut. Divan-ı Lügati’t Türk is an encyclopedia type dictionary and includes all dialects of Turkish. Over the years, languages of Turkish communities differentiated from each other because of the movement and geographical expansion. As a result of these movements and expansions, each Turkish community has spoken almost completely different language. Among these written languages one of the most differentiated one is the old Turkish (Ottoman Turkish) compared to the old Turkish. This written language moved away from the simple Turkish gradually became under the influence of the Arabic and Persian. This influence is not limited with borrowing the Arabic and Persian words, some of the Arabic and Persian language grammatical structures could be seen in the Ottoman Turkish. During the reformist (Tanzimat) era in the Ottoman Empire, a movement of simplification of language is started. The discussion of re-writing the dictionary and grammar of the Turkish started and the existence of the Turkish language as a separate language from Arabic and Persian languages was remembered. As a result of the intellectuals’ initiatives launched in that era, they authors started to write grammatical rules and structures (sarf, nahiv) of Turkish language. Arabic and Persian grammar rules were given much place in the first prepared grammar books because of having many Arabic and Persian words in the Turkish. Over the time, the Turkish grammar rules were also included extensively in those kinds of books. The same trend could be seen in the dictionaries of that time. Most titles of the dictionaries and the most of the words in dictionaries were in Arabic and Persian. Although our language is called as Turkish, most of the dictionary title whose name is Lugat-i Osmani is a reflection of this abundance of foreign words. A few of the authors who behave conscious wrote dic- 258 tionaries and grammar books. For instance, Şemsettin Sami wrote a dictionary. He called his dictionary Kamus-i Türki contrary to the authors of the time. This study is to analyse dictionaries which were written after reformist era of Ottoman Empire. Included dictionaries are Kamus-i Türki, Lügat-i Naci, Lehçe-i Osmani, Lügat-i Remzi, Kamus-i Osmani, Mükemmel Osmanlı Lügatı, Lügat-i Ebuzziya. Besides, the sources of Arabic, Persian, and Turkish vocabularies in these dictionaries are analysed. Key Words: Turkish language, Grammar, Dictionary, Verbal expressions. BİLDİRİ KİTABI II GİRİŞ Türk sözlükçülüğünün tarihi Divan-ı Lügati’tTürk’le başlamaktadır. Arapça yazılan bu eser, Arap sözlükçülük anlayışına göre hazırlanmıştır. Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra Araplarla ticaret, siyaset ve edebiyat alanındaki ilişkilerin ilerlemesiyle Türklerin Arapça, Arapların Türkçe öğrenme ihtiyaçları hâsıl olmuştur. Bu sebeple Divan-ı Lügati’t-Türk haricinde yazılan diğer sözlükler de Arapça ve Arap sözlükçülük geleneğine göre yazılmıştır. Eski dönemlerde kaleme alınan sözlüklerimizin bir kısmı dinî olup, bu sözlüklerde Kur’an’da ve dinî kaynaklarda geçen Arapça sözlerin Türkçe karşılığı verilmiştir. Bu sözlükler Kur’an’ın Türkler tarafından daha kolay okunup anlaşılması için kaleme alınmış özel türde ve tematik sözlüklerdir. (Yavuzarslan, 2004: 187) Türk sözlükçülüğüyle ilgili önemli gelişmeler Tanzimat dönemiyle başlar. Türkçenin sadeleşmesi, Arapça ve Farsça tamlamalardan ve kelimelerden kurtulması, Türkçenin gramerinin ve sözlüğünün hazırlanması yönündeki tartışmalar ve çalışmalar bu dönemde hız kazanır. Dönemin yazarlarından Namık Kemal’in, Muallim Naci’nin, Ali Suavi’nin Ahmet Mithat Efendi’nin dilin sadeleştirilmesi, alfabenin ıslahı ya da değiştirilmesi yönündeki görüşleri ve çalışmaları gerek dil bilgisi gerek sözlük yazımı konusunda önemli katkılar sağlamıştır. Şemseddin Sami’nin 1900 yılında yayınladığı Kâmûs-ı Türkî adlı sözlük Türk sözlükçülüğü alanında bir dönüm noktası olmuştur. Zira bu sözlükle birlikte geleneksel Arap sözlükçülük anlayışından Batılı (Fransız) sözlükçülük anlayışına geçilmiştir. Tanzimat’tan sonra hazırlanmış olan sözlükleri söz varlıkları ve yazılış özellikleri açısından inceleyelim. LEHÇE-İ OSMANÎ Lehçe-i Osmani’nin Receb 1876’da Cemiyet-i Tedrisiyye-i Osmaniye tarafından Tab’hane-i Amirede “birinci baskısı” yaptırılmıştır. Ahmet Vefik Paşa tarafından yazılmış olan bu sözlük Türkçeyi Osmanlı Türkçesinden daha geniş ve bir bütün olarak ele almıştır. Eserin birinci cildinde (cild-i evvel) “Rumûzât Cedveli” verilmiş ve bu cetvelde bugünkü manada kısaltmaların nasıl yapıldığı gösterilmiştir. Mesela isim için () ﺱ ﺍ, sıfat için ( ) ﺹsembol olarak verilmiştir. Rumuzat cetvelinden sonra “Mukaddime” bölümü gelmektedir. Bu bölümde lisan-ı Osmanî’de müsta’mel olan sözlüklerle ilgili eleştiriler yapıldıktan sonra Lehçe-i Osmanî’nin nasıl tertip edildiği hakkında bilgi verilir. Madde başı olarak elilf ( ) ﺍharfi alınmış ve açıklaması şu şekilde verilmiştir: Elifbanın ibtidai harfi ebced hesabında bire işarettir. Huruf-u nida ve te’kid ve taaccüb olup ây ve yâ gibi müsta’meldir. Kullanımla ilgili de << babam gelsenize, gelsen â, â siz misiniz, â be>> örnekleri verilir. Türkçede yeni bir şekil ve anlam kazanmış olan Arapça ve Farsça kelimelerin dilde kazanmış olduğu bu yeni durumlarını dikkate almış ve sözlükteki gerekli açıklamaları buna göre yapmıştır. (Topbaş, 1987: 7) Daha önceleri, yalnızca Arapça ve Farsça kelimeler esas alınarak sözlük hazırlandığı hâlde, Ahmet Vefik Paşa, Lehce-i Osmânî’de Türkçe kelimeleri de madde başı yapmış, ayrıca bir dil için önemli kaynaklardan biri olan atasözleri ve deyimlere de geniş ölçüde yer vermiştir. (Toparlı, 2004: 32) 1876 senesinde, Cemiyet-i Tedrisiye-i Osmaniye tarafından Tab’hane-i Amire’de birinci baskısı yaptırılmış olan Ahmet Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmani adlı bu sözlüğü, 1888 senesinde Mahmud Bey Matba’asında “Tab’ı Cedid” ve 2 cild, 1455 sahife olarak yeniden bastırılmıştır. (Topbaş, 1987: 10) Lehçe-i Osmânî’de, toplam 6329 adet kelime madde başı olarak ele alınmakta ve açıklanmaktadır. Bunların miktar ve gramer fonksiyonlarına göre dağılımı şöyledir: 5382 adet isim, 357 adet sıfat, 11 adet isim-sıfat olarak kullanılan kelimeler, 11 adet hâl (zarf; elbet, eğin, tekmil, şimdilik, eni konu…gibi), 50 adet edat, 27 adet nida, 5 adet zamir ( biz, ben, kim…gibi), 401 adet fiil açıklanmaktadır; bunların 220 adedi fi’l-i müteaddi (geçişli fiil), 181 adedi fi’l-i lazım (geçişsiz fiil) bulunmaktadır. Bu sözlükteki kelimelerin sıralamasında Osmanlı Türkçesinde kullanılan harf sırasına 259 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ uyulmakta ve bu harf sırasına göre lûgat, bablara bablar da fasıllara ayrılmaktadır. (Topbaş, 1987: 14) Lehçe-i Osmânî’deki noktalama işaretleri çeşit olarak fazla değildir. Nokta (.), çizgi(-) ve tırnak (“”) işaretleri dışında işaret kullanılmaz. (Topbaş, 1987: 20) L Û G AT- I R E M Z İ Bu sözlük, hukuk mezunu ve tıp doktoru olan Doktor Hüseyin Remzi tarafından 1887 tarihinde yazılarak “ Hüseyin Remzi Matbaasında” bastırılmıştır. Lûgat iki cilttir. Birinci cilt 907 sahife, ikincisi ise 1040 sahifedir. İkinci ciltte sayfa numaraları tekrar 1 numaradan başlamaktadır. Böylece lûgat 7 sayfalık “Mukaddime” bölümü hariç toplam olarak 1947 sayfadan oluşmaktadır. (Topbaş, 1987: 35) Mukaddime bölümünde Allah’a ve Peygamber’e selamdan sonra eserin yazılış amacı ve bölümleri hakkında bilgi verilir. Sözlükte aranan bir kelimenin nasıl bulunacağı da bu bölümde anlatılmaktadır. Bu sözlükte de madde başı olarak elif ( ) ﺍharfinden başlanmıştır. elif («) Ar. İşbu elif denilen harf maksûre ve mevkûfe olarak tertîb-i hurûf-ı Osmâniyyede harf-i evvel olup zîc ve hesaba dair kütüb ve resâ’il-i sâ’irede vâhide delâlet ederek kullanıldığı gibi isim olacağı vakit memdûde olur. Lûgat-ı Remzi’de toplam olarak 38632 adet kelimenin açıklaması verilmektedir. Bunlardan 20784 adedi birinci ciltte; 17848 adedi ise ikinci cilttedir. Açıklanan kelimeler kaynaklarına göre; 31224 adedi Arapça %83, 6276 adedi Farsça %16’sını teşkil etmektedir. Arapça ve Farsça kelimelerden meydana gelen 1095 adet terkip bulunmaktadır. (Topbaş, 1987: 47) Türkçe kelimeler sözlüğe alınmamıştır. Ancak, Hüseyin Remzi tarafından “Kelimât-ı Türkiye-i Garîbe” olarak vasıflandırılan 37 addet kelime sözlüğe alınmış ve bunların açıklamaları da verilmiştir. Lûgatteki kelimelerin sıralanışında Osmanlı alfabesinin harf sırasına uyulmaktadır. Sıralamada harekelerin herhangi bir önemi yoktur. Bu sıralamada Kâf-ı Fârîsi (g) ile Kâf-ı Arabî (k) aynı harf olarak kabul edil- 260 miş ve ayırım yapılmamıştır. (Topbaş, 1987: 48) L Û G AT - I N  C Î Tanzimat döneminin önemli isimlerinden olan Muallim Naci tarafından hazırlanan bu eser, Muallim Naci’nin ölümünden sonra, ilk defa Asr matbaası ve kütüphanesi sahibi Kirkor tarafından kelimeleri hareke itibariyle tanzim edilerek yayınlanmıştır. Eserin kapağında basım yılı olarak 1322 (1904/1905) yılı yer almaktadır. Muallim Naci eseri “fetva” maddesine kadar yazabilmiş, kalan kısmı Müstecâbi-zâde İsmet tarafından onun notlarına dayanılarak yazılmıştır. (Timurtaş, 1987) Muallim Nâci, hazırladığı lûgatinde Osmanlı Türkçesinde kullanılan Arapça ve Farsça kelimelerin dilimizdeki telaffuzlarını esas almış ve lûgatteki sıralamayı da buna göre yapmıştır. Lûgat-ı Nâci’de kapak sayfasından sonra üç sayfalık “Mukaddime”, “İhtârât”, “İşârât” bölümleri bulunmakta, daha sonra kelimeler ve açıklamaları verilmektedir. (Topbaş, 1987: 59) Sözlük Arapça âib kelimesiyle başlamaktadır. Kelimenin manası ve bu manayla ilgili örnek cümle şu şekilde verilmektedir: “âib (a) Dönücü, dönen: Karşıdan bizi görür görmez âib ve gâib oldu.” (Muallim Naci, 1322:1) Lûgat-ı Nâci’de, toplam 17337 adet kelime madde başı olarak ele alınmakta ve açıklanmaktadır. Kelimelerin kaynaklarına göre miktarı ve yüzdeleri şöyledir: Arapça 13718 ile % 79; Farsça 3037 ile % 18; Arapça-Farsça kaynaklı terkip 57 dir. Ayrıca 1 tane Çağatayca kelime (ilhan kelimesi) açıklanmaktadır. 19 adet müvelled kelime Arapça kaynaklı kelimelerin toplamına dâhil edilmiştir. Toplam olarak 416 adet ecnebi kaynaklı kelime madde başı olarak verilmekte ve açıklanmaktadır. Bunların oranı yaklaşık % 3’tür ve dağılımları da şöyledir: Fransızca 189, İtalyanca 118, Rumca 50, Yunanca 20, Latince 12, İngilizce 11, Süryanice 7, Arnavutça 3, Macarca, İspanyolca, İbranice kaynaklı kelimeler BİLDİRİ KİTABI II 2’şer adettir. Ayrıca lûgatte 108 şahıs ismi bulunmakta ve bunlar hakkında geniş bilgiler verilmektedir. (Topbaş, 1987: 63) Hazırladığı sözlükte yer alan kelimeler genellikle Osmanlıca dediğimiz yazı dilini oluşturan kelimeler olan Muallim Naci, Türkçeyi doğru yazmak için Arapça ve Farsçayı bilmek yerine Türkçeyi iyi bilmek gerektiğini belirtir. Bu durumla ilgili görüşlerine lûgatinin ön sözünde Faruk Kadri Timurtaş şöyle nakletmektedir: “Türkçeyi doğru yazmak için mükemmel Arabî, Farisî bilmek lazım mıdır? Hayır! Türkçeyi doğru yazmak için yalnız Türkçeyi mükemmel bilmek lazımdır. Bu nasıl olur? Dediğimiz gibi bir kavaid kitabı, yine dediğimiz gibi bu lûgat kitabı meydana getirmekle!” (Timurtaş, 1987: 14) Yazıldığı dönem itibariyle “Osmanlı lisânı” diye anılsa da Muallim Naci’nin bu tabirden Türkçeyi kastettiğini anlamaktayız. Bu da bize Tanzimat’tan sonra dilimizin sadeleşmesi ve gramerinin yazılması yolundaki görüşlerin devrin aydınlarınca benimsendiği ve bu yolda Şinasi, Namık Kemal, Muallim Naci gibi şahıslar tarafından bazı adımlar atıldığını göstermektedir. olarak kullanılır. [ â! bu ne? ; â! şuna bak.  kuzum, â gülüm, â canın gelsen â â sersem!] örnekleri verilmektedir. Dört kısımdan oluşan bu eserde, 18137 adet kelime madde başı olarak gösterilmekte ve açıklanmaktadır. Kelimelerin kaynaklarına göre toplam miktarı ve lûgatteki toplam kelime miktarına göre bunların dağılımı şöyledir: Arapça 13521 ile %76; Farsça 3918 ile % 22 oranındadır. Arapça, Farsça ve Türkçe’de müşterek kullanılan 81 adet kelime ile Çağatayca’dan alınan 3 kelime sözlükte madde başı olarak gösterilmektedir. Ayrıca, diğer dillerden alınan 614 adet kelime bulunmaktadır. Bunlar ise % 2’lik bir oranı oluşturmaktadır. Bu kelimeler ise; Fransızca 249, İtalyanca 191, Rumca 57, yunanca 52, İngilizce 16, Latince 15, İbranice ve Macarca 6’şar, Ermenice 5, İspanyolca 4, Arnavutça, Lehce, İslavca, 2’şer adet, almanca, Bulgarca, Portekizce, Boşnakça, Rusça, Hintçe, Japonca,’dan 1’er adettir. Bu eserde de kelimelerin sıralanışında Osmanlı Türkçesinde kullanılan harf sırasına uyulmaktadır. Lûgat, açıklanan maddelerin ilk harflerine göre bölümlere ayrılmaktadır. (Topbaş, 1987: 76) KÂMÛS-I OSMANÎ KÂMÛS-I TÜRKÎ Mehmed Salahî tarafından hazırlanan bu sözlük cüzler hâlinde haftalık olarak yayınlanmıştır. Sözlüğün birinci, ikinci, üçüncü kısımları 1895, dördüncü kısmı ise 1904 tarihlidir. Kâmûs-ı Osmanî adlı bu sözlük kapak sayfaları ve düzeltme cetvelleri olarak toplam 2031 sayfadır. Madde başlarının bulunduğu ve kelimelerin açıklamalarının yapıldığı sayfa miktarı ise 2019’dur. (Topbaş, 1987: 71) Kitap kapağından sonra “Besmele” ile başlayan mukaddime bölümü vardır. Bu bölümde yazar sözlükle ilgili açıklamaları ve lüzumlu gördüğü bilgileri vermektedir. Sözlüğün madde başı medli elif ( ) ﺁile başlamaktadır. Açıklaması şu şekildedir: [ { ﺁHarf ] hemze ile elifden mürekkebdir. Lisanımızda medli elif, uzun elif denir ve ekseriya makam-ı istigrâbta ve bina’en edat-ı nida, tenbih, te’kid, itâb Türk dilinin ilk sözlüklerinden olan bu sözlük, dil ve edebiyat alanında önemli eserler vermiş olan Şemseddin Sami tarafından 20 Ramazan 1317/ 23 Ocak 1900 yılında İkdâm matbaasında 1586 sayfa ve 2 cilt olarak basılıp yayınlanmıştır. O zamana kadar hazırlanan sözlükler hep Osmanlıca lûgat olarak yayınlanmıştır. Fakat Tanzimat döneminde Türk milliyetçiliği yolunda çalışmaları olan Şemseddin Sami dilimize diğer dillerden geçen kelimeleri de Türkçeleşmiş kabul ettiği için sözlüğüne de “Kâmûs-ı Türkî” ismini vermiştir. Dilimizle ilgili yazılarında defalarca bu konu üzerinde duran yazara göre dilimiz Türk dilidir. Bu dilin sözlüklerine başka ad düşünmek saçmadır. (Levend, 1969: 111) 261 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Şemseddin Sâmi, Batının linguistik (dilbilimi) ve filoloji metotlarını çok iyi bilen bir dil bilgini sıfatıyla hazırladığı ansiklopedi ve sözlüklerle Türk kültürüne büyük hizmetler vermiştir. (Yavuzarslan, 2004:195) Şemseddin Sami eserine neden Kâmûs-ı Türkî ismini verdiğini eserin ifade-i meram bölümünde şöyle belirtmektedir: “Bizce müsta’mel lûgat-ı Arabiyye ve Farisiyyeyi câmi olduğu hâlde, bu kitabın “Kâmûs-ı Türkî” namıyla tesmiyesine belki itiraz edenler bulunur. Lakin lisânımız Lisân-ı Türkîdir. Bu lisâna mahsus lûgat kitabına dahi başka isim düşünmek abestir. Lisânımızda müstamel kelimelerin cümlesi de herhangi lisândan mahuz olursa olsun, hakikaten müstamel ve malum olmak şartıyla, Türkçeden maduddur.” (Sami, 1999: 6) Ona göre bir dilin sözlüğü, o dilde kullanılan bütün kelimeleri toplamış, kullanılmayan kelimeleri de atmış olmalıdır. Şemseddin Sami’nin bu düşünceleri günümüzde de kabul görmekte ve dilimizde yer etmiş yabancı kökenli kelimelere “Türkçeleşmiş kelimeler” denilmektedir. Zira bu kelimeler Türk dilinin ses özelliklerine göre telaffuz edilmekte ve yazım kurallarına göre yazılmaktadır. Kâmûs-ı Türkî, dilimizin derli toplu, belli bir zihniyette kaleme alınmış ilk sözlüğüdür. Sözlükte kelimelerin doğru okunabilmesi için bazı semboller kullanılır ve böylelikle özellikle Türkçe kelimelerin doğru okunması sağlanmaya çalışılır. Kelimeler alfabetik olarak sıralanmıştır. Bu eser bugüne kadar hazırlanan sözlüklere de kaynaklık etmiştir. (Ağar, 1989: 10) Madde başı olarak elif harfiyle başlayan sözlükteki açıklamalar şöyledir: { ﺍisim. Türkçede dahi müsta’mel alfabe’i Arabi’nin birinci harfidir. Arabisinde fethayı takviye için kullanıldığında <elif> ve kendi başına müteharrik veya sâkin okunduğunda <hemze> denilirse de Türkçe’de (ﺍ ) şeklinde evveline elif , ve ( ) ءşeklinde yazılana hemze denilir. Elif ile ilgili açıklamalar iki sütundan fazla devam eder ve elifin bütün kullanımları izah edilir. İkinci