Küresel Isıtılan Dünya ve Su

Transkript

Küresel Isıtılan Dünya ve Su
KÜRESEL ISITILAN
DÜNYA
ve
SU
Prof. Dr. Doğan YAŞAR
Dursun YILDIZ
1
“Bilim Tercüme İle Değil
Tetkikle Yapılır”
Mustafa KemalAtatürk, 1932
2
Dünyada herkese yetecek kadar kaynak var, ancak herkesin
hırsını karşılamaya yetecek kadar değil,
Mahatma Gandi
3
Doç.Dr.Doğan YAŞAR
Denizli, Sarayköy, 1957. Beylerbeyi Köyü , Bergama Zübeyde Hanım ve Buca Umurbey
ilkokullarında öğrenim gördükten sonra, eğitimine Bornova Anadolu Lisesinde devam etti.
Lisans eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi, Jeoloji bölümünde, yüksek lisans ve doktorasını
jeobiyokimyasal oşinografi (iklim bilimleri) konusunda yapmıştır. Bu güne değin birçok
bilimsel çalışma gerçekleştiren ve birçok projede yer alan Doç Dr. Doğan YAŞAR’ın 14
adedi Uluslararası A sınıfı dergilerinde olmak üzere, toplam 60 adet makale ve bildirisi
vardır.Doç. Dr. Doğan YAŞAR tarafından yapılan çalışmalara toplam 310 adet atıf
yapılmıştır.
Doç Dr Doğan YAŞAR iklim ve üretim konularında 20 civarında televizyon ve radyo
programına katılmış olup yazılı basında ise 50’den fazla iklim ve üretim ile ilgili röportajı
bulunmaktadır. Yine iklim ve üretim konularında 40’den fazla konferans vermiştir.
Doç Dr. Doğan YAŞAR halen Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü’nde öğretim üyeliği
görevine devam etmektedir.
DURSUN YILDIZ:
İnşaat Mühendisi- Su Politikaları Uzmanı
1958 yılında Samsun’da doğan Dursun YILDIZ ,İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat
Fakültesi’nden mezun oldu. Daha sonra DSİ Genel Müdürlüğünde çalışmaya başladı Bu
dönemde Hollanda ve ABD de lisansüstü mesleki teknik eğitim ve uygulama programlarına
katıldı. ATAUM’da “AB Temel Eğitimi ve “Uluslararası İlişkiler Uzmanlık “Programlarını
izledi. Hacettepe Üniversitesi Hidropolitik ve Stratejik Araştırma Merkezinde Su Politikaları
alanında Yüksek Lisans eğitimini tamamladı.DSİ’de çeşitli Başkanlıklarda Şube Müdürlüğü ve
Daire Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Bu dönem içinde Gazi Üniversitesi
Mühendislik Mimarlık Fakültesi ve Hacettepe Üniversitesi Hidropolitik ve Stratejik Araştırma
Merkezinde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak ders verdi. UMAG ‘da su ve enerji politikaları
konusunda konferanslar verdi.2007 yılında DSİ’den emekliye ayrıldı
TMMOB ve İnşaat Mühendisleri Odasında çeşitli dönemlerde Yönetim Kurulu Üyeliği ve
İkinci Başkanlık görevlerinde de bulunan Dursun YILDIZ ‘ın mesleki,teknik,teknopolitik ve
hidropolitik alanlarında yurtiçi ve yurtdışında yayınlanmış çok sayıda teknik rapor ,bildiri ve
makaleleri bulunmaktadır Bunların
yanısıra Akdeniz Havzasında Su Sorunları ve
Türkiye,Barajların Mansabındaki Oyulmalar ,Ulusal Su Politikası İhtiyacımız-Su Raporu,GAP
‘ta Ne Oldu ,Su Sorunu Açısından Akdeniz’in Doğusu adlı beş adet eseri vardır.
Dursun YILDIZ Türkiye Ziraatçiler Derneği tarafından Su Politikaları konusundaki
araştırmaları nedeniyle “2008 yılı Başarı Ödülü’ne” layık görülmüştür.
Halen kendi Mühendislik ve Müşavirlik firmasını yürüten Dursun YILDIZ evli ve iki çocuk
babasıdır.
4
İÇİNDEKİLER
SUNUŞ
BÖLÜM I
TARİHSEL SÜREÇTE SU’DAN KAYNAKLANAN SORUNLAR
120 000 Yıl Önce Dünya
Tarih Öncesinde Suyun Rolü
Su Kaynakları Kenarına İlk Yerleşimler
Su ve Çatışma Tarihi
Küresel Isınma ve Soğuma –Savaş ve Barış Dönemleri
Günümüzde Su kaynakları ve Su Kullanımı
Doğa ve Su
Suyun Artan Stretejik Önemi
BÖLÜM II
SICAKLIK VE YAĞIŞ İLİŞKİSİ
Sıcaklık ve Yağışın Ayrılmaz Birlikteliği
Sıcaklık Demek Yağış Demektir
Kuraklık Demek, Sıcaklık Düşüşü Demektir
BÖLÜM III
İKLİMLERİN DEĞİŞİM NEDENLERİ
İklimsel Değişikliklerin Ana Nedenleri
İklimler neden değişir? Küresel Soğuma ve Küresel Isınma nedir?
İklimleri Kontrol Eden Ana Faktörler
1- Uzun Dönemde İklimleri Kontrol Eden Faktörler: Levha Tektoniği
Kıtalar birleşince sıcaklıklar neden artar, ayrılınca neden düşer?
2-Orta Dönemlerde İklimleri kontrol eden faktörler: Milankovitch Döngüleri
3- Kısa Dönemlerde İklimleri Kontrol eden Faktörler: Güneş Patlamaları
İklimlerin Sürprizleri
Dünyada sıcaklık dengelerini sağlayan parametreler
Yeryüzünde sıcaklıkları kontrol altında tutan ana mekanizmalar; Mikroskopik canlılar.
BÖLÜM IV
KURAKLIK VE GERÇEK NEDENLERİ
İklimler ve Su
5
Neden Su Sorunu Yaşıyoruz, Sulak Alanlarımız Neden Kuruyor?
BÖLÜM V
İKLİMSEL DEĞİŞİMLERİN SU, TARIMSAL ÜRETİM, DENİZEL ÜRETİM VE
ENERJİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Yağmur Doğanın Anne Sütüdür
İklimler ve Tarım
Onar Yıllık Döngülerin Türkiye Tarımına Olan Etkileri
İklim Değişikliklerin Tarımsal Ürünlerde Oluşturduğu Verimlilik Değişikliklerine
Örnekler:
Zeytin
Elma
Muz
İklim Değişikliklerin Deniz Ürünleri Üzerinde Oluşturduğu Değişikliklere Örnekler
Hamsi
Mercan
İklim Değişikliklerin Enerji Üzerinde Oluşturduğu Değişiklikler.
BÖLÜM VI
İKLİMSEL DEĞİŞİKLİKLERİN NEDEN OLDUĞU SAVAŞLARA VE
GÖÇLERE ÖRNEKLER
Bundan sonra Nehirlerde Yıkanmak, Çamaşır Yıkamak ve Kirletmek Yasaktır
Cengiz Han, 1206
Tarihsel olarak Hitit’lerin Sonu ile Dor Göçleri İlişkisi (Günümüzden 3200 yıl kadar
önce)
Tarihsel Olarak Maya Medeniyetini çöküşü ile Haçlı Seferlerinin ve Moğol
akınlarının ilişkileri (1000’li yıllar)
Kuraklıklara Yakın Tarihten bir örnek; 1850’li yıllardaki yanardağ faaliyetlerinin
yoğun olduğu dönem;
Son Yüzyılın En Kurak Dönemi (1930’lu yıllar)
Küresel Isınmaya bir Örnek: Günümüzde de devam eden Nuh Tufanı
Olağanüstü İklim Olaylarının Neden Olduğu Felaketlere Tarihten Örnekler
BÖLÜM VII
KYOTO
Küresel ısınma, küresel kuraklık getirir, bir an önce dünyayı kurtaralım cümlesinin
ardında yatan gerçek.
6
Kyoto Protokolü Nedir?
KYOTO protokolünü hazırlayan ülkeler Karbondioksitin azaltılmasını gerçekten
istiyorlar mı ya da inanıyorlar mı?
Kyotoyu kabul eden ülkeler 2012 yılında kadar ne kadar indirime gidecekler?
Türkiye Kyoto için Emisyonunu Hangi Sektörlerde Azaltabilir? Azaltabilir mi?
BÖLÜM VIII
HÜKÜMETLER ARASI İKLİM KOMİSYONUNUN GRAFİKLERİ ve YORUMLARI
l800’lü yıllardan sonra başlayan sanayi devrimi?
BÖLÜM IX
İKLİMSEL DEĞİŞİMLERİ AVANTAJA DÖNÜŞTÜREBİLMEK İÇİN YAPILMASI
GEREKENLER
Kurak Dönemlere Nasıl Hazırlanmamız Gerekir?
Su
Tarım
Deniz ve Kültür Balıkçılığı
Enerji
BÖLÜM X
GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇLAR
KAYNAKÇA
EKLER
7
SUNUŞ
Bilim Tercüme İle Değil Tetkikle Yapılır
Atatürk, 1932
Günümüzde yaşanılan kurak dönem sürpriz değil, olması beklenen “doğal” bir
kurak dönemdir.
İklim Bilimi; Jeolojik, Biyolojik, Kimyasal ve Fiziksel Oşinografi (deniz
bilimleri) ile Yer Bilimleri, Astronomi ve Meteorolojiden oluşan çok disiplinli
bir bilim dalıdır. Bunun farkında olmayan bazı kişiler, yaşadığımız kuraklığın
nedeninin, sıcaklık artışı nedeni ile olduğu konusunda bilim dışı açıklamalar
yapmakta ve insanlarımızı yanlış bilgilendirmektedirler. Gerçekte, kuraklıklar
sıcaklık artışından değil, aksine sıcaklık düşüşü nedeni oluşan doğa olaylarıdır.
Ayrıca, ana hedefi, ülkelerinin kanun yapıcılarına; tarım, balıkçılık, su ve
hidroelektrik enerjisi konularında ileriye dönük politikaları belirleyebilmeleri
için temel bilgileri üretmek olan İklim Bilimi “ hobi” olarak yapılamaz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün bilim ile ilgili olarak, çok
önemli iki sözü vardır.
Bunlardan birincisi; 1923 yılında söylediği “Dünyada her şey için, uygarlık için, yaşam için,
başarı için hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir, ilim ve fen haricinde mürşit aramak
gaflettir, cehalettir, delalettir” cümlesi, toplumun tümüne verilen bir mesaj olup, bilimin
gösterdiği yoldan ayrılınmaması gerektiğini vurgulaması açısından çok önemlidir.
Mustafa kemal Atatürk’ün, 1932 yılında bilim ile ilgili söylediği ikinci önemli cümle ise
Bilim insanlarına karşı söylediği “Bilim tercüme ile değil tetkikle yapılır” cümlesidir.
Atatürk’ün, bu cümlesinden bir yıl sonra Üniversite Reformuna, ya da o zamanki tanımıyla
Darülfünun Reformuna gitmesi, gerçekte bu sözün biraz da akademisyenlere karşı kırgınlıkla
söylendiğini akla getirmektedir.
Çünkü, Bilim insanlarının ana görevleri araştırma ve eğitim olduğu kadar, ülkelerinin
gelecekleri için ileriye dönük politikaları belirlemek zorunda olan kanun yapıcılara da her
türlü temel bilgiyi, bilimsel analizlerle sağlamaktır. Atatürk bu nedenle, Türk Bilim
insanlarının kanun yapıcılara tercüme bilgiler değil, kendi tetkikleri sonucu elde edecekleri
bilgileri vermeleri gerektiğini vurgulamak için bu sözü söylemiştir.
Günümüzde de su kaynakları yönetimi ve iklimsel değişimler konusunda ciddi bir “tercüme
bilim” kaosu yaşanmaktadır. Özellikle iklimsel değişimler konusunda Hükümetler Arası İklim
Komisyonunun türettiği ve gerçek bilimle uyuşmayan yorumların neden olduğu bu kaosun
ülkemizdeki destekleyicileri de, özellikle bu komisyonun türettiği bilgileri tercüme ederek ve
hiç tetkik etmeden görsel ve yazılı basında halka bilgi veren insanlarımızdır.
8
Çünkü iklim biliminde aylık ya da yıllık değil, dönemsel tahminler yapılır ve ülkenin tarım,
balıkçılık, su ve hidroelektrik enerjisi konularında kanun yapıcılara, ileriye dönük politikaları
belirleyebilmeleri için temel bilgileri sağlar. Bu nedenle de hobi olarak yapılamaz.
Atatürk’ün “İlim Tercüme ile Değil Tetkikle Yapılır” sözünü unutan ya da bilmeyen bazı
insanlarımız, günümüzde Hükümetler Arası İklim Komisyonunun çizdirdiği ve “sahte
yorumlu” grafikleri eline alarak “küresel sıcaklık artışı, küresel kuraklık getirir” gibi bilim
dışı konuşmalar yapmakta ve halkı yanlış yönlendirmektedirler. Hükümetler Arası İklim
Komisyonu’nun, “küresel ısınma”yı öne sürerek oluşturmaya çalıştığı KYOTO antlaşması
gerçekte, G-8’lerin daha çok ekonomik kazanımlar elde edebilmeleri için, tarihin yapılmaya
çalışılan en büyük ticaret antlaşmasıdır. Fosil yakıtların azaltılarak, sera gazının azalacağı ve
dolayısı ile iklimlerin yeniden düzeleceği? gibi gerçek bilimle bir ilgisi olmayan bu iddialar
gerçekte Türkiye’de konuşulması ve yapılması gerekenleri engellemekten başka bir şey
değildir.
Bu kitap, gerçek bilimsel verilere dayanılarak ve Atatürk’ün “Bilim Tercüme ile Değil
Tetkikle” yapılır sözüne uygun olarak;
*Tarihsel süreçte su’dan kaynaklanan sorunları
*İklimsel değişimlerin nedenlerini,
*Bu değişimlerin Türkiye Tarımı, Balıkçılığı, Enerjisi ve Suyu üzerindeki etkilerini
*Tarihte iklimsel değişimlerin neden olduğu önemli savaşları ve göçleri,
*İklimsel Değişimlerin, yakın geçmişte Türkiye’de ve Dünyada neden olduğu önemli olayları,
*İklimsel değişimlerin avantaja dönüştürebilmesi için neler yapılması gerektiğini,
*Kyoto Antlaşmasının ana hedefinin ne olduğunu,
*Suyun stratejik önemini
*Su üzerine küresel politikaların etki alanını
açıklamak amacı ile yazılmıştır.
Doç.Dr.Doğan YAŞAR
Dursun YILDIZ
10 Temmuz 2008 –İzmir-Ankara
9
BÖLÜM I
TARİHSEL SÜREÇTE SUDAN KAYNAKLANAN SORUNLAR
120 000 Yıl Önce Dünya
" ....Her şey 120.000 yıl önce başladı. O zamanlar yeryüzünde günümüze benzer iklim
koşulları hüküm sürüyordu;En azından küresel deniz seviyesi bugünkü seviyeyle neredeyse
aynıydı. Ancak bundan sonraki 100.000 yıl boyunca okyanuslardaki su sürekli buharlaştı.
Buharlaşan sular rüzgârlarla Arktik bölgelere taşındı ve kar şeklinde yeryüzüne düştü. Yavaş
yavaş biriken kar, kuzeyde kimi yerlerde 3 kilometre kalınlığa varan buzullara dönüştü.
20.000 yıl öncesine gelindiğinde okyanuslardaki su öylesine azalmıştı ki, küresel deniz
seviyesi bugünkü seviyenin neredeyse 120 metre altındaydı. Dev buzullar, Kuzey
Amerika'nın bütünüyle kuzeyini, tüm İskandinavya'yı, kuzey Avrupa'yı ve Avrasya'nın kuzey
ucunu kaplamıştı. (1)Yaklaşık 100.000 yıl önce Afrika'dan dünyaya yayılan modern insan
(Homo sapiens) nihayet 35.000 yıl önce Avrupa'ya girmişti. Modern insanlar buzul çağının
zorlu koşullarıyla mücadele etmek zorundaydı. Avcı-toplayıcı olan bu insanların
yaratıcılıkları ve buluş yetenekleri onların bu zorlu koşullarda hayatta kalmalarına izin verdi.
İlk Modern İnsanın Yola Çıkışı
Paleontolojik, genetik ve anatomik bulgular sonucu genel kabul gören tez, bugünkü
insanların Afrika kökenli tek bir evrim çizgisi üzerinde geliştiğini ve bunun da ancak 200 000
yıllık bir geçmişi olduğunu ortaya koymaktadır.
Tarihçilerin birçoğu tarafından kabul gören ve teoriye göre fazla kalabalık olmayan
ilk modern insan grubu bundan yaklaşık 100 000 yıl önce Kara kıtadan kararlı adımlarla
kuzeye doğru yola çıkmışlardı. Bunlardan bir grubu Doğu Akdeniz kıyıları üzerinden
Avrupa’ya diğer kısmı ise Asya’ya doğru ilerlediler. Birkaç on bin yıl içinde dünyayı
fethettiği ve kendisinden önceki öncü insanları haritadan sildiği iddia edilen bu yayılma
teorisi tek değildir. Son zamanlarda ortaya atılan Out of Africa teorisi diğer tezi çürütecek
delillere ulaşamamış olmasına rağmen tartışma yaratmıştır. Bu kurama göre insanlık iki göç
dalgasıyla dünyaya yayılmıştı Homo erectus’tan sonra Homo sapiens’ de Afrika’dan yola
çıkıp diğer kıtalardaki ilkel insan türlerini yenerek dünyaya hakim olmuşlardı.
Bir diğer deyişle Çokmerkezli Evrim kuramına göre insan, dünyanın birçok
bölgesinde günümüz insanı Homo erectus olarak yerel toplumlarının evrimleşmesi ile ortaya
çıkmıştır. Bunun karşıtı olan kurama göre ise günümüz insanının atası olan ilk biçimler,
yaklaşık 200 000 yıl önce Afrika’da ortaya çıkmış ve sonra da dünyanın çeşitli bölgelerine
yayılmıştır (Lewin.R. 1998).
Afrika kökenli tek bir evrim çizgisi teorisini kabul etmeyen bilim adamları, Asyalı ve
özellikle Çinli paleoantroploglar Asya insanının bağımsız bir evrim çizgisi üzerinde
geliştiğini iddia etmektedirler. Yine konu ile ilgili bilim adamları araştırmalar sürdükçe ve
yeni bilgiler toplandıkça farklı hipotezlerin birbirine yaklaşacağını ileri sürüyorlar.
Konunun bizi daha doğrusu Doğu Akdeniz’i ilgilendiren tarafı; bu yolculuğun
dünyanın çeşitli bölgelerine yayılış noktasıdır. Bugün genel kabul gören teoriye göre insanlık
Afrika’dan bu uzun yolculuk için yola çıktığında önce Doğu Akdeniz kıyılarına ulaşıyor,
10
Mezepotamya topraklarında mola veriyor ve onbinlerce sene süren yolculuğunun yönüne
karar verip bu bölgeden dünyaya yayılıyordu. Bilim adamları tarafından oluşturulan modern
insanın göç haritalarında Doğu Akdeniz bölgesi yine önemli bir işlev üstleniyor ve 150 000
yıl önce insanoğlunu dünyanın çeşitli yerlerine dağıtan kavşak oluyordu.
___________________
(1) Amerikalı iki ünlü yerbilimci Walter Pitman ile William Ryan, jeolojik kanıtları inceleyerek(1993-1997), Karadeniz'de geçmişte büyük bir tufanın
yaşandığını öne sürdüler. Onlara göre bu büyük doğa olayı, kutsal kitaplardaki ve söylencelerdeki tufan öykülerinin de kaynağı. Hatta Karadeniz'in çevresinde tufandan
kaçan insanların, Mezopotamya'da ilk uygarlığı kuran Sümer öncesi insanlar olabileceklerini öne sürüyorlar
Kaynak: Pitman, Walter; Ryan, William, "Noah's Flood:The New Scientific Discoveries About The Event That Changed History," Simon Schuster, 1998, ISBN 0-68481052-2
Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika bu dağılma merkezi olmanın dışında ilk insanın
evriminin bir bölümünü tamamlamış olduğu bölge olarak da ortaya çıkmaktadır. Tarih
öncesinde böyle bir evrim ve dağıtımda önemli bir rol oynayan Akdeniz bu özelliğini tarih
boyunca da devam ettiriyordu.
Akdeniz’in doğusunun tarih boyunca önemli bir kavşak olacağı sanki yüzbinlerce yıl
öncesinden ilk modern insanlar tarafından tesbit ediliyordu.
Buzullar Eriyor
Son majör buzul dönemi, 18.000 yıl kadar önce sıcaklıkların artması sonucu sona erdi
ve dünyada, halen günümüzde devam eden, küresel ısınma dönemi başlayarak buzullar
erimeye başladı. Rusya'nın kuzeyindeki buzulların erimesiyle beslenen akarsular, Rusya
bozkırlarını keserek güneye doğru akmaya başladılar ve ardından bir göl halinde olan
Karadeniz'e döküldüler. Buzullardan eriyen su, Karadeniz'in seviyesini yükseltti. Gölün suları
Sakarya Nehri'nin yatağını işgal ederek Anadolu'nun içlerine doğru ilerledi; Sakarya'yı önce
bir halice ardından dar bir boğaza dönüştürdü. Karadeniz Gölü'nün suları, Sakarya Boğazı
üzerinden Marmara Denizi'ne ardından Akdeniz'e (Ege Denizi'ne) dökülmeye başladı. Bu
dönemde Karadeniz, insanlar ve hayvanlar için içilebilir bir tatlı su kaynağı haline dönüştü.
Aynı dönemde kuzeyde yaşayan modern insanlar, kuzeye doğru geri çekilen buzulları
izleyen mamut ya da daha büyük başka otobur sürülerini avlamakla uğraşıyordu. Hayvan
derileriyle kendilerine elbise ve bot dikiyorlardı. Etleri donmuş toprağın altına gömüyorlardı.
Avrupa ile Asya'nın daha ılıman bölgelerinde yaşayan insanlar ise oltayla ya da ağlarla
balık avlıyordu. Ok ile yayı ve mızrağı icat ettikleri için avcılık yetenekleri artmıştı. Ama
hayatta kalmak onlar için yine de çok güçtü.
Bu zorlu koşullar modern insanların yaratıcılık yeteneklerini oldukça geliştirdi. Fransa
ve İspanya'daki mağara duvarlarındaki çok renkli bufalo, geyik, mamut resimleri, sanat
anlayışının o dönemde doğduğuna işaret ediyordu.
Tarih Öncesinde Suyun Rolü
Günümüzden 15.000 yıl önce çok büyük bir hızla erimeye başlayan buzullar, Kuzey
Amerika ve Avrasya'daki dev akarsuları milyonlarca ton suyla besledi. Buzulların inanılmaz
ağırlığı, yer kabuğunun üzerinde -tıpkı yumuşak bir şiltenin üzerine konulmuş bir ağırlık gibibir çukurluk ve çukurluğun çevresinde bir hendek oluşturmuştu.
Buzullardan eriyen sular bu hendeklerde hapsoluyordu. Kuzey yarıkürede, güneydeki
bölgeler kuzeye oranla daha sıcak olduğu için, dev buzulların önce güney uçları erimeye
başladı. Buzullar eriyerek kuzeye doğru geri çekildikçe, buzulların güney sınırındaki hendek
kuzeye doğru ilerliyordu. Bu hendek yüzünden buzullardan eriyen sular güneye doğru değil;
buzula paralel olarak batıya, Kuzey Denizi'ne doğru akmaya başladı. Okyanusların seviyesi
11
hızla yükseliyordu. Ama günümüzden 13.000 yıl öncesine gelindiğinde buzullardaki erime
yavaşladı ve gelen sular artık Karadeniz’e ulaşamıyordu.
Çölün Ortasındaki Vaha Nasıl Karadeniz oldu
Günümüzden 12.500 yıl önce, Avrupa'ya binyıl sürecek ve bilimde “Younger Dryes”
olarak bilinen yeni bir buzul çağı iklimi hakim oldu. Sıcaklık düştü; batı Asya'da, Avrupa'da
ve Afrika'da yağışlar azaldı. O dönemin insanları yaşadıkları mağaraların duvarlarına
çizdikleri hayvan resimleriyle “Buzul çağı mağara sanatı” konusunda zengin bir kültür
oluşturuyordu. Tarihin ilk mağara sanatçıları hayvan başları ve hayvan bedenlerini 10-15 000
yıl öncesi için şaşırtıcı bir estetik anlayışla mağara duvarlarına resmederken yerleşim bölgeli
manzara resimlerinin çizimini ise yaklaşık 6000 yıl sonra yaşayacak torunlarına
bırakıyorlardı. Bu dönemde Afrika ile Anadolu'daki göller buharlaştı. Karadeniz'de yağış
azaldı. Kuzeydeki akarsularla da bağlantısı kesildiği için Karadeniz Gölü'nün su seviyesi hızla
düşmeye başladı. Bir süre sonra su seviyesi, Karadeniz'den Akdeniz'e tatlı su akışını sağlayan
Sakarya Boğazı'nın altına düştü. Göl daralmaya başladı; eskiden gölün altında kalan kıyı
bölgeleri, içinde barındırdıkları canlılarla birlikte şimdi kızgın güneşin altında kavruluyordu.
Toprak çatladı. Şimdi kıyı şeridi boyunca yeni akarsu vadileri oluşuyordu. Akarsular
getirdikleri alüvyonlarla yeni deltalar meydana getirdi. Bölge, insanlar için yeniden
yaşanabilir bir duruma geldi.
O dönemde Yakın Doğu'daki insanlar yerleşik bir düzene geçmişlerdi: sabit köylerde
yaşıyor, aynı bölgelerde avlanıyor ve balık tutuyorlardı. Meyve ile yemiş, hatta daha sonra
ekip biçmeyi öğrenecekleri yabani buğday ve arpa topluyorlardı. Ancak tüm dünyada hüküm
sürmeye başlayan buzul çağına bağlı soğuk ve kurak iklim yüzünden, tüm bu kaynaklarını bir
anda kaybettiler. Ukrayna ve güney Rusya'nın ovaları yarı çöl haline geldi. Böylece kabileler,
suyun bol olduğu Karadeniz gibi verimli vahalara göç etti. Buradaki deltalarda, akarsu
taraçalarında, lagünlerin kıyılarında tohum ekmeyi öğrenerek tarımın ilk adımlarını attılar.
Daha sonra Akdeniz’de de olacağı gibi, Karadeniz Gölü'nün çevresindeki insanlar
birbirleriyle yiyecek, eşya ve fikir alışverişinde bulunmaya başladı.
Günümüzden 11 400 yıl önce, majör küresel ısınma dönemini kesintiye uğratan soğuk
ve kurak iklim (Younger Dryes) sona erdi ve dünyamız yeniden ısınmaya başladı. Isınma
nedeni ile artan yağışlar ve eriyen buzullar, deniz seviyelerini yeniden yükseltmeleri nedeni
ile insanlar bu vahalardan başka bölgelere göç etmeye başladı. Burada öğrendikleri ilk tarım
deneyimlerini beraberlerinde götürdüler. Anadolu'ya, Doğu Akdeniz'e ve kuzey
Mezopotamya'ya; bereketli vadilere yayıldılar.
Günümüzden 8000 yıl öncesinde tarihçiler tarafından neolitik çağın en önemli
yerleşme merkezlerinden biri olarak kabul edilen Çatalhöyük’teki kayalara tarihin ilk manzara
resmi sanatçısı tarafından bir manzara resmi çiziliyordu. Resimdeki patlayan dağın bölgenin
volkanik özelliğini oluşturan yanardağlardan birisi olması gerekiyordu. Çatalhöyükten
bakıldığında ise uçsuz bucaksız Konya ovasının doğu ucunda heybetli bir dağ görünüyordu.
3628 m yüksekliğindeki Hasandağı…
Ünlü İngiliz Arkeolog James Mellaart’ın “Çatalhöyük, Anadolu’da Bir Neolitik Kent”
adlı kitabında yer alan bu manzara resminde yanardağın önünde teraslar halinde sık biçimde
inşa edilmiş dörtgen yapılardan oluşan kent figürü, ilk yaşam bölgeleri açısından yazılı
olmasa da çizili bir belgenin tarihe miras bırakılmasıydı…
12
Mini Buzul Çağı
M.Ö 6200'de yalnızca kuzey yarıkürede hüküm süren mini bir Buzul Çağı ile
dünyadaki bu huzurlu ortam yeniden bozuldu. Avrupa'nın güneybatısına; Ukrayna ile güney
Rusya'ya yeniden bir kuraklık dalgası yayıldı. Anadolu'nun, güneydoğu Asya'nın ve
güneydoğu Avrupa'nın akarsu ve gölleri hızla daralmaya başladı. Anadolu'da ve
Mezopotamya'da tarımla geçinen birçok köy terk edildi. Şimdi çoğunluğu çiftçilikle uğraşan
bu insanlar, Karadeniz'deki sulak bölgelere; burada hâlâ akmakta olan birkaç akarsu vadisine
geri döndüler.
Sonun Başlangıcı
Günümüzden yaklaşık 11 500 yıl önce oluşan ve küresel ısınmayı durdurarak dünyayı
yeniden buzul dönemine geçiren ve bilimde “younger dryes” diye adlandırılan çok soğuk
dönem yerini yeniden yavaş yavaş yeniden küresel ısınmaya, yani yağışlı döneme bırakmıştı.
Bu dönemlerde Akdeniz’in ve dünyadaki denizlerin sularının yükselme hızı yıllık 1 cm ile 2.5
cm arasında değişmekte idi. Ancak günümüzden 10 000 yıl öncesine gelindiğinde bir göl olan
Karadeniz, kuzeyde ve Orta Avrupa’da, sıcaklıkların iyice artması sonucu, aşırı eriyen
buzullar ve yağmurlar nedeni ile yılda ortalama 7 cm civarında bir hızla yükselmeye
başlamıştır (Aksu ve diğ., 2002). Oldukça hızlı bir şekilde yükselen sular, Karadeniz
civarındaki yerleşim ve tarım alanlarını tehdit etmesi sonucu, bölge insanlarını daha iç
bölgelere göç etmeye zorlamıştır. Mitolojide 600’den fazla Nuh Tufanı hikayesi olmasına
karşın, ciddi olanların Karadeniz’de yoğunlaşmasının nedeni ise yıllık 7 cm civarında olan
deniz seviyesi yükselimidir. Bu yıllarda bir göl olan ve su seviyesi günümüze göre 120 metre
kadar aşağıda olan Karadeniz, kuzeydeki buzulların erimesi sonucu çok hızlı bir şekilde
dolmuş ve günümüzden yaklaşık 9600 yıl önce İstanbul Boğazı’nı geçerek Marmara’ya doğru
akmaya başlamıştır (Yaşar, 1994).
Karadeniz’de bugüne değin birçok araştırmacı deniz seviyesi değişimleri ilgili çalışmalar
yapmış ve özellikle Bill Ryan ve Walter Pitman isimli araştırıcalar son yıllarda yaptıkları
çalışmalarda, Nuh Tufanı’na neden olan olayın günümüzden yaklaşık 7150 yıl önce Akdeniz
sularının İstanbul Boğazına (~32 m) ulaşması ile buradaki doğal olarak oluşan barajı yıkıp bir
anda Karadeniz’e döküldüğünü, ve bu akışın Karadeniz’in deniz seviyesinin günlük 15 cm
gibi bir hızla yükselmesine neden olduğunu belirtmişlerdir (Ryan ve Pitman, 1999). Bu
görüşe en büyük delil olarak da, Karadeniz’de bulunan bazı Akdeniz türlerinin bu tarihlerde
(~7150 yıl önce) Karadeniz’de yaşamaya başlamasını göstermişlerdir. Ancak Dokuz Eylül
Üniversitesi ve Newfoundland Memorial Üniversitesinin (Kanada) 1995 yılında Ege,
Marmara ve güneybatı Karadenizi içeren bölgelerin paleoşinografik, sedimentolojik ve sismik
çalışmalarını kapsayan “Marmara Sea Gateway” ismini verdikleri çalışmalar sırasında değişik
bulgular elde edilmiştir. Çalışmalar sırasında bugüne değin yaklaşık 7500 km sismik hat
alınmış, ve bunun yanısıra 65 karot örneğinde fauna, flora, izotop çalışmaları ile 43 yaş tayini
analizi sonucunda özellikle son 20 000 yıldaki deniz seviyesi değişimleri incelenmiştir.
Dokuz Eylül Üniversitesi ve Newfoundland Memorial Üniversitesinin, K.Piri Reis Araştırma
gemisi ile 1995 yılından bugüne değin yaptıkları ve halen devam ettikleri çalışmalarda, Ryan
ve Pitman’ın yaptıkları çalışmaları sonucu Akdeniz sularının bir anda Karadeniz’e aktığı
yöndeki bulgularının tam tersine bir yönde verilere ulaşılmıştır. Özellikle sığ sismik
datalarında gözlenen delta oluşuklarının İstanbul Boğazı – Marmara çıkışında yer alması ve
13
gerek bu alanda ve gerekse Marmara – Çanakkale Boğazı girişindeki sedimanlarda gözlenen
ve çok şiddetli KD-GB yönlü bir akışı simgeleyen verilere ulaşılması, bu dönemlerdeki akışın
Karadeniz’den Marmara’ya doğru olduğunun en büyük delilleri olarak kabul edilmektedir
(Aksu ve diğ., 1999). Sedimanlarda yapılan izotop, fauna ve flora çalışmaları ve yaş tayini
sonuçları ise bu akışın Karadeniz’den Marmara’ya doğru ~10 000 yıl önce başladığı, ve bu
tek yönlü şiddetli akışın ~7150 yıl öncesine kadar sürdüğü saptanmıştır. Yani Ryan ve
Pitman’ın Nuh Tufanı’nın başlangıcı olarak sundukları veri olan, ilk Akdeniz türlerinin ~7150
yıl önce Karadeniz’de yaşamaya başlaması, gerçekte Akdeniz sularının Karadeniz sularının
altından Karadeniz’e geçtiği ve halen devam eden çift yönlü akışın başladığı tarihi
belirtmektedir. Günümüzde de bu çift yönlü akış sistemi devam etmekte, yoğunlukça az olan
Karadeniz suları yüzeyden (20-25 metrelik bir tabaka) Marmara’ya geçerken, daha yoğun
olan Akdeniz suları da alttan Karadeniz’e geçmektedir.
Mitolojide Nuh Tufan’ı olarak bilinen ve Nuh’un Gemisinin sürekli Karadeniz ve civarında
aranmasının nedeni, bu yıllarda Karadeniz’de oluşan ve yılda 7 cm gibi hıza ulaşan deniz
seviyesi yükselimidir.
Büyük Göç Başlıyor
İstanbul Boğazı'ndaki akıntı sistemi bugünkü halini aldıktan sonra: Karadeniz'in daha
hafif olan tatlı suyu yüzeyden güneye doğru, Akdeniz'in daha ağır olan tuzlu suyu ise dipten
Karadeniz'e doğru akmaya başladı.
