liseli dev-genç`ten
Transkript
liseli dev-genç`ten
LİSELİ DEV-GENÇ’TEN Merhaba Sevgili Dostlar, Yoldaşlar! Dördüncü sayımızla sizlerle birlikteyiz. Verimli geçirdiğimiz bir yaz döneminden aldığımız enerjiyle, okulların açılmasını sabırsızlıkla bekliyorduk. Ve okullar açıldı. Arkadaşlarımızla kucaklaştık. Onlara yaz aylarında yaptıklarımızı anlattık. Liseli Dev-Genç olarak yaz aylarında köylüyle beraber, Ordu’da fındık, Artvin’de çay bahçelerindeydik. Sistem bizleri halktan yalıtıp boğmaya çalışırken, bir de biz, kendimizi kamplara kapatırsak olmaz dedik. Attık kendimizi halk denizinin içine. Tıpkı Denizler, Mahirler, İbolar gibi! Ordu ve Artvin bölgesinde yaptığımız çalışmaların değerlendirmeleri iki gün arka arkaya Birgün Gazetesi’nde yayımlandı. Dergimizde de bu değerlendirmeleri sizlerle paylaşmak istedik. Uzun yıllardan sonra bu yıl, ilk kez böyle bir çalışma yapıldı. Halkla beraber, halk için çalışmaya, biz gençlerin ne kadar çok ihtiyacı olduğunu, bu çalışmalarla daha iyi gördük. Bunun ışığıyla önümüzdeki yaz, bizler için daha çok çalışmanın önü açılmış oldu. Ayrıca yaz aylarında yaptığımız eğitici çalışmalar bizlerin gelişimi açısından çok iyi oldu. Kendi düşüncemizin felsefi alt yapısını da irdelediğimiz bu çalışmalar, ufkumuzu genişletti. Kitapla birebirde geçirilecek zamanı arttırmamız gerektiğine karar kıldık. Meğer öğrenilecek ne çok şey varmış. Okulların açılması eğitimin sorunlarıyla daha somut bir şekilde yüz yüze getirdi bizi. Hepimizin sorunları ortak. Tüm arkadaşlarımızla birlikte mücadele etmek için, sorunların nedenlerine inmenin, sorunları onlarla birlikte irdelemenin bir zorunluluk olduğunu daha önce kendi pratiklerimizden de gördük. Bunun için sorunları ortaya koyarken alternatif eğitim anlayışımızı da ortaya koyabilmemiz gerekiyor. Eğitimin ve okulun mutlu olma yolunda bir araç olduğunu arkadaşlarımıza anlatabilmeliyiz. Liseli Dev-Genç’in tüm sayılarında buna ilişkin yazılar mevcut. Ayrıca “Öğrencinin Özgürlüğü Kendi Ellerindedir” adında, işimizi kolaylaştıracak bir kitabımız da bulunmaktadır. Liseli Dev-Genç gençliğin taleplerini ifade eden bir dergidir. Bu bakımdan yaşadığımız tüm sıkıntıları, sorunları, gördüğümüz çarpıklıkları, üretimlerimizi Liseli Dev-Genç sayfalarında yazılar haline getirebiliriz. Liseli Dev-Genç bizlerin bilincini, yüreklerini ve bileklerini birleştirecek ve aynı noktaya vurmamızı sağlayacak bir araçtır. Bugün öncelikli görevimiz Liseli Dev-Genç’i yaygın bir şekilde dağıtmak, daha çok arkadaşımızla paylaşmaktır. Kısacası, Liseli Dev-Genç’i örgütlemektir. Umudu, sevgiyi, paylaşımı büyütmek, yaşamımızın her anını emekle örmekle mümkün. Yeni bir eğitim mücadelesi, aynı zamanda yeni bir dünya mücadelesidir. Dünyayı, insandışılaşmış ilişkilerin soğuk ikliminden çıkarıp yeniden kuralım! Suyun toprakla, ağacın yaprakla buluşması gibi bizler de yaşamın damarlarına baharın öz suyunu taşıyalım. İşçiyi, köylüyü, gençliği şafağın aydınlığına, taptaze bir bahar sabahına uyandıralım. Haydi arkadaşlar baharı örgütlemeye! Bir sonra ki sayıda buluşmak dileğiyle! Sevgiyle Kalın! (...) İnanın, güzel günler göreceğiz çocuklar Güneşli günler göreceğiz Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar Işıklı maviliklere süreceğiz Çocuklar inanın, inanın çocuklar Güzel günler göreceğiz güneşli günler Motorları maviliklere süreceğiz. N.Hikmet 1 DEV-GENÇ’LİLER YENİ DÖNEMDE NE YAPMALI? Günümüz Gençliği Tamamen baskı altında yetiştirilen bir gençlikten gelecek beklemek doğru değil! Sistem tamamen kendi ihtiyaçlarına dönük bir nesil yetiştirmektedir. Aileler sistemin istedikleri doğrultuda çocuklarını büyüterek onları “daha iyi bir gelecek” için hazırlamaktadırlar. Ne yazık ki gelecek anlayışının bozuk olduğu şu günlerde söz sahibi olmayan, başkalarına gereksinim duyarak ve anı yaşa mantığıyla yetiştirilen bir gençlik bulunmaktadır. Gençlerin hareketleri gerek evde gerek okulda kısıtlanmaktadır. Ailelerin sert baskıları bireyleri tamamen güvensizliğe itmektedir. Aile içinde gerekli sevgiyi göremeyen birey, tamamen şiddete yöneliyor. Kendine uygulanan psikolojik baskıları fiziksel olarak dışa vurma isteği duyuyor. Öğrenci Gençlik Öğrenci gençler için sorunlar daha da büyüyor. Okullarda görülen gerici-faşist nitelikte öğretmen ve müdürler, tek tipleştirilmiş öğrenciler, elemeye dayalı sınav sistemleri ve kameralarla izlenen koridorlar. Bu sistemin öğrencilere olan basit bir oyunudur. En ilginç olanı ise her türlü baskıya boyun eğerek sistemin onları daha iyi bir geleceğe taşıyacağına inanmış olmaları. İnanılması güç olan bu durumu sistem genç bireylere bizzat titizlikle, “eğitim öğretim” adı altında aşılıyor. Öğrencilerin kendi içlerinde de dinamikler bulunmaktadır. Diğer büyük sorunlardan biri de budur. Gerici faşist örgütlenme. Liselerde hemen hemen her okulda bu tip örgütlenmeler mevcut ve bu tip öğrenciler her zaman müdürler tarafından desteklenmektedir. Faaliyetlerini her alanda rahatça yürütebilen faşistler hiçbir baskı altında kalmadan her türlü kirli oyunlarını okulun içerisinde yürütebiliyorlar. Haraç almalar, adam dövmeler vb. olayları gerçekleştirebilen bu kişiler gayet güzel okul içinde ve dışında destek görüyorlar. Niteliksiz ve Paralı Eğitim Sorunu Öğrencilerden bağımsız gelişen sorunlara bakmak gerekirse en büyük sorun paralı eğitim ve niteliksiz eğitim sistemi. Her yıl bizlerden aidat adı altında “zorunlu bağış” toplamaktadırlar ve bu paralar ile okula temizlik malzemesi, mazot parası ödendiği söylenir. Peki, bu ülkenin vatandaşları olarak vergimizi neden ödüyoruz? Çok ilginç bir durumdur ki yıllardan beri merak edilen bir sorudur bu. Vergiler nere gidiyor? Amaçları, genç bireyleri geleceğe daha iyi hazırlamak olan eğitim sistemini düzenleyenler, hangi şartları kendilerine dayanak sağlayarak bizleri bu 4 yıllık bataklığın içine atmaya teşebbüs ediyorlar? Bunların tek açıklaması vardır. Bizi hazırlayan sistem sadece kendi çıkarları doğrultusunda işlemekte ve günün şartlarını göz önünde bulundurarak hiçbir karar almamaktadır. Sistemin bir çürük tarafı da niteliksiz olmasıdır. Geleceğe dair hiçbir dayanağı olmayan bir sistemde 4 yılın ardından 1 sınava tabi tutuluyorduk. Fakat çok büyük bir değişiklik yapmışlar gibi övdükleri yeni sınav sistemi eskisini aratmayacak ve “başarısız öğrenciler” diyerek kenara attıkları gençler çoğalacaktır. İstatistiklere göre Türkiye’de sınava 1 milyon 350 bin öğrenci giriyor ve bunlardan 30 bine yakın öğrenci sıfır alıyor. İlginç olan çok sayıda öğrencinin başarısız olduğu değil, sınav sisteminin ne denli yanlış olduğudur. Üniversiteyi Umut Kapısı Sanan Aileler ve Öğrenciler Gençler ve aileler üniversiteyi hayata dair bir kurtuluş olarak görüyor. Yanılıyorlar. Üniversite içinde aynı liseye benzer birçok sorun var. Faşist örgütlenmeler, Rektörle-rin faşizan tavırları ve harç sıkıntıları. Bazı üniversitelerde işler çığırından çıkmıştır ve kapılarda çevik kuvvetler beklemektedir. Bu tür olaylar tamamen öğrencilere kuvvet gösterisidir 2 ve yeri geldiğinde bu kuvvetleri fiili olarak kullanmaktadırlar. Üniversiteyi de bitirdiniz işte o zaman sizde artık işsizler ordusuna katılmış bulunmaktasınız. Ailenizin bu zor Türkiye şartlarında sizi üniversite okutması ile büyük kazanımdır. Gerisi ne Allaha kalmış ne size. Tamamen devletin ve işverenlerin inisiyatifinde. Sistemin bize dayattığı imkânlar bunlardır. Okul, Dershane ve Ev Üçgeni Apolitik bireylerin yetişmesindeki diğer bir etken ise okul, dershane ve ev üçgenindeki gençlik. Aileleri tarafından zorlanan gençler sürekli ders çalışmaya itilmektedirler. Dersle yatıp dersle kalkmaktadırlar. Dolayısıyla öğrencinin hiçbir sosyal aktivitesi yok. Hiçbir arkadaşı ile düzeyli ilişkisi yok. Hatta ilerisinde ise tüm bunlar kişide psikolojik sorunlara yol açabilmektedir. Tamamen boşlukta olan bir öğrenci ne derslerine adapte olabilir, ne de sağlıklı bir birey olabilir. Ailelerin tutumları bireylerin üzerinde çok etkilidir. Sürekli derse itilen bir öğrenci, ya sonuna kadar direnir, ısrar eder çalışmamakta ve sonuç ise sınavlarda hüsranla biter ya da paşa gibi derslerine çalışır, hiçbir sorunla ilgilenmez, önüne ne gelirse kabul eder, hiçbir zaman ses çıkaramaz. Sistemin istediği kişilik budur ve liselerdeki baskı aygıtları ile gençlerin kişiliklerini değiştirmektedirler. Madde Bağımlılığı Günümüzde birçok genç madde kullanmaktadır. Okulda ve genç nüfusta madde kullanımı %4 oranındadır. Madde kullanan gençlerin %6 sokakta yaşayan, %94 ise aileleriyle yaşayan gençlerdir. En düşük bağımlı yaşı 10-11 ve en çok madde kullanan yaş gurubu ise 17-18 yaş gurubudur. Bu verilerden de anlaşıldığı gibi ailelerin baskılarıyla ve sistemin istediği kişilikteki bireyler, lise zamanında madde bağımlısı olmaktadır. Genç nüfusun yüksek olduğu ülkemizde bu verilerde de görüldüğü gibi çok sayıda bağımlı olması gençlik açısından tehlikeli bir durumdur. Ufak yaştaki çocuklar uyuşturucu satıcılığı başta olmak üzere, gasp, kapkaç, hırsızlık, yankesicilik gibi suçlara 3 bulaştırılıyor. Bu nedenlerle; çocuklar suç çetelerine kiralanıyor, çocuk ufak ücretlerle uyuşturucu satıcılığına başlıyor. Gençlik farklı bir alternatif ihtiyacı duyuyor. Gençlik arayış içersindedir. Kimileri gücü mafyalarda, uyuşturucuyu çetelerde buluyor, parayı sistemle iş birliği yapmakta buluyor, kimileri ise çıkışı tarikatlara karışmakta buluyor. Fakat bu isteklerini ararken gençlikleri harcanıyor, aileleri yıkılıyor, geriye dönüşü olmayan bir yola giriliyor. Her zaman bizler sistemin karşısında, sistemin çarpıklıklarını diğer gençlere ve ailelere göstermek için çalışıyoruz. Biliyoruz ki bu emekler bir gün karşılığını alacak. Sistem biz devrimcilerin karşısında yenilecek ve o gün ne uyuşmuş beyinler, ne şiddete eğilimli hasta bir gençlik olacak. Tam