kelime olarak âb ( )ﺁﺏkelimesi verilmektedir. Kâmûs-ı Türkî’de özel isimler hariç toplam olarak 262 26482 adet açıklaması yapılan kelime bulunmaktadır. Bu kelimelerin dışında 172 adet özel isme yer verilmiştir. Böylelikle sözlükte toplam 26654 kelime açıklanmaktadır. Kelimelerin karşılarında hangi dilden alındıkları ve hangi anlamda kullanıldıkları belirtilir. Bu kelimelerin alındığı dillere göre sayıları ve yüzdeleri şöyledir: Türkçe 12012 ile % 45’i, Arapça 10148 ile % 38’i, Farsça; 3516 ile % 13’ü; % 4’ü de diğer dillerden alınan kelimeleri ihtiva etmektedir ki bunların dağılımı da şöyledir: İtalyanca 307, Fransızca 224, Rumca 122, Yunanca 118, Eski Türkçe 87, İngilizce 26, Latince 23, Çağatayca, Arnavutça ve Slavca 10’ar, Macarca 8, Almanca 5, Lehçe ve Bulgarca 4’er, Süryanice, Hintçe, İspanyolca ve İbranice 3’er, Moğolca 2, Portekizce, Romence, Rusça, Ermenice, ve Çince 1’er adettir. (Topbaş, 1987: 111) Söz varlığındaki zenginlik iki yıllık bir sürede hazırlanan bu önemli bir eserin hazırlanışındaki titizliği de göstermektedir. M Ü K E M M E L O S M A N L I L Û G AT I Ali Nazîmâ ve Reşâd tarafından Ağustos 1900 yılında tamamlanmış; aynı yıl “Şirket- i Mürettibiye Matbaası’nda” 999 sayfa olarak bastırılmıştır. Kitabın kapağında yzarları ve basım yeri hakkında bilgi verildikten sonra kitabın yazılış amacı “Edebiyât-ı Osmânîye’de müsta’mel, Arabî ve Fârisî bil-cümle kelimât ve ta’birâtı câmi ve me’anisi ber-vechî ma’ruz suver-i isti’mâliyemize muvafık olarak müfesser olmak üzere Mükemmel Osmanlı Lûgatı namıyla şu lûgatın cem’i ve telfîkıyla tab’ ü neşrine ibtidâr olundu” şeklinde açıklanmaktadır. Buradaki “Arabî ve Fârisî bilcümle kelimât” ifadesinden de anlaşılacağı gibi kitapta daha çok Arapça ve Farsça kelimelere yer verilmiştir. Bu açıklamadan sonra kitabın madde başlarının tertibi, açıklamaların nasıl yapıldığı ve lûgatte kullanılan işaretlerin hangi anlamlara geldiğini açıklayan “Kitabın Sûret-i Tertibiyle İşârâta Dâir İhtârât” adlı bölüm yer almaktadır. BİLDİRİ KİTABI II Madde başı olarak alfabenin ilk harfi olan elif () ﺍ alınmıştır. Elif harfiyle ilgili yapılan açıklama şu şekildedir: Elif denilen bu harf tertib-i hurûf-u Osmânîde harf-i evveldir. Renc ü hesapta vahide yani bire delalet eder. Açıklanan ikinci kelime ““ ”ﺍﺏeb” kelimesidir. Bu kelime de; baba, peder, vâlid anlamlarında açıklanmıştır. Mükemmel Osmanlı Lûgati’nde 19330 adet açıklama yapılan kelime bulunmaktadır. Madde başı olarak açıklanan bu kelimelerin alındığı dillere göre miktarları ve oranları şöyledir: Arapça; 14822 ile %76.6, Farsça 4353 ile % 22.5 oranındadır. Bunlardan başka Arapça-Farsça 98 adet, Arapça’dan müvelled 48 adet, Rumca’dan 5 adet, süryanice’den 4 adet kelime vardır. Lûgatte, birbirini takip eden maddelerin sıralanışı ilk harfinden son harfine kadar Osmanlı elifbasının harf sırasına uyulmaktadır. Bu sıralama harekelerin rolü yoktur. Kaf-ı Farisi (g) ile kaf-ı Arabi (k) birbirinden ayrılmamış, aynı harf kabul edilerek maddelerin yazılmasında ve sıralanmasında bu esasa uyulmuştur. (Topbaş, 1987: 163) Lûgat-ı Ebüzziya Şinasi ve Namık Kemal gibi Tanzimat dönemi ustalardan aldığı ilhamla “dil”e gereğince önem veren ve bu alandaki boşlukları gören Ebüzziya Tevfik, öteden beri bir kâmûsa olan ihtiyacı kavramış, gücü yettiğince bu eksikliği gidermek amacıyla Lûgat-ı Ebüzziya’yı hazırlayarak yayımlama gereği duymuştur.( Gür, 1998: 82) Ebüzziya Tevfik’in sözlüğü de Tanzimat sonrası döneme ait sözlüklerden biridir. İki ciltten ibaret olan ve birinci cildinin iki baskısı bulunan bu sözlüğün kitap şeklindeki ilk baskısı 1889, ikinci basımı, 1890/1891 tarihlerinde, “Matbaa-yı Ebüzziya”da yapılmıştır. Her iki baskıda da birinci cilt 600. sayfada bitmektedir. İkinci cildin kütüphanelerde bulunan nüshası 601. sayfadan başlayarak 712. sayfada “öd” maddesiyle sona ermektedir. (Gür, 1998: 83) Eserin başında uzunca bir “Medhal” (giriş) bölümü (17 sayfa) yer almaktadır. Bu bölümde dilimizdeki Arapça, Farsça gramer unsurları hakkında bilgi verildikten sonra “Elfâzımıza Da’ir Bazı Mülâhazât” bölümünde dilimizde kullanılan kelimeler ve alfabe hakkında bilgi verilir. “Alâmet-i Hareke” bölümünde ise sözlükte kullanılan harekeler anlatılır. Hemze’i Memdude başlığıyla sözlük başlar ve bu başlıkta diğer sözlüklerde olduğu gibi ( ) ﺍile başlanır. ( ) ﺍhemze, elif. Elifbâ-yı Arabi’de birinci harf. Ebced hesabında 1 adedine delalet eder. Daha sonra ( ) ﺁkullanımı hemze ile eliften oluşur şeklinde izah edildikten sonra ikinci kelime olarak âb ( ) ﺁﺏkelimesi verilir. Diğer taraftan, Millî Kütüphanede “E.H.T. 1948 A 3294” te kayıtlı ikinci cildin pek bilinmeyen ve bulunmayan değişik bir nüshası daha vardır. Diğerlerinden tam 40 sayfa fazla olan bu nüsha, 752.sayfada “fıkırdamak” kelimesiyle son bulmaktadır. (Gür, 1998: 84) Bu hâliyle de sözlük eksiktir. Bunun sebebini de yazarın torunu şu şekilde açıklar: “Yayımının durdurulmasına sebep Ebüzziya’nın devrinde “yasak olan kelimeler” üzerinde fazlaca durması ve bunları açıklarken Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi yazarlardan bol örnekler vermesidir. II. Cildi yavaş yavaş basarak cilt hâline getirmiş, ancak dağıtımını yapamadan sürgüne gönderilmiş (1889), matbaası basılarak kitap müsadere edilmiştir.” (Gür, 1998: 84) Eksikliklerine rağmen Ebüzziya Tevfik tarafından yazılan bu eser dönemi itibariyle gayretli bir çalışmanın eseridir. Tanzimat döneminde hız kazanan dilde sadeleşme ve dil eğitimi üzerine de eğilen Ebüzziya, Arnavutların Latin alfabesini kabul etmeleriyle ilgili tepkilere karşı düşüncelerini “Bir kavmi ma’arif-i lisâniyesinden mahrum etmeğe hiçbir hükümet-i muntazamada cevaz verilemez” şeklinde ifade etmiştir. (Gür, 1998: 74) Burada dikkatle üzerinde durulması gereken ifade “ma’arif-i lisâniye” tabiridir. Bugün bizim kullandığımız “dil öğretimi” teriminin bu dönemde kullanılmaya başlandığı ve devrin aydınlarınca ana dili öğretimi meselesinin ve yabancı dil öğrenmenin öneminin fark edildiğinin bir göstergesidir. Ebüzziya Tevfik dil öğrenimiyle ilgili görüşlerini İskoçyalı Mr. E.S.W. Gibb’in kendi kendine Türkçe öğrenip mektup yazmasını kabullenemeyenlere karşı yazdığı bir yazıda dile getirmiştir. Bunu eleştirenlere karşı Ebüzziya Mr. Gibb’in kendisine yazdığı mektubu aynen yayınlar ve gençlere şu tavsiyelerde bulunur: “Gençlerimiz bu hâle baksın da kendi lisânlarını tahsilde ne yolda davranmaları lazım geleceğini he- 263 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ sap etsin. Ve bugünkü günde fünûn-ı mütedâvileyi lâyıkiyla ittikan için bieyyi-hâl ecnebi bir lisânın tahsil-i vecaib-i ma’ariften bulunduğuna göre (…) ifham-ı meram derecesinde olmazsa istifham-ı ma’nâ edecek mertebede olsun İngiliz veya Fransız veya Almanca ve hatta Rumca öğrenmeye gayret eylesin. Ebüzziya Tevfik yazısının sonuna eklediği bir “haşiye” ile de ecnebi bir lisânın ciddi bir çalışmayla kendi kendine nasıl öğrenilebileceğine ilişkin görüşünü belirterek Mr. Gibb’in bu süre zarfında Türkçesini bir hayli ilerlettiğini belirtir. (Gür, 1998: 75) K AY N A K Ç A Agah Sırrı Levend, Şemseddin Sami, Ankara, 1969 Âlim Gür, Ebüzziya Tevfik Hayatı; Dil, Edebiyat, Basın, Yayın ve Matbaacılığa Katkıları, Ankara, 1998, 82. Ertuğrul Topbaş, 1875-1905 Yılları Arasındaki Sözlükler Üzerinde Bir İnceleme, Ankara, 1987, 104. (Yayınlanmamış Yüksek Lisâns Tezi) Lügat-ı Naci, İstanbul, 1987, (Haz. Faruk Kadri Timurtaş) Paşa Yavuzarslan, “Türk Sözlükçülük Geleneği Açısından Osmanlı Dönemi Sözlükleri ve Şemseddin Sâmî’nin Kâmûs-ı Türkî’si”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi 44, 2 (2004) s, 185-202. Recep Toparlı, “Lehçe-i Osmânî’deki Atasözleri” TÜBAR-XV/2004-Bahar, s. 32. SONUÇ Türk dilinin ilk sözlüğü Divan-ı Lügati’t-Türk’le başlayan sözlük yazıcılığımız Türk yazı dilinin tarihi gelişimi içerisinde çeşitli yazı dillerinde hazırlanmış sözlüklerle devam etmiştir. Arapça başta olmak üzere Farsça, Kıpçakça, İtalyanca, Almanca olarak hazırlanmış değişik sözlüklerle devam etmiştir. Türk edebiyatının ve dilinin önemli dönüm noktalarından olan Tanzimat döneminde dilin kurallarının belirlenmesi, sözlüğünün yazılması çalışmaları hız kazanmış ve böylece Batılı anlayışla sözlüklerin hazırlanması yaygınlaşmıştır. Türkçe kelimelerin madde başı alarak Osmanlı Türkçesindeki Türkçe söz varlığına da yer veren ve bu yüzden döneminde büyük ilgi gören eser Ahmet Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmânî’sidir. Ancak Türk dilinin bütün söz varlığını batı sözlükçülük anlayışına göre tertipleyen en gelişmiş sözlük Türk diline ve kültürüne önemli katkıları olan Şemseddin Sami’nin KâmûsTürkî adlı eseridir. (Yavuzarslan, 2004:200) Bunların dışında Mehmet Salahi’nin Kâmûs-ı Osmânî’si, Ebüzziya Tevfik’in Lûgat-ı Ebüzziya’sı gibi eserlerin Türk sözlükçülüğüne önemli katkıları olmuştur. 264 Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, İstanbul, 1989, . (Haz. Dr. Mehmet Emin Ağar) BİLDİRİ KİTABI II SEZAİ KARAKOÇ’UN EĞİTİME BAKIŞI – 2) : ÜNİVERSİTE1 SEZAI KARAKAOÇ’S VIEW ON EDUCATION - 2) : UNIVERSITY Recep DUYMAZ2 ÖZET ABSTRACT Sezai Karakoç, Cumhuriyet döneminde yetişmiş hem şair, hem düşünürlerimizden biridir. Onun şiir kitaplarının yanında deneme, eleştirme ve düşünce yazıları da vardır. Bu tür yazılarında din, dil, edebiyat, sanat, Doğu, Batı, birey, aile, toplum, devlet, kültür ve medeniyet gibi pek çok konunun yanında, eğitim ve öğretim gibi toplumu doğrudan doğruya ilgilendiren kavramları da ele almıştır. Onun ayırıcı özelliği, bu kavramlara ve eğitim kurumlarına gelenekten gelen birikimle yerli ve çağdaş bir açıdan bakabilmesidir. Sezai Karakoç’un eğitim anlayışının temelinde eğitimin “hedefli bir uğraş alanı” olduğu düşüncesi vardır. Onun eğitime dair düşüncelerinin metinlere dayalı olarak tespit edilmesi, hem onun sanatını daha yakından tanımamıza, hem ülkemizde hâlâ sürmekte olan edebiyat eğitimi arayışlarına bir ışık tutacaktır. Bu çalışmamızda eğitim sistemimizin daha ziyade üniversite dönemine dair düşünceleri üzerinde duracağız. Anahtar Kelimeler:Eğitim, eğitim kurumları, edebiyat, edebiyat eğitimi. Sezai Karakoç is among the poets and thinkers of Republican Era. Besides poems he has essays, reviews and criticism. commentaries and thought writings. In his writings he deals with such diverse topics as religion, language, East, West, individual, family, society, culture and civilisation as well as education and learning which concerns the society directly. What distinguishes him is that he is able to see those concepts and educational institutions from an indigenous and modern viewpoint fed by tradition. Sezai Karakoç’s conception of education is based on the idea that education is an “ engagement with a purpose”. Identification of his ideas on education based on texts will enable us not only to be familiar with his art but also shed light on the current pursuit for literature teaching. This study will focus on Sezai Karakoç’s opinions about university term (higher education) rather than our education system. Keywords: Education, educational institutions, literature, teaching literature 1 Bu çalışma, International Burch University’nin 17 – 19 Mayıs 2013 tarihleri arasında Saraybosna, Bosna Hersek’te düzenlediği Uluslar arası Türk Dili ve Edebiyatı Kongresi’nde bildiri olarak sunulmuştur. 2 Prof. Dr. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi, Edirne, [email protected] 265 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ Bir Cumhuriyet dönemi şair ve düşünürü olan Sezai Karakoç, edebiyatın çeşitli meselelerinin yanında eğitim, özellikle sanat ve edebiyat eğitimiyle de ilgilenmiştir. Bunların yanında ilk, orta, lise ve üniversite eğitimini konu edinen çok sayıda makale ve deneme de yazmıştır. Onları, 1) Eğitim sistemimizin ilk, orta ve lise dönemleri, 2) Eğitim sistemimizin üniversite dönemi, olmak üzere kabaca iki gruba ayırmak mümkündür. Birinci gruba dair görüşlerini, daha önceki bir çalışmamızda ortaya koyduğumuz için burada ikinci grupla, üniversite eğitimiyle ilgili düşüncelerini tespit etmeye çalışacağız3. Yazılarında medrese, darülfünun ve üniversite isimleri sık sık geçtiği için çalışmamıza bu kurumların eğitim tarihimizin akışı içinde ortaya çıkışlarını tarihlendirerek vermek suretiyle başlayacağız. Türk eğitim tarihinin Osmanlılar döneminde yüksek öğretim görevini medreseler yererine getiriyordu. İlki 1331 tarihinde İznik’te kurulmuş olan Medreseler, hem devlete memur yetiştiriyor, hem devlet ile halk arasındaki münasebetleri düzenleyen ulema/ aydın kesimin oluşmasına hizmet ediyordu. Osmanlı Devleti ile Avrupa arasındaki münasebetler, Haçlı seferlerinden itibaren XVII. yüzyılın sonuna kadar genelde “kuvvet muvazenesiyle” devam ede gelmiştir4. Bu yüzyılın sonlarında imzalanan Karlofça (1699) Anlaşması’yla ise denge, Osmanlı Devleti’nin aleyhine bozulmaya başlamıştır. Devletin yöneticilerine göre bunun sebebi, ordumuzun Avrupalı devletlerin orduları karşısında eğitim ve askerlik teçhizatı bakımından donanımsız olmalarıydı. Bunun doğal bir sonucu olarak Osmanlı Devleti’nin yöneticileri, on sekizinci yüzyılın başlarından itibaren öncelikle askerlik alanındaki ihtiyaçları karşılamak maksadıyla yeni eğitim kurumları açmak ihtiyacını duymaya başladılar. Onlara 3 Recep Duymaz, “Sezai Karakoç’un Eğitime Bakışı: I) İlk, Orta ve Lise”, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Y. 4, S. 8, ( İstanbul), Temmuz – Aralık 2012, s. 7 – 16. 4 Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, YKY İstanbul 2006, s. 53. 266 göre bu yeniliklerin başında ordumuza cephelerde savaş kazandıracak “metot ve teknik”leri öğretecek yeni okulların açılması geliyordu. Bu durumda medreseyi, program ve yönetim bakımından güncelleyerek o ihtiyaçları karşılayacak duruma getirmek yerine, medresenin yanında öncelikle askerlik alanında Batı tarzı yeni yüksek öğretim kurumları açmaya başladılar. Bu yolla eğitim tarihimizde bir ikiliği başlattılar. Ülkemizde yükseköğretimle ilgili okullaşmanın zamandizinini/ kronolojisini, yeni kurumların sadece adlarını, tarihlendirerek, yazmak suretiyle şöyle gösterebiliriz: 1776: Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun açıldı. Daha sonra Mekteb-i Bahriye-i Şâhâne adını aldı. Günümüzde Deniz Harp Okulu adıyla devam etmektedir. 1795: Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun açıldı. 1827: Tıphâne-i Âmire ve Cerrahhâne-i Mamure açıldı. 1834: Mekteb-i Fünûn-ı Harbiye açıldı. Günümüzde Kara Harp Okulu adıyla devam etmektedir. 1839: Tıphâne-i Âmire ve Cerrahhâne-i Mamure, yeniden düzenlendi. Bu mektepler, askerlik eğitimi alanındaki ihtiyaçları karşılamaya çalışmakla beraber, devlet yönetiminde ihtiyacı duyulan nitelikli memur yetiştirmeye de gayret etmişlerdir. D A R Ü L F Ü N U N U N O RTAY A Ç I K I Ş I On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Batılı tarzda program uygulayan askerlik alanındaki bu yüksek okulların yanında, sivil darülfünun/üniversite arayışları da başladı. Arayışlar devam ederken yine medreselere dokunmadan onların yanında çeşitli alanlarda yüksek öğretim veren ve darülfünun adıyla anılan eğitim kurumları açma düşüncesi ortaya çıktı. O düşünceyle yapılan çalışmaları da sadece tarihlendirerek şöylece gösterebiliriz: BİLDİRİ KİTABI II 13 Mart 1845: Muvakkat Maarif Meclisi kuruldu, darülfünun açmaya teşebbüs edildi. 1846: Daimî Maarif Meclisi kuruldu. Darülfünun binasının inşaatı başladı. 1859: Mülkiye Mektebi İstanbul’da açıldı. 1936’da Ankara’daki binasına taşınmış, 1938’de Siyasal Bilgiler Okulu, 1950 tarihinde de Siyasal Bilgiler Fakültesi adını alarak Ankara Üniversitesi’ne bağlanmıştır. 13 Ocak 1863: İlk darülfünun açıldı. Burada dersler serbest bir şekilde halka açık olarak veriliyordu. Sınavla alınmış devamlı öğrencisi yoktu. 6 Mart 1865: Darülfünun binasının inşaatı tamamlandı; ancak darülfünun için büyük olduğu görülünce bina, Maliye Nezareti’ne verildi. 26 Mart 1865: Darülfünun için daha küçük bir binanın inşaatına başlandı. 1867: Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne içinde, Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye/Mülkiye Tıp Mektebi kuruldu. 1 Eylül 1868: Mekteb-i Sultanî/Galatasaray Lisesi açıldı. 