Kerpiç evlerde yaşayan, işlemeli çanak çömlekler yapan Vinca adlı çiftçiler, Tuna
Nehri boylarına ve Bulgaristan'a yerleştiler. Diğer mülteciler Karadeniz'i aşarak Ege'ye gittiler
ve Girit, Semendirek gibi adalara yerleştiler; bazıları Dalmaçya kıyılarına kadar uzaklara gitti.
Başka bir grup ise Dinyester nehri boyunca hareket ederek kuzey Avrupa'nın batısından Paris
havzasına göç etti. Buradaki avcı-toplayıcı insanları barış yoluyla ya da kuvvet kullanarak
yurtlarından uzaklaştırdı. Hint-Avrupa dillerini konuşan göçmenler, Dinyeper, Volga nehirleri
vadileri boyunca kuzeye göç etti. Başka bir grup, Volga nehri boyunca güneydoğuya giderek
Hazar Denizi'ne kadar ulaştı.
Sami dillerini konuşanlar ise Karadeniz'in güneyindeki tepeleri aştı ve Anadolu
Platosu boyunca dağlara ve derin vadilere yayıldı. Doğu Akdeniz'de terk edilmiş köylerde
yaşam yeniden başladı; ileri tarım tekniklerine sahip yabancılar Mısır'a, Nil Deltası'na
yerleşti.
Sami lehçelerini konuşan, Doğu Anadolu'dan güneye doğru göç eden insanların bir
kısmı ile Karadeniz'in doğusundan güneye doğru hareket eden Kafkas dillerini konuşan
insanlar, Mezopotamya'nın doğusundan güneye doğru ilerleyerek Zagros Dağı'nın eteklerine
yerleştiler.Onlar da tarımla uğraşıyorlardı.
Daha sonra Sümerler olarak anılacak bu insanların bir kısmı, güney Mezopotamya'nın
ortalarına hareket etti. Buradaki yıllık yağış miktarı çok az olmasına karşın, Fırat ile Dicle
akarsularının arasındaki bölgenin inanılmaz bereketli bir toprağı vardı. Sulamayı bilen ve
büyük olasılıkla hafif sabanlar kullanabilen bu insanlar için bölgede sulama kanalları yapmak
pek zor olmamıştı.
Olağanüstü bereketli topraklar ve sulama için gerekli sınırsız su kaynakları, zenginliği
de beraberinde getirdi. Sonunda dünyanın en büyük uygarlıklarından biri olan Sümer
uygarlığı ortaya çıktı. M.Ö. 3000 yılında yazıyı bulan bu insanlar, kil tabletlerin üzerine çivi
yazısıyla günlük olayları kaydettiler; kendi söylencelerini, dini inançlarını ölümsüzleştirdiler.
14
Özellikle de Mezopotamya'ya göç eden insanlar bu dönemi kuşaktan kuşağa anlattılar.
Öykü, Mezopotamya'da neredeyse her yıl gerçekleşen akarsu taşkınlarıyla daha da önem
kazandı.
Su Kaynakları Kıyılarına İlk Yerleşimler
Tarihçiler Neolitik yerleşimlerin ilk örneğine bundan 9000 yıl önce Eriha ve
Çatalhöyük’te rastlandığını ve bu ilkel kentlerin çağın düzenleyici merkezleri olduğunu
söyleseler bile uygarlığın asıl birikim yerlerinin Aşağı Mezopotamya ve Mısır olduğu kabul
edilmektedir.
Uygarlığın bu bölgelerde gelişmesinde en önemli rolü oynayan akarsular bu uygarlığın
başka yörelere taşınmasında da aynı derecede önemli bir rol daha oynuyorlardı…Fırat ,Dicle
ve Nil nehirlerinde ulaşım ve taşımacılık için kullanılan nehir kayıklarının daha gelişmiş
olanları ile eşya,mal ve teknik ilerlemeler Kızıl Deniz,Basra Körfezi ve Doğu Akdeniz’in
sularına açılıyorlardı…
Mezopotamya daha çok Kızıl Deniz ve Basra Körfezi’ne açılıyordu..
Nil Nehrindeki taşımacılıkla gelişen Mısır gemileri ise tarihe ağırlığını koymak üzere
açık denize doğru yelken açıyordu…
Bu dönemde masrafları Mısır tarafından karşılanan ve bu usta gemi yapımcıları
tarafından inşa edilen teknelerle yapılan ticaret resimlere de konu olmaktaydı. Teb kentinde
bulunan İ.Ö:1500 e ait bir resimde özgün giysili Lübnanlıların (Kenanlılar) gemilerinden
Mısır’a mal boşalttıkları görülmektedir.
İ.Ö: 2000’in başlarında ortaya çıkan Yelkenli ve Omurgalı yeni tip gemilerle hem
Akdeniz ticareti hem de Akdeniz tarihi renkli, çatışmalı ve hoyrat bir tarihe doğru
hızlanmaktaydı. Resim uzun bir dönem boyunca uygarlığın bugüne aktarılmasının yegane
aracı oluyordu. Çünkü sadece resmin var olup yazının olmadığı dönem oldukça uzun bir
dönemdi.
Tarih aktıkça ticaret gelişiyor ve bölgedeki ilk ekonomik birlik bundan tam 5000 yıl
önce oluşturuluyordu
Mısır, Mezopotamya, Hititler, Suriye ve Lübnan’ın kıyı kentleri arasındaki ilişkiler
uygarlığın gelişiminin ilk adımları oluyordu. Girit ve Miken uygarlıklarının da katkılarıyla bu
kültür daha da renkli bir hale geliyordu.
Su ve Çatışma Tarihi
Su üzerine oluşan şiddetli anlaşmazlıklar kayıtlı tarihin ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır.
Bunlardan Abraham ve King Abimeleceh klanları arasında ortaya çıkan kuyu suyu üzerine
anlaşmazlıklar gibi bazıları, barışçıl bir şekilde çözülürken19 bazıları da Sümer şehir
devletlerinden Laghas ve Umma arasında bundan 4500 yıl önce Irak’ın güneyinde bir su yolu
konusunda çıkan çatışma gibi savaşa neden olmuştur.
Tarihsel kayıtlar incelendiğinde su ile ilgili ilk çatışmaların yaşandığı ve suyun bir silah
olarak kullanıldığı ilk coğrafyanın Mezopotamya olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunun en temel
nedeni ilk uygarlıkların Firat ve Dicle nehirleri çevresinde gelişmiş olmasıdır. Bu verimli
hilalin toprakları bundan yaklaşık 11 000 yıl önce dünyada ilk defa bugünkü anlamıyla
üzerinde tarım yapılan topraklardır. Bu dönemde bu bölgede yaşayan kabileler arasında su
kanalları yüzünden çıkan çatışmalar ile 4500 yıl önce Fırat ve Dicle havzasının güneyindeki
Lagaş ve Umma şehir devletleri arasında yaşanan çatışmalar tarihte bu konuda çıkan ilk
çatışmalar olarak bilinmektedir.
15
Suyun bir savaş silahı olarak kullanılması çok eskilere dayanmaktadır. Orta Doğu Akdeniz
tarihinin en başarılı baraj kurucu krallarından olan Asur Kralı Sinnaherib M.Ö. 689 ‘da
Babil’e saldırmıştır. Babil’i ele geçirmek isteyen Kral Sinnaherib önce Fırat nehri üzerine bir
baraj kurdurmuş sonra bu barajı yıktırarak barajda biriken suları Babil üzerine bırakmıştır.
Babil yerle bir olmuştur. Yapay olarak yaratılan sel kenti yerle bir etmiş, kentin molozları
Fırat’a dökülmüştür20.
Böylece bu bölge tarihte bir başka ilke de imza atmıştır. Tarihte ilk kez bir baraj savaş silahı
olarak kullanılmıştır. Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da bugün bir savaş aracı olarak
kullanılmaması istenen su tarih öncesinde dönemde bu iş için kullanılmıştır.
Bu eylem yazıtlara aşağıdaki şekilde geçmiştir;
“Gelecekte kentin yerini, tapınaklarını ve tanrılarını kimse hatırlamasın diye, su
baskınından da mükemmel biçimde kenti yıktım. Baştan aşağı suyla kapladım ve otlak haline
getirdim21”
(19) Genesis 21:25
(20) Oates Joan, 2004 “Babil” Çev. Fatma Çizmeli .Arkadaş Yayınevi. Ankara 2004
(21) II. Asurnasirpal döneminin sonunda 859’a kadar olan Asur Kraliyet yazıtları.Grayson
1972,1976’dan alıntıdır.
Su, özellikle uygarlığın ilk ortaya çıktığı bölgelerde o dönemden başlayarak bugüne kadar
çeşitli düzeylerdeki anlaşmazlık ve çatışmaların nedeni olduğu gibi savaş silahı olarak da
kullanılmıştır.
Örneğin M.Ö 3000 yılında Eski Sümer yazıtlarında tanrı Ea’nın insanlığı, işlediği suçlar için, dünyaya
altı gün süren bir sel felaketi ile cezalandırdığının belgeleri bulunmaktadır. Bu Sümer efsanesi bazı
detaylarda farklılık gösterse de İncil’deki Nuh tufanı ile paralellik gösterir.22 Yine bundan 500 yıl
sonra M.Ö 2500 yılında Lagash ve Umma Şehir devletleri arasında -“Gu’edena” (cennetin sınırı)
bölgesinde bir anlaşmazlık başlar. M.Ö. 2450 - 2400 arası Lagash Kralı Urlama, suyu sınır
hendeklerinden sınır kanallarına alarak Umma’yı susuz bırakır. Oğlu Umma’nın bir şehri olan
Girsu’nun su kaynağını keser. Bu da tarihteki ilk su savaşı olarak kabul edilir. M.Ö 1720-1648 yılları
arasında Hammurabi’nin torunu, Abish ya da Abi-Eshuh, Babil’in bağımsızlığını ilan eden IlumaIlum’a tarafından yönlendirilen ayaklanmaların geri çekilmesini önlemek için Dicle’nin suyunu
barajlarla tutmuştur. Bu başarısız girişim, Hammurabi döneminde doruğa ulaşan Sümerlilerin,
gerilemelerinin ilk işaretini oluşturmuştur.23
Su ile ilgili tarihi bir diğer anlaşmazlık da M.Ö 1300 yılındaki Eski Ahit’teki Sisera ve “dokuzyüz
demir atlı araba” sının Esdraelon Ovası’nda Barak’ın atsız askerlerinden oluşan ordusu tarafından
yenilgisi olarak anlatılmaktadır. Tanrı dağlara şiddetli bir yağmur gönderir, Kishon nehri taşar, ovayı
su basar ve Sisera’nın teknik açıdan üstün güçlerini dağıtır ve zarar verir (“…dünya sarsıldı ve cennet
düştü ve bulutlar sularını akıttılar,” “…Kishon nehri her şeyi silip süpürdü, eski nehri sildi, Kishon
nehri”24 Asur’lu Sargon II M:Ö 720 ile 705 arasında Ermeni Halidian’lara karşı başarılı bir mücadele
sonrası, karışık sulama ağlarını tahrip eder ve arazilerine su bastırır.25
M.Ö. 695’de su yine bir savaş silahı olarak kullanılır Sennacreib Asurluların ayaklanmasını bastırırken
Babil’i yerle bir eder ve ana sulama kanallarından birinin yönünü değiştirerek yıkıntıların aynı
zamanda su altında kalmasını sağlar.26 M.Ö 6. yüzyılda Asurlular düşmanlarının su kuyularını
çavdar mahmuzu ile zehirleyerek suyu bir savaş hedefi olarak kullanmışlardır.27
_
__________________________________
(22) Hatami, H. and Gleick, P. 1994. Chronology of Conflict over Water in the Legends, Myths, and History of
the Ancient Middle East. In "Water, war, and peace in the Middle East." Environment, Vol. 36, No. 3, pp.6-on.
Heldref Publishers, Washington.
(23) a.g.e
16
(24) Eski Ahit 7.Kitap 5:21. New Scofield Reference Bible, KJV; Judges 4:7-15 and Judges 5:4-22.
(25) Hatami and Gleick 1994
(26) a.g.e
(27) Eitzen, E.M. and E.T. Takafuji. 1997. “Historical Overview of Biological Warfare.” In Textbook
of Military Medicine, Medical Aspects of Chemical and Biological Warfare. Published by the Office
of The Surgeon General, Department of the Army, USA. s: 415-424.
M.Ö 681-639 arasında Asurlu Esarhaddon, tanrıların küstah ölümlüler tarafından
kızdırıldıklarında yıkıcı taşkınlar yarattıklarından söz eder. Hükümdarlığı dönemindeki kayıtlı
belgelere göre, Esarhaddon Tyre’yi kuşatır, yiyecek ve suyu keser28.Akademisyenler bu
kuşatmayı Esarhaddon’a mal etseler de, Assurbanipal’in belgeleri Tyre’ye karşı bir
kuşatmadan bahseder. M.Ö. 645’de Arabistan ve Elam’a karşı savaşlarda Esarhaddon’un oğlu
Assurbanipal, Elamite ordularını yenmek için kuyuları kurutur. Assurbanipal daha önceki bir
Arap savaşında kuyuları Arap mültecilerden korur. Elam’a karşı zaferle sonuçlanan savaştan
döndüğünde Sapibel şehrine su bastırır ve Elam’la müttefik olur. Belgelere göre Ulai nehrine
Elamite askerlerinin cesetleri ile baraj yapar ve ölü Elamite hükümdarlarının yiyecek ve su
kaynaklarına el koyar.29
Su gücü M.Ö 612 yılında yine bir savaş silahı olarak kullanılır. Mısır, Pers ve Babil
birliğinden oluşan kuvvetler Asur’un başkenti Ninevah’a saldırırlar ve yıkarlar.
Nebuchadnezzar’ın babası Nebopolassar, Babil’lileri yönetir. Yaklaşan birlikler bir taşkın
oluşturmak için Khosr nehrinin yönünü değiştirirler ve bu da sallarının üzerindeki kuşatma
motorlarının yükseltilmesini sağlamış olur. Yine M.Ö 600 yılında Atena’lı yasa yapıcısı
Solon Cirrha şehrinin kuşatılması sırasında helleborus köklerinin Pleistrus nehrinden şehre su
getiren bir dereye veya akedüke atıldığından sözeder. Düşman kuvvetleri şiddetli derecede
hastalanırlar ve yenilirler. Bazı belgeler Solon’un, şehrin su kaynaklarını kesmek için,
Plesitus nehri üzerine bir baraj yaptığından söz eder. Benzer örnekler yaygın olarak
görülmektedir.30 M.Ö 558-528 arasında su yine bir çatışmada araç olarak kullanılmıştır.
Cyrus, Sardis’ten Nabonidus’u yenmek üzere gelirken Babil’de büyük ihtimalle Dicle’nin
büyük bir kolu olan Diyalah nehri önüne çıkar.. Heredot’a göre Cyrus’un asil beyaz atı
nehirde boğulmuş ve nehir ilerlemesine engel olmuştur. Cyrus nehirin bu “küstahlığına”
sinirlenmiş, ordusunu durdurmuş ve nehrin yönünü değiştirmek için 360 kanal kazılmasını
emretmiştir. Diğer tarihçiler Cyrus’un ve ordularının güneye doğru yolculuğunda suya
gereksinim duydukları için kanalları kazdırdığı görüşünde iken, başka bir grupta bu işin yerel
ile olan ihtilafı çözmek için yapıldığı kanısındadırlar.31
__________________________________
(28) Hatami and Gleick 1994.
(29) a.g.e.
(30) Absolute Astronomy webpage. Reviewed 2006. “Incapacitating agent.”
http://www.absoluteastronomy.com/reference/incapacitating_agent.
(31) Hatami and Gleick 1994
Heredot’a göre M.Ö 539 yılında Cyrus şehrin üzerinde Fırat’ın yönünü değiştirerek ve
ordularını kuru dere yatağında ilerleterek Babil’i işgal etmiştir. Bu popüler hikaye Babil’de
bir şölene rastlayan gece yarısı saldırısını anlatmaktadır.32
M.Ö 430 yılında su bu kez de yuna şehir devletleri arasındaki savaşta kullanılmıştır.
Pelepones savaşının ikinci yılında M.Ö. 430’da Atina’da veba salgını baş gösterdiğinde,
Spartalılar Atina’nın suyunun büyük kısmını sağlayan, Piraeus sarnıçlarını zehirlemekle
suçlanmışlardır.33
17
M.Ö 355 ile 323 arasında yine suyun bir askeri araç olarak kullanıldığını görmekteyiz.
Persepolis’i yıktıktan sonra, Alexander, Hindistan’a yönelir. Hindistan’ı işgal ettikten sonra
Basra Körfezi ve Dicle üzerinden tekrar Babil’e döner ve bu yolda nehir üzerinde Perslilerin
inşa ettikleri savunma barajlarını yıkar. Arrian, Alexandr’ın Perslilerin nehir taşımacılığını
engelleme girişimini küçümsediğinden ve bunun “savaşta zafer kazanan erkekler için
anlamsızlığından” bahseder.34
M.S. 6. Yüz yılda Roma İmparatorluğu gerilemeye başladığında, tanrılar Roma’yı kuşatırlar ve şehre
ulaşan neredeyse bütün akedükleri keserler. M.S. 537’de kuşatma başarıya ulaşır. Bir tek yeraltındaki
Aqua Virgo akedükü sağlam kalır ve kullanılır. 35
Su yine eski çağlarda bir savaş hedefi olmaya devem etmiştir. Bunun örneklerinden birisinde
de Selahattin Eyyübi 1187’de Haçlıları, suya ulaşımlarını engelleyerek, Hattin Irmakları
civarında yener. Bazı belgelerde, yol üzerindeki tüm kuyuları kumla doldurduğundan ve
Hıristiyan ordularına su sağlayan Maronite köylerini harap ettiğinden söz edilir.36
1503 yılında Pisa ve Floransa arasındaki antlaşmazlık sırasında, Leonardo da Vinci ve Machievelli
Arno Nehrinin yönünü Pisa’dan uzaklaştırmak için plan yaparlar.37 İspanya’ya karşı seksen yıl
savaşlarının başladığı 1573’ün başlarında, Hollandalılar İspanyol ordularının Alkmaar kasabasındaki
kuşatmasını kaldırmak için araziyi su altında bırakırlar.
______________________________________
(32) a.g.e.
(33) Strategy Page. 2006. Reviewed April 2006.
http://www.strategypage.com/articles/biotoxin_files/BIOTOXINSINWARFARE.asp.
(34) Hatami and Gleick 1994
(35) Rome Guide. 2004. “Fontana di Trevi: History.”
http://web.tiscali.it/romaonlineguide/Pages/eng/rbarocca/sBMy5.htm. Viewed March 2005.
(36) Lockwood, R.P. Reviewed April 2006. “The battle over the Crusades.”
http://www.catholicleague.org/research/battle_over_the_crusades.htm.
(37) Honan, W.H. 1996. “Scholar sees Leonardo’s influence on Machiavelli.” The New York Times (December
8), s:. 18.
Aynı savunma şekli 1574’de Lieden’i korumak için kullanılır. Bu strateji Hollanda Su Hattı olarak
tanınır ve ileriki yıllarda sıkça kullanılır.38 Çinde Huang He’nin su arkları askeri nedenlerle yıkılır.
1642’de “Ming hanedanının sonlarına doğru (1368-1644), General Gao Mingheng aynı taktiği Kaifeng
yakınlarında bir köylü ayaklanmasını bastırmak için kullanır.”39
XIV. Louis 1672’de Fransızların Hollanda’yı işgal ettiği üçüncü Hollanda savaşlarını başlatır.
Savunma sırasında Hollandalılar, geçilemeyecek bir su bariyeri oluşturmak için, arklarını
açarlar ve ülkeyi su bastırırlar.40
1841 yılında Kuzey Kanada Ontario’da Ops Township rezervuarı sağlıklı olmadığı düşüncesi
ile komşuları tarafından yıkılır.41 1853-1861 yılları arasında Güney Indiana’daki Wabash
rezevuarına ve Erie Kanalı kıyılarına çeteler sağlığa zararlı olduğu gerekçesi ile sürekli zarar
verirler.42,43
___________________________________
(38) Dutch Water Line. 2002. Information on the historical use of water in defense of Holland.
http://www.xs4all.nl/~pho/Dutchwaterline/dutchwaterl.htm.
(39) Hillel, D. 1991. "Lash of the Dragon." Natural History (August), pp. 28-37.
(40) Columbia Encyclopedia. 2000. “Netherlands.” 6th Edition. Columbia Encyclopedia available at
http://www.bartleby.com/65/ne/Nethrlds.html
18
(41) Forkey, N.S. 1998. “Damning the dam: Ecology and community in Ops Township, Upper Canada.”
Canadian Historical Review, Vol. 79, No. 1, s. 68-99.
(42) Fatout, P. 1972. Indiana Canals. Purdue University Studies, West Lafayette, Indiana, s. 158-162.
(43) Fickle, J.E. 1983. “The ‘people’ versus ‘progress’: Local opposition to the construction of the Wabash and
Erie Canal.” Old Northwest, Vol. 8, No. 4, s. 309-328.
Söylenceler, efsaneler ve yazılı tarih, eski çağlardan bu yana, tatlı su konusundaki
çatışmalardan da söz eder. Örneğin Mezopotamya’daki yazılı kayıtlar, yaklaşık 4500 yıl önce
Ortadoğu’daki iki devletin; Umma ve Lagaş’ın sulama suyu kanallarının denetimi konusunda
ciddi şekilde çatıştığını gösteriyor.
Tarih boyunca su, askeri ve politik amaçlarla, savaş silahı ya da askeri hedef olarak
kullanılmıştır. Su kaynakları, devletler tarafından belirlenen askeri yada siyasi sınırlara göre
bölünmüş değildir. Bugün karaların neredeyse yarısı uluslar arası nehir havzalarının içinde.
261 büyük nehrin her birinin yatağı da iki ya da daha çok ülke tarafından paylaşılmaktadır..
Su kaynakları üzerindeki hak iddiaları, anlaşmazlıklara ve gerginliklere neden
olmaktadır.Özellikle son yıllarda yerel ve bölgesel tartışmalar, su kaynaklarının adaletsiz
dağıtımı ve kullanımından doğmaktadır*.
(*)20. Yüzyıl’daki Su’dan Çatışmalar Bilim ve Teknik Dergisi Nisan 2001. Ankara.
Mini Soğuma Dönemi Ve Cengiz Han
“Bundan sonra Nehirlerde Yıkanmak, Çamaşır
Yıkamak ve Suları Kirletmek Yasaktır”
Cengiz Han, 1206
Timuçin Han, Cengiz Han ünvanını alarak Moğol İmparatorluğu’nu kurduğu anda ilk
emirlerden birisi buydu. O dönemler dünya nüfusu 200-250 milyon civarında olmasına
rağmen neden sular yetmiyordu? Bunun nedeni bu dönemde oluşan ve şu an yaşadığımız
dönemin tam tersi olan ve bilimsel literatürde “Mini Soğuma Dönemi” dediğimiz bir
dönemdir. “Soğuma” dönemlerinde kuzeydeki buzulların büyüyerek güneye doğru iner ve
akarsuların debileri düşer, denizel ve tarımsal verimlilik azalır.
Küresel Isınma ve Soğuma – Savaş ve Barış Dönemleri
“ısınma dönemleri” dünyaya barış ve huzur getirirken,
“soğuma” dönemleri savaşları ve katliamları getirmiştir.
İnsanoğlunun yerleşik düzene geçmesinden sonra oluşan dünya tarihine baktığımızda,
Hint’lilerin, Arap’ların, Afgan’lıların ya da Pakistan’lıların hiçbir zaman kuzeye, yani
Moskova, Londra ya da Hamburg’a saldırmadığını görürüz. Ancak Londra’lıları,
Moskova’lıları ya da Hamburg’luları hep özellikle Anadolu’ya, Mezopotamya’ya ya da
Mısır’a saldırdıklarını okuruz. Yani savaşlar ve büyük göçler hep kuzeyden güneye “küresel
soğuma” nedeni ile olmuştur. Ve bu nedenle de, bu kurak dönemlerde de verimliliği devam
eden Anadolu, Mezopotamya ve Nil Deltası’nda savaşlar ve çatışmalar hiç bitmemiştir ve
Anadolu’da tahmini olarak 40 000 antik kentin bulunma nedeni de budur. Gılgamış destanı ile
4700 yıl önce başlayan yazılı tarihten günümüze kadar olan 15 000 savaşın( ortalama yılda üç
savaş) çok büyük çoğunluğu, işte bu “mini küresel soğumalar” nedeni ile olmuştur. Isınma
19
dönemlerinde ise buzulların erimesi ile birlikte, Avrupa’nın ya da Kuzey Yarıkürenin kuzey
bölgelerinde, nehirlerin debilerinin artması ve tarım alanlarının çiftçiliğe uygun hale
gelmesinden dolayı, kuzeyden gelen insanlar yeniden vatanlarına dönmüşler ve dünya daha
huzurlu bir ortama geçmiştir. Bir başka deyişle, “ısınma dönemleri” dünyaya barış ve huzur
getirirken, “soğuma” dönemleri savaşları ve katliamları getirmiştir.
Dünyada iklimler, sürekli olarak ya “ısınma”, ya da “soğuma” trendi içindedirler. Yani hiçbir
zaman sabit olmazlar. Soğuma dönemlerinde kutuplardaki buzullar artar, ısınma
dönemlerinde ise kutuplardaki buzullar azalır. Halen majör dönem olarak 18 000 yıldan bu
yana ısınma dönemi içindeyiz. Ama bu 18 000 yıllık ısınma sürecinde, zaman zaman,
bilimde “mini soğuma” denilen çok sert sıcaklık düşüşleri yaşadık. Örneğin, 11 500 yıl önce
“younger dryes” diye bilinen dönemde, kuzey yarımküredeki buzullar yeniden Orta
Avrupa’ya kadar inmişlerdi. Daha yakın bir geçmişten örnek vermek gerekirse 1000’li
yıllardan sonra başlayan ve bilimde “Ficarolo Dönemi” olarak adlandırılan çok sert sıcaklık
düşüşünün yaşandığı “mini soğuma dönemi”, Avrupa’nın kuzey taraflarının buz tutmasına
neden olmuş, bunun sonucu nehirlerin debileri düşmüş ve doğal olarak tarımsal üretim
verimliliği de düşmüştür. Bu nedenle aç kalan ve en kuzeyde yaşayan Viking’ler İngiltere’ye
saldırmış ve bunu takip eden yıllarda da diğer kuzey Avrupa halkları birbiriyle çatışmalara
başlamışlardır. Ancak, devam eden soğuma, buzulların güneye doğru büyümesine neden
olmuş, tarım alanlarını devre dışı bırakmaya devam etmiş ve aç kalan Avrupa’lıları iyice
güneye sıkıştırmıştır. Ancak yine de karınlarını doyuramayan Avrupa’lılar, biraraya gelerek
Haçlı Ordusunu kurmuşlar ve en verimli yerlere, Anadolu’ya, Nil Deltası’na ve
Mezopotamya’ya saldırmışlardır. Zaten, her soğuma döneminde ilk saldırıya uğrayan
Anadolu’da 40 000 antik kent olmasının nedeni de bu kurak dönemlerdir.
İşte aynı dönemlerde, yani 1000’li yılların sonunda Kuzey Asya insanları da birbirleri ile
çatışmaya başlamışlar ve bu çatışmaların sonucunda, 1206’da Cengiz Han’ın önderliğinde
Moğol İmparatorluğu Bayrağı altında birleşerek önce Çin’e sonra da Batıya saldırmışlardır.
Zaten Cengiz Han’ın, Moğol İmparatorluğu’nu kurduğu zaman “bundan sonra nehirlerde
çamaşır yıkmak, yıkanmak ve nehirleri kirletmek yasaktır, cezası idamdır” emri savaşların su
nedeni ile çıktığının en açık göstergesidir. Moğol Ordusunun, bugünkü İran’ı ele geçirmeye
başladığı sırada “karahumma” denilen salgın hastalık nedeniyle güç duruma düştüğü ve
binlerce askerini kaybettiği bilinmektedir. Hastalığın ana nedenin de kirlilik olduğu, ancak
askerlerin Cengiz Han korkusundan gerektiği gibi temizlenemediği için bu hastalığın çok kısa
sürede yayıldığı bilinmektedir. Biz Türk’lerin de böyle bir soğuma dönemi sonucunda Orta
Asya’dan çıkarak, verimli alanlara yani Anadolu’ya yerleştiğimiz bilinmektedir.
Sanayi Devrimi ve Küresel Isınma
Bugün, insan kaynaklı küresel ısınma olduğunu iddia eden insanlar sözlerine hep şöyle
başlarlar “1800 yıllardan sonra başlayan sanayi devrimi nedeni ile dünya ısınmaya
başlamıştır”. Ancak 1800’lü yıllar da gerçek bilimde “mini buzul dönemi”(little ice age)
olarak tanımlanır. Söz konusu olan bu dönemdeki ortalama sıcaklık, 1000’li yıllarda yine
gerçek bilimde “Ortaçağ Sıcak Dönemi” olarak bilinen dönemin ortalama sıcaklığından 0.6
derece kadar daha düşüktür.
Günümüzden 6 bin yıl önce, daha dünya nüfusu 3-5 milyon iken Ürdün Jawa’da bilinen ilk
barajın kurulması, ya da 3140 yıl önce Anadolu’nun toplam nüfusu 700-800 bin civarında
iken Hitit’ler tarafından ilk barajın kurulması, dünyada her zaman bir su sorunu olduğunun ve
zaman zaman çok sert soğuma dönemlerine girildiğinin sağlam kanıtlarıdır. Kadeş savaşında
20
Mısır’lıları alt eden Hitit’lerin sessiz sedasız tarih sahnesinden çekilişinde son bilinenler,
Hitit’lerin Mısır’dan ve diğer ülkelerden ciddi miktarlarda buğday ithal etmeleridir.
Kurdukları baraja rağmen, kuraklık Hitit’lerin sonunu getirmiştir. Yine dünyanın en büyük
Medeniyet’lerinden olan Maya’ların, 1000’li yıllarda, Avrupa’da Haçlı savaşlarının başlangıcı
olan “mini soğuma döneminde” sessiz sedasız tarihten çekilmelerini de nedeni de kuraklığa
bağlanabilir. Gerek Hitit’lerin ve gerekse Maya’ların ana yerleşim yerleri topoğrafya olarak
oldukça yükseklerde idi ve bu nedenle daha güneyde olmalarına rağmen kuraklığa yenik
düşmüş olmaları çok büyük olasıdır.
Doğal Kurak Dönemler
Depremler yalnızca oldukları yerlere vururlar ama iklimler aynı anda tüm dünyayı zor
durumda bırakırlar. Halen bugünlerde yaşadığımız kuraklık, olacağı tüm dünyaca bilinen ve
15-20 yılda bir olan doğal bir kuraklık dönemdir. Bu nedenle, yaşadığımız susuzluğun nedeni
de olacağı çok daha önceden bilinen bu kuraklığa zamanında önlem almayan idarilerdir. Ve
biz insanoğlu, yukarıda verilen tarihlerde açıklanan gerçek kurak dönemler yaşamadık. Ancak
2020’li yıllardan, günümüzden sonra daha sert bir kurak dönem bekliyoruz. Gelişmiş ülkeler,
büyük olasılıkla olması beklenen bu sert dönem için şimdiden önlemlerini almaya başladılar.
Söz konusu bu önlemlere örnek olarak Finlandiya’nın nükleer santral yapma gerekçesi olarak
“biz önümüzdeki sert dönemde barajlarımızın buz tutma ihtimaline karşın nükleer santral
yapıyoruz” diye basına açıklama yapması verilebilir.
Özetle, halen kırsal alanda ve kentlerimizde yaşanılan su sıkıntısının, ya da sellerde ve
depremlerdeki kayıplarımızın nedenini “Takdiri İlahiden çok, Takdiri İdarilerde” aramamız
gerekir. Tedbir alınmadan takdire sığınmak en basit deyimiyle doğanın gücünden haberdar
olmamak anlamına gelir.
Günümüzde Su Kaynakları ve Su Kullanımı
Pek çok insanın farkında olmadığı en önemli şeylerden birisi; başlangıçtan bu yana
Dünyadaki kullanılabilir su miktarında bir artış olmadığıdır.
Küresel Su Kaynakları
Su dünya yüzeyine eşitsiz bir şekilde dağılan kısıtlı bir kaynaktır (Tablo 1). Dünyada mevcut
suyun sadece % 2,5’uğu tatlı su olup bunun da sadece %1’lik bir kesimi kullanıma uygundur.
Bu %1’lik yenilenebilir tatlı su miktarı da dünyadaki hızlı nüfus artışı ve kirlenme tehditi
altında bulunmaktadır.
Dünyada tatlı suyun dağılımında ve suya erişimde kuzey ve güney arasında bir eşitsizlik
vardır. DPT’nin 2007 yılında yayınlanan “Su ve Toprak Kaynakları’nın Geliştirilmesi Özel
İhtisas Komisyonu Raporundaki verilere göre, kısıtlı miktarda içme ve kullanma suyu
bulunan veya bu olanağa hiç sahip olmayan nüfus oranı tüm dünyada %18, Asya ve Pasifik
ülkelerinde %37, Latin Amerika, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da %23,Afrika’da %62 olarak
verilmektedir. Bu oran sanayileşmiş ülkelerde % 1 iken azgelişmiş ülkelerde %34 dir ( DPT
ÖİK Raporu 2007).
Ülkemizde ise bu oran kırsal alan için %3 iken kentsel alan için %0.5’tir. Geçtiğimiz 20.
yüzyılın başından itibaren doğal ortamından çekilen su miktarında altı katlık bir artış
yaşanmıştır.
21
Tablo 1. Su Kaynaklarının Yeryüzünde Dağılımı.(DPT ÖİK Raporu 2007)
KITALAR
Nüfus( %)
Su Kaynağı( %)
Kuzey Amerika
8
15
Güney Amerika
6
26
Avrupa
13
8
Afrika
13
11
Asya
60
36
Avustralya ve Adalar
1
5
Dünyanın tatlı su kaynakları yüzeysel ve yer altı suyu kaynakları olarak iki ana grupta
toplanabilir.Ancak bu kaynakların tümü temiz ve yenilenebilir özellikteki kaynaklar değildir.
Yenilenebilir su: Yağışlarla tekrar yerine gelen su olarak tanımlanmaktadır.
22
Derin yer altı suyu (acı su): Dünyanın oluşum dönemlerinde derin
yer altı katmanları
arasındaki yer altı suyunu ifade etmektedeir.
Su Potansiyeli ve Kullanımı Açısından Kuzey Güney Farkı
Dünyadaki su potansiyeli ve suyun kullanımı açısından Kuzey ve Güney arasında belirgin bir
farklılık bulunmaktadır.Bu Fark aşağıdaki şekillere açıkça görülmektedir.
Dünyada Sektörlere Göre Su Çekimi
23
24
Dünyada Bölgelere Göre Yüzeysel Su Kaynakları Yağış, Buharlaşma ve Akışa Geçen Su
Doğa ve Su
Su bilindiğinin tam tersine sonsuz bir doğal kaynak değildir. Su doğada çeşitli şekillerde
bulunur. Kullanılabilir suyun doğada bulunuşu zamana ve mekana göre büyük değişiklikler
göstermektedir.Diğer bir deyişle yeryüzündeki su kaynakları miktarı sabit dağılımı ise
düzensizdir.Dünya nüfusundaki hızlı artış ve suya olan taleplerin çeşitlenerek
artması,kirlenme ve iklim değişikliği bu yaşamsal öneme sahip kaynağı özellikle kıt bölgeler
için stratejik bir konuma taşımıştır.