tersi, gençler kendilerini ifade edebilecekler, özgürce düşündüklerini bir müdür, bir öğretmen karşısında haykırabilecek, istediği bir meslek sahibi olabilecek, kısacası hayatın her alanında yetenekli bireyler olacaklar. Bu Alternatif Dev-Genç’tir Liseli Dev-Genç, gençlerin kendini ifade etmesindeki bir olanaktır! Bizler yüreğimizdeki isyan ateşi ile gördüğümüz baskılarla, eziyetlerle, zalimleri yakabilenleriz. Hayatın her alanında yanlışı görüp ona itiraz edenleriz. Sistemin her ne kadar baskı aygıtı da olsa dergimiz sayesinde bütün sorunlarımızı, sistemin çarpıklıklarını herkese gösterebiliyoruz. Gelecek güzel günler için çalışıyoruz ve o günler bizim gibi gençler olduğu sürece gelmemesi mümkün değildir. Gençliğin ihtiyacı özgürlüktür, kendini ifade etmedir, sosyal bir çevre edinmektir, isteklerini dile getirmesidir. Bizler bu fırsatları elimizde bulunduruyoruz. Çünkü bizler devrimciyiz. Biz devrimciler alkol veya uyuşturucu kullanmayız, sistemin istediği uyuşuk bir beyindir, bizim ise hayatın gerçeklerini gören, sistemin oyunlarını kavrayabilen bir beyine ihtiyacımız var. Dev-genç’i alternatif olarak görenler, onun ruhunu, mücadelesini, özverisini kavrayabilen ve somutlaştırabilenlerdir. Alternatif olan Dev-Genç’tir. Dev-Genç gençliğin sesidir, halkın umududur. Dev-Genç’liler Dev-Gençliliği Sadece okul Sınırlarında Görmez! Bizler yürüttüğümüz faaliyetleri sadece okullarımızın içerisiyle sınırlandırmıyoruz. Hayatın her alanında kendimiz ilerletiyor, gelecek için geliştiriyoruz. Okullarımızda yaptığımız çalışmalar haricinde gerek eylemlerde gerekse düzenlediğimiz panellerde kendimizi açıklıyor, halka tanıtıyoruz. Devrim için kitleleri ve umudu örgütlüyoruz. Devrimcilik okulla sınırlandırılamaz. Liseli olmamıza rağmen birçok konuda bilgi edin- meye çalışıyoruz. Bilgilerimizi okul içerisinde ve okul dışarısındaki tüm arkadaşlarımızla paylaşıp, gelecek için adım atmalarını bekliyoruz. Sistem bizleri okulda pek çok baskı aygıtı ile sindirmeye çalışıyor. Fakat devrimci iradeyi ne hücrelere sıkıştırabilirsiniz ne de işkencelerle yok edebilirsiniz. Sorunlarımızı dergilerimizde paylaşıyoruz ve biliyoruz ki bütün öğrenciler aynı sorunlardan şikâyetçi. Ailelerinde bilinçlenmesinde etkin rol oynuyoruz ve birçok aile dergimizi takip ediyor ve destek veriyor. Devrimcilik hayatın her alanında aktif olmaktır. “Devrimci, bir eliyle sevdiğine en güzel mısraları yazarken öteki eliyle de çatışandır. Kitle önderidir, tiyatro, satranç ustasıdır, en iyi makale yazandır.” ( Murat Çelik, Yazılı Duygular, S:13 ) Arkadaşlarımızla Bütün Yaşam Alanlarında Yer Almalıyız! Yaşam alanlarımızda arkadaşlarımızla her zaman görüşmeli, sıcak bağlar oluşturmalı ve çeşitli aktiviteler yaparak bu ilişkileri her zaman sıcak tutmamız gerekir. Sistemin bizi bireyci, eve kapanan, hasta kişilikler haline getirmesine izin vermeyip, gelecek için umutlarla yürüyen, sağlıklı düşünebilen, sistemin her türlü kurnazlığını ayırt edebilen 4 bireyler olmamız gerekmektedir. Bu sorunları arkadaşlarımıza göstermeli ve örgütlü mücadelemizde onları da saflara katmamız gerekmektedir. Sıcak tutulan ilişkiler her zaman sistemin istemediği bir durumdur. Çünkü sistem bize susmayı, sustukça konuşmayı unutmayı emretmektedir. Sistemin isteklerini adeta bir görev olarak belirlemiş ailelerde ise çocuklarını arkadaşlarından uzak tutma, siyasetten uzak yetiştirmeye çalışmaktadır. Çünkü onlara göre arkadaş ilişkileri her zaman bireyi yoldan çıkarır, kötü alışkanlıklar kazandırır. Siyasette de durum aynı, devlet meseleleri ile ilgilenmek kötüdür çünkü hakkını aramak suçtur, yapılmaması gereken en kötü şeylerden biridir. Hakkını aramak yerine bunun bir sınav olduğunu, hesabı ahirete bırakmaları gerektiğini söylerler. Sistemde kendi başarısını ailelerin üzerinden sağlar, kendini yeniler ve her zaman bunun propagandasını yapar. Okullarda siyasetten hiç bahsedilmez, fakat kendileri siyaset üzerinden halkı kandırır. Siyasi bir sosyal çevre kişinin düşüncelerini, davranışlarını ve olaylar hakkında tutumlarını belirler. Bizler arkadaşlarımızı bu karanlık düşlerden, uyandırıp, hesapları bugünden görüp hep beraber geleceğimizi kendi ellerimizle inşa edeceğiz. Hep beraber ortak bir yaşamı savunmaktan vazgeçmeyeceğiz. Aktivite Çeşitleri Sosyal aktiviteler günümüzde çok çeşitlidir. Okullarda, mahallelerde arkadaşlarımızla toplanıp sinema, tiyatro, konser vb. faaliyetlerde bulunup, ilişkilerimizi taze tutabiliriz. Bizlerin ise resim, müzik, tiyatro gibi atölyelerimiz mevcut ve buralarda arkadaşlarımız istediği eğitimleri görmektedirler. Bize yakışan bir duruşla, umutla, inançla yaşamalı ve bu duruşu insanlara taşımalıyız. Bu özelliklerimizi her geçen gün büyütüp, aramıza katılan yeni arkadaşlarımızı yoldaşların sıcak dolu kucaklamasıyla, onları da içimizden biri yapmamız gerekmektedir. Girdiğimiz bu yolda birçok yoldaşa ihtiyaç vardır ve aranan özelliklerin bireylerde kazanılması zaman alır. Fakat uzun bir sürece yayılan bu nitelikler kişinin tamamen özverisi ve davaya isteği doğrultusunda kazanılır. Sistemin bize karşı yürüttüğü tüm olumsuz durumlarda inancımızı asla yitirmemeli, aksine yanlışlardan dersler çıkarıp gelecek için umudumuzu ve inancımızı büyütmeliyiz. Yoldaşlarımızın sorunlarını kendi sorunlarımız gibi görmeli ve onları düzeltmek için çabalamalıyız. Girdiğimiz bu yolda sistemli bir şekilde çalıştığımız sürece, bizi sömüren sistemi yıkmamız için karşımızda hiçbir engel yoktur. Gençliğin özgürlük isteği baskı aygıtlarının duvarlarını parçalayacaktır. Özgürlük örgütlü mücadelededir. Mahir, Hüseyin, Ulaş Kurtuluşa kadar Savaş! 5 EĞİTİM HAYATIMDA YAŞADIKLARIM İçinde bulunduğumuz lise hayatından ve buraya gelene kadar neler yaşadıklarımızdan bahsetmek istiyorum. Bu konuya OKS’den (şimdiki adı SBS) ve daha sonra karşımıza çıkan ÖSS’den girmek istiyorum. Bu iki sınavın da birbirinden farkı yok aslında. İyi bir üniversite için, iyi bir lise, iyi bir lise için de OKS’den geçmek gerekiyor. Geleceğimizi kazanmamız bu kadar basit gibi gösteriliyor sistem tarafından. Sadece üzerimize düşen sorumlulukları ye-rine getirmemiz gerekiyor. Ailelerimiz de bizler de bu sınav sistemini böyle görüyoruz. Peki bu sorumlulukları ailelerimiz mi yüklemişti bizlere? Yoksa biz mi seçmiştik? Bu sorumlulukları sistem yüklemişti genç yaştaki bizlere. Bu sorumlulukları oluşturmaktaki amaçları, geleceğin sahiplerini oluşturmak mı yoksa kendini sorgulamayan makineleri mi yaratmak? Aslında sistemin isteği açıktı: Sosyal hayatı sıfıra indirilmiş, arkadaşlık ilişkileri bir kenara atılmış, sınavları hayatının eksenine oturtan bir gençlik tamamen sistemin isteyeceği bir modeldi. Bizleri sorgulamayan insanlar yapmalıydı sistem. Eğitim müfredatının bizleri, bilimsellikten uzak tutarak tamamen ezberci hale getirmesi de genç makinelerini oluşturmadaki adımlarındandı. Belli soru kalıpları yaratarak onları ezberlememiz isteniyordu. Sistemin istekleri ailelerimizin büyük beklentileri olarak üzerlerimize yıkıldı ve psikolojik olarak çok bunaltıldık. Bunca sorumluluğu, beklentileri karşılamak için çok genç yaşlardaydık. Bizlere dayattığı sınavdan geçtik. Başarılı sonuçlar aldık ya da alamadık. Peki gençlikte değişen neler olmuştu. Okuyan sorgulayan genç bireyler yaratmış mıydı sistem? Değişen hiçbir şey olmamıştı. Ne müfre- dat değişmişti, ne eğitim demokratikleşmiş, çağdaşlaşmıştı. Üzerlerimizdeki sorumluluk keskinleşerek artmıştı. Bu keskinlik ÖSS’yi kazanamadığımız takdirde geleceğimizin yok olma keskinliğiydi. Bütün “fedakarlıklara” devam etmek gerekiyordu. Bilimsel dersler dahi deney ya da gözlem yöntemiyle değil, ezberleterek öğretiliyordu. A ışını B derecelik açıyla c merceğinden neden\nasıl geçer? Yanıtı yoktu. Öyle işte diyordu sistem, ÖSS’de onu soracaklar da o yüzden. Bu tür ezberci derslerden sıkılarak çıkış yolu arayan arkadaşlarımız da öğretmenlerin gözlerinde kötü öğrenci profili çizdikten sonra kendi kaderlerine terk edildi. Bundan da şöyle bir sonuç çıkarıldı; biz de bu kötü öğrenciler gibi olursak kaderlerimizle baş başa kalacağız. Demek ki ne yapmak gerekiyormuş sistemle uzlaşarak bizlere sunduğu gerici, bilimsel olmayan eğitimi kabullenmek. Başarılı olarak ya da olmaya çalışarak arkadaşlarımızla rekabet içerisinde sınavlarda elenerek, eğitim hayatımızı devam ettireceğiz. Sistemi sorgulamaktansa onunla uzlaşmayı seçeceğiz. Peki bu uzlaşmayı seçtikten isteklerini yerine getirdikten sonra, sistem al yavrum sana iş mi diyor. Sistemin bütün isteklerini yerine getirdikten sonra dahi elimize hiçbir şey geçmiyor. Dört yıllık bir üniversite kazandığımızı düşünelim-ki bu öss’den alınacak en iyi netice-.Bunun kitap parası, harç parası, yurt ya da ev kirası, yol parası da şöyle dursun, okuduk bitirdik. Bu sefer de KPSS çıkıyor karşımıza.100 kişilik bir kadro için 10.000 kişi başvuruyor, bu kazanan 100 kişi atama bekliyor ve örnekler sürüp gidiyor. İyi de bütün bir gençlik sorumluluklarını sistemin istediği gibi yerine getirdi. Hani geleceğimiz güvence altındaydı. Bu tür soruları sormak gençliğin 6 aklına çok geç geliyor. Neden? Çünkü geleceğimizi kazanmak için sürekli ders çalışan ezberleyen makinelere dönüşmüştük. Sonuç olarak varacağımız nokta şudur. Bunları bizlere dayatan sistem kapitalist\emperyalist sistemdir. Bu sistem bizimki gibi ülkelerde makinelerini yaratabilmek için eğitimde ya da hayatın diğer bütün alanlarında anti demokratik uygulamalara başvurur. Gençlik olarak bizlerin kurtuluşu bu sistemle uzlaşmak olarak dayatılıyor. Ancak bu sistemde gençlik çürüyüp gidecektir. Bizlerin kurtuluşu özgür, çağdaş, bilimsel, demokratik eğitimden geçer. Eğitim sisteminin demokratikleşmesi ülkenin demokratikleşmesinden ayrı düşünülemez. Ülkenin demokratikleşmesi için, gençliğin, ezilen halkların kurtuluşu