1869: Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yayımlandı. Bu nizamname, bir darülfünun kurulmasını öngörüyordu: “Madde: 79: İstanbul’da Darülfünun-i Osmanî adıyla bir yüksek okul kurulacaktır”. 1869: Darülfünun binasının inşaatı tamamlandı. Bu bina bugün, İstanbul’da Çemberlitaş’ta Basın Müzesi olarak kullanılmaktadır. 20 Şubat 1870: İkinci kez Darülfünun-ı Sultanî açıldı. Açılış toplantısında Maarif Nazırı Safvet Paşa, Münif Paşa konuştular. Müdürlüğüne Hoca Tahsin Efendi getirildi. Bin civarında başvuran aday arasından sınavı kazanan 450 öğrenciyle derslere başladı5. 1874: Üçüncü kez Dârülfünûn-ı Sultanî, Mekteb-i Sultanî içinde açıldı. Hukuk, Mühendislik ve Edebiyat şubelerinden oluşuyordu. 1876: Darülfünun-ı Sultanî halka tanıtıldı. 1877: Dârülfünun-ı Sultanî’de eğitime ara verildi. 1880: Mekteb-i Hukuk-i Şâhâne açıldı. Hukuk Fakültesi adıyla günümüze kadar geldi. 1883: Hendese-i Mülkiye, Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun içinde açıldı. Hendese-i Mülkiye, Mühendis Mekteb-i Âlisi, Yüksek Mühendis Mektebi, Yüksek Mühendis Okulu ve nihayet 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesi adını aldı. 5 Hasan Ali Koçer, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu, M. E. B. Yayınları, İstanbul 1992, s. 109. 1883: Sanayi-i Nefise Mektebi açıldı. Cumhuriyet döneminde Güzel Sanatlar Akademisi adını aldı. 1982’de Mimar Sinan Üniversitesi oldu. 1883: Ticaret Mekteb-i Âlisi açıldı. Cumhuriyet döneminde önce Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebi, sonra İstanbul İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi adını aldı. 1982’de Marmara Üniversitesi oldu. 1889: Mülkiye Baytar Mektebi açıldı. 1891: Halkalı Ziraat ve Baytar Mekteb-i Âlîsi açıldı. 1 Eylül 1900: Dördüncü kez Darüfünun-ı Şâhâne açıldı. Ulûm-ı Âliye-i Diniye, Ulûm-ı Riyâziye ve Tabiiye ve Edebiyat olmak üzere üç şubesi bulunuyordu. 1924’te İstanbul Darülfünunu adını aldı. 1909: Darülfünun-ı Şahane, İstanbul’da Vezneciler’deki Zeynep Hanım Konağı’na taşındı. 1909: Eczacı Okulu açıldı; 1962’de Eczacılık Fakültesi oldu. 1909: Dişçi Mektebi kuruldu. 1910: Orman Mekteb-i Âlîsi kuruldu. 1911: Kondüktör Mekteb-i Âlîsi açıldı. 1937’de Yıldız Teknik Okulu, 1982’de Yıldız Üniversitesi’ne dönüştü. 1913: Darülfünun-ı Şahane, İstanbul Darülfünunu adını aldı. 1916: İstanbul Darülfünunu, özerk oldu. 16 Eylül 1921: İstanbul Darülfünunu’nda kız erkek öğrenciler birlikte okumaya başladılar. 3 Mart 1924: Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildi. 21 Nisan 1924: Bakanlar kurulu, İstanbul Darülfünunu için hazırladığı 52 maddelik Talimatname’yi kabul etti. 1925: Ankara’da Hukuk Mektebi açıldı. 1946’da kurulan Ankara Üniversitesi’ne Hukuk Fakültesi olarak katıldı. 31 Temmuz 1933: İstanbul Darülfünunu kapatıldı6. 1 Ağustos 1933: İstanbul Üniversitesi açıldı7. 6 Bu zamandizini/kronoloji, şu kaynaklardan derlenmiştir: Ekmeleddin İhsanoğlu, “Darülfünun Tarihçesine Giriş İlk İki Teşebbüs”, Belleten, C. LIV, Sayı: 210, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, Ağustos 1990, s. 699 – 785; “ Darülfünun Tarihçesine Giriş: II) Üçüncü Teşebbüs: Darülfünun-ı Sultanî”, Belleten, C. LVII, Sayı: 218, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, Nisan 1993, s. 201 – 239; Emre Dölen, Türkiye Üniversite Tarihi 1, Osmanlı Döneminde Darülfünun, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2009, s. 241 – 245. 7 Üniversitenin kuruluşuyla ilgili güncel bir çözümleme için bkz. Ferhan Girgin Sağın, “1933’te Ne Oldu? 2011 Türkiye’sinden ‘son Devrim’in Çözümlenmesi”, Uluslararası Yükseköğretim Kongresi, Bildiriler Kitabı, cilt 2, İstanbul 2011, s. 1245 – 1252. 267 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Bugün ülkemizdeki üniversiteler bu tarihsel ve toplumsal birikime dayanır, dayanmalıdır. Açılacak her üniversite, fakülte, yüksekokul, içerik ve yapısı bakımından bu asırlık çınarın yeni bir filizi ve dalıdır. İstanbul Üniversitesi’nin açılış töreninde Maarif Vekili Reşit Galip bir konuşma yaptı, üniversitenin vasıflarını anlattı. Ona göre üniversitenin vasıfları şunlardır: - Millî olmak, - İnkılâpçı olmak, Edebiyat ve Hukuk Fakültelerinin programları, bu iki esasa göre düzenlenmelidir. - Türk İnkılâbı Enstitüsü, üniversitenin en mühim cihazı olmak, - Gençliği, kaybedilmiş asırları kazandıracak şekilde yetiştirmek8. Eğitim tarihçilerinin yaygın kanaatine göre darülfünundan üniversiteye geçiş, sancılı olmuştur9. O sancıların başında, alanında yetkin bazı hocaların siyasal nedenlerle kadro dışında bırakılmaları gelir. B A Z I Y Ü K S E KÖ Ğ R E T İ M K U RU M L A R I Sezai Karakoç, üniversiteyle ilgili yazılarında ülkemizdeki yükseköğretim kurumlarının kuruluşlarını, medreseden darülfünuna, darülfünundan üniversiteye ne zaman ve nasıl geçtiklerini anlatmaz, bir şair/düşünür olarak aslında anlatması da gerekmez. O, bazı yükseköğretim kurumlarımızın daha ziyade vizyon, misyon ve programlarının içerikleri ile genel anlamda üniversitenin ne olduğu üzerinde düşüncelerini yazmıştır. Onun yükseköğretim kurumlarıyla ilgili yazılarını, 1) Mevlana Enstitüsü, 2) Vehimler Üniversitesi, 3) Mülkiye’ye Serenat, 4) İlahiyat Fakültesine Mersiye, 5) Üniversitede Bunalma ve 6) Üniversite I – IV şeklinde sıralayabiliriz. Sezai Karakoç, “Mevlâna Enstitüsü” adlı yazısında Mevlana’nın en büyük eseri olan Mesnevi’nin “ken8 Ali Arslan, Darülfünun’dan Üniversite’ye, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1995, s. 359. 9 Ali Arslan, a., g., e, s. 327 - 391. 268 dine mahsus bir Kur’an tefsiri” olduğunu ifade eder. On üçüncü yüzyılda Batı’dan Haçlı, Doğu’dan Cengiz saldırıları karşısında İslâm dünyasının bir yıkılışa doğru gittiği tespitini yapar. Bu yıkılış, insanları “kuşku ve tereddüt”e sevk ederek daha ziyade manevi alanda yaşanmıştır. “Mesnevi, İslâm dünyasının siperi olan Anadolu’ya” böyle bir zamanda gelmiş ve o durumu, kader şartına bağlayarak “aşk ve vecd”le karşılanmasını sağlamıştır. Bu yolla o, Anadolu insanını yeni bir hamleyle “yeni devlete, yeni hayata, canlı bir medeniyet kıvamına” getirmiştir. O hamle ve atılış, “İslâm’ı bu günlere kadar diri ve sağlam olarak” ulaştırmıştır. Yazarımız, geçmişte Anadolu’ya ruh ve can veren Mesnevi’nin modern zamanlarda da manevi bakımdan bir kurtarıcılık görevinin bulunduğunu düşünür. O da bir yandan Haçlı’nın yenisi Batı’nın, bir yandan da Cengiz’in yenisi komünizmin düşünsel saldırılarına karşı koruyuculuk görevidir. Karakoç, Mevlâna’nın Mesnevi’yi Farsça yazmasını, onun bir kerameti olarak görür. Mesnevi’yi eğer Türkçe yazsaydı, zamanla eski bir edebiyat eseri durumuna gelecek ve “sadece öğrenim alanı içinde kapalı bir hayatla çevrili olarak” kalacaktı. Mesnevi, Farsça yazılmakla bir yandan Anadolu’nun dışındaki dünyaya da seslenme imkânını bulmuş, bir yandan da her yüzyılın canlı Türkçesine çevrilerek çağdaş kalmaya devam etmiştir. Yazarımız, yüzlerce yıldan beri yapılan Mesnevi tercüme ve şerhleriyle her karşılaşmamızda “canlı bir kerametin diriltici, serin bâd-ı sabâsını yüzümüzde” duyduğumuzu ifade eder10. Mesnevi tercüme, şerh ve okumalarının halkın, “kendi enerjisiyle ve ruh kudretiyle ortaya koyduğu verimler” olduğunu söyleyen Karakoç, “Halkın ve devle10 Mesnevi’nin başlıca manzum çevirilerini şöyle sıralayabiliriz: Muînî, Ma’nevî-i Murâdî, Cambridge Nüshası, istinsah tarihi: 840/1436; Bursa Halk Kütüphanesi Nüshası, Eski Eserler Ulu Camii, nr. 1665, istinsah tarihi: 841/1437; Rûşenî, Çobannâme, 15. yy.); Cevrî Dede, Hall-i Tahkîkat; Ayne’l Füyûzât (17 yy.); bu iki tercüme birlikte basılmıştır: Takvîmhâne-i Âmire, İstanbul 1269/1853; Şeyh Nazmî-i Halvetî, Sırr-ı Mesnevî, 1087/1676; Süleyman Nahifî, Mesnevî Tercümesi, 1730; basılışı: Kahire 1851; Hayri, Mesnevî-i Şerîf Tercümesi, Mahmut Bey Matbaası, İstanbul 1308/ 1890; Feyzullah Sacit Ülkü, Mesnevî-i Şerîf Manzum Tercüme, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1945; Mehmet Faruk Gürtunca, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Mesnevî, Ülkü Yayınevi, İstanbul 1963; Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, Mesnevi (Kendi vezniyle manzum tercüme), Ötüken Yayınevi, İstanbul 1972. Faruk K. Timurtaş, “Mesnevi’nin İlk Manzum Çevirisi”; Hasibe Mazıoğlu, “Mesnevi’nin Türkçe Manzum Tercüme ve Şerhleri”; Hazırlayan: Mehmet Önder, Uluslararası Mevlânâ Semineri (15 – 17 Aralık1973) Bildiriler; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1973, s. 258-267, s. 275-296. BİLDİRİ KİTABI II tin bütün imkânlarından faydalanan üniversitenin ise, Mevlânâ gibi dünya çapında bir veli, bir aşk adamı, bir şair, bir idealist insan, bir İslâm önderi için hangi etütle karşımıza çıkmıştır?” diye sorar. Ona göre, “Vakit kaybetmeden Edebiyat Fakültesine bağlı bir Mevlâna Enstitüsü kurmamız ve bir Mesnevi Kürsüsü’nü açmamız lâzımdır. Böyle bir teşebbüs üniversitemizin şahsiyetini bulmaya ve kültürümüzün yeniden çağa hitap edebilecek bir diriliğe kavuşmaya başladığına belli başlı bir işaret olacaktır”11. Yazarımız, bu yazısının yanında daha sonra, Mevlana ve eserlerini konu edinen ayrı bir kitap da yazmıştır12. Sezai Karakoç, “Vehimler Üniversitesi” başlıklı yazısının daha başında her memleketin birinci bilim ve kültür “müessesesi”nin üniversite olduğunu yazar. Üniversite, ülkenin hem fen, hem sosyal alanlardaki problemlerinin çözülmesinde birinci derecede söz sahibi olan bir kurumdur; ancak o, bu yetkiyi alabilmek için her iki alanda bol miktarda orijinal eser vermiş olmalıdır. Bunların yanında ürettiği bilgi ve düşünceyle yeni nesillere “ışık” tutmalıdır. Karakoç, üniversitelerimizin gelişimini bu açıdan değerlendirir ve “tercümeci üniversite”den “telifçi üniversite”ye henüz geçemediklerini düşünür. Üniversitelerimizin gelişme Çizgisi: Üniversitelerimizin “tercümeci üniversite” aşamasında kalmalarının temel sebebi, “ilim ocağı” olmak yerine, “siyaset ocağı” olmayı tercih etmeleridir. Bunun doğal bir sonucu olarak üniversitelerimizde iki grup hoca vardır: 1) 18. yüzyıl Batı düşüncesinin seviyesini aşamamış grup, 2) Marksizm’e kurban olmuş grup. Bu iki grup hocanın ortak özelliği, yerli kültürü11 “Mevlâna Enstitüsü”, Babıalide Sabah, 21 Aralık 1967; Günlük Yazılar II, Diriliş Yayınları, İstanbul 1989, s. 44 – 46. Sezai Karakoç’un bu arzusu, 22 Ağustos 2010 tarih ve 27680 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren bir kanunla Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü’ne bağlı Mevlâna Araştırmaları Enstitüsü’nün kurulmasıyla gerçekleşmiştir. 12 Sezai Karakoç, Mevlana, Diriliş yayınları, 4. Baskı, İstanbul 2006, 94 s. müzü “ilkel” görmeleridir. Onlar mensubu olduğumuz İslam medeniyeti üzerinde durmazlar; hatta onu üzerinde durmaya değer bile bulmazlar. Bu noktada Batı’dan bile daha Batıcıdırlar… Onlar İslam üzerine birkaç satır yazanları, hele onu sevdirerek anlatmaya çabalayanları görünce derhal ayağa kalkar, “irticaın hortladığı” ve “inkılâpların elden gittiği” yaygarasını basarlar. Böyle davranmalarının sebebi, vicdanların sesi olmanızdır. Belki onların unuttuğu, hatırlamaktan rahatsızlık duydukları sesi, onlara hatırlattığınız için hemen üzerinize yürür ve sizi susturmak isterler. İnsanları “taklit”e değil, “ibdaa” çağırdığınız, yangın yerine çevrilmiş yerli kültürü yeniden kurtarmaya ve diriltmeye çabaladığınız için sizi “ihtilalcilik”, “ayaklandırma” ve benzeri yollarla suçlamaya, susturmaya kalkarlar… Karakoç soruyor: Onlar düşünce alanında bizi yargılama yetkilerini nereden alıyorlar? Yetiştirdikleri bilginler, yazdıkları eserlerden mi? Öyleyse dünyaca tanınan bilginleri, düşünürleri kimler? Tarih, edebiyat, tıp ve başka alanlarda yazdıkları dünyaya mal olmuş eserleri hangileridir? Sezai Karakoç, bu sorularıyla eğitim tarihimizde bir türlü açıklığa kavuşturulamayan bir ölçme ve değerlendirme sistemi getiriyor. O sistemin özü, bir öğretim üyesinin, hem kendisini, hem eserlerini, dünyanın öteki ülkelerindeki üniversitelerde aynı işi yapan öğretim üyesi ve eserleriyle karşılaştırmasıdır. Bu karşılaştırmada başarı ölçüsü, onları aşmaktır. Yukarıda üniversitelerimizde bulunduğunu söylediğimiz iki grup hoca, böyle bir karşılaştırma yapmak gücünü kazanmaya çalışacaklarına, yerli kültümüzü kendi imkânlarıyla diriltmeye çabalayan bilgin, düşünür ve sanatçıları susturmak için “titr ve imzalarını” cömertçe kullanırlar13… “Mülkiye’ye Serenat” başlıklı yazısında Karakoç, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni ele alır. Bu fakültenin öbür fakültelere göre bir ayrıcalığı vardır ki o da “dinamizm”dir. Ancak bu dinamizm, toplumumuzu daima canlı tutan, kalkındıran ve ileriye götüren yolda bir canlılık değil, onun hastalığını en açık bir şekilde ortaya koyan bir hareketliliktir. Osmanlı 13 Sezai Karakoç, “Vehimler Üniversitesi”, Babıalide Sabah gazetesi, 14 Ocak 1968; Günlük Yazılar II, Sütun, 4. Baskı, İstanbul 1989, s. 88 – 89. 269 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Devleti’nin henüz “büyük devlet” unvanını koruduğu yıllarda (1859) kurulmuş olan Mülkiye, “büyük devlet düşüncesi”ni kaybettikten sonra, küçük bir devrimciliğin gösteri alanı olmuş, daha da gerileyip giderek dar bir ideolojinin militan ocağı durumuna düşmüştür. Mülkiye’nin gerileyişi: Temelleri, büyük devlet geleneğimizin canlı olduğu dönemlerde atılmış Mülkiye’nin bu gittikçe küçülen gerileme çizgisi üzerinde, başta eğitimciler olmak üzere, sorumluluk duygusuna sahip herkesin düşünmesi gerekir. Bu noktada sadece gençleri suçlamak, kimseyi sorumluluktan kurtaramaz. Karakoç’a göre Mülkiye’nin ana karakteri, “avangart gençliğin yuvası” olmasıdır. Ancak buradaki avangartlık, sözlükteki basit anlamını, yazarımızın “orijinallik, snobluk, dinamiklik, isyan, serüvencilik, küçük zalimlik, aşırı duyarlık” anlam birimcikleriyle zenginleştirdiği bir avangartlıktır. Onun benzetmesiyle söyleyecek olursak “baba ile oğul kavgasında oğul yanı” tarzında bir yenilik ve öncülüktür. Mülkiye’nin bir “aile olma” özelliğine sahip olması, onu diğer fakültelerden ayırmış ve öncülük vasfını kazanmasına sebep olmuştur. Ona göre Mülkiye’nin ana karakterinin üç özelliği vardır: 1) Pozitif olmak, 2) Nötr olmak, 3) Negatif olmak. Pozitif olmak özelliği, yenilik özlemidir. Bu fakültenin hocaları ile öğrencileri, daha başlangıçta bir yenilik ve öncülük içindedirler. Köklü bir tarihe sahip olmaları, Batı’yla devamlı bir temas halinde bulunmaları, siyasetin merkezinde yer almaları ve sosyal değişmeleri yakından takip edebilmeleri onlara bu özelliği kazandırmıştır. Nötr olmak özelliği, Mülkiyelilerin hem olumlu, 270 hem olumsuz yönde değişmeye elverişli olmalarıdır. Bu özelliği, kuruluş köklerine kadar geri götürülebilir. Mülkiye, Tanzimat döneminde kurulurken, bir yandan devletin kadim geleneğini devam ettirmek, bir yandan da devletin fertle münasebetlerinde Batılı tarzda bir yenilik getirmek düşüncesi vardı. Negatif olmak özelliği, belli bir dünya görüşüne, daha doğrusu, köklerimizden tüten yeni bir dünya görüşüne bir türlü ulaşamamasıdır. Bunun için gerekli sabır, bilgi, beceri ve tecrübeye sahip olduklarını gösterememeleridir. Eleştirel düşünme alışkanlığını edinememek ve propagandaya açık olmak onların bu negatif özelliği edinmelerini kolaylaştırmıştır. Mülkiye’nin devamı olan günümüzdeki Siyasal Bilgiler Fakültesi de toplumun içindedir ve onun ayrılmaz bir parçasıdır. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak ondan gelen etkilere tepki vermekte veya kendisi de toplumu etkilemektedir. Devletin Mülkiyeli gençleri ezmesi nasıl yanlış ise, onların da geleneği olan bir devlet ile töresi bulunan bir toplumu, kaynağı belli olmayan bir anarşizm akımıyla sarsmaya ve huzurunu bozmaya hakkı olmamalıdır. Mülkiye, bilim üretmeyi bir yana bırakmış, boykot, işgal ve yürüyüşleriyle toplumu dönüştürme yoluna sapmıştır. O, bu davranışıyla organları çalışamayan, buna rağmen zorla harekete geçmeye çabalayan kötürüm bir vücut gibidir. Bu yüzden onun, içinde doğup büyüdüğü topluma ve dış dünyaya uyum sağlayamaması doğaldır. Karakoç, koca bir imparatorluk kurumu olan Mülkiye’den “gelenek namına kala kala, Meşrutiyet’in getirdiği, “inek bayramı” adlı totemik bir şölen’in kaldığını söyler14. Bu fakültede köklü bir reform gerektiğini ifade ettikten sonra, Türk toplumunun medeniyet alanına “ilk çıkan bir Afrika kabilesi” olmadığını söyler. Onun gözünde bu fakültenin misyonu şu olmalıdır: “ Siyasal Bilgiler Fakültesi, kendine mahsus gelenekleri, ağırbaşlılığı olan bir fakülte, bir ilim ve ide14 “Mülkiye’ye Serenat”, Babıalide Sabah, 3 Mayıs 1968; Günlük Yazılar II, Diriliş Yayınları, İstanbul 1968, s. 307 -309. Mülkiye Mektebi, ilk kez 1859’da İstanbul’da kurulmuş, 1936 tarihinde Ankara’daki kendi binasına taşınmıştır. 