Su kaynağı tarım ve endüstri için bir üretim girdisidir.
Su kaynağı aynı zamanda bir enerji kaynağıdır.
Bu nedenle su kaynağı genellikle ulusal gelişmeyi belirleyen stratejik bir özellik taşır.
Doğadaki canlı yaşamın sürmesi ve tatlı su kaynakları arasındaki hayati önem taşıyan ilişkinin
kesintiye uğramadan sürdürülmesi gerekmektedir. Ancak bu ilişki sürecinde eşitsiz bir
gelişim söz konusudur. Doğada suya hayati bir şekilde bağımlı canlı yaşam sürekli artarken
yenilenebir su kaynakları miktarı sabit kalmaktadır. Bunun yanısıra doğadaki canlılardan
özellikle insanlar bu dünya geneline düzensiz yayılmış kaynakları hızla kirleterek
kullanılabilirlik olsılığını azaltmaktadır.
İnsanlığın suyu doğadaki yenilenebilme çevrimi süresinden daha hızlı olarak tüketmesi ve
kirletmesi bu doğal kaynağın önemini arttırarak aynı zamanda stratejik bir doğal kaynak
durumuna getirmiştir.
Suyun Artan Stratejik Önemi
Su, insanoğlu için taşıdığı yaşamsal önemin ötesinde ülkelerin varlığı, güvenlik çıkarları,
ekonomik gelişimleri açısından da büyük bir öneme sahip olan doğal bir kaynaktır. Hızlı
25
nüfus artışı, kirlenme ve yanlış kullanım baskısı altında kalan ve dünyadaki dağılımı yere ve
zamana göre değişen tatlı su kaynakları dünyanın birçok bölgesinde artık stratejik bir doğal
kaynak durumuna gelmiştir.
İnsanlık tarihinde her zaman güç unsurlarının dengesini ve uygarlığın kalitesini belirleyen su,
kaynakları günümüzde daha da hayatı ve stratejik bir konuma gelmiştir. Bu nedenle dünyada
petrol ve doğal enerji kaynakları üzerinde asırlardır süren egemenlik savaşı artık yeniden su
kaynakları üzerinde de başlamış bulunmaktadır.
Mevcut durum ve artan su sıkıntısı ülkelerin daha etkili ve sürdürülebilir su politikaları
uygulanması gereği ortaya çıkartmıştır. Uygulanacak politikalarda su önümüzdeki dönemde
küresel şirketlerin kar aracı ve pazarda sadece bir ticari meta olarak ele alınmamalıdır. Bu da
ulusal ve bölgesel ölçekte dış müdahalelerden uzak olarak belirlenmiş etkin su politikaları ve
işbirliğinin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Dünyada özellikle azgelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerde yaşanan su sıkıntısında hızlı nüfus artışı ve kirlenme etkisinin yanı sıra, su
yönetiminde yapılan hatalarının payı da büyüktür. Ancak yeni su kaynakları yönetim
politikaları küresel reçetelerin dışında ulusal çıkarlar gözetilerek belirlenen ve aynı zamanda
sosyal taleplere de duyarlı politikalar olmalıdır.
Dünyada güç paylaşımında geçmiştekinden farklı yöntemlerin etkili olduğu bir küresel süreç
yaşanmaktadır. Son çeyrek yüzyılda su sorunları ve su stratejileri ile ilgili olarak küresel
anlamda aktörleri, değişenleri ve değişkenleri farklı olan yeni bir döneme girilmiştir. Bu
dönemde doğal kaynaklardan oluşan güçlerini stratejik ağırlık merkezleri olarak koruyarak
geliştirebilen ve kullanabilen ülkeler, başarı sağlayabileceklerdir. Bu nedenle günümüzde
doğal kaynakların korunması aynı zamanda, ulusal güvenlik stratejisinin de ayrılmaz bir
parçası olarak ortaya çıkmaktadır.
Su, 21.yüzyılın politik ve ekonomik anlamdaki şekillenmesinde önemli bir rol oynayacaktır.
Özellikle dünyanın bazı bölgelerinde suyun sosyal ve ekonomik gelişmedeki sınırlayıcı
etkisinin artması halen yaşanan problemleri bir üst boyuta taşıyacaktır. Bu durum suyun
ulusal ve uluslararası kullanım politikalarını (Hidropolitikaları) bugünkünden daha ön plana
çıkartacaktır.
Artarak süreceği görülen su sıkıntısını çözmek için alternatif su kaynakları bulma çabaları
mevcut yenilenebilir suyun daha tasarruflu kullanılmasının ve doğal dengenin korunmasının
önemini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Dünyada yaşanan temel su problemlerinin
çözümü, öncelikle su kaynaklarının nasıl geliştirilmesi gerektiği konusundaki temel
düşüncenin değişmesine ihtiyaç duymaktadır. Ancak mevcut durum gözönüne alındığında bu
değişimin çok yavaş gerçekleştiği görülmektedir. Şimdi yapılması gereken şey, gelecekteki
isteklerin karşılanması için çok ileri düzeydeki planlamalarla ve doğal dengeyi zorlayarak
gerekli suyu bulma çabalarından daha çok, insanlığın temel su ihtiyaçlarını halen mevcut
yenilenebilir su kaynaklarıyla ekosistemi bozmadan daha yaygın olarak karşılayabilecek plan
ve programları uygulamak olmalıdır.
İçinde bulunduğumuz 21. Yüzyıl, “Küresel Isınma’nın yaratacağı tehditler” üzerine yapılan
vurgular ve artan tartışmalar kadar “su üzerine küresel politika ve strateji girişimlerinin” de
arttığı bir yüzyıl olarak başlamıştır.
26
BÖLÜM II
SICAKLIK VE YAĞIŞ İLİŞKİSİ
İklimler, her zaman biriminde, ya “küresel ısınma” ya da “küresel soğuma”
eğiliminde olurlar. Bilimde küresel soğuma dönemlerine “ buzul çağları”,
küresel ısınma dönemlerine de “yağmur çağları” denir. Dünyamız, majör
olarak son 18 000 yıldan bu yana küresel ısınma döneminde, diğer bir deyişle
yağmur çağındadır.
Sıcaklık ve Yağışın Ayrılmaz Birlikteliği
Sıcaklık arttıkça yağışlar artar, sıcaklıklar azaldıkça da yağış azalır. Çünkü yağışın ana
faktörü buharlaşmadır, dolayısı ile sıcaklıktır. Örneğin; bir tencere suyu ateşin üzerine
koyun ve ısıtın. Ateşi ne kadar çok açarsanız buharlaşma o kadar çok olur ve dolayısı ile
yağış o kadar çok olur. Yani sıcaklık ve yağış birlikte artar ve birlikte düşerler. NASA’nın
dünyanın son 100 yıldaki sıcaklık ve yağış anomalileri ile Türkiye’nin sıcaklık ve yağış
verileri incelendiğinde, yağışların sıcaklık ile arttığı görülebilir. (Şekil 1.1, 1.2, 1.3, 1.4)
İklimle ilgili geleceğe yönelik öngörülerde bulunabilmek için öncelikle sıcaklık tahminleri
yapmak gerekir. Bu tahminlerde, eğer sıcaklığın düşeceğini öngörülüyorsa yağışların
azalacağı, eğer sıcaklığın artacağı öngörülüyorsa yağışların artacağı belirtilir. Örneğin,
Devlet Meteorolojinin verilerini dikkatlice incelendiğinde, özellikle 2003’lerden sonra
Türkiye’de bir sıcaklık düşüşü olduğunu,
2007 kış sıcaklıklarının ortalamaların da
yaklaşık bir derece altında olduğunu görülebilir. Yani diğer bir deyişle tencerenin altındaki
ateşin kısılmış olması nedeni ile yağışların azaldığı görülebilir. Geçtiğimiz yıl olan
2007’de, El Nino nedeni ile sıcaklıklar artmış ve bunun sonucunda, Türkiye’de Ekim,
Kasım ve Aralık aylarında yağışlar, yıllık ortalamaların dahi %19 üzerine çıkmıştır. Zaten
söz konusu sıcaklıkların, sonraki aylarda yağış olarak döneceği 17 Temmuz 2007 tarihinde
Ege TV’de “Ege Finans” programında, iklimlerle ilgili yapılan bir programda, kitabın
yazarlarından Doç.Dr. Doğan YAŞAR tarafından açık bir şekilde söylenmiştir.
27
Doç.Dr.Doğan Yaşar’ın iklim konusunda katıldığı bazı televizyon programlarından alınan
cümleler:
*Şubat 2004: TRT Gap Tv’de, “Bu Toprağın Sesi “ ve Haziran 2004, Ege Tv’deki “Ege
Finans” Programlarında:
“Önümüzde artık kurak bir dönem var, ama korkacak bir şey yok çünkü doğal bir kurak
döneme giriyoruz, tarımda ve balık avında düşüşler olacaktır ama sulara dikkat edelim”
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------*Temmuz 2007: Ege TV, Ege Finans Programında:
“El Nino’nun neden olduğu bu sıcaklıklar bize yağış olarak dönecektir”
Aşağıdaki bilgi Devlet Meteoroloji sayfasından kopya edilerek alınmıştır.
“1 Ekim 2007 – 31 Aralık 2007 Türkiye Genel Durum
1 Ekim 2007 – 31 Aralık 2007 tarihleri arasında kümülatif yağışlar genel olarak
normalinden ve geçen yıl yağışından fazla olmuştur. Kümülatif yağış ortalaması 267,0
mm., normali 224,3 mm., geçen yılın aynı dönem ortalaması ise 200,8 mm.dir. Kümülatif
yağışlarda normale göre % 19,0 , geçen yıla göre de % 33,0 artış gözlenmiştir.”
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------*Ocak 2008, Ege Tv’deki “Ege Finans” ve Nisan 2008 TRT Gap Tv’deki “Bu Toprağın
Sesi” Programlarında;
“Bu yıl yani 2008 için yine çok fazla yağış beklemiyorum ama biraz daha ortalamalara
yakın olmasını bekliyorum, ancak büyük barajların dolması 2012-2013’lü yıllardan önce
beklenmemelidir”
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------Devlet Meteoroloji Genel Müdürlüğü WEB sayfasından alınan yukarıdaki açıklama, 16
Temmuz 2007 tarihinde Ege Tv’de yapılan konuşmayı desteklemekte ve yağışların
bilimsel olarak çok daha önceden tahmin edilebileceğini göstermektedir. Bugün ABD’de,
El Nino nedeni ile gerçekleşebilecek yağışlar 8-9 ay önceden rahatlıkla tahmin
28
edilebilmekte ve tarım ürün desenleri belirlenerek çiftçiler bu olası yağışlara göre
yönlendirilmektedir.
Bilimde iddia olmaz, hele hele iklim gibi çoklu bilim dallarının oluşturduğu ve hala birçok
faktörün açıklanamadığı bir bilim dalında hiç olmaz. Yukarıdaki televizyon programları
sırasında yapılan bu “iddialı” konuşmaların ana nedeni ise,
basında ve akademik
ortamlarda sürekli olarak “küresel ısınma küresel kuraklık getirir” gibi halka ve öğrencilere
yanlış bilgilendiren konuşmaların bilim dışı olduğunu açıklayabilmek için yapılan
öngörülerdir.
Sıcaklık Demek Yağış Demektir
Sıcaklık ve Yağış İlişkisine Örnekler: Denizli, Aydın, İzmir bölgelerinin Meteoroloji
Verileri
Sıcaklık ve yağış ilişkisini daha iyi açıklayabilmek için Türkiye’de tarımsal yönden de
önemli üç büyük yerleşim merkezinin meteorolojk verileri detaylı olarak aşağıda
açıklanmıştır.
Öncelikle bu üç ilin 1975-2006 yılları arasındaki yağışlarına bakalım (Şekil 1.5, 1.6, 1.7).
Şekillerde her üç ilde de 1970’li ve 1990’lı yıllarda yağışların ortalamaların altında olduğu,
1980 ve 2000’li yıllarda ise yağışların ortalamaların üzerinde gerçekleştiği görülebilir.
Çünkü iklimler, gerek uzun ve gerekse kısa dönemler içerisinde, kurak ve yağışlı döngüler
halinde düzenli değişim gösterirler. Bu döngülerden en kısa sürelisi, ortalama 20 - 22 yıl
civarında olup, kabaca bu sürenin 7 ile 10 yılı yağışlı (bölgesel ortalamaların üzerinde) ve
7 ile 10 yılı da kurak (bölgesel ortalamaların altında) olarak gerçekleşmektedir. Sözkonusu
bu yağışlı ya da kurak dönemler, zaman zaman birkaç yıl azalır ya da uzayabilir.
Şimdi süreleri biraz daha daraltarak, bu üç ilin yağışlarını ve sıcaklıklarını, 1984-1992,
1992-2000 ve 1998-2006 dönemleri olarak ayrı ayrı grafiklerle inceleyelim. Önce 19841992 yılları arasında kalan sıcaklıklara baktığımızda, her üç ilin de sıcaklıklarının düşme
eğiliminde olduğu ve yağışların da bu sıcaklık azalmasına doğrultusunda hareket ederek
düştüğünü görürüz (Şekil 1.8, 1.9, 1.10). Yani tencerenin altındaki ateş kısılmış ve dolayısı
ile buharlaşma azalarak yağışlar azalmıştır. Özellikle 1991 yılında Pinatubo yanardağının
29
da faaliyete geçmesi nedeni ile kuraklık çok daha sertleşmiştir. Söz konusu bu kuraklık
İstanbul’da çok sert hissedilmiş (yağmur duaları, yağmur bombaları gündeme gelmiş) ve
günlerce akmayan suları da usta tiyatrocu Levent Kırca’nın skeçlerinde oldukça fazla yer
almıştır. Bu dönemde Türkiye’nin barajları boşalmış ve hidroelektrik santralları hemen
hemen devre dışı kalması nedeni ile de ilk defa Bulgaristan’dan elektrik ithal etmek
zorunda kalmıştır. Ve yine bu dönemde, enerji açığını kapatabilmek için, sanki bir daha hiç
yağmur yağmayacak ve santrallar hep devre dışı kalacakmış gibi inanılmaz miktarlarda
doğalgaz bağlantıları yapılmıştır.
Şekil 1.11, 1.12 ve 1.13’te ise aynı illerin 1992-2000 yılları arasındaki sıcaklık yağış
ilişkileri verilmiştir. Grafiklerden görülebileceği gibi bu dönemde sıcaklıklar artmış ve bu
sıcaklık artışına parele olarak da yağışlar artmıştır. Yani tencerinin altındaki ateş artmış ve
artan buharlaşma nedeni ile yağışlar artmıştır.
Yine aynı illerin 1998-2006 yılları arasındaki sıcaklık ve yağış ilişkilerini gösteren, Şekil
1.14, 1.15 ve 1.16’ya baktığımızda, sıcaklıkların düştüğü ve günümüzde yaşadığımız
kuraklığın da bu sıcaklık düşüşünden olduğu anlaşılabilir. Çünkü kuraklık varsa mutlaka
sıcaklıklar düşmüştür, bunun başka bir bilimsel açıklaması yoktur.
Antalya, İstanbul, Kars ve Samsun illerinin 1998-2006 ortalama sıcaklıklarının grafik
olarak gösterildiği Şekil 1.17’de, Türkiye’de yaşanan kuraklığının nedeninin ısınma değil
tam tersi sıcaklık düşüşü sonucunda olduğu görülmektedir.
Ayrıca, yukarıda şekillerde özellikle “ortalama“ sıcaklıklar verilmiştir. Yağışları kontrol
eden ana mekanizma ise kış sıcaklıklarıdır. Kış sıcaklıklarının düşük olduğu yıllarda
yağışlar da az gerçekleşmektedir. Buna örnek olarak da İzmir kış sıcaklıkları ile yağış
ilişkisi Şekil 1.18’de gösterilmektedir. Şekil 1.19’da Devlet Meteoroloji Genel
Müdürlüğünden alınan grafik bunu Türkiye ortalaması olarak ve daha uzun bir süre için
vermektedir. Özellikle, 1970, 1990 ve günümüzdeki kış sıcaklıkları düşmesi, yağışları
kontrol eden ana mekanizmanın kış sıcaklıkları olduğunun ana göstergesi olması açısından
önemlidir.
30
Son 18 000 yıldan bu yana küresel ısınmadayız ancak, kabaca 8-10’ar yıl süre ile ve
göreceli olarak sıcaklıklar artar ve azalır. Sıcaklığın arttığı yıllarda yağışlar ortalamaların
üzerine çıkar, azaldığı yıllarda da altına düşer. Ülkemizde 1960, 1980, 2000’lı yıllar
yağışlı, 1970 ve 1990’lı yıllar da kurak geçmiştir. Bulunduğumuz dönem de kurak geçmesi
gerekiyordu ve zaten kurak geçiyor (Şekil 1.20). Yani iklimlerde beklenenlerin dışında
olan bir şey yok. İklim bölümünde, sıcaklıkların neden değiştiğinin detaylı açıklamaları
vardır.
Kuraklık Varsa Sıcaklıklar Düşmüştür
Özetle, sıcaklık artışı demek yağış demektir. Kuraklık başlamışsa bu sıcaklık düşüşü
nedeni iledir ve tarımı, balıkçılığı, suyu ve enerjiyi olumsuz olarak etkiler. Bu nedenle,
özellikle kurak dönemlerde oluşan, denizel ve tarımsal ürünlerin verim kaybını minimize
edebilmek amacı ile 2004 yılında, kitabın yazarlarından Doç.Dr.Doğan Yaşar’ın, DPT’ye
yazdığı “Ulusal Deniz ve Tarım Ürünleri Verim İyileştirme Programı” isimli projede de
aynı cümle ile: “Projeye hemen başlanmalı çünkü 2004 yılı kurak yılların başlangıcı olma
olasılığı çok yüksek bir yıldır” diye de belirtmiştir. Çünkü iklimler demek; tarım demektir,
su demektir, enerji demektir, balıkçılık demektir. Önemli olan, bu konuları detaylı çalışıp
iklimsel değişimleri, ülke çıkarları açısından avantaja dönüştürmektir.
İlerleyen bölümlerde iklimlerin, tarım, balıkçılık, su ve enerji ile olan ilişkileri detaylı
olarak anlatılacaktır.
31
Küresel Sıcaklık Anomalisi
http://data.giss.nasa.gov/gistemp/station_data/
0,8
0,6
0,4
0,2
0
-0,2
-0,4
-0,6
1901
1910
1919
1928
1937
1946
1955
1964
1973
1982
1991
2000
Şekil 1.1: Dünyanın 19001 ile 2000 yılları arasındaki sıcaklık değişimi. Küresel ısınma döneminde olmamız nedeni ile Sıcaklıklar
artıyor. (Veriler: http://data.giss.nasa.gov/gistemp/station_data/)
Dünya Ortalama Yağışlar (mm/gün)
(http://data.giss.nasa.gov/precip_cru/)
2,78
2,73
2,68
2,63
2,58
2,53
2,48
1901
1910
1919
1928
1937
1946
1955
1964
1973
1982
1991
2000
Şekil 1.2: Dünyanın 19001 ile 2000 yılları arasındaki yağış miktarı. Son 100 yılda sıcaklıklara paralel olarak yağışlar da artıyor
(veri: http://data.giss.nasa.gov/precip_cru/)
32
13
12
11
10
9
1901
1911
1921
1931
1941
1951
1961
1971
1981
1991
Şekil 1.3: Türkiye’nin 19001 ile 2000 yılları arasındaki sıcaklık değişimi.
(Veriler: http://data.giss.nasa.gov/gistemp/station_data/)
Türkiye 1901-2000 Yağışları
(Veri:Nasa)
750
700
650
600
550
500
450
400
1901
1911
1921
1931
1941
1951
1961
1971
1981
1991
Şekil 1.4: Türkiye’nin 19001 ile 2000 yılları arasındaki yağış miktarı. Son 100 yılda sıcaklıklara paralel olarak
yağışlar da artıyor (veri: http://data.giss.nasa.gov/precip_cru/).
33
1100
900
700
500
300
1975
1980
1985
1990
1995
2000
2005
Şekil 1.5: Aydın ili 1975-2005 yılları yağış miktarları. Yağışlar, 1970’li ve 1990’lı yıllarda ortalamanın altında,
1980 ve 200’li yıllarda ortalamaların üzerinde gerçekleşmiş ve günümüzde de beklenildiği gibi kurak geçmektedir
(Yaşar, 2007) (Veri: Devlet meteoroloji Genel Müdürlüğü)
.
1100
900
700
500
300
1975
1980
1985
1990
1995
2000
2005
Şekil 1.6: İzmir ili 1975-2005 yılları yağış miktarları. Yağışlar, 1970’li ve 1990’lı yıllarda ortalamanın altında,
1980 ve 200’li yıllarda ortalamaların üzerinde gerçekleşmiş ve günümüzde de beklenildiği gibi kurak geçmektedir (Yaşar,
2007). (Veri: Devlet meteoroloji Genel Müdürlüğü)
800
700
600
500
400
300
1975
1980
1985
1990
1995
2000
2005
Şekil 1.7: Denizli İli 1975-2005 yılları yağış miktarları (kg). Yağışlar, 1970’li ve 1990’lı yıllarda ortalamanın altında,
1980 ve 200’li yıllarda ortalamaların üzerinde gerçekleşmiş ve günümüzde de beklenildiği gibi kurak geçmektedir (Yaşar,
2007). (Veri: Devlet meteoroloji Genel Müdürlüğü)
34
16,5
16
15,5
15
1984
1985
1986
1987
1988
1989
1990
1991
1992
1985
1986
1987
1988
1989
1990
1991
1992
520
470
420
1984
Şekil 1.8: Denizli İli 1984-1992 yılları sıcaklıkları ve yağış miktarları (kg). Üstteki grafikte sıcaklıkların düştüğü, aşağıda
şekilde de yağışların sıcaklık düşüşüne paralel olarak azaldığı görülmektedir (Yaşar, 2007). (Veri: Devlet meteoroloji Genel
Müdürlüğü)
10,5
9,5
8,5
7,5
6,5
1984
1985
1986
1987
1988
1989
1990
1991
1992
750
650
550
450
350
1984
1985
1986
1987
1988
1989
1990
1991
1992
Şekil 1.9: İzmir İli 1984-1992 yılları sıcaklıkları ve yağış miktarları (kg). Üstteki grafikte sıcaklıkların düştüğü, aşağıda şekilde
de yağışların sıcaklık düşüşüne paralel olarak azaldığı görülmektedir (Yaşar, 2007). (Veri: Devlet meteoroloji Genel
Müdürlüğü)
35
18,5
18
17,5
17
16,5
1984
800
1985
1986
1987
1988
1989
1990
1991
1992
700
600
500
400
300
1984
1985
1986
1987
1988
1989
1990
1991
1992
Şekil 1.10:Aydın İli 1984-1992 yılları sıcaklıkları ve yağış miktarları (kg). Üstteki grafikte sıcaklıkların düştüğü,
aşağıda şekilde de yağışların sıcaklık düşüşüne paralel olarak azaldığı görülmektedir (Yaşar, 2007).
(Veri: Devlet meteoroloji Genel Müdürlüğü)
18
17,5
17
16,5
16
15,5
15
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
800
700
600
500
400
1992
Şekil 1.11 Denizli İli 1982-2000 yılları sıcaklıkları ve yağış miktarları (kg). Üstteki grafikte sıcaklıkların arttığı,
aşağıda şekilde de yağışların sıcaklık düşüşüne paralel olarak arttığı görülmektedir (Yaşar, 2007).
Yaşar, 2007a
(Veri: Devlet meteoroloji Genel Müdürlüğü)
36
19,5
19
18,5
18
17,5
17
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
1995
1996
1997
1998
1999
2000
1100
900
700
500
300
1992
1993
1994
Şekil 1.12: İzmir İli 1982-2000 yılları sıcaklıkları ve yağış miktarları (kg). Üstteki grafikte sıcaklıkların arttığı,
aşağıda şekilde de yağışların sıcaklık artışına paralel olarak arttığı görülmektedir (Yaşar, 2007).
(Veri: Devlet meteoroloji Genel Müdürlüğü)
19
18,5
18
17,5
17
16,5
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
800
700
600
500
400
300
1992
Şekil 1.13: Aydın İli 1982-2000 yılları sıcaklıkları ve yağış miktarları (kg). Üstteki grafikte sıcaklıkların arttığı,
aşağıda şekilde de yağışların sıcaklık artışına paralel olarak arttığı görülmektedir (Yaşar, 2007).
(Veri: Devlet meteoroloji Genel Müdürlüğü)
37
17,4
16,9
16,4
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
750
650
550
450
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
Şekil 1.14: Denizli İli 1998-2006 yılları sıcaklıkları ve yağış miktarları (kg). Üstteki grafikte sıcaklıkların düştüğü,
aşağıda şekilde de yağışların sıcaklık düşüşüne paralel olarak azaldığı görülmektedir (Yaşar, 2007).
(Veri: Devlet meteoroloji Genel Müdürlüğü)
19
18,6
18,2
17,8
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
1100
900
700
500
1998
1999
Şekil 1.15: İzmir İli 1998-2006 yılları sıcaklıkları ve yağış miktarları (kg). Üstteki grafikte sıcaklıkların düştüğü,
aşağıda şekilde de yağışların sıcaklık düşüşüne paralel olarak azaldığı görülmektedir (Yaşar, 2007).
(Veri: Devlet meteoroloji Genel Müdürlüğü)
38
19
18,6
18,2
17,8
17,4
1998
900
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
800
700
600
500
400
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
Şekil 1.16: Aydın İli 1998-2006 yılları sıcaklıkları ve yağış miktarları (kg). Üstteki grafikte sıcaklıkların düştüğü,
aşağıda şekilde de yağışların sıcaklık düşüşüne paralel olarak azaldığı görülmektedir (Yaşar, 2007).
(Veri: Devlet meteoroloji Genel Müdürlüğü)
Samsun 1998-2006 Sıcaklık
İstanbul 1998-2006 Sıcaklık (http://data.giss.nasa.gov/gistem p/station_data/)
16
16
15,5
15,5
15
15
14,5
14,5
14
13,5
14
1998
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2006
Kars 1998-2006
Antalya 1988-2006 Sıcaklık
19,5
7
6,5
19,3
6
19,1
5,5
18,9
5
18,7
4,5
4
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
18,5
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
Şekil 1.17: İstanbul, Samsun, Antalya ve Kars illerinin 1998-2006 yılları ortalama sıcaklıkları düşmüştür (Veri: Nasa)
39
1150
11,5
1050
11
10,5
950
10
850
9,5
Kış Sıcaklıkları
750
9
650
8,5
550
8
Yağış
450
350
1975
7,5
1980
1985
1990
1995
2000
7
2005
Şekil 1.18:İzmir İli 1975-2005 yılları kış sıcaklıkları ile yağış ilişkisi. (Yaşar, 2007). Sol eksen yağış (kg), sağ eksen de
sıcaklığı göstermektedir (Yaşar, 2007). (Veri: Devlet meteoroloji Genel Müdürlüğü)
http://www.meteoroloji.gov.tr/2006/zirai/zirai-mevsimliksicaklik.aspx
Şekil 1.19: Devlet Meteoroloji Genel Müdürlüğü WEB sitesinden alınan 1941-2007 yılları kış sıcaklık grafiği.
Oldukça sert yaşadığımız, 1970, 1990 ve günümüzdeki kış sıcaklıklarına dikkat.
40
Sýcaklýk (C)
200
19
196
0 'l
r
ýl l a
lla r
ý yý
197
18 000 yýl önce
li y
80'
r
ýl l a
y
i
0 'l
0
201
0
r
ýl l a
'l i y
19
lý y
90'
'l u
y
r
ýl l a
r
ýl l a
y
0 'l u
??
203 ?????
??
r
ýl l a
Z am an
G ün üm üz
Şekil 1.20: Son 18 000 yıldan bu yana küresel ısınmadayız ancak, kabaca 8-10’ar yıl arayla ve göreceli olarak
sıcaklıklar artar ve azalır . Sıcaklığın arttığı yıllarda yağışlar ortalamaların üzerine çıkar, azaldığı yıllarda da altına düşer.
Ülkemizde 1960, 1980, 2000’lı yıllar yağışlı, 1970 ve 1990’lı yıllar da kurak geçmiştir. Bulunduğumuz dönem de kurak
geçmesi gerekiyordu ve zaten kurak geçiyor (Yaşar 2008)
41
BÖLÜM III
İKLİMLERİN DEĞİŞİM NEDENLERİ
İklimsel Değişikliklerin Ana Nedenleri
İklimler “matruşka” gibidir. İç içe geçmiş döngülerden oluşur ve her
döngünün kendi içinde sıcak-soğuk dönemleri vardır. Örneğin 24 saat
içerisinde gece saatlerinde sıcaklık düşer, gündüz saatlerinde yükselir ve gece
saatlerinde yeniden düşer. Ya da bir yıl içinde yaz aylarında sıcaklık artar, kış
aylarında azalır ve yaz geldiği zaman yeniden sıcaklar artar. En büyük
sıcaklık farkı da 24 saat içinde olur.
Zaman ölçeğini arttırdıkça ya da
azalttıkça bu sıcaklık farkı düşer. Seçilen süre ister 500 milyon yıl olsun,
isterse en küçük zaman birimi olsun (nanosalise?), seçilen sürenin bir bölümü
ısınma, bir bölümü de soğuma olarak geçer. Bunları doğanın kalp atışları
olarak da kabul edebilir. Özetle, iklimler; her zaman ya küresel ısınmada ya
da küresel ısınma sürecinde olurlar. Sıcaklıkların sabit olması söz konusu
değildir ve değişimleri de oldukça düzenlidir.
Sıcaklıklar sabitlenirse
yaşamın sonu gelmiş demektir.
İklimler neden değişir? Küresel Soğuma ve Küresel Isınma nedir?
Dünyada
atmosferde
değişik
gazlar
bulunmaktadır.
Bu
gazların
toplamının
%78.1’Nitrogen, %20.9’u da Oksijendir. Geriye kalan %1’ini de, sera gazları da dediğimiz
CO2 ve Metan gibi ısıtıcı ile Sülfür gibi (literatürde termostat gazlar denir) soğutucu
dediğimiz gazlar oluşturur. İşte iklimsel değişiklerin nedeni, atmosferde %1 civarında olan
bu gazların oranlarının, kendi içlerindeki çok küçük değişimlerdir. Bu gazlardan CO2
dünyada, tarihsel süreç boyunca (son 250 milyon yılda) 180 ppm ile 2000 ppm arasında
değişen bir gazdır. Halen bu gazın oranı 380 ppm civarındadır. Ayrıca, bu gazın neden
olduğu sıcaklık ortalamalarına baktığımızda, dünyadaki ortalama sıcaklığın 12 ile 25
42
dereceler arasında değiştiğini görürüz. Halen, şu an dünyadaki ortalama sıcaklık da 14.7
derece civarlarındadır. Yani biz şu an çok serin bir dönemde yaşıyoruz.
Özetle, atmosferde toplam %1 oranında bulunan gazlardan, “sera” gazlarının (CO2) oranı
artıp, termostat gazlarının (Sülfür) oranı düştüğünde dünya “ısınma” dönemine girer.
Bunun tersi olduğunda da, yani sera gazları azalıp, termostat gazlarının arttığı zamnlarda
da “soğuma” dönemine girer. Ve hiçbir zaman dünyamız sabit bir sıcaklıkta olamaz.
Dünya ya “ısınma döneminde” ya da “soğuma” döneminde olur ve şu an biz majör dönem
olarak, 18 000 yıldan bu yana, küresel ısınma dönemi içindeyiz.
İklimleri Kontrol Eden Ana Faktörler
Dünya oluştuğu günden beri iklimler sürekli olarak değişim gösterir. Zaman zaman
dünyamız çok ısınır, zaman zaman da soğur. Dünyanın ısındığı dönemlere “küresel ısınma
ya da yağmur çağları”, soğuduğu dönemlere de “küresel soğuma ya da buzul çağları” denir.
İklimsel değişimler kabaca, Uzun Dönemler (milyon yıl), Orta Dönemler (bin yıl) ve Kısa
Dönemler (On yıl) olarak üç ana bölüme ayrılabilir (Yaşar, 1998).
1- Uzun Dönemde İklimleri Kontrol Eden Faktörler: Levha Tektoniği
Kıtaların Hareketi
En büyük ve iyi bilinen (çalışılmış) iklim döngüsü 500 milyon yıllık zaman birimidir. Bu
zaman birimi, kıtaların birleşmesi, ayrılması ve yeniden birleşmesi sürecini kapsar ve her
500 milyon yılda bir gerçekleşir. Kıtaların birleşmesi sonucu, karaların soğuması daha
uzun sürede gerçekleştiğinden dünyada sıcaklık artar ve maksimum birleşmede ortalama
sıcaklık 23-25 0C civarına kadar çıkar yani günümüzden 10 derece kadar daha sıcak olur
(günümüzdeki ortalama sıcaklık 14.7 0C). Kıtalar birbirinden uzaklaşmaya başladığında ise
ortalama sıcaklıklar düşer ve maksimum ayrılmada ise dünya ortalama sıcaklığı 11-12 0C
civarında olur (Kenneth J, 1982).
Kıtalar birleşince sıcaklıklar neden artar, ayrılınca neden düşer?
Halen yaşadığımız dönemde, okyanuslardaki akıntı sistemleri dünyanın dört bir tarafına
kıtaların arasından giderek sıcaklığı regüle ederler. Bu nedenle, kıtalar daha serindir. Yani
şu an 5 ana kıta bulunmakta ve akıntı sistemleri bu kıtalar arasında ve çevrelerinde
dolaştıkları için sıcaklığı çok çabuk düşürmektedirler. Ancak, kıtalar birleşip tek bir kıta
43
haline geldiğinde (bu tek kıtaya Pangea denir ve şu an biz Dokuzuncu Pangea dönemini
yaşıyoruz),
arada akıntılar olamaması nedeni ile dünyadaki karaların güneşten aldığı
enerjiyi soğutması çok daha geç olur.
Bu sistemin nasıl çalıştığını anlamak için, bir saç levha alın ve 2 saat ısıtın ve
soğumasını bekleyin. Daha sonra bu kez, aynı saç levhayı 10 parçaya bölün ve parçaları
aynı sürede ısıtın ve soğumaya bırakın. Parçalara ayrılan levha çok daha çabuk
soğuyacaktır. Kıtalar da bir araya geldiğinde aynı saç levhada olduğu gibi soğuma süreleri
artar ve dünyada sıcaklık ortalama 25 0C civarına çıkar. Kıtalar ayrıldığında ise soğuma
çok daha çabuk olur ve dünyamız serinler ve ortalama sıcaklık 11-12 0C civarına kadar
düşer. Dünyadaki kıtaların, kabaca 250 milyon yıldan beri devam eden ayrılma dönemi
yaklaşık 4-5 milyon yıl önce sona erdi ve artık yeniden birleşme dönemine girildi. Ve bu
dönem insanoğlunun dünyada yaşama başladığı dönemdir. Yani insanoğlu yeryüzünde
olabilecek en serin dönemde yaşama başlamıştır.