için tek yol devrimdir. Liselerde okuyan ve bu ülke gerçekliğinin farkında olan bütün arkadaşları Liseli Dev-Genç saflarında mücadeleye çağırıyorum. EŞİT, PARASIZ, BİLİMSEL, ANADİLDE EĞİTİM İÇİN TEK YOL DEVRİM! KURTULUŞA KADAR SAVAŞ! Umut İnceefe YOLU UMUTTAN GEÇEN HERKES İÇİN... Hasret ne kadar büyük olursa olsun, insanın aklında hasretine son verdiği “kavuşma” anı kalır ve sevdadır,o hasreti böylesine dev bir anlama kavuşturan. Sevginin ve kardeşliğin had safhaya çıktığı, düşlerin yalnızca uykularda değil gerçek hayatta olabileceğine inanan insanlarla kortejlerde yürürüz her birimiz ve biliriz o kıpkızıl mayıs güneşinin barikatlar ardından doğacağına. Bu nedendendir, soluksuz kalma gibi bir lüksümüzün olmayışı, bu nedendendir soluklarımıza solukların katılışı. Dökülen onca kan, güzel bir güne olan özlemin giderilmesinden dolayıdır ve kazanılacak zaferler o kanın kızıllığında yok edilecek özlem içindir; borcumuzdur şehitlerimize: Yaşanılacak ve kazanılacak tüm zaferler! Nice kavgalar da böyle olmamış mıydı? Kanlı savaşların patlayan namluların ardından kıpkızıl bir güneşin doğuşuna tanık olmadı mı bu tarih, nice sabrın, nice büyük kinlerin ardından tertemiz bir ülkenin doğuşuna? Bu belki bizim için bir kural: Doğru şeyler en büyük kavgaları hak eder ve biz bu güzel, doğru, haklı şeyler için amansız kavgalardan geçmeye ve ölüme, annesine hasretli bir çocuk gibi sımsıkı sarılmaya razıyız! Kardeşler, hepimize bu koskoca sevda! Ey karakaşlılar, mavi gözlüler sizler için bu doğan kızıl gün! Kalkın, bakın işte, açın pencerelerinizi!.. Kuşatılmış bir gökyüzü göreceksiniz ve sadece size yazılmış o zafer naralarıyla donatılmış şarkıları dinleyeceksiniz. İsyanın o beton yığınlarının arasından sıyrılıp, şehrin meydanlarında “çav bella” söyleyerek kıracağız zincirlerimizi ve koskoca bir sevdaya kanatlanacağız hepimiz, her birimiz… Yoldaşlarla omuz omuza bir ülke boyu halaylarla karşılayacağız ölülerimizi. Çocuklarımız ellerinde demet demet kızıl çiçekleri verecek on’lara. Ho Chi Minh boynundaki ipi kopararak, yumruklarını gökyüzüne kaldırarak sıyrılacak aramızdan, Ernesto umudun adını mavzeriyle işleyecek, halkın o kara yazgısının üstüne. Destan destan yazılacak sevda, tarihin o kanlı sayfalarına, geride kalan çığlık dolu günler o sayfalara gömülecek. Gerçek güneşin barikatların ardından doğacağına hepimiz sonsuz bir inançla inanıyor ve biliyoruz bizi kurtaracak olanın sıkılı yumruklarımızın içinde saklı olduğunu! Serpil Doğanay 7 FAŞİZMİN GÖLGESİNDE EĞİTİM Geçtiğimiz günlerde yine “kapalı kapılar” ardında bir karar alındı. Apar topar alınan karara göre artık her okula bir polis düşecek. Pilot bölge olarak Ankara’yı seçen “yetkililer” uygulamayı yeni eğitim-öğretim yılında yapmayı planlıyor. Bu uygulamadan önce de polisler zaten okulun önünde ekipler halinde nöbet tutuyor ve varlıklarını öğrencilere mutlaka ama mutlaka hissettiriyorlardı. Ama bu uygulamayla birlikte okulun dışında bulunan polis artık hem okulun dışında hem de içinde terör estirecek. Özetle özel olarak okullarda terör estirmek için eğitilen bu polisler okulların iç kısmında ellerini kollarını sallaya sallaya “görev” yapacaklar. Tabi “yetkililerden” gelen açıklama ise daha farklı. Yapılan açıklamaya göre bu polisler okullarda; -Uyuşturucuyla -Çetelerle -Gençleri kullanmak isteyen ideolojik gruplarla, mücadele edecekler. Şimdi öne sürdükleri bahaneleri inceleyelim... Çeteler, daha doğrusu sivil faşist çeteler öğrenci gençliğin demokratik hak arama mücadelesinin yüksediği dönemlerde ortaya çıkmış, devletin öğrenci hareketini ezmek, devrimcileri etkisizleştirmek için oluşturup güçlendirdiği bu oluşumlar olarak günümüze kadar gelmiştir. Yani bu çeteleri devlet oluşturmuştur, bu çeteler devlete bağlıdır ve devletten bağımsız düşünülemez. Bu çeteler uyuşturucu da dahil her türlü adi suça bulaşmış, her türlü pisliği başta okullar etrafında olmak üzere her yana bulaştırmıştır. Faşizmin üniformalı yüzünün dışında kalan bu sivil çeteler bugün de okullar etrafında dönen uyuşturucu çarkının tam göbeğinde bulunmaktadırlar. Biz öğrenciler olarak çok kez tanık olmuşuzdur, bu çetelerin üyeleri okullarda uyuşturucuyu hem yaygın olarak kullanır hem de pazarda limon satar gibi rahatlıkla -polis amcalarının kanatları altındasatarlar. Özetlersek devlet bu uyuşturucu işinin merkezindedir. Bizler uyuşturucu tüccarlarının uyuşturucuyla mücadele edemeyeceklerini biliyoruz. O zaman açıklığa kavuşması bir soruyla konuyu bağlayalım; Soru: Eğer uyuşturucuyla mücadele etmek istediklerini söyleyenler uyuşturucu satıyorsa, uyuşturucuyla kim mücadele edecek? Cevap: Uyuşturucu, sömürü sisteminin yarattığı bir pisliktir. Bu yüzden gerçekten uyuşturucuyla mücadele edenler sistemi tanıyan ve onu değiştirmeye uğraşan devrimcilerdir. Böylece polisin neden uyuşturucuyla mücadele edemeyeceğini öğrendik. Gelelim çetelere. Çetelerin ne zaman, neden, kimler tarafından sahneye sürüldüğünü yukarıda öğrendik. Bu çeteler aslında öğrencilere kıyasla hiç de güçlü değiller. Ama terör, baskı, sindirme yoluyla hem devamlılıklarını sağlıyorlar, 8 hem de devletin verdiği güçle örgütlülükleri gerçekten güçlü. Kimi zaman ırkçı, kimi zaman dinci motiflerle karşılaştığımız bu çetelerin oluşturulma amacı (bazen kendileri farkında olmasa bile) öğrencilerin demokratik hak arama mücadelesini ezmektir. Bugün bu işlevlerinin yanında okullara polisin girmesi için bahane haline de geldiklerini görüyoruz. Bu noktada şu soruyu sormakta yarar var; Soru: Polis yani devlet, çetelerlerle mücadele edebilir mi? Cevap: Çeteleri devletin oluşturduğunu, devlete bağlı olduklarını ve devletten ayrı düşünülemeyeceğini gördük. Aynı durum polis için de geçerli. Bizler faşizmin kendi kendisiyle mücadele edemeyeceğinin farkındayız. Bu nedenle polisler çetelerle mücadele edemez. Ve polisin niye çetelerle mücadele edemeyeceğini de öğrendik. Sıra “gençleri kullanmak isteyen ideolojik gruplar” da. Burda polisin devrimcileri kastettiği çok açık. Belki de bu açıklamadaki tek doğru nokta bu. Doğru; neden öğrenci hakları için mücadele edenlere izin versinlerki? Kendi doğalarına aykırı. Bu bahaneyi yıllardır kullanıyorlar. İdeolojik gruplar, teröristler derken bir bakıyoruz okullara polisler yerleşmiş. O halde şunu sormak konunun anlaşılması bakımından faydalı olur; Soru: Polis neden okullara yerleşmek için yıllardır “ideolojik gruplar” vb. bahaneleri çokça kullanıyor? Cevap: Çünkü korkuyorlar. Öğrenci hareketlerinin hangi boyutlara varabileceğini zaman içinde öğrendiler. Neden “ideolojik gruplar” vb. bahaneleri yıllarca kullandıklarını da anladık. Peki bunlar bahaneyse niye artık her okula bir polis girecek? Devlet gerçekte ne istiyor? Devletin gerçekte istediği (faşizmin doğası gereği) okullarda baskıyı hergün durmaksızın arttırmak. Okulları, bırakalım kışlayı zindana çevirmek istiyorlar. Amaçları gençliğin özgürleşmesinin önünü almak, kölelik koşullarını daha da ağırlaştırmak, öğrencilerin hakları için mücadele etmelerini engellemektir. Ama çaresiz değiliz güçlüyüz bütün bir gençliğiz. Umudumuz var; TEK YOL DEVRİM ! Cemal Yıldız OKULLAR TİCARETHANE ÖĞRENCİLER MÜŞTERİ DEĞİLDİR! Okula başladığımızdan beri, bizlerin beynine yavaş yavaş işlenmiştir sınavlarla, testlerle bir yerlere gelebileceğimiz. Daha lise öğrencileri bu duruma alışamamışken, ilkokul öğrencilerine yarış atı muamelesi yapılmaya başlandı. Geçtiğimiz günlerde 1. sınıfa kayıt olmak için çocukların mülakata alındığına, bu da yetmezmiş gibi mülakata girmeleri için 500 TL para ödemeleri gerektiğine şahit olduk. Eğer çocuk mülakatta başarısız olursa ödediği ücret boşa gidiyor. Okul ise bu ücretlerden yüksek miktarda kar sağlıyor. Ya okullarda müdürler tarafından arama yapılarak bizlerden alınan özel eşyaların ( telefon vb. ), malın cinsine göre ücretlendirerek geri verilmesine ne demeli. Her sene yılsonunda çok sık rastladığımız olaylardan biri de karnesi zayıf olan öğrencilerin para karşılığında notlarının yükseltilmesi. Bu paralar bağış adı altında ya öğretmenin ya da müdürün cebine gidiyor. İşte biz böyle bir ülkede, böyle şartlarda okumaya çalışıyoruz. Sistem herkesin gözlerine perde indirmiş, herkesin beyinlerini yıkamış ve kendi sürekliliği için herkesin üzerinden kar sağlamaya çalışmaktadır. Ticarethanelerin kapanması ve öğrencilerin güzel günler için geliştirildiği, kar amacı gütmeyen okulların bulunması için; TEK YOL DEVRİM ! Hakan Taş 9 Kitap Tanıtımı “Uçurum İnsanları” Jack London Bir dünya düşünün ki insanlar aç, sefil, uykusuz, işsiz, ekmeksiz… İşte uçurum insanları tam da böyle yaşamları olan insanları anlatıyor. Londra’nın doğu yakasındaki fakir insanları. Jack London fakir insanların yaşam koşullarını birebir anlayabilmek için bir süreliğine onlar gibi yaşamaya karar veriyor ve bu yaşamın bütün zorluklarını iliklerine kadar hissediyor. Kalacak bir yerleri olmadığı için fakirhanelerde gece geçirmek için çabalayan insanlara rastlıyor. Bir gece karşılığında yaptıkları ağır işlere tanık oluyor. Sanayi devrimi ile birlikte İngiltere’de kapitalizm vahşiliğini hissettiriyor. Kapitalizm der Marx: “üretim araçlarına ve sermayeye sahip olan burjuva sınıfın çıkarına işleyen, onu meşru kılan bir sistemdir.” Yani birileri ellerinde bütün üretim araçlarının mülkiyetini tutarken birileri onların hiç birine sahip değildir. Bilindiği gibi kapitalizm bağrında birçok çelişkiyi barındırır. En başta ezen ezilen çelişkisi gibi. Kitapta bunu rahatça gözlemleyebiliyoruz. Hatta Jack London bu çelişkiyi kitabın içine çok güzel yediriyor. Romanda şöyle bir paragraf geçiyor: Mr. Piogi “ Yok olan onda bir” adlı eserinde şöyle diyor: “ bu kişiler ya vücutlarının zayıflığı, ya zekâlarının azlığı, ya adale yetersizliği veya bunların üçünün bir araya gelmesinden yetersiz ve isteksiz