1938’de Siyasal Bilgiler Okulu, 1950’de Siyasal Bilgiler Fakültesi adını alarak Ankara Üniversitesi’ne bağlanmıştır. “İnek Bayramı” geleneği için bkz. Şehmus Güzel, “Mülkiye’de İnek Bayramı”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Temmuz – Aralık 1982, (Ankara) 1982; Mülkiye Dergisi, nr. 237, Kasım - Aralık, (Ankara) 2002. BİLDİRİ KİTABI II al ocağı olmalıdır. Ortadoğulunun siyasî atitüdü bu ocakta şekil almalı, maya tutmalıdır. Bu fakülte bütün dünyada saygı uyandıran ve dünya sorumluluğunu omuzlamaya tam bir aşkla hazırlanan gerçek Ortadoğu aydınlarının, Müslüman entelektüellerinin ilim, ahlâk ve inanç yuvası haline getirilmelidir”. Aynı yıllarda Mümtaz Turhan da Mülkiye’nin durumuna temas etmiştir: “Bir defa Ankara’daki Siyasal Bilgiler Fakültesi varlığını eski, tarih şuuru kuvvetli olan her vatandaşta muhakkak iyi hisler uyandıran Mülkiye’ye borçludur. Hakikatte Mülkiye, bu memlekette tarihî vazifesini şerefle ifa etmiş, büyük hizmetlerde bulunmuş nadir müesseselerimizden biri idi. Fakat maalesef her tarihî müessese gibi Mülkiye de memleketin gelişmesinden doğan yeni ihtiyaçlara ayak uyduramamış, eski bir yüksek okul hüviyetini muhafaza ederek modern bir cemiyetin çok muhtaç olduğu, ihtisasa dayanan bilgilerle ve ilim zihniyetiyle mücehhez idare adamları yetiştiremez olmuştu. Fevkalade ince ve teferruatlı bir ihtisasa dayanan modern bir cemiyette devlet işlerinin aksamadan objektif bir tarzda isabetle yürütülebilmesi için ilim kafasına, ilim zihniyetine lüzum vardır. (…) Her ne kadar Mülkiye başlangıçta, kuruluşunun ilk devrelerinde Türkiye’nin modernleşmesinde mühim rol oynayan münevverler yetiştirmiş ise de, sonradan mevzuat bilgisini ilim sayan, birçok ilim dallarından edinilmiş malumatın rahatlığıyla her şeyi bildiğine inanan, devlet gücü ve idarî maharetle her meselenin halledilebileceğini düşünen memur tipini yetiştirmeye başlamıştır15. B A Ş Ö RT Ü S Ü N Ü N Ü N İ V E R S İ T E N İ N G Ü N D E M İ N E GİRMESİ Yüksek öğretim tarihimizde ilk ilahiyat fakültesi, bazı milletvekillerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bir kanun teklifiyle başvurmaları üzerine Ankara Üniversitesi’ne bağlı olarak 4 Haziran 1949 tarihinde açılmış ve 21 Kasım 1949 tarihinde de öğretime başlamıştır. Lise üzerine dört yıl süreli olarak kurulan fakül15 Mümtaz Turhan, Üniversite Problemi, Yağmur Yayınları, İstanbul 1967, s. 65. tenin ilk yıllarındaki ders programı şöyledir: “Kur’an ve İslam dini esasları, tefsir, hadis, İslam hukuku, kelam ve mezhepler tarihi, tasavvuf tarihi, felsefe – mantık, İslam felsefesi, dinler tarihi, İslam tarihi, din psikolojisi, din sosyolojisi, İslam sanatları tarihi, Arapça, Farsça, klasik dinî Türkçe metinler, paleografi, pedagoji. Zaman zaman yeni program denemeleriyle gelişmeler kaydeden fakülte giderek kendi öğretim elemanlarını yetiştirmiş, daha sonraki yıllarda diğer fakültelere de akademik personel vermiştir”16. Bu programı uygulayan fakültede okuyan kız öğrencilerden isteyenlerin başörtüsüyle derslere girmeleri olağan karşılanması gerekirken, bu fakültede böyle olmamıştır. 11Nisan 1968 tarihinde Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, derslere başörtüsüyle giren Hatice Babacan ve onu destekleyen Mustafa Demirsoy adlı öğrencileri fakülteden uzaklaştırma kararı almıştır. Konu, dönemin basınına da geniş bir şekilde yansımıştır. Bir fikir vermek üzere sadece birkaç haberi örnek vermekle yetinelim: “İki öğrenci İlahiyat Fakültesi’nden tardedildi. Kararı protesto eden öğrenciler derslere girmiyor. İlahiyat Fakültesi’nde okuyan Hatice Babacan ile Mustafa Demirsoy adında iki öğrenci, fakülteden uzaklaştırılmış ve Mahmut Baykam adında başka bir öğrenciye de 15 günlük “tard” cezası verilmiştir. Fakülte Yönetim Kurulu’nun bu kararını protesto için, öğrenciler dün öğleden sonra derslere girmemişler ve Fakülte önünde toplanmışlardır. Öğrenciler, “Arkadaşları Fakülte’ye tekrar alınmadığı takdirde derslere girmeyeceklerini” söylemişlerdir. Öğrenciler arkadaşları Hatice Babacan’ın “başını açmadığı” ve Mustafa Demirsoy ile Mahmut Baykam’ın da “Hatice’yi profesörlerin baskısına karşı korudukları” gerekçesiyle cezalandırıldıklarını iddia ederlerken, Fakülte Dekanı Hüseyin Yurtaydın, bu öğrencilerin “öğretmenlerine hakaret ettiklerini ve Yönetim Kurulu Kararı’yla cezalandırıldıklarını” söylemiştir”17. “Tesettürü suç sayan İlahiyat Fakültesi hüviyetini ortaya koydu. Başörtülü ders takip ettiği için fakülte16 Halis Ayhan, “İlahiyat Fakültesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 22, İstanbul 2000, s. 71. 17 Cumhuriyet gazetesi, 12 Nisan 1968, s.1 271 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ den uzaklaştırılan kız talebenin durumu, hak ve hürriyetlere hürmetkâr herkesi üzdü. Babacan’ın kovulma hadisesi infiale sebep oldu”18. Olay, sonraki günlerde de çeşitli başlıklarla basına yansımaya devam etmiştir: “İlahiyat Fakültesi’nde olaylar çıktı”, “İlahiyat Öğrencileri Boykota başlıyor”, “İlahiyat Fakültesi’nde protesto orucu başladı”, “Başörtülü kız öğrencilerin sayısı arttı”, “İlahiyat Fakültesi’nde boykotçular yeni şartlar öne sürdüler”, “İlahiyat Fakültesi Dekanı istifa etti”. Olayların büyüyerek devam etmesi üzerine, Ankara Üniversitesi Yönetim Kurulu, İlahiyat Fakültesi’nde derslerin 31 Mayıs’a kadar tatil edilmesine karar verir: “Ankara Üniversitesi Yönetim Kurulu, İlahiyat Fakültesi’nde derslerin 31 Mayıs akşamına kadar geçici olarak tadil edilmesini kararlaştırmıştır. Yönetim kurulu, dünkü toplantısında, İlahiyat Fakültesi’nde cereyan eden olaylarla, başlangıcından bu yana süregelen gelişmeleri gözden geçirmiş, tatil kararından başka şu kararları almıştır: 1) Öğrencilerin haklarının zayi olmaması için dersler ve imtihanlar hakkında alınacak tedbirler ve kararlar, ayrıca bildirilecektir. 2) Fakültedeki her durumun her yönüyle ayrıca incelenmesi hususu Ankara Üniversitesi Senatosu’na teklif edilecektir. 3) Görevinden affı dileğinde bulunan Dekan’ın bu isteği üzerine bir işlem yapılmasına lüzum görülmemiştir. 4) Bundan böyle basına sıhhatli haberler verilmesi ve kamuoyunun gereği gibi aydınlatılması rektörlükçe yapılacak açıklamalarla sağlanacaktır”19. İlahiyat Fakültesi, bütün bu olaylardan sonra kendisini yaklaşık bir ay kapatma kararı almıştır. Sezai Karakoç, bu karar üzerine “İlahiyat Fakültesi’ne Mersiye” başlıklı bir yazı yazmış, hem bu olayları, hem fakülteyi değerlendirmiştir. Yazısına, “Örtündü, nihayet örtündü” kelimeleriyle başlayan yazarımız, bir kız öğrenci, İslam törelerine göre başını örtüp derslere girmesin diye İlahiyat Fakültesi’nin, “küfür” kelimesinin lügat anlamına büründüğünü ve kendisini “örttü”ğünü ifa18 Babıalide Sabah gazetesi, 13. 04. 1968, s. 1 19 Cumhuriyet gazetesi, 30 Nisan 1968, s. 1 272 de etmiştir. Ona göre fakülte yönetiminin gözünde iki kötü davranış vardır. Birincisi, bir kız öğrencinin başını örtüp derslere girmesi, ikincisi, birçok profesörün yüzlerce öğrenciye bir ay ders vermemesi. Öyle görünüyor ki, ikincisini tercih ettiği için, fakülte yönetimine göre, o daha az kötüdür! İlahiyat Fakültesi’nin “dinî gelişme tarihi”mizin önemli bir döneminde açıldığını ifade ettikten sonra, bir bakıma, onun görevlerini anlatır. Ona göre İlahiyat Fakültesi’nin görevlerini iki noktada toplamak mümkündür: 1) Doğru ile yanlışı ayırmak: Cumhuriyet tarihimizin tek partili döneminde din, eğitim, sanat ve edebiyat başta olmak üzere pek çok kuruma müdahaleler oldu, onlar yeni rejimin ilkelerine göre yeniden dizayn edilmeye çalışıldı. Sonunda sapla saman birbirine karıştı. Doğruyu bulmak zorlaştı. Böyle bulanık bir bilimsel ve düşünsel ortamda doğan İlahiyat Fakültesi’nin ilk işi, eline bir meşale alıp kendi alanındaki doğru ile yanlışı ayırmak ve isteyenlere göstermekti. 2) Kendi doğrularını anlatmak: İlahiyat Fakültesi, başta İslam bilimleri olmak üzere, toplumumuzu oluşturan bütün tarihsel birikimimizi, sanat, edebiyat ve estetik bir yolla, yeni bir aşk ve heyecanla gençlere anlatabilirdi. “Yeni bir aşkla, İslam ahlakının yüceliğini gençlere yeni baştan aşılayacak bir ekolün kurucusu olabilirdi”. Karakoç, daha da ileri giderek bu fakültenin “ruh akıncısı” ve idealist bir kütlenin “birinci ana kucağı” olma görevini yerine getirebilmeliydi, şeklinde düşünür. Başörtüsünün 1400 yıldan beri uygulanan bir içtihat olduğunu bildiren yazarımız, İlahiyat Fakültesi’nin bu konuda bir makale bile yazmadan, bu içtihadı “bir kalemde çiğnediği”ni, “haklı tepki”yi görünce de kızıp kendisini bir aylığına kapattığını dile getirir. Fakültenin bu davranışını, tavşanın dağa küsmesine benzetir. Karakoç, eleştirilerini dile getirmekle kalmaz, BİLDİRİ KİTABI II fakültenin neler yapması gerektiğini de gösterir: Başörtüsü meselesi ilk gündeme geldiğinde ilâhiyat fakültesi, “münazaralar yapmak”, “makaleler yazmak” ve “bilimsel tartışmalar planlamak” gibi yollarla ülkede bir bilim ve fikir hareketi başlatabilirdi… Başörtüsünün Müslüman bir kızın gündelik hayattaki yerini, ayet, hadis ve tarihsel uygulamalardan örnekler vererek bilim, sanat ve estetik bir yolla başta akademik çevreler olmak üzere bütün memlekete anlatabilirdi… Bunlardan hiçbirini yapmadığına göre bu fakülte “ilim aşkı” bakımından ölü doğmuştur. Bu düşüncelerinin devamında başörtüsüne dair kendi yorumunu yazar: “Örtünüş, İslam’ın kadına haysiyetini bağışlayan bir buyruğudur. Kadının, erkeğin bir iştiha konusu olmadığını, saygıya değer olduğunu telkin eden bir buyruk. Üniforma askerlikte nasıl saygının bir aracı ise, örtü de kadının toplumda sayılmasını sağlayan bir araçtır. Örtü, kadına şehvetle bakışı kırar. Örtü, medeniyetin verimidir. Örtü, insanlar arasında etin etle olan maddî ilişkisini kırarak ruhun ruhla ilişki kurmasını sağlayan bir peygamber perdesidir. İdris peygamberin buluşu, daha doğrusu peygamberlik ödevinin bir unsurudur. Örtü, bir hayâ vasıtasıdır. Hayâ da imanın psikolojik temellerinden biridir. Örtü, mahremiyetin vasıtasıdır. Örtü, estetiktir. Örtüsüz insan, perdesiz evden farksızdır”. İlahiyat Fakültesi’nin bütün bunları düşünmeden kendini kapatması, Karakoç’a göre, “bir düşünce ve ruh krizi” içinde olduğunu gösterir. Daha da düşündürücü, dikkat çekici ve uyarıcı cümlesini bundan sonra yazar: “Yarın kendini açsa bile, kim bilir ilerde ne gibi sapmaların, din yıpratıcı akımların yatağı olacağının işaretini vermiş olmaktadır böylece”. O yıllarda başka fakültelerde başını örten kız öğrenciler bulunmaktaydı. Batı’da da böyle bir davranış, “olağan karşılanır”, birçok profesörün dikkatini bile çekmezken, bizim ilahiyat fakültemiz ise, bir kız öğrencinin kişisel tercihine uyarak başörtüsüyle derse girmek istemesi karşısında “çığırından çıkmış”tır. Karakoç, bu davranışın, İlahiyat Fakültesi’nin bir “aşağılık duygusu” ve “kuşku krizi”ne girebileceğinin bir habercisi ve işareti olduğu yorumunu yapmanın bir kehanet olmadığını yazar20. “Mülkiye’ye Serenat” ile “İlahiyat Fakültesi’ne Mersiye” başlıklı yazılarında bu eğitim kurumlarımızdaki çürümeye işaret eder. Koca bir imparatorluk kurumu olan Mülkiye’den “gelenek namına kala kala, Meşrutiyet’in getirdiği “inek bayramı” adlı totemik bir şölen, İlâhiyat Fakültesi’nden ise, “Bir kız talebe İslâm törelerine göre başını örtüp de derslere girmesin diye” fakültenin bir ay kendisini kapatma kararı alması gibi bilim dışı bir uygulamanın hatırası kalmıştır. Karakoç, bu işaretlere bakarak her iki eğitim kurumumuzda “acil” bir reform hareketinin gerekli olduğunu düşünür. Sezai Karakoç, “Üniversitede Bunalma” adlı yazısında Cumhuriyet döneminde üniversitemizin bir türlü kendisine gelemeyişinin, bunalma, çalkantı ve huzursuzluklar içinde sallanmaya devam etmesinin temel sebebini araştırır. Ülkemizde yaklaşık son elli yıl, “Batı romantizmi” içinde yaşanmıştır. Bu dönemde Batı’dan gelen bilgi, düşünce, sanat ve bunların gündelik hayata yansıyan türevleri, genel olarak sorgusuz sualsiz kabullenilmiştir. Onlar hiçbir bilimsel ve sanatsal eleştiriye tabi tutulmamıştır. Çok partili hayata geçtikten sonra ancak son yıllarda Batı’dan gelen her şeyi “yeni yeni kritik etme dönemi” başlamıştır. Bunu sezen Avrupalı, ustaca bir çeviklikle “içimize sosyalizm saplantısı”nı sokmuştur. Batıdan gelen her şeyi, kendi değerlerimize göre kritik etmeye tam başlayacağımız sırada, bunun çok düşük bir düzeyi olan “şifasız bir muhalefet psikolojisi” yine “kafa ve yürekleri” meşgul etmeye başlamıştır. Çok geçmeden devrimciler ile Marksistler birleşmiş ve İslam düşüncesine karşı harekete geçmişlerdir. 1960 Asker Darbesi’nden sonra hazırlanan Anayasa, İslam düşüncesinden ziyade Sosyalist düşünceye daha bir serbestlik getirmiş, nitekim kısa bir süre sonra Marksist bir parti bile kurulabilmiştir. Başta Batı’dan eğitim, bilim, sanat ve basın yollarıyla gelenler olmak üzere, bütün yabancı düşünce akımlarını kritik etme/ eleştirme dönemine girmek üzereyken araya sosyalizmin sokulmasıyla kritik düşünce yön değiştirmiş ve 20 “İlahiyat Fakültesine Mersiye”, Babıalide Sabah gazetesi, 4 Mayıs 1968; Sezai Karakoç, Günlük Yazılar II, Sütun, 4. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul 1989, s. 309 – 311. 273 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ yerini Marksizm’e karşı sığ bir muhalefete bırakmıştır. Karakoç’a göre üniversitedeki bunalmanın temel sebebi, çok partili dönemde Batı’yı kritik etme düşüncesinin, henüz bir sonuca varmadan araya sosyalizmin/komünizmin girmesi ve eleştirme düşüncesinin bu sefer, yön değiştirerek bu akımlara yönelmesidir. Gelişme şöyle gösterilebilir: Buna göre Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesi üzerine Batı’yla giderek yoğunlaşan ilişkiler Cumhuriyet’in ilan edilmesinden sonra tek partili dönemde Batı’ya karşı tam bir romantizm dönemi diyebileceğimiz bir aşamaya ulaşmıştır. Çok partili hayata geçildikten sonra, ise oluşmaya başlayan demokratik ortamda başta Müslüman bilim adamları ve düşünürleri, olmak üzere Batı’dan gelen her şeyi derinlemesine bir eleştirmeye tabi tutan yazarlar/düşünürler ortaya çıkmaya başlamıştır. Karakoç buna Batı’yı kritik etme/ eleştirme dönemi demektedir. Yazarımız, şahsiyet ve eser adı vermemekle beraber, onların Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera ve benzeri dergilerin çevresinde toplanan bilim adamı, düşünür ve edebiyatçıların olduklarını kestirebiliriz. Siyasal Bilgiler Fakültesi de çok partili dönemde Batı’yı kritik edici bir fakülte olmak istidadındayken, “bunu doğuracak şartlara meydan verilmemesinden ötürü” fakülte askıda kalmıştır. Marksist ideolojinin yürütücüleri, bu psikolojiyi ustaca yakalamış, onun bu yeteneğini, yine basit bir iç muhalefete çevirmiştir. Yazarımız, bunun, mevcut yönetimin “atın önüne et, aslanın önüne ot” atılması kabilinden yanlış bir siyaseti yüzünden gerçekleştiğini söyler. Bunun sonunda Siyasal Bilgiler Fakültesi “partizanlar ocağı” haline gelmiş, Marksizm, üniversiteye sızmış ve gençliği kitaptan sokağa çekmiştir. Öğrencilerin büyük bir bölümü de aynı kritik ihtiyacıyla “İslam töresine dönmeyi” beklerken, karşılarında yine Batı’ya teslim olmuş bir “ruhu” görünce, eleştiri değil, çatışma çıkmıştır. Bu ça- 274 tışma, dekan öldürmeye kadar varmıştır. Daha da kötüsü, çatışma ve krizin, başka fakültelere de yayılması ihtimalidir. Hepsinden acı olanı, “bu krizin sebebini objektif olarak” hiç kimsenin arama niyetinde olmamasıdır. Sezai Karakoç’a göre üniversitemizdeki bunalmanın asıl sebebi şudur: “Krizin asıl sebebi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, günü gelmiş ve geçmekte olan kritik düşüncenin doğuşuna engel şartlar yüzünden, zihnin çatışmayı başka alanlarda aramasıdır. Sahte alanlarda. Hatta düşünce alanının dışında da”. Yazısının başından beri üzerinde ısrarla durduğu ve üniversitelerimizde artık görünmesini istediği kritik düşüncenin doğuşuna en büyük engelin ne olduğunu yazısının sonunda açıklar. O engel, Cumhuriyet dönemi boyunca bazı “fikir ve şahısları putlaştırma eğilimimiz”dir21. ÜNİVERSİTENİN YAPISINA YAKINDAN BAKIŞ Yaklaşık yirmi sene sonra Sezai Karakoç, üniversite konusunu yeniden ele almış ve “Üniversite: I - IV” başlığı altında dizi halinde dört yazı yazmıştır. “Üniversite – I” de yükseköğretim tarihimizde darülfünun/üniversite kurumunu ve ona biçilen görevi anlatmıştır. Osmanlı eğitim sisteminin en yüksek öğretim kurumu olan medrese, yüzyıllarca toplumu ayakta tutmuş, hem askeriyeye eleman yetiştirmiş, hem siyasete yön vermek görevini yerine getirmiştir. 