Kıta hareketlerinin (levha tektoniği) iklimleri nasıl etkilediğine örnek olarak Tibet’in
çölleşmesi verilebilir. Günümüzden 40 milyon yıl önce Hindistan ve Tibet levhalarının
çarpışmaları sonucu oluşan Himalaya dağları, Tibet’e okyanustan gelen yağış bulutlarını
engelleyerek bir zamanlar çok zengin fauna ve floranın olduğu Tibet’i çöl haline getirmiştir
2-Orta Dönemlerde İklimleri kontrol eden faktörler: Milankovitch Döngüleri
Dünyanın Güneş ve kendi ekseni etrafındaki dönüş parametrelerinde olan değişiklikler
En büyük matruşka olan Levha Tektoniğinin içindeki olan küçük “Matruşka” olarak da
kabul edilebilir. Bilim dünyasını bu döngülerle Yugoslav bilim adamı Milankovitch
tanıştırmıştır ve Milankovitch döngüleri olarak bilinirler.
Milankovitch döngüleri, dünyanın gerek kendi ve gerekse güneş etrafındaki dönüş
parametrelerinin değişimidir (Şekil 2.5). Dünya, bu döngü içerisinde majör olarak,
ortalama her 100 000 yılda ısınma ve soğuma dönemini yaşar. Majör soğuma dönemlerinde
“buzul dönemi” (ice age) dediğimiz uzun süreli kurak dönemler yaşanır ve buzulların
artması nedeni ile deniz seviyeleri 120 metre kadar aşağıya düşer ( Şekil 2.6) (Yaşar,
1994). Küresel ısınma dönemlerinde de buzullar erir ve deniz seviyeleri yükselir. Dünyanın
yaşadığı en son majör buzul dönemi 18 000 yıl önce bitti ve dünyamız halen küresel ısınma
dönemini yaşıyor. Ayrıca 100 000 yıllık bu döngünün içerisinde 41 000 yıllık ve 23 000
44
yıllık daha küçük döngüler yer alır. Bunlardan
41 000 yıllık değişimin nedeni tilt
açısındaki değişimlerdir. Dünyanın tilt açısı 21.5 ile 24.5 arasında değişir ve tilt açısı
büyüdükçe dünyanın güneşten aldığı enerji azalır ve dünya soğumaya başlar, tilt açısı
azaldıkça da dünyanın güneşten aldığı enerji artar ve dünyamız ısınır . Halen günümüzdeki
tilt açısı 23.44 derece olup azalma eğiliminde yani sıcaklık artışı eğilimindedir. Dünyanın
“topaç” gibi dönmesinden dolayı oluşan diğer döngü ise 23 000 yıllıktır. Bu sürecin
yarısında kuzey yarımküre güneşe daha yakın, diğer yarısında da güney yarımküre güneşe
daha yakın döner.
Orta dönem olarak tanımlayabileceğimiz ve dünyanın gerek kendi ve gerekse güneş
etrafında dönüş parametrelerinin neden olduğu bu değişiklerin son 400 000 yılı detaylı
olarak, özellikle denizlerden alınan sedimanlarda ve kutuplardan alınan buzul örneklerinde
incelenmiş ve olası sıcaklık ve CO2 miktarları bulunmuştur (Şekil 2.7).
Bilim dünyası ileriye dönük tahminlerin yapılabilmesi için Kuvaterner dönemine
odaklanmış ve son 500 000 yılda su seviyelerinin 5 defa ∼100 metre dolaylarına düştüğünü
zaman zaman da günümüz seviyesinin üzerine çıktığı fauna, flora ve delta hareketleri
üzerine yapılan çalışmalarla belgelenmiştir. Son dönemlerde oluşan en büyük deniz
seviyesi alçalması ise günümüzden ∼18 000 yıl önce başlayan yükselme ile son bulan ve
deniz seviyesinin ∼120 metre düştüğü dönemdir. Buna örnek olarak Midilli, Sakız,
Gökçada, Bozcaada gibi Anadolu ile aralarında ∼120 metreden daha az su seviyesi olan
adaların Anadolu’nun batı uzantısı olarak anakaraya bağlanmaları gösterilebilir (Yaşar,
1994). Bu düşüş yeniden yükselme ile son bulmuş ve deniz seviyesi ∼11 000 yıl öncesine
kadar yılda ∼2.5 cm ve daha sonra ∼ 6000 yıl öncesine kadar ∼1 cm/yıl olarak artışına
devam etmiş ve günümüzde daha yavaş olarak, aradaki küçük alçalmalara karşın, artışına
devam etmektedir. Son yüzyılın ilk yarısında gelgit-ölçer verilerine dayanılarak yapılan bir
çalışma günümüzdeki deniz seviyesi yükselmesinin ∼1.1mm/yıl olarak belirlemiştir. Büyük
buzul ve buzul arası (major glacial and interglacial periods) dönemler olarak adlandırılan
bu deniz seviyesi dalgalanmaları süresince, küçük buzul ve buzul arası (mini glacial and
interglacial periods) olarak isimlendirilen dönemlerin çok fazla olarak bulunması deniz
seviyesinin sürekli değiştiğinin bir göstergesidir (Yaşar, 1996)
45
Yukarıda verilen tüm zamansal değerler kabaca verilmiş olup, bu konuda bilim dünyası
detay çalışmalara halen devam etmektedir.
3- Kısa Dönemlerde İklimleri Kontrol eden Faktörler: Güneş Patlamaları
Dünyanın ana enerji kaynağını oluşturur ve ortalama 11 yıllık döngüler halinde hareket
ederler. Galile (1546-1642) tarafından fark edilen bu patlamalar yine kendisi tarafından
izlenmeye başlanmış ve bulguları 1613 yılında yayınlamıştır. Güneşteki bu patlamaların
düzenli olduğunu fark eden ilk kişi ise 1843 yılında Samuel Heinrich Schwabe olmuştur.
Söz konusu olan güneşteki patlamalar çok düzenlidir ve güneşin ekvatorunun alt ve üst
enlemlere doğru düzenli olarak artarak devam eder, ortalama 11 yıl sonunda da aniden
azalır ve patlama sayıları 200’lerden 20’lere kadar düşer (Şekil 2.9). Bu patlama şekline
bilimde “kelebek modeli” denir. Patlama sayılarının ve alansal büyüklüklerin arttığı
dönemlerde sıcaklıklar ve yağışlar artar. Patlamaların alansal büyüklükleri zaman zaman
dünyanın 6 katı kadar olabilir. Büyük güneş patlamaları dünyadaki elektrik enerjisi
sistemlerini de etkilemekte, 1 Eylül 1859 yılında oluşan patlama nedeni ile telgraf
sistemlerinin devre dışı kaldığı bilinmektedir. Bu patlamaya benzer bir patlama 18 Ekim
2003 yılında, dünyadan altı kat daha büyük olarak gerçekleşmiş ancak korkulan olmamış
ve elektrik sistemlerinde bir sorun yaşanmamıştır.
Güneş patlamaların azaldığı dönemlerde hava soğur ve yağışlar azalır, arttığı dönemlerde
ise yağışlar artar. Teleskop kullanılarak güneş leke gözlemlerinin yapıldığı 17 yüzyılın
sonları ile 18. yüzyılın başlarında güneş patlamalarının çok az görüldüğü kayıtlara
geçirilmiştir. Bu dönemde dünyada “mini buzul çağı” yaşanmıştır. Özellikle, 1940’lı
yıllardan sonra patlamaların sayısal ve alansal olarak artması sonucu, sıcaklıkların ve
yağışların birlikte arttığı Devlet Meteoroloji ya da NASA verilerinden görülebilir. Bu
gözlem güneş patlamalarının iklimler üzerinde ne kadar önemli olduğunun göstergesi olup,
özellikle biz insanların yaşam sürelerindeki kısalık göz önüne alındığında, yaşamımızı
etkileyen en önemli iklim faktörü olarak kabul edilebilir.
Özetle;
Dünyada iklimleri ana faktörler olarak bu üç büyük parametre; levha hareketleri, dünyanın
kendisi ve güneş etrafındaki dönüş hareketleri ve güneş patlamaları kontrol eder. Diğer bir
deyişle, atmosferde ısıtıcı ya da soğutucu gazların oranını ve alt ve üst limitlerini bu üç
46
parametre belirler. Bu üç büyük faktörün, alt ve üst limitlerini belirlediği atmosferdeki
ısıtıcı ve soğutucu gazların oranları ise yeryüzünde, bazılarına aşağıda değinilmiş olan,
sayısız faktörün kontrolu altındadır. Diğer bir deyişle, meteoroloji bilimi, tüm bu
faktörlerin atmosferde neden olduğu ısıtıcı ve soğutucu gazlar başta olmak üzere diğer
parametreleri ölçer.
İklimlerin Sürprizleri
Volkanlar ve Meteorlar
Yanardağlar ise dünyanın soğutucuları olan “termostat” gazı sülfürün ana kaynaklarıdır.
Sülfür gazı sera gazlarının tam tersi bir etki yaratırlar ve dünyayı çok hızlı bir şekilde
soğuturlar. Örneğin, 1991 yılında patlayan Filipinler’deki Pinatubo yanardağı nedeni ile
dünya sıcaklığı 0.5 derece düşmüş ve yağışlar çok ciddi olarak azalmış (örneğin İzmir’de
yıllık ortalaması 685 kg olan yağışlar 370 kg’lara düşmüştür) ve Türkiye barajlarının
boşalması ve hidroelektrik santrallarının devre dışı kalması nedeni ile tarihinde ilk defa
Bulgaristan’dan elektrik ithal etmek zorunda kalmıştır. Pinatubo yanardağı son yüz yılın
en büyük patlaması idi ancak dünyada bu yanardağdan 400 kat daha büyük yanardağlar
vardır. Böyle bir mega yanardağın patlanması durumunda dünya en az 6-7 yıl nükleer kış
yaşayacaktır. Diğer bir deyişle dünyada 6-7 hemen hemen yağış olmayacak, güneş
olmayacaktır. Bu tür Mega volkanlarda sonuncusu olan Toba Yanardağı 73 bin yıl kadar
önce patlamış ve bu patlamanın sonucunda 6-7 yıl kadar nükleer kış yaşandığı ve etkisinin
de bin yıl kadar devam ettiği sanılıyor. Buna benzer bir mega yanardağ olan ABD’ki
Yellowstone da günümüzden 600 bin yıl önce patlamıştır. Bu yanardağın patlaması halinde
neler olabileceği konusunda filmler de yapılmaktadır.
Meteorlar da aynı volkanlar gibidir ve dünyayı çok çabuk soğuturlar. Dünyaya çarpan
büyük meteorlar oluşturdukları toz ile dünyaya gelen güneş enerjisini engeller ve dünyanın
çok çabuk soğumasına neden olurlar. Buna örnek olarak da 66 milyon yıl önce dünyada
yaşamları sona eren Dinazorların yok olma nedeni olarak dünyaya çarpan çok büyük
meteor olduğu iddia edilmektedir. Dinazorların yok olmasında ortaya atılan diğer bir iddia
da çok büyük volkan faaliyetleridir. Ancak hangisi olursa olsun, sonuçta dünya çok ciddi
soğuyarak, yiyecek sorunu ortaya çıkmış ve öncelikle besin zincirinin en üstünde yer alan
en büyük canlılar, yani Dinazorlar, çok kısa bir sürede tarihten silinmişlerdir.
47
Dünyada Sıcaklık Dengelerini Sağlayan Parametreler
Dünyanın iklimsel değişimlerinin, ana faktör olarak üç büyük parametre tarafından nasıl
kontrol altında tutulduğu yukarıda anlatıldı.
Yeryüzündeki sıcaklıkların, bu üç
parametrenin belirlediği alt ve üst limitlerinin arasında kalmasına sağlayan ve alt
parametreler diyebileceğimiz faktörler ise çok fazladır. Bunlardan iyi bilinenlerden bazıları
akıntılar ile, Atlantik ve Pasifik’te basınç merkezlerinin yerlerinin değişmesi nedeni ile
oluşan ve onar yıllık salınımlar olarak bilinen doğa olaylarıdır. Kamuoyunda “El Nino” ve
“La Nina” olarak bilinen ve Pasifik sularındaki sıcaklıkların ortalamaların üzerine çıkması
ya da ortalamaların altına düşmesi nedeni ile oluşan doğa olayları da sıcaklıkları ciddi
olarak etkilerler. Örneğin, 2006 yılında oluşan ve oldukça sert olan “El Nino” nedeni ile
geçtiğimiz yıl sıcaklıklar ortalamaların üzerinde seyretmiştir. Bu yıl ise “La Nina” çok
etkilidir ve bu nedenle yaz sıcaklıkların ortalamaların altında kalma olasılığı fazladır.
Yeryüzündeki Sıcaklıkları Kontrol Altında Tutan Ana Aktörler; Mikroskopik
Canlılar.
Yaşadığımız bu yılları, “dünyanın gelmiş geçmiş en sıcak günleri” diyebilenler vardır. Her
şeyden önce dünyanın bırakın en sıcak günlerini, bunun tam tersi olarak oldukça serin
dönemlerini yaşıyoruz. Şu an dünya ortalama sıcaklığı 14.7 derecedir. Ancak günümüzden
200 milyon yıl önce Jura döneminde ortalama sıcaklıklar 23 derece civarında idi. Jurasik
Park filmi bu dönemi yansıtan en güzel belgesel niteliğindeki filmlerden biridir. Bu
filmlere dikkat edilirse tüm canlılar “devasıdır”. Çünkü bu dönemlerin ortalama sıcaklıkları
23 derece ve atmosferde günümüzde halen 380 ppm olan karbondioksit gazı da
günümüzden 5 kat daha fazla olup yaklaşık 2 000 ppm civarındadır. Bu dönemlerde
yaşayan Dinazorların ve başta ağaçlar olmak üzere her şeyin “devasa” boyutlarda olma
nedeni havadaki karbondioksit gazının miktarının çok fazlası olması nedeni iledir. Çünkü
biz insanoğlu, ağaçlar, kuşlar, kısaca dünyada yanabilen her şey karbon bazlı birimlerdir.
Biz insanlar annemizden 3 kg civarında doğarız ve yıllar boyunca yediğimiz yiyeceklerdeki
karbon nedeni ile kilo alırız. Ve bu nedenle yanma özelliğimiz vardır. Peki biz ya da diğer
canlılar bu karbonu nerden buluyoruz?. Bu karbonun tek kaynağı vardır, o da atmosferdeki
karbondur. Diğer bir deyişle atmosferdeki karbon hiçbir zaman sürekli olarak orada kalmaz
ve bir şekilde mikroskopik canlılar tarafından kullanılarak besin zincirinin içine sokulur ve
48
sonuçta bize sebze olarak ya da et olarak gelir. Atmosferdeki karbonun ana kullanıcıları
ise besin zincirinin temelinde yer alan denizdeki planktonlardır. Atmosferdeki karbonu
çeken alanlar olarak ve “Yutak” alanlar diye tanımlanan ormanlar ise bu işin çok küçük bir
yüzdesini yapabilir. Her bir litre deniz suyunda bir milyon civarında küçük mikroskopik
canlı bulunur. Bu canlıların yaşam süreleri çok kısa olup besin zincirinin temelini
oluştururlar. Halen bu canlıların atmosferden ne kadar karbon çektikleri tam olarak
bilinmemekte, ancak giga (milyar) bin tonlar seviyesinde olduğu düşünülmektedir.
Bunların tam olarak hesaplanabilmesi tüm dünya denizlerinde düzenli ölçüm istasyonları
oluşturulmaya çalışılmaktadır. Çünkü ortalama her bir litre deniz suyunda yaklaşık 1 000
000 civarında olabilen bu canlıların populasyonları bulundukları bölgelere göre değişim
göstermektedir.
Bu mikroskopik küçük canlıların besin zincirinin temelini oluşturmasının yanı sıra ikinci
bir önemli görevleri de iklimleri düzenlemektir. Besin zincirinin temelini, atmosferden
karbon alarak oluşturan söz konusu bu canlılar, atmosferdeki karbonun da en büyük
kullanıcılarıdır. Planktonlar aynı zamanda “termostat gazı” olarak bilinen ve karbondioksit
gazının tam ters işlevi gören yani soğutan sülfür gazının da yanardağlardan sonra en büyük
sağlayıcısıdır. Bu mikroskopik canlılar, denizlerde gündüz saatlerinde derinlere iner, gece
saatlerinde de yüzeye çıkarlar. Bu iniş ve çıkışı gerçekleştirebilmek için sülfür gazı ya da
bilimde bilinen adıyla “termostat” gazını üretirler.
Bir yandan havadan “ısıtıcı” gazı
atmosferden çekerek havadaki karbon miktarını aşağı çekerken, aynı zamanda atmosfere
“soğutucu” yani sülfür gazını üreten bu canlılar iklimlerin gerçek regülatörleridir. Bu
nedenle dünyada sıcaklık çok fazla artamayacağı gibi çok da aşağılara inemez.
Yani gerçek yutak alanlar denizlerdir. Türkiye de, Kyoto için
“yutak” alan hesabını
yaparken bu konuya yani denizlerini de hesaplamalıdır.
49
http://www.scotese.com/
Şekil 2.1: Dünya ortalama Sıcaklığı yaklaşık 23-25 derecelerde. Karbondioksit gazı ise 2 000 ppm civarında. Son 250 Milyon
yılın en sıcak dönemidir.
http://www.scotese.com/
Şekil 2.2: Günümüz Dünyasındaki karaların konumu. Sıcaklık 14.7, Karbondioksit miktarı 380 ppm civarında.
50
http://www.scotese.com/
Şekil 2.3: Günümüzden 250 milyon sonra dünyadaki karaların konumu. Dünya ortalama sıcaklığın, tıkı 2500 yıl öncesinde
oduğu gibi yaklaşık 23-25 derecelerde ve Karbondioksit gazının da ise 2 000 ppm civarında olması bekleniyor.
0
a
ýn
m
ür
a
K
m
ür
ðu
es
So
el
el
Is
es
11
K
Sýcaklýk (C)
25
0
250
m ilyon yýl önce
G ünüm üz
Zam an (500 M ilyon Y ýl)
250
m ilyon yýl sonra
Şekil 2.4: 500 milyon sürecin iklimsel değişimi. Kıtaların bir araya geldiği 250 Milyon yıl önce sıcaklık ortalama
25 derecelere çıkmıştır, Günümüzde 14.7 civarındadır ve 250 Milyon sonra yeniden 25 derecelere çıkacağı düşünülmektedir.
51
Şekil: 2.5 Dünyanın Dönüş parametreleri
18 000 yıl önce
deniz kıyı çizgisi
MARMARA
EGE DENİZİ
EGE DENİZİ
MARMARA
Günümüz
deniz kıyı çizgisi
Şekil 2.6: Ege Denizi su seviyesinin Son Buzul dö
dönemi (18 000 yı
yıl önce) ve gü
günümüzdeki durumu
(Yaş
(Yaşar, 1994)
52
Şekil: 2.7: Son 400 000 yıldaki Sıcaklık ve Karbondioksit gazı değişimi
0
IS
IN
M
A
ür
es
el
Isý
nm
a
Kü
res
el
So
ðu
ma
KÜ
RE
SE
L
K
A
M
ÐU
SO
L ma
SE l Isýn
RE ürese
KÜ K
a
um
oð
lS
se
re
Kü
Sýcaklýk (C)
25
0
11
250
milyon yýl önce
Günümüz
Zaman
250
milyon yýl sonra
Şekil: 2.8: Levha Hareketleri ile Dünyanın Güneş etrafındaki dönüş parametrelerininin birlikte gösterimi.
Şu an kıtaların kapanma dönemine girmesi nedeni ile, bundan sonra her 100 000 yılda bir sıcaklıklar artarak devam edecektir.
53
Şekil: 2.9: Güneş Patlamaları. Üst şekilde güneşteki patlamalar ve konumları, aşağıdaki şekilde ise alansal
büyüklükleri görülmektedir.
250
200
150
100
50
0
1749 1759 1769 1779 1789 1799 1809 1819 1829 1839 1849 1859 1869 1879 1889 1899 1909 1919 1929 1939 1949 1959 1969 1979 1989 1999
Şekil: 2.9: Güneş Patlamaları, 1749 ile 2006 yılları arasındaki güneşteki patlamalar.
(Veriler: http://www.ngdc.noaa.gov/stp/SOLAR/ftpsunspotnumber.html#american sitesinden alınmıştır)
54
BÖLÜM IV
KURAKLIK VE GERÇEK NEDENLERİ
Türkiye’de felaketlerle biten tabiat olaylarında hep “Doğa” suçlanmıştır.
Susuzluk, depremde ölenler, sellerde ölenler hep “Takdiri İlahi” ye
bağlanmıştır. Ama gerçek olan tüm bu kayıpların nedeni “Takdiri İlahi”
değil, bilimi yeteri kadar kullanmayan ve gereken kanunları çıkarmayan ya
da uygalamayan“Takdiri İdarilerdir”.
Sulak alanlarımız kuruyor ve bunu iklimlere bağlıyoruz. Örneğin, Kızılırmak
suyunu Ankara’ya çevirdiler. Şimdi Kızılırmak’ın oluşturduğu sulak alanlarda
ve özellikle biyoçeşitlilikte sorunlar yaşanması kaçınılmazdır ve önümüzdeki
yıllarda bu sulak alanlar kuruyacaktır. Peki şimdi suçlu kim olacak? İklimler
mi yoksa bizler mi? Ancak başta bazı Akademisyenler ve bazı STK’lar
yaşanan bu kuraklık nedeninin ya da kuruyan sulak alanların iklimlerdeki
değişimler olduğunu öne sürerek, gerek yerel ve gerekse merkezi yönetimlere
sorumluluktan kaçmaları için farkında olmadan yardım etmektedirler.
Dünyada yaşanan en büyük doğal afetler kuşkusuz kuraklıklar sonucunda oluşanlardır.
Deprem ve sel gibi doğal afetlerin yalnızca oldukları yeri tahrip etmelerine karşın,
kuraklık; aynı anda tüm dünyayı etkilediği için, nedenleri ve sonuçları konusunda çok
detay çalışılması ve her zaman hazırlıklı olması gerekilen doğa olayıdır. Dünya tarihine
baktığımızda, kuraklık afetleri nedeni ile ilk barajın günümüzden 6 000 yıl önce Ürdün’de
(Jawa) kurulması, Anadolu’da da ilk barajın 3200 yıl önce Hitit’ler tarafından inşa edilmesi
insanlığın zaman zaman, dünya nüfusunun çok az olduğu dönemlerde dahi, çok sert ve
uzun kuraklık afetleri ile karşılaştığının en büyük göstergeleridir.
Günümüzde yaşanan kuraklık ise normal doğa olayları sonucunda oluşan ve oluşacağı çok
daha önceden bilinen bir dönemdir. Özellikle gelişmiş ülkelerde günümüzdeki kuraklık
55
konusunun gündeme nadiren gelme nedeni, bu ülkelerin sularını bilinçli kullanma
konusunda
ciddi
kanunlara
sahip
olmaları
ve
bu
kanunları
uygulamalarından
kaynaklanmaktadır. Ülkemizde ise hala detaylı “Su Kanunları” çıkartılamamıştır.
İklimler ve Su
İnsanoğlu dünyada yaşamına başladıktan sonra sürekli olarak su sorunu ile karşı karşıya
kalmıştır. Çok tanrılı dinlerin hepsinde yağmur, rüzgar ve güneş tanrılarını görmek
mümkündür. Tek tanrılı dinlere geçiş sonrasında çıkılan “yağmur duaları” insanların
sürekli olarak su kıtlığı çektiklerinin en güzel göstergeleridir. Türkiye, dünyada aldığı
yağışlar açısından oldukça kritik bir bölgede yer almaktadır. Anadolu’nun, özellikle Batısı
ve Güneyi, yağışların ortalamaların üzerinde gerçekleştiği 1960, 1980 ve 2000’li yıllardaki
yağışlı dönemlerde su açısından rahatlamakta ancak 1970, 1990 ve günümüzde de olduğu
gibi, yağışların ortalamaların altına düştüğü dönemlerde de ciddi sıkıntılara girmektedir.
Ancak bu sıkıntıların ana nedeni yağış azlığı değil, ülkemizde su kaynaklarımızın
geliştitilmesi ve yönetiminde oluşan zafiyetler ile sorunların analizinde ve çözümünde
bilimin yeteri kadar kullanılmaması ya da üretilememesidir.
Neden Su Sorunu Yaşıyoruz, Sulak Alanlarımız Neden Kuruyor?
Yağışların oldukça düzenli olduğunu gösterebilmek için İzmir yağış verileri kullanılmıştır
(Şekil 3.1). Şekilde görüleceği gibi, yağışın az olması gereken dönemlerde, yani 1970 ve
1990’lı yıllarda az yağmış, çok yağması gereken 1960, 1980 ve 2000’li yıllarda da çok
yağmıştır. Ve bu döngülere göre günümüzde de (2010’lu yıllar) az yağması gerekiyordu ve
yağışlar da zaten ortalamaların altında gerçekleşiyor. Ancak, günümüzde geçmiş yıllara
göre daha sert bir kuraklık hissediliyor. Bunun nedenini anlamak için Gediz’in son 40
yıllık debisini incelemek yeterli olacaktır (Şekil 3.2). Şekilden görülebileceği gibi, Batı
Anadolu’nun önemli nehirlerinden olan Gediz’in debisi 1960’lı yağışlı yıllarda çok
yüksektir. Kurak dönem olan 1970’li yıllarda doğal olarak debi düşmüş, 1980’li yıllarda
yağışlı döneme girilmesi ile yeniden artmış ve 1990’lı yıllarda yeniden düşmüş ancak
2000’li yağışlı yıllarda dahi debide ciddi bir artış görülememektedir. Yağışların bu kadar
56
düzenli olmasında rağmen, her geçen dönem nehirlerin debileri azaması, su sorunumuzun
büyümesi ve sulak alanlarımızın kurumasının ana nedeni iklim değişikliği değildir. Çünkü;
*Dünya nüfusu her 45 yılda %100 artmaktadır. Dolayısı ile insanoğlunun, tarım, sanayi ve
kullanım amaçlı su ihtiyacı her geçen yıl artarak büyümektedir. Türkiye’deki nüfus artışı
da dünyaya paralellik göstermektedir.
*Ülkemizde 1960 yılında 1,3 milyon hektar alan olan sulanan tarım alanları günümüzde
yaklaşık 5 milyon hektarlara çıkmıştır. Türkiye’nin ekonomik olarak sulanabilecek tarım
alanı yaklaşık 8,5 milyon hektardır. Diğer bir deyişle sulanan tarım alanı artmasına rağmen
ülkemiz hala sulanabilecek alanların tümünü sulayabilecek yeterli barajlarını ve sulama
sistemlerini henüz tamamlayamamıştır. Ayrıca, ülkemizde kullanılan yıllık toplam su
miktarının % 75’i tarımsal sulamada kullanılmaktadır. Ancak sulamada büyük oranda
salma (vahşi) sulama yapılması nedeni ile suyun çok önemli bir bölümünü verimsiz
olarak kullanmakta ve boşa akıtmaktayız. Ayrıca, buğday deposu olarak bilinen ve az yağış
alan Konya Ova’sının, buğdaydan 6 kat daha fazla su isteyen şeker pancarına açılması
tarımda hedef ve vizyonumuzun olmadığının da bir göstergesidir. Topoğrafik yapının
uygun olmamasından dolayı bu bölgeye baraj yapılamaması nedeni ile bölgedeki sulu
tarım, kuyulardan sağlanan su ile yapılıyor.2008 itibariyle Konya’daki 59 300 kuyunun
sadece 18 240 adedi ruhsatlı 41 060 adedi ruhsatsız olduğu açıklanmıştır. Ancak bu sayının
iki üç katı daha fazla olduğunu iddia edenler de vardır Bölgede, şeker pancarı tarımı için
önce en üst akifer olan 100 metrelerdeki su bitirildi, sonra 200 metrelere ve şimdi de 300
metrelere inildi. Boşalan akiferlere de,
Tuz Gölünün tuzlu suları dolmaya
başladı.Bölgedeki durumu düzeltmeye yönelik çalışmalar var ama artık iş işten geçti, ova
kurumak üzere. Daha birkaç ay önce 2008 yılının başında hazırlanan „Konya İlinde
Kuraklık ve Tarım“ konulu resmi raporda bu durum teyid ediliyor. Rapora göre
Türkiye’nin tahıl ambarı olarak bilinen Konya Ovası’nın bu özelliğini kaybettiği gibi
yaşanan kuraklık ve su sorunu nedeniyle bölgenin coğrafyasında da ciddi değişimler
yaşandığı belirtiliyor. Eğer zamanında tarım destek primleri şeker pancarına değil de
buğdaya verilseydi şu an buğday da ithal etmeyecektik, Konya Ovamızda da bu sorunlar bu
denli büyük olmayacaktı.Konya ovası halen Türkiye buğday üretiminin % 11’ini arpa
üretiminin % 14’ünü şeker pancarı üretiminin ise % 25’ini karşılamaktadır.
Dünyanın en verimli tarım alanlarından olan Menderes Ovaları, Gediz, Trakya, yani
Türkiye en değerli tarım alanlarını kaybediyor. Ama biz “eyvah diyoruz, iklimler değişti,
57
topraklarımız kuraklaşıyor”. Şimdi burada iklimler mi suçlu yoksa bilimi yeteri kadar
kullanmayan su kaynaklarını akılcı ve verimli bir şekilde planlayıp geliştiremeyen bizler
mi?
Sulak alanlarımız kuruyor ve bunu da iklimlere bağlıyoruz. Birçok nehirdeki suların başka
havzalara yönlendirilmesi ile biyoçeşitlilikte sorunlar yaşanması kaçınılmazdır. Diğer
taraftan önümüzdeki yıllarda bu sulak alanlar kuruyacaktır. Peki şimdi suçlu kim olacak?
İklimler mi yoksa bizler mi?
Türkiye’de kuruyan tüm sulak alanların gerçek kuruma nedenleri iklimler değil, su
yönetimindeki hatalar ve suyun yanlış kullanımıdır. Doğayı ve Çevreyi Koruma Derneği
(Doğader) WEB sayfasında, 2 Şubat 2008 Dünya Sulak Alanlar günü için; Seyfe Gölü,
Gavur Gölü, Ereğli Sazlıkları, Eşmekaya Gölü ve Avlan Gölü’nün kuruma nedenleri ile
ilgili yöre insanları ile yapılan röportajlarda, sulak alanlarımızın kuruma nedenlerinin iklim
değil, su kaynaklarını verimli kullanamayan insan olduğu rahatlıkla anlaşılabilir
(http://www.dogader.org/).
* İzmir Çiğli Sel Yatağı; 4 kasım 1995. Son 50 yılın en büyük sel felaketi. Çiğli’de 62 ölü.
Adı üzerinde Çiğli Sel Yatağı. Bir sel yatağına yerleşim için nasıl göz yumulur. Populist
politikalar nedeni ile insanların bu sel yatağı içine yerleşmelerine göz yumulması
sonucunda 62 can kaybettik. Burada selin günahı nedir? Adı üstünde “sel yatağı” yani
içinden 40-50 yılda bir sel suyu geçen bir yatak. Buradan her zaman su aksaydı zaten nehir
derdik. Geçtiğimiz 2006 kasım ayı başlarında peşpeşe gelen seller. Yine 20-30 kişi öldü.
Nedeni sel yataklarının
ve
civarının
yerleşime
açılması.Buralardaki
yerleşimin
engellenmesine yönelik çabaların yetersiz kalışı. Bu sel yataklarındaki yerleşime göz
yuman “sel” mi ki o suçlu olsun. Yani buna neden bizleriz. Bunların iklimle ne ilgisi var?
*Dünyanın en büyük göllerinden olan Aral Gölü’nü besleyen Amuderya ve Siriderya
nehirlerinin sularının, 1960 yıllarda pamuk üretimini arttırabilmek için Rusya tarafından
tarlalara yönlendirmesi sonucu Aral Gölü kurudu. Çok uzun yıllardan beri Aral Gölü’nü
yeniden canlandırma çalışmaları devam etmesine karşın, halen başarıya ulaşılamamıştır.
Diğer bir deyişle, kuruyan sulak alanları ve gölleri yeniden canlandırmak çok zordur. Bu
nedenle, gerek tarımsal, gerek sanayi ve kullanım suları için tüm hesaplamalar havzaya
düşen yağış yoğunluğu baz alınarak yapılmalıdır.
58
*Aynı şekilde sanayimiz de gelişmiştir. Sanayinin de birçok kolu su kullanır ve Türkiye’de
maalesef yeterli arıtma tesisi yapılmadığı için de bu sular kirletilerek doğaya verilir. İzmir
Körfezinin hala tam olarak temizlenememesinin nedeni de birtakım fabrikaların atık
sularını arıtmadan derelere boşaltmasıdır. Bu suların çok büyük miktarları da yeraltından
kuyulardan çekilmektedir. Bu sorunlar Türkiye’nin birçok bölgesinde yaşanmaktadır.
*Ülkemizde artık havzalar arası transfer yaparak su getirilmeye başlanması ve bu projelerin
maliyetlerinin çok yüksek olmasına rağmen getirilen suyun ortalama % 43’ü şehirlerdeki
şebekelerde kaybolur.Bu kayıp kaçak oranı büyükşehir belediyelerimizde daha da yüksek
olarak çıkmaktadır. (Akış, 2007). Şimdi burada iklimler mi suçlu, yoksa suyun yaklaşık
yarısını kötü şebeken dolayı boşa akıtan bizler mi?
*Kocaeli 1999 depreminin olacağı çok önceden biliniyordu ve 1960’lı yılların sonlarında
Türkiye’de Jeolojini önderlerinden merhum Prof.Dr.İhsan Ketin Hocamız, başta
Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere tüm Milletvekillerine mektup yazarak, Kocaeli
ve civarının deprem bölgesi olduğunu ve bu alanlara dikkat edilmesi gerektiğini
belirtmiştir. Yani depremden 30 yıl önce. cevap basın yolu ile şöyle gelmiştir. “Biz artık
buralarda patates yetiştirmeyeceğiz, sanayi kuracağız”. Sonuç; 17 bin ölü, 10 milyar dolar
civarında zarar. Bu felakete dönüşen doğal afetin tüm topluma yansıması da ek vergiler
olmuştur.
Özetle, yaşadığımız kuraklıkların, sellerin ya da depremler gibi doğal afetlerin sonuçlarını
feleketlere dönüşmeden
çok aza indirebilmek, tıpkı gelişmiş ülkelerin yaptıkları gibi
detaylı bilimsel çalışmalarla mümkündür. Bu felaketlerden en az kayıpla kurtulmak için
yapmamız gereken, uygulamacı kurumları sosyo politik etkilerden uzak tutumak, bilime
ve teknolojiye önem vermek ve planlı ve bilimsel yaklaşımların öngördüğü yasaları
çıkararak uygulamaya sokabilmektir. Ancak başta bazı Akademisyenler ve bazı STK’lar
yaşanan bu kuraklığın ya da kuruyan sulak alanların nedenlerinin iklimlerdeki değişimler
olduğunu öne sürerek, gerek yerel ve gerekse merkezi yönetimlere sorumluluktan
kaçmaları için farkında olmadan yardım etmektedirler.