işçiler olup kendi kendilerini geçindirmekten aciz oluyorlar… Genellikle zekâ bakımından o derece geridirler ki, sağlarını sollarından ayırt edemedikleri gibi, çoğu zaman evlerinin numarasını bile şaşırırlar. Vücutları zayıftır, dayanıksızdır, sevgileri ve kederleri sapık olduğu gibi hemen hemen hiç biri aile hayatının ne demek olduğunu bilemezler.” Bahsedilen bu bölümde Mr. Piogi insanların ölümünün açlıktan, susuzluktan, yaşam kalitelerinin düşük olmasından kaynaklandığının farkında değil sanırım. Bunun bir sistem sorunu olduğunu farkında değil ya da kendi sisteme entegre olmuş olan bir insan olduğu için kendi görüşlerinin savunmasını yapıyor. İngiltere’nin batı yakasında insanlar obez olurken doğu yakasın da yiyecek ekmek bulamıyorlar. Burjuva yazarlar ise bunu insanların tembellikleriyle, zekâ azlığıyla açıklıyor. İnsanların geçimini sağlayacak kadar parası yokken o insanların aile kavramını bilmediklerini söylüyor. Yiyecek ekmeği olmayan insanlar sizce nasıl bir ev bir aile kurabilir. Jack London romanda buna bir cevap veriyor:”eğer işçiler çalışamıyorsa bunun sebebi iş görmek istememesi değil, ortalıkta, yapılacak işten çok daha fazla işsizin bulunmasıdır.” Hitler faşizminin Yahudileri gettolara hapsetmesi gibi İngiltere’de ve Avrupa’nın birçok bölümünde halk geniş gettolara hapsedilmiştir. Gettolar bir nevi bizim ülkemizdeki gece kondu mahalleleri gibidir. Yazar doğu Londra’yı da getto olarak adlandırıyor. Haksızda sayılmaz. Doğu Londra da işçiler çok düşük maaşlarla çalıştırılıyor, emeğin karşılığı hiçbir zaman ödenmiyor. İşçilerin çalışma saatlerinin çok uzun olmasına rağmen, bu çalışmanın karşılığında aldıkları ücret çok az. Yazar fakir insanları uçuruma yakın görüyor, her an o uçurumdan aşağı yuvarlanabilecek insanlar. Belki de bu yüzden romanın adı uçurum insanları. Doğu Londra’da çalışan insanlarda, yaşlılıktan ya da sakatlıktan dolayı çalışamayan insanlarda aslında aynı yaşam koşulları içinde. Hepsi aç, susuz. Çalışanlarda geçinemeyecek kadar az ücretle çalışıyorlar. Kitabın çekiciliği belki de gerçek olmasından kaynaklı. Biraz da yazardan bahsedelim istiyorum. Yazar 1876 yılında San Francisco’da dünyaya geldi. Ailesinin maddi durumu iyi olmadığı için küçük yaştan itibaren çalışmaya başladı. 13 yaşında ilk teknesini aldı ve denizlere açıldı. Jack London gençliğinde büyük zamanını sokaklarda geçirdi. Böylece işsiz, ezilmiş insanların hayat hikâyelerini dinlerken sosyalist fikirleri olgunlaşmıştır. Sosyalist yazarları okumaya başlamıştır. Marx’ın komünist manifestosunu okumuş ve ondan şöyle bir not çıkarmıştır: “insanlık tarihi baştanbaşa sömürülenlerle sömürenlerin kavgasıyla dolu… Darwin’in incelemeleri nasıl insanoğlunun gelişimini gösteriyorsa, sınıflar arasındaki bu kavganın tarihide bizlere iktisadi uygarlığın gelişimini göstermektedir. “ üniver- 10 siteye başladığı zaman ailesinin maddi zorluklar çekmesinden dolayı okula devam edememiştir. Bir çamaşırhanede işe gitmiştir. Yazar 18. yy süslü abartılı anlatımının yerine sade bir sanat anlayışını benimsemiştir. Kitaplarında çoğunlukla işçileri ve emekçileri, proletaryayı anlatmayı seçmiştir. Yazarın günümüzde de okunduğunda birçok bilgiye ulaşabileceğimiz eserleri bulunmaktadır. Bunlar arasında Demir Ökçe, Martin Eden, Beyaz Diş sadece bazıları. Yazar ve kitabı hakkında söyleyeceklerimiz bu kadar. Okumanızı tavsiye ederiz. Sevim Sarısözen MÜCADELE VE SEVGİ Mücadelemiz daha iyi bir gelecek için; Sosyalizm için! Bugüne kadar birçok devrimci şehit verildi fakat mücadeleye olan inancımız ilk günkü gibi taze ve sert. Önderlerimizin yolundan yürüdüğümüz bu sarp yollarda her şeyi göze alarak bugünlere geldik. Ne faşistin silahı ne zorbanın sopası, hiçbiri yıldıramaz bizi gelecek güzel günler için. Özveri ile ilerliyoruz Devrimci Yol’umuzda. 68 ruhu ile kavgada bizde varız dedik ve aradan çok yıllar geçmesine rağmen içimizdeki inanç bitmedi, bitmeyecek! Ta ki zorbalar, halk düşmanları aramızdan yok olana dek biz devrimciler her zaman barikatların ardında olacağız. İnsanlık uğrunda ölen devrimciler hiçbir zaman tereddüt etmediler gelecek güzel günler için. Mücadeleleri engindi. Hiçbir şey kaybedilmedi bugüne kadar. Aksine gelecek kuşaklara aktarılacak o kadar güzel izler bıraktılar ki; isimleri hala dillerimizde birer slogan: “Mahir Hüseyin Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş!” Biz Mücadeleyi onlardan öğrendik. Onlardan öğrendik vazgeçmemeyi, özveriyle çalışmayı… Onlar bir adım bile geri atmadılar. Yağan kurşunlara rağmen hiçbir zaman teslim olmadılar, bizler de olmayacağız. Biz gelecek için çok bedel ödedik fakat gün gelecek ödenen bedellerin sonu zafer olacak. Bütün her şey içimizdeki sevgidir. Sevgidir bizi yücelten bu yolda. Sevgidir bizi bir yapan yoldaşlarımızla. Sosyalizme olan inancımız ve sevgimiz her gün büyümektedir. Küba deneyimi bizi haklı çıkarmaktadır. Halkın ihtiyacı sosyalizmdir. Sosyalizm bir gereksinimdir. Ahmet Kızıldağ YENİ YIL; AYNI DERTLER Yeni eğitim-öğretim yılı başladı. Hepimizde biraz heyecan, mutluluk, korku, biraz üzüntü ve umutsuzluk var. Peki, neden umutsuz ve üzüntülüyüz? Cevabı çok açık “Yeni yıl; aynı dertler”. Bu dertlerin başında ise “Eğitim” sorunu geliyor. Çoğumuz işçi çocuğuyuz ve ailelerimizin aldığı maaşlar ortada. Peki bu asgari ücret adı verilen sadakayla hangi ihtiyacımızı karşılayabiliriz ki… Eğitim mi? Barınma mı? Ulaşım mı? Biz bunları düşünürken bazı kimseler ise sadece ceplerimizi nasıl daha çok doldurur halkı nasıl daha çok sömürürüz derdindeler. Hepimizin sıkıntısı olan ‘’Eğitim’’ konusunu açalım. Sıkıntılarımız nedir? Bakalım ve bunlara nasıl bir çözüm bulabiliriz onları düşünelim. Sıkıntılar belli; kayıt parası, eğitime katkı payı, temizlik parası adı altında alınan haraçlar. İşte bunlar bizi umutsuzluğa düşürenler ve üzenler. Sistem öyle işliyor ki parası olan okusun olmayan ise okumasın diyor adeta. Bazı arkadaşlarımız ise bunun umutsuzluğuna kapılıp sistemin bir parçası oluyor istemeden de olsa… Gelelim bu sorunların çözümüne; Çözümün tek yolu var ‘’DEVRİM’’ . Sistemin değişmesi. Buda bizimle gelecek. Umudunu hiçbir zaman kaybetmeyenlerle, Sosyalizmi kendine rehber olarak görenlerle… TEK YOL DEVRİM DEV-GENÇ’TE BİRLEŞ UMUDU ÖRGÜTLE! Serhat Kaya 11 ŞİMDİ BAHARI ÖRG “Okullar Açılıyor, Haydi Müşteriler (!) Pardon, Çocuklar Okula! Okulların açılması, bizleri, yeniden sınıf arkadaşlarımızla bir araya geleceğimiz için bir yandan sevindirirken, diğer yandan aile bütçesine getirdiği yükleri düşündüğümüzde kaygılandırıyor. Okulların açılması demek ailelerimiz ve bizler açısından binbir sıkıntı anlamına geliyor. Kayıt parası, araç-gereç, elbise, çanta, defter/kitap derken alt alta toplanan kalemler, aile bütçesini çoktan aşıyor. Özellikle kapitalizmin sebep olduğu ekonomik krizle birlikte, işsizliğin en üst seviyeye çıktığı günümüz koşullarında, eğitim alanı da, daha birçok kamusal alan gibi (sağlık, sosyal güvenlik, ulaşım vb.) sermayenin talanına açılıyor. Sözde parasız sağlanması gereken eğitimin maliyeti, gittikçe yoksullaşan bizlerin/ailelerimizin sırtına bindiriliyor. Birçoğumuzun, anne/babasının iş bulamadığı bu koşullarda, eğitim alması adeta lüks hale gelmiştir. Devletin dokuz yıl boyunca eğitimi zorunlu kılarken, bunun mali yükünü de bizlere ve ailelerimize fatura etmesi, eğitimin bir kamu hizmeti olarak değil, ciddi bir rant kapısı olarak görüldüğünün ifadesidir. Anayasal bir hak olarak bizlere parasız sağlanması gereken eğitim, gittikçe bizlerin karşılaması beklenen bir gereksinim haline getirilmiştir. Bu yüzden bugün birçok arkadaşımız zar zor bitirilen ilköğretimden sonra, orta öğrenime devam edememektedir. Orta öğrenimde okula devam etme oranı %58’dir. Üstelik bu düşük orana rağmen, Türkiye’nin, orta öğrenim çağındaki öğrenci başına düşen harcama miktarı bakımından en geri ülkeler arasında yer alması, durumun vahametini göstermesi açısından düşündürücüdür. (OECD ülkeleri: 7,276 , Yunanistan: 5,213 , Meksika: 1,922 , Türkiye: 1,808 dolar, OECD 2008 verileri) Paran kadar eğitim anlayışıyla gençliğin eğitiminin önüne setler çekilmiştir. Geçtiğimiz Mayıs ayında MEB “okulların merkezi yönetimden alınarak yerel yönetimlere devrini” gerçekleştirmek için kolları sıvadı. Bu da sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde eğitimin yeniden şekillendirilmesi anlamına gelmektedir. Merkezi bütçeden pay 12 almadan okulların kendi kaynaklarını yaratması isteniyor. Bu ise okulların ticarethane, öğrencilerin müşteri, öğretmenlerin ücretli köleye dönüştüğü, kapitalist bir çarkı zorunlu kılıyor. Kapitalist işleyişe göre eğitim ticarileştiğinde, her okulun “kendine has” bir değeri olmaktadır. Kişinin özel kurs ve dershanelere kaynak ayırmış olmasının yanında kayıt sırasında okul yönetiminin/işletmesinin de yüzünü güldürmüş olması gerekmektedir. Böylelikle kayıt yaptırılacak liseler de öğrenciye göre ayrılır. Eğitim hayatı boyunca eğitime kaynak ayırdıysanız, anadolu ve fen liselerine kayıt yaptırabilirsiniz. Eğer kaynak ayıramadıysanız, sermayeye ucuz iş gücü olarak düşünülen meslek liselerine yönlenirsiniz. Bütün liseleri de, kendi içinde sınıflanmıştır. Her birinin kayıt koşul ve ücretleri farklıdır. Lise içinde bile bir ayrım vardır. Eğer “okulun harcamalarına iyi katkı” sağlıyorsanız koşulları daha iyi sınıflarda eğitim görürsünüz, sağlayamıyorsanız bodrum katlara hapsolabilirsiniz. Ayrıca sınıf mevcutlarının ellili rakamlarda seyretmesi eğitimi içinden çıkılmaz bir hale sokmuştur. Bununla beraber her harcamanın, bağış adı altında öğrencilerden toplanmaya çalışılması eğitimi katlanılması zor bir eziyete dönüştürmüştür. Birçok okulda eğitime fiziki koşulların uygun olmaması (kaloriferlerin çalışmaması, elektriklerin, suların kesik olması vb.) eğitimi imkansız hale