18. yüzyıldan sonra ise “dünyada olup bitenleri tamı tamına değerlendirememesi” yüzünden medrese kendisini yenileyememiş, içine kapanmış ve görevini yapamayacak duruma düşmüştür. Tanzimat döneminin yöneticileri, başta medrese olmak üzere bütün eğitim kurumlarını yeni baştan ele alıp onları zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde içinde doğdukları toplumsal bünyeye uygun yeni bir düzenlemeye tabi tutacaklarına, yenileyeceklerine, Batı’dan hazır bir kurum olarak darülfünunu almış ve medresenin yanında onu geliştirmeyi tercih etmişlerdir. Bu tıpkı daha önce Yeniçeriliğin 21 Babıalide Sabah gazetesi, 5 Mayıs 1968; Sezai Karakoç, Günlük Yazılar II, Sütun, 4. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul 1989, s. 312 – 314. BİLDİRİ KİTABI II kaldırılıp yerine Nizam-ı Cedit’in kurulması ve devletin eski idare yapısının yıkılarak yerine “Batı tipi bürokrasi”nin alınması gibidir. Tanzimatçıların toplumumuzu Batı’dan aldıkları kurumlar yoluyla dönüştürme projesini şöyle gösterebiliriz: Karakoç’a göre bu köksüz kurumların Batı’dan kopya edilmesi yanlıştır: “Bu yol, elbette yanlış oldu. Bir nevi kolaya kaçıştı bu. Bir toplumu birden değiştirmek mümkün olmadığı gibi, onun kurumlarını da bir çırpıda silip atamazsınız. Müesseselerde yenilik yapmak mümkündür. Ama bu, fırçayla resim yapmaya benzemez. Yenilenme, “eski”den çıkarılan ipuçlarının uzatılması, geliştirilmesi, beslenmesi ve yeniden yorumlanmasıyla olur. Yoksa kökten geçmişin inkârı, müessesenin oturacağı tabanı berhava eder. Muallâkta demektir o kurum. Duba üzerindedir, denizde sallanıp duracaktır. Dubalar hızla çürüyecek, o müessese de yıkılıp gidecektir”. Buna göre ülkemizin yükseköğretim tarihinde darülfünunun/üniversitenin kuruluşunun temelinde “taklit” ve “özenti” vardır. Bu taklidi, “Batı’nın iğfal ettiği” aydınlar yapmıştır. O aydınlar, bu köksüz kurumları almak yöntemiyle milletimizi Batı’ya uygun bir topluma “dönüştürme” projesinde üniversiteyi bir “jeneratör” olarak seçmişlerdir. Onlar, toplumu dönüştürme işinde taarruzda, halk ise kendini savunma durumunda hissetmiş, bu durum, Meşrutiyet ve Cumhuriyet’in tek partili dönemlerinden geçerek siyaset tarihimizin çok partili dönemine kadar devam etmiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak Batıcı yöneticiler, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemleri ile çok partili hayatın ilk yıllarına gelinceye kadar “halka nüfuz edememiş”lerdir. Çok partili döneme geçtikten sonra da yönetimdeki etkin konumunu devam ettirmeyi beceren Batıcı kadro, toplumumuzu Tanzimat’tan beri dönüştürme projesinde üniversitenin yanında, basın ve televizyonu da kullanmaya başlamıştır. Halk ise içten içe savunmaya devam etmekle birlikte, yazarımıza göre bu, “ne kadar anlı şanlı olursa olsun, bir direniş, sadece bir direniştir ve eninde sonunda çözülmeye mahkûmdur”. Nitekim bu cümlenin devamında halkımızın bir “Plevne müdafaası yaptıktan sona teslim bayrağını çekmiş gibi” göründüğünü ilave eder. Baştaki Batıcı kadro, çok partili hayata geçildikten sonra, görünüşte liberal Batıcı ve sosyalist Batıcı olmak üzere ikiye bölünmüş olmasına rağmen halkı, basın ve radyo vasıtalarıyla yine manipüle etmeyi başarmıştır: Bunlardan her biri, kendisinin daha çok halktan yana olduğunu söyleyerek her seçimde onun oyunu almak ve iktidarı ele geçirmek istemiştir. Nitekim halk da zamanla büyük ölçüde ikiye bölünmüş, bunlardan bazen birini, bazen öbürünü iktidara getirmiştir. Onlar da sözde iktidar veya muhalefet rolünü oynamaya devam ederek günümüze kadar gelinmiştir. Bütün bunlar yaşanırken halkın gerçek aydınları nerededir ve neler yapmışlardır? Yazarımıza göre halkın gerçek aydınları bu ortamda asla doğmaz, doğsa da onlara “siyaset sahnesinde” yer verilmez. Sadece “deşarj” olsunlar diye % 10 civarında bir imkân sağlanır. Siyasetin yanında basın ve yayın alanında da “halkın gerçek ideolojisi” son derece seviyesiz ve kalitesiz birtakım organlarla “sözde” temsil ettirilir. Böyle bir ortamda başta üniversite olmak üzere halkı, gerçek kurumlarına kavuşturacak, onu yeniden diriltecek kadroların doğmasını beklemek bir hayaldir. Karakoç, Tanzimat’tan beri uygulanan toplumu dönüştürme projesinin sonuçlarını birtakım oranlar vererek açıklar: “Bu “dönüşüm”, üst kadroda % 90, hatta daha fazla tamamlanmıştır. Halkta ise bu nisbet, aşağı yukarı % 50’dir. Evet, toplumumuz, kendi benliğini bulmağa, yitirmemeye çalışıyor. İmkânlar açısından 275 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ durum umutsuz ise de, hak olan, hakikat olan dava, savunulmak için, imkânlara bakmaz”22. Yazarımız, son dönemlerde siyasetçilerin de zaman zaman halka dönük söylemlerinde “dönüşüm”den bahsettiklerini söyler. Onların dönüşüm dedikleri şey, son derece iyimser bir yorumla Batı’nın çağdaş seviyesine varma anlamında “maddeten kalkınma”dır. Konuya bu açıdan bakıldığında tek partili döneme göre bazı alanlarda bir “ilerleme” görülür. Özellikle çok partili düzene geçildikten sonra, “maddî anlamda Batılılaşma ve çağdaşlaşma” hedefi de henüz gerçekleşmemekle beraber, “kapitalist karakter”de bir gelişme ve dönüşümden bahsetmek mümkündür; ama asıl dönüşüm ve “temel yapı değişikliği” başta üniversite olmak üzere kurumlarda olacak olan dönüşümdür. Ona göre “üniversite ne dün, ne bugün, toplumumuzu gelecek zamana çıkaracak bir bilim kurumu” olabilmiştir. Tanzimat’tan beri süre gelen romantik Batılılaşma hareketleri karşısında 1960’lı yıllarda ilk kez ciddi bir şekilde “kritik düşünce” nin canlanmaya başlamasıyla tam bir üniversite olma yolunda ilerlediği sırada, dışarıdan ithal edilen öğrenci hareketleriyle o girişim beklenen gelişmeyi gösterememiştir. 1980 sonrasında yapılan düzenlemelerle üniversite bu sefer, meslek adamı yetiştiren “bir nevi meslek lisesi derecesi”ne indirilmiştir. Karakoç’a göre üniversitenin bu sorunları üzerinde düşünmek, “milletimizin yeniden kendini bulmasına ilk temel katkılardan biri”ni sağlayacaktır. “Üniversite – II” başlıklı yazıda üniversitenin bir “milletin beyni”, “düşüncenin yuvası” ve “kuralcı” bir kurum olduğunu söyler. “Bilim adamı” ve “düşünce adamı” ayırımını yapar. Bilim adamı üniversitede, şüphelenme, gözleme, deneme, tekrarlama ve karşılaştırma yöntemleriyle bilim üretir, üretmelidir. O, bilim yolunda kurallara uya uya “adım adım” ilerlemek zorundadır. Bu yönüyle bilim adamı kuralcıdır, onun kuralcılığı zamanla çalıştığı kuruma, üniversiteye de geçer. Buna göre üniversite, kökleri, kuralları, gelenekleri ve zamanla oturmuşluğu olan bir yapı haline gelir. Aynı durum, medrese için de geçerliydi. Bu yüzden kurumlarda değişim ve dönüşüm zordur. Ancak zamanın akışıyla ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar, onlarda da değişimi zorunlu kılabilir. Onlarda değişimi gerçekleştirmenin yolu, ihtiyaçların bünyede doğurduğu “filizleri” ve “uçları” tutup doğal ortamlarında geliştirmek ve ilerletmektir. Düşünce adamı ise bilim adamına göre daha “hür”dür. Düşünce adamı, bilimin insan, toplum ve doğayla ilgili sonuçlarını alıp yorumlar. Onları “duygu” ve “ilham”larıyla besleyerek çiçeklendirir, yaygınlaştırır. Düşünce de bilimden yola çıkmakla beraber, bilimden ziyade duyguyla “irtibatlı” olduğundan değişimi ve dönüşümü daha kolaydır. Bununla beraber aralarında bir kopukluk değil, bir “diyalog” olmalıdır. Düşünce adamının konumu, Batı’da “filozof ”, Doğu’da “hakim (bilge)” lerin konumu gibidir. “… sağlıklı bir toplumda, bilim hayatı, düşünce hayatı, ahlâk hayatı sıhhatli ilişki içinde” dir, olmalıdır. Tanzimat döneminde Batılı tarzda eğitim vermeye çalışan darülfünun, daha ilk yıllarda medreseyle çatışmaya başlamış, bu çatışma, Tanzimat, Meşrutiyet dönemleri ile Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar bazen gizli, bazen açık devam ederek gelmiştir: Medrese, bu savaşı Cumhuriyet döneminin daha ilk yıllarında iki sebepten kaybetti, kaybet zorundaydı. Birincisi, on yedinci yüzyıldan itibaren ortaya çıkan yeni ihtiyaçları karşılamak maksadıyla bünyesinde doğan filizleri ve uçları besleyememesi, kendisini yenileyememesi; ikincisi de Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde önce Abdülaziz’in, sonra, II. Abdülhamit’in devrilmesi maksadıyla faaliyet gösteren unsurlarının “hücreleşme yatağı” olmasıdır. Giderek İttihat ve Terakki’nin elinde “oyuncak” durumuna düşmesidir. Mehmet Akif, “Bülbül” şiirinde, Asırlar var ki aydınlık nedir bilmez âfâkım 22 Sezai Karakoç, “Üniversite - I”, Düşünceler II Kurumlar, Diriliş Yayınları, İstanbul 1997, s. 20 – 25. 276 BİLDİRİ KİTABI II derken, belki de medresenin on yedinci yüzyıldan beri içine kapanmasını, son yüzyılda da İttihat ve Terakki’nin “oyuncak”ı oluşunu anlatmak istiyordu… 1933 yılında İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasıyla Tanzimat’tan beri devam etmekte olan medrese – darülfünun/üniversite çekişmesi sona ermiş, medrese ve darülfünun bütünüyle tasfiye edilerek üniversiteye geçilmiştir. Bu geçiş, hem eğitim bilimciler, hem yazarımıza göre sancılı olmuştur. Bu sancıların başında Üniversite Reformu’yla “sahasının tek otoritesi olan nice kişiler(in), bir çınarın devrilişi gibi devrilip git(meleri)” ve üniversitenin dışında bırakılmaları gelir23. Darülfünundan üniversiteye geçilmesiyle “Üniversite”, “Rektör”, “Fakülte” ve “Dekan” terimleri dilimize girmiş ve “Batıcı üniversite”nin kuruluşu biçimsel olarak tamamlanmıştır24. Yazarımız bu noktada “Ama bu çare oldu mu? Gerçekten bu bir üniversite miydi? Üniversite nedir? Doğu’da üniversite neydi (yani medrese), Batı’da neydi?” sorularını sorar ve bizde örgün eğitim sisteminin en üst kademesi olan medresenin vaktiyle “toplumun temel taşlarından biri” olduğunu söyler. “Medresenin din ile kökten bir ilişkisi var”dır. Öğretim, politika ve ordudan bağımsız olmakla beraber, medrese, idareyi ve orduyu manevi bakımdan besliyor, gözetiyor, daha doğrusu “denetliyordu”. Bu anlamda “fetva, icranın bilim adına onayı demekti”. Bu üç gücün, padişah, medrese ve ordunun uyumu, Osmanlı Devleti’nin yükselişini sağlayan en önemli unsurdu. Bu dönemde medrese, vakıflarca yönetildiği için bir bakıma “malî özerkliğe” sahipti. On yedinci yüzyıldan itibaren medresenin duraklamaya başlaması, hele el altından orduyla birleşerek padişah devirme girişimlerine kalkışması, uzun vadede hem kendi, hem Osmanlı Devleti’nin sonunu getirmiştir. Tanzimat döneminde devlet bütçesiyle kurulan ve yönetilen Darülfünun’un ise “malî özerkliği”nden söz edilemez. Cumhuriyet döneminde kurulan üniversite ise bütünüyle devlet bütçesiyle ku23 Darülfünunda görevli 151 hocadan yalnız 59’u yeni kurulan üniversiteye alınmıştır. Ali Arslan, Üniversite Reformu’yla Darülfünun’dan Üniversite kadrosuna alınan hocalar ile kadro dışında bırakılan hocaların isim listelerini vermiştir: Darülfünun’dan Üniversite’ye, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1995, s. 337 – 353. 24 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2012, s. 359. rulmuş ve yönetilmiştir. Hiçbir zaman malî bir özerkliğe sahip olamamıştır. Tek parti dönemindeki demokrasi dışı uygulamalar karşısında ses çıkaramayışının temel sebebi budur. Gelişimi şöyle gösterebiliriz: Malî özerkliğe sahip olmayan üniversitenin bilimsel ve düşünsel özgürlüğünden söz etmek zordur. Karakoç’a göre çok partili hayata geçince üniversite, kendini politikanın içinde bulmuştur. Bu yönüyle Cumhuriyet üniversitesi, “medresenin yoz döneminin en kötü âdetini bir miras” olarak devralmıştır. O âdet, üniversitenin siyasete bulaşmasıdır. 1950’de iktidarın halkın oyuyla el değiştirmesinden hemen sonra muhalefetçe düzenlenen “irtica mitingleri”nde üniversite gençliği “alet” gibi kullanılmaya başlanmış ve 27 Mayıs 1960 ihtilalinde bu hareket doruk noktasına varmıştır26. Dönemin üniversite hocaları, ihtilali yapan cuntayı en kısa zamanda “yönlendirip olayı bir intikam alma şekline” sokmuşlardır. Sonraki yıllarda 25 Bir fikir vermek maksadıyla Edirne’de bulunan Darülhadis Medresesi’ne vakfedilen malların sadece listesini vermekle yetinelim: 1) Bir hamam, 2) iki tane ekmek fırını, 3) on bir adet dükkân, 4) birbirine bitişik 38 dükkân, 5) birbirine bitişik 33 dükkân, 6) Otuz bir adet dükkân, 7) Birbirine bitişik 8 adet dükkân, 8) birbirine bitişik olan 13 adet oda, 9) 11 adet dükkân, 10) Tahtakale’de bir çarşı, 11) 11 adet dükkân, 12) 17 tane dükkân, 13) üç ev, bir değirmen, 14) Beniye denilen ve Pınarhisar nahiyesinde bulunan köy, 15)Üsküp denilen ve Pınarhisar nahiyesinde bulunan köy, 16) Kurtköy denilen köy. Vakfiyede bu emlâkin adresleri verilmiştir. Selahattin Yıldırım, Osmanlı İlim Geleneğinde Edirne Darülhadîsi ve Müderrisleri, İstanbul 2001, s. 182 – 188. 26 Günümüz üniversite gençliğinin bu gelişmenin farkında olduğu görülmektedir. 18 Aralık 2012 tarihinde Ankara’da ODTÜ yerleşkesinde Göktürk – 2 uydusunun fırlatılması töreninde bazı öğrencilerin Başbakan’ın gelişini protesto eden gösterilerinden sonra meydana gelen olaylar üzerine bir grup ODTÜ’lü öğrenci, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve C.H.P lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na bir mektup gönderip üniversite gençliği olarak artık bazı siyasetlere “alet” olmayacaklarını ifade etmişlerdir: “20 bin kişilik mevcuduyla ODTÜ gençliği, söz konusu olayların içinde yer alan 150 – 200 kişiden ibaret olmadığı gibi o gün yaşananların da ODTÜ gibi milletimizin göz bebeği saygın bir bilim kurumunu temsili söz konusu değildir. ODTÜ’lüler, 12 Eylül öncesinde olduğu gibi darbeye zemin hazırlama amaçlı, karanlık odaklarca tezgahlanmış siyasi ve ideolojik çatışmaların içine çekilemeyecektir, hele hele şiddet içeren olaylarda asla taraf olmayacaktır. ODTÜ gençliği, sahip olduğu bilimsel formasyon ve toplumcu idealist bir ruhla ülkemizin ve milletimizin uluslar arası camiada hak ettiği saygın yeri almasında üzerine düşeni yapmaya hazırdır”. Star gazetesi, 29 Aralık 2012, s. 16. 277 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ da üniversitenin siyasallaşması artarak devam etmiştir. Yazarımızın yazısında bu siyasallaşmayı adım adım izlemek mümkündür: - Üniversitenin siyasallaşmasının adımları: - Masum öğrenci istekleri, - Forum düzenlemeleri, - Üniversitelerin işgal edilmeleri, - Öğrencilerin sağcı – solcu olmak üzere ikiye bölünmeleri, - Öğrenci kavgalarının/Anarşinin başlaması, - 12 Mart 1971 Asker muhtırasının verilmesi, - 12 Eylül 1980 Asker darbesinin gelmesi. İhtilal yöntemiyle iktidarı eline geçiren cunta, yaptırdığı anayasa ve kurduğu Yüksek Öğretim Kurumu’yla üniversiteyi, Cumhuriyet’in ilk yıllarındakine benzer şekilde denetim altına almış ve bir bakıma “ifrattan tefrite” gitmiştir. Asker yönetimi, sadece üniversiteyi ve eğitimi değil, edebiyat ve sanatı da etkilemiş ve onun alanını da büyük ölçüde daraltmıştır. Karakoç, bizde medresenin caminin yanında kurulması gibi, Batı’da da üniversitenin kilise çevresinde bilim için kurulan vakıfların eseri olduğunu yazar. Bugün bile Amerika ve Avrupa’daki üniversitelerin çoğu, vakıfların kurduğu üniversitelerdir. “Devlete karşı malî özerklikleri vardır”. Maddi bakımdan devlete bağlı olmadıkları halde oralardaki üniversiteler, bilimsel düşüncenin kendilerine kazandırdığı sorumluluk duygusuyla kendilerini, kendi medeniyetlerine dayalı sosyal düzeni korumak ve geliştirmekle görevli sayarlar27. Ü N İ V E R S İ T E N A S I L D Ü Z E LT İ L İ R ? Sezai Karakoç, “Üniversite – III” adlı yazısında eğitim sistemimizin düzeltilmesinin yollarını arar. Önce eğitim sistemimizi düzeltmeye orta öğretimden mi, yüksek öğretimden mi başlamalı? Sorusunu sorar. Aslında üniversitenin düzelmesi, orta öğrenimin düzelmesine, orta öğrenimin düzelmesi de üniversitenin düzelmesine bağlıdır. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkmıştır, fasit dairesini hatırlatan bu 27 Sezai Karakoç, “Üniversite – II”, a., g., e., s. 26 – 32. 278 meselede o, ikili bir yol tutmaktan yanadır: “O da, metot olarak, bir yandan orta öğretimi düzeltirken, bir yandan da üniversiteyi düzeltmek gibi ikili bir sistem olabilir. Ama her halde ağırlık üniversitenin düzeltilmesinde olmalıdır. Orta öğretimi yine üniversiteden gelen yönetecektir de ondan”. Orta öğretim, üniversiteye göndereceği öğrencilere şu değerleri kazandırırsa üniversitenin düzeltilmesi kolaylaşır: - Metotlu çalışmak, - Kütüphaneden yararlanmayı öğrenmek, - Bir düşünceyi seçenekleriyle birlikte ele almak, - Bilim, düşünce, inanç, ideoloji, teori ve pratik ayrımını yapabilmek, - Çağımızı uğraştıran sorunlardan kapitalizmi, sosyalizmi… öğrenmek, - Kişilik sahibi olmak. Orta öğretimin devamı olan üniversite de öğrencilerine şu özellikleri kazandırmalıdır: - Bir alanda uzman olmak, - Kişiliğini geliştirmek, - Ülkede ve dünyada olup bitenleri değerlendirebilmek, - Güzel sanat dallarıyla alakasını artırarak devam ettirmek. Karakoç’a göre üniversite bu görevini, özellikle 1968 – 1980 yılları arasındaki dönemde gerçekleştirememiştir. Bunun sebebi öğrenci olaylarıdır. Az yukarıda nasıl başladığına ve geliştiğine kısaca değindiğimiz öğrenci olayları, giderek büyümüş hocaları, siyasetçileri, hatta bütün ülkeyi kapsayacak kadar genişleyen bir anarşi hareketine dönüşmüştür. Bazı hocalarının da katıldığı bu anarşi ve terör döneminde üniversitede bilim yapılamadığı gibi, ülkenin sorunlarını çözecek hiçbir orijinal fikir de üretilememiştir. Sezai Karakoç’un başta üniversiteler olmak üzere, devletin temel kurumlarını işlemez hale getiren bu gelişmelerin araka planına dair özgün bir açıklaması vardır. O da baştaki Batıcı yönetimin düşünce zayıflığıdır: “Bu, kendiliğinden olmadı. Arka planda bunu planlayanlar, düzenleyenler ve ayarlayanlar vardı. Neden yaptılar bunu? Sakin sakin düşündüğümüzde, bu- BİLDİRİ KİTABI II nun sebebini açık seçik görüyoruz. Bu da, tartışmayla başa çıkamadığı görüşü, kaba kuvvetle susturma, sindirme taktiğidir”. 27 Mayıs 1960 İhtilali’nden sonra hazırlanan anayasanın getirdiği serbestlik ortamından yararlanarak ortaya çıkan solcular, kısa zamanda Cumhuriyet Halk Partisi’nin gençlik kollarını, basının büyük bir kısmını ve devlet televizyonunu ele geçirdiler. Sendikalar yoluyla işçiye de el attılar. “Her yerde başarılı oldular. Ama üniversitede, ne de olsa bilim ocağı olduğu için, istedikleri kadar hızla ilerleyemiyorlardı”. Üstelik bazı solcu bilim adamları bile tarihi biraz inceleyince, Batıcı yönetici kadronun Cumhuriyet tarihi boyunca toplumu dizayn etmeye çalıştıkları şablona uymayan sonuçlara varıyorlardı. Üniversitede “kritik düşünce dönemi” başlamak üzereydi. “Üniversitede tarihin yorumu açısından, toplumu kendine getirebilecek bir takım kıvılcımlar, şerareler belirmişti”. Karakoç, açıkça yazmıyor, ama düşüncelerinin bağlamından çıkardığımıza göre Batıcı yönetici kadro diyebileceğimiz bir güç, derhal harekete geçerek “Tek yol devrim” sloganıyla gençliği sokaklara döktü. Onları sağcı - solcu diyerek ikiye böldü ve birbirine kırdırdı. Bu arada solcular, terör, anarşi, yürüyüş ve mitinglerle “toplumu oldu bittiye getirip sosyalizm devrimini gerçekleştirmeye” kalkıştılar. Böyle bir ortamda üniversitenin görevini yapamayacağı açıktır. Nitekim “üniversite yıllarca görevini yapamadı. Öğretim yapılamadı, bilim çalışmaları baltalandı”. 12 Eylül 1980 darbesi, böyle bir terör ve anarşi döneminden sonra geldi. Bu sefer de “ifrattan tefrite” gidildi. Üniversitenin en küçük biriminden en büyük karar organı olan senatoya kadar bütün birimler, sıkı bir zapt u rabt altına alındı. Hem öğrencinin, hem üniversitenin seviyesi alabildiğine düştü. Her dönemde iktidarı ele geçirmeyi beceren Batıcı yönetici kadro, Karakoç’a göre ihtilalden sonra, üniversitede yine ancak iki grubun sahnede kalmasına izin vermiştir: 12 Eylül’ün getirdiği üniversite: Bunların savunucuları, başta açık oturum olmak üzere sözlü anlatım ve basında yazılı anlatım yollarıyla kapitalizm ile sosyalizm, sanki özde farklı iki düşünce sistemiymiş gibi bir görüntü vererek tartışmaya devam etmişlerdir. Böyle bir ortamda “Asıl üniversitenin, ihtisasla kişiliğin, ahlâk ve idealizmin, dünyayı bilip anlamanın ve yönetmenin yollarını arayanların ocağı, geçmişten gelip geleceğe giden bin yıllık bilim ocağı olma şuurunun mayalandığı bir yer olma özelliğini taşıyan üniversite, gerçek üniversite ve onu kuracak aydınların alternatif olarak ortaya çıkmaları, işte buna meydan verilmiyor, bu hatıra bile gelsin istenmiyor”. Yazarımız, bu düşüncesini tarihten verdiği bir örnekle temellendiriyor: “Fatih, yaptırdığı ve vakfettiği medreselerde kendisi için bir hücre ayırmak isteyince, hocalar “İmtihan ederiz. Eğer başarırsan bir oda veririz” dediler. Fatih, imtihan oldu ve öyle bir hücre sahibi oldu”. Medrese hocalarının bu onurlu davranışı, daha sonra gelebilecek benzer isteklerin yolunu kesmiş, böylelikle hem bilim adamının, hem bir kurum olan medresenin onurunu yüzyıllarca korumuştur28. Sezai Karakoç, “Üniversite - IV” başlıklı yazısında üniversitenin düzeltilmesi için önerilerini yazmıştır. Yazısının başında kuramsal bir konuya değinmiştir. Düzeltmeye toplumdan mı, kurumlardan mı başlamalıyız? Ona göre “Gerçek üniversitemizin kuruluşu da elbet, toplumumuzun kurtuluşundan sonra olacaktır”. Ancak bu zaman alacak bir süreçtir. Kişiler, o zamana kadar elleri, kolları bağlı mı durmalıdırlar? Eğer öyle duracaklarsa o kurtuluş hiçbir zaman gelmez. Kurtuluş, bütün bireylerin tek tek çabalarıyla ulaşılabilecek bir sonuçtur. Ona göre “Oturup Mehdi beklemek inancı, İslam’ın inancı değildir”. Bir gün toplumumuzu ayağa kaldıracak bir Mehdi, eğer gelecekse bu bir sebep değil, “bir sonuç” olacaktır. Ortamı hazırlandığı için öyle bir lider çıkacaktır. “Bir kişi hiçbir zaman tek başına bir şey yapamaz. Bir kadronun doğması lazımdır ki aralarından biri baş olabilsin”. Karakoç, toplumun düzeltilmesi için çalışmalar yapılırken kurumların da ihmal edilmemesi gerektiğini düşünür. Tümden gelim ile tüme varım yöntemlerini birlikte kullanmayı önerir. “Yani bütünden parçaya, parçadan bütüne metodu uygulanmalı bu konuda”. Geleceği kimse bilemez, ama kurumlar düzelirse, bunun 28 Sezai Karakoç, “Üniversite – III”, a., g., e., s. 33 – 38. 279 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ devamında zamanla toplum da düzelebilir. Bu noktada kurumların düzelmesi için yapılacak öneriler önemlidir. Düzelmesi gereken kurumların başında üniversite gelir. Üniversitenin düzelmesi için önerilerini sıralamadan önce bu kurumun amacının “iyi tespit edilmesi” gerektiğini söyler. Ona göre üniversitenin amaçları şunlardır: Uzman kişileri yetiştirmek, Yetiştiricileri yetiştirmek, Bilim yapmak. Yazılarından süzebildiğimiz düşüncelere göre üniversitenin düzeltilmesi için önerilerini şöyle sıralayabiliriz: Kütüphaneleri gece – gündüz açık tutmak: Üniversiteler, kütüphanelerini gece – gündüz açık tutmalıdır. İstihdamı arttırmak: Personeli belli sayıya ulaşan kamu ve özel kuruluşlar, bünyelerinde psikolog, sosyolog ve felsefeci çalıştırmalıdırlar. Öğretim üyeleri ve üniversite yöneticileri, bölgelerindeki siyasetçileri bu yönde yasal düzenlemeler yapmaları konusunda uyarmalıdır. Planlama yapmak: Mezunlarını izlemek: Fakülte, bölüm, anabilim dalı, bilim dalı ve programın açılması, toplumda veya çalışma hayatında bir ihtiyaca cevap verecek alanda ve miktarda olmalıdır. İhtiyaç duyulmayan alanlarda birim açmak, açılmış olanların kontenjanlarını arttırmak, diplomalı işsizler ordusunun oluşması sonucunu doğurur ki yazarımız bunu “kişilerin işsiz kalma felâketi” ifadesiyle anlatır. Bunların sayılarının zamanla yüz binleri, milyonları bulması, memleketi, bir “kaos” veya “felâket”in beklemesi anlamına gelir. Üniversiteler, mezunlarını izleme birimleri kurmalıdır. Bu birimler, mezunların iş bulma oranlarını, çalıştıkları kurumun ihtiyaçlarına cevap verip veremediklerini takip etmeli, geri bildirimler almalı ve üniversiteler, sonraki yıllara ait öğretim programlarını bu geri bildirimler yönünde güncellenmelidir. Üniversitelerimizde 2010 yılından beri uygulanmakta olan Bologna Süreci de bu birimin kurulmasını istemektedir. Sanatı önemsemek: Ortak dersler vermek: Öğrencilere alan bilgilerinin yanında ortak kültür ve sanat dersleri konulmalıdır. Bu derslerde ortak değerlerimiz düzgün ve estetik bir yolla sevdirerek öğretilmelidir. Ülkemizde yükseköğretim tarihinde özellikle çok partili hayata atıldıktan sonra, yüksek öğrenim gençliği, bazı parti, ideoloji veya yabancı görüşlerin aleti yapılmak istenmiştir, kısmen de yapılmıştır. Gençlere kendi kültür ve medeniyet değerlerimiz, sanat ve estetik bir yolla sevdirilerek anlatılırsa bunun önüne geçilebilir. İslam düşünürleri/bilginleri için enstitüler kurmak: Yazarımız, başta Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Mevlana ve Kâtip Çelebi olmak üzere bilim ve düşünce tarihimizde iz bırakmış şahsiyetleri, kendi eserlerinden kalkarak hem gençlerimize, hem dünyaya kendimiz tanıtmalıyız, der. Bu da üniversitelerimizde onlar adına kurulmuş enstitü veya araştırma merkezlerinde gerçekleştirilebilir. 280 Özellikle ilahiyat fakültesi mezunları, alanlarının yanında, genel kültür ve sanatla da donatılmalıdır. Öğrencilerin eğilimlerini geliştirmek: Öğrencilerin arasında türlü sebeplerle farklı eğilim, yetenek ve becerisi olanlar vardır. Üniversite yönetimi, onların bu özelliklerini göz önünde bulundurarak kulüp, grup, topluluklar kurmalarına imkân vermek veya başka yollarla öğrencilerin özel eğilimlerini geliştirebilecekleri ortamı hazırlamalıdır. Yabancı dili önemsemek: Üniversite yönetimi, üniversitede bilim yapacak bilim adamları için yoğun bir yabancı dil programı uygulamalıdır. Yeniliğe açık olmak: Üniversite, bilim ve teknolojinin gelişmesine, gündelik hayatın değişmesine, birey, aile ve toplumun BİLDİRİ KİTABI II ortaya çıkan yeni ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde kendisini yenilemek zorundadır. Bu yenileme ve düzenleme yapılırken paydaşlarıyla tartışma/istişare yöntemi kullanılmalıdır. Üniversite, bir ülkenin aydınlar kadrosunu yetiştiren en üst eğitim kurumudur. Ülkemizdeki üniversitelerin hangi fakültesinden mezun olursa olsun yüksek öğrenimini tamamlayan her genç, bazı özellikler kazanarak o kurumdan ayrılmalıdır. Yazarımızın yazılarından süzdüğümüz o özellikleri şöyle sıralayabiliriz: - Bilgili olmak - Kültürlü olmak, - Belli bir alanda uzman olmak, - Hoşgörülü olmak, - Topluma saygılı olmak, - Tarih şuurunu taşımak, - Toplumda bir yer edinmek, - Dindar olmak, - Yurtsever olmak. Bir üniversite, öğrencilerine bu özellikleri kazandırdığı takdirde görevini yapmış demektir. Aydın kadrosu, bu özellikleri kazanmış gençlerden ve yetişkinlerden oluşan bir ülke geleceğine daha güvenle bakabilir29. sı, bütün vücudu sağlıklı ve güçlü bir duruma getirir. Ülkemizdeki yükseköğretimin, medrese, darülfünun ve üniversite aşamalarından geçtikten sonra günümüze geldiğini belirtir. Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan Batılı anlamdaki üniversite, çok partili hayata geçince siyasallaşmış ve görevini yapamaz duruma düşmüştür. Ona göre üniversiteyi düzeltmenin yolları şunlardır: - Planlama yapmak, - Ortak dersler vermek, - İslam düşünürleri/bilginleri için enstitüler kurmak, - Kütüphaneleri gece – gündüz açık tutmak, - İstihdamı arttırmak, - Mezunları izlemek, - Sanatı önemsemek, - Öğrencilerin eğilimlerini geliştirmek, - Yabancı dili önemsemek, - Yeniliğe açık olmak. Sezai Karakoç, sanat ve edebiyat eğitimini, genel eğitim sistemimizin bir parçası olarak görür. Hem ortaöğretim, hem yükseköğretimde gençlere bilgi verilmesinin yanında kişiliklerinin de oluşturulmasını ister. Başta klasik eserler olmak üzere sanat ve edebiyat eğitiminin bunu kolaylaştıracağını düşünür. K AY N A K L A R : SONUÇ Modern Türk edebiyatının seçkin şairlerinden biri olan Sezai Karakoç, sanat ve edebiyatın çeşitli sorunlarının yanında toplumu doğrudan doğruya ilgilendiren konuları da ele almıştır. Onların başında eğitim gelir. Ona göre eğitim “hedefli” bir uğraş alanıdır. Bu temel düşünceden hareketle ilk, orta, lise ve üniversite eğitimine dair düşüncelerini yazmıştır. Onun ayırıcı özelliği, eğitim kurumlarımıza geleneğimizden gelen bir birikim ile Batı’dan kazandığı çağdaş düşünce ve sanatçı kişiliğinden beslenen bir duyarlıkla bakmasıdır. Ona göre üniversite, milletin “beyni” ve “düşüncenin yuvası”dır. Beynin sağlıklı ve güçlü olma29 Sezai Karakoç, “Üniversite – IV”, a., g., e., s. 39 – 44. Akyüz, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi, Yayınları, Ankara 2012, Adıvar, Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi, İstanbul 2000. Arslan, Ali, Darüfünun’dan Üniversite’ye, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1995. Ayhan, Halis, “İlahiyat Fakültesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 22, İstanbul 2000. Cihan, Ahmet, Osmanlıda Eğitim, 3F Yayınları, İstanbul 2007. Cumhuriyet gazetesi, (İstanbul), 12 Nisan 1968. Cumhuriyet gazetesi, (İstanbul), 30 Nisan 1968. Dölen, Emre, Türkiye Üniversite Tarihi I, Osmanlı Döneminde Darülfünun, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2009. İhsanoğlu, Ekmeleddin, “Darülfünun Tarihçesine Giriş İlk İki 281 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ Teşebbüs”, Belleten, C. LIV, Sayı: 210, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1990. “Darülfünun Tarihçesine Giriş: II) Üçüncü Teşebbüs: Darülfünun-ı Sultanî”, Belleten, C. LVII, Sayı: 218, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1993. Karakoç, Sezai, “Mevlana Enstitüsü”, Babıalide Sabah gazetesi, 21 Aralık 1976; Günlük Yazılar II, Sütun, Diriliş Yayınları, İstanbul 1968. “Mülkiye’ye Serenat”, Babıalide Sabah gazetesi, 3 Mayıs 1968; Günlük Yazılar II, Sütun, Diriliş Yayınları, İstanbul 1989. “İlahiyat Fakültesine Mersiye”, Babıalide Sabah gazetesi, 4 Mayıs 1968; Günlük Yazılar II, Sütün, Diriliş Yayınları, İstanbul 1989. “Üniversitede Bunalma”, Babıalide Sabah gazetesi, 5 Mayıs 1968, Günlük Yazılar II, Sütün, Diriliş Yayınları, İstanbul 1989. “Üniversite: 1 – IV ”, Düşünceler II, Kurumlar, Diriliş Yayınları, İstanbul 1997. Koçer, Hasan Ali, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu, M. E. B. Yayınları, İstanbul 1992. Ozkul, Osman, Sultan III. “Selim’in Mühendishane Kanunnamesi ve Mühendishanenin Hocaları”, Uluslararası Yükseköğretim Kongresi Bildiri Kitabı, c. 1, 2, T. C. Yükseköğretim Kurulu Yayınları, İstanbul 2011. Önder, Mehmet, Uluslararası Mevlana Semineri, Bildiriler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1973. Star gazetesi, 29 Aralık 2012. Tanpınar, Ahmet Hamdi, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, YKY, İstanbul 2006. Turhan, Mümtaz, Üniversite Problemi, Yağmur Yayınları, İstanbul 1967. Yıldırım, Selahattin, Osmanlı İlim Geleneğinde Edirne Darülhadisî ve Müderrisleri, İstanbul 2001. 