59
İzm ir (Çiğli 1962-2002)
Yıllık ortalam a yağışlar (m m )
1100
900
700
500
300
1962
1967
1972
1977
1982
1987
1992
1997
2002
Şekil 3.1: İzmir 1962-2002 yılları ortalama yağışları (kg). 1960’lı, 1980 ve 2000’li yıllar yağışlı, 1970, 19990’lı
yıllar ise kurak dönemlerdir . (Yaşar, 2004) (Veri: Devlet Meteoroloji Genel Müdürlüğü)
60
120
Gediz Nehri Manisa Köprüsünün 1963-2000 Yılları Akımları (m3/s)
80
40
0
1963
1968
1973
1978
1983
1988
1993
1998
Yıllar
Şekil 3.2: Gediz Nehri’nin Manisa Köprüsü’nün 1963 -2000 yılları arasındaki debi değişimleri. (Yaşar, 2004)
(Veri: DSİ)
20
10
0
1983
1985
1987
1989
1992
1994
1996
1998
2000
2002
2004
2006
Şekil 3.3: Ege Bölgesi Zeytin Verimlilik Değerleri. Kurak dönemler 9 kg/ağaç civarında olan verimlilik, 2000’li
yıllarda 13.5 kg/ağaç seviyesine çıkmış ve kurak olan günümüzde yeniden 9 kg/ağaç seviyesine inmiştir. 1992
yılındaki aşırı düşüş Pinatubo yanardağı nedeni iledir. (Yaşar, 2007) (Veriler: Türkiye İstatistik Enstitüsü ve Ege
İhracatçılar Birliği)
61
90
80
70
60
50
1987
1990
1993
1996
1999
2002
2005
Şekil 3.4: Türkiye Elma verimlilik değerleri. Kurak dönem olan 1990’lı yıllarda 60 kg/ağaç olan verimlilik ,
yağışlı dönem olan 2000’li yıllarda 80 kg/ağaç seviyesine çıkmış ve kurak olan günümüzde yeniden 60 kg/ağaç
seviyesine inmiştir. (Yaşar, 2008) (Veri: Türkiye İstatistik Kurumu)
50
45
40
35
30
25
20
15
1983
1985
1987
1989
1991
1993
1995
1997
1999
2001
2003
2005
Şekil 3.5: Türkiye Muz verimlilik değerleri (hektar/ton). Bu grafikte 1983, 1992 ve 1993 yılında üretimin çok
düştüğü görülmektedir. Bunun nedeni bu yıllarda patlayan büyük yanardağ patlamaları sonucunda sıcaklığın çok
düşmesi nedeni ile olduğu düşünülmektedir. (Yaşar, 2007). (Veri: Türkiye İstatistik Kurumu)
62
500000
400000
300000
200000
100000
0
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
Şekil 3.6: Türkiye Hamsi avındaki 1990-2002 yıllarındaki değişim (ton). Kurak dönem olan 1990’lı yıllarda
50 bin tonlara düşen Hamsi avı, yağışlı döneme girilen 2000’li yıllarda yeniden yükselmiştir.
(Veri: Devlet İstaistik Kurumu)
2500
2000
1500
1000
500
0
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
Şekil 3.7: Türkiye Mercan 1990-2002 yıllarındaki değişimi (ton). Kurak dönem olan 1990’lı yıllarda Mer
avcılığındaki olası artış nedeni metin içinde açıklanmıştır. (Veri: Devlet İstaistik Kurumu)
63
BÖLÜM V
İKLİMSEL DEĞİŞİMLERİN ;
SU, TARIMSAL ÜRETİM, DENİZEL ÜRETİM VE ENERJİ
ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Yağmur Doğanın Anne Sütüdür
Yağışlar yalnızca su değildir. İçerisinde her türlü besleyici elementi taşıyan bir
sıvıdır. Diğer bir deyişle tıpkı anne sütü gibidir.
Örneğin, Türkiye’de bahar aylarında
gerçekleşen yağışlarda arabalar kırmızı çamur ile kaplanır. Bu kırmızı rengin nedeni
doğanın en önemli besleyici elementlerden olan demirdir. Bu yağışlar ne kadar çok olursa
üretimdeki verimlilikte de o kadar artar.
Yağmura aynı zamanda “bereket” denmesinin
nedeni de budur. Diğer bir deyişle yağmurla gelen su gerçekte tabiat ananın doğaya,
çöllerden sağladığı “gübreli sudur” ve hiçbir su bunun yerini tutamaz.
Bu bölümde, insan yaşamını çok yakından ilgilendiren ve kabaca onar yıllık
dönemler halinde, yağışlı ve kurak döngüler halinde hareket eden iklimlerin, su, tarım,
balıkçılık ve enerji üzerinde oluşturduğu değişiklikler örneklerle anlatılmaktadır.
İklimler ve Tarım
Günümüzde gelişmiş ülkeler, tarımsal üretim, denizel üretim, enerji ve su
politikalarına temel olacak tahminler yapabiliyor. Bu konuda ABD başı çekmekte ve 1978
yılında 22 istasyonla başlattığı “National Atmospheric Deposition Program (NADP)”
projesini oldukça geliştirerek, istasyon sayısını 300 civarına çıkarmış ayrıca, 90 civarında
da civa istasyonu kurmuştur. Bu istasyonlardaki cihazlar ile gelen tüm yağışlardan örnekler
alınarak, içlerindeki besleyici elementlerin miktarlarını tespit etmekte ve yine aynı şekilde
de havadaki tozları da örnekleyerek, rüzgarlarla gelen nütrientleri (besleyici elementleri) ve
miktarlarını saptamaktadır. Bu verilere dayanarak, yağışlı ve kurak dönemlerde, ana ve
alternatif tarım ürün desenlerini saptamakta ve destek primleri ile de çiftçisini
yönlendirmektedir.
64
Türkiye’de ise bu tür sistem olmadığı için çiftçiler kendi düşüncelerine göre ürün
desenlerini belirlemektedir. Ülkemizdeki 26 havzada, tıpkı ABD’de olduğu gibi, yağmur
ve kuru hava istasyonları kurularak atmosferdeki taşınımlar incelenmeli, havza bazında
muhtemel yağışlara göre ana ve alternatif tarım ürün desenleri belirlenmelidir. Dünyanın
dördüncü büyük tarım potansiyeline sahip olan Türkiye’de, ziraatçılara temel bilgileri
sağlamak amacı ile bu sistemin benzerinin kurulabilmesi için, Dokuz Eylül Üniversitesi ve
Orta Doğu Teknik Üniversitesinden akademisyenlerin katıldığı bir grupla, DPT’ye 2004
yılında “Ulusal Tarım ve Deniz Ürünleri Verim İyileştirme Programı” adı altında bir proje
sunulmuştu. Bu projenin ana hedefi, kurak ve yağışlı dönemlerin takip edilerek, ülkemizin
tarım stratejilerinin belirlenmesini kolaylaştırabilecek ve havzalar bazında ana ve alternatif
ürün desenlerinin belirlenebilmesi öncelikle ziraatçılara temel verileri sağlamaktı. Söz
konusu projede de “2004 yılının kurak dönemlerin başlangıcı olma olasılığının çok fazla
olduğu ve projeye bir an önce başlanması” gerektiği de yazılmıştı. Projenin özet bölümü
aşağıda verilmiştir.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
ULUSAL TARIM VE DENİZ ÜRÜNLERİ VERİM İYİLEŞTİRME PROGRAMI
(Doç.Dr.Doğan YAŞAR, 2004)
ÖZET
İklimler, gerek uzun ve gerekse kısa dönemler içerisinde, kurak ve yağışlı döngüler
halinde değişim gösterirler. Bu döngülerden en kısa sürelisi, ortalama 20 - 22 yıl
civarında olup, bu sürenin 7 ila 10 yılı yağışlı (bölgesel ortalamaların üzerinde)
ve 7 ila 10 yılı da kurak (bölgesel ortalamaların altında) olarak geçmektedir.
İklimsel döngülerdeki bu değişim, tüm deniz ve tarım ürünlerine yansımaktadır.
Ülkemizin başlıca önemli ürünlerinden zeytinin, kurak dönemde ortalama 8.52
kg/ağaç olan verimlilik oranı, yağışlı dönemde % 61 artarak ortalama 13.72
kg/ağaç seviyesine çıkmaktadır. Aynı şekilde, fındık üretiminde dünyanın en önemli
üreticisi durumunda olan ülkemizde bu ürünün verimlilik oranı, kurak dönemde
ortalama 1.41 kg/ağaç iken, yağışlı dönemlerde %30 artarak ortalama 1.85
kg/ağaç seviyesine çıktığı saptanmıştır. Dünya genelindeki pamuk fiyatları
incelendiğinde ise, pamuk fiyatlarının üretim azalması nedeni ile kurak dönemlerde
arttığı, yağışlı dönemlerde ise fiyatların düştüğü ilgili borsa kayıtlarından
65
görülebilir. Deniz ürünleri rekoltelerinin de kurak ve yağışlı dönemlerde
salınımlar göstermesi, iklimsel döngülerin tüm ürün desenlerinin üretimlerini ve
verimlilik oranlarını kontrol eden en önemli faktörlerden biri olduğunun belirgin
göstergeleridir.
Yağışlı ve kurak dönemlerdeki önemli verimlilik değişikliklerine neden olan ana
faktörlerden birisinin, atmosferik taşınımlar olduğu son yıllarda sıkça ileri
sürülmektedir. Özellikle 1980’li yıllardan sonra karasal ve denizel ekosistemin
mikro/makro besin kaynağının atmosferik taşınımlar olduğu ve bu nedenle başta
ABD olmak üzere diğer gelişmiş ülkeler, verimlilik oranlarını arttırabilmek ve/veya
kontrol altında tutabilmek ve ürün desenlerini belirleyebilmek amacı ile yüzlerce
atmosferik taşınım örnekleme istasyonları kurmuşlardır. Söz konusu bu
istasyonlardan sistematik olarak alınan, gerek yağmur sularında ve gerekse kuru
örneklerdeki besleyici elementler saptanarak, üretici birimlere ve kanun yapıcılara
gerekli bilgiler aktarılmakta ve iklimsel döngüler nedeniyle oluşan değişimler
maksimum düzeyde avantaja dönüştürülmektedir.
Ülkemizde, uzun döneme ait iklimsel değişimlerin karasal ve denizel ekosistemlere
etkisi konusunda izleme çalışmalarının kesintili olması nedeniyle, sağlıklı bir
değerlendirme yapılamamaktadır. Bu eksikliğin giderilmesi için izleme
istasyonlarından kesintisiz uzun veri alınması şarttır.
Proje, yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı, ülkemizde iklimsel döngüler
nedeniyle oluşan üretim değişimlerinin maksimum düzeyde avantaja
dönüştürülebilmesini hedeflemekte ve yapılacak çalışmalarla;
i)
Ulusal atmosferik taşınım istasyon ağı ile denizel kontrol istasyonları
kurulması,
ii) Kurak ve yağışlı dönemlerde Türkiye’nin uğradığı denizel ve tarımsal
kayıpların nedenlerinin ortaya çıkarılması,
iii) Bunların nedenlerinin saptanarak, tarım ve su ürünleri verimliliğinin (ve/veya
rekoltelerinin) arttırılması amacı ile gerekli verilerin toplanması,
iv) Ve bu konularda ilgili birimler ile kanun yapıcılara gerekli bilgilerin
sağlanması amaçlanmıştır.
--------------------------------------------------------------------------------------------
66
Onar Yıllık Döngülerin Türkiye Tarımına Olan Etkileri
Günümüzde insanoğlunu etkileyen en önemli iklimsel döngüler, kuşkusuz onar yıllık
döngülerdir (Van Oldenborgh, G. J., and G. Burgers 2005). Yaklaşık 7 ile 10 yılı yağışlı
(bölgesel ortalamaların üzerinde) ve 7 ile 10 yılı da kurak (bölgesel ortalamaların altında)
olarak gerçekleşen yağışlar tarımı doğrudan etkileyen en önemli faktördür. Çünkü yağmur
bir su özelliğini taşımasının da ötesinde, yukarıda da belirtildiği gibi içinde her türlü
nütrienti (besin elementleri) taşıyan doğanın anne sütü olarak tanımlanabilecek bir sıvıdır.
Bu nedenle sıcaklık artışı yağışları, yağışlar da taşıdıkları besleyici elementleri arttırdıkları
için, üretim ya da verimliliği arttırır. Özetle, sıcaklık, yağış ve üretim birlikte hareket eden
yani birlikte artıp azalan bir üçlüdür.
Sıcaklık ve yağış artışı ya da azalışı ile ilgili olarak detay bilgiler ilk bölümde verilmişti.
Bu bölümde ise söz konusu bu iklimsel döngülerin tarım, balıkçılık ve enerji üzerindeki
etkileri anlatılacaktır.
İklim Değişikliklerin Tarımsal Ürünlerde Oluşturduğu Verimlilik Değişikliklerine
Örnekler:
Yapılan çalışmalarda yağışlı ve kurak dönemlerdeki tarım ve deniz ürünlerinde oluşan
verimlilik (ve/veya rekolteler) arasında ciddi farklılıklar saptanmıştır. Söz konusu bu
farklılıklara tarımsal değişimlere örnek olarak zeytin, elma ve muzdaki verimlilik
değişimleri ve olası nedenleri anlatılmıştır.
Zeytin:
Şekil 3.3’de grafik olarak verilen 1987-2006 arasındaki zeytin verimliliğinin, sıcaklık ve
yağış ile birlikte artıp azaldığı görülebilir. Şekilden de görüleceği gibi kurak dönemde
ortalama 9 kg/ağaç olan verimlilik oranı, 1994 sonrası yağışlı dönemle birlikte artarak
ortalama 13.5 kg/ağaç seviyesine çıkmış, ve 2003’den sonra yeniden 9 kg/ağaç
seviyelerine inmiştir (Yaşar, 2007). Zeytin verimliliğindeki 1992 yılındaki aşırı düşüşün
nedeni Filipinler’deki Pinatubo yanardağının faaliyete geçmesi ile birlikte (Son yüz yılın
67
en büyük patlamalarından) sıcaklığın dünyada ortalama 0.5 derece düşmesi ve sıcaklıkla
birlikte yağışların da çok düşmesidir. Örneğin yıllık ortalama 685 kg yağış alan İzmir’de
bu yıl 362 kg yağmur yağmıştır. Zeytin verimliliğindeki bu düşüşün ana nedeni olarak,
düşen sıcaklık ve yağış ile birlikte besin elementlerinin (halk diliyle gübre) miktarlarının
da çok azalması olasılığı çok yüksektir. Örneğin, Türkiye’de, Nisan aylarında sıklıkla
görülen yağışlardaki kırmızı rengi veren demir elementi, diğer tüm elementlerle birlikte
Sahra Çöl’ünden yağmur bulutları ile birlikte gelir ve yağış olarak düştüğü bölgeleri
gübreler. Diğer bir deyişle, Çöller doğanın doğal gübre alanlarıdır ve yağmurlar ile
çevresinin gübre ihtiyacını karşılar. Bu yağışlar kutuplara kadar gidebilir.
Kaliteli
zeytinciliğin yapıldığı Ege Bölgesinde, 2004 yılında henüz tam bilinmeyen bir neden ile
yaklaşık 700 bin zeytin ağacı kurumuştur. Buna, yağışlarla gelen asit ya da civa nedeni
olabileceğinden kuşku duymaktayız. Aynı şekilde 2008 yılında, oldukça iyi üretim
olacağı tahmin edilen Kiraz ağaçları da bir anda çiçeklerini dökmüştür. Ancak bunun
nedenlerinin, hastalık mı, yoksa yağışla birlikte gelen asit ya da civa gibi tarımı olumsuz
yönde etkileyen atmosferik şartlardan mı kaynaklandığı konusunda bilgi yoktur.
Elma: Türkiye Elma verimlilik değerleri grafik olarak Şekil 3.4’de verilmiştir. Kurak
dönem olan 1990’lı yıllarda 60 kg/ağaç olan verimlilik, yağışlı dönem olan 2000’li
yıllarda 80 kg/ağaç seviyesine çıkmış ve kurak olan günümüzde yeniden 60 kg/ağaç
seviyesine inmiştir (Yaşar, 2008). Elma verimliliğindeki bu değişimlerin de zeytine
benzerlik taşıdığı, yani yağışlarla birlikte, gelen nütrient miktarlarında da olabilecek
azalma nedeni ile düştüğü düşünülmektedir.
Muz: Muz verimlilik değerleri volkanizmanın üretim üzerindeki etkisini anlatabilmek
amacı ile verilmiştir. Verilen grafikte, 1983, 1992 ve 1993 yılında üretimin çok düştüğü
görülmektedir (Şekil 3.5). Bunun nedenleri 1982 yılında patlayan ve etkilerini 1983’de
de devam ettiren Meksika’daki El Chichon ile 1991 yılında patlayan ve 1992 ile 1993
yıllarında, Türkiye’yi su açısından da çok zor durumda bırakan Filipin’lerdeki Pinatubo
yanardağlarıdır. Söz konusu muz verimlilik değerlerinin, bu yıllarda faaliyete geçen
büyük yanardağ patlamaları sonucunda sıcaklığın çok düşmesi nedeni ile olduğu
düşünülmektedir. (Yaşar, 2007).
68
Hemen hemen tüm tarımsal ürünlerde verimlilikte değişimler gözlenmektedir. Ancak tüm
bu verimlilikteki artış ya da azalış nedenlerin detaylarının açıklanabilmesi için, her
şeyden önce yağmurun iyi incelenmesi ve içerdiği nütrientlerin miktarlarının ve yağmur
içinde civa ya da asitlik sorunu olup olmadığının detaylı olarak bilinmesi gerekmektedir.
Özetle, tarımda verimlik artışı sağlayabilmek için öncelikle atmosferik taşınımlardan
sürekli olarak izlenmesi gerekir. DPT’ye 2004 yılında “Ulusal Tarım ve Deniz Ürünleri
Verim İyileştirme Programı” adı altında sunulan projenin ana hedeflerinden biri de bu tür
problemlerin nedenini saptayabilmek idi.
İklim Değişikliklerin Deniz Ürünleri Üzerinde Oluşturduğu Değişikliklere
Örnekler
Hamsi:
İklimsel değişimlerin denizel ürünler üzerinde olan etkileri Türkiye’de ekonomik olarak
en önemli yere sahip olan hamsinin yıllık avlanma miktarı ortalama 300 bin ton
civarındadır (Şekil 3.6). Ancak kurak dönemlerde, 1990’lı yıllarda olduğu gibi hamsi
avında ciddi düşüşler yaşanmaktadır. Her ne kadar, özellikle 1990’lı yıllarda 50 bin
tonlara kadar düşmenin nedeni olarak Mnemiopsis leidyi adlı bir deniz anası türünün
neden olduğu belirtilse de, aynı yıllarda yalnızca Karadeniz’de değil tüm dünya balık
avında ve stoklarında bir düşüş yaşanmış ve Kanada 1992 yılında aldığı bir kararla
Atlantik’te kendi 200 mil karasuları içerisinde balık avcılığını yasaklamıştır. Kanada bu
yasağını 1994 yılından sonra balıkçılarına kota koyarak kaldırmıştır. Bu yasaklamanın
nedeni ise balık stoklarının korunmasıdır.
Mercan:
Bu kurak dönemde, Mercan gibi dip balıklarının avlanma miktarlarında ciddi artış
gözlenmesi ise, özellikle Doğu Karadeniz av gücünün, kurak dönemde azalan hamsi
nedeni ile Akdeniz ve Ege’ye kayması olarak açıklanabilir (Şekil 3.7). Bu tür kontrolsüz
av gücü hareketi, dip balıklarının stoklarının da yıpratılmasına neden olmuştur.
Özetle,
69
Tarım ürünleri ile denizel ürünlerin ana besin kaynağı olan nütrientler (besleyici
elementler) yağışlarla gelir. Yağış miktarı arttıkça denizel ve karasal ürünlerdeki
verimlilik artar. Çünkü yaşamın temel besin zincirinin başlangıcı olan “birincil üretimin”
artması sıcaklık ve yağışın getirdiği nütrientledeki artış nedeni ile olur. Buna güzel bir
örnek; son yıllarda hamsi avında yaşanan düşüşün, geçtiğimiz yıl El Nino nedeni hava
sıcaklıkların artması ve bunun sonucunda da yağışların artması sonucunda artmış olması
olarak verilebilir.
İklim Değişikliklerin Enerji Üzerinde Oluşturduğu Değişiklikler.
Dünya genelinde 14 000 TWh’lik değerlendirilebilecek hidrolik kapasite olduğu tespit
edilmiştir. Dünyada 2007 yılında yaklaşık 18,5 trilyon kWh elektrik enerjisi üretilmiştir.
Bunun 3,05 trilyon kWh’ı Hidroelektrikten üretilmiştir. Halen dünyadaki elektrik enerjisinin
yaklaşık
%
17’si
yüzeysel
su
kaynaklarından
hidroelektrik
enerji
olarak
üretilmektedir.Ancak dünyada 2007 yılında yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen
elektrik enerjisi üretiminin %9 oranında düştüğü ve bunun da
azalan yağışlardan
kaynaklandığı belirtilmektedir.
Türkiyede son 10 yılda üretilen
elektrik enerjisinin % 30’u hidroelektrik santralardan
sağlanmıştır.. Ancak kurak dönemlerde, yağışların azalması ile barajlardaki sular da
azalmakta ve dolayısı ile barajlardan elde edilen elektrik miktarı doğal olarak düşmektedir.
Özellikle sert geçen ve Pinatubo yanardağının da patlamasıyla kuraklığın daha da sertleştiği
1990’lı yıllarda, yağışlarda ciddi düşüşler olmuştur. 1990 lı yılların sonunda yağışlardaki
azalmaya da bağlı olarak
rezervuar
Hidroelektrik Santraller’den daha
su seviyelerinin ve düşünün azalmasından dolayı
az enerji üretilmiştir. Bu nedenle Türkiye tarihinde ilk
kez Bulgaristan’dan elektrik ithal etmek zorunda kalınmıştır. Bu tür çok sert dönemler tarihsel
süreçte çok defa yaşanmış ve yağışlar oldukça düşmüştür. Günümüzde yaşadığımız kurak
dönemden sonra 2012-2013’lü yıllardan sonra yeniden 8-10 yıl sürecek olan yağışlı bir
döneme girmeyi, ve bu denemi takip eden yıllarda da günümüzden çok daha sert kurak dönem
bekliyoruz. Dünyada 1986 Çernobil faciasından sonra hiç nükleer santral yapışmamış ancak
2003 yılından sonra nükleer enerji santral yapımlarında birden patlama yaşanmıştır. Halen
dünyada 30’dan fazla nükleer santral yapım aşamasında olup 100’den fazlası da plan
aşamasındadır. Uzun bir aradan sonra 2003 yılında ilk nükleer santral yapmaya başlayan ve
bir AB ülkesi olan Finlandiya’nın, nükleer santral yapma gerekçesi 17 Ocak 2003 tarihinde
Financial Times gazetesinde şöyle açıklanmıştır.
70
“The problems have been caused by the region's coldest start to the year for
more than a decade and extremely low water levels in reservoirs feeding the
hydro-electric plants that generate 50 per cent of the region's electricity.
The reservoirs will not refill until snow and ice in the north thaws in Spring
The Finns say the “extreme cold” has vindicated government's decision last
year to build a new nuclear reactor”.
Bu yazının özet olarak Türkçe anlamı şöyledir. “Elektrik enerjisinin %50’sini
hidroelektrik santrallardan sağlayan Finlandiya önümüzdeki yıllarda beklenen “aşırı
soğuma” ve yağışların çok azalması nedeni ile barajlarının boşalacağını, daha da
kötüsü barajlarının buz tutma sonucunda oluşabilecek enerji açığını kapatabilmek için
nükleer santral yapma kararı aldı ve bu karar da Fin halkı tarafından olumlu bulundu”
Burada “extreme cold” yani aşırı soğumanın bilimsel açık anlamı da şudur:
Önümüzdeki 2020’li yıllardan sonra gelecek olan doğal kurak dönemin daha da sert
geçeceği, yani dünyanın bir mini soğuma sürecine girmesi çok büyük bir olasılık olarak
görülmektedir. Bu dönemde, sıcaklık düşüşü ile birlikte yağışlar çok daha azalacağından
dolayı hidroelektrik santralların devre dışı kalma olasılığı çok fazladır. Bu santrallar
devre dışı kalmasa bile, buralarda toplanan suyun öncelikli olarak tarıma ayrılması
kaçınılmaz olacaktır.
Yani özetle, sürekli küresel sıcaklığın arttığından söz eden ve bu sıcaklığın
dünyanın sonunu getireceğini söyleyen AB ülkeleri, 2020’den sonra olma olasılığı
yüksek olan mini soğuma döneminde enerji sorunu ile karşılaşmamak için
nükleer
santral yapıyorlar ve bu karara halkı da destek veriyor.
Mini Soğuma ile bir başka haber de Observer Gazetesinden, 22 Şubat 2004
“Now the Pentagon tells Bush: climate change will destroy us
· Britain will be 'Siberian' in less than 20 years
· Threat to the world is greater than terrorism
71
Climate change over the next 20 years could result in a global catastrophe costing
millions of lives in wars and natural disasters..
A secret report, suppressed by US defence chiefs and obtained by The Observer,
warns that major European cities will be sunk beneath rising seas as Britain is plunged
into a 'Siberian' climate by 2020. Nuclear conflict, mega-droughts, famine and
widespread rioting will erupt across the world”
Bu yazının Türkçe bilimsel özeti şöyle açıklanabilir.
“Pentagon. Bush’u, 2020’den sonra buzulların İngiltere’ye kadar inebileceğini ve
bu soğumanın sonucunda dünyanın mega kuraklıkla karşı karşıya kalacağını ve bu
durumun dünyayı tererözimden daha çok etkileyeceğini konusunda uyardı”
Bu yazıdan da anlaşılabileceği gibi dünyadaki gelişmiş ülkeler 2020’den sonra,
olası olarak bir mini soğuma (little ice age) bekliyor.
Geçtiğimiz 2007 yılında, ABD Başkanı Bush, ülkesinin yeni nükleer santrallara
ihtiyacı olduğunu söylemiş ve bunların en kısa sürede yapılacağını belirtmiştir. Yine
ABD’de, 2010 yılına kadar yalnızca Teksas’ta 11 adet termik santralın yapımı
kararlaştırılmıştır.
Diğer taraftan İklim değişikliği alarmıyla uzmanlar karbon salımını düşürmesinin şart
olduğunda söz birliği etmişken, Avrupa 'en kirli yakıt' olan kömüre yönelmektedir.
Avrupa’da önümüzdeki beş yılda kömürle çalışan onlarca elektrik santralinin devreye
girmesi bekleniyor.
İtalya genelinde kömüre bağımlılığın yüzde 14'ten yüzde 33'e
yükselmesi öngörülüyor. Almanya ve Çek Cumhuriyeti başta olmak üzere birçok Avrupa
ülkesinde de beş yılda kömürle çalışan 50 santralin devreye gireceğinden söz ediliyor.
Amerika'da da bu konuda talep patlaması var ama yasal kısıtlamalar nedeniyle çok az
santralin ruhsat alabileceği belirtiliyor. 2007'de 151 kömür santrali için başvuru yapıldı.
Bu termik santral atağının gerekçesi ise artan petrol ve doğalgaz fiyatları olarak
belirtilmesine rağmen başka nedenleri de olabilir.
Geçenlerde Rusya devlet nükleer enerji şirketi Rosatom’un 40 civarında nükleer
santralı planlarına aldığı basında duyurdu.
Özetle Termik Santral yapımına artan ilgi ve Nükleer enerjiden vazgeçmiş olan
gelişmiş ülkelerin, uzun bir aradan sonra, bir anda yeniden nükleer santrallara
72
dönmesinin altında petrol fiyatlarındaki aşırı artış kadar her an bir mini soğuma belentisi
bulunmaktadır. Mini soğumanın ne anlama geldiği tarih bölümünde dünya tarihinden
örneklerle anlatılmıştır. Yabancı basında oldukça sık yer alan bu tür haberler, Türkiye
basınında pek yer bulamamaktadır.
Yukarıda gerçek bilimsel veriler kullanılarak verilen bilgiler, iklim biliminin
“Hobi” olarak yapılmayacağını göstermektedir. Türkiye’ye, sıcaklık artışı nedeni ile
dünyanın sonunu geleceğini söyleyen gelişmiş ülkeler, olası bir soğuma dönemine karşı
şimdiden ciddi hazırlıklar yapıyorlar. Bu nedenle bizlerin de, küresel ısınma küresel
kuraklık getirir gibi bilim dışı konuşmaları bir kenara bırakıp, aşağıda ana başlıkları
belirlenen konuları tartışmamız gerekir.
İklimsel Değişimlerin en Avantajlı Şekilde Değerlendirilebilmesi İçin Öncelikli
Yapılması Gerekenler;
*Türkiye karalarında ve denizlerinde düzenli veri toplamak, özellikle yağışla gelen
nütrientleri ve miktarlarını saptayarak, havzalar bazında ana ve alternatif ürün desenlerini
çıkarmak
*Su Kanunlarını bir an önce yenilemek ve Baraj sayılarını arttırarak, özellikle tarımda bir
an önce damlama sulamaya geçmek,
*Yerleşim merkezlerindeki kötü şebeke sistemlerini iyileştirerek su kayıplarını %10’lara
çekmek,
* Bir ülkenin en değerli doğal kaynakları olan yeraltı sularını denetim altına almak,
* Su kullanan sanayinin, organize bölgelerde oluşturulması ve kullanılan suyun
arıtıldıktan sonra nehirlere deşarj edilmesini sağlamak. Ancak bu alanlarda kullanılan
enerji fiyatlarını da çok aşağılara çekmek, sanayicinin uluslararası rekabete katılabilmesi
açısından da önemlidir.
*Denizlerdeki avcılığı kontrol altına almak ve ileriki yıllarda özellikle 2020’lerden sonra
beklenen aşırı kurak dönemde oluşacak olan protein açığını kapatabilmek için Kültür
Balıkçılığı gelişimini bilimsel çalışmalarla hızlandırmak,
*Hibrit Tohumculuk çalışmalarına hız vermek,
*Ve enerji konusunda Enerji konusunda çok dikkatli planlamalar yapmaktır
73
BÖLÜM VI
İKLİMSEL DEĞİŞİKLİKLERİN NEDEN OLDUĞU SAVAŞLARA VE
GÖÇLERE ÖRNEKLER
“Bundan sonra Nehirlerde Yıkanmak,
Çamaşır Yıkamak ve Kirletmek Yasaktır”
Cengiz Han, 1206
Timuçin Han, Cengiz Han ünvanını alarak Moğol İmparatorluğu’nu
kurduğu anda verdiği ilk emirlerinden birisi nehirlerin kesinlikle
kirletilmemesi idi. O dönemler dünya nüfusu 200-250 milyon civarında
olması rağmen acaba neden sular yetmiyordu? Bunun nedeni bu dönemde
oluşan ve şu an yaşadığımız dönemin tam tersi olan ve bilimsel literatürde
“Mini Soğuma Dönemi” dediğimiz bir dönemdir. “Soğuma” dönemlerinde
kuzeydeki buzullar büyüyerek güneye doğru iner ve akarsuların debileri
düşer, denizel ve tarımsal verimlilik azalır. Yani dünyada oluşan gerçek
kuraklıkların nedeni “Küresel Soğumalardır”.
İnsanoğlunun yerleşik düzene geçmesinden sonra oluşan dünya tarihine baktığımızda,
Hint’lilerin, Arap’ların, Afgan’lıların ya da Pakistan’lıların hiçbir zaman kuzeye (yani
Moskova, Londra ya da Hamburg’a) saldırmadığını görürüz. Ancak Londra’lıları,
Moskova’lıları ya da Hamburg’luları hep özellikle Anadolu’ya, Mezopotamya’ya ya da
Mısır’a saldırdıklarını okuruz. Yani büyük savaşlar ve büyük göçler hep kuzeyden
güneye olmuştur. Ve bu nedenle de, bu kurak dönemlerde verimliliği devam eden
Anadolu, Mezopotamya ve Nil Deltası’nda savaşlar ve çatışmalar hiç bitmemiştir.
Gılgamış destanı ile 4700 yıl önce başlayan yazılı tarihten günümüze kadar olan 15 000
savaşın (ortalama yılda 3 savaş) çok büyük çoğunluğu, işte bu mini küresel soğumalar
nedeni ile verimli tarım alanları ve su için yapılmıştır.
Timuçin Han, Cengiz Han ünvanını alarak Moğol İmparatorluğu’nu kurduğu anda ilk
emirlerinden birisi nehirlerin kesinlikle kirletilmemesi idi. O dönemler dünya nüfusu
200-250 milyon civarında olması rağmen acaba neden sular yetmiyordu? Bunun nedeni
74
bu dönemde oluşan ve şu an yaşadığımız dönemin tam tersi olan ve bilimsel literatürde
“Mini Soğuma Dönemi” dediğimiz bir dönemdir. “Soğuma” dönemlerinde kuzeydeki
buzullar büyüyerek güneye doğru iner ve akarsuların debileri düşer, denizel ve tarımsal
verimlilik azalır. Yani dünyada oluşan gerçek kuraklıkların nedeni “Küresel
Soğumalardır”. Halen şu günlerde içinde bulunduğumuz dönem sert bir kuraklık değil,
düzenli olarak ortalama 15-20 yılda bir, yine göreceli olarak sıcaklıkların düşmesinden
dolayı olan “doğal” bir kuraklıktır. Çünkü geçtiğimiz 50 yılın sıcaklık ve yağış
ortalamalarına baktığımızda, yaşadığımız yani 2000’li yılların son 1 000 yılın en sıcak
ve en yağışlı dönemi olduğunu görürüz. Günümüzden, 3000 yıl önce Menemen’de
iskelenin olması (bugün denizden 20 km kadar uzaktadır), bu yıllardaki deniz
seviyesinin günümüzden en az 2 metre kadar yukarıda olduğunu, yani bu dönemlerdeki
buzulların çok eridiğinin, diğer bir deyişle sıcaklığın günümüzden hiç de aşağı
kalmadığının en güzel göstergeleridir.
Dünyada iklimler, sürekli olarak ya “ısınma”, ya da “soğuma” trendi içindedirler. Yani
iklimler hiçbir zaman sabit olmazlar. Dünyanın ısınma ya da soğuma dönemlerine girişi
yaz sıcaklıklarındaki değişimlere bağlı olarak değişir. Soğuma dönemlerinde düşen yaz
sıcaklıkları kutuplardaki buzulları daha az eritirler. Şöyle ki; yaz sıcaklıklarının düştüğü
dönemlerde, kutuplara örneğin yılda 100 birim kar yağmışsa bunun 95 birimi erir ve 5
birim buz olarak kutuplarda kalır. Ve soğumanın devam ettiği yıllar boyunca bu buzlar
büyüyerek ve alansal olarak genişleyerek bilimde “buzul dönemi” ( ice age) dediğimiz
dönemler başlar. Bu dönemlerdeki yaz sıcaklıklarının düşme derecesine ve zamana
bağlı olarak buzullar Orta Avrupa’ya kadar inerler. Bu dönemlerde buzullar altında
kalan bölgelerde tarım ve balıkçılık yapılamaz. Küresel ısınma dönemlerinde ise yaz
sıcaklıkların artması nedeni ile kutuptaki buzullar erir, örneğin bir yılda 100 birim kar
yağmışsa, sıcaklık kutuplardaki 105 birim karı eritir. Yani kutuptaki buzullar yavaş
yavaş erimeye başlar ve buzulları çözüldüğü alanlar, tarım ve balıkçılık açısından
elverişli hale gelirler. Diğer bir deyişle dünyada küresel ısınma dönemlerinde çok daha
fazla tarım alanları ve daha verimli bölgeler oluşur. Isınma dönemleri aynı zamanda
orman alanlarının da kuzeye doğru genişlemesini sağlar. Örneğin küresel ısınma
döneminde olmamız nedeni ile bizim de orman alanlarımız artmıştır ve İstatistik
Enstitüsü’nün verilerine göre bu artış, 1987’lerden günümüze yaklaşık bir milyon
hektar olarak gerçekleşmştir.