getirmektedir. Okul öncesi eğitimden yüksek öğrenim sonuna kadar oluşturulmuş olan sınav merkezli eğitim sistemi, kamu eğitimini işlevsiz kılmıştır. Eğitimi adeta dershane, özel ders, özel okulun eline terk etmiştir. (Özel dershane sayısı: 2002 yılı: 2,122 2008 yılı: 4,031) Bugün dershaneye gitmeyen bir öğrencinin okulundan aldığı eğitimle sınav kazanabilme ihtimalinin ne kadar zayıf olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Özellikle SBS ile her yıla yayılan sınavlar öğrenci ve ailelerin yaşamlarını daimi bir stres içine sokmuştur. Sürekli yarışmak zorunda bırakan sınavlar ve yarış atına dönen yaşamlarıyla öğrenim gençliği, gelecekten beklentilerini yitirmiş, umutsuz, sevgisiz, mutsuz ve şiddet bağımlısı bir kuşağa dönüşmüştür. RGÜTLEME ZAMANI! Eğitim: Yat! Kalk! Sürün! Eğitim, aynı zamanda sistemin, “ağaç yaşken eğilir” mantığıyla, gençliği budayarak kendisini ayakta tutacak “vatandaş”ı yarattığı bir süreçtir. Bu yüzden eğitim halkın ihtiyaçlarına göre değil, sistemin ihtiyaçlarına göre şekillendirilir. İçeriği de bu ihtiyaçlar çerçevesinde siyasi ve ideolojiktir. Özellikle 12 Eylül sonrası açılan imam hatip okulları ve türk-islam sentezli eğitim anlayışıyla milliyetçi, dinci, gerici, ataerkil öğeler müfredatta hakim kılınmıştır. Bugün kriz dönemiyle birlikte işsizliğin hiç olmadığı kadar artması, gençlik içinde de bir kıpırdanmaya neden olmuştur. Hele ki genç nüfusun ülke nüfusuna oranı düşünüldüğünde gençliğin ne kadar güçlü ve etkili bir dinamik olduğu daha iyi anlaşılır. Bunu bilen egemenler de cehaleti eğiterek oluşturmaya çalışmaktadır. Bunun için eğitimin içeriğini, bilimsel olmayan hurafelerle doldurmaya çalışırlar. Tüm dünyanın kabul ettiği Darwin’in Evrim Kuramı’na karşı yaratılış safsatalarını biyoloji kitaplarına sokmaya uğraşırlar. Tarih ve kültür, egemenin görülmesini istediği şekilde resmi ve milli hale getirilerek gençliğe kahramanlık öyküleriyle sunulur. Eğitim alanına “530 din öğretmeni alınırken, 1 tane psikoloji öğretmeni” atanır. Düşünmeye çok gerek duyulmadığı için felsefe ve sosyoloji gibi dersler geri plana atılır. Kısacası gençlik eğitim eliyle ehlileştirilir; iradesiz, kendine ve başkalarına güvenmeyen, çaresiz ve yalnız hale getirilir. Emperyalizmin tüketimi teşvik eden yoz kültürü, yaşamın tüm kılcal damarlarına eğitim aracılığıyla sokulur. Böylelikle eğitilerek esir edilmiş ihtiyarlamış bir gençlik oluşturulur. Hayal fukarası, internet aşığı, yalnızlığı ayrıcalık zanneden, en kolektif karede bile kendisine bir yalnızlık damıtan ve bununla övünen bir kişilik çıkar ortaya. Okul biçimindeki kışlada hiçbir şeye karşı çıkmadan koşulsuz itaat eden ve aynı zamanda kendini özgür sanan bir kişiliktir egemenlerin istediği. Bugün bunda belli ölçülerde başarı da sağlamışlardır. Eğitim sürecinin hiçbir aşamasında eğitimin asli unsurlarının söz hakkı yoktur. Egemenler kendilerini okulların patronu olarak görmekte ve her türlü anti demokratik uygulamayı tepeden aşağı oluşturmaktadırlar. İşte önümüzde duran tablo budur. Bilimle Özgürleşeceğimiz, Yeteneklerimizle Gelişeceğimiz, Demokratik, Anadilde Eğitim Mümkün! Yazımızda buraya kadar eğitimin ne halde olduğunu gördük. Evet arkadaşlar, eğitim sistemi ve içinde yaşadığımız okullarımız bu halde. Şimdi kolları sıvama zamanı, umudu örgütleme, DevGenç’i büyütme zamanıdır. Onlar bizlerin cahil kalmasını istiyorsa bizler daha çok okuyacağız. Onlar bizleri yalnız bırakmak istiyorsa bizler daha çok bir arada duracağız. Onlar ceplerimize göz dikmişse bizler, haklarımıza daha çok sahip çıkıp mücadele edeceğiz! Onlar, bizleri yok etmek istiyorsa bizler daha çok örgütleneceğiz. Paylaşmanın, sevginin, umudun kültürü bizim kültürümüzdür. Yalnızlığın kültürü ise onların. Bizler umutta, sevgide, paylaşımda birleşelim, onlar kendi yalnızlıklarında boğulsunlar. Onlar bir avuç, biz milyonlarız. Bizler bir araya geldikçe, bilimin çağlayanından sular içtikçe, yeteneklerimiz çiçekler gibi açacak, her çiçek kendi dilinde bal verecek, farklılıkların zenginlik olduğu bir dünyayı ellerimizle kuracağız. Böyle bir dünyada eğitim budanmak için değil, insanlaşmak için olacak. Sınavlar elenmek için değil, yetenekleri keşfedebilmek için yapılacak. Kısacası okul mutlu olma yolunda bir araca dönüşecek. Değişmek ve değiştirmek bizim işimiz. Bizler ya cehennem koşullarına razı olacağız ya da cenneti burada kuracağız. Hepsi bizim elimizde. Tüm bunlar için bugün öncelikli görevimiz Liseli Dev-Genç’i örgütlemektir. Liseli Dev-Genç Dergisi’ni en iyi şekilde dağıtmak ve üretimine katkı sağlamaktır. Bunu gerçekleştirdiğimiz oranda ortak sorunları birlikte tartışacağımız, sorunlara çözüm arayacağımız ve birbirimizi geliştireceğimiz bir zemini kendi ellerimizle yaratmış olacağız. Liseli Dev-Genç’i büyütmek için şimdi kolları sıvayıp çalışma zamanı. Haydi arkadaşlar baharı örgütlemeye! 13 Kitap Tanıtımı; “Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum” Mitka Gribçeva Arkadaşlar, size bugün okuduğumda üzerim-de çok farklı etkiler bırakan, farklı bir kitap tanıtacağım: “Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum.” Kitap bir “anı, hatıra” kitabı olma özelliği taşıyor. Çünkü kitabın içindeki tüm hikâyeler, tüm olaylar, yaşanmışlıkların yazıya dökülmüş hali. Bu nedenle soluk almadan, “acaba ne olacak” diye içinizde bir merakla ve dolayısıyla daha zevkli ve sıkılmadan okuyacaksınız kitabı. Mitka Gribçeva ise bu duyguyu vermeyi çok iyi başarmış. yaşamının amacı haline getiriyor ki, illegal hayata atılıyor. Yeni adı ise artık; Ognyana. Defalarca ölümden dönen, defalarca halk düşmanlarına ölümler getiren, defalarca arkadaşları öldürülen Mitka, yoldaşlarının matemini tutmak yerine, bitmez tükenmez bir kararlılık ve azimle savaşıyor; yılmadan, usanmadan. Partizan hayatını, tüm gerçekliğiyle, zorluklarıyla, güzellikleriyle ve bir o kadar akıcı üslubuyla dile getiren Mitka Gribçeva; gerçek bir devrimci, gerçek bir Partizan. O ilŞimdi biraz kitabın içeriğinden bahset- legal hayatı, çok cesur ve gerçekçi bir şekilde mek istiyorum: Mitka’nın yaşadığı yıllarda bize kitabında anlatmış ve yorumlamış. Bulgaristan yoksulluk ve tam anlamıyla sefalet içindedir(Olaylar Bulgaristan’da geçiAyrıca Parti’ye olan sadakate (BKP: Bulyor). Nazilerin uyguladığı faşizm doruk garistan Komünist Partisi) ve Parti disiplinoktasındadır o yıllarda. Bulgaristan da bu nine değinmeden geçemeyeceğim. Parti’nin faşizmden nasibini fazlasıyla almaktadır. aldığı her karara uymak devrimci bir disiOlaylar Vatan Cephesi’nde geçiyor. Mitka plinin gereğidir ve bunu çok iyi bir şekilde küçük yaşta Sofya’ya kaçıp orada kendi- benimsemiş Partizan’lar zaferi çok geçmeden sine bir iş buluyor ve çalışmaya başlıyor. kazanırlar. Kaçmasının sebebi ise; yoksulluk içinde olan ailesine para kazanarak destek olmak. Mitka ise zaferi gören az sayıda Partizan’dan Mitka, girdiği işe kolayca alışıyor ve orada biridir. kendisine bir arkadaş çevresi oluşturuyor. Bu arkadaşlar arasında Remsistlerle tanışıyor Kitapta illegal hayat hakkında çokça ipucu (RMS: Genç İşçiler Birliği). Ve Mitka bun- var. Eğer bunları yakalayabilirseniz olayları dan sonra mücadeleye kopmaz bağlarla çok farklı açıdan yorumlayabilme yeteneğine bağlanıyor. Hayatını kavgaya ve mutlak zafere kavuşacağınızı düşünüyorum. adıyor. İş yerlerinde daha az çalışma süresi ve daha fazla ücret için fabrikalarda çeşitli Kitap hakkında fazlasıyla bilgi verdim. eylemlerde bulunuyor ve Mitka defalarca iş Artık gerisi bize kalmış. Okuyun pişman bulup defalarca bulduğu işlerden kovuluyor. olmayacaksınız… Naci Güven Mitka mücadeleyi öylesine benimsiyor ve 14 ROMANYA İZLENİMLERİ Romanya dünyada sosyalizmi görmüş az sayıda şanslı ülkeden biri. 1878 yılında ayrılarak bağımsızlığını ilan eden ve krallık tarafından yönetilen Romanya İkinci Dünya savaşında Alman Faşizmi’nin yanında yer almış ancak içindeki devrimci güçlerin mücadelesi ve Sovyetler Birliğinin desteğiyle 1947’de krallığı devirerek yerine Rumen Halk Cumhuriyetini inşa etmiştir. 30 aralık 1947 Devriminden, 25 aralık 1989 Çeausescu’nun düşürülmesine kadar Sosyalist Romanya Cumhuriyeti adı altında varlığını sürdürdü. Aslında Çeausescu’nun sosyalizmi uygulamada pek başarılı olduğunu söyleyemesek de 1989 yılından bu zamana Romanya’nın yeni sömürge ülke olduğunu ve kapitalizmin boyunduruğu altında ezildiğini bilmekteyiz. Bu sürece bakarsak sosyalizmin halka verdiklerinin ne kadar önemli olduğunu görebiliriz. Bu 20 yıllık zaman arasında halk, emperyalist tekellerin ve ülke içindeki burjuvazinin baskısı altında kalmaya zorlanıyor. Bükreş sokaklarında dolaştığımda yabancı markaların yoğunluğu gözüme çarpan şeylerdendi. Ülkeye kapitalizm yerleştiğinden beri -özellikle Romanya, Avrupa Birliği üyesi olduktan sonra- yabancı emperyalist tekeller, sermayenin önemli bir kısmını ele geçirdi. Son yıllarda alışveriş merkezlerinin artması da bunun belirgin göstergelerinden biri. Yabancı tekellerin yanısıra, yeni sömürgeciliğin uygulandığı ülkelerin olmazsa olmazı yerli burjuvazi de oldukça aktif durumda. Yerli burjuvazinin de ülkedeki en popüler örneği: Gheorghe (Gigi) Becali. Gigi Becali, sosyalizm döneminde sonra köylülerden çok ucuz fiyatlarda arsalar alıp, kısa sürede önemli bir servet sahibi oldu. Becali, bu servetten olabildiğince yararlanmasını bilen bir kişi. Halkın sempatisini kazanmak -ve tabii ki servetini katlamak- için başvurduğu yöntemler ise çok klasik. Kendisi ülkedeki en büyük spor kulüplerinden Steaua Bükreş’in sahibi. Yaptığı açıklamalarla da her zaman ülke gündeminde kalıyor. Bunun yanında Hristiyan Demokrat Partisi’nin en etkili üyelerinden biri ve AB parlamentosu üyesi. Oy toplama yöntemi ise bizlere pek tanıdık: köylere üçer, beşer kiliseler yaparak dini kullanmak. Halkın yaşamına baktığımızda politik bilincin önemli derecede düşük olduğunu görebiliyoruz. Özellikle yaşıtlarımız hiçbir şeyin farkında değil. Bırakalım ülkelerinin ve halklarının geleceğini , kendi geleceklerini bile düşünmek istemiyorlar. Yani -aramızda yaygın- herhangi bir üniversiteye girip, bir de sigortalı iş bulup hayatının geri kalanını idare etme düşüncesi dahi yok. Bir kısmı çeşitli Avrupa ülkelerinde çalışmaya gidiyor. Bir bölümü ise o sırada sarhoş olduğu için konuşma fırsatı bulamadım. Şu anda Romanya’daki hükümette PSD (Sosyal Demokrat Parti) ile PD-L (Liberal Demokrat Parti) koalisyonu var. Hükümetin şu sıralar oldukça sıkıştığını söyleyebilirim. Bunun nedeni ise IMF’den alınan borçların geri ödemelerinin yapılamaması. Borcun ödenmesi içinse yine halk kullanılıyor. Ancak insanların yapılan % 20-30 civarı maaş indirimini pek kabullenmek istemedikleri ortada. Hatta polisler bile bu uygulamayı protesto etmek için greve gittiler. Tüm bunlara rağmen Romanya’da sosyalizm döneminden kalan ve halk yararına yapılan pek çok uygulama sosyalizmin üstün taraflarını belli ediyor. Örneğin, şu anda halkın çoğunluğu barınma konusunda rahat. Çeausescu döneminde barınma, ısınma, elektrik, su vs. ücretleri tek kalem altında toplanıp belli bir aylık ücret ile karşılanıyordu. Böylece insanların zor durumda kalmaması sağlanıyordu. 