282 BİLDİRİ KİTABI II ABDÜLHAK HÂMİD, MAKBER VE UNUTULAMAYAN AŞK İMGESİ ABDÜLHAK HÂMİD, MAKBER AND THE IMAGE OF UNFORGOTTEN LOVE Refika ALTIKULAÇ DEMİRDAĞ1 ÖZET ABSTRACT Abdülhak Hâmid Tarhan, Makber adlı eserini karısı Fatma Hanım’ın ölümünden sonra yazmıştır. Bu şiir Türk Edebiyatının çok bilinen önemli eserlerinden biridir. Bunun nedeni öncelikle bir sevgilinin ölümünün ardından yakılan bir ağıt olmasıdır. Bu romantik özelliğinin yanı sıra eserde birçok felsefî konu da dile getirilmiştir. Hâmid, karısının ölümünü kabullenemediğini hissettirdiği bu eserinde ölümün yanı sıra, varlık-yokluk, ahiret vb. metafizik konuları sorgular. Kafasının karışık olduğunu hissettiğimiz şairi tüm çelişki ve tezatlardan Allah’a olan inancı kurtarır. Fakat onu uçurumun kenarına kadar sürükleyen, karanlık bir çukura benzeyen düşüncelere götüren şey, karısına duyduğu büyük aşktır. Hâmid’in karısına olan aşkı onu kaybetmiş olmasıyla bitmemiş, felsefi meselelerle derinlik kazanmıştır. Bu açıdan Makber’i bir başlangıç noktası olarak kabul edebiliriz. Çok üretken bir sanatçı olan Hâmid, Makber’den sonra birçok eserinde aynı konulara değinmiş, aynı sonuçlara ulaşmış, aynı ölünün hayaliyle kederlenmiştir. Başka evlilikler yapmasına ve çalkantılı bir hayatı olmasına rağmen Fatma Hanım’ı ve çölde bir başına bıraktığı mezarını unutamamış ve eserlerine yansıtmıştır. Bu çalışmada, Hâmid’in Makber’deki ölümsüz aşkı ve bu aşkı ebedileştiren felsefî sancıları incelemeye çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Abdülhâk Hâmid, Makber, Aşk, metafizik. Abdülhak Hâmid Tarhan wrote his work named Makber after the death of his wife, Fatma Hanim. This poem is one of the well-known important works of Turkish Literature. The reason for this, primarily it is a lament that is wailed following the death of a lover. As well as this romantic property, many philosophical issues were also put into words by the poet in the work. Hâmid, queries metaphysical issues death, existenceextinction, the hereafter etc. who made to feel could not accept the death of his wife in this work. His belief in God rescues the poet that we feel him was confused, from all conflicts and contrasts. But thing that dragged him to the edge of the cliff, take the poet to the thoughts like a dark hole, is great intra love that he sense his wife. Hamid’s love for his wife has unfinished being lost her, has gained depth with philosophical issues. In that respect, we may accept Makber as a starting point. Hamid who is a very prolific artist, refer the same issues in many work of him after Makber, reached the same conclusions, mourned with the dream of the same dead. Although he made another marriages and had a tempestuous life, he could not forget Fatma Hanim and her grave that he left alone in the desert and reflected his works. In this study, it has been tried to examine Hamid’s eternal love and his philosophical twinges that eternalize this love in Makber. Key Words: Abdülhâk Hâmid, Makber, Love, metaphysics. 1 Yard. Doç. Dr. Aksaray Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected] 283 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ Tanzimat döneminin en önemli sanatçılarından Abdülhak Hâmid Tarhan, edebiyat tarihimizde daha çok karısı Fatma Hanım’ın ardından yazdığı Makber adlı eseriyle ünlenmiştir. Bu şiir Türk Edebiyatının çok bilinen önemli eserlerinden biridir. Bunun nedeni öncelikle bir sevgilinin ölümünün ardından yakılan bir ağıt olmasıdır. Bu romantik özelliğinin yanı sıra eserde birçok felsefî konu da şair tarafından dile getirilmiştir. Hâmid, karısının ölümünü kabullenemediğini hissettirdiği bu eserinde ölüm, varlık-yokluk, ahiret vb. metafizik konuları sorgular. Kafasının karışık olduğunu hissettiğimiz şairi tüm çelişki ve tezatlardan Allah’a olan inancı kurtarır. Fakat uçurumun kenarına kadar sürükleyen, şairi karanlık bir çukura benzeyen düşüncelere götüren şey, karısına duyduğu büyük aşktır. Hâmid’in karısına olan aşkı onu kaybetmiş olmasıyla bitmemiş, felsefi meselelerle derinlik kazanmıştır. Bu açıdan Makber’i bir başlangıç noktası olarak kabul edebiliriz. Çok üretken bir sanatçı olan Hâmid, Makber’den sonra birçok eserinde aynı konulara değinmiş, aynı sonuçlara ulaşmış, aynı ölünün hayaliyle kederlenmiştir. Başka evlilikler yapmasına ve çalkantılı bir hayatı olmasına rağmen Fatma Hanım’ı ve çölde bir başına bıraktığı mezarını unutamamış ve eserlerine yansıtmıştır. Bu çalışmada, Hâmid’in Makber’deki ölümsüz aşkı ve bu aşkı ebedileştiren felsefî sancıları incelenmeye çalışılacaktır. Abdülhak Hâmid, Makber’in “Mukaddime”sinde söyle söyler: “Makber’den evvel yazdığım şeylerin pek çoğunu beğenmem, bazılarını pek az beğenirim. Makber’i ise hiç beğenmiyorum, çok seviyorum. Beğenmediğim şu sebepledir ki, bu kitabın edebiyat ile pek az münasebeti var. Sevdiğim şunun içindir ki, bu kitap odur.” “Makber onun hali, onun resmi, onun hayâli, onun heykeli, onun mezarıdır; onun hiçbir beğenilecek yeri kalmayan hayatıdır. Yine tekrar edeyim: Makber odur. Bunun için severim” (Hâmid 1997: 35) 284 Hâmid’in, “odur” dediği Fatma Hanım’dır. Fakat şiiri irdelediğimiz zaman Fatma Hanım’ın bir çıkış noktası olduğunu söyleyebiliriz. Aslında bu ölüm meselesi şairi hayat hakkında düşünmeye, pek çok konuyu sorgulamaya itmiştir. Bunun nedeni ise öncelikle Hâmid’in Fatma Hanım’a duyduğu büyük aşktır. Hatıralarında evlilikleri hakkında şunları yazmaktadır: “Ben güya nâil-i murad olmuştum. Bu veçhile mesrur olan insan o mesrûriyetin sonu bir felâket olacağını his mi ediyor bilmem. Nâil olduğum günden beri ben tâli’in bu hüsn-i tecellisinden korkuyordum. Bahtiyarlık evimde, yanımda, yatak odamda dolaşıp duruyordu, ben görmüyordum. Yolda karşıma çıkarak beni kucaklıyordu. Görmüyor, duymuyordum. O bir peri-i ceri idi. Ben bir insan-ı hâif idim. O Havva ise de ben Âdem değildim. Beraber gezerken düşecek diye tutacak oluyordum. Uyurken bir akşam uyanmayacak, ölecek gibi duruyor. Güldüğü zaman güzelliğini uçacak sanıyordum.” (Hâmid 1994: 89) Fatma Hanım’ın vereme yakalanmasıyla Hâmid’in korkuları gerçeğe dönüşecektir. Hâmid, Hindistan’da karısı Fatma Hanım’ın hastalığı artınca, yurda dönmek ister. Güçlüklerle dolu bir deniz yolculuğundan sonra Beyrut’a ayak bastıkları sırada Fatma Hanım son nefesini vermek üzeredir. Beyrut Valisi olan ağabeyi Nasuhi Bey’e misafir olan şair, birkaç gün sonra Fatma Hanım’ı kaybeder. Ölüm Hamid’in ruhunda öylesine derin izler bırakmıştır ki sanatının en büyük eserini yaratmasına neden olur. Sonraki eserlerinde de aynı felsefî endişeleri dile getirmesini, dolayısıyla sanatının mahiyetini oluşturmasını sağlayacaktır. Tanzimat Edebiyatı’nın en önemli eserlerinden biri olan Makber, derin felsefi meselelerle dolu olmakla birlikte Hâmid’in “ölüm” karşısındaki isyanlarını, Tanrı’ya yakarış ve sığınmalarını içerir. Bu güzel şiirin ardından Ölü, Hacle ve Bunlar Odur adlı eserleri gelecektir. Bu eserlerinde Makber’in etkilerini devam ettirmektedir. Ayrıca şair, “Macera-yı Aşk’ı, Sabr u Sebat’ı, hususuyla İçli Kız’ı onun aşkıyla yazdığıma kail olmak istiyorum” (Hâmid 1994: 89) der. Hâmid’in ölümü kabullenememe meselesi Makber’de ağırlıklı olarak kendini hissettirir. Döneminde büyük bir yenilik olarak değerlendirebileceği- BİLDİRİ KİTABI II miz aşağıdaki mısralarında Tanpınar’ın da belirttiği gibi yok olmayı kabullenememe söz konusudur: Bildir: Nereye uçar gülüşler?.. Feryâdla olur mu bir yer?.. Zâhir neye böyle ye’sdir hep?. Bâtın, neden böyle hande-ber-leb?.. Ben zâir, sen defîn-i makber, Gel, bir soralım bunu beraber: Çıktın mı huzur-ı Kibriyâya?.. Bildin mi nedir o tıfl-ı ekber? (Tarhan 1997: 56-57) İnsanın ölmesi ona ait olan her şeyin yok olması anlamına mı gelir? Hâmid’i bedenin yok olması kadar insanı diğer canlılardan ayıran hatta her insanın kendine özgü olan özelliklerinin de yok olması ilgilendirmektedir. Bir insanın gülüşü de bu özelliklerden biridir. Şair, gülüşlerin nereye gittiğini sorar. Hamid’in Allah konusundaki imgeleri genellikle sorulardan oluşmaktadır. Birçok konuda kendini aydınlatması için Allah’a yalvararak cevaplar beklemektedir. Burada ise karısı Fatma Hanım’a seslenmekte, görünen neden üzücü, görünmeyen neden neşeli diye sormaktadır. Aslında Hâmid’in tezatlarının kaynağında da ölüm fikri bulunur. Ölüm yaşamın karşıtıdır ve varlığın sonu yokluktur. Şair birçok yerde buna hayret etmekte ve bazı fikirlerinin temeline bu düşünceyi koymaktadır. Adülhâk Hâmid’in Bunlar O’dur adlı kitabına ilham veren de Fatma Hanım’dır. Şiirlerin eşi Fatma Hanım’la olan ilişkisi ise doğrudan kitabın isminde aranmalıdır. Enginün, ―Bunlar O‟dur adının telkini şüphesiz ki Fatma Hanımdır” (Enginün 2006: 449) der. Bunlar O‟dur’daki şiirler genel olarak aşk ve tabiat temleriyle ilgilidir. Tabiatın kızı motifi ―Biriçkendi- ve ―Kambala Hil- başlıklı şiirlerde de bulunur. Diğerlerinde de aşk motifine sık rastlanmakta ve tabiatın kızı bu aşkın muhatabı olmaktadır. ―Tecelli Yahut Teselli, karısı Fatma Hanım için yazılmış bir şiir izlenimi verir. Burada da bir tablo halinde tabiat tasvir edilmekte ve bu tabiatın ortasında mezar bulunmaktadır. Tabiatın canlı tasvirinin ardından mezar ve şairin umutsuz ruh hali Romantizm akımının Hâmid üzerindeki etkisine işaret eder. Romantizm akımının idealleştirilmiş dünyası Hâmid’in kır hayatında daha net ortaya çıkar. Hâmid bu tutumunu Hindistan’daki izlenimleriyle birleştirmiş, ideal tabiatı orada gördüğüne inanmıştır. Ölümün kışkırtan gerçekliği belki de Hâmid’i yaşamaya daha çok bağlamıştır. Fakat bu durum onun vicdan azabı çekmesine engel değildir. Hâmid’in oyunlarında yarattığı kahramanlar kendi içinde yaşattığı tezatları yansıtırlar. Bunun örneklerinden biri Makber ile Hacle’ye verdiği isimlerde de kendini gösterir: Ölünün girdiği yerle gelinin girdiği yer ardı ardına gelir. Bu tezat şairin ruhundan taşan bir kaygının ifadesi gibidir. Hâmid hatıralarında da bu vicdan azabını açıkça dile getirmektedir: “Ona karalar giydirmemişsem de ben kendi nazarımda rû-siyah olmuştum. Ve bir cenin-i sâkıt hayalimde günden güne büyüyerek karşıma çıkıyor, o yarım mahlûk bir ebülhevl oluyor ve sanki vicdanıma girerek, ‘beni dünyadan da, ahıretten de, hayattan da, memattan da ey peder! Sen mahrum ettin’ meâlinde bir sükût ile hitap ediyor. […] Bazı kere de ‘dünyaya gelip de ne olacaktı’ diyorum. ‘Yine ölecek değil miydi? Belki ölü doğan çocuklar en bahtiyar mahluklardır. Her gün biraz ölerek yaşamaktansa, hiç yaşamadan ölmüş oluyorlar” (Hâmid 1994: 95-96). Hâmid’in zihnindeki bu hayaller başka eserlerinde de varlığını hissettirir. Zeynep adlı oyununda da Fatma Hanım’ın gölgesi vardır. Oyunda birçok çelişkili yön bulunmasına ve birçok belirsizliği barındırmasına rağmen Hâmid’in bu oyuna kendi hayatından izler kattığını, böylece tutkulu bir aşk hikâyesi yazmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Oyunun kahramanı Abbas’ın ilk karısının ölümünü unutamaması, onun ruhuyla sık sık karşılaşması, sürekli bir vicdan azabı yaşaması gibi etkileri Hâmid, yaşamından oyuna taşımıştır diyebiliriz. Oyunun kahramanları Abbas ile Zeyneb’in ilk karşılaşmalarından itibaren, Abbas’ın Hâmid olduğu sezilmekte. Üstelik eski karısının ölmüş olması ve bu acı ile kıvrandığı sırada karşısına çıkan bir dilbere aşık olmasının Beyrut’taki Feride Hanım’ı2 hatırlattığı söylenmektedir. Bu da bu açıdan anlamlıdır. Fakat bu oyundaki önemli nokta Hâmid’in karısı ile ilgili yaşadıkları ya da oyuna yansıttıklarıdır. Tanpınar da Hâmid’in 2 Bkz. Can 1952:83. Kabaklı 1948:148. 285 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ aşkı belki de fırtına olarak tanımladığı eğilime dikkatimizi çekmekte ve fırtınanın Hâmid’in dramlarında her türlü mucizeye kadir olduğunu, Zeynep’in de bir fırtınadan sonra esrarlı kuvvetler kazandığını söylemekte ve şöyle devam etmektedir: “Lord Dick’in kimsesiz karısını iyileştirir. Fakat bu iyileşen kadın her nedense kitap yazacak ve macerasını anlatacaktır. Piyesin son tarafında bu kitaptan da bahsedilen mesut hayat sahnesi ise şüphesiz yine Hâmid’in Fatma Hanım’ın etrafında kurduğu imkânsız bir hayaldir.” (Tanpınar 2001: 583). Bu sözlerden Hâmid’in 1916’da yayınlattığı Finten adlı eserinde de Fatma Hanım’ın izlerini yaşattığını anlıyoruz. Hâmid’in imkânsız hayaller kurmaktan hoşlandığını ve bu nedenle oyunlarında içinden çıkılması zor durumlar oluşturduğunu söyleyebiliriz. Kaya Can’ın da bu konuya dikkat çektiğini görmekteyiz: Finten’de muhtelif kahramanların seyahatleri ve hayatlarının geçtiği yerler Hâmid’in hayat coğrafyasına intibak eder. Meselâ A’cûbe’nin vücudunu hazırlayan vuslat Hindistan’da olmuştur. Blanche’a uydurulan mazi Hindistan ve Bîrut’a bağlanır. Burada da Hind okyanusundan gelen vapur, Bîrut ve dört sene evvelki matem birleştirilirse Fatma’nın ölümü çıkar. Hattâ Blance’ın sahte annesi de, Fatma Hanım’ın yaşında iken ölmüştür. Bu ana babanın Yeni Zeland’dan yola çıkışları ise eserde 1 Nisan 1850 olarak gösterilmektedir. Vak’aya uyma mecburiyeti ile bu senenin 1850 oluşu bir tarafa bırakılırsa bu vapura biniş ay ve gün itibariyle Hâmid’in Bombay’dan vapura bindiği gündür.(Can 1952: 84) Hâmid, Zeynep adlı oyununu 1909’da yayınlatmıştır. Bu oyunda Abbas ile Zeynep’in aşkları konu edilmektedir. Fakat oyunun sonunda Abbas’ın söyledikleri, Hâmid’in karısı Fatma Hanım için söylediği izlenimi verir: “Abbas- (…) Donsam, taş kesilsem, bir heykel, bir mezar olsam, yerin dibine dikilsem duramam! Seni istiyordum, Zeynep, eyvah, seni istiyordum, istediğim sen de değilmişsin! Meğer ki aradan geçen siyah aylar târmâr olup bitsin mazi avdet etsin de o Hindistan’daki rüyâ-yı dil-firibi yine göreyim.” (Hâmid 2002: 370) 286 Yeni bir hayata kapılarını açmak isteyen şair, kaybettiklerine duyduğu özlem ve hissettiği vicdan azabı yüzünden asla kendini tam olarak mutlu hissedemeyecektir belki de. Bu gerçek mutluluk için ölünün “kıyam” etmesi gerekmektedir. Makber’de söylediği gibi: “Çık Fatıma! Lahtden kıyam et Yadımdaki haline devam et” Bir isyânın ifadesi olan bu dizeler şairin sonraki eserlerinde bir imgeye dönüşür. Tabutundan çıkan, ölümden sonraki hayatta buluşan ruhlar ya da mezarların üzerinde, evlerin içinde gezinen ruhlar eserlerini doldurur. Finten’de mezarlık ve ev arasında pek çok ruh konu edinilir. Hatta oyunun kahramanı Finten’i de tuhaf ve anlaşılmaz bir biçimde sonunda mezar öldürür. İlhan ve Turhan’ın devamı niteliğindeki Ruhlar ve Arzîler yine tabutundan kıyam eden ruhların bulunduğu eserlerdir. Fakat belki de bunların yanı sıra en dikkat çekici olan eser Tayflar Geçidi’dir. Bu eserde bazı ünlülerin ruhları konuşturulur: Timur, Bayezid, Hâfız, Sâdi, Dante, Victor Hugo, Şekspir, Hayyam, Namık Kemal gibi. Bunlar gerçekte yaşamış ve ölmüşlerin ruhlarıdır. Bir de İlhan ve Turhan adlı oyunlardaki kurmaca kahramanlar ölmüş ve Tayflar Geçidi’nde ruhları oyun kahramanı konumuna geçmiştir. Hâmid’in daha da ileri giderek Ruhlar adlı oyununda ruhlar dünyasında peygamberlerin ruhlarını konuşturduğuna da şahit oluruz. Peygamberler, dünyanın gidişatı hakkında konuşurlar. Bu sesler bol ışık içindedir ve gök gürlemesini andırır. Hâmid, neden böyle bir tercih yapmış, peygamberleri oyuna taşımıştır? İnancının güçlü olmasına rağmen kafasının pek çok soruyla karışık olması, tezatlarına bir son vermek için görünmeyeni görünür kılmaya çalışması bu kurguyu ortaya çıkarmış olabilir. Ruhlar adlı oyunda peygamberler, Tecelli-i Evvel, Tecelli-i Sâni, Tecelli-i Sâlis gibi belirsizlik içeren isimlerle adlandırılır. Böylece okur, konuşanların kimliklerini isimlerinden değil konuştukları meselelerden keşfeder. Oyunun kurmaca kahramanı Kanbur ise peygamberlerin ruhlarının konuşmaları bitip sesler kesildikten sonra, ironik bir dille durumu değerlendirir: “Her derde çare var güzelim, aşka çare yok!” Bu BİLDİRİ KİTABI II sözlerin Hâmid’in kendi ironik durumuna da bir gönderme olduğunu söyleyebiliriz. Abdülhak Hâmid, Tayflar Geçidi adlı oyununda mezarlıkta hayaletleri konuşturur. Ruhlar adlı oyununda ruhlar gökyüzündedir. Arzîler adlı oyununda ise tekrar dünyaya dönmüşlerdir. Böylece tam olarak kıyam gerçekleşmiş olmaktadır. Makber’de “Çık Fatıma! Lahtden kıyam et” diye feryat eden Hâmid’in hayalinde devam eden arzudur belki de bu. Arzîler’in oyun kahramanları Kanbur ile Dilşâd yeni bir hayatı kendileri seçmiş ve dünyaya yeniden dönmüşlerdir. Bu Hâmid’in oyunlarında pek rastlanmayan mutlu bir sondur aslında. Abdülhak Hâmid, Makber’den sonra yazdığı eserlerinin geneline Makber’in havasını yansıtır. Bunun nedeni karısının ölümü ile açılan boşlukta yaşadığı bunalımlardır. Ölüm, varlık-yokluk, ahiret gibi meseleler şairin kafasını kurcalar. Bütün bu meseleleri tekrar tekrar dile getirmesinin nedeni ise içinden çıkamadığı sorular sormasıdır. Bu bunalımlardan şairi kurtaran Allah’a olan inancıdır. Tüm bunalımlarından ve tezatlarından Allah’a sığınarak kurtulmaya çalışır. Bütün bu felsefî endişelerin ötesinde şair, Fatma Hanım’ı kaybetmiş olmakla yaşadığı acıyı dindirmek için belki de oyunlarında ruhları, ölümden sonraki hayatı ve kıyam meselesini dile getirmiştir. K AY N A K Ç A TANPINAR, Ahmet Hamdi (2001). Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Çağlayan Kitabevi. TARHAN, Abdülhak Hâmid (1994), Abdülhak Hamid’in Hatıraları, İstanbul: Dergah Yayınları. TARHAN, Abdülhak Hâmid (2002), Arzîler. Abdülhak Hâmid Tarhan Tiyatroları 6. (Hazırlayan: İnci Enginün), İstanbul: Dergâh Yayınları. TARHAN, Abdülhak Hâmid (1991), Bunlar O’dur. Abdülhak Hâmid Tarhan Bütün Şiirleri 1. (Hazırlayan: İnci Enginün), İstanbul: Dergâh Yayınları. TARHAN, Abdülhak Hâmid (1998), Finten. Abdülhak Hâmid Tarhan Tiyatroları 3. Hazırlayan: İnci Enginün. İstanbul: Dergâh Yayınları. TARHAN, Abdülhak Hâmid (2002), İlhan. Abdülhak Hâmid Tarhan Tiyatroları 6. Hazırlayan: İnci Enginün. İstanbul: Dergâh Yayınları. TARHAN, Abdülhak Hâmid (1997), Makber. Abdülhak Hâmid Tarhan Bütün Şiirleri 2. Hazırlayan: İnci Enginün. İstanbul: Dergâh Yayınları. TARHAN, Abdülhak Hâmid (1997), Ölü. Abdülhak Hâmid Tarhan Bütün Şiirleri 2. Hazırlayan: İnci Enginün. İstanbul: Dergâh Yayınları. TARHAN, Abdülhak Hâmid (2002), Ruhlar. Abdülhak Hâmid Tarhan Tiyatroları 6. Hazırlayan: İnci Enginün. İstanbul: Dergâh Yayınları. TARHAN, Abdülhak Hâmid (2002), Tayflar Geçidi. Abdülhak Hâmid Tarhan Tiyatroları 6. (Hazırlayan: İnci Enginün), İstanbul: Dergâh Yayınları. TARHAN, Abdülhak Hâmid (2002), Turhan. Abdülhak Hâmid Tarhan Tiyatroları 6. Hazırlayan: İnci Enginün. İstanbul: Dergâh Yayınları. TARHAN, Abdülhak Hâmid (2002), Zeynep. Abdülhak Hâmid Tarhan Tiyatroları 7, (Hazırlayan: İnci Enginün), İstanbul: Dergâh Yayınları. CAN, Kaya (1952). Abdülhak Hamid Üzerinde Edebiyat Coğrafyası Bakımından Bir Araştırma. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü Mezuniyet Tezi. ENGİNÜN, İnci (2006). Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923). İstanbul: Dergâh Yayınları. ENGİNÜN, İnci, İsmail PARLATIR, Ahmet B. ERCİLASUN, Zeynep KERMAN hzl. (2006). “Abdülhak Hâmid Tarhan”. Tanzimat Edebiyatı. Ankara: Akçağ Yayınları. KABAKLI, Ahmet (1948). “Abdülhak Hamid’in Tiyatroları”. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi. 287 BİLDİRİ KİTABI II SIRA DIŞI MEKÂNLAR EXTRAORDINARY PLACES Rezan KARAKAŞ1 ÖZET ABSTRACT Bu araştırmanın amacı, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yer alan sıra dışı mekânlara ve onlara dair inanış ve efsanelere ışık tutmaktır. Araştırmada bulgular; gözlem ve görüşme yöntem ve teknikleri kullanılarak elde edilmiştir. Bölge, sıra dışı mekânlar ve onlara dair anlatmalarla doludur. Araştırma sonucunda yörede kutsal olduğuna inanılan veya korkulan birçok sıra dışı mekânın varlığı tespit edilmiştir. Siirt, Mardin, Diyarbakır ve Şırnak’ta muhtelif dağ, tepe ve mağaraların olağanüstü varlıklara dayalı anlatmalarla sıra dışı bir mekâna dönüştüğü görülür. Siirt’teki “Kara Ev”, şifa arayıcıların uğrak yeridir. Şırnak’taki Bikreş mağarası ile Mardin’deki Gırnavaz tepesi, cinlerin yaşadığı yerler olması dolayısıyla sıradan mekânlardan ayrılırlar. Mardin’deki Yılanlı Dağ ile Siirt’teki Kara mağara kaplıcası mitik bir simge olan yılanla kesişir. Diyarbakır’daki Kafka mağarası, içinde var olduğuna inanılan altınları ve hazineyi koruyan yaratığıyla halk inanışındaki yerini alır. Siirt’te yaşayan Şahmeran efsanesi, mağarada saklı olan şifalı suyla ve onu koruyan insan-yılan-balık vücutlu bir varlıkla ilişkilidir. Mardin’deki Şahşa’ran mağarası ile Siirt Şirvan yolunda bulunan bir mağara, kutsal su simgesiyle dikkati çeker ve şifa arayıcıların uğrak yeri olur. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki sıra dışı mekânların tespit ve tahlilini amaçlayan bu çalışmanın aynı zamanda, ilkelden çağdaşa uzanan yolculukta, insanoğlunun duygu ve düşünce dünyasının anlaşılmasına da katkı sunması beklenmektedir. Anahtar Kelimeler: Sıra dışılık, efsane, inanış, korku, kutsal The reason of this research is to shed light onto unusual places and beliefs and legend about them. Findings in the research is derived using observation and interview methods and techniques. The region is replete with the unusual places and the narratives about these places. As a result of research, presence of many feared or are believed to be sacred region have been identified. Observation show that narratives based on marvelous assets, transform mountains, hills and caves located around Siirt, Mardin, Diyarbakir and Sirnak to an unusual place. The Black House in Siirt is a frequented place for healing seekers. Bikres cave in Sirnak and Girnavaz Hill in Mardin are distinguished from others because gins are believed to live in these places. The Snake Mountain in Mardin and Black Cave thermal water in Siirt are associated with a mythical snake symbol. Kafka Cave in Diyarbakir takes part in public belief as a place that has gold and treasure in it with a creature that protects this treasure. The legend of Sahmeran lives in Siirt is associated with a critter that was half a snake and half a human that protect healed water hidden in a cave. Sahşa’ran Cave in Mardin and another cave in the road of Siirt Sirvan points out with its holy water symbol and attracts healing seekers. This study, which is aimed at detection and analysis of unusual places in the East and Southeastern Anatolia Region, is also expected to contribute understanding of the world of human emotion and thought in the journey ranging from primitive to contemporary at the same time. Key Words: extraordinariness, legend, belief, fear, sacred 1 Yrd. Doç. Dr., Siirt Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe Bölümü, [email protected] 289 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ GİRİŞ Bu bildiride, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yer alan olağanüstü mekânlar irdelenecek: bu kapsamda adı geçen mekânlara yönelik efsane, inanış ve ritüellerin neler olduğu değerlendirilecektir. Dağlık bölgelerde yer alan mağaralar, geçmiş yıllarda insanlara barınma ve sığınma imkânı sağlamıştır. Anne arketipinin tezahürlerinden biri olana mağara, halk hafızasında kutsal ya da korkulan bir mekân olarak algılanmıştır. Bu durum, mağara temasını işleyen efsane ve inanışların da iki yönlü olmasına sebep olmuştur. Araştırmamız neticesinde tespit ettiğimiz mağaraların bazıları kutsal olarak algılanmaları sebebiyle şifa vericidir. Bu mağaralar, çoğunlukla, “bir evliyanın yattığı yer” olarak tasvir edilir. “Amerikalı Şiller de Türkistan ziyareti sırasında Semertkant şehrinde kutsal mağaralara rastladığını kaydetmekte ve ayakkabılar çıkarılmadan buralara girmenin mümkün olmadığına işaret etmektedir” (Tanyu 1987: 85, 86). Bir kısım mağaralar, ise korku kaynağıdır ve daha çok cin, yılan gibi varlıkların yaşam alanıdır, ölüm ya da ruhsal rahatsızlıklara neden olabileceği için oralara girmek insanoğlu için tehlikelidir. Bazı mağaralar, anne arketipinin olumlu tezahürüdür. Siirt’teki Kara mağara, içinde yer alan kaplıcasıyla şifa arayanların uğrak yeridir.2 Mağaraya dair inanışlar, onu bir evliya mezarı ile de bütünleştirir. Evliya mezarının oluşu sayesinde mağara, kutsallığını çoğaltır. Evliyanın ölecek kişiye kendisini kara bir yılan kılığında göstermesi, yine mağara imgesinin iki zıt yönünü (olumlu-olumsuz) göstermesi açısından önemlidir. Kara Ev (Haniya Reş): “Bu türbe, Siirt’in Baykan ilçesinin Kasımlı köyündedir. Bir mağaradan ibaret olan ziyarette şeyhlerin mezarının olduğu söylenir. Bir zamanlar köylüler, harabe halinde olan bu yeri yeniden inşa etmek, türbe, medrese veya cami yapmak isterler; ancak kutsal addedilen bir mekâna dokunmaktan korkarlar. Bu sebepten oranın vekâletini alan kişiye sorarlar. Şeyh, köylülerin teklifini kabul etmez, 2 Mağara ve su ilişkisine yönelik yaşayan bir başka efsane ise Erzurum’da Zıvans köyünde anlatılır. “Sulu olan bu mağara, köy halkı tarafından şifa bulmak umuduyla ziyaret edilir” (Seyidoğlu 1985: 180). 290 ancak başka şeyhlere danışacağını belirtir. O sırada olağanüstü bir olay gerçekleşir ve bir patlama olur. Konuşma seslerinin de içinde yer aldığı bir gürültü duyulur. Şeyhler, birbirleriyle Arapça konuşmaktadırlar. Köylüler, korkudan tir tir titrerler. Sonunda gürültü kesilir ve buranın yıkılmasına karar verilir” (K3). “Köylüler, buraya bir türbe yaparlar. Türbenin adı Şeyh Muhammed Verkanıs’tır. Bu şeyh, Sultan Şeyh Musa ez-Zuli El-Mardini’nin torunudur. Oğlu Muhammet Sait’ten gelmedir. Şeyh Muhammet Verkanıs, Mardin’den Baykan’ın Verkanıs köyüne hicret etmiştir. Şeyhin Hz. Ömer soyundan olduğu ve 70.000 cinin emri altında olduğu rivayet edilmektedir. Tarihte birçok kez, türbenin düşmanlar tarafından yıkılmak istendiği, ancak bunu başaramadıkları söylenmektedir. Türbeye zarar vermek için yaklaşan insanların gözlerinin köreldiği de ayrıca rivayetler arasındadır. Hastalar, yeni evlenenler, sıkıntısı olanlar bu kutsal mekâna gelir, dilek dilerler. Ziyaretçilerin yanlarında bir keçi ya da keçi alacak kadar bir miktar parayı yanlarında getirmeleri bir zorunluluktur. Aksi takdirde ziyaretleri kabul olmaz. Adaklık hayvan kesildikten sonra her eve 250 gram dağıtılır” (K3). “Türbenin içinde şeyhin kitapları, bastonu ve zinciri bulunur. Ziyaretçiler, ağrıyan yerlerine bu zinciri ve bastonu sürerler. Türbede bulunan küçük bir odada hastalar uyutulur. Hastanın rüya görmesi iyiye yorumlanır. Bütün bunlara ilaveten türbenin bahçesinde bulunan çeşmenin suyunun da şifalı olduğu söylenir. Çeşmede her tarafı dualarla dolu olan ve “teberrük” adı verilen tasa doldurulan suyla vücut mesh edilir” (K3). “Kara Ev”, psikolojik sorunları olan insanları tedavi eden bir merkez olarak algılanır. Oraya giden kişi, öncelikle bir kurban bağışlar. Kesilen kurban, oradaki insanlara dağıtılır. Hasta kişi, karanlık bir odaya yatırılır. Eğer kişi, uyuyup rüya görürse, iyileşeceği söylenir. Haftanın belli bir gününde gidilmesi ise bir kuraldır. “Kara Ev” benzeri yerlere Siirt’in muhtelif yerlerinde de rastlanır. Bunlardan biri, Eruh ilçesinin Kuşdalı köyündeki Şeyh Abdal türbesidir. Bu türbeye cuma günü gidilmesi türbe içinde rüya görmek BİLDİRİ KİTABI II amacıyla bir saat kadar uyunması ve adak adanması bir gelenektir. Rüya görmeyenlerin iyileşmeyeceğine inanılır. Bir diğer kutsal mekân ise Baykan’ın Berhuk köyünde yer alan Şeyh Aliya Reş türbesidir. Bu türbe için de yukarıda bahsettiğimiz ritüellerin gerçekleştirilmesi gerekir. Jung, “insan yaşamının esas gailesi, kendi tedavisidir, yani kendi eksikliklerini tamamlamak, çatışmalarını çözümlemek ve zedelenmişliklerinin ıstırabını azaltmaktır” (Jung 2012: 9). der. “Kara Ev” gibi çeşitli mekânların iyileştirici, huzura erdirici yönleri, insanoğlunun genel olarak yaşamı boyunca yaşadığı rahatsızlık ve çatışma hallerine de bir çözüm olanağı sunar. Hiçbir hastalığı olmayan yeni evli çiftlerin dahi ziyaret ettiği mekân, bir anlamda gelecekte oluşabilecek rahatsızlıkların önüne geçilmesine de yardımcı olur. “Dönüşüm, genellikle, yaşam süresinin uzaması ya da ölümsüzlüğe adaylık olarak yorumlanır” (Jung 2012: 67). “Kara Ev”e giren kişi, dönüşüm geçirmeyi arzular. Hasta kişi, yeniden sağlıklı olma umudunu gireceği odaya taşır. Odanın karanlık olması, bir bakıma ana rahmi ile özdeşleştirilebilir. Bir başka deyişle karanlık oda, ana rahmi gibi işlev görecek ve hasta kişiyi ilk ana, yani doğuş anına götürecektir. Doğuş anı, hastalıkların, sıkıntıların olmadığı zamanın simgesel tezahürüdür. Karanlık olmadan aydınlanmanın bir anlamı olmaz. Karanlık, aynı zamanda kişinin dünya ile ilişkisinin kesilmesini de sağlayacaktır. “Kara Ev”de uyuma ritüeli, “dönüşüm deneyimi”nin yaşanması için gereklidir. Hasta kişinin iyileşme arzusuyla kutsal alanda uyuması, dönüşümün başlangıcıdır. Uyumanın gerçekleşmesi ve rüya görme, dönüşümün başarılı olduğu anlamına gelir. Bu sayede kişi, bedensel ve ruhsal rahatsızlıklardan arınmış ve bir tür terapi almış olacaktır. 3 Kara Ev’de kişinin 3 Bir başka dönüşüm biçimine, sırf bu amaçla uygulanan bir ritle ulaşılır. Dönüşüm deneyimini rite katılma yoluyla yaşamak yerine; rit, dönüşümün gerçekleşmesi için özellikle kullanılır. Böylece rit, insanın uyguladığı bir tür tekniğe dönüşür. Örneğin, bir adam hastadır, bunun için de ‘yenilenmesi’ gerekmektedir. ‘Başına gelmesi’ gereken şey, yenilenmedir, bunun için de hasta, yatağının başucundaki duvarda açılan bir delikten geçirilir, böylece yeniden doğmuş olur; ya da hastaya başka bir isim verilir, bu sayede yeni bir ruhu olur ve demonlar onu artık tanıyamazlar; ya da mecazi bir ölümden geçmek zorundadır; ya da, ne grotesktir ki, deriden yapılmış bir ineğin içinden geçirilir, yani inek onu önden yutup arkadan çıkarmış gibi olur; ya da bir yıkanma ritüeli ya da vaftiz banyosu yapılır ve yeni bir kişiliğe ve farklı bir metafizik bir yazgıya sahip yarı tanrısal bir varlığa dönüşür (Jung 2012: 60, 61). yaşadıkları, bir “yeniden doğuş” eylemidir. Jung’a göre “yenilenen kişiliğin özü değişmemiş, yalnızca işlevleri, bazı kısımları iyileşmiş, güçlenmiş ve düzelmişse, yeniden doğuş, varlığın değişmediği bir yenilenme” (Jung 2012: 48). şeklinde gerçekleşmektedir. Kara Mağara: Kara mağara, Siirt-Eruh yolu üzerinde Botan Çayı’nın kenarında bulunmaktadır. Oldukça derin olan mağarada, bir evliyanın mezarı olduğu söylenir. Mağara içinde aynı zamanda kaplıca da bulunmaktadır. İnsanlar, muhtelif dertlere deva bulmak, çocuk sahibi olmak vb. amaçlarla bu mağaraya gelir ve dua ederler. Eğer kişi, ölecekse bu evliyanın büyük bir karayılan kılığına girip kendisini kişiye gösterdiğine inanılır. Şifa veren bir başka mağara ise Mardin’deki Şahşa’ran mağarasıdır ki mağaranın tavanından akan suyu, yedi cuma tekrarlanması gereken ziyareti ve saçısıyla o da kendi içinde ayrı bir inanış dizgesi yaratır: Şahşa’ran Mağarası: “Mardin’de Şahşa’ran dağında yer alan küçük bir mağara yine bu isimle anılır. Mağara tavanından akan su, mağara içinde küçük bir havuz oluşturur. Bu suyun şifalı olduğuna inanılır. Şifa için mağaraya giden ve dileği kabul olan kişilerin bunu yedi cuma tekrarlamaları, mağarada mum yakmaları ve bulgurlu bir yemek yapmaları bir zorunluluktur” (K6). Kaynak kişimiz on yaşlarında iken ailesiyle bu mağaraya gittiğini ve beyazlar içinde yaşlı bir dedenin kendisine ‘Senin başın neden açık’ diye sorduğunu ve daha sonra gözden kaybolduğunu anlatmıştır. Diyarbakır’ın Lice ilçesindeki Ashab-ı Kehf mağarası da ziyaretçilerin şifa bulmak amacıyla uğradıkları kutsal mekânlardan biridir. Mağaranın nemli taşları, kutsal olana ulaşmak için bir araç olarak kullanılır. Ashab-ı Kehf: Diyarbakır’ın Lice ilçesinde bulunan Ashab-ı Kehf mağarasındaki taşlardan şifa umulur. Ziyaretçiler, ellerini yüzlerini taşlara sürerler. Bilhassa nemli olan taşlardan birinin özel bir yeri vardır. Halk, taştaki nemin Yedi Uyurlar’a ait ter olduğunu düşünür. Bu taşa de el ve yüz sürülür. Mağaradaki bir çıkıntıya atılan küçük taşlarla da dileklerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinin sağlaması yapılır. Şirvan Mağarası: “Göz rahatsızlığı yaşayanlar, Siirt’ten Şirvan’a giden yol üzerindeki bir mağaraya 291 ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ gidip orada horoz keserler. Akıtılan horoz kanı sayesinde, kayadan daha önce damlamayan bir su damlar. Hasta, gözünü o damlaya tutup şifa diler” (Karakaş 2012: 2156). İnsanoğlu, kendince kutsal saydığı sıra dışı mekânlara gidip oranın suyunu, toprağını, demirini kullanarak ya da uyuyarak oranın sırrına ermeye ve dönüşüm geçirmeye çalışır. Kutsal alanın inayetine varmak ve kendi payına düşeni almak ister. “Kara Ev”de uyumanın, oranın suyunu içmenin veya kutsal mağaralardaki sularla banyo yapmanın veya onları içmenin nedeni, kutsal olmayanın kutsaldan almaya çalıştığı paydır. Bir başka deyişle eksikliğin tam olanla giderilmek istenmesidir. Bikreş Mağarası: Şırnak’ın İdil ilçesinin Çukurlu köyünde, “Cehennem Deresi”4 adı verilen vadide yer alan mağarada, cinlerin yaşadığına inanılır. Oldukça uzun ve karanlık olan bu mağaraya girenlerin bir daha çıkamayacağına dair bir inanış vardır. Rivayetlere göre, bir kişi yedi yıl mağarada tutulmuş, daha sonra
Benzer belgeler
1494-1559 talyan Sava lar ve Osmanl Devleti`nin
International Burch University Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü tarafından 1719.05.2013 tarihleri arasında Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna şehrinde düzenlenen Ulusla...