Özetle, küresel ısınma dönemleri, tarımsal alanları
genişletir ve verimlilikleri arttırır. Küresel soğuma dönemlerini de söz konusun tarım
75
alanlarının azalmasına ve verimliliklerin de düşmesine neden olur. Küresel ısınma
dönemlerinin yağışların artması sonucu dünyamız su açısından da rahatlar.
Halen, majör dönem olarak 18 000 yıldan beri küresel ısınma dönemindeyiz. Ancak,
majör olarak küresel ısınmada olmamıza rağmen zaman zaman, bilimde “mini soğuma”
ya da “mini buzul” dönemi dediğimiz sıcaklık düşüşleri yaşarız. Örneğin, Alp
dağlarındaki Fernau buzullarında yapılan araştırmalar yalnızca son 3000 yılda beş defa
soğuk iklimin (mini soğuma) dünyayı etkilediğini göstermektedir.
Bu söz konusu beş soğuma döneminden, iki tanesinin tarihe nasıl yansıdığına örnek
olarak günümüzden, 3200 yıl önce ile 1000 yıl önce olan iklimsel değişimlere ve bu
değişimlerin sonunda dünyada olan olaylara bakalım. Günümüzden 1000 yıl kadar önce
başlayan “mini soğuma dönemi” (Ficarolo dönemi), Avrupa’nın kuzey taraflarının buz
tutmasına neden olmuş, buzullar İngiltere’ye kadar inmiş (büyümüş), bunun sonucu
nehirlerin debileri düşmüş ve doğal olarak tarımsal üretim verimliliği de düşmüştür. Bu
nedenle aç kalan ve en kuzeyde yaşayan Viking’ler İngiltere’ye saldırmış ve bunu takip
eden yıllarda da diğer kuzey Avrupa halkları birbiriyle çatışmalara başlamışlardır.
Ancak, devam eden soğuma, buzulların güneye doğru daha da büyümesine ve hatta
İngiltere’ye kadar büyümesine neden olmuş ve aç kalan Avrupa’lıları iyice güneye
sıkıştırmıştır. Ancak yine de karınlarını doyuramayan Avrupa’lılar, bir araya gelerek
Haçlı Ordusunu kurmuşlar ve verimli yerlere, Anadolu’ya,
Nil Deltası’na ve
Mezopotamya’ya saldırmışlardır. Zaten, her soğuma döneminde ilk saldırıya uğrayan
Anadolu’da yaklaşık 40 000 antik kent olmasının nedeni de bu “mini soğuma
dönemleri” nedenleri ile oluşan kurak dönemlerde sürekli saldırıya uğraması ve çok sık
el değiştirmesidir.
İşte aynı dönemlerde, yani 1000’lü yıllardan sonra oluşan “mini soğuma” dönemi
etkileri Kuzey Doğu Asya’da da hissedilmeye başlanmıştır. Soğuma nedeni ile
nehirlerin debileri düşmeye başlamış ve düşen sıcaklığın da etkisi ile otlaklar azalmaya
başlamıştır. Ve bu nedenle önce küçük gruplar arası çıkan otlak kavgaları daha sonraki
yıllarda, başta Moğollar ve Tatarlar olmak üzere diğer Kuzey Doğu Asya halkaları
arasında büyük çatışmalara dönüşmüş ve tüm bu çatışmaları sonucunda, Kuzey Asya
halkları Cengiz Han ünvanını alan Timuçin Han’ın önderliğinde, 1206’da Moğol
İmparatorluğu Bayrağı altında birleşerek önce Çin’e sonra da Batıya saldırmışlardır.
76
Çin Setti’nin yapımının ana nedeni de, her soğuma döneminde kuzey halklarının
saldırısına uğrayan Çin’in kendini bu saldırılardan koruma isteğidir.
Uygarlığın doğuş yerinin Ortadoğu olması ve savaşların burada yoğunlaşmasının
altında, “mini soğuma” dönemlerinde, kuzeyde buzullanma nedeni ile suyun ve
tarımsal verimliliğin azalması sonucu aç kalan insanların, her dönemde verimliliğini
devam ettiren verimli tarım alanlarına sahip olan Anadolu’ya, Mezopotamya’ya ve Nil
Deltası’na saldırması yatmaktadır.
Çünkü yalnızca Anadolu’nun bitki türü
çeşitliliğinin Avrupa’dan üç kat daha fazla olması, bu bölgelerin ne kadar üretken
olduğunun göstergesidir.
Bir başka deyişle, “ısınma dönemleri” dünyaya barış ve huzur getirirken,
“soğuma” dönemleri savaşları ve katliamları getirmiştir.
Tarihsel olarak Hitit’lerin Sonu ile Dor Göçleri İlişkisi (Günümüzden 3200 yıl
kadar önce)
Tarihte Ege göçü olarak da bilinen Dor Göçü, günümüzden 3200 yıl önce, Güneydoğu
Avrupa halklarının Ege ‘yi işgal etmeleri ile son bulan ve tarihin önemli kitlesel göç
hareketlerindendir. Bu dönem aynı zamanda dünyanın en büyük medeniyetlerinden
olan ve Kadeş savaşında Mısırlıları yenen (Mısır Tarihçilerine göre savaşın galibi
Mısır’dır) Hitit’lerin de tarih sayfasından silinmeye başladığı yıllardır. Hiçbir savaşa
girmeden tarihten yok olan Hitit medeniyeti hakkında son yazılı kaynaklar, Hitit’lerin
son yıllarda Suriye ve Mısır’dan bol miktarda tahıl ithal ettiklerini belirtmektedirler.
Bu iki olayın aynı tarihlerde olması, yani Hitit medeniyetinin yok olurken, Avrupa
halkalarının Batı Anadolu’yu işgal etmeleri bir tesadüf değildir. Çünkü, günümüzden
3250 yıl önce Hitit’lerin Anadolu’da 10’dan fazla baraj inşa etmeleri ve suları
kirletenin cezasının idam olacağını belirtmeleri, bu yıllarda ciddi bir su sıkıntısının,
yani bir mini soğuma döneminin olduğunun göstergesidir. Diğer bir deyişle, bu
dönemde oluşan mini soğuma nedeni ile kuzeydeki insanlar Batı Anadolu’ya göç
ederken, genellikle yüksek yerlere kurulan Hitit Medeniyeti de soğuma sonucu oluşan
kuraklık nedeni ile yok olmuştur.
77
Tarihsel Olarak Maya Medeniyetini çöküşü ile Haçlı Seferlerinin ve Moğol
akınlarının ilişkileri (1000’li yıllar)
Haçlı seferlerinin başlangıcı olan 1000’li yıllarda dünyanın önemli büyük
medeniyetlerden olan Maya’lar, tıpkı Hititler gibi, hiçbir ciddi savaşa girmeden tarih
sahnesinden çekilmişlerdir. Haçlı seferlerinin başlangıcı olarak da kabul edilebilecek
Viking’lerin (1100’lü yıllarda, Tuna yolu ile Ordu’nun Mesudiye ilçesine de geldikleri
söylenir) İngiltere’ye saldırması bir tesadüf değildir. Bu dönem, Ficarolo dönemi olarak
da bilinen, buzulların İngiltere’ye kadar indiği dönemdir. Pentagon’un, ABD Başkan’ı
Bush’u uyarmak için hazırladığı ve 22 Şubat 2004’de basına da yansıyan raporda
bahsedilen “2020’li yıllardan sonra buzulların İngiltere’ye kadar inebileceği ve bunun
sonucunda da çok sert bir mega kuraklık oluşacağını” belirten rapor, aslında 1000 yıl
kadar önceki dönemde, buzulların indiği bölgeleri ve bunun sonucunda da oluşan mega
kuraklığı anlatmaktadır. Söz konusu 1000’li yıllarda oluşan bu mega kuraklık, aç kalan
Avrupa’lıların bir araya gelip,
Haçlı Ordularını oluşturarak Mezopotamya ve
Anadolu’ya saldırmasına neden olmuştur.
Gerek Hitit’lerin ve gerekse Maya’ların ortak yönleri yerleşim yerlerini yüksek alanlara
kurmasıdır. Kuraklıklar da, kuzey enlemlerinden başlayarak öncelikle yüksek alanları
etkilerler ve buralardaki verimliliklerin çok düşmesine neden olurlar
Bugün Avrupa Birliğinin kuruluşunun nedenlerinden birinin de söz konusu “mini
soğumalar” nedeni ile oluşan Avrupa’nın kendi içindeki çatışmaları sona erdirmek
olduğu düşünülmektedir. Çünkü, AB’ye uyum yasaları başlıca 31 ana başlık altında ve
120 bin sayfada toplanmış olup, bunlardan tarım ve balıkçılık konusundaki iki
maddenin, toplam AB’ye uyum yasalarının yarısını oluşturması (60 bin sayfa civarı) ve
AB’nin, başta Fransız, İspanyollar olmak üzere, çiftçilerine yıllık 100 milyar Euro gibi
destek vermesi ve bu paranın büyük bir oranının kuzey ülkesi Almanya tarafından
karşılanması bu görüşleri desteklemektedir.
Kuraklıklara
Yakın
Tarihten
bir
örnek;
1850’li
yıllardaki
yanardağ
faaliyetlerinin yoğun olduğu dönem;
78
İzmir’in gelmiş geçmiş en büyük projeleri, 1866’de bitirilen İzmir - Aydın Demiryolu
ile 1873’lü yıllarda bitirilen Kordonboyu ve 1890’lı yıllarda Gediz’in ağzının
değiştirilmesidir. Bu üç önemli projenin birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir.
Öncelikle Anadolu’da ilk tren yolunun İzmir - Aydın arasına döşenme nedeni,
Menderes Ovasında yetişen kaliteli pamuğun ve diğer tarım ürünlerinin İngiltere
tarafından alınma isteğidir ve zaten demiryolunu da İngilizler yapmıştır. Çünkü
özellikle dünyada Buharlı gemilerin ticarette önemli yer almaya başladığı 1850’li
yıllarda dünya ticaretinde çok büyük hareketlilik başlamış ve İngiliz’ler tarım
konusunda söz sahibi olabilmek için dünyanın en verimli alanlarından olan Menderes
Ovasındaki tarım ürünlerine göz dikmiştir. Ancak 1850’li yılların, iklimler açısından
önemli bir özelliği daha vardır. Söz konusu dönemde aşırı volkanizma (yanardağlar)
nedeni ile oluşan dünya ciddi bir soğuma dönemine girmiş ve İngiltere Amerika’dan
pamuk ithalatında güçlük çekmeye başlamıştır. Çünkü, Güney eyaletlerinden aldığı
ucuz pamuk karşılığı onlara zenci köle sağlayan İngiltere’nin bu ticaret anlayışı,
soğuma nedeni ile pamuktaki üretim düşüklüğü yaşayan ve yeterli pamuğu elde
edemeyen Kuzeylilerin hoşuna gitmemiş ve pamuğu kendi sanayilerinde kullanmak
için Zenci haklarını bahane ederek Güney’e saldırmıştır.
Ancak Büyük Menderes Ovasında üretilen pamuğun, İzmir’e kağnılarla getirilmesi
çok uzun zaman aldığı için, İngilizler 1856 yılında Osmanlı’dan demiryolu yapımı için
izin istemiştir (Türkiye’den ilk tarihi eser kaçakçılığı da İngilizler tarafından bu proje
için gönderilen yol mühendisleri tarafından başlatılmıştır). Demiryolu 1866’da
bitirilmiş ancak bir büyük sorun daha ortaya çıkmıştı. Bu sorun İzmir’de rıhtım
olmaması nedeni ile, trenle getirilen tarım ürünlerinin, küçük teknelerle açıkta
bekleyen gemilere yüklenmesinin çok uzun zaman alması idi. Bu kez İngiliz ve
Fransızlar Osmanlı’ya rıhtım için baskıya başlamışlar ve sonuçta Alsancak’ın kıyısının
doldurarak rıhtım haline getirmek için izin almışlardır. Ve şu an İzmir’de, aynı
zamanda ilk rant kavgalarının yaşandığı, Kordonboyu olarak tanımlanan alan
doldurulmuş ve rıhtım için hazır hale getirilmiştir.
Ve asıl önemli sorun ise Gediz’dir. Çünkü, İngilizler tarafından 1836’da başlatılan ve
sonraki yıllarda devam eden batimetri (deniz dibi derinlik ölçümleri) çalışmaları
sonucunda, Gediz Nehri’nin, her geçen yıl Yenikale geçitini sığlaştırdığını ve İç
körfezin kapanacağını gören Avrupa’lılar, Osmanlı’ya bir mektup yazarak durumu
79
bildirmişler ve Gediz’in ağzının değiştirilmesini istemişlerdir.
Gediz’in ağzı da
böylece, 1890’larda şimdiki yerine çevrilmiştir (Siepert R., 1887)
Coğrafya Öğretmeni Sayın Cevat Korkut’un, “İzmir Rıhtım İmtiyazı” kitabından;
1860: 59 milyon frank ithalat 46 milyon frank ihracat
1878: 103 milyon frank ithalat, 88 milyon frank ihracat
Ve İzmir’in ticaret hacmi 2 katına çıkmıştır.
Son Yüzyılın En Kurak Dönemi (1930’lu yıllar)
Atatürk, 1923 yılında kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında kuraklık nedeni
ile oldukça zor günler geçirmiştir. Söz konusu 1930’lu yıllarda yaşanan son yüzyılın en
sert kurak döneminde, ABD’de yaklaşık 6 yıl süren kuraklık sonucu yeterli tarım
yapılamamıştır. John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” adlı eserinde, söz konusu bu
kurak dönem anlatılmaktadır. Söz konusu bu kitapta, Oklahama ve civarında uzun
yıllar süren toz fırtınaları nedeni ile tarım yapılamaması ve bu bölgede işsiz kalan bir
milyondan fazla insanın Kaliforniya’ya olan göçü anlatılmaktadır. ABD’de 1929
yılında olan ve tarihin en büyük borsa düşüşün nedenlerinden birinin de bu çok sert
kuraklık döneminin payı olduğu konusunda görüşler de vardır. Çünkü bu yıllarda
sıcaklıkların çok düşük olduğu Devlet Meteoroloji’nin verilerinde de görülebilir
(sıcaklık verileri 1928 yılından sonra mevcuttur). Aynı şekilde bu yılların, aletsel
ölçümlerin başladığı 1850’li yıllardan sonra en soğuk yıllar olduğu da NASA
verilerinde mevcuttur. Ekonomisi tarıma bağlı olan Genç Türkiye Cumhuriyeti de bu
kuraklıktan fazlası ile etkilenmiştir. Şöyle ki; 1923 yılına göre 1933 yılında; hububat
ekim alanlarında %9, bakliyat ekim alanlarında %17, şekerpancarı ekim alanında
%205, patates ekim alanında %39 artış olmuşken, bu ürün ve ürün gruplarındaki üretim
artışı ise hububatta %63, bakliyatta %72, patateste %47 ve şekerpancarında %2700
olmuştur. Diğer bir deyişle, 1920’li yıllarda tarımsal verimlilik oldukça düşük
seyretmiş ve 1933’lü yıllarda, iklimlerin düzelmesi ve teknolojinin de Anadolu’ya
girmesi ile verimlilik patlaması yaşanmıştır. Yine bu dönemlerde tarım, sabit fiyatlarla
yaklaşık %100 gelişme göstermiştir (Yeni ve Dölekoğlu, 2003).
Genç Türkiye Cumhuriyeti bu dönemden çok etkilenmiş ve örneğin İzmir’de, Belediye
Başkanı Sezai Göker, 1931 yılında görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu istifanın
80
ardında İzmir Belediyesi’nin oldukça borçlanması nedeni ile Sezai Göker’in, parti
tarafından görevinden alındığı ve yerine Dr.Behçet Uz atandığı söylenilmektedir. Dr.
Behçet Uz da, tüm bu olumsuzluklara rağmen İzmir’e kazandırdığı eserlerle “İzmir’in
Efsanevi Başkanı” olarak unutulmazlar arasına ismini yazdırmıştır.
Anadolu’da ise, Cumhuriyet’in bu söz konusu kuruluş yıllarında birçok isyan
çıkmasının ardında yatan nedenlerden birinin de bu sert kurak dönem olabileceği de
göz ardı edilmemelidir.
.
Küresel Isınmaya bir Örnek: Günümüzde de devam eden Nuh Tufanı
Mitolojide Nuh Tufanı olarak belirtilen ve sel felaketi olarak bilinen olay, bugüne değin
birçok araştırıcı tarafından gerek doğrudan ve gerekse dolaylı olarak çalışılmıştır. Konu
ile ilgili ilk yazılı bilgiler günümüzden 4700 yıl kadar önce Gılgamış yazıtlarında yer
almasına karşın, mitolojide söz konusu felaketin dünyanın değişik yer ve zamanlarında
olduğu konusunda 600 civarında hikaye bulunmaktadır. Ancak, özellikle Nuh’un
Gemisinin hep Karadeniz ve civarında aranmasının nedeni ise, bu dönemlerde dünyada
ortalama yükselme hızı 2 cm civarında olan deniz seviyesinin, Karadeniz’de yılda 7
cm gibi bir hızla yükselmesidir (Aksu ve diğ, 2002).
Nuh Tufanı halen, majör olarak küresel ısınma döneminde olduğumuz için devam
ediyor. Ancak şu anki denizlerin yükselme hızı, zaman zaman sert düşüşlere karşın,
yılda ortalama 1.1 milimetre olarak devam etmektedir.
Sonuç;
İklimler, sürekli ısınma ve soğuma döngüleri halindedirler. Dünyamız, günümüzde
olduğu gibi havadaki, sera gazları olarak da tanımlanan, Karbondioksit ve Metan gibi
gazlar arttıkça ısınma dönemini yaşar.
Bunun aksine de eğer termostat gazları
dediğimiz, başta Sülfür olmak üzere, diğer soğutucu gazlar havada artarsa bu kez
soğuma dönemlerine gireriz.
81
Söz konusu bu soğuma dönemlerinde kuraklık, soğumanın sertliğine göre kuzey
enlemlerinden başlayarak orta enlemlere kadar inebilir. Bu tür dönemlerde tarımsal
verimliğini kaybeden kuzeyde yaşayan insanlar hep sıcak denizlere inebilmek için,
güney ülkelerine saldırmışlardır. Anadolu’nun her soğuma döneminde, sürekli kuzey
insanlarının saldırısı altında kalmasının nedeni de budur. Heredot, Batı Anadolu’yu
“dünyada yaşanabilecek en güzel yer” olarak tanımlamasının altında Anadolu’nun,
Avrupa’daki toplam bitki türlerinden daha fazla türe sahip olması ve verimliliğin de
oldukça iyi olması gerçeği yatmaktadır.
Olağanüstü İklim Olaylarının Neden Olduğu Felaketlere Tarihten Örnekler
Ergene’nin köprüsü susuzluktan bunalmış,
Edirne’nin minaresi eğilmiş su içmeye,
Allahım’ın dağında üç beş balık kışlamış,
Kaç gün yağmur yağmamış, kağnı ister geçmeye,
Kaygusuz Abdal göç ister, takat kalmaz yürümeye
Trakya’da 14. yüzyılda yaşanan kuraklığın şiddetini Kaygusuz Abdal bu dizilerle
özetlemiş.
1181: Japoya’da kıtlıktan 100 bin kişi öldü.
1221: Karadeniz’nin kıyılarında sular, 50-60 metre derinliğe kadar dondu.
1553: İstanbul’da 19-20 Eylül günlerinde olan ve Kanuni Sultan Süleyman’ın zor
kurtarıldığı sel felaketi, Osmanlı arşivlerinde yer alan önemli felaketlerdendir.
1565: Osmanlı kuraklık nedeni ile buğday ihracatını yasaklamıştır.
1601-1603: Rusya’da kıtlıktan 1 milyon insan öldü.
1739: İstanbul Boğazı buz tuttu
82
1864: Hindistan’da siklondan dolayı 70 bin kişi öldü.
1876: Bengaldeş’de siklondan dolayı 200 bin kişi öldü.
1887: Çin’de Yangtze nehrinin neden olduğu sel nedeni ile 1 milyon insan öldü.
1769: Hindistan’da kıtlık nedeni ile 10 milyon insan öldü.
1874: Anadolu’daki kuraklık Ankara’yı çok etkiledi ve 50 bin civarında olan nüfusun 7
bini göç etti. Hastalıktan dolayı oluşan can kaybının ise 20 bin civarında olduğu tahmin
ediliyor.
1900: ABD’de, Teksas’ta, Kasırga sonucu 8 bin kişi öldü.
1931: Çin’de seller nedeni ile 3.5 milyon insan öldü.
1954: İstanbul Boğazı, Karadeniz’den gelen buzlar tarafından kapatıldı ve karşıdan
karşıya yürüyerek geçildi.
1970: Pakistan’da oluşan siklon sonucu 300 bin kişi öldü.
1991: Bengladeş’te meydana gelen siklonda 138 bin kişi öldü.
Dünyada, her zaman olağanüstü hava olayları nedeni ile felaketler yaşanmış ve bundan
sonra da yaşanacaktır. Yukarıda bunlardan bazı örnekler verilmiştir. Ancak dünyada
yaşanan en büyük felaketler, kuraklık ya da bir başka deyişle kıtlık nedeni ile
olanlardır. Bu dönemler de dünyanın soğuduğu ve gerçek bilimde ”soğuma” olarak
bilinen dönemlerdir. Diğer bir deyişle dünyadaki büyük felaketler soğuma
dönemlerinde olmuştur.
83
BÖLÜM VII
KYOTO
“Küresel ısınma, küresel kuraklık getirir, bir an önce dünyayı kurtaralım”
cümlesinin ardında yatan gerçek
“Eğer gerçekten dünyada iklimin insanoğlu nedeni ile değiştiğini iddia
ediyorlarsa ve bu değişime neden olan gazların %75’inden fazlası
Çin,
Amerika, Rusya, Almanya, İngiltere gibi 8-10 ülke tarafından atmosfere
bırakılıyorsa, neden tüm ülkeleri bir masa etrafına topluyorlar? Geçtiğimiz
2007 Haziran ayında yapılan G-7’ler (G-8) toplantısında, halen Kyoto’nun
önünde en büyük engel görülen ABD, Post-Kyoto adı altında değişik bir
Kyoto teklifi getirdi. Ancak Almanya tarafından bu teklif hemen ret edildi ve
konunun BM toplantılarında konuşulması istendi. Yani, ortada “küresel
ısınma” adı altında ama henüz paylaşımı yapılamayan çok büyük ticaret
pastası var. Paylaşım gerçekleştiği an biz de imza atmak zorunda kalacağız”.
Gelişmiş ülkelerin Türkiye’ye, başta Kyoto’nun en büyük savunucusu ve
Kyoto Bayrağını elinde taşıyan Almanya’nın dahi, fosil yakıtların
azaltılmasına yönelik projelere değil de fosil yakıtların kullanımını arttırıcı
projelere kredi vermesi, Kyoto’nun insani ve doğaya yönelik olmaktan çok
ticari hedefleri olduğu konusundaki düşünceleri güçlendirmektedir.
Kyoto Protokolü Nedir?
Kyoto Protokolü, 1997 yılında Japonya’nın Kyoto Şehrinde, “Birleşmiş Milletler İklim
Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi” çerçevesi içinde imzalanmış ve ana hedefi fosil yakıtları
azaltarak dünyadaki ısınmayı durdurmak olan bir ön antlaşmadır. Ancak, ABD Başkan’ı
Bill Clinton, Kyoto’dan ülkesine döndüğünde, “biz zaten majör dönem olarak küresel
ısınmadayız, insan kaynaklı küresel ısınma da ne?” diyen Üniversitelerinin çok büyük
tepkisi ile karşılaşmış ve Kyoto bayrağını hemen bırakmıştır (Bu yıllarda, “Uygunsuz
84
Gerçek” filminin kahramanı Nobel ödüllü ve bir an önce Kyoto’ya imza atılması
gerektiğini söyleyen Al Gore da ABD Başkan yardımcısı idi). Clinton’un bayrağı
bırakmasından sonra Kyoto Bayrağını Almanya ve İngiltere almıştır. Aradan sekiz yıl
sonra
2005 yılında yürürlüğe girebilen bu protokolün gecikme nedeni,
protokolü
onaylayan ülkelerin 1990’daki emisyonların yeryüzündeki toplam emisyonun %55’ini
bulması şartı idi. Bu orana da 2005 yılında Rusya’nın katılımıyla ulaşılabildi.
Kyoto Protokolünü kabul eden ülkelerin uymaları gereken şartlar kısaca ana başlıklar şöyle
sıralanabilir;
*Atmosfere salınan sera gazları (fosil yakıtlar), 2008-2012 yılları arasındaki dönemde,
1990 yılındaki seviyenin en az %5 altına indirilecektir.
*Sanayi başta olmak üzere, tüm sektörlerde daha az enerji kullanan teknolojiye geçilecek.
*Fosil yakıtların azaltılması için alternatif enerji kaynakları kullanılacak, özellikle
karayollarında biyoyakıtlara önem verilecek.
Özetle bu protokol, küresel ısınmanın durdurulmasına ve daha temiz bir dünyanın
oluşturulmasına yönelik “masum” bir çevre antlaşması olarak kamuoyuna aktarılmaktadır.
Ancak, ön antlaşmanın yapıldığı 1997 yılından bugüne kadar yapılan toplantılardan hiçbir
somut sonuç çıkmamıştır ve sonuncusu da 3-14 Aralık 2007 tarihinde Bali’de yapılmıştır.
Bu son toplantıda da, sonuç olarak amaca uygun hiçbir karar alınamamıştır. Çünkü,
Kyoto’nun ana hedefi sözde insan kaynaklı küresel ısınmayı durdurma değil, gelişmiş
ülkelerin ticaret hacimlerini arttırmaktır. Gelişmiş ülkeler kendi aralarında anlaşmaya
varamadıkları sürece de sonuç alınamayacaktır.
Örneğin, Avustralya’da yapılan son genel seçim öncesinde, seçimi kazanan şu anki
Avustralya Başbakanı Kevin Rudd, 31 Ekim 2007 tarihinde yapılan basın açıklamasında
“Kyoto’yu Çin imzalamazsa biz de imzalamayacağız” diye görüş bildirirken, seçimden 15
gün önce birden bire Kyoto’yu imzalayacağını deklare etmiş ve seçimi kazanmasının
hemen ardından da antlaşmayı imzalayarak Kyoto toplantısına katılmak için da Bali’ye
gitmiştir.
Peki, “Çin imzalamazsa biz de imzalamayız” diyen ve aradan 1.5 ay sonra “ben Başbakan
seçilirsem imzalarım” diyen Avustralya Başbakanı Kevin Rudd bu kararını değiştirirken
acaba hangi bilimsel kaynaklarla hareket etmiştir. Yoksa bu geçen 1.5 aylık süre içinde
85
acaba Avustralya’lı iklim bilimciler, iklim konusunda bizlerin bilmediği yeni bir keşif mi
yaptılar?
En son Aralık 2007 tarihinde Bali’de yapılan Kyoto toplantısının önemli satır başlıkları
şöyle sıralanabilir
- Toplantının ana hedefini oluşturan ve iklimi değiştirdiklerini iddia ettikleri sera gazlarının
indirimi konusunda kararların alınmaması,
-Kyoto’nun yaptırım bölümünü imzalamayan, Türkiye gibi ülkelere aba altından sopa
gösterilmesi (ileride kazanımlarınızın olmasını istiyorsanız şimdi imzalayın gibi),
-Teknoloji transferlerinin oldukça fazla şekilde gündemde yer alması. Özellikle fakir
ülkelere teknolojik yardım yapılacağının altının bir kez daha çizilmesi,
-Bali Eylem Planı ile Kyoto Protokolü’nün 2009 yılı sonlarına kadar yapılacak bir dizi
toplantılar sonucu şekillendirilmesi kararının alınması idi.
Özetle, 3-14 Aralık 2007 tarihinde yapılan toplantıda, iklimsel değişikliklere yol açtığı
iddia edilen sera gazlarının indirimi konusu yine başka bir tarihe ertelendi.
Acaba
gerçekten
KYOTO
protokolünü
hazırlayan
ülkeler
Karbondioksitin
azaltılmasını istiyorlar mı ya da inanıyorlar mı?
Bu soruyu cevaplayabilmek için gelişmiş ülkelerin Türkiye’de yaptıklarına bakmak yeterli
olacaktır, örneğin;
1- Dünmyada suya ve tarıma dayalı en önemli entegre bögesel kalkınma projesi
olan GAP’ı gerçekleştirmeye çalışıyoruz ve şu ana kadar 18 milyar dolar harcadık, ama
bitirilmesi için kredi verilmiyor. Yani gelişmiş ülkeler karbon emisyonunu azaltacak, fosil
yakıtları azaltacak ve yalnızca Türkiye’ye değil aynı zamanda Ortadoğu’ya su ve temiz
enerji sağlayacak bu proje için kredi vermeye yanaşmıyorlar. Bugün GAP projesini aslında
öncelikli olarak desteklemesi gerekenler güney komşularımızdır. Çünkü barajlar,
buharlaşmanın en az olduğu derin vadilere yapılmalıdır. Güney komşularımızda bu tür
derin vadiler çok çok azdır ve ayrıca iklimleri çok da sıcaktır. Bu nedenle suyun, iklimsel
olarak daha serin olan Türkiye’deki derin vadilere yapılacak barajlarda tutulması onlar için
de çok büyük avantajdır.
86
Dünyadaki nüfusun her 45 yılda %100 artması nedeni ile insanın tarımsal, sanayi ve enerji
konusundaki su harcamaları artmakta ve bu nedenlerden dolayı suya olan gereksinim her
geçen gün biraz daha önem kazanmaktadır. Anadolu’nun bu konudaki çok büyük iklimsel
ve jeolojik avantajı da göz önüne alınırsa, GAP projesi, Türkiye’nin kendi sulaması ve
enerji açığını kapatması açısından olduğu kadar da Ortadoğu için de çok büyük önemli bir
projedir. Ancak bu projenin gerçekleştirilmesinde Türkiye yalnız bırakılmıştır, özellikle su
ve temiz enerji üretecek olan projeleri için kredi bulamamaktadır.
2- Ulaşımımız neredeyse tamamen (%90) kara taşımacılığına bağlı ve karbon
emisyonumuzun da %13’ü gibi ciddi bir bölümünü oluşturuyor.
Gelişmiş ülkeler
Türkiye’de otoyola kredi veriyorlar ama demiryollarına vermeye yanaşmıyorlar. Yani, fosil
yakıtları ya da emisyon azaltıcı projelere destek vermiyorlar.
3- Dünyanın en zengin jeotermal kaynaklarına sahip ülkelerden birisiyiz.
Türkiye’ye her konuda baskı yapan AB ülkeleri, acaba neden bu enerjiyi kullanmamız için
baskı yapmıyorlar? Jeotermal
yenilenebilir ve temiz enerji kaynağıdır. Emisyonu hiç
yoktur.
4- Ama, yukarıda sayılan temiz enerji üretecek projelere kredi ve destek vermeyen
gelişmiş ülkelerden olan ve Kyoto’nun önderliğini yapan Almanya, karbon emisyonunu
arttıracak, yani küresel ısınmaya neden olduğunu söyledikleri gazı üretecek olan Termik
Santrala kredi verdi. Mersin’de 2004 yılında Termik Santral açıldı. Dünyanın en kötü ve
etrafına en çok zarar veren enerji ünitesi olan termik santrale, KYOTO antlaşmasının
bayrağını elinde taşıyan Almanya, santralda kullanılacak kömürü Kolombiya’dan almak
şartıyla neden kredi verdi?. Çünkü Kolombiya’nın Almanya’ya borcu var ve kömüründen
başka da satacak bir şeyi yok (basından).
İlginç, yani gelişmiş ülkelerin işlerine gelince bu korkunç ve iklimleri değiştiren
karbondioksit gazı birden “cici gaz” oluyor.
İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde, 5 Ekim 2006 tarihinde Alman Çevre Bakanı’nın
küresel ısınma ilgili yaptığı konuşmadan bir cümle: “artık atmosferi kullanmak
ücretlendirilecektir” yani Karbon borsası kurulacaktır. Hiç dünyanın sonunu getirecek olan
bir gazın borsası olur mu?
87
Özetle, gelişmiş ülkelerin, başta Kyoto’nun en büyük savunucusu ve Kyoto
Bayrağını elinde taşıyan Almanya’nın dahi, fosil yakıtların azaltılmasına yönelik projelere
değil de fosil yakıtların kullanımını arttırıcı projelere kredi vermesi ile dünyanın sonunu
getireceğini iddia ettiği gazın borsasının kurulmasını önermesi, Kyoto’nun hedefinin
tamamen gelişmiş ülkelerin ticaret hacimlerini arttırmak olduğunun en sağlam kanıtlarıdır.
25
20
Tons of CO2 15
10
5
Fr
a
G r nce
ee
ce
İta
Ma ly
S lta
Tu pain
r
Al key
ba
Cy nia
pr
us
İ
s
Le ra
ba el
no
Sy n
Al r ia
ge
r
Eg ia
yp
Mo Liby t
ro a
Tu cco
ni
sia
U
C S
A an A
Lu us ada
x e tr a
m li
G e bu a
rm rg
Be an
lg y
OE
H iu
W CD oll m
or A an
ld ve d
Av rag
er e
ag
e
0
Kaynak: www.eia.doe.gov
1980-2002 yılları arasında kişi başına salınan ortalama CO2 emisyonu
Kişi Başına Düşen CO2 salınımları Yüksek,Orta ve Düşük düzeyde olan ülkeler
88
Kyotoyu kabul eden ülkeler acaba 2012 yılında kadar ne kadar indirime gidecekler?
Cemre dergisinin (4. sayı) Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşar’ı Prof.Dr.Hasan Z.Sarıkaya
ile yaptığı röportajdan aynen alınmıştır:
“İklim Değişikliği I. Ulusal Bildirimi ile; 1990–2004 yılları kapsayan ülkemiz sera gazı
envanteri belirlenmiştir. 1990 yılında toplam sera gazı emisyonu 170 milyon ton iken 2004
yılında 296 milyon ton olmuştur. Ülkemizde 1990 yılında 43 Milyon ton sera gazı emisyonu
yutak alanlar tarafından tutulurken, 2004 yılında bu miktar 73 Milyon ton olarak
hesaplanmıştır. Ülkemizin 2003 yılı toplam CO2 emisyon miktarı diğer ülkelerle
karşılaştırıldığında (CO2 eşdeğer olarak); OECD üye ülkeleri ortalaması 11,1 ton,
dünya ortalaması 4,0 ton, Avrupa Birliği ortalaması 9,0 ton iken Türkiye ortalaması 3,3
ton’dur. Bu verilerden de anlaşılacağı üzere Ülkemiz; AB ve OECD ülkeleri
ortalamalarının oldukça altındadır”.