80’li yıllarda ise insanlar tama- 15 men konut sahibi edildi. Şu anda da ülkedeki yapıların büyük bir çoğunluğu o dönemden kalma. Eğitim konusunda da önceden okullarda eğitim kalitesi oldukça yüksek seviyede olup, öğrencilerin gelecekteki mesleklerinde uzmanlaşması sağlanırken; bu dönemde ise hem fırsat eşitsizliği hem de eğitimin kalitesiz oluşu gelecekteki Romanya’da çokça sorun yaratacağa benziyor. Sonuç olarak Romanya’dan edindiğim izlenimler doğrultusunda ‘pek iyi uygulanmayan’ sosyalizmin bile kapitalist sömürücü düzenden kat kat üstün olduğunu gördüm. Verdiğimiz mücadele, onurlu bir mücadele arkadaşlar! Murat Çoban YENİ SÖMÜRGECİLİK Yeni sömürgecilik ikinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan bir kavramdır. Burada görülen olgu sömürü biçimindeki değişimdir. Klasik sömürgecilikteki temel olgu ise, sömürgeci gücün kendisinden güçsüz ülkenin topraklarını, askeri, topu, tankı ve bayrağıyla girip işgal etmesi ve bunu bir sömürü biçimine dönüştürmesidir. Emperyalist ülkelerin ikinci dünya savaşı sonrası işgal edip bunu sömürü haline getirdikleri birçok ülkede halk ayaklanma çıkarıp bağımsızlığını kazanmış ve dünyanın yarısı neredeyse emperyalist kapitalist sömürü ağı dışına çıkmıştı. İkinci dünya savaşı sonrası yaşanan deneyimler ve çıkarılan dersler emperyalistler açısından sömürgecilik tarzında değişimi zorunlu kıldı. Savaştan yara almadan çıkan ABD emperyalizmi öncülüğünde, yeni sömürge ilişkileri tesis edilmeye başlandı. Yeni sömürgecilik ilişkisini zorunlu kılan iki temel neden şunlardır; “Birincisi, o dönemde dünyanın neredeyse yarısının, ya sosyalist sisteme dahil olmuş, ya da ulusal kurtuluş savaşlarının ve sınıfsal mücadelelerin etkisinin altına girmiş olmasıdır. Bu kapsamın her an genişleme riskinin olduğu ve sosyalizmin güçlü bir çekim odağı haline geldiği koşullarda, açık işgalin toplumsal kalkışmaları kamçılayıcı, ulusal kurtuluş hareketlerini güçlendirici bir etki yaptığı görüldü. Cezayir, Vietnam gibi pek çok ülkede ulusal kurtuluş hareketlerinin başarıya ulaşmış olması, emperyalist işgalin gizlenmesini zorunlu hale getirdi. İkincisi, emperyalist-kapitalist sistem içerisindeki üretici güçlerin gelişim düzeyi, sermayenin merkezileşmesinin ve yoğunlaşmasının (tekelleşme) ulaşmış olduğu düzey, tekellere rahatlıkla kendi egemenliklerini gizleyerek (işbirlikçileri aracılığıyla) sürdürebilme olanağı tanımıştı. Bu, yerel iktidarları ele geçirme, belirleme imkanı verirken, aynı zamanda, daralan pazar alanları için de bir çözüm demekti.” (Emperyalizm ve Yeni Sömürgecilik) Yeni sömürgecilik kıtaların derinlemesine sömürüsüdür. Ülke içinde işbirlikçi oligarşiler oluşturarak işgali ve sömürüyü gizli kılarak emperyalizmin egemenliğini daimi kılmaktır. Özellikle 1950 sonrası yıkılan Avrupa’yı inşa olarak bilinen Marshall planıyla ABD, yeni sömürge ilişkilerin dünya üzerinde tesisine girişmiştir. Ayrıca Nato eliyle yeni sömürge ülkelerde yukarıdan aşağı örgütlenen anti-komünizm temelindeki gladio vb. kontrgerilla yapılanmalarıyla ekonomiyi askerileştirerek, emperyalizmin ülke içindeki varlığını garantiye almıştır. Bu yüzden emperyalizme karşı mücadele faşizme karşı mücadeleyle birlikte düşünülmelidir. Yeni sömürgecilik üzerine söylenecek çok şey var, bu yüzden hepinizin Devrimci Hareket Yayınları’ndan çıkan “Emperyalizm ve Yeni Sömürgecilik” kitapçığını okumanızı öneririz. 16 Serdar Cem YAZ ÇALIŞMALARI 1 LİSELİ DEV-GENÇ ORDU’DA FINDIK BAHÇELERİNDE Yüreği yıldızlı göğe eren yolcuların diyarıdır Karadeniz. Yine düştük yollarına. Asırlardan beri dağlarında sakladın halkın esmer yürekli çocuklarını. Karanlık kondularda mum alevi neyse dağlarında yakılan ateşler de oydu. Dağlarınla konduların iç içe geçtiği, yeşille mavinin birleştiği, hırçın dalgaların kayaları, taşkın yağmurların dağları dövdüğü Karadeniz. Yüreği burgulu, elleri nasırlı anaların, nice yiğitler doğurduğu Karadeniz. Hekimoğlu gibi nice yiğidin sevdası dağlarında zalime karşı direncin ateşini harladı. Zenginden alıp yoksula dağıtmanın hak olduğu Karadeniz. Terzi Fikri’nin sana diktiği elbiseye leke sürmeden, yüreği dağlarına karışan dört karanfili gözlerimizde taşıyarak, yine düştük yollarına. Ordu’nun Dereleri Aksa Yukarı Aksa Vermem Seni Ellere “Ordu” Üstüme Aksa Otobüs yol aldıkça gözlerimizin önüne geçmişte yaşanan güzellikler kare kare düşüyor. “Çamura son kampanyası!”, 80 öncesinde 19 bin nüfuslu Fatsa’da belediye imkanlarıyla 5 yılda bitirilebileceği söylenen çamur, devrimcilerin hesabına göre bir haftada bitirilir deniyor ve çevre illerden gelen toplam 30 bin insanın çalışmasıyla 5 günde bitiriliyor. “Fındıkta Sömürüye Son Mitingleri” en tepedeki dağ köylerinden kıyıdakilerine kadar tüm köylü katılıyor, kendi köyünün pankartı ve talepleriyle yürüyor, Terzi Fikri bir anıt gibi en önde. Üretenin yöneten olduğu bir düzen istiyorlar. “Fatsa Halk Şenlikleri” birçok aydın ve sanatçının katılımıyla halkın devrimci kültürle kucaklaştığı, görenlerin hayrete düştüğü bir şölene dönüşüyor. Nokta operasyonuyla, yaratılan tüm bu güzelliklerin halkın hafızasından silinmesi için genç yaşlı demeden topyekün yöre halkı işkenceden geçiriliyor. Ardından 12 Eylül’le birlikte katliamlar, mahpusluklar, idamlar. 12 Eylül’den sonra tüm ülke genelinde olduğu gibi bölgede de İmam Hatip okulları ve Kuran Kurslarının açılmasına ağırlık veriliyor. Yaz çalışmamıza başlamadan önce Ordu/ Fatsa’daki ortamın ne olabileceğini dair sohbetler etmiştik. Bu yüzden karşılaştığımız tablo bizi çok şaşırtmadı. Devrimcilerin varlık nedeni zaten halkın içine düştüğü umutsuzluk ve çaresizlik halini gidermektir. Birçoğumuz bugüne kadar hiç fındık toplamamıştı. Kimimiz hayatında ilk kez köy yaşamını tadacaktı. Yolculuk esnasında hepimizde heyecan vardı. Özgürlüğe kanat açan kuşlar gibiydik. Liseli arkadaşların bir kısmı ailesinden ilk kez bu kadar uzun süre ayrı kalıyordu. Halkını sevmek, onun bağrında taşıdığı potansiyel güce inanmak ve tıpkı Mahirler, Denizler gibi yollara düşmek. Che gibi halkın yaralarına derman bir doktor 17 duyarlılığında, Özgüçler, Ayşeler, İhsanlar gibi düşmek. Ve düşerken yeni filizlere can vermek toprakta. Devrimcilik halkla bütünleşmektir. Emektir. Halkın emeğini halka vermektir. Çalışmamızın amacı; bölgeyi tanımak, halkımızın içinde yaşadığı sıkıntıları görmek, onların sorunlarını dinlemek ve elimizden geldiğince köylüye yardım etmekti. Uzun yıllardır bu bölgede böyle bir çalışma yapılmıyordu. Hatta yardıma geldik dediğimizde, “Kendinize mi yardım istiyorsunuz?” deyip şaşıranlar oldu. Sonrasında ne için geldiğimizi anlattığımızda, birçoğu geçmiş günleri hatırlayıp duygulandı. Gelirken yol boyunca fındık tarlalarına bakarak neyle karşılaşacağımızı kestirmeye çalışıyorduk. Sahil boyundaki çadırlarda yaşayan, çoğunluğu Güneydoğu illerinden gelen mevsimlik işçileri gördük. Fındık sadece yöre insanının değil, memleketlerinden buraya fındık toplamak için gelen insanlarımızın da geçim kaynağıydı. Nihayet yolculuk bitmiş sessiz, sakin bir Karadeniz sabahında Fatsa’ya varmıştık. Mümkün olduğu kadar fazla yerde fındık toplamayı amaçlıyorduk. Bu yüzden kendi aramızda gruplara ayrıldık. Fatsa/Çamaş’ın, Ordu’nun, Ünye’nin köylerine doğru yöneldik. kabartıyor. Fındık ağaçları belli aralıklarla ocak ocak dikilmiş. Belli dönemlerde ağaç köklerini gübreliyorsun. Fındık toplama dönemi geldiğinde ise ocak aralarında tüm yıl boyunca biriken otları tırpanlamak gerekiyor. Fındık ağacı, bildiğimiz ağaç gibi değil. Dalları o kadar esnek ki, aşağı doğru çektiğinde hemen eline geliyor. Sonra başlıyorsun yaprakların altına gizlenmiş çotanak denilen fındıkların içinde bulunduğu kozayı aramaya. Ocaktaki tüm dalları tek tek indirerek tüm fındıkları toplayıp diğer ocağa geçiyorsun. Fındıkları bazen beline bağladığın bir çuvalın içine, bazen yere serdiğin bir brandanın içine döküyorsun. Sonrasında da büyük çuvalların içine basıp köye taşıyor, evin avlusuna serip kurutuyorsun. Ardından da çotanaklarından ayrılsın diye batoza veriyorsun. Anlayacağınız fındık toplama işi zorlu ve zahmetli bir iş. Köylü her aşamasında (gübreleme, tırpanlama, toplama, taşıma, batoza sokma ve satıma götürme) bir sürü masraf yapıyor, emek veriyor. Ama fındık politikaları ve açıklanan fındık fiyatları köylünün yüzünü güldürmüyor. Bir yandan fındık toplarken bir yandan da fındık üzerine sohbetler ediyoruz. Devletin fındık sökümünü teşvik ettiğini, ruhsatsız arazilere destekleme vermeyeceğini, ayrıca bu sene toprak mahsülleri ofisinin de alım yapmayacağını, Fiskobirlik’ten daha önceki alacaklarını bile alamadıklarını söylüyor fındığını topladığımız abiler. Devletin köylüyü tamamen tüccarın ve tefecinin insafına bıraktığını belirtiyorlar. Bu yıl büyük ihtimalle fındığın fiyatının 2-2,5 tl arası olacağını bu fiyatın mevcut masrafları bile karşılamayacağını, birçok üreticinin gelecek senelerdeki (3-5 yıl sonraya kadar) ürünlerini bile tefeciye vermek zorunda kaldığını söylüyorlar. “Bizden Fındığı söküp yerine alternatif tarım yapmamızı istiyorlar. Yerine ne ekeceğiz ki, şekeri, tütünü, buğdayı bitirmiyorlar mı sanki.”, “Fındıkta Türkiye bir numara nasıl olur da elindeki fındığı satamaz. Bunun arkasında başka oyunlar var.” Sömürü alabildiğine yoğun. Köylünün elinden 2-2,5 tl’ye çıkan fındık 10-15 tl arası ihraç edilebiliyor. Köylü değil, aradaki tüccar, tefeci, ihracatçı kazanıyor. Emeği veren köylü kazanan onlar. Öğle arası oluyor. Fındık toplamayı bırakıp hep birlikte sofrayı hazırlıyoruz. Sohbetler ve KÜÇÜK İSTAVRİT Köylerde Çalışma Başlıyor Köylere varır varmaz da “nasılmış bu fındık toplama işi?” diyerek fındık bahçelerine koştuk. Yoldan geldiğimiz için dinlenmemizi isteyen analarımız oldu. Oysa kalabalık kentlerden sonra gördüğümüz yemyeşil doğa tüm yorgunluğumuzu almıştı. Üstelik bizler buraya misafir olmaya değil, gerçekten köy yaşamına adapte olup, en az köylüler gibi çalışmaya gelmiştik. Olur muydu durmak hiç. Ufağından büyüğüne bir sürü dere ve ırmaktan geçerek, dağları, tepeleri tırmanarak varıyoruz fındık bahçelerine. Bu bölge su bakımından o kadar zengin ki, her yer dere, her yer ırmak. Sessiz sakin Karadeniz bir anda bastıran yağmurla hoşgeldin diyor bize. Neyse ki kısa sürüyor. Yağmurlar sürekli yağdığı için her sabah güneşin doğuşu kadar sıradan geliyor yöre halkına. Yaptığımız sohbetlerde öğreniyoruz ki bölge doğalında taşıdığı su potansiyeli bakımından tekellerin iştahını 18 paylaşımlar. Birkaç saat olmuş daha tanışalı ama yıllardır buralıymışız gibi hissediyoruz kendimizi. Seksen yaşında ana “Ha bunlar biz gibi çalışıyor ha!” diyor. Aslında kendisi o yaşına rağmen bizler gibi çalışıyor. Hayran kalıyoruz. İçimizden onun o azmine imreniyoruz. İşe ilk başlarken ki acemilikler üzerine basıyoruz kahkahayı hep birlikte. İşi çabuk kavradığımızı söylüyorlar. Sofrayıtoplayıpyenidenbaşlıyoruz çalışmaya. Türküler, marşlar birbirine eklenip çalışma sürüyor. Akşam oluyor. Topladığımız fındıkları çuvallara basıp çuvalları alıyoruz sırtımıza, başlıyoruz yürümeye köye doğru. Akşam yemeğini birlikte hazırlayıp birlikte yiyoruz. Bulaşığı hep birlikte yıkıyoruz. Yemeğin üzerine bir de çay demliyoruz. Balkonda oturuyoruz. Geniş bir gökyüzü... Gökyüzünün dağlarla birleştiği yerde akşamın kızıllığı. İçilen çaylar. Koyulaşan sohbetler. Ardından yorgunluğun üzerine yavaş yavaş düşen göz kapakları ve huzurla uyumanın güzelliği. Sabah altı dedin mi ayaktayız. Kahvaltı ve yeniden fındık bahçesine doğru yürüyüş ve mesaiye başlıyor. Ordu’da, Fatsa/Çamaş’ta, Ünye’de günler böylece akıp geçti. İnsan sıcağını yitirmemiş ve misafirperverlikleriyle bizleri utandıran yedisinden yetmişine bir sürü güzel insanla karşılaştık evlerinde misafir olduk. Onlarla birlikte yaşamı paylaştık. Kısa sürede birbirini yıllardır tanıyormuş hissini uyandıran en temel şey, bu paylaşımlardı. Karadeniz Karadeniz Fırtınalar İçindeyiz Bölgede yaptığımız on beş günlük çalışma boyunca gerek yöre insanının yaşayışına dair gerek geçmiş yaşanmışlıklara dair bizim için öğreticiliği olan birçok duruma tanık olduk. Ünye’de İhsan Abdi Önal’ın mezarını ziyaret ettik ve hikâyesini dinledik. İhsan Hoca üç dönem Töb-Der Başkanlığı yapıyor Ünye’de. Mütevazı kişiliğiyle kısa sürede halkın gönlünü kazanıyor. O bölgenin önder kadroları içinde yer alıyor. 12 Eylül’den belli bir süre önce artan işler dolayısıyla öğretmenliği bırakıyor. Ve tüm enerjisini devrimci harekete vermeye başlıyor. 12 Eylül sonrası kır direnişini örgütleme hazırlıklarındayken kazara patlayan bir silahla bacağından vuruluyor ve kan kaybından yaşamını yitiriyor. Erzincan Kemaliye’li olmasına karşın ailesi Ünye’yi çok sevdiğini bildiği için onu Ünye halkına bırakıyor. Çakırtepe’den tüm Ünye’yi görüyor. Mezarındaki çiçekler daha dün gibi canlılığını koruyor. İhsan Hoca’nın yeğenleri gelmiş dendiğinde seksen yaşında bir ananın hala duygulandığını görüyoruz. Ünye’nin köylerinde gezerken köylüler bizlere Mahirlerin Ünye’den Kızıldere’ye doğru giderken dağların arasından geçtiği yolları gösteriyor. Bunun halkın bilincinde sanki dünmüş gibi yaşaması, efsaneleşmesi ve kuşaktan kuşağa aktarılması bizleri çok mutlu kılıyor. Ordu’da doksan yaşında bir amca, açmış kitabını, kitap okuyor. Kendisine devrimciyim diyen birçok gencin eline bir kitap dahi almaktan üşendiği günümüz koşullarında doksan yaşında bir amca “yaşama aşkından” kitap okuyor. Belki de o yaşta yapılacak en büyük devrimci faaliyeti yapıyor. Fatsa’da müze gibi bir lokanta içinde bir sürü tarihi eserin arasına gizlenmiş bir fotoğraf. Köşesinde “1912 Fatsa” yazıyor. Sırtlarında silahlarıyla bir çok zabit ve bir bey. Onların önünde yerde boylu boyunca uzanmış iki kişi yatıyor ve öğreniyoruz ki; sevdası için beye karşı çıkıp dağları kendine mesken tutan, zenginden alıp yoksula veren Hekimoğlu’ymuş yerde yatan. Halkın içinde hala söylenir türküsü. Fikri Sönmez geziniyor Fatsa’nın çamur deryasından kurtulan sokaklarında. Kime sorsak duru, lekesiz bir sayfa gibi pürüzsüz duru- 19 yor halkın belleğinde. Fatsa Çocuk Korosu’nun şarkılarında buluyor halkı kendini “Sen güzel güzel çocuk/Oku ve öğren neden aç insan…”. Ve Karadeniz’in dört karanfili Ahmet Gürler, Ayhan Eskici, Ahmet Sakin, Sebahattin Demir destanlaşan yaşamlarıyla mütevazı, ağırbaşlı duruyorlar karşımızda. Türküleri bugünlere eriyor yoldaş sıcağıyla. Daha niceleri var anlatılacak yaşamlarıyla destanlaşan. Belki de en güzel anma, anlatma yolu onların yollarından yürümektir ayağımıza takılan dikenlere aldırmadan. 20 Kolektif Yaşamı Örmek Kaldığımız süre boyunca bir sürü ev gezdik. Kolektif yaşamı örmek için kendi içimizde iş bölümleri yaptık. Yeri geldi fındık topladık, yeri geldi akşamları saz çaldık, türkü söyledik. Film izledik, üzerine konuştuk. İşçi, emekçi ve köylünün üretim koşullarından kaynaklı doğalında planlı bir yaşamı mevcut. Ancak biz gençlerin, halkın içinde çalışma yaparak kendi yaşamlarımızda devrimci kültürü inşa edebileceğimizi gördük. Yaz çalışmaları bizim için hem yöreyi ve köylüyü hem de kendimizi tanımamız açısından çok verimli geçti. Ve vedalaşmalar. Sıkı sıkı sarılmalar. Duygulu paylaşımlar. Bu gitmeler daha büyük gelmelere vesile olsun şeklinde birbirimize söz vermeler. Otogara kadar gelip abiler, ablalar bizleri uğurladı. “Her zaman bekleriz, keşke daha uzun kalsaydınız. Bu olmadı gezmeye de gelin.”dediler. Bir sürü güzel anıyla çıktık dönüş yoluna. Karadeniz’in yüreği tertemiz insanlarını daha şimdiden çok özledik. Seneye görüşmek dileğiyle! YAZ ÇALIŞMALARI 2 LİSELİ DEV-GENÇ ARTVİN’DE HALK İÇİN HALKLA BERABER Türkiye’de çeşitli dönemlerde öyle şeyler yaşandı ki hala unutulmayan birer örnek olarak anılmaları bile doğruluğunun göstergesi. Bu topraklar böylesi çalışmalara yabancı değil. Varto depreminden tanıktır bu ülke böylesi çalışmalara. Devrimci Gençlik Köprüsü’nün yapımından tanıktır. Fatsa’dan tanıktır. Tütün üreticisi köylülerin mücadelesi için yapılan köy çalışmalarından tanıktır. Söke’deki pamuk direnişlerinden tanıktır. Demirdöküm işçilerinin mücadelesinden, 15-16 Haziran işçi hareketlerinden tanıktır Devrimci Gençliğin halkla, sınıfla kaynaşan mücadelesine. Zaten gidilen yerlerde de bu mücadelenin izine çokça rastlanması bu nedenledir. Duvarlarda yazılı sloganlar dahi o günkü tazeliklerini koruyorlarsa eğer, en iyi tanıklar belki de o duvarlardır. Dev-Genç tarihinin, dahası Türkiye devrimci hareketinin yükseldiği dönemlerin neredeyse tamamı böylesi çalışmalarla dolu. Her ne kadar kimi zaman karşımıza arabesk soslu nostaljik anılar olarak çıkarılmaya çalışılsa da o dönemlerde yaşanılanlarda, bir film karesinden çok daha fazlasını görüyoruz biz. Zaten o dönem yaşanılanların nostalji ya da romantizmden öte anlamlar ifade ettiği bilinciyle düştük yollara. 12 Eylül sonrası yaşanılan erozyonun etkisinin bugün farkına varmamak mümkün değil. Gençliği apolitikleştiren, dahası toplumun neredeyse tamamını bireysel çıkara yönlendiren bir dönemde yaşıyoruz. Solun gündeminin dahi büyük oranda egemenler tarafından belirlendiği bir ortamda gençlik olarak siyaset yapmanın zorluklarını biliyoruz. İşte biraz da bu nedenle amacımız nostalji yaşamak değil. Aksine gerçeklikleri yakından görüp izleyebilmektir. Bu durum tıpkı İstanbul’un gecekon- du mahallelerinde her gün işe gidip gelirken tanık olduğumuz, ya da Tuzla’daki işçilerle dayanışma eylemlerine gittiğimiz, okullardaki sorunlara ilişkin gerçekleştirdiğimiz eylemlilikler kadar bir gerçekliği barındırıyordu. Amacımız Türkiye tarımına, köylülüğün durumuna ilişkin bir şeyleri yerinde görebilmek, halkın yaşadığı sorunlara ilişkin neler yapılabileceğine dair gözlem yapabilmekti. Bunun için düştük yollara. Hopa’ya vardığımızda oradaki arkadaşlarımızla hasret gidermeye çalışmanın mutluluğu bir başkaydı. Tabii sayelerinde halktan insanların geleceğimizi biliyor olmaları ise meraklı bakışlarla karşılaşmamıza neden olmuştu. Gittiğimiz köylerde ise bu durum biraz daha yoğun yaşanarak merak boyutunu aşıyor ve köylülerin meraklı bakışları artık soru silsilesine dönmeye başlıyordu. Onlara yardım etmek için geldiğimizi gördüklerinde buna neredeyse inanmıyorlardı. Turistik gezi ya da araştırma yapma amacıyla geldiğimizi düşünenlerle de karşılaştık. Onları geliş amacımızın bunun tam tersi olduğuna dair ikna etmeye çalıştığımızda ise bu sefer soruları ve yaklaşımları “harçlıklarımızı biriktirmek 21 için çalışmaya geldiğimiz” yönünde değişmişti. Oysa bizim böyle bir talebimiz yoktu/olamazdı. Karadeniz köylüsünün özellikle geçmiş pratiklerden yola çıkarak bu tür faaliyetlere yabancı olmadıkları belliydi. Ancak neredeyse darbe sonrasından beri bu tür çalışmalarla karşılaşmamaları bir önyargıyı beraberinde getiriyordu. Fakat bunu aşmamız zor olmadı. Köye vardığımız gün hemen çalışmaya başlamamız ve bu işe çok çabuk alışmamız nedeniyle köylülerin merakı yerini daha sıcak diyaloglara bırakmaya başladı. İlk, çay toplama eğitimimizden kolayca geçtik. Bazılarımız çok başarılı oldu. Öyle ki bazı arkadaşlarımızın bu konuda ne kadar da becerikli olduğunu görmek bizi de şaşırttı. Hatta bazı arkadaşlarımızın çay toplama konusundaki hünerlerinden dolayı diğer köylüler tarafından özel olarak davet edilmeleri bizi çok mutlu etti. Çay toplamaya başlarken hızlı bir görev bölüşümü ile işe başlıyorduk. Kimimiz tarladaki otların temizliğini üstlenirken kimimiz çay topluyor, kimimiz çuvalları bağlayarak taşıma ve yuvarlama işine girişiyorduk. El arabalarıyla çayların alım yerine taşınması ise “macera” denilebilecek bir işti. Dik yokuşlardan aşağı inen arabayı zapt etmek adeta olanaksız gibiydi. Ama kısa sürede bu işi de öğrenmiş olduk. Emeğin bu kadar yoğun harcandığı bir sürecin sonunda oldukça düşük rakamlarla ifade edilen çay ödemelerini düşününce sömürünün ne düzeyde yaşandığını daha yakından gördük. Çay toplanırken söylenen türkülerin yeri ise ayrı. Ablalar Karadeniz yöresine ait Hemşin’ce türküler söylerken Karadeniz dağlarının güzelliği daha fazla hissediliyor. Bazı arkadaşlarımız da devrimci marşlar söyleyerek katılıyordu onlara. Yağmur… Yağmur Artvin’in vazgeçilmezi. Bazı günlerde yağmur altında da çay topladığımız oldu. Özellikle en yağışlı olan günlerde yağmur altında çay toplamanın zorluğu köylüler tarafından iyi biliniyor. Bir tarlada son toplamaların yapıldığı sırada böyle bir yağmurla karşılaşmak inatçılığımızın da ön plana çıkmasına neden oldu. Yağmur yağmaya başladığında bizi eve göndermeye çalışan köylü ablamıza, kendilerinin gidebileceklerini ancak bizim orada kalıp çayı toplamaya devam edeceğimizi söylememiz başta şaka olarak algılanmıştı. Ancak bu konudaki ısrarcılığımız ve isterlerse bize yardım edebileceklerini söylememiz ve sonunda bir Karadeniz’liyi bile ikna etmiş olmamız direncimizi daha da arttırdı. O yağmura rağmen tarladaki tüm çayları bitirmiş olmamız ve çuvalları taşıyarak çay alım merkezine götürmemiz ve satmamız neredeyse bir zaferi anımsatıyordu. Ancak çay satışı dediğimiz şey, sadece toplanan çayların “alim” diye tabir edilen Çaykur’a bağlı köy çay alım merkezine götürülüp tartımının yapılması ve kayıtlara geçirilmesinden ibaretti. Zira paranın ödenmesi bazen bir yıla yakın bir süreyi de kapsayabiliyordu. Bu süre içinde üreticilerin ne yaptıkları, nasıl geçindikleri devletin umursamazlığının göstergesiydi. Yapılan üretimin karşılığının alınamaması ise yapılan işin anlamsız olduğuna dair düşüncelerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Köylülerle yaptığımız sohbetlerde sıkça bu söylemlerle karşılaşmamız bir anlamda yılgınlığın belirtisi. Nasırlaşmış ellerle harcanan emek bir anda nasıl da değersizleşmeye başlıyor insanların kafasında. Aslında değersiz olan onların emekleri değil, egemenlerin onlara bakışı. Bu konuda köylülerle uzunca sohbet ediyoruz. Sohbetler. Sohbetler köy çalışmasının aslında vazgeçilmezi diyebiliriz. Yapılan çalışmaların ardından evde yanan soba içinde yapılan yemek ve ardından içilen 22 çayın tadı ise tüm yorgunluğumuzu alıyor. Akşam ise misafirlik çağrılarımız başlıyor. Gittiğimiz evlerde ise topluca karşılanıyoruz. Ev sahiplerinin dışında da köylüler sohbetlere katılmak için aynı evde bulunuyor. Sohbetler önce yorulup yorulmadığımıza dair sorular ve cevaplarla başlıyor. Bazen şaka ile karışık kızmalarla karşılaşıyoruz. Ama bu kızmalar çok çalıştığımıza ilişkin. Biz oraya çalışmaya mı gitmişiz, biraz da gezmemiz gerektiğini söyleyerek kızıyorlar bize. Biz ise işimiz bittikten sonra gezeceğimizi söyleyerek biraz olsun yatıştırıyoruz tatlı eleştirileri. Konu dönüp dolaşıp çay üretimine geliyor. Bizim meraklı sorularımız başlıyor bu sefer. Onlar da biriktirdikleri öfkeyi dışa vururcasına bize anlatmaya başlıyorlar sorunlarını. En önemli sorun çaydaki düşük fiyat politikası. Bu sene çayın kilosuna 79 kuruş taban fiyat, 11.5 kuruş da destekleme primi olmak üzere toplam 90.5 kuruş veriliyor. Çayı beğenmeme ve bu nedenle kilosunu düşük gösterme ise verilen bu ücretin de kuşa dönmesine neden oluyor. Bir diğer konu ise kota uygulaması. Bu yıl ki kota uygulamasında miktar 370 kg olarak belirlenmiş. Bu uygulama ile birlikte üretici köylü özel çay şirketlerine mahkum olmakta, onlar da çay ücretlerini kendi kafalarına göre belirlemekte. Bu durum nedeniyle “Devlet bitmiş, bizi özelin eline yem olarak atıyor. Özele mahkumuz ne yapalım” gibi değerlendirmelerle karşılaşıyoruz. Biz ise bunun bir devlet politikası olduğunu, Çaykur’un özel sermayeye peşkeş çekilmek istendiğini anlatıyoruz. Onlar da bu söylediklerimize hak vererek egemenleri kendi ailelerini zengin etmek için bu yöntemlere başvurduklarını ekliyorlar. Arada sırada Karadeniz’e has hırçın ve sert değerlendirmelerle de karşılaşıyoruz. Bu ise bazen kahkahalara neden oluyor. Özel şirketlerin uygulamaları başlı başına bir sorun. Ücretin düşük gösterilmesi bir yana ödemelerin ne zaman yapılacağına dair köylünün kafasında hep bir soru işareti var, bir çoğu yıllardır çayının ücretini alamamış. Özel şirketler genellikle ödeme yapmak yerine köylüyü kuru çay ve gıda maddeleri alabilecekleri yine kendileri tarafından kurulmuş büyük marketlerden alışverişe zorluyor. Bu ise şirketlerin iki kez kar ettiği bir tezgah olarak 23 tasarlanmış. Köylülere, devletin tarıma ve çaya ilişkin politikalarını anlatıyoruz. Köylülüğün nasıl adım adım bitirilmekte olduğunu açıklıyoruz. Önümüzdeki dönemde çay üretiminin devletin belirlediği bazı havzalarda belirlediği oranlarda sözleşmeli çiftçilerle gerçekleştirmeyi düşündüğünü anlatıyoruz. Bundan sonra Karadeniz köylüsünün önemli bir kesiminin çay üretimi yapamayacağını söylüyoruz. Bu politikaların Karadeniz halkı için ne anlama geldiğini soruyoruz. Sorulan bu soru üzerine verilen cevap net; “Bu bölge halkı için yıkım demek”. Çaresiz Değiliz Çaylar içilip sohbete devam ediliyor. Çaresizlik aslında hepsinin gözlerinden okunuyor. Hepsi durumun farkında ve mücadele etmenin gerekliliğinden bahsediyorlar. Ama örgütlülüklerinin olmadığından, kooperatiflerin de hiçbir şey yapmadığından şikâyetçiler. Geçmişte yaşananlar anlatılıyor yine. Devrimcilerin o dönem nasıl belirleyici olduklarından halkla birlikte nasıl hep birlikte mücadele ettiklerinden bahsediliyor. Ve darbe. Darbe koşullarından bahsediliyor. Yöre halkına ve devrimcilere karşı uygulanan şiddetten, devletin sindirme politikalarından bahsediliyor. Sohbet koyulaştıkça koyulaşıyor. Bir sorun diğer bir sorunun açılıp tartışılmasını beraberinde getiriyor. Sohbet sonunda evlere dağılıyoruz. Bazı arkadaşlar başka evlerde misafir ediliyor. Gidilen evlerde ilk etapta misafir gibi karşılanıyoruz. Fakat çabalarımızla bu misafir algısını yıkmayı başarıyoruz, onların evlerinden birileri, onların evlatları oluyoruz. Bulaşık yıkamak bizim işimiz. Erken kalkıp sobayı yakıyor ve çay demliyoruz. Ardından mıhlamayla yapılan kahvaltı başlıyor. İştahımız oldukça açılmış. Gidilecek tarlalara doğru yola çıkılıyor. Farklı tarlalara gidiyoruz. Ekipler ayarlanıyor. Ve tekrar çay toplama işlemi. Gittiğimiz her evde, ya da her köyde benzeri sohbetler yaptık. Onlardan öğrenmenin verdiği zevk başka. Halkın içinde onların her gün yüzleştiği sorunları yaşamak çelişkileri daha da net görmeye yetecek veriler sunuyordu bize. Zaten çalışmamızın en büyük derslerinden biri de buydu. Devrimci değerlerimiz. Erkan Uzuneminağaoğlu, Ahmet Pehlivan ve daha niceleri. O dönemdeki yoldaşlarıyla birlikte bir grup arkadaşımız da değerlerimiz, bir anlamda Artvin’i Artvin yapan güzelliklerin mimarlarının mezarlarını ziyaret ediyoruz. Artvin’in onlarsız düşünülemeyeceği önemli bir gerçek bizim için. Karşılaştığımız ve sohbet etme imkanı bulduğumuz herkes yapılan çalışmanın ne kadar yerinde olduğundan söz ediyor. Bu tür çalışmaların eskide kaldığından söz eden- 24 ler oldukça merakla dinliyorlar söylediklerimizi. Bizi 12 Eylül öncesindeki yoldaşlarına benzetiyor birçoğu. Gözleri dolarak anlatıyorlar tecrübelerini, seslerinde engelleyemedikleri bir heyecan. Apolitik ya da sol ile tanışamamış bir çok kişi ile de sohbet etme imkanımız oldu. Yaptığımız çalışmalardan etkilenmeleri ve önümüzdeki yıllarda yapacağımız çalışmalarda yer alacaklarına dair şimdiden söz vermeleri bizim için oldukça önemli. Ve dönüş vakti geli-yor… Sırt çantalarımızda umut. Yanında kaldığımız aileler bizi otobüs terminaline götürüyor. Ellerinde yolda yememiz için hazırladıkları yiyecekler. Otobüsün kalkış saati geldiğinde ise gözler doluyor. “Az kaldınız. Seneye bu kadar kısa olmaz haberiniz olsun. Daha yapacak işimiz var diyorlar.” Onlara seneye de geleceğimizi, ayrıca sık sık da görüşeceğimizi söyleyerek veda ediyoruz. Gözlerimiz Karadeniz dağlarının sisli tepelerinde…
Benzer belgeler
liseli dev-genç`ten
olarak yontuyor. Herkes aynı şeyi giyiyor, aynı
şeyi dinliyor, aynı diziyi izliyor ya da aynı kitabı
okuyor. Dev-genç mücadelesindeki arkadaşlar,
çevrelerinde bu tip örnekleri rahatlıkla görecekler...
liseli dev-genç`ten
LİSELİ DEV-GENÇ’TEN
Merhaba Sevgili Dostlar, Yoldaşlar!
Dördüncü sayımızla sizlerle birlikteyiz. Verimli geçirdiğimiz bir yaz döneminden aldığımız
enerjiyle, okulların açılmasını sabırsızlıkla bekl...