Yani, Türkiye karbon gazı salınımında dünya ortalamasının altındadır.
Peki, 2008- 2012 yılları arasında hangi ülke ne kadar karbon emisyonu indirimine gidecek.
Bu konuda da Kyoto’nun en büyük savunucusu olan AB ülkelerinin indirimine bakmak
yeterli olacaktır.
Ülke ismi
1990 emisyonları (milyon ton)
2008-2012
hedefi
ALMANYA
1 208
955
İNGİLTERE
790
691
FRANSA
546
DİKKAT (0 indirim)
546
Diğer AB ülkeleri
1 720
DİKKAT (Artıyor)
1 730
89
Bu rakamlardan da, yalnızca Almanya ve İngiltere’nin indirime gideceği görülüyor.
Almanya 2012 yılında indireceğini söylediği miktara inebilse dahi bu miktar Türkiye’nin
en az 3 katı olacaktır. Yani, Almanya indirimden sonra bile, atmosfere şu an Türkiye’nin
attığı sera gazlarından 3 kat daha fazlasını atmaya devam edecektir.
Peki hangi hakla
bunu yapacaklar, bu atmosfer ortak değil mi? Neden öncelikle Almanya sera gazı
emisyonunu dünya ortalamalarına indirmiyor? Eğer iddia ettikleri gibi ısınmanın nedeni
gerçekten insan kaynaklı emisyon ise, gelişmiş ülkeler emisyon oranlarını bizim
seviyemize kadar bile düşürse zaten dünyada sorun kalmayacak.
Özetle, dünyada ciddi miktarda sera gazı üreten Almanya ve İngiltere dışında henüz
rakamsal olarak ne kadar emisyon azaltacağını deklare eden başka ülke yoktur.
Gerçi şu an bir yaptırım ile karşı karşıya değiliz ama, bir an buna taraf olduğumuzu
kabul edelim
Şu an bir yaptırım durumunda değiliz ancak büyük olasılıkla bu antlaşma imzalanacaktır.
Peki o zaman neden biz emisyon hakkımızı, ithal kömürle çalışan termik santral yaparak ya
da doğal gaz ithal ederek kısıtlıyoruz ve her geçen yıl ithalatımızı arttırıyoruz?. Bugün
Fransa, enerjisinin %70’ni nükleer santrallardan sağlamasına rağmen bizim iki katımız
emisyona sahiptir ve emisyonunun çok büyük kısmını mal üretmek için kullanır. Türkiye
ise emisyonun
%72’sini elektrik üretmek için kullanıyor. Türkiye öncelikle, elektrik
enerjisi konusunda ciddi bir plan yapmalı ve fosil yakıtlardan elde ettiği elektrik enerjisini
aşağılara çekerek, enerjisini çeşitlendirme yoluna gitmelidir.
Türkiye Kyoto için emisyonunu hangi sektörlerde azaltabilir? azaltabilir mi?
Türkiye’nin 1990 emisyon miktarı 170 milyon tondur ve bu rakam 2004 yılında yaklaşık
296 milyon tona çıkmıştır. Eğer protokolü şu an olduğu gibi kabul edersek, emisyonumuzu
2012 yılında, 1990 değerinin %5 altına, yani 160 milyon tona düşürmemiz gerekiyor. Peki,
ülkemiz bunu başaracak? Halen 300 milyon ton olan emisyonumuzu, dört yıl içinde nasıl
yarıya düşürebiliriz?
90
Türkiye, günümüzde, fosil yakıtlardan dolayı atmosfere yılda ortalama 300 milyon ton
civarında karbon bırakmaktadır. Söz konusu karbonun ana kullanım alanları ise elektrik,
sanayi ve taşımacılıktır.
Öncelikle, toplam emisyonun
kaynaklardan vazgeçemeyiz.
Bunun da
%72’sini elektrik üretmek için kullandığımız fosil
Geriye düşürebileceğimiz
%28 emisyonumuz kalıyor.
%13 civarını halen taşımacılıkta kullanıyoruz ve ilk etapta bundan da
vazgeçmemiz çok zor. Çünkü, taşımacılıkta emisyon indirebilmek için demiryolları
yapmamız lazım ve ilk anda bu demiryollarının uzunluğu kabaca en az 3-4 bin km
olacaktır (belki çok daha fazla). Türkiye’nin çok engebeli bir ülke olmasından dolayı bu
proje çok uzun sürede yapılabileceği gibi aynı zamanda da çok maliyetli olacaktır.
Elektrik ve taşımacılık dışında kalan %15 gibi emisyon oranı da sanayimiz tarafından
kullanılıyor. Bugün Türkiye, birim mal üretimi için Japonya’nın 4 kat, AB ülkelerine göre
de 2 kat daha fazla enerji kullanmaktadır. Diğer bir deyişle sanayimizdeki makinalar
teknolojik olarak geridir ve çok enerji harcamaktadır. Fazla enerji harcayan tüm bu
makinaların değişmesi gerekecektir. Tüm bunlar da çok maliyetler gerektiren değişimler
olacaktır.
Peki, Kyoto’nun şartlarına uyabilmek için, sanayiden demir çelik mi yoksa çimentoyu mu
devre dışı bırakalım, ya da küçük sanayileri mi kapatalım? Tüm bu nedenlerden dolayı
Türkiye, “küresel sıcaklık küresel kuraklık getirir gibi“ anlamsız tartışmaları bir kenara
bırakmalı ve Kyoto’nun şartlarını getirebilmek için bir an önce emisyon azaltıcı projelerini
hazırlamalıdır.
Özetle,
Kyoto, sözde insan kaynaklı küresel ısınmayı durdurabilmek için, ancak gerçekte dünyada
bugüne değin yapılmaya çalışılan en büyük ticaret antlaşmasıdır. Günümüzden 10 yıl önce
Japonya’nın Kyoto kentinde yapılan toplantı ile uygulamaya sokulmaya çalışılan bu
antlaşma, insan kaynaklı küresel ısınmanın ön plana çıkarıldığı ama arka planında gelişmiş
ülkelerin teknoloji satmak için oluşturmaya çalıştığı bir pazar kavgasıdır. Basında, sanki
ABD bunun önünde bir engelmiş gibi gösterilse de, ABD’nin Post-Kyoto adı altında
değişik bir Kyoto modelini kabul ettirmek için uğraş veriyor. Kyoto’nun hedefini bir
örnekle anlatmak gerekirse; bu antlaşmanın yürürlüğe girmesi ile birlikte örneğin; daha az
91
enerji harcayan bir ütü teknolojisi geliştirildiği an (her türlü elektrikli cihaz, sanayideki
makinalar, otolar vs.vs), bu teknolojiyi almak zorunda bırakılacağız. Tüm ülkeler yine aynı
şekilde sanayide, başta enerji ve filtre olmak üzere, geliştirilecek olan her türlü daha az
enerji harcayan teknolojiyi satın almak zorunda bırakılacaktır. Fosil yakıtların
azaltılmasının hedeflendiği ve bu nedenle çevre dostu gibi görülen bu antlaşma
imzalandıktan sonra, taraf ülkeler her türlü yeni teknolojiyi almakla yükümlü olacaklardır.
Ve eğer yeni teknolojoyi satın alacak paranız yoksa da, gelişmiş ülkeler, teknoloji yardımı
adı altında, uzun vadeli krediler açarak kendi ekonomilerini geliştireceklerdir.
Hindistan’ın efsanevi lideri Mahatma Gandi’nin “Dünyada herkese yetecek kadar kaynak
var, ancak herkesin hırsını karşılamaya yetecek kadar değil” sözünde olduğu gibi gerçekte
bu dünyada herkese yetecek kadar kaynak bulunmaktadır. Ancak gelişmiş ülkelerin tüm
kaynakları kendileri için kullanmak istemeleri nedeni ile, az gelişmiş ya da gelişmekte
olan ülkeleri bu tür antlaşmalara zorluyorlar.
Diğer bir deyişle Kyoto antlaşması ile dünyada yasal modern sömürge sistemi kurulmaya
çalışılmaktadır.
92
BÖLÜM VIII
HÜKÜMETLER ARASI İKLİM KOMİSYONUNUN GRAFİKLERİ VE
YORUMLARI
“Beyazlar Afrika’ya geldiklerinde ellerinde İncil vardı, bizde toprak,
Bize gözlerimizi kapayıp dua etmesini öğrettiler,
Gözümüzü açtığımızda bizde İncil vardı, onlarda toprağımız”.
Kenya’nın kurucu devlet Başkanı Kenu Kenyattu’nun, Afrika’nın neden sömürge kıtası
haline geldiğini açıkladığı bu unutulmaz yorumu, Türkiye’de şu anda yaşadığımız olayları
çok güzel özetliyor.
l800’lü yıllardan sonra başlayan sanayi devrimi?
Küresel ısınma ile yapılan konuşmalara hep 1800’lü yıllardan sonra diye başlanır. Çünkü,
“ellerine verilen İncil’lerle idare edilen ve bilimden uzak olan” insanları kandırmak için
böyle başlanması gerekir. Hükümetler Arası İklim Komisyonu’nun hazırlattığı grafikler
bilimsel olarak doğru ancak zaman ve yorum açısından oldukça hilelidir. Örneğin,
şekillerde hep 1800’lü yıllardan bugüne kadar olan sıcaklık eğrilerini gösterirler. Gerçek
bilimde (hard science) 1800’lü yıllar, “mini buzul” (little ice age) dönemi olarak anılır. Bu
dönemler güneş patlamalarının en aza indiği (Şekil 2.9) ve ayrıca iki tane de Holosen’in
93
(son 10 bin yıl) en büyük yanardağ faaliyetlerinin olduğu yıllardır. Bunlardan ilki 1783
yılında İzlanda da faaliyete geçen Laki Yanardağı, diğeri ise Nisan 1815 yılında faaliyete
geçen Endonezya’daki Tambora Yanardağı’dır. Bu yanardağın patladığı 1815 yılı bilimde
“yazı olmayan” yıl olarak bilinir. Dünyanın ana enerji kaynağı olan güneşteki patlamalar
azaldığı dönemlerde sıcaklık azalır. Yanardağlar ise dünyanın soğutucuları olan ve gerçek
bilimde “termostat” gazı olarak bilinen sülfür gazının ana kaynaklarıdır. Sülfür gazı sera
gazlarının tam tersi bir etki yaratırlar ve dünyayı soğuturlar. Örneğin, 1991 yılında patlayan
ve son 130 yılın en büyük volkanik faaliyetini gerçekleştiren Filipinler’deki Pinatubo
yanardağındaki bu patlamama nedeni ile dünya sıcaklığı 0.5 derece düşmüş ve yağışlar çok
ciddi olarak azalmış (örneğin İzmir’de yıllık ortalaması 685 kg olan yağışlar 370 kg’lara
düşmüştür) ve Türkiye’nin barajlarının boşalmasına neden olmuştur. Boşalan barajlardaki
hidroelektrik santrallarının devre dışı kalması nedeni ile Türkiye tarihinde ilk defa
Bulgaristan’dan elektrik ithal etmek zorunda kalmıştır. Pinatubo yanardağı son 130 yılın
en büyük patlaması idi ancak dünyada bu yanardağdan 400 kat daha büyük yanardağlar
vardır. Böyle bir yanardağın patlanması durumunda dünya en az 6-7 yıl nükleer kış
yaşayacaktır. Diğer bir deyişle dünyada 6-7 hemen hemen yağış olmayacak, güneş
olmayacaktır.
Özetle; 1800’lü yıllar, güneş patlamaların çok azalmasınn yanı sıra, son on bin yılın en
büyük iki yanardağın faaliyete geçtiği yıllar olması nedeni ile zaten doğal olarak çok
soğuk geçmesi gereken yıllardı ve dünyamız 1000’li yıllara göre 0.6-0.7 derece kadar
soğumuştu.
Bir başka iddia ise, dünyanın son 800 000 yılın en sıcak dönemini yaşadığı ve sanki bunun
olağan dışı olduğu belirtilen filmler dahi yapıldı. Ama gerçek bilimde bu son derece olağan
bir durum olup aslında, eğer söyledikleri gibi en sıcak günleri yaşıyorsak bu son 800 bin
değil, son 4-5 milyon yılın en sıcak dönemi olarak söylenmeli idi. Çünkü dünyadaki
karaların yeniden kapanmaya başlama eğilimi bu yıllarda yani 4-5 milyon yıl önce başladı
ve Kuzey ile Güney Amerika’nın kapanması ile birlikte de “El Nino” olarak bilinen sert
fırtınalar yaşanmaya başlandı. Diğer bir deyişle, kamuoyunda “El Nino” olarak bilinen
doğa olayların başlangıcı 5 milyon öncesi Kuzey ve Güney Amerika kıtalarının kapanması
nedeni iledir. Çünkü tabiat ananın sıcaklık dengelerini kurabilmek için her zaman B planı
hazırdır. Söz konusu bu dönemler aynı zamanda dünyanın son 250 milyon yılının da en
soğuk dönemleridir ve insanoğlunun bulunabilen en eski fosili de 3.5 milyon yaşında
olması, insanlığın yaşama “dünyada olabilecek en soğuk dönemde” başladığının
94
göstergesidir. Ayrıca dünyada hiçbir canlı baştan sona var olmaz. Yani her canlının
yaşamda ilk ve son göründüğü dönemler vardır ve paleontoloji biliminin temelini oluşturur.
Özetle, eğer en sıcak yılları yaşıyorsak bu 800 000 yılın değil, son 4-5 milyon yılın en
sıcak yılları olması gerekir.
Kamuoyunu sıcaklık artışı ile ilgili en önemli yanılgıya düşüren ise, söz konusu bu
parametrelerin ölçümlerindedir. Çünkü, atmosferdeki aletsel ölçümlere 1850’li yıllardan
sonra başlanmıştır. Günümüzde ise teknoloji de oldukça üst seviyelere çıkmış, atmosferik
ölçümler sürekli ve çok hassas olarak yapılmaya başlanmıştır. Peki 1850’li yıllardan önceki
sıcaklıklar nasıl hesaplanabiliyor? Kısa dönemler için, örneğin iki bin yıl öncesine kadar,
ağaç halkaları çok kullanılan bir yöntemdir. Daha geriye gidebilmek için, örneğin “yüz
bin” yıllar için en iyi hesaplama yöntemi için genel olarak denizlerden alınan sedimanlar
ile kutuplardan alınan buzullar kullanılır. En çok kullanılan yöntem de denizlerden alınan
sedimanlardaki foraminifer diye bilinen küçük canlı fosillerinden yapılan yaş tayinleridir.
Ancak bunlardan yaş tayini yapabilmek için, bir ya da birkaç değil en az 100-150 tane
gerekir. Bunlar da aynı an ve zamanda değil, en az 40-50 yıllık bir süreç içinde yaşayan
canlıların fosilleri olduklarından yapılan yaş tayinleri de en az 40-50 yıllık sıcaklık
ortalamaları olarak karşımıza çıkarlar.
Özetle;
şu an aletlerle yapılan ölçümleri, örneğin 50 bin yıl önceki sıcaklıklar ile
karşılaştırmak istediğimizde, en iyimser olarak, en az 50-100 yıllık ölçümlerin
ortalamasını alarak yapmak zorundayız. Örneğin, 1950-2000 yılları arasındaki sıcaklık
ölçülerinin ortalamasını tek bir değer kabul ederek dönemleri karşılaştırabiliriz.
İklimler konusunda bir başka soruna örnek olarak yapılan ölçümler verilebilir. Geçtiğimiz
1991 yılında patlayan Pinatubo yanardağı, yapılan ölçümlere göre ortalama sıcaklıkları 0.5
derece düşürmesine rağmen, bu düşüş grafiklerde görülmemektedir. Ayrıca, yine verilerde
Karbondioksit gazında da bir düşüş gözlenmemektedir.
Aşağıda IPCC’nın şeklinde 4 büyük tuhaflık var.
1- Grafiğin altında IPCC, 2001 olarak yazılmış. Bilimsel bir grafikte referans “isim“
olur“ komisyon“ değil,
95
2- Neden 1961 ile 1991 değerleri baz olarak alınmış? Neden 2000’e kadar olan yıllar
yok? Grafikte 2000’e kadar olan değerler var.
3- Neden yalnızca Kuzey Yarımküre? Karaların %70’i Kuzey yarımkürdedir. Ancak
hep küresellikten bahsederken, neden bu grafikte yalnızca Kuzey Yarımküre’deki
değişimlere yer verilmiş.
4- Arka plandaki grilik? Bu gölge gibi görülen renk farklılığı aslında muhtemel
değerleri göstermektedir.
(IPCC, 2001)
Ayrıca, toplantılara Hükümetler Arası İklim Komisyonun 2500 bilim insanının katıldığı
yazılır. Gerçekte bunların bir çoğu bürokratlardır. Ancak
tüm bunların bilim adamı
olduğunu varsayalım. Burada soru, bu kadar kişi 3 gün içinde tüm iklim bilimini konuşup
nasıl karar verebiliyor. Bu kişilerden her biri 5 dk konuşsa ve toplantılar günde 8’er saat
durmaksızın devam etse, bu toplantıların 30 gün sürmesi gerekir. Ancak bu kadar kişi 3
günde, çok uzun yıllardan beri tartışılan, hala birçok belirsizliklerin olduğu ve hala ölçüm
tekniklerinin bile tartışıldığı bir konuda herşeyin kararını verebiliyor. Bunların da ötesinde,
Türkiye Büyük Millet Meclisinde de “İklim Komisyonu“ kurulması da ilginç bir durumdur.
Dünyada, bizim ülkemizin dışında başka bir meclis çatısı altında böyle bir komisyonun
96
varlığı var mıdır?
Meclis’in gereksinim duyduğu “bilim içerikli“ bilgileri,
Tubitak
vermelidir.
“İnsan kaynaklı“ küresel ısınma masalına dikkat edilmesi gerekir. Dünyanın 18 000
yıldan bu yana majör olarak “küresel ısınmada“ olduğu tüm bilim dünyasının kabul ettiği
ve tartışılmayan
bir gerçektir.
Bazı bilim adamları, söz konusu bu doğal küresel
ısınmanın üzerinde insanların ek bir etkisi olup olmadığını tartışır.
Özetle,
“İlim Tercüme ile Değil Tetkikle Yapılır“ Mustafa Kemal Atatürk, 1932
BÖLÜM IX
İKLİMSEL DEĞİŞİMLERİ AVANTAJA DÖNÜŞTÜREBİLMEK İÇİN
YAPILMASI GEREKENLER
İklimlerin sürekli bir değişim içerisinde olduğu, insanlar tarafından çok
uzun süreden beri bilinen bir gerçektir. Gerek kutsal din kitapları ve gerekse
mitolojide de bu konuyla ilgili birçok bilgi yer almaktadır Örneğin, Kur’an-ı
Kerim’in, Yusuf Suresindeki 43. Ayet ile 49. Ayetler dikkatlice incelendiğinde,
bahsedilen konu, şu an günümüzde yaşanılan kabaca onar yıllık kurak ve
yağışlı dönemler ile insanların bu kurak dönemler için aldıkları önlemlerdir.
Bununla ilgili birçok film de yapılmıştır.
Âyet 43: Hükümdar: «Ben yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini (rüyamda, gördüm; yedi
yeşil başak ve bir o kadar da kurumuş başak gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yormasını
biliyorsanız rüyamı söyleyin» dedi.
Âyet 44: Etrafındakiler: «Bu bir takım karışık rüyalar; biz böyle rüyaların yorumunu
bilmeyiz» dediler
Âyet 45: Hapisteki iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman sonra Yûsuf’u hatırladı ve: «Ben
size bunu yorumlayacağım, hele beni gönderin» dedi.
Âyet 46: Hapishaneye varıp: «Ey doğru sözlü Yûsuf Rüyada görülen yedi semiz ineği yedi
zayıf ineğin yemesi; yedi yeşil başak ve bir o kadar kuru başak nedir? Bir yorumla, ben de
insanlara ulaştırayım da bilsinler» dedi.
Ayet 47: Yûsuf: «Devamlı yedi sene ekin ekip, biçtiğiniz ekinin yediğinizden artanını,
başağında bırakın.»
97
Âyet 48: «Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelir, bütün biriktirdiğinizi yer, yalnız az bir
miktar saklarsınız (tohumluk).»
Âyet 49: «Sonra halkın yağmur göreceği bir yıl gelir, o zaman sıkıp sağarlar» dedi.
Bu nedenlerle, Türkiye’de şu an gerçekte tartışılması gereken
“insanoğlu iklimleri etkiler mi, etkilemez mi” sorusu değildir. Çünkü ortada
olacağı çok önceden bilinen kuraklık dönemleri ve bunların Türkiye’de
oluşturduğu olumsuzluklar vardır.
Sonuç olarak iklimler düzenli olarak
değişiyor ve gelişmiş ülkeler bu konularda yaptıkları detaylı bilimsel
çalışmalarla bu değişimleri avantaja dönüştürüyorlar.
Örneğin, 2020’li
yıllardan sonra gelecek olan kuraklığın, günümüzden biraz daha sert geçmesi
bekleniyor ve gelişmiş ülkeler bu olasılığa karşın şimdiden hazırlıklara
başlamış durumdalar.
Türkiye’de de bir an önce “küresel sıcaklık artışı
küresel kuraklık getirir” gibi bilim dışı ve amaçsız konuşmaların dışına
çıkmalı ve sürekli değişen iklim koşullarını avantaja dönüştürebilmek için
gerekli hazırlıklara gün geçirmeden başlamalıdır.
Bilimin ve teknolojinin oldukça ilerleme kaydettiği son elli yılda yapılan
araştırmalar, dünyada iklimlerin sürekli bir değişim içinde olduğunu ve hiçbir zaman sabit
olmadığını göstermektedir. İklimlerde gözlenen bu sürekli değişimin insan yaşamını
etkileyen en önemli doğa olayları olduğu da su, tarım, balıkçılık ve enerji gibi konularda
yapılan detaylı çalışmalarda kanıtlanmış durumdadır. Depremlerin yalnızca oldukları
çevreyi tahrip etmesine karşın, değişen iklim koşullarının aynı anda tüm dünyayı
etkilemesi, gelişmiş ülkeleri bu konuda çok daha detay çalışmalara yönlendirmiştir.
Örneğin; bu yılların ardından gelecek olan 2012-2013’lü yıllardan sonra gelecek olan
yağışlı dönemi 2020’lerden sonra yine bir kuraklık dönemi takip edecektir. Ancak bu
dönemin biraz daha sert geçmesinden korkulduğu için alınacak olan önlemler daha da
detaylı çalışmalarla belirlenmektedir.
Türkiye’de yaşadığımız bu kurak dönemlere örnek olarak 1990 ve 2008’li yıllarda
basında yeralan haber başlıklarına bakmak yeterli olacaktır;
98
2007’li ve 2008’li yıllarda basında iklimle ilgili çıkan haber başlıkları;
1- Barajların boşalması
2- Yağmur bombaları gündeme geldi
3- Yağmur dualarına çıkıldı
4- Deniz seviyeleri düştü
5- Denizde balık azaldı
6- Tarımsal ürünlerde verimlilik açısından düşüşler yaşanıyor.
7- İklimler değişti
1990’lı yıllardaki basında çıkan haber başlıkları;
1-Barajların boşalması (1990’lı yıllarda barajların boşalması nedeni ile ilk defa
Bulgaristan’dan elektrik ithal ettik)
2-Yağmur bombaları gündeme geldi (İstanbul’da)
3-Yağmur dualarına çıkıldı
4-Deniz seviyeleri düştü
5-Denizde balık azaldı (Hamsi 300 bin tonlardan 50 bin tonlara kadar düştü)
6-Tarımsal ürünlerde verimlilik açısından düşüşler yaşanıyor.
7-İklimler değişti
Yukarıda görüleceği gibi bu iki dönem arasında hiç fark yoktur. Türkiye bu kuraklığı
1970’li yıllarda da yaşamıştı. Ancak dünya nüfusunun her 45 yılda bir %100 artmasına
paralel olarak Ülkemizdeki nüfusun da buna benzer şekilde artması, tarım alanlarının
artması ve sanayinin artması nedeni ile gelen her kurak dönemi daha da sert hissetmemize
neden olmaktadır.
Özellikle 2020’lerden sonra beklenen kurak dönemin günümüzden daha sert
geçmesi beklenmektedir. Yani, önümüzde beklenen kurak dönemin günümüzden biraz
daha sert geçmesi ve dolayısı ile yağışların biraz daha az olacağı bekleniyor. Ancak
kesinlikle bilinen, bu yıllarda en azından günümüzde olduğu kadar yaşanması beklenen bir
kuraklık gerçeğidir. Ve eğer gerekli çalışmaları yapmazsak ve gerekli kanunları
çıkartamazsak gelecek olan bu kurak dönem Türkiye için bir kabusa dönüşebilir. Büyük
olasılıkla beklenen “mini soğuma” gerçekleşirse, “hedefsiz ve vizyonsuz” Türkiye’yi çok
daha zor günlerin beklediği kesindir. Ancak detaylı bilimsel çalışmaları yapabilir ve gerekli
99
kanunlar çıkarabilinirse, dünyanın dördüncü büyük tarım potansiyeline sahip ve kültür
balıkçılığına uygun denizleri ile Türkiye’nin
bu dönemden çok büyük avantaj sahip
olacağı da kesindir.
Kurak Dönemlere Nasıl Hazırlanmamız Gerekir?
Su;
Gelişmiş ülkeler suyun verimli kullanılması konusundaki çalışmalarını uzun
yıllardan beri sürdürmekte ve bunun sonucunda da, suyun en çok tüketildiği tarımda,
damlama sulama sistemlerindeki teknolojileri geliştirmektedir. Ayrıca geçtiğimiz 1990’lı
yıllardaki kurak dönemde ABD’de bazı restoranların, masalara su koymayıp, “suyu lütfen
garsondan isteyiniz” ibaresi ile insanlarına suyun çok dikkatli kullanılması için uyarıda
bulunmaları ve yine bu dönemde New York’ta rezarvuarların küçültülmesi gelişmiş
ülkelerin suya ne kadar önem verdiklerinin örnekleridir.
Türkiye’de ise, nüfusu 50 bini geçen yerleşim birimlerinin 2006 yılında devlete
vermek zorunda oldukları “Stratejik Planlar” incelendiğinde su ile çok da fazla detay bir
şey yazılmadığı görülebilir. Bu planlarda her yerleşim yerinin acil durumlarda
kullanabileceği ve kesinlikle koruma altına alınması gereken su rezerv alanları yer
almalıydı.
Zaten bu planların birçoğunda, kentleri ekonomik olarak gelişterecek
stratejilerden daha çok, kentleri güzelleştirmek için yol, kavşak, park vs. gibi göze hoş
gelen yapıların ön planda olduğu görülebilir.
Ancak Türkiye’yi asıl bekleyen tehlike de su konusunda hala detaylı kanunlarının
çıkarılmamasıdır. Özellikle bir ülkenin, tartışmasız en önemli doğal kaynakları olan yeraltı
sularının çok daha dikkatli ve kontrollü olarak kullanılabilmesi için kanunların bir an
çıkartılması gerekmektedir. Türkiye’de kuyuların sayısı bile bilinmiyor ve örneğin Konya
Ovası’nda, 50 bin mi yoksa 200 bin kuyu mu olduğu bilinmiyor. Yani kuyuların gerçek
rakamını bilen yok. Gelişmiş ülkelerde ise yeraltı suları mümkün olduğunca dikkatli ve
devlet kontrolünde kullanılır ve su sorunu olan alanlarda da kuru tarıma izin verilir.
Türkiye’de en az yağış alan bölgelerden biri olan Konya Ova’sının, buğdaydan 6 kat daha
fazla su isteyen şeker pancarına açılması, tarımda hedefimizin ve vizyonumuzun
olmadığının ve suyun önemini bilmediğimizin bir göstergesidir. Çünkü, şu an, 6 ya da 7
100
büyüklüğünde bir yanardağ patlaması ile, ya da başka bir nedenle sertleşebilecek kuraklık
Türkiye’yi, çok daha önemli problemler ile karşı karşıya bırakacaktır.
Bu nedenlerle; su fakiri denebilecek olan ülkemizde, açılan kuyuların öncelikle
kritik seviyelerinin belirlenerek düzenli olarak kontrol edilmesi ve en üstteki akiferin altına
düşen
kuyuların,
belirlenen
seviyeye
ulaşıncaya
kadar
devre
dışı
bırakılması
gerekmektedir. Daha alt akiferlerdeki su, yanardağlar gibi beklenmedik doğa olayların
getirebileceği kuraklıklar için rezerv olarak bırakılmalıdır. Bu konudaki su kanunlarının ve
cezai müeyidelerin de yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Özetle, yeraltı sularının
kullanımları ihtiyaç sahiplerinin istekleri doğrultusunda değil devletin izin verdiği
miktarlarda olmalıdır.
Örneğin, tarım yapılan bir alanda su alınan kuyu seviyesi, kritik seviyeye doğru inmeye
başlamışsa yapılması gereken, öncelikle çiftçiyi bu alanda susuz tarıma yönlendirmek
olmalıdır.
Kullanma suyu için ise,
örneğin İzmir’de gerek kurak ve gerekse yağışlı
dönemlerde suyun %65’i kuyulardan alınmaktadır. Bu çok yüksek bir orandır. Şehrin
kullanma suyu, özellikle yağışlı dönemlerde barajlardan alınmalıdır. Yukarıda da
belirtildiği gibi, beklenmeyen doğa olayları nedeni ile çok daha sertleşebilecek olan kurak
dönemlere hazırlıklı olabilmek için (mutlaka da olacaktır) yeraltı sularımızı rezerv olarak
tutabilmek için gerekli kanuni düzenlemeler bir an önce yapılmalıdır.
İzmir’de kişi başı
günde 100 litre su verilir. Ve bunun 50 litresi, kötü şebeke nedeniyle kayıptır. Bu kayıp,
genel olarak Türkiye için geçerli bir orandır. Basında, suyumuz çok dikkatli kullanmalıyız
diyerek halkı su tasarrufuna çağıran yerel yönetim idarecilerinin de, öncelikle kötü şebeke
sistemlerinden dolayı oluşan bu kayıpların önüne geçmesi gerekmektedir. AB’de bazı
ülkelerde bu kayıp oranı artık %3’lere kadar çekilmiştir. Türkiye’de yerleşim yerlerinde de
bir an önce şebeke sistemleri yenilenmeli ve kaçaklar, kısa zaman içerisinde öncelikli
olarak %20’lere çekilmelidir.
Özetle, suyu verimli kullanmak zorundayız ve özellikle, tarım açısından çok önemli
olan Batı Anadolu’daki barajlarımızı da bir an önce tamamlamalıyız.
Tarım;
101
Gelişmiş ülkelerde tarım artık bilimsel yöntemlerle yapılmaya başlanmıştır.
Öncelikle suyun verimli kullanılması için yapılan çalışmalar ve geliştirilen teknolojiler
sonucu çok büyük miktarlarda su tasarrufu sağlanmıştır. Ancak Türkiye’de ise sulama hala
vahşi sulama yöntemiyle yapıldığı için suyun yarısı boşa akıtılmaktadır. Türkiye öncelikle
suyunu verimli kullanabilmek için gerekli detay çalışmaları bitirmelidir.
Bu nedenle,
Türkiye’deki 26 havzanın detaylı çalışılarak, havza bazında su kullanım kuralları
oluşturulmalıdır.
Tarım konusunda önemli diğer gelişmeler de şöyle özetlenebilir. Gelişmiş ülkelerde
ürün desenleri artık havzalar bazında, kurak ve yağışlı dönemler için, ana ve alternatif
ürünler olarak belirlenmeye başlamıştır. Bu çalışmalar yapılırken de öncelikle havzaların
jeobiyokimyasal özellikleri detaylı olarak incelenmektedir. Bir sonraki aşamada ise
atmosferden gelen, yağmur başta olmak üzere tüm taşınımların miktarları ve çeşitlilikleri
yine havza bazında detaylı olarak incelenmekte ve ürün deseni konusunda çiftçiler bu
verilere göre yönlendirilmektedir.
Suyu verimli olarak kullanan ve tarım ürün desenlerini önceden belirleyebilen
gelişmiş ülkelerin son yıllarda üzerinde durdukları en önemli konu ise Hibrit
tohumculuktur. Örneğin bir gram domates tohumunun bir gram altından bile daha pahalı
olması da bunu kanıtlamaktadır. Hibrit tohumculuk çalışmaları öncelikle, daha az alandan
daha fazla ürün elde edebilmek amacı ile yani verimliliği artırabilmek için yapılmaktadır.
Ancak, gelişmiş ülkelerin bu konuya çok özen göstermesinin ikinci bir nedeni de her türlü
iklim şartlarında ve her türlü arazide ürün yetiştirebilmektir. Gelişmiş ülkeler bu konuda
yaptıkları çalışmaların sonucunu da ekonomik kazançlara dönüştürmüş durumda ve her
geçen yıl da bu kazançlarını katlayarak devam ettirmektedirler. Çünkü, genetik yapısı
değiştirilen bu ürünler tohum vermemekte ve her yıl dışarıdan tohum ithal etmek
gerekmektedir. Tüm bu nedenlerden dolayı, tohum konusunda araştırma ve geliştirme (arge) çalışmalarına hız verilmeli ve öncelikli desteklenmesi gereken konuların içinde yer
almalıdır.
Dünyada dördüncü büyük tarım potansiyeline sahip olan Türkiye, bu avantajını
küresel soğumalarda iyi kullanabilmesi için tarımda hedef ve vizyonun çok iyi
belirlemelidir. Çünkü bitki çeşitliliği açısından Avrupa’nın tüm ülkelerinden daha zengin
olan Anadolu, tarihsel süreçten de anlaşılabileceği gibi küresel soğumalarda önemli bir
102
avantaja sahiptir. Özellikle Batı Anadolu’daki verimli ovalarda kurulacak barajlarla ve
sulama sistemleri ile Türkiye ekonomisini rahatlatabilir.
Deniz ve Kültür Balıkçılığı;
Kurak dönemlerde tıpkı tarımda olduğu gibi balık avcılığında da ciddi düşüşler
yaşanmaktadır. Örneğin, Kanada bir önceki kurak dönem olan 1990’lı yıllarda, balık
stoklarındaki aşırı düşüş nedeni ile 1992 yılında balık avcılığını Atlantik’te iki yıl süre ile
yasaklamıştır. Bu tamamen balık stoklarını koruyabilmek için alınan bir önlemdi. Bu
dönemde Türkiye’de ise, 300 bin tonlardan 50 bin tonlara düşen hamsi avına rağmen,
hiçbir şekilde yasaklama getirilmediği gibi kota dahi konmamıştır. Hamsinin azalmasından
dolayı, Karadeniz av gücünün Ege’ye ve Akdeniz’e inmesine de seyirci kalmış ve bu da
söz konusu denizlerimizdeki stokların da hızla erimesine neden olmuştur.
Dünya nüfusunun her 45 yılda bir %100 artması sonucu protein açığı da sürekli
artmaktadır. Özellikle kurak dönemlerde balık avının azalması, protein açığını
kapatabilmek için, dikkatleri kültür balıkçılığı üzerinde yoğunlaştırmaktadır. Türkiye’nin
de dikkatlice ve detaylı olarak çalıştığı kültür balıkçılığı, kısa sürede ekonominin yeni
yıldızlarından biri olmaya başlamıştır. Zaten şu an AB ülkelerine ihraç edilebildiğimiz tek
canlı da balıklardır. Ancak, özellikle son yıllarda turizm ile yaşanılan çatışmaların yanı sıra
diğer
balıkçılık
sektörleri
ile
yaşanan
sorunlar,
kültür
balıkçılığı
gelişimini
yavaşlatmaktadır. Bu konuda alınan kararların çok sık değişmesi, konunun Bakanlıklar
tarafından bir türlü bilimsel platformlara taşınamaması ve ortak kararların alınamaması
nedeni ile ortaya çıkan karmaşa, sektörde belirsizliklere yol açmıştır. Bu nedenle bir an
önce konunun bilimsel platformlara aktarılarak gerekli düzenlemelerin yapılması ve kültür
balıkçılığı sektörünün, optimum düzeyde, önü açılması gerekmektedir. Özellikle 2020’den
sonra beklenen mini soğuma döneminde, bilimsel verilerin öngördüğü Ege Denizi’nde
kurulacak balık çiftlikleri ülkemiz ekonomisine ciddi katkılar sağlayacaktır. Ancak bu
konuda öncelikle, konu ile ilgili olarak Turizm, Çevre ve Tarım Bakanlıklarının bir araya
gelerek, bilimsel verilerle, söz konusu karmaşayı çözmeleri gerekir.
Enerji;
İklimler
enerji
açısından
da,
doğrudan
hidroelektrik
santral
barajlarını
etkilemelerinden dolayı oldukça çok önemlidirler. Örneğin 1990’lı yıllarda yaşadığımız
kurak dönemde, barajlarımızın boşalması sonucu, hidroelektrik santrallarımızdaki elektrik
103
üretimi çok düşmesi sonucu, ilk defa Bulgaristan’dan elektrik ithal etmek zorunda
kalmıştık. Hatta bu yıllarda, sanki bir daha barajlar dolmayacakmış gibi çok miktarlarda
doğal gaz antlaşmaları yapan Türkiye, günümüzde elektrik enerjisinin %50’si ithal doğal
gaz olmak üzere %72’ini fosil yakıtlara bağlamıştır. Özetle, bugün tartışılan Kyoto’nun
ana hedefi olan fosil yakıtların azaltılması için çaba harcayacağımıza yıllardan beri fosil
yakıtları arttırdık.
Dünyada 1986 Çernobil faciasından sonra 2003’lü yıllara kadar olan 17 yıllık
sürede hiç nükleer santral yapılmamıştır. Ancak 2003 yılında nükleer santral yapma kararı
alan ve bir AB ülkesi olan Finlandiya’nın gerekçesi oldukça önemlidir. Finlandiya,
yapacağı (şu an inşa halinde) nükleer santralın yapım gerekçesini basına, özetle şöyle
yansıtmıştır (17 Ocak 2003, Financial Times).
“Önümüzdeki dönem beklenen olası “çok soğuk” dönemde yeterli yağış olmayacağı
nedeni ile barajlarımız boşalabilir ve buz tutabilir. Bu nedenle bu sert dönemde, barajların
buz tutması ihtimaline karşın,
oluşabilecek enerji açığını kapatabilmek için nükleer
santral yapma kararı alınmıştır. Halk da Hükümetin bu görüşüne destek vermektedir”.
Dünyada şu an 30’dan fazla nükleer santral yapım aşamasında olup, 150 civarı da
planlanmış durumdadır. Bunun bir nedeni de petrol fiyatlarının çok artmasıdır ancak Rusya
gibi petrol ve doğal gaz sorunu olamayan bir ülkenin de, 2030 yılına kadar 40 civarında
nükleer santral yapma gayretinin nedenlerinin dikkatlice incelenmesi gerekir (10 Nisan
2007, Financial Times). Dış basında oldukça fazla yer bulan bu tür haberler, dünyanın
ciddi bir enerji kaygısına girdiğini göstermektedir. Rusya ve diğer gelişmiş ülkelerin, 2003
yılından sonra özellikle nükleer santrallara çok önem vermesi ve dünyada çok sayıda
termik santralın da kurulmaya başlanması akla bazı sorular getiriyor. Örneğin, 2020’lerden
sonra beklenen daha sert kurak dönemde, acaba gelişmiş ülkeler barajlarındaki suyu
öncelikli olarak tarıma mı ayırmayı planlıyorlar?. Yani, hidroelektrik santrallardaki suların
öncelikli olarak tarıma ayrılacak olması ve ya da kuzey ülkelerindeki barajların buz tutması
sonucu oluşacak enerji açığının nükleer ve termik santrallarla kapatılması düşüncesi, bu
santralların yapım nedenlerinden biri olabilir.
Özetle, 2020’li yıllardan sonra beklenen kurak dönemin daha sert geçebileceği ihtimali göz
önünde bulundurularak enerjimizi çok dikkatli bir şekilde ve ülke gerçeklerine göre
planlamamız gerekiyor.
104
BÖLÜM X
GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇLAR
Dünya üzerindeki en yaşlı kayalar oldukları belirlenen Gröndland’daki Isua kayaları
içerisinde 3,8 milyar yaşında olduğu tesbit edilen suyun kökeni ile ilgili birçok teori
bulunmaktadır. Ancak yeryüzünde bu zamandan daha önce suyun varlığına dair başka kanıt
bulunamamıştır. Tarih boyunca uygarlıkların gelişiminde çok önemli bir rol üstlenen su
kaynakları günümüzde de en önemli doğal ve stratejik kaynaklar olarak ele alınmaktadır.
Günümüzden 6.000 yıl önce Mezopotamya bölgesinde Sümerler, hendekler kazarak
Fırat ve Dicle’nin sularını tarlalarına akıtmakla insanoğlunun ilk sulu tarıma geçmesini
sağlayarak uygarlığı başlatmıştır. Benzer gelişmeler Mısır’ın Nil, Hindistan’ın İndus
vadileriyle Çin’de Sarı Nehir civarında yaşanmıştır. Dünya tarihinde iklim değişiklikleri ve su
kaynakları yönetimi uygarlıkların gelişmesinin yanı sıra çöküşlerinde önemli roller
oynamıştır. Tarihte devletler arasında yaşanan çatışmalar ile kurak dönemler, Mısır, Çin,
Hindistan, Mezopotamya uygarlıklarında, hanedanlıkların yıkılması ile su kaynakları
yönetimi arasında yakın ilişkiler bulunduğu belirlenmiştir.
Günümüzde su, yaşantımızın ve küresel ekosistemin vazgeçilmez bir parçası olarak
önemini giderek artırmaktadır. Dünyanın belirli bölgelerinde yaşanan su sıkıntısı artmaktadır.
105
Ülkemizde ise bölge ülkelerine oranla daha çok su kaynağına sahip olmasına rağmen, kişi
başına düşen su miktarı bakımından dünya ortalamasının altında su fakiri diyebileceğimiz
ülkeler arasında yer almaktadır.
Diğer doğal kaynaklarımız gibi su kaynakları potansiyelimizin de korunarak verimli
ve akılcı bir şekilde kullanılması ekonomik kalkınma ve toplumsal gelişme sürecinde, son
derece önemli ve belirleyicidir. Ülkelerin ekonomik gelişmesi, diğer etkenler yanında, doğal
kaynaklarının zenginliğine ve bu kaynakların ulusal politikalar doğrultusunda etkin biçimde
kullanılmasına da bağlıdır. Bu nedenle dünyada güç paylaşımının geçmiştekinden farklı
yöntemlerle yaşandığı küresel süreçte, doğal kaynaklardan oluşan güçlerini stratejik ağırlık
merkezleri olarak koruyabilen, geliştirebilen ve kullanabilen ülkeler, kalıcı başarı
sağlayabileceklerdir. Doğal kaynakların korunması aynı zamanda, ulusal güvenlik stratejisinin
de ayrılmaz bir parçasıdır. Doğal kaynaklarımızın korunması yaklaşımı bu kaynaklar üzerine
yapılan doğrudan ve dolaylı yanlış bilgilendirme ve ortaya çıkan bilgi kirliliğine karşı
mücadele etmeyi de gerektirir.
Hem ekolojik dengenin korunması, hem de insan topluluklarının sürdürülebilir
gelişiminin sağlanması için, su ve toprak kaynaklarının bugünkü ve gelecekteki ihtiyaçlarını
karşılayabilecek en akılcı ve sürdürülebilir bir şekilde kullanılması gerekmektedir.
Günümüzde doğal kaynağı korumayı ve ondan en verimli ve sürdürülebilir şekilde ulusal
çıkarları doğrultusunda yararlanmayı öncelikleri arasına koymayan bir kalkınma-gelişme
anlayışı başarılı olamayacaktır.
Ancak dünyadaki su kaynaklarının geliştirilmesi ve su hizmetleri yönetimi konusunda
su üzerine küresel politikaların etki alanı artmaktadır. Bu kapsamda gerek küresel ölçekte
gerekse ulusal ölçekte su, su yönetimi ve küresel ısınma konularında bir yanlış bilgilendirme
ve bilgi kirliliği ortamı oluşmuştur. Bu nedenle su üzerine yapılacak yorum, analiz ve
açıklamalar öncelikle kullanılan kavramların aynı anlamda kullanılmalı ve rasyonel ve
bilimsel verilere dayanmalıdır. Küresel ısınmadan su savaşlarına kadar çeşitli merkezlerde
oluşturulan felaket senaryolarının daha dikkatli bir şekilde ele alınarak açıklamalara konu
edilmesi büyük önem taşımaktadır. Çünkü su ve suya bağlı ya da suyun bağlı olduğu doğal
veya yapay olaylar üzerinden ekonomik ve siyasi rant elde etme çabaları artmaktadır.
106
Yaşamsal bir kaynak ve İnsan sağlığıyla doğrudan bağlantılı olması nedeniyle su alanında
uygulanacak her politikanın etki alanı geniş ve ağırlığı büyük olmaktadır.
Sınırlı doğal kaynaklar olan “toprak ve su kaynakları”; evrensel boyutu dışında, birer
ulusal kaynak olup, Devlet egemenliğinin temeli ve kamu malıdır. Toprak ve su kaynakları,
geçmişten geleceğe aktarılan birer ulusal miras ve ekonomik değere sahip sınırlı doğal
kaynakdır. Toprak ve su aynı zamanda bir ulusal servettir ve bu servet içerisinde çok önemli
olan başka servetleri de taşımaktadır. Bu kapsamda toprak ve su kaynakları ülke genelinde
bütüncül bir yaklaşımla ve ulusal düzeyde değerlendirilmesi gereken doğal kaynaklar olarak
ele alınmalıdır. Özellikle son 20 yıldır ulusötesi küresel şirketlerin ilgi alanında olan su
kaynaklarımızın küresel dünyaya doğru akmaması için su hizmetleri yönetimi ve su
kaynaklarımızın geliştirilmesi konusunda ulusal politikalara duyulan ihtiyaç gün geçtikçe
artmaktadır.
Konumu ve kaynakları itibariyle ülkemizin su konusunda izleyeceği planlı iç ve dış
politika; sürdürülebilir su güvenliği için gerekli olduğu kadar, küresel güçlerin ilgi odağı olan
bulunduğu coğrafyanın istikrarı için de gereklidir.
Dünya üzerinde 1.2 milyar insan güvenilir içme suyundan yoksun yaşarken, 2.4 milyar
insan da sağlık koşullarına uygun suya erişememektedir. Her gün çoğunluğu çocuk ve
yaşlılardan oluşan yaklaşık 14 ila 30 bin kişi suyla ilgili önlenebilir bir hastalıktan dolayı
yaşamını yitirmektedir. Dünyada bir yandan bu durumun daha da kötüleşeceğini gösteren
projeksiyonlar yapılmakta diğer taraftan ise su üzerine küresel ticari politikalar
oluşturulmaktadır.
Son dönemde suyun bir insan hakkı olarak kabul edilmesi yerine ticari boyutu öne
çıkartıp bir insan gereksinimi olarak kabul edilmesi anlayışı yaygınlaşmaya başlamıştır.
Ancak bu politikalar toplumun gelir düzeyi en düşük kesimlerinin yaşamsal bir doğal kaynak
olan temiz ve yeterli miktarda suya erişimlerini zorlaştırmaktadır. Suyun bir insan hakkı
olması dolayısıyla su politikalarının adalet ve hakkaniyet ilkelerine dayanan etik bir çerçevesi
olmalıdır. Kamu sektörünün bu konudaki sorumluluklarını özel sektöre devretmesini teşvik
eden politikalar sosyal adalet anlayışına da zarar vermektedir.
Günümüzde sürdürülebilir su yönetimi, suyun sadece planlı, verimli ve geleceğe de
kalacak şekilde yönetimini değil, insanların yeterli suya ulaşma hakkını da içerecek şekilde
107
uygulanmalıdır. Dünyadaki çevresel bozulmalar üzerinden yürütülen politikalarla su
yönetiminin ticarileşmesi değil, suyun korunarak en geniş kesimlerin ulaşabileceği bir sosyal
ve kamu hizmeti anlayışı ile yönetilmesi sağlanmalıdır.
***
Hızla artan dünya nüfusu dünya yüzeyine eşitsiz olarak dağılan su kaynaklarının
korunmasını ve sürdürülebilir olarak geliştirilmesini gerekli kılmıştır. Son dönemde “küresel
ısınma” şeklinde kullanımı uygun görülen
“çevresel bozulmalar” aslında bir yanıyla su
kaynaklarının kirlenmesine de neden olmaktaydı. Bunun yanısıra iklimsel nedenlerden dolayı
su kaynaklarındaki azalma olasılığı “su kaynakları yönetiminin” küresel politikalarla yeniden
ele alınmasını ve suyun ticari bir meta olarak değerlendirilmesine de ortam oluşturmuştur.
Son dönemde küresel düzeyde etkilerini hissettiren su sıkıntısı karşısında uluslararası düzeyde
belirlenen politikalar suya erişimin bir insan hakkı olarak kavramsallaştırılmasıyla
çelişmektedir.
Bu çelişkili durum su ve su yönetimi konusunda yapılan açıklama ve uygulamalarla
birçok alanda karşımıza çıkmaktadır. Örneğin bunlardan çokça karşılaştığımız biri de su
yönetiminde yapılan hatalar nedeniyle yaşanan olumsuzlukların iklimsel değişikliklere,
kuraklığa ve küresel ısınmaya bağlanmasıdır. İklimdeki değişimin bu olumsuzlukların
yaşanmasında hiçbir etkisinin olmadığını söylemek doğru değildir. Ancak bunu tek ve en
etkili neden olarak açıklamak yanlıştır. Maalesef bilerek veya bilmeyerek bu yanlışa çokça
düşüldüğünü ve toplumun yanlış bilgilendirildiğini görmekteyiz.
Su ile ilgili yapılan tüm araştırmaların sonuçları bilimsel veriler ışığında
önemsenmelidir. Ancak bu kavramların son 25 yıldır uygulamaya konulan su üzerine küresel
politikaların uygulama araçları olarak kullanılmasına karşı da dikkatli ve duyarlı olunmalıdır.
Son yıllarda yaşanan olumsuz gelişmeler Küresel Isınma ve Sürdürülebilir Su Yönetimi
kavramlarını öne çıkartmakta ve su kaynaklarını daha akılcı, ekonomik ve etkin
kullanılmasını zorunlu kılmaktadır.
Bugün gündemde çok sık yer alan “Küresel Isınma” ve “Sürdürülebilir Su Yönetimi”
kavramlarının her ikisi de bu alanda küresel kullanıma sunulan diğer bazı kavramlar gibi
sorgulanmalı ve su çok dikkatlice kullanılmalıdır. Küresel ısınma şeklinde yaygın olarak
kullanılan ve sonuçları daha çok iklimsel değişiklikler olarak yaşanan bu kavramın, çok uzun
108
süredir doğal yaşamı tehdit eden “çevresel bozulma” kavramı içerisinde ele alınması daha
uygundur. Bu yaklaşım, ortaya çıkan sorunun sebep sonuç ilişkisinin daha açık bir şekilde
kurulması ve soruna bütüncül ve sosyal bir bakış ile çözüm arayışını kolaylaştıracaktır. Diğer
taraftan “sürdürülebilir su yönetimi” kavramı da suyun esas olarak insan için sürdürülebilir
olması gerektiğini ve her insanın temiz ve yeterli miktarda suya ulaşmasının bir insan hakkı
olduğu yaklaşımını da içermelidir. Özetle bu teknik terimlere su konusunda yüklenen
anlamlar ticari uygulamalara değil toplum için ifade ettiği anlamın ağırlığı ile ele alınmalıdır.
Bu konuda yapılan açıklama ve analizler de suya yönelik her faaliyetin toplum için
ifade ettiği anlamın ağırlığını hissederek yapılmalıdır. Çünkü bu kavramlarda ele alınan doğal
kaynak yaşamsal ve yokluğunda yerine başka hiçbir şeyin ikame edilemeyeceği bir doğal
kaynak olan “SU”dur.
***
Suyun dünyada bugünkü bu dağılımı tarih öncesinde yaşanan dünyanın soğuma ve
ısınma dönemlerinden etkilenmiştir. Ancak bugün sözü edilen küresel ısınmanın mevcut
kullanım şekli ile doğal bir sürecin bilimsel olarak tanımlanması olduğunu söyleyebilmek
zordur. Geçmişte değil ama bugün dünyadaki güç odaklarının tüm kavramları kendi çıkarları
doğrultusunda yönetme ve anlamlandırma yetileri gelişmiştir. Bu açıklamalar toplumda her
kavrama kuşkulu bakma yaklaşımını değil, ticari bir alana malzeme yapılan doğal yaşamsal
bir kaynak ile ilgili doğrudan ve dolaylı açıklamalara sorgulayıcı bakmayı amaçlamaktadır.
Su, gelişmiş ülkeler ile küresel şirketler için, 1990'lı yılların başlıca gündem
maddelerinden biri olmuştur. Dünya Bankasının su kaynakları yönetimi konusundaki
kredilerinin büyük bölümü özelleştirme şartına bağlanmıştır. Uygulanan bu küresel
politikalarla gelişmekte olan ülkelerde yatırımcı kamu kurumlarının planlama - uygulama
gücü kırılmakta ve merkezi kamu yönetim yapısının tasfiyesi gerçekleştirilmektedir Ancak
uygulanan bu politikaların sonuçlarını yaşayan ülke deneyimleri de esas alındığında suyun
toplumsal bir değer olarak daha çok kamu mülkiyetinde ve kamu işletmeciliğinde kalmak
zorunda olduğu ve artan oranda küresel ticaret konusu yapılamayacağı ortaya çıkmaktadır.
Dünyada yaşanan bu gelişmeler ülkemizde de yansımasını bulmuş su kaynakları yönetimi
politikalarımızla birlikte kurumsal yapılarımız da etkilenmiştir.
109
Ülkemizdeki su yönetimi kurumsal yapısı çok parçalı, dağınık, koordinasyon zorluğu
taşıyan ve yetki karmaşalarına neden olan bir yapıdır. Bu çok başlılık nedeniyle kurumlar
faaliyet alanlarında birbirinden bağımsız projeler de gerçekleştirmektedir. Bunun örnekleri
büyük kentlerimizde iki yıldır yaşanan su sorunları olarak ortaya çıkmıştır.
Geliştirilmeyi bekleyen su potansiyelimize karşı su yönetimindeki çok parçalı yapının
ortaya çıkardığı olumsuzluklar su kaynakları yönetiminin kurumsal yapısının kapsamlı bir
biçimde yenilenmesini zorunlu kılmaktadır. Doğal olarak bu yeni kurumsal yapı tercih
edilecek teknik, ekonomik ve sosyal politikalar temelinde şekillenecektir. Verimli bir su
yönetimi için,
™ İhtiyaçlarımıza
™ Kalkınma stratejilerimize
™ Özgün koşul ve olanaklarımıza
en uygun modeli yaratmamız gerekmektedir.
Bunun yanı sıra suyun yaşamsal öneme sahip bir doğal kaynak olduğu ve bu nedenle
de ekonomik olmaktan daha çok toplumsal değeri göz önüne alınarak geliştirilmesi gerektiği
gözardı edilmemelidir. Ülkemizde su yönetiminin yeniden yapılanması ve bundan sonra
uygulanacak su yönetimi politikalarının tespiti yukarıda sayılan nedenlerle büyük önem
taşıyan bir süreç olacaktır. Bu süreçte su yönetiminin kurumsal yapısının yeniden
oluşturulmasında bu hizmetin bir kamu hizmeti olduğu ve kamu yararı anlayışı ile ulusal
çıkarlarımız gözetilerek ele alınması gerektiği mutlaka dikkate alınmalıdır.
Bu kapsamda Küresel Isınma kavramına belirli merkezlerde Küresel Olarak Isıtılan
Su Politikaları açısından da bakabilmenin çok yararlı olacağını düşünüyoruz. Aksi taktirde ne
bu kavramların gerçek bilimsel anlamlarını ne de su üzerine artan ekonomik ve politik
manevraların farkında olabilmemiz mümkün olmayacaktır.
Bu alanda dünyadaki hareketlilik göz önüne alındığında suyun ekonomi–politiği,
hidropolitiği ve küresel ısınma konularının daha çok su kaldırır konular olduğu görülmektedir.
Ancak bu hızlı gelişmeler su’dan konuların suyu çıkartılmadan veya sulandırılmadan bilimsel,
teknik ve sosyal gerçeklerle ele alınarak açıklanmasının önemini gün geçtikçe daha da
arttırmaktadır.
110
Bu önem ve öncelik doğrudan “SU” ile ilgili olması nedeniyle yaşamımızdaki diğer
önem ve önceliklerden daha farklı bir anlam taşımaktadır.
***
Biyoçeşitlilik ve üretim açısından çok önemli bir potansiyele sahip Anadolu, su
açısından yağışlı dönemlerde rahatlamakta ancak kurak dönemlerde ciddi sorunlar
yaşamaktadır. Bunun ana nedeni, Türkiye’de bilimin detaylı olarak yapılmaması ve bunun da
ötesinde, yapılan çalışmaların kanun yapıcılar ya da yerel yönetimler tarafından uygulamaya
sokulmamasıdır. Örneğin, dünyadaki suya dayalı entegre kalkınma projelerinin GAP’ta ,
detaylı biyojeokimyasal çalışmalar yapılmadan başlanan tarımsal üretimdeki verimlilik,
beklenin çok altında kalmıştır. Bunun yanı sıra toprakların bir bölümü tuzlanmış ve öenmeli
bir bölşümü de tuzlanma riski altında bulunmaktadır. Su yapıları yapılmaya başlanmadan
önce bölgenin meteorolojisi, ekosistemi, jeokimyası, kısaca üretim ve çevreyi etkileyecek her
türlü parametreleri çok dikkatli incelenmelidir.Bunun yanısıra ülkemizdelki 26 su havzasında
detay çalışmaları yapılarak, her havzanın ana ve alternatif ürün desenleri çıkartılmalıdır.
Ülkemiz özellikle son zamanlarda içme ve kullanma suyu temini projeleri için
havzalar arası su transferi yapmak durumunda kalmaktadır. Örneğin İstanbul ,Ankara ve
İzmirde bu özellikte projeler uygulanmaktadır. Havzalararası su transferi, ülkemizin gerek
idari,gerek hidrolojik gerekse havzaların en verimli şekildeki planlanması açılarından çok
dikkatle incelenmesi gereken konuşarından birsidir. Bu kapsamda . öncelikle su kaynakları
havzalar bazında akılcı ve verimli bir şekilde geliştitilerek gerekli depolama tesisleri inşa
edilmelidir. Gerekli depolama tesisleri inşa edilerek havzadaki nehirlerin kurumasına izin
verilmemelidir. Çünkü sulak alanların kuruma nedenleri iklimsel değişimlerden değil suyun
yanlış kullanımı ve yönetiminden kaynaklanmaktadır.
***
Ülkemiz birçok konuda olduğu gibi olası iklimsel değişimlere karşı da stratejik
planlarını yapmak durumundadır.Bu çalışmalardan birisi olarak da Türkiye’de yükselen
sektör konumunda olan kültür balıkçılığına önem verilmelidir. Olası sert bir soğuma
döneminde, dünyadaki protein açığını kapayabilecek en önemli alternatif et üretimini
111
gerçekleştirecek olan kültür balıkçılığının önündeki belirsizlikler, detaylı bilimsel çalışmalarla
bir an önce ortadan kaldırılmalıdır.
***
Türkiye’nin enerji konusunda oldukça sıkıntılı günlere girdiği bir gerçektir. Artan
enerji taleplerine ek olarak son yıllarda petrol fiyatlarının fırlaması da Türkiye’yi daha da çok
sıkıntıya sokmaktadır. Ancak ülkemizde, halen dünyada üç önemli enerji kaynağı olan;
hidroelektrik, termik ve nükleer santral yapımlarına karşı, yabancı sivil toplum örgütlerinin de
desteği ile ciddi muhalefet yapılmaktadır
Ülkemizin ulusal enerji stratejisi öncelikle yabancı enerji kaynaklarına olan bağımlılığımzın
en aza indirilmesine yönelik olmalıdır Bunun için ulusal kaynaklarımız öncelikli olarak ve bir
an önce
geliştirilmelidir.Bu temiz güvenilir ve yenilenebilir kaynaklarımız bir kenarda
dururken ülekmizi birçok açıdan zora sokacak yabancı enerji kaynaklarına öncelikle
yönelinilmesi doğru değildir.
Ülkemizde su ve enerji yapıları gerçekleştirilirken gerek çevreye
,gerek tarihsel mirasa
gereken optimum önem verilmelidir. Ancak bu önem ülkemizin su ve enerji yapılarının
geliştitilmesine engel olacak bir eşik olmamalıdır.Baraj inşaatları ve su tutma tarihleri ile kazı
süreleri dikkate alınarak zaman planlaması yapılması haline tarihsel miras büyük bir zarar
görmeyecektir. Örneğin Yortanlı Barajı bitmesine rağmen su tutulup sulama hizmetine
sunulamamaktadır.Baraj rezervuarında bulunan,günümüzden 15-20 yıl öncesine kadar İl Özel
İdaresi tarafından işletilen ve Antik Yunan’dan kalan Paşa Ilıcası
sözkonusudur.Burada
adlı bir kaplıca
kazı yapan heyete DSİ bütçesinden birkaç kez yüklüce ödenekler
aktarıldığı halde kazıyı yöneten genç arkeologlar Antik Efes ya da Afrodisyas gibi kendilerini
uluslar arası üne götürecek yeni bir kent bulma heyecenı ile ödeneği tüketmişlerdir. Homeros
Destanlarında geçen “ Allioni” isminin bu kazı yerindeki antik kent olduğu idda edilerek su
tutma engellenmiştir. Oysa Türkiyede buluna benzeri antik kentlerden hangisinin Allioni
olduğu halen tesbit edilememiştir.Bu örnek ülkemizin başka bölgelerindeki su ve enerji
yapılarının geliştirilmesine engel olmayacak şekilde ele alınması açısından önemlidir.
Ülkemizde Nükleer enerjinin geliştirilmesi hem öncelikler sırasında hem enerji kaynağı
çeşitlendirilmesinde uygun bir sıraya konulması durumunda değerlendirilmelidir.
Gerek
ulusal linyit kaynaklarımızın gerek hidroelektrik enerji potansiyelimizin gerekse
Nükleer enerji santralarının dış baskı,engel veya yönlendirmelerle değil kendi ulusal enerji
politikalarımıza göre geliştirilmesi önemlidir.
112
Yapımı planlanan su yapılarının ya da enerji ünitelerinin, detaylı bilimsel çalışmalarla
doğayı en az etkileyecek şekilde planlanması da birinci öncelik olmalıdır. Soğuma dönemleri
Türkiye ekonomisi için büyük bir avantajdır. Ülkemiz bu avantajı kullanarak
bilimsel
verilere dayalı olarak yapacağı üretimler ile ekonomisini rahatlatabilir.
Ülkemiz tüm doğal kaynaklarını akılcı ,planlı ve verimli bir şekilde geliştirmeye çalışırken
belirli küresl odaklar tarafından geliştirilerek küresel ölçekte etkili kılınan bazı görüş ve
düşüncelerin etkisinde kalmamalıdır
Bu nedenle Büyük Atatürk’ün “Bilim Tercüme ile Değil Tetkik ile Yapılır” cümlesini hiç
aklından çıkarmamalıdır.
113
KAYNAKLAR
Akış, A., 2007., İklim Değişikliklerinin İzmir Barajları Üzerindeki Etkileri ve Sonuçları.
Dokuz Eylül Üniversitesi, Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi. 63s.
Aksu, A.E., Hiscott, R.N. and Yaşar, D., 1999, Oscillating Quaternary water levels of the
Marmara Sea and vigorous outflow into the Aegean Sea from the Marmara Sea–Black Sea
drainage corridor. Marine Geology, v. 153, p. 275–302.
Aksu, E.A., Hiscott R.N., Mudie P.J., Rochon A., Kaminski M., A., Abrajano T., and Yaşar,
D., 2002, Persistent Holocene Outflow from the Black Sea to the Eastern Mediterranean
Contradicts Noah's Flood Hypothesis. GSA Today , Volume 12, Issue 5 pp. 4–10
Bağış A..İhsan (1997) “Turkey’s Hydropolitics of the Euphrates-Tigris Basin” Asit
K.Biswas(Ed.),Water Resources Development,Vol.13,No.4, Oxford,Carfax Publishing
Ltd.,567-581
Lewın. Roger. 1998 “Modern İnsanın Kökeni” Çev.Nazım Özüaydın.. Tubitak Yayınları.
Ankara . Ocak 1998.
Kenneth J, 1982, Marine Geology. Prentice-Hall, C.W.Montgomery. ISBN 0-13-556936-2
Korkut, C., 1992, Belgelerle İzmir Rıhtım İmtiyazı, Dağaşan Ofset, İzmir, 112 sayfa
Ryan, W.B.F. and Pitman, III, W.C., 1999, Noah’s Flood: the new scientific discoveries about
events that changed history. Touchstone Book, Simion and Schuster, New York, 319p
Siepert, R., 1887. Globus Dergisi (Almanya), s.150-151.
Van Oldenborgh, G. J., and G. Burgers, 2005, Searching for decadal variations in ENSO
precipitation teleconnections, Geophys. Res. Lett., 32, L15701, doi:10.1029/2005GL023110.
Yaşar, D., 1994, Late Glacial - Holocen Evolution of the Aeagean Sea. Dokuz Eylül
Üniversitesi, Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü, Doktara Tezi, Izmir, 329 s.
Yaşar, D., 1996. Holocen Paleoceanographic Evolution of the Aegean Sea. International Earth
Sciences Colloquium on the Aegean Region. Proceedings Volume 1: 331-346.
Yaşar,D., 1998, Dünya Deniz Seviyesi Değişimleri ve Türkiye'deki Örnekleri. Türkiye
Kıyıları 98 (Ed:Erdal Özhan) s:749-757.
Yaşar, D., 2004, İklimler ve Üretim, Bu Toprağın Sesi Programı, TRT. Şubat 2004.
114
Yaşar, D., 2004a., “Ulusal Deniz ve Tarım Verim İyileştirme Programı”. İzmir Tarım Borsası
25 Mart 2004.
Yaşar, D., 2007, Yaşadığımız Kuraklığın Nedenleri, “Ege Finans” Programı, Ege Tv.
19 Nisan, 2007.
Yaşar, D., Uçkaç S., ve Adalıoğlu S 2007a, İklimler, Değişim Nedenleri ve Sonuçları.
Afete Dirençli Şehir:Denizli, Çalıştay, 18-19 Ekim 2007 Denizli.
Yaşar, D., 2007b, İklimsel Değişiklikler ve Sonuçları, “Geniş Açı” Programı, Ege Tv. 23
Mart 2007.
Yaşar, D., Adalıoğlu S. ve Esen E., 2008, İklimlerin Değişim Nedenleri ve Üretim Üzerine
Etkileri. (Ed.Lale Balas) s: 1023-1029.
Yeni, R., Dölekoğlu, C.Ö., 2003. Tarımsal Destekleme Politikasında Süreçler ve Üretici
Transferleri, TEAE Yayınları, Yayın no:98, Ankara.
Yıldız D. (2001) "Dünyada Su Kullanımı ve Sorunları" İMO-Ankara Şubesi Bülteni-Mart
200 I-ANKARA
Yıldız D., 2007 “Tarihsel Geçmişi,Stratejik Önemi ve Su Sorunu Açısından Akdeniz’in
Doğusu” Bizim Kitaplar.İstanbul.
Yıldız D., 2005 “Akdeniz Havzasında Su Sorunları ve Türkiye” TMMOB İnşaat
Mühendisleri Odası yayını Ankara.
Yıldız Dursun (Ed.) 2007 Ed. Su Raporu. Ulusal Su Politikası İhtiyacımız. USİAD. Yayını
.Ulusal Sanayici ve İşadamları Derneği Haziran 2007 Ankara.
Yıldız ,D., 2000, “Akdeniz Havzasının Su Potansiyeli ve Hidropolitiği” Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi.Temmuz 2000 Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
Yıldız D. ve Özgüler H.,. 2005. Water Problems of Mediterranean Developing Countries
Under The Climate Change Impacts.Proceedings of İnternational Congress on The Water for
Sustainable Development in Mediterranean Basin . 21-23 May. 2005 Algeria.
Yıldız D. ve Özgüler H., 2005 "The Water Use And Climate Change Impacts In The Eastern
Mediterranean Region –Analyses of current situation and future challenges-Proceedings of
the Second Mediterranean Conference on WATER RESOURCES IN MEDITERRANEAN
BASIN WATMED 2 Marrakesh, November 14 - 17, 2005.
Yıldız D., 2006 “Akdeniz Havzasının Hidrojeopolitiği ve Türkiye” TMMOB İMO Su
Politikaları Kongresi 21-23 Mart 2006 Bildiriler Kitabı. İMO /Ankara.
115
Yıldız D., 2006 “Doğu Akdeniz ve Manavgat Çayı Su Temin Projesi” TMMOB İMO Su
Politikaları Kongresi 21-23 Mart 2006Bildiriler Kitabı. İMO /Ankara..
Yıldız D. 2008 “Su Kaynaklarının Planlanması,Geliştirilmesi ve Yönetimi (Küresel,Bölgesel
ve Ülkesel Bakış ) “Toplum ve Hekim Dergisi Ocak Şubat 2008 Cilt ;23 Sayı:1 ANKARA
http://www.scotese.com/
http://solarscience.msfc.nasa.gov/images/bfly.gif
http://data.giss.nasa.gov/precip_cru/)
http://data.giss.nasa.gov/gistemp/station_data/
116
EKLER
117
Ek 1
118
Kaynak : Belgelerin Kaynağından ,Hayatın Kaynağı Su Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ve DSİ
Genel Müdürlüğü Yayını 2008 Ankara
Ek 2
119
Kaynak : Belgelerin Kaynağından ,Hayatın Kaynağı Su Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ve DSİ
Genel Müdürlüğü Yayını 2008 Ankara
Ek 3
120
Kaynak : Belgelerin Kaynağından ,Hayatın Kaynağı Su Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ve DSİ
Genel Müdürlüğü Yayını 2008 Ankara
Ek4
121
Kaynak : Belgelerin Kaynağından ,Hayatın Kaynağı Su Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ve DSİ
Genel Müdürlüğü Yayını 2008 Ankara
Ek 5
122
Kaynak : Belgelerin Kaynağından ,Hayatın Kaynağı Su Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ve DSİ
Genel Müdürlüğü Yayını 2